You are on page 1of 532

SULTAN TARLACI

- “S » « ; 2“ "'
di İHI A R IN G Ö Z Ü N D E N A N L A T IL A N ,
p L iJ f s P R İI i A L IŞ IL M IŞ IN D IŞ IN D A
S k IN A Y E T R O M A N I...

1 . Kanlekesi‘dışkapının kolunda
2.Kan lekesi ‘dış kapı pervazında’
3. Kan damlası ‘evin girişinde zeminde’

65. Kanlı parmak izleri ‘2. kat, yatak odasında, gardırop kapağımla'
66. Takma tırnak ‘2. kat, yatak odasında’

Korkunç bir cinayetle başlayan olaylar...


Katilin, yer yarılmış da içine'saklanmış gibi ortadan kaybolması...
Katili yakalamak için rekabet eden;
Psişik ve parapsikolojik yeteneklere sahip hassas insanlar...
Sıra dışı bir yöntemle cinayeti çözmeye çalışan istihbaratçılar...
Cinayetin maddi delillerine odaklanmış polisler...
Ve aşk-nefret çizgisinde sürekli yön değiştiren trajikomik bir AŞK!

Vahşice bir cinayet...


Sırra kadem basmış bir k atil...
Onu arayan polis ve psişikler...

Akıcı kurgusu, ikna edici bilimsel zemini, ilgi çekici dinî ve


parapsikolojik yaklaşımlarıyla polisiye romanlar içinde
türünün tek örneği olan 197 Gün’ü elinizden bırakamayacaksınız.

is b n i7 a -t o s -« s ım

9786058509153
http://www.tuti.com.tr/urun-detay/m
#tutikitap
t» 2 4 ,9 0 #197gun 1 7flbG5fl M I*MÂ
• .
M ' •

I ' . * ' " • -

• SULTAN TARLACI
• t

BİR KATİLİN PEŞİNDE

t
9 , •* '
tutikitap „ • •4*'
tutikitaı
197 GUN
S U LTA N TA R LA C I

ISBN: 978-605-85091-5-3

Yayın hakları:
© Sultan Tarlacı
© 2015 Nefes Yayıncılık A.Ş.
Sertifika No: 15747
Tuti Kitap, Nefes Yayıncılık markasıdır.

Editör: Muvaffak Erman Yılmaz


Redaksiyon: Ayşenur İkiz, Gülnar Mızrak
Kapak Tasarım: Özle Çetinkaya
Sayfa Düzenleme: Semanur Bal

1. Baskı: Nisan 2015


İnkılap Kitabevi Yayın San. ve Tic. A.Ş.
Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No: 8
Yenibosna İstanbul
T e l: (212) 496 11 11
Sertifika No: 10614

Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin


herhangi bir bölümünün yayıncının yazılı izni olmadan,
fotokopi dahil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla
çoğaltılması yasaktır.

TUTİ KİTAP
Bağdat Cad. Güzel Sok. A Blok No:ll/2
Göztepe Kadıköy İstanbul Tel: (216) 359 1020
e-posta: tutikitap@tuti.com.tr
www.tuti.com.tr
O /tutikitap
B @ tu ti kitap
@ @tutikitap
#197gun
#tutikitap
Bu rom anda verilen bilim sel bilgiler gerçektir.
Bahsi geçen kişiler, k u ru m la r ve kurgu ta m a m en hayal ürünüdür.
I. BOLUM
“Sayı, insan nefsinde birliğin tekrarından kaynaklanan
m anevi hayaldir"
îh v a n -ı Safa (Saflık Kardeşleri)

100 99 98M 96 95 94 93 92 91
102 65 64 63 6 2 0 6 0 0 5 8 57 9 0 İ
İ 6 6 0 3 6 35 34 3 3 1 2 0 5 6 0 ^
104038016 1 5 8 8
105 68 39 j 8 0 4 0 | ^ 0 } 5 4 87
İl0669 4o B B T i m O ^ D 86!
170H 2 0 H 8 9 1027 52 85
1 0 8 0 4 ^ 2 1 2 2 0 2 4 25 26 51 84
[ 7 2 0 4 4 45 4 6 0 4 8 49 50 O
1 1 0 0 7 4 75 76 77 7 8 0 8 0 81 82
<11 112 H B 114115116117118119 120121
“M arifet, bize yâ r olm ayan sevgiliyi ka lb im izin içinde öldürm ek!
îşte en haklı, en m asum , en kudretli ve en m uhteşem cinayet .”
P eyam i Safa
“N eden bir ikiden basitm iş? D aha azdır, daha ya ln ızd ır am a daha
basit m idir?”
“Dr. H ouse” Film
Dr. Saltı paylaştı, 197 g ün önce

2. G ün, Saat 00:01

1. Kan lekesi ‘dış kapının kolunda’

2. Kan lekesi ‘dış kapı pervazında’

3. Kan damlası ‘evin girişinde zeminde’

4. Kan damlası ‘evin girişinde zeminde’

5. Kan damlası ‘evin girişinde zeminde’

6. Kan lekesi ‘1. kat, salon kapısında’

7. Kan lekesi ‘1. kat, salon kapısının kolunda’

8. Uzun saç teli ‘1. kat, salon zemininde’

9. Uzun saç teli ‘1. kat, salon zemininde’

10. Uzun saç teli ‘1. kat, salon zemininde’

11. Luminol ile belirlenen- silinmiş kan izleri ‘1. kat, salon zemininde’

12. Luminol ile belirlenen- silinmiş kan izleri ‘1. kat, salon zemininde’

13. Luminol ile belirlenen- silinmiş kan izleri ‘1. kat, salon zemininde’

14. Luminol ile belirlenen- silinmiş kan izleri ‘1. kat, salon zemininde’
SU İTAN TARLACI 9

15. Kan damlası ‘1. kat, salonda, koltuk üzerinde1

16. Kan damlası ‘1. kat, salonda, koltuk üzerinde1

17. Luminol ile belirlenen-silinmiş kan izleri ‘1. kat, salon duvarında’

18. Kan lekesi -sıçramış şekilde- £1. kat, salon duvarında, p an o d a1

19. Kan lekesi -sıçramış şekilde- ‘1. kat, salon perdesinde1

20. Kanlı parm ak izleri ‘1. kat, salon penceresinde’

21. Kanlı parm ak izleri ‘1. kat, salon penceresinde’

22. Luminol ile belirlenen- silinmiş kan izleri ‘1. kat, salon duvarında’

23. Luminol ile belirlenen- silinmiş, kanlı sol el izi ‘1. kat, salon d u ­
varında’

24. Luminol ile belirlenen- silinmiş, kanlı parm ak izleri ‘1. kat, salon
duvarında’

25. Luminol ile belirlenen- silinmiş, kan izleri ‘1. kat, salon duvarın-
da-sıçramış şekilde’

26. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 1. basam ağında’

27. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 1. basam ağında’

28. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 1. basam ağında’

29. Kanlı parm ak izleri ‘2. kata çıkan merdiven korkuluğunda’

30. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 2. basam ağında’

31. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 3. basam ağında1

32. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 3. basam ağında1

33. Luminol ile belirlenen- silinmiş, kanlı parm ak izleri ‘2. kal.n,ıkın
merdiven duvarında’

34. Kanlı parm ak izleri ‘2. kata çıkan merdiven duvarında, pam »da1

35. Uzun saç teli ‘2. kata çıkan merdivenin 4. basamasında*


197 GÜN • BÖLÜM 1

36. Uzun saç teli ‘2. kata çıkan merdivenin 5. basam ağında’
37. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 5. basam ağında’
38. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 6. basam ağında’

39. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 7. basam ağında’

40. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 7. basam ağında’


41. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 8. basam ağında’
42. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 11. basam ağında’
43. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 12. basam ağında’
44. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 12. basam ağında’

45. Kan damlası ‘2. kat, holde’

46. Kan damlası ‘2. kat, holde’


47. Kan damlası ‘2. kat, holde’
48. Kan damlası ‘2. kat, holde’
49. Kan damlası ‘2. kat, holde’

50. Kan damlası ‘2. kat, holde’


51. Kanlı parm ak izi ‘2. kat, hol duvarında’
52. Kanlı parm ak izi ‘2. kat, hol duvarında’
53. Saç teli ‘2. kat, holde’
54. Kanlı parm ak izi ‘2. kat, oturm a odası kapısında’
55. Kanlı parm ak izi ‘2. kat, oturm a odası kapısında’
56. Kanlı parm ak izi ‘2. kat, oturm a odası duvarında’

57. Saç tokası ‘2. kat, oturm a odasında’

58. Kan damlası ‘2. katta, kanepede’

59. Bir telefon hattı ‘2. kat, kanepede’

60. Kanlı erkek gömleği ‘2. kat, banyoda, çamaşır sepetinde’


MUTAN TARLACI 9

61. Kanlı eşofman ‘2. kat, yatak odasında, gardıropla’

62. Kanlı tişört ‘2. kat, yatak odasında, gardıropta’

63. Kanlı gömlek ‘2. kat, yatak odasında, gardıropta’

64. Kanlı gömlek ‘2. kat, yatak odasında, gardıropta’

65. Kanlı parm ak izleri ‘2. kat, yatak odasında, gardırop kapağında’

66. Takma tırnak ‘2. kat, yatak odasında’

67. num arayı alacak delil, dedektifin gözlerini fal taşı gibi açtırma
lıyken ince bir çizgi halinde kıstırmıştı. Bu durum un, delilin basilli
ğiyle veya öyle bir ortam da görmeye alışkın olunan delillerden bin
olmasıyla ilgisi yoktu. Haşa, o öyle bir delildi ki su olarak yaratılsa
gidebileceği onca yer varken gelip ağzına kadar dolu bir bardağa
düşer, suyu taşırm aya yakışırdı. Komiser profesyonelliğini ne kadar
korusa da tepkisini belirtir şekilde “Vay vay vay vay...” demeyi ih­
mal etmedi. Bu sözde, acemilere uygun bir şaşkınlık aram ak yanlış
olurdu. Tam aksine “işte aradığım şey buradaym ış” der gibiydi. Kı­
sılmış gözlerini biraz açıp “Vefa!” diye seslendi.

Bu sözün üzerine dışarıdan gelen siren sesleri, evin önüne toplanmış


meraklı kalabalığın uğultusu ve bu vahşeti son dakika haberi olarak
aktaran muhabirin konuşmalarının oluşturduğu gürültü çullandı.
Ölüm ümün üzerinden yedi saat geçmiş olmalıydı ve her geçen sa.ıt
hakkımda yapılan dedikodular bu gürültünün nakaratıydı.

Yeniden bağırdı. “Vefa!”

Gözlerini ne kadar kısıyorsa ağzını o kadar açıyordu. Hayalime u/«|i


filmlerde gördüğümüz kırmızı halıya benzer, uzunca dilin ii/eıınde
bağırdıkça sallanan kum torbası şeklinde çizilmiş küçük dil ?ıelıv«»ı
du. O şeyi bulabilmiş olmanın mutluluğuyla ağzı daha da auln'm .
elindeki delile evire çevire bakıyor, kısa süreli d ü ş ım tv le ır d . ılı«'m
sonra küçük dilini kum torbası gibi sallandırarak ava/ı <jktı«|i L ıd a ı
yeniden bağırıyordu: “Vefa!”
197 GÜN ’ BÖLÜM 1

Diğer polisler de onun başına toplanm aya başlamıştı. Onlar da bir


onun elindekine, bir aşağı katta bu delilden haberi olmayan diğer
komisere bakıyordu.
Onun ise henüz ikinci kata teşrif etme gibi bir niyeti yoktu çünkü
salonun ortasından yükselen merdivenin hem en altında, ceylan d e­
risi koltukta oturan ve baygınlık geçiriyor taklidi yapm aya çalışan ev
sahibinin ifadesini alıyordu:
“Eve saat kaçta geldiniz?”
“Benim oğlum kimseyi öldürmez. Boşuna uğraşıyorsunuz.”
“Sadece sorduğum sorulara cevap verin. Eve geldiğinizde saat kaç­
tı?”
“Saate bakm adım .”
“Bir tahm inde bulunun. Aşağı yukarı?”
“Bilmiyorum. Akşamüstü, altı yedi gibiydi.”

“Altı mı, yedi mi?”


“Tam olarak bilmediğimi söylemiştim. Tahmini bir saat istediniz,
söyledim.”
“Altı ve yedi arasında bir saatlik mesafe var.”
“Kaçta geldiğimi bilmiyorum.”

“Eve geldiğinizde yanınızda kim vardı?”


“Kızım ve öğretmeni vardı.”
“Özel ders için mi?”
“Evet.”
“Kızınızın özel dersi, saat kaçta başlıyor?”
“Kesin bir saati yok. Her zaman aynı saatte başlam az.”
“Kaç saat sürer?”
“Bir iki saat.”

12
SU İ TAN TARLACI

“Bir mi iki mi?”


“Bir veya iki saat...”
“Öğretmenle kaç saat için anlaştınız?”

“İki saat.”

“Yani, eve sizinle aynı saatte geldiğine göre, saat sekizde vev.ı do
kuzda buradan ayrılmış olmalı?”
“Bilmiyorum, olabilir. İki saat için anlaştık am a bazen bir s;ı«»l sıııeı "

“Eve geldiğinizde evde kim vardı?”


“Kimse yoktu, boştu.”

“Eve geldikten sonra ne yaptınız?”


“Hiçbir şey.”
“Temizlik yaptınız mı?”
“Hayır.”
“Evde yoğun bir temizlik malzemesi kokusu var.”
“Evde her gün temizlik yapılır.”
“Siz mi yaparsınız?”
“Hayır, hizmetçi yapar.”
“Akşamüstleri mi yapar?”

“Belli bir saati yok.”


“Bugün, temizlik akşam üstü yapılmış olabilir mi?”

“Olabilir.”

“Eve geldiğinizde evin boş olduğunu söylemiştiniz.”

“Evet.”

“O halde akşamüstü temizliği kim yaptı?”

“Bilmiyorum. Ben yapm adım !”


1*>7 (itJN • BÖLÜM 1

“Ellerinize bakabilir miyim?”

Komiser sağ eliyle koltukta oturan ve parmaklarını birbirine geçirmiş,


iki başparm ağını m akara sarar gibi birbirinin çevresinde döndüren
kadının ellerini işaret ediyordu. Bu işaretle birlikte dönen parm aklar
bir süre durdu. Kadın, komiserin isteğine anlam veremeyerek ellerini
üzerini gösterecek şekilde uzattı. Komiser elindeki kalemle, kadının
ellerini avucunun içi görünecek şekilde çevirdi: “Parmaklarınız su­
dan buruşm uş gibi duruyor. Elleriniz neden uzun süre suda kaldı?”

“Ellerimi yıkamıştım am a temizlik yapm adım .”

“Ellerinizi böyle buruşana kadar yıkar mısınız?”

“Gerekirse!”

“Bugün neden gerekti?”

“Her ayrıntıyı böyle sorup duracak mısınız?” diye birden çıkıştı ev


sahibi. “El temizliği takıntım var.” Ellerini önünde akan bir musluk
var da altında yıkar gibi hızlı hızlı birbirine sürtüyordu. Gözlerini
açarak sinirli bir şekilde: “Tuvaletten çıkınca beş on kez yıkam adan
rahat etm em .” dedi. “Bence siz burada zamanınızı boşa harcıyor­
sunuz!”

Komiser, bu tavra sinirlenmişti. Dudaklarını büzdü. Burun delikleri


simsiyah ve kocaman, dürbün gibi açıldı. Kadının yaptığı “yıkam a”
hareketine bakarken tek kaşını kaldırdı ve dişlerinin arasından:

“Sadece sorduğum sorulara cevap verin.” dedi.

Kadın, komiserin sinirini hissetmişti. Daha uysal am a kararlılığından


ödün verm eyen ince bir sesle “Beni suçluyorsunuz!” dedi.

Komiser:

“Sizi suçlamıyorum. Size soru soruyorum. Banyoda ıslak temizlik


bezleri bulundu.”

“Evde her gün temizlik yapıldığını söylemiştim.”


SU İTAN TARLACI 9

“Arkadaşlar temizlik bezlerinde kan izlerine rastlamış."

“Bilmiyorum. Hizmetçi belki elini kesmiş veya yaralamıştır. Hiçbir


şey bilmiyorum.”

“Gerçi pek çok yerde kan izleri var am a...” dedi komiser. Biraz
düşünceli ve kendi kendine konuşur gibi kısık bir sesle söylemişti.
Bunun için olmalı ev sahibi kadın üstüne alınıp cevaplama ihtiyacı
hissetmemiş veya basbayağı soru olan bu cümlenin soru cümlesi
şeklinde sorulmamış olmasını, cevaplam am ak için kaçış yolu olarak
kullanmıştı.

Diğeri, kadının yüzüne bakarak, derin bir nefes aldı. Siyah burun
delikleri bu nefesle tıkanmış lavabo pom pası gibi büzüşmüş, komi­
serin dem inden beri sorm ak istediği şeyleri lavabo borusunu tıkayan
bir şey gibi boğazından çekip çıkarmak için hazırlanmıştı. Öyle de
oldu. Burun delikleri yeniden şişen pom pa gibi açıldıktan sonra bir
solukta:

“Hizmetçiniz şu an nerede?” dedi.

“Nereden bilebilirim?” diye sert bir cevap verdi kadın. Bu sertlikte


“Bir hizmetçinin nerede olduğunu takip etmek zorunda mıyım? O
tabakadan biriyle ne işim olur? Ne çok soru sordunuz! Hizmetçinin
ifadesi alınırsa temizliği onun yapmadığı ortaya çıkar. Yeter artık!”
anlamlarının, kibirlerinin ve endişelerinin hepsi vardı. “Evindedir."
diye ekledi belli belirsiz bir sesle. “Bir kadın bu saatte nerede ola­
bilir? Tahmin edemiyor musunuz? İlla benim söylemem mi lazım?”
düşüncelerini de az önceki ses tonunun tedirginliğini kapatm ak için
ezici bir bakışla eklemişti.

'Adresini alabilir miyiz?” dedi komiser.

"Adresini bilmiyorum.”

Yine oldukça sert ve her hecenin üzerine basa basa söylediği bu


ı Omlenin ardından sıkıldığını belli eder tavırla derin bir nefes alıp
9 197 GÜN • BÖLÜM 1

“Size söyledim, oğlum cinayet işleyecek bir çocuk değildir.” dedi.

Komiser kollarını bağladı: “Daha önce, cinayet işleyecek kaç çocuk


tanıdınız?”

Bunu söylerken büyük ve rahat spor ayakkabılarının ucunda on


santim kadar yükseldikten sonra topuğunu tekrar yere koymuştu.
Daha önce birkaç defa daha yaptığına şahit olduğum bu hareketi
genellikle rakibini bastırdığı ve zihnen ‘yükseldiği’ anlarda yapıyor,
karşısındakine karşı kazandığı üstünlüğü ayaklarının üzerinde de
yükselerek kutluyordu. Bu kutlamadan haberi olduğunu zannetmi­
yorum. D aha çok refleks olarak yapılmış bir harekete benziyordu.
Bu, bir çeşit kendini otomatik ödüllendirmeydi. Hayatta çok fazla
zor iş başarmış, karşılığında yerince takdir edilmemiş olduğunu dü­
şündüm.

“Cinayet işleyecek birini tanımam a gerek yok.” dedi kadın. “Oğlu­


mu tanıyorum! Bu yeterlidir.”

“Yedi yaşından beri yurt dışında olan ve on yıldır yanınıza toplam


on defadan az gelmiş olan oğlunuzu mu tanıyorsunuz?” Yeniden
yükselmişti parmakları üzerinde.

“Oğlum yurt dışında dil eğitimi alıyordu ve son bir yıldır bizimle
yaşıyor. Bahsettiğiniz cesedin sahihi.”

“Evet?”

“Oğlum, o kızla arkadaştı ve onu seviyordu. Öldürmesi imkânsız.”

“Devam edin.”

“Devamı yok. Bu kadar.”

“Kız arkadaşı, bu eve sık sık gelir miydi?” Bunu söylerken duvarlara
göz gezdirmişti. Sanki cevaba dair duvarda izler bulacak ve karşısın­
daki yalan söyleyecek olsa hu bakışlar onu ele verecekti. Kadın bu
‘araştırmadan’ etkilenmişe? benzemiyordu veya belli etmiyordu. Soru­
nun cevabını hemen, net ve korkusuz bir ses tonuyla verdi.

16
SUl.TAN TARLACI

“Hayır, bir iki defa.”

“Ne kadar emin ve çabuk cevap verdiniz.” dedi komiser. “Sanki


saymış gibi.”

“O kadar az geldi ki.” dedi kadın. “İkiyi saym a ihtiyacı d u ...”

“Bugün okuldan beraber çıkmışlar.” dedi komiser kadının sözünü


keserek. “Buraya gelmiş olabilirler mi?”

“Zannetmiyorum. ”

“N eden zannetmiyorsunuz?”

“H ava güzeldi. B ahar günü. Dışarıda gezmişlerdir.”

“Hım... ” dedi komiser kadının oturduğu koltuğun yanı başında d u ­


ran vazoyu eline alıp incelerken. “D aha sonra ne olmuştur?”

“Bilmiyorum, ikisi de kendi evine gitmek için ayrılmıştır.”

“Yani, kız arkadaşı kendi evine ve oğlunuz d a buraya gelmiştir.”

“Evet.”

“Akşamüzeri.”

“Evet.”

“Akşamüzeri evde kimsenin olmadığını söylemiştiniz.”

“Sadece tahm in yürütüyorum .”

Bir süre sessiz bakıştılar. Bu bakışm adan gözlerini ilk çeviren yenil
miş sayılacak gibiydi.

"Tahminleriz delillerle ne kadar zıt!” dedi komiser elindeki vazoyu


verine bırakırken. Otuz beş yaşlarında olmalıydı. Kilolu değil ama
İriydi. Alnı genişti ve saçlarının bir kısmı alnına doğru iniyordu I viu
İkinci katında delil toplayan diğer polislerin giydiği bir çeşit yağının
tığa benzettiğim beyaz kıyafetlerden yoktu onda. Mavi biı gömlek
»•.hine toprak rengi deri ceket, altına d a kot pantolon giymişti
197 GÜN • BÖLÜM 1

Yukarı kattan kendisine üçüncü defa seslenilmesine rağm en kadın­


dan gözlerini ayırmadı. Ardından bir ses daha duyuldu:

“Vefa, burada kanlı bir testere var.”

Komiser, bu sesle birlikte galibiyetinin ilanını duyar gibi olmuştu.


Gülümsedi. Artık gözlerini ilk çeviren o olsa da yenilmiş sayılmaya­
caktı. Bu rahatlıkla yukarıya, sesin geldiği yere, bir an baktı sonra
tekrar kadına döndü. Dilini ağzının içinde bir tur çevirip hızlıca alt
dudağını yaladıktan sonra:

“Buna ne dersiniz?” dedi.

Yeniden ve öncekinden daha belirgin gülümsedi. Testereyi görme


isteğinin acelesi ve son delille birlikte kadına karşı kazandığı zaferin
üstünlüğüyle ayakuçlarında bir kez daha yükselip topuklarını yere
“Bu son noktaydı.” der gibi sertçe bıraktıktan sonra emir verir tavırla:

“Sohbetimiz uzun sürecek anlaşılan. Emniyette devam edelim.”


dedi.

O, ikinci kata çıkarken ev sahibi kadın ve evde o gün bulunan am a


önceden hiç görmediğim birkaç kişi daha dışarıdaki gazeteci kalaba­
lığı arasında polis arabasına bindiriliyordu.

67. delil numarasını, Vefa komiser testerenin ayna gibi parlayan yü­
zeyinden kendi görüntüsüne dalmışken gözleri kısık dedektif kayda
geçiyordu: Gazete kâğıdına sarılı kanlı testere ‘2. katta, yatak o da­
sında, yatağın altında’.

18
“İ k i şey s o n su zd u r : İn sa n o ğ lu n u n aptallığı ve evren.
İ k in c isin d e n o k u d u r e m in değilim .”
Alberl b'instein
Dr. Saltı paylaştı, l {>t y ü n önce

3. («ün

Dudakları ve kusursuz bedeni... Üzerinde çırılçıplak yattığı ipek çar­


şafın ateş kırmızı renginden bile daha çok dikkat çekiyordu. Elbette
bem beyaz ten ve bu dudaklara bir fon oluşturuyordu am a onları
asıl belirginleştiren, teninin renginden çok, güzellik tanrıçası gibi yat­
m akta olan bu kadının bakışları ve tavrıydı.

Onu izleyen kişinin, çırılçıplak ve kusursuz bu vücutta bakacağı son


yer gözler olsa da o bakışların neler anlattığını hissedebilir. Hafifçe
kısılmış gözlerinin altından, sizin onu izlediğinizi görüyormuş, uta
nıyormuş am a bu şekilde yatm aktan da kendini alamıyormuş gibi
derinden bakar. Uzun süre bakarsanız, onu sadece izleyip asla doku
namayacağınızı bildiğini zannedersiniz ve az önce, yüz ifadesinde,
bu defa ona ulaşamayacağınızı bilip halinize acımasızca gülüyorum*,
izlenimini oluşturur. Sonra gözlerinizi yeniden dalgalı saçlarda, deıın
ve davetkâr bakışlarda, aralıklı dudaklarda, boyunda, omıı/l.ml.ı.
kalçalarda ve bacaklarda gezdirirsiniz ve bu durum dakikalaıım/ı
alabilir.

Doktor Saltı’ya kalsa Marilyn M onroe’nin bu posterini mu,mime


odasının duvarına boydan boya m onte ederdi am a ne va/ık H l»ıl
9 197 GÜN • BÖLÜM 1

gisayarının m asa üstü resmi olarak kullanmakla yetinmek zorunday­


dı. Çünkü öyle bir şey yapacak olsa, ihtimaldir ki onun başarılarını
kıskanan ve öğrenciliğinden beri ayağını kaydırm aya çalışan kişiler,
onu fakülteden gönderm ek için bir zamanlar “Zikir Esnasında Be­
yinde Neler Oluyor?” isimli makalesini “fazlaca dindar” bulmuşlar­
dı. Yine bir zamanlar “Orgazm Esnasında Beyinde Neler Oluyor?”
isimli makalesini de “ahlaka aykırı" nitelendirmişlerse, bu fotoğraf
için de saçm a bahaneler bulabilirler ve başını ciddi şekilde ağrıta­
bilirlerdi. Bu nedenle biricik aşkı Marilyn M onroe’nin bu pürüzsüz
bedeni bir bilgisayar ekranı büyüklüğünde kalmalıydı. Daha fazlası
değil!

Masası, kapının hem en girişinde olduğu için bilgisayarındaki bu fo­


toğrafın, hasta ve hemşireler kapıyı açıp kapattıkça bekleme odasın-
dakilere göründüğü olurdu. Onların da dikkatini çekmiş olmalıydı ki
kapı her açılıp kapandığında masaya doğru dikkatlice bakıp birbir­
lerini iteleye iteleye çocuk gibi gülerlerdi. Bir doktorun bilgisayarının
m asa üstünde, böyle bir fotoğraf olmasına şaşırmışlardı anlaşılan.
Verdikleri tepki o kadar coşkulu ve abartılıydı ki ben onların davra­
nışlarını, onların fotoğrafa olduğundan daha şaşkın izliyordum.

Önce ikisinin de -hayır bir nörolog kapısında beklemelerinden öte


davranışlarından hareketle- beyin hasarlı olduklarını düşünüp; bir
taraftan da -talihsiz bir trafik k¿^zasında canımı verm eden önce ben
de aynı hastanede psikiyatr olduğum için- bu iki kişinin psikolojik
problemlerine yönelik tanı koymaya çalışırken konuşm alarından
öğrendim ki, bunlar hasta değildi -hasta oldukları için burada değil­
lerdi desem daha doğru olur sanırım- çünkü doktoru tam am en farklı
bir am açla beklemekteydiler.

Federico ismini belki daha önce duymuşsunuzdur. Hastanenin de


bağlı olduğu üniversitede fizik profesörü, aynı zam anda çok zengin
bir iş adam ı ve hayırseverdir. Tam da o günlerde hastanenin nöro­
loji bölümüne masraflarını tam am en kendi karşılayarak Alzheimer

20
SU İTAN TARLACI 9

hastaları için özel bir bölüm yaptırmıştı. Epey malivelli ve tekno­


lojinin son imkânlarıyla donatılmış bu bölümün zaman içinde her
türlü giderini karşılamanın teminatını da vermişti. 1İnsinin* kendi­
ne sunulan hediyeyi memnuniyetle kabul ettikten sonra veni açılan
bu bölümü de kullanarak fakültenin genel tanıtımını vnpınnk için
bir reklam çalışmasına girdi. Giderleri hastaneye ait olacak tanıtım
için fazla harcam a yapılmaması kararlaştırıldı ve reklam yüzü olarak
ucuz bir m anken arandı. Afişlerde neden gerçek bir hemşire vu/ü
kullanmadıklarını tam olarak hatırlayamasam da uygun bir yüz bu
lamadıklarını, buldukları birkaç kişinin de sevgilisinin kıskançlık vap
tığını hatırlıyor gibiyim veya bu tam am en benim uydurmam .

İşte o gün Dr. Saltı’yı bekleyen bu kişiler, hastane tanıtımı için reklam
yüzü olarak kullanılacak m anken Tattu ve arkadaşı Tugay’dan baş
kası değildi. Reklamla ilgili diğer işler halledilmişti am a asıl önemli
olan yeni Alzheimer bölümü tanıtımı yarım kalmıştı. Tamamlanması
için Dr. Saltı’nm verdiği röportajlarla birlikte hem doktorun hem de
Tattu’nun birkaç kare fotoğrafı gerekiyordu. Ne var ki çok yoğun
olan Saltı, misafirlerini biraz bekletmek zorundaydı. Bu nedenle
fotoğrafçı bir kahve içmek için hastanenin kafesine inmiş Tattu ve
Tugay da nöroloji bölüm üne çıkmış, çıkar çıkmaz da sekreterin uya­
rısına rağm en doktorun m uayenehanesine dalmışlardı. Hastasıyla
ilgilenmekte olan Saltı’nın ikazıyla bekleme salonuna geçmişler ve
toplum içinde nasıl davranılması gerektiği hususunda hiçbir düşün
çeleri olmadığının kanıtı olan hareketleriyle kendi aralarında derin
bir sohbete dalmışlardı.

Bu sohbet, mankenin yanındaki -herkesin cinsel tercihi kendini ıl


gilendirir am a gay olduğunu düşündüğüm - arkadaşına “Maıilvn
benden güzel mi?” diye sormasıyla başladı. Bu sorunun mankeni
çok kırmayacak geçiştirme bir cevapla atlatılmasının ardından ’ I 'eki
benden seksi mi?” sorusuyla devam eden konu -elbette saygı duyu
yorum am a burada gay olduğunu kesin olarak anladığım nıkndn-ji
tarafından yine zekice uAy bana mı soruyorsun kız. ne hileyim heu
? 197 GÜN • BÖLÜM 1

erkek miyim ha h a.” şeklinde geçiştirilmişti. Bu iki cevaptan sanı­


rım kendisinin daha güzel ve seksi olduğu sonucuna ulaşan m anken
daha da uçmuş “Zaten kapıyı açar açmaz doktorun bana nasıl bak­
tığını gördün değil mi?” sorusuyla konuyu devam ettirmişti. Gay ar­
kadaşı dürüstlükle buna karşı çıkıp “Biz de aniden daldık am a o d a­
ya. Doktor şaşkınlıktan baktı bence şekerim.” demişti. Hem nasıl bir
şaşkınlık ve sonrasında nasıl bir sinirdi anlatam am size. Saltı, önce
gürültüyle açılan kapıya, ardından Tattu’nun “Foto zamanını!” diye
bağırıp odaya dalm asına büyük şaşkınlıkla mavi gözlerini dikmiş,
sonrasında bağırm asa da oldukça seri bir şekilde ikaz etmiş ve onları
dışarı çıkarmıştı.

Doktor tepkisinde çok haklı olmakla birlikte, belki başka bir gün ya
da günün başka bir saatinde olsa aynı şekilde davranmayabilirdi.
O an ise ilgilendiği hastası, gözünün önüne gelen bazı görüntüler­
le geleceği görebildiğini söyleyip, bazı vakalardan örnekler veriyor,
hastaya yapılan tetkiklerde beyninde» herhangi bir sorun çıkmaması
Saltı’yı düşündürüyor, rahatsızlığın tanısını güçleştiriyordu. Psikolo­
jik rahatsızlık ve yalan söylüyor olma ihtimali kalmıştı geriye.

“Nasıl görüyorsunuz? Uyanıkken mi?” dedi Saltı.

“Elbette uyanıkken.” diyordu yaşlı kadın. Hem de bunu öyle içten


diyordu ki Saltı profesyonel bir doktor olmasa kadının bu masum
samimiyeti sözlerinin teminatına yetecekti. Bu durum da yalan söy­
lemesi değil “onun öyle sandığı” ihtimali daha kuvvetliydi. Seksen­
lerinde olmalıydı. Tek başına gelmişti. Bir yakınıyla gelmiş olsa Sal-
tı’nın, yakınına soracağı bazı sorular olacak gibiydi.

Saltı bu tatlı ihtiyara psikolojik bir ilaç yazarken gayri ihtiyarî gülüm­
sedi.

Kadın bu gülüşü çay bardağının altı kalınlığındaki gözlük camlarının


arkasından görmüştü. Alnını eğmeden sadece boynunu kırıp başını
eğerek m uhabbet kuşu gibi doktora baktı. Kenarları buruşmuş dudak­
ları kırgınlıkla aşağı sarkarken “İnanmıyorsun sen bana.” diye çıkıştı.

22
MUTAN TARLACI 9

“Ben mi?” dedi Saltı.

“Sen tabii ya.”

Oturduğu koltuğa iyice yerleşti. “Kalkmayayım buradan da gör.”


dedi ağzının içinde. “Bunadığımı mı düşünüyorsun sen benim?
Hem bunadım diye gülüyorsun hem de buraya tek başıma nasıl gel­
dim diye.” Doktora baktı: “Neden gelmeyecekmişim?” dedi. " (¡ele
mez miyim?”

“Yok canınım.” dedi Saltı ciddi görünm eye çalışarak. Kolluğuna


yaslandı. “N eden gelemeyecekmişsin? Sen d ah a kaç yaşındasın ki?
Altmış var mısın?”

“Hıı.” dedi belli belirsiz bir sesle. “Varım o kadar.” İçinden Saltfya
karşı pek çok şey saydığı belliydi. Kendinden kırk beş yaş küçük şu
terbiyesizin tavrına hayretti doğrusu. Eskiden bir adap vardı. Şimdi­
lerde neredeydi. Şu çocuğun alaylı tavrına bakılacak olursa sabah­
tan akşam a kadar hiçbir iş yapm adan bom boş otursa daha hayırdı.

“Bak.” dedi Saltı. “Ben şimdi sana bir ilaç yazacağım o görüntülerin
hiçbirini görmeyeceksin. Hepsinden kurtulacaksın. Olur m u?”

“Kendin iç o ilaçları.” dedi yaşlı kadın. “N eden görmeyecekmişim


bir daha?”

“Şikâyetçi değil misin?”

“N eden olacakmışım? B ana ne zararı var?”

“Ee. Az önce dem edin mi arkadaşımın ölüm ünü gördüm falan.”

“G ördüm .”

“Üzüldüm dedin y a.”

“Üzüldüm.”

“Tamam, işte ben ilaç yazdıktan sonra görmeyeceksin lıiçlm şevin


kalmayacak.”

\
197 g ü n • b ö lü m ı

“Zaten görmüyorum ki onu artık. Olm adan önce bir defa gördüm,
tam am .”

“Artık görmüyor m usun?”

“Görm üyorum .”

“Bitti mi bütün görüntüler?”

“Bütün görüntüler biter mi hiç. Çocukluğumdan beri ara ara görü­


rüm b en.”

“Şikâyetçi değilim diyorsun.”

“Değilim tabii.”

“N eden geldin o halde buraya?”

Yaşlı kadın bunun üzerine doktora sırlını dönüp yetişebildiği bir nok­
tayı gösterip: “Sırtımın ortasında tam şurada bir ağrı var diyordu.
O ndan geldim.”

Saltı derin bir nefes alıp koltuğuna yaslandı. “Teyze burası ortopedi
mi y a.” diye söylendi ağzının içinde. O yaşına rağmen kulaklarında
hiçbir problem olmayan kadın bu sözü duyup “Burası ortopedi mi
dedim ben sana.” diye camları titretircesine, erkekleşmiş gür sesiyle
bağırdı. Saltı bir anlık boş bulunmayla sarsılmıştı.

“Ben bilmiyor muyum buranın nöroloji olduğunu?”

“E, neden ortopediye gitmedin?” diye zar zor sorabildi genç doktor.

“Gittim.” dedi kadın. Bir deri bir kemik kalmış elleriyle çantasından
bazı ilaçlar çıkardı. İşaret parmağıyla bir kremi gösteriyordu. “Bunu
eve gider gitmez sür dedi. Eve gidemedim daha sen sürüver.” diye
bluzunu sıyırmaya başlamıştı. Saltı’nın söyleneni yapm aktan başka
seçeneği var mıydı? Kremi açıp yaşlı kadının “ağrıyan noktasına”
belki on defa “orası değil biraz sağa, orası değil biraz sola, aşağı in,
yukarı çık” sözleri arasında sonunda “Hah tam am . Sür oraya sür,
sür, sür. Yedir iyice.” direktifleriyle teyzenin yine de pek m em nun

24
MUTAN TARLACI

kalmadığı “Sürüverdi bıraktı.” sözlerinden anlaşılırken, sonunda


kremi sürmüştü.

“Öteki de öyle.” dedi kadın bluzunu yeniden indirirken. Sallı ellerini


yıkamaya kalkmış, kadın ona duyurabilmek için bağırmaya başla­
mıştı: “Öteki, öteki... Ben nörolog m uyum teyze bana bu gördükle­
rini anlatıyorsun.” dedi. Anlaşılan teyze bu gördüklerini her onıine
gelene anlatıyordu. Ortopedi uzm anına anlatınca doktor da ley/e­
nin o görüntüler için doktora geldiğini zannetmiş “Burası nörolog
mu teyze?” diye çıkışmış, teyze de herkese anlatıp, asıl anlatılması
gereken kişi nörolog, eksik kalmasın diye gelmişken bir de nörologa
anlatm anın iyi olacağını düşünm üştü. Saltı, kafasından bunları ışık
hızıyla geçirirken koltuğuna oturdu. Bir yandan teyzenin “Kalkma
yayım buradan da gör.” sözünden sonra onu odadan nasıl göndere­
ceğini düşünüyor, kadın da o esnada “özel yeteneğini” kanıtlamaya
çalışıp gelecekten bir haber veriyordu. İşte tam da o, “Biri erkekten
dönm e avrat kılıklı öteki iffetsiz iki abdestsiz şapşalın, belki kendi
gitmeden, belki kendi gittikten sonra odaya dalıvereceğini.” söyle­
mesiyle dalmıştı mankenle arkadaşı odaya. Bu durum Saltı’nın gün­
lük sabır limitini çoktan aşmakla birlikte teyzenin “kendince” uygun
tanımlamasına uym uyor muydu? Belki teyze onun odasına girme­
den önce salonda görmüştü o ikisini am a m ankenle arkadaşının da
yukarı çıkar çıkmaz odaya dalmış olması muhtemeldi. Bu durum da
yaşlı kadın nasıl bilmişti onların odaya dalacağını?

Saltı’nın o ikisini sertçe gönderm esinden sonra neyse ki teyze de


inadında direnip koltuktan kalkmama eylemini sonlandırmış, bir zn
manlar düz olan yan yana duran iki demirin tam ortadan iki tarnln
ayrılması gibi eğrilmiş bacaklarıyla odadan çıkmış, yalnız doklomn
kafasında bir soru işareti bırakmıştı.

Saltı, sıradaki hastayı içeri alırken Tugay kendiyle aynı fikirde nlın.ı
sa da Tattu konuşmasına devam ediyordu: “Ama var ya «ısıl benim
posterim olacak çırılçıplak öyle.” dedi. Kısa olan eteğini oimdııgıı
9 l ‘)7CÎİJN ’ BÖLÜM 1

yerde kalçasına doğru sıyırıyor, bluzunun yakasını om zuna doğru


açıyordu. “Ay doktorun başı döner düşer herhalde.” İnce sesinden
beklenm eyen gür kahkaha attı. Bir yandan oturduğu koltukta Tu­
gay’ın kucağına doğru bayılma hareketi yapıyor, az önce sıyırdı­
ğı eteğinin altından yan tarafta Parkinson rahatsızlığından sırasını
beklemekte olan, sol eli durmaksızın titreyen, donuk bakışlı yaşlı bir
adam a iç çamaşırı görünüyordu. Adam, çamaşırı daha net görebil­
mek için gözünü kısıp aynı bakışla donuk bir şekilde gülümsedi.

Tattu, yattığı yerden Tugay’a bakıyordu.

“Doktorun nasıl içime düşecek gibi baktığını gördün değil mi Tugi?”

Tugay tırnağıyla oynarken hafif um ursamaz bir tavırla “Sinirlendi


ayol adam .” dedi.

Manken aniden kalkarak “Sinirlendi mi?” dedi. “Ne siniri kızım, gü­
lümsedi bile! Hani iş atıyor anlaşana. Önce baktı kaldı, sonra gü­
lümsedi. Bak aynen böyle.” Karşıdaki koltuğa geçmiş doktoru taklit
ediyordu. Önce dalgın bir bakış allı sonra da hayran bir gülümseme.
Tattu’nun doktorun şaşkınlık bakışlarını kendine âşıklık olarak algıla­
masını sağlayan düşünce yapısı onu hayatta her türlü dertten tasa­
dan koruyacak bir virüs tarafından geliştirilmiş olmalıydı beyninde.

Tugay, Tattu’nun çok fazla hayale kapılmaması gerektiğini, yanlış


anlamış olabileceğini hatta doktorun o anda hiç gülmediğini ve gül­
müş olsa bile muhtemelen başka birine güldüğünü dili döndüğünce
anlatm aya çalıştı. Sonunda bu bir tartışmaya döndü.

Tattu, “Kıskanıyorsun şekerim.” dedi. Dudaklarını büzmüş, kaşlarını


çatmıştı.

“İlgisi yok hayatım .” diye karşılık verdi diğeri. “Doktor sana âşık
değil am a sen ona ilk görüşle âşık oldun ki sağlıklı düşünemiyorsun
derim b en.” Bu son sözleri Tugay da biraz arkadaşına kırgın şekilde
söylemiş, son kelimelerinde bacak bacak üstüne attığı dizinden h a­
fif toz silker gibi yapıp ‘arlık konuyu uzatmak istemiyorum’ tavrıyla

26
SUl.TAN TARLACl 9

başını yan tarafa çevirmişti. Baktığı tarafta üç yaşlarında bir çocuğa


şirinlik hareketleri yapmış, agucuk sesleri çıkarmış, çocuk turuncu
saçlı, sarı güneş gözlüklü, yeşil fındık sakallı ve üzerinde tulden bir
buluz ve altında mavi leopar desenli tayt olan bu kişiden korkmuş
olmalı ki annesinin arkasına saklanmıştı.

Tugay, az önce kendisine yöneltilen suçlam adan dolayı kırıldığını


sesinin tonunda belirtircesine hafii kısık bir sesle:

“Hem benim nasıl erkeklerden hoşlandığımı biliyorsun.” dedi. I )<>k


torla senin aranda bir ilişki başlayacak olsa ben neden kıskanayım?
Doktor sarışın hayatım, ben esmerlerden ve biraz.” Ayağa kalkınış,
ellerini iki tarafa açmış, omuzlarını sağa sola oynatm aya başlamış!ı
“ İri yarı olanlarından.” gülümsedi. “Biraz da m açolardan hoşlanı­
yorum biliyorsun.” Bunu da cilveli söylemişti. Sağ elini ‘ihtimal ki”
anlam ında sağ tarafa açıp “Yani doktor böyle biri olsa.” dedi. Az
önce sağa açtığı eliyle bu kez kendini gösterip ve “Bende de bir
elektriklenme başlasa.” Bu kez Tattu’yu işaret edip “O kişi de senden
hoşlansa.” yeniden kendini gösterip “Ve sen de bana kıskandın d e ­
sen anlarım am a...” diyor sözleriyle birlikte tüm bedeni oynuyordu.
Her ne kadar hareketli ve hararetli bir konuşm a olsa da bu sözlerden
sonra -sözlerin etkisinden değil de Tattu anlamadığı ve anlam aya
çalıştığı için- araya giren sessizliği yine Tugay’m sesi bozdu:

“Ayol, hayal kırıklığı yaşayacaksın, ondan diyorum .”

“Ne eksiğim var?” diye çıkıştı manken.

Şimdi de o ayağa kalkmış, hiçbir eksiği olmadığını gösterircesinc


göğsünü öne çıkartıp kalçalarını geriye atmıştı. Birkaç defa bir fot< ><ı
rafçıya poz verir gibi yaptı. Saçlarını geri attı. Salonu podyum gibi
kullanıp bir uçtan diğerine yürüdü. M uayene sırasında bekleyen bu
kaç şişman kişi öyle bir bedene sahip olmak için neleri verm eyi •<ek
lerini düşündüler. Evli olup eşleriyle gelenler durum dan son <leıeı c
rahatsızdı. Evli olup karısı veya kocası yanında olmayanlnı u,ıır»e
bir problem yoktu. Bazıları içinse bu görüntüler toplumun ne km İm
9 197 G ü n - B ö lü m ı

bozulduğunu gösteriyordu ve deprem habercisiydi. Az önce eli titre­


mekte olan yaşlı adam yine gülümsedi. Hiç durm adan titreyen sol
eli sanki daha da hareketlenmişti. Boğazının yaşlılıktan oluşmuş çiz­
gileri Tattu’nun hareketlerim’ karşı ağzının içinde söylediği hayranlık
ifadeleriyle bazen iyice derinleşiyor, bazen geriliyordu. Hem en hiç
parlaklığı kalmamış göz bebekleıi. Tattu’ya baktıkça ışıldıyor gibiy­
di. Yeniden gülümsedi ve derinimden gelen yaşlı sesiyle: “Güzelsin,
güzelsin.” dedi. Tattu bir kahkaha attı ve ardından yaşlı adam a göz
kırpıp bir öpücük gönderdi. Muhtemelen adam ın kızı olan ve yanın­
da bekleyen kadın Tattu’ya bakıp “I ladi kızım işine bak. Yapma öyle
şeyler.” diye uyardı.

Tattu bu uyarıya bozulmuştu. Kadını Tugay’a şikâyet eder gibi arka­


daşına bakıp ağzının içinde “Ana, deli mi ne?” diye söyledi.

Tugay bu şikâyetle fazla ilgilenmeden: “Ben sana güzel değilsin d e­


dim mi?” dedi. “Ama karşındaki bir doçent. Yanlış bilmiyorsam epey
de tutulan ve tanınan bir doktor.”

“Ee.” dedi diğeri. “Doçentler âşık olamaz mı?” Şuh bir bakış atıyor­
du etrafa. Az önce bakıştığı yaşlı adam , yanındaki kadın görm eden
belli belirsiz bir öpücük attı Taltu’ya. Dudaklarını büzerken yüzü iyi­
ce kırışmış yanaklarına sanki renk gelmişti. Elleriyle birlikte kafası da
sallanmaya başladı. Kontrol edemediği şekilde m ütem adiyen salla­
nıyor, bu durum onda yorgunluk oluşturup nefesini zorlaştırıyordu.
Ara sıra boğazından nefesle birlikte belirsiz ince bir ıslık çıkıyordu.

Tugay’ın gözü adam a takıldı. İhtiyarlık onu öyle bir noktaya gelmişti
ki boş otururken bile yoruyor gibiydi. Kim baksa içinde ona karşı bir
sızı hissederdi am a Tattu’ya olan ilgisinin komikliği yaşlılığına olan
acınası durum u bastırıyordu.

“Kız, karşıdaki amcayı kalpten götüreceksin az sonra bir uslu dur.”


dedi Tugay gülerek. Sonra birden ciddileşip “Hayır, şekerim.” diye
ekledi. Bu ciddiyet, çok önemli bir konuda karşıdakini aydınlatm a­
yı kendine görev bilmiş profesör ciddiyetiyle yarışırdı. Yeşil fındık

28
SULTAN TAKLACI 9

sakalını parm ağının ucuyla oynarken: “Doçentler de âşık olur am a


o aşkı sen kendine bekleme derim ben...” Karşıdakinin anlayıp an­
lamadığını test etmek için gözünün ucuyla baktıktan sonra: "Bence,
hani nasıl denir fiziksel görünüm ün yanında biraz zekâ falan da arar
böyleleri.”

“Ne dem ek o Tugi?” dedi Tattu. “Ay sen resmen bana doktordan
daha salaksın dedin!” Sesi öyle bir tizlikte çıkmıştı ki bir animasyon
filmine uyarlansa tarsier prim atına yakışırdı.

“Aa... O nasıl söz kız?” diye karşı çıktı arkadaşı. Oturduğu koltuğun
ucuna gelip: “Bak ben öyle bir şey dem ek istemiş olsam bu ne d e ­
mek biliyor m usun? Doktor salak, sen ondan da salaksın demek.
Oysa ben ne dedim? Adam doçent dem edim mi?”

Manken bir an düşündü. “Doğru Tugi’m, dedin.” Neşesi yerine


gelmişti. “Pardon ben yanlış anladım .” diye ekledi. Zaten konunun
üzerinde düşünecek yeterliliği yoktu. Böyle durum larda karşıdakine
hak verm e en kestirme yoldur.

Arkadaşıyla arasının bozulm amasına sevinen Tugay: “Mesela ben


senin bu güne kadar güzelliğine tek söz ettim mi?” diye haklılığını
belirginleştirmeye çalıştı.

Bu söz diğerinin hoşuna gitmişti. “Hem de seksiyim, değil mi kız!”


dedi ayağa kalkarken. Yeniden saçlarıyla oynam aya başlamıştı.

“Seksisin.” dedi Tugay. Yaşlı adam ın yanında oturan kadınla g<>/


göze gelmişlerdi. Kadının Tattu’nun yeniden ayağa kalkmasından
rahatsız olduğunu görüp oturması için kolundan tuttu. “Dağıtma
saçlarını.” diye ekledi. “Cadı gibi çıkacaksın fotoğrafta.”

Bir süre daha, ne kadar bekleyeceklerinden konuştular. Bekleme


odasındaki parkelerin arasındaki tozlar pencereden giren güneşin
yardımıyla minik ışıltılar saçarak odada dolaşıyordu. O nleı inden
hızla geçen bir hemşirenin önlüğü yanından geçtiği büyük ynpınklı
bir salon çiçeğinin yapraklarını salladı. Onun yanında, içme mnklı
9 1‘>7 CiÜN ’ BÖLÜM 1

taşlar doldurulmuş uzunca bir vazo duruyordu. Bir süre sonra dok­
torun odasının kapısı açıldı ve hasta çıktı. O ndan sonra, sol eli titre­
yen, maske takmış gibi donuk bir suratla hiç acelesi yokmuşçasına
ağır adımlarla yürüyen Parkinson hastası yaşlı adam ı içeri aldılar.

Tam kapanm am ış kapıdan yaşlı adam ı m uayene eden doktorun


sesi geliyordu: “Tansiyonun yüksek senin amca. D aha önceden var
mıydı yüksek tansiyonun?” Hastanın doktora verdiği cevap salon­
dan anlaşılmazken kapının kapanmasıyla derinlerden gelen sesi de
duyulmaz olmuştu.

Parkinson hastasının içeriye alınmasından sonra ne kadar beklediler


bilemiyorum. Bir ara televizyonu açtılar. Tattu, oynadığı bir rekla­
mın o gün yayınlanacağından bahsediyor, Tugay “Sadece popon
görünüyor reklamda hayatım .” diyor Tattu da ısrarla bunun bir şöh­
ret olduğundan, dünyada poposuyla ünlü olan kişilerden örnekler
veriyordu. Az önce odasından çıkarken doktorun kesin poposuna
baktığını eklemeyi de ihmal einıedi. Bir süre sonra konu yeniden
doktorun Tattu’dan hoşlanıp hoşlanm adığına geldi. Tekrar tekrar
aynı şeyler konuşuldu, küsüldü, barışıldı, iddiaya girdiler. Saltı’nın
geldiğini fark etmemişlerdi bile.

Birkaç defa seslenen doktor kendi ameline dalmış bu iki kişinin duy­
ması için “Fotoğraf çekimi içindi değil mi?” dedi yeniden.

“Ay pardon doktor bey.” dedi Tugay. Sesi çatallanmıştı. “Ben Tu­
gay.” diye ekledi elini uzatırken. “Bu da arkadaşım Tattu.” Tattu da
Tugay’dan gördüğü şekliyle doktorun elini sıktı.

“Evet, fotoğraf çekimi için geldik.” diye ekledi. Doktorun az önceki


sorusunu yeni hatırlamıştı. “Fotoğrafçı arkadaş da aşağıda kafede.
Ben çağırayım.” Konuşurken belini genç bir kız gibi kırıyor, narin
hareketler yapıyordu. “Bu arada başarılarınızın devamını dilerim.”
dedi kibarca. “Yeni açılan bölüm de hayırlı olsun.”

Saltı, onun arka arkaya sıraladığı iyi niyetle dolu temennilere ve teb­

30
SULTAN TARLACI 9

riklere teşekkür etmek için ağzını açmıştı ki Tattu doktorun cebindeki


kalemi alıp samimi, şımarık bir tavır ve tiz bir sesle:

“Saltı.” dedi. “Sen var ya sen. Sinsi çapkın! Tugi’yle iddiaya girdik.
Söyle de duysun kendi kulaklarıyla. O dana girdiğimizde sen bana
neden güldün?”

Bu tavır karşısında doktorun ağzı olduğu şekliyle açık kaldı. Bir süre
sonra kendini toparlayıp:

“Ben mi?” diyebildi.

Tattu cevap olarak doktora göz attı ve gülümsedi. Dirseğiyle “Hadi


hadi.” şeklinde vurmayı da ihmal etmedi.

Tugay telefonla konuşurken m üdahale edilmesi gereken bir durum


olduğunu anlamış ve fotoğrafçıya acil yukarı gelmesini söyledikten
sonra telefonu hem en kapatıp Tattu’nun elinden doktorun kalemini
hızla almıştı:

“Aa!” dedi. “Ay. H a ha. Bizim arkadaş böyle hem en işte. Ah, çok şa­
kacıdır bu doktor bey.” Kalemi Saltı’nın önlüğünün cebine takm aya
çalışıyordu. Çocuğunun yaramazlığından m ahcup olup özür dileyen
bir anne tavrı vardı bakışlarında.

“Noooldu? Sormam ı istemiyorsun değil mi?” dedi Tattu. Az önce


doktoru dürttüğü dirseğini bu defa arkadaşını dürtm ek için kulla­
nıyordu. Tugay bu darbelerle sarsılınca elindeki kalem doktorun
önlüğünü çizdi. Doktor, kalemi cebine takm aya çalışan Tugay’a “Ti*
şekkür ederim .” anlam ına gelen bir bakışla ve zoraki gülümsemeyle
karşılık verip haritaya dönm ek üzere olan önlüğünü kurtarmak için
kalemi aldı.

Tugay, Tattu’nun kolundan çekmiş kulağına fısıldıyordu: “Kız yap


ıııa gözünü seveyim. Ben sana ne dedim? Fazla konuşma dokloıım
yanında dedim. Tek başına olsan neyse. Yeminle beni de re/il ede
<eksin.” Birkaç defa doktora gülümsedi.

il
9 197 (¡ ü n ■ B ö lü m i

Saltı ne olup bittiğini anlayamam ış am a hafif sezmiş olmalıydı. Tat-


tu, Tugay’ın uyarılarına aldırış etm eden tekrar doktora döndü:

“Odaya girdiğimizde güldün ya.”

Saltı, tam yerleştirilememiş kalemi cebine taktıktan sonra kollarını


bağlayıp mankenle arkadaşına o zam ana kadar gördüğü en ağır
vaka gibi bakıp:

“Bu aralar bazı konular üzerinde araştırıyorum.” dedi.

Tugay, Saltı’nın yeni bir konu açmasıyla rahatlamıştı. Aynı zam anda
“Bazı konular üzerinde araştırıyorum.” sözüyle, doktorun araştırm a­
ları üzerine onlarla paylaşacağı bir şeyler olduğunu anlayıp ciddiyet
ve minnetle dinleyerek, yanındaki arkadaşının aksine dinlediğini an­
lar, evet asla onun gibi salak olmadığını gösterir bir vaziyette, tıpkı
doktor gibi ellerini bağlamış ve Saltfnın ağzından çıkacaklara pür
dikkat kesilmişti.

Saltı, boş am a inceler bakışla kendini dinlemekte olan Tattu’ya d ö ­


nerek devam etti:

“Bazı kişiler, gülen veya gülümseyen diğer insanlara bakar bakmaz


onların neden güldüğünü anlayabiliyorlar.”

“Bakar bakmaz?” diye sordu Tugay.

Saltı onaylar şekilde başını salladı.

Tattu doktor tam konuşacağı esnada:

“Böyle yakışıklı biri neden doktor olsun ki?” dedi. “Bizim ajansta yer
var mankenlik yapm ak istersen. Çok tanıdıklarım var araya birilerini
sokup seni aldı...” Tugay, Tattu’nun konuşm asına daha fazla fırsat
verm eden doktora dönüp:

“Aa. Şey gibi mi hocam mesela ben böyle beyin okuyan kişilerle ilgi­
li bazı yazılar okum uştum .” Gözlerine resmiyete kaçırmak istemediği
belli olan bir ciddiyet vermişti. “Ben de çok severim parapsikoloji

32
SU İTAN TARLACI 9

okumayı. O aklıma geldi.” dedi.

Doktor:

“Evet, aynen öyle.” dedi. “Yani birinin neden güldügünii, ne d ü ­


şündüğünü bilebilen bazı kişiler olabiliyor. Ya da algılayabilen kişiler
desek daha doğru olur sanırım.”

Tugay, kendi fikrinin desteklendiğine m em nun olmuştu. Az önceki


ciddiyet samimi bakışlara dönüştü. D aha içtenlikle:

“Evet. Algılıyor bazı kişiler.” diye tekrarladı.

Tattu “Kimmiş onlar Tugiii?” diyerek Tugay’ın önünde dikilmiş, göz­


lerinin içine bakıyordu. Tugay, çocuğunu gözleriyle uyaran anne
gibi gözlerini kocam an açarak ağzını büzdü Tattu’ya bakarken.

Tattu’nun sorusunu “Bazı kişiler.” diyerek doktor cevapladı.

Tugay: “Peki, nasıl oluyor hocam ?” Ö nünde dikilen ve doktoru gör­


mesini engelleyen Tattu’yu elleriyle iteleyerek biraz kenara çekmişti.
“Bu konuda bilim ne diyor?”

“Bu bir beyin sinyali.” dedi doktor. Sağ işaret parmağıyla şakağında
havaya daireler çiziyordu.

Tugay:

“Acaba telepati yeteneği olan biri yapabilir mi bunu hocam ?” dedi.


Çünkü ben telepatinin olduğuna gerçekten inanıyorum. Mesela bir
arkadaşımı düşünüyorum ya bir bakmışım ...” Telefonunu çıkarıp
uzun tırnaklarıyla ekranına vurdu “Pat aram am ış mı?” Olabildiğince
nazik konuşm aya çalışıyor, sesi bir genç kız gibi inceliyordu. Çainl
laşmış sesiyle birkaç defa güldü. Sonra yeniden ciddileşip tıpkı dok
tor gibi kollarını bağlayıp: “Sıklıkla oluyor hocam .” dedi. “Mesela
bunu telepatiden sayabilir miyiz?”

“Ay kim aradı seni öyle b e.” dedi Tattu.

“Evet, sayabiliriz.” dedi doktor. “Ve telepati yeteneği kuvvetli olan


9 l ‘)7CÎUN • BÖLÜMİ

kişiler bence kendini bu konuda geliştirebilir.”

Tugay anladığını belirtir şekilde gibi birkaç defa başını sallayıp sanki
yıllardır süre gelen çok önemli bilimsel bir problemin çözümü hak­
kında tartışıyorlar gibi kaşlarını çatıp yeşil fındık sakalıyla oynadı.
Tattu’yu şu an tam am en yok saysa, onun aptallığıyla hiçbir alakası­
nın olmadığını anlar mıydı acaba doktor? Bu konuda kafasında kimi
muhasebeler yaptığı belliydi.

“Nasıl geliştirecek mesela hocam ?” diye ekledi.

“Mesela bazı egzersizlerle...” dedi Saltı. “Karşıdaki kişi ne düşünü­


yor şeklinde ona empati yapm ak telepatiyi kuvvetlendirir fikrimce.”
Tattu’ya döndü:

“Şu anda karşıdaki ne düşünüyor veya neden gülüyor diye düşü­


nerek olabilir.”

Tattu ne söylendiğini anlam adı am a gülümsedi. Doktorun ilgisi ho­


şuna gitmişti. Dudaklarını öne uzatıp şirinlik hareketlerinde bulundu.

Tugay: “Faydası olur mu dersiniz hocam ?”

“Olabilir.” dedi Saltı. “Yalnız kişi bunu sıklıkla yapmalı ki kendini ge­
liştirsin. Belki güldüğünü gördüğü her insanda düşünmeli. Herkeste,
hepsinde.”

Tugay bağladığı kollarından birini çözüp elini çenesine koymuş, di­


ğer kolunu da dirseğine destek olarak bağlı olduğu yerde bırakmıştı.
Şimdi aklına gelmiş gibi birden:

“Peki, bizim düşündüğüm üz şeye gülüp gülmediğinizi nasıl anlarız


hocam ?” dedi.

“Gidip sorarsınız.” dedi Saltı,

“Herkese mi? Tanımadan etm eden nasıl soracağız?” Yine çatallan-


mış sesiyle kahkaha atmıştı. Doktor gülümserken başını hafifçe önü­
ne eğdi. “Evet.” dedi. “B ana sorduğunuz gibi sorarsınız.”

34
SIII FAN TARLACI 9

Başkası duysa kahrolacak bu imayı Tattu hiç anlamamıştı am a Tu­


gay’ın yüzünde belli belirsiz utanm ayla karışık bir bozulma ifadesi
dolaştı. Neyse ki o anda televizyonda verilen haber doktoıa aslında
üçüne de- az önceki konuşmayı unutturm uş gibiydi. Sanki haber
değil bir korku filmi fragmanı yayınlanıyordu. Sevgilisi tarafından
cesedi testereyle parçalanm ış genç bir kızın haberiydi bu. Polis ka­
m erasından verilen görüntülerde kan izleri evin her yerine dağılmış­
tı. Testerenin gösterildiği anda:

“Ayyy!” diye bir çığlık attı Tugay. “Rabbim hepimizi korusun böyle
sapık sevgililerden. Vallahi kaldıramıyorum ben böyle şeyleri!" Sesi
yine çatallanmıştı.

Olayın dehşetinden ilk sıyrılan Tattu olmuştu. H atta belki de hiç d eh­
şete kapılmamıştı, çünkü idrakten yoksun yaratılmış bir “şanslıydı"
o. Üstelik doktoru tam da televizyona odaklanmış görünce kendinin
ne kadar ünlü olduğunu göstermek istedi. Poposundan başka yeri
görünmediği pet reklamı olur da yayınlanır diye, haber kanalını “Ay,
am an ne yapacaksınız haberleri içimiz karardı.” diyerek değiştirmiş,
reklamların olduğu başka bir kanalı açmıştı. Tüm çabasına rağmen
reklamları izleyemediler. Doktor, izledikleri haberden sonra kendini
koltuğa salıvermiş yarı baygın yatan Tugay’m tansiyonunu ölçerken
fotoğrafçılar geldi ve çekimlere başlandı. O gün akşam a kadar fotoğ­
rafçılar Tattu’yu poposunu çıkarmaması ve çekim esnasında öpücük
atm aması için uyarmıştı.

H astaneden ayrılmalarından önce Saltı ikisine de hasta varken oda


ya dalm adan önce seksen yaşlarında bir teyzeyle konuşup konuş
madıklarını, daha doğrusu odaya gireceklerini söyleyip söylemedik
lerini sormuştu. Tattu elleri titreyen yaşlı bir adam ın kızının kendini'
kızdığını am a öyle bir teyzeyle konuşmadıklarını söyledi. Tugav da
hatırlamıyordu.
“Toledo kılıcı ka d a r g ü zel am a bir o kadar da keskin...”
Dr. Saltı paylaştı, 191 g ü n önce

5. G ün

Bedenimin testereyle parçalanması, Kaba Zarifin karikatürünün


okul panosuna asılması olayını unutturmuştu. Ölüm ümün beşinci
gününde ise okulda öyle bir olay oldu ki neredeyse benim öldürülü­
şümü de unutturacaktı. Gerçi öldürülüşüm hakkında ne biliniyordu
ki? İnsanlar haberlerde etrafa dağılmış kan dam lalarından ve kanlı
bir testereden başka ne görmüşlerdi?

Öldürüldüğüm evde, mutfaktan oturm a odasına dönerken çıktığım


o beyaz, parlak, tek basamak; ilk darbem i alm adan önceki hatırla­
dığım son şey. Ben mutfaktayken telefonumu karıştırmış, birkaç d a ­
kika önceki sevgilim gitmiş, yerine bam başka biri gelmişti. Sözünü
etmek istemediğim birkaç diyalog geçti aramızda. “Gözü dönm ek”
denen şeyin yarattığı yeni sevgilim, önce kuvvetli bir yumruk indirdi.
İlk darbem i aldıktan sonraki ilk gördüğüm şey o beyaz ve parlak tek
basamaktı. Çenemi ve ağzımın bir kısmını ona çarpmıştım. Üstten
ve alttan birkaç dişim kırılmış olmalıydı ki ağzımdan ve çarpm anın
etkisiyle patlamış dudağım dan akan salyalı kan, o beyaz ve parlak
tek basam ağa aktı.

Öldürüleceğim aklımın ucundan geçmezdi. Sadece daha fazla da-


SIHTAN TARLACI

yak yemem ek için bir an önce toparlanıp kaçmaya çalıştım. Dış kapı
tam karşımdaydı. O radan çıkabilsem koşmam veya en azından so­
kaktan bir yardım bulup kurtulmam kolay olacaktı am a kapıda beni
yakaladı. O yumruktan sonra bu kadar kısa sürede kendimi topar­
layıp dış kapıya koşacak zamanı nereden buldum diye düşünürken
başımın arkasında belli belirsiz am a yakıcı bir acı hissettim. Benim
toparlanıp kaçmaya çalıştığım zam an zarfında mutfağa gidip bir bı­
çak kapmış olmalıydı. Görüntüler bir an kayboldu. Etrafımdakileri
ayırt edemez oldum. Sevgilimin hakaretleri ve nam usum a yönelik
küfürleri arasında duyduğum kilit sesi dışarıya çıkabilme um udum u
söndürdü. Belki evin içinde kaçarsam bir süre sonra siniri geçer diye
bir an elinden sıyrılıp mutfağa koştum.

Hatırlayamayacağım kadar çok tokattan, saçlarımdan tutulup m ut­


fak tezgâhına kafamın vurulması ve birkaç bıçak darbesinden sonra
bir ara perdeye tutunup mutfak kapısını görebildiğimi hatırlıyorum.
Oraya doğru koştum. O da bağırarak arkam dan geliyordu. Kafa­
ma aldığım darbelerle ikinci kata çıkan merdivenlere koştum. Birkaç
basam ak çıkmış mıydım hatırlayamıyorum, yakaladı. Merdivenler­
den sürükleyerek çıkardı ve kendi odasına götürdü. Demek aniden
eve birinin gelme ihtimaline karşın odasında öldürüp işimi bitirmeyi
düşünmüştü. Birinin sizi seviyor olması ihtimaline olan inanç, çok
kuvvetliyse tehlikelidir. D aha sonra ihtimallikten doğan inanç ne­
reden geldiği bilinmeyen bir kesinliğe ulaşır. O inançla olsa gerek
yine onun beni öldürmesine ihtimal vermiyor am a o kadar döver ve
yaralarsa kendiliğimden ölürüm sanıyordum. Bağırdığımı zannetli
yorum am a sesimin çıktığından emin değilim.

Bir süre sonra bıçak yaraları vücudum da bir uyuşukluk olııştın


du. Ağzıma dolan kanları tüküremediğim için mecburen y ıılııv o ı,
yutmasam boğazımı tıkayacak sanıyordum. Kanın yakıcı tadından
olmalı yıllardır su içmemişim gibi susamıştım. “Bir bardak m i “ dı
yebildim ya da dediğimi zannettim. Duymadı ya da ıım un.nm adı
Kansızlık da uykuya benzer bir hal getirmişti üzerime. Bir veıleıım
I')/(¡U N ■ BÖLÜM 1

acıyor veya sızlıyordu am a o an kendim de olsam bile sızlayan yeri­


min neresi olduğunu tam olarak söyleyemezdim.

O, öyle kendince emin bir haklılıkta öldürüyordu ki bu kararlılık bizi


izleyen birileri olsa onlara “adam haklı” dedirtecek cinstendi. San­
ki birbirimize ölümüne sürecek aşk yeminleri etmişiz am a o beni
yatakta başkasıyla yakalamıştı. Sanki bu bir kan davasıydı ve ben
onun ailesinden birini, hatta birilerini öldürmüştüm. Sanki aynı şe­
kilde ben onu öldürmeye çalışmıştım da, o da sonunda böyle bir
şey yapm aya mecbur kalmıştı. Öyle bir öfkeydi ki bunların hiçbiri
olmasa da hepsinin toplamına eşitti. C anavar gibi bağırıyordu. Ken­
di hislerimi yavaş yavaş kaybederken, önce önüne geçilmez bir sinir,
sonra kestikçe zevk, sonra pişmanlık hissettim onda. İkimiz de aynı
anda öldüğümü anlamış olmalıydık. Ben defalarca bıçaklanmış can­
sız bedenim e yukarıdan bakarken, o da cesedimin yanından bakı­
yor, ölüp ölmediğimi anlam ak için sarsıyordu. Kanlar, yarım şekilde
açık unutulmuş bir bahçe hortumu gibi acelesiz, ihmalkâr ve inadına
sakin akıyordu.

Birden kalkıp sağına soluna baktı. Pantolonu kanım dan tam am en


ıslanmıştı. Üzerindeki tişörtü çıkarıp kanların bir kısmını silmeye ça­
lıştı. Bana baktı. Gözündeki ifade belki beni öldürmeye karar verdiği
andan daha korkunçtu. Ben ihtimal verm esem de beni öldürmeyi
aklına koyduğu zaman hiç olmazsa samimi bir kararlılık vardı göz­
lerinde. Oysa şimdi? Cesedimi saklayacak yer arıyordu. Tiksinerek
bakıyordu bana. Nefret ediyordu. Sanıyorum cinayet işledikten son­
ra teslim olmaya karar veren birinin gözlerinde bu bakışlar yoktur.
Çünkü öldürdükten sonra siniri geçmiş olmalıdır veya teslim olacak
kadar “üzülmüş.” O nda ne sakinlik ne de üzüntü vardı. Tek düşün­
düğü cesedimden kurtulabilmekti. İnsana öldürülmüş olmaktan
daha çok dokunuyordu bu durum.

Aceleyle gardırobun üzerinden bir valiz indirdi. “Ağır” bedenim i ne


şekilde koymaya çalıştıysa sığmadım. Kafamı kesip beni biraz “kü­

38
su it a n t a r l a c i

çültmeyi” denedi. Belki on beş dakika bunun için uğraştı. Sonra


beni öylece bırakıp pantolonunu ve tişörtünü değiştirip evden çıktı.
Beş dakika sonra elinde bir testereyle döndü. Nihayet kafamı b e­
denim den ayırıp bedenim i valize, kafamı gitar kutusuna koydu ve
ikisini birlikte zar zor taşıyarak evden çıktı.

Gerisini zaten biliyorsunuz. Hem en her yerde konuşulan şeyler. Bi­


zim okulda olduğu gibi... Bu nedenle diyorum öldürülüşüm Kaba
Zarif olayını unutturdu diye.

Kaba Zarif, eski matematikçimiz Zarife H oca’ya okulun-okulun der­


ken m uhtem elen Gökayların grubunun- kadının hem uzun boylu
hem de çok şişman görüntüsünün ismiyle bağdaşm am ası nedeniyle
taktığı lakaptır.

Eski matematikçimiz diyorum çünkü benim hunharca öldürülüşü­


mü ve bedenim in parçalanışımı duyar duymaz, kadıncağız o kadar
korkmuş olmalı ki ‘çocuğumu düşüreceğim ’ endişesiyle erken d o ­
ğum iznine ayrılmıştı. Bu kadın evleneli on sekiz yıl olduğu ve ilk kez
hamile kaldığı düşünülürse işin ciddiyeti daha net anlaşılır sanırım.

Zaten yukarıda bahsettiğim karikatür krizi de Kaba Zarif’in okulu


aşıp neredeyse ülke sorunu olma yolunda ilerleyen ‘hamile kalama-
m ası’ durumuyla ilgiliydi ki, karikatürü kimin çizdiği ve okul p an o ­
suna nasıl astığı belli olmayan bu vakada da kabak Gökayların gru­
bunun başında patlamıştı. Çünkü okulun son sınıf olan beş şubesi
hafta içi beş günün birinde denem e sınavı için yedinci saate kalırdı.
Bizim sınıfa Çarşam ba günü ayrılmıştı. Karikatürün Perşembe sn
bah görülmesi, Çarşam ba günü okul dağıldıktan sonra yedinci sanlı*
kalan sınıfımızı şüpheli durum una düşürüyordu. Tüm sınıf yedinci
saate kalmışken neden kabak Gökayların grubunun başında patla
dı? İdareye çağırılan her birimiz, bize yöneltilen bu suçu inkar edip,
yapanı da döktüğümüz gözyaşlarıyla birlikte vallahi billahi bilmedi
ğimizi söylediğimiz için kimsenin kabullenmediği suç, sınıfın sabıkalı
öğrencilerine, yani onlara kalmıştı. Suçlamaları onlar da inkaı elıııi^,
I ' » / ı ,1 İM ■ B Ö LÜ M İ

yapmadıklarına dair yemin etmiş ve gözyaşı dökmüşlerdi am a işe


yaramamıştı, çünkü bu olaydan önceki bazı ahlaksız diğer suçları
da önce inkâr etmişler, sonra onların yaptığı ortaya çıkınca kabul­
lenmişlerdi.

Üstelik koridordaki kameraların -çalıştığı halde- karikatürün panoya


asılma anını kaydetmemesi düşündürücüydü. Asan kişi kameranın
koridorun başka yerlerini kaydeden anını nasıl denk getirmiş ve o
karikatürü oraya nasıl asmıştı?

Bu çocukların bilgisayarla çok ilgili oldukları düşünülecek olursa


kameranın her açısını hesaplayacak ve belki de bazı bilgisayar sis­
temleriyle onun oraya asılma anını silebilecek potansiyelleri, başka
bir açıdan onları şüpheli durum una düşürüyordu. Denem e sınavı
esnasında gözetmenimiz olan Kaba Zarife ile tartışmış olmaları da
olayın başka yönüydü. Tüm bunların neticesinde, boyu Gökayların
grubundaki çocukların her birinin yarısı kadar olan m üdürüm üzden
her türlü azarı işitmişlerdi ve biraz onların eğilmesi, biraz m üdürü­
müzün ayak parmakları üzerinde yükselmesiyle, m üdürden birer to­
kat yedikten sonra olayı üstlenmeseler de “İyi de karikatürde Kaba
Zarif’in -şey yani Zarife H oca’nın- adı bile geçmiyor ki” demeleriyle
suçlarını itiraf ettikleri idarece kabul edilmiş ve bir hafta okuldan
uzaklaştırma cezası almışlardı.

Cezadan bir hafta sonra okula dönüşleriyse tam anlamıyla m uh­


teşem olmuş, o karikatür onları okulda inanılmaz bir popülerliğe
ulaştırmıştı. Bu nedenle başından beri biz yapmadık diye diretseler
de bir süre sonra ne zaman karikatür mevzusu geçse kibirlice gü­
lümsemişler, eğer gerçekten onlar yapmam ışsa bile yok yere cezasını
çektikleri bu suçun popülerliğinin keyfini sürmüşlerdi.

Onları bu kadar popüler yapan karikatür ise şöyle çizilmişti: Hem


bıyıkları hem kilosuyla bir fok balığını andırır şişman ve çıplak bir
kadın, yine çırılçıplak halde, dizlerinin üstüne dikilmiş bir adam la
seks yapmaktadır. Kocaman memeleri, kalın gözlükleri, siyah puanlı

40
SU İ TAN TARLACl 9

beyaz kurdelesiyle Zarife Hoca olduğu hemen anlaşılan bu kadının


seks yaptığı adam da tıpkı Zarife H oca’nın kocası gibi sakallı ve iri
yarı çizilmişti. Çizen kişi, Kaba Zarifi ve kocasını tıpatıp çizerek açık­
çası- yeteneğine hayran bırakmıştı. İşte Gökayların popüler olması­
nın nedeni buydu.

Nöbetçi öğretmen tarafından geç fark edilip panodan ‘hc’rnen kal­


dıran bu karikatür, kaldırılmadan önce pek çok öğrenci tarafından
cep telefonuna kaydedilmiş, sosyal paylaşım sitelerinde hızla payla­
şılmış, bu durum Gökayları okul dışında, internette de üne kavuştur­
muştu. Özellikle kendilerinin kurduğu okul sözlüğünde.

Zarife Hoca ö gün son saate kadar hiçbir derse girmeden öğretmen­
ler odasında hem çocuğunun olmayışı hem de çok yemesi ve kilo­
suyla alay edildiği için saatlerce ağlamıştı. Üstelik karikatürden sonra
Kaba Z ariften daha yaşlı bazı bayan hocalar “Bak, ben senin ablan
sayılırım. Seni ne kadar severim bilirsin değil mi? Beni sakın yanlış
anlam a” ile başlayan cümlelerini “Evet, elbette eşlerin özel hayatın­
daki sınırları sadece kendilerini ilgilendir a m a ...” ile devam ettirmiş,
“Sonuçta şöyle şöyle yaparsan hamile kalma ihtimali o kadar artar”
sözleri ile sonlandırmış. Bu sözler hocaların bile karikatürün tem a­
sını bir şekilde desteklediğini ortaya koyuyordu. İşin ilginç tarafı bu
olaydan birkaç ay sonra Kaba Zarif’in hamile olduğu duyulmuştu.

Eklemeden edemeyeceğim, Gökayların disiplin suçundan sonra


okula döndükleri o hafta, okulun güzel ve çalışkan kızı Gülin, Gö-
kay’ın üç yıllık çıkma teklifini kabul etmiş, bu da okulda epey konu
şulmuştu. Çünkü Gülin önceleri Gökay’ı sıklıkla aşağılardı. Gökay
da Gülin’ in yıllar süren teklifini kabul etmesiyle hali hazırda çıklığı
kız arkadaşından hem en, o an ayrılmış ve bu olay da en az karikaim
kadar konuşulmuştu okulda.

Okul, benim öldürüldüğüm güne kadar işte bu olayı, sonrasında ul


bette ölümüm ü konuştu. Sansasyonelliğine bakılacak olursa bu iki
olaydan eksik tarafı olmayan olay ise şudur:

•ıı
r •/ 1.U N • r o i .ü m i

( )l(lükten sonra sık uğradığım yerlerden biri olan okuluma gitmiş­


tim. Kaba Zarif’in doğum iznine ayrılmasıyla onun yerine gelen ba-
vnn hoca bizim sınıfta cam dan dışarı bakmaktaydı. Başta normal
gibi görünen bu durum sınıfın yazılı olduğunu anlam am la değişti.

Zarife H oca’nın, öldürülüşümü duyar duymaz okulda birkaç gün


bile kalm adan ve yazılısını yapm adan hem en o gün yazılı kâğıtlarını
m üdüre teslim edip biber dolmasına benzeyen kalın parmaklarıyla
koca karnını tutarak okulun bahçesinde, arabada kendisini bekleyen
kocasına doğru yürüdüğü dakikalarda bizim m üdürün Milli Eğitim
Şube m üdürüne acilen bir matematikçi gönderilmesi için yazı yazdı­
ğını hayal eder gibiydim. Fakat birkaç gün içinde yeni bir m atem a­
tikçi nasıl atanmıştı? Belki de atanmamıştı. Pencereden dışarı bakıp
yazılı yapmasını bile bilmeyen yeni hocanın, toy haline bakılacak
olursa yeni mezundu ve ücretli olarak görevlendirilmişti.

Sınıf da tepkisinde kararsız gibiydi. Yazılının başında bu genç hocayı


kendi yaşlarına yakın ve “anlayışlı” görüp içlerinde ona karşı bir
sıcaklık hissetmiş olmalıydılar. Belki dakikalar ilerledikçe ve hocanın
dışarıda yavaş yavaş yağan yağmurun çukur yerlerde biriktirdiği su­
dan eğilip su içen serçeleri, simitçi kılığına girmiş sivil polisleri, hiçbir
kılığa girmemiş polisleri, okula geç kalan öğrencileri izlediğini görüp
onun anlayışlı değil, “saf ve deneyimsiz” olduğuna hükmetmişlerdi.
Çünkü bu bir anlayış bile olsa üç dört dakika sürebilirdi en fazla.
Oysa hocanın dışarıdaki görüntülere daldığı belliydi. Anlıyordum
ki camın önünde dikilmekte olan hocaya karşı acımanın getirdiği
bir m erham et oluşmuştu sınıfın içinde ve kopya çekmeye müsait şu
ortam da hepsi fırsatı değerlendirmekten çok bu zavallı “kızcağızı”
incelemekteydi sanki.

Viskoz kumaştan, ince, önü dantel, hâkim yaka, vücuduna yapı­


şan kırık beyaz bir gömlek giymiş; gömleğin üzerine, açık hardal
ıcııgi, küçük düğmeli ince bir hırka almıştı. Beyaz dantelli gömlek
ini? ( )kula geldiği gün ilk dersi bizim sınıfa değil de başka sınıflara

I
SULTAN TARLACI 9

olsa ve biz onu teneffüslerde falan görsek, kısacası cam dan bakan
şu m asum tatlı halini görmesek, bu dantelli beyaz gömlekle ne itici
bir hoca diye düşünürdük. Oysa şimdi şu halde o beyaz dantelli
gömlek ne de yakışıyordu yazılı esnasında cam dan bakan yeni m a­
tematikçimize! Evet, cam dan dışarı bakması neydi? Üstelik hırka­
nın tüm düğmelerini kapatmamıştı ki. Gömleğin önünde bulunan
dantelin başladığı yerden, üstten ilk üç düğmeyi de iliklememiş, son
iki düğmesini bırakmıştı. Sadece belinini ortaya çıkaran düğmeleri
iliklemişti. Çizmeleri ve çantası hırkasıyla uyumlu, koyu hardal reıık-
teydi. Bu kadar uyum içinde onun tam bir düzen düşkünü ve sıkıcı
biri olduğunu düşünebilirdik am a hayır, zıt renkli simsiyah, dizlerinin
altından, küçük ipliklerle üç yerden yukarı toplanmış ve gömleğinin,
hırkasının ve çizmelerinin uyum una ve düzenine karşı çıkan balon
eteğine ne demeliydi? Bu etek onu sıkıcı biri yapar mıydı? Asla yap­
mazdı. Ya beş yaşında bir kız çocuğu gibi m asum ca, cam dan dışarı
bakması neydi? Gözümüzde epey şirince bir şeydi. Koyu kestane
dalgalı saçlarını toplamıştı. Saçları toplanmış haliyle muhtemelen
başka bir hocada olsa, sıkıcı bir öğretmeni andırabilirdi. Yalnız bu
kez de kulaklarının önünden çıkardığı birkaç bukle, eteğinin yaptığı
gibi özgürlüğü seçmiş ve sıkıcı öğretmen imajını silmişti ve her şeyi
unutun ‘cam dan dışarı bakması neydi?’ İyi bir şeydi ve o da iyi bi­
riydi. Bu tür düşüncelere dalmıştık ki birden onun sesiyle uyandık:

"Gülin, kâğıdını m asam a bırak.”

Bu öyle bir uyanm aydı ki az önce yavaş yavaş yağdığını sandığımız


v n ğ m u ru n cam a sert sert vurduğunu yeni yeni idrak ediyorduk. Du­
yularımız, duygularımıza göre nasıl da değişebiliyordu.

Başta kimse ne olduğunu anlayamadı. Sınıftan birkaç kişinin sesi


duyuldu: “Gülin mi dedi? Ne dedi?”

I lerkes bir Gülin’e bir hocaya bakıyordu.

‘Anlamadım hocam ?” dedi Gülin. Gerçekten anlamamış gibiydi


Merakla ekledi: “Ben mi?”
9 197 GÜN ’ BÖLÜMİ

Kâğıdın m asaya bırakılması neden istenir herkesçe bilinirdi. Yalnız


Jülide Hoca neden istemişti? Üstelik neden Gülin’den istemişti?

Herkes yine dikkatlice hocayı incelemeye başladı. Sınıftan çıt çıkmı­


yordu. Neredeyse hocanın aldığı nefesi dinliyorduk. Gülin, üşüyor
gibiydi. Omuzları dikleşmiş halde dikkatlice hocaya bakmakta, bir
yandan da endişeyle parmaklarını kütletmekteydi.

Hoca, Gülin’in sorusuna cevap vermedi ve onun sessizliği Gülin’i


yeniden konuşma mecburiyetinde bıraktı.

“Kopya yok hocam .”

Bakışlar bir Gülin’e bir hocaya dönüyordu.

Jülide Hoca tekrarladı:

“Gülin, kâğıdını m asam a bırak.” Sesi nasıldı hiçbirimiz çözememiş­


tik. Emredici bir tonda mıydı, yumuşak mıydı, sert miydi, alay eder
şekilde miydi? Bilemiyorduk. Bize hissettirdiği tek şey aynı cümleyi
aynı ses tonuyla ikinci defa söyleyerek kendinden emin tavrı olmuştu.

Gülin çalışkandı, okul birincisiydi. Akıllıydı. Şimdiye kadar şahit ol­


duğumuz tek aptallığı, karikatür krizinden sonra popüler olan Gö-
kay’la çıkmak olmuştu am a o kadar kusur kadı kızında da olurdu.
Kopya çektiğine ise hiç şahit olmamıştık. Çektiyse de yakalanmamış-
tı. Hocalara değil, bize bile yakalanmamıştı. Gülin kopya çekmezdi!

Jülide H oca’nın aynı şeyi iki defa söylemesine karşılık Gülin de


“Kopya yok hocam!” diye aynı sözü tekrarladı, yalnız Gülin’in ikinci
söyleyişinde inatçı ve sinirli bir ses tonu girmişti sesine ve bu sinir
nedense onu, bize zayıf hissettirmişti.

Sınıf, bir filmin en heyecanlı sahnesini izler gibi yazılıyı da unutmuş


halde olanları izlemekteydi. Yalnız bu defa Jülide Hoca önceki kadar
çok beklem eden “Gömleğinin cebindeki kopya kâğıdını m asam a bı­
rak.” dedi.

Hepimiz şaşkındık. Gülin’in yüzü kızardı ve direndi:

44
SULTAN TARLAC1

“Arayabilirsiniz hocam .”

Sınıf birden kalemini sertçe sıraya koyup bir ayağıyla öndeki sırayı
iten Gökay’a döndü. M uhtemelen kız arkadaşına haksızlık yapan
öğretmen bozuntusuna karşı ağzının içinde bazı küfürler savurm ak­
taydı. Bunu yaparken olduğundan d ah a fazla sinirli görünerek or­
tadaki gizemin onu hiç de etkilemediğini ve bu haliyle sınıfta her­
kesten farklı olduğunu, hatta bu öğretmen bozuntusunun neden ve
nasıl böyle davrandığını -evet muhakkak- bilir ve kız arkadaşını da
nasıl koruduğunu gösterir haldeydi. Hafifçe öne eğmiş, dik gözler­
le Jülide’ye bakıp sürekli kıpırdattığı ağzının içinde bir küfür daha
savurdu. Bu, öncekinden de beterdi! Ne yazık ki G ökay’ın bu ka­
badayı hallerinden şu an için Gülin’in haberi yoktu. Kendi derdine
düşmüş gibiydi.

“Gömleğinin cebinde, ikiye katlanmış, kareli, mavi kâğıttaki kopyayı


masam a bırak” diye isteğini tekrarladı hoca.

Birkaç şaşkınlık sesi yükseldi sınıftan. Arka sıralarda oturup genel­


likle yazılılardan bile haberi olmayan kaynaştırm a öğrenci Janset
bile ilgi çekici bir durum olduğunu fark edip yattığı sıradan başını
kaldırmış, ağzı açık olanları izlemekteydi. İlk defa bir şeye şaşırdığını
nordüğüm bu kız, şaşkınken d ah a salak gelmişti gözüme. Çene yapı­
nı bozuktu. Dudakları, belli belirsiz incecik ve renksiz, yanaklarından
nvırt edilemeyecek şekilde bembeyazdı. Şaşkınlıktan açılmış ağzı,
yamuk yum uk düzensiz ve garip sivrilikteki minik sarkıt ve dikitleri
andırır dişleriyle dar bir m ağara ağzını andırm aktaydı. Gözleri yeşil
ama nedense çok soluk bir yeşildi. Kaşları ve kirpikleri yok denecek
kadar azdı. O kadar zayıftı ki otuz beş kilo falan olmalıydı. O ysa
beraber yaşadığı teyzesi şehrin en ünlü lokantalarından birinin sn
lılbı veya aşçısıydı tam hatırlayamayacağım. Yalnız belki de kötü
l»lı leyzesi vardı ve kızcağıza hiç yemek verm emekteydi ya da onu
•ılı, doktora götürmemekteydi. Çünkü bu kız bana nedense bilinen
ihlnsel engelinden ayrı fiziksel bir hastalığa sahip gibi gelirdi. Beden
I'» / ( ,HN ■ IUM.UMİ

I .({ilimi dersinde bir gün mecburen tuttuğum eli bir ölü eli gibi, buz
gibiydi ve o dersten sonraki birkaç gün bu kızın etkisinde kalmış, eli­
nin soğukluğundan olmalı rüyam da kendimi sürekli küçük ve fakir
bir köy evinde, durup dururken oradan buradan çıkan ateşler içinde
görmüştüm. Belki hiçbir şey yoktu ben abartıyordum, belki sadece
çok zayıf ve kansızdı.

Gökay, Jülide H oca’yı kastederek “Ne saçmalıyor bu?” anlam ına


gelen bir el hareketi yaptı grubundaki çocuklardan birine. Karşıda-
kinden bir tepki gelmedi. Hatta çocuk Gökay’ın bu hareketini hiç
görmedi. Bu nedenle G ökay’ın tavrı havada kalmış ve onu rezil
eden bu durum u gören başka bir arkadaşına, az önceki davranışını
görmeyen arkadaşının salak olduğunu ima eden başka bir hareket
yapmıştı. Oysa o arkadaşının da Gökay um urunda değildi. Tam o
saniyelerde Gülin yavaşça sıradan çıkmaktaydı. Yüzü asık şekilde,
bağcıklarını bağlamadığı spor ayakkabısı ve birbirinden farklı renk­
lerde ‘havalı’ tozluklarıyla öğretmen m asasına yürüdü. Dizinin üs­
tündeki eteğinin uçları yürüdükçe sağa sola sallanıyordu. Herkes ne
yapacak diye bakarken Gökay, sevgilisinin kalçalarına bakmaktaydı.

Gülin, elini gömleğinin cebine soktu. Mavi küçük bir kâğıt çıkardı.
Arka sıralardan birkaç öğrenci, görebilmek için hafifçe ayağa kalktı.
Öğretmen m asasına kâğıdı bıraktı. Yavaşça yerine geçti. Sınıfta bir
şaşkınlık uğultusu başlamıştı. Gökay, sevgilisinin kopyayı m asaya
bıraktığını görünce ona daha bir âşık olmuştu sanki. Böylesi bir du­
rum, onun gibiler için gururdu! Düşünsenize Gülin’in şimdiye kadar
kopyayla okul birinciliğine yükseldiğini? Ufff. Gökay’ın kalbi atıyor,
sevgilisinin tek kusuru olan çalışkanlığının aslında olmadığını, gizli
bir kopya yeteneğinin olduğunu ve bu yeteneğin onu aptallar gibi
oturup ders çalışmasına gerek kalm adan birinciliğe taşıdığını düşü­
nüyordu. Daha sonra kendinin de bunu yapıp yapamayacağını d ü ­
şündü. Epey zordu aslında.

Kopya yakalandıktan sonra sınav kâğıdı da teslim edilirdi usulen.


11( ><nlar da, bir kaşını kaldırır, dudağını büzer ve kırmızı pilot kalem­


l<
SULTAN TARJLACI 9

le bir X işareti konduruverirdi kâğıdın sağ üst köşesine. O andan iti­


baren disiplin kuruluyla karşı karşıya kalınırdı. Gülin, sırasına dönüp
yazılı kâğıdını görünce hatırladı. Bir an şaşkınlıkla soruverdi.

“Sınav kâğıdımı da bırakayım mı hocam ?”

Dalgın bir ses tonuyla “Hayır, devam et.” şeklinde bir cevap geldi
hocadan.

Bu ‘devam et” sözü aslında tüm sınıfaydı. Çok zaman kalmamıştı


zaten. Yine çıt çıkmadı. Sınıf, şimdiye kadar yaptığı en sessiz ve ke­
sinlikle “en sıkı” sınavı yapıyordu.

Okulun bahçesine bir güvercin indi. Birikmiş yağmur damlalarının


olduğu küçük bir çukura eğildi. Su içti, başını havaya kaldırdı.

Bir süre sonra yeni m atematik hocasının sesi bir kez daha duyuldu:

“Kâğıtlarınızı, en arka sıradan başlayarak oturm a düzeninize göre


arkadan öne doğru toplayıp m asam a bırakın.” diyordu.

Dedikleri sessiz ve harfiyen, asık suratlarla uygulandı. Son anda bir


şeyler karalam aya çalışanlar kâğıtları arkadan öne taşıyan öğrenci-
lerce hocaya gerek kalm adan “Hadi oğluumm!” şeklinde sinirli ve
sabırsız bir tonda uyarıldı. Sanki tek akıllı oydu! Herkes kâğıdını ve­
riyordu! Son saniye kaç soru çözebilecekti! Kırk beş dakikadır ağzını
ayıracağına önündekileri çözseydi! Sınıf gergindi.

Sonunda pencereden ayrıldı. Hepsi, hocanın yüzüne ilk kez insan


görüyormuş gibi bakıyordu. Az önce onda inceledikleri her şeyi ye­
niden incelediler ve farklı yorumladılar. Zil çalmak üzereydi. Kâğıt­
ları eline aldı. Düzenledi. Sınıfa baktı, gülümsedi. “Geçmiş olsun.”
dedi. Sınıf bunu duym adı ve “Sağ ol!” diyemedi. Hocayı görüyor
lardı am a sesini duyamıyorlardı. Hepsi dalgındı.

Kapıya yürüdü. Kapının koluna dokunduğunda zil çaldı. Çıktı.

Öğretmenler odasına doğru yürürken sınıf içinde hafif bir ııgıılltı


başlamıştı.

■1/
197 GÜN * BÖLÜMİ

O gün öldürüldüğüm evde beni öldüren sevgilimin annesini sorguya


çeken polisi görmüştüm okulda. Öğretmenler odasının kapısında,
Jülide H oca’ya odaya girmesi için yol vermiş ve dikkatlice bakmıştı.
Önce kapıda sohbet ettiği Fizik Hocamızla bir süre daha konuştu
sonra önündeki sınıf listesine bakıp yazılı kâğıtlarını öğrenci num a­
ralarına göre düzenlemekte olan Jülide H oca’nın yanına gelip “H o­
cam, selamlar.” dedi.

Jülide Hanım karşılık olarak hafifçe gülümsemişti. Karşıdaki elini


uzatıp:

“Komiser Vefa.” dedi, “öldürülen öğrenciniz hakkında sizinle biraz


konuşabilir miyiz?”

Jülide Hoca, komiserin elini sıkarken “Ben buraya yeni geldim.”


dedi. Gülümsedi. “Hatta bugün.”

Ağzının içinde “Anlıyorum.” derken komiser de gülümsemişti.

Jülide Hanım, gözlerini kendine dikmiş komisere bir şeyler daha


söyleme ihtiyacı hissedip: “O çocuk hakkında sadece haberlerde
izlediklerim kadarıyla bir şeyler biliyorum.” dedi. “Yani burada, öl­
m eden önce, kendisini hiç tanım adım .”

“Anladım.” dedi komiser.

Hiç de anlamış gibi değildi. Çünkü dalgın ve baygın bakıyordu. H o­


canın son sözlerinden sonra bir an dalgınlığından uyanarak önce
kısa bir öksürdü sonra “Evet.” dedi. Haklısınız. Bunu ne için demişti
kendi de anlam verememiş gibiydi. Ne için haklıydı? Sonra aklına
bir şey gelmiş gibi:

“Peki, buraya geldiğinizden beri dikkatinizi çeken bir şey veya şüp­
heli biri oldu m u?” diye sordu.

Jülide Hanım başını düzenlemekte olduğu yazılı kâğıtlarından bir an


kaldırıp bir şeyler hatırlamaya çalışır gibi karşıya baktı. Sonra bu ya­
pay dalgınlığından yapay uyanmayla gülümseyip komisere döndü:
SULTAN TARLACI 9

“Hayır olm adı.” dedi.

Bir an ikisi de sessiz kaldı. Jülide Hoca yeniden yazılı kağıtlarına


dönecekti ki, komiser:

“Olabilir am a.” dedi. “Bu nedenle sizin bana haber vermeniz gere­
kebilir. Ben size...” Ceketinin ceplerini arıyordu: “Evet, numaramı
vereyim. Olur ya, acil söylemeniz gereken bir durum olursa.” Bu
sözden sonra her ikisinde de bir durgunluk oldu. Komiser belki de
Jülide H anım ’ın onun vereceği num arayı kaydetm ek için telefonunu
çıkaracağını bekliyordu. Yalnız hocadan öyle bir davranış gelmedi.
Bunun üzerine genç komiser cebinden bir kâğıt çıkarıp numarasını
yazdı ve hocaya uzattı.

Jülide Hanım kâğıdı alıp bir kez bile bakm adan direkt çantasına koy­
du. Komiser bu tavra biraz şaşkın biraz bozuk bakmıştı. O gün diğer
hocalarla konuşurken de ara sıra Jülide H oca’ya gözünün ucuyla
baktı. Ne var ki Jülide Hoca bu bakışları her defasında yakalamış ve
yakaladığını belli eder şekilde o da her defasında komisere bakmıştı.
Genç adam bozulduğunu belli etm emek için böyle anlarda nezaket­
le gülümsedi.

Onun okuldan ayrılmasından sonra komiseri ve Jülide H oca’yı göz­


leriyle takip eden fizik hocamız sandalyesini yeni hocanın yanm a
yaklaştırıp “Evli misiniz hocam ?” dedi. Jülide Hoca gülümseyerek
“Hayır, bekârım .” diye cevapladı. Fizik hocamız kırklı yaşlarının so­
nundaydı ve buna rağm en daha geçen yıl evlenmişti. Kendi tabiriy­
le “ruh ikizi” olan bu adam ı bankaya kredi çekmeye gittiği esnada
sırasını beklerken tanımıştı. Eşi, emekliliğini çoktan almış, elli beş
vaşlarında biriydi. Daha geçen seneye kadar ‘genç’ kız olan ve evli
İlk için yaşı epey geçmiş fizik hocamızın evlilik ve ilişkiler konusun
«İn ağzını bıçak açmazken kendi de evlenip bekârlık “kusurundan"
kurtulduktan sonra diğer her konuda olduğu gibi bu konuda da
sürekli konuşm aya başlamıştı. Her defasında sözüne ‘Allah iyilerle
karşılaştırsın’ la başlardı. “Sevgili olsun, eş olsun çok önemli." denli.
197 GÜN ’ BÖLÜM 1

Şimdi Jülide Hanım ’a da aynısını söylemekteydi. Bu konuda epey


konuştuktan sonra “Biz de genç olduk.” dedi. Jülide H anım ’m bu
esnadaki “Hâlâ gençsiniz.” şeklindeki iltifatı büyük hataydı. Bundan
sonra karşıdakinin hiç susmayacağı muhakkaktı. Sandalyesini daha
da yaklaştırdı: “Öyle elbette.” dedi. Gülümsedi. “Bizim de peşimiz­
den koşanlar oldu. Olmadı mı? Oldu.” Jülide H anım ’a doğru eğildi.
Sesini kıstı: “Müdür Bey’e kadar herkes bana sarktı.”

“Aa.” dedi bir anlık boşlukla Jülide Hanım.

“Yaa.” dedi diğeri. “Evlenme teklifi de etti.” Ardından ‘daha kimler


kimler’ anlam ına gelen bir hareketle sağ elini birkaç defa salladı.
Çok nadir aldığı için genellikle bıyıklı olan dudağının üst kısmı d u ­
dağını büzmesiyle daha kıllı görünüyordu. “Üffüüvvvüüü.” şeklinde
bir ses çıkarmıştı.

“Müdür Bey’e kadar” demesi garipti. Bizim M üdür Bey’den başka


ona evlilik teklif eden biri olduğunu zannetmiyorum. Bir de geçen
sene tanıştığı eşi etmişti, onunla da evlenmişti zaten. Jülide Hanım
da benzer düşüncelerde olmalıydı ki, m uhatabının yüzüne bakarken
güzellik, cazibe, ilişkiler ve evlilik üzerine bildiği her şeyi bir kenara
bırakıp derin felsefî düşüncelere dalmış gibiydi.

“Ama davul bile dengi dengine demişler.” diye devam etti sözüne.
“Şimdi benimle o, olur muyuz?” Bu soruda kendisinin özellikle b o ­
yunun Müdür Bey’e olmayacağına dair bir ima vardı. Belki de hak­
lıydı am a problem M üdür Bey’in boyu değildi ki. Müdür, şimdiki
boyunun yarısında am a şimdiki zenginliğinin iki katında olsa fizik
hocamız onun teklifini kabul ederdi.

Jülide Hanım fizik hocamızın yüzüne dalmışken belli belirsiz bir sesle
“Anlıyorum.” dedi.

Çaycı çayları bırakırken ikisi de bir süre susmuştu. Onun uzaklaşma­


sının ardından fizik hocamız yeniden söze başladı:

“Şu öldürülen kızımıza üzülüyorum b en.” dedi. Dedikodu arkadaşı

50
SULTAN TARLACI 9

-arife H oca’nın okuldan ayrıldığı birkaç gün, istediği gibi konuşup


nuhabbet edemediği için sanki dili şişmişti. “Dikkat edeceksin sevgi-
ini seçerken değil mi?” dedi. Jülide Hanım, fizik hocasının gözlerini
iikmiş bakışlarından sözlerini onaylam ası gerektiğini anlayıp "evet”
ınlamına gelen bir şekilde başını salladı. “Mesela Gülin var." dedi
izik hocası. “Çalışkan bir öğrencimiz am a olmadık biriyle çıkıyor
okulda. Neyse ki akıllı kız. Bir delilik yapmaz. Yakında bırakır onu.”

3yle sansındı. Tam da fizik hocamız o sözleri söylerken Gülin "Ya­


tında bırakır.” dediği kişiyle fizik laboratuvarında romantik dakikalar
/aşıyordu. Gökay’ın ‘adam larından’ iki tanesi laboratuvar kapısında
nöbet’ tutarken Gökay, sevgilisini az önce yaşadığı tatsız olay için te-
;elli ediyordu. O da nasıl bir teselliydi! İki lafı bir araya getiremeyen
)iri olduğu için “Üzülme tam am mı, üzülme tam am mı?” demekten
Daşka bir şey söyleyemiyordu. Zaten daha önce deneyimi olan bir
tonu da değildi kopyadan yakalanmış çalışkan bir sevgiliyi tesel-
i etmek. Aslına bakarsanız onun üzülüp üzülmemesi de Gökay’ın
ım urunda değildi. O böyle bir durum dan bile kendine çıkan men-
aati düşünürdü. İşte şu anda birkaç defa teselli niyetine Gülin’in eli-
li tutsun, birkaç defa sarılsın yeterdi ona. Fırsatı değerlendirdiği de
tesindi. “Bak bakalım, yoksa ağlıyor m usun?” dedi. Ağlamıyordu
ima kendisiyle daha çok ilgilenilmesini istediği için olmalı, ağlarmış
la onun görmesini istemezmiş(l) gibi başını yan tarafa çeviriyordu,
ilökay, sevgilisini yeniden kendine döndürdü. Yanağına bir öpücük
tondurdu. Bu, dudağa ne kadar yakın bir öpücüktü. Sonra saçlarını
)kşamaya başladı. “Üzülme tam am mı?” dedi. Sıranın duvar kena-
ında oturan Gülin, Gökay’ın kendine gittikçe yaklaşmasıyla duvara
/apışmış haldeydi. İki sevgilinin bacağı birbirine değiyordu. Gülin in
:aten kısa olan eteği iyice açılmıştı. Gökay, yeni tesellisini sevgilisinin
>acağına ‘boş ver anlam ında’ elini koyarak gösterdi. Bir süre sonra
)U teselli okşam aya dönerken, el de eteğin altından daha derinlere
{itti. Ardından kulağına eğilip “Çıkışta sinem aya gidelim mi?" dive
ordu. Gülin o gün denem e olduğunu fısıldadı. “Jülide kallnğı go


197 GÜN • BÖLÜMİ

zetmen olacak. Boş versene sen!” dedi Gökay. “Karıyı görmüyor


musun, takmış sana kafayı. Ben zaten seni denem eden uzaklaştırıp
mutlu ol diye götürecektim sinemaya. Üzülmeni istemiyorum.”

Gülin’in hoşuna gitmişti. Sırıtarak “Tam am .” dedi. Gökay daha da


yaklaşmış, kulağına eğilmiş, bir yandan Gülin’in boynunu inceleyip
bir yandan kısık sesle “İki saat kızım.” diyordu. “Sizinkiler bugün d e­
nem e olduğunu düşünür, şüphelenmez d e.” Nefesinden Gülin’in içi
titredi. Sevgilisinin kendine yaklaşıp yeniden öpm eye başlamasıyla
Gülin kıkırdayarak “Biri görecek.” diye uyardı.

Gökay sevgilisinin saçlarını kokluyordu. “Kim görecek?” dedi. “Ka­


pıda bekliyor ya bizimkiler.”

Kapıda bekleyenler olduğu gibi grubun diğer üyeleri de sınıfın ifa­


desini almaktaydı. Kopyanın nasıl yakalandığına dair her ihtimal
düşünülmüş, Gülin’in cam dan görünmeyecek bir yerde oturması
kopyanın sadece bir ispiyonlama olayı olduğu üzerinde yoğunlaş­
tırmıştı sınıftakileri. Oysa Gülin demişti kopyadan hiçbir arkadaşının
haberdar olmadığını. Bu durum da ispiyon olayını geçersiz kılıyordu
am a Gökay’m kesin talimatıyla herkes yine de tek tek sorgulanı­
yordu. Büyük yeminler ettiriliyor ve yine herkes gözümüz üzerinde
tehdidiyle ‘serbest’ bırakılıyordu. Bu işin sonu bıçaklanm aya kadar
giderdi herkes ayağını denk alsındı. Tüm öğle arası bu sorguya har­
canmış, Janset dışında kimse kalmamıştı. Hatta Janset’i bile sorgu­
layacaklardı ki birkaç kişinin “Oğlum onun olaydan haberi var mı
bakalım? Boş ver lan, yazık günah engellilere bulaşm a.” demesiyle
vazgeçildi. Üstelik zil çalmak üzereydi. Uğraşmaya değmezdi.
“Ö zel bir yeteneğim yok. Sadece tu tk u m a m eraklıyım .”
lünstein
Dr. S a ltıp a yla ştı, IHI y ü n önce

7. G ün

Efendim burası benim evimdir.

Doksan sekiz yaşımda, açılmamış bir çiçek ve sanki otuz gibi genç
gösterdiğim zamanlarım da o talihsiz salgına yakalanıp altı yıl ka­
dar yatalak kaldıktan sonra yüz dört yaşında aniden ruhum u teslim
etmiş olmasaydım geçmiş yıllar içinde hoyratça kullanılan evime
elbette sahip çıkabilirdim. Ölüm ümüm hem en ardından gelinlerim
herkese haber verip cansız bedenim i kaldırttı. Görseniz, koştururca-
sına tıngır tıngır adeta salımı uçurarak, hem en gömmezlerse döne­
cekmişim gibi kabristana götürüp beni toprağa yatırdılar. Mezarımın
başında bir Fatiha’yı zor okuyup bu yalıya, hem en şu köşeye -bakın
işte orası benim odamdı- gelip önce yatağımı sonra perdelerimi,
halımı, dolaplarımı, her neyim varsa tamamını, şimdilerde havuz
yapılmış olan şu bahçeye yığıp, o zamanlar kendi ellerimle diktiğim
akşamsefalarımm gözü önünde yaktılar. Sonra da bom boş odamın
kapısına bir kilit vurdular. Zaten hasta yatağım da yatarken de oda
ma pek giren olmazdı. Ölüm üm den sonra adım bile anılmaz oldu.
Zannedersiniz biri adımı söyleyecek olsa hastalık bulaşacak. S onra
sında zaten bu koca yalıdan herkes teker teker ayrıldı. Bir ara d ııv
dum, torunlarımdan biri Mısır’a gitmiş, diğeri Yunanistan’a.
9 197 GÜN • BÖLÜM 1

Bizimkiler buradan ayrıldı ayrılmasına da bir zam anlar herkesin im­


renerek baktığı ve oturm ak için can attığı boğaz manzaralı bu yalıda
benim hastalığa yakalanıp ölmemden sonra her ne olduysa başka­
ları da kalmak istemedi.

Ben evimden hiç ayrılmadım. Ölüm ümden sonra günlerce, aylarca,


yıllarca hep evimde durdum. Hâlâ duruyorum . Burada benim anı­
larım var. Evlenip geldiğim, çocuklarımı kucağıma aldığım, büyütüp
evlendirdiğim yerdi. Onlar beni pek sevmezmiş, ölümüm ün ardın­
dan bir oh çekip her şeyimi yakıp burayı terk etmelerinden belli. Her
nereye gitmişlerse onları da görmeye gitmedim. Küstün mü derseniz
çocuk değilim ben! Kırıldım diyelim. Zaten anladım ki kişileri değil
bize yaşattıkları mutlulukları severiz. Sonra bize yaşattıkları üzüntü­
lerden değil de onlardan nefret ederiz. Ben de üzüntüleri yaşatan
kişileri görmeye hiç gitmedim de bana yaşatılan mutlulukların yaşa-
tıldığı yerde kaldım.

Öyle sanmayın birkaç yıl. Uzunca bir süre boş kaldı konağım. Gelen
giden olmadı. Kapılarının arkasını örümcek ördü. Akşamsefalarımın
tohum u diplerine döküldü. Dökülen tohum lardan yeni sefalar çıktı.
Yağmur suladı, büyüyebilen büyüdü büyüyem eyen kaldı. Onların
üzerlerine kar yağdı, benim evimin içi karardı. Bir ateş yakıp da ses
çıkaran, ışıldatan, ısıtan olmadı. Sessizliği dinledim, karanlığı izledim
ve soğuğa büründüm yıllarca.

Sonra bir sabah konağımın kapısı gıcırtıyla açıldı. Hem en koştum


merdivenlere. D aha önce tanımadığım iki adam ve bir kadın gelmiş­
ti. Adam lardan biri diğer adam la kadına konaktan bahsediyordu.
“Sahibi yaşlı bir kadındı.” dedi terbiyesiz. “Sonra evlerden ırak.”
dedi hastalığımın adını söylemedi. Söylese gelip ona bulaşacak gibi
elinin tersiyle zannedersiniz bir köpeğe hoşt yapar şekilde siyah ve
kıllı parmaklarını sallayıp “O hastalıktan öldükten sonra çocukları
burayı satıp hep başka yerlere gitti. On yıldır uğrayan yok, biraz
bakıma ihtiyacı var.” dedi.

54
SULTAN TARLACI 9

Anlaşılan diğer adam la kadın konağımı almak için gelmişlerdi. Epey


gezdiler. Kadın çok bakımsız olduğundan söz etti. Sonra gittiler ve bir
daha gelmediler. Birkaç gün sonra, onlara konağı anlatan ve bana
yaşlı diyen terbiyesiz adam , yanında birkaç adam getirip konağımı
bir güzel temizledi. Çatıyı onardılar. Bahçeyi düzenlediler. Badana
edip gittiler. Vallahi benim de hoşum a gitti ne yalan söyleyeyim.

D aha sonra o terbiyesiz adam yanında başka bir çiftle geldi. Bir ön­
ceki çifte söylediklerine benzer şeyler söyledi. Ölüm ümden ve hasta­
lığımdan bahsetm edi. “Evin sahipleri iş için yurt dışına gittiler on yıl­
dır ev boş.” dedi. Bu gelenler evi tutmuştu. Adam sabah erkenden
çıkar gider gece geç saatte dönerdi. Kadın sabahtan akşam a kadar
temizlik yapardı. Aman ne hoşum a gitmişti. O temizlik yapar, ben
onun arkasında önünde döner dururdum . Evim tertemiz oluyordu.
Sonra kalkıp yemek yapardı. Kocası pek aksi bir adam dı. Gelir, ye­
meğini yer, eşiyle tek kelam etmez hem en uyurdu. Ben bilmem, gi­
rip odalarına bakmadım am a sanırım karısıyla gece de ilgilenmezdi.
Belki de işte çok yorulan bir adam dı. Onlar bir yıl kadar durdular.
Sonra gittiler.

Onların ardından uzunca bir süre yine gelen giden olmadı. O temiz
hanımın güzelce baktığı evim yine kirlenmişti. Derken bir gece ya­
rısı konağımın kapısının açıldığını duydum . B ana terbiyesiz diyen
adam , yanında şişman bir adam la gelmişti ve yanlarında yirmili
yaşlarında gençten bir çocuk vardı. Terbiyesiz adam , diğer kişilere
olduğu gibi evi tanıtmadı bunlara. Şişman adam , terbiyesiz adam a
yüklüce bir para verdi. Çocuğa yukarıda bir yatak olduğunu kandil
leri yakmamasını tembihleyip gittiler.

İki adam gittikten sonra çocuk, merdivenin tırabzanlarını elleriyle


yoklayarak zar zor yukarı kata çıktı. Dedikleri gibi kandili hiç yakma
dı. Elinde bir çanta vardı. Onu açtı odadaki küçük m asaya içinden
çıkardığı yarım ekmeği, su matarasını ve kâğıtları koydu. Masayı ra
mın önüne biraz daha yaklaştırdı am a perdeyi açmadı. Sonra ma

ss
9 197 GÜN ’ BÖLÜM 1

sayı pencerenin önünden tam am en çekti. Pencerenin altına oturdu.


Ay ışığında elindeki kâğıtlara baktı. Neredeyse sabaha kadar okudu.
Sonra olduğu yere uyuyakaldı. Bir ara uyanıp yatağa çıktı ve yeni­
den uyudu. Öğleye doğru uyandı, akşam dan çantasından çıkardığı
ekmeği yedi, suyu içti kâğıtları eline tekrar aldı. Pencereden olabildi­
ğince uzak duruyor ve hem en hiç ayağa kalkmıyordu. Yataktan ine­
ceği zaman sürünürcesine iniyordu. Bir süre sonra yazmaya başladı.
Belki üç belki dört saat hiç durm adan yazdı, yazdı, yazdı.

Akşama doğru bir süre yatağa uzanıp düşündü. Akşam uyudu. Erte­
si gün yine pencereden uzağa çektiği m asaya oturdu ve yazdı. Sonra
yazdıklarını bir kâğıda sardı. İplikle sıkıca kapattı. Böyle birkaç gün
geçti. Hiçbir şey yemiyordu. Gerçi yiyeceği de kalmamıştı. İki gün
boyunca su içti. Sanırım bu nedenle halsiz düştü ve sıklıkla yatar,
ara sıra yazar oldu. Bir gece yine konağın kapısı açıldı. Gelen şişman
adamdı. Kapının açıldığını duyunca genç çocuk oda kapısının arka­
sına gizlendi. Sonra gelen adam ona garip bir şey söyledi ve çocuk
saklandığı yerden çıkıp adam ın yanına gitti. Bir şeyler konuştular.
Adam, getirdiği ekmeği ve suyu verdi. Çocuk da ona yazıp hazırla­
dığı kâğıtları teslim etti. Adam gitti. Çocuk onun gitmesinin ardından
yeniden m asaya oturdu. Önce biraz ekmek yedi, su içti. S onda da
sürünerek pencere altına geldi, okum aya başladı. O gece ay ışığı
yeterli gelmemiş olacak ki bir süre sonra okum aktan vazgeçip yattı
uyudu. Sabah uyandı ve yine okum aya başladı. Sonra yine saat­
lerce okudu ve yazdı. Bu süreç aynı şekilde çocuğun gece uyuması,
gündüz okuması ve yazması şeklinde ara sıra da adam ın getirdik­
lerini yiyip ona yazı vermesi şeklinde zannediyorum bir ay sürdü.
O genç çocuğun konağımda kalmasından hiçbir şey anlamamıştım.
Diyebilirim ki onun kaldığı sürede ben yine yalnızdım. Ne bir sesi
çıkardı ne bir ışık yakardı ne de evin içinde dolanırdı. Temizlik zaten
hiç yapmadı. Yedi içti, uyudu uyandı, okudu yazdı. Sonra bir gece
yine adam geldi. Yiyecek ve bazı kâğıtlar verdi, onun yazdıklarını
aldı sonra da belindeki silahı çekti çocuğu vurdu. O kadar ani ol­

56
SULTAN TARLACI Q

muştu ki hem en diğer odaya gittim. Beni görmediğinden emindim.


Görse ne yapabilecekti? Ben zaten ölüydüm. Yine de korktum. Son­
ra kapı açıldı. D aha önce hiç görmediğim bir adam daha geldi ve
çocuğun cesedini bir çuvala koyup götürdüler.

Ertesi gün ev sahibi yanında birileriyle geldi. Evi gezdi. Yeniden te­
mizletti ve gitti.

Uzun bir sessizlik yeniden başlamıştı. O temiz hanım gibi bir aile gel­
se de hem evime baksa hem benim canımın sıkıntısı gitse diye düşü­
nürken bir akşamüstü yine kapı açıldı. M erdivenden koşarak aşağı­
ya indim. Gerçekten terbiyesiz adam yine bir karı ve koca getirmişti.
Konağı gezdiler. Kadın bir şeylerden m em nun değil gibiydi am a yine
de evi tuttular. Bunun da kocası diğerinin olduğu gibi erkenden işe
gidiyordu. Akşama kadar gelmiyordu. Yalnız bu kadın diğeri gibi sık
sık temizlik yapmadığı gibi bir de çok konuşuyordu. Üstelik evde
yalnız olduğu halde. İlk duyduğum da çok şaşırdım. İkimizden başka
kimse yoktu. Bana mı diyor diye “Buyurun” diyecek oldum. Sus­
tum. Bir ara karşısına geçtim acaba kimle konuşuyor diye merak et­
tim. “Bakma bana, bakm a banaaa!” demez m i... Aman pek geçim­
siz biriydi. Sonra her gece kocası geldiğinde “Bu evde garip şeyler
var, gidelim buradan, ruhlar var.” diye tutturuyordu. Adam da “Kes
sesini deli karı!” diye sinirleniyordu. Bir zaman sonra yine kadının
dediği oldu da çekip gittiler. Bilmem benden mi rahatsız olmuştu
am an ben de çok meraklıydım sanki ona. Hiç susmaz konuşur, ak­
şama kadar tek başına konuştuğu yetmezmiş gibi bir de adam eve
gelince dırdır yapardı. Biz böyle görmedik büyüklerimizden bilmem
am a hiç hoşlanm adım o kadından.

Önüne gelene de söylemiş evde ruhlar dolaşıyor diye. Kim var ruh
benden başka? Bir gün temizlik yapm adı evde. O konudan hi ç h a h
seder mi am a? Zaten çok fazla rağbet görmeyen evim, o y a l a i k i
kadının yaydığı “Evde ruhlar dolaşıyor” söylentisinden s o n r a iyice
yanına uğranmaz oldu. Yıllar geçti yine boş kaldı.

sv
9 197 GÜN • BÖLÜM 1

Sonra kalabalık bir aile taşındı. Oldukça zenginlerdi. Konağı baştan


aşağı onardılar. Büyükbaba büyükanne, gelinler, torunlar, yeğenler.
Her gün çın çın çınladı konağın içi. Gelinlerden biri pek bir güzeldi.
Sarı saçlı mavi gözlü. Öyleydi de bahçeye bir bahçıvan tuttular. Der­
ken bahçeye tutulan bahçıvan bu geline, gelin de ona tutulmasın
mı? Kimseden habersiz bir süre sürdürdüler bu işi. Gelin kız bahçe­
ye, çiçeklere bakm aya çıktıkça bahçıvan ona güzel güllerden kopa­
rıp verirken, derken. Neyse işte. Bu işin de sonu intihara gitti. Bu ev
kaç ölü gördü sizin anlayacağınız. Bir gülle bir kalp kazanılmış ve
kaybedilmiş, benim evim de yine boş kalmıştı. Hem de bu defa hiç
olmadığı kadar uzun bir süre.

En sonunda tam am, evim yaşlılıktan ve bakımsızlıktan yıkılacak der­


ken buraya bazı adam lar gelip gitmeye başladı. Gerçekten yıkılma
kararı alınmış. Sonra bazı olaylar olmuş ki vazgeçildi. Derken İtalyan
asıllı bir adam (ama sanırsınız Türk’ten Türk) bizim kültürümüze, ta­
rihimize o kadar bağlı biri, burayı satın alıp restore etmesin mi! Önce
sinirlendim am a sonra baktım ki tüm bunlar evimin iyiliği için. Onlar
onardıkça ben de yeniden gençleştim evle birlikte sanki. Aşağı katın
odalarını boydan boya açtırıp kolonlarla destekledi kocam an bir sa­
lon yaptı. Duvarları taşlarla süsledi. O taşların arasına ışıklar koydu.
Merdivenlerimin tırabzanlarını fildişi rengine boyadı, pek sevdim.
İkinci katın odalarını tek tek düzenletti de otel yaptı. Benim odamı
görün hele. Kocaman bir yatak, aynalar, tablolar, duvara boydan
boya bir gardırop. O odalar, bir gün boş kalmaz. Hele aşağıdaki
kocam an salon. Orada her gece bir kutlama bir şenlik olur. Önemli
insanlar gelir. Siyasiler, bilim adamları, iş adamları. Bahçeye de gü­
zel bir havuz yaptırdı. Çim ektirtti. Güller. İnsan boyunda.

Ahiret gözümle evimi teslim edebileceğim biri aldı; böylece yıkılmak­


tan da kurtardı ya daha ne isteyim. Kendisi de ne kadar beyefendi.
Bazı geceler burada olan kutlamalara o da gelir. Nasıl kibar konuşur
göreceksiniz. Federico adı. Fizik profesörü. Ağzından daha bir kötü
söz, birini kırıcı bir laf işitmiş değilim. Çok da şık giyinir.

58
SULTAN TARLAC1 9

Evet, siz şu öldürülen kız hakkında burada ne konuşulduğunu sor­


muştunuz sanırım. Arkasından “burası senin evin miydi?" diye so­
runca kısaca evimden de bahsetm ek istedim efendim, kusuruma
bakmayın. Neydi sorduğunuz doktorun ismi? Saltı.

Bildiklerimi pek tabii paylaşırım. O talihsiz kızcağız öldürüleli sanı­


rım bir hafta kadar olmuştu. O gece Federico beyefendinin -sade­
ce efendim sadece hayır için- Alzheimer hastalarına yaptırdığı, tüm
giderlerini kendisinin üstlendiği ve bir üniversiteye bağışladığı bö­
lümün tam am lanm asını kutladıkları bir davet vardı. Size dediğim
gibi Federico çok yardımsever ve beyefendi biridir ki, o gün onca
ısrara rağm en kendisini övmek istemediği için kısa -çok kısa- bir ko­
nuşm a yapıp kendisinin bu geceden önceden haberdar olmadığını
ve basm a sızmamasını istediğini ısrarla söylemişti. Çok kalabalık bir
geceydi ve evet aslında sizin sorduğunuz doktor, o gecenin olmazsa
olmaz davetlilerindendi, çünkü Federico beyefendinin bağış yaptığı
üniversitenin nöroloji uzmanıydı. Bunun yanında ilginçtir ki doktor
ve Federico beyefendi ilk defa o gece yüz yüze gelmişlerdi.

Federico beyefendi, konuşmasını yaptığı esnada doktor, Füsun isim­


li bir hanım la birlikte şu duvarın, The Kiss tablosunun önünde bir
şeyler içmekteydi.

Bir süredir konuşuyor olmalıydılar ki genç kadın bir çıkarımda bu­


lunmuş gibi sordu:

“Pardon. Doktor m usunuz?”

“Evet.”

“Branşınız nedir?”

“Nöroloji.” Kısa bir duraksam a ardından gülümsedi ve “Üroloji clu


ğil.” dedi. “Sıklıkla karışır. Beyin, omurilik ve kas hastalıkları uzmanı
yani.”

Kadın bir an bir şeyleri anımsamış gibi:

S ')
197 GÜN ' BÖLÜM 1

“Pardon. Siz, Doktor Saltı. Evet, isminizi duym uştum .”

“Öyle mi?” dedi Saltı. “Benim ismimi genellikle yaşlılar duyar ve bir
süre sonra.” eliyle aşağı yukarı anlam ında bir işaret yapıyordu “Beş
on dakika içinde unuturlar.”

Hanımefendi, sebebini sorar gibi bakıyordu.

“Alzheimer bunam asından.” dedi doktor.

Kadın gülümsedi. “Yani, Alzheimer hastası olduğu halde karşıdaki-


ne kendinizi tanıtıyor musun.ız?”

Doktor da gülümsedi. Bir elini cebine sokmuş, hanımefendiye biraz


daha dönm üştü. Bakışları çapkındı. “Hem de defalarca.” dedi.

Füsun Hanım:

“H a ha. Tahmin edebiliyorum elbette am a asıl sormak istediğim,


nasıl olsa unutuyor. Kendinizi hiç tanıtmasanız da olur.”

Saltı içkisinden bir yudum aldı. “Tanıştıklarında mutlu oluyorlar.”


dedi kaşlarını çatıp gülümseyerek.

Genç kadın gerçek bir merakla sormuştu.

“Evet am a onu da unutm ayacak mı?”

“Adımı unutacak, tanıştığımızı unutacak am a mutluluğu unutm aya­


cak. Alzheimer hastaları, bilgileri unutur am a o bilgilerin getirdiği
duyguları unutmaz. Yani gün içinde yaşadıkları deneyimleri on daki­
ka veya yarım saat sonra hatırlamazlar am a o deneyim lerden kalan
mutluluk ve mutsuzluklar nereden geldiği belli olmayan bir şekilde
beyinlerinde kalır. Bu onları, sebebini bilmedikleri mutlu veya m ut­
suz ihtiyarlara döndürür. Aslında hepimizde öyledir. Yaşadıklarımız
“mutluluk ve mutsuzluk” olarak depolanır. Bizim o yaşlılardan tek
farkımız, mutluluklarımızın ve mutsuzluklarımızın yanında gereksiz
birkaç bilgi kırıntısı olmasıdır.”

Genç kadın gülümserken burun kanatları küçük birer virgül gibi yu­

60
SULTAN TARLACI 9

karı kıvrılmıştı. Biraz kemerli am a nedense o yüze başka bir burunun


yakışmayacağı hissi uyandıran bir burnu vardı. Elmacık kemikleri,
zayıf yüzünde yanaklarına sürdüğü allıkla daha da belirginleşmişti.
Yanaklarından aşağıya “V” şeklinde inen çenesi, dudakları ince ve
geniş olmasaydı sanki biraz daha sivri görünecekti.

Bir ara yüzüne gelen saçlarını hafifçe kulağının arkasına sakladı.


Bunu yaparken gözlerini saklar gibi kolunu fazla kaldırmamış, kaça­
mak bir bakışla doktora bakmıştı. Dr. Saltı bu bakışı yakalamış am a
hanımefendiyi utandırm ak istememiş ve o ‘y a k a l a m a anını’ hemen
uzaklaştıracak bir konuyla aniden:

“Sizin mesleğinizi sormayı unutuyordum az kalsın. Doktor değilsiniz


sanırım?” demişti.

Füsun Hanım yeniden gülümsedi am a aynı kişi, aynı şekilde çok


farklı anlam larda gülümsüyordu bu defa... B ana öyle geldi ki Saltı
bu soruyu sorm asa da kaçam ak bakışı yakaladığını belli etse daha
iyi olacaktı. Saat gece yarısını gösteriyordu ve sanki bu soruyla büyü
bozulmuştu.

“Ben, yok hayır doktor değilim.” dedi. “Buraya eşimle geldim. O...
Aslında o da doktor değil. Onun antika dükkânı var.”

Kısa bir sessizlik oldu. Doktor salonun içine göz gezdiriyordu. Füsun
Hanım’ın sözlerinden sonra sanki gözleriyle salonun içinde kadının
kocasını arıyormuş gibi olmuştu bu davranışı.

Genç kadın elindeki kadehe baktı. Şarap, tırnağını sapına vurdukça


kadehin içinde düzensiz daireler çiziyordu.

“Eşim, Federico Bey ile buranın restore edilmesi esnasında pek çok
licari ilişkide bulundu.” dedi. Sonra birden az önceki soruyu hatırla
yarak başını kaldırdı, doktora bakıp ekledi:

“Anne olduktan sonra bir bayanın mesleği nedir? Anneyim diyelim."

Doktor, bu cevabı duyar duymaz onaylar şekilde başını öne dogm

(.1
197 GÜN • BÖLÜM 1

birkaç defa sallamış, bunu yaparken kaşlarını kaldırmıştı.

“Aslında iyi bir eğitimim de var denemez. Lise.”

“Annelik, kutsal meslek.” dedi doktor. “Okuyarak olunmaz zaten.


Doğuştan getirdiğiniz bir torpiliniz var bu konuda. Hep kadınlar alı­
nıyor anneliğe.”

Füsun Hanım gülümsedi.

“Doğru. Aslında, sanırım kadınların nereden geldiği belli olmayan


mutsuzluklarında.” Burayı tane tane söylemiş, hem -mutsuzum am a
bunun belli bir sebebi yok, hayır tam am en kadın kaprisi- evliliğimde
gerçekten bir problem yok imajı çizmeye çalışmış hem de doktorun
az önceki sözlerini -bir lise mezunu olarak- anladığını belirtmek iste­
mişti. “Onlar olmasa bazen hayat çekilmez oluyor.” şeklinde sözleri­
ni tam amlarken Federico’yla birlikte yanlarına yaklaşmakta olan bir
adam a bakıyordu. Eşi olmalıydı. Mutlu bir bakış değildi bu. Hatta
tiksinir gibiydi.

“Evet.” dedi doktor. “Haklısınız. Kadınların anne olma mutluluğuna


erkeklerden daha çok ihtiyacı olmalı.”

“Ah! Evet. Elbette. Değerli Doktor Saltı ile bu nazik hanımefendi,


Füsun H anım ’ın -elini kibarca öpmüştü- ne konuştuklarını merak
etmiştim ki, The Kiss tablosu önünde olup da başka ne konuşulabilir
öyle değil mi?” Bu sözleri söyleyen Federico’ydu. “Elbette erkekler
ve kadınlar!” dedi ve bir kahkaha attı. Sonra kulaklarına kadar ya­
yılmış ağzını birden ciddiyetle büzüp daha dik bir duruşla ve kendin­
den emin bir tavırla, kendini tanıtm ak için doktora elini uzattı:

“Federico.”

Sadece ismini söylemişti. Eğer Federico Bey’den başkası kendini bu


şekilde tanıtsaydı “İsmimi söylemem yeterli, beni zaten herkes tanı­
yor.” kibriyle bunu yaptı derdim am a hayır onun için böyle düşü­
nemem. O, yaptığı yardım lardan çok fazla söz edilmesini istemediği

62
SULTAN TARLACI 9

için sadece ismini söylemiş olmalıydı.

Dr. Saltı:

“Evet. Biliyorum. Memnun oldum .” diye cevapladı uzanmış eli sı­


karken.

Federico:

“Doktor, biz seninle sanki birbirini uzaktan ismen bilip, hiç bir araya
gelememiş am a çok samimi birer dostmuşuz gibi gelmiştir bana hep.
Doktorun bir şey söylemesine fırsat verm eden ekledi: “Bu samimi
düşüncem sizi rahatsız etmemiştir um arım .”

“Rica ederim. Düşünceniz beni m em nun etti.”

“N eden böyle düşündüğüm e gelince, Alzheimer hastaları için ya­


pılmış bölümle bir alakası yok. B en...” Az önce Saltı’ya uzattığı elini
pantolonunun cebine sokmuş, gözlerini yere dikmişti. Çok derin dü­
şüncelere dalmış gibiydi. Bir anlık sessizlikten sonra “... Fizikçiyim.
Sizinle, bilim alanlarımız çok fazla örtüşmese de, sanırım kuantum
noktasında birleşiyoruz. Kuantum fiziği ile yakından ilgileniyorum.”
Burada doktor m uhatabının sözlerini yeni anlamış gibi gülümsemiş
ve başını sallamıştı. Federico devam etti:

“Baş editörlüğünü ve yayıncılığını yaptığınız Neuroquantology der­


ginizin de yakın takipçilerindenim.”

Doktor:

“Anlıyorum. Çok sevindim doğrusu. Teşekkürler!”

“Bu arada tanıştırmayı unuttum . İlker Bey, buranın restoresinde bize


çok yardımcı olmuş antikacı bir dostum dur.” İlker Bey, sıska elini
doktora uzatmıştı. Nedense toplum içinde kendini tanıtacak cesareli
olmayan am a “çocuklardan biri oyuna dâhil ettikten sonra” hızla
samimi oluveren bir tavrı vardı. Böyleleri sıklıkla bir köşede unulıı
lur ve nedense hatırlandıklarında sevindikleri kadar unutulmaklan
üzüntü duymazlar.
9 I‘.>7 CîllN • BÖLÜM 1

Füsun Hanım bu tanışm ada bir şeyler söylemesi gerektiğini anım ­


samış gibi:

“İlker Bey, eşim.” dedi

Dr. Saltı, az önceki sohbette, Füsun H anım ’dan eşinin antikacı ol­
duğunu işitmiş, şimdi Federico “antikacı dostum ” deyince bu silik
adam ın Füsun H anım ’ın eşi olduğunu zaten anlamıştı:

“M emnun oldum .” dedi.

Federico, Füsun H anım ’la doktora hızla göz gezdirirken “Bu arada,
özür diliyorum.” dedi. “Sizin muhabbetinizi bölmedik değil mi?”

Genç kadın “Hayır, hayır.” dedi. Cevabındaki samimiyetin nezake-


ten değil gerçekten olduğunu belirtmek için kat’i bir ton vermişti
sesine.

Doktor, Federico’nun “Sohbetinizi bölmedim değil mi?” sorusundan


sonra “The Kiss tablosu önünde başka ne konuşulabilir?” sözlerini
hatırlamış olmalı ki birden yanı başlarında duran tabloya dönerek:

“Bunlar taş mı?” diye sordu.

“Evet.” dedi Federico. Birkaç adım gerilemişti fakat duvar o kadar


geniş ve tablo duvarın o kadar fazla yerini kaplıyordu ki tam amı
ancak salonun en uzak köşesine gidilince bir bütün halinde algılana­
bilirdi. Yanında ise tam amı algılanmasa da tablonun taşlardan ya­
pılmış olmasından kaynaklanan canlı bir parlaklık göze çarpıyordu.

“Sarı, turuncu ve kırmızı yani sıcak renkler için kehribar, kahve yer­
ler için dumanlı kuvars, siyah ve beyaz yerler için hematit ve ay
taşı.” Kaşlarını çatıp içkisinden bir yudum almış ve kadeh tuttuğu
eliyle tabloyu gösterip bir süre sessiz kaldıktan sonra cebindeki elini
çıkarıp: “Yeşil yerler için.” Düşünüyordu “Hııım...” “Aventurin ve
moldavit.” dedi İlker Bey. Sesi, ince ve sanki ‘en önce ben bilece­
ğim’ şeklinde bir telaşla çıkmıştı.

Federico elini İlker Bey’in om zuna koydu: “Evet, dostum teşekkür-

64
SULTAN TARLACI 9

zx. Aventurin ve moldavit kullanıldı.” diye tamamladı.

Iker Bey, bir işe yaram anın mutluluğuyla gözünün birini hızla kırptı.
!ayıf suratında ağzı mutlulukla yayılmış, bu görüntü ona gülüyor
leğil, başının arkasına geçmiş biri tarafından ince derisi kulaklarının
akasma asılıyor izlenimi vermişti.

:e derico doktora dönerek ekledi:

Sayısını bilmiyorum inanın. Binlerce küçük taş kullanıldı bu tablo


-in.”

:üsun Hanım: “Gerçekten çok hoş.” dedi taşlara bakarak.

Özellikle bu tabloyu yaptırmanızın bir nedeni var mı?” diye sordu


loktor.

ederico derin bir iç çekip söyleyeceklerini ayarlarken doktor acele


ir tavırla ekledi:

Bir Gustav Klimt hayranlığı mı var?” Soruyu Federico’ya sorsa da


üsun H anım ’a bakıp gülümsemişti. Bu samimiyet jestinden genç
adının kalbinde bazı kıpırdanmalar olduğu muhakkaktı ki, o da gü-
imseyerek karşılık verdikten sonra derin am a kimseye belli etme-
lek için sessizce içini çekti.

ederico: “Bu duvar, salonun her açıdan en rahat görünen duva-


ı.” dedi. “Restore ederken buraya orkestrayı alalım diye düşündüm
ma sonradan burayı boş bırakıp bir tabloyla süslemek daha cazip
eldi. Ne var ki bu kadar geniş bir duvarı kaplayacak orijinal bir tablo
ulamadık. Sonra tanınmış bir tablonun buraya taşlarla resmedilme-
inin güzel olacağını düşündüm . N eden derseniz dostum, tanınmış
ibloların yeniden yapılmış sahte hallerini sevmiyorum. Bir değişiklik
lsun istedim. Taşlar güzeldir. Farklı bir enerji ve mistik bir hava verir
^r.” Burada sırayla doktora, Füsun Hanım ’a ve İlker Bey’e bakmıştı,
'alnız İlker Bey sadece kendine bakılmış ve onayı istenmiş önemli
ir mevzu varmışçasına bu bakıştan çok m em nun olmuş ve konııvu

(»S
9 197 GÜN • BÖLÜM 1

anlam am asına rağmen onaylar şekilde başını sallamıştı.

“Evet am a bu hangi tablo olmalıydı?” diye devam etti Federico.


“Nasıl bir tablo olmalıydı?” Yeniden tabloya baktı. “Renkli olmalıydı
bir defa!” dedi. “Taşları rahat yerleştirebileceğimiz daireleri ve kare­
leri olmalıydı ve en önemlisi buraya alınacak tablonun çok önemli
bir konusu olmalıydı.”

Yanlarından geçmekte olan garsona boş kadehini verdi. Yeni bir içki
alacakken vazgeçti. Doktora baktı.

“Ha ha... Sonra baktım dünyada oluş sebebimiz bir defa kadın er­
kek ilişkisiyle başlam adı mı?” Füsun Hanım ’a döndü. “Sizin kadar
ince bir hanım yanında tüm sözcükler kabadır zaten. Bu nedenle
sözlerimin sadece bir espri olduğunu belirttikten sonra. Cennetten
kovulmamız bir kadın yüzündendi öyle değil mi?” Gür bir kahkaha
attı. Füsun Hanım kendine yakışır şekilde sessizliği tercih edip kibar
ve geçiştirici şekilde gülümsedi. İlker Bey eşinden illallah eder bir
hareket yapıp “erkekler” ortam ında itibarını yükseltmeye çalıştı. “El­
bette buraya The Kiss tablosu olmalıydı.” dedi Federico. “Bilmem
yanlış bir tercih midir doktor? O zaman tanışmış olsaydık fikrinizi
alır ve sizin önerdiğiniz tabloyu yaptırırdım buraya. Benim için çok
değerlisiniz inanın.”

Her zaman olduğu gibi yine çok şık giyinmişti o gün Federico Bey.
İtalyan’dı am a sanki eski bir İstanbul beyefendisi gibiydi. Sesindeki
içtenlik ona hem zarafet hem “bizdenlik” katıyor, gözleri, her zaman
olduğu gibi sıcacık bakıyordu.

Doktor gülümseyerek teşekkür etti: “Benim de önerim The Kiss tab­


losu olurdu m uhtem elen.”

Federico: “Buna sevindim.” dedi. “Ne düşünüyorsunuz bu tablo


hakkında?”

Dr. Saltı yeniden tabloya döndü: “Erkeğin kaftanınkiler kırık çizgili


ve köşeli desenlerden oluşurken, kadınınki kişiliği gibi yum uşak ve

66
SULTAN TARLACI 9

yuvarlak desenlidir. Ancak bütününe bakıldığında ikisinin elbisesi


birleşmiş gibidir. Keskin köşeler, yum uşak ve yuvarlak desenlerle
tamamını görebilen gözler için bir bütünlük oluşturur. Bu, aynı za­
m anda dünyanın da bir yansımasıdır; ancak onlar gerçek dünyada
değillerdir. Gerçek olmayan, hatta olmayan bir dünyadadırlar. Her
şey çizgilerden anlaşılamaz elbette. Bu gösterişli elbiselerin altında
ne olduğu bir gizemdir. Bulundukları yere bakalım. Kadın yüksel­
tinin tam kenarında, düşecekmiş gibi ve güvensiz haldedir. Dallar
baldırına dolanmış durum da onu uçurum un kenarında tutarlar. Bir
de erkeğin boynuna doladığı değil, bıraktığı sol eli... Yine de kadın
kenarda, düşecekmiş gibidir. Boşluğun önünde diz çökmüştür. Tab-
> loda bir öpücük görünmesine karşın, öpen sadece erkektir. Kadın
öpmez. O, kendini öpülmeye bırakmıştır, çünkü bu ilişkide ona ait
bir ruh yok gibidir. H atta o bir ölüdür! Başını çevirmiş ve ağzı sımsıkı
kapalı... Bu erkek kadın için bir şey vadetm iyor.”

I Füsun Hanım:

| “İzninizle, biraz hava alacağım .”

Salonun, yalının bahçesine açılan geniş balkonuna doğru yürüyor­


du. Onun aniden kendini temiz havaya atm ak istemesini ben o ka­
dar iyi anlıyorum ki! Bilmem erkekler anlayabilir miydi?

Elbisesinin bel kısmında dikkatli bakınca belli belirsiz bir genişlik var-
| dı. Saltı arkasından baktı. Bir süre bu genişliğin elbisenin bol gelme­
sinden mi yoksa kalçasına tam oturan etek kısmının belinde boşluk
oluşturmasından mı kaynaklandığını anlayamadı. Elbisenin arkası
|d a önü gibi straplez kesimdeydi. Sırtında yukarıdan aşağı inen ince
|metal bir zincir vardı. Hareketsiz kaldığı zam an zincir sabitleniyor ve
kızaktan bakınca ferm uar hissi uyandırıyordu. Balkondan gökyüzii-
lhe bakarken şatoda esir kalmış Rapunzel’i andırıyordu. Belki benim
MÇİm kötü am a Dr. Saltı onu izlerken sanki sırtındaki zincirden onu
¡kurtarmak ister gibiydi. Füsun Hanım bir ara ayakkabısının uc uyla
diğer bacağını kaşıdı. Sivrisinek ısırmış olmalıydı. Saltı gülümsedi.

(»7
9 197 GÜN • BÖLÜM 1

Güzel bir fiziği vardı. Onu, Füsun H anım ’ı düşünm ekten Federi-
co’nun sesi uyandırmıştı.

“Ooo! Doktor, sizi sabaha kadar dinleyebilirim.”

Dr. Saltı, Federico’ya gülümsedi ve sözlerine devam etti:

“Esrarengiz, uhrevî tutkunun ve yoğun aşkın resmidir. Kişi o anı ya­


şamak için her şeyi feda edebilir.”

Bir süre durdu. Sonra tekrar Füsun H anım ’a baktı ve devam etti:

“O anı yaşam ak için her şeyi feda edebilir am a bulundukları taze


aşkın doruk noktası ve çiçek tarlası, uçurum un kıy ısındadır.”

İlker Bey: “Orijinal tablo, 180 cm büyüklüğündedir.” dedi. Tablo


hakkında bildiği ve söyleyebileceği tek ezber bilgiyi gururla dile ge­
tirmiş, bunun mutluluğu suratını yine kulaklarının arkasından biri
gerdiriyormuş hissi oluşturacak şekilde gerilmişti.

“Evet.” dedi Saltı. İlker Bey’i tasdiklemekten öte onu geçiştirmeye


benzer bir ‘evet’ti bu. Arkasından ekledi: “Gustav Klimt’in bu ese­
ri yaptığı o dönem de Viyana, cinsellik araştırma merkezidir. Yani
zamanın ruhuna tam am en cinsellik hâkimdir. Sanatta, sosyolojide,
tıpta ve psikanalizde hep cinsellik konusu liste başındadır.”

Daha önce burada birkaç defa daha gördüğüm, özellikle buranın


otel odalarını kullanan bir doktor, sanırım acil serviste görevli bir
doktor gelmişti yanlarına:

“Vav!” dedi gür bir sesle. “İşte bir acil servis doktoruyla sizin gibilerin
farkı!”

Saltı gülümsüyordu: “Neymiş o fark?” dedi.

“Biz sadece gerekli ve acil noktalarda bulunuruz.”

“Ha ha... Öyle mi?”

“Evet öyle. Siz gerekli gereksiz her an işin edebiyatındasmız.”

68
SULTAN TARLACI 9

“Eee.” Saltı elindeki kadehle arkadaşını işaret edip. “Şimdi neyin


aciliyetinden buradasın bakalım?”

“Viyana cinsellik falan diyordunuz d a .” dedi acil servis uzmanı sanki


bu soru sorulsa da ben de cevap versem der gibi bir hızda.

Federico bir kahkaha attı. “Hoş geldiniz doktor bey.”

Doktor sırayla elleri sıkıyordu. “Kim bilir ben gelmeden önce ne d e­


rin mevzulara girdin de burada kaç beyin parçaladın!” Bu sözü Dr.
Saltı’ya bakarak söylemiş, muzipçe gülümsemişti.

“Evet, gereksiz yerleri atladın ve tam zam anında geldin.” dedi Saltı
gülerek. “The Kiss tablosu ve cinsellikten bahsediyorduk. Bak mü ­
zikte de Ravel’in Bolerosu çalıyor.”

“Imm. Bolerooo!” dedi acil servis doktoru leziz bir yemekten bahse­
der gibi birkaç defa damağını şaklatmıştı. “Kadın orgazmına benze­
tilir. Müzik yavaş yavaş yavaş yavaş yavaş başlar ve... Ahh! Doruğa
çıkar.”

Federico bir kahkaha daha atmıştı. Ardından acil servis doktoruna


döndü:

“Bu eserde her biri sırayla katılan sanırım otuz beş değişik müzik
«iletinden bahsedilir doktor bey. Onu nasıl yorumlarsınız?”

Acil servis doktoru, kendine önemli bir soru sorulmuşçasına şaka­


dan ciddi bir tavır takındı:

“Efendim. Bu müzik, her ne kadar kadın orgazmına benzetilse de er


kek hayati gibidir. Hayatına yavaş yavaş pek çok ve değişik kadınlar
Isıtılmasını anlatır. Bolero zaten küçük orkestralarca, hele hele tek
başına çalınamaz ancak büyük orkestralarca çalınabilir. Seks gibi iki
kişilik durumlarda, otuz beş çalgı aletli bu orkestranın sesi çıkm a/.”

I ederico bir kahkaha daha atıp alkışlamıştı. “Doğru söze ne denir?"


dedi.
9 197 GÜN • BÖLÜM 1

Yeni konudan dört erkek de m em nun gibiydi. Yanlarına yaklaşmak­


ta olan Füsun Hanım son sözleri duymuştu. Beyler konuya o kadar
dalmıştı ki onu fark etmediler. Genç kadın, cinsellikten ve kadınlar­
dan konuşurlarken İlker Bey’e baktı. O, bu konulardan bahseder ve
anlatılanları dinlerken, bir o yana bir bu yana kıvrılan zayıf bedeniy­
le diğer üç erkekten farklı, itici ve tiksindirici; sanki ergen bir arkadaş
ortam ında cinselliğe dair ilk deneyimlerini paylaşan ve herhangi bir
deneyim yaşamadığı halde olmuş gibi uydurulan hikâyelere inanan
bir çocuk gibiydi. Füsun H anım ’dan başka bir kadınla cinsel bir de­
neyim yaşam adığından emin olduğum bu erkeğin ‘Bir erkeğin h a­
yatına giren pek çok kadın’ sözü ağzını nasıl sulandırıyorsa, onun su­
lanan ağzını görmek eşi Füsun Hanım ’ın içini o kadar kurutuyordu.

Bir araya geldiklerinde birbirlerine hiç yakıştırılamayan bu çiftin ev­


liliği, o gece tüm güzelliğini sergileyen Füsun H anım ’ın başka bir
şekilde -belki en pejmürde- ve İlker Bey’in en yakışıklı haliyle bile
düşünülem eyecek bir şeydi.

Hatta bana kalırsa Füsun Hanım bu adam la ya zorla evlendirilmiş


ya da kendisi onun zenginliği için onunla evlenmiş -nedense eğitim­
siz de olsa akıllı olduğu her halinden belli olan bu hanımefendi için
böyle bir düşünceyi konduram ıyordum am a- nihayetinde duygusal
bir bağla evlenmemiş olduğunu düşünüyordum . Bana kalırsa Füsun
Hanım da az önce “pek çok kadın” sohbetinden zevk almakta olan
eşine bakarken cinsel hayatları olmadığı için İlker Bey’in onu alda­
tıp aldatmayacağını düşünmekteydi. Eşine bakıyor ve belki onun
salonda herhangi bir kadına bakıp bakmadığını kontrol ediyordu.

Nedendir bilinmez, kadınlar her şüphe ettikleri şeyi sonuna kadar


öğrenmek ve her zaman kendi şüphelerinin doğru çıkmasını ister.
Kötü bir şüphe de olsa, canları yanacak bile olsa! Bu, sanki onların
her zaman çok güvendikleri sezgilerine olan güvenlerini artıracak,
böylelikle kötü bir şey hissediyor olsalar dahi haklı çıkan hisleri so­
nucunda arkadaşlarını, dostlarını veya eşlerini kaybedecek am a sez­

70
SULTAN TARLACI 9

gilerini kurtaracaklardır. İlker Bey o anda başka bir kadına bakıyor


olsaydı Füsun H anım ’ın canı yanar mıydı? O da ayrı konu. Ya da
İlker Bey’in o anda başka kadına bakıyor oluşu Füsun Hanım ’ı baş­
kasıyla aldatıyor olduğunun kanıtı olur muydu?

Füsun H anım ’ın o an bakışlarını İlker Bey’den çevirip Saltfya dön­


dürmesi benim aklıma acaba kendisi de eşini aldatır mıydı sorusu­
nu getirdi. Bu düşüncem de genç kadının yakışıklı doktora bakarken
yanaklarının kızarmış olmasının etkisi vardı. B ana sorarsanız, böyle
bir hanımı eşini aldatm aktan alıkoyacak şey kâğıt üstünde sürmekte
olan bir evlilikten çok annelik duygusu olacaktı.

Erkeklerin ‘zevkli’ sohbetlerini bölerek “Bahçe çok hoş...” dedi.


“N eden oraya akşamsefaları ekmiyorsunuz?”

“Akşamsefaları mı?” dedi Federico bir rüyanın en güzel yerinde dür­


tülerek uyandırılmış gibi. “Bilmem. Aklımıza hiç gelmedi. Büyükçe
bir havuz var. Güller daha uygun olur diye düşündük.”

İlker Bey, Federico’ya hak verir şekilde başını sallamış, Füsun H a­


nım’a bir şeyden anlamaz bakışıyla bakmıştı. Bu bakış bir süre son­
ra yanındakilere ‘ben de böyle bir görgüsüzle evliyim işte’ bakışına
döndü. Kendini, karşıdakini küçülterek büyük göstereceğini zanne­
denlerdendi. Karşıdaki eşi de olsa.

kusun Hanım:

'Akşamsefaları daha uygun olurdu.” dedi.

Efendim, bu hanım dan oldum olası hoşlanmıştım. Füsun Hanımla


estetik zevklerimiz kesinlikle uyuşuyordu.

O an o da neydi! Federico hem en telefonunu çıkarmış ve gerekli yeri


«ırayıp, hem en yarın bahçeye güllerin yanm a akşamsefaları tohum
Inrı atılması için talimat vermişti. Ben size Federico Bey’in kibarlığını
ne kadar anlatsam bitiremem. İşte bir hanımefendiyi m em nun e d e ­
bilecek bir erkek. Zaten bir hanımefendiyi m em nun edebiliyorsa bir

VI
* 197 GÜN ’ BÖLÜM 1

erkek her şeyi başarabilir hayatta. İşin garibi İlker Bey bu durum dan
da m em nun olmuş, bu defa eşinin sözleri önem sendi ve onun iste­
ğiyle Federico gibi önemli bir beyin mekânının bahçesine akşam-
sefaları ekiliyor diye sevinmişti. Uzaklara dalmış gibi yapıp kendine
çok önemli bir insan havası katmak istemişti bir an.

Federico: “Neden akşamımızın sefasına ve...” Saltı’ya dönüp “As­


lında Bolero ve Ravel üzerine sizin düşüncelerinizi merak ediyorum.
Tüm bunlara yemekte neden devam etmiyoruz? İnanın açlıktan
ikinci içkimi içemedim yahu...” dedi. Az önce keyifle sohbet ettik­
leri acil servis uzmanına da dostça yaklaşmış, hafif bir kahkahayla
koluna girmişti.

Masaya doğru yürürlerken m ekândan bahsediyordu.

“Buranın yemeklerini beğeneceğinizi umuyorum. Çok kaliteli -sesini


kısmış, eliyle duyulmasın dercesine bir işaret yapmış- çok da cadaloz
bir bayan aşçıyı zorlukla aldım. Ha ha! Ama mükemmel disiplinli ve
gerisi yemeklerde.”

O gece Saltı ve Federico’nun masası kalabalıktı. Manken olduğunu


öğrendiğim safça bir kız ve sanırım menajeri olan garip bir beyefen­
di, acil servis doktorunun kız arkadaşı, hastanenin başhekimi Nilgün
Hanım ve birkaç kişi daha doktor ve Federico beyin m asasına son­
radan dâhil olmuştu.

Oturdukları m asadan The Kiss tablosu daha net ve bütün halinde


görünüyordu. Bu tablo oluşturulurken salonun ışıklarıyla parlayan
taşların her biri bir tırnak büyüklüğünde özenle kesilmiş ve eğimleri
aynı yöne doğru verilmiş, sahnenin ışıkları ise taşlarının kesiminin
tersine doğru ayarlanmıştı. Uzaktan bir şaheser gibi patlamaktaydı.

Federico: “Bu arada The Kiss tablosundan bahsederken aklıma gelmiş­


ti. Neuroquantology dergisinde yayınlanmış bir makaleyi hatırladım
Doktor Bey.” diyordu. “Yaratıcı kişilik çözünmesine biyo-psiko-sosyal
yaklaşım: Medyumik resim yapan bir vaka üzerine yorumlar.”

72
SULTAN TARLACI 9

“Evet.” dedi doktor. “Güzel ve bir o kadar da ilginç bir m akale.”

“Otomatik yazının, aslında otomatik şekil olduğuna dair bir yer var­
dı orada. Yanlış hatırlamıyorsam.”

Doktor onaylar şekilde başını salladı.

“Siz, doktor, biliyor musunuz, ölmüş kişilerin, ruhların yaptırdığı tab­


lolar üzerine bir yazıyı bilimsel derginizde yayınlayacak kadar uçuk
ve cesur bir bilim adamısınız.” dedi.

“Ya da ölmüş kişilerin tablolarına dergide yer verecek kadar der­


gisini kontrol etm eyen biri.” dedi Nilgün Hanım. “Sahi, o dergiyi
yayınlanm adan önce okuyor m usun Saltı?” bir kahkaha atmıştı. “O
kadar saçm a ki nasıl uluslararası yayınlanıyor ve hatta dizinlere giri­
yor merak ediyorum doğrusu.”

Saçları alelade yapılmıştı. Hatta belki hiç yapılmamıştı veya o akşam


bozulmuştu. Geldiğinden beri içtiği viskilerle başı hafif fönmüş olmalı
ki otururken bile sallanıyor gibiydi. Bu tür hanımlarla aynı m asada
bulunmaktan pek çok beyefendi rahatsız olur. Çünkü böylelerinin
ağızlarından çıkan kelimeler durdurulamaz, hoş bir m uhabbetle sür­
dürülemez veya tartışılamaz. Belki bu nedenle doktorun sessizliği ha­
nımefendiye güzel bir cevap olmuştu. Federico beyefendiye döndü:

"Aslında, bilim adamları zaten uçuktur Federico Bey. Diğerleri uç­


maz. Başkalarının uçarak keşfettiği yüksek noktalardan bir paraşütle
kendilerini ‘y e rç e k im in e ’ bırakır.”

I i'derico:

I la ha ha. Doktor. Oradaki ‘yerçekimine bırakır’ sözünün arkasın


dnki anlamı. Evet, ben onu anladım. Doktor sen çok, çok sakın kırıl
maviniz sözlerime. Ben size siz diyorum am a sen diyeceğim bundan
ınnıa evet ‘sen’ diyeceğim. Sen, doktor, sen çok derinden ve ince
im i1 iğneliyorsun ha ha. İğnede elin hafif mi bilmem am a dilin çok
aflıı am a hayır, asla bildiğin sıradan fizikçilerden değilim. Y ıllardır

!\
9 197 GÜN ’ BÖLÜM 1

ilerleyememiş klasik Newton fiziğine sözleri ve düşünce şekli takılı


kalmış ve sürekli elma gibi yüksekten düşen bir bilim adam ı olsam
Neuroquantology dergisinin sıkı bir takipçisi olmazdım. Haksız mı­
yım?” Bunu söylerken elindeki çatalın yan tarafını m asaya iki defa
hafifçe vurmuştu.

Nilgün Hanım: “Siz, çok değerli bir bilim adamısınız Federico. Ben
size hayranım .” dedi. Efendim, nedense ben bu kadından hiç haz-
zetmemiştim. Sussa iyiydi.

Dr. Saltı, Federico’ya döndü: “Karşılaştığım fizikçiler genellikle ben


bu konulardan bahsettikçe ekşi bir Newton elması yemiş gibi su­
ratlarını buruştururlar da. Hem biliyor musunuz, resim sanatındaki
devrimsel yeniliklerin ardından fizik alanında büyük keşifler ortaya
çıkar. Adeta ressamlar gelecekteki fizik keşifleri yapılm adan onları
tablolarında öncelerler. Mesela ressam Giotto fizikçi Galileo’dan, da
Vinci Newton’dan, Picasso Einstein’dan, Matisse kuantum fizikçisi
Heisenberg’den, Duchamp Bohr’dan ve Monet sekiz boyutlu uzayın
denklemlerini bulan Minkowski’den önce sanatlarında sonradan ge­
len fizikçilerin denklemlerini adeta tablolarında boyamışlardır. Çok,
çok müthiş bir sanatçı sezgisi bunlar. İnanılmaz.”

Federico arkasına yaslanmış merakla doktora bakıyordu.

Doktor bu bakıştan haberdar olduğu halde uzun süre habersiz gibi


davrandı ve oralı olmadı. Federico, doktorun da kendine bakıp göz
göze gelecekleri andan um udunu kesmiş tam da o bakışmayla söy­
lemeyi planladığı şeyi dayanam ayıp söylemişti:

“Demek ekşi bir Newton elması yemiş gibi yüzlerini buruştururlar ha?”

“Evet öyle... ”

“Zaten sanatın vazifesi, doğayı kopya etmek değil, doğayı ifade et­
mektir. Hem sanatçı hem de bilim adam ı kendi sembolleri ile doğayı
anlatırlar. Ama önceden sezme veya sanatın öncelemesi çok ilginç.
Hiç dikkatimi çekmemişti.” M uhatabına dikkatle bakıyordu. “Hiç

74
SULTAN TARLACI 9

İtalya’ya gittin mi doktor?”

“Bir defa am a fazla kaldım sayılmaz.” dedi Saltı. “Tatilde. Rom a.”

“İtalyanlar, bilir misin ne derler?”

Doktor, Federico’nun yüzüne bakıp, ağzındaki lokmaları oldukça


yavaş çiğnerken “Bunu öğrenmek için acele etm iyorum .” der gibi
bakıyordu.

“İtalyanlar ‘yemekte hem en her şeye biraz limon’ derler.”

Doktorun hoşuna gitmişti. Gülümsedi: “Güzel. Bütün yollar Ro-


m a’ya çıkar aklıma gelmişti.”

“O da var evet, Tutte le strade portano a Roma. Ama benim demek


istediğim, ekşilerden yüzümü buruşturacak biri değilim anlayacağın.”

“Biliyorum, İtalyan’sınız.”

“Aynı zam anda sıra dışı bir bilim adam ı!” dedi Federico. Bunu söy­
lerken kendini övmekten çok doktorla olan ortak yönlerini hatırlat­
mak istemiş gibiydi. Bu nedenle konuyu vurgulamak ister gibi çatalı
masaya iki defa tıklattı.

“Evet, evet.” diye atıldı Nilgün Hanım. “Siz çok başarılı bir bilim
adamısınız Federico.” Viskisinden bir yudum almış, fonda çalan m ü­
ziğe kafasıyla yavaş yavaş tem po tutm aya başlamıştı. Sanki hiçbir
zaman içinde olmadığı ve duymadığı sohbete sadece Federico Bey’i
övmek için katılıyor gibiydi.

Federico kadına bakıp gülümsedi.

“Anneniz mi İtalyan’dı?” diye sordu Saltı.

“Evet.”

Ailesi hakkında başka bir şey söylememiş ve hızlıca geçiştirmişti pro­


fesör. Araya bir İtalyanca cümle sokup dikkati dağıtmak istere«»si
ne “Moglie e buoi dei paesi tuoi villagio” dedi. “Yani ‘evleneceğin
kadını ve ineğini kendi köyünden seç’ sözü bizde yaygındır ama

/.s
9 197 GÜN • BÖLÜM 1

maalesef seçen babam değil, annem olduğundan köyün dışından


seçim yapmış. Babam seçseydi herhalde köyden seçerdi. Bu arada,
Ravel’in Bolerosu hakkında konuşuyorduk yarım kaldı.” dedi.

Son sözlerini söylerken acil servis doktoruna kaçam ak bir bakış at­
mıştı. Doktor, m asaya sonradan gelmiş sevgilisi yanında olduğu için
olmalı az önceki “pek çok kadın” üzerine sözlerini sanki hiç söyle­
memiş gibi um ursamaz bir tavırdaydı. Federico gülümsedi ve yeni­
den Dr. Saltı’ya döndü: “Ravel o eseri yaptığında Alzheimer hastası
olduğunu duymuştum. Bunamıştı galiba.”

“Genellikle öyle zannedilir am a Alzheimer hastası değil, nöroloji­


de nadir görülen primer progressif afazi hastasıdır.” dedi Saltı. “Bu
arada size soracaktım am a yardımlarınızdan bahsedilmesini isteme­
diğinizi biliyorum. Alzheimer konusu geçince yeniden sorm ak iste­
dim. Neden Alzheimer hastalarına yönelik bir yardım yaptınız? Çok
takdir ediyorum o ayrı, benim hastalarım sıklıkla yalnız bırakılmış
çaresiz yaşlılardır. Bu konuda size özellikle teşekkür...”

“Ah hayır hayır doktor lütfen!” diye böldü Federico. “Teşekkür etm e­
yin. Bu soruyu sorduğum a pişman edeceksiniz beni. Aslında bir an
aklıma geldi ve Alzheimer konusunu hiç açmayım dedim am a m e­
rak işte. Bunun yanında yine de sorunuzu cevaplayayım. Ben yar­
dım yapacağım zaman umumiyetle en az yardım yapılmış alanları
araştırırım. Bazıları diyebilir, hayatının baharında ve ölümle kalım
arasındakilere yardım etseydin ya diye. Onlara yardım etmiyorum
diye bir şey yok. Bakın bunu kendimi övmek için söylemiyorum sa­
dece yaşlılara yardım etmem gençlere yardım etmediğim anlam ına
gelmiyor diye belirtmek istiyorum. Çünkü ben de biliyorum genç bir
ölüm, yaşlı bir ölümden daha çok üzer herkesi ve aslında Alzheimer
hastalığı öldürücü bir hastalık da değildir. Bildiğim kadarıyla.” Bu­
rada biraz durmuş ve bir şeyleri hatırlamaya çalışır gibi dalmış, bu
esnada aklındaki şeyi ifade edebilmek için yine çatalın kenarından
yardım alarak m asaya iki defa vurmuştu:

76
SULTAN TARLACI

“Siz çok başarılı bir bilim adamısınız Federico Bey. Çok da yardım ­
seversiniz.” dedi Nilgün Hanım.

Dr. Saltı: “Yani. Hastalık doğrudan öldürücü değildir.”

Federico: “Ama yaşlı da olsa o da candır ve aslında her yaşlı bir


çocuktur. Aman neyse doktor. Boş verin benim yardımlarımı. Düşü­
nün ki yaşlandıkça yaşlıları daha iyi anlıyorum. Bakmışsınız ben çok
yaşlı, bunak ve düşkün biri olduğum da yanım da kimse kalmamış da
beni yaptırdığım o hastanenin bölüm üne yatırmışlar. H a ha. Olabi­
lir. Hepimiz insanız ve aslında hepimiz yalnızız değil mi?”

Federico Bey, ne kadar alçak gönüllü biriydi. Bakın işte yaptırdığı


bölüm için kibirlenmeyi geçin ‘beni de yalnız bir yaşlı olduğumda
oraya yatırabilirsiniz’ diyordu. Oysa o ne kadar zengin, herkes tara­
fından sevilen ve asla yalnız kalm ayacak biriydi. Ağzına bir lokma
atmıştı. Çiğnerken, biraz boğuk bir sesle:

“Ravel’e dönelim .” dedi. “Neydi Alzheimer olmayan şu hastalığı?”

“Primer progressif afazi.” diye tekrarladı doktor. “Birincil ilerleyen


kelime kaybı ya da kısaca PPA deriz. Söz yitimi veya kelime yitimi
ile gider. Ravel sözlerini ve kelimelerini yitirince, elli üç yaşındayken
Bolero’yu yarattı. Müzik iki esas melodi arasında geçişler yapar. Üç
yüz kırk temel üzerine tekrarlı çiftler sekiz kez dolanır, ses ve çalgıların
yoğunluğu giderek artar. Bu tekrarlamalar ve simetri söz yitiminin bir
sonucudur. Bu müziğin notalarının resmini yapsan, yan yana büyük­
lü küçüklü binalara benzer. İnişli çıkışlı binalar am a hep aynı tipte.”

Federico: “Biliyor musun doktor, hastayken bir şeyler başarmış in


sanlara ayrı bir sempatim var. Sağırken beste yapan Mozart gibi.
İnanılmaz. Dare a Cesare quel che e di Cesare!”

İlker Bey yine en önce ben bileceğim telaşıyla: “Beethoven" diye


düzelttikten sonra ‘yanlışı nasıl düzelttim gördünüz mü' mutlulııguv
la masadakilere göz gezdirmişti. Füsun H anım ’ın o anları, sanki hiç
yaşanmamış gibi zihninden aniden sildiğine eminim.
9 197 GÜN • BÖLÜM 1

Federico:

“Aman işte anlayın yaşlanıyorum dedim ya yahu.” dedi. “Ha ha...


Sen çok yaşa dostum İlker. Beethoven, 9. Senfoni’yi bestelemeye
başlam adan bir süre önce işitmesini tam am en yitirerek sağır olmuştu
ve besteyi bitirdikten üç yıl sonra senfoniyi bir kez bile duyam adan
ve dinleyemeden ölmüştü. O da var yani. Beethoven işte her neyse.
Sağır.” Hıçkırdı. Ne olursa olsun, isterse göbeği çatlayacak olsun
yemeğini bitirene kadar yemek ve zevkini sonuna sürmek ister gibi
bir hali vardı. Evet, çok kibar olmasına rağm en burada ne zaman
yemek yese bu şekilde çok yediğine ve bu kadar yemekten rahatsız
olduğu için pantolonunun bir düğmesini çözdüğüne pek çok kez şa­
hit oldum. Yalnız bu davranışını da anlayabiliyorum çünkü burada
yemek yiyen herkes yemekleri çok över. İyi bir aşçısı vardır buranın.

“Hastayken bir şeyi başarm anın yanında hele ki. Hımm. Bir de has­
talığı kullanıp yani ona esir olmaktan çok o hastalığı bir köle gibi
çalıştırıp ona bir şey yaptırmak. O ndan zorla bir şey çıkarmak.”

Aradığı sözleri bulamamış gibiydi.

“La lingua non h a ossa.” dedi ağzının içinde. “Dilin kemiği yok. Her
yöne kayıyor düşüncelerim. Konuşamıyorum da bu gece. Bilmiyo­
rum doğru mu ifade ettim Saltı Bey? Siz daha iyi bilirsiniz.”

“Rica ederim, kesinlikle haklısınız. Ravel, bu eserin inşasında has­


talığını köle gibi kullanmıştır. Primer progressif afazi’de kelimeler gi­
derek kaybolur ve azalır. Kişi konuşurken kelime bulmakta zorlanır,
ifade zenginliği azalır. El yazısı bozulur am a diğer yetiler korunur.
Akıcı olmayan, tutuk bir konuşm a oluşur. Tekrarlama ve simetriye
eğilim oluşur. Eserine bakın. Hep aynı iki melodi tekrar eder. Başka
melodi yoktur. Durm adan, aynı melodiyi dinleriz am a bizi bıktırma­
yan şey, her melodinin yeniden çalmışında bir başka müzik aletinin
müziğe dâhil edilmesidir ve dâhil ola ola yavaş yavaş yükselen ses
en sonunda o kadar yüksek bir tona çıkar ki aslında bu ses söz yitimi
olan hastalarının söylemek istedikleri kelimeyi uzun süre arayıp bul-

78
SULTAN TARLACI 9

luklarında birden söyleyip rahatlam alarına benzer. Ya da bazılarının


>enzettiği gibi yavaş yavaş yükselip doruğa ulaşan kadın orgazmı-
ıa.” Doktor acil servis arkadaşına bakıyor o ise hiç duym uyor gibi
sapıyordu. Doktor gülümsedi.

iker Bey’de Saltı’yı dinlerken acil servis doktoruna bakmış “sen var
ıa sen” gibi bir hareket yapmıştı. Bu hareketiyle m asada “baksanıza,
ıepimiz ne kadar samimiyiz” algısı yaratm ak istiyor gibiydi.

H ayata benziyor.” dedi Füsun Hanım.

/[asadan farklı bir ses çıkması bakışları o yöne çekmişti.

Hayatta hep aynı şeyleri yaparız.” diye devam etti. “Gün içinde
lep aynı melodi tekrar eder durur. Özellikle benim gibi ev hanımla-
mda. Ya da iş kadını olsun fark etmez. Sabah kalkarsınız ve akşam a
a d a r aynı şeyleri yaşarsınız. Ertesi gün yine aynısı. Tekrar, tekrar,
2krar. Tonlar farklı olsa da herkes hep tekrar içinde. İkizlerim, haya-
ima katılmış en güzel iki müzik aletim. Bu nedenle tekrarlı melodiyi
>nlarla dinlemek hayatın sıkıcılığını ve tekdüzeliğini alıyor.”

:üsun H anım ’ın bu sözleri karşısında İlker Bey, m asadaki herhangi


>iri henüz bir tepki vermediği için eşini küçümsesin mi yoksa onunla
[urur mu duysun bilememişti.

)r. Saltı: “Çok haklısınız Füsun H anım .” dedi. “Hayat gibidir Bole-
o. Sadece sizin için değil, bizim için de geçerli bunlar. Yalnız, aynı
eyleri yapsak da, farklı çalgı aletleri dâhil etmeliyiz hayatımıza,
iöylelikle belki biz farkında olalım veya olmayalım, hayatımıza dâ-
lil olan farklı çalgı aletleri mutluluğumuzu doruğa çıkarabilir.”

ienç kadın: “Nereden geldiği belli olmayan bir mutluluktur belki.”


ledi. İkisi de gülümsemişti. Bu sözün, ikisinin arasında bir sohbet
leçmişine ait olduğunu m asadaki kimse bilmiyordu am a sezmişlerdi
nnırım.

7‘>
197 g ü n ’ Bö l ü m ı

“Birisi biri için ,


Bilerek , bilm eyerek ,
Her biçim den bir an la m ,
Her anlam dan bir biçim
B eklem iştir giderek ,
B ekledi, bekleyecek ,
Birisi biri için .
O be//c/ de gelecek.
Belki de gelmeyecek.
Birisi biri için
Gelecek, gelm eyecek,
Sürecek için için,
Ama hiç gitm eyecek.
Hep başlayıp yeniden
Ve de hiç bitmeyecek.

demiş Asaf.” dedi doktor. “Aynı bunun gibi.”

“Özdemir Asaf!” diye ekledi İlker Bey. Yine okunan ve sadece soya­
dı söylenen şairin ismini ben biliyorum şeklinde bir sevinç ve herkes­
ten önce söyleme acelesiyle davranmıştı.

Füsun Hanım eşine hiç bakm ayarak ve duymamış gibi yaparak


doktora döndü: “Çok güzel.”

Federico, Alzheimer hastalığı bölümü için kendine teşekkürlerini ilet­


mek için yanm a uğramış birileriyle görüşüyordu. Bu nedenle konuş­
maların bir kısmını kaçırmıştı. Doktoru bulmuşken onunla konuşma
isteğiyle şımarık bir çocuk gibi konudan konuya atlayarak:

“Az önceki m akaleden bahsederken söyleyecektim unuttum .” dedi.


“Parapsikolojiye de ilgin var doktor. Parasına değil de parasız psi­
kolojiye. Bilimsel parapsikolojiye, deneysel olana yöntemlerle elde
edilebilir olana... Bunu biliyorum.”

80
SULTAN TARLACI 9

Dr. Saltı Füsun H anım ’la olan bakışmasından çevirdiği gözlerini


Federico’ya döndürm eden kadehine bakıp “Evet öyle." dedi. Bir
yudum almıştı.

“Parapsikolojinin beyinle ilişkisiyle ilgileniyorsun.”

“Öyle de denebilir.”

“Stargate Projesi.” dedi doktora dönerek. “Biliyorsundur elbette bu


projeyi.”

“Evet, biliyorum. Bütün öykü de oradan başlar.” dedi Saltı. “Kod


ismi Stargate olan proje. 1970-1995 yılları arasında Amerika’nın
özellikle duyular dışı algının bir şekli olan uzaktangörü kullanılarak
askerî -psişik- istihbarat alanında yaptığı psişik çalışmaların genel
veya şemsiye adı. Askerî kısmı iki ünlü lazer fizikçisi tarafından yö­
netildi. Bir diğer ayağı da Stanford Araştırma Enstitüsü’ndeki bilişsel
bilimler laboratuvarıydı. Yani bir askerî, bir de CIA destekli devlet
üniversitesi ayağı vardı. Hatta hem savunm a bakanlığı hem de CIA
destekli. Askerî üst düzey kişilerden ve duyular dışı algıları güçlü
kişilerden oluşan yirmi üç kişilik bir grup kurmuşlardı. Bu kişilerin
un önemli motivasyon kaynağı m eşhur sanatçı Ingo Sw ann olmuş­
tur. Bu işin piriydi. Ingo ve diğer kişiler birçok diğer kişiyi eğittiler.
I latta CIA için ‘Uzaktangörü Nasıl Yapılır?’ el kitabı bile yazdılar.
Ihbii sadece uzaktangörü değil, durugörü, beden dışı deneyimler ve
hatta zihnin m adde üzerindeki etkisini de değişik gruplar araştırdılar.
Hir ayağı gizli, yani askerî istihbarat edinm e oldu, diğer ayağı bilim­
sel temellerini öğrenmek için devam etti. Askerî ayağı sürekli inkâr
edildi. Stanford Araştırma Enstitüsü bu çalışmaların en önemli bi­
limsel ayağı olmuştur. Sonunda 1995 yılına kapatıldığı resmî olarak
Savunma Bakanlığı’nca duyuruldu. Kapatıldıktan sonra hem asker
kökenli olanlar hem de siviller yeni psişik özet şirketler ve eğitim
kurumlan kurdular. Bahsettiğim kişiler anılarını da yazdı ve bütiin
İ mi askerî psişik çalışmaların nasıl başladığını ve neler yaptıklarını

vnzdılar.”

Hl
197 G Ü N • BÖLÜM 1

Acil servis doktoru konunun değişmesiyle deminden beri m asada ko­


nuşulanları duymuyormuş gibi yapmaktan vazgeçip birden atılmıştı.

“Ahh! Yapmayın. Siz, iki değerli bilim adamı! İnanıyor olamazsınız


bu saçmalıklara!”

Nilgün Hanım: “Saltı’ya alışkınız am a Federico gibi değerli bir bilim


adamının ve hatta pozitif bilimin kraliçesi fizikle uğraşan birinin bu
tür saçm a konularla ilgilenmesine ben de şaşırdım.”

Dr. Saltı: “Burası insan beyni Nilgün Hanım. Kafatasınız sınırlar gibi
görünse de beyinde sınır ya da duyular dışı algı için sınır yok.”

“Nereye varm ak istediğinizi anlayam ıyorum .” dedi Nilgün Hanım.


Sözcükler dilinden bir Fransız gibi yuvarlak ve yumuşak çıkıyordu.
“Herhalde size bizim görmediğimiz başka bir güneş falan doğuyor.”

Dr. Saltı: “Sizinle de dünyaya farklı açılardan baktığımız kesin. Hiç


kimse aynı şeyi görmez ya da göremez.” İçkisinden bir yudum al­
mıştı. “Bu nedenle bana doğuyor görünen güneşin size batm ası do­
ğaldır. Yadırgamam.”

Federico:

“Siz ne düşünüyorsunuz peki?” Acil servis doktoruna dönm üştü.

“O dönem de toplanmış pek çok bilgi Amerika’nın teknolojisini ve


ajanlarını kullanarak elde ettiği bilgilerdir.” dedi acil servis uzmanı.
“Bunları gizlemek içinse ‘Medyumları kullandım. Onlardan öğren­
dim .’ demişlerdir. Böylelikle bilgiye nasıl ulaştığını gizlediği gibi dün­
yayı ‘durugörü ya da uzaktangörü’ gibi saçmalıklarla oyalamayı dı\
başardı. Tüm bunların arkasında gizli servisler var.”

Saltı: “Bu da bir düşünce.” dedi. “Önce şunu söyleyeyim. Psişik


istihbaratta kullanılan, duyular dışı algı yeteneği olan kişilere resmi
olarak ‘uzaktangörücü’ ve yapılan işin yöntemine de ‘uzaktangörü
ve uzakgörü’ deniyordu. Medyum değillerdi yani. Medyum ifadesi,
ölülerle bağlantı kurup ve bilgi alanlar aracı kişiler için kullanılır. Psi

82
SULTAN TARLACI 9

şik istihbaratta çalışan bu kişiler elbette duyular dışı algısı güçlü kişi­
lerdi am a asla ölülerden veya cinlerden istihbarat bilgisi almadılar.
Böyle bir şey yok. Bunlar bizim bilgisiz yazarların yazdığı masallar.
‘A merika cinleri istihbaratta kullanmış’ diye.”

İçkisinden dudaklarını ve dilini ıslatmak için küçük bir yudum daha


aldı:

‘‘1970’lerde soğuk savaş hâkimdi. Rusların psişik araştırmalar yap­


tığının 1965’lerde öğrenilmesi Amerika’d a korku ve tedirginlik ya­
rattı. Beş yıl sonra Amerika’d a resmî olarak başladı. Uzun yıllar bu
konudaki araştırmaları gizlediler. ‘Yapmıyoruz, yok böyle bir araş­
tırma.’ dediler, yalanladılar. Bu sürede, yani yirmi üç yılda nere-
ıleyse seksen dokuz bin sayfa belge oluştu. En son 1995 yılında
proje bağımsız kişilere savunm a bakanlığınca incelettirildi. Nedeni
'Maddi fon ayırm aya değer mi değmez mi?’ düşüncesiydi. Sonuç
raporunda ‘Uzaktangörü gibi yöntemlerle bazı önemli bilgilere ula­
şılabildiği ancak bunun yanında başka pek çok gereksiz bilginin de
.onuçlara karıştığı, bu nedenle bilgileri diğer alan istihbaratlarıyla
lesteklemek gereksinimi olduğu belirtildi. Ayrıca elektronik ve uydu
istihbaratının artık öne çıktığı dönem de, psişik istihbaratın çok da
içrekli olmadığı, bu nedenle savunm a amaçlı ayrılan bütçenin kesil­
mesi gerektiği’ yönünde bir açıklama yaptılar. Yani Amerika, psişik
..ılışmalar yapm asa ve tam am en bir uydurm a olsaydı, başka şekilde
•İde ettiği bilgileri yetenekli uzaktangörücüler aracılığıyla elde etmiş
|lhi gösterseydi, dünyayı bu yönde oyalam aya devam ederdi. Bu
nedenle ben öyle olduğunu düşünm üyorum . Psişik araştırmalara
•irini üç yılda yirmi milyon dolardan fazla para aktarıldı. Bir şeyin
yarayıp yaramadığını anlam ak için yirmi üç yıl çok uzun süre
Icğil mi?”

İşle işin ince noktası burası... ” dedi acil servis doktoru eliyle Sallfyı
•ııuet ederek. Sanki çok önemli sırlar verip oradakileri aydınlatacak
niş gibi sandalyesini biraz daha m asaya yaklaştırdı. Dirseklerini ına
9 I */ 4 111N HOl.ÜM I

saya koyup parm ak uçlarını birleştirdi: “Medyum, durugörür veya


uzaktangörücü aynı değil mi sizce? Bu işe inananlarca, hepsinde
duyular dışı algısı yeteneğinin güçlü olduğu öne sürülür. Önce m ed­
yumları kullandığını ve önemli bilgiler elde ettiğini söyledi. Sonra da
‘bu çok işe yarayan bir yöntem değil’ dedi ki kişiler şüpheye düş­
sün. Yani önceden medyumları kullanmış, sonra da işe yaram adığı­
nı söyleyip vazgeçmiş gibi davrandı. Böylelikle ne olacaktı? Herkes
‘gerçekten medyumları kullanmayı bıraktı mı yoksa hâlâ kullanma­
ya devam mı ediyor’ şeklinde düşünürken ‘gerçekten medyumları
kullandı mı yoksa yalan mı söylüyor’ şeklinde düşünmeyi akıl ede­
meyecekti. Gerçekten öyle oldu. Pek çok kişi Amerika’nın psişik
yöntemleri hâlâ kullandığı görüşünde. Oysa Amerika bu alanda hiç
çalışmadı. Saçm a bir konuda neden çalışsınlar? Ben buradan b a­
kacağım ve şu duvarın arkasında ne olup bittiğini göreceğim. Hatta
Amerika’dan bakacağım ve Rusya’da ne olduğunu göreceğim. Çün­
kü ben bir medyum um. Pöhhh. Siz buna inanıyor m usunuz?” Ba­
kışlarını İtalyan profesöre döndürdü: “İnanıyor musunuz Federico?”

Federico, konuşmak için nefesini almışken Saltı: “Çalışma yapmadı


diyemezsiniz.” dedi. Amerika’da 1994 yılında çıkarılan bir yasa ile
bilgi edinme hakkı çerçevesinde belgeler üzerindeki gizlilik kalktı ve
şu an hepsine internetten ulaşabilirsiniz. Binlerce sayfa resmî bel­
ge ve üzerlerinde T op Secret ve ‘Secret Noforn Limdis’ yani “Çok
Gizli” ve “Ülke Dışına Çıkarılamaz” yazan belgeler. Bu belgelerden
anlaşılan psişik istihbaratı çok ciddiye almışlar. Bir de işin görünm e­
yen yüzü var. CIA zaten kendi çalışma yapmaz, bir üniversiteye fon
verir bir vakıf aracılığıyla, orada araştırma yaptırır. Onun için ‘biz pa-
ınpsikolojik araştırma yapmıyoruz’ demeleri doğrudur. Yapmıyorlar,
y.ıp!ırıyorlar! Hatta baba George Bush, 1976’da CIA başkanı iken
psişik çalışmalardan haberdardı. Carter’da haberdardı.”

( i<»/lerini acil servis uzm anından ayırıp konunun genelliği açısından


'söylediklerim herkes için’ anlam ında masadakilerin yüzüne baka-
ınk "Şunları da söylemeden edem eyeceğim .” dedi. “1977’de At­
SULTAN TARLACI 9

lantik’te batan Sovyet denizaltısını psişikler buldu. İçlerinden birisi


o kadar başarılı psişik istihbarat sağladı ki 1984’te kendisine Ame­
rikan hükümetince Legion of Merit devlet nişanı verildi. Eski baş­
kan Carter, 1995 yılında Zaire’ye düşen Sovyet uçağını uyduların
göremediğini ancak psişik güçleri olanların haritada işaretledikleri
yerlere uydular çevrildiğinde uçağın orada olduğunun görüldüğü­
nü söylemişti. Bunun yanında Nautilus ve Taurus deniz altısı ile üç
yüz yetmiş bir metre deniz altından karaya telepati deneyleri yapıl­
dı. 1977 yılında, NASA Pioneer aracını Jüpiter’e gönderirken, daha
varm adan, askerî bir uzaktangörücü Jüpiter’in etrafında halkaları
olduğunu belirtti. O güne kadar bilinen bir bilgi değildi bu ve uzay
aracı vardığında Jüpiter çevresinde halka tespit etti. Yine sık konu­
şur, Apollo-14 uzay aracı ile uzay ve Dünya arası yapılan başarılı
telepati deneylerini zaten duymuşsunuzdur. D aha birçok deney var
am a anlatmakla bitmez. Sanırım, temel amaçları Amerika’nın hep
şuydu: psişikleri yani uzaktangörüyü istihbarat amaçlı kullanmaktan
ziyade, Sovyetler tarafından Amerika’ya karşı kullanılmasının tehli­
ke potansiyelini anlam aktı.”

Saltı hiç bitirmeyecekmiş gibiydi. Federico acil servis doktoruna b a­


karak, sanki araya hiç uzun bir konuşm a girmemiş gibi: “Sizin hak­
kınızda mı? Hayır. Ha h a.” dedi.

“Medyumlar ya da Saltı’nın deyişi ile uzaktangörücüler hakkında


diyorum.” dedi acil servis doktoru.

Federico: “Gerçek düşüncem i mi söyleyeyim yoksa itibarımı mı kur­


tarayım?” derken yeniden gülmüştü.

“Lütfen, gerçek düşüncenizi istiyorum elbette.” dedi acil servis uz


manı. “Yoksa bu itibarınızı zedeleyecek bir düşünce mi?” diye sahle
bir korkuyla bakmıştı profesörün yüzüne.

Federico içkinin etkisiyle iyice rahatlamıştı:

“Haa. Hıım... Sanırım itibarımı zedeleyecek bir düşünce.” dedi. “I la

HS
r>7 ( il İN ’ B Ö I.Ü M İ

ha... Ah! Evet, açıkçası inanıyorum. Yani olabilir, uzaktan gözsüz


görülebilir. Neden derseniz...” Susmuştu. Yine söyleyeceği kelime­
leri kafasında toparlayamıyor gibiydi. Uzun süreceğe benzeyen bu
düşünce faslını Saltı sonlandırdı.

“Nedeni...” dedi. “İnsan gözleriyle değil, beyniyle görür. Duvar, sade­


ce gözlerimizin önünde bir engeldir. Oysa beynimiz için bu geçerli de­
ğil. Mesela doğuştan kör bir ressam var. Doğayı, renkleri hiç görme­
miş am a adam resim çiziyor. Örneğin bir deniz, içinde balıklar. Denizi
öyle bir çiziyor ki sığ yerlerinde açık mavi kullanıyor. Şimdi bunu nasıl
açıklarsınız? Biri anlatıyor ve o çiziyor deseniz, hayatında hiç görm e­
miş birine renkleri nasıl anlatırsınız? Beynimize bir engel olacak olsa
kafatasımız olurdu. Beyin, kafatasını aşıp çok şeyler görüyor.

Amerika’nın 1981 tarihli bir kongre araştırma raporunda ‘İnsan zih­


ninin öteki zihinler ile karşılıklı bir bağlantısının var olduğuna kanaat
getirilmiştir’ yazıyordu.”

Federico doktora hak verir şekilde onu işaret ediyordu.

“Telepati, bir m ekânda bükülme, üst üste binme değil midir dok­
tor?” dedi.

Dr. Saltı: “Bir bakıma öyle gibidir.”

Acil servis doktoru:

“Siz iyice içip kendinizden geçtiniz. Şimdi de telepati diyorsunuz.


Yapmayın! O halde ben bir şey düşünüyorum şu an. Hadi bilin.
Aklımdan ne geçiyor? Evet, aklımdan bir kelime tuttum. Söyleyin.”

“Seks.” dedi Saltı.

Federico: “H a ha. Amore e cieco.”

Acil servis doktoru: “Ha h a... İnanır mısınız bildi!” M asada bir kah­
kaha kopmuştu. Füsun H anım ’ın yanakları olduğundan daha pem ­
be* gibiydi.

M(ı
SULTAN TARLACI 9

Saltı: “Karpuz kabuğundan başka ne düşünebilirsin ki?”

Federico: “Ahh... Çok güldürdünüz beni. Niuno e savio d ’ogni tem ­


po. Affedersiniz, dem ek istediğim ‘herkes, her an olgun olamaz,’ ara­
da neşe iyidir.” Ceketini çıkardı. Neşe içinde yedikçe hararet basmış
olmalıydı. Acil servis doktoruna döndü: “Şaka bir yana. Hani Ingo
Swann vardı. Uzaktangörü ile çizim yapıyor ve saklanan her ne olur­
sa olsun uzaktan biliyordu. Bu işlerin piriydi. Hatta sanırım uzaktan­
görü kelimesini ilk kullanan oydu.” Yine kelimeler aklına gelmiyor
gibiydi. “İnanılmaz bir şey. Aranan ve bulunam ayan şeylerin yerini
çiziyor. Kayıplar çocuklar ve katiller bu şekilde bulunabilir.”

Dr. Saltı: “Evet. Uzun yıllardır aranan katillerde ve kayıp kişileri bul­
m ada bu yöntem kullanılmış. Çok başarılı sonuç alınan örnekleri de
var tarihte.”

İlker Bey: “O zaman, şu öldürülen kızın katilini arasınlar. N eden ara ­


mıyorlar?”

Acil servis doktoru İlker Bey’i göstererek parm ağını şaklattı: “İşte
güzel bir örnek. Evet. Üzerinde konuşm aya gerek yok. Getirin bir
medyum ve uzaktan gören söylesin hadi şu kızın katilinin yerini. Po­
lis her yeri arıyor ve bulamıyor. Katil yer yarılmış da içine girmiş gibi.
Söylesinler yerini ve polis de gitsin söylenen yere baksın. Denem ek
hu kadar kolay işte!”

İlker Bey, sözünün üstüne bunun söylenmesinden m em nun olmuştu.

Masada birden tiz bir kadın sesi duyuldu. Konuşan, akıldan eksik
manken kızdı. Bir anda yanında oturduğu Federico Bey’e sandalye
nlni yaklaştırarak:

"() aranan katili senin sakladığın söyleniyor Fedişşşşşşş.” dedi. Bir


yandan Federico’ya sırnaşıyor diğer yandan Dr. Saltı’ya bakıyordu.

l ederico bir an düşündü: “Hangi katilden söz ediyorsunuz yahu?"


Inttu:

87
9 I'»/ ( il İN • B ÖL Ü M İ

"Hani şu kız arkadaşını...” önündeki tatlıyı kesiyordu “Böyle kırt kırt


kırt ve canlı canlı kesip parçalara ayıran katil, Fediş. Ben çok korktu-
uum .” Kedi gibi sokuluyordu Federico’ya.

Bir bey gibi değil de, efendim sanki bir hanım gibi hareketleri olan
menajeri olduğunu düşündüğüm arkadaşı onu uyarmıştı:

“Ay sus kıs. Yapma o tatlıyı kesme öyle. Allah’ım benzettiği şeye bak,
yüreğim güp güp etti. Bir de gösteriyor.” M asada o esnada kendini
anlayabilecek biri olarak Füsun H anım ’ı bulmuş olmalıydı ki ona
dönerek: “Ayy hiç kaldırmaz yüreğim öyle şeyleri. Evlerden ırak.”
dedi.

Füsun Hanım Tattu’nun önündeki doğranmış tatlıya bakıp: “Haklısı­


nız. Çok korkunç. Allah çocuklarımızı korusun.” dedi.

Federico: “Ha... Tamam, hatırladım hatırladım. Liseli kızı öldüren ve


testere ile parçalayan katili demiyor musunuz? Ha ha ha... Yok artık.
Ben neden saklayayım katili yahu? Babasıyla bazı ticari işler oldu
am a o kadar. Gelsinler baksınlar evime. Günün her anında benim
evim polislere açık.”

İlker Bey, Federico’nun bu rahat ve m eydan okuyan halinden he­


men etkilenmişti. “Laf olsun.” şeklinde bir hareket yapıp kolunun
birini sandalyenin arkasına attı. Efeleri andıran bir oturuşla Tattu’ya
bir bakış attı.

Saltı: “Katilin yerini söylesinler diyorsunuz da onlar da algılarını


toparlayacak bazı yöntemler kullanıyor bildiğim kadarıyla.” dedi.
“Mesela cinayetin işlendiği bir yere gidip orada neler olduğunu söy­
leyebiliyorlar. Ya da katilin bir eşyasına dokunup ona yoğunlaşa­
biliyorlar. Şu an emniyetten kim buna izin verir? Ya da emniyete
verilecek bilgileri orada kim ciddiye alır?”

Profesör: “Neuroquantology dergisinde bu konuda bir araştırma


makalesi vardı. Ne deniyordu o eşyalara dokunarak bilgi elde et­
meye doktor?”

HM
SULTAN TARLACI

’s ikometri.”

fah evet. Psikometri.” Çatalı iki defa “Evet ya, hatırladım.” anla-
inda m asaya vurmuştu.

lgün Hanım elinden düşm ek üzere olan kadehe ağzını götürmeye


lışırken “Siz çok değerli bir bilim adamısınız Federico Bey.” dedi.

lakale ayrıca m edyum lardan bahsediyordu.” dedi Federico. Son-


bir an duraksayıp aklına bir şey gelmiş gibi kahkaha attı. “Ne
dar ilginç adam sın yahu! Değişik bir m erak alanı. Bu ilgi çeki-
konulardan derslerde de bahsedip çocuklara öğretiyor musunuz
•ktor?” dedi.

>ir öğrenciye meraklı olmayı öğretebilirsen pek çok konuyu öğret-


ssin demektir.” dedi Saltı.
“G özler mi? Şıracıyla bozacı ...”
Dr. Saltı paylaştı, 179 gün önce

11. G ün

Doğrudur. Saltı’yı tek kelimelik bir sıfatla tanımla deseler ben de


“Meraklı.” derdim. Diğer özelliklerinin tam amı bu merakının alt baş­
lıkları veya yan ürünleridir. Çünkü en “Benlik ne?” dediği durumlar­
da bile eğer konu hakkında hiçbir fikri yoksa onu en ince ayrıntısına
kadar öğrenm eden rahatlamayacaktır. Mesela kafasını kurcalayan
yeni merakı sırtını m uayene ettirmeye gelen teyzenin içeriye girecek
0 iki kişiyi nasıl bildiğidir. Bu farklı bir bilinç durum u mudur, yoksa
öncesinde bir anlaşm a mı yapmışlardır? Duysa asla kabul etm eye­
ceği -am a ben de ölmeden önce psikiyatr olduğum için m üsaade
edin biliyorum- obsesyona kayan bu özelliği onu farklı ortam larda
farklı kişiler tarafından farklı nitelendirebilir. Bu nedenle en rahat et­
tiği ortamlar kendi gibi derin bilgi birikimine sahip kişilerle durm ak­
sızın fikir teatisinde bulunabileceği ortamlardır. Böyle yerlerde güzel
bir uyku çekmiş gibi dinlenebilir, on yaş gençleşebilir, Ganj nehrinde
yıkanmış bir Hindu gibi günahlarından arınabilir, yıllardır duyduğu
platonik aşkın karşılığını bulmuş gibi mutluluktan uçabilir.

1Vki ya bilgi açlığını gideremeyeceği bir ortam da başlamışsa takıntısı?


Bunun en güzel örneklerini aşk hayatının küçük kesitlerine bakarak
bulabiliriz. Yakın zam anda olmuş bir olaya sebep, bir süre görüşüp
SULTAN TARLACl

birlikte oldukları ilk geceden sonra arayıp sormadığı hanımefendinin


kasığına yakın yerine yaptırdığı dövmedir. Eski Mısır hiyeroglifine
benzeyen bu dövmeyi görmek kadının kasığını görmekten daha
mutlu etmişti Saltı’yı. “Acaba ne yazıyor?” sorusunu sorm adan ede­
meyecekti elbette. Sordu. Tüm sevişmeyi berbat eden ise Saltf nın
yazının anlam ına, tam olarak nereden alıntı yapıldığına, dövm ede
kullanılan malzemeye, kalıcı olup olmadığına, kalıcı değilse aslında
başka zam anlarda başka hiyerogliflerin de yazılabileceğine (o olsa
öyle yapardı), Mısır’da hiyerogliflerin ilk görülme zamanı ve ilkyazı­
nın ne olduğuna, özellikle kasık bölgesine yaptırılmada Mısır-Güneş
ve doğurganlık ya da yeniden doğm aya dair bir bağ olup olmadı­
ğına yönelik soruları değil, sevgilisinin tüm bunlara hiçbir cevabının
olmamasıydı.

Tamam, zaten o da sevişmeyi bırakıp oturup bunlardan bahsede­


lim dememişti am a en azından karşı taraf bu konu hakkında birkaç
kelime etseydi. Tamam, birkaç kelime ederken şuh bir bakış atsaydı
ya da insanın içini titreten bir tebessüm? Yapmaya çalışmadı değil.
Yalnız o bakışın şuh olması veya tebessüm ün Saltı’nm içini titretmesi
için kimse kusura bakmasın konuya dair birkaç kelime gerekiyordu.
“Bilmem. Dövmeci bana gösterdi oradaki şekilleri. Başka çiçekler
de vardı am a ben bu olsun dedim .” dediğinde hanımefendi, Sal-
tı, onun bir çiçek olmadığını açıklamakla başlayacaktı. Bu konuda
Saltı’yla tartışmaya girseniz ve “O zaman bu konuları konuşmanın
yeri miydi?” diye sorsanız “Bilmediği bir yazıyı yazdırmanın yeri ka­
sık bölgesi miydi?” cevabını verecektir. “Zaten erkeklerin hepsi aynı.
Birlikte olduktan sonra aram azlar.” sözünü çok defa duymuş olsa
yine takılacağı nokta kendine söylenen suçlayıcı söz değil, karşıda
kinin konuya ne kadar genel, sıradan ve bayağı baktığı k o n u s u d u r .
Herkesin bakış açısının birikimleri ölçüsünde genişlediğini söyler sık
lıkla. Bu yüzden onu suçlasanız, hatta ona hakaret etseniz bile b u n u
ne şekilde, hangi konuda yaptığınıza bakacak, sinirlense bile b u n u
cahilce yapmamışsanız size olan taham m ülü tükenmeyecektir.
9 I *1/ (»U N • HOLÜM 1

Aslında romantik biridir diye onun savunmasını yapmayacağım,


çünkü değildir. O, kendini fazlasıyla romantik ve melankolik bulur.
Hatta nasıl biri olduğunu kendisine sorsanız belki ilk olarak “duygu­
sal” diyecektir. Benimse onun hakkında en son sıraya koyacağım
şeydir bu özelliği. Çapkınlık derseniz tam am. Onu meraklı sıfatından
sonra ikinci sıraya yerleştirebilirim. Sonra. Hayır. İnatçı diyemeyiz.
Kararlı diyelim veya çalışkan. Hiç kimse bu konuda kendine destek
beklemesin benden. Kariyeri konusunda ona yöneltilen hiçbir suç­
lamalara katılamayacağım. Karşılaştığı pek çok zorluk ona yapılan
büyük haksızlıkların ürünüdür.

Mesela Nilgün Hanım ’m o gün Federico’ya Saltı hakkında söyledi­


ği tüm sözler kendi kötü niyetinden kaynaklanmaktaydı. Odasında
kendini ziyaret eden profesöre tekrar tekrar teşekkürlerini iletip nasıl
oluyor da bir insanın bu kadar bonkör ve hayırsever olacağına aklı
ermediğinden gerçi neden ermesin Federico Bey’le -sanki kendinin
erkek hali gibi- birbirlerine ne kadar çok benzediklerinden, kendinin
de hastalara, özellikle yaşlı hastalara hiç kıyamadığından, imkânları
geniş olsa kendi de muhakkak hastanelere yardım yapacağından
bahsedip duruyordu. Fizik profesörü, hanımefendiye nazikçe gü­
lümseyerek: “Gelmişken aslında Saltı’ya da uğramıştım am a oda­
sında bulam adım .” dedi.

“Saltı.” dedi Nilgün Hanım. Söylediği onca iltifat dolu söze karşılık,
bir dilenciye üç beş kuruş sadaka fırlatır gibi karşıdakinin verdiği
minik tebessüme bir anlık dalgınlıkla baktıktan sonra kendine gelip:
“Derstedir.” diyebildi. Saltı’dan bahsedilmesi ayrıca canını sıkmıştı.
Alt dudağını fesatlıkla birkaç defa ısırıp içindeki deriyi kopardı. Fede-
rico orada olmasa m asanın altında duran viskiciğinden... İçkisinden
her zaman böyle bahsederdi, viski olsun olmasın onun tüm içkilere
verdiği isim buydu ve hepsi onun viskiciğiydi. Bu nedenle tedarikte
bulundurduğu viskicikleri bitecek olur ve eve kadar dayanam azsa
hastaneden çıkıp kendini iradesinin götürebildiği son durakta bul­
duğu herhangi bir bara attığı zaman bir viskicik ister, barm en ne
SULTAN TARLACl 9

verirse versin zevkle içerdi. Eğer yol üstü bir alışveriş merkezinden
alacak olursa m uhakkak tercihini viskiden yana kullanır, arkadaşları­
na içkiden bahsederken de ağzına viskiden başka bir şey almadığını
söylerdi. Oysa herkes bilirdi ki viskiye olan düşkünlüğü bir yana tüm
içkileri sever, bardağına herhangi bir içki nam ına sirke dökiilse içer­
di. Viskiciğinden bir yudum alırdı am a ne yazık ki profesörün karşı­
sında, gündüz ve görev başında içmemesi sanki daha iyiydi. İçecek
kadar onun ruhuna dokunan ne olmuştu? Aslında hiçbir şey. Tüm
iltifatlarına misliyle karşılık bulsa bu kez bunu kutlamak için içerdi.
Sonuçta canı viskicik çekerse sebep bulunurdu.

“Ben de öyle düşündüm .” dedi Federico. “Arayacaktım, derste


rahatsız etm em ek için aram adım .” Kısa bir sessizlik oldu. Elinde­
ki anahtarla oynarken bir an dalmış gibi: “O nun öğrencisi olmayı
isterdim.” diye ekledi ağzının içinde. Başını kaldırıp doktor hanım a
baktı: “Çocuklar şanslı.”

Saltı’ya yönelik bu iltifatlar daha nereye gider bilinmezdi am a şu ka­


darıyla bile bir içme sebebiydi. Neyse ki kendini tutuyordu. Yalnız bir
ara m asanın altında ayakkabısını çıkarıp parmaklarının ucuyla vis-
kiciğine dokundu. O rada olması bile güzeldi. Ne olurdu zırvalamayı
bırakıp biraz birbirlerinden bahsetm elerine izin verse? Ayakkabısını
giyecekken bir kez daha dokundu parmaklarının ucuyla. Romantik
bir gecede o viskiciğini o ayakkabıdan içebilirdi Federico. Hatta ken­
di de içebilirdi ayakkabısından ya da Federico’nun ayakkabısından.
Onunki daha büyük görünüyordu. Neredeyse bir şişe viski alır diye
düşündü. “Öyle mi?” dedi kendini toparlayarak. “İlginç. Genellikle
(utulan hocalardan değildir. Sizin böyle düşünmenize şaşırdım.”

Haksızlık ediyordu “kendine” kıskandığını bu kadar belli ederken,


hederico da anlamıştı am a sadece “Ben öğrenciler tarafından çok
sevildiğini duydum .” demekle yetindi.

Haklıydı. Sevilirdi, çünkü Nilgün H anım ’ın derse gitmeyip -giderse


geç gidip erken çıktığı- ve çoğu zamanını odasında viskicik yudum
r»/ ( 11i n • b ö lü m İ

layarak geçirdiği zamanlarda, her defasında bir bahanesi olurdu.


Mesela, o gün diyecekti ki “Federico Bey ziyarete geldi. H astane­
mize onca yardımı dokunm uş adam ı odada yalnız bırakıp derse mi
gitseydim?” Saltı sıklıkla öğrencileriyle zaman geçiriyor olurdu. Tıpkı
o saatlerde olduğu gibi.

Güzel bir bahar sabahıydı. Serindi. Pencereden giren güneş ışığı sı­
nıfı ısıtmasa da o kadar berrak bir enerjiyle giriyordu ki hiçbir bulu­
tun engel olmadığı bu ışıltı sanki az sonra vereceği ısının da teminatı
oluyordu. Bu aynı zam anda insanın içine huzur ve canlılık veren bir
enerjiydi. Sınıf dopdoluydu. Saltı’nın dersleri genellikle başka sınıf­
lardan hatta nörolojiyle ilişkili olmayan başka bölümlerden öğrenci­
lerin de katılmasıyla kalabalık olurdu. Ölm eden önce ben de birkaç
öğrencime Saltı’nın derslerini önermiştim.

Sınıfa girdi. Dosyalarını ve laptopunu her zam an yaptığı gibi kürsü­


ye değil de boş olan ilk sıranın üzerine bıraktı. Daha sonra kitapları
arasında bir şeyler arar gibi yaptı. Önündeki kitabının sayfasını baş­
parmağıyla hızlı bir şekilde taradı. Ensesinden aşağı hafifçe uzamış
sarı saçlarını parmaklarını tarak gibi kullanarak düzeltti. Saçlarının
bu kesimi, rengi, mavi gözleri ve top sakalına doğru dudaklarının
kenarından inen bıyıkları çocukluğumda okuduğum masallardaki
yakışıklı prensleri andırıyordu.

Bir ara elini kemerine koydu sınıfın kapısına baktı. Bu hali “Acaba
odada mı unuttum ?” gibi bir bakıştı. Bu bakışı anlayıp “Getirelim mi
hocam ?” diye çıkıntılık yapan öğrenciler oldu.

“Bunu gönderm eyin hocam, Marilyn yengeye bir şey yapar orada.”
şeklinde espriler işitildi.

Sınıfta bir kahkaha koptu. Saltı’nın bilgisayarındaki Marilyn Monroe


fotoğrafı ve ona olan hayranlığı tüm fakültenin diline dolanmıştı.

Bir an hatırlamış gibi sağ tarafında ön sıralardan birinde oturan bir


kız öğrenciye dönerek:
SULTAN TARLACI

h, evet!” dedi. “Sizden önceki gruptan bir arkadaşınız notlarımı


emişti fotokopi için.” Bir süre durdu. Düşünceli gibiydi. Cam ke-
rında oturan öğrenciye bakarken yüzüne vuran güneşten gözle-
i biraz kısmış olmasına rağm en bu ışık mavi gözlerini daha güzel
stermişti. “O rada oturuyordu.” dedi. Parmağıyla işaret ediyordu
m oturduğu sırayı. “Sıranın altında olmalı bana getirir misiniz?”

: kendinden isteneni anladığını belirtir şekilde hafifçe başını salla-


Genellikle derslerden en düşük notu alırdı. Saçlarını kulak hiza­
dan kestirmiş, birkaç yerinden turkuaz renge boyatmış, aynı renk-
küçük bir tokayla saçının önüne gelen yerini toplamıştı. Üniversite
fencisinden çok bu tarzıyla özgürlüğün keyfini sürmeye çalışan
jen bir lise öğrencisini andırıyordu. Kulağının birini sekiz yerinden
Idirmişti. Üroloji hocası çok üzerinde durduğu bir konuyu kızın
1e de dinlemediğini anlayınca “Kulağında sekiz delik var, birini de
ırı delmiş, etti dokuz am a yine de duym uyorsun.” dedikten sonra
ı dokuz delik kalmıştı.

anın altına eğilir eğilmez geri çekilerek “Akrep! Akreep!” diye ava-
jıktığı kadar bağırm aya başladı. Bir eliyle sıranın altını gösteriyor,
(er elinde kirli bir şey var gibi parmaklarını sallıyordu.

nındaki birkaç arkadaşı onun bağırmasının refleksiyle bir an geri


dldi, sonra sakin bir şekilde: “Hani nerede?” dem eye başladı.

>rdüğü şeyi işaret ediyordu. Sıranın altından o kadar hızlı çıkmıştı


dönemin başından beri kafasından hiç çıkmayan turkuaz tokası
:asını sıraya vurmasıyla yere düşmüş, öğrencilerin ayakları arasm-
görünmez olmuştu. Arkadaşları dikkatlice oraya bakıyor, bir şey
k diye kızı sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Birkaç dakika sonra Sallı
geldi. Genç kız aynı şekilde ona da göstermeye çalışıyor “Hocam
:am andı. Parlıyordu.” gibi sözlerle felaketin boyutunu herkesin
ak etmesini istiyordu. Saltı da birkaç kez eğilip sıranın altına haklı,
nra öğrenciler gibi hiçbir şey olmadığını söyledi. Genç kız bir an
rup yeniden sıranın altına baktı. Sonra düşündü. “Gözleriniz mi
!'»/ <.U N • BÖLÜM 1

bozuldu?” dedi hocaya saygısızlık etmek istemeyen bir ses tonunda


kısık am a gördüğünden emin tonda duyulacak bir sesle. Saltı, sıra­
nın altında olan dosyasını kendi aldı ve kürsüye doğru gitti. Yürür­
ken canının sıkıldığını belirtir bir hareketle kafasını sallamıştı.

Öğrencileri derse dönmeleri konusunda uyardı. “Bugünkü konu­


muz...” diyerek derse başlamıştı ki sınıfın dikkatinin hâlâ dağınık
olduğunu görüp tedirgin olan kızın davranışlarından rahatsız oldu­
ğunu belirtircesine önce kıza baktı sonra sınıfa döndü:

“Arkadaşlar, siz akrep görüyor m usunuz?”

Sınıftan “Haaayıııırr.” sesleri yükseliyordu.

“Burcum akrep, adım Burcu.” diyenler oluyor, soğuk esprilere inatla


kahkaha atıyorlardı.

Akrep gördüğünü söyleyen kız şaşkın, dalgın ve sitemkâr: “Gerçek­


ten hiçbiriniz akrep görmüyor m u?” diye sorduktan hem en sonra
yeniden bağırdı: “Hocam kıpırdıyor!” Ayakkabısını çıkarıp üzerine
vurm aya başlamıştı. Ayakkabı bir an elinden fırlattı ve tek ayakka­
bıyla çığlık çığlığa sınıfın arkasına doğru kaçmaya başladı. Koşarken
“Çok sert, çok sert, ölmedi, kabuğu çok sert ölmedi.” diye bağırıyor,
çığlık atıyordu. Sınıfta bir kahkaha daha koptu.

Gittiği yerden, sınıfın arkasından yeniden bağırdı: “Yemin edin ora­


da bir akrep görmediğinize.”

Kızın gösterdiği yeri görmeyen, arka sıralardan bir öğrenci ayağa


kalktı ve “Ben ateistim am a...” üzerindeki kazağı çıkartıp kollarını
Zeus heykelinde olduğu gibi bağlayarak “Grek edebiyatı aşkına
Zeus üzerine yemin ederim orada akrep yok.” dedi.

“Ben de Eros üzerine yemin ederim orada akrep yok.” diyordu diğeri.

“Kızım Saltı hocada bari yapm a ya.” dediler. “Onun dersleri güzel
geçer kaynatm a dersi ayıp oluyor.” Kız gerçekten bu konuda sınıfta
ve hoc alar arasında sabıkalıydı. Biraz olan aklını genellikle sıkıldığı
SULTAN TARLACI 9

irsleri kaynatm ak için kullanırdı.

i defa utanmış bir şekilde ve yalvarırcasına Dr. Sallfya dönerek:


locam gerçekten orada akrep var. Bakabilirsiniz.” diye kaçlığı yer­
in, sınıfın arkasından bağırıyordu. Bir an arkadan öne yelmeyi ve
miden bakmayı düşündü. Ayakkabı olmayan ayağının oluşturdu-
ı dengesizlikle yürüyerek geldi, yine aynı noktaya baktı. Sıra arka-
ışı onu rahatlatm ak için elini sıranın altına sokup birkaç defa “Bak
ırada bir şey yok.” demişti. Kafasını ellerinin arasına aldı. Kısık
sle “Ben gerçekten görüyorum .” dedi. S onunda sinirleri bozuldu
: ağlam aya başladı. Saltı gülümsedi. Kürsüden kızın sırasına doğru
ırürken sınıf sessizdi. Kızın az önce gösterdiği yerden akrebi aldı ve
Sunu mu gördün yoksa?” dedi. Avucunda tuttuğu akrebin kuyruğu
rı renkte ve yağlı gibi parıl parıl parlıyordu. Kız, hocanın elinde
tup ara sıra oynadığı akrebe dehşetle baktı.

layatta her gördüğün gerçek olmayabilir.” dedi Saltı. Güldü. “Bu


r plastik.” Akrebin kuyruk kısmına bastırdı. Kuvvetli bastırınca içi-
>katılmış sarı bir sıvı hareket ediyordu. Yapay böcekler gibi değil-
. Gerçeğinden ayırt etmek güçtü.

lastik mi?” dedi genç kız. Hem gerçek olmadığına hem de sadece
mdisinin değil, başkalarının da gördüğüne sevinmiş gibiydi.

m a görüyorsunuz değil mi?” diye ekledi. “Var yani. Siz de görü­


msünüz.” Aynı şekilde arkadaşlarına da soruyordu: “Var değil mi?”

i önce Zeus üzerine yemin eden öğrenci kızın taklidini yaptı: “Var
jğiiil miii?”

/ar.” dedi Saltı gülerek. “Hepimiz görüyoruz.” Sonra gözlerini kıza


lifleyip “Peki, ya sadece sen görseydin?” dedi. Kızın dalgın bu
farından gözlerini çevirip aniden arkasını döndü. Tahtaya büyük
irilerle “HALÜSİNASYON” yazdı. Yeniden kıza dönüp “Öyle bir
ırum da bunun adı halüsinasyon olurdu.” dedi. “Şimdi ise sadece
içük bir şaka.”

‘>7
I'»/ ( .U N R01.ÜM 1

( îenç kız, sırasına oturduktan sonra bir şey hatırlamış gibi tekrar sı­
radan kalktı. Akrebin üzerine vurup sonra korkuyla fırlattığı ayakka­
bısını almış ayağına geçirmeye çalışıyor, bir yandan ağzının içinde
konuşuyordu: “Yemin ettiniz görmedik diye!”

Bunu duyan birkaç arkadaşı: “Evet am a akrep görmediğimize ye­


min ettik. O gerçek bir akrep değil ki.”

Yine de güvendiği arkadaşlarına bir süre küsecek gibiydi. Hatta küs­


müştü.

Arka sıralardan biri: “Ben ateist olduğumu söylemiştim. Bana yemin


konusunda güvenm e.” diye bağırdı.

Dr. Saltı, en önde, az önce dosyalarını koyduğu sıradaki dosyalarını


hafifçe itti. Kendine yer açtı sıranın üzerine çıkıp oturdu. Sınıfın ışık­
larını öğrencinin birine kapattırdı. Yüzü sınıfa dönüktü ve arkasın­
daki duvarda boylu boyunca projeksiyondan yansıyan görüntüde
derse dair slaytlar ve videolar bulunuyordu.

Yönünü tahtaya dönm eden, sınıfa bakarak:

“Bugünkü dersimiz, olmayan şeyleri görmek. Halüsinasyon, sanrı­


lar, varsayım, var sapm a.” dedi.

Sınıfa soruyordu: “Dersimiz neymiş?”

Sınıf hep bir ağızdan tekrar ediyordu: “Halüsinasyon!”

“Şimdi size farklı nedenlerden kaynaklanan varsanımlardan bahse­


deceğim. Bu farklı nedenlere göre tedavi de değişmektedir.”

Bir an duraksadı. Gözlerini bir noktaya dikti sonra sınıfa döndü:

“Var sanmaktan, varsanım dem ek daha doğru bence.” diye düzelt­


ti. Yani olmayan bir şeyi “sanm ak” diğer bir ifadeyle herhangi bir
dışsal uyaran beş duyuyu uyarm adan...” Burada sesini biraz daha
yükselmiş ve dikkati kendine toplamıştı. “Bir olay veya nesneyi al­
gılamaya denir.”

’ »M
SULTAN TARLACI 9

Şaka yaptıkları öğrenciye gülümseyip “Bunun birçok nedeni ola­


bilir.” dedi. “Psikiyatrik, göz küresi ile ilişkili veya nörolojik beyin
hasarları ile ilgili.” Biraz durdu, sınıfa göz gezdirdi ve devam etti:
“Sanırım hepinizin önüne varsanımı olan bir hasta gelince aklınıza
lem en şizofreni gelir.” Sınıftan destekler mahiyette başını sallayan-
ar olmuştu. “Ancak tek başına halüsinasyon, herhangi hastalık için
anı koydurm az.” Yarım şekilde arkasında olan tahtaya dönm üştü
;i birden yapacağı şeyden vazgeçmiş gibi devam etti: “Şunu da ek-
Byeyim. Olmayan bir şeyi “sanm aya” beyinde ne neden oluyor?
5unu sorabilirsiniz. Birçok teori var. Bunlardan biri, beynin yapısı-
ın bozulması, diğeri beynin kimyasının bozulması, bir diğeri psiko-
inamik bozukluk yani beynin derinlerindeki bilinçsiz kaynakların
ilince ulaşması şeklindedir. Beyinde elektriksel akım bozuklukla-
veya kısa devreler ya da halk arasındaki adı ile sara atakları da
anm alara” neden olabilir. Bu elektriksel kaçaklar, beynin görme
ıbuğunda olur ise, sahte bir uyarım yaparlar. Bu sahte uyarım ya
ı kısa devre, olmayan kelebekleri veya insan yüzleri görmeye yol
ar. Kaçaklar beynin görme kabuğunda yani 17. alanda ise basit
rme ile ilgili sanm alar oluşur. Mesela bir yüz, bir kelebek görüntü-
görülür. Ama daha da yayılıp ikincil görme alanları dediğimiz 18.
19. alanlara geçer ise kişi daha karmaşık yapılı görüntüler görür.

)ii sadece uyarm a değil, uyarının abartılı kesilmesi ya da olm a­


sı da varsanım nedenidir. Uzun süreli gözlerinizi kapatırsanız,
sela beş gün, yüzde seksen görme ile ilgili varsanımlar görmeye
larsınız. Yani görme ile ilgili girdinin kaybı görme varsanımlarına
len olabilir. Bu tıpkı şuna benzer, ayağı kesilmiş bir hastanın ha
ayağını hâlâ orada hissetmesi. Hissetmek ne kelime!” dedi sesi
ısarak: “Var olduğuna inanması gibi! Bu açıdan bakınca, işitme
di olan kişiler bir süre sonra kulaklarında çınlama dediğimiz, su
dalga sesi, helikopter veya buzdolabı sesi, tiz bir ses duyarlar,
ıda bunlarda işitme eksikliğinden kaynaklanan bir çeşit varsa
iırlar.” Oturduğu sıradan indi. Sınıfın arkasına doğru yürürken
1 I'»/ <il İN • H Ö LÜM İ

konuşmaya devam etti: “Dış dünyanın girdisi azalınca, beyin kendi


yapısında olan kayıtları devreye sokar. Uykuya dalm a ve uyanm a
sırasında da varsanımlar sıktır ve normal sağlıklı bireylerde izlene­
bilir. Genellikle acayip ve garip rüya benzeridirler. Ancak gören kişi
bilinçlidir. Bu durum, neredeyse bu sınıftaki üç kişiden birinin başına
gelmiştir.” dedi. “Değil mi?” der gibi bakarken.

Başını bulunduğu yerin yanında olan öğrenciye çevirdi. Çocuk,


böyle bir şeyin başına hiç gelmediğini bildirir vaziyette başını salladı.

“Başına gelen var mı?” diye sınıfın geneline sordu. El kaldıranları


gözleriyle sayıp “Hımm, azmış.” dedi. “Salonun üçte biri değil kal­
kan eller.” Gülümsedi. “Bilimsel veri her zam an uymayabilir örnek­
lemelere.” Başını önüne eğerek sınıfta yürümeye devam etti.

“Hocam bu görüntüler geceleri mi görülüyor?” Şeklinde bir soru


gelmişti sırasının yanından geçtiği öğrenciden.

Aniden durdu. Elini hızlıca sıraya vurdu. Bu ses sınıfta yankılandı.


“Bir şeyleri merak eden birileri var sınıfta!” diye bağırdı. Soru soran
öğrenciyi işaret ediyordu. “Ona saygı duyun!” Bu tür yarı esprili
am a aslında ciddi çıkışlarına alışkındı öğrencileri. Bunu genellikle
sınıfta dağılmış dikkati toplamak ve öğrencileri derse katmak için
yapardı. “O, meraklı bir bilim adam ı beynine sahip!” dedi. Saltı’nın
en sevdiği öğrenci tipiydi soru soran öğrenci.

Soruyu soran öğrenciye: “Doktor Bey...” diye hitap etti. Öğrenci


yavaşça ayağa kalktı. Üzerinde bulunan tişörtün yakası var gibi işa­
ret parmağı ve başparm ağıyla olmayan kravatını düzeltip ciddi bir
duruş sergiledi ve ciddiyetini belirtir şekilde birkaç defa boğazından
“m, ıım” diye bir ses çıkararak “Evet.” dedi.

Sallı gülümsedi. Projeksiyon kumandasını makineye yönelterek


“I leınen soralım hastalarımıza.” dedi. “Geceleri mi görüyorlar yok­
sa gündüzleri mi?”

( )ğımı< ilerin sıklıkla pratik yapmalarını ister, bu nedenle teorik ders-

lllll
SULTAN TARLACI 9

asla düz anlatımla geçirmezdi. Hatta onun dersine pat diye girse-
en küçükleri Tıp Fakültesi üçüncü sınıf olan bu koca öğrencilerin
ide birer uçan balon görebilirsiniz. Saltı neden böyle yapmıştır,
amaçlamıştır, bir mantığı vardır elbette. Ya da öğrencilerine’ ııöro-
k bir hastalığa dair şarkı besteleme ödevi verebilir ve tüm sınıf
a sınıfı öğrencileri gibi bir ağızdan o şarkıyı söyleyebilir. Geneli
m nundur bu değişik ders işleme stilinden am a m em nun olsun
lasın tüm öğrencilerin ortak bir görüşü vardır ki, bu fakültede,
Ida kalıcılığı en yüksek ders Saltı H oca’nın dersleri olur. İşte Sal
ı sevme nedenleri de budur.

ı! Boş versenize.” dedi Nilgün Hanım Federico’ya. “Aslında onu


nanlığından sonra üniversitede kalmasına izin vermemiştik.”

yle mi?” dedi Federico şaşkınlıkla. “N eden?”

üşünce yapılarımız uyuşm uyordu.” dedi Nilgün Hanım. Gözlerini


noktaya dikmiş, eskilere gitmiş gibiydi.

[inç.” dedi Federico. Oysa uzmanlık sınavında derecesi var diye


yorum.”

/et, var.”

»ki, nasıl almadınız? Ne dediniz yani? Düşünce yapılarımız uyuş-


yor mu dediniz?”

)k, canım .” dedi Nilgün Hanım ince dudaklarını fesatlıkla bii-


2k. “Öyle der miyiz hiç! O günlerde Saltı uzmanlığını almıştı ve
la bir yapılan sürenin aylık uzatılması işlemini yapmıyorduk. Aka-
nik kurulu bile bile toplamıyorduk daha doğrusu.”

yle mi?” dedi Federico. “Suç değil mi akadem ik kurulun toplan­


ması?”

ıç.” dedi Nilgün Hanım. “Ama dekan işimize karışmak istemedi


den hiçbir şey söylemiyordu.”

»ki, ne oldu sonra?”

101
I '»/ l ¡UN • BÖLÜM 1

"Uzatmadık süreyi. Başka şehirlerde bir süre şansını denedi.” dedi.


"Bir şekilde, zaten biraz inattır.” Bir eliyle yakasını silkeliyordu.

İyi ki inatmış diye düşünüyordum ders işleyişine bakarak. Bir video


daha çalıştırdı. Hastasıyla olan muayenesi görülüyordu. Sesi biraz
daha yükseltti. Arkaya dönüp “Duyuluyor m u?” dedi. Arka sıradan
birkaç öğrenci “Duyuluyor hocam .” diye karşılık verdi.

“Her gece mi?” diye hastaya soruyordu.

“Her gece.” dedi hasta.

“Gündüz oluyor mu peki?”

“Gündüz yok.”

“Gündüz yok mu? Sadece gece hava kararınca?”

“Gece saat on bir dedi mi tıp tıp geliyorlar.”

“On bir. Anladım.”

Saltı burada video kaydını durdurup az önce soru soran öğrenciye


döndü: “Bu hasta sadece geceleri görüyormuş. Bakalım gündüz gö­
renler var mı?”

Bu defa başka bir yaşlı hastaya soruyordu:

“Bu ne zam an oldu gündüz mü gece mi?”

Hasta: “Gündüz efendim gündüz. Gece değil.”

Videoyu yeniden durdurdu: “Bakın bu hasta da gündüz görüyor.


Demek ki bazıları gece bazıları da gündüz görüyor. Hatta hem gece
hem gündüz görenler de olur. Yakın zam anda yayınlanan bir araş­
tırmada Parkinson hastaları halüsinasyon gördükleri sırada, beyin
dalgaları kaydında ‘hızlı göz hareketleri’ yani REM uykusu beyin
dalgaları ortaya çıktığı tespit edildi. Bildiğiniz üzere uyku sırasında
revalarımızın önemli bir kısmı REM dönem inde ortaya çıkar. REM
(I(>ı ıemleri de uykuya dalınca bir bir buçuk saat sonra başlar. Hızlı
g< >/ hareketleri denmesinin nedeni, bu sırada gözler m asa tenisi izler
SUITAN TARLACI 9

i fırıl fırıl bir o yana bir bu yana hareket etmesidir. Uyuyan kişiyi
diğinizde de gözkapaklarının üzerinden görürsünüz bu hareket-
. Hareketler rüyanın görüldüğü zam ana ya da REM uykusuna
ık gelir. Eğer sevgilinizi uyurken izlerseniz, bir saat sonra gözler
yöne hareket etmeye başlar. Onu tam bu esnada uyandırırsanız
asını bütün ayrıntısı ile size anlatabilir.” Gülümsedi. “Tabi başka -
i görmemişse!” diye ekledi. Sınıftan “O oo...” sesleriyle uğultular
«elmişti. Gülüşmeler oldu. Saltı m uhabbete kaym aya yatkın sı-
“Bunu sınavda sorarım aklınızda kalsın!” diye toparlam aya ça-
. “Halüsinasyonlar gündüz uyanıklığında REM dönem ine girmiş
/nin düşleri gibidir.”

ıfta kıkırdamalar ve gülüşmeler biterken başka bir hasta video-


ıu açıyordu:

defa yine yaşlı bir adam , yanında kızı olduğu düşündürülen bir
lınla gelmişti. Yanındaki kadın şöyle diyordu:

adan önce ara sıraydı. Yani bu kadar sık değildi. Gündüz görmü-
du m esela.”

tı: “O ndan önce sadece geceleri mi oluyordu?”

iın: “Evet am a bir aydır falan artık gündüz de görmeye başladı.”

fencilerden biri: “Hocam ne görüyorlar?” diye birdenbire ve ol-


<ça yüksek sesle bağırmıştı. Sınıf bu ani soruya bir kahkaha attı,
ayır, yani gizemli bir şekilde biri gece görüyor biri gündüz, diğeri
n gece hem gündüz görüyor da biz de görelim ne görüyorsa. Ya
anlatsın bilelim.” Kahkaha yükselmişti.

/et!” dedi Saltı gülerek. “İşte gerçek bir m erak.” Sesine gizemli bir
katmıştı. “Bu insanlar ne görüyor?” dedi.

ıı öğrencileri ölüm üm den sonra başka hocaların dersinde de bir


: defa izledim. Görseniz onlar değil dersiniz. Arka sırada uyuklar,
m çizer veya kız arkadaşlarıyla sohbet ederler. Yalnız, Saltı’mn
I •»/ l IİIN • IU)I UM İ

dersinde hepsi şımarık bir çocuk olur çıkıverir am a hepsi de çalış­


kan. Çünkü Saltı öğrencilere kendilerini özgür hissettirip kontrol al­
tında tutabilen hocalardandır. Öğrenciliğinde ona yapılanların hiçbi­
rini kendi öğrencilerine yapm am ak için ant içmiş gibidir. Mesela ona
göre -aslında fesat olmayan herkese göre- çalışkanlık veya hakkını
aram a sayılabilecek halleri onun hocalarınca dik başlılık olarak ka­
bul edilmişti. Nilgün Hanım işte bu durum dan bahsederken yaka
silkmiş, Profesör “Yaka silktirecek kadar mı?” diye sormuştu.

“Hem nasıl!” dedi. “Çok dik başlıydı. Onu istemiyoruz çok dik başlı
diye açıkça söylemiştik zaten.” diye ekledi. O günleri hatırlayıp ulus­
lararası bir başarıya imza atmış gibi gururla boynunu kırıp gözünün
önüne gelen saçlarının bir kısmını parmaklarıyla yan tarafa çekti.

Federico kadına bakıyordu. “Ne yapıyordu m esela?” dedi.

“Aman boş verin.” dedi birden Nilgün Hanım. “Saltı’yı mı konuşup


duracağız?”

Anlatırsa kendi rezilliği ortaya çıkacak diye geçiştirdiği bu olayı ben


daha önce Saltı’nın bir sabah çay bahçesinde kahvaltı esnasında
acil servis arkadaşına anlatırken duymuştum.

“On gün sonra uzatmam bitiyordu ve eğer akadem ik kurul toplanıp


süreyi uzatmazsa üniversiteyle ilişiğim kesilecek ve işsiz kalacaktım.”
diyordu. “Ana Bilim Dalı başkanının odasına gittim. Bana, hocaları
ikna edip akademik kurulu toplayamadığını söyledi. Bir süre konuş­
tuk, çözüm bulamadık. Sonra ben elime uzatma kâğıdını alıp hoca­
ların odasını tek tek gezmeye karar verdim. Sıkıla sıkıla koridorda
yan yana duran akademik kurul öğretim üyelerinin kapılarını tık­
latarak içeri girdim. Genellikle hepsinin bildiğinden emin olduğum
klasik bir cümleyle başlıyordum: ‘Hocam, biliyorsunuz, uzatmam on
gün sonra bitiyor. Akademik kurul toplanamıyor. Bir anda ilişiğim
kesilecek, işsiz kalacağım.”

“İmzaladılar mı?” dedi arkadaşı.

MM
SULTAN TARLACI 9

m*, gibisinden başını salladı Saltı. “Beş altı odayı dolaştım ve


si söz birliği etmişçesine bana aynı şeyi söyledi. Sanki ortak bir
ptan çıkmış gibi: “Bizim seninle bir sorunumuz yok. Sem iyisin,
¿kansın am a bu kâğıdı imzalayamayız.” diyorlardı.

niş kahvaltısının üzerine bir sigara yaktıktan sonra:

ıx seferinde aldığım ve mantığını kavrayamadığım bu yanıtlarla


odayı tıklattım. Aynı isteğimi safiyane bir tavırla bilgin olan ha-
ı bir hocam a tekrarladım am a cevap beklediğim gibi ve herkesin
andığı kalıpta olmadı. ‘Senin burada kalmanı hiç kimse istemi-
.’ dedi. ‘On gün sonra bayram var. H astaneden ve kadrodan
ğin pat diye kesilecek. B ana sorarsan sen bu on gün içinde Sağlık
sanlığına başvur ve tayin iste.”’

jünleri hatırlayıp sabır çeker gibi başını yan tarafa eğmiş hafifçe
ümsemişti. Arkadaşı şaşkınlıkla dinliyordu.

aşırdığıma bakm a.” dedi. “Aslında benzer olayları başkalarından


duydum am a insan yine de bir garip oluyor.”

/et.” dedi Saltı. “ ‘A ma hocam az önce çoğu öğretim üyesi ile gö­
tüm ve bana seninle sorunum uz yok dediler.’ dedim şaşkınlıkla.”

e dedi sen böyle söyleyince?”

m onlara inanm a.” dedi. “Seni burada hiçbiri istemiyor. Sen çok
başlısın, başına buyruksun. Kafana göre işler yapıyorsun.”

adi ya!” diye şaşkınlıkla baktı arkadaşı. “Neymiş ki dik başlılığın?”

sn de düşündüm .” dedi Saltı gülümseyerek. “Sonra hatırladım,


lafı ben asistanlığımın ilk yılında duymuştum. D aha altıncı ayırn-
kendimce ilginç gördüğüm bir hastayı vaka sunum u olarak yaz
jtım. Yazmıştım derken, psikiyatriden, bizim nöroloji kliniğine
asyona gelen bir arkadaşın yardımıyla ikimiz İngilizce olarak ve
lak bir dille de olsa vakayı yazmıştık. Hem en ertesi gün bir uzman
iki öğretim üyesi profesör bana haber göndermiş: ‘Bizim adımızı

10.S
i ‘>7 ciüN ' B ö l ü m i

da yazsın o makaleye, ben hastayı acilde görm üştüm .’ diyerek. Bir


diğeri de ‘Ben hastaya yoğun bakım da vizit yapmıştım.’ demişti.”

Arkadaşı bir kahkaha attı.

“Bana ters gelmişti bu durum .” dedi Saltı. “Çünkü bir makaleye


adının yazılması için çalışmanın hazırlanması, verilerin değerlendi­
rilmesi, sonuç çıkarımı ve yazımda emeklerinin geçmesi gerekmiyor
mu yahu?”

“Neredeyse hastayı sokakta önceden gören bir öğretim üyesi de adı­


nı yazdıracak.”

“Evet öyle. Hiçbir yerde emekleri olmadığı için onların adını yaz­
mak istememiştim ve buna ‘dik başlılık’ diyorlardı. Düşünebiliyor
m usun?”

“Yazıverseydin isimlerini sevinseydi fakirler.”

Saltı: “Yazdım zaten.” dedi. “Görmeliydin. Bir vaka sunum u ama


yedi yazarlı. Üstelik geçen zaman içerisinde o vaka yayınlanmak için
birçok dergiye gitti am a kabul edilmedi. Gençlik heyecanı ile yazdı
ğım olgu sunum undan literatürde yeterince vardı ve aslında o kadar
da yeni bir vaka değildi.”

“Adını yazdırmak isteyenler için önemli olmasa gerek.”

“D aha da ders almamıştım.” dedi Saltı. “Asistanlığımın üçüncü yılıy


dı. Nörolojik Yoğun Bakım’a yatan hastaların arşivde toplanmış ve
çürümeye terk edilmiş bilgilerinden yararlanm ak için yoğun bakını
sorumlusu olmayan kumral hoca ile ‘beyin kanaması olan hasta
ların sağ kalım ve sakatlığı seyri üzerine vücut ısısı etkisi’ hakkında
çalışma yapmıştık. Bu çalışmayı yaptığımı öğrenen ve kendisinin
bilgisine güvendiğim, saygı duyduğum yoğun bakım dan sorumlu
hoca, sağduyusundan uzak şekilde, beni yoğun bakımın önünde
çok rezil edici bir şekilde haşlamıştı: ‘Bizim iznimiz olmadan, bu kli
niğin parçası da olsan, yoğun bakım hastalarının dosyaları üzerinde

106
SULTAN TAR.LACI 9

araştırma yapamazsın. Ya d a bizim adımızı da yazacaksın. Hastaları


lıiz takip ettik çünkü...’ diye. Çok kırılmıştım” dedi Saltı. “Hatta çok
çok kırılmıştım.”

“Boşver.” dedi arkadaşı. “Baksana onlarda kırılmaktan fazlası ol­


muş.”

"Aynı öğretim üyesinin Türkiye’de ilk kez, tarafımdan hazırlanan


Múltiple Skleroz web sayfasında kendi adı olmadığı için Ana Bilim
Dalı başkanına beni şikâyet etmişti.”

“Ne isimmiş.” dedi arkadaşı. “Ekleyiverseydin.”

Saltı gülerek: “Ekledim yahu.” dedi. “Aynı kişi ortak iş yapıyoruz d e ­


yip, eşek gibi çalıştırdığı ve istatistiklerini dahi yaptırdığı bir araştır­
maya adımı yazmak şöyle dursun, teşekkür bile etmedi yazıda. Biri
ile tam am en benim verilerini toplayıp, analiz edip Türkçe yazdığım
hlr makaleyi, sadece İngilizceye çevirdiği için kendini birinci isim
olarak yazmış, yanında d a başka bir hocayı ekleyip, araya benim
ndını sıkıştırmıştı.”

"Epey asiymişsin.” dedi gülerek. “Asi, dik başlı, kendi kendine işler
vapıy örm üşsün.”

"Bunlar olmazsa yeni fikirler, farklı bakış açıları nasıl doğabilirdi üni­
versitelerde? Bunlar olmadan, koyun sürüsünden nasıl ayrı kalına­
bilirdi.”

Il/ülmüştüm Saltı bunları arkadaşına anlatırken. Yine de önemli


<ilan aynı haksızlıkları öğrencilerine kendinin yapmıyor oluşuydu.

' «ınıfta yükselen gülme sesleri ve sohbeti kesmek için: “Evet! Önemli
lıir soru. Bu insanlar ne görüyor?” dedi.

ı'lne bir video açıyordu. Az önce konuşan yaşlı adamlardan yanın­


la kızı oturan şöyle anlatıyordu:

Sıı getiriyoruz mesela, suyu içecek, ‘İçinde hayvanlar var’ diyor."

107
1‘>/ Ci11N ’ BÖLÜM 1

Saltı: “Hayvan var diyor.” diye tekrarladı hastasının sözünü. “Ne


hayvanı?” dedi. “Mesela böcek, yılan, akrep?”

“Terliksi hayvandır.” dedi öğrencilerden biri. “Bu konuda dede haklı


hocam. Bizim sularda da var hayvanlar.”

Yaşlı adam: “Akrep var, böcek var, solucan var. Bazen pantolonun
fermuarının ucunun bir kurda dönüştüğünü, bacaklarımın üzerin
den dolaştığını ve daha sonra derisinden içeri girip bacaklarımda
uyuşma ve topuklarımda ağrı yaptığını hissediyorum.” dedi.

Sınıf, az önce plastik akrep görüp çığlık atan arkadaşına bakıp gü


lüyordu.

Yaşlı adam ın kızı:

“Tabakları mesela alıyor saatlerce yıkıyor Doktor Bey.”

Saltı: “Yıkıyor. N eden?”

Yaşlı adam: “Eee, pis o tabaklar!”

Saltı: “Pisler. Neden? Ne var?”

“Kurtlar var.”

“Kurt, nasıl kurt? Solucan gibi?”

“Evet. Her yerdeler. Yıkıyorum, yıkıyorum gene var.”

Saltı videoyu burada durdurup az önce akrep şakası yaptıkları öğ


renciye dönmüştü: “Bak ‘her yerdeler’ diyor. Her gün her yerde ak
rep, solucan gördüğünü düşünebiliyor m usun?”

“Düşünemiyorum hocam .” dedi kız. “Çok fena.”

Saltı: “Evet. Biraz empati, biraz em pati.” dedi elindeki kumandayı


projeksiyona doğru sallayarak. “Onları (hastaları kastederek) gerçek
anlam da anlamazsanız, gerçek anlam da doktor da olamazsınız.”

Öğrencilerden biri: “Hayvan görüyorlar yani hocam. Akrep, solu


can, yılan...”

I0H
SULTAN TARLACI 9

dece mi? Acaba? Bakalım.” Yeni bir videoya tıklıyordu.

defa başka bir hastaya Saltı, hayvan-böcek mi ne gördüğünü


iyor hasta şöyle cevap veriyordu:

lyır, böcekler yılanlar yok. İnsan olarak görüyorum genellikle.”

kın bu insan görüyorm uş.” dedi sınıfa dönüp.

ınlar m esela büyük insan boyunda mı?” diye hastaya soruyordu.

lyük ya büyük... ” diye tepki gösterdi yaşlı adam . “Normal in-


gibi. Nasıl sen beni görüyorsan, aynı o şekilde. Yemek yiyorlar,
üşüyorlar kendi aralarında ve çok canlı görünüyorlar. O kadar
lı ve gerçekler ki.”

• tane tip mi var böyle birden fazla mı var? Zenci var demiştin ya
ane?”

nci de var beyaz da var.”

din erkek?”

din da var erkek de. Aile gibi bir aradalar ve çocukları da var.
a elbise dolabının içinde yaşıyorlar.”

encilerden biri el kaldırmıştı:

>cam ‘Sen beni nasıl görüyorsan o şekil’ demiş. Yani resmen


ça görüyor.”

zıları açıkça görüyor bazılarında gölge şeklinde oluyor.” dedi


ı. “Norm alden daha canlı görmesi, gözüyle değil beyniyle gör-
a bir şey olduğunu da ima eder aslında.” Yeni bir video çalıştırdı.

: “Gölge gibi mi, ayrıntıları var mı? Kaşı, burnu, ağzı?”

lge gibi adam benim salonu boyuyor.” dedi hasta.

enciler: “Ohooo! Hocam salonu boyuyormuş elemanlar.”

de gelse bizim öğrenci evini temizlese.” dediler. “Boya istemu

I0‘)
9 i" ; (.u n • ^

w . Ujaşı^3' 1ylkasa yeter-"


I ]a|^SI1asyon 9 °ren başka bir hasta anlatıyordu:

“İlk g rdüğam aynadaydı. Aynanın içinde büyük çıplak insan gör­

müştü^-”
ur\ " dedi sınıf yeniden.
Uooo--
Biri yağa kalmış “Valla hocam am calar işi biliyor. Bunlar bizden
sağlıklı ev’n' boyatır, biri çıplak insan görür.”

Başk bir': lü tfe n dersi görsellerle destekleyelim.” dedi. “Nasıl çıp­


lak rmüŞ? Bayan mıymıŞ? Ben bu kısmı anlam adım hocam .”

Diğelefl alkışlayarak destek verdi: “Hocam az önce akrep görüp
kork n arkadaşımızda hastalarımızın yaşadığı dehşeti anladık. Biz­
zat den^yirn^e^,ere^t‘ § imdi ar^a daş soyunsun nasıl çıplak görünü-
„ hir bakalım.”
yormuş011
“Gerizekâl''” dedi kendinden bahsedilen kız öğrenci.

Sınıfkend*den

“Be soyunsam dehşet anlaşılmaz.” diye bağırdı oturduğu yerden.


“Se 5 ° ^ an ^a^ ım dehşeti.”
UzunS^1er^0^ öğrencilerden biri saçını önüne getirmiş jest ve mi­
miklerle ^ ın k e d i n i yapıyordu. Yanındaki öğrenci ona ayak uy­
dur i a k ^ n arkasıyla göğsünü kaldırır gibi yapıp “Geri zekalımı.”

dedi.
Saltı proj^s*yonun ses™ daha da yükselterek başka bir video açtı:
aş an(ja sizin gördüğünüz cam dan dışarı bakınca sanki birileri
ağ çlarınaltmcleı oyun oynuyor gibi.” diye anlatıyordu hasta. “Yani
ca dan ^ m ^ a^ınca tenekesinin önünde duran insanlar gö-

rüyoiunr1,
B |ıa bir videodeı başka bir hastaya soruyordu Saltı:

110
SULTAN TARLACI 9

dediğin yazlıkta mı oldu? Gece alt katta yatıyorsun öyle mi?”

/et, bizim ev dubleks.”

aha sonra?”

yuyorum mesela. Sonra uyandığımda bir bakıyorum etrafımda


anlar yatıyor.”

asıl insanlar yatıyor? Yerlerde mi? Yataklarda mı?”

ırk etmiyor... Yerde, yatak varsa yatağın üstünde.”

ağınık dağınık yatıyorlar öyle mi?”

je t”

iyinik çıplak? Erkek kadın?”

ıplak, elbiseli, yaşlı, genç... Hiç fark etmiyor. Görüyorum .”

aşka odada yattığınızda da aynı insanları mı görüyorsunuz?”

arklı insanlar.”

İti videoyu durdurdu. Kürsüye geçti.

arsanım gördüğünü söyleyen bir kişide hangi hastalıkları düşün-


îliyiz?” diye sordu. “Ya da hastalık mı düşünmeliyiz yoksa normal
demeliyiz? Yani sadece delilik durum u m udur?”

* akla gelen hastalıklı durum tabii şizofreni ya da halk arasındaki


lilik durum udur hocam .” diye cevapladı öğrencilerden biri.

İti öğrenciyi onaylar m ahiyetinde başını salladıktan sonra: “Deli


nak için ne gerekir ve dâhilikle deliliğin sınırı nerede kırılır?” dedi,
nra, “Neyse güzel soru am a buraya girmeyelim.” diye ekledi,
izofreni hastalarının neredeyse yarısı görmeyle ilgili varsanım
yaşarlar. Varsanım var ise hasta genellikle ağır hastadır. Görü
ı varsanımlar umumiyetle çok değişkendir am a birçoğu da ortak
/ler görür. Mesela, sıklık oranlarına göre söylüyorum, cin görme,
i kişileri, peygamber, şeytan, Tanrı’yı, ermiş, Atatürk’ü görme ya
197 G Ü N • BÖLÜM 1

da nadiren uzaylı görme şeklindedir. Bu varsanımların tipi kişinin


yetiştiği sosyal ve kültürel ortam la m uhtemelen sıkı ilişkidir. İç ve
Orta Anadolu’da yaşayan şizofreni hastaları Batı Anadolu’ya göre
iki kat daha sıklıkta cin ve peygam ber gördüklerini söylerler. Dinsel
öğeler veya eğilimlerin yoğun olduğu yerlerde, görsel varsanımlar
da dinsel temelli oluyor. Aslında bakarsanız, şizofreni hastaları ol­
mayanı görmekten çok, olmayan sesleri işitirler. Yani aslında şizof­
renler daha çok sesler duyarlar, neredeyse yüzde altmışı sesler işitir.
Tahmin edeceğiniz üzere bu sesler konuşm a sesi, kendi düşüncele­
rini yayınlayan sesler, emir veren sesler ve tehdit sesleri şeklindedir.
Bazıları görme varsanımı gibi cinlerin ve Tanrı’nm sesini işitirler. Tıp­
kı görme varsanımlarmdaki gibi ölülerin, peygamberlerin, şeytanın
sesini duyarlar.”

“Peki, hocam bu videosunu izlediğimiz, sizin hastalarınız ne düşü­


nüyor görüntüler hakkında?” diye sordu öğrencilerden biri. “Cin
mi, peri mi, şeytan mı? Hayal mi? Yoksa gerçekten olduğuna mı
inanıyorlar?”

Saltı: “Bunların pek çoğu gördüklerinin gerçek olduğuna inanıyordu.”


dedi. Yeniden tahtaya dönerek az önceki videoyu biraz ileri sardı:

“Geçenlerde evin girişinde iki bayan gördüm. Üstlerine ince bir şey
giymişler. Elbiselerin orada.” diyordu hasta.

“Antrede?” diye duyduğunu teyit ettirmek isteyen bir ses tonuyln


sormuştu Saltı. “Elbiseleri mi insan zannettiniz, yani elbiseleri insan
zannettiğinizi mi anladınız, yoksa bir insan mı gördünüz?”

“Hayır, bir insan gördüm askılı elbise giymişti.”

“Yani elbiselere bakıp bir yanılsama olduysa?

Hasta: “Yo yo yo değil! Asla değil.” dedi.

Başka bir video açtı.

“Her yerde am a ben hayal görmüyorum onlar var.” diyordu hastn


SULTAN TAR1ACI 9

Stiltı: “Onlar var diyorsun am a senden başkası görmüyor?”

"(»örmüyorlar am a ben hayal görmüyorum. Onlar gerçekten ora-


.U ar.”

"Ilım...”

hoşka videoda yine hastaya soruyordu:

‘ Ne düşünüyorsun peki bunlar hakkında? Ne bunlar? Kim? Cin mi,


peri mi mesela?

"Cin peri değil.”

"Değil, hım m m .”

Öğrencilerden biri:

"I locam, size karşı yani sizin inanmayacağınızı düşünüp ‘Hayır, cin
ıleğil.’ demiş am a gerçekte cin-şeytan olduğunu düşünm üş olabilir.”

Snltı: “Olabiliri bilmiyoruz.” dedi. “Hastalar, doktora karşı her za-


ınnn samimi olmayabilir.”

Arka sıralardan bir öğrenci sesini duyurm ak için yüksek sesle soru­
yordu: “Hocam, mesela bu kişiler yani hastalarınız, gördüklerinin
gurçek olduğuna inanıyor. Öyleyse gördüklerine dokunabiliyorlar
mı? Yani dokunm ayı denemişler mi? Çünkü eğer dokunabiliyorlarsa
onları yanıltan sadece gözleri değil?”

Snltı uzaklardan gelen bu soruyu çocuğu taklit eder şekilde sesini


ıluyurmaya çalışır gibi yine bağırarak cevapladı: “Eveeet! Duyabili­
yorum sesini. Neyse ki sınıf olduğundan büyük değil. Yoksa eminim
ılnha uzak bir köşeye otururdun. Sen de beni duyabiliyor musun?
Vlmdi sorunun cevabını alabileceğimiz bir video açıyorum.” Sınıf
gülüyordu. Soruyu soran öğrenci de güldü ve ön yerlerde boş olan
lılr yere geçip oturdu.

Snltı bir video çalıştırdı. Yine bir hastasına soruyordu: “Genel olarak
»lynmksın ve onlarla uğraşıyorsun. Peki, sen onlarla uğraşırken m e­

113
9 197 G Ü N • BÖLÜM 1

sela onlara vurunca onlar ne yapıyor?

“Korkuyorlar, yanıyorlar.”

“Yanıyorlar?”

“Evet, alev alev yanıyorlar.”

“Alev alev yanıyorlar, sen görüyorsun?”

“Evet.”

“Acı çekiyor, bağırıyor, ağlıyorlar mı?”

“Bağırmıyor da çırpınıyor.”

“Hım.”

Arka sıradan öne gelmiş öğrenci soruyordu:

“Hocam onlarla konuşuyorlar mı? Az önce şizofreni hastaları bazı


sesler duyabilir demiştiniz?”

Saltı: “Psikiyatri derslerinden bilirsiniz şizofreni hastalarında sadece


varsanım değil, delüzyon dediğimiz saplantılar da olur. Bu saplantı­
lar aslında çok çeşitlilik gösteriyor. Mesela aklının okunduğu ki bu iç
Anadolu’daki hastalarımızda daha sıktır. Kendine kötülük yapılacağı
veya zehirleneceği hissi, düşüncelerinin yayıldığı ve herkese ulaştığı
hissi, başkalarının kendi düşüncelerini uzaktan etkilediği hissi...”

Yeniden projeksiyona döndü.

Hasta: “Pencereden giriyorlar. Koskoca camı kaldırıyorlar evin içine


giriyorlar.”

“Sonra?”

“Parmağını oynatıyor klima ikiye bölünüyor.”

“Klimayı düşürüyor kırıyor?”

“Hayır, klima düşmüyor havada dönüyor.”

Saltı: “Nasıl? Parmağını oynatıyor ve klima havada dönüyor?”

114
SULTAN TARLACI 9

)i, biz böyle şeyler izlemek için sinem aya gidiyoruz adam lar üç
¿utlu bedava izliyor.” dedi öğrencilerden biri. “Yine de şikâyet
yor y a.”

önce akrepten korkan kız öğrenci: “insanlarla dalga geçmeyin


nam mı!” diye uyardı.

defa yine az önce kızın taklidini yapan uzun saçlı erkek öğrenci
ıe kızı taklit eder şekilde yanındaki arkadaşına vurdu. Öteki “Vur-
ı tam am mı!” diyerek taklide karşılık veriyordu.

İti: “Peki, mesela gece görüyorsun klimayı kırdı. Sabah bakıyor-


n klima sapasağlam ?”

ısta: “S abah aynen sapasağlam yerine koyuyor. O pencereyi çıka-


or mesela başkası d a tam ir ediyor.”

aşkası tamir ediyor, yani birileri bozuyor birileri yapıyor.”

vet, birileri yapıyor.”

nladım.”

nıftan gülüşmeler duyuldu. “Biri kırıyor öteki yapıyor.” diyordu


¡renciler.

iadece görüntüyü mü görüyorsun yoksa bunlar konuşuyor mu?


ına bir şey söylüyorlar mı?” diye soruyordu Saltı hastanın birine.

fayır hayır benimle konuşmuyorlar. Onları görüyorum böyle,


mdi başlarına.” diye cevapladı hasta.

-Iım seninle ilgilenmiyorlar yani.”

■layır hayır asla. Saldırmak yok. Ama görüyorum, korkuyorum,


imde bir korku...”

altı yeni bir video açmış ve sınıfın arka tarafına doğru yürümeye
ışlamıştı. H asta şöyle diyordu:

Şakıyor.”

115
197 G Ü N ’ BÖLÜM 1

Saltı: “Seni görüyor m u?”

“Görüyor, görüyor konuştuk bile...”

“Konuştunuz?”

“Evet.”

“Ne konuştunuz?”

“O na didim ki misafir bir kalır iki kalır. Bu ne böyle günlerdir? Gidin


gari ben istemiyom sizi didim .”

“Hım o ne dedi?”

“Kardeşiz kardeş dedi.”

“Sana zarar veriyorlar mı? Gece üstüne atlama, boğma, tecavüz


etm e?” Bunu sorarken hastaların bazen bu tür utanç verici varsa-
nımları sakladıklarını düşünmüştü. Özellikle de yanlarında doktor
dışında bir yakınları var ise. D aha geçen yıl, beş yıldır takip ettiği
hastasının, sabahları ve uyku sırasında daha sık ortaya çıkan, utanç
veren ve şaşırtan bir şekilde dört adam ın kendisiyle konuştuğunu
ve birinin ‘Sana tecavüz edeceğiz’ dediğini anlattığını hatırladı. Yaşlı
hasta bu sıkıntı ile neredeyse iki yıl yaşamıştı ve doktora konuyu
açmamıştı. Onları görmüyor olsa da iki adam ın onu tuttuğunu, onu
tecavüz ettiklerini ve içlerinden birinin penisini ısırdığını hissettiği
ni söylüyordu. Bu hislerin ağrılı olduğunu ve büyük bir rahatsızlık
hissettiğini de söylüyordu. Genellikle bunlara iç görüsü oluyor vı-
bunların m uhtemelen varsanım olduğunu biliyordu ancak çok canlı
ve rahatsız edici olduklarından bu adamlarla sıkça mücadele ediyor
du. Tecavüzün geceleri hatta uyurken bile devam ettiğini söylemişti
çünkü uykuda mı uyanık mı olduğunu karıştırıyordu. Kızı bunları
duyunca şaşırmıştı. Geceleri babasının nedensiz çığlık atm a ve bo
ğuşmalarının anlamını epey geç öğrenmişti.

“Hayır. Hiç hiç hiç bana zararları yok.”

“Hım. Yani onlar orada kendi halinde uğraşıyor.”


SULTAN TARLACI 9

rada kendi halinde eşyalarla uğraşıyorlar.”

rencilerden biri:

ocam hastalar hep yaşlı. Yaş grubu hep 70-90 arası galiba.”

jet, bu k onuda yaşlı kişilerde olan Lewy cisimcikli bunam ada


m e varsanımları çok sıktır.” dedi Saltı. “Hastaların beşte birinde
ıtlaka vardır. Nesneleri hareket edermiş gibi görme, evin içinde
jayan aileler ve insanlar görmeye kadar geniş bir yelpazede görsel
fitlilik olabilir. Bu hastalar olmayan bir şeyi gördüklerini bilirler ve
ndan rahatsızlık duyarlar. Yani şizofren hastaları gibi görüntüleri
ıiplenmezler. Bu önemli bir ipucudur arkadaşlar. Böyle bir has-
liz var ise yüzde seksen beş Alzheimer değil Lewy bunam asıdır.”

an düşündü:

iğer nadir karşılaşılan bir neden Charles-Bonnet sendrom udur.”


di. “Bu durum görme bozukluğu veya eksikliğinden kaynaklanır.
>z tansiyonu, maküler dejenerasyon, katarak gibi nedenlerle gör-
: azalınca veya kaybolunca yerine varsanımlar girer. Bu kişiler
lellikle ileri yaşta olduğundan ve bunam aları da olabileceğinden
>i üst üste oturur. Hele bir-de yalnız yaşıyorlar ise ortalık sanal
rsel kâbusa dönebilir. Hayvanlar, yüzler, nesneler. Üstelik bunları
kat çekici derecede çok net ve detaylı görürler. Gerçekten daha
•çek ayrıntılarla.”

rsüden sınıfın arkasına doğru yavaş yavaş yürüyordu.

aşta da söyledim sara atakları da beyinde elektrik kaçakları yapıp


rsel varsanımlar gösterebilir kişiye. Çoğu zam an basit, ani çakma-
flaşlar ve renkli lekeler şeklindedirler. Ancak elektrik kaçağının
rme beyin kabuğunun merkezinin dışına yayılması ile daha zen-
ı içerikli görüntüler algılarlar. Bu konuda nörologlar ile psikiyat-
ler anlaşam asa da, sara hastalığına bağlı karmaşık varsanımlar
rülebilir. Kelebekler, uçan bebek yüzleri gibi. Ve migren toplum-
çok sık, neredeyse dört kişiden birinde var. Bu kişilerin de üçte

117
9 l ‘>7 C.ÜN • BÖLÜM 1

birinde ağrıdan önce görüntüler görülür. Görme, alnının ortasında


başlayan tek yanlı, renksiz bir zig zag ile başlar ve büyüyerek kenara
doğru ilerler genellikle. 15-60 dakika sürer ve sıklıkla ardından karşı
baş yarısında baş ağrısı başlar. Renkli görüntüler görenler de olabilir.
Migren kom asında ve felçli migren durum unda epey renkli ve hare­
ketli varsanımlar olabilir. Son olarak beyin dam ar tıkanıklıklarında
da renkli, içinde kişilerin olduğu bir film senaryosu gibi varsanım-
lar görülür. Hatta görüntüler, dam ar tıkanması olm adan bir iki gün
önce başlar, dam ar tıkanması olduktan bir hafta sonraya kadar film
oynam aya devam eder. Ataklar şeklindedir ve her görüntü fragmanı
beş dakika kadar sürebileceği gibi kısa metrajlı film gibi bir saat de
sürebilir. Hastalar bu görüntülerin farkındadırlar ve bu görüntüleri
ilginç veya eğlendirici bulurlar. LSD, ektazi gibi bazı ilaçlar da varsa-
nım görmeye neden olur.”

Kız öğrencilerden biri: “Hocam, bir de saplantılı âşık olma hissi var
ki bu, hastaların yüzde altısında görülür.” dedi gülümseyerek.

Saltı: “Evet, doğru.” diye onayladı. “Bu kişilerde mistik saplantılar


da vardır. Mesela ölüp yeniden hem en ardından dirileceği, dünya­
nın sonunun geldiği ve dünyanın yok olacağı gibi. Her durum da
içinizdeki birinde bu tür hisler var ise önce bir psikiyatriste uğrasın,
durum u düzelmez ise sonra gene bir psikiyatriste uğrasın bence.”

Aynı saatlerde Federico, Nilgün H anım ’m odasından ayrılırken bu


zavallı kadının bir psikiyatriste uğraması gerektiğini düşünüyor ol­
malıydı.

I IH
“N için d u yu la r dışı algıyı psikolojik bir gerçek olarak
kabul etm iyoruz? Bu ko n u d a bizi inandıracak kadar
yeterli ka n ıt ileri sü r ü lm ü ş tü r”
D onald Hebby 1951
Dr. Saltı p a yla ştı , 173 gün önce

13. G ü n

Çünkü devamlı, gördüğü en küçük olayda bile aşırıya kaçan tepki­


lerle “Sonra ne olacak?” diye sorduktan sonra cevabını yine kendi
verir, uzun uzun anlatm aya başlar, sözlerinin sonunu -nasıl yapar
bilinmez am a- muhakkak muhtemel bir kötü olaya bağlardı. En
basitinden yeni aldığınız kıyafeti ona göstermeye kalksanız, bunu
aldın, giyeceksin am a sonra ne olacak diye başladıktan sonra fazla
pamuklu değilse naylon karışık kıyafetlerin teri emmediğinden, o
terin sırtında soğuduktan sonra üşüteceğinden, sen üşütürsen sana
kim bakacağından, o yaşlı haliyle onun bakmasını mı beklediğinden
onun kendine bakacak hali olmadığından senin onu hiç mi düşün­
mediğinden yakınır; yüzde yüz pamuklu olsa bu tür kıyafetlerin en
düşük derecede bile çekip küçüleceğinden, sonra ne olacağından,
aynı kıyafeti yeniden mi alacağını m erak ettiğinden yoksa bu kıya­
feti bir kez giymek için mi aldığından; kum aşında eleştirecek yön
bulamazsa şekline takılırdı.

Farz-ı misal çok açık olduğundan, o yaşta artık o kadar açık giyin­
memen gerektiğinden, giyersen tanıdıklardan biri bir laf etse, o da
eşinin kulağına gitse onun ne kadar kızacağını bilmiyormuş gibi ne­
den böyle davrandığından yakınmalarına devam ederdi. İkiniz kav­
1'>7c; ü n • b ö l ü m ı

ga edince barıştırmak için onun ne kadar uğraştığını sanki bilmedi­


ğinden, evde böyle tatsızlıkların ortamı nasıl soğuttuğunu, senin bu
yaşta bu yaşlı kadını üzmeye hiç mi utanm adığından dem vururdu.
Kıyafet kapalı olsa neden bu kadar kapalı giydiğinden, o yaşta o bile
o kadar kapanm adığından, diğer kadınları hiç mi görmediğinden,
kendine bakıp biraz çekici bir şeyler giymezse eşinin başka kadınlara
bakm aya hakkı olup olmadığını kendisinin söylemesinden, eşi baş­
kalarına bakacak olursa işin ayrılığa gelip varm asından hiç mi kork­
madığından, onlar ayrılırsa bu yaşlı kadının ne kadar üzüleceğini hiç
mi düşünmediğini sorardı. Kıyafetin hem kumaşı hem açıklık-kapa-
lılık ölçüsü iyi olsa, evet güzel olabilir am a şimdi bunun ne gereği
olduğunu anlamadığından, her aklına esişte alışveriş yaparsa bunun
önüne nasıl geçileceğinden, eski zam anlarda yaşamış olmadığın için
böyle davrandığından, yaşasaydın elindekinin kıymetini bileceğin­
den am a yine de öğrenm en gerektiğinden, dünyanın halinin belli
olmayacağından, muhtemel savaşların kapıda beklediğinden, bir
dilim ekmeğe her an m uhtaç olunabileceğinden bahseder dururdu.

Hakikaten merak ettiğini eklerdi. Bir savaş çıkacak olsa bu yaşlı ka­
dının halini hiç mi düşünmem ekteydin? Ancak Safiye Hanım bir kı­
yafetten yola çıkarak dünyada savaş çıkarır ve sonunda yine kimse
değil, kendi mağdur olurdu. Beyni hayatta her zam an üç şekilde ça­
lışırdı: Sonrasını düşünmek, hep olumsuzlukları düşünmek, o olum ­
suzluklardan kendini korumak. Hayatı boyunca bu şekilde yaşamış
bir kadının mantık yürütmediği zam anlarda bile beyninin “Sonra ne
olacak?” şeklinde çalışması normaldir.

Kapı çaldığında öğleden sonra saat ikiye yaklaşıyordu.

“Açın kapıyı, açın!” diye bağırdı oturduğu yerden. Nasıl d a bağırtı­


yorlardı şu yaşlı kadını. Bağıra bağıra ses telleri incinse nasıl acıya-
caktı boğazı hiç düşünmüyorlar mıydı? İlla söyletmeleri mi lazımdı.
Zili duymuyorlar mıydı? “Ben size söylememiş miydim? Geldi işte.”
dedi ağzının içinde.
SULTAN TARLACI 9

rada onun ağzından duym aya alışık olduğumuz iki şey vardır:
incisi yerinden hiç kalkm adan etrafa savurduğu direktifler (açın
Diyı gibi); diğeri “Ben size söylememiş miydim?” sözüdür. O, mu-
kkak her şeyi “önceden” söylemiş olur, bunu da “sonradan” her
fasında hatırlatırdı. Hayatın hiçbir koşuşturmasında rol alm adan,
köşede oturup sürekli izleyici pozisyonunda, bir sonraki sahneye
ir tahminler yürütenler çok defa haklı çıkar. Bu nedenle oturdu-
yerden kalkmayan Safiye H anım ’ın hem en her konuda özellik-
‘gelecek” konusunda haklı çıkmasını aynı sebebe bağlarım ben.
rm al insanların koşuşturma anında durup düşünecek ve bu tür
i “zihinsel” faaliyetlerle uğraşacak zamanları yoktur. Onlar önleri-
gelen sahneyi bir an önce oynamakla görevlidir.

onun gibiler? Canı tatlı ve yapacak hiçbir işi olmayan seksenini


yirmiş bu kadın? Belki hayatta en büyük ve aslında tek sıkıntı-
ıenüz olmamış am a ya olursa diye düşündüğü şeylerin başına
me korkusudur. Bu nedenle yerinden kalkmadığı kanepesinde
çatlasın oradan düşmek veya küçük parm ağını kanepenin bir
şeşine sürtmek kadar olabilecek bir tehlike için bile sürekli tetikte
rur, olmaması için elinden gelen tek şeyi, duayı, hem en her da-
a etmese de -aslına bakarsanız ibadetlerle de hiç işi olmaz- ne
nan kandillerde, arifelerde, mahalleye bir hoca hanım kız gelse
sohbet edip birkaç sure okusa o tür m ekânlarda, mevlitlerde,
gramlarda, Cum a günlerinde yani bulduğu herhangi bir dua or­
u n d a Tanrı’nın kendisine uzun öm ür vermesi, ağır hastalıklar, bü-
< felaketlerden koruması, umulmadık dertler, m addi zorluklar, en
siti iç sıkıntısı, hatta eline batacak dikenden dahi sakınması, bu-
n yanında hayal edilemeyen güzellikler, m addî m anevî ferahlık-
mutluluklar bahşetmesi, lütuflarının hem bu dünyada hem öbür
nyada olması, gelmiş geçmiş, büyük küçük, bildiği bilmediği tüm
nahlarını affetmesi hususunda sıklıkla yakarırdı.

esnada zaten hiçbir günahı olmadığı aklına gelirdi. Bunu dillen­


ecek olursa saygısız biri çıkar da “Evet am a Safiye Hanım seksen

121
' D 7 C İÜ N ’ BÖLÜM 1

yaşını aştın hiç ibadet etmedin. Namaz kılmadın, Kur’ an okumadın.


Ömrünü televizyon karşısında geçirdin, son zam anlarda bir de in­
ternete dadandın.” dem ek gibi bir edepsizlik yapacak olursa, Safiye
H anım ’ın da cevabı hazırdı. Ana fikrinde yapılan ibadetin değil, ahi-
rette Allah’ın m erhametinin geçerli olduğunu içeren dinî hikâyeler
anlatır, kişilerin önü sonu Allah’ın merhametiyle kurtulacağını söy­
lerdi. Öyle ya canım. Allah ona neden m erham et etmeyecekti? Ne
yapmıştı şu yaşına kadar? Hırsızlık yapmış mıydı? Adam öldürmüş
müydü? Zina etmiş miydi? Allah elbette ki ona cenneti bahşedecek­
ti. Ara sıra bazı kehanetlerde bulunm aktan başkaca suçu var mıydı?
E o kadar günah da her kulda olurdu. O da olmasa Allah onu insan
değil melek yaratırdı öyle değil miydi? Üstelik gözünün önüne gelen
görüntüleri de Allah göstermiyor muydu?

Bu kehanetlerden birini dillendirirken oturduğu kanepenin ucuna


iyice, anlatacağı şeyler için iştahlıca gelir kalın camlı gözlüklerini kar­
şıya dimdik diker “İşte böylece bir an gözümün önüne gelip gidiver­
di.” diye anlatırdı. Hayır hayır bu görüntüler asla uyurken gelmezdi.
Uyanıkken gördüğünü mutlaka belirtirdi. Öyle uzun da sürmezdi.
Televizyon mu sanıyordu dinleyenler onu? Bir anda olup biterdi.
Kuş gördüm de haber alacağıma geliyor denir miydi hiç. Rüya mı
sandınızdı siz bunu? Kuş görmüşse kuş görmüştü.

Bir de Safiye H anım ’ın rüyaları çıkar derler de Safiye Hanım anla­
tamazdı, “Buna rüya denmez. Uyanıkken görüyorum ne rüyası?”
diye. Uyanıkken görülenle uyurken görülen birbirinden farklıydı.
Görm eyen ne bilecekti. Hadi canım oradandı. Dinleyenler ona dik­
katlice bakardı. Çoktan tım arhaneye yatırılması gerekirdi hem de
olaya neresinden bakılırsa bakılsın. Söyledikleri hayalse (bir kısmı
için evet) bu kadının kesinlikle tedavisi şarttı. Eğer değilse (bir kısmı
için hayır) her şeyi bilen bu kadından kurtulmak lazımdı. Yok, canım
latifeydi elbette -kimse onu tım arhane köşelerinde atacak değildi-
am a Safiye H anım ’la da yaşam ak çok zordu. Bu bir gerçekti. Tut
ki dayanam ayıp onu hastaneye yatırsalar onları eleştirecek olanlar
SULTAN TARLACI 9

bıçağın kemiğe dayandığı raddeden ne kadar haberdar olabilirlerdi


ki? En basiti, akşam yemeklerinden sonraki oturm alar çoğu zaman
diken üstünde geçerdi. O akşamın en tedirgini o günlerde ailede en
gizli saklı zararlı işler yapan olurdu. Bu, gününe ve zam anına göre
değişirdi.

Aile bireylerinin tek dayanak noktası kendinden başka gizli işleri


olan başka bir aile bireyinin olması ihtimaliydi. Herkes bu umutla
gizliden saklıya ara ara birbirine bakar, yalnız bu konuda hiç konuş­
mazdı. Sonra yine ara ara belli etm emeye çalışarak -elbette onun
seçtiği kanalda- televizyona bakan Safiye H anım ’a bakarlar, Safiye
Hanım bu bakışlardan haberi olduğu halde kötü bir oyunculukla
haberi yokmuş gibi davranır, suratında belli belirsiz dolaşan alay ifa­
desi aile bireylerini felç etmeye yeterdi. Bir süre sonra Safiye Hanım
ailede seçtiği birinden “Bana bir su getiriver.” der -bu kişi ailenin
en küçüğünden en büyük oğluna kadar herkesi kapsar- ve herkesin
içinde bir şüphe bırakırdı. “Acaba Safiye Hanım o gün su istediği
kişinin mi özel hayatına bakmıştı?” Suyu içtikten sonra yanı başında
dikilmekte olan görevlinin eline boş bardağı bırakırken takındığı su­
rat ifadesine kadar bakılırdı. Sinirli mi verecekti, yoksa yum uşak bir
ifadeyle mi? Ah gördüklerine tam am en hayal deyip geçebilselerdi.

Yalnız burun aksini ispat için ailede herkesin pek çok kez şahit oldu­
ğu olaylar vardı. Çok yakınlarda yaşanmış bir olay, akrabalarından
birinin ona haber verm eden uzunca boylu bir subaya kızı nişanla-
masıydı. Safiye H anım ’ın yine özel bilgileri ortaya dökmesiyle yıllar
önce Safiçe H anım ’a küsmüş ve tüm görüşmeleri kesmiş akrabasını
Safiye Hanım nişandan bir saat sonra bizzat arayıp tebrik edivermiş-
ti de tüm îülale ‘Kim haber verdi ona?’ diye birbirlerine düşmüştü.
Safiye Harım bu tür durum larda gelinlerinden birinden bir fincan
keyif kahvzsi isterdi. Bu tür durum larda ona gıpta edenler olurdu;
yalnız köti olaylar gördüğünde kısa süreli depresyonlara girer, ne­
den diğer nsanlar gibi olmadığına üzülürdü.

123
> l'V C İU N ■ BÖLÜM 1

Onu son zam anlarda en çok üzen pek sevdiği çocukluk arkadaşı
ahretliğinin karşıdan karşıya geçerken trafik kazasında ölüşünü gör­
mek olmuştu. Evet, bu görüsü de çıkmıştı, hem de hem en o gün.
(Allah kendini öyle felaketlerden saklasındı.) Bu olayın gerçekleşti­
ğini öğrenir öğrenmez en yakın camiye gidip Allah’ın kendini benzer
felaketlerden esirgemesi için nam azdan çıkan cami cemaatine güllü
lokum dağıtıp birkaç çocuğa sadaka vermekten arkadaşının cenaze­
sine katılamamıştı. Az sadaka çok bela savardı. Safiye Hanım bu sö­
zün aslını her zaman çok bela savmak için sadaka miktarını oldukça
az tutmak olarak anlamıştı. Bu nedenle onun sadakaya ayırdığı büt­
çe hiçbir zam an bir kutu güllü lokum ve üç beş kuruş paradan öteye
geçmezdi. Çok sadaka verse çok bela savmayacağından korkardı.
İşin aslına bakılacak olursa bu denli saf bir insandı. Asla kötü değildi.
Kimseye kırıcı bir laf d a etmezdi ve insanlar arasında ara bozuculuk
d a yapmazdı. Pek çok yaşlıda olan yemek seçme huyu dahi yoktu.
Safiye H anım ’la yaşamak zor değildi. Değildi de gizli saklı, özelinin
olmadığı bir ortam da yaşamaktı. İnsanı kanser ederdi.

Ben mi? Geliniydim. Safiye Hanım kayınvalidemdir. Bu kadın daha


bizi de öldürür demiştim de kimse inanmamıştı. Kimler gitti ondan
önce. Yaşıtları zaten çoktan öldü am a kendinden de küçük de kim­
leri gönderdi. Ben mesela. Gelinlerinin ortancasıydım. Yüksek tan­
siyonum çıktı ne olduğumu anlayam adan gözümü bir açtım, ölmü­
şüm.' Kısacası boşuna beklerler onun ölümünü. Seksen üç yaşında
taş gibi. Ne ölür ne sürünür daha.

Herhangi bir hastalığı da yok. Geçenlerde sırtında olan bir ağrıdan


doktora gitmişti. Bugün de sabahtan beri “doktor gelecek” sözünü
ağzına dolamış, az önce çalan kapıyla heyecana kapılmıştı.

“İyi günler!” dedi kapıdaki adam . “Rahatsız ettiğim için kusura bak­
mayın. Ben, Dr. Saltı. Safiye H anım ’ın evi mi?”

Bu doktoru daha önce hiç görmemiştim. “Evet.” dedi küçük gelin


kapıda doktora yol gösterirken: “Annem sizi bekliyor.”

12-1
SULTAN TARLACI 9

)oktor gülümseyip eşikten adımını atıyordu ki bir an durup: “Beni


T İ ? ” dedi. “N eden?” “Bilmem. N eden gelmiştiniz?”

Ben, ziyaretine gelmiştim. Haberi var mıydı?”

Vardır, vardır.” dedi küçük gelin “Muhtemelen” anlam ında bir du-
arsızlıkla doktorun önüne terlik çevirirken. Doktor “Öyle mi?” an-
ımına gelen bir bakışla kaşlarını kaldırdı. Gösterilen odaya doğru
ürürken açık kapıdan Safiye H anım ’ın sırtı açık kanepeye uzanmış
alini gördü. Selam verm eden önce şaşkınlıkla:

Hayırdır? Rahatsız mısınız?”

\h h h ...” diye inliyordu Safiye Hanım. “Yok yok.” dedi. “Hiçbir şe-
im yok.” Bu onun halini hatırını soranlara karşı tutunduğu tavırdı,
alinden hiçbir şeyim yok diyerek sanki nazlanmıyor izlenimi oluş-
ırur, hal ve hareketleriyle dünyanın en ağır ağrısını çekiyormuş gibi
apardı. Mesela şu anda, doktor zile basm adan önce demir gibi sağ­
ım kanepesinde oturup evlendirme programmdakilerin geleceğine
air tahminler yürütürken zil çalınmasıyla dünyanın en ağır hastası
luvermişti.

Kremimin sürülme saati geldi d e.” diye devam etti. “Sen geleceksin
iye biraz bekledim, sürdürm edim geline.”

Geleceğimi nereden biliyordunuz?” diye sordu doktor. Safiye Ha-


ım küçük geline yattığı yerden krem poşetini getirmesini işaret
dip: “Esas sen benim evimi nereden buldun?” dedi doktora.

Sen önce sorum a cevap ver bakalım .” dedi doktor kararlılıkla.


Nereden biliyordun geleceğimi?”

Bunların kapaklarını da nasıl yapıyorlar böyle sımsıkı.” dedi Safiye


[anım doktorun dediklerini duym azdan gelerek. “Açamadım ki.”

doktor, yaşlı kadının elindekinden vazgeçip kendi sorusuna cevap


ermesi için kremi elinden alıp kapağını açıverdi: “Evet, soru sor-
um.

125
I ‘>7 CÎÜN ’ B Ö LÜ M İ

“Neden oldu bu sırtım böyle bilmiyorum.” dedi Safiye Hanım.


“Oysa soğukta da durmadım, onu incitecek bir hareket de yapm a­
dım. Sor geline işte. Hiç yerim den kalkar mıyım?”

“Belki de hiç yerinden kalkmadığın için olmuştur.” dedi doktor.


“Hareket etm en gerek.”

Hareket etmek mi? Safiye Hanım?

Uyumak, televizyon izlemek, yemek yemek ve oturmak. Yaptığı tek


iş budur. Yaşlanınca oldu zannetmeyin. Gençliğinde de böyleydi.
On üç yaşında evlenip beş erkek evladını arka arkaya doğurmuş,
sonra da onların her biri on sekiz yaşlarına gelince evlendirip her ge­
lini sırasıyla yanına almış. Böylelikle “Ben artık kayınvalide oldum .”
dediği otuz beş yaşından beri oturuyor. Eskiden hiç olmazsa ayağa
kalkıp hareket niyetine namaz kılarmış am a otuz beş yaşından son­
ra “Ben artık kâmil biriyim eğilip kalkmak zor.” diyerek oturduğu
yerden hafif eğilerek kıldığı namazlarını artık iyice güçten kuvvetten
düştüm, yaşlandım dediği elli yaşında tam am en boşlamış. Bu şekil­
de hiç yerinden kalkmaması bacaklarını bildiğiniz meşe kütüğü gibi
yaptı. Otura otura yerinden kalkamaz hale geldi. Yine de gitmek
istediği yere gider, kimse engel olamaz.

Öyle zannediyorum, bu doktoru da geçenlerde gittiği hastane­


de bulmuştu. Yalnız doktora “Evi nereden buldun?” doktorun da
“Geleceğimi nereden bildin?” diye sorduğuna bakılırsa yine Safiye
Hanım ’m bir işler çevirdiği muhakkaktı. Belki de doktora gitmiş şu
olağanüstü yeteneğinden bahsetmişti ki bahsetmediği kimse yoktu.

Yaşadığım dönem de oturduğu kanepenin arkasındaki pencereyi


açıp yolun karşısındaki konteynırı çöp kam yonuna indiren temizlik
işçilerinden birine seslenerek anlattığı bir “görü”süne şahit olmuş
tum. O ndan sonra ölene kadar hiçbir şeye şaşırmadım. Bir süre
sonra bu alışkanlığı ve söylediklerinin çıkmasıyla ev neredeyse biı
çeşit tılsımlarla anılmaya başlanmış, her gün sanki türbe gibi onlarc.
ziyaretçisi olmuştu. Gelenler ilk başta misafirmiş gibi ağırlanmış arrv
SULTAN TARLACI 9

daha sonra ziyaretçilerin artmasıyla o zamanlar yaşayan rahmetli


kaym babam ın dükkânda kulağına gitmişti. Bir hışımla işten çıkıp
gelmiş, evi yıkarcasına “Sen bizim adımızı sahtekâra, şarlatana, cin­
ciye, büyücüye mi çıkaracaksın be kadın!” diyerek Safiye H anım ’a
bağırmış, misafirleri de kovmuştu. Fakat yine de çocuğunun üni­
versiteyi kazanıp kazanam ayacağına, evlenip evlenemeyeceğine,
çocuğu olup olmayacağına, iş bulup bulam ayacağına bir bakıver-
mesi için Safiye H anım ’m kapısı kapanmaz olunca çareyi o şehirden
taşınmakta bulmuştuk. Taşınma boyunca bir kalem dahi taşımaya
yardım etmemiş Safiye Hanım, yeni eve ilk önce kendi kanepesini
koydurup üzerine çıkmış, ne kadar yorulduğundan ve yıprandığın­
dan dem vurarak ölmesi için eşine olmadık beddualar etmişti.

Onun bedduasından denem ez am a bu olaydan kısa süre sonra rah­


metli ölünce ne ağlamıştı Safiye Hanım. Çok severdi eşini. O üzün­
tüyle bir ay kadar kimsenin özel hayatına bile “bakam adı” da yine de
eşinin kırkı çıkana kadar bekleyemedi. Otuz beşinci gününde miydi
bilmem, bir yandan oturduğu -hiç kalkmadığı- kanepesinde eşinin
ölümüne gözünden yaşlar sicim gibi süzülürken, iniltisinin arasında
“Mekânı cennet efendinin cenazesine gelen Gül Peri H anım ’ın oğlu
da ne kadar büyümüş, evlilik çağına gelmiş.” şeklinde giriş yaptık­
tan sonra “Bizim Topal Şeym a’nm kızına mı göz koymuş, bilmem.”
deyivermişti. Aman bu o kadar önemli bir iddiadır ki, anlatsam ben
İşin içinden çıkamam. Size şu kadarını söyleyeyim, Gül Peri Hanım
İle Topal Şeym a gençliklerinde aynı kişiye âşık olup Topal Şeym a
kapmıştı adamı. Kapmıştı kapm asına da kocası da evliliklerinin ilk
yıllarında Gül Peri’yle az kırıştırmamıştı. Eski hasım bunlar. Mümkün
değildi dünür olmaları.

Hepimiz şaşırmıştık da Safiye Hanım bu haberi verince bir kişi de


devamını soramamıştı; rahmetli kayın babam ın daha kırkı çıkma­
dan onun bunun hakkında böyle konuşmanın doğru olmayacağını
düşündüğü için. Neyse ki içimizden biri bu konuda soru sorulmasa
da konuya dair en ufak bir şey söylense Safiye H anım ’ın ağzının

127
r>7 (.¡UN ' B Ö LÜ M İ

açılacağını anlayıp: “Hayat... Belli mi olur. Birileri ölürken birileri


doğar, birileri de evlenir işte.” demişti. Diğerleri ‘Ya öyle öyle...’ diye
destek vermiş, Safiye Hanım da “Öyle öyle. Topal Şeym a’nın kızı­
nın da onda mı gözü var bilmem. Aralarında da bir şey olmuşsa.
Allah bilir... ” demesiyle biz nefeslerimizi tutmuşken; “Oğlan da kızı
kaçıracak mı bilmem.” diye ağzının içinde ıslanmayan baklayı so­
nunda çıkarıvermişti.

Neden dedikodu için kocasının kırkının çıkmasını beş gün daha


bekleyemediğini ertesi gün Gül Peri’nin oğluyla Topal Şeym a’nın
kızının kaçtığını duyunca anladık. Meğer olay acilmiş ki söylemeden
duramamış.

Peki, nereden biliyor böyle şeyleri, cinci midir, üfürükçü müdür? Ben
daha ne cin adını ağzına aldığını ne bu işlerle uğraşan cincilere, üfü­
rükçülere gittiğini gördüm; ne de başkalarından böyle bir şey işittim.
Hatta sorsanız cine, cinciye, üfürüğe, üfürükçüye de belki inanmaz.
O sadece tembel ve meraklı biri. Bu yönde sabahtan akşam a kadar
bom boş oturup sadece düşünmesinin, onu bir şekilde algı olarak
farklı bilgilere ulaştırdığını düşünüyorum . Bu durum da, kullandığı
tek organı olan beynini oturduğu yerden onun bunun özel hayatı
değil, bir fizik denklemini düşünm eye yorsaydı, bu potansiyelle ünlü
fizikçi Hawking’in yerini alabilirdi am a herkesin ilgi alanı farklı işte.

Bu benim tahminim elbette. Doktorun merakına bakılacak olursa


belki bu konuda bir araştırma yapabilir ve gerçek sebebini bulabilir.
Yalnız bunun öncesinde Safiye H anım ’a “taham m ül” meselesi var­
dır. İnsanın sabrını zorlayan taham m ül imtihanı.

Küçük gelinin açılan kremi görünce sürmek için yaklaşmasıyla “Sen


dur kızım. ” dedi. “Aaa... Doktor Bey varken sana mı düştü krem
sürmek?”

“Yok.” dedi Doktor. “Lütfen. Rica ederim siz sürün.”

Gelinin yeni bir hamle yapmasıyla. “Yok.” dedi Safiye Hanım

128
SULTAN TARLACI 9

‘Herkes bildiği işi yapsın.” Birden doktora dönüp: “Ne içersin dok-
or oğlum?” dedi.

3u soru doktoru dalgınlığından uyandırmış am a soruyu algılaması­


na yeterli olmamıştı. Birden: “Genellikle sık sık ziyaretinize gelen bir
ioktor var mıdır?” dedi.

Allah esirgesin.” demişti Safiye Hanım. “Ne için gerekli o?” Dudak-
arı birden sarkmıştı. “Yoksa bende böyle bir şeye elzem bir hastalık
nı gördün?”

Hayır.” dedi doktor.

Annemin herhangi bir rahatsızlığı yok.” dedi gelin hanım. “Buraya


[elen ilk doktor sizsiniz. Ben bu yaşıma kadar onun tansiyonunun
Yükseldiğini bile görm edim .”

lu sözlerde Safiye H anım ’ı rahatsız eden bir şeyler vardı. Az önce


arkan dudaklarını sabırla büzdü. Derin bir nefes aldı. “Haydi, kı-
ım Doktor Bey’e arzusuna göre bir şeyler ikram et.” dedi. Tüm
[elinlerini eğitmiş, bir şu densizi yola getirememişti. Annesinin bir
ahatsızlığı yokmuş, tansiyonu bile çıkmamış, hiç doktor gelmemiş,
dazara inanırdı Safiye Hanım. Vallahi başına bir şey gelecek olursa
>u gelinin gözünün nazarıydı.

Ne içersiniz?” dedi gelin hanım doktora dönüp.

3enç doktor yine dalgındı am a bu defa soruyu duyabildi. “Size


ahm et olmazsa bir çay içerim.” dedi. Safiye hanım a sorm a gere­
li duymamıştı küçük gelin. O her daim kahve içerdi. Gelin bu söz
ızerine zaten kapıdan çıkmak üzereyken Safiye Hanım baş işaretiyle
apıdan çıkmasını işaret etti. Bu işarette az önceki lüzumsuz sözün-
len sonra daha fazla çam devirm eden çıkması gerektiği uyarısı var­
lı am a neredeydi gelinde bu uyarıyı anlayabilecek feraset. Safiye
lanım on sekiz yıllık gelini hakkında ara ara düşünürdü. Acaba onu
ığluna almakla yanlış mı yapmıştı? Dönmek için geç mi kalmıştı?

129
197 (¡Ü N ■ BÖLÜM 1

O bu düşüncelerle dalmışken doktor, sırtına istenen kremi sürerse (ki


biliyordu o kremi sürm eden bu evden çıkamayacaktı) m erak ettiği
şeylerin cevabını alabilecekti.

“Onlara sorsan taş gibiyim.” diyordu Safiye Hanım. “Gel bir de


bana sor. Karşıdan baksan koca çınar am a içimi yemiş kurtlar. Tam
teşekküllü bir tetkikten geçsem ne hastalıklar çıkar ne hastalıklar.”
Sırtına düşen soğuk kremle sanki zemheri ayında dışarıda kalmış
gibi titreyerek: “Orası değil dedi. Biraz daha sağ tarafa...” dedi.

“Krem için beni beklemeniz ilginç.” dedi doktor.

“Öyle mi?” dedi Safiye Hanım. “Siz ne için gelmiştiniz?”

“Yok.” dedi doktor. “Yani geleceğimi önceden bilip krem için beni
beklemenizden bahsediyorum. Yani bu sabah. Ben bile buraya gele­
ceğimi bilmiyordum.” İşini tamamlamış, krem kapağını kapatıyordu.

“Çok uzun cümleler kuruyorsun doktor oğlum.” dedi Safiye Hanım.


“Benim gibi yaşlı bir kadın ne anlasın?” Hafifçe inledi. Şu halini gören
kemikleri kırılmış zannederdi. “Özellikle böyle hasta ve ağrılı zaman­
larımda.” diye ekledi. “Canın neredeyse aklın orada derler ya. İnan ki
ağrımdan ne dediğini anlayamıyorum. Biraz iyileşseydim bari.”

Doktor bu söz üzerine biraz daha krem sürmek gerektiğini anlayıp


kapağı yeniden açtı ve sürmeye başladı.

“Geleceği bildiğinden bahsediyordun o gün.” dedi.

“A aa.” diye doktora döndü Safiye Hanım. “Hiç öyle bir şey dem e­
dim. Geleceği yüce Allah’tan başkası bilemez. Ben ancak tahmin
ederim .”

“Her neyse.” dedi doktor yaşlı kadının sırtında daireler çizerken.


“Nasıl tahm in ediyorsun?”

“Bunun nasılı mı olur evladım?” Boynunu sağ tarafa kırmış, ağrıyan


bölgeyi doktora işaret etmeye çalışıyordu. “Sen hayatında hiçbir şey
tahmin etmedin mi?”

10
SULTAN TARLACI 9

“Ettim.”

“Ee... ”

“Ettim am a hiçbir varsayım olm adan değil.”

“Ben anlayam am o dediklerini.”

“Yani diyorum ki ben buraya ara sıra gelen biri olsam ya da benden
başka bir doktor buraya sıklıkla gelse ve sen de bugün doktor gele­
cek desen, bu tahmini anlayabilirim. Yalnız benim buraya geleceği­
me dair hiçbir işaret yokken bunu nasıl bildin?”

Doktor, Safiye H anım ’dan bir cevap beklemekteydi. Alamayınca


“Bunu sadece sizden duymuş olsam inanmazdım biliyor m usunuz?”
dedi. Bu sözde sanki Safiye H anım ’ı galeyana getirip ağzından laf
alma çabası vardı. “Yalnız ben zile basınca kapıyı açan hanımefendi
annem sizi bekliyordu.” dedi. Bu sözde de Safiye H anım ’a cesaret
verme amacı...

“Sonra o gün m uayenehanede bana bahsettiğiniz arkadaşınızın


ölümünü önceden bildiğinize dair sözleriniz.” diye devam etti. “As­
lında benim için hiçbir önemi yok am a odaya az sonra gireceğini
söylediğiniz iki kişinin siz söyledikten sonra gerçekten girmesi?” S a­
fiye hanım krem sürmekten m asaja dönm üş ve tüm kulunçlarının
kırılmasını ister bir zevkle “Iıhhh...” çekti. Doktor hiç olmazsa cevap
alana kadar bu işkenceye katlanm aya karar vermiş gibiydi. Kremin
kapağını kapattıktan sonra yaşlı kadının eski bir poşet gibi buruşmuş
sırtına masaj yapm aya devam ediyordu.

“Eğer gerçekten böyle bir şey varsa, size bazı tetkikler yapm ak iste­
rim.” dedi doktor.

Doktor geldiğinden beri sanki kulakları ağır işitiyor rolü yapan Safiye
Hanım birden dönüverdi. “Yaşlı bir kadının bedeni nasıl kaldırsın o
dediğini?” dedi. Safiye Hanım sıklıkla hastalıklarına hiç baktırılma-
(lığından yakınır am a biri doktora götürmeyi teklif etse hastanede

131
I ‘)7 CilIN * BÖLÜM 1

ona çeşitli işkenceler yapılacağından korkarak asla gitmezdi. Kendi


istediği zam an herhangi bir iğne ilaç olm adan veya makinelerle her­
hangi bir işlem yapm adan bir krem alacaktı o kadar. Onun haricinde
olan uygulam alardan hoşlanmazdı. Ne diyordu şimdi genç çocuk.
Her yerine iğne batırıp vücudunu kevgire çevireceği muhakkaktı.

“Size bir şey olmayacak ki.” dedi doktor. “Korkmayın.”

Safiye H anım ’m bu teklifi kabul etmesi imkânsızdı. Canını sokakta


bulmamıştı o. Bak kalbi nasıl da hızlı hızlı atm aya başlamıştı. Gözleri
doldu. “Tamam, sağ ol, eline sağlık.” dedi doktorun kremi sürmeyi
bırakması için.

“Nasıl oluyor?” dedi doktor kremim kapağını kapatırken. “Görüyor


musun? Mesela bugün benim geleceğimi nasıl gördün? Beni kapıda
mı gördün?”

Başka zaman olsa Safiye Hanım iştahlıca anlatırdı am a şimdi canı


sıkılmıştı. Bu genç doktor evden birine annenizi götürüp hastanede
inceleyeceğim dese, yıllardır onu bu evden gönderm ek için can atan
bu evlat olmadık terbiyesizler -emzirdiği sütler haram olsundu- he­
m en onu teslim eder, kurtulurlardı.

“Benimki basit bit tahm in.” dedi fazla uzatmayarak.

“Gerçek olduğuna nasıl inanayım?”

“İnanmak istemezsen inanm a tabii.”

İnanmazdı belki am a küçük gelinin kapıdaki annem sizi bekliyordu


sözü?

Ben elimi yıkayayım diyerek odadan çıktı. Çayı ve kahveyi getir­


mekte olan gelin hanımla koridorda karşılaştılar. Doktor bir an bir
şey soracak oldu sonra vazgeçmiş olmalı ki gülümsemeyi tercih etti.
Sonra aklına yeni gelmiş gibi banyoyu sordu.

Doktor o gün aradığı cevapları bulam adan ayrıldı. Kalsa Safiye


Hanım gerçekten hastalanacaktı. Bu doktor kim bilir inceleyeceğim

I XI
SULTAN TARLACI 9

iye neler neler yapacaktı ona.

Evlatlarına da hakkı haram olsundu. Bugün eve doktorun geldiğini


ğzından kaçırmaması için gelini öğütlemeyi unutmadı. Bu kızı oğ-
ına neden almıştı? Çok pişmandı.
“D ünyada insandan daha fa zla aptal vardır!3
Heinrich H eine
Dr. Saltı paylaştı , 167 g ün önce

17. G ün

Aaa... Nasıl tanımam hayatım!

Tugay Bey dediğiniz bizim Tugay, Melek Kanadı Kuaför salonunun


sahibi değil mi? Siz bakmayın, oranın eski adı Melek Kanadı Kuaför
salonuydu.

Sonra bir gün sahibi Tugay Bey’in -bak bana da ‘Bey’ dedirtiyorsu­
nuz- ansızın verdiği bir kararla güzellik salonuna dönüştürülmüş, o
esnada ismi de Tugay’ın soy ismiyle aynı adı taşıyarak ‘Parlakkanat
Güzellik Salonu’ oluvermişti. Hatta o zamanlar sıklıkla “Tugay, hadi
kuaför salonunu büyüttün, güzellik merkezi haline getirdin onu anla­
dık da ismini neden değiştirdin? Aynen kalsaydı ya.” diye sormuştuk
da o da her defasında aynı cevabı vermişti: “İlerde bir gün güzellik
merkezi zincirlerim, kendi adım a saç modellerim olabilir. Hatta başlı
başına bir m oda markası olabilirim. Soy ismimle anılayım şekerim.”

Espriyle karışık yarı alaylı söylediği bu cevapta gerçek düşüncesinin


de bu yönde olduğuna dair sezgiler duym am ak elde değildi. Başka
hiçbir sebep söylememişti. Ayrıca Tugay şaka da olsa yalan söy­
leyen biri değildi ya da ben rastlamadım. Bunun yanında elbette
böyle bir hayali olabilirdi, çünkü çok çalışkandı. Onu, Pinti Pan’ın
SULTAN TARLACl

lükkânma çırak olarak girdiği on üç yaşından beri tanırım. AIDS’e


'akalanmamıştım henüz. Otuz dört yaşlarımdaydım. Beni görecek-
in, Pinti Pan’m yoluma deli olduğu zamanlardı. Deli olurdu da pin-
ilikten yanım a hiç uğrar mıydı bir sor bakalım? O zamanlar, şimdi
"ugay’ın olan bu salon, Pinti Pan’ın erkek berber dükkânıydı. Benim
le onun dükkânının tam karşısında randevu evim vardı. Bir gün bile
ığramadı ki onu rahatlatayım. Bak ben ölüm üm den önce de sonra
la çok erkek tanıdım. Sana şunu söyleyeyim, bir erkek, yakınındaki
hatta tam karşısındaki- randevu evine bir defa bile gitmemişse ya
lindar -ki aramızda kalsın bizim eve hacca gidip tüm günahlarını
nübarek topraklara dökm eden önce kendine verdiği son bir günah
ansıyla birlikte mahalle imamının bile gelmişliği vardır- ya tutkulu
e sadık bir âşık ya da fena cimridir. Pinti Pan böyle yerlerden uzak
alacak bir dindar değildi. Aşık olduğu kişinin sadık kalması gerek-
neyen biri -yani ben- olduğunu da düşünürseniz, yanım a bir defa
►ile uğram aması son seçenek olan cimriliğini daha da ortaya çıkarır
anırım. Bizim m ahalleden, hatta semtten bizim eve gelmemiş bir
2k kişi Pinti Pan’dı. Eğer şehirde parası olan herkes evin yerini bilse
¡elir, koca şehirde yine bir tek Pinti Pan kalırdı gelmeyen. O kadar
öylüyorum. H a bir de Tugay gelmedi bizim eve. Yani gelmedi der-
:en geldi am a o niyetle gelmedi. Yalnız onun durum u zaten farklı.
>ey o. Aramızda kalsın, hani cinsel tercihi farklı.

ie r neyse sen şimdi bu Pinti Pan’ı ve Tugay’ın onun yanm a on


ıç yaşında geldiğini düşün. Hayatım, nereden geldi nasıl geldi bak
lyrıntısını ben de bilmiyorum. Günahı dedikoduyu ortaya atanların
>oynuna, dediler ki buna bir akrabası tecavüz ettikten sonra bura-
ara kaçmış. Sonra duyduk bunun cinsel tercihini ailesi öğrenmiş
>unu öldürmeye kalkmışlar o sebeple kaçmış. İnan ki doğrusunu
lilmiyorum am a sen bakm a onun öyle olduğuna. Yüreği adam gibi
idamdır. Arkadaşını satmaz, yalan söylemez, kimsenin kötülüğüne
>ir şey yapmaz. Pinti Pan ölene kadar (ne de çok yaşadı o herif) on
»il onun yanında çalışmış biri Tugay. Söylendiği gibi ailesinden ka-
I ()7 ( il İN ’ BÖLÜM 1

çıp gelmiş biriyse, onun yerinde başkası olsa bir yerde işe gireyim de
çalışayım demez sokak çocuğu olurdu o yaşta. Hem bu Tugay’ınki
ne çalışma! Altı ay boyunca parasız çalıştı. Pinti Pan meslek öğreti­
yorum, çırak yetiştiriyorum diye beş kuruş vermezdi ki çocuğa. Kı-
yam am o zamanlar Tugay nasıl zayıf, bir deri bir kemik. Hayır, bari
pinti herif çocuğun her gün iyice karnını doyursa! O kendi karnını
bile doyurmazdı orası ayrı. Tugay, ağzını açıp da tek kelime etmezdi
Pinti Pan’a, değil para istemek... Gidecek yeri mi var ki? Defol dese
ustası, kalacak ortalıkta.

Hayatım aramızda kalsın yapılan iyilik söylenmez de ne zaman Pinti


Pan dükkândan ayrılsa bir şeyleri bahane ederdim, Tugay’ın yanına
gidip yiyecek bir şeyler verirdim çocuğa. Utana sıkıla alırdı. Duyar­
dık o zamanlar evi, kimsesi olmadığı için çoğu geceler aç, berber
dükkânının bir köşesine büzüşüp uyuduğunu. Ertesi gün de Pan’ın
söylediği bir bardak çayı -çoğu zaman Pan ona çay ısmarlarken ne
kadar eli açık biri olduğunu düşünüp İsa’nın yakınlarda bir yerlerde
olması ve kendisini görüp mükâfatlandırması gerektiğini düşünüyor
olmalıydı- alıp bir süre beklerdi. Çayın içine şekerin her ikisini de
atar, bir süre daha beklerdi. Nasılsa bir müşteri gelecek ve erkeğe
yakışır şekilde çayına tek şeker atacak, Tugay da ondan kalan diğer
şekeri de çayına karıştırıp o gün enerji verici bir şeyin midesine gir­
mesiyle mutlu olacaktı.

Bak işte laf lafı açar laf şeyi açar derler, asıl söyleyeceğim, Tugay’ın
bu Rum patronun yanında her türlü zorluğa katlanıp yirmi yıl sonra
bir güzellik merkezi sahibi olması göz önünde bulundurulursa ileride
kendine ait marka ismi olması da olasıdır.

Başka bir sebep ise Tugay’ın “İleride bir gün, olur ya.” şeklinde
başlayan ifadelerinin genellikle gerçekleşir olmasıydı. Algıları kuv­
vetliydi. Zaten müşterilerinin pek çoğunun kahve falına da bakardı.
Çok fazla müşterisi olmasının ve alanında kısa sürede gelişmesinin
nedenlerinden biri de budur. Gerçi faldan para almazdı am a fala
SULTAN TARLACI

yaktırmaya gelen saçını da yaptırırdı. Bunun yanında Tugay’ın fal-


lan gelecek paraya veya falla gelecek müşteriye ihtiyacı yoktur. İyi
nafördür, iyi manikür pedikür yapar, iyi makyaj yapar, hatta iyi
ığda yapar (evet o bizden sayılır, bu nedenle hanımlar ona ağda
saptırmakta sakınca görmez) estetik zevki vardır, giyim kuşam dan
nodadan anlar, hanım lara zam an zaman yol gösterir am a Tugay
lynı zam anda iyi arkadaştır. Ne ölm em den önce ne de öldükten
onra onun kalp kırdığı bir kişiye rastladım. Üzerine çok giderseniz
2k kaşını kaldırır dudaklarını büzer ve alındığını -küstüğünü- belir-
2n bir tavırla bir süre sizinle konuşmaz. Yalnız barışması da uzun
ürmez. Küstüğü kişi yanm a gelip birkaç defa “Kız Tugay, ne alın­
ansın sen d e.” dey iverse Tugay’ın yelkenler suya iner. En hoşlandı-
¡1 hitaplardan biridir “Kız Tugay”.

•rkencidir. Pinti Pan’ın Tugay’a öğrettiği belki de en önemli şeydir


snafın dükkânını erken açması gerektiği. Eski alışkanlıkla sabah
edi olduğunda Tugay’m dükkânı açılır. Sabahın yedisinde müşte-
i nereden olsun? Eskiden Pan zam anında sabahın erken saatinde
ine dükkânını açan diğer esnaflardan saçını kestirmeye gelen er­
ekler olurdu. Şimdilerde o da yok. Sadece bayan güzellik merkezi
»Iduktan sonra o saatte bizim kızlar uğrar ona. Bizim kızlar diyorum,
v hâlâ faaliyette. Çocuklu, kilolu ve en fenası çok çeneli karıla-
ından yaka silkmiş pek çok beyefendinin iş öncesi sabah rahatlığı
;in faaliyette en çok da. Tugay’ın dükkânına sabahın yedisinde be­
lim kızlardan yanına uğrayan olursa olur, uğrayan olmazsa o saatte
»aşka fön çektirecek, bıyık aldıracak, makyaj yaptıracak müşterisi
»Imaz. Yalnız Tugay yine de erkenden açar dükkânını.

) sabah da öyle yapmış, erkenden açmış ve yoğun başlayan işler


>f|leye doğru iyice artmıştı. Dikkatinizi verseniz yoğunluğun sesini
u*r yerde duyabilirdiniz: Saç kurutm a makinesinin horultusu, tüy­
eri sir ağdayla alınan bir kadının çığlığı, yeni açılmakta olan bir saç
»oyası poşetinin hışırtısı, yeni gelen müşterinin oturması için çekilen
i«ıltuğun cıyırtısı, saç yıkamak için açılmış bir musluğun şırıltısı veya
I')7 G Ü N • BÖLÜM 1

manikür yapılırken aralarında sohbet eden kadınların gürültüsü. El­


bette üçlü m or koltuğa karnının üzerinde boylu boyunca uzanmış
Tattu’nun sesli sesli çiğneyip arada bir patlattığı sakızın sesi.

Evet, Tattu’yu da tanırım. Saf bir kızdır. Bizim kraliçe (doksan ya­
şında hayata veda etmiş şehrin en eski hayat kadını benim öğret­
menim, ablam) görseydi s... sürecek kadar akıl yok derdi. Ay ha ha
ha... Basıvermişim kahkahayı.

Mankendir. Benim kızlarım arasında bile ondan daha düzgünvücut-


lular var ve inanın Tattu, nasıl olduysa birkaç TV kanalında birkaç
defa görünmekle m anken oluverdi. Benim yanım da işe girrrek iste­
diğini söyleseydi inanın almazdım.

Aahhhh! Tatu’ya yine de acırım. Tugay gibi kimsesi yoktur. Zıten bu


nedenle Tugay’la iyi arkadaştır. Çoğu zaman (yakın zamanda ölen
annesinden kalan mirasla parası ve güzel bir evi olmasına nğmen)
Tugay’ın evinde kalır. Onunla dertleşir. Sıklıkla d a salonda tıkılır.

Önündeki laptoptan Dr. Saltı’mn sosyal paylaşım sitesindek sayfa­


sından takipçi listesini tarıyordu. Sakızını kocam an şişirdi vc patlat
m adan sakızın içine dolmuş nefesini yeniden içine çekti.

Bizim prenses şu halini görse Aklı ermez götü sakız çiğner.’ d-rdi. Ay
ha ha ha! Bak yine basıverdim kahkahayı.

“Yaptıklarını liseli gençler yapıyor yeminle Tattu.” dedi Tugev önün


deki müşterinin saçını tararken.

Tattu biraz mutsuz biraz umutsuz ağzının içinde:

“O gün Füsun m udur nedir o kadın ve sence Saltı da ondaı hoşlu


nıyor m uydu Tugi? Bak doğru söyle am a. Ben üzülmeyim dire sakın
yalan söyleme.” dedi.

Tugay, yanaklarını içeri çekmiş, dudakları Japon kadınlamki gilıi


küçülmüştü. “Peki.” dedi belini kırarak. “Hoşlanıyordu şekrim.”

“Yaaa. Sus!” diye bağırdı Tattu. Ağzından çıkarıp fırlattığı akız Tu

un
SULTAN TARLAC1 9

gay’ın refleksle çekilmesiyle aynaya çarpmıştı. Müşterinin saçına


sardığı jelatinlerden biri hafifçe kaydı. Neyse ki müşteri hem Tat-
tu ’yu hem Tugay’ı yakından tanıyan anlayışlı bir kadındı ki bir şey
demedi.

“Tattu! Kız bak döveceğim seni. Cadı!” diye bağırdı Tugay. “Ben
sana dem edim mi doktordan sana fayda yok diye en başında.”

Az önce sakızdan son anda kurtulmuş müşteri bir yandan saçının


kaymış kâğıtlarına bakıp, bir yandan yüzünü kaskatı germiş canlan­
dırıcı maskenin altından zar zor konuşup:

“Ne doktoru ayol?” dedi. “Ne oluyorsunuz?”

“Ben bir doktorla çıkıyorum d a .” diye neşeli bir sesle cevap verdi
Tattu.

“Ay Rabbim!” dedi Tugay. Bezgin bir tepkiyle ellerini dua eder şekilde
havaya kaldırmış gözlerini de tavana dikmişti. Tattu’ya döndü: “Kız
neden yalan söylüyorsun. Doktor seni bugün yolda görse tanımaz.”

“Çünkü sen saçımı karamel yaptın.” diye çıkıştı Tattu.

Tugay: “Dibin gelmişti şekerim.”

Saçını boyam akta olduğu müşterisine dönüp:

“Federico isimli bir iş adam ı var.” dedi. Bizim Tattu’yu birkaç defa
ürünlerinin reklamlarında falan kullandı. Adam aynı zam anda üni­
versitede hoca. Çalıştığı üniversitenin hastanesine Alzheimer hasta­
ları için özel bir bina bölüm yaptırmış. Hayrına.”

'Allah razı olsun öylelerinden.” dedi müşteri. Salondaki birkaç kadın


da m uhabbetin burasına dâhil olup Federico hakkında iyi dileklerde
bulundular. Sonra aralarındaki konu kaynanalarında da Alzheimer
başladığına dair kaydı.

"Sonra hastaneye açılan bu yeni bölümün tanıtımı için ucuz bir


manken aramışlar.” diye devam etti Tugay.

139
9 107 GÜN • BÖLÜM 1

Saf m anken “ucuz” sözüne içerlemiş olmalıydı. “Aşk olsun Tugiiiii.”


dedi yeni sakızının bandını sıyırırken.

“Federico da bu bizimkini önceden bildiği için önermiş. Neyse gittik


hastaneye birkaç kare fotoğraf çekilecek. Bu bizimki de hemşire gibi
falan görünecek. O rada doktora âşık olmasın mı?”

“Eeee...” dedi müşteriler gülerek.

Tattu yattığı yerden karnını kaldırıp yan döndü. Gülümseyerek Tu­


gay’a baktı. Doktora dair bahsedilen her şey hoşuna gidiyordu. Bir
ara utanır gibi şımarık bir hareketle yüzünü kapattı.

Tugay gözünün bir ucuyla Tattu’ya bakıp kafasını salladı.

Tattu bu hareketi görmüş, dayanam ayıp ellerini yüzünden çekerek:


“Ne var. Çirkin miyim ben?” diye sormuştu.

“Bak yine aynı m esele.” dedi Tugay. “Hayatım çirkin değilsin.


Am a...”

Bu esnada yeniden müşterisine dönüp: “Adam doçent, anlatabili­


yor m uyum?” dedi. Anlatabiliyordu muhtemelen am a salondakiler
Tattu’yu üzmemek için pek bir şey söylemedi. İçlerinden ‘Olsun şim­
dilerde herkes güzel kız arıyor akıllı aramıyor ki.’ diye düşünenler
oldu.

“Anam adam ı görseniz.” diyordu Tugay. “Öyle böyle sıradan biri


değil.” Bir elinin parmaklarını açmış diğer elindeki fırçanın sapıyla
sayar gibi “Tıp fakültesini birincilikle bitirmiş, ben anlam am işte bir
yerlerden ödül almış, uluslararası tanınan bir adam , kendi bilimsel
dergisi var, derginin isim babası bile kendisi. Araştırdım internetten.”

Olsun dediler. Gönül bu, sadece sevmek arar. Örnekler dolaştı salo
nun gürültüsünde. Ne zenginler fakirlerle evleniyor şimdi diyorlardı.
Kaç yaşında adam lar kaç yaşında kızlarla. Yurt dışındakiler yurt için
dekilerle. Yabancılar yerlilerle. Sakatlar sağlamlarla. Bu örneklerin
hepsi de şunu demek istiyordu. Evet, doktorun Tattu’yla berabeı

140
SULTAN TARLACI 9

olması zengin fakir, yaşlı genç, uzak yakın, yabancı yerli, hasta sağ­
lam ilişkisi kadar zor am a m addi farklılık, yaş farkı, mesafe farkı, dil
farkı, sağlık farkı olanlar birlikte olabiliyorsa doktor ve Tattu da olur­
du. Zaten hep böyleyiz. İmkânsız bir şeyi istediğimiz zaman daha
önce gerçekleşmiş imkânsızlıkların avuntusuyla kendi imkânsızımızı
mümkün kılmaya çalışırız.

Tugay yapılan yorumlara örümcek ağı ipliği kadar incelttiği kaşını


belli belirsiz kaldırıp şaşkınlıkla: “Evet, uzaylılar dünyalılarla değil
mi?” dedi.

“Yok, canııım...” dedi maskesi iyice katılaşmış müşteri zor açabildiği


dudakları arasından. “Sen de abartm a Tugay. O kadar zor m u?”
Sanki sadece dili hareket ediyor gibiydi.

Ben bu konuda Tugay’a hak veriyordum. Bakın hayatım ben ölü­


mümden önce de sonra da çok erkek tanıdım. Benim randevu evi­
me sabahın köründe rahatlam aya gelen erkeklerin yarısından fazla­
sı cinsel değil, ruhsal anlam da rahatlam aya gelirdi. Karı koca veya
sevgililer birbirini beyin olarak görmezse gözleri hiç görmez. Öyle
:>lunca evdekinin dışarıdakinden farkı kalmaz. H atta dışarıdaki daha
kıymetli olur ki hiç olmazsa kafa ütülemez. Ayrıca Tugay’ın sezgileri
kuvvetlidir. Israrla Tattu’yu uyarıyorsa ben orada bir durup düşünü­
rüm. Salondakiler Tattu’nun âşık haline acıyor ve ‘olmayacak şeyi
oldurmaya çalışıyor’ olmalı diye düşünüyorlardı.

Tugay ne söylediyse “Olsun olsun.” dediler. “Gönüller bir olduktan


sonra.”

Tattu bu sözlerden m em nun olmuş, yattığı yerden kalkmış, dizlerini


kırıp oturm uş mutlulukla sohbeti dinlemekteydi.

"Hayatım gönüller bir mi ki?” dedi Tugay salonun geneline hitaben.

"Tabii bir.” diye çıkıştı Tattu.

Tugay: “Ha, evet tabii bir.” dedi m ankene dönerek. Sonra yeniden

141
l ‘)7CilJN ■BÖLÜM 1

aynadan müşteriye bakıp: “O gün de tutturdu böyle o da bana âşık


diye. Neymiş doktor buna gülmüş. Gülümsemiş yani.” Sesi çatal-
laşmıştı.

Önündeki kadının saçından jelatinleri açıp önündeki tezgâha tek tek


koymaya başladı.

“Gitti, bir de adam a dedi ki: ‘Sen bana niye gülüyorsun?’ Ayy...
O rada da bir rezil olduk mu!” Ellerini birkaç defa birbirine vurm uş­
tu. “Adam buna ‘Her gördüğüne gidip ‘Niye güldün?’ diye soruyor
m usun?’ demesin mi!”

“A aa...” dedi müşterilerden birkaçı.

“A aa...” diye karşılık verdi Tattu. “Ne zaman dedi Tugi? Yalan söy­
leme!”

“Dedi hayatım sen duym adın.”

“Hayır, Tugi hiç demedi öyle bir şey.” Suratını astı.

Tugay oralı olmayarak devam etti:

“Sonra o açılan yeni bölüm ün kutlaması varmış geçen akşam. Bu


bizimki de davetli. E, hadi ben de gittim yanında.”

Tattu birden heyecanlanmış ellerini çırpmaktaydı.

“Aayyyy Tugiiiiiii o akşam nasıldı aşkım?” Kucağında biri var gibi


kollarını dolayıp sarıldı: “ Çok yakışıklıydım. Of ya!”

“Doktor nasıl biri? Hani internette fotoğrafı yok m u?” diye soruyor­
du müşteriler.

Olmaz mıydı? Tattu hem en adam ın fotoğrafını internetten indirmiş,


yanma kendi fotoğrafını yapıştırıp m asa üstü yapmıştı yanak yanağa.

Hem en gösterdi. Salondakiler doktora bakm aktan çok, Tattu’nun


yaptığına gülmekten kırılmıştı. Tugay krem kutusunda saç fırçasıyla
besleyici serumu karıştırıyordu:

\42
SULTAN TARLACI 9

“Allah’ım biz iki m oron gittik oraya. Nasıl da kalabalık göreceksiniz.


Neyse Federico bizi m asasına davet etti de doktorla aynı m asada
olabildik. Federico, düşünün fizik profesörü, doktor zaten uçmuş
adam ... İkisi bir şeyler konuşuyor. Biz hiç. Tık yok. Anlamıyoruz.”

“Neden anlamayalım Tugi? Anladık.” dedi Tattu.

“Ay ne anladık şekerim, Allah aşkına? Şimdi sorsanız oradan tek bir
kelime söyle diye valla hatırlamıyorum. Bilmediğim, hiç duym adı­
ğım bir sürü şey ve sohbete katılamayan sadece ikimiziz m asada.
Yani ha varlığımız ha yokluğumuz.”

“Nasıl kıskandı am a beni?” dedi Tattu.

“N eden kıskansın seni?” dedi Tugay sesi çatallanarak.

“Fediş’in om zuna yattım ya. Ama sonra çok üzüldüm, üzülmüştür


o ya.”

“Ay kim üzülcek ya?”

“Saltı.”

Tugay bezmiş halde bir şey demedi. Sağ kaşını kaldırıp müşteriye:

“Gölge vereyim mi şekerim? Ya da aralara balköpüğü atalım?”

“Valla sana güvenirim ben, hayatım nasıl istersen.” diyordu öteki.

Sonra aklına gelmiş gibi birden Tattu’ya dönüp:

“Zaten orada da sus dedim, susmadın. Yok, neym iş...” Tattu gibi
konuşarak: “ ‘Katil senin evinde diyorlar Fediş’ böyle diyorsun a d a ­
ma!”

“Öyle diyorlar Tugi, sen de biliyorsun. Ben dün gittim ya onun evi­
ne. Polisler geldi. Hatta Fediş’in uzakta bir yerde çiftliği varmış, çift­
liğine de gideceklermiş. Fediş evi polislere bıraktı. Nereye bakmak
İsterlerse baksınlar diye hizmetçiye söyledi. Sonra onun üzerine olan
mülklerin adreslerini verdi polis daha istemeden. Katil matil sakla­
maz Fediş öyle şey yapmaz. Merhametli adam Tugi bir görsen evini

143
9 197 C.ÜN ■ BÖLÜM 1

o kadar büyük ve geniş ki... Saray zannedersin. O rada sakat bir


adam yaşıyor Fediş’in yanında. Onu yanına almış bakıyor ona kız.
Görecen adam daki merhameti. Ben de su koydum onun yanına.
İçsin diye.”

“Eee ne saçmalıyorsun o gün m asada adam a herkesin içinde katili


sen saklıyormuşsun diye?” “Tugi am a biliyor m usun? Hiçbir şey bu­
lamadılar polisler evinde, hiç.”

Bunu, salondaki herkes veya biri Federico’yu kötülemiş de Tattu ar­


kasına almış gibi bir tavırda ve neden bilinmez gereksiz bir gururla
söylemişti. Sanki kendisine yapılan bir haksızlık varmış da aklanmıştı.

Diğeri bu gereksiz bilgiye karşılık bir şeyler söylemek istemedi.

“Saltı zaten o kadınla neden konuştu? Hep beni kıskandırmak için.”


dedi Tattu.

Tugay az önce hazırladığı karışımı müşterinin saçına sürüyordu:

“Hangi kadınmış o?” diye sordu umursamazca.

Tattu başını önüne eğmişti. Kısık sesle, küskün: “Füsun.” dedi.

“Saçm alam a. Kadın konuşulanları anlıyordu ve sohbete dâhil olabi­


liyordu. Doğal olarak sohbet ettiler.”

“Hayır. O Saltı’ya sarkıyordu.” diye çıkıştı Tattu. “Saltı da beni kıs­


kandırm ak için onunla sohbet ediyordu am a kadının haberi yok.
Kocası, İlker Bey tüm gece bana göz kırptı durdu. Benim kıskan
dırm am a bile gerek kalm adan olanları Saltı da gördü de deli oldu.
Hatta o b an a kırptıkça ben de ona kırptım Tugi. Oh olsun Oh! Oh!
Oh!” diyordu sağ avucuyla karnını sıvazlayıp. “Masanın altından
bacağına da sürtündüm . H oşuna gitti.”

Tugay bezgin halde hiç cevap verm eden işini yapm aya devam etti.

“Aslında Tugi biliyor m usun? Katili Fediş değil de bence o adamla


kadın saklıyor.” diye oldukça az çalışan beyniyle ne zaman düşün

144
SULTAN TARLACI

ğü belirsiz, aslında sadece Füsun diye bahsettiği kadına olan kıs-


nçlığmdan bir fikir atıyordu ortaya. “Çünkü katilin babası Fediş’le
radaş ya. O Füsun denen kadının kocası d a Fediş’le arkadaş. Dü-
nsene Tugi.”

gay bu sözler üzerine Tattu’nun zirveye ulaştığını düşünmüş olmalı


yeni konuya girmeye cesaret bulamadı. Onunla tartışmayı bırakıp
işteriye döndü: “Göz kırptı dediği adam ın gözünde tiki var.”
“H ata, dostum B rutus, yıld ızla rd a değil! H ata kendi içim izde...”
Shakespeare
Dr. Saltı paylaştı, 163 g ün önce

19. G ün

Katili Füsun Hanımların sakladığını hang aklı evvel söylediyse size,


polislere de aynı kişi söylemiş olmalı. Yanlış ihbardır.

Kim olduğumun ve nasıl öldüğümün önemi yok. (Konumuz da bu


olmasa gerek.) Bildiklerimi anlatırım.

Füsun Hanımların evinin önünden aşağı uzanan, kenarlarında akas


ya ağaçları dikili, dar, Arnavut kaldırımlı şu yolu görüyor musunuz?
Onu düm düz takip ederseniz sizi Tika’nın dükkânına kadar götürür.
Yalnız, başka bir semtten gelseniz ve bu yolu takip etmeseniz bile
‘Tika’nın Dükkânı’ diye kime sorsanız size gösterecektir. Buralarda
onu tanım ayan yoktur.

“Tika”, Füsun Hanım ’ın eşi İlker Bey’e kim tarafından ve ne zaman
verildiği bilinmeyen takm a isimdir. Bu ismin ona takılma sebebi ise
m uhtemelen sık sık kırptığı sol gözündeki “tik” ve “antika” dükkâ
nı işletmesidir. “Tika” lakabı ona o kadar yakışmış ve yapışmış! n
ki çoğu kişi gerçek ismini bilmez veya Ermeni asıllı beyefendinin
kendi ismi zanneder. Kendisi veya Füsun Hanım, bu lakabın kulla
nılmaması veya unutulması için hiçbir çaba göstermemiştir. Halla
öyle anlar olur ki, müşterileri veya ahbapları dükkânda İlker BcVı
SULTAN TARLACI 9

bulamazlarsa eve gelip Füsun H anım ’a “Tika yok m uydu?” veya


“Tika Bey yok m u?” diye sorarlar o da kocasına “Tika” diye hitap
edilmesinden hiç rahatsızlık duym adan sorunun cevabını verir.

Son zam anlarda dükkânda Tika’yı bulam am ak sık rastlanan bir d u ­


rum olmuştur. Öğlen vakitlerinde bile kapalı olduğu oluyormuş. Ben
de şaşırdım. Hatta dükkânda olduğu halde kilitliyor, çünkü içeride
eşini aldatıyor diyenler oldu am a bu söylentilere itibar etmeyiniz.
Doğru, eşiyle ciddi sorunları vardır am a dükkânı aldatm a sebebiyle
kapatacağına ihtimal vermiyorum. Çünkü Tika’nın iki kızından, yıl­
landırılmış ve dom ates suyuyla kokteyl edilmiş Rus votkalarından
sonra en çok sevdiği şey paradır. Bazen votka ve para bu tercih
sırasında yer değiştirir. Sonuçta çok para, çok votka demektir. Bu
nedenle de dükkânı kapatm ak değil, çalışmak gerekir!

Onunla ilk karşılaştığınızda zayıf suratında, elmacık kemiklerinden


sonra insanın dikkatini en çok çeken şeyin, etrafının morarmasıyla
daha derinlerde ve daha büyükm üş hissi veren iri gözleri olduğunu
keşfedersiniz. Bol para kazandığında, çok şaşırdığında, korktuğun­
da, mutlu bir anında veya üzüldüğünde bu iri gözlerinden sağ olanı­
nı kocam an açar ve göz bebeğini bir noktaya kilitler, sol olanını ise
sayısız kırpar, kırptıkça sol gözü, diğer gözünden çok çok küçükmüş
gibi bir görüntü oluşturur. Bu kırpmayla birlikte dudağının sol tarafı
da hafifçe yukarı kalkar, yaz kış kuru olan dudaklarının ve sigara iç­
mekten kahverengileşmiş dişlerinin arasından, dişçi fobisi nedeniyle
yıllardır yaptırmadığı gedik dişi görünür. En değerli antika saatler­
den birini kendi kullanır. İçinde yeleğiyle, takım elbisesinden başka
bir kıyafetle göremezsiniz onu. Füsun H anım ’ın yardımcısının ütüle­
diği pantolonunun paçaları asla ayakkabısına inmez, çok yukarıdan
zayıf beline bir kemerle sıkıca bağladığı pantolonu, üzerinde askıda
yibi durur.

Yanağında, dükkânını düzenlediği bir gün yukarı raflardan birine


koymaya çalışırken üstüne düşen bakır sem averden kalma bir çizik

147
9 r)7 G Ü N ’ B Ö LÜ M İ

vardır. Onu ilk gören, morarmış gözleri, zayıf kirli sakallı yüzü, içinde
yeleğini eksik etmediği takım elbisesi ve bir kavga sonrası bıçak izi
gibi duran yanağındaki o çizikle bir kabadayı veya hapisten çıkmış
biri zannedebilir am a Tika bu tür işlerden aşırı korkar ve kavgaya
asla karışmaz. Hapishaneye ise hiç girmemiş, öğrencilik yıllarında
disiplin cezası bile almamıştır. Düzenli bir insandır ve her sıkıntıdan
uzak bir hayatı vardır. Belki de tek sıkıntısı evliliğidir, çünkü İlker
Bey’le Füsun Hanım ’a aslında evli bile dem ek yanlış olur.

Kâğıt üstünde hâlâ evli olsalar ve aynı evde yaşasalar, aynı yatağı
paylaşsalar da, evliliklerinin bitişi, evlendikleri günün ertesi gününe
denk gelir. Füsun Hanım ’ın annesi o gün, tek çocuğu ve canından
çok sevdiği Füsun’un okuldan gelmesini beklemiş am a on dakika,
yarım saat gecikme derken Füsun eve dönmemişti. Okul arkadaş­
larına, komşulara, polise sorarken, eve Tika’nın babası çıkagelmiş,
Füsun’un annesine bir çeşit “kızlarının ölüm ünü” haber vermişti.
Yıllarca yatalak baktığı ve genç yaşta kaybettiği eşinden sonra Tarih
öğretmenliği yaparak, tek başına, zorlukla ve umutlarla büyüttüğü,
hatta gözünde hiç büyütemediği kızı, Ermeni asıllı bir çocuğa, üstelik
çok küçük bir yaşta kaçmıştı. Haberi duyar duymaz oracıkta kalp
krizi geçirmiş, sabaha da vefat haberi duyulmuştu. Ağzından çıkan
son söz Füsun’u asla affetmeyeceği olmuştu.

Annesinin ölümüne yol açan ve eğitim hayatının bitmesi pahasına


kaçıp geldiği adam a iyi bir eş olsaydı bari. O da yok. Evet, karşıdan
bakan Tika’yı Füsun’a layık bir eş olarak görmeyebilir. Oysa Füsun
Tika’ya layık değildir. Pek çok kişinin ikisini birbirine yakıştırmadığı
muhakkaktır. Bir de insanların içini görebilseler keşke yakıştırıp ya
kıştırmazken. Tika Füsun’u ne kadar severdi evlendiklerinde. Hatta
hâlâ sever bana kalırsa. Her türlü m addi kolaylığı da sermiştir Fii
sun’un ayağına. Ya Füsun? Kaçtığı halde bir gün doğru düzgün es
olmuş mudur ona? Tüm gün evde oturm asına rağm en bir gün eşini*
özel bir şey yapmış mıdır? Hadi bunları geçelim. Evde hiç gülme
mesi ve konuşmaması? Adam bir şeyler söylese kısa ve geçiştirmedi

148
SULTAN TARLACI 9

evaplar verir. Ya anlam verilemez huysuz davranışlarına ne demeli?


İka’nın ince bir zevkle, antika eşyalarla süslediği evin tüm eşyaları-
ı balkondan dışarı atmamış mıydı bir gün? Her biri bir servet değe­
ndeydi. Adam eve geldikten sonra bir de kavga çıkarmış “Bunları
temiyorum evimde!” diye bas bas bağırmıştı. Kavgayı komşular
ile duymuştu. D aha sonra da kendi “zevksizliğine” göre döşemişti
yini.

Siliklerinin ilk yıl dönüm üydü. Füsun Hanım o önemli günü unut-
ıuş da İlker Bey çok değerli bir gerdanlık almıştı eşine. Hatta tarihi
;er sayılan bu takıyı zorlukla getirtmişti. Romantik adam , eşinin
Dynuna kendi elleriyle takm ak istedi. Füsun Hanım ne yaptı? Daha
takarken koparıp atm adı mı boynundan! İlker Bey’in şaşkınlığı
acıtıcıydı. Çirkef kadın “Boynum u yaktı, canım yandı. İstemiyo-
m .” gibi bir bahane uydurmuş, arkasından da “Sen en iyisi bana
kı falan alm a.” diye höykürmüştü.

lam ın geceye dair tüm umutları dağılmış, evlilikleri buna benzer


:k çok anı gibi, kolyenin kopm asına benzer şekilde zamanla kop­
uştu. Peki, hiç sevmediği ve anlamsız pek çok sıkıntı verici tavır­
la dünyayı burnundan getirdiği bu adam a neden kaçmıştır? İşte
n bu sorunun tek cevabı olarak diyebilirim ki parası için kaçmıştır.

)cuk sahibi olmaları da Füsun H anım ’ın anlam verilemeyen tavır-


ından gecikmiş, evliliklerinin 10. senesinde ikiz çocukları eve biraz
şe getirmişti. Karı kocadan sayamayacağımız bu iki insanı bu eve
hayata bağlayan en önemli varlıktı çocukları. Çok tatlılardı am a
k da yaramazlardı. Sonradan düşündüm de ev İlker Bey’in zev-
le göre döşenmiş haliyle kalsa çocuklar talan edecekmiş. Gerçi
\e ettiler am a Füsun H anım ’ın pazardan alınma görgüsüz plastik
/aları kırılsa da bozulsa da önemsiz.

kadının komşularıyla da arası iyi olmadığı gibi arkadaşı da yok-


. Misafir de gelip gitmez. Allah m erham etinden iki çocuğu birden
miş ki Füsun tek çocuk doğursaydı o yavrucak arkadaşsızlıktan,

149
I‘>7 GÜN • BÖLÜMİ

can sıkıntısından vallahi ölürdü. Neyse ki anasına evlat, kocasına


avrat olmayan bu kadın çocuklarına analık yapm aktadır az çok.
İkizlerden biri anne diğeri baba, Füsun da bu ikisinin çocuğu olmuş
evcilik oynamaktaydılar polisler zile bastığında.

Sadece Tika’yı dükkânda bulam ayan kişiler ve akşam işten dönün­


ce Tika tarafından çalan zilin sesini kırk yılda bir duyan çocuklar “Zil
çaldı!” diye mutlulukla villanın ikinci katından merdivenlere koştular.
Merdivenlerin duvarları boydan boya çocukların tuvali şeklindeydi.
Tırabzanlarına parm ak kuklalar sıkıştırılmış, onların kayacak olarak
kullandığı merdiven yolluğu çocukların kayıp düşmemesi için daha
geçen hafta anneleri tarafından kaldırılmış, yolluk kalktıktan sonra
çocuklar merdiven basam aklarına da resim yapmıştı. Merdivenler­
den birbirlerini kaktırarak hızlıca indiler. Ne var ki kapıya gelince
boyları yetişmediği için annelerini beklemek zorunda kalmışlardı.
Füsun Hanım kapıyı direkt açanlardandı. Zaten kim gelecekti onun
gibisinin evine!

Polislere şaşkınlıkla “Buyurun?” dedi.

Çocuklar kapıdakileri görünce birden polis sireni sesi çıkarmaya


başlamıştı. Onların sesinden ne Füsun Hanım polisleri ne de p o ­
lisler Füsun H anım ’ı duyabiliyordu. Bir süre sonra Füsun H anım ’m
“Anneciğim biraz sessiz olursanız bugün size Sindy Bebekli pasta
yapacağım .” sözünden sonra hem en sustular. Her ne kadar iyi anne
olmaya çalışsa d a çocuk eğitimi üzerine hiçbir fikri olmayan bu cahil
kadın, çocukların şımarık, önü alınamaz hallerinde onları kontrol
edebilmek için devamlı ödül verme yöntemini seçmiş, bu durum bir
süre sonra Osmanlı’nın Avrupa’ya verdiği kapitülasyonlara dönmüş
ve tüm günü çocuklara vadettiği borçlarını ödemekle geçer olmuştu.
Çocuklardan birinin aklı Sindy’li pastayı duyunca bebeğini alıp polis
am calara göstermek için yukarı çıktı. Elinde bebek, ışık hızıyla dön­
müştü. Diğeri polislerden birinin ayakkabısının bağlarını çözmekle
meşguldü. Füsun Hanım durum u fark edip “Yapma anneciğim.”

150
SULTAN TARLACI 9

dese de “Yapmazsan sana şunu yaparım .” şeklinde bir ödül koym a­


dığı için bu isteği yerine getirilmedi.

Diğer ikisinden önde duran ve üniforması olmayan polis, kimliğiyle


birlikte bir kâğıt gösterdi: “Komiser Vefa. Hakkınızda ihbar ve aram a
iznimiz var. Eve bakabilir miyiz?”

Füsun Hanım daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Komiserin


gösterdiği kimliğe ve kâğıda şaşkınlıkla baktıktan sonra “Evet.” dedi
“Arayabilirsiniz. Ne arayacaksınız?”

Eve çoktan girmişlerdi bile. Girmişlerdi de o iş o kadar kolay değil­


di. Merdiven arasındaki boşluğa çizilmiş olan sek sek kutucuklarını
sekmeden geçtikleri için az önce ayakkabılarının bağcığını çözmeye
çalışan ve diğerinden bir dakika büyük olan çocuk var gücüyle ağ­
lamaya başlamıştı. Füsun Hanım ve polisler bir yerine bir şey olmuş
gibi mahalleyi yıkarcasına ağlayan çocuğun ne dediğini anlam ak
için epey uğraşırken, diğeri de ağlam aya başladı. N eden sonra d u ­
rumu anlayıp onları susturmanın başka yolu olmadığını anladıkları
için üç polis de geri adım attı ve arkalı önlü çizgileri sekerek geçti.
Füsun H anım ’ın yerin dibine geçtiği anlardı. Polislere m ahcup b a ­
karken m uhtemelen çocukları nasıl kontrol edeceğini düşünüyordu.
Üstelik Sindy bebeğini yanlışlıkla yere düşürm üş olan diğeri “sek
sek” esnasında düşen bebeğin eline basan Vefa komiserden ısrarla
ve em reder şekilde bebeğinden özür dilemesini istiyordu.

Komiser pazarlığa hiç girişmeyecek gibiydi. Zamanı olmadığı da


muhakkaktı. Hem en naylon bebeği aldı ve yanlışlıkla eline bastığı
için özür diledi.

Çocuk hem en geçiştirilmiş bu özrü beğenmedi. Sindy bebeğini yeni­


den komisere uzatarak: “Öp elini.” dedi.

"Anlamadım.” dedi komiser şaşkınlıkla.

Füsun Hanım: “Annecim lütfen. Odanıza gider misiniz artık?” diye


nııne olmaya çalışmış yalnız kendi sözüne kızlar kadar kendisi de

151
! ' > / ( , ÜN ’ BÖLÜMİ

şaşırmıştı. ‘Odanıza gidin.’ daha önce hiç kullanmadığı bir sözdü.


Ev zaten kızlarındı. O evde bir oda varsa o da Füsun Hanım ve İlker
Bey’in odasıydı.

İkizlerden biri: “Hangi oda?” dedi büyük renkli gözlerini açarak.

Diğeri: “Anne, bize oda mı aldın?” diye inanılmaz bir masumiyet ve


mutlulukla sormuştu. Büyük ihtimalle kafasında masallardaki gibi
farklı ve eve sonradan eklenmiş bir oda vardı ve sihirle eklenmiş
olmalıydı.

Füsun Hanım, yanlış anlaşılmanın cezasını ağır ödeyeceğini anladı


ve hem en düzeltmeye çalıştı:

“Hayır, size oda almadım. Nasıl bir oda?” dedi. “Ben sadece yukarı
çıkmanızı ve usluca oturmanızı istiyorum.”

Çocuklara göre anneleri anlamsız şeyler söylemekteydi. Yukarı çık­


maları için herhangi bir sebep yoktu. Üstelik Sindy’nin eli acıyordu.

Komisere bebeği uzatan çocuk yeniden: “O ndan özür dile ve elini


öp! Hemen. Sindy sana küs” dedi.

Komiser yine pazarlığa girişmeyecek gibiyi. Çocukla aynı boy olmak


için dizlerinin üzerine çöktü. Sindy’ye bakarak:

“Özür dilerim. Senin yerde yattığını görm edim .” dedi Sindy’nin elini
öperken. “Yanlışlıkla oldu.” diye ekledi.

Çocuk komiserin yeterince üzgün olup olmadığını anlam ak için göz­


lerini ayırm adan pür dikkat bakıyordu. “Ben bir eşeğim de!” dedi.

Füsun Hanım:

“Anneciğim yukarı çıkar mısın!” diye daha sert bir sesle ikaz etti.

Komiser bu ikazın geçersiz olduğunu biliyordu. Bu nedenle bu söze


um ut bağlamayıp kendi problemi kendi çözmeye çalıştı. Çocuğa ba­
kıp: “Onu görmedim ve eline bastım. Sonra öptüm. Özür diledim.
Bence o da beni affetti.” dedi.
SULTAN TARLACI 9

Çocuk Sindy bebeğinin ağzını kulağına tutmuştu. Komiserin kula­


ğına oradaki herkesin duyabileceği sessizlikte(l) “Bekle, ona sora­
yım.” dedi.

Böyle yaklaşık on saniye beklediler. Kardeşi: “Affetmiş mi?” diye


sordu.

Çocuk bebeği yeniden komisere uzattı:

“Daha çok üzülür ve eşek olduğunu söylersen affeder.”

Füsun Hanım polise döndü: “Özür diliyorum. İnanın çok üzgünüm .”

İkizlerden biri annesini taklit edip: “Özür dilerimooo. İnanın çok üz-
günooo...” diyordu. Diğeri bu taklide katılırcasına güldü.

Komiser Vefa diğer çocuğa dönüp: “Bak, bence aram ızda tartışm a­
mız anlamsız.” dedi “O nun eline bastım ve tedavi olması gerekiyor.
En iyisi biriniz doktor olun, biriniz de hemşire ve hem en onu tedavi
edin.”

Çocuklar düşündü. Bu çok güzel bir fikirdi! Yalnız kimin doktor ki­
min hemşire olacağı yeni bir kavga sebebi olmuştu. Çocukların ikisi
de hemşire olmak istiyordu. Neyse ki onlar kendi arasında tartışma­
ya dalmışken polisler eve dağılma fırsatı bulabilmişti.

Elbette evde hiç kimse yoktu. Zaten bu evde bir katilin saklanması
da mümkün değildi.

Polisler Füsun Hanım ’a birkaç soru sordu:

“Katili daha önce hiç gördünüz m ü?”

“Hayır. Sadece televizyondan.”

“Peki, bu civarda şüpheli davranışları olan birini gördünüz mü veya


birilerini?”

“Hayır. Ben zaten genellikle evden çıkmam. Çıkam am .”

Vefa komiser, Füsun H anım ’a şüpheli bir durum anında arayabile-

1 S3
l‘>7(iÜN ' BÖLÜM 1

ceği polis hattını hatırlattığı gibi kendi numarasını da vermişti. Ç o­


cuklar tarafından meyve suyu doldurulmuş ayakkabılarını üçü de
giyip evden ayrılırlarken ikizler “Gitmesinler!” diye ağlıyordu.
■ Y a m tla r m s e m k o r k u l u y a ,M k o r k u t m n i a , , m m a b m
vazgeçmelisin dostum
D r. S altı paylaştı, 157 g ü n önce

23. Gün

Dükkâna girer girmez kapıdan uzakaşm|şt] ^ ^ ^ ^


biri vitrinde sergilenen minik biblo a r , ^ îe,fcWjiteerten veya
bir başkası geçmiş günleri yâd için e ^ , bir ! m m burada
var mıdır?” diye göz atarken, elini g ö ^ yap|p ^ ^ daya.
mış dükkân komşularından biri T ı k a ^ ^ ^ ^ ^ ^
İçeride onu görmesindi.

Bir iki aydır kilo almıştı. İçine kaim t . §eyler 8İ(Ke


düğmelerinin kapanm ayacağını düşüldü5andenıeTto,nm daak.
Iını başından almak için olsa gerek, o ^ uyMnıyanma2 OTden
çıkarken yağmurluğunu incecik g e c e l i ^ ^ ^

topuklarına kadar inen ince siyah y a ^ ^ .Çok yağmyr d,


,nrısı.” diyerek çıkardı. Cümleleri gen.!||Me ^ ^ eWk ye yan.
Iış dizilişle söyler ve her zaman bir şeyl.,rden w yardlma
ihtiyacı olan bir ses tonu kullanırdı.

Yolda gelirken yağmurluğun koruduğ. omudan ç(Jak y lnf., s ,ç


Inrının ucunda birikmiş yağmur dam laan^ja ıs|anm|^

I lka, dükkânın bir köşesinden hemen ^aı/lu çikardı ve k ulı


ııııı omuzlarının nemini alm aya başlat D ,. , r ,
y s ı. Bunu bir blıçi’yı1 sonsuz
197 GÜN ■ BÖLÜMİ

ceği polis hattını hatırlattığı gibi kendi num arasını d a vermişti. Ço­
cuklar tarafından meyve suyu doldurulmuş ayakkabılarını üçü de
giyip evden ayrılırlarken ikizler “Gitmesinler!” diye ağlıyordu.
“Yanıtlarım seni korkutuyorsa ko rku tu cu sorular sorm a kta n
vazgeçm elisin do stu m .”
Dr. Saltı paylaştı, 157 g ün önce

23. G ün

kkâna girer girmez kapıdan uzaklaşmıştı. Olur ya yoldan geçen


vitrinde sergilenen minik biblo antikaları şöyle bir süzerken veya
başkası geçmiş günleri yâd için eski bir semavere “Acaba burada
mıdır?” diye göz atarken, elini gölge yapıp burnunu cam a daya-
i dükkân komşularından biri ‘Tika buralarda mı?’ diye bakarken
ride onu görmesindi.

iki aydır kilo almıştı. İçine kalın bir şeyler giyerse yağmurluğun
^melerinin kapanmayacağını düşündüğünden ve Tika’nın da ak­
başından almak için olsa gerek, o sabah uyanır uyanm az evden
arken yağmurluğunu incecik geceliğinin üzerine çekip gelmişti.

ılıklarına kadar inen ince siyah yağmurluğunu “Çok yağmur dı-


ısı.” diyerek çıkardı. Cümleleri genellikle bu şekilde eksik ve yan-
iizilişle söyler ve her zam an bir şeylerden şikâyet eder ve yardım a
yacı olan bir ses tonu kullanırdı.

da gelirken yağmurluğun koruduğu omuzları çıplak kalınca saç-


nın ucunda birikmiş yağmur damlalarıyla ıslanmıştı.

a, dükkânın bir köşesinden hem en kâğıt havlu çıkardı ve kadı-


omuzlarının nemini alm aya başladı. Bunu bir kraliçeye sonsuz
> D 7G Ü N ' BÖLÜM 1

hizmetle yükümlü ve bu yükümlülükten tarifsiz haz duyan bir köle


aşkıyla yapıyordu. Sanki pek çok kişi arasından bu çok önemli gö­
reve kendisi layık görülmüştü. Ağzı açık, gözü kısık, suratında dalgın
ve hayran bir ifade vardı. Ne var ki bir süre sonra farkında olmadan
hızlanmış, elinin altındaki havluyla kadının etini sıkmaya başlamıştı.

“Ah! Çok sert havlu... ” dedi kadın omzunu biraz öne çekerek.

Tika kendine geldi ve biraz daha yavaşladı.

Kraliçe, saçlarını toplayıp kölesine yardım etmek istedi. Tika, bu


onurlu görevi kimseye bırakmak istemeyen ve kim olursa olsun işi­
ne karışılmasından hoşlanm ayan biri gibi açık ağzında dilinin altına
birikmiş tükürüğünü yuttu ve kadının elinden saçlarını alıp hem top­
ladı hem de toplu halde nemini aldı. Şimdi de defalarca gördüğü bu
boynu sanki ilk kez görüyormuş, hatta ilk kez bir boyun görüyormuş
gibi şaşkınlıkla izliyordu.

“Yağmur yağar gelmek zor olur buraya.’’

“Yoruldun mu? Dinlen...” dedi Tika. Elindeki havluyu bırakmış ka­


dının rahatlaması için omuzlarını sıkmaktaydı. Bu, m asajdan daha
çok okşam aya benziyordu.

Kadın: “Kim özler o gelir.” dedi çıplak omzunu oynatarak.

“Erkek” oynayan omza bir öpücük kondurdu. Kollarını sevgilisinin


beline doladı. Az önce öptüğü omza cudaklarını yanaklarını sür­
tüyor, kadının kokusunu içine çekiyordu. Gözleri o zevkle bir şaşı
oluyor bir yana kayıyordu. Tika konuşmayı çok fazla beceremezdi.
Onun yerine hem kendi hazzını giderecek hem de özlediğini belirte­
cek hareketleri kullanırdı her defasında. Hatta az sonra ona bir jest
daha yapacak, sevgilisi buraya gelip ne zaman sitem etse yaptığı gibi
öğlen vakti dükkânını kapısına “kapalı” yazısını asıp kilitleyecek ve
sevgilisiyle ilgilenecekti.

Kadını yum uşatmak için yaklaşık kırk elli defa sevgilisinin omuzlarını

156
SULTAN TARLACI 9

ve boynunu öptükten sonra gerçekten yanından uzaklaşıp kapıyı


kilitlemeye gitti.

Sevgilisi, Tika’yı beklerken önünde durduğu 1800’lü yıllardan kal­


ma dışı sedef kakmalı pirinç fincan takımını incelemekteydi. Üzerine
gül ve bülbül işlemeleri yapılmış bu m uhteşem fincanların tamamı
kaç parçaydı bilinmez am a üç parçası kalmıştı. Tika dört beş günde
bir özenle onların tozunu alır aynı yerine koyardı. Kadın bir an fin­
canın ortasına m onte edilmiş gül dikeni şeklindeki sapına dalmıştı
ki Tika’nın yeniden arkasından beline sarılmasıyla kendine geldi.
İnce şifon geceliğinin kısa olan eteği Tika’nın sarılmasıyla iyice yuka­
rı kalktı. Böyle bir anda bile düzen takıntısından vazgeçemeyen bu
adam , bir tane toz zerresi anca bulunan dükkânda o zerre de gelir
ceketimin üzerine konar korkusuyla ceketi ters çevirip düzgünce bir
sandalyenin üzerine koydu. Bunu yaparken hızlı hızlı nefes alıyor
ve sanki tuvalete sıkışmış gibi farkında olm adan ayakları üzerinde
yaylanıyordu. Aynı şekilde kravatını, yeleğini, gömleğini de çıkardı
ve sandalyenin üzerine koydu. Şimdi neredeyse çıplak bedenini ka­
dının sırtına yaslamış, olabildiğince sürtünüyor, saçlarını öpüyor ve
hırıltıya benzer derin bir nefes alıyordu.

Kadın: “Gelmediğimde öpm üyorsun.” dedi sitemkâr bir sesle.

Kendine bu kadar şehvetle ilgi gösteren adam ın neden sevgilisi dük­


kâna gelmediği zam anlarda arayıp sormadığını, bu kadar çok arzu­
lamasına rağm en sevişmek için onun dükkâna gelmesini beklediği­
ni, gelmezse hiç sevişemeyeceklerini içeren bu sözü Tika duymadı,
duyar duymaz unuttu, duym azdan geldi veya duyduysa da anla­
madı. Yahut şu an, anın tadını çıkarmak tüm bunları düşünmekten
daha zevkliydi. En aptal erkeğin bile zeki bir kadından daha iyi bildi­
ği şey, bulunduğu anda yaşamaktır. Erkekler hiçbir zaman sonsuzluk
oranında kaybolmuş duyguların matematiğini çözmeye çalışmaz.
Çünkü bunlar çok ince ve her gözlemde değişen hesaplardır.

“Hatırlamazsın gelmesem. Belki...” diyerek sitemini sürdürdü diğeri.

157
197 GÜN • BÖLÜM 1

Bu sahne yaklaşık üç yıldır en geç ayda bir defa, bazen haftada iki
kez tekrarlanırdı. Sadece ben değil, burada eşyası olan her ne kadar
geçmiş zaman insanı varsa anılarının olduğu yere bakm aya geldik­
lerinde; birinden biri böyle bir görüntüye muhakkak şahit olmuştur.
Çünkü bu dükkânda sayam ayacağım kadar çok eski eşya bulunur.

Bir zamanların 4 5 ’likleri, pikaplar, mikrofonlar, dürbünler, bağlam a­


lar, gitarlar, kemanlar, televizyon, radyo ve dergiler, turist rehberle­
ri, haritalar, lugatlar, ajandalar, m oda dergileri, magazin dergileri,
el işi dergileri, yemek kitapları, bir dönem in yasaklı siyasi kitapları,
ansiklopediler, tebrik kartları, kartpostallar, düğün davetiyeleri, ga­
zeteler, eski para ve evraklar, ahşap kaplamalı çelik para ve mü­
cevher kasaları, cep saatleri, ağızlık ve pipolar, çakmaklar, tespihler,
daktilo ve hesap makineleri, baston, asa, pusula ve büyüteçler, gaz
ocakları, fenerler, lüksler, oyuncaklar, el dokuması halı ve kilimler,
oya ve dantel işleri, hat sanatından tablolar, seramik ve çiniler, bib­
lo ve heykeller, m adenî mutfak eşyaları, el aletleri, makas, ustura,
çakı, şam dan ve şekerlikler, yüz yıllık kuzineler, kızdırmak mendil
ütüleri, koleksiyonluk asm a kilitler, duvar saatleri... Osmanlı dö­
nemine dayanan mutfak malzemeleri, kahve fincanları, tabaklar,
bardaklar, şişeler, kadehler, sosluklar, m aden kaplamalı veya tahta
oymalı kaşıklar, çatallar, bıçaklar, semaverler, çaydanlıklar, cezveler,
kapaklı kabartm a figürlü metal kutuları, tıraş bıçakları, 1950’lerden
ve 70’lerden sandıklar, bayan çantaları, ayakkabıları, tokaları, şap­
kaları, elbiseleri, çeyiz eşyaları...

Tika’nın dükkânında kâğıt, m aden, tahta, porselen, her türde ham ­


m addede antikaya rastlayacağınız gibi, Türk, Italyan, Alman, Ingiliz
ve daha pek çok ülkeye ait antikalara da rastlayabilirsiniz. Elindeki
her mala yılına, işçiliğine, ham m addesine göre ince bir hesap yap­
mıştır. Satılacak antikanın fiyatı müşterisine göre de değişir. Tika,
her esnaf gibi, tanıdık müşteriye indirim yapmaz, bilakis tanıdıklara
çok yüksek fiyatlar biçer. Onunla altı yedi kez alışveriş yaptıktan son­
ra, bir sonraki alacağınız malın fiyatının da altı yedi kez artacağını
SULTAN TARLACI 9

bilmeniz gerekir. Dükkâna satın almak için değil, bir şeyler satmak
için gelmişseniz, Tika elinizdeki antikaya göre davranır. Satacağınız
antikayı gördükten sonra malın değerine göre sol gözünü kırpar, sizi
alır, dükkânın o sınıf mallarının yanm a götürür; elindeki her malının
özelliğini tek tek sayar, bunun yanında işlerin kesatlığından söz ede­
rek, elindeki benzer malların sizin satm aya çalıştığınız m aldan daha
kıymetli olduğunu am a sizin istediğiniz fiyattan çok daha düşüğe sa­
tın aldığını anlatır. Sıkı bir pazarlık yapar, sonuçta dükkâna gelirken
kafanızdaki fiyatın üçte biri fiyata sizin elinizden malı alır. Aynı malı
sizden aldığı fiyatın en az dört katm a satar. Bunun yanında hatırını
saydığı dostlarına indirim yaptığı da olur.

Mesela kendisi gibi Ermeni asıllı, çocukluk arkadaşı bir dostundan,


çok değerli olduğu için, satm anın çok zor olduğunu bildiği halde,
ahşap, lale oymalı bir yatak odası takımını, arkadaşının kafasındaki
fiyattan üçte birine değil, üçte ikisi fiyatına satın almıştı. Nitekim o
mal, Tika’nın düşündüğü gibi çok pahalı olm asından bir türlü satı­
lamamış, en sonunda Tika, yatak odası takımını parçalara ayırarak
satmayı uygun görmüştü. Gardırobunu, tuvalet aynasını, taburesini,
komodinlerini, hatta bu takımla çok şık duran aynı renge ve aynı
oymalı motiflere sahip iki adet küçük ve bir büyük çerçevesini tek
tek satmıştı. En son elinde yatak kalmış, Tika yatağı dükkânın d e­
posunda boş kalan bir bölmeye almış, parasını ödeyem eyen pek
çok bayan müşterisine parayı bu yatakta farklı bir şekilde ödetmişti.
Aslında her antikacı gibi Tika da peşin parayla çalışır am a bazen
borcun yatakta ödenm esinden m em nun olacağı müşterilere tole­
rans tanırdı. Hatta bu yatakta sadece antika malların borcunu değil,
aynı zam anda gizli tefecilikten kendisine borcu olan müşterilerin de
borcunun bir miktarını ödetirdi. Bu fikri ilk kez doğaçlam a uygula­
mış, daha sonra defalarca aynı şekilde kullanmıştı. Yalnız bu şekil bir
ödeme, borcun miktarına, müşterinin kabulüne göre değişirdi.

Son üç yıldırsa bu kadına inanılmaz bağlanmış, ara sıra araya bazı


çeşitler alsa da sıklıkla bu kadınla görüşür olmuştu.

iv ;
* 197 GÜN ’ BÖLÜM 1

Aslına bakarsanız Tika evlidir. Ben Tika’yı taaa bu dükkânda b ab a­


sının yanında çalıştığı on yaşından beri tanırım. Karısını da bilirim.
Lâkin evlendikten sonra karısının buraya çok sık uğradığını görm e­
dim. Mesela hatırladığım bir defa dükkânın kapısından bir kez başı­
nı uzatmış, alışverişe çıktığını, aceleden cüzdanını evde unuttuğunu
ve çocuklarıyla geri dönmesinin çok zor olacağını Tika’ya söylemiş;
Tika da karısının istediği paranın çok daha fazlasını ona vermiş, ço­
cukları öpm üş ve akşam görüşürüz diyerek karısını yolcu etmişti.

Bana sorarsanız dışarıdan bakınca kocasıyla bir problemi yokmuş


gibi görünen Füsun H anım ’ın, bu kadar sık ve şık aldatılması ise çok
derin sebeplere dayanır. Sorsanız ne Füsun Hanım ne de İlker Bey
bunu açıklayabilir. Tika, dükkânda babasının yanında bir çırak ola­
rak on sekiz, on dokuz yaşlarında çalışırken ve Füsun Hanım henüz
bir lise öğrencisiyken, bu dükkân Füsun H anım ’ın okuluna giden yol
üzerinde olduğu için karşılaşmış ve tanışmışlardı. Füsun Hanım ’ın
Tika’dan o yıllarda hoşlanmasının ve evliliğe gidecek kadar âşık
olmasının en büyük sebebi ile evliliklerinin kısa sürede heyecanını
yitirmesi ve aldatılması aslında aynı sebebe dayanır. Kendi teorim,
Füsun H anım ’ın İlker Bey’den hoşlanmasının sebebi, dükkânın
önünden sarkan çok değerli antika bir saatin yıllar önce Leyla ve
Mecnun aşkını bile imrendirecek bir aşk yaşamış çifte ait olmasıdır.
Muhtemeldir ki, eşyanın ruhunu okumasını bilen Füsun Hanım ’m
üzerine bu saatin sindirdiği aşk enerjisi Tika’nın kendinden çok çir­
kin olan görünüşünün ve kırpıp durduğu sol gözünün kusurunu bile
örtmüştü. Çünkü ben her zam an eskiden beri bu kadında geçmişi
algılayabilen bir enerji sezmişimdir.

Füsun Hanım, o yıllarda dükkâna yaklaşırken yavaş yavaş sesi gel­


meye başlayan o antika saatin tik tak seslerinin, sonralarda kalbiyle
aynı ritimde attığını fark etmiş; İlker Bey ise, bu güzel ve masum kızın
kendisine olan ilgisini çok kısa sürede anlamış ve karşılık vermişti.
Hanımefendi kendisi de bilmez am a evlilikleri romantizmini bitireli
ne kadar çok zaman olmuşsa da, ne zaman o yoldan lise öğrencisi

160
SULTAN TARLACI 9

olarak geçtiği zamanı düşünse aklına hem en o saatin tik tak’lan gelir
ve içinde Tika’ya karşı yeniden bir ılıklık hisseder. Belki de, kocasına
“Tika” lakabını takmalarına saatin tik tak’larını hatırlattığı için gıcık
olmaz. Pek çok kişinin “Füsun, Tika’yla parası için evlendi.” dedi­
kodusuna karşın Füsun İlker Bey’e işte böyle sırılsıklam âşık olarak
evlenmişti ve bence içinde hâlâ bir sevgi vardı.

Diyebilir miyiz ilk günkü sevgidir? Asla değildir. N eden değildir?


Belki de Füsun Hanım ’ın Tika’ya kaçtığı gün annesinin kalp krizi
geçirip ölmesindendir. Öyle bir şey duym uştum çünkü. Bu nedenle
Füsun Hanım vicdan azabı çekmiş, eşinden soğumuştur. Yalnız bu
bilgide emin değilim. Bu nedenle şunu da düşünmekteyim. Füsun’u
Tika’ya âşık eden saati daha sonra Tika, antika saat koleksiyoncusu
bir bar sahibine ‘m addi’ değerini karşılar ve ‘m anevi’ değerini aşa­
ğılar bir m eblağa sattı ve o saatin altında tek gecelik pek çok ilişki
yaşandı. Saatin ruhuna hakaretle. Sanırım, saatin satılma zamanı
da Füsun H anım ’ın Tika’yı eskisi kadar sevmediği ve aldatılmaya
başladığı yıllara denk gelmekteydi.

Bir şeyler olmuş, kopmuşlardı işte. Tika da mutluluğu başka ka­


dınlarda aramış ve ilgisini başka kadınlara vermişti. Nasıl bir ilgi?
Mesela üç yıldır kollarındaki bu kadına, sevgilisine, sanki yıllardır
kadın görmemiş biri gibi bedenini, ruhunu, aklını vermektedir. Pa­
rasını? Onu vermez işte. Yalnız sevişirken cömerttir. Bu nedenle her
ne kadar sitem etse ve Tika’ya laf sokucu şeyler söylese de bu kadın
sonunda erkeğinin kollarında iyice yum uşar ve zevkten inlemeye
başlardı. Yine öyle oluyordu.

İşte Tika’nın bu meşguliyeti dolayısıyla sorduğunuz polisler için iki


defa dükkâna gelmişse de her ikisinde de kapalı olan dükkânın ca­
mından içeri şöyle bir bakmışlar, hiçbir şey göremeyince çekip git­
mişlerdi. Zaten Tika’nın da ne katille ne de o tipte adamlarla işi olur­
du. Bir defa Tika katili saklamayı ahlaki bir prensipten öte korkudan
kabul etmezdi.

161
9 197 GÜN ’ BÖLÜM 1

Hatta sattığı antikaların değerinden dolayı pek çok zengin ve tehli­


keli adam dan para kazanabilecek olduğu ve parayı pek çok sevdiği
halde bu tehlikeli adamlarla alışverişten kaçınırdı. Bu tipten sayı­
labilecek müşterilerinden en çok para kazandığı Federico isimli bir
mafya babasıdır am a Tika, bu adam ın bol alışveriş etm esinden mi,
yoksa ona kaliteli votkalar hediye etm esinden mi bilinmez, onu teh­
likeli olarak görmez. Federico isimli o adam ın sevgilisini kesen ço­
cuğun babasıyla ticari ilişkileri olduğunu ise hem en hiç düşünmek
istemez. Oysa bu durum u cinayeti televizyondan gördüğünde de
düşünmüş, haberi izlerken sol gözünü belki de şimdiye kadar hiç
kırpmadığı kadar kırpmış, dudağının sol tarafı sol burun deliğine de­
ğecek kadar yukarı kalkmış, henüz çok küçük olan kızlarını Tanrı’nın
bu tür canilerden koruması için fısıltı halinde defalarca dua ederken
dişinin gedik tarafına da dili defalarca kısılmıştı.

Ayrıca bir seks yuvası olarak kullandığı dükkânda bir katile yer yoktu.

Yeniden kıyafetlerini giymeye başlarken, kadın d a az önce çıkardı­


ğı yağmurluğunu üzerine geçirip, kapalı duran dükkân kapısı açılır
açılmaz içeriden bir kadın çıktığını gören dükkân komşuları şüphe­
lenmesin diye genellikle dükkânın altında bulunan antika yatağa
dinlenmeye gidiyordu. Bir süre sonra dükkânda müşteri çoğalınca
girip çıkanın takip edilemeyeceği bir anda bu kadın da kapıdan çı­
kar giderdi. Aslında dükkân komşuları zaten her şeyi bilmekteydi
am a onların da benzer kaçamakları olduğu için kimse birbirinin ne
yaptığını görmezdi.

O gün de kapı açıldıktan biraz zaman sonraydı ki polisler yeniden


geldi ve bu defa Tika onları kabul edebildi. Bunlar sivil polisti ve*
kendilerini tanıtmadılar. Birinin küçük ve sevimsiz bir köpeği vardı
ve ısrarla Tika’yla sevgilisinin az önce seviştiği köşeye gitmek istiyor
du. Tika bu durum dan rahatsız olmuş am a belli etmemişti. Çünkü
bu esnada köpeğin sahibinin ceketinin arkasındaki potluktan silahı
olduğunu anlamış bu kişi polisse de değilse de ondan korkmuştu.

162
SULTAN TARLACI

Sol gözü birkaç defa sekti. H atta ‘O rada dikkatini çeken bir şey var
sanırım. H a ha. Şirin şey gezdirin baksın.’ dedi. Katili bulmak için
civardaki evleri ve dükkânları gezdiğini bilen polis dükkânın içini
gezmek isterse aşağıda yarı çıplak yatan sevgilisini görecekti. Ney­
se ki sevgilisi polisler oradayken uyanmış ve “Aradığım eşyalar yok
aşağıda. Kusura bakmayın meşgul ettim epey sizi.” demiş ve dük­
kândan çıkıp gitmişti. Tika arkasından birkaç defa “Yine bekleriz,
yine bekleriz.” dedi.

Polisler, aşağından bir müşterinin çıktığını görünce olmalı, aşağıya


bakm aya ihtiyaç duymadı. Köpeği olan polis, bir tane eski melek
biblosu aldı çıktı. Öyle bir adam ın melek biblolarıyla işi olmayacağı,
bir şey aradığı am a belli etm em ek için herhangi bir şey aldığı bel­
liydi. Neyse Tika üzerinde durmadı, sonuçta bibloyu iki katı fiyatı­
na satmıştı. Karşısındaki adam bir şeyler almak için gelmemişti ki o
biblonun gerçek fiyatını bilsin veya pazarlık etsindi. Zaten öyle de
olmadı. Parayı verdi, çıktı ve gitti. Her halinden belliydi, burası katil
aranacak yer değildi. Kesin oradadır diyemem am a her ne olursa
alsun polisin bakması gereken bir yer varsa o da şu Federico denen
ulam ın konağıydı bence.
“H ayatı lusid yaşa ki öldüğünde şaşırm ayasın.”
Dr. Saltı paylaştı, 151 g ü n önce

29. G ün

Federico mu?

Allah’ın belası domuz herif! İçinde insan izi olmayan varlık. Elbette
tanıyorum. Beni o öldürdü.

Bu şehrin en zengin ve en tehlikeli mafyasıdır.

Nereden geliyor sanıyorsunuz bu değirmenin suyu? Bu katlar, yat­


lar, arabalar, iş hanları, oteller. En son tarihi eser bir yalı alıp restore
etmişti. Bir buçuk milyon dolar harcadı oraya. Anlıyor musunuz? Bir
buçuk milyon dolar. Yıkıntı, işe yaramaz ve köhne bir yere... İçini,
olduğu gibi antika eşyalarla süsledi. Ne için olacak, ona buna ‘Ünlü
iş adam ı tarihimize sahip çıktı’ dedirtmek için.

Kimsenin bilmediği altın mahzenine ne demeli? Bol bol altın alır


koyar. Merkez bankasındakine yakındır onun altını inanın. “Paranın
değeri piyasaya göre değişir, belki çok yükselir am a nihayetinde bir
kâğıttır. Oysa altın piyasada düşse bile m adendir.” der.

Kim? O mu hayır sahibi? H a ha! Evet tabii. Federico! Üniversite


hastanesine yaşlılar için özel Alzheimer hastalıkları bölümü yaptıran
Federico! Ne için yaptırdığını anlatırım ben size sonra.

Basında hayırsever iş adamı, akademik çevrede ise ünlü fizik profe


sörü. Biz kendi aramızda ne deriz bilir misiniz? Nereden bileceksiniz.
Boklu Federik deriz. O paraların çoğunu boktan kazanır da ondan.
SULTAN TARLACI 9

3u şehrin tüm umumi tuvaletlerinin geliri ona gider. Uff! G ünde kaç
dşi girer çıkar o tuvaletlere şehir m eydanlarında, yol kenarlarında,
ünlenm e tesislerinde biliyor musunuz siz?

rizik profesörü dedim ya az önce. Alay etmedim. Doğru, gerçekten


profesördür bu adam . Boktan para kazandığına bakmayın. Okumuş
/azmıştır.

/illasının altındaki geniş laboratuvarından haberiniz var mı? Nere-


len olacak. D ünyada sayılı yerde vardır öyle bir laboratuvar. Hah
¡imdi sorayım ben size. Madem insan hayatına o kadar önem ve-
iyormuş da neden evinin altında yüzlerce insanı öldürmüş? Belki
/inlerce! Süründürdükleri, sakat bıraktıkları da cabası. Hangi fizikçi
nsanlar üzerinde deney yapar?

3oklu Federik yapar işte. Bu adam tahmin ettiğinizden çok daha za-
arlı biridir. En son fizikî beden ve varsayılan ruh üzerine çalışmalar
/aparken belki yüz tane adam öldürdü ve ölüm anında ceset hafif-
iyor mu diye ölçümler yaptı. Bazı bilim adamlarının, ruhun ağırlığı
/lduğu ve ruhun bedenden ayrılması anında cesedin hafiflediğine
lair görüşleri var. Bizimki de denedi. Onca kişiyi öldürdü; kadını
»rkeği, yaşlıyı genci, şişmanı zayıfı. Sonra da ölçtü tarttı am a nasıl
)ir sonuca ulaştı bilmiyorum.

fok. Beni deneylerinde kullanırken öldürmedi. Ben onun adamıy-


lım. Tetikçisiydim. Sonra bir gün ayrılmayı düşündüm . Kendi işimi
vuracaktım. Kendi işim derken, sebep para değil. İyi para verirdi
/ana orası ayrı. Hediye de verirdi eli açıktır. O nda içtiğim şarapları
liçbir yerde içmedim am a sıkılmıştım, garip ve yoğun bir öfkem var­
lı ve her şeyi ayarlamıştım. Gidecektim. O na söylemedim elbette,
(açacaktım. Evet, bu tür işlerden ayrılamazsınız ve kaçamazsınız.
3unu da en iyi ben bilirim am a kendime güveniyordum. Çünkü Fe-
lerico’nun her adımını, hatta nerede nefes alıp verdiğini biliyordum,
feni planlarıma göre beni yakalamasına, bulmasına imkân yoktu,
îöyleyken, nasıl oldu, nasıl öldürdü bilmiyorum.

165
197 GÜN • BÖLÜM 1

Ölmeden önce en son hatırladığım, kaçm am a bir gün vardı. Federi-


co’nun villasında bana ayrılmış odam da televizyon izliyordum. Son­
ra görüntüler kaydı. Renkler kayboldu. Şu beyaz ışık ve tünel deni­
len hikâye var ya! O hikâye doğru. Yaşarken hep m erak etmiştim
de yeri gelmişken belirteyim dedim. Neyse, kendimi o kadar küçük
hissediyordum ki, sanki bir böcek. Işık beni elektrik süpürgesi gibi
çekiyordu içine am a anlık olan şeyler bunlar. Sonra ne oldu derseniz
birden renkler yeniden geldi. Yüksekçe bir yerden aşağıya bakıyor­
dum. Bu, az önce televizyon izlediğim odam dı. Kendimi gördüm.
Yerde yatıyordum. Sonra Federico’yu gördüm.

Herif, ruhu kendinden ayrılmış zavallı leşimin tepesinde dikiliyordu.


Kendimi ve onu, tepeden dev bir ekrandan izliyor gibiydim. Cese­
dimin üzerine eğildi, suratıma tükürdü, muhterem anneciğime bir
küfür savurdu ve hindi ibiği gibi sallanan sarkmış boğazından çıkan
iğrenç sesiyle dışarıda bekleyen adam ına bağırıp “Kaldır şunun po­
sasını.” dedi. Diyorum ya öldüğümü anlayam adım diye. Bir garip,
nasıl anlatılır, korkunç bir rüya gibi am a baktın ki hiç uyanamıyorsun
işte orada anlıyorsun ki ölmüşsün. Bir de bedenimi sürükleyip götü­
ren adam dan anladım öldüğümü. Çünkü yaşarken defalarca başka
kişilerin ölüsünün öyle sürüklenip götürüldüğüne şahit olmuştum.
Ağzımdan akan kan saçlarımla sürüklenirken yukarıdan suluboya
fırçasıyla sürülmüş gibi görünüyordu odanın beyaz zemininde. “Vay
be!” dedim. “Beni de öldürdün ha Federico? Bir de üstüne anama
sövdün ha?” Buradan anlaşılıyordu işte kaçacağım dan haberdaı
olduğu. Ben de aynı şekilde ona defalarca tükürdüm, tükürdüm,
tükürdüm ve sülalesindeki tüm kadınlara sövdüm! Hepsiyle yattım
Anlıyor musunuz beni?

O söylediklerimin hiçbirini duym uyor ve hissetmiyordu. Bir sigara


yaktı cam dan dışarı baktı. Bu hali daha sinir bozucuydu. Yine söv
düm saydım anasını avradına... Ama o esnada bir daha asla sevi
şemeyeceğim de geldi aklıma. Bu durum da sövmek de başka bıı
acı veriyordu ruhum a. Her neyse zaten hissetmiyordum hiçbir şev

166
SULTAN TARLACI 9

datta Federico denen dom uza olan öfkemi bile. Böyle anlattığıma
/akmayın. Nasıl desem ? Bir anlık şaşkınlık ve sonrasında alışkanlık
jibiydi sinirim. Hızlı giden bir aracı hem en durduramazsınız, bir süre
iürüklenir ya aynen o şekilde. Ya da grip olduğunuzda yediğiniz
/emek gibi... Yersiniz am a ağzınızda hiçbir tat hissetmezsiniz. Fe-
ierico’ya öfkem, yaşarken son zam anlarda beni ve ruhum u en çok
neşgul eden şeydi. Bu nedenle hâlâ orada kaldım sanırım. Bilinç
1e anılar, ölünce bir şekilde devam ediyor hem de kaldığı yerden,
foksa hissettiğim bir şey yok ona karşı. Sanki sinirlenmem gerektiği
çin sinirleniyormuşum gibi... Bir görev gibi... Öylesine...

\m a ne hayallerim vardı ondan kaçıp başka ülkede kuracağım yeni


ıayatıma karşı. Ara sıra aklıma geliyor. Gerçi şimdi onun da bir öne-
ni yok.

Dysa kendisi de binlerinden ve bir yerlerden kaçarak gelmişti bu-


alara biliyor musunuz? N ereden bileceksiniz. Hem de babasından
taçmıştı. Bunu bir Federico bilir, bir de ben tam am mı?

talyan kökenli bu herif... İtalya’dan Türkiye’ye ergen yaşta kaçmış


jelmiş. Babası d a İtalyan mafyalarındanmış. Bunun anası babasını
boynuzlamış. Hem de bir Türkiye tatili esnada Antepli bir garsonla,
îu anlattıklarımı çok az kişi bilir ha. H atta Federico ve benden baş­
la kim biliyor? Bence kimse. Ben de öldükten sonra bu dom uzun
’trafında sık sık dolanırken öğrendim hepsini. Kimseyle paylaşmaz
mnları. Anası Türkçe günlük tutmuş, ara sıra okur, ben de görürüm.

)rada yazdığına ve başka kaynaklardan öğrendiğime göre, yıllar


ince Federico denen domuz d ah a doğm adan, anasıyla anasının
locası yazın tatile Türkiye’ye gelirler. Adam karısını otelde sık sık
ıırakıp kum ar oynam aya gidermiş. Kadın bazen kocasının yanında
ıturup oyunu izlese de tatili genellikle yalnız geçmiş. O yalnızlık-
nrmda Antepli bir garsonla bakışmış bir süre. Sonra İngilizceyi az
,ok ikisi de biliyormuş d a biraz konuşmuşlar. Derken iş ilerlemiş,
falnız kadın günlükte anlatırken ‘büyük aşk’ diyor. Neyse, kocasının

167
197 GÜN * BÖLÜMİ

kumar m asasına oturup saatlerce gelmeyeceğinden emin olduğu bir


gece çağırır âşığını odasına. Bir süre yine oturur, oradan buradan
konuşurlar. Bakışırlar, yavaş yavaş dokunurlar. Sonra öpüşürler. Vay
kaltak! Nasıl da zevkle anlatıyordu. Derken o gece adam bunu ezer
geçer. S abaha kadar. O ndan sonrası hamilelik. Federico piçi on dört
yaşına gelene kadar babası boynuzundan habersiz. Anlaması da
garip. Adam mafyaymış ya öyle mahalle kabadayısı zannetmeyin.
İtalya’nın hatırı sayılır mafyalarından ha. Herifte dönem in en iyi si­
lahları bulunuyormuş. Para da o biçim.

Herif karıyı -Federico’nun anasını- elbette sayısız karıyla aldatıyor


am a içlerinden birine âşık oluyor bir gün. O da ona. Aşk dolu ge­
celerden birinde hatun, herifin kulağına ondan çocuk istediğini fı­
sıldıyor. Birçok girişime rağm en bir türlü çocuk sahibi olamıyorlar.
Doktora gidiyorlar, baba kısır çıkıyor. Önce yanlışlık diyorlar. Eee...
Herifin on dört yıl önce çocuğu oldu. Doktor, ilk çocuğunun kendin­
den olduğuna emin olup olmadığını sorunca babanın hastaneden
ayrılışından sonra doktorun cesedini morga kaldırıyorlar. Doktoru
gebertiyor am a bir yandan da kafasındaki kurt yiyor herifi. Eve gi­
dip oğluna, yani Federico’ya ve karısına durum u belli etm eden DNA
için ne gerekiyorsa en güvendiği adamını görevlendiriyor.

Ha bak orada kadın günlüğünün sonlarında geberm eden önce şöy


le yazmış: “İçimden bir ses Federico’yu kurtarmam gerektiğini söy
lüyor. Ama neyden, kimden? Yalnız bu öyle kuvvetli bir his ki onu
İtalya’dan bile gönderm ek istiyorum.”

Bir sonraki sayfada şöyle yazmış:

“Sanırım eşim başka mafyalarla kavgalı ve evi basıp hepimizi öldü


recekler. Federico’yu korumam lazım.”

Bundan sonrası günlükte yok. Bu yüzden bir süre bu Federico de


nen herifin paçayı nasıl yırttığını anlayamadım am a sonra, yani öl
dükten sonra Federico’nun sık sık izlediği bir videoya şahit oldum
Bir adam ve kadın var. Bunların babası ve anası olduğunu sonru

168
SULTAN TARLACI 9

dan anladım. Babası derken anlayın işte. Babası anasını yatırmış.


Adamın elinde bir silah. Bağıra bağıra İtalyanca bir şeyler söylüyor.
Sık sık Federico adı geçiyor, ben bir tek orasını anlıyorum zaten.
Sanırım Federico’nun nerede olduğunu soruyor. Kadın hem aşktan
lıem de kocasının eline geçerse okuyamasın en azından biraz zaman
kazanayım diye Türkçe öğrenmiş ve günlükleri Türkçe tutmuş ya o
esnada bir ara adam a Türkçe şöyle diyor: “Federico’yu bulam aya­
cağın bir yere gönderdim .” Adam ne dediğini anlamıyor am a kudu-
'uyor. Silahı defalarca kadına tutuyor. Kadın hiç oralı değil. Sonra
talyanca bir şeyler söylüyor adam a am a Federico’dan bahsetmiyor,
fer ne söylüyorsa adam daha da sinirleniyor, kadının bacaklarını
içip çamaşırını çıkarıyor ve silahı vajinasına tutuyor. Sonra kadın
)ir kahkaha atıp yine Türkçe şöyle diyor: “Onun aleti senin kur­
on u n d an daha yakıcıydı inan.” Bir süre ikisi de sessiz bakışıyor.
Sonra kadın İtalyanca bir şeyler söylüyor. Bence aynı cümlenin İtal-
/ancasını. Çünkü adam ın bu söylediğini anlamasını istiyor. Zaten
) sözden sonra adam ın gözü dönüp boşaltıyor kurşunları. Kadının
ığzından burnundan kan geliyor.

\dam karısını öldürürken videoya neden aldı? Sanırım bir defa öl-
lürmekle siniri geçmeyeceği için her sinirlendiğinde defalarca izle-
nek istedi am a hiç izleyemedi o videoyu. N eden derseniz videonun
Icvamında bir görüntü: On dört yaşlarında bir çocuk arkadan yak­
ışıyor ve beynine silahı dayayıp adam ı vuruyor! Federico sanırım
uı. Annesinin öldürülüşüne şahit olunca gebertti babasını. Belki
»abası olmadığını biliyordu. İşte daha sonra ne oldu da Türkiye’ye
H'lmeye karar verdi bilmiyorum am a liseye burada başladığını ve
nmamladığını biliyorum. Üniversiteyi de burada okumuş. Babasın­
ı n yüklü bir miras. Mafyalık da -Antep de- genlerde var. Kafası da
nr onu da söylemek lazım. Akıllıdır Federico.

Jcreden nereye geldik yahu. Neden sordunuz bu domuzu bana?

Hdürülen kız mı? Ha... Evet, biliyorum o olayı. Zavallının kafası be-

169
197 GÜN • BÖLÜM 1

deninden ayrılmadı mı testereyle? Katili de bulunam adı. Kolay ko­


lay da bulunmaz ben sana söyleyeyim. N ereden baksan yirmi gün
olmuştur o kız öldürüleli. Hayır. Kesinlikle söyleyebilirim ki Federi-
co’nun bu olayla hiçbir ilgisi yok. Kızın katilini de saklamıyor. Biliyo­
rum, o katil gencin babasıyla bir süre ticaret yaptı Federico am a na­
sıl desem, bakın Federico dom uzu kimseye iyilik yapmaz anladınız
mı? Onu diğer mafyalarla karıştırmayın. Yalan söyleyecek değilim.
Öldükten sonra insanların yalan söylemesi için bir sebep olmuyor.
İnsan neden yalan söyler? Canı tehlikede olduğu için söyleyebilir.
Birine rezil olmamak için söyleyebilir. Güzel bir kadınla sevişmek
istediği için söyleyebilir. Bunları artık yapamayacağımı biliyorsunuz.
Ya da arkadaşını kayırır, yalan söyler ki Federico dom uzundan ne
kadar nefret ettiğimi biliyorsunuz. O benim kesinlikle arkadaşım ola­
maz. Onu korumam için sebep ne? Öldürülen kızla ve kaçak sevgili­
siyle hiçbir ilgisi yok! O kadar.

Federico polisten falan korkmaz. Şu villa kaç katlı sence? Üç değil


mi? Öyle dersin tabii. Sen nereden bileceksin. Tam sekiz katlı bu vil­
la. Polis gelse buraya üç katını didik didik arar. Bir şey bulamaz gider.
Duvarlara bak. Onların bazıları duvar değil kapıdır. Yani Federico o ,
çocuğu burada saklayacak olsa kimsenin ruhu duymaz. İsterse en iyi
dedektif olsun. Kimi görevlendirmişler katili bulmak için? Vefa’yı mı?
Tanımaz mıyım? Bak bu işteysen polisleri tanıyacaksın tam am mı?
Cinayet masasının en sağlam ayağıdır. İyi polistir Vefa... Zehir gibi
kafası vardır hakkını verm ek lazım. Yok, bizim pek canımızı yakama
dı am a sen bize göre değerlendirme onu. Olabileceğinin en iyisidir
Bir pislik de odur. Köpeği var onun bir de. H ayatında görüp göre
ceğin en çirkin ve sevimsiz canavar. Hayır, köpeklerden korkmanı
am a bazısı şöyle bir sevimli olur. Onun köpeğinde hiç sevimlilik yok
Mal sahibine çeker, o da sahibi gibi şerefsiz. Bilmiyorum belki bulut
katilin nerede olduğunu. Diyeceğim o ki, Federico Vefa’dan vey.t
başka bir polisten korktuğu için değil hiç kimseye iyilik yapmayacak
biri olduğu için katili saklamaz. Katilin babasına mı iyilik yapacak’

170
SULTAN TARLACT 9

Arkadaş falan bilmez Federico. Yardım d a etmez.

Bana kalırsa bu kayıp katilin babasıyla babası, iş yapan okul arka­


daşlarını falan takip etmeli polis. Okulu iyi gözlemlemek. Gençlerin
aklı beş karış havada, ağızlarının yayı gevşek olur. Ben bir şey söylü­
yorsam yıllar süren suç tecrübem e yönelik söylüyorum.

Bizim dom uz bu öldürülen kızla niye ilgileniyor derseniz bak bir isim
vereceğim size. Bir doktor, Dr. Saltı. Federico bu adam ı uzun süredir
takip ediyor. Akıllı bir doktor. H atta Federico’dan akıllı. Dahi. Bizim
domuz da böyle düşünüyor. Söylemez ama ben bilirim. O doktor bu
öldürülen kızla ilgileniyormuş. Artık nedenini ben bilmem. Makale
falan yazacaktır belki. Doktoru tanıyan bir ruh vardır. Gidip sorun.

Kısacası Federico doktorla, doktor da bu öldürülen kızın olayıyla


ilgilenince Federico d a o olayla ilgilenmiş gibi oldu.

Ben anlam am da sık duyduğum bir laf var son zamanlarda: Kuan-
tum Fiziği. Federico da bu alanda uluslararası bir ödül almak istiyor.
Nobel Fizik Ödülü. Bokumu alsın!

171
“Aşk, akıllı aptal dem eden tü m insanlara bulaşan bir h a sta lık tır”
A lb ert C am us
Dr. Saltı paylaştı, 149 gün önce

31. G ün

Elbette sıklıkla geldi okula. Yalnız, komiserin bu okul ziyaretleri ka­


tilime dair bir iz bulmaktan çok Jülide H oca’yı görmek için gibiydi.
Dikkatinizi çeken bir şey oldu mu diye sorm aya gelmişmiş. Önce
m üdürün odasına çıkardı. Jülide Hanım için geldiğini belli etmeye­
cekti aklınca. Etmeyecekti de bilmem benden başka fark eden var
mıydı am a komiser resmen Jülide H oca’ya âşık olmuştu. İşin kötüsü
bu iri yapılı cinayet masası dedektifi okula çıkıp geldikçe onun bo­
yunun üçte, kilosunun beşte biri olan küçük müdürüm üz bir gün
kalpten gidecekti. Komiser karşısındaki ezik büzük duruşunu görme­
liydiniz. “Aslında o yavrumuzun parçalanm ası hususundan başkn
okulumuzdan herhangi bir öğrencimizin başına böyle kahredici bir
vukuat gelmemiştir.” diyordu. “Allah korusun elbette bundan sonnı
da gelmeyecektir. Zaten biliyorsunuz ki o olay okul çıkışında olmuş
tur. Okul içinde olması zaten mümkün değildir. Şu okulun güvenli
ğine bakınız. Ha ha. Belki sizin de dikkatinizi çekmiştir hatta şöyle
demişsinizdir, vay be güvenliğe bak sanki okul değil bizim emniyet
müdürlüğü. H a h a.”

Dedektifin karşısında son derece rahat olduğunu, belki de dedek


tiften çok kendine hissettirmek için yaptığı bu esprilere Vefa k<>
SULTAN TARLACI Q

miser karşıdaki kırılmasın diye zoraki bir tebessüm ederdi. O gün


de okulun ne kadar güvenli olduğuna dair benzer şeyler ve sonra
dikkatlerini çeken şüpheli bir kişi veya durum olmadığına, katilin
de yerini bildirecek kendilerine kayda değer bir bilgi gelmediğine
dair konuşmuşlardı. Kaderin karşılaştırması diyelim, Jülide H oca’yı
görmediği günlerde hasretinden yandığına emin olduğum komiser,
küçük müdürümüzle birlikte ikinci katın m erdiveninden inerken J ü ­
lide Hoca da tam karşı sınıftan dersten çıkmış, etrafını saran öğren­
cilerle birlikte öğretmenler odasına doğru yürüyordu. Bir ara durup
bir öğrencinin sorusunu çözdü. “Soruyu okumuyorsun. Önce oku.
Senden istenene bak. Burada bulduğun tarlaya ekilebilecek fidan
sayısı değil.” diyordu. Vefa komiser “Bir de öğretmen arkadaşlara
sorayım dikkatlerini çeken bir şey var mı diyerek m üdürün yanından
ayrılmış ve öğretmenler odasına girmişti. O ndan bir dakika kadar
sonra Jülide H anım ’ın içeri girmek için açtığı kapıdan küçük m üdü­
rün sesi geliyordu. “Getir o basketbol topunu. Getir oğlum. Getir,
getir, getir.” Muhtemelen koridorda basketbol topuyla futbol oyna­
maya kalkmış çocuklara sinirleniyordu yine. Birkaç defa bu şekilde
koridordaki panolar düşmüştü.

Aşk, hangi yaşta olursa olsun insanı çocuklaştırıyor. Jülide Hanım


odaya girerken Vefa komiserin halini görmeliydiniz. Beklediği bir
dakikanın ona bir saatten uzun geldiğine eminim. Oysa o belli ol­
masın diye asla kapıya bakmıyor, diğer hocalarla sohbet ediyordu.
Kapı açıldığında da dönüp bakmadı ve belki onu en çok ele veren
•jey buydu. Çünkü aklı açılacak kapıda olmayan biri kapı açılınca
gayri ihtiyari bakardı. Herkes bakmış o sanki hiç fark etmemiş gibi
davranmıştı. Bunun yanında kendini karizmatik gösterecek her şeyi
yapıyordu.

Katile dair sorulan soruları cevaplıyor, çalışmalarının gece gündüz


sürdüğüne, ne zor şartlar altında operasyonlara katıldıklarına dair
anlatımları odanın diğer köşesinde olan Jülide H anım ’ın duyacağı
!>ir sesle söylüyordu. Bunun yanında elbette daha fazla bilgi vere­
9 197 GÜN • BÖLÜM 1

mezdi. Bunu d a sözlerine ekleyip önemini daha d a artırıyordu. Tüm


hocalar can kulağıyla dinliyor ve yaptığı işin gizliliğine de ayrıca baş
sallayarak saygılarını gösteriyorlardı. İşte o d a böyle bir ortam da
konuşm aya dalmış, kapının açıldığını duymamış, duysa bile kimin
girdiğini önem sem eyen bir tavırda olduğuna dair bir kanaat oluştur­
mak istiyordu.

Hadi kapının açıldığını duym adı veya fark etmedi diyelim, Fizik ho­
camızın Jülide H oca’ya “Vallahi Jülide Hanımcığım nasıl yakala­
dınız o kopyayı? Geçen haftadan beri okul sizi konuşuyor.” deyip
ardından bir kahkaha atmasıyla odadaki herkes Jülide Hanım ’a
dönm üşken komiser yine dönüp bakmamıştı. Katılmayabilirsiniz
am a artık bu kadarı kesin bir hoşlanm a belirtisiydi bana göre.

Jülide Hanım elindeki kitapları m asaya bıraktı, gülümsedi.

“Yeni gelen hoca sendrom u olmalı.” dedi. “Çocuklar gelenin gideni


aratm asından hep korkar. Abartıyorlar.”

“Yok am a abartıyorlarsa da etkisinden kurtulamamışlar.” dedi tarih­


çimiz. Ardından güldü ve bir süre sonra gülmesi öksürüğe döndü.
Çareyi çayından bir yudum alm akta bulmuştu. Okulun en yaşlı ho-
calarındandı. Öğrencilerin getirdiği sorulara burnunun ucuna taktığı
ve düşecek izlenimi veren gözlüğüyle bakıp “soru hatalı olmalı” de­
mesiyle tanınırdı. Tarih bilgisi çok derin olmasına rağm en test soru­
larını hiç çözemezdi.

Boğazını çayla yumuşattıktan sonra devam etti: “B ana d a anlattılar.


Hocam diyorlar. Kâğıtları dağıttı...” bunu derken ucuna oturduğu
sandalyesinde göğsünü öne çıkarıp kâğıt dağıtma hareketi yapmıştı.
“Pencereye geçti, dışarıyı izlemeye koyuldu. Bir saniye bile sınıfa
dönüp bizi kontrol etmedi. Sonra yazılının ortasında ‘Gülin kâğı­
dını m asam a bırak’ demez mi! Ha ha...” Tarihten bir kahramanlık
destanı anlatır gibiydi. Keyfe gelmişti. Gülüyordu. Kahkahaları bir
süre sonra boğazındaki balgam la yine öksürüğe döndü. Dinleyen
bazı hocalar, Jülide H oca’nın başarısını kendilerine yükleyip “Ya

174
SULTAN TARLACI 9

işte biz, öğretmenler böyle kopya yakalarız.” gururuyla elindeki çayı


karıştırmaktaydı. Hatta birkaçı “Ben de bir zaman şöyle bir kopya
yakalamıştım”ı anlatm aya girişmişlerdi ki az önce Jülide H anım ’ın
Gülin’deki kopyayı nasıl yakaladığına dair söyleyeceği merak konu­
suyken konu birden dağıldı, “Ama Gülin’in de kopyada yakalanm a­
sına şaşırdım.” diyordu hocalar. “O kopya çekecek öğrenci değildi
ya. Evet, çocuğa son dönem lerde bir şey oldu. Artık eskisi kadar,
benim de dersime katılmıyor. Bende de son yazılıdan düşük aldı.
Şu Gökay denen zibidiyle çıkmaya başladıktan sonra oldu.” gibi
sohbetler dönem eye başlamış, Jülide H oca’nın kopyayı nasıl yaka­
landığına dair sırrı yine öğrenememiştim.

O esnada Jülide Hanım da sanki -bilmiyorum, belki bana öyle gel­


di- konunun kopyadan başka yöne kaym asından m em nun olmuştu.
Bir ara Vefa komisere dönerek “Hoş geldiniz komiserim.” dedi. Bu­
rada içten ve samimi söylenmiş komiserim ifadesindeki “-im” aitlik
eki o kadar çok ve herkes tarafından kullanılmaktaydı ki insana ait­
lik hissinden çok genellik hissi katıyordu. Yavan, sıradan, rahat ve
öylesine söylenmiş bu söz, son beş dakikayı Jülide H anım ’ın orada
olduğunun farkına bile varmamış rolü üstlenen Vefa komiserin tüm
oyununu boşa çıkarıyor, komiserin orada olduğunu bilen am a um u­
runda olmayan bir kişinin sözü görevini üstleniyordu. Belli ki bunları
komiser de düşünüyordu. Düşünüyordu ki cevap verem eden Jülide
Hanım ’m yüzüne dalmıştı.

Jülide Hanım:

“Vefa’ydı değil mi?” diye tekrarlama ihtiyacı hissetti. “İsminiz?”

“Ha evet... Evet. Nereden hatırladınız? Hafızanız kuvvetli.” Gülüm ­


sedi. Oturduğu yerden sağ ayağının parm ak uçlarında topuğunu
yaylandırıyor, farkında olm adan yaptığı bu hareket birbirine ikili
monte edilmiş koltuklardan diğerinde oturm akta olan tarihçiyi de
sallıyor, adam ın gözlükleri her sallanışta biraz daha burnunun ucu­
na iniyordu. “Kusura bakmayın, ben de sizin isminizi anım sam aya

175
197 GÜN ’ BÖLÜMİ

çalışırken dalmışım.” diye ekledi.

Hâlâ aynı taktik üzerinden gitmekteydi. Ne kadar garip. Genellikle


rahat olan taraf erkekler, karşıdakinin farkında değilmiş oyununu
oynayan bayanlar olurdu. Rolleri nerede karıştırmışlardı bilmiyo­
rum am a sanırım onları bu değişime mahkûm eden Jülide H oca’nm
Vefa komiserden gerçekten hoşlanmıyor olup rahat davranmasıydı.
Ya da hoşlanıyor am a belli etmiyordu. Eğer öyleyse gerçekten çok
başarılı ve bir o kadar tehlikeli bir oyuncuydu.

“Önemi yok.” dedi Jülide Hanım gülümseyerek. “Jülide.” diye ekle­


di ismini hatırlatmak için.

Komiser “Ha... Evet... Hatırladım Jülide H anım .” derken yeniden zil


çalmış, sözlerinin bir kısmı duyulmaz olmuştu. Komiser, bu durum ­
dan -karizmasını çizen bir şey gibi algılayıp- ayrıca rahatsız olmuştu.

Beş dakika gördüğün ve konuştuğun yeter Vefa Bey demiştim içim­


den. Yalnız herkes derse gitmek için kalkarken, Jülide Hanım ayakta
durduğu yerde altına bir sandalye çekmiş, oval m asaya komiserin
karşısına oturmuş, laptopunu açmış, geçen haftaki yazılı sonuçlarını
incelemeye başlamıştı. Bu esnada diğer hocalar derse gitti ve baş başa
kaldılar. Kimse olmayınca cesareti sanki yerine gelmişti komiserin:

“Derse gitmeyecek misiniz hocam ?” diye sordu.

Jülide Hanım bir an komisere bakarak “Bu saatim boş.” dedi.

“Bu arada internet sayfamı bir kontrol edeyim diyorsunuz.”

“Yok. Benim sosyal paylaşım sitelerinde sayfam yok.” dedi Jülide


Hanım gülümseyerek.

Komiser az değildi. Onun daha önce Jülide H anım ’ın adına sayfa
aramış ve bulamamış olduğundan emindim.

“Öyle mi?” dedi şaşkınlıkla. “Yani benim de yok am a biz genellikle


meslek dolayısıyla öyle yerlerde kişisel paylaşımlar yapmıyoruz. Si­
zin sebebiniz nedir?”

176
SULTAN TARLACI 9

“Vakit bulamıyorum. İnternette öyle yerlerde gezerken pek çok işim


yarım kalıyor. Zaman bakım ından zararlı görüyorum .”

Komiser onaylar gibi başını salladı. Sonra birden aklıma bir şey gel­
miş gibi:

“Siz matematikçiydiniz değil mi?”

Jülide Hanım yeniden komisere baktı.

Komiser bu bakıştan sonra: “Şundan soruyorum ...” dedi. “Yeğeni­


min matematiği çok kötü acaba nasıl düzelebilir veya özel ders falan
mı aldırsak? Siz veriyor musunuz özel ders?”

“İsmimi hatırlamazken branşımı hatırlamanız çok garip. Üstelik söy­


lememiştim bile.” dedi Jülide Hanım.

Komiserin yüzüne bir ateş basmıştı. Aslında ben bunu anlayabiliyor­


dum. Bunun sebebi cümlelerin anlamlarının söyleyen kişinin jest ve
mimiklerinde saklanıyor olmasıydı. Jülide Hanım bunu söylerken
şaşkınlık belirtse belki sorun olmayacaktı am a o nasıl bir söyleyişti!
Gülüyordu. Hayır hayır gülmek değildi. Belki gülse de sorun olmaz­
dı am a o gülümsüyordu. Burada bir alay olmalıydı. İşte o alay ifade­
siydi genç adam ın kalbinde olan ateşi körükleyip yüzüne çıkartan.

Bu cevap onu neyle suçluyordu? İsmini hatırladığı halde hatırlamı­


yorum diyerek yalan söylemekle mi? Jülide Hanım branşını söy­
lemediği halde bir şekilde araştırıp onun branşını öğrenmekle mi?
Yani gizliden gizliye onunla ilgili bilgi toplamakla mı? Ve tüm bun­
ları yaparken az önce sorduğu soruyla bunları belli etmek gibi bir
aptallıkla mı? Yoksa tamamıyla mı? Neyle suçlanıyordu? Ondan
hoşlanmakla mı? Şimdi burada Jülide H anım ’la sohbet etmek için
ini bulunmaktaydı. Ne oluyordu? Bunları düşünürken cevapta geç
kalmış, neden sonra kafasını toparlayabilmişti:

“Sormadığımdan emin misiniz?” diyebildi.

Belki bu soru, bu durum da verilecek en akıllıca cevaptı.

177
197 GÜN ’ BÖLÜMİ

Jülide Hanım son yazılının başarı grafiğini çıkarıp kaydettikten sonrn


önceki yazılı sonuçlarına baktı. Onların da grafiğini oluşturup ikisini
karşılaştırmayı düşünüyor olmalıydı. Bunları yaparken ekrana bakıp
belli belirsiz bir dalgınlıkla:

“Evet. Okula geldiğiniz ilk hafta kendinizi tanıttınız.” dedi. “Bana,


öldürülen kız öğrenciyle ilgili konuşmak istediğinizi söylediniz. Şüp
heli bir kişi veya durumla karşılaşıp karşılaşmadığımı sordunuz. Ben
de bu okulda ilk günüm olduğunu söyledim.”

Önündeki ekranı büyüttü. İlk yazılıyla ikinci yazılı arasında uçurum


sayılmasa da belirgin bir düşüş vardı. Sınıfın diğer sayısal dersleri
nin yazılı sonuçlarına baktı. Sayısal sınıf olmasına rağm en bu kadar
düşük not sadece matematikte miydi? Bunu düşünüyor olmalıydı.

“Siz de gülümsediniz. Sonra da böyle bir durum la karşılaşırsam sizi


aram am için telefon numarası verdiniz. Hatta verdiğiniz kâğıt işte
burada. Aynen verdiğiniz gibi duruyor.”

Çantasına uzanmış ön cebinden küçük bir kâğıt çıkarmıştı. Vefa ko-


miserin telefon numarası yazılı bu kâğıt, o gün Jülide H anım ’ın çan
tasına koyduğu şekliyle -hiç dokunulmamış gibi olması da Vefa için
çok kırıcı olmalıydı- aynen duruyordu. Jülide Hanım kâğıdı yeniden
aynı yerine koyup m asanın üzerinde çantasının ilerisindeki dosyayn
uzandı. İçinde yazılı kâğıtları vardı. Gülin’le Janset’in kâğıtlarını di
ğerlerinden ayrı bir yere koydu.

“Ne kadar sağlam bir hafızanız var.” dedi komiser. Akşam ne yediği
mi hatırlamıyorum. Herkese karşı mı böylesiniz, yoksa özel olduğu
mu düşünüp sevineyim mi?”

Genç yaşta ölmeme bakıp ilişkiler hakkındaki fikirlerime güvenme


yebilirsiniz am a yine de konuşacağım. Erkekler en açık ve cesur hal
lerini sinirlendikleri anda sergilerler. Kadınlar da güven duydukları
anda. Erkeklerin sinirleri samimiyet getirir. Samimiyet de karşıdaki
kadına güven verir. Aslında sinir, bir nevi her iki taraf için de iyidir.

178
Sili I AN IA İM A« I

ne de Jülide H anım ’ın onun istediği cevabı vermeyeceğini hisset-


iştim.

lerkes hafızamın çok kuvvetli olduğunu söyler. Zaten bu olayın


erinden çok zam an geçm edi.” dedi.

mdi de konuların başarı grafiğini oluşturuyordu. Bazı konularda


ııfın başarısı özellikle düşüktü. Müfredat programını açıp o konu-
nn hangi ayda işlendiğine baktı. Ocak ayını işaretledi. Haklıydı,
mim de başarısız olduğum o konular, benim de yaşadığım o aylar-
ı, Kaba Zarif’in karikatür krizi dönem ine denk geliyordu ve Zarife
Dca genellikle rapor alarak geçiştirdiği ve gelmediği o dönem de,
İse de konuları üstünkörü anlatmış bir çeşit bizden intikam alm aya
lışmıştı.

'eğeninizin başarılı olduğu bir alan var mı?” diye sordu birden.

iangi yeğenim ?” dedi komiser. Biraz sesli sormuştu bu soruyu,


algın olmasına rağm en sinirinin geçmediği anlaşılıyordu.

iatematiği kötü olan.” dedi Jülide Hanım gülümseyerek. “Yani


ışka bir alanda başarısı varsa başarılı olduğu alana yönlendirilse
olur. Artık zekâ dem ek sayısal yetenek dem ek değil biliyorsunuz,
atta sayısal ve sözel diye ikiye ayırmak bile yanlış. Zekânın şu an
bul gören en az sekiz çeşidi var. Ritmik, görsel-uzamsal, sosyal
kâ gibi çeşitlere ayrılıyor. Yani matematiği ve sözel dil becerisi iyi
nayabilir am a belki müzikte yeteneklidir çocuk bilemeyiz. Araştırı-
yeteneğine göre yönlendirilmeli.”

mç komiser oturduğu yerden birden kalkarken “Anladım.” dedi,


¡itmem lazım.” diye ekledi. “Bazı işlerim var, kusura bakm ayın.”
>n hamleyi kendisi yapm ak istiyordu anlaşılan. Jülide Hanım ko-
ışurken sohbeti birden kesip umursamadığını gösterir bir tavırday-
“Zekâ çeşitleri konusu ilgi çekici am a malum yoğunum. Bugün
nim izin günüm. İki gündür uyum uyorum dersem inanır mısınız?
dip dinlensem iyi olacak. Kırılmazsınız um arım .”

179
197 GÜN • BÖLÜMİ

“Rica ederim. İyi günler” dedi Jülide Hanım.

Komiser merdivenlerden inip okulun demirliklerine bağladığı köpe­


ğinin tasmasını çözüp ipini eline alırken söyleniyordu: “Sekiz çeşide
ayrılıyormuş. Çok biliyorsun!”

Köpeği de ne değişik bir hayvandı. Büyüyünce büyük bir polis kö­


peği olacaktı belki am a şu haliyle onun gibi iri bir adam ın yanında
garip duruyordu. Bir polis ne diye gezdirirdi ki sosyete kadın gibi
bunu yanında? Okula ilk geldiği gün de yanındaydı. Büyüyene ka­
dar kulübesinde dursaydı ya. Düşünm eden edemedim .
“Bencil, sabırsız ve biraz ta kıntılıyım . H ata yaparım ,
ke n d im i kaybederim ve bazen çekilm ez olurum . A m a en
kötü halim le beni çekem iyorsan en iyi halim le kesinlikle
beni haketm iyorsun dem ektir.”
M arilyn M onroe
Dr. Saltı paylaştı, 139 gün önce

37. G ün

“Marilyn Monroe! Evet, hepimiz seviyoruz onu!”

Bu cümleyi bir hastane kafesine göre yüksek sayılacak bir sesle söy­
leyen, Saltı’nın acil serviste görevli doktor arkadaşıydı. Bulunduğu
ortamda rahat tavırlarıyla dikkat çekerdi. İstediği yerde istediği şe­
kilde konuşur ve bu konuşmaların bir yerinde m uhakkak kadınlara
yer ayırırdı. Biraz daha oturacak ve sohbet edecek olursa konuyu
dünyada olan değişik ve büyük olaylara getirir tüm bunların arka­
sında gizli güçlerin olduğunu savunurdu. Bu gizli güçler ne tür güçler
ve amaçları nedir her zam an bir m uam m a olarak kalırdı sözlerinde.

Ayakta dikilip, Saltı’nın oturduğu m asada, Saltı’nın arkasında, Sal-


tı’nın laptopundan, Saltı’nın internetten indirmekte olduğu Marilyn
Monroe fotoğraflarına bakıyor bir yandan ham burger yiyordu. Bir
süre ayakta fotoğraflara baktıktan sonra m asaya geçip Saltı’nın kar­
şısına oturdu. Aklına bir şey gelmiş gibi:

“Yalnız o m asaüstünden, lokumun fotoğrafını kaldırsan iyi olur.”


dedi. “Görm eyen kalmadı hastanede. Başhekime şikâyet gidebilir.”

Acil servis arkadaşı genellikle tüm beyaz kadınlar hakkında lokum


ifadesini kullanırdı am a şu anda lokumdan kastı Marilyn olmalıydı ve
9 197 GÜN ' BÖLÜMİ

az önceki uyarısında haklıydı. Çünkü gerçekten sıklıkla başhekimin


odasında Saltı’yı hastaneden nasıl göndeririz planları yapılmaktaydı.

Ham burgerden ısırıp eliyle “Ha bir şey daha söyleyeceğim” gibi bir
hareket yaptı. Sanki S a h ’ya “Bir dakika bekle” der gibiydi, zaten
Saltı’nın konuştuğu yok:u. Arkadaşının boğulurcasına hamburger
yiyişine bakarak söyleneni yaptı, susmaya devam edip onun konuş­
masını bekledi.

Ağzından kelime çıkabilecek kadar yer açabilince boğuk bir sesle:


“Nerenin rektörüydü? 0 zamanlar hani seni m ülakata çağıran şu
adam ...” dedi. “Hani senin yazıdan sonra küplere binmiş ya.” Gü­
lümsedi. “Onu gördüm çeçen dekanın odasında.”

Hatırlamıştım neyden bahsettiğini. Saltı, uzmanlığını aldığı üniver­


sitede kariyerine devam “ettirilmediği” dönem de m ecburen başka
şehirlerdeki üniversitelerde şansını denem ek için herhangi birinde
nöroloji kadrosu açılır m: diye üniversitelerin internet sayfalarını ta­
kip ediyordu. Bunlardan birinde kadro açıldığını görmüş, hemen
dosyasını alıp gitmişti. Anabilim dalı başkanı kendini sıcak karşıla­
mış am a bölümde açılan kadrodan kendinin de haberdar olmadı­
ğını gazeteden görüp öğrendiğini söylemişti. Saltı böyle bir şeyin
nasıl olabileceğini düşünürken başkan “Spor hekimliğinde bir bey
var. Eşi başka bir şehirde nöroloji uzmanı. Dekan onun eşini fakül­
teye almak için kadro açmış.” diye eklemişti. Fakat yine de Saltı’nın
dosyasına gözlerini dikerek “Yalnız senin dosyan çok iyi. Seni almak
isteriz.” demişti.

Kadronun ne amaçla açıldığı belliydi. Saltı için um ut yoktu am a yine


de istendiği şekilde dosyayı personel işlerine bırakmıştı.

Birkaç gün sonra Saltı’yı ve kendisi için kadro açılan bayanı, yazılı
Yabancı Dil ve Bilim Sınavı’na almışlardı. Yalnız sonuçların açık
lanması oldukça uzun sürmüştü. Sınavdan Saltı’nın daha yüksek
aldığı belliydi. Ayrıca yayınları da diğer adaydan daha fazlaydı. So
nuçların bir türlü açıklanmamasının bundan olduğunu anlayan Sallı

182
SULTAN TARLACI 9

liversiteyi aramış, konuştuğu Anabilim dalı başkanı açıkça “Dekan


ıstırıyor.” demişti. Birkaç gün geçtikten sonra personel işlerinden
ıltı’yı aramışlar, sonuçların belli olduğunu am a rektörün hangi
[ayı alacağına karar veremediğini, her iki adayın bir kez de sözlü
num unu istediğini, kararını ondan sonra vereceğini söylemişlerdi.

e rektörü küplere bindiren yazısını Saltı bu olay üzerine yazmıştı:

Sayın Prof. Dr. M. L. Ç.,

Üniversiteniz web sayfasında e-posta adresinizi gördüğüm için


size yazma gereği hissettim. Rektörlüğünüzün en son açtığı, Tıp
Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı için Yrd. Doç. Öğretim Üyesi
kadrosu için başvurm uştum . İngilizce ve Bilim sınavına katıl­
dım. İngilizceden 72 ve bilimden 74 geçer not aldım. Ancak
daha sonra edindiğim duyum lara göre, benimle birlikte aynı
kadro için başvuran arkadaş sınav sonucuna, sınav sorularının
anabilim dalınca bana verildiği gerekçesiyle itiraz etmiş. Oysa
anabilim dalı başkanını bir başvuruda dosyamı verirken gör­
düm, bir de sınav sırasında. Ve bu arada dekanlık da diğer
başvuran kişinin alımı için ısrar ediyormuş. Bu söylentilerin
gerçek olup olmadığını bilmiyorum am a gerçekten üzücü. Lise
1. sınıftan bu yana kendi mesleğine yönelmiş, Tıp Fakültesi’ni
dönem birinciliğiyle bitirmiş, TUS’tan çok yüksek bir puanla,
ilk tercihime giren bir kişi olarak ve asistanlık dönem im de ala­
nımla ilgili saygın dergilerde 10 yurtdışı yayın ve 7 yurt içi ya­
yın yapan birisi olarak bu söylentilere gerçekten çok üzüldüm.
Ve bu cum a günü, bütün bu söylentiler üzerine, puanlarımız
eşit olduğundan(l) ve karar verilemediğinden tekrar çarşamba
günü, sizin önünüzde istediğimiz bir konuyu anlatmak üzere
beni çağırdılar. Yer, saat ve neyle anlatılacağını belirtmediler.
Bilimsel objektiflikle değerlendirilen, iki kişinin sınav sonuçları­
nın ve diğer değerlendirmelerin aynı olması mümkün olduğu­
nu düşünm ek zor. Bu nedenle ve bahsettiğim söylentiler nede-

183
9 197 GÜN ’ BÖLÜM 1

niyle çarşam ba günü yapılacak sözlü sınava katılamayacağımı


bildirir -sözler uçar, yazılar kalır- yazılı olur ise gelebileceğimi
m ektubumu hoş görüyle karşılayacağınızı düşünerek, sağlıklı
günler dilerim.
Saygılarımla...

D aha sonra Saltı başvuran diğer adayın üniversiteye alındığını, bir


yıl sonra da kendi isteğiyle ayrıldığını öğrenmişti.
Saltı um ursamazca dudağını eğdi. Biraz bahar havası almak ve az
sonra içeceği sigaranın dum anının dışarı çıkmasını sağlamak için
hem en yanı başında oturduğu sürgülü cam pencereyi hafifçe itti.
Cebinden sigara paketini çıkardı. Paketin bandını sıyırdıktan sonra
içinden bir sigara alıp paketi m asanın üzerine bıraktı. Ağzına aldığı
sigarayı yakmak için az önce açtığı pencereden gelen rüzgâra karşı
elini paravan şeklinde kullandı. Sigaradan bir nefes çektikten sonra
dum anı pencereye doğru üfledi. Dışarıdan gelen havayla birlikte,
dum an, sigara içmeyen acil servis arkadaşının yüzüne gelmişti. Saltı
cam dan dışarı baktı. Gözlerini kıstı:
“Lokumu seviyorum.”
“Hepimiz seviyoruz.” dedi diğeri. “Sen bilirsin yine d e.”
H astanede sürekli beyaz eldivenle dolaşırdı. Bir şey yem eden önce
de eldivenlerini takar öyle yerdi. Elinin çok hafif, parmaklarının
dikişte pratik, doktorluğunun da çok iyi olduğu, pek çok konuda
uzmanından daha çok şey bildiği söylenirdi. Eldivenli elleri ve pra­
tikliğiyle ünlü parmaklarıyla hamburgerin içini açıp bir baktı sonra
yeniden kapatıp ağzına götürürken yaramaz bir çocuk gibi gülüm­
seyerek:
“Marilyn Monroe öldü. Haberin var değil mi?” dedi.
Bu sözü hamburgerin maruluyla birlikte ezerek söylemişti. Kafenin
yan kapısının açılmasıyla pencereden gelen rüzgâr da yön değiş­
tirmiş, bayıltıcı ağız kokusunu Saltı’nın yüzüne taşımıştı. Az önce
hatırladığı şu rektör ve Marilyn’in ölümü gibi can sıkıcı konuların

184
SULTAN TARLACI 9

yanında yüzüne vuran yanık köfte kokusu Saltı’nın canını daha da


sıktı. Rüzgârı kesmek için pencereyi kapattı. Sigarasını da bitmediği
halde kül tablasında söndürdü. Arkadaşına cevap vermedi ve ye­
niden laptopuna dönüp Marilyn’in fotoğraflarına bakm aya başladı.
Birkaç tanesini sosyal paylaşım sitesinde kendi sayfasında paylaştı.
Diğeri devam ediyordu: “Ne diyordu o kişi? Hani biri böyle söylü­
yor da Marilyn öldü falan diye işte canım .”

Kelimeler, anlaşılması güç şekilde belli belirsiz ve önüne et atılmış


bir sokak kedisinin boğazından çıkan garip seslere benzer bir şekilde
çıkıyordu. Devam etti:
“Karşıdaki adam da evet diyor hani.”

Saltı’nın defalarca okuduğu ve başkalarından da duyduğu bu anek­


dot ilk defa sigaradan sararmış dişlerin arasında, çiğnenmiş lokma­
ların oluşturduğu görsellik ve ham burger kokusu içinde iğrenç bir
halde sunuluyordu.
“Ölümü yüzüne bir kâkül gibi bırakmasını bildi.”
Belli ki Saltı, cevap vermese arkadaşı onun duym adığına hükmedip
eziyetini sürdürecekti. Kısa bir cevapla “Ya öyle diyor.” diye geçiş­
tirdi.

Karşıdaki sözlerini tam am lam akta kararlıydı:


“Sonra ne diyor öteki? Nietzsche’nin metresi mi olmuştur ne öbür
dünyada. Ha h a...” Ağzından bir parça düşmüştü m asaya. “Ne ka­
dın am a... O var ya benim metresim olsun cehennem de, ben ölme­
ye razıyım bugün. Ha ha... ”

Biten hamburgerin ardından dilini bir süre şapırdatıp dişlerini temiz­


ledi. Ardından m asaya eğilip dökülmüş ekmek parçalarına üfledi.
Birkaç ekmek parçası Saltı’nın sigarasının dibine geldi. Kollarını,
hamburger parçalarından arındırdığı m asaya dayadı ve cam dan
dışarı bakm aya başladı. Dişlerinin arasında kalmış kırıntıları dilinin
ucuyla çıkarıp yutm aya çalışıyordu. Bir an aklına gelmiş gibi:

185
197 GÜN ’ BÖLÜM 1

“İç çamaşırı giymediği ve çıplak yattığı doğru mu acaba? Uf!” İçini


çekti. “Yalnız, bu kadının ölüm ünün arkasında gizli güçler var.” dedi.
“O yaşta, popülerliğinin zirvesinde bir kadın, sürpriz bir şekilde pat
diye neden ölsün?”

“Onun için sürpriz değilmiş am a.” dedi Saltı.


Önündeki bir yazıyı okum aya başladı:
“Evet, bende özel bir şeyler vardı ve ben bunun ne olduğunu bili­
yorum. Ben koca bir yatak odasında elinde boş bir uyku hapı şişesi
ile ölü bulabilecekleri türden bir kızdım. Ama henüz her şey siyah
değildi. Genç ve sağlıklıyken pazartesi günü intihar etmeyi planlayıp
salı günü yine kahkahalarla gülebilirsiniz.” Saltı arkadaşına baktı:
“Bunu daha yirmi yaşındayken, ölmeden on altı yıl önce söylemiş.
1946 yılında.”
“Neye bağlayacaksın bunu m erak ediyorum ?” dedi diğeri. “Gelece­
ği gördüğünü mü iddia edeceksin yani?”
“Aldığı evin girişinde, kocam an Cursum Perficio yazıyordu. Yani
‘yolumu tam am ladım .’ M anasına geliyor.”
“Neyi destekler? Bir evin girişinde yolumu tam amladım yazması çok
doğal. Yol bitti, evime geldim!”
“Yukarıdaki sözleri intihara eğilimli olduğunu gösterir am a.”
“İntihar etti yani?”

“Olabilir. Annesi ve dayısı intihar etmiş. Hem annesi hem de anne­


annesi şizofrenmiş ve sürekli sesler duyuyorlarmış. Arada hayaller
de görüyorlarmış. Sürekli takip edildiklerini düşünüyorlarmış. Bu
nedenle Marilyn de akıl sağlığından sürekli endişe etmiş ve aklıyla
da sürekli bir savaş içindeymiş. Hassas ve iniş çıkışlarla dolu bir ruhu
var yani. Sürekli kaygı ve paranoya atakları yaşıyor. Zaten manik
depresif. Sürekli bunalım da olan bir hayatı var. Ne garip ki Ken-
nedy’le platonik aşk yaşarken bunalım onu intihara götürdü.” Dalga
geçer halde söylediği ses tonunda Kennedy veya onunla ilişkili biri­
ne ölümü yıkma suçlaması vardı.

186
SULTAN TARLACI 9

“Terk edilme korkusu vardı ve başkalarına bel bağlam aya eğilim­


liydi.” diye devam etti. “Kalabalıklar içinde hep yalnızdı. An a sıkı
sıkı tutunurdu. Kennedy’le yaşadığı aşkta da sorunları olduğu ke­
sin. Hatta tüm aşk hayatında... Kocalarının hepsi de onu üzmüştür.
Özellikle suratına tükürmek istediğim son kocası Arthur Miller. H a­
yatındaki en büyük incinme... Babası yerine koyduğu am a babacan
olmayan o adam dır.”

“Kader işte.” dedi acil servis uzmanı alayla gülümserken. “Buluşa­


mamışsınız. Yoksa sen hiç üzmezdin hı?”
Saltı da gülümsedi: “Suçlamalar. Yok, sen öyle yaptın, ben ne yap­
tım gibi... Yani ilişkiye başlam ak sorunlara başlam ak demek... İlişkisi
olmayan bir insan ne şizofren olur ne de akıl hastası! Ne depresyona
girer ne de kaygı bozukluğuna... Bütün her şey öteki’nin varlığından
kaynaklanır. Bütün ruhsal hastalıklar... Öteki olan yerde ruhsal has­
talıklar çıkar.”
Saltı böyle söylüyordu am a genç yaşım da ölmüş de olsam bir psi­
kolog olarak dinlediğim onca hasta ve ölüm üm den sonra da gördü­
ğüm insanlar ışığında kişilik tahlillerine bakarsak Saltı hakkında söy­
leyebilirim ki onu en çok çeken şey belki de Marilyn’in, sevgisini ona
verebilecek bir adam ın özlemiyle ölmüş olmasıydı. Belki de sadece
“ölmüş olmasıydı”. Demek ki artık sevgi isteyemeyecekti. Saltı, şu
haliyle ona, onun istediği kadar değil, kendi istediği kadar sevgi ve­
recekti. Bu, onun ruh durum una göre değişirdi. Bazen tüm gününü
ona ayırabilecek kadar cömert olur, bazen dakika vermek istemezdi.
Hiç zaman ayıramayacağı bu tür anlarda onu sıkıp bunaltacak bir
sevgili yoktu zaten. İlişkiyi istediği gibi hayalen yürütebilirdi. Buna
rağmen sanki tüm zamanını ona ayırırmış gibi kendi kafasında Ma-
rilyn’e hak ettiği değeri ve ilgiyi fazlasıyla veren tek adam olduğu
fikrini oluşturur, aynı dönem de yaşayam am ış olmasına içerler, ona
ilgi göstermemiş olan erkeklere-sevgililerine-eşlerine içinden çeşitli
küfürler savururdu. Oysa eğer onlar da Marilyn’e öldükten sonra
âşık olmuş olsalardı Saltı kadar ilgi gösterirlerdi. Belki daha fazla.
Saltı da Marilyn yaşarken yaşasaydı ve sevgilisi veya kocası olsaydı

1H7
9 197 GÜN ’ BÖLÜM 1

diğerleri kadar kötü davranırdı. Belki daha fazla. Her zaman ölmüş
ve güzel bir kadın, yaşayan ve güzel bir kadından daha güzeldir.
Ulaşılmazdır, talepkâr değildir.”
Yeni bir sigara yakarken ağzının içinde:
“İkinci kocası Joe Di Maggio yine de diğerlerinden farklı gibi geliyor
ban a.” dedi. “Ölüm ünden sonra alnından öpüp onu, üç kez sevdi
ğini söylemiş.”
“İyi bir reklam.” dedi arkadaşı kaşlarını kaldırarak. “İyi düşünmüş."

“Bence gerçekten seviyordu am a evliliklerini televizyonun yıktığı


söylenir. Marilyn sıklıkla, eşinin kendisiyle ilgilenmediğinden ve cips
yiyerek sürekli televizyon izlediğinden yakınmış. Televizyonda kini
var ki? Yine Marilyn.” Güldü.
Joe için de öyleydi işte. Marilyn’i televizyondan izlemek, gerçeğine
dokunm aktan daha çekici geliyordu. Başka biri gibiydi, hayal gibi,
yok gibi, hiç olmayacak gibi... Bu tıpkı, Saltı’nın ölü Marilyn aşkına
benzer bir duyguydu. Televizyondaki Marilyn elbette daha çekiciydi.
Huysuzlukları olmadan, ilgi beklentisi olmadan, sadece gülümseyen
bir Marilyn... Oysa evlilerken, o an içeride, yatağın üzerinde, düşün
celi, somurtkan, ilgi bekleyen bir Marilyn vardı. Evet, belki çıplaklı
am a bu hiçbir şeyi değiştirmezdi. Ruhunun çıplaklığı, bedenini örtü
yordu. Çünkü ruh soyunurken üzerindeki mutluluk elbisesini çıkarıı
ve ten olarak hüzün kalırdı. Joe, hüzünlü ruhu, mutlu bir elbiseyle
gizlenmiş, bedeni tam am en çıplak kadınlardan hoşlanırdı. Televiz
yondaki Marilyn’den... Saltı da öyle!

Acil servis uzmanı sessiz kalmıştı. Bu sessizlik Saltı’nın sözlerine ta


rafsız yaklaştığını değil, katılmadığını hissettiren bir sessizlikti.
“Geçenlerde ne öğrendim biliyor m usun?” dedi Saltı. “Joe ile do
ğum tarihlerimiz aynı. 25 Kasım. H a ha. Buna çok şaşırdım. Acaba
Marilyn’e olan anlamsız tutkumla bu garip tesadüfün bir bağı olabiliı
mi diye düşünüyorum .”
Arkadaşı duyduklarının sadece bir espri olduğunu söylemesini islcı

188
SULTAN TARLACI 9

gibi bakarken “H aa.” dedi. “Şimdi anlaşıldı J o e ’yi savunm an. Re-
enkarnasyona falan inanmıyorsun değil mi?” diye ekledi. “Doğum
tarihi benzerliğinden Joe olduğuna inanıyorsan, şizofreni olduğu
için Marilyn olduğuna inanan bir kadın bulup hem en evlen öyleyse.
İki çıplak bir ham am a layık.”
Öyle birini arasa bulmakta güçlük çekmezdi Saltı. Çünkü internette
paylaştığı fotoğraflardan onun Marilyn’e ilgisini bilen onlarca kadın
kendini Marilyn zannedip onun gibi davranm aya ve fiziksel olarak
hiç benzemedikleri halde güzel artistin bazı garip huylarını edin­
meye çalışıyorlardı. Bu huylar içinde genellikle Marlyn’in son d ö ­
nemlerindeki huysuzlukları ve şizofreniye yakın davranışları vardı.
Oysa onun gibi olmaya çalışıp Saltı’nm ilgisini çekmek için uğraşan
onca kadının kaçırdığı üç nokta vardı. Birincisi Marilyn’in hastalığı
yapmacık değildi ve her ne kadar film devleri onu aptal sarışın ola­
rak dünyaya tanıtmış olsa da Marilyn çok zeki bir kadındı. İkincisi
-kim ne derse desin- çok güzeldi ve Saltı onun güzelliğine âşıktı.
Üçüncüsü, Marilyn şu an tıpkı 1950’li yıllardaki çekiciliğiyle olduğu
gibi çıkıp gelse Saltı belki gerçek Marilyn’den de zevk almayacaktı.
Çünkü hayalinde “üzerine çok daha fazlasını” koymuştu. Tüm bun­
lardan çıkan sonuç şuydu ki gerçeğinin şansı olmayan Marilyn için
sahtelerinin hiç şensı yoktu. Ya sahtesi bile olamayıp kendini komik
durum a düşüren onca kadın? Saltı canı sıkıldıkça bunlarla dönem
dönem beraber olur sonra Alzehimer’a yakalanmış rolü üstlenip hiç
tanışmamışlar gib: hepsini yolcu ederdi.
Saltı güldü: “Joe dsğilim elbette am a bazı ortak yönlerimiz, onu daha
rahat anlamamı sağlıyor diyelim.” Sigarasından bir nefes daha çekti.
“Ayrıca, doğum tarihlerimizin aynı olduğunu yakın zam anda öğren­
dim. Ben önceden beri J o e ’nun Marilyn’e olan sevgisini biliyorum.
Diğer kocalarında olmayan bir sevgi.”
“O halde Marilyn’i neden dövdüğünü ne anlıyorsundur. Kadını faz­
laca üzmüş ve öldüğünde, hatta ölüyken de duymadığı halde ona
sadece ‘seni seviyorum’ demiş diye onu aşk dolu ve romantik bula­
mayız sanırım.” Burada acil servis uzmanına hak verdim.

I8‘>
“Her ölüm yıl dönüm ünde mezarına çiçek göndermiştir.” dedi Saltı.

Arkadaşı bir kahkaha attı. “Senin haberin var mı, şu anda yeryü­
zünde eşi bir ölse her ölüm yıl dönüm ünde değil her hafta mezarına
çiçek götürmeye hazır kaç adam var?”
“Ha ha! Evet am a Marilyn öldüğünde Joe ile evli değildi ki. Çoktan
boşanmışlardı. Arthur Miller ile uzun yıllar evli kalmıştı. Joe, ona
defalarca ‘tekrar evlenelim’ demiştir.”
“Bak o halde Joe bile öldürtmüş olabilir Marilyn’i.” dedi acil servis
uzmanı gözlerini kocam an açıp sesini kısarak. “Yeniden evlenmek
mi? Kâbus olmalı!” Bir kahkaha daha attı. Sonra birden aklına ge­
lip saate baktı. Tam kalkıyordu ki arkasından om zuna bir dokunan
oldu.
“Nereye?” demişti Federico. “Ben de güzel bir sohbetin ortasına gel­
dim diye seviniyordum.”
“Geç kaldın.” dedi diğeri aynı şekilde Federico’nun koluna dokunur­
ken. “Gitmek zorundayım.”
Federico Saltı’yla el sıkışırken acil servis uzmanının arkasından:
“Yahu o halde bir ara evime bekliyorum ikinizi.” diye bağırdı.
Acil servis uzmanı düşünür gibi bir hareket yaptı.
Federico, sandalyeyi çekip otururken: “Hiç görüşemiyoruz.” dedi.
“Sana ulaşmak ne zor! Telefonla aradım, açm adın.”
Saltı yeni aklına gelmiş gibi cebini kontrol etti: “Yukarıda kalmış ol­
malı. Genellikle sessize alırım. Yanımda taşımayı da sevm em .”
Federico bir şey daha söyleyecekti ki telefonu çaldı. Karşıdakiyle
soğuk ve kısa birkaç kelime konuştuktan sonra telefonu kapatıp Sal-
tı’ya:
“Polisler...” dedi. “Ciddi ciddi katili sakladığımı mı düşünüyorlar
acaba? Çiftliklerimden birinin adresini istiyorlar.” dedi gülerek. “Bu
kaçıncı!” diye ekledi. “Üstelik onlara söyledim. Adresi değil, çiftliği
vereyim isterseniz. Yeter ki bir rahat bırakın yahu.”

190
“K öpekler beni hiç ısırm adı am a insanlar için aynı şeyi
söyleyem eyeceğim ”
M arilyn M onroe
Dr. Saltı paylaştı, 137 g ün önce

41. G ün

Karanlık çökeli çok olmuştu. Şehirden ve m odern gürültüden çok


uzaktaydı. Issızdı. İlerdeki çiftlikten köpek ulumalarının sesine alçak­
tan uçan yarasaların çığlıkları karışıyordu. Arabadan biraz uzaklaşıp
adım lam aya başlamıştı ki karşısına birden çıkan kişiye karşı önce
refleksle birkaç adım gerilemiş, sonra elini silahına atmıştı. Komise­
rin yüzüne elindeki feneri tutan yabancıdan ses geldi: “Yoksa beni
vurmayı mı düşünüyorsunuz Komiser Vefa?”

Sıcak ve güzel bir bayan sesiydi. Vefa’nın şaşkınlığı bir kez daha
artmıştı.

“Burada ne arıyorsunuz Jülide Hanım?” dedi. Sorgulam aktan öte


gerçek bir şaşkınlıkla.

Vefa’nın sesinden tanıdığı kişi, yaklaştıkça araba farının yardımıyla


kim olduğu görünmeye başlamıştı. Anlaşılan hanımefendi her kimse
sesi kadar kendi de güzeldi.

Ziynet de yabancı bir ses duyduğu için sahibinin yanm a gitmiş ki­
minle konuştuğunu kontrol ediyor, konuştuğu kişinin ayakkabılarına
bakıyor ve doğru olanı yapıyordu. Ben de olsam öyle yapardım ve
? 197 GÜN • BÖLÜM 1

sonra şöyle derdim: Bunlar, doğru ayakkabılar. Evet, kadın ayak­


kabısı am a rahatsız edici değil. Zarif, dişi am a rahat ayakkabılar...
İnsanların nasıl biri olduğunu ayakkabılarından tanırım. Ölmeden
önce de öyleydi ta eskiden beri.

Bunu ilk yapm aya başladığım günü hatırlıyorum. Çok küçüktüm.


Yanımdan pek çok ayak ve ayakkabı geçmişti o gün.

Belirsiz parlak çoraplarla süslü, düzgün, kaprisli bacakları taşıyan


havalı ayaklar; jilet gibi ütülenmiş pantolonların zengin bacakları­
nı taşıyan parlak siyah ayakkabılar giymiş ciddi ayaklar; rahat bir
etek giymiş, peşinden spor ayakkabılı bir çift küçük yaram az ayak
sürükleyen sorumlu bacakları taşıyan aceleci ayaklar; aynı adımları
aynı anda atan, biri erkeğe, diğeri kız arkadaşına ait âşık ayaklar;
biri diğerinden daha yavaş, adeta yerde sürünür gibi giden, eski bir
pantolon geçirilmiş hasta bacakları taşıyan çaresiz ayaklar; beyaz
çorap üzerine renkli tozluk geçirilmiş genç bacakları taşıyan ergen
ayaklar; bileklerine kadar inmiş varisleri, çorap altından bile görü­
nen yaşlı bacakları taşıyan yorgun ayaklar... Hepsi de bardaktan bo­
şanırcasına yağan yağm urda bir yerlere gidiyordu: İşe, eve, okula,
hastaneye, gezmeye...

Bir ben gitmiyordum hiçbir yere. Gitmiyor, ne yapacağımı bilmiyor


ve bildiğimi yapm aya devam ediyordum. O da çok basitti. Arkam­
daki duvarları boyanmayıp harcının gri rengiyle bırakılmış büyük
binanın, minik bedenimin yarısını örten, yarısını örtmeyen saçağın­
dan kafama damlayıp alnıma süzülen yağmur damlalarından önce
davranarak gözümü açıp kapatmak... Böylelikle damlalar gözüme
kaçmıyordu. Bazen de kafamı iyice önüm e eğiyordum ve damlalar
alnımdan gözüme doğru süzülmeden direkt yere düşüyordu. Bunları
yaparken de kaldırıma değen tırnaklarımı uzun uzun seyrediyordum.

O gün yağmur o kadar hızlıydı ki başımı kaldırdığımda kulakları­


mın tepesinde birikip ucundan süzülen damlalar iyice ıslanmış be­
denim de tüylerimin arasına giriyor, pirelerimi harekete geçiriyor ve

192
SULTAN TARLACI

kaşıntıya benzer bir gıdıklanma oluşturuyordu. Biraz daha duvara


yaslanıyordum, iyice. Yapışıyordum adeta. Anneme bakıyordum.
Ne kadar çok ıslanmıştı am a silkelenmiyordu. Yerinden kalkam a­
yacağını kesin olarak sezdiğim anlardan biriydi ıslaklığına rağmen
silkelenmeyişi. Öylece yatıyordu. Büyümüş gibiydi. Tüyleri yağmur
damlalarını sünger gibi çekmiş, bedeni ıslak bir halı gibi kabarmıştı.
Asfalttan akıp giden yağmur damlaları, annem in kanını kırmızı ince
bir tül gibi mazgala doğru sürüklüyordu. Bir an sığındığım saçak al­
tından çıkıp annem e koştum. Etrafında dönüp bir süre havladım ve
uzun uzun uludum. Islanmış yüzünü, gözlerini yaladım. Biraz sudan
arındırdım sanki am a pek faydam dokunm adı. Bir ara bana baktı ve
sonrasında o bakış dondu kaldı.

Yeniden saçağın altına döndüm ve bildiğim şeyi yapm aya devam


ettim. Evet, gerçekten başımı önüm e eğmem, gözüme yağmur dam ­
lası kaçmasını engelliyordu. Tekrar ayaklarıma, yan yana duran iki
tırnağıma, sonra da tekrar başkalarının yanım dan geçip giden ayak­
larına baktım.

O an iki işçi bacağı taşıyan sarı çizme giymiş görevli ayakların an­
nemin cesedini sürüklediğini gördüm. Sonra kaldırdı ve çöp arabası
olduğunu düşündüğüm bir arabanın arkasına attı. Az önce annem e
çarpan zengin arabalara benzer arabalar o esnada önüm den geçtiği
için tam görememiştim. Yanına da gidemedim. Havladım, çok hav­
ladım. Sonra zaten annem i de alıp gitti. Gücüm yettiğince havladım.
Bir süre sonra havlam alar boğazıma tıkandı. Uğunurken ağzımı aça­
madım, boğazımda bir inilti oldu.

Onunla fazla zaman geçirmeye vaktim olmamıştı. Her şeyi yeni


öğreniyor sayılırdım. Nasıl yemek yenir, nasıl pire kaşınır, nasıl sa­
hiplendiğin alanlara işenir, nasıl karşıdan karşıya geçilir? Bunu öğ­
renememiştim işte. Bu sonuncusunu. Bir de annen yerde yaralı ve
ölmek üzere yatarken ne yapılmalı onu bilmiyordum. Ağzımı açtım
tekrar uludum uzun uzun. Annemin cesedinin götürülmesinden on
9 197 GÜN ' BÖLÜM 1

veya on beş dakika sonra yanım da, hem en yanı başım da büyük
spor ayakkabıların taşıdığı kargo pantolonlu iki bacak gördüm.
Bunlar nasıl ayaklar ve nasıl bacaklardı? Bilemedim bir an. Başımı
bacaklardan yukarı kaldırdığımda bana bakan iki gözle karşılaştım.
Gözüme o gün, o, ne kadar büyük görmüştü! Dev gibi dikiliyordu
yanı başımda. N eden geçip gitmiyordu da bana bakıyordu ki? Önce
korkuyla, heyecana benzer bir duygu yaşadım. Koşup gitmeli miy­
dim? Annem olsa ne yapardı? Koşar mıydı? Koşsa bir araba altın­
da ezilir miydi? Sonra içimden bir ses, sessizce beklememi söyledi.
Tekrar eğdim başımı önüm e. O da önüm de eğildi. Ellerinin arasına
aldı beni. Yukarı kaldırdı. Bakmadım gözlerine. Eğdim başımı. Bana
şöyle demişti: “Çok ayıp öyle ağlanmaz. İleride kocam an adam ola­
caksın. Gel bakalım sen buraya.” Ben aslında dişi bir köpektim ve
kocam an bir adam olmayacaktım am a yine de hoşum a gitmişti bu
söz. Sanırım gelecekten bahsetmesi, bir anlık da olsa o üzgün anım ­
dan uzaklaştırmıştı beni.

Veterinere gittiğimizi hatırlıyorum. İğne vurdular, pirelerimi temiz­


lediler, m am a verdiler. Sonra başka bir yere götürdü. İnce tellerle
çevrili küçük bir kafese kapattılar beni. Etrafımda benim gibi pek
çok köpek vardı. Oradaki adam telden çıkmaya çalıştığım bir anda,
kocaman kalın bacakları ve emir verir nöbetçi ayağıyla iteleyip “Gir
içeri, gir. Bitli böcek.” demişti bana. Benim gibi küçük köpeklerin
hepsine bitli böcek diyordu. Beni yapayalnız kalakaldığım o saçak
altından alıp pirelerimi temizlettiren, karnımı doyuran, ısıtan o arka­
daş ayaklar, anlamıştım ki beni burada bırakarak arabasına binip az
sonra oradan uzaklaşacaktı. Ben, yine sessiz, çaresiz, kimsesiz kala­
caktım. Havlamaktan başka yapacak neyim vardı? Yine havladım.
Var gücümle havladım. Uludum. Tellere vurdum kendimi. Evet, ara­
basına doğru yürümekteydi. D aha çok, daha çok havladım. Dön­
sün gelsin, beni de götürsün istedim. Size bir şey söyleyeyim, beni
hayatım boyunca sevimli bir köpek olarak görmedi insanlar. Sanı­
rım bebekliğimde de çok sevimli değildim am a o yağmurlu günde o

194
SULTAN TARLACI 9

saçağın altından o almıştı, çünkü sevmişti beni. Bunları düşündükçe


uludum. Uzun uzun uludum. Arabasına binecekken durdu. Ben de
sustum. Acaba dönecek mi diye bakarken bir ara bana baktı. Sonra
bindi arabasına. Bindi ve kapısını örttü. Arkasında bir toz bulutu
çıkararak gitti. Çok havladım. Duymadığı halde çok havladım.

Bir ara az önce beni oraya kapatan kocam an kalın bacakların sahi­
bi kafesimin tellerine ayağını vurarak “Kes sesini bitli böcek!” dedi.
Ben böcek değildim ve bitli de değildim. Pirelerimi de temizlemiş­
lerdi. Çaresiz oturdum bir köşeye. Böyle ne kadar geçti bilmiyorum.
Hava kararıyordu. Hayvan barınağının sahibi büyük ayaklı adam
telden içeri bir yemek döktü. Bu sanırım yemek artıklarından birik­
miş bir yemekti. Yemedim. Başımı koydum yattım. İnledim. Sonra
bir araba sesi duydum yine. Acaba arkadaş ayaklar mıydı gelen?
Beni götürmeye mi gelmişti yoksa şöyle bir bakıp gidecek miydi?
Hemen kalktım. Yeniden havladım. Evet, gerçekten dönm üştü.
Havladım, havladım, havladım, havladım. Dört döndüm kafesimin
içinde. Nöbetçi ayaklarla arkadaş ayaklar bir süre konuştu. Sonra
nöbetçi ayaklar kafesimin önünde durdu. Kafesi açtı beni ona verdi.
Yattım kucağına.

Arabanın önüne, onun yanına oturduğum da o koltuğun o saat­


ten sonra bana ait olduğunu. “Öyle her zam an havlayacak mısın
bakalım?” dedi bana. Aslında bir ara tel kafes içinde eğer dönerse
ona küstüğümü belli edeceğim ve hiç havlamayacağım diye karar
vermiştim am a nedense ağzım kapanmıyordu. Su verdi, içesim ol­
duğundan değil, o verdi diye içtim. “Demek sen dişiymişsin ha?
Ben de seni erkek sanmıştım.” dedi. Evet dişiydim. Beni götürdüğü
veteriner söylemiş olmalıydı. “Belli o kadar havlam andan...” dedi.
Sonra eliyle kulaklarımı karıştırdı. Bu sözde iğneleyici bir şey vardı
sanki am a canımı hiç acıtmadı. Sonra bir dükkânın önünde dur­
durdu arabayı. “Gel bakalım hanım efendi.” dedi. “Sana bir sepet
alalım. Hanımlar alışverişten hoşlanır.” B ana pem be bir sepet aldı.
Sonra da yemek kabı, tarak, oyuncak kemik, top ve süslü bir tasma.
197 GÜN • BÖLÜMİ

Evimi de görür görmez sevmiştim. Girer girmez koştum, koştum,


koştum, koştum. Sıcacıktı, temizdi. Sadece ikimizin yaşayacağını sa­
nıyordum am a bir de ev arkadaşı vardı. Güven isminde. O da iyiydi,
sevdi beni. “Bu koca adam da kim? Gel bakalım buraya.” demişti
kocaman ağzını açarak. Tüylerimi karıştırırken benimki “Bir adam
değil. Bir hanım efendi.” dedi. “Alışverişimizi peşinen yaptık.” diye
eşyalarımı gösterdi. “Vay!” dedi Güven gülerek. “Süslere bak. Süslü
seni. Ziynet olsun senin adın.” dedi, adım da öylece Ziynet oldu.

Gece beni götürüp sabah aldığı sepete yatırdı. Ben de kalktım onun
yanına yattım. O beni tekrar sepetime yatırdı. Ben de tekrar kalktım
onun yanına yattım. Sonra o tekrar beni sepetime yatırdı, ben de
tekrar onun yanına yattım. Sonra sepetimi antreye koydu, beni de
içine yatırıp kapıyı örttü. Elbette havlayacaktım bu durum da. H av­
ladım ve uludum, uludum, uludum ve uludum. Kapıyı açtı. Fes etti
veya hoşuna gitti. Ben de gittim, yattım yanına. O da bana sarıldı,
birlikte uyuduk. Kocaman yatağı vardı. Ben küçücük bir köpektim.
Ne kadar yer kaplayacaktım? Gerçi büyüdüğüm de, kocaman oldu­
ğum da da orada yatıyordum am a zar zor o yatağı paylaştık anlaya­
cağınız.

Büyüdüğüm zaman büyük tasm alar aldı am a çok fazla takmadı


boynum a. Sadece dışarıya çıktığımız zaman takıyordu. İnsanlar kor­
kuyordu benden genellikle.

Evet, doğru Vefa bana polis elbisesi giydirdi am a ben biliyordum


gerçek, resmî bir polis elbisesi değildi o. Ben mutlu olayım diye giy-
dirmişti. Çünkü ben, onun gerçek bir polis yeleği olmadığını anla­
mıştım ve giymek istememiştim de Vefa önüm de durup şöyle demiş­
ti: “İkimiz sivil polisiz tam am mı?” Ben sesimi çıkarmadım. “Bak ben
de giymiyorum polis kıyafeti.” dedi. Ben yine sesimi çıkarmadım.
“Ver bakalım elini.” dedi. Verdim. Benim hiç polis kimliğim, rozetim
de olmadı. Yani aslında ben, o havalı dedektif köpeklerden değildim
am a Vefa bana şöyle diyordu: “Sen en iyi dedektif köpeksin.”

196
SULTAN TARLACI 9

Polis elbisemi zorla giydirdiği zamanlar da oluyordu. Havlasam da


çıkarmıyordu bazı operasyonlarda. O zaman kendi de gömleğinin
içine giyiyordu.

Vefa beni yaşamak istediğim gibi bıraktı aslında. O yüzden resmî bir
köpek yapmadı. Biliyordum ben. Düşünüyorum da bende de diğer
köpeklerin polis elbiseleri ve kimlikleri olsaydı Vefa’m olmaz mıydı?
Onunla uyuyamaz mıydım? Sabahları koşamaz mıydık? Beraber ye­
mek yiyemez miydik? Vefa bir köpekmişim gibi davranmadı. Evet, o,
bir hanımefendiye nasıl davranılmasını gerekirse öyle davrandı bana.

Kısırlaştırmadı da beni. Birkaç defa âşık oldum bu doğru. Saklaya­


cak değilim. Evet, polis kıyafeti olan polis bir köpeğe âşık oldum
ama onunla çiftleşmeme izin vermediler. Vefa anladı benim üzün­
tümü am a onun suçu yoktu. Sonra ben başkasına âşık oldum ve
çocuklarım da oldu. Ancak çok kısa bir süre sonra hastalandım ve
öldüm. Aslında çocuklarımı doğururken öldüm. Arkamdan onlar da
öldü. Aslında Vefa gereken her şeyi yapmıştı onları yaşatm ak için
ama annesiz çocuklarımdan sadece birini yaşatabildi.

Ağlamıştı öldüğümde. Hem de hıçkıra hıçkıra... Çok üzülmüştüm.


Bakmayın siz onun kocam an ve sert duruşuna. Duygusaldır Vefa...
Neyse ki yaşamayı başaran tek çocuğum ona teselli oldu biraz. Şim­
di onu büyütüyor bir zamanlar beni büyüttüğü gibi. Onun da adını
Ziynet koydu. Onu da hapsetmiyor. Gittiği her yere götürüyor ve ne
isterse yapıyor.

0 gece de o ıssız yerde yine ikisi operasyonun bir parçası ve görev


arkadaşıydılar. Nasıl da merakla bakıyordu Vefa’nın konuştuğu kişiye.

“Selamlar komiser.” dedi genç kadın iyice yaklaşınca. Sonra yüzüne


t:anı sıkılmış bir tavır vererek hafifçe arkasını döndü ve geldiği yolu
eliyle gösterip: “Çiftliğin iç kısımları epey çamurlu.” dedi. Arabayla
girersem çıkamayacağımdan korktum. O yüzden arabam ı buraya
yakın bir yere park edip minik taşlara basarak bir yerden sonrasını
yürümeyi tercih ettim.”
)7 (¡ÜN ■ BÖLÜMİ

“Buraya neden geldiniz ki?” dedi Vefa. Şaşkınlığı sürüyordu. Bu


arada Jülide Hanım ’m arabasını park ettiğini söylediği yere doğru
yürümeye başlamışlardı yavaşça. Ziynet de arkalarından geliyordu.

“Sorunuzu ve aslında şaşkınlığınızı anlayamadım. Neden? Buraya


gelemez miyim?” dedi diğeri.

Vefa: “Gelebilirsiniz elbette am a şehirden çok uzak. Açıkçası merak


ettim gelme sebebinizi. Özel değilse öğrenebilir miyim?”

“Önemli bir şey değil.” dedi Jülide Hanım. “Bir öğrencimi evine
bıraktım.”

“Öyle mi?” dedi komiser. İnanam am ış gibi ağzının içinde dilini çe­
virdi. Bıyık altı gülümseyip “İlginç.” diye ekledi.

“Ne ilginç?” dedi hanımefendi.

“Bu saat, bir öğrenciyi evine bırakmak için biraz geç değil mi? Okul da­
ğılalı.” Telefonunu çıkarmış saate bakıyordu “En az yedi saat oluyor.”

“Bu saatte bırakmadım elbette.” dedi Jülide Hanım. “Bırakalı çok


oluyor evet. Yalnız velisiyle görüştüm ve...” gülümseyerek “Bayan­
ların sohbeti biraz uzun oluyor.” diye ekledi.

“Yine de ilginç.” dedi Vefa.

“N eden?”

“Yok, bir şey önemli değil.”

Bir süre daha sessiz yürüdüler. Arabanın yanına gelince: “Peki öy


leyse...” dedi Jülide Hanım. İyi akşamlar diledi ve arabasına bine
çekken Vefa yeniden:

“Burası, çalıştığınız okulundan bir öğrencinin oturabileceği bir yeı


değil.” dedi. “Okula çok uzak. “Üstelik burada oturanların çocukla
rının gidebileceği o okuldan daha yakın pek çok okul var.”

“Evet.” dedi diğeri. “Gerçekten yanlış bir okul tercih etmişler.” Yeni
den arabasına binmek için bacağını atmışken:
SULTAN TARLACI 9

“Gidebileceğinizi söylemedim.” dedi Vefa. Ziynet, sahibinin sesin­


deki otoriteyi hissetmiş ve birkaç defa Jülide H anım ’a doğru hav-
lamıştı.

Genç kadın, tek ayağını attığı arabadan çıkarıp arabanın kapısını


kapattı. H ava serindi. Kollarını komisere gösterdiği tepkiyle birlikte
biraz da üşüdüğü için bağladı:

“Vefa Bey, bana kalırsa algıda seçicilik yapıyorsunuz.” dedi. “Beni


daha önce tanımamış olsaydınız buradan geçen herhangi bir baya­
na da aynı sorgulamayı yapacak mıydınız?”

“Farz edelim yapacaktım. O zaman, o bayan da bu sorgulam adan


sizin kadar rahatsız olacak mıydı?”

“Rahatsızlık mı?” Gülümsedi. “Öyle mi görünüyor?”

“Evet. Rahatsızlık, gizem ve kurtulma çabası. N eden Jülide Hanım ?”


Arabanın önüne doğru yürümeye başlamıştı. Plakasına bakarak:
“Sakladığınız şey açıkçası beni rahatsız etti.” diye ekledi.

Jülide Hanım d a komiserin yanına doğru yürüdü. “Sizi rahatsız eden


belki benim sakladıklarım değil kendi bulamadıklarınızda komiser.”
dedi. “Bir aydır bulamadığınız katilin stresini çevrenizden çıkardığı­
nız her halinizden belli. Sorgulanması gereken kişileri bulamadınız
/am an bulduğunuz kişileri sorgulayıp dedektiflik gururunuzu mu ok-
şuyorsunuz?”

Komiser alayla gülümseyip “Hayır.” dedi.

“Ses tonunuzdan uykunuzu almış olduğunuz anlaşılıyor.” dedi J ü ­


lide Hanım.

“Uyumak için erken.” dedi Vefa. “Ha... Sizin uyku saatinizse ve git­
me zamanı geldiğini söylüyorsanız bu saatte dışarıda ne aradığını/
dci benim m erak konum. Yatıp uyusaydınız ya...”

“Hayır. Uyku saatim geldi veya uyum a vakti dem ek istemedim za-
U»n. Belki siz de bilirsiniz. Uykulu bir ses, uykusuz bir ses, uykusu
197 GÜN • BÖLÜM 1

gelmiş bir ses, yeni uyanmış bir ses ve uykusunu tam olarak almış
bir ses hep birbirinden farklıdır.”

“İlginç.” dedi Vefa. “Zekâ çeşitleri gibi bunun da sekize ayrıldığını mı


söylemek istiyorsunuz?” diyerek bir kahkaha attı. Epeyce güldükten
sonra: “Kusura bakmayın, kendimi tutam adım .” diyerek hâlâ gül­
mek istediğini am a kendini tuttuğunu belirtir bir bakışla baktı.

“Önemi yok.” dedi Jülide Hanım. “Bugün öğleden sonra arabanın


içinde biraz kestirmiş olabileceğinizi söylemek istiyorum. Zaten gün­
düz ben buradan geçerken de sizin arabanız buradaydı.”

“Beni arabanın içinde uyurken mi gördünüz?” Az önceki kahkaha­


nın artçı tebessümleri dolaşıyordu komiserin yüzünde. “Eee... Ne­
reye varm aya çalışıyorsunuz? Ben bugün arabanın içinde uyumuş
olsam bile bu benim kusurum mu? Ya da size ne kazandırır?”

“Hayır hayır.” dedi diğeri. “Buraya en yakın yemek yenebilecek


mekân olarak ilerideki Kiss Kafe’nin bugünkü m enüsünü düşünce.
Elbette orada oturup yemek yiyecek kadar vaktiniz yoktu. Hemen
hazır bir şeyler alıp gelecektiniz. Ne vardı hazır alınabilecek? Yulaflı
ekmek arasına biraz hindi eti, yanına sütle püre edilmiş patates ve
içecek olarak ayran almış olmalısınız. Ayran.” dedi tekrar. “Çünkü
kafedeki tüm dolaplar bozuktu orada bugün.

Sadece içki dolabıyla ayran ve sütlerin koyulduğu dolap çalışıyor­


du. Soğuk bir şeyler içmeliydiniz. Görev başında içki içemeyeceği­
nize göre ayran aldınız. Yulaflı ekmek, patates, hindi eti ve ayran.
Hepsi uyku getiren şeyler.” dedi arabanın farında görebildiği kadar
Vefa’nın üzerine damlattığı ayran lekesine tırnağını sürterken. Bi­
raz daha yaklaştı komisere. Aralarında bir karış anca mesafe var­
dı. Her ikisi de birbirlerinin nefeslerini hissediyordu. “Kusur mu?”
dedi kısık bir sesle ve sanki Vefa’nın az önceki sözlerini yeni duy
muş gibi komiserin gözlerinin içine bakarak. “Estağfurullah. Onları
yemeseydiniz bile uyuyakalmakta haklıydınız. Hayır, kesinlikle sizi
suçladığım için söylemiyorum. Zaten her gün birkaç saatlik uykuyla

200
SULTAN TARLACI 9

Lyakta duruyorsunuz, hatta bazı geceler hiç uyumuyorsunuz. Beni


lüşündüren şey sadece... Öğle uykusu geceye bedel derler ya iyi
[inlenmiş olmalısınız. Karnınız tok, uykunuzu da aldınız ve mutluluk
lormonunuz salgılanırken bir yandan da işinizin aslında çok da kötü
»lmadığını size fısıldadı durdu gün boyu ve evet o şevkle buradan
»enim haricimde kim geçerse geçsin sorgulayacaktınız.”

Etkileyici.” dedi komiser sırıtarak ve aynı şekilde hanımefendinin


özlerinin içine bakarak. “Çocukluğunuzdan beri dedektifliğe ilginiz
»lduğunu ve bu konudaki yeteneğinizi göstermek istediniz demek
i” dedi. “Söyledikleriniz doğru veya yanlış bu konuda size bilgi ver-
lek zorunda olmasam da gerçekten tümevarım yeteneğiniz varmış,
akdir etmem sizi m em nun edecekse edeyim. Aferin.” Dudakları
ine alayla yayılmıştı.

Bir ihtimal daha var tabii...” dedi Jülide Hanım komisersen uzak-
ışarak ve biraz umursamazca. Başını eğmişti. Ayakkabısına çamur
ulaşıp bulaşmadığını kontrol ediyor olmalıydı. “Uzun zamandır
»kula gelmek için herhangi bir sebep ve zaman bulam ayınca bu
ece beni birdenbire karşınızda bulmuşken bırakmayayım dediniz.”

komiser bu sözden hoşlanmışa benzemiyordu: “Ne dem ek o? Anla-


amadım!” dedi ciddiyetle.

Demek ki üçüncü seçenek.” dedi Jülide Hanım başını birden kaldı-


arak. “İlk ikisine ılımlı tepkiler verip bunda hem en karşı çıktığınıza
öre bir açık yakalamış olmalıyım.”

[omiser yine alayla gülümsedi.

ülide Hanım: “Gülümsemeniz ‘al işte buna da gülümsüyorum’ gibi


»ldu Komiser Bey.” dedi. “İçine karıştırdığınız gerginlik ve sinir de
ıhminimi doğruluyor. Ha... Bir de gece karşılaşmış olmamız.” Yeni­
len yaklaşmıştı. “Sizce daha mı romantik?” dedi.

Her nereden geliyorsanız size fazla içirmişler.” dedi Vefa. “Uçmuş­


unuz, arzularınız hayal gördürüyor.”

201
197 G Ü N ’ BÖLÜM 1

“O halde gerçekten uyku vaktim gelmiş.” dedi Jülide Hanım. “Şim­


di gidebilir miyim?”

Komiser ses çıkarmadı. Diğeri arabasına binip uzaklaşırken komiser


ağzının içinde “D efo l!” dedi.

Arkasından hem en ekipten birini arayarak şüpheli m ahalden birinin


hareket ettiğini söyleyip plakayı vermeyi düşünmüştü. Yalnız hanı­
mefendi o kadar çok konuşmuştu ki Vefa’nın aklına plakanın yarısı
kalmıştı. Ekiplere plakanın hatırladığı kadarını ve arabanın modeliy­
le rengini söylerken telefonu çaldı.

“Bu da benim telefon num aram Vefa Bey.” diyordu telefondaki ses.
“Okuldayken siz bana vermiştiniz am a benimki sizde yoktu. Kayde­
din isterseniz.”

“Bunun için mi aradınız?” dedi Vefa.

“Az önce konuşurken arabanın önüne gelip plakasına bakmıştınız


am a onca sohbetten sonra unutmuş olabileceğinizi düşündüm ve
onu vermek için aradım .” dedi. Komiser, verilen plakayı dinledik­
ten ve telefonu kapattıktan sonra hatırladığı yarım plakayı da unut­
muştu. “Şeytan denilen şey, kadınlar olmalı!” diye söylendi ağzının
içinde.
“C ennet orada , şu kapının ardınday hem en
ya n d a k i odada am a ben anahtarı kaybettim .
B elki de sadece koyduğum yeri u n u ttu m .”
H alil Cibran
Dr. Saltı p aylaştı , 131 gün önce

43. G ün

Doğru. Dört gün önce Cum a günü Jülide Hanım Janset’i evine bı­
rakmıştı.

O gün Janset için tam bir imtihan günüydü.

Önce Jülide Hanım sınıfta bir soruyu göstererek: “Janset, bu soruyu


çözmek ister misin?” demişti ve sınıf bağımlısı olduğu bir dizinin yeni
bölümü başlayacakmış gibi keyifle arkasına yaslanmıştı. Bu filmin
adı şüphesiz her öğrencinin kafasında “Bir aptalın okul maceraları
veya aptal bir öğrenci okula giderse” gibi farklı isimler alabilirdi am a
başrol elbette değişmeyecek Janset’te kalacaktı. Üstelik bu bölüm
diğerlerinden çok izleneceğe benziyordu. Ancak bu kadar olurdu ki
okulun gelmiş geçmiş en acayip öğrencisi yine okulun gelmiş geçmiş
en acayip öğretmeniyle az sonra bir iletişim kuracak veya kuram a­
yacaktı.

Janset boş gözlerle Jülide H anım ’a baktı. Genellikle bir öğretmem,


bir öğrenciye seslendiği zaman öğrenci ayağa kalkardı. Janset kalk­
mazdı. Kalkmaz ve konuşmazdı. Sınıf bunu biliyordu yine aynısı
olacaktı am a Jülide H anım ’ın ne tepki vereceğini kestiremiyorlardı.

.Jülide Hanım bir süre cevap gelmesini bekledi. Janset hiçbir tepki
197 GÜN ’ BÖLÜMİ

vermemişti. Genellikle ilk gelen hocalar Janset hakkında eski hoca­


lar tarafından bilinçlendirilirdi. O nun nasıl bir öğrenci olduğu, Allah
şifa versin, ileri seviyede zekâ geriliği olduğu, zavallı kızcağızın zaten
annesi ve babasının da olmadığı, neyse ki zengin bir teyzesinin ol­
duğu am an zaten Janset okum asa da teyzesinin parasının onu h a­
yatının sonuna kadar çok iyi yaşatacağı konuşulurdu. Burada yeni
gelen öğretmen ‘Öyle mi teyzesinin mesleği nedir ki?’ diye soracak
olursa ‘A aa... Çok iyi ve tanınmış bir aşçı.’ dendikten sonra öğret­
menler odasının güney batısına denk gelen yerini hem en gösterilip
okula en yakın mekânının orası -kahvaltı salonu- olduğu, gerçi şu an
çok ünlü bir iş adamının otellerinden birinde şef olduğu am a oranın
buraya çok uzak olduğu mutlaka söylenirdi. Kadının aynı zam anda
pek çok öğrenci yetiştirdiği ve öğrencilerinin de iyi birer aşçı oldu­
ğu da belirtilirdi. Uzun süre yurt dışında çeşitli ülkelerde yaşamış,
hem batı hem doğu yemek kültürüne hâkim bu kadının, Türkiye’ye
döndükten bir süre sonra annesini ve babasını kaybetmiş yeğenine
sahip çıktığı anlatılır dururdu. Bu zavallı öğrencinin annesini ve b a­
basını neden kaybettiği sorulacak olursa o konu bilinmiyordu. Kısa­
cası Janset’in idare edilmesi gerektiği, çünkü zihinsel engelli olması­
na rağmen kimseye bulaşm ayan, saygısızlığı olmayan, dersi sabote
etmeyen bir öğrenci olduğu söylenirdi. Hocaların hem en hepsi ona
liseyi olsun bitirsin zaten üniversiteye gidecek değil diye geçebileceği
kadar bir not verir, arkasından Allah şifa versin, çoluğumuzu ço­
cuğumuzu akıl hastalığından korusun diye tem ennide bulunurlardı.
Kaba Zarif bile hamileliği boyunca D abbetü’l-Arz yansıması bu garip
öğrenciye, Janset’e, Allah esirgesin çocuğu ona benzer diye hemen
hiç bakm am aya gayret etmişti.

Jülide Hanım da uyarılmış olmalıydı bu öğrenci hakkında diğer ho­


calar gibi aslında. Hatta bu görevi de Fizik hocası üstlenmiş olma­
lıydı ama...

Bir kez daha seslendi:

204
SULTAN TARLACI 9

“Janset, bu soruyu sen çözmek ister misin?”

Sınıf yine Janset’e döndü. Bu öyle bir durum dur ki, böyle hallerde
sınıfta, diğerinden bir gram daha fazla beyni olan hoca karşısında
zor durum da kalan beyinsize olabildiğince küçümser bakışlarla b a­
kar. İşte Gökay ve grubu... O gruptan bir kişinin bile tahtadaki so­
ruyu çözemeyeceğini tüm sınıf bilirdi ve kendileri de bilirdi. Oysa
zihinsel engelli saydıkları Janset’e ne kadar aşağılar bir bakışla bak­
maktaydılar.

Bu tür durum larda diğer bir çeşit vardır ki, soruyu kesinlikle çözece­
ğinden emin olduğumuz gruptur bu. Büyük bir ısrarla el kaldırır ve
hocaya adeta yalvarır. Gülin şimdi o görevi üstlenmekteydi. Jülide
H oca’yla olan ilk sınavda üzerinden kopya çıkmış olsa da kopya
çekmeden de bu konuları sular seller gibi bildiğini göstermek istiyor­
du. Açıkçası sınıf da Gülin’in kesinlikle çözeceğini bildiği halde çö­
züşünü görmek istiyordu. Çünkü kopyadan yakalanmış öğrencisinin
aslında çalışkan bir öğrenci olduğunu Jülide H anım ’ın bilip bilme­
diği de merak konusuydu. Gerçi hocalar bu durum u ona söylemiş
olmalıydı. Özellikle fizik hocası.

Başka bir m erak konusu, Janset’in Jülide H anım ’ın ne sorduğunu


anlamış olup olmamasıydı.

Bu nedenle birkaç kişi Janset’e dönüp “Sana diyor.” dedi. Başka


biri “Ayağa bari kalk.” dedi. Sınıf güldü.

Yalnız Janset sıradan yavaşça çıkıp tahtaya doğru yürümeyi tercih


etti. Teneffüslerde bile sırasından hiç kalkmayan ve onun yürüdü­
ğünü bir sabah okula gelirken bir de okuldan giderken gören a r k a ­
daşları ilk defa sınıfta onu boydan inceleme imkânı bulmuştu. Kısa
mesafelerle yavaş yavaş ve kesik kesik attığı adımları aptallığını d e s ­
tekler gibiydi. Gerçi o an onda olan her şey sınıftakilerin a lg ıs ın d a
Aptallığını destekler gibiydi. Bacakları ne kadar zayıftı. İşte a p ta lla r ın
bacakları böyle olurdu. Hiçbir biçimi olmayan dümdüz v e incecik
bir su borusu halindeydi. Zaten o yaşta genç bir kızda o l a n h a tla r ın
197 GÜN • BÖLÜM 1

hem en hiçbiri onda yoktu. Gökay, bir akıllı, güzel ve düzgün bacak­
ları olan sevgilisine baktı bir de şu ucubeye. Sonra önündeki sırada
oturan sevgilisinin saçlarını okşam aya başladı. Ara sıra boynuna da
dokunuyor, bu ilgi Gülin’i mest ediyordu.

Janset, tahtaya bir süre baktı. Jülide Hanım da ona bakıyordu. O


anı anlayabiliyorum. Ben de ölmeden önce birkaç defa matematik
derslerinde aynı durum da kalmıştım. Kaba Zarif beni tahtaya kal­
dırmış ve o x ve y’ler sanki gözümün önünde birer dev halini almış,
tüm sayılar birbirine girmiş, sonunda sınıf içinde rezil olmuş yerime
oturmuştum. İçimde bir eziklik hissettim Janset’i o halde görünce.

Başını hafifçe önüne eğerek yavaşça “Ben bu soruyu çözemem ho­


cam .” dedi.

Gökay Al işte çözemedi salak.’ der gibi Janset’i işaret ederek Gülin’e
baktı. Gülin sevgilisine gülümsedi. Yine de sınıfın hevesi kursağında
kalmış gibiydi. Janset Jülide H anım ’a hiç tepki vermemeli Jülide
Hanım bu durum a bozulmalı, böyle durumlar için yeni gelmiş hoca­
yı bilmediği konularda aydınlatmakla görevli ön sıralarda oturan ve
sürekli değişik ve renkli kalemler kullanan birkaç kız öğrenci hemen
“Hocam o özürlü.” demeliydi. Hoca, ha öyle mi, şeklinde bir bakış
atmalı, sınıftan birkaç kişi -ayıp olmasın diye yavaşça- belli etmeden
gülmeli, hoca “Şşşşt!” diye uyarmalı bu esnada ders biraz kayna-
malıydı.

Ya da Janset tahtaya çıktıysa m adem tahtanın önünde birkaç şey


yapar gibi yapmalı, o sayıyı alıp oraya koymalı, bir süre düşünmeli,
hocanın bu tembel öğrenciye birkaç azarlayıcı sözü olmalı, Jansei
bu azarla daha da afallamak. Bu esnada sınıftan birkaç kişi -ayıp
olmasın diye yavaşça- belli etm eden gülmeli ve yeni gelen hocayı
uyarmakla görevli kişiler hocaya “Hocam o çözemez, özürlü.” de
meliydi. Hoca da “Ha... Öyle mi?” diyerek kaynaştırma öğrenciyi
yavaşça ve anlayışla yerine göndermeliydi. Bu esnada hocayı uya
ran öğrencilerle hoca arasında da herkesin bildiği konuda bir “sır”

106
SULTAN TARLACI 9

oluşmuş olmalı ve bu sır onları birbirine yaklaştırmalıydı. Tıpkı her


hoca ve Janset arasında olan mesafenin her hoca ve sınıfın diğer
öğrencileriyle olan yakınlığı artırdığı gibi. Daha sonra teneffüste
-mesela hocanın nöbetçi olduğu günlerde- sohbet etmek için bir ko­
nuları da olmuş olurdu hem.

Oysa Janset, tahtaya çıkmış, soruya bakmış ve üzgün bir tavırla o


soruyu çözemeyeceğini belirtmişti.

Yine de bu sahneler alışılmış şeyler değildi. Denilebilirdi ki sınıf Ja n ­


set’in sesini ilk defa duyuyordu ve m uhtemelen tıpkı kendi gibi çirkin
ve aptal bir sesi olduğunu düşünüyordu. İşte tam da düşündükleri
gibiydi. Bu, aptal bir sesti. Yalnız günahtı öyle düşünülmezdi, bunu
da düşünüyorlardı.

Jülide Hanım:

“Neyse ki dünyadaki tek soru bu değil.” dedi ve gülümsedi. “Daha


pek çok soru var ve bir gün onlardan birini çözersin Janset. Yerine
geçebilirsin.” v

Sınıftan birkaç kişi yine de bu durum la da alay edecek bir şey bul­
muş, “Salak m adem çözemeyeceksin, yerinden söyle, neden tah­
taya kadar geliyorsun.” diye gülmüştü. Diğer birkaç kişi özürlülerle
alay edilmemesi konusunda fısıltı halinde arkadaşlarını uyardı.

Jülide Hanım konuşmaları duymuş am a duymamış gibi yapmıştı.


Muhtemelen duyduğunu belli etmesiyle, hakkındaki onur kırıcı ko­
nuşmaları öğretmenin de duyduğunu bilecek olan Janset’i daha da
üzeceğini düşünmüştü. Oysa Janset tüm bunları idrak edebilecek
biri miydi?

Jülide Hanım bunun yerine Janset’i aşağılayan öğrenciyi tahtaya


kaldırmayı tercih etti. Bunu yaparken bile bile yaptığına dair en ufak
bir tepki göremezdiniz yüzünde am a ben anlıyordum.

Şimdi sınıf kopmuştu işte. Düşünüyordum. O öğrenci itibarını kur­

207
97 GÜN ’ BÖLÜM 1

tarmak için ya o soruyu çözmeli ya tahtaya çıkıp bir süre çözer gibi
yapmalı -hiç olmazsa rezilliği birkaç dakika gecikir am a sonunda çok
daha fazla rezil olurdu- ya da saygılı bir şekilde çözemeyeceğini söy­
leyecekti. En doğrusu sonuncusuydu ve az önce aşağıladığı Janset’in
verdiği tepkiydi. Bunu yaparken sırada söylemesi veya tahtaya çık­
ması o kadar ince bir ayrıntıydı ki Janset’i, bunu söylediği için değil
de tahtaya çıktığı için aşağıladığını kimse hatırlayamayacak, soruyu
çözüp çözemeyeceğine bakarak çözememesi halinde onu Janset’le
aynı kefeye koyacaktı. Öyle de oldu. Soruyu çözemeyeceğini söy­
ledi, sınıf onun -en azından matematik konusunda- Janset’ten farkı
olmadığına hükmetti. Bu, o kişinin suratına inmiş şiddetli bir tokattı.
Üstelik Jülide Hanım bundan ‘habersiz’ bir tavır takmıyor ve onun
bu hali, gözümde her geçen gün daha sinsi ve tehlikeli bir imaj çi­
ziyordu.

Sonunda Jülide Hanım soruyu çözmek isteyen Gülin’i tahtaya çı­


kardı. Gülin ukala bir şekilde hiçbir aşamayı atlam adan, güzel bir
yazıyla, eksiksiz ve hatasız şekilde soruyu çözdü. Sınıfın kızları onu
güzel, akıllı ve okulun en popüler serserisiyle çıktığı için inanılmaz
kıskanıyor ve aynı zam anda ona saygı duyuyordu. Onun yerinde
olmak isteyen belki onlarca kız vardı okulda. Sınıfın kızlarınınsa ta­
mamı. Gökay bunu biliyordu. Sevgilisi tahtadayken soruyu kendi
çözercesine kasıldı. Bu esnada Jülide Hanım çözüme baktı, doğru
olduğunu söyledi ve Gülin yerine geçerken sınıfa çözümü bir kez de
kendi anlatm aya başladı. Gülin zaten kendisi çözdüğü için dinleme­
yecekti. Sevgilisinin önündeki sıraya otururken Gökay eğilip kula­
ğına ‘Ders çıkışı takılalım.’ dedi. Gülin ‘Teneffüste konuşuruz.’ diye
cevap verdi. Sonra hatırlamış gibi dönüp benim adım a bir yürüyüş
olduğunu hatırlattı. Evet, o gün, beni öldüren sevgilim hâlâ buluna­
madığı için m eydanda yürüyüş vardı. Gökay “D aha iyi ya dedi. Si­
zinkiler nerede kaldın demezler sana.” İkisi de gülümsedi. Yürüyüşe
katılmayacak veya biraz katılıp sonra m uhtemelen Gökayların evine
gideceklerdi.
SULTAN TARLACI Q

Sanırım İkincisi olmuştu. O gün bizim okul ve diğer okuldan öğren­


ciler, kadın hakları derneği, basın mensupları, oğlu kızı kayıp olan­
lar, tanıdıklarının katilleri bulunmamış olanlar, bu tür yürüyüşlere ilk
defa katılıp herhangi bir şey yaptığını ve büyüdüğünü göstermek
isteyen ergenler, toplanm a amacıyla değil; toplananlarla ilgilenen
yankesiciler ve o gün o kalabalıkta neden toplanıldığını bilmeyen
pek çok kişinin içinde bir ara Gökay ve Gülin de vardı. Sonra iki­
sini de göremedim. Pek çok kişi o gün polis ve emniyeti katilin bir
an önce bulunması için göreve çağırıyordu. Yalnız onun öncesinde,
okulun dağıldığı ilk beş on dakika Janset’i otobüs durağında titreye­
rek beklerken görmüştü Jülide Hanım. Janset’i okul çıkışı teyzesi ya
alır ya da alması için birini gönderirdi hep. O da omuzları önünde,
ilkokul çocukları gibi okul çantasının iki kolunu da takar, sağa sola
bakm adan başı önde, kısa mesafeli dar am a hızlı adımlarla sanki ka­
ranlık bir gecede arkasından şüpheyle hızlı hızlı yaklaşan biri varmış
gibi korkarak hem en arabaya binerdi.

O gün ne olduysa kurtarıcı teyzesi gelmemiş, araba da gönderm e­


miş, Janset okulun önündeki durakta biri bir laf atacak olsa korku­
dan oracıkta ölecek gibi kalakalmıştı. Gerçi laf atanlar da olmamış
değildi. Özellikle Gökayların grubu “Ne o? Titrek fare gibi kalmış­
sın.” diye takılmışlar, birbirlerini kaktırıp “Lan inan ki bak suratı fare­
ye benzemiyor mu? Uzun burun, sivri surat.” demişlerdi. İçlerinden
biri -Gökay’la Gülin o gün laboratuvarda oynaşırken kapıda nöbet
tutan- Janset’i taklit için çenesini öne getirmiş, burnunu parm ağıy­
la uzatıp gözlerini şaşı yapmıştı. Yanındakiler kendilerinden geçerek
güldüler. Bir diğeri “Embesil ya!” demiş, yanlarından geçen başka
bir öğrenci “Oğlum ayıp günah engellilerle alay edilmez.” diyerek
uyarmış, başka biri “Şimdi bu kızsa şu okulun fıstıkları peri. Bu nasıl
bir çirkinlik. Öğğ kusacağım.” demiş, yan tarafına dönerek oldukça
uzak bir mesafeye tek parça halinde -başarıyla- tükürmüştü. Aslında
böyle bir ortam da Janset’in bu kadar korkak olmasının çok sebebi
vardı. Haklıydı.

209
9 197 GÜN • BÖLÜM 1

O sıralarda olmalıydı. Janset’in önünde bir araba durmuştu. “Jan-


set, gel götüreyim.” dedi. Jülide H anım ’ın sesiydi. Janset, biri ona
seslendiğinde hep olduğu gibi bir an tepkisiz tutuk kaldı. Sonra
okuldakilerin fareye benzettiği sivri burnunu yukarıya doğru hafifçe
toplayıp bir süre ağzından dökülecek kelimeler için hazırlık dönemi
geçirdi. Az önce alay eden öğrencilere yeni eğlence çıkmıştı. “Lan!
Hale bak cevap bile vermiyor.” dedi en acelecisi. İçlerinden biri Jüli­
de H oca’nın arkasından ona duyurm ayacak şekilde “Sen beni götür
bebeğim. Sen beni götür, ben seni götüreyim.” dedi.

Bir süre sonra Janset’ten beklenen cevap gelmişti. “Teyzem gelecek


hocam teşekkür ederim .” diyebildi. “Bekleme teyzeni yağmurda.
Gel götüreyim.” diye ısrar etti Jülide Hoca.

“Şey teyzem gelirse beni bulam az.” dedi Janset aynı çekingenlikle.

“Arar söyleriz teyzene.” dedi Jülide Hoca. Kendi koltuğundan Jan-


set’i ikna için yanındaki koltuğa uzanıp “Gel.” dedi. Janset, bir süre
binmesi için arabanın açık olan kapısına baktı. Sonra yavaş, korkak
ve salakça, çekine çekine bindi.

Aslında kabul etmeyeceğini düşünm üştüm am a dem ek ki çevrede


alay edenlerden korkmuş, ortamı çok güvensiz bulmuş, Jülide Ho­
ca’nın arabasına sığınmıştı.

Teyzeyi aradılar. Jülide Hanım Janset’e evin nerede olduğunu sor­


du, tarifi dinleyince “Evet biliyorum orayı.” diyerek arabayı çalıştır­
dı. Janset tariften sonra biraz utanmış gibiydi:

“Evimiz biraz uzak hocam .” dedi başını öne eğerek.

“Ne güzel işte.” dedi Jülide Hanım. “Böylelikle sohbet etme imkâ­
nımız olur. Hem en şurası olsa daha mı iyiydi? Anlat bakalım.” diye
devam etti. “Nasıl gidiyor okul?”

Janset’in tipik tutukluğu... Bir süre sessiz kaldı. Sonra yüzünü bir
ateş bastı. Eminim, içinden defalarca “Sen de herkes gibisin.” diyor

210
SULTAN TARLACI 9

du. Oysa Jülide H oca’yı diğer hocalardan biraz ayrı tuttuğu m uhak­
kaktı. Onunla konuşuyordu mesela. Geldiği ilk gün Güliriden kop­
ya yakalarken de ilgisini çekmiş, başını kaldırıp neler olup bittiğine
bakmıştı. O gün tahtaya kaldırdığında soruyu yapam am ış olmasına
rağm en onu sınıf içinde rencide etmemişti am a işte şimdi o da diğer
hocalar gibi durmuş, “Okul nasıl gidiyor?” diyordu.

Belli belirsiz bir sesle:

“İyi.” dedi. Bunu söylerken sondaki “yi” hecesini biraz uzatmıştı.


Bu “Ne olsun işte hep aynı.” demekti ve hep aynı şeyler olduğunu
vurgulayıp konuşm aya gerek olmadığını sezdirmek istiyordu.

“Okul dışında hayat nasıl gidiyor peki?”

Bu soru da Janset’e öylesine sorulmuş bir soru gibi geldi. Az önce


okul nasıl, şimdi okul dışında hayat nasıl. Aynı cevabı verse bu so­
rudan da kurtulacağını düşündü ve öyle yaptı.

“İyi...” dedi. Yalnız bu defa “yi”yi fazla uzatmadı. Bu soru diğerine


göre daha idare eder bir soruydu.

“Resim çizmeyi seviyorsun.” dedi hoca.

Bu konuda daha önceden konuşmadıklarına eminim. Jülide Hanım


nereden çıkarmıştı bilmiyorum. Üstelik bu söyleyişte “Ben biliyo­
rum, resim çizmeyi seviyorsun.” anlamı vardı.

Janset bu sorudan hoşlanmamış gibiydi. Cevap vermedi. Cam dan


dışarı bakıyormuş, soruyu duymamış, başka düşüncelere dalmış
gibi yaptı. Jülide Hoca kafasını çevirmeden gözünün ucuyla Ja n ­
set’e baktı:

“Resim yapmayı diyorum. Seviyorsun?”

Janset:

“Bazen.”

“Ne türde çiziyorsun?”

211
197 GÜN ’ BÖLÜM 1

Karşıdan yine cevap yoktu. Janset’i resim çizerken hiç görmemiştim.


Birinden de duymamıştım. Jülide H oca’nın bunu nereden öğren­
diğini ve neden ısrarla sorduğunu anlayamamıştım ki karşıdan ses
gelmeyince hocanın kendi sorusunu destekler yeni sorusu geldi:

“Mesela karikatür?”

“Ben burada insem de olur hocam .” dedi Janset birden. “Sizin za­
manınızı almayayım. Geri kalanını yürürüm .”

“Ama daha çok var.” dedi Jülide Hoca. “Seni teyzene em anet et­
m eden bırakmam. Gidiyoruz işte ne güzel. Sohbet ediyoruz hem .”

Araya uzun bir sessizlik girdi. Belki bana uzun gelmişti. Her ikisi de
konuşmadığı için.

Sessizliği bozan Janset’in ağlaması oldu. Önce fark etmedim. Göz­


yaşlarının sesi yoktur. Onları ihbar eden boğazdan çıkan kontrolsüz
hıçkırıklar olur. Jülide Hoca eğer Janset’in sessizliğinde dönüp ona
bakmasaydı belki boğazdaki o ispiyoncu hıçkırık ‘Nasıl olsa gördü.’
diye durum u bas bas bağırmayacaktı. Ağlamanın saklanmamasın­
dan sonra da Jülide Hoca hiçbir tepki vermedi.

“Ben o karikatürü aslında bile bile çizmedim.” dedi Janset. “Ben sa­
dece resim çiziyordum ve Zarife H oca’yı çizmek için oturmamıştım
am a çizdiğim kişi Zarife H oca’ya çok benzemişti. Sonra öyle bir şey
çıktı ortaya. Sonra da devamını çizip tam am ladım .”

Sesini iyice salmıştı. O kadar şaşkındım ki... Janset gibi bir salağın
o karikatürü çizmiş olabileceği imkânsızdı. Oysa şimdi Jülide Hoca
bunu ima ediyor, o da itiraf ediyordu. Üstelik ağlayarak. Aslında
itiraf etmesi de garipti. Neden inkâr etmiyordu? Sanırım kimseye
söylemediği bu sırrını öğrenebilen birinin, olayın doğruluğundan da
emin olduğunu biliyordu. Çaresizdi anlaşılan.

Jülide Hoca kırmızı ışıkta durdu. Sanki her şey normal gibi ya da
yanında kimse yok, olsa da yanındaki ağlamıyor gibi kayıtsızdı.

212
SULTAN TARLACI 9

Janset:

“Zaten o da o yüzden hamile kalam ıyordu.” Boğazındaki hıçkırık


gürültüyle çıktı. “Yalan mı?” dedi. ‘Mı’ hecesi, ağladığı için ‘m ouu’
şeklinde çıkmıştı.

Jülide H oca’nın bir ara tebessüm ettiğini görür gibi oldum am a ol­
dukça ciddi durm aya çalışıyordu. Kaşlarını çattı:

“Bilmem.” dedi. “Belki... Ama bizi ilgilendirmez sanırım. Çizip okula


asmak doğru m u?”

Bu sözle Janset’in ağlaması zirveye ulaşmıştı. Sanki af diliyor ve


karşıdaki de onu hiçbir zaman affetmeyeceğini söylüyordu.

Jülide Hoca konuşurken de Janset’in yüzüne bakmıyor, tepki ver­


miyordu.

Hoca devam etti.

“Başkaları suçlandı. Disiplin cezası aldılar. Okuldan uzaklaştırıldılar.”

Janset sessiz am a daha sakin ağlıyordu. Jülide H oca yeniden yeşil


ışıkla harekete geçip: “Onlar ceza alırken kimse senden şüphelen­
medi bile.” dedi.

“Yaa...” dedi Janset oturduğu koltukta yan dönüp hocaya bakarak.


“Çok da suçlandılar. Müdür Bey yılsonunda siler ki bir defa o cezayı.
Onlar o cezadan sonra popüler bile oldular. Gülin Gökay’la çıkmaya
başladı.”

Ağlarken, itiraf ederken ve kendini haklı çıkarma çabalarında nor­


mal bir insan gibiydi. Jülide H oca’nın son sorusuna cevap verm e­
mişti. Janset’te ilk defa zekâ pırıltısı görüyordum.

Jülide Hanım: “Çok iyi oldu yani? Madem bu kadar iyiydi o karika­
tür, okulda popüler yapıyordu, neden çizdiğini itiraf etm edin?”

Janset yine bağırarak ağlam aya başlamıştı.

“Müdür Bey’e söyleyecek misiniz hocam? Ne olur söylemeyin tey­

213
197 GÜN • BÖLÜMİ

zem kızar b a n a .” dedi. Jülide Hoca sessizdi.

“Gökaylar okuldan uzaklaştırıldığı hafta çok rahattım .” dedi. “Be­


nimle uğraşan yoktu. Islak fare demiyordu kimse.” Acındırma ça­
bası gibi görünen bu söz aslında o kadar gerçekti ki. Okula geldiği
günden beri Gökayların en büyük zevkiydi “ıslak fareyi” korkutmak.
Onunla alay etmek.

Jülide Hoca yine sessizdi.

“Zaten daha önce böyle bir şey hiç yapmadım. Sorabilirsiniz. Okul­
da böyle benzer bir olay olmuş mu sorun herkese.”

Jülide Hoca yine sessizdi.

“Bundan sonra da olmayacak hocam .”

Jülide Hoca yine sessizdi.

“Lütfen kimseye söylemeyin.”

“Şu keskin zekânı matematikte kullanman şartıyla aramızda bir sır


olabilir.” dedi dedi Jülide Hoca.

Janset şaşırmıştı. Birden: “Ben matematikten anlamıyorum ki.”


dedi.

“Orasını bilmem.” diye karşılık verdi Jülide Hanım kararlılıkla.

Yine uzun bir sessizlik girmişti araya. Janset, cam a vuran yağmur
damlalarının süzülüşüne bakıyor, camın sonuna kadar takip ediyordu.

Sonra Janset’i evine bıraktı. Eve girdiğinden emin olunca da döndü.


Eve mi? Hayır girmedi. Jülide Hanım o gün oradan erkenden ayrıl­
mıştı. Gece değil, hava kararmamıştı bile.

214
“Gerçeği bilem eyiz m a d e m , ne yapsak boş.
Ö m ü r boyu kuşku içinde ka lm a k mı hoş ?
A klın varsa kadehi bırakm a elden ,
bu karanlıkta ha ayık olm uşsun , /îa sarhoş .”
Ö m er H ayyam
Dr. Saltı p a yla ştı , 127 gün önce

47. G ün

Kabakafa burnunu karıştırıyordu. Adamım benim! Keyifli anlarında


hep böyle yapardı. Keyifli olmak içinse çok lüks şeyler istemezdi.
Karnı tok olmalıydı. Pantolonunun kemeri göbeğini fazla sıkmama-
lıydı ve yolda veya bahçede yürürken ayağına çakıl taşları, diken
veya başka şeyler batmamalıydı. Bunun çözümünün ayakkabı giy­
mek olduğunu genellikle idrak edemez ve yapabildiği tek şeyi yapar,
yürümekten vazgeçip olduğu yere otururdu. İşte bu yer, güneş alan
ve sırtını yaslayabileceği bir yerse keyfine diyecek olmazdı. Gerçi o
gün güneş çoktan batmış gecenin serinliği çökmeye başlamıştı am a
toprak hâlâ sıcacıktı ve oturm ak güzeldi. Üstelik etrafta Federico’nun
olmaması başlı başına bir keyif sebebiydi, çünkü domuz, Kabaka-
fa’yı sıklıkla azarlar ve döverdi.

O akşam, Federico misafirlerini nazikçe kabul ederken villanın b ah­


çesinde, akşamın karanlığı ve büyük yapraklı süs ağaçları, Kabaka-
fa’yı yeterince gizliyordu am a ah şu koku duyusu olmasa! Federico
burnuna gelen zehirleyici, akıl alıcı, intihara sürükleten osuruk ko­
kusunu yine almıştı. Hızla sağına soluna bakındı. “Seni pislik!” dedi.
“Kokmuş köpek!” Neyse ki misafirler içeri girmiş ve bu rezilliğin
kokusunu duymamış ve ‘onu’ görmemişlerdi. Sağ kolunu burnuna
197 GÜN ’ BÖLÜM 1

kapatmış kendini zehirden korum aya çalışırken, diğer kolunu savu­


rarak sıkı bir yumruk yaptığı elini Kabakafa’ya sallıyordu. Kabakafa,
bu dayaktan akıl edebildiği kadar kaçtı. Federico diğer kolunu da
kullanabilse tutar temiz bir dayak atardı am a o kolunu burnundan
çekmesi çok riskliydi. Bahçıvana seslendi. Bahçıvan, yalnız yaşayan
kimsesiz ve 80 yaşını devirmiş bir adamdı. Federico bahçe işleri ya­
nında Kabakafa’ya göz kulak olması için onu sıklıkla görevlendirirdi.
Özellikle soğuk yerlere oturm aması hususunda. Hatta mümkünse
onun bahçıvanın odasının yanındaki ‘kafes’ine gün boyu kapatıl­
masını isterdi am a bahçıvanın gönlü buna razı olmazdı.

Özellikle iyi havalarda Kabakafa’yı bir hayvanı doğal ortam ına bıra­
kır gibi villanın geniş bahçesine ‘salardı’. Zaten aklı almıyordu onun
bu hale gelişine. Çok da üzülüyordu. Kabakafa’yı beş yıl önceki
üzerinden hiç çıkmayan jilet gibi ütülenmiş takım elbisesiyle Fede-
rico’nun şirketlerinden birinin CEO’suyken, şimdi eski bir atlet par­
çası ve sürekli düşen büyük lastikli donuyla, ayakkabısız şu perişan
haline döndüren neydi? Nedenini bahçıvan nereden bilecekti. Bana
sorarsanız ben de size bunun bilimsel açıklamasını yapam am am a
şahit olduğum, bu akıllı ve genç adam ın kısa sürede ilerlemesini sağ­
layan beynini Federico bakarken biraz bozmuş olmasıydı. Adamın
önsezilerinin de sıklıkla çıktığını kısa sürede keşfeden Federico, Ka­
bakafa’nın alın bölgesine her ne tür bir zarar verdiyse onu bu hale
getirmişti.

“Kapat o hayvanı odasına.” dedi. “Bunu sana kaç defa söylemem


lazım!”

“Nasıl da çıkmış.” dedi koşup gelirken soluk soluğa. “Sabahtan


salmıştım dışarı am a ikindin tekrar kapatmıştım.” İkindin kapattı­
ğına inandırmak için sabah saldığını itiraf ediyor olmalıydı. Federi­
co inanmamış gibiydi am a buna inanmadığını söylemekten çok bir
daha aynı bahaneyi öne sürmemesi için “Ne sabah bırak dışarıya ne
ikindin ne de akşamüstü!” dedi. “Hep kapalı kalacak.”

216
SULTAN TARLACI 9

“O zaman da çok sıkılıyor beyim .” Gözünün ucuyla Federico’ya b a ­


kıyordu. “Yazıktır.”

Federico ona cevap vermek yerine, kendisine “rapor” vermekle


meşgul bahçıvan hâlâ kafesine kapatmadığı için dışarıda gezmekte
olan Kabakafa’ya taş fırlatmayı tercih etti. Taş, Kabakafa’nın ense­
sine denk gelmiş, genç adam bağırarak kaçmıştı. “Benim de canım
onu dışarıda gördükçe sıkılıyor!” dedi Federico evin kapısına yürür­
ken. Bahçıvan, taş isabet etmiş Kabakafa’nın yarasını temizlemek ve
‘yuvasına’ sokmak için koşuyordu.

İkisi de olanların bir kısmına, taş atm a olayı da dâhil şahit olan dok­
toru fark etmemişti. Saltı, diğer misafirlerden biraz sonra gelmiş, ara­
basını evin arkasına park etmiş, önüne doğru yürürken konuşmaları
duymuştu. Ne olduğunu anlayamazdı elbette am a gördüklerinden
hoşlanmadığı kesindi. Federico eve girdikten bir süre sonra zile bas­
tı. Güzel bir hizmetçi tarafından -epey hatıram var bununla- buyur
edildikten sonra salona yönlendirildi. Federico Bey ve misafirler
kendisini beklemekteydi.

Federico: “Ah doktor tam zam anında geldin.” Elini sıkarken gülüm­
süyordu. Misafirleri işaret ederek: “Nasıl sürprizimi beğendin mi?
Güzel bir akşam sohbeti, derin olacak.” dedi. Doktor pek m em nun
olmuşa benzemiyordu. Az önce gördükleri, Federico’nun Kabaka-
fa’ya taş atışı, bir yana misafirlerden de hoşnut değil gibiydi. Selam ­
laşma faslında bu memnuniyetsizliğin acil servis doktorundan ve o
gece tanıştığını anladığım ilahiyatçıdan değil de başhekim kadından
olduğunu sezdim. Bu esnada ilahiyatçının sözleri yankılanıyordu sa­
lonun ortasında:

“Bakın ne diyor Maide Suresi 90. ayette: E y im a n e d e n le r! İçki, k u ­


mar, p u tla r v e fa l okları şe y ta n işi b irer pisliktir. ”

“Ha ha. Evet, doktor sohbet koyu buyurun.” dedi Federico. “Şeytan
işlerinden konuşacağız bugün, ne dersiniz?”

217
197 G Ü N ' BÖLÜM 1

Saltı: “İsabet olmuş.” dedi. “Shakespeare’in dediğini diyeceğim:


Cehennem boş, tüm şeytanlar burada!” Bunu söylerken başhekim
Nilgün H anım ’ın elini sıkıyordu.

Aslında Nilgün Hanım o gün davet edilmemiş, öğleden sonra -ken­


diliğinden- çıkıp gelmişti. Bu kadını ne zam an görsem hep sarhoştur.
Ayakta bile zor dururken arabayı nasıl kullanmış ve buraya gelmişti
hayret ettim. Bahçe kapısından gür bir kahkaha atarak girdi. “Ha ha
ha... Beni evine davet etmezsen böyle çıkar gelirim işte.”

Bahçenin koyu gölgesinde yeni bir makale yazıp kahvesini yudum ­


layan Federico aslında onu gördüğüne sevinmemiş am a “Ahh! Nil­
gün Hanım. Bu ne güzel sürpriz.” diyerek kadının elini kibarca öp­
müştü. Bu defa arsız kadın bu yalancı iltifata inanıp kendini ağırdan
satmak istemiş, “Rahatsız etmedim değil mi? Yakınlarda bir yerlerde
işim vardı geçerken uğradım .” demişti küskün bir suratla. Mümkün­
se kapris yapm asın denilen kadınlardandı. Hiç yakışmıyor ve ona
herhangi bir çekicilik katmıyordu.

“Hayır, hayır.” dedi Federico makalesini yavaşça kapatırken. “İn­


ternette boş boş dolaşıyordum. Hatta canım sıkılmaya başlamıştı.
İnanmayacaksın biri gelse de iki çift laf ettik diye geçti içimden.”

Nilgün Hanım buyur edilen sandalyeye oturdu ve saatlerce kalkmak


bilmedi. Birkaç bardak viski içti ve sarhoşluğunu katladı. Sohbetin
her yerinde de sözü muhakkak Federico dom uzuna yılışmakla ta­
mamladı. Niyetini bu kadar açıkça belli eden bir kadını Federico
aslında affetmezdi am a kadın o kadar iticiydi ki tek gece bile taham ­
mül edilemezdi. (Bunu yine böyle fikir olarak belirtmekten çok canlı
canlı anlatsan daha doğru herhalde) Akşama kadar da gitmeyince...

Federico dom uzu bir kahkaha d ah a attı.

İlahiyatçı: “Hoş geldiniz Doktor Bey. Saltı’ydı değil mi?” dedi.

Saltı onun elini sıkarken “Evet.” diye cevap verdi.

218
SULTAN TARLACI 9

Federico oturduğu koltuğa iyice yerleşirken: “Bahsettiğiniz ayette


konusu geçen fal, geleceği görmekten öte şansa dönük işler olm a­
sın? Yani bu ikisi birbirinden farklı olsa gerek. Çünkü gerçekten bir
şeyleri bilenler var bir de bilmediği halde ya tutarsa şeklinde sürekli
deneyerek bu işe kendini kaptıranlar ve zamanını ona harcayanlar.”

İlahiyatçı Federico’ya baktı. “Gerçekten bir şeyler bilmekten kastınız


gayb konusu m udur? Allah’tan başka gaybı kim bilebilir ki?”

O, önündeki Kur’an’ın sayfalarını çevirirken Federico Saltı’ya dön­


dü: “Halini hatırını soram adım dostum. Merak etme, ona da sıra
gelecek. H a ha h a...”

İlahiyatçı: “Bak ne diyor Nemi 65’te: G ö k le rd e v e y e r d e g a y b ı A l­


la h 9tan b a şka k im se b ilm e z . O nlar n e za m a n d irileceklerin in b ilin ci­
n e varm ıyorlar. Yani el-gaybe yani gayb ve ve m â yeş’urûne yani
‘Bilincine, ayırdma varamazlar’ m anasında.”

Sakalı uzun sayılmazdı am a kısa da sayılmazdı. Bunun yanında


düzgün bir şekil verilmişti. Burnu, sakalları olmasa çok daha bü­
yük görünebilirdi ve üzerinde çok fazla siyah nokta vardı. Yanakları
sakalında arta kalan yerde de çok fazla kendini sergileyemiyordu,
çünkü yukarıdan sarkan göz torbaları mekânı daraltmıştı. Başı keldi.
Bir ara keline elini götürdü. Hafif terlemişti. Sonra yeniden önünde­
ki Kur’an’m sayfasını çevirdi. Kelinin terinden ıslanmış parmağıyla
sayfayı rahat çevirmişti.

“Bakın başka bir ayet, En’am Suresi 59. ayetinde geçen şudur: x
‘G a yb m a n a htarla rı O ’n u n K atindadır, O ’n d a n b a şka h iç k im se g a y-
bı b ilm e z .’ ‘Gaybi lâ ya’lem uhâ’ gaybı bilemez dem ek.”

Federico eliyle Kur’an’ı işaret ediyordu. “Yalnız onun bir yerlerinde


Allah’ın dilediği kullarına gayb bilgisi verebileceğini söylüyor.” Bir
kahkaha attı. “Yahu yardım etsenize bir Hristiyan’a mı bırakacaksı­
nız İslam ilahiyatçısı ile m ücadeleyi.”

Acil servis doktoru: “Ben dindar biri değilim. Dindarlık zaten şahsi

219
197 GÜN ’ BÖLÜM 1

bir iştir.” dedi. “Kur’an’ı da bir kez okumuşluğum yok.” diye ekledi.
“Ayrıca bu konuda orada ne yazdığı da beni ilgilendirmiyor. Gele­
cek önceden görülemez, nasıl olmayan ve henüz gerçekleşmeyen
gelecekteki olay bilinebilir ki? Buna bilimsel olarak imkân yok ya! İyi
bir din adam ı olduğum için buna inanmıyorum değil, iyi bir bilim
adam ı olduğum için bunun olmayacağını biliyorum.” Son kelime­
nin üzerine bastırmıştı.

Bu konularda herhangi bir şey söylemeye yetecek fikri olmayan Nil-


gün Hanım, bardağına biraz daha içki alırken sanki sorulmuş gibi:
“Üstüne söyleyeceğim bir şey yok. Aynısını düşünüyorum .” dedi.
Zaten herhangi bir şey söylemekten öte bardağına doldurduğu içki­
nin dikkatini başka yöne çekmek için yapmış gibiydi.

İlahiyatçı gözlüklerini takmıştı: “Söylediğiniz ayet şu olmalı...” Biraz


durdu ağzının içinde bir süre ayeti okudu: “M â kâ n a llâ h u II y e ze re l
m u ’m in în e ala m â e n tu m a le y h i h a ttâ y e m îz e l h a b îse m in e t ta yyib ,
ve m â k â n a llâ h u ...” Bir süre sonra sesi duyulmaz olmuş, düşüncele­
rini yeniden şekillendirmek için susmuştu.

Yeniden yüksek sesle “Diyor ki!” dedi. “Allah, pisi temizden ayırın-
caya kadar m ü’minleri içinde bulunduğunuz şu durum da bırakacak
değildir. Allah, size gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah, pey­
gamberlerinden dilediğini seçer yani gaybı ona bildirir. O halde,
Allah’a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve Allah’a
karşı gelmekten sakınırsanız sizin için büyük bir mükâfat vardır.”

Gözlüğünü çıkarıp Federico’ya baktı: “Burada Allah’ın dilediklerine


gaybı bildiriyor olmasından kasıt peygamberlerdir. Peygamber ol­
m ayan bizim gibi insanlara gaybı bildireceğini söylemiyor.”

Bir süre durdu. Gözlüğünü yeniden takıp Kur’an’a bakacakken ye­


niden Federico’ya döndü:

“Hatta Hz. İsa’ya da bu konuda gayb bilgisi verdiğine dair bir ayet
vardır. Yalnız dediğim gibi o, peygamberdir. Peygamberleri ayrı tut­

220
SULTAN TARLACI 9

mak gerekir.”

Federico istavroz çıkardı.

“Belki de yanlış yerlerde arıyorsunuz problemin çözüm ünü.” dedi


Saltı. Kültürümüzde gayb denince duyu organlarıyla veya duyu or­
ganına yardımcı olan insan yapımı aletlerle görülemeyen, dolayı­
sıyla hakkında bilgi sahibi olunam ayan bir âlem akla gelir. İnsanın
duyu ve tasavvur alanı dışında kalan gerçekliklere gayb denebiliyor.
Dolayısıyla gayb âlemi insan şuurunun doğrudan değil, dolaylı bir
şekilde haberdar olduğu bir gerçeklik alanıdır. Gayb alanı, insanın
dünyevi tecrübeleriyle, algı ve m üşahedeleri yoluyla kavrayam a­
yacağı duyular dışı bir gerçekliği ifade ettiğinden dolayı, bu alan,
Zemahşeri’nin de harika ifadesiyle; ‘M üşahede sahamızın dışında
kalan hususlar, m üşahede edebildiklerimizle temsil edilerek’ ifade
edilir. Gayb kelimesinin Kur’an’da değişik kullanımları vardır. Geç­
miş olaylar ile ilgili ayetlerde zamansal farktan söz edilerek önceden
yaşanan olaylar gayb olarak nitelendirilir. Gizli ve sır olan şeyler için
de kullanılır. Rad Suresi 9. ve 10. ayetlerinde Allah’ın gayb ve şe-
hadeti bildiği belirtildikten sonra O’nun, insanların iç dünyalarında
kurguladıkları şeyleri de bildiğini ifade eder. Yine bir şeyin iç yüzü
için kullanılır. Yusuf Suresinin 81. ayetinde Yakub’un oğullarının
görünüşe göre kardeşlerinin hırsızlık yaptığını kabullenmek duru­
m unda kaldıkları anlatılırken olayın içyüzünü bilmemeleri gayb ke­
limesi kullanılarak ifade edilmiştir. Yine Tevbe Suresi 94. ayetinde ^
de Allah’ın, münafıkların içyüzlerini bildiğinden söz edildikten sonra
Allah’ın gaybı ve şehadeti bildiği ifade edilir. Yani özetle birinin d u ­
yularına göre ulaşamadığı bilgi denebilir. Ama aynı bilgiye başka biri
sahip olabilir. Allah’ı zaten hiç işin içine katmıyorum. Zaten her şeyi
bilen olması gerektiğine göre bilgi eksikliği olan Allah düşünülemez
bile. Son olarak da şunu söylemem lazım, çoğu kişinin düşündüğü ­
nün aksine Kur’an’ın hiçbir ayetinde ‘gayba iman’dan bahsedilmez.”

İlahiyatçı şaşkın, kendi alanından bu kadar ayrıntılı bilgiyi duym a

221
197 g ü n ’ bölümı

mutluluğu ve beklenmedik sürprizle karşılaşmış bir yüz ifadesi ile


Saltı’ya bakıyordu.

Federico şaşkın am a daha fazlasını bekler bir ifade ile doktora dön­
müştü:

“Bu konudaki düşüncelerinizi ne kadar çok duym ak istediğimi bile­


mezsiniz.”

Saltı: “O halde sizin alanınızdan, fizikten bir örnekle başlayım.” diye


devam etti. “Heisenberg’ın belirsizlik prensibi. Belirsizlik iki şekilde
olabilir. Ya cismin sayısının çokluğundan kaynaklanan belirsizlik ya
da tek bir cisim olmasına rağmen belirsizlik. Çokluktan kaynaklanan
belirsizlik, aralarındaki etkileşimlerin çokluğundan dolayı önceden bi­
linemeyecek tarzda değişik davranışlar sergilemelerinden kaynaklanır.
Bir ‘kendi kaypaklığından’ değil de sistemin içinde kendisini etkileyen
diğer elemanların çokluğu yüzünden bir an, bir değerde karar kılına­
maz. Buradaki belirsizlik özneldir ve kısmen sistem hakkında bizim bil­
gisizliğimizden kaynaklanır. Her elemanın nasıl davrandığını ve dav­
ranışların doğurduğu karmaşık etkileşimleri bilseydik, öznel belirsizlik
olmazdı. Örneğin; çarpışan arabaların olduğu bir eğlence parkında,
pistte 10-15 araba varsa, arabaların hareketlerini önceden tam ola­
rak tespit edemeyiz. Çevredeki çarpmalarla birlikte, kendilerine yeni
konumlar ve yönler elde edecekler ve sürücülerinin istek ve bilgileri
dâhilinde yönlenmeleri daha da değişecektir. Bu durum da istatistiksel
yöntemlerden yararlanarak genel ve yaklaşık bir sonuca ulaşılabilir.
Bir tek cisimden kaynaklanan belirsizlik ise kendi dışındaki etkiler ne­
deniyle değil de kendi içinden, kendi doğasından kaynaklanır.

Oysa Heisenberg’ın belirsizliği der ki: Kesin m om entum ölçümü de


konum ölçümündeki belirsizliği artırır ve konum belirsizliğinden do­
layı parçacık uzayın her köşesinde olabilir hale gelir. Eğer konumu
sonsuz duyarlılıkta ölçmüş olsaydık, m om entum tam olarak belirsiz
kalırdı. Bu nedenlerle, doğadaki parçacıkların hem konum hem de
m om entum u en azından ölçüm yapan bilinçli insanlar için bir mik-

222
SULTAN TARLACI 9

tar belirsiz olmak zorundadır. Ya da genellersek konum la ilgili kav­


ram çiftlerinin eşanlı olarak istenilen hassasiyette ölçülemez. Değil
mi?” Federico’ya bakmıştı.

Federico ekâbir tavırla gözlerini ve dudaklarını sıkıca kapattı ve b a ­


şını öne sallayarak onayladı. Sanki bir an için derin bir düşünceye
cesaret etmişti. Odadakiler sessiz Saltı’ya bakıyordu.

“Peki, neden bilinemez? Bu, kuantum fiziğinin yetersizliğinden d e­


ğil, bu doğanın özelliğindendir. Ne kadar gelişmiş ölçüm cihazlarınız
olursa olsun belirsizlik teorisindeki belirsizliği ölçümlerde ortadan
kaldırıp, belirli hale getiremeyiz. Buradan anladığım bir diğer şey
de, fizikteki ‘her şeyin teorisini’ yapm ak için gerekli denklemlerin in­
san açısından mümkün olamayacağı. İşte bu bir gayb’dır. Bir şekilde
gayb, doğada olan am a insan tarafından ulaşılamayan bilgi kısmı­
dır. Yukarıdaki aşağıdaki, büyük küçük, görünen görünmeyenin ya
da saklının bilgisidir. Yani insanın hiçbir teknik ve gelişme ile bileme­
yeceği bir bilgi. Bu bilgiye ancak ve ancak Allah sahip olabilir yani
düzeni, denklemi kuran ve her şeye gücü yeten bilebilir. Yaşadığımız
minik mavi gezegenin şartlarına göre bilemeyeceğimiz bazı şeylere
de Kur’an’da gayb diye geçer. Bunu neden her zam an ‘geleceği ön­
ceden bilme eşittir gayb bilgisi’ olarak düşünürüz ki?”

İlahiyatçıya dönm üştü.

“Genellikle, peygamberlerin bilgi kaynaklarını ayırmak için kullan­


dıkları bir kelime gayb. Vahyin farkını belirtmek için. ‘Ben gaybı bil­
miyorum, yani ne kâhinim ne m edyum ne de durugörür. Ben bu
bilgiyi doğrudan vahiy yolu ile Allah’tan aldım’ m anasında. Ayrım
yapmak için gayb bilgisi diye ifade ediyor. Bir de benim okudukla­
rımdan anladığım Kur’an’da kıyamet zamanı için gayb kullanılıyor.
Kıyametin tam zamanını bilmenin sadece Allah tarafından mümkün
olduğunu, Allah’ta gizli olduğunu vurgulamak için. Yani bahsedilen
gayb uzaktangörü, durugörü veya öngörü ile gelecekten bilgi elde
etme ve rüyada geleceği bilmeden farklıdır. Daha çok gerçek bir şe­

223
9 197 GÜN • BÖLÜMİ

yin, bilginin insan açısından bilinemeyen kısmı için kullanılıyor san­


ki. Sezgisel olarak da bunu anlıyorum. Sezgisel olan bilgi de doğru
olma olasılığı yüksek bilgidir.”

Federico düşünüyordu:

“İlginç. Bu açıdan bakmam ıştım .” dedi gözleri dalgın.

İlahiyat hocası:

“Benim, söylediklerinizden anladığım, siz gelecekte olacak bir olayı


bilebilmeyi gaybdan saymayıp bunun mümkün olduğunu düşünü­
yorsunuz. İnce bir ayrımı da hatırlatmak isterim. Alimler bazen gayb
ile gaib arasında bir ayrım yaparlar. Gaib, görmeyen ve görülme­
yen, gayb ise görülemeyendir.”

Saltı: “Evet. Gayb denilen şey bana göre daha büyük sırlar ve sınır­
lamaları içeriyor. Zaten bilirsiniz, mutlak ve nispi gayb vardır. Mut­
lak gayb bilgisi, kuantum fiziğindeki Heisenberg’in belirsizliğinde­
ki gaybdır. Bu insanoğlu için mutlaktır. Ne kadar teknoloji, ölçüm
yöntemleri gelişirse gelişsin ölçümde bir dereceye kadar belirsizlik
mutlaka olacaktır. Hiçbir şekilde kuantum ölçüm ünde bu belirsizli­
ğin önüne geçilemez. Ama Allah için söz konusu bile olamaz bilgi
eksikliği. Allah’ın ilim sıfatlarından biri de Alim değil midir?”

Acil servis doktoru: “Yani yine kuantum fiziğini işin içine sokmadınız
mı? Biliyorsunuz ki mistik görüş fizikten yararlanarak kamu önünde
m asum laşmaya çalışıyor.”

İlahiyat hocası bu sözü hiç dikkate alam adan Saltı’ya dönerek:


“Evet, Alim’dir. Kur’an’da yüz elli üç yerde Allah’ı tavsif etmiştir.
Anlamı da mahlûkatm bilmedikleri sırları ve gizlilikleri bilen, bilicidir.
Gaybı ve m evcudu bilen yani. O’nun ilminin kemali, zahiri ile batını,
küçük ile büyük, başlangıcı ile sonu arasında her şeyi ihata eder.
Zam andan önce olan şeyleri de, geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği
de Allah huzurî bir ilimle bilir. Bunun tamamlayıcısı olarak A’lem,
yani pekiyi bilen ve Latif -Kur’an da yedi yerde geçer- yani ince

224
SULTAN TARLACI 9

ve gizli yönleri bilen, Habir yani her şeyi ve gizlilikleri bilen, Şehid
yani gizliyi de gizlinin gizlisini de bilen gibi sıfatları da vardır. Şimdi
sır, sırdır Doktor Bey. Büyüklüğünü küçüklüğünü neye göre tartaca­
ğız? Mesela şu duvarın arkası bana sırdır. Görmedim, ne olduğunu
bilmiyorum. Şu çantanın içi sizin için sırdır.” Federico’nun çantası.
Federico rahatsız olsun. Yanında bir kedi yatmakta.

Saltı: “Ama o duvarın arkası, o çantanın içi bazı yetenekli kişiler için
sır olmayabilir. Duvarın arkasını, çantanın içini görenler var. Hatta
kilometrelerce uzaklarda ne olduğunu gözsüz görenler var. Bu konu
yıllarca bilimsel ve askerî amaçlarla çalışılmış. Hatta çalışmaların
önemine inanm ayan ve bunu test etmek isteyen bir CIA üst düzey
yöneticisinden bahsedilir. Çantasına koyduğu bazı sıra dışı eşyalarla
gelmiş ve ünlü bir uzaktan görücüyü test etmek için ‘Ç antam da ne
var, hadi bil” diye sormuştur. Uzaktan görücü Anahtar, kola kutu­
su, haç, araba plakası’ diye tek tek sayınca, Rusların kendilerini bu
şekilde çoktandır izlediklerini aklına gelir ve Allah kahretsin, artık
hiçbir şeyin gizliliği kalmadı.’ diye küfreder.”

Federico: “Ha ha biliyorum o ilginç olayı Doktor.” diye atılmıştı.

“Bu işlerin arkasında hep gizli servisler var.” dedi acil servis uzmanı.
“Rusya’da, Amerika’da, Çin’de, Kore’de ve eski Demirperde ülke­
lerinde.”

Federico, gözleri ile acil servis uzmanını işaret ederek Saltı’ya: “Daha
önceki nesillerin hatası, her şeye olduğu gibi inanmaktı; bugünküle­
rin hatası ise anlaşılmayan ne varsa hepsini fırlatıp atmak. Özellikle
yaşlıca olanların... ”

İlahiyatçı: “Bazı kapalı yerlere, bizim girip bakamadığımız ya da gö­


zümüzle göremediğimiz yerlere cinler girebilir ve orada ne olduğu­
nu bize söyleyebilir. Çünkü onların bedeni daha incedir, m addenin
içinden geçebilirler, bir beden, yani etten kemikten değiller. Kur’an-ı
Kerim cinlerin yapısı hakkında onlardan olduğu beyan edilen İblis’in
ateşten, cinlerin atası sayılan cann’m karışık dumansız saf ateşten

225
9 197 GÜN • BÖLÜM 1

-müric min nar- ve çok zehirleyici bir ateşten -nar-ı semum- yara­
tıldığını beyan etmektedir. Hz. Ayşe’den gelen bir başka rivayette
ise Peygamberimiz’e kâhinlerin gaybdan haber verdikleri iddiası
sorulunca Efendimiz’in: ‘Onların sözlerinin hiçbir değeri yoktur.’
buyurduğu, soruyu soranın: ‘A ma söyledikleri bazen doğru çıkıyor.’
demesi üzerine: ‘Bu, kulak hırsızlığı olup cinlerin yalanlarla beraber
kâhin, dostlarına fısıldadığı sözlerden ibarettir.’ dediği kaydedilmek­
tedir. Bu rivayetten de anlaşıldığı üzere cinler haberlerini elde etmek
için kulak kabartm akta, duydukları haberlere birçok yalan katarak
kâhinlere ulaştırmaktadırlar. Kâhinlerin verdikleri haberlerin büyük
kısmının yalan olduğu Kur’an’da Şuara Suresi 22-223’te açıkça ifa­
de edilmiştir. Ancak onlar nübüvvet öncesi şihaba hedef olmadan
rahatça dinlerken şimdi üzerlerine şihab, yani ‘yakıcı ateşler’ yağ­
dırılmaktadır. Daha yukarı göklerdeki cinler duydukları haberi bir
aşağıdaki cine aktarırken yakıcı ateşe hedef olmakta; alt sem alarda­
ki cinler de aynı işlemi yapm akta ve aynı karşılığı görmektedirler.”

Saltı: “Bu dedikleriniz yorumlar am a bana şihab, yani ‘yakıcı ateş­


ler’ kozmik ışınları çağrıştırdı. Ne ilgisi var derseniz duyular dışı algı
Güneş ve Dünyamızdan kaynaklanan elektromanyetik alanlar ve
dış uzaydan gelen kozmik ışınlardan etkilenebiliyor. Diğer yandan
Dünyamızı saran manyetik alan dış uzaya yayılır ve belli bölgelerde
tabakalar halini alır. Yukarı şağı cin bölgesi belki de buralardır. Cin­
ler de bu durum da enerji ve bilgi taşıyan görünmez aracılardır. Du­
yular dışı algı ya da önceden geleceği bilme becerisi zaten gelecek­
teki bilgiden bir kırıntı çalmaktır. Yalan katmak dediğiniz de yanılma
olasılığının, duyular dışı algının doğası gereği yüksek olmasından
olabilir. Kimse yalan katmak istemez, olayın doğası gereği zorunlu
yalancı olur!”

İlahiyatçı: “Hz. Peygamberimiz Taif seyahatinden döndüğü günlerde


cinlerin gökten haber aşırmalarının engellendiği, teşebbüs edenle­
rin üzerine ‘yakıcı ve delici alevler’ ya da ‘şuhub-i sakibe’ atılmaya
başlandığı haber verilmekte, bu tabloyla karşı karşıya gelen cinlerin

226
SULTAN TARLACI 9

kavimleri yanm a döndüklerinde, kendilerine ‘Ne oluyorsunuz, niçin


hiçbir haber getirmiyorsunuz?’ diye sordukları, onların da: ‘Ne ya­
palım, sem adan haber alm aktan m en edildik, üzerimize yakan ve
delen alevler gönderildi.’ dedikleri rivayet edilir. Görülüyor ki cin ve
şeytanların, insanlara sem adan haber getirmeleri engellenmiştir. Bu
nedenle bilgi elde edilecek kaynaklar olarak onlarla tem as kurmak
için çaba sarf etmek veya bu iddiada bulunanlara bilgi edinmek için
başvurm ak boş bir uğraşı, dini açıdan ise tevhit inancını zedeleyip,
insanı küfre kadar götürebilecek tehlikeli bir girişimdir.”

Saltı: “Yakıcı ve delici alevler dediğiniz de Güneşin kütle atımları


veya uzaya fırlattığı iyonize parçacıklar olmasın?” dedi. “ ‘Şihab
kozmik ışınlar, ‘şuhub-i sakibe’ yakıcı ve delici alevler, yukarı ve
aşağı gökleri ayıran ve cinlerin bilgi taşımasını engelleyen manyetik
alan çizgileri. Hepsi de aslında sezgileri ve duyular dışı algıyı etkile­
yen değişkenler. Sadece bin dört yüz yıl önce farklı kelimelerle ifade
edilmiş. Yorumlayanlar ise zamanın ruhuna uygun yorumlamışlar.
Ne diyeyim hocam, bazen zihnimde geri dönüşü olmayan bir nük­
leer patlam a tetikliyorsunuz. ”

Biraz düşündükten sonra:

“Diğer itirazlarınızı kabul etsem bile işte bunun bir gayb bilgisinden
sayılmayacağını kabul etmiş oluruz” diye devam etti. “Bunun ya­
nında böyle basit bir olayı cinlere bağlam ak kişinin kendi yaradı­
lışını küçümsemesidir. Kur’an’da demez mi insanın üstün yaratıldı­
ğını? Üstelik cin dediğiniz şey ‘örtmek, gizlenmek’ dem ek değil mi?
Görünm eyen varlıklara bu ad verile gelmiş. Henüz görülemeyen ve
anne karnındaki bebeğe de aynı kökten gelen ‘cenin’ denmesi de
bu yüzden değil mi? G örünm eyen hastalık etkenlerine de o dönem ­
de cin denmiştir. Mesela o dönem de taun hastalığı yani veba olan
yerlere yaklaşmayın demiş Peygamberimiz. Çünkü cin vardır orada
diye uyarmıştır. Yani gözle görülemeyen am a varlığı dolaylı anlaşı­
lan varlıklara cin denmiş. Şu anki x-ışınları gibi. Ayrıca bu cin çıkar­

227
I ‘J7 CilJN ’ B Ö LÜ M İ

ma işi de İslam toplum unda sık olsa da kökleri Yahudi ve Hristiyan


toplum undan bize bulaşmıştır. Hz. İsa’nın delilikleri cinleri kovmak
suretiyle iyileştirdiği dört İncil’de değişik yerlerde geçer. Hz. İsa ya­
par ise bizim Peygamber de yapsın diye güvenilir olmayan anlatılar
var. Bu konuda Kur’an’da bir ima yok. Ama maşallah gelenekte bilgi
çok. Cin çarpan mı ararsın, cin çıkaran mı? Hatırlıyorum da, yıllar
önce bir şehirdeki bütün cincileri dolaşmış on altı yaşlarında bir kız
çocuğu getirdiler bana. Üç yıldır geceleri çığlık atıyor ve cinler boğa­
zına sarılıyormuş. Psikiyatrik hastalıklarda kullandığımız antipsikotik
denen ilaçlarla mucizevî şekilde üç günde düzelmişti. İlaç cinleri yak­
tı herhalde.” dedi kahkaha atarak.

İlahiyatçı: “Cinleri gören ve hatta bir kısmını saray yapım ında ça­
lıştıran tek peygam ber Hz. Süleyman’dır. Neml-39’dan da bunu
okuyabilirsiniz. Kur’an-ı Kerim’de dört ayrı yerde konuya temas
edilmektedir. Söz konusu ayetlerde olayın geçişi şu şekildedir: Sad
Suresi 34-38’de Hz. Süleyman’ın imtihan edildiği beyan edildikten
sonra onun: ‘Rabbim beni affet, bana hükümranlık ver. Kuşkusuz
sen çok lütfedicisin’ şeklinde duasına yer verilmekte, Süleyman’ın
emrine rüzgârın ve zincirlere vurulmuş cinlerin verildiği açıklanmak-
tadır. Enbiya 82’de ise rüzgârın, denize dalan ve daha başka işler
gören bazı şeytanların onun emrine verildiği zikredilmekte; Yine
Sebe 12-15’te ise kaleler, heykeller, havuzlar kadar büyük leğenler
ve kazanlar yapan cinlerin Hz. Süleyman’ın emrine verildiği vurgu­
lanmaktadır. Asıl sizin ilginizi şu çekebilir. Hz. Süleyman’ın ölümü­
ne hükmedildiğinde, bir ağaç kurdunun dayandığı değneği yemesi
sonrası Hz. Süleyman’ın yere düşmesiyle farkına vardıkları, dolayı­
sıyla gaybı bilmedikleri ifade edilmektedir. Nemi Suresindeki 15-44
ayetlerinde ise Süleyman’a üstün kılan bir ‘ilim’ verildiği, kuşların
dilinin öğretildiği; cinlerden, insanlardan ve hayvanlardan oluşan
orduların emrine verildiğinden bahsedilmektedir. Yani cinlerle açık
ilişki içindeydi.”

“Kur’an’da Hz. Süleyman’ın cinleri emrinde çalıştırması ve onlara


SULTAN TARLACI 9

hükmetmesi dışında insanların cinleri emir altına aldıklarına dair


bir başka örnek yoktur. Bu, cinlerle insanlar arasındaki m üspet iliş­
kiyi gösteren tek örnektir. Halbuki Kur’an-ı Kerim’de insan ve cin
şeytanlarının peygamberlere düşm an kılındığı, şeytanın Hz. Eyüp’ü
yorgunluğa ve azaba uğrattığı, Yusuf ile kardeşlerinin arasını boz­
duğu, Musa’yı Kıpti’yi öldürmeye sevk ettiği, önlerine fitne çıkardı­
ğı, peygamberlere bazı şeyleri unutturabileceği gibi ilişkiyi gösteren
birçok örnek bulunmaktadır. Cin suresinde sözü edilen hadisede ise
tek taraflı bir tem as söz konusudur. Cinler Hz. Peygamber’in gelip
Kur’an okuyuşunu dinlerlerken, Peygamberimiz’in bundan haberi
yoktu. Resulullah, onları görmemişti. Kur’an okurken, bir grubun
O’nu dinlediğini Allah sonradan Peygamberimiz’e bildirilir. Ama ri­
vayetlere bakarsanız, riva.”

Saltı, ilahiyatçının sözünü ağzında yarım bırakarak almıştı: “Hocam,


beyindeki uygun yerlere elektrik uyarımı verildiğinde insanlarda cin
varmış hissi oluşturulabiliyor. Konumuzla ilgili değil bence cin m ese­
lesi. Cinler, Hz. Süleyman’ın öldüğünü ve değneğine dayalı kaldığını
bilememişler. Doğrusu, bir ağaç kurdunun bir değneği yemesi ve
kırılması da ne kadar uzun sürer. Epey zam an haberleri olmamış
demek ki. Bu benim düşüncem e de uygun. Çantanın içindekileri
görme işine gelince, içindekilerin iki gözünüzün görüş alanının dı­
şında olduğunu, bu nedenle onu göremeyeceğinizi söylemeniz sizi
materyalistlerle bir tutar. Bir din adamı için fena bir şey. Sevgi, aşk,
saygı, korku, mutluluk gibi soyut kavramları bile görebilen sezgiler
gizlenmiş som ut eşyaları ve uzak mekânları neden göremesin?”

“Elimizdeki bilgi ve kayıtlara göre geleceği önceden ve tartışmasız


gören insanlar var. Her yerde. Her ülkede. Her dinden ve hatta
inancı olmayan ateistlerde. Tarihin bütün zam anlarında bunun kayıt
altına alınmış çok örnekleri var. Uyanıkken veya uykuda gelecekteki
olayları henüz olm adan bilebilenler var. Bu örnekler rastlantı, algıda
seçicilik, taraf tutm a, yanlış hatırlama gibi şeylerle açıklanamayacak
kadar kesin önceden bilmeler. Eğer bu ispat edilmiş gerçeği gayb

222)
197 GÜN » BÖLÜM 1

kapsamı içine alırsanız, o zam an gayb tanımını gözden geçirmeniz


gerekir. Kur’an değil de, Kur’an’dan çıkarsama yaptığınız gayb dedi­
ğiniz şey yanlış. Çünkü duyular dışı algı, önceden bilme, durugörü
ve uzaktan görmenin birçok bilimsel kanıtı var.”

“Yazılı kaynaklarda da birçok örnek var. Mesela, İnebahtı Deniz S a­


vaşı 7 Ekim 1571’de Korint Körfezinde Papalık, Venedik ve İspanyol
askerleri ile Türkler arasında olmuştu. Bu sırada Papa V. Pius Vati­
kan’da bir anda pencereye bakar ve camı açıp doğu yönüne, yani
Korint Körfezi yönüne bakar. Ardından da ‘İşleri bırakalım, Tanrı’ya
şükredelim. Hristiyan kuvvetleri Türklere karşı zafer kazandı.’ der.
Ancak aradan on üç gün geçer ve halen savaşın sonunu bildiren
bir haber Vatikan’a ulaşmaz. Kardinallerin Papa’ya karşı güvensiz­
liği tepe noktasına çıkar. Ertesi gün haberciler yoğun fırtınadan geç
geldiklerini, neredeyse yirmi üç bin Türk’ün yok edildiğini, 139 ge­
minin yakıldığını ve sonunda savaşı kazandıklarını söylerler. Papa
V. Pius bu kehanetini söylerken yanında birçok kardinal vardı ve bu
olay kayıt altına alınmıştı.”

İlahiyatçı: “Bu anlattığınız bana bir rivayeti hatırlattı. Neredeyse ay­


nısı. Sâriye bin Zeynem, Hz. Ömer’in halifeliği sırasında İran tarafına
sefere çıkan İslam ordusunun komutanı idi. Hz. Ömer bir cuma günü
minberde hutbe verirken, bir ara hutbesini keserek iki veya üç defa
‘Ya Sâriye el-Cebel’ diye bağırdı. Camidekiler, bir anda söylendiler.
Daha sonra Abdurrahman bin Avf ona giderek ‘İnsanlar seni tenkit
ediyorlar. Sen hutbe arasında anlamadığımız bir şey bağırdın. Bunun
anlamı nedir?’ diye sordu. Hz. Ömer: ‘A llah’a yemin ederim ki o sı­
rada ben kendimde değildim. Bir an Sâriye’nin ordusunu bir dağın
yanında savaşırken gördüm. Onları, önlerinden ve arkalarından düş­
man kuşatmıştı. Ben de elimde olmayarak ‘Ya Sâriye el-Cebel’ diye
bağırdım; onlar sırtlarını dağa verip savaşsınlar.’ Bir süre sonra Sâri­
ye’nin habercisi geldi, şöyle diyordu: ‘Biz tam mağlup olmak üzerey­
dik. O sırada ‘Ya Sâriye el-Cebel’ diye bir nida işittik. Bunun üzerine
arkamızı dağa verdik ve Allah düşmanlarımızı mağlup etti’ dedi.”

230
SULTAN TARLACI

İlahiyatçı birkaç sayfayı çevirerek: “Elbette Hristiyanlık aziz öyküle­


rinde ve bizim Anadolu ermiş geleneğimizde birçok benzer öyküler
vardır. Yalnız İslam’dan önce de vardı Doktor Bey.

Arapların arasında pek çok kâhin, falcı, müneccim vardı. Bunlar,


birçok şeyi bildiğini iddia ederlerdi. Yalnız anlaşılması güç bir dil
kullanırlardı. Çünkü mecazlı konuşm a bir değil birden fazla ya da
hem en her olaya uyar. Bu da onların işini kolaylaştırır. Hatta çok
meşhur biri vardı.”

“Meşhur ve aslında o sakat bir adam dı.” dedi Saltı. “Biliyorum


kimden bahsedeceğini. Devamlı sırt üstü yatardı. Sanki hiç kemi­
ği yoktu. Kemikleri olan, üstelik iri kemikleri olan güçlü muhafızlar,
eski, yırtık, kaba am a küçük ve tozlanmış, cansız bir bez parçası gibi
evinden alıp ikiye üçe katlayarak götürdüler onu Kral Kisra’nın sara­
yına. Kisra, bu garip görünüşlü, çenesi alnına, alnı karnına değecek
şekilde ucubeyi andıran yaşlı kâhine baktı. Kâhin, konuşacak halde
değildi. Yaşlılığına ve sakatlığına son zam anlarda yakalandığı has­
talık da eklenmiş onu iyiden iyiye halsiz bırakmıştı. Gaipten verdiği
doğru haberlerle şöhreti yayılmış, bu bir top et, belki yine de bir
şeyler söyler umuduyla, Kisra soru sorar gibi şöyle dedi: ‘İstihbaratın
binlerce yıldır yanan ateşi söndü.’

Kâhin, kemiksiz Satih, bu sözü duyana kadar ölü gibi yatarken, bir­
den titredi, heyecanlandı, bir yaprak gibi kıpırdanır gibi olmuştu.
Boğuk sesle; ‘Gökyüzünün burçları Kisra’nın burçlarını salladığı za­
man, maşrıktan mağribe hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.’ Vücu­
dunda hareket eden tek organı, dili şöyle devam etti: ‘Artık Şam
da Şam değildir Satih için.’ Kisra bu sözlerden hoşlanmamıştı. Yaşlı
kâhin kemiksiz Satih konuşmasına devam etti: ‘Bana ilhamı veren
mutlak Hâkim, böyle istedi. Gönderdiği peygamberlerle nebilik ipi­
nin iki ucunu düğüm ledi.’ Dili, siyah suratında pespem be, kuyu gibi
derin ağzında tek tük kalmış dişleri arasında, ıslak ve yapışık bir kır­
baç gibi bir dam ağına bir dudağına vurarak şakırdıyordu. Kisra, kâ­
107 G ü n ’ b ö l ü m ı

hinin ne görüntüsüne ne söylediklerine taham m ül edecek haldeydi.


Kemiksiz Satih devam etti: ‘Sasanilerden, ne kadar burç yıkıldıysa
o kadar hüküm dar gelecek ve hüküm yerini bulacaktır.’ Bu, Kâhin
Satih’ın son ve en önemli kehanetiydi. Sanki bunu haber vermek
için yaşamıştı. Kemiksiz bedeni şimdi görünüşte değil gerçekten can­
sızdı. Onu yine bir bez parçası gibi bohça yapıp götürdüler.”

Federico, Dr. Saltı’nın anlattıklarını pem be bir domuz gibi dinliyor­


du. Nasıl da koltuğuna rahatça yerleşmiş, sanki beni öldüren o de­
ğilmiş gibi umursamaz, serin, soğukkanlı sohbet edebiliyordu.

İlahiyatçı gülümsedi. “Bu konuda çok şey biliyorsunuz doktor. İki


cihan serveri Peygamber Efendimiz’in doğuşunu müjdeleyen keha­
netlerden biridir o. Satih da iyi bir kâhindi. Doğru. Haklısınız.”

Derince içini çekti. “Lâkin işte bu kehanetlerin hepsi Hz. Muham-


med’e peygamberlik gelene kadardı. Sonrasında ise,” gözlüklerin,
takıyordu: “Bakın, Cin suresinde ne diyor” dedi. “Doğrusu biz göğü
yokladık; onu sert bekçiler ve kayan ateşlerle doldurulmuş bulduk.
Doğrusu biz, göğün dinleyebileceğimiz bir yerinde otururduk ama
şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini gözleyen bir ateş buluyor.”

Gözlüğünü yeniden çıkarıp Saltı’ya baktı. “Bu ayet,” dedi “Hz.


Muhammed’e peygamberliğin gelişinden sonra cinlerin gökyüzün­
de oturup geleceğe dair haberler alamayacağını söylüyor. Aynı za­
manda İbrahim suresi 22, Hicr 42, Nahl 99, İsra 65’te de Allah izin
vermedikçe cinlerin insanları kontrol altına alamayacağı açık açık
vahiye bildirilmiştir. Rab’lerine tevekkül eden kişilere etki edemezler.
Aynen şöyle der ‘leyse leke aleyhim sultanun’ yani ‘senin kullarım
üzerinde etki edecek gücün yoktur’ m anasında.”

Saltı: “Çok güzel. Cinlerin işi olamayacağını söylüyor işte. Ben de


zaten geleceği görmenin cin işi değil, insanın beyin işi olduğunu söy­
lemeye çalışıyorum. Daha da ayrıntılı olarak kafataslarımız içindeki
beyin işi olduğunu söylüyorum. Demek geleceği önceden bilmek
Kur1an ile ters düşmüyor. Bizim geleneksel inançlarımızda da yer

232
SULTAN TARLACI 9

tutar biliyorsunuz hissi kable’l-vuku, önsezi, sezgi, içe doğm a gibi


isimler de verilir. Bunlar sizin derin inançlarınızla çatışabilir. Ama
bir inancın reddinin veya kabulünün kesin olarak ispatlanamadığı
durumlarda, her iki inançta, az çok eşit derecede mantıklı ya da
mantıksız olmak zorundadır.”

Federico araya girdi: “Geçen gün bir kitapta denk gelmiştim. G ü­


nümüz İstanbul’una gönderm e yaptığından çok dikkatimi çekmişti.
Hatta şurada olacaktı bakın.” Laptopunu açmış kalın omuzlarının
arasına domuz başını sıkıştırıp kısılmıştı. “Altını da çizmişim, ilginç
bir hikâyede de şu anlatılır. Fatih İstanbul’u alıp Ayasofya önüne
geldiği zaman bir inilti işitti. Sesin geldiği tarafa bir adam gönderdi.
Sakalları uzamış, hali perişan bir keşiş bulup getirdiler. Niçin hap­
sedildin diye sordular? Keşiş fala baktığını ve kuşatm a hazırlıkları
sırasında Konstantin’in kendisini çağırıp İstanbul’u Türklerin alıp al­
mayacağını bildirmek için remil atmasını söylediğini, remilde İstan­
bul’un Türklerin eline geçeceğini söylemesi üzerine de Konstantin’in
kızarak onu zindana attırdığını hikâye etti. Devamla ‘Ve şimdi karşı­
nızda bulunuyorum, dem ek ki kehanetim doğru imiş.’ dedi. Bunun
üzerine Fatih de İstanbul’un kendi elinden çıkıp çıkamayacağına
dair remil atmasını istedi. Keşiş remil attı ve şöyle dedi: ‘İstanbul
Türklerin elinden ne harp ve ne de darp ile çıkmayacak, lâkin öyle
bir zaman gelecek ki arazileriniz satılacak, bu suretle İstanbul sizin
malınız olmaktan çıkacak.’ Bundan büyük üzüntü duyan Fatih el­
lerini kaldırarak ‘İstanbul’da edindiğim yerleri ecnebilere satanlar,
Allah’ın gazabına uğrasınlar!’ diye beddua etti. Bu kitabın yeni ya­
zıldığını sanmayın, epey eski bir kitap. Hakikaten çok iyi kâhinmiş.”

İlahiyatçı: “Eh bu da bir örnek am a güvenilir değil bence.” Dr. Sal-


lı’ya döndü. “Ben beyin kısmını bilmem elbette. Ben teolojik yön­
den bildiklerimi anlatıyorum. Yoksa Kur’an’dan konuşacağım yine,
'İnsanların içyüzünü kavrayamadıkları şeyi inkâr etmelerini’ ayıplar.
Yunus 35, Taha 110 ve Nemi 84’te açık açık bunu söyler. Kur’an’ın
ı»mri ile de her türlü ikna edici bilgiye açığım. ”

233
197 G Ü N • BÖLÜM 1

Federico: “O ayetlerin birinde gökyüzüne oturm aktan bahsediyor.”

İlahiyatçı: “Evet, evet.”

Saltı, Federico’ya baktı: “Ne geçiyor aklından?”

“Einstein.” dedi Federico. “Einstein ve ikizleri.” Koltuğuna iyice yer­


leşti. “İkiz kardeşlerden biri D ünya’d a kalır, diğeri ışık hızına yakın
uzay yolculuğuna çıkarsa, yolculuk eden kardeş, döndüğü zaman
Dünyadaki ikiz kardeşini kendinden çok daha yaşlı bulacaktır. Seya­
hat eden kardeş, ışık hızının yüzde yetmiş beşi hızında seyahat edip
otuz yedinci yaş gününde Dünyaya döndüğünde, Dünyadaki kar­
deşi elli yedi yaşında olur. Çünkü ışık hızında seyahatle zam an daha
yavaş akar ve saatin tık takları arası uzar. Yüksek hızlarda giderken
sadece saatler yavaşlamaz, aynı zam anda canlı ya d a cansız tüm
süreçler ışık hızına yaklaşıldığında yavaşlar. Tüm saatler ve süreçler
yavaşlar mesela kalp atımları, kan dolaşımı, beyin dalgaları, soluk
sayısı dünyadaki gözlemci kardeşine göre seyahat edende yavaş­
lamış gözükecek fakat geziye çıkan kişi hiçbir olağan üstü durum
hissetmeyecektir. Ancak, dünyaya döndüğünde ikizinin kendinden
d aha fazla yaşlandığını hatta dede olduğunu görecektir. Okuduğu
nuz ayetin, fal bakmak, yıldızların yeri ve cinlerden öte daha derin
bir anlamı var.” dedi.

Saltı: “Demek ikizlerden birini ışık hızına yakın -ki ışık hızında seya
hat kütle sonsuza ulaşacağından m ümkün değil- uzay yolculuğuna
çıkarsak ve oradan Dünyayı seyretmesini sağlayabilsek, ikiz karde
şinin hızlı yaşlanmasıyla birlikte yaşadığı olayları da bize söyleyebi
lecek” güldü. “Bu ikizlerle ilgili Q ueen müzik grubunun ’39 Şarkısı'
var. Şarkıda başka evrenler bulmak için ışık hızına yakın hızda uzay
yolculuğu anlatılır, çok hoştur.”

Federico Saltı’ya gülümseyerek ve elleriyle ritm tutarak şarkıyı mırıl


danm aya başlamıştı.

234
SULTAN TARLAC1 9

‘3 9 y ılın d a m a v ilik te n b ir g e m i g e ld i
D ö n d ü le r o g ü n g ö n ü llü le r e v e
D a h a y e n i d o ğ m u ş b ir d ü n y a n ın g ü z e l h a b e rle rin i g e tird ile r

K a lp leri ö y le sık ın tıy la d o lsa d a

Yaşlı v e s ö n ü k y e r y ü z ü n ü g ö rd ü k le rin d e
B irç o k y ıl g e ç s e d e a ra d a n , sa d e c e b ir y ıl y a ş la n d ım ’

Saltı şarkıyı mırıldanan dom uza baktı. Güldü: “Bu zam an genişle­
mesinin yanında Federico siz daha iyi bilirsiniz, sekiz boyutlu Min­
kowski uzay-zamanı d a geleceği önceden bilme ve geçmişin bilgisine
ulaşm aya imkân verebilir. Gerçi saf geometrik bir uzay-zaman olsa
da üç uzay bir zam an boyunu içerir. Gerçek ve sanal kısmı olduğun­
dan sekiz boyuta ulaşır ve geçmiş-şimdi-geleceği kapsar. Bu uzayı
anlam ak ve anlatabilmek ikili mantıktan yani yok- var, evet-hayır,
sıfır-bir gibi mantıktan daha fazlasını gerektirir. Özellikle bu uzay­
da yer alan nedensellik durumları için bu geçerlidir. Mesela birinin
geleceği ne belirlenmiştir ne de belirlenmemiştir gibi. Bu uzay aynı
şekilde geleceğin ve geçmişin çoklu olasılıklarına imkân verir. Sekiz
boyutlu Minkowski uzayında birinin geleceğine mesaj gönderm ek
mümkündür. Aynı uzayda gelecekteki kişinin bir arkadaşı daha aya­
ğını kırmadan, geçmişe ‘ayağını kırdın’ mesajı gönderebilir. Daha
da basitini söyleyeyim, radyo-TV yayınlarında, hatta telefonla ko­
nuşurken aslında geleceğe bir sinyal göndeririz. Telefon konuşmanız
şimdiki zaman içinde olmaz. Arkadaşınızı telefonla aradığınızda şim­
diki zam anda uzaya yayılan bir sinyal göndeririz. D aha sonra sinyal
arkadaşınızın telefonuna ulaşır ve sinyal gecikmiş çözülme ile gele­
cekte dinlenir. Fizik bilimi yani uzay-zaman paradoksları açısından
açıklaması bir yana ben sinir bilimi ile ilgilenen kişi olarak beyinde
yapılan önsezi ve önceden hissetme deneylerini yakından takip edi­
yorum. Dindarlar Tanrıya ne kadar inanıyor ise ben de duyular dışı
algıya o kadar inanıyorum. Tıpkı yer çekimine inandığım gibi.”
Umursamaz ve boş bir tavırla “Dünya için ne değişecek?” dedi acil
ıervis doktoru.

235
197 G Ü N ’ B Ö L Ü M İ

Saltı: “Ne mi değişecek? Bana göre insanoğlunun önündeki en


önemli bilimsel keşif olacaktır. Sıradan birisi gelecekte olabilecek
olumsuz şeyleri önceden tüm bedeni ile hissediyor ise bu önsezilerin
başka boyutları da olabilir. Sosyal ve toplumsal boyutları olabilir.
Toplumsal bir önsezi olabilir mi diye de araştırmalar var. Bunun için
dünyanın değişik yerlerine, dış parazitlerden etkilenmeyen alıcılar
yerleştirildi. Bu alıcılar Prenses Diana ölmeden, Japonya depremin­
den ve 11 Eylül ikiz kulelere uçak çarpm asından üç dört saat önce
ciddi bir sapm a gösterdiği tespit edilmiş. U nutm adan söyleyeyim,
algılayıcılardaki benzer sapm a 17 Ağustos 1999’daki Gölcük depre­
m inden üç-dört saat önce de olmuştu. Hatırlarsanız sabah 03.02’de
deprem olmuştu am a gezegendeki sezgileri üç saat önce oluşmaya
başlamıştı. Yani, olay olm adan çok önce insanlar arası minik bir et­
kileşimle bu algılayıcı cihazlarda sapm alar oluşmuştu. Bu sanki dün­
yasal ve bütüncül bir bilinci ima ediyor. Buna artık ne dersen; gaia,
neosfer, morfik alanlar, arşetipler, toplumsal bilinçaltı, bilincin birliği,
beyin ağları. Fark etmez adının ne olduğu. Aynı zam anda bireysel
önsezilerden oluşan toplumsal önseziler politik tercihlerimizi bile et­
kiliyor olabilir.”

Acil servis doktoru tekrar söze girdi. “Olan olmuş olacak. Ayrıca işi
politik tercihlere kadar uzatmak çok abartı değil mi? Yani oy verir­
ken gelecekte politik tercihimle olabilecek kötü şeylerden önsezi ya
da öngörü ile haberim oluyor ve kaçınmak için diğer partiye mi oy
veriyorum? Bunu anladım. Doğru m u?”

Saltı: “Evet, aynı şey gibi. İnsanlarda ve tüm memelilerin beynin


de amigdala diye adlandırılan sinir hücrelerinin bir araya toplandığı
bölge var. Yılanlardan kedilere, kedilerden insanlara her canlıda var.
Hem de iki tane. Sağ ve sol beyin derinliklerinde. Bu her canlıda aynı
işi görür. İnsanda cevizden biraz küçüktürler. Korku, stres ve tehlike
ile uyarılır. Bu kısım canlının yaşamını tehlikelerden korur. Yakın za
m anda okuduğum bir araştırm ada muhafazakâr olduğunu belirteni
siyası görüşteki kişilerde, liberal olduklarını söyleyenlere göre beyin
SULTAN TARLACI 9

deki sağ amígdala bölgesi daha büyük ölçülmüş. Muhafazakâr ol­


duklarından gelecek kaygısından daha çok endişelenmekteler ya da
tersi kaygıları fazla olduğundan m uhafazakâr olmaktalar. Amígdala
yaşamı korum aya odaklı olduğundan hem bireysel hem de sosyal
politik tepkileri oluşturur. Sadece bu değil, muhafazakârlara negatif
duygusal resimler gösterildiğinde daha yüksek heyecansal bedensel
yanıtlar oluştururlar. Liberallerle karşılaştırıldığında, muhafazakârlar
daha hızlı tehlike gösteren ve olumsuz görüntülere bakarlar. S ade­
ce bu değil tabii. Muhafazakârlık, sadece savunmacı bir ideolojidir.
Bu nedenle m uhafazakâr m edya daha çok olumsuz ve kötü şeyleri
haber yapar. Bu şekilde kendi takipçilerini beslerler. Tabii m uhafa­
zakârlık derken, sadece sağ ideoloji değil, hem sağ hem de solun
direnen ulusalcı denen tutuculuğu şeklinde olabilir. Yani düşünce
yapımız ve politik eğilimlerimiz bizim beynimize kodlanmıştır.”

Federico: “İlginç bir ilişki. Sağ beyindeki amígdala bölgesi önsezileri


sağlıyor ise politik tercihlere de toplumsal önsezinin etkisi olabilir
diyorsunuz. Bir de fizikçi olarak m erak ettim. Önsezi ile öngörü farklı
şeyler mi?”

Saltı: “Aslında aralarında çok ince ayrım var. Önsezide bir şeylerin
olacağını veya başınıza geleceğini hissedersiniz, huzursuz olursunuz,
nncak buna açık anlam veremezsiniz. Bir şey olacak am a ne? Böyle
bir önsezi sadece beyindeki amigdalayı uyarır am a oradan sağ beyin
kabuğuna ulaşamaz. Uyaran zayıf veya karmaşıktır. Zaten, am ígda­
la korkuyu bilir am a nedeni ile ilgilenmez. Öngörüde ise olacak ne
İse anlamı ile bilinir. Şu olacak veya bu olacak. Bu durum da önsezi
bilgisi sağ beyin kabuğuna ulaşmış demektir. Yani algılanan gelecek­
le olacak olayın ne olduğunu beyin çözümler. Tabii işin bir de son
ndımı vardır. Beyindeki konuşm a merkezlerimiz toplum un yüzde
doksan beşinde soldadır. Dile dökmek ve olacak olayı anlatm ak için
<nğ beyin yarı küresinden sol beyine bu algının geçmesi ve oradan
ıln kelimelere çevrilip ses olarak konuşulması gerekir. Bu sezgisel sağ
beyinden dilsel sol beyine geçiş algının zayıflamasına neden olabilir.

237
9 197 G Ü N • B Ö L Ü M İ

Solakların bir kısmı şanslıdır çünkü onlarda konuşm a merkezi de sağ


sezgisel beyindedir. Tabii herkesin kelime haznesi farklı, dil becerisi
farklı. O nedenle gizli servislerce algıyı dile dökm eden bilinçaltı ile
çizim çalışmaları yapılmıştır. Neyse çok uzattım galiba.”

Acil servis doktoru ilahiyatçıya dönerek: “Birde çok konuşulan cin


çarpması ve musallat olması var. Hazır sizin gibi bir ilahiyatçı bul­
muşken sorayım.”

“Kur’an-ı Kerim’de konuyla ilgili olarak bir yerde ‘şeytan çarpm a­


sı’, on bir yerde cinlere uğram ak yani m ecnun, birçok yerde kalbe
vesvese, ilham ve telkinde bulunm ak suretiyle insanı etkilemek şek­
linde ifadeler geçmektedir.” dedi İlahiyatçı. “Bu ifadeler daha çok
teşbih anlamındadır. Faiz yiyen şeytan çarpmış gibi olur denilirken,
Araplarda sara hastaları içinde ‘içine cin girmiş’ ifadesi kullanıyor­
lardı. Birçok rivayet var ise de hem senet hem de metin açısından
güvenilirlikleri problemlidir. Halk arasındaki yaygın telakkilerin de
aslı yoktur. Mesela cinlerin evlenerek çoğaldıkları ya da insanlar­
la evlendiklerinin Kur’an’ı bir desteği yoktur. Rahm an 56 ve 74’te
cennetteki hurilerden bahsederken, ‘Onlara daha önce ne bir insan
ne bir cin dokunmamıştır’ der. Buradan çıkarımlarla cinsel ilişki ile
çoğaldıkları ve insanlarla evlenebilecekleri sonucunu çıkarır bazı yo­
rumcular. Kur’an’ın geneline bakıldığında bu çıkarım belden aşağı
ve erkeksidir. Tefsir yazanların çoğu daha doğrusu hepsi erkektir.
Erkekler değerlendirdiklerini insan doğasının karşısında standart
olarak erkekliği alırlar. Erkekler kadınları bu standarttan nasıl ay­
rıldıklarına göre tanımlarlar. Sonuçta erkek insan olarak düşünülür,
kadınsa sadece dişi. Zihniyetin cinsiyeti hep olmuştur am a zihnin
cinsiyeti olamaz. Vahiy döneminde Peygamberimiz’e de cin çarp­
mış m anasında ‘Mecnun’ demişlerdi. Kur’an bunu reddeder ve ‘0
ne kâhindir ne şair ne de m ecnundur’ diyerek cinlerden ilham ile
değil, Allah’tan vahiy ile inmiş olduğunu Yasin 69’da ve diğer dört
yerde vurgular. M uhatap kitle yani Cahiliye toplumu, vahiy adıyla
bir iletişim vasıtasını düşünemiyor ve kabul edemiyordu. Ümmi bir

238
SULTAN TARLACI 9

kişi olan Hz. Peygamber’in, Kur’an gibi bir kelam abidesini kendi
kendine söyleyemeyeceğinden hareketle, eskiden beri bildikleri cin­
lerin haber sızdırmaları inançlarına yönelmiş ve Peygamber’i şair,
mecnun ve kâhin olarak isimlendirme yolunu tercih etmişlerdir. İşte
cin suresi vahiy karşıtı güçlerin bu inançlarını kendine has bir üs­
lupla, var oluşlarıyla ilgili m uhatap kitlenin hiçbir şüphe duymadığı
cinlerin ağzıyla gideriyor. Peygamber’in, Cin Suresi’nin ilk ayetinde
4de ki b ana vahyolundu ki’ şeklinde bir ifadeyle, herhangi bir söz d a ­
laşına m eydan verm eden algı sorununu aştığını görüyoruz. Kur’an,
konu itibariyle bununla da yetinmeyerek, doğrudan cinlerin ağzın­
dan Kur’an’ın kaynağının kendileri olmadığını, tam tersi, bu kelamın
onları da çok aşan ve şaşkına çeviren bir niteliğe sahip olduğunu
aynı ayette ‘aceben’ kelimesiyle ifade ettirmiştir.”

Acil servis doktoru: “Konu çok farklı yerlere gitti.” dedi. “Cinler, p e­
riler, huriler, siyaset, politika filan. Cum a hutbesi gibi oldu. Buradan
ideolojilere kadar uzanır bu sözler. İdea’lar içinde kalalım yine de.
Ayrıca az önce söylediğiniz, kâhinlerin süslü dil kullanmaları hakkın­
da, aklımdayken söyleyeyim.” dedi. “Belki de mecazlı konuşarak
daha etkileyici ve gizemli olmak istiyorlardı.”

İlahiyatçı: “Kur’an-ı Kerim’in bilhassa cin meselesini konu edinmesi,


ilk m uhatap Arapların hem zihin dünyasında hem de buna paralel
geleneksel hayatlarında derin etkileri bulunması nedeniyledir. Yoksa
t in konusu m ünhasıran Kur’an’ın oluşturmak istediği dünya görüşü­
nün bir parçası değildir. Cin konusunun geçtiği surelerin bütününün
Mekki olduğu dikkati çekmektedir. Çünkü buna dair düşüncelerin
harmanlandığı ve etkisini derinden sürdürdüğü dönem , sürecin
İlk aşamalarını oluşturan Mekke dönemidir. Medine dönem inde
Kur’an, artık cinlerden pek fazla bahsetmemiştir.”

Saltı: “İslamiyet öncesi cahiliye Araplarında şiir, şiir dili ve süslü ko­
nuşma geleneksel olarak yaygındı. Siz de biliyorsunuz.”

İlahiyatçı: “Evet haklısınız. Oldukça yaygındı. İslam öncesi Arap top­

239
? 197 G Ü N ’ B Ö L Ü M İ

lulukları arasında da yazı yaygın olarak kullanılmamaktaydı ve onun


yerine sözlü kültür hâkimdi. Şairin ve sanatının, Arap toplum tari­
hinde cahiliye dönemindeki kadar saygınlık gördüğü ve etkili oldu­
ğu bir başka dönem e çok az rastlanır. Şaire, onun ilham kaynağına
ve onun sanatına ilişkin eski anlayışlar, şiir ve şair kelimelerinin sez­
mek ve sezişle bilmek anlamı taşıyan “şi’r” kökünden iştikak ettiğini
kabul eden yaygın kanaati destekler mahiyettedir. Nitekim ‘seziş ve
sezişle bilmek’ anlamındaki şa’ara fiilinden türeyen şair kelimesine
‘tabiatüstü sihrî bir bilgiye sahip olan ve sezişle bilen’ anlamı veril­
mektedir. Cahiliye Arapları, şiir ve kehaneti, görünen m addi âlemin
ötesindeki başka âleme ait asıllara sahip iki olay olarak algılamak­
taydı. Söz konusu diğer âlem ‘cinler âlemi’ idi. Cinlerle irtibat halin­
deki kişiler sadece kâhinlerle sınırlı değildi. Bu bağlantıyı şairlerin de
kurduklarına inanılmaktaydı. Her cinin seçtiği bir şairi vardı. Seçilen
şair onun görünen dünyadaki sözcüsü olurdu. Şair ilham kaynağını,
irtibat halinde bulunduğu bir cine ve bu dünyanın ötesinde sihirli
bir âleme bağlayarak kendisinin de tabiatüstü bir kuvvetle ilişkide
bulunduğu izlenimi vermektedir. Böyle bir yaklaşım tesirini artırı­
yordu. Arapların sahip oldukları bu kültürel yapı, bir yandan vahyi
anlamalarını kolaylaştırırken öte yandan da Kur’an’ı, şiir olsun, ke­
hanet olsun o günün kültüründeki bilinen metinler seviyesine in
dirgeme gayretlerini doğurmuştu. Bu nedenledir ki Hz. Peygamber,
müşriklerin ‘mecnun, şair, kâhin, büyücü’ suçlamalarına maruz kal­
mıştı. Kur’an, kendisinin şiir, peygamberin de şair olduğu şeklindeki
nitelendirmeyi reddederken, şiiri salt şiir olduğu için reddetmemiş,
şiiri iyi ve kötü olarak ayırarak iyi şiiri desteklemiştir. Bunun en iyi
göstergesi, cinler ve şairler hakkında Şuara Suresi 224-227 ayetle
rindeki vurgudur.”

Acil servis doktoru: “Mecazlı konuşm a ve süslü bir dil kullanan


da kişinin dil maharetini gösterir, itibarını artırırdı. Yalnız kâhinle
rin bu tercihi sadece İslamiyet’te değil başka dinden olan kişilerde
de görülüyor. Nostradam us Müslüman değildi am a yine karışık ve

240
SULTAN TARLACI 9

sembolik bir dil kullanırdı. Sözcükleri ters çevirme, semboller, mito­


lojik gönderm eler yapm a, Latince ve İbranice sözcükler kullanma,
sözcüğün yalnızca bir harfini değiştirme gibi yöntemler kullandığı
söylenir. Yazdıklarının çoğu sonradan bazı olaylara ‘benzetilmiştir’
başkalarınca. H atta İbn-i Arabi’den yüzlüklerini arakladığı konusun­
da da bazı analizler var. Yalnız b an a sorsanız geleceği görmüyordu.
Zorlama bir yorumla ‘gelecekteki şu olayı haber vermiştir’ demek
saçmalık. Gerçekten görse açık açık yazardı.”

Federico: “Nostradam us yaşadığı dönem de gelecekte olacak olay­


ları haber verdiği bilgileri açık açık söylese başına pek çok korkunç
şey gelebilirdi. Kazığa oturtulup yakılabilirdi de. Korkudan açıkça
yazamamıştır. Zamanın ruhuna uygun değildi. Bir ara yakından il­
gilenmiştim. N ostradam us’un deşifre edilememiş sözcüklerden biri
de, anlamsız bir sözcük olan ‘chyren’ sözcüğüdür. Yüzlüklerde sık
sık sözü edilen ‘G rand Chyren’ ifadesinde bir harf oyunu olduğunu
varsayanlara göre, Nostradam us’un kimi zam an ‘en yüce hükmedi-
d, âlemin hüküm darı’ niteliklerini verdiği, ne olduğu anlaşılamamış
hu ad, sıradan bir kralı değil, Fransızcada ‘Büyük Köpek’ anlamına
gelen ‘Grand Chien’i, Büyük Köpek Takımyıldızı’nı ve bu takımyıl­
dızdaki ‘Yüce Köpek’ lakaplı Sirius’u ifade etmekteymiş.”

Acil servis doktoru: “İnanın şu an bir falcıya bile gitseniz size her­
hangi bir olaydan bahsedecek ‘üç vakte kadar’ şeylerden haber ve­
recektir. O üç vakit nedir? Bunun içine üç dakika, üç saat, üç gün,
Uç ay, üç yıl girer. Bunca seçenek içinde de m uhakkak birine denk
gelen önemli bir olay olur insan hayatında.”

Saltı: “İslamiyet öncesi kâhinleri, N ostradam us’u veya falcıları bı­


rakın. Belki onlar yalancıydı, sahtekârdı, şarlatandı. Oysa kendini
kâhinden, m edyum dan, falcıdan saym ayan pek çok insan hisleri­
ne göre hareket etmektedir. Meşhur Titanic yolcu gemisi batmadan
once bir grup yolcu, sanırım 19 kişi bilet aldıkları halde son anda ge­
miye binmekten vazgeçmişlerdir. Gemi battıktan sonra bir psikolog

241
9 197 GÜN ■ BÖLÜMİ

gemiye binmeyen bu yolcuları araştırmış ve hepsiyle tek tek görüşüp


neden binmediklerini sormuştur. Onların hepsi de içlerinde ‘batmaz
denilen’ geminin batacağına dair bir his olduğunu, yolculuk başla­
m adan haftalar önce geminin soğuk sularda batacağına dair kötü
rüyalar gördüğünü söylemişlerdir.”

“Rüyalar konusu ayrı.” dedi ilahiyatçı. “Hatta rüyalar konusunda


Peygamber Efendimiz demiştir ki: ‘Ben öldükten sonra yerime mü-
beşşirat kalacak.’ Mübeşşirat nedir diye sormuştur yanındakiler. Mü-
beşşirat, ‘mümin kişinin sahih rüyasıdır’ demiştir Peygamberimiz.”
Gülümsedi. “Hatta benim de rüyalarımda önceden görme ve bilme
örnekleri var. Olmuştur birkaç kez.” dedi.

“İlahiyat fakültesini bırak, kafede fal işine başla daha çok kazanırsın
en azından. Toplumsal saygınlığın da artar.” dedi Acil servis uzma­
nı gülümseyerek. “Duyan olmasın, ‘ilahiyatçı olarak girdiği evden
medyum çıktı’ dedirteceksin.”

İlahiyatçı: “Cevabı ben değil Kur’an Hacc 4 6 ’da sana şöyle der: ‘Fa
k a t h a k ik a t şu d u r k i y a ln ız m a d d i g ö zle r k ö r o lm a z , a sıl sinelerin
iç in d e k a lp le r k ö r o lu r ' Pekâlâ, kalp gözüm açık olabilir. Hiç Kur’an
okumadığından, bunu anlam azsan şöyle anlatırım. Basar, maddeyi
görmeyi sağlayan göz için söylenir. Basiret ise görünenlerin iç yü
züne nüfuzu sağlayan kalp gözüdür. Belki de Saltı’nın savunduğu
duyular dışı algı da olabilir. Basiret körlüğü Allah vermesin kimseye,
Maddi göz körlüğünden çok daha büyük felakettir. İnançlarımızı dn
yatmıyoruz doktor, paylaşıyoruz.”

Nilgün Hanım koltuğa sızmış, ağzının suyu koltuğa akmaktaydı.

242
II. BÖLÜM
“İnsanlar sayılar gibidir, o insanın değeri ise o sayının
içinde bulunduğu sayı ile ölçülür.”
Plato
“Işık ya p m a n ın iki yo lu vardır: y a ka n d il olm ak ya da yansıtan
ayna."
Edith Warton

Dr. Saltı Paylaştı 113 gün önce

53. G ün

Dr. Saltı Bey,

Bu maili size değerli vaktinizi aldığım için özür dileyerek yazıyorum.


Ne var ki uzun zam andır kendi içimde yaşadığım gelgitlerden galip
çıkan düşüncelerim sizinle konuşm am gerektiği yönünde oldu.

Konuyu sormayın, yazarak anlatam am . Çünkü birkaç defa denedim


ve yazdıklarımı sildim.

Sizden yeniden özür dileyerek, önümüzdeki günlerden birinde, bir


yarım saatinizi bana ayırıp aylam ayacağınızı soruyorum. İstediğiniz
bir yere ben gelirim. Şimdiden çok teşekkürler.

Füsun

İyi günler Füsun Hanım,

Bu hafta oldukça yoğunum. Önümüzdeki hafta, uygun bir zamanda


görüşmek için size mail atarım.

Dr. Sallı
"Bilen için bir Kelebek , T a n rın ın m e ta m o rfo za dair
zarafet dolu şiiridir ...”

Dr. Saltı Paylaştı 109 gün önce

59. G ün

Yetişkin bir insan boydan boya gezmeye kalksa sadece üç adım


atabileceği en geniş odasının sıvası yer yer dökülmüş duvarların­
dan sadece birinde olan küçük pencerenin yukardan iki yerden iple
tutturulmuş perde görevini üstlenen emektar bez parçasının hem en
yanı başında, m uhtarın düğün hediyesi ettiği eski kırık kanepenin
oturmaktan incelmiş örtüsü üzerinde bir tepsi gibi kocam an şapkası;
yakasında kabarık gipür dantelli bluzu, ince beline oturm uş parlak
siyah cepkeni, siyah eldivenleri, eldiveninin üzerine taktığı bakm a­
ya doyamadığım güzel, parlak ve büyük yüzükleri ve eve girerken
çıkarmadığı ince uzun topuklu ayakkabılarıyla o fakir odanın içinde
öyle bir eğreti otururdu ki karşıdan baksanız, Fransız m oda dergile­
rinden fırlamış gibi duran bu kadının odaya fotoşopla eklendiğini
düşünürdünüz.

Ben de tam karşısında ve eski püskü elbiselerimle fakir odaya tam


da yakışarak, eski gömlek parçalarından diktiğim yer minderlerin­
den birinin üzerinde oturuyor olurdum. Kısa bir hoş geldin - hoş
bulduk faslından sonra mutfağa gider, ne ikram edeceğimi bilemez,
sonunda zaten evde olan tek şeyi, çayı, ikram ederdim. Verdiğim
197 GÜN ■ BÖLÜM2

çayı alırdı, geri çevirmezdi am a hiç içmezdi de. Eline alır, yavaş ya­
vaş şekerini karıştırır, karıştırır, karıştırırdı. O esnada hal hatır sor­
malar, öğüt vermelere dönerdi işte. Bu öğüt, karı koca arasındaki
sevgi ve saygıdan çocuk yetiştirmeye, parayı idare etm eden kom­
şuyla geçinmeye kadar uzunca bir konuyu kapsardı. Ses, vurguya
göre alçalır yükselir, kaç çatılır genişler, dudak büzülür açılırdı. Çay
bardağını bir eline alır, bir önündeki tahta sehpaya koyar, vazgeçer
yeniden eline alır, kaşığını bardağın bir içine sokar bir tabağına çıka­
rır ve konuşur da konuşurdu.

Şimdi düşünüyorum da o zamanlar başım eğik, utanarak ve önüm ­


deki minderin kare desenlerinin köşelerini sayarak onu dinlerken
konunun birden öğüt vermeye dönmesi, aslında benim onun sözü­
nü bölüp “Çayını içseydin abla.” dem em em içinmiş. Çünkü araya
girilemeyecek konulardan, araya girilemeyecek tonda konuşurdu.

Ne zaman ki çayın artık tam am en soğuduğuna kanaat getirir; sözü­


nü o zamanlar daha bebek olan çocuğumu işaret ederek “Bak bunu
muhakkak okut.” şeklinde tamamlar; ben de hızlı bir baş sallayışla
“İnşallah abla zaten biz de öyle düşünüyoruz.” der, arkasından “Ça­
yın kalmış abla.” diye ekler; o da sanki çay olduğunu yeni hatırla­
mış gibi “Aa, evet. Neyse artık soğumuştur.” der, “Yenileyim abla.”
dem em e fırsat verm eden “Çok geç olmuş artık ben de kalkayım.’1
diyerek kalkardı.

Sonra eklerdi: “Çok içeriz daha çayını. Sanki gelmediğim yer mi?”
Gelmediği yer değildi elbette, her sene yurt dışı dönüşünde mu
hakkak uğrardı ve çeşitli hediyeler getirirdi. Bu hediyeler içinde bol
yiyecek içecek olur, onunkiler gibi kıyafetleri benim giyemeyeceğimi
bildiğinden bana elbiselik kumaş ve o kumaşın arasına Allah razı ol
sun bolca para koyardı. Belki utanacağımı düşündüğünden hediye
çantasını elime vermez, girer girmez kapının arkasına bırakıverirdi.
Ben de bırakırken görmemiş gibi yapardım, yalnız o giderken kapı
nın arkasındaki büyük çanta yeniden gözüme çarpar, “Hediye getir

246
SULTAN TARLACI 9

mişsin abla niye zahm et ettin yine? Sağ ol.” derdim.

Abla derdim am a öz ablam değildi. Uzak bir akrabamızdı. Aslına


baksanız ailesi de çok zengin değildi. Bizden olsun biraz düzgündü
durum u am a kendisi okumuştu. Onun da haricinde -aslında pek
çok kişinin anlayamadığı şekilde- işleri rast gitmişti. Sahtekârlık ya­
pıyor, haram yiyor diyenler oldu am a kendisi bu suçlamalara cevap
bile vermedi. Ben birkaç defa mahallenin imamına haram kazanan
bir kişinin verdiği yardım parasının alan kişiye haram olup olm am a­
sını sormasını kocam a söyledim, gidip imama sordu veya sormadı
bilmiyorum am a haram değilmiş. Yıllık onun verdiği para da olmasa
açlıktan ölecektik çünkü eşim çalışmazdı.

Bekârlığımızda, yakışıklı am a bir baltaya sap olamamış ve bu yüz­


den köyde kimsenin kızını vermek istemediği serseri ona, yaşını geç­
mekte olan ve hiç isteyeni olmamış çirkin beni, onun ailesinin bana
bakıp ‘Nesi var kızın? Hele bir kadın olsun güzelleşir’ benim ailemin
ona bakıp ‘Nesi var oğlanın? Hele bir evlensin, adam olsun aklı b a ­
şına gelir’ demesiyle alternatifsizlikten evlendirilmiştik. Beni evlen­
m eden önce görmüş elbette ki beğenmemiş am a düğün günü olan
boyanın yüzüme boca edilmesiyle beğeneceğini düşündüğüm eşi­
min, duvağımı kaldırıp yakından bakınca söylediği “Vay, vay, vay,
vay! Selami’nin sağır eşeği gelsin de güzellik nasıl olur görsün” sözü
ilk iltifatı olmuştu. Evlendikten sonra ne ben güzelleştim ne de onun
aklı başına geldi. Tüm serseriliğine aynen devam etti. Bu defa her iki
tarafın “Daha yeni evlisiniz de ondan. Hele bir çocuğunuz olsun aklı
başına gelir” demesiyle çocuğumuz da oldu. Yalnız çocuğumuzun
olması da bir şey değiştirmemişti. Ne eş ne de baba sorumluluğu
aldı.. Yaşadığımız süre boyunca on üç yıl yedi içti, kahveye gitti, gelip
beni dövdü. Öldüğümüz son gece de buna dâhil. Hem de o gece,
dışarıda, komşular pencereden bakarken karların üzerinde dövm üş­
tü beni. Çünkü eve giremiyorduk. Garip bir sebeple...

Kendi kendine yanıyordu eşyalarımız. Durup dururken... Evin bir

# 247
197 GÜN • BÖLÜM2

köşesinde bir ateş çıkıyor, ben onu söndürm eye uğraşırken bakıyor­
dum başka yer başlamış yanm aya. Zaten fakir olan evimde yastık,
yorgan, elbiseler, halı, kilim, perdeler... Hiçbir şey yoktu ki bir köşesi
tutuşmasın. Hatta buzdolabmdaki turşu kavanozu... Plastik sandal­
yeler, ayakkabılarımız, terlikler...

Cin işi dediler. Gitmez olur muyuz cinci hocaya. Elbette gittik. Hem
de kaç tanesine... Onlardan biri yedi muska yazdı. “Odanın yedi
köşesine koy, cinler sana fena sinirlenmiş.” dedi. Her biri için ayrı
para aldığı muskaları getirdim evin yedi köşesine koydum. Hiçbir
değişiklik olmadı. Diğer cinci hoca bir kâğıda bir şeyler yazdı. Kâğıdı
bir tas suda eritti. Suyu, tasıyla bana verdi. “Yangın çıktıkça ateşin
üzerine bu sudan dök, sönecek.” dedi. Elimde avucum da olan p a­
rayı da o bir tas suya vererek suyu aldım getirdim evime. Ateş çıkan
yerlere döktüm, döktüğüm yerdeki ateşler söndü am a başka yerler­
de kendiliğinden ateş çıkma olayı kesilmedi. Hatta ertesi gün hoca­
nın verdiği bakır tas da yandı. Bir başka cinci hoca “Sen git kocan
gelsin.” dedi. Benim aksi, hiçbir yere gitmeyen, sözümü dinlemeyen
adam cin korkusundan gitti hocanın evine. Hoca benimkini okumuş
üflemiş. “Cinler sana sinirli.” demiş. “Evin içinden dışından üç yeri­
ne işeyeceksin...” Benim adam hocadan gelirken donuna işemekle
başladığı görevine, evin de içinden dışından üç yerine işeyerek de­
vam edip görevini başarıyla tamamladı, ancak onun pis kokusunu
çekmekle kaldık, hiçbir işe yaramadı. Başka bir cinci hocaya daha
gittim. Hele o ne muska yazdı ne su verdi. Sadece ağzının içinde bir
şeyler söyledi, mememi sıktı gönderdi.

Bunun yanında Allah var, hiç para istemeyen, Allah rızası için oku­
yan, yardım etmeye çalışan Allah dostu ağzı dualı hocalar da oldu
am a fayda göremedik ne yalan söyleyeyim. Onlardan biri “Sizin ev
mezarlık üzerine kurulmuş, ölüleri rahatsız etmişsiniz yangın bu yüz­
den çıkıyor.” deyince taşındık başka bir eve. Yalnız yangınlar orada
da durup dururken çıkmaya devam etti. Hatta bizim kızın okulda
unuttuğu kitaplarının sayfaları yanmış gece.
SULTAN TARLACI 9

Sağdan soldan derdimize deva başka yardımlar da istedik. Akra­


balardan, arkadaşlardan... Gerçi çoğu selam vermeyi bile kesmişti
cinlere bulaştık diye.

Yörenin gazetesinde haberler yapıldı. Muhtar geldi baktı, belediye


başkanı geldi baktı, kaymakam geldi baktı, vali geldi baktı, çare ola­
madılar. Bilim adamları toplandı, inceledi. Biri yangını bizim bile
bile çıkardığımızı, dikkat çekmek için böyle yaptığımızı söyledi. Di­
ğeri benim yemek yaparken unuttuğum u ve evi ateş aldığını söy­
ledi. Bir diğeri çocuğumun yangın çıkarma hastalığı olduğunu, bu
yangınları çakmaklarla çıkardığını iddia etti. Bazıları da benim pis
biri olduğumu, evimi hiç temizlemediğimi, pislikten yangın çıktığını
söyledi. Sonunda ne oldu derseniz biz öldük, bu olay da sebebi an­
laşılamadan öylece kaldı.

O gün, zaten sinirli olan kocamın kafasının tası atmış “Girmeyeceğiz


lan içeri!” demişti. Bir kış günüydü. Buz gibiydi. Girmeyip ne yapa­
caktık? Ne dediysem dinlemedi. İşte son dayağımı o esnada yedim.

Annemlere yalvardım ‘Çocuk dışarda üşür anne o bari sizde kalsın’


diye. O zaman çocuğum on iki yaşını yeni bitirmiş on üç yaşından
gün almıştı. Annemin Cinliyiz diye bizi asla kabul etmediği evine
merhamet edip torununu almasıyla kızım o gece donm aktan kurtul­
du. Bizse gözümüzü sabah cansız bedenlerimizin üzerine açtık. Ma­
halleli toplanmıştı başımıza. Eski bir battaniyenin yüzümüze denk
gelen yanmış ucunu kaldırıp baktı kom şulardan biri. “D onm uş.”
dedi. “Ölmüş.” Eşime döndü. “Bu da ölmüş.” dedi.

Öldüğümü anlar anlamaz “Eyvah! Dedim. Emine’m nerede? Kimin­


le yaşayacak bundan sonra?” Baktım ki ablam sahip çıkmış kızıma.
Yurt dışından geldiğinde uğrayan, uzak akrabamız.

Ne garipti. “Bak bu çocuğu mutlaka okut.” dediğinde “İnşallah abla


biz de öyle düşünüyoruz okusun sen gibi.” derdim bir heyecan kap­
lardı beni. Meğer ben ölecekmişim de eldivenini çıkarmadan kızımın
haşini -dokunur muydu bilm em - belli belirsiz okşayan ablam öksüz

249
197 GÜN ' BÖLÜM2

ve yetim çocuğuma sahip çıkacakmış.

Şimdi elinden geleni yapıyor iyi bir okula gönderiyor am a çocu­


ğumun dersleri iyi değil. Yine de geleceğinden endişem yok. Bizim
ölümümüzden sonra beş yıl en iyi şekilde baktı kızıma. Zaten kendi
çocuğu da yok. Harcam a konusunda kısmıyor Allah var. Kızımı psi-
koloğa kadar götürdü. On üç yaşında anne babasını kaybetmiş bir
çocuğa yaşadıklarını kaldırmak kolay mı?

Ablam Türkiye’ye döndükten sonra bu kahvaltı salonunu açtı. Kısa


sürede çok sevilen bir yer haline geldi. Bu nedenle o buraya fazla
uğrayam asa da ben bu mekânı severim ve okula gitmeden önce
burada kahvaltı eden ve okul dönüşü de ara sıra buraya gelip bir
şeyler atıştıran evladımı görürüm. Ayrıca burada her gün yüzlerce
insanın gelip gidişini izlemek hoşum a gider.

Sorduğunuz kişileri hatırlıyorum: Dr. Saltı ve Füsun Hanım. Saltı


Bey Füsun H anım ’dan önce gelmişti. Yalnız çok beklemedi. Ondan
beş dakika kadar sonra da Füsun Hanım geldi. Güzel sayılabilecek
bir kadındı. Çok güzel değildi aslında. Saltı Bey yakışıklıydı. Kariz-
matikti, yalnız pek çok erkekte olan kendini beğenmişlikten gelen
bir etkiden öte, sıcak gülümsemesiyle sempatik bir karizmatiklikti
bu. Bunun yanında karşıdaki kadının -ve aslında o an karşısında
hangi kadın oturursa otursun- yanaklarını pembeleştirecek çekici
bakışları yok değildi. Belki bu yüzden, ilişkileri yeni başlamış bir çift
olduklarını düşünmüştüm. Kısa süre sonra kadının ağlam aya başla­
masıyla ilişkilerinin yeni başladığını değil yeni bittiğini düşündüm.
Gerçi erkeğin ifadeleri bu düşüncemi destekler yönde değildi. Acı-*
mak değil de nasıl denir adını “anlayış” koyabileceğim bir bakışla
bakmaktaydı. O zaman dedim ki, bunlar ilişkiye ne yeni başladı ne
de ilişkiyi sonlandırıyor. Kadın ilan-ı aşk etmekte, adam da bunu an­
layışla karşılamasına karşın kibar bir şekilde reddetmekte. Sonunda
dayanam adım ve ne konuştuklarını dinlemeye karar verdim.

“Annem yıllarca felçli babam a bakmıştı” diyordu Füsun Hanım.

250
SULTAN TARLACI 9

“Daha sonra babam ı da kaybedince benim okum am onun en bü­


yük emeli olmuştu.”

Gözyaşları sanki dam la dam la değil bir çaydanlık deliğinden akar


gibi sınırsız sızıyordu yanaklarından. Dudaklarına inen yaşları m asa­
daki kâğıt peçetelerden birini alarak sildi.

“Hayatı biliyordu çünkü.” dedi yaramazlık yapmış bir çocuk gibi


önüne bakarak. “Zorlukları biliyordu. Umutları vardı.” Nefes alıp
verirken kelimeler kesik kesik çıkıyor, sanki heceler boğazındaki bir
çengele takılıyordu. Gözlerini sildi. “Hiç tahm in edememişti elbette
okulu yarıda bırakıp kaçacağımı.” dedi.

Masadaki peçeteler bitince çantasından kâğıt mendil çıkardı. Bu


esnada bir dam la gözyaşı siyah m asanın üzerine düşmüştü. Otur­
dukları m asanın yanında salonun o duvarının tam amını kaplayan
akvaryum dan yansıyan ışık, çatal bıçak, bardaklar ve diğer kahval­
tılıklar tüm desenleriyle olduğu gibi am a binlerce kez küçültülerek
sanki bir minyatür sanatçısının iğnesiyle resmedilmişçesine bu göz
damlasına vurmuştu. Emine’m, okul çıkışı buraya uğradıkça m asa­
lardan birine oturur, yiyecek içecek hiçbir şey istemez, ağzını açıp
tek kelime etmez, restorandakiler onun seveceğini düşündüğü şey­
lerden getirir, o da yavaş yavaş yer ve bu akvaryum a dalar giderdi.
Ne düşünürdü o esnada? İçimi param parça ederdi.

“Çocuktum.” dedi Füsun Hanım. “Bir hataydı.” Sanki karşısında


doktor değil de annesi vardı. Yüzünü sildikten sonra az önce dam ­
layan gözyaşını fark edip mendille onu da aldı. “Sizin anlayacağınız
annemi öldürdüm .”

Dr. Saltı ‘A bartıyorsun, olur mu hiç, y a p m a ...’ türünden anlamlara


gelebilecek bir bakışla koltuğuna yaslandı.

“Kusura bakm ayın.” dedi Füsun Hanım. “Buraya gelirken ağlaya­


cağımı hiç düşünmem iştim .” Başını önüne eğdi. Ağzının içinde belli
belirsiz bir özür diledi.

251
9 197 GÜN ’ BÖLÜM2

“Rica ederim .” dedi doktor.

“On yıldır bunları kimseye anlatm adım .” diye devam etti genç ka­
dın. “Siz de düşünüyorsunuz şimdi neden size anlattığımı.” Gülüm­
sedi. Bunun sebebini ben de bilmiyorum der gibi bir gülümsemeydi
bu. “Zamanınızı alıyorum, affedin lütfen.” dedi. “Benim asıl gelmek
istediğim konu ş u ...”

Dr. Saltı “Yalnız öyle düşünmeniz garip.” diyerek genç kadının sözü­
nü kesti. “Yani anneniz sizin yüzünüzden öldü diyemeyiz b e n c e...”

Füsun Hanım oturduğu koltuğa tam yerleşememiş gibi birkaç kez


kıpırdandıktan sonra “Yok.” dedi. “Beni bu konuda teselli edecek
hiçbir konu yok doktor bey. Zaten sizin de zamanınızı beni teselli
etmeniz için alacak biri değilim.” Son sözleri boğazındaki düğüm ­
den olmalı anlaşılamayacak şekilde çıkmıştı. Yeni bir ağlam a nöbeti
geçirdi. Bu kadın sanki yıllardır hiç ağlamamıştı.

“Bu konuları size anlatm a sebebim ...” diye az önce başladığı konu­
ya devam etti. “Evlendikten, yani annem in ölüm ünden sonra -zaten
ikisi aynı gün- hayatım da garip şeyler olmaya başladı. Ben bunlara
anlam veremedim. Yani acaba delirdim ve bunlar olmadığı halde
ben olduğunu mu sanıyorum? Ya d a size çok saçm a gelecek bili­
yorum am a annem in ölüm üne neden olduğum için lanetlenmiş de
olabilirim.”

Doktor gözlerini dikmiş anlamadığını belli eden bir bakışla bakıyor­


du. Füsun Hanımla bu esnada göz göze geldiler. Birkaç saniye ikisi
de hiçbir şey söylemedi.

Füsun Hanım gözlerini kaçırdı.

“Çok özür dilerim.” dedi. “Ben sizden gerçekten özür diliyorum.


Unutalım bunları. Şey... Gidelim artık. Saçm a sapan şeylerle zama­
nınızı alıyorum.”

Islattığı kâğıt mendilleri toplayıp nereye koyacağını bilememişti.

252
SULTAN TARLACI 9

Sağa sola bakındı çöp kutusu bulam adı etrafında. Pis bir şekilde
m asada bırakamazdı. Ne de çoktu. Hepsi kucağında kalakalmıştı.
Şu anı bile o kadar çaresizdi ki mendilleri nereye atacağını bileme­
mek ve bu rezil durum u onu yeniden ağlattı. Om uzuna dokunan
olsa mendilleri bahane edip “Şu birikmiş mendillere bak. Her dert
beni buluyor.” diyebilirdi.

“Hayır, m adem konuşm aya geldik, anlatın lütfen.” dedi Saltı. “Ben
ne olduğunu tam anlayam adım o yüzden...”

“Aslında olan bir şey yok. Delirmişim ben.” dedi hıçkırarak. “Bunu
itiraf etmek de o kadar zormuş k i...” Burnu kıpkırmızı olmuştu ağ­
lamaktan. Doktor bir an gözleriyle etrafına baktı. Evet, tahm in etti­
ği gibi diğer m asalardan onların m asasına bakanlar vardı. Bu defa
doktor da bakan var mı diye baktığının fark edilmesi üzerine sanki
etrafa değil de garsona bakıyormuş gibi yaptı. Göz göze geldikleri
garsondan Füsun Hanım için su istemenin iyi olacağını düşünüp su
istedi.

Garsonun suyu m asaya bırakmasının hem en ardından kahvaltıları­


nı bitirip yanlarından geçmekte olan seksenlerinde bir kadın doktora
yaklaştı. Tükürür gibi yapıp: “Tu sana!” dedi. “Utanmıyor musun bu
hanımcağızı ağlatm aya?”

Kızı olduğu anlaşılan başka bir kadın “Anne lütfen yürür m üsün?”
diyerek yaşlı kadını kolundan diğer yöne doğru çekiştiriyordu.

“Erkek milleti işte...” diye söyleniyordu. “Rahmetli demeye layık


olmayan baban da böyle beni hep ağlatırdı.”

Füsun Hanım, ağlamaktan kan çanağına dönm üş gözlerini koca­


man açıp önce kadına, sonra Saltı’ya, sonra kadının kızına baktı.
Sonra yeniden Saltı’ya baktı. Utancından ağlamayı unutm uş gibiy­
di. Arka arkaya özür diledi. Doktor Bey de bu defa ‘Rica ederim
önemli değil’ dem ek yerine “Yüzünüzü yıkayıp gelseniz ve ne oldu­
ğunu anlatsanız iyi olacak sanırım.” demeyi tercih etmişti.

253
197 GÜN • BÖLÜM2

Genç kadın m ahcubiyetinden bu öneriyi emir gibi dinlemek zorun­


da olduğunu hissetti. M asadan kalkıp lavaboya giderken kucağında
birikmiş mendilleri lavabonun çöpüne atm ak için olmalı, toplamış­
tı. Doktor, her ikisinin de bir lokma yiyemediği kahvaltıda çayların
yenilenmesini işaret etti. Gerçi iştahı da kalmamış gibiydi. Hakkını
vermek gerekirse suratı asıkken de yakışıklıydı. Yalnız kimsenin dış
görünüşünden içini bilemeyiz elbette. Benim eşim de yakışıklıydı
am a biliyorsunuz fena bir adamdı.

Genç kadın, ağlaması durmuş, makyajını yenilemiş şekilde yeniden


özür dileyerek m asaya oturdu.

Doktor:

“Şimdi bana anlatır mısınız size delirdiğinizi düşündüren şey nedir?”

Füsun Hanım, lavaboda aynaya bakınca kendi kendine ne söz ver­


diyse artık sakin, ağlam adan, soğukkanlı olmaya çalıştığı belli bir
tavırla ve anlaşılır şekilde, tane tane anlatm aya başladı:

“ilk fark etmem evliliğimin ertesi gününde oldu.” dedi. “Annemden


kalan bir broş vardı. Şey... Hatta o broş y an ım d a...” Alelacele aç­
tığı çantasında m uhtemelen bahsi geçen broşu aram aya başlamıştı.

“Evet, neyse broşu görmeye gerek yok.” dedi doktor. “Devam edin
lütfen.” Anlatılanların önemsiz olduğunu düşünüyor veya ayrıntıla­
ra yetecek kadar sabrının kalmadığını belli etmek istiyordu.

Bunu Füsun Hanım da fark etmiş olmalı ki hem en aram ayı bıraktı.
Çantasını koltuğun yanına koydu ve anlatm aya devam etti. Utan-,
mıştı. Doktora bakmıyor veya bakamıyordu:

“Broşu elime aldığımda birden kendi küçüklüğümü gördüm. Anne


min dizinin dibinde oturuyordum, yanı başında. Anne bunu benim
saçıma takar mısın’ diyorum. Annem de ‘O, saça takılmaz ki am.ı
bak buraya takılır’ diye benim yakam a iğneliyordu.” Burada sesi
yeniden boğuk çıkmış, annesinin ona olan anlayışlı sözleri içinde

254
SULTAN TARLACI 9

“layık olmadığını” fısıldayan bir mahcupluk hissettirmişti. Her an


ağlayabilirdi.

Saltı da durum u fark etmiş olmalı ki yeniden ağlam aya başlam am a­


sı ve seri bir şekilde anlatması için:

“E vet...” dedi.

“İlk, böyle başladı.”

“Eee?”

“Böyle fark ettim yani.”

“Ne var ki bunda?” diye çıkıştı yakışıklı doktor. “Anıları hatırlamak


delilikse hepimiz deliyiz Füsun H anım .”

“Yalnız bu anıyı hatırlamak değildi.” dedi genç kadın. “Ben, gör­


düm bunu.” Gözlerini dikmiş, doktora bakıyor, kendisini anlamasını
istiyordu.

Doktor sessizliği tercih etti. Tabağına m asadan bir şeyler almaktaydı.


Bir süre sonra elindeki çatalla masayı işaret edip: “Kahvaltınızı edin
bence” dedi.

Bu sözde belli belirsiz bir iğneleme vardı. ‘Konuşurken bir yandan


da kahvaltınızı edin veya hiç yemediniz bir şeyler yeseniz, hem açı-
lırsınız’dan öte ‘Hiçbir işe yaram ayan görüşmeyle harcanan zam a­
nımızı kahvaltı ederek değerlendirelim bari’ gibi bir anlam çıkıyordu.
Hatta ‘Bunu da çabuk yapın ve bir an önce gidelim’ anlam ı...

l usun Hanım d a m uhtem elen bunu fark etmişti am a sanırım fark


ettiğini belli etmesi onu doktorun gözünde daha küçük düşüreceği
için az önceki sözü doktor hiç söylememiş gibi ilgilenmeyerek kendi
konusuna dönmüştü:

"Sonra başka eşyalara yayıldı işte.” dedi. “Her eski eşyada bunu
y a şa m a y a ve görmeye başladım. Bizim kendi eşyalarımız değil yani
benim eski eşyalarımdan bahsetmiyorum. Herhangi bir eski eşya­

255
> 197 GÜN * BÖLÜM2

d an ... Eşim antikacı biliyorsunuz. Evde pek çok antika eşya vardı.
Dayanam adım hepsini çıkarttım evden.”'

“Anlamadım. Baktığınız her eşyada annenizi ve o broşu mu görü­


yorsunuz?” dedi Saltı.

“Hayır hayır. Eşyasına göre değişiyor. Her eşyada başka birilerini,


başka anıları, başak yaşanmışlıkları ve başka bir şey görüyorum .”

Doktor ağzındaki kızarmış ekmeği çiğnerken yavaşlamıştı. Bu es­


nada Füsun H anım ’a bakıyordu. O da o n a... Ablam bu kızarmış
ekmekleri m akinede değil kendine has bir yöntemle kızartırdı. Hatta
ekmeği de kendi yapardı. Ham urunu güneşten uzak bir yerde m a­
yalandırır, daha doğrusu toprak kaplarla toprak içine gömer, ertesi
güne kadar bekletirdi. Daha sonra karanlıkta mayalanmış hamuru
çıkarıp bir şeyler daha ekler, şekil vererek odun fırınına sürerdi. Sa­
dece kahvaltılık kızarmış ekmek için böyle yapardı.

“Yani eşyalara bakıp, eşyaların geçmişini gördüğünüzü mü söylü­


yorsunuz?” diye sordu doktor. Bunu, elindeki ekmeğe bakıp öyle
bir umursamazlıkla sormuştu ki, konunun ilgi çekici olmasından öte
yediklerini beğenm enin de etkisiyle biraz siniri yatışmış gibiydi.

“Bakmaktan çok dokunarak.” dedi Füsun Hanım. “Bakarak da olu­


yor gerçi. Bilmiyorum am a... İşte onu bilemiyorum. Yani gördükle­
rim eşyanın geçmişi mi, yaşanmışlıkları mı yoksa başka bir şey mi?”

Doktordan herhangi bir cevap gelmeyince kendi sorusuna kendi ce­


vap verdi:

“Ben, ilk olarak annem in broşunda kendi hatıramı görünce, diğer


eşyalardaki görüntülerin de o eşyaların hatırası olduğunu düşün
düm. Böyle bir mantık kurdum yani. Yanlış da olabilir elbette.”

“O zaman siz bir psikometristsiniz.” dedi doktor.

“Anlamadım?”

Doktorun cevap vermesine fırsat bırakmadan Füsun Hanım yeniden

256
SULTAN TARLACl 9

“Ha evet, anladım .” dedi. “İşte o gün Kiss Cafe’den sonra sizin der­
ginizi araştırdım. Yaşadıklarıma benzer bazı olaylar okudum. Birkaç
kitapta da bazı benzer kişilerin öyküsünü okudum. Sonra bunları
size anlatmak için mail attım. Psikometri deniyor sanırım bu olaya.”

Doktor bıçağı eline aldı.

“Diyelim ki bu bir geçmiş zaman eşyası.” Füsun H anım ’a bakıyor


ve bıçağı gösteriyordu. “Bir antika veya tarihi eser. Siz bunu elinize
alıyorsunuz ve bu eşyaya dair geçmişten bir şeyler görüntü olarak
görüyorsunuz doğru anlamış mıyım?”

“Evet, sanırım öyle.”

“Yani, siz bir m edyum sunuz?”

Genç kadının yüzü birden değişti: “Ne m ünasebet!” dedi. Kaşlarını


çatmış, gözlerini doktora dikmişti. Sonra çatık kaşlarından birini h a­
vaya kaldırıp gözlerini de bardağına dikerek şeker atmadığı çayını
gürültülü bir şekilde karıştırmaya başladı.

“Medyum değilim.” diye devam etti. “Bu tür bir unvanla nitelendi­
rileceğimi bilsem hiç anlatmazdım. M edyum ...” Duyduklarına ina­
namaz bir tavırla şaşkın gülümsüyordu. Başını kaldırıp “.. .ne demek
biliyoruz değil mi m edyum !” dedi. “İzliyoruz televizyonlardan, d u ­
yuyoruz sağdan so ld an ...”

“Hayır, ben size şarlatan medyumlardansınız dem edim .”

"Ne kadar açık sözlüsünüz.”

Doktor, canı sıkılmış bir yüz ifadesiyle devam etti: “Yanlış anlaşıldım
sanırım. Ben de bazen bu kelimeyi alışkanlıktan yanlış kullanabi­
liyorum. Aslında sizin duyular dışı algı yeteneğiniz çok iyi demem
lazımdı. Medyum, haklısınız, daha çok ruhlarla bağlantı kuran kişiler
İçin kullanılıyor. O m anada söylemek istemedim. Genelde bu tür
yeteneği olan kişilere genel olarak m edyum deniyor am a duyular
dışı algının, nesne üzerinden zam anda geçmişe doğru işlemesi d e­

257
mek daha doğru. Dediğiniz gibi psikometri bu. Psikometri, geçmişin
sonsuza kadar yitip gitmediğini, hatta insan algısının ulaşabileceği
bir biçimde evrende bir yerlerde var olmayı sürdürdüğünü düşün­
dürüyor. Geçmiş, sanki şimdinin içinde bir tür saklı düzen halinde
aktif bekler durum da. Nesnelerin yaşanmışlıklarını algılama, görmek
ve hissetmek yani. Bunu hissedenler de psikometrist deniyor. Evre­
ne olağan bakan kişiler için bu sözlerim saçmalık tabi. Hatta delilik
desem daha doğru olur.”

Füsun Hanım bu açıklamadan tatmin olmamış gibiydi: “Deli sıfatı­


nı m edyum a tercih ederim!” dedi. “Hiç olmazsa delilerin yalancılığı
yoktur. Bilmiyorum, belki de ben hayal kuruyorum. Belki de hiçbir
şey görmüyorum, hayal kuruyorum, bana öyle geliyor. Ya da ben
cezalandırıldım, lanetlendim. Lanetlere inanıyorum evet çünkü ge­
nelde kötü şeyler görüyorum eşyalarda. Bazen çok kötü... Nadiren
iyi... Sonuçta görmek istemiyorum am a bu bir gerçek. Bilmiyorum.”

“Mesela broş haricinde, başka bir eşyada gördüğünüz bir olayı bana
anlatır mısınız?” dedi doktor.

“Aslında ben bu tür eski eşyalardan uzak durm aya çalışıyorum.


Evimde de hiç barındırm ıyorum.”

Bir an düşünür gibi yaptı. Hatırlamış gibi:

“Evlilik yıldönümümüzdü. Tika bana kolye almış.”

“Antika kolye almış? Eşiniz?”

“Şey, antika demedim. Tika. Eşim İlker. Yani elbette antika... Daha
doğrusu çok eski bir pırlantaydı.”

Derin bir nefes aldı. “Kendisi takmak istedi. Aynanın karşısındaydım.


O da arkam da... Saçlarımı topladım. Bir yere gidecektik üzerimde
boynu açık bir elbise vardı. Kolye, tenime dokundu, buz gibi... Son
ra boynum dan aşağı yayılan bir sıcaklık hissettim. Aynadan bir ¿)iı
eşime baktım. Yüzü ve görünüşü tam am en değişmişti. Eşim değildi

258
SULTAN TARLACI 9

Değişik, bam başka bir adam olmuştu. İri yarıydı ki eşimi gördünüz
değil mi ne kadar da küçüktür aslında. Çocuk bedeni gibi?”

“Evet.”

“Aynadaki Tika değildi a m a ...”

“Kolye antika mı değildi?”

“Yok... Antika demedim. Antikaydı elbette. Eşim Tika değildi. Aman


İlker değildi. O an eşimin yerine başka birini gördüm, tam am en baş­
ka biriydi.” Derin bir nefes aldı. Başını önüne eğdi. Parmaklarıyla
oynuyordu. İç geçirdi.

“Kıyafetleri de değişikti” dedi. “Eski bir savaşçı gibiydi ve... Boynu­


mu fark ettim .”

“Ne vardı boynunuzda?”

“Kan akıyordu.”

“Kan mı?”

Füsun H anım ’ın gözleri dalmış, az önce karıştırdığı çay bardağını


yeniden ve yavaş yavaş karıştırmaya başlamıştı.

“Hani, kâbustan uyandığınız a n ...” dedi. “Kendi iradenizin dışında


bir uyanıştır. Zaten o an irade sizde olsa çoktan uyanırdınız değil mi?
Neden o kadar bekleyesiniz uyanm ak için? Bu belki çok kısa süreli
bir kâbustur am a size saatler gelir. Ayrıntılı, son derece canlı gelir ve
hafızanızdan silinmez. ”

“Anladım.” dedi Saltı. Üzülmüş ya da Füsun H anım ’ı gerçekten an­


lamış gibiydi...

‘İlker, kolyeyi daha takm adan, boynum a değer değmez asılıp fır­
latışım öyle bir uyanış olmalıydı. Kolyeyi fırlatınca birden normale
döndü her şey.”

"Eşinize anlattınız mı?”

259
I *> / ( i l İN IU >1 U M . »

“Hayır.”

Doktora baktı.

“O an kim olsa anlatmazdım. Anlatamazdım.” dedi. “İnsan kendi


anlamadığı şeyi başkasına anlatm ak istemez çoğu zaman. Bir de an
lamadığı şey muhtemel bir tehlike içeriyorsa...”

Saltı arkasına yaslanmış, kollarını kavuşturmuştu. Kaşlarını dikkatim


toplamak için gayri ihtiyari çatmış, Füsun H anım ’ı dinlemekteydi
Genç kadın doktorun dikkatinden cesaret almış gibiydi.

“O kolye Bizans dönem inde bir tekfurun eşi için özel yapılmış.” diye
açıklamaya girişti. “Kolyenin bittiği gün, tekfur, eşinin kendini hu
komutanıyla aldattığını öğrenmiş. Akşam eşinin boynuna kendi elle
riyle takarken kulağına eğilip bir öpücük kondurm uş ‘Komutanımla
ilişkin olduğunu biliyorum’ demiş ve kolyeyle kadını boğmuş. Bunu,
o olaydan sonra, çok sonra bir tesadüf eseri öğrendim .” Aklına biı
şey gelmiş gibi eklemişti: “Annem, tarihçiydi. O ndan pek çok kitap
kaldı.”

“Peki, anladığıma göre nesnelerin geçmişteki yaşanmışlıklarını algı


layabiliyorsunuz.” dedi Saltı. “Geleceği görebildiğiniz de oluyor m ır’
Geleceğe dair bir olayı önceden bildiğiniz oluyor m u?”

“Hayır. Öyle bir şey hiç olmadı sanırım ... Sezmem bile. Zaten gele
ceği görseydim ...”

Söyleyeceği şeyden vazgeçmiş gibi aniden sustu. Saltı, paylaşmak


istemediği bir şey olduğunu anlayıp sormadı. Onun yerine: “Si/r,
başka bir gün bazı antika veya tarihi eser eşyalar göstersem ve onla­
rın hakkında bir şeyler söylemenizi istesem, sizi denediğimi düşünüp
alınır mısınız?”

“Hayır. Alınmam. Ben zaten beni denemenizi ve bunun ne olduğu


nu söylemenizi istiyorum. Yardımcı olabilirsiniz diye size anlattım
Yaşadıklarımın beynimin oyunu, hayal mi yoksa gerçek bir yaşan

260
SULTAN TARLACI 9

mışlığın algısı mı anlam aya çalışıyorum.”

Sonra birden aklına yeni gelmiş gibi “Yalnız her eşya ile de olmu­
yor.” diye ekledi. “Göremediğim eşyalar da oluyor.”

“Merak etm eyin.” dedi Saltı. “Birden fazla eşya getireceğim.”

Füsun Hanım: “Bir de bana m edyum demezseniz sevinirim.” dedi.


“Garip bir iticiliği var bu kelimenin.”

7
“Evrendeki her şey m a tem a tik kuralları ve oranlarla uyum ludur.”
Pisagor (M Ö 570-495)

Dr. Saltı Paylaştı 107 gün önce

61. Gün

“Rüya şefi!” diye bağırmıştı mutfağa girerken.

Şef, yerinden sıçrayıp “Allah iyiliğinizi versin Federico Bey.” dedi.


“Aklımı alacaksınız bir gün.”

Federico keyifle gülüyordu. “Ne bu dalgınlık yahu!” dedi. “Hem


söyle bakalım. Benim bugün seni korkutacağımı rüyanda görmemiş
miydin yoksa?” Mutfaktaki ustalar ve yardımcıları Güher Hanım’n
belli etm eden gülümsedi. Gerçi görseydi de kızmazdı. Zaten mutfakln
her gün konuşulan espri konusuydu bu... Farz edelim, salata yapar
ken yanlışlıkla yere düşmüş bir yaprak marula canı sıkılan bir aşg,
Güher Hanım ’ı taklit eder bir ses tonunda: “Of! Ne diye düşersin
ki. Zaten rüyam da görmüştüm senin düşeceğini” der, diğerlerini hu
gülme alırdı. Çünkü Şef Güher Hanım hem en her olaydan sonra l>lı
an düşünür “Bunun olacağını rüyam da görmüştüm” derdi. Rüyalnıı
çıkan insanlar vardır ve genellikle büyük olaylardan sonra rüyaların
da gördüklerini söylerler yalnız Güher Hanım ’ınki öyle bir hakli l<l
gerçekten bir marul yere düşecek olsa onu da rüyasında gördüğünü
düşünebilirdi. Bu nedenle sıklıkla dile getirdiği bu “rüyam da görmu*
tüm ” sözü sonunda Federico’nun kulağına kadar gitmişti.
SULTAN TARLACI 9

0 gün Janset’in hocası görüşmeye geldiğinde ona bile anlatmıştı ya


rüyalarını... Kızcağız nasıl da şaşkınlıkla bakmış kalmıştı.

Zam anını... Efendim biraz düşünm em lazım. Tam tarih verem eye­
ceğim am a zannediyorum yirmi bir-yirmi üç gün önceydi.

“Lütfen kusura bakm ayın.” diyordu Güher Hanım. “Ani bir davet
çıktı ve buradan ayrılıp Janset’i okuldan alm aya gelemedim. Aslın­
da bir yardımcımı gönderdim alması için am a onun da yolda ara­
bası bozulmuş. Terslik işte, geldiğinde hep üst üste gelir. Janset de
aslında kocam an kız, kendi gelseydi diye düşünebilirsiniz am a ne
yazık k i...” Söylemek istediğine uygun kelime bulam amış gibi sus­
muştu. “Yapamıyor işte” dedi. “N eyse... Onu eve bıraktığınız için
çok teşekkür ederim .” Jülide H anım ’a baktı. “Eve girdi değil mi?”

“Evet.” dedi Jülide Hanım gülümseyerek.

^ef, mahcubiyetle tekrar tekrar teşekkür ederken genç öğretmen:


“Önemli değil” dedi. “Ben zaten bugün bu tarafa gelip sizinle Janset
hakkında konuşmak istiyordum. Yani kafeye gelmişken Janset’i de
?
i’vine bırakmış gibi oldum biraz.”

( )yle mi?” dedi Güher Hanım. “Umarım size bir saygısızlığı olm a­
mıştır.”

I layır” anlam ına gelen bir şekilde başını salladı genç öğretmen.

1itıher Hanım, kafedeki m asalardan birini işaret ederek: “Lütfen


olurun.” dedi. “Sizinle sohbet etmekten keyif duyacağım .”

Innset’in hocası gülümseyerek m asaya oturdu. Hanım bir kıza ben­


ziyordu. Omuzlarından aşağı inen güzel dalgalı saçları vardı. Elbi-
n«*lnin çiçeklerine uygun renklerde iki minik tokayla kulaklarının
u/erinden kâküllerinin bir kısmı tutturmuş, belli belirsiz bir makyaj
vnpmıştı. B ahara uygun güzel bir elbise giymiş rahat babetler çek­
meli ayağına. Güzellerin “ne giysem yakışır” rahatlığı ve özgüveni
»mlı üzerinde. Sempatik görünüyordu.

263
197 GÜN ’ BÖLÜM2

O, gözlerini kafenin içinde gezdirirken Güher Hanım da dikkatlice


ona bakıyordu. Jülide Hanım, şefin bu bakışını fark edince “Güzel
yermiş” dedi.

“Evet.” diye karşılık verdi şef. Tarihi eser, restorasyon y eri...”

“Bir ‘kafe’ye göre de oldukça b ü y ü k ...” dedi Jülide Hanım.

“Burası aslında otel olarak kullanılıyor.” diye açıkladı Güher hanım.


“Sadece alt kat, yani burası kafe. Otel kısmından bağımsız da kulla­
nıldığı için...” Sağ tarafa dönüp gözlerini kıstı. Eliyle işaret etti: “The
Kiss tablosunu görüyor musunuz? Biraz uzak a m a ...”

Jülide H anım ’ın işaret edilen yere bakıp “Evet, görebiliyorum.” de­
mesinden sonra onay almış gibi “Zaten, o tablonun duvara yerleş­
tirilmesinden sonra burası Kiss Kafe olarak anıldı.” diye devam etti
şef.

“Tarihi eser mekânları çok severim.” dedi diğeri gülümseyerek. Evi­


mi beğenmişti bu kızcağız. Ben de onu sevmiştim. Böyleleri güler­
ken gözleri de güler. “Siz, buranın mutfak şefisiniz sanırım.” dedi
Güher H anım ’a bakarak. Pek kibardı.

“Evet.” dedi Güher Hanım. “Daha önce kendi restoranım vardı.


Buradan güzel bir teklif alınca orayı kahvaltı salonuna çevirdim.
Hem burayı hem orayı idare etmeye çalışıyorum.”

Jülide Hanım, anladığını belirtir şekilde başını salladı. Sessizlik gir


mişti araya. İkisi de bir araya gelmelerinin sebebi olan konuya geç
mek için nedense cesaretsiz bir halde gibiydiler. Ya da bana öyle
gelmişti.

Bu sessizliği, söze başlam ak için derin bir iç çeken hoca hanım boz
du. Yalnız o konuşm adan önce “Bir şeyler yiyelim Jülide Hanım.”
dedi şef. “Hindi eti ve sütle püre edilmiş patates var. Yanında da yem
fırından çıkardığım yulaflı ekmek. Beğeneceğinizden em inim ...”

Hanım kız gülümsedi. “Yemek konusundaki maharetinizi pek çok


SULTAN TARLACI 9

kişiden duydum . Yalnız belki başka zam an.” dedikten sonra “İçecek
bir şey alabilirim a m a ...” diye ekledi.

“Bugün tüm terslikler beni buluyor dedim y a ...” dedi Güher Hanım.
“Tam da bu sıcakta içecek dolaplarının hepsi aniden bozuldu. İçki
ve ayranlarla sütleri koyduğumuz dolap çalışıyor bir tek. Ne istersi­
niz?” dedi. Sonra birden “Kahve de ikram edebilirim.” diye ekledi.

“Kahve alayım o halde.” dedi Jülide Hanım.

Kahveler gelene kadar yine bir süre kafeden, tablodan, aşçılıktan


konuştular. Jülide H anım ’ın konuya gireceğini düşündüğüm bir an
gözlerini önündeki kahve fincanına dikmişti. Başparmağını fincanın
sapında gezdiriyordu. “Kahve çok güzel.” dedi. “Zaten kahveyi se­
verim am a daha önce içtiklerimden çok farklı.”

“Afiyet olsun.” dedi şef. “Bundan sonra sık sık görüşürüz umarım.
Burada, kahvaltı salonum da... Hatta evime de beklerim.”

Jülide Hanım “M ekâna ait değil yani kahvenin sırrı.” dedi gülüm­
seyerek.

“Kahvenin sırrı şefte.” dedi neşeli bir sesle Güher Hanım. “Pek çok
(arifimi kendim oluştururum .” Dirseklerini m asaya koymuş, finca­
na bakıyordu. “Yurt dışında kaldım uzun süre.” dedi. Jülide Hanım
dikkatini Güher Hanım a vermiş dinliyordu. “Aslında iktisat m ezunu­
yum am a bir gün birden bire asında ben yemek yapmalıyım dedim.
Ha ha...”

"Öyle mi? N eden?”

"Bilmem. Nereden çıktı bilmiyorum, yalnız birden bire aklıma gelen


eyleri yapm ak gibi bir huyum vardır. Sanki birden bire akla gelenler
tüp doğrudur. Bana öyle gelir. Eskiden b e ri...” ?

Iıllide Hanım gülümsedi: “İlginç...”

'jimdi iyi ki de öyle yapmışım diyorum. Yemeklerle ilgilenmek ho-


juına gidiyor. D aha önce denenm em iş tatlar deniyorum. Öncesinde

265
9 197 GÜN ■ BÖLÜM2

onun iyi olabileceğini... Yani o ilk defa denediğim şeyin güzel bir
tat olabileceğini... Hissediyorum diyelim. Yapıyorum ve beğeniliyor.
Kişinin içindeki yaratıcılığı dökebileceği çeşitli meslekler var. Aşçılık
onlardan biri bence...”

“Evet haklısınız.”

“Öğretmenlik de çok sevdiğim ve saygı duyduğum mesleklerden.


Mesela benim hiç unutmayacağım öğretmenlerim vardır. Öğretmen­
lik büyük bir emek işi... Zor bir m eslek...”

Jülide Hanım hak verir şekilde başını salladı.

“Beni aslında Janset’le ilgisiz bir teyze zannetmeyin Jülide Hanım.”


dedi. İçini çekti. “Sıklıkla okula gelirim. Diğer hocalara sorabilirsiniz.
Sadece bu dönem o kadar yoğundum ki hiç uğrayam adım . Hattü
eski matematik hocası Zarife H anım ’la da sık sık görüşürdüm .”

“Evet biliyorum. Öğretmen arkadaşlarım ilginizden bahsetti.”

“O kadıncağız da öldürülen kızdan...” Jülide H anım ’a baktı. Sesini


kısarak: “Okuldan bir öğrenciyi sevgilisi doğrayarak öldürdü biliyor
sunuz elbette...” dedi.

“Evet.”

“O kızın ölüm ünden sonra Zarife Hanım okuldan ayrılmış sanırını


Hamileydi. Korktu demek k i...”

Kendi fincanını masanın üzerindeki yuvarlak desenlerden birinin içi


ne koydu. “Gerçi Zarife Hoca tatsız bir olay da yaşadı okulda. Belki
o yüzden ayrılmıştır. Siz gelmeden önce... Belki duymamışsınızdır.'
Yeniden Jülide H anım ’a baktı. Karşıdakinden bu konuda herhangi
bir tepki gelmeyince “Çocuklar çok yaramaz Jülide H anım .” dedi
“Çocuklar yaramaz, öğretmenlik çok zor bir meslek.”

Genç öğretmen bir şey diyecek oldu, Güher H anım ’ın sözlerine di*
vam edeceğini anlayınca sustu.

266
SULTAN TARLACI <*

“Bu nedenle ben elbette öğretmenlere de velilerin yardımcı olması


gerektiğini, sorumlu olduğu çocukla ilgilenmesi gerektiğini de bili­
yorum ve gerçekten Janset’le ilgiliyim.” Yüzü asılmıştı. “Yalnız Jan-
set’in durum unu biliyorsunuz” dedi. Çaresiz bir ton girmişti sesine.
Başını umutsuzca salladı. “Yani şimdiye kadar görüştüğüm hiçbir
hocadan Janset’e dair olumlu yorum alam adım .”

Jülide Hanım sessiz kalmıştı. Sanki karşıdakinin devam etmesini is­


ter gibiydi.

“Pek çoğu zihinsel bir engeli olduğunu açıkça yüzüme söyledi.” dedi
şef.

Jülide Hanım: “Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Onu bir uzma­


na götürdünüz m ü?”

“Elbette. Hâlâ düzenli olarak götürürüm. Beyninde bir problem ol­


duğunu söylemediler am a psikolojisinin epey bozuk olduğunu bi­
liyorum. Onu anlayabiliyorum da. Annesini ve babasını kaybetti.”

“Çok can sıkıcı konular.” dedi içini çekerek. Anlatacaklarından yor­


gun gibiydi. “Yani Janset’in yaşadıkları kaldırılabilir meseleler değil.
Muhtemelen o da kaldıramıyor.”

“Asıl ismi neydi?”

Şef, birden bire gelen bu soru karşısında şaşkınlıkla Jülide Hanım ’a


gözlerini dikti.

“Kim söyledi size? Kendi mi?”

“Neyi?”

“Janset ismini sonradan aldığını.”

“Yok, hayır kimse söylemedi.” dedi Jülide Hanım. “Bana nedense


unun daha başka bir ismi varmış gibi gelmiştir hep. Sanki sonradan
değiştirilmiş gibi. Nedenini bilmiyorum a m a ...”

'Uen annesinin kardeşi değilim.” dedi şef. Konuyu en baştan almak

267
197 GÜN ’ BÖLÜM2

ister gibi bir hali vardı. Omuzlarını dikleştirmiş, sandalyesini masayc


iyice yaklaştırmıştı. “Yani Janset’in öz teyzesi değilim.” dedi. “Uzak­
tan akrabalarıyım. Köyde oturuyorlardı. Çok fakirlerdi. Janset’:
küçüklüğünden beri tanırım. Yurt dışındaydım am a senede birkaç
kez Türkiye’ye geldikçe onları ziyaret ederdim. Janset on üç yaş­
larındayken evlerinde durup dururken ateşler çıkmaya başlamıştı.”
Eliyle oturdukları masanın sağını solunu işaret ediyordu: “Düşünün
ki evin orasında burasında, evin muhtelif yerlerinde durup dururken
yangınlar çıkıyor.”

“Durup dururken?”

“Evet. Bunu bir akrabamızdan öğrendiğimde yurt dışındaydım. Ço­


cuk yakıyor dendi am a evde kimse yokken de yanmış. Hatta okulda
Janset’in kitabı ve unuttuğu m ontu tutuşmuş gece... Sonra sebebini
cinlere bağladılar. Cinci hocalara gitmişler. Ne olduysa fayda etme
miş.”

“İlginç...”

“Ben hep Janset’ten şüphelendim. Yangınları o çıkarıyordu bence...


Yani gizli saklı eline bir kibrit, çakmak bir şey alıp yakıyordu. Çünkü
başka mantıklı açıklaması yoktu bu işin.” Jülide H anım ’ın gözünün
içine bakıyordu. “Sonra yurt dışından döndüm ” dedi. “Zaten yan
gınlar üç ay falan sürdü. Onlara gittiğim bir gün annesi ağlayıp olan
ları bana anlatırken Janset de yanımızda oturuyordu ve gözümlr
gördüm köşeden bir ateş çıktı.”

“Siz, kendiniz gördünüz yani? Hiçbir sebep yokken çıktı öyle mi?”

“Evet. Sonra daha önce böyle bir şey yaşayan başkaları da var mı
diye araştırdım.”

“Var mıymış?”

“Sadece Türkiye’de değil, dünyada bile var.” dedi ellerini ‘çok Uv


la’ anlam ında birkaç defa savurarak. “Kendiliğinden yanan evleı

268
SULTAN TARLACI 9

Kendiliğinden yanan insanlar...”

“Kendiliğinden yanan insanları duym uştum .” dedi Jülide Hanım.

“Değişik kendiliğinden yanm a çeşitleri varm ış.” dedi Güher H a­


nım. Kahvesinden bir yudum aldı. “Kendiliğinden yanan insanlarda
eşyalar yanmıyor am a insanlar yanıyor ve kül oluyor. Kemiklerine
varıncaya kadar yanıyorlar. 1400 derece ateş lazım o kemiklerin ya­
nıp kül olması için Jülide Hanım. Oysa bakıyorsunuz koltuğunda
yanmış, ölmüş kişi. Koltukta çok az yanık am a beden kül olmuş, bir
ayaklar içinde ayakkabılar kalmış. O kemiği eriten ateşin enerjisini
tahmin edebiliyor musunuz? Üstelik bu kuvvetli ateş, nasıl bir şey ise
kişinin oturduğu koltuğu yakmıyor.”

“Yoksa annesiyle babası da yanarak?”

“Yok hayır. Onlardan bahsetmiyorum. Onlarınki ‘kendiliğinden


yanan ev’ vakası. Öyle durum larda sadece eşyalar yanıyor. Kişiler
yanmıyor. Hatta birçok vaka var incelenen ve kişilere zarar geldiğine
dair bir bilgi yok. Annesiyle babası bir gece sanırım yanm aktan ve
cinlerden korkup dışarda yatmışlar ve donarak ölmüşler.”

Jülide Hanım koltuğuna yaslandı. “Üzücü. Çok üzücü.” dedi. “Peki,


evlerinde neden ateş çıkıyormuş öğrenebildiniz mi?”

“Evet. Bunun bir adı var: “Zihin etkisi ile ortaya çıkan kendiliğinden
yanmalar.”

"Zihin etkisiyle mi?” dedi. “Çok iddialı bir isim. Peki ya bu da bir
ıjörüşse ve diğerleri gibi geçersizse?”

"Diğerlerinden daha tutarlı ve mantıklı sebepleri var a m a ...” dedi


(iüher Hanım. “Bir defa tüm kendiliğinden yanan evlerde aynı or-
Ink özellikler oluyor. En önemlisi evde on iki, on üç yaşlarında er­
in lik çağında bir kız olması.”

Ama Janset yakmıyor. Gördüm demiştiniz.”

"Evet, Janset eliyle yakmıyordu. Ben gördüğümde o an ateşin baş-

269
197 GÜN • BÖLÜM2

ladığı köşeye gitmemişti bile. Ama bir şekilde yakıyordu. ‘Zihin etkisi
ile’ denilen şey işte... Mantıksız gibi geliyor değil mi? Ama ‘cinler
yakıyor’ demekten daha mantıklı görünüyor. Eliyle değil, beyniyle
yakıyor ve çocuk bunu bilerek yapmıyor. Yani öyle bir niyeti yok.
Bilinçaltı etkisi gibi. Ama yangınlar olunca da içsel bir zevk alıyor­
larmış. Genellikle kız çocuklarında içsel çatışma olan dönemlerde ve
o yaşlarda çıkıyormuş. Tüm kendiliğinden yanan evlerde ergenlik
çağında bir kız bulunması tesadüf mü hocam? Belki de en önemli
özelliği mekân merkezli değil de kişi merkezli yangınların çıkması.
Çocuk nerede yangınlar o m ekânlarda çıkıyor. Kız çocuğunun bazen
adet kanaması başlaması ile de bu durumlar düzelebiliyor. Bu konu­
yu ele alan ve yayınlanan raporlar bu şekilde. Neredeyse 500’e yakın
vaka var bu konuda kayıt altına alınmış. Sonra dikkat ettim de bizim
ülkemizde de sık ortaya çıkmış. Belki gazetelerden okumuşsundur.
Siirt’te, Şanlıurfa’da, Yozgat, Van’ın Karakoç köyünde, Kırşehir’in
Kaman ilçesinde, Adıyaman Kahta Narince Köyünde, Bitlis’te bir ai
lede. Bu birden başlayan yangınlar aileyle dolaştı ve nereye gittilersc*
yangınlar da onlarla gitti. Hep bir küçük kız çocukları olan ailelcı
bunlar. Çocuklar nasıl yapar dersen, bu çocuklarda başka normal
dışı yetenekler de olabiliyor. Evin taşlanması, geceleri yürüme ve
ayak sesleri, duvarlardan su akmaları, elektrikli aletlerin sık bozul
ması gibi. Zaten yangının haricinde birkaç kez onunlayken yani Jan
şefleyken başka tekinsizlik durumlarına da şahit oldum. Mutfaktaki
eşyaların tamamının dolaplardan dışarı fırlaması ve kırılması gibi..."

“Nasıl yani?”

“Annesi ve babası öldükten sonra anneannesi istememiş Jansei’ı


Sanırım uğursuz veya cinlere bulaşmış kabul etti onu. Babaanne
siyle dedesi zaten ölmüştü bir sene önce. Ben de çocuğu yanım.)
aldım. Zaten aklımdaydı anneannesi onu dışarı atm asa da alacak
tim. Annesiyle babasını kaybettikten sonra sıkıntısı sürdü. Bir akşam
mutfaktaydık. Yemek yerken mutfaktaki tüm bardaklar tek tek kırıl
dı, bazıları kapalı dolabın içinden dışarı fırladı. Önce bir şey düşüym

270
SULTAN TARLACI 9

sandım. Çatlıyorlar ve düşüp kırılıyorlardı. Sonra tabaklar başladı.


Gittikçe daha hızlı kırılıyorlardı.”

“Durup dururken?”

“Evet. Janset’e baktım. Korkmamıştı. Yüzünde her zamanki sıkıntı­


sından başka hiçbir şey yoktu.”

“Bir şey dem edi mi tabaklar kırılırken?”

“Hayır. O zaten konuşmaz kimseyle. Sıkıntısını atacak hiçbir şey bu­


lamadığı için içinde birikmiş enerji sanki bu şekilde istemsiz dışarı
çıkıyor.”

Jülide Hanım düşünüyordu. Karşıdakinin sözlerinde yalandan öte


bu konuda onun gözünden kaçan bir ayrıntı olup olmadığını irdeler
gibiydi.

“Ona söylediniz mi bunu? Yani senin yüzünden kırılıyor diye?” Kaş­


ları, istemsiz, dikkatini toplarken çatılmıştı.

“Hayır. Hiçbir zaman söylemedim. O gün yanına gittim. ‘Birkaç gün


sonra seni başka bir ülkeye götüreceğim’ dedim. ‘O rada beraber
gezeceğiz.’ Amerika’yı anlattım. Belki biraz mutlu olur diye. İçindeki
sıkıntı geçer diy e...”

“Anlamadım. Kendiliğinden ateş çıkarken Janset’in yanına gittiniz?”

“Hayır hayır, annesiyle babası öldükten sonra yanım a aldım dedim


va... Mutfakta yemek yerken...”

Jülide Hanım birden hatırlamış gibi: “Özür dilerim.” dedi. Sonra


ulanarak gülümsedi. “Kusura bakmayın, aklım yangınlarda kaldı.
Iivet. Bardak ve tabaklar kendi kendine dolaptan fırlarken söyledi­
niz Janset’e ...”

’Annesiyle babasını kaybettikten sonra ağlamamıştı m esela.. dedi


( iüher Hanım. “Sıkıntısını atamıyordu. Ben Amerika’yı anlattıkça
l»lraz rahatladı. Yoksa bütün mutfak eşyalarım kırılacaktı.” Tebes-

271
197 GÜN ’ BÖLÜM2

süm etti. “Geriye de birkaç tabak kalmıştı gerçi.”

Jülide Hanım şefin son sözlerini hiç duymamış gibi dalgındı.

“O akşam ona gel seni dondurm acıya götüreyim dedim, son tabal
lar da kırıldı.”

“N eden?”

“Bilmem. Dışarı çıkmaya korkuyordu sanırım. Yok, vazgeçtim di


dim. Dışarısı soğuk. Bence dondurm ayı eve isteyelim dedim, raha
ladı.”

“Anladım.”

“Oturma odasına geçtik. Bir komedi filmi koydum. D ondurm a yed


film izledi ve uyudu. Sabah mutfağı temizlettim birkaç gün sonra d
Amerika’ya gittik.”

“Amerika’da da oldu mu benzer şeyler?”

“Hayır, orada hiç olmadı. Bir sene Amerika’da kaldık. Benim işlerin
vardı. Döndüğümüzde okula gitmek istemedi, çünkü gazetelerde
çıkmışlardı kendiliğinden yangın çıkma olayında. Okulda arkadaş
larının onunla alay edeceğini veya dışlanacağını düşündü demel
ki. O na seni çok güzel bir okula göndereceğim dedim. İstersen is
mini değiştiririz dedim. Kabul etti. Emine’ydi ismi. Janset ismini d<
kendi seçti. Öyle Janset oldu yani.” Bu sözlerinden sonra şefe bi
durgunluk gelmişti. “Gerçi yine de okulda arkadaşı yok sanırım,
dedi. “Kimsenin onu evde yangın çıkması olayıyla hatırladığını zan
netmiyorum am a Janset biraz içine kapanık ve arkadaş edinemeycı
biri... Saf çocuk.”

“Anladım.”

“Janset farklı biri Jülide H anım .” dedi. “Saf olabilir, evet farklı bu
yönü de var am a... İnanmıyorum onun aptal olduğuna.”

“Hayır, kesinlikle aptal değil.” diye onayladı Jülide Hanım.

272
SULTAN TARLACI 9

“Gerçi m atematik dersi karnesinde hep zayıf oluyor. Her derste ol­
duğu gibi...” dedi Güher Hanım. Bunu biraz da “Öyle değil mi?”
diye sorar gibi söylemişti.

Karşıdan bu konuda bir cevap gelmeyince: “Matematik notları zayıf


değil mi?” dedi. “Yazılısı d a kötü... Hatta yazılıdan sıfır aldı. Biliyo­
rum.”

Genç öğretmen bu sözleri kafasıyla onaylasa da “Bu onun m atem a­


tikte kötü olduğu anlam ına gelmez.” diye ekledi.

Güher Hanım bir um ut bakarak: “Gerçek mi?” dedi.

“Resim dersi nasıldı geçen sene karnesinde?”

“O da zayıf. Hepsi zayıf.”

“Oysa Janset’in çok iyi resim yeteneği var.” dedi gülümseyerek.

“Bir ara ben de fark ettim.” dedi teyzesi. “Ama bana göstermedi
O/.diklerini. Sanırım resim yeteneği var evet a m a ...”

“Resim, matematik ve diğer dersler aslında hep yetenek temeline


Imğlı. Bazı öğrenciler yeteneği olmadığı halde söylenenleri uygula­
yıp yüksek notlar alabilir. Bazıları ise yeteneğini söylenenleri yapm a
Imricinde başka şekilde kullanır ve zayıf not alır. Mesela Janset’in
u’sim derslerinde resim çizdiğini veya ödevlerini yaptığını hiç zan­
netmiyorum. Bir şeyler çiziyor doğru am a ne çizdiğini kendi bilir
nnca...” Gülümsemişti.

I Irklısınız.”

I .debiyatı da zayıftır m uhtem elen.”

T.vet, karnesinde o da zayıf.”

t )ysa belki dil yeteneği de var ve onu da kimseye göstermek iste­


miyor.”

Ileş yıldır yanım da toplam da belki beş cümle kurdu benimle. Hiç
»ulune gitmedim. Onu konuşması için hiç zorlamadım. Psikiyatris-

273
) 197 GÜN • BÖLÜM2

te gittiğinde -doktorunun bana söylediği- yarım saatin tamamını o


koltukta yatıp doktorla hiç konuşm adan geldiği seanslar oluyormuş.
Hatta birinde koltukta uyumuş ve süre bitince doktor uyandırmış.”

Yüzü umutsuz bir hal almıştı yeniden. “Jülide H anım .” dedi. “Şu,
onun gerçek ismi, evde çıkan kendiliğinden yangın çıkma meseleleri
ve annesinin babasının ölüşü falan aramızda kalırsa...”

Genç öğretmen karşıdakine bunun teminatını verir şekilde elini m a­


sanın üzerine koyup “Merak etm eyin.” dedi.

“Bunları daha önce hiçbir hocasına anlatmadım. Size de neden an


lattığımı bilmiyorum.”

“Anlıyorum.” dedi Jülide Hanım. “Bu tür normal dışı olaylara be


nim de ilgim vardır. Belki bu konuda bir yakınlık hissetmişsinizdir.”

“Gerçek mi?” diye merakla sordu şef.

“Evet... Çocukluğumdan beri böyle konular hep ilgimi çeker.”

“Benim de ilgim vardı. Janset olayıyla iyice arttı.” dedi gülümse


yerek. “Rüya defteri tutuyorum biliyor musunuz? H a h a ... Neden
anlatıyorsam bunları size... Hem sizi hem kendimi oyalıyorum. De
senize bu kadın çalışmaktan sıkılmış ve biriyle sohbet etmeye hasret
kalmış. Ha h a ...”

Efendim G üher H anım ’ı bir süredir tanıyorum ve dediği gibi Jiilı


de hanımefendi onun çalışmaktan fırsat bulam ayıp biriyle sohbet
etmeye hasret kaldığını düşünüyorsa yanılıyor çünkü Güher ll.ı
mm her fırsatta herkesle konuşur. Hatta o gün hayret ettim JüliıU
H anım ’la konuşurken fazla konu dışına çıkmadı. Oysa ben Gülıeı
H anım ’ın Kafe’ye gelirken yolda karşılaştığı seyyar bir domatesçivı
konuşa konuşa kafeye kadar getirdiğini, konunun da organik dorıı.»
testen dom ates yetiştiriciliğine, dom ates yetiştiriciliğinden domale
yetiştirenlere, dom ates yetiştirenlerden rahmetli halasının torumu
oğlunun düğününe nasıl geldiğini bilirim. “Hiç kimseye anlatmam

274
SULTAN TARLACI 9

deyip hem en her gördüğüne anlattığı rüyalarından da en az beş ta­


nesini anlatmıştı domatesçi adam a da.

“Ne olursunuz dinlemek istemezseniz söyleyin.” dedi. “Sahi, siz ne­


den görüşmek istemiştiniz benim le?”

“Rica ederim. Sizi dinlemek hoşum a gidiyor. Rüyalarınızı mı anla­


tacaktınız?” dedi Jülide Hanım. D aha ilk tanışmalarıydı ve bundan
sonra Jülide Hanım ne zam an G üher H anım ’la görüşecek olsa -her­
hangi bir telefon görüşmesi dâhil- G üher H anım ’ın konuya “İnanın
bugün görüşeceğimizi rüyam da görm üştüm ” diye başlayacağı m u­
hakkaktı. Yalnız genç öğretmenin bundan haberi olmadığı belliydi.

“Pek çok şeyi önceden rüyam da görürüm Jülide H anım .” dedi.


“Neleri derseniz, işte inanmayacaksınız belki am a sizinle bugün bu­
rada görüşeceğim de dâhil.”

“Öyle mi?” dedi Jülide Hanım. “Yani beni rüyanızda mı gördünüz?”

“Hayır. Sizi görmedim am a sizinle görüşeceğimi gördüm .”

“Nasıl, merak ettim.”

“Bugün rüyam da, hızlı hızlı akşamki davete yetiştirmek için yemek
yapıyorum. Sonra birden ayağımın altında bir beyaz, miskin kedi
•lolaşıyor ve beni işimden alıkoyuyor.” Gülümsedi. “Nasıl da çıkıyor
ıılyalar değil mi? Görseniz ne de tatlı beyaz kartopu gibi bir minnoş
yavrucuktu.”

Anlamadım. Nasıl? Miskin kedi benim sanırım.” Şaşkınlıkla birkaç


•lufa gözünü kıstı: “Sizi, işinizden alıkoyan k ed i...”

Miskin am a dedim ya ne kadar tatlı bir minnoş olduğunu.”

I:vet. Teşekkür ederim. Ben zamanınızı alıyo...”

Yok yok. Lütfen. Sizi burada tutan benim. Neler neler anlattım,
ı )ysa şimdiye kadar siz benimle konuşacağınız konuyu çoktan ko­
nuşmuş gitmiştiniz bile. Ah bu benim çe n em ...”

275
197 GÜN • BÖLÜM2

Jülide H anım ’a doğru eğilip sesini kısarak yavaşça ekledi:

“Ne zaman rüyam da kedi görsem beni meşgul eden biri olur o gün
biliyor m usunuz?”

Jülide Hanım bir şey diyecek oldu, Güher Hanım eğdiği başını kal­
dırarak daha gür bir sesle devam etti:

“Rüya tabirleri kitaplarına ve internette yazılan şeylere hiç inanmı­


yorum Jülideciğim.” dedi. Kafe görevlilerinden birine kahvelerin ye­
nilenmesi için işaret etmişti.

Jülide Hanım verilen işareti görüp: “Ben Janset hakkında bir şeyler
söyleyip kalksaydım.” diye bu işareti durdurm ak istedi.

“Elbette Janset konusunda sizi dinleyeceğim” Güher Hanım gülüm­


seyerek. “Kitaplarda ve internette yazan rüya tabirleri nasıl yazılmış,
nasıl oluşturulmuştur? Biri bir rüya görmüş ve kendince yorumla­
mıştır. Sonra da bu kaydedilmiştir bence. Herkes de birbirinden alıp
bir şeyler eklemiştir. Oysa ben rüyalarda görülen sembollerin kişilere
özgü olduğunu düşünüyorum . Hatta benim rüya defterim var bili
yor m usunuz?”

“Öyle mi?”

“Elbette. Her zaman rüyamı kaydederim .” işaret parmağıyla masa


ya çiziyordu. “Bunu defter düşünün, şuraya tarih atarım ve şuraya
da üst tarafa, tarihin hem en altına rüyamı yazarım. Sonra akşam
uyum adan önce o gün, gün içinde yaşadıklarımı da şuraya, işte tam
şu kısma rüyanın altına yazarım.”

“Neden yapıyorsunuz bunu?”

“Sonradan karşılaştırıyorum, gece ne görmüşüm ve gün içinde neleı


yaşamışım. Gece gördüğüm rüya, gündüz yaşayacaklarımın habeı
cisi oluyor m u?”

“Oluyor muymuş peki?”

276
SULTAN TARLACI 9

“Şimdiye kadar kaç rüya kaydetmişim biliyor musunuz?”

“Kaç?”

“Hatırlayıp kaydedebildiğim rüyalarım tam olarak: Altı bin sekiz yüz


altmış üç. Altmış dördüncüyü de bu sabah yazdım, ayağıma d o ­
lanan ve beni işimden alıkoyan kedi var ya o n u... Akşam da gün
içinde yaşadıklarımı yazacağım. Yani sizin beni oyaladığınızı... Böy­
lelikle bir kez daha gece rüyam da kedi görünce gündüz beni işimden
alıkoyan biri olduğu kanıtlanmış olacak. Böyle kaç kayıt var biliyor
musun? Kedi gördüğüm gecenin sabahında işimden gücümden kal­
dığıma dair? Sekiz yüz kırk iki. Kırk üçüncüsü dün geceydi işte.”

“Güher Hanım, ben sizi işinizden alıkoydum için...”

“Hayır hayır. Lütfen. Üzme kendini. Burada seni tutan benim. Öyle
değil mi. Bak nasıl da konuşuyorum ağzım kapanm ıyor ha ha. Seni
çok sevdim. O yüzden.”

“Rüyalarınızı kaydetmeniz ve günlük yaşadıklarınızla ilişkisine bak­


manız çok değişik, ilginç” dedi Jülide Hanım ısrarla araya girerek.
Kararlı bir ses tonu vardı. “Yalnız kedi gördüğünüz geceler sabah
rüyanızı kaydederken eğer kendinizi şartlandırıyorsanız ‘bugün beni
meşgul edecek biri olacak’ şeklinde, bu sizin kendi şartlanmışlığınız-
l<ı gün içinde kendi kendinize oluşturduğunuz bir durum olabilir. Ör­
nek şu an, kendiniz de diyorsunuz ki sizi meşgul eden ben değilim.
Siz, kendi kendinizi -beni alıkoyarak- meşgul ediyorsunuz sonra da
tıunu kediye bağlıyorsunuz ve rüyam gerçekleşti diyorsunuz.”

"Siz matematikçisiniz Jülide Hanım. Mekanik işleyen bir beynin


luınu kabul etmesi zor olabilir. Yani rüyalara inanmayabilirsiniz az
önceki tespitiniz de doğru olabilir -kısmen- am a ya benim gün içinde
ı»llmde olmayan şeylere ne demeli?”

Ne gibi?”

Mesela ben Janset’in okulundan vahşice öldürülen o kızı da gör-

277
197 GÜN ■ BÖLÜM2

düm .” Jülide H anım ’ın gözünün içine bakıyordu. Kahveleri gelmişti.


“Biliyorsunuz değil mi o kızı?” dedi kendi kahvesini önüne alırken.
“Sevgilisi testereyle hunharca parçalara ayırıp valizler içinde çöpte
attı.”

“Evet.”

“O kız öldürülmeden önce o olayı rüyam da gördüm .”

“Nasıl gördünüz?”

“Çöp tenekesinin içinde m antarlar gördüm .”

“Bu rüyayı o kızın öldürülüşüne mi bağladınız?”

“Size saçm a gelecek. Oysa m antarlar çöp tenekesinin içindeydi ve


başları kopm uştu.”

“Bilmiyorum.” dedi Jülide Hanım. “Ben bir bağ kuram adım .”

“Nasıl kuramazsınız? O kızcağızın da ölüsü çöp tenekesine atılmış! ı


ve başı bedeninden ayrıydı.” G üher Hanım içini çekti: “Şimdiye ka
dar rüyam da kaç defa m antar gördüm biliyor m usunuz?”

“Kaç?”

Zaten hazır olan cevabını hızlıca verdi: “On sekiz.”

“Bu sayıları aklınızda nasıl tutabiliyorsunuz?”

“Bir sembolü kesin olarak bir olaya bağlam am için en az on dei.ı


o sembolü gördükten sonra benzer bir olay yaşam am lazım. Hrı
gün rüya deflerimi didik didik ederim ve rüyalarımdaki sembollm
gün içinde yaşadıklarımla karşılaştırırım. Herhangi bir sembol çö/
düğüm de hem en defterimin arkasına sembol listesine eklerim. <»
listede semboller ve ne anlam a geldikleri yazar. Kedi, mantar, elnm
ayakkabı, yıldız, kar, kan, bebek, salata tahtası, çay kaşığı, merdi
ven, konserve açacağı...”

“Konserve açacağı mı?”

278
SULTAN TARLACI 9

Evet. Rezil olacağım bir durum un başım a geleceğine gelir.”

ahvesine şeker atmıştı.

kantarlardan bahsediyordum ” dedi sözleri karıştırdığı kahve fin-


nının sesine karışmışken. “Rüyam da ne zaman m antar görsem
ini sarsan bir ölüm haberi aldım Jülide Hanım. Janset’in annesiyle
bası ölmeden önce rüyam da köydeyim. Karların arasında iki tane
întar gördüm. Onların evinin önünde hem d e ... Bakıyorum. Al-
ı Allah diyorum. Bu m antarlardan daha önce bizim köyde görme-
n. Üstelik bu m antarlar karda çıkmaz. Elime alıyorum, koparm ak
yorum. Bakıyorum zaten kopmuşlar. Uyandım. Hayır olsun am a
hoş bir rüya değil dedim, sonra onların ölüm haberini aldım
:...” İçini çekti. Kahvesinden bir yudum aldı.

ok ilginç.”

zin rüyalarınız çıkmaz mı?”

>k rüya görürüm am a sembolleri sizin gibi takip etm ek hiç aklıma
nedi.”

lyalarmızı yazmanız lazım. Bir defter tutmalısınız günlük gibi...


ra günlüğü.”

ladım. Ancak öyle olabilir” dedikten sonra araya başka bir söz
ıeden hem en ekledi. “Janset hakkında...”

inü tam am lam asına fırsat verm eden “Evet.” dedi G üher Ha-
: “Janset hakkında ne konuşacaktınız Jülide Hanım? Korkarak
yorum. İnanın eti sizin kemiği benim diyen eski kafalılardan bi-
ı ben. Ha h a ...”

;ır hayır. B ana karşı bir saygısızlığı yok.” Gülümsedi. “Janset’te


et yok. Kemikleri kendinize almakla karlı çıktınız.”

de bir an gülümsemiş sonra aynı anda ciddileşmişti:

kemiği kendinde kalsın. Beynini istiyorum.” dedi. “Janset’in

279
9 197 GÜN • BÖLÜM2

matematik konusunda yetenekli olduğunu ve özel ders alıp bun1


geliştirmesi gerektiğini söylemek için geldim.”

Şef gözlerini açmıştı.

“Ciddi misiniz?”

“Evet.”

“Ben okul harici onu kurslarla ve özel derslerle hep desteklemey


çalıştım am a ilk defa biri onun yetenekli olduğunu söylüyor. Hatt
bu konuyu rüyam da da görm edim .” Bir an düşündü. “Yalnız, duruı
bakalım. Bugün rüyam da kediden başka ne gördüm acaba? Deme
ki çok şaşıracağım bir haber alacağım anlam ına geliyor o gördüğün
şey ve daha önce de öyle bir şey görmüşsem ve şaşırmışsam çol
önemli bir sembol daha çözmüş olacağım.”

“Özel ders almak istemiyor m u?”

“Hayır.”

“Janset yeteneksiz değil. Dediğiniz gibi sıkılıyor ve çalışmıyor. Yar


okulun ondan istediklerini yapmıyor. Zamanla okuldan iyice kop
muş. Tanıdığım üstün zekâlar için özel eğitim almış ve bu konud;
yüksek lisans yapmış biri var. Janset’e yardımcı olabilir.”

“Üstün zekâlı mı? Ne diyorsunuz Jülide Hanım? Hocalar okul bitsiı


diye zorlamayla geçecek kadar not veriyor Janset’e.”

“Sınavlarda bom boş kâğıt veriyor da ondan.”

“Nasıl anladınız yeteneği olduğunu? Mesela kolaylıkla çözebildiği bi


soru oldu m u?”

“Hayır, am a zor çözülebilen sorular oluşturduğu oluyor!”

“Öyle mi?”

“Evet.” dedi gülümseyerek. “Hem de kimsenin ruhu d uym adan...’

“Allah A llah...” dedi ağzının içinde şef. Gözleri dalmıştı.

280
SULTAN TARLACI 9

Bu konuşm adan sonra sanırım başka bir şey konuşmadılar. Birbir­


lerinden telefonlarını aldılar ve Jülide Hanım ayrıldı. Akşama kadar
mı? Hayır, efendim ilgisi yok... En fazla bir saat kalmıştır. Kafeden
ayrıldığı zam an hava hâlâ aydınlıktı.

“Biliyor m usun?” dedi Federico uzun, üç parçaya ayrılmış havuç­


lardan birini ağzına atarken. “Seni yakında biriyle tanıştıracağım.”
Görüyorsunuz ya ne sıcakkanlı ve samimi bir beyefendidir. Sanki şu
koca otel onun ve sohbet ettikleri de yanında çalışanalar değildir.
Arkadaş gibi davranmaktadır.

“Kiminle?” dedi Güher Hanım. Havuçların tek tek gittiğine bakar­


ken...

Federico bu soruyu sorm asına rağm en cevaplamak yerine “Haberci


rüyalardan başka yeteneklerin de var mı? Mesela durugörü var mı
sende?” dedi.

Güher Hanım duyduğu şeyi anlam am ış gibi bakmıştı.

“Mesela uyanıkken, durup dururken çok kısa süreli ve anlık bazı


görüntüler geldiği oluyor mu gözünün önüne?”

“Anlaşıldı.” dedi Güher Hanım. “Can sıkıntısından alaya gelmişsiniz


buraya. Deli de olduk!”

Federico gür sesiyle büyük bir kahkaha attı. Aşçılardan birinin biz­
zat temizlediği ve içini boşaltıp kızarttığı, iskeletiyle minicik tavukla­
rı andıran bıldırcınların yanına gidip bir tanesini eline alıp yemeye
başladı. “Ne ilgisi var yahu!” dedi. “Halüsinasyon görüyor m usun?”
demedim sana. “Hiç durugörü deneyimi yaşadın mı?” dedim. Aşçı
kırık pirinç, haşlanmış mısır, bezelye ve bıldırcın yumurtasını Güher
I lanım’ın özel bir sosuyla birleştirip az önce kızarttığı bıldırcınların
Igne minik bir kaşıkla dolduruyordu. Güher Hanım Federico’nun
masaları gezerek yemeklerin üzerinden yediğini görünce sinirlendi.
Sorusuna cevap vermek yerine: “Ellerinizi yıkamış mıydınız buraya
girerken?” dedi. Federico bir kahkaha daha attı. “Sen sorum a cevap

281
197 GÜN • BÖLÜM2

ver önce.”

“Hayır.” dedi Güher Hanım. “Henüz delirmedim!”

Federico: “Yahu taktın deliliğe... Durugörmek delilik değil k i...”

“Uyanıkken rüya görene ne denir patron.” dedi bıldırcının içini dol


duran usta.

“Aslında onlara m edyum denir.” dedi kalfalardan biri. “Yani Federi


co Bey, şefe rüyacılık yanında medyumluk da var mı diye sormayc
çalışıyor aslında.”

“Medyum doğru bir ifade değil...” dedi Federico. “A hh... Her ney
s e ... Ayrıntılı m eseleler...”

“Medyum sözünden hiç hoşlanm am .” dedi Güher Hanım. “Uyanık


ken de hiçbir şey görm üyorum .” diye ekledi. “Sizin mutfağa girdi
ğinizde yıkamadığınız ellerinizle oraya buraya dokunmanız haricin
d e ...”

“Peki, p ek i...” dedi Federico. “Kovulmadan gideyim.” Kapıdan çı


karken keyifli bir kahkaha daha attı.
“Bilim tarihindeki her aykırılık,
p otansiyel bir devrim to h u m u taşır. Ve bilimde başarı yöntem sel
kurallar çiğnendiğinde ortaya çıkar

Dr. Saltı paylaştı 103 gün önce

67. G ün

“İçi boş beş kafalı beş çift göz ve siyah noktalı beş burun bilgisayar
ekranında böyle pür dikkat neye bakıyorlar acaba?” diye düşün­
müştüm.

“Bir bilim adam ının bu tür bilim dışı ve ...”

“Hurafelerle d o lu ...”

“Şarlatanlıkları...”

“İçeren bir site açm asını...”

"Kesinlikle doğru bulm uyorum .” diyorlardı.

"Görüyorsunuz ya?” dedi Nilgün Hanım dekana bakarak. Sinirin­


den odadakilerin varlığını unutm uş gibi viskiciğinden bir yudum
nldı. Aldıktan sonra da kendine bakanlara karşı “şu durum da prob­
lem benim iki yudum viskim değil herhalde” bakışı attı. “O nun üni­
versitelerden uzaklaştırılması gerektiğini size öğrenciliği dönem inde
de söylemiştim.” dedi hışımla.

İlk gördüğüm de ben de çok şaşırmıştım. Doktorun parapsikoloji


nLınına ilgisinin olduğunu biliyordum am a bir internet sitesi açacak
197 GÜN ’ BÖLÜM2

kadar mı? Bu, bilim kariyerinde ötanazi demekti. Hiç kimse bun
kabullenemezdi. Bir psikiyatr olarak ben de onaylamıyordum. Ya
nız Dr. Saltı’nın m erakına saygı duyulması gerektiğini de her zama
savunurum.

İlk sayfada şöyle bir cümle vardı:

“Amacımız; tarafgirlik ve önyargılardan uzak bir şekilde, bilimsel b


ruhla, genel kabul gören bilimsel hipotezler ışığında, açıklanamaya
gerçek ve varsayımsal parapsikolojik beşeri yetenekleri inceleme!
bu konuda yeteneği olan ve/veya ilgi duyan kişileri bir araya getiı
mektir.”

www.EvreninDili.com
“Bir ye m tanesi çeken karıncayı dâhi incitm e!
Ç ünkü onun da canı vardır. Can ise, tatlı ve hoştur.”
Şâir Firdevsî

Dr. Saltı Paylaştı 101 Gün önce

71. G ün

Haberim var doktorun medyum lar için açtığı internet sitesinden.

Zaten ölüm üm den sonra o kadar çok ve değişik siteler veya inter­
net sayfaları açılmıştı ki... Katilimin bulunam adığı her gün bunla­
ra yenileri ekleniyor ve herkes bir şeyler paylaşıyordu: D aha önce
varlığından bile haberdar olmadığım, varlığından haberdar oldu-
f)um am a görüşmediğim, nadir görüştüğüm, her gün görüştüğüm
akrabalarım; bir selam verip geçtiğim, gıcık olduğum, samimi olup
İçimi döktüğüm arkadaşlarım; kızı benim gibi sevgili-eş cinayetine
kurban gitmiş, oğlu katilim gibi sevgilisini-eşini öldürm üş kişiler; öl­
memiş, öldürülmemiş am a ne olmuş bilinmeyen kayıp çocukların
aileleri; olayı gazete ve TV haberlerinden öğrenmiş etkilenmiş kişi-
Ivr; sayfaların kalabalık oluşundan istifade sevgili bulm aya gelmiş
wya kendi internet adresinin reklamını yapm aya gelmiş kişiler; bir
ıli'dektif gibi iz süren, doğru veya yanlış am a etkileyici bir bilgi ara­
yan haberciler; çocuk psikolojisi, ergen psikolojisi, ebeveyn-çocuk
ilişkisi, depresyon, ruhsal hastalıklar, ikili ilişkiler, psikolojik ilaçlar
•ı/erine yazan psikiyatrisiler; yetişen neslin toplum içindeki yeri ve
••Ilışacak yeni toplum üzerine yazan sosyologlar; okullardaki eğitim
9 197 GÜN • BÖLÜM2

hakkında bilgi veren akademisyenler; yüzde yüz güvenilir olduğu­


na dair tem inat veren özel okul ve dershane sahipleri; insan öldür­
menin günahına dair konuşan ilahiyatçılar; kasten adam öldürme,
taksirle adam öldürme, meşru m üdafaa, delil yetersizlikleri, otopsi,
m üebbet hapis, idam cezası üzerine yazan hukukçular; yasaların de­
ğiştirilmesini talep edenler, meclise öneri veren vekiller; devrin kötü
olduğuna ve çocuklarına dikkat edilmesine dair internetten herkesi
uyarmayı kendine görev bilmiş anneler; sevgilimin elinden ölmek
isteyen genç kızlar; beni, ailemi, katilimi, katilimin ailesini, polisi suç­
layanlar; beni, ailemi, katilimi, katilimin ailesini ve polisi savunanlar
ve bunların paylaştığı milyonlarca iddialara, şaşkınlıklara, nefretlere,
tavsiyelere, ihbarlara dair yazılar, etkileyici sözler, şiirler, şarkılar, re­
simler, fotoğraflar, videolar; ‘kızının kimlerle görüştüğünü öğren’ cep
telefonu programları, özel korum a telefon numaraları; kötü birinden
korunma duaları, kızını sevgilisinden ayırma büyüleri, temiz ve ah­
laklı eski sevgiliyi çevirgel duaları, hayırlı kısmet için yatır adresleri;
bıçak gibi delici kesici aletlerle derin yaralanm alar esnasında uygu­
lanacak ilk yardım teknikleri, acil servis-polis numaraları; kan bulaş
mış kıyafetleri en etkili temizleme teknikleri, en beyazlatıcı deterjan
önerileri, ölünün arkasından kabrin yedinci, yirmi birinci, kırkıncı,
elli ikinci gecesinde okunacak dualar, mevlitler, mevlitlerde verilecek
şerbet tarifleri, şerbetleri sunacak tepsi örnekleri, tepsilere serilecek
dantel modelleri, Fatiha, Tebareke, Yasin sureleri ve meali; öldükten
sonra geri dönüleceğine -reenkarnasyona dair paylaşım lar- kişisel
gelişim, meditasyon teknikleri... Bunları beğenenler, kopyalayanku,
yapıştıranlar, yeniden paylaşanlar, eleştirenler...

Hatta “kız arkadaşını testereyle doğra puanları topla” isimli çocuk


oyunları ve sayfanın sağında yer alan kullanışlı ve uygun fiyatlı t>ı
çak, testere ve diğer kesici alet reklamları...

286
“Gece ki beni ya tıştırır
Karanlık, serinlik ve hava
Değişik görünüyor bana
Gecenin gözleri yok, hem hiç.
Sessizlik,
Sürüklüyor geceyi ,
D urgun geceyi .”

M arilyn Monroe

Dr. Saltı Paylaştı 97 gün önce

73. G ün
O incecik, kulak tırmalayıcı tiz sesiyle “Tugi koooooş! Aşkım yeni
internet sitesi açm ıuışş...” diye bir taraftan cırt cırt bağırıyor, bir
taraftan da Tugay’ın manikür setlerinden birini yatağa yaymış, baş
parmağının tırnağından bir parça kırmaya çalışıyordu. Bundan ya­
rım saat önce de karyolaya serdiği kırmızı ipek bir çarşaf üzerinde
çırılçıplak Marilyn Monroe pozları veriyordu. Fotoğraf makinesine
kolunun yettiği uzaklıkta sığabilen karelerden göründüğüne göre
Ihttu’nun bu fotoğraflarında Marilyn’e benzer tek tarafı üzerinde
yattığı kırmızı çarşaftı. Hayatım, esmer ve zayıf Tattu’nun, beyaz
U*nli ve yuvarlak hatlara sahip Marilyn M onroe’ye benzeyen neresi
v/ardı? Yüz çizgileri de Marilyn’den tam am en farklıydı.

Kundi ise Marilyn’e ne kadar benzediğine hayret ediyordu. Tek fark­


ları saç rengiymiş gibi Tugay’m tüm karşı çıkmalarına rağm en geçen
günlerde saçını sarıya boyattı. Artık sanki ikiz gibiydiler! Hatta sek­
tik konusunda Marilyn onun eline su dökemezdi. Bak hayatım,
İlen yaşarken çok seks yaptım, çok erkek tanıdım. Kafası dağılmış
adamlar gelirdi. Düşünceleri kaldırımlara dökülmüş. Amaçları seks­
ini başka her şey olan... Seninle konuşm ak isterlerdi. Yolunda git-
mi’yen iş hayatından, patronunun ne lanet bir adam olduğundan,
9 197 G ü n * BÖLÜM2

borçlarından, karşılıksız çeklerden, hacizlerden, aldığı tehditlerden,


karısının istediği hiçbir şeyi yapm adığından... Verdiği paranın kar­
şılığını sonuna kadar isteyen veya o parayla dünyanın en büyük
mutluluğunu satın alabileceklerini zannedenler olurdu. Oysa herke­
sin mutluluğu kendisine pahalıdır ve ne kadar olursa olsun para­
nın miktarı ile seksin süresi mutluluğa yetmez. Yine de bize gelenler
içinde muhakkak onun istediğini verebilecek ve onu o saatlik mutlu
edebilecek bir kadın bulunurdu. Hepsi nihayetinde sadece işini gö­
rüp gitme niyetiyle gelirdi. Yalnız siz, özel bir adam için öznel cazibe
ve öznel seksten bahsedecekseniz yapmanız gereken son şey soyun­
mak olsun. Hele ki kalbinizi kaptırmışsanız...

Tattu’nun durum u budur. Marilyn M onroe’ye benzem e çabasının


sebebi de budur. Çünkü doktor, yoğun bir Marilyn Monroe hayra
nıdır. Peki neden?

Bilmiyorum. Yalnız yaşarken edindiğim deneyim lerden yola çıkıp


yorum yapabilirim. Bence bunun birden fazla am a basit sebepleri
var. Öncelikle Marilyn Monroe, dişidir. Hayır hayatım, yanlış dü
şünüyorsun. Her kadın dişi değildir. Peki nasıl dişi olunur? Dişilik,
ilk önce bakışlarla olur. Marilyn Monroe kadar derin bakabilirsen
göz renginin platin mavisi olmasına gerek yoktur. Derin, davetkar,
istek dolu, yaramaz ve m asum ... Sonra, güleceksin. Onun gibi iç
ten gülebilirsen dudaklarının o kadar güzel olmasına gerek yoktuı
Güldüğünde, gerçekten gülmelisin. O gülüşü istek dolu bakışlarınla
birleştirebilirsen karşıdaki adam seninle bir ilişkiye başlarsa ne kadaı
mutlu olacağı hissine kapılır. Üçüncü şart jest-mimik ve tavırlardıı
Marilyn M onroe’ye dikkat edin. Uysal bir ev kedisi gibidir. Hangi fn
toğrafında onu baskın ve yırtıcı bir kaplan gibi gördünüz? İstediğini
belli eden gözleri ve mutlulukla gülen dudakları yanında uysallığı,
karşıdaki adam ın hiçbir isteğine karşı çıkmayacağı mesajını veriı
Bundan hoşlanm ayacak hiçbir erkek yoktur. Çünkü hayatım, bunu
unutma, erkeklerin tam amı hükmetmeyi sever. Demek ki neymiy'
İstek dolu bakışlar, mutlu bir gülümseme ve uysallık. Tattu’da bunlu

288
SULTAN TARLACI 9

rı yapabilecek kapasite var mı? Sanıyorum ki yok. Çünkü basit gibi


görünen bu üç kural, duyguların tavırlara yansıtılması, zeka gerekti­
ren ve uygulaması zor kurallardır.

Tattu, bu üçüne hiç dokunm adan sadece yapabileceklerini yaptı.


Yine de onun yeni imajını beğenenler olmuştu. Bunların çoğu sa­
dece çıplak olduğu için beğenenlerdi. “Ucuz m anken ünlenmek için
soyundu” yorumları da geldi. Yalnız kim ne yazarsa yazsın fotoğraf­
ların devamı için istek geliyordu. Bu nedenle çektiği her fotoğrafını
yatağın üzerinde bulunan laptopa atıyor sonra da hem en internette
paylaşıyordu. Bir fotoğraf d aha paylaşıp bağırdı:

“Tugiii...”

“Tuuuuuuuuuuuugiiiiiiiii... ”

“Tugi, Tugi, Tugi, Tugi, Tugi, Tuuuugiiiiiiiii...”

Tugay diğer odada bacaklarını tek kişilik koltuğun yan tarafından


uzatmış, kendi yetiştirdiği ve en güvendiği elem anına aldırdığı in-
recik kaşlarının altından açtığı kocam an gözleriyle dikkati tam am en
televizyonda vermiş, cilt bakımı üzerine bir program izliyordu.

"Ne vaaaaaar!” diye sinirlenmiş ve kalın bir sesle bağırdı. Sonra


kendinin de rahatsız olduğu bu erkeksi sesi hem en inceltip biraz
(İnha yavaş:

"Ne bağırıp duruyorsun!” dedi.

Ihttu uzandığı yerden biraz daha sarkıp kafasını kapı aralığından


luyay’ı görebildiği kadar uzattı. “Kız bir gel.” dedi. “Valla fotoğrafla-
ııını çektirmeyeceğim. Bir şey göstereceğim.”

Kız” sözü onu yatıştırmaya yeterdi. Zaten program da bitmek üze-


ıi'vdi. Sabah salonda ağda yaptırdığı tüysüz bedeninde, yürürken
•»lıışan rüzgârın cildindeki tüysüz ve pürüzsüz hafifliğini hissetmek
»•.lıı hiçbir şey giymemişti. Üzerinde olan tek şeye, dantelli siyah kü-
lı ılıma -Tattu’nun geçen aylarda reklamlarına çıktığı için bol bol he-

289
197 GÜN • BÖLÜM2

diye edilen- evin her köşesinde rastlayabileceğiniz pedlerden birini


yapıştırmış, pedin üstüne de birkaç dam la kırmızı oje damlatmış,
ayda birkaç gün periyodik olarak bunu yapm aya karar vermişti.
Kalçasını sallaya sallaya yürüdükçe gelen pedin hışırtısından mut­
luluk duydu.

“Söyle.” dedi. Kapıya yaslanıp. “Ne bağırıyorsun avaz avaz?”

İçeriye girmedi, çünkü saf arkadaşı onu hangi önemsiz mevzu için
çağırdıysa kapıdan şöyle bir bakıp banyoya pedini değiştirmeye gi­
decekti.

Tattu kollarını şımarıkça açıp “Aşkım yeni site açmış Tugiii!” diye
bağırdı. Yatağın üzerinde yuvarlanıyor, tam kenarına gelip düşecek
gibi olduğunda elini sarkıttığı tarafın tersine yuvarlanıyordu.

“Kim kız senin aşkın?” dedi gülümseyerek Tugay. Ağda yaptırdığı


kollarını inceliyordu.

“Ya Tugiii aşk olsun. Bak söyleme böyle valla kırılıyorum.”

Çatallaşan sesiyle uzun bir kahkahanın ardından “H a haayy” diye


bir kuyruk bıraktı Tugay. “Ne sitesi peki?” dedi aynı alaylı ifadeyle*.

“Çok değişik bir yer Tugi.” Yuvarlanmayı bırakıp yatağın üzerine


bağdaş kurdu. Laptopu önüne çekti. “Hani şu öldürülen kızın sev<ıı
lisi var ya onu bulmak için açmış.”

“Aa ne alaka hayatım .” dedi Tugay. “Çekil bakayım .” O daya zatıl


bir hanım edasıyla süzülerek girdi. Yatağın kenarına ilişti. Bir sine
Tattu’nun gösterdiği siteye göz atıp:

“Hayır, şekerim.” dedi. “Katil için site açmamış. Bu bir parapsikoln|i


sitesi... Bak ne yazıyor: Duyular dışı algı alanında yetenekli kişilen
bir araya getirip parapsikoloji çalışmaları yapm ak amacıyla kımıl
muştur.” Tattu’ya döndü. Derin bir nefes aldı. Arkadaşının zor ,m
layacağını veya hiç anlamayacağını bildiği için kuvvetini toplayıiMİ*
anlatm aya girişti. “Yani duyular dışı algısı yetenekli kişiler bu si!eıl>

290
SULTAN TARLACI 9

ışmalar yaparken aynı zam anda kayıp kişilerin yerleri de bulu-


bilir. Bunun içine o kızın sevgilisi de dâhil. O da kayıp çünkü,
ladin mı?”

i u söyleneni dinlememiş am a anlamış gibi baş sallamıştı. “Anla-


n.” dedi. “Zaten ben de az önce siteye üye oldum .”

e yapacaksın burada kız?” dedi Tugay. “Duyular dışı algı demek,


rmeden, duym adan, dokunm adan, koklamadan, yem eden, iç-
:den, sıçm adan dermişim h a h a ...” diye gür bir kahkaha daha
. “Yani nereden geldiği belli olmayan şekilde herhangi bir bilgiye
şmak. Senin anlayacağın, medyumları ve falcıları arıyor doktor,
ni sanırım bu işin beyniyle ilgileniyor adam . O gün bize bir şeyler
elemişti ya bu konuda. Telepati falan demişti.”

tu’nun dinlem eden tırnağıyla uğraştığını görünce:

m ne medyum ne de falcısın...” dedi.

tu bu sözde gizlenmiş soruyu anlamıştı. “Aşkımla sohbet etmek


ı üye oldum Tugi.” dedi.

ayatım şenle neden sohbet etsin adam ? Bak parapsikoloji çalış­


ları yapılmak üzere kurulmuştur diyor.” Eliyle sitenin an a sayfa­
daki yazıyı gösteriyordu.

tu “Üye olanlarla konuşuyor a m a ...” diye haksızlığa uğramış bir


tonuyla karşı çıktı.

imam, işte onlar bu tür psişik yetenekleri olanlar.”

lay derin bir iç çekti. Tattu’nun yüzüne baktı. Şimdiye kadar kaç
Tattu’ya bir konuyu anlatm aya çalıştığını ve asıl önemlisi bun-
içinde Tattu’nun kaç tanesini anladığını düşünüyor olmalıydı,
sula zorluk düzeyi bu konuya yakın bir başka konu anlatmış da
lıı anlamış mıydı? Ya da daha basit bir konuyu? Düşündükçe
<1tındaki çaresiz ifade genişledi. Boş vermeyi düşündü bir ara. Ne
mrsa yapsmdı.

291
9 197 GÜN ■ BÖLÜM2

“Yani algıları açık insanlar” dedi yine de. “Medyumu, falcısı, duru-
görücü var, rüyacısı var, telepati var, hatta uzaktan bakarak kaşıkları
bükenleri var onların içinde.

“Üye ismim ne biliyor m usun Tugi?

“Duymuyor m usun beni?” dedi Tugay Tatu’yu eliyle dürterek. “Ye­


tenekli kişiler üye oluyor diyorum. Aaaayyyy... Bağıracağım ayol.
Ne yapıyorsun o tırnağını öyle? Kıracaksın.”

“Ya Tugi, ben de zaten kendimi m edyum m uşum gibi tanıttım.” Çok
zekice bir iş yaptığına dair gözünü kıstı. ‘A nladın mj sen o n u ’ m ana­
sında ağzını kocam an açıp dilini birkaç tur çevirdi. Sanki yanlarında
başkaları d a var da duyacaklarmış gibi Tugay’a iyice yaklaşıp sesini
kıstı: “Bu tırnağımı d a yeteneğimi kanıtlamak için kıracağım şimdi
biraz.”

Tugay Tattu’nun kırmak için uğraştığı tırnağına baktı. “Ne alaka?


Kuramadım hayatım?”

“Bak şimdi ben oraya yazdım. Az sonra tırnağım kırılacak diye gele­
cekten haber verdim anladın mı? Şimdi kendim kırcam ve fotosunu
paylaşcam am a sanki kırılacağından benim haberim yokmuş gibi..

Tugay bir anda dalmış, derin bir sessizliğe bürünm üştü. Yavaşça ne­
fes alıp veriyor ve Tattu’ya bakıyordu.

“Üye ismimi de adım a benzer bir şey buldum anladın mı?” dedi
Tattu. Tatlu dudiş aldım. Tatlı dudak anlam ında yani. Tattu ismim
ya anladın mı?” Dudaklarını öne getirmişti. Bir ara düşündüm Tat-
lu_Dudi mi olsun diye Tugi... Ama sonra dudiş daha güzel dedim"
Dudağını biraz daha öne getirdi. “Tatlu tatlu dudikler...” İyice öne
uzatıyordu dudaklarını.

“Dudağın yere sürtülsün.” dedi Tugay onun haline bakarken. “Tır


nağım kırılacak diyip söylemek gelecekten haber verm ek mi oluyor?

“Ya zaten herkes kafadan atıyor Tugi. Mesela katil hakkında akılla

292
SULTAN TARLACI 9

la ne geliyor ise yazıyorlar. Katil şu an şöyle yapıyor, katil böyle


pıyor... Biz de atacağız anladın mı? Yazıyorum bak şimdi sen izle
:ni.”

Tenindili forum: Tatlu_dudiş:

ıelam ben sitenize yeni kayıt oldum. Yeni m edyum üyenizim. Katil
anda oturuyor.”

Tenindili forum: Dr. Saltı: “Hoş geldiniz. Yalnız katilin oturuyor


jşundan d ah a çok bilgiye ihtiyacımız var sanırım.”

Tenindik forum: Tatlu dudiş:


tyak ayak üstüne atmış şekilde...”

ıgay önce ekrana baktı sonra Tattu’ya döndü:

ıy vallahi pes!” dedi. “Kız ‘Katil ayak ayak üstüne atmış’ ne de-
ek? Öyle bilgiler istemiyor. Adam resmen şehir-ilçe yerini bulmak
n ipucu isim falan istiyor ne yapıyorsun sen! Bak işte anladı senin
:teneksiz olduğunu. Üye olduğun ilk saniye tebrik ediyorum .” Al­
la m a y a başlamıştı.

ıttu Tugay’ın protesto alkışına bakarak: “Ben ona şimdi yazacağım


ık sen” dedi.

/renindik forum: Tatlu_dudiş: “Sitenize gelen herkese böyle dav-


nmasanız iyi edersiniz. Ben de çok yetenekliyim bir defa.”

ıgay ekranı çevirip bir kez daha baktı:

tö a ...” dedi çatallaşan sesiyle. “Ne yazdın öyle? Ay... Bir de üste
kjyorsun. Yazma bari!”

/renindik forum: Dr. Saltı: “Ne güzel... Yeteneğinizi bizimle pay-


şabileceğiniz pek çok alan var sitemizde. Mesela duyular dışı algı
•teneğinizi ölçen Zener kartları ile kendinizi test edebilirsiniz.”

ladi bakalım .” dedi Tugay. “Doktorun aklı seninki kadar sanki...”


ıvrilttiği parm ağıyla Tattu’nun kafasını iteledi. “Beyinsiz. Şimdi ne

293
9 197 GÜN • BÖLÜM2

yapacaksın?” Bu azarda bir miktar Tattu’nun yaptığı her hatada


onun arkasını toplam a görevi olan ‘abla’ siniri vardı Tugay’ın üze­
rinde. Bu işin sonu yine ona kalacaktı. Sıkıntıyla derin bir iç çekti.

“Tırnağımın fotosunu görünce ne yapacak bakalım?” dedi Tattu


kendinden emin şekilde. “Az önce yazmıştım foruma tırnağım kırı­
lacak d iy e...”

“O ndan gelecek görüsü olur m u?” dedi. “Herkesin aklı seninki ka­
dar değil. Tırnağını kendi kendine kırdığın pek çok kişi tarafından el­
bette anlaşılacak. Bak adam Zener kartlarıyla göster diyor kendini.”

“Zener ne? Karo kartı gibi mi? H aa... Fal bakmam ı istiyor Tugi an­
ladın?”

“Hayır şekerim. Zener kartlarıyla psişik yeteneğini ölçebilirsin. Bir


tür psişik test...” Yeniden tüm kuvvetini toplayarak anlatm aya ça­
lıştı. “Sitesine bu testi yüklemiş doktor. Beş tane kart oluyor. Bıı
kartların her birinde ayrı ayrı daire, yıldız, su dalgası, artı işareti ve
kare resmi var. Önce kartların arkasını görüyoruz yani bu şekilleri
görmüyoruz. Sonra bilgisayar kartları rastgele seçerek tek tek göste­
riyor. Yani hangi kartın geleceği önceden belli olmuyor. O seçmeden
önce sen sıradaki kartı bilmeye çalışıyorsun ve işaretliyorsun. Sonnı
bakıyorsun tahm in ettiğin şekil mi çıkmış yoksa çuvallamış m ısın...”

“Kolaymış.”

Tugay: “Kolay mı?” dedi. “Allah Allah atlam a her şeye! Rezil ede
çeksin kendini.”

Tattu bir hevesle ve kendinden emin başladığı yeni deneyde yirmi


beş kartı arka arkaya işaretlemiş am a ilk on kartın hiçbirinde doğru
tahm inde bulunamamıştı.

Bir şeylerin ters gittiğini sezmiş olmalı ki bir anda durup: “Tugi yar
dım etsene” dedi.

Tugay ekrana bakıyordu: “Vallahi neyine yardım edeyim hayatım!"

294
SULTAN TARLACI 9

di. “Süpersin. İnsanda yetenek olmaz tam am da kafadan atar, on


:t içinde birini olsun şans eseri tutturur. Hiçbir kartı denk getire-
;mek de ayrı yetenek, tebrikler.”

a a a ...” dedi Tattu heyecanla. “Ciddi misin Tugi? Ben üzülüyor-


m. Şimdi bu iyi bir şey mi?”

em nasıl ciddiyim.” Sesi bu defa çatallaşmakla kalmamış, cümle-


ı sonuna doğru bir de kısılmıştı. Titrek ve zor duyulur gıcırtılı bir
le “Az sonra siteden gönderileceksin” dedi. “Yeteneği olmadığı
i bir de doktorla tartışıyor, hayret ediyorum. Diyecek bir sözüm
Ağzını fermuar kapatır gibi yapmıştı.

tu ‘siteden gönderileceksin’ sözünü duyunca yüzünü astı. “Tu-


...” dedi. “Ne olursun yardım et. Ne istersen yaparım lütfen...”

koca burnunu sokma dedim sana demi az önce?” dedi Tugay,


asıl yardım edeyim? Durugörür müyüm ben?

tu ağlam aya başlamıştı. “Sen herkese geçmişini, geleceğini söy-


orsun Tugi.” dedi. “Sen bilirsin sıradaki kartı.”

jay ağlayana dayanam azdı. Tattu’nun başını salata tahtasına


ızeyen kemikleşmiş göğsüne yatırıp “Hayatım benim arkadaşlar
sında baktığım fallara ne bakıyorsun sen?” dedi. “Tamam, sezgi-
m biraz kuvvetli am a bak bu sitede daha ileri yetenekte olanlar
anladın mı?” Tattu’nun saçından bir bukleyi kulağının arkasında
(atle sıkıştırmaya çalışıyor, alttan alta onu bu durugörü sevdasın-
ı vazgeçirmeye uğraşıyordu.

tu’yu teselli etmedi bu. “Benden daha iyi yaparsın yine d e ...”
li. “Söylesen ne olur sanki!”

:n güzel bir kızsın.” dedi Tugay. “Çok güzelsin am a dünyada her-


senin güzelliğini görmek zorunda değil. Olur ya doktor görme-
tir. Göstermek için illa başka yöntemlere başvurm ak...”

u burada tüm apartm anı yerinden oynatacak bir çığlıkla ağla-

295
9 197 GÜN ’ BÖLÜM2

m aya başladı.

“Ay tam am zırlam a...” dedi Tugay. İşaret parm ağını dudaklarına gö­
türüp “sus” işareti yapıyordu. Bunun işe yaramadığını görünce elini
kendi ağzından çekip Tattu’nun ağzını kapattı. İstediğini yapacağına
dair birkaç hareket yaptıktan sonra diğerinin biraz sessizleştiğini gö­
rünce yüzüne tükürüp laptopu kendine çevirdi. Koluna asılan Tat-
tu ’yu biraz iteleyerek: “Dur bakalım” dedi.

Birden ağlamayı kesip laptopu önüne çevirdi Tattu. “Hangisini işa­


retleyim Tugi? Hangi şekli?”

Tugay derin bir nefes aldı. Önce Tattu’ya sonra sabır çekerek ekrana
baktı: “Yıldız” dedi.

Tattu söylenen kartı hem en seçti ve gerçekten yıldız çıktı. Bir çığlık
^ atıp Tugay’ı öptü.

“A aaa valla tuttu ayol.” dedi Tugay. “Acemi şansı. Ha hah... acemi.”

“Hadi sıradakini de söyle Tugi.”

Tugay yeniden ekrana baktı. “Imm m... Ay dur, acele etmeyim şim­
di.” Birkaç saniye düşündü. Kazanılmış bir başarının yükü vardı
üzerinde. Bir sonraki adım da da bu başarıyı korumalıydı. Kararını
vermiş gibi pem be ojeli işaret parm ağını ekrana yöneltip: “Kare!”
dedi.

O da doğruydu. Bu şekilde Tugay’ın yardımıyla son on beş kartta


sadece iki yanlış tahminle oyunu tam am ladılar ve ekran görüntüsü
nü çekip sitenin forum una koydular. Böylelikle tatlu_dudiş hesabı
nın yeteneği kanıtlanmış oluyordu! Doktorun dikkatini çekmişti. O
gece yeni üyesini tebrik edip, her yetenekli üyeye yaptığı gibi bir de
yöneticilik verdi.

Tattu’nun ayakları yerden kesilmişti. Yönetici olur olmaz karyolada


defalarca zıplamış, sonra yorulup oturm uştu. Gece geç saatlere ka
dar siteden ve doktordan bahsetti. Doktorun bu kadarcık yakınlığı

296
SULTAN TARLACI 9

dile dökm ese de hayalinde ona evlenme teklifi etmesine kadar git­
mişti.

“Tugi ne yazdı am a doktor? Tebrik ederim, gerçekten güzel bir b a ­


şarı’ yazdı gördün m ü?” diyordu.

Görmüştü. Hem de Tattu’nun yedi sekiz defa göstermesiyle...

“Yöneticilik de verdi.” dedi. “Üstelik ben istemedim yöneticilik sen


de vardın değil mi? Gördün kendin. İstedim mi? İstemedim. Yöne­
tici olunca forum da başka yerlere de girebiliyorsun bir de sohbet
odası açılıyor Tugi... Chat odası var. Psişik kişiler yazışıyor. 7/24
sohbet odasında. O rada arkadaşlarım olacak Tugi. O kadar mutlu­
yum k i...”

Tattu, Tugay’da kaldıkça evde başka yatak olmadığı için “kız kardeş
gibi” beraber yatarlardı. Tugay, Tattu’nun sabaha kadar konuşarak
kendini uyutmayacağını anladığı için susturmanın bir yolunu arıyor
gibiydi.

“Kız onlar Cinlilerdir.” dedi. “Fazla bulaşma. Hadi unut artık orayı,
uyu.”
“Ay dem e Tugi valla korkarım. Hem öyle adını söylemeyeceksin üç
harfli diyecekmişsin.” Elini kulağına götürüp bir öpücük attı. Sonra
sivrilttiği parmağını duvara vurdu. “Allah korusun” dedi.

“Üç harfli mi o ne kız ha h a.”

“Tabi... Ay pardon beş harfli. ‘C -i-n -l-i’ beş harf y a... Ben küçük­
ken mahallemizde Seviye Teyze vardı. O öyle derdi. Adlarını söyle­
meyin beş harfli deyin. Olur da Cinlilere bulaşırsanız. ‘Uzak dur beş
harfli uzak dur. Git tuvalete tuzak kur’ deyin derdi.”

“Ayy sus Allah aşkına!” dedi Tugay yataktan kalkarken. Yine sesi
erkek gibi çıkmıştı. “Şu pedimi bir değiştireyim.” dedi. “Gece sıkıntılı
geçiyor özel günlerde.”

“Ya Tugi gitme. Korkarım ben tek başım a.” diye bağırdı Tattu.

297
9 197 GÜN - BÖLÜM2

“Aa saçm alam a be!” dedi Tugay yine çatallı sesiyle. “Yat uyu. Çok
konuşursan gelir Cinliler. Yatıp uyuyana ilişmezlermiş.”*

Tattu hava sıcak olduğu halde sanki herhangi bir tehlikeye karşı kal­
kan gibi onu koruyacakmış ruh halinde çarşafı üzerine dolayıp “Ya
lütfen Tugi” dedi. “Beş harflilerden bahsettin inan ki korkarım. Ben
de geleceğim o zaman bekle.”

Tugay’ın arkasından kalkmış hızlıca gidiyordu. Bir an dönüp arka­


sına baktı. Hiçbir şey olmadığı halde bir çığlık atıp zıpladı. “Bekle
Tugiiiii ”

Tugay banyoya girip kapıyı kapattı. Tattu da önünde beklemeye


başladı. Konuşmaya devam ediyordu.

“Tugi, mesela doktor m erak ediyormuş sitede Ay acaba bu yetenek


li kişi kim’ diye. Sonra buluşm a falan ayarlam ak istiyor. Randevu
yerine ğldene kadar ben kendimi göstermiyorum tabii. Sonra beni
karşısında bir görüyor, nasıl şaşırıyor. Ya! işte öyle kimseyi küçük
görmeyeceksin Tugi. Bak işte ummadığın kişide ne yetenekler olu
yor. Allah bana da duyu dışı algı yeteneğini vermiş.”

Tugay banyodan çıkmış, o önde Tattu arkada bu defa odaya gi


diyorlardı. Tattu’nun yeteneğine dair anlattıklarıyla koridoru geçip
yeniden odaya girdiler. Tattu kapı açık kalırsa biri gelip onlara biı
şey yapacak korkusuyla kapıyı sıkıca kapatıp yine bir çığlık atarak
hem en yatağa girdi. “... am a kimseyi aşağılamayacaksın Tugi.” diye*
devam etti. “Gerçekten insanın kalbi temiz olacak. Zaten ben inanı
yorum Allah Rabbim bu yeteneği kalbi temiz olana veriyor. Kalbin
temizse görebiliyorsun geleceği. Sonra da işte böyle keşfediyor bı
rileri seni. Mesela Zener kartlarında yeteneğim olduğu gibi benim
rüyalarım da çıkar Tugi. Takma kirpik Sevil var ya. Geçen gelmişi
senin dükkâna... Uyudun mu kız? Uyudun mu Tugi?”

Tugay uyum adıysa bile sussun diye uyur gibi yapıyor olmalıydı. Tn!
tu bir süre Tugay’ı uyandırm aya uğraşsa da sonunda um udunu ki*

298
SULTAN TARLACI

sip yorganın altına ayak parmağını bile dışarıda bırakm adan girmiş
sadece gözleri dışarıda dua nam ına ne biliyorsa yalan yanlış korka
korka okum aya başlamıştı.

“Sübhaneke Allah’ım rabbike Allah’ım ehad Allah’ım samed. Lem


yelid hem de veled... Böyle miydi ki Allah’ım affet.”

Yorgunluktan sızıp kaldığında sabah ezanları okunuyordu.


“Tekrar edilebilir deney arzu edilir am a parapsikolojik olayların
çoğunun kendiliğinden ve d ü ze n siz olduklarına bakılırsa, deneysel
m etot, parapsikolojiye uygulanabilen bir m e to t olm ayacaktır.”
Cari G. Jung, 1963

Dr. Saltı Paylaştı 89 gün önce

79. G ün

Anne tavşan, tüyleri tıraş edilmiş soluk renkli kafatasından beynine


uzanan elektrotlarla cam bir kafesin içinde başına gelecekleri bekle­
mektendi. Federico, beyaz önlüğünün önünden dışarı taşan koca­
m an göbeğini kafesten uzaklaştırıp kulağındaki kulaklığı parmağıyla
destekleyip “Tamam.” dedi. Bu “tam am ” komutu telefonun diğer
ucundaki adamınaydı. Onu da tanırım, o da tetikçidir. Geldiğinde
on bir yaşındaydı, ben yetiştirmiştim ölmeden önce.

Profesör domuz, her deneyini kaydeder. Yine öyle yapıyordu. Ta


vanda asılı, kendini takip eden kam eraya dönüp: “Yavrularından en
az 89 km. ötede ve bir cam fanusun içinde bekliyor” dedi. Karne
raya tavşanı gösteriyordu. “Yavrularını görmüyor, onların seslerim
duymuyor. Az sonra yavruları tek tek öldürülecek ve bakalım 89 km
öteden anne tavşanın beyni bunu algılayabilecek mi?”

Yeniden kulaklığına:

“Anne hazır. Tamam.” dedi.

“Yavrular da hazır.” diye tetikçinin sesi geldi. “Tamam.”

“Tamam dediğimde birini öldür.”


SULTAN TARLACI 9

Anlaşıldı.”

T am am .”

dikkatlice hayvanın beynine bağlı kablolara ve devamındaki ekrana


»akıyordu. Ancak birkaç saniye geçmişti ki yeniden kameraya döndü:

Evet, evet, evet!” diye bağırdı. “B una inanabiliyor musunuz? Bey-


li tepki veriyor. Şu an, beyni son yarım saatten daha hızlı!”

Söyle yedi defa komut verdi ve her defasında annenin beynini kont-
ol etti. Hepsini de kaydetti. Pamuk topu halinde cam kafesin içinde
»ağlı ve çaresiz yatan zavallı hayvan pem be burnunu birkaç defa
»ynattı.

(ulaklığı parmağıyla destekleyip:

Elinde hâlâ canlı yavru var mı?” diye sordu.

Evet. Bir tane kaldı.” diye cızırtılı bir ses geldi karşıdan.

0 h a ld e ...” dedi domuz. “O na eziyet ederek öldür. Can çekişirse


ınnesinin beyin dalgaları daha d a hızlanacak mı bakalım?”

(ynı cızırtılı ses “Tamam.” diye karşılık verdi.

Serçekten anne tavşanın beyni o zam ana kadar olduğundan çok


laha fazla hızlanıyordu.

Vaaaaaav!” diye bağırdı Federico. “O oo... Dur bakalım. Dur dur”


avşanın etrafında dönm eye başladı. “Ne oldu yahu?” dedi ken­
ti kendine. “Anne tavşan öldü m ü?” Gür sesiyle bir kahkaha attı.
Dayanamadı sekiz yavrusunun ölümüne. Ha ha h a ...” Yeniden
tameraya döndü: “İnanılır gibi değil. Eziyet çeken yavrusu anne
avşanı öldürdü. Bir saniye. Başka bir şeyden ölmüş olabilir mi?”
Tavşana arkası dönük, yumruk yaptığı eliyle başparmağını kaldırmış
•ınzunun arkasından tavşanı işarete diyordu: “Otopsi lazım.” dedi.
Başka bir şeyden ölmüş olabilir.” Bir kahkaha daha attı. Kulaklığı-
ın seslendi:

301
9 197 GÜN • BÖLÜM2

“Yavruyu nasıl öldürdün?”

“Canlıyken yaktım.”

“H a h a ... Seni pislik!” dedi. “Anası d a geberdi burada.”

Yaşarken tetikçiydim. Kabul. Bunu zaten size ben söyledim. Yalnız


bu kadar acımasız değildim. Bakın benim bir tarzım vardır. Hedefi
alırım. Tık. Orada geberir. Adamın canını boğazında tıkanmış bırak­
mam. Eziyet etmem. Kimseye de eziyet edilmesi taraftarı değilim.
Ha sonra, öldürdüğüm kişilerin cenaze namazına gidip Fatiha oku­
muşluğum d a çoktur. Öyle berbat bir herif sanmayın beni. Hangi te­
tikçi öldürdüğü adam ın arkasından Fatiha okur ki? Ayrıca, kadınlar,
yaşlılar, çocuklar ve hayvanlar... Kimse bana bunları öldürtemez.
Bunu Federico da bilirdi. Hatta öyle bir iş olduğunda bana hiç söy­
lemez başka tetikçileri kullanırdı. Şimdi şu tavşana acıyorum. Herif
bunu bilim adına yaptığını söylüyor. Ya zevk alışına ne demeli? Bi­
lim adına mı zevk alıyor? Bok herif!

Karne ray aj? akıyordu. Sanki az önceki neşeli halinden eser yok gibi,
ciddi bir tavırla: “Uzaktaki yavruları öldürülürken anne tavşanın
beyninin tepki vermesi, hayvanlarda d a telepati olduğunu bize ka­
nıtlıyor.” dedi.

Ölü tavşanın birkaç fotoğrafını çekti. Sonra yeniden kam eraya dön­
dü: “Bu deney yeniden tekrarlanacak. Her defasında aynı sonucu
alacak mıyız bakacağız.” dedi. “Her defasında yavrularını aynı şe
kilde öldüreceğiz ve her defasında annenin beyin hareketlerini kay
dedeceğiz. Her defasında hareketler hızlanacak mı? Eziyet edilen
yavrularda annenin beyin hareketleri daha çok m u hızlanacak? Hele
h e le ...” dedi. Durdu. Derin bir iç çekti, “...h er defasında anne öle
cek mi?” “Hele h e le ...” diye yeniden sessizce mırıldandı.

Sonra birden bağırdı: “Hele hele hele Anteplim, gel yanım a dili dal
lım. Çiterelli çarıyooor tırır tın tır nayalım ...”

Ne zam an hareketli bir Türkçe şarkı söylemeye kalksa bu türkünün

302
SULTAN TARLACI 9

diği tek dizesi olan bu sözlerle başlar, bilmediği yerleri uydurur,


az on defa dönüp dönüp aynı yeri söyler, oynar, seker, bağırır,
lerdi.

ıbasmın Antepli bir Türk olduğunu öğrendikten sonra Antep kül­


lü üzerine derin araştırmalar yapmıştı. Kılık kıyafeti, yemek kültü-
, adet-gelenek görenekleri, el sanatları, müziği... İşte o dönem den
İma iki dizeydi bu türkü. Sıklıkla bunu söyler ve söylerken de bu
dizenin yanına türkünün en azından iki dizesini daha öğrenmeyi
fasına koyar am a sonra unuturdu.

iel yanım a dili datlıııııııı.” dedi yeniden. “Çiterelli çarıyooor tırır tın
nayalım ...” Elinin birini beline koymuş, diğeriyle beyaz eldivenini
lıyor, laboratuvarın içinde bir sağa bir sola tavşan gibi sekiyor, ko­
n a n göbeği fıçı gibi kalkıp iniyordu. “Çiterelli çaaaarıyooorrr...”
rerek başını, gözüne kulağına saldıran bir arı varmış gibi hızla sağa
a sallıyor, dudakları savruluyordu. “Tırı tın tın naaaayalım . Hele
e hele hele hele hele hele A nteplim ...” Elinin birini beline koy-
. Diğerini havada sallayıp ayaklarını geçenlerde izlediği bir An-
>yöresi belgeselinde gördüğü halay çeken adamların yaptığı gibi
omaya çalıştı. “Çiterelli çarıyoooor... H op.” dedi. “Hele hele hele
teplim... nara nara naradil datlı...”

süre sonra Kurban Bayramlarında kasap elinden kaçan besili bir


r gibi nefes nefese kalmıştı.

ırdu. Elinin tersiyle alnının terini silerken sanki bu teri zor şartlar
na çalıştığı ve buna rağm en çok düşük bir m aaş aldığı işini yapar-
ı namusla dökmüş gibi silmişti.

oğraf makinesini eline alırken “Fotografie forse un po’ ingiallite.”


li. “Zavallı pam uk to p u ....”

:ının içinde hüzünlü bir şarkı mırıldanmaya başladı:

slancolie... in settembre

303
* 197 GÜN • BÖLÜM2

Mi dicevi tu non m ’a a a a a a aa a a aa mi piü

E fu cosı che in settembre

İl sorriso tuoooo finî

Foootooooografiiiieeee forse un po’ ingialliiiiite

Cooooom e le foglie che gia son cad u teee....”

İçini çekti. “Duygusalsın Federico.” dedi. “Çok duygusalsın. İşte


bak. Az önce biraz neşelenip oynadın. Şimdi? Yine hüzün, yine hü­
zün, yine hüzün... Yine melankoli.” Tavşanı saydam bir torba içine
alırken: “H ayat sana çok acımasızdı Federico.” dedi. Başını önü­
ne eğmiş duygusal bir şekilde sallıyordu. “Sen hep merhametliydin
ama. Hep, her zaman insanların iyiliğini düşündün, her zaman bilim
için bir şeyler yapm aya çalıştın.” Kafasını birden kaldırdı. Karşısında
biri varmış d a ona anlatıyormuş gibi: “Gerçi bunun için kendini fazla
övme yakışıklı İtalyan! Beynine söz geçiremiyorsun ki... Çalışıyor.”
dedi “Hah ha h a... Durm adan çalışıyor.” Torbayı çekmeceli bir buz
dolaba koyarken “Tanrım, beni kusursuz yarattığın için sana sinirle
necek değilim” fiyordu. “Kesinlikle bunda senin bir hatan y o k ...”

Çekmeceyi kapatırken bağırm a sesleri duydu. Canı sıkıldı. Kapıyı


açtı. Sesler yan odadaki LSD’li insanlardan -deneklerden- geliyor ol
malıydı. LSD, uyuşturucu yahu. Bu laboratuvarda kaç kişi LSD’den
can verdi biliyor musunuz? Nereden bileceksiniz.

Ben de yine bu dom uzdan öğrendim. LSD, yıllar önce meşhur biı
ilaç firmasının laboratuvarında yanlışlıkla bulunmuştu. Ta 1938 yılın
da. Federico gibi çatlak adam ın biri m antardan Liserjik asit elde etli
ve dietilamidle karıştırdı. Yanlışlıkla küçük bir damlası tenine değdi
Önce hiçbir şey hissetmedi am a 10-15 dakika sonra algısının deği$
tiğini ve ardından tam am en başka bir renkli âleme geçtiğini gördü
Söylenene göre bu, görsellikte çok zengin adeta cennet benzeri biı
güzellik evreni içinde yaşanan haz ve mutluluktu. Görülmeyen şeyleri
gördürüyordu. Koca evren sanki göğüs kafesinin içine zor sığıyordu

304
SULTAN TARLACI 9

Evet, doğrusunu söylemek gerekirse kendim de sonradan epey


araştırma yaptım bu meret hakkında. Bir defa, kullanan hem en her­
keste aynı etkiyi yapıyor. Bu nedenle bu m addeye ‘zihni dışa vuran’
anlam ında psikedelik de demişler. Bu tür durum larda insanın aklına
hem en CIA geliyor değil mi? Haklısınız. O rduda askerlerde, esirler­
de bu m addeyi bolca kullanıp düşünceleri kontrol etmeyi amaçlamış
bir dönem . Bu doğru. Neredeyse kırk bin kişi üzerinde denenmiş.
Federico mu? H a h a ... Domuzun bilmediği var mı? Eksik kalmadı
elbette. Kendisi de bir küp şekerine emdirilmiş LSD kullanmış ve
aynı algısal şeyleri deneyimlemişti. Tadı ve kokusu olmadığından
da şeker tadından başka bir tat almadığını söylemişti. D aha da ileri
gitmiş ve migren benzeri dayanılmaz küme baş ağrısı olan bir ar­
kadaşına iki tuz zerresi kadar LSD vermiş ve baş ağrısının çok kısa
sürede geçtiğine şahit olmuştu. Ama Federico’yu asıl ilgilendiren iki
şey vardı: LSD’nin duyular dışı algıyı açarak gelecekte olacak olay­
ları önceden hissetmeyi güçlendirmesi ve problem çözme yeteneğini
yani yaratıcılığı doruğuna ulaştırması. Bir konuda sıkışıp kalmış bi­
lim adamlarının LSD aldıktan bir saat sonra farklı çözüm yolları ile
aynı problemi çözdüklerini okumuştu. Üstelik bu tek dozdan sonra
zihin ve zekâ patlamaları haftalarca devam ediyordu.

Duyular dışı algıyı açtığı söylenen bu m addeyi insanlara yine küp


şekerlere emdirilmiş şekilde vererek belki yüzden fazla deney yaptı
domuz. Yasal mı? Elbette değil. Elli yıl önce LSD ile ilgili bilimsel
çalışmalar uluslararası bir anlaşm a ile yasaklanmıştı. Her yasak gibi
LSD üretimi ve satışı delindi ve ardından sokaklara döküldü am a
Federico zaten yasal bir alanda durm uyordu ki... Kaçak yollardan
elde ettiği LSD’yi kullanıyordu. Çok etkili bir m adde olduğundan,
minik bir dozu birçok deneyde kullanabiliyordu. Mesela 28. gram
1.SD ile 300 bin kişilik bir şehri uyuşturabilirsiniz. Bunun küçük bir
denemesini Amerikalılar ikinci dünya savaşında Fransa’da bir kasa­
bada denemişlerdi ve 743 kişinin yaşadığı kasaba halkı bir iki gün
içinde halüsinasyonlar içinde, başka bir âlemde yaşayan Şizofren

305
9 197 GÜN ’ BÖLÜM2

hastasına dönm üştü. Neredeyse tüm kasaba... Sadece 41 kişi has-


talanmamıştı. İncelemeler sonunda kimse neyin buna neden oldu
ğunu anlayamamıştı.

Kapıyı anahtarla açtıktan sonra tekmeleyerek girdi:

“Ne bağırıyorsunuz!” diye gürledi.

Uyuşturucunun etkisiyle dili dışarı çıkmış, göz bebekleri büyüm üş ve


kan çanağına dönm üş “deneklerden biri” adeta susuzluktan kıvrann
gibi Federico’ya doğru atıldı ve “biraz d a h a ” istedi. Bu, az önceki
bağıran denek olmalıydı. Aslında böyle miskin olunmamalıydı amıı
sanırım acıkmışlardı. Kafası yerinde olmayan adam uzun süredir
kullandığı uyuşturucunun etkisiyle her fiziksel ihtiyacında sorunun
neyden kaynaklandığını bilemez “biraz d a h a ” isterdi ve Federico
son zam anlarda bunlara verdiği LSD’nin dozunda bir yanlışlık yap
mış da olabilirdi. Neyse ki diğerleri şu an için sessiz ve hayatlarından
m em nun gibiydiler. İçlerinden biri Federico’ya doğru atılan deneğe
kahkahalarla güldü. Bu “yeni” deneklerden biriydi ve bir süre sonra
kendi de aynı hale gelecekti. Birkaç dakika içinde bu ihtimal kendi
aklına da gelmiş olacak ki kahkahasını aniden kesip can sıkıntısı ve
huzursuzlukla oturdu.

Federico ayağının dibine gelmiş deneğe bir tekme bastı. “Defol!"


dedi. “Sizin kadar işe yaramaz pislikler görmedim. Sanki içtiğini/
uyuşturucuyu beyninize hiç uğratm adan yarım saat sonra sıçıp çıka
rıyorsunuz. Gramının parasından haberiniz var mı onun!” Aslında
para hiç önemli değildi. Federico istediği sonucu alsın onlara istedik
leri kadar uyuşturucu verirdi am a maalesef bu deneylerden saden*
birkaç defa istediği sonucu elde etmişti. Yani LSD alan birkaç ki^ı
gerçekten geleceğe dair önceden bir şeyler söyleyebildi ve doğııı
çıktı am a bunlar genelde yakın gelecekti. İki-üç dakika sonrasına
dairdiler. O da bir işe yaramıyordu. Sonrasında Federico, LSD’nin
kabul edilenin aksine geleceği görme yönünde çok da etkili bir mad
de olmadığını not düşmüştü. Bunları ışık hızıyla yeniden kendi dr

306
SULTAN TARLACI 9

üşündü. Belki de sorun deneklerdeydi. Bunu şu an için bilemiyor-


u. Zam an içinde daha çok kişide denedikçe bilimsel bir sonuca
[aşabilirdi. Şu an görünen, bu adam larda ne geleceği görme ne de
aratıcı bir zeka parıltısı vardı.

omadaki hastalarda kom adan çıkışı kolaylaştıran, uyanıklığı art-


*an ve mucize ilaç olan am antadini de deneklerinde kullanmıştı,
omadakileri uyandırdığına göre belki uyanık kişileri de bilinmeyen
inyalara, başka boyutlara ulaştırır um uduyla kısa bir süreliğine
memişti. Tabii komadaki hastalarda değil, gayet sağlıklı kişilerde
kkat ve farkındalığı arttırmak için oldukça yüksek dozlarda dene-
işti. Tespitlerine göre öngörü ve duyular dışı algı yeteneğini arttır­
ıyordu. Ama deneklerin sözel belleğini epey güçlendirdiğini notları
asında, kenarına bir yıldız işareti koyarak eklemişti.

: önceki denek yine sürünerek Federico’ya doğru geldi. Federico,


lam a eğilip saçından yakaladı ve deneğin kendinden geçmesi ne­
miyle bir türlü göz göze gelemeseler de göz bebeklerine bakm aya
ılışarak: “Geleceğe dair bir şeyler görüyor m usun?” dedi. “Özel­
le toplumsal olaylara dair?” diye ekledi. Toplumsal olaylara dair
►zellikle” sormasının sebebi geçenlerde doktorun açtığı internet
esiydi. Federico o siteye üye olmuş -Neydi sitedeki takmak ismi?
jrun bakalım hatırlayacağım. Piccione. By_piccione. İtalyanca
ıvercin demekmiş. Güvercin-şans oradan bir bağlantı kurmuş ol­
alı- am a profesyonel alan denilen sadece yöneticilerin girebildiği
>lüme bir türlü girememişti. Çünkü bu bölüme girmek o kadar ko-
/ değildi. Doktor siteye “Durugörü veya Haberci Rüyalarını Ekle”
;e bir yer açıp otomatik bir sistem kurmuştu. Üye olduktan sonra
aya tıklayıp bir durugörü veya rüya ekliyorsun. Eklediğin durugö-
veya rüya gelecekten haber veren bir olayı içermeli. Sen algını
zar yazmaz “Yıl-Ay-Gün-Saat-Dakika-Saniye”siyle kaydediyor
e otomatik olarak. Yalnız önemli ve gerçekleştiği zaman herke-
ı şahit olabileceği bir olay olmalı. Düşünün İkiz Kuleler saldırısı-
Olay olm adan önce biri bunu durugörüsünde veya rüyasında

307
9 197 GÜN • BÖLÜM2

görseydi ve yazsaydı siteye olay olduktan sonra herkes haberlerden


görüp daha önce siteye otomatik olarak böyle bir algı eklendiğine
şahit olacaktı. Olay b u ... Gelecekte olacak bir olayı bu şekilde haber
verip söylediği olay gerçekleşince alabiliyorsun yöneticiliği. Ne işe
yarıyor derseniz işte sitede gizli ve her üyeye açık olmayan o yerlere
girmeye yarıyor. Yani Federico’nun girmeye çalıştığı yerlere... İnsan
merak ediyor açıkçası o gizli yerlerde ne var diye am a bana kalırsa
pek de bir şey yok. Sanırım doktor, duyular dışı algı ve önsezi yete­
neği olanları siteye üye olan onca kişi rahatsız edip kendi hayatına
dair bir şeyler sormasın yani ortam falcı ortam ına dönm esin diye
böyle bir şey yaptı. Ya da yeteneklileri ayırmak için. Bilmiyorum.
Bizimki, geleceği göremediği için giremedi. Gerçi birkaç tane attı
kafadan am a onlar da tutmadı.

Bu nedenle LSD verdiği denek olur da bir gelecek haberi verir, si­
teye eklerim diye dikkatle bakıyordu am a diğerinden ses gelmedi.
Parmaklarıyla sımsıkı tuttuğu saçları adam ın yanağına dizini basa­
rak sinirden hızlıca yoldu. Zavallı adam az önceki çığlığından daha
yüksek bir çığlık basmıştı. Diğerleri kahkaha atıp alkışladı.

“İşe yaramaz pislikler!” diyerek parmakları arasında kalmış saç tel­


lerini temizledi. Birkaç küfür savurarak çıktı. Kapıyı kilitlerken yan
odanın kapısına gözü takıldı. “Gelmişken bir de Ganzfeldciler'e ba­
kayım.” diye mırıldandı ağzının içinde. “Belki bunlarda bir şeyler
vardır.” dese de yüzündeki umutsuz ifade tam tersini söylüyordu
anahtarı kapıya sokarken. İçeri girdi. Odayı aydınlatmaktan çok
sanki karartan kırmızı, kıpkırmızı bir ışık vardı. Bir elini duvara, diğe­
rini beline yaslayıp “Sabahtan akşam a kadar mal gibi yatıyor musu­
nuz?” dedi. Oraya kendi yatırdığı bu insanlara odaya her girdiğinde
bunu söylerdi.

Benim de en anlamadığım deney odasıydı burası. Domuz, yıllardır


Ganzfeld deneyi yapmaktaydı am a tam olarak ne yapm aya çalıştı­
ğını hiç anlamadım. Odanın içine on tane büyük küvet koymuştu.

308
SULTAN TARLACI 9

irini de suyla doldurmuştu. Suyun içinde de muhakkak bir şeyler


dır am a anlam am . İşte mal gibi yatıyorsunuz dediği denekleri bu
/etlerin içinde yatıyordu. Aylardır ve yarı uyuşmuş h ald e... Fede-
) bunların gözlerini, kulaklarını ve her deliğini kapatmıştı. Sadece
es alabilecekleri kadar bir delik bırakmıştı. Adamlar suyun içinde
dünyadan bağımsızdı sizin anlayacağınız. Beş duyu kapatılınca
ncı duyu yani duyular dışı algıları açılır düşüncesi sarmış olmalıy-
iomuzu. Duyulardan gelen parazitleri azaltıp, duyular dışı algıyı
:eye çıkarmak istiyordu kısacası. Bildiğim sadece bu.

ı sıra onları sudan çıkarıp ne gördüklerini soruyor ve söyledikle-


kaydediyordu. Bana kalırsa bu adamların gördüğü halüsinas-
ıdan başka bir şey değil. Gözü kapat, kulakları kapat, dokunm a
/usunu suyun içinde kaldır, bu kadar duyusal eksiklik zaten bir-
; gün sonra halüsinasyon yapar. Üstelik hiçbiri de şimdiye kadar
sceği gördüğünü söylemedi.

Didan ayrılıp küvetlerden birinin yanına yaklaştı.

/a elini batırıp az önce LSD’li deneğe yaptığı gibi adam ı saçından


aladı ve başını sudan çıkardı. Adamın kulağındaki “tıpa”yı da
irip eğildi. “Ne görüyorsun?” dedi. “Toplumsal olaylarla ilgili bir
var mı?”

lek bir süre inledi. “G ölgeler...” dedi. “Simsiyah, bir oluğun için-
ı yağ gibi süzülüyor. Sanki sokak mazgallarına akıyor. Mazgal-
.. ıhh... mazgallar, mazgallar, m azgallar...”

.. mazgallarını!” dedi Federico. “Ne olmuş mazgallara?”

azgallar. Onlar mazgal değil ki! Onlar hapishane demiri. Simsi-


ı bir adam ... Simsiyah, sarı am a başka renkler de görüyorum,
r, yeşil, m avi... Adam çıkıyor mazgallardan. Ağzı köpek ağzı gibi
am an... Yılan gibi kıvrılan kuyruğu var. Ucunda da kerpeten,
ka biri sıkıştırıyor, sıkıştırıyor, sıkıştırıyor...” Federico, gözlerini
atıp boynunu birkaç defa tutulmuş ve ağrıyor gibi sağa sola çe­

309
9 197 GÜN ’ BÖLÜM2

virdi. “Adam bağırıyor. Kuyruğunu bir sağa bir sola şiddetle vuruyor.
Bir sağa bir sola, bir sağa, bir so la ...” dedi. Federico, parmaklarını
saçlarının arasında gezdirip alt dudağını ısırdı. Derin bir nefes alıp
silahını belinden çıkardı ve sinirle küvete boşalttı. Adamın suyun
içindeki bedeni vurulmanın etkisiyle birkaç defa sekti. Zaten kırmızı
olan oda ve su içinde kan belli olmuyordu am a bir süre sonra bi
riktikçe siyah bir şekilde kendini belli etti. Duvarlara, yerlere, Fede
riconun gömleğine, yüzüne, her yere sıçramıştı. “Gerizekalı!” dedi.
Diğer küvetlere göz gezdirdi. Muhtemelen onların da geleceğe dair
bir görüsü yoktu. Duyduklarına siniri dayanm ayacağı için sormadı.
Kapıyı kapatıp çıktı.

Tasavvufçuların odasına da girmeyi düşündü. Bu bölüm henüz ye


niydi. D aha geçen hafta İslam mutasavvıflarından levitasyon ya
pabilenler olduğunu öğrendikten hem en sonra bir tasavvuf grubu
kurmuştu. Kendince en günahkâr gördüğü adam larından on tane
sini seçip bu odaya kapatıp sabah akşam zikir yaptırm aya başladı.
Amaç, zikir esnasında yavaşlayan beyin dalgalarının duyu dışı algı
artırması... Gün boyu yarım ekmek biraz sudan başka bir şey ver
mediği adamlara: "“Nefsi değil ruhunuzu besleyin” diye öğüt verme
yi de ihmal etmezdi. Ne sıkıntıdaydı bu grup anlatam am . Namaz,
Kur’an, zikir. G ünde iki kez, sabah ve akşam, neredeyse değişmez
bir kural olarak lâ ilâhe illâllah’ı üç yüz doksan yedi defa, Ya Latif,
Ya Habir ve Ya Gaffar’ı tek tek üç bin altı yüz yedi defa tekrarlatı
yordu. Zikir kelimelerini seçerken bile ilahi anlamlarını araştırmıştı.
Latif’in Allah’ın gizli saklı her şeyi en ince ayrıntısına kadar bildiği,
Habir’i gayb dâhil her şeyden haberdar olması ve Gaffar’ın da giz
li sırlara erişme anlam ına geldiğini öğrendiği için şimdilik bunları
seçmiş, adeta gizli ve saklı bilgiye ulaşmanın anahtarı olarak dii
şünmüştü. Bunları söyletirken de soluk tasarrufu yapar gibi her bir
solukta yedi-on bir kez tekrarlamayı zorunlu kılıyordu. Bölüm çok
yeni olduğu için henüz duyu dışı algısı açılan veya astral seyahal
yapabilen yok. Üstelik Federico’nun bu gruptan beklentisi yüksek.

310
SULTAN TARLACI 9

uyu dışı algı veya astral seyahat dışında tayy-ı mekân yapabile­
nine dair de bir düşüncesi var. Bu iyiye işaret değil. Çünkü böyle
derse Federico sinirlenip birkaç tanesini öldürecek. “Koca götünüz
2den havalanmıyor? Mutasavvıflar sizin kadar yiyor m uydu?” di-
)r. Zaten o öldürmese bunlardan da birkaç tanesi de Hint grubu
bi açlıktan ölür sanırım. Açlıktan olmasa baskı stresi ve sıkıntıdan
ür. O kadar sıkı bir yaşam a kim katlanır? Sabahtan akşam a kadar
imaz kıl tespih çek. Olacak iş mi?

int Grubu dediğim diğer grup. Bu grubu oluştururken de Budizm


i Hint fakirlerinden ilham almıştı. Nasıl levitasyon yapıyordu Hint
kirleri? Levitasyon yani yerden kendi kendine yükselme ya da
:ma... Uçtular doğru am a diğer tarafa. Bu grubun pek çoğunu aç
raktı Federico. Bir deri bir kemik-hatta sadece kemik- haline ge-
ı deneklerin çoğu bırakın havalanmayı kollarını kaldıracak halleri
imayınca açlıktan öldüler. Federico’nun bu durum a olan yorumu
Jedeni aç bırakırken ruhu beslemeyi öğrenemediler ki...” olmuştu.
;sa hoca d a tutmuştu yanlarına öğrensinler diye... Hatta kendisi
rkaç defa uyanık kaldıkları gün boyunca bm -m ara-ram a, om-ma-
-padme-hum, ayn-hum ’ tekrarlatarak m editasyon da yaptırmış
ı a işe yaramamıştı. Girmekten vazgeçtiği odanın kapısından ge-
rken bunları ışık hızıyla kendi de düşündü. “D aha ne yapayım ben
e!” dedi. “Narko, narkö, narkor köpekler...” Nankör kelimesini
Ltırlamaya çalışıyor olmalıydı. Aklına takıldı kelimenin aslı. Sonra
ilamazsa gün boyu onu rahatsız edeceği için onu birden unutup
lındaki konuya döndü.

»İki Duyular Dışı Algı üzerinde çalışırken başka şeyler denemeliydi,


mtemler, teknikler, imkanlar... Her şey yerli yerinde ve doğruydu
ıa belki denekler yanlıştı. Duyu Dışı Algı erkeklere oranla bayan­
da, diğer insanlara oranla sanatçılarda ve bu alana inanm ayan-
a oranla inanan insanlarda daha fazla gözleniyordu. Laboratuva-
ı kapısını kilitlerken “Oysa benim denekler?” dedi. Çoğu erkek...
anat mı?” dedi. “Onlar sanattan ne anlasın. İnce ruhtan, estetik­

311
9 197 GÜN ’ BÖLÜM2

te n ...” Bu tür Duyu Dışı Algı’ya yeteneği olan insanlardan oluştu­


rulmalıydı deney grupları d a... Nereden bulsundu! Oysa doktorun
şimdi böyle bir grubu vardı işte. Belki internetten oluşturulmuş bir
gruptu am a sistem sağlamdı. H ataya imkân bırakmayacak şekilde
oluşturulmuştu. Doktoru kıskandı. Can sıkıntısıyla dudağını büzdü.
Anahtarı kapının yanındaki şifreli bölüme koydu.

Koridorda yavaş yavaş yürüyerek “doğru kareye” geldi. Burası Fe-


derico’nun gizli asansörüdür. Olduğu yere birkaç defa ayağını vur­
duktan sonra yavaşça aşağı inmeye başladı. Yaklaşık yirmi metre
indikten sonra önüne çıkan kapıyı açıp alt katın koridoruna çıktı.
Kapıda onu bekleyen adam larından birini görünce:

“Petler hazır mı?” dedi. Bahsettiği şey Federico’nun yeni buluşu osu­
runca kokuyu değiştirip güzelleştiren Kuantum Ped olmalıydı. Pek
çok kokulu çeşidi vardı: Portakal, limon, lavanta... Kişi onu takıp
osurduğu anda pis bir koku değil parfüm yayılıyordu etrafa. Federi-
co defalarca Kabakafa’da denemiş olumlu sonuçlar almıştı.

“Maalesef.” dedi adam . Federico sinirle olduğu yerde durdu. “O


m u?” dedi. Başka bir işf adam ından bahsediyordu. Başından beri
pedin piyasaya sürülmesi esnasında o adam la tatsız olaylar yaşanı­
yor ve her defasında iş gecikiyordu.

Diğeri “evet” anlam ında başını salladı.

“N eden halletmiyorsunuz!” diye bağırdı. Sesi koridorda yankı yap


mıştı. İki saattir canını sıkan şeyler üstüne bir de buna tahammül
edemeyecekti. “Gelecek hafta içinde olsun!” diye net bir emir sa
vurdu önlüğünü çıkarıp adam ın eline verirken: “Talihsiz bir trafik ka
zası...” dedi. “Onu kaybedelim. Ölüm ona yakışmasın. Aramızdan
zamansız ayrılsın!” Bunları illa ben mi söylemek zorundayım!

Adam önlüğü alıp anladığını belirtir şekilde başını salladı. Emri uy


gulamak için Federico’nun yanından ayrıldı.

Domuzun yüzünde birden bir gülümseme belirdi. Aklına bir şey gel

312
SULTAN TARLACI

miş olmalıydı. Salona geçerken hizmetçiyi gördü. Bu kadını tanı­


rım. Epey anım vardır. Federico mu bundan tehlikeli, bu mu Fede-
rico’dan bilemiyorum. Zaten çok iyi anlaşırlar. Öyle olmasa çoktan
işini bitirmişti kadının. Göz attı. Diğer de gülümsedi. “Bana yiyecek
bir şeyler getir.” dedi büyük salona geçerken.

Salonda koltuğa oturup laptopu önüne çekerken az önce aklına ge­


lip onu gülümseten şeytanlığı anlamıştım.

Öngörülerin yazıldığı internet sitesine takm a adı By_Piccione ile gir­


di. Öldürülme emrini verdiği adam ın adını verm eden ‘ünlü ve ta­
nınmış bir iş adam ının trafik kazasına kurban gideceğini am a suikast
olma ihtimalini’ de yazdı. İşte, şu anda henüz kimsenin bilmediği
bir olaydan haberdar değil miydi? ‘Ö ngörüsünü’ neşe içinde siteye
ekledi ve anında otomatik olarak ‘Ünlü iş adam ına suikast’ başlığı ile
yayınlandı. Olayın gerçekleşeceği ve bir taşla iki kuş vuracağı günü
iple çekmeye başlamıştı.

Hizmetçi getirdiği yiyecekleri m asaya bırakırken domuz, bacağın­


dan yakalayıp kucağına oturttu.
“Yaşamak,
Senden ayrılamıyorum,
Asılı kalm ışım boşlukta,
Dibe doğru,
Örümcek ağı kadar sağlam,
Rüzgârla sürüklenen,
K endim i var sanıyorum,
B uz gibi meltem de ”
M arilyn Monroe

Dr. Saltı Paylaştı 83 gün önce

83. G ün
“Hayırdır anne soğuk mu aldın?” dedi kahvesini bırakırken. Ne­
reden soğuk alabilirdi? Sabahtan akşam a kadar kalkmadığı kane­
pesinin arkasındaki pencere hem kanepe engelinden hem de kapı
açılırsa hava akımı olur diye hiç açılmazdı ki. Odadaki tek rüzgâr
Safiye Hanım ’ın burnundan alıp verdiği tembel nefesti. Hem en yanı
başında duran aşk merdiveninin narin yaprakları bile kıpırdamaz­
dı. Küçük gelin cevap alamadığıf sorusu karşısında bir umutla son
kez bekledi elinde tepsiyle. Birkaç saniye daha kayınvalidesinin yü­
züne baktı. Safiye H anım ’ın onunla uğraşacak zamanı olmadığını
yüzüne bile bakmayıp laptop ekranına odaklanm asından anlayıp
yeniden “Anne kahveni bıraktım buraya.” dedi. Safiye Hanım “ha­
berim var” anlam ında başını belli belirsiz salladı. Küçük gelin de her
biri farklı desende uzun ince eteği, iş yapm aktan kolları bileklerini
hiç görmemiş, devamlı dirseğinde sıvalı duran bluzu ve kulakları­
nın arkasından kafasının üzerine uçları minik bir düğüm yapılmış
eşarbıyla odadan çıktı. Kapıyı kapatırken gözünün ucuyla son kez
kayınvalidesinin haline baktı. Muhtemelen kaç gündür bu halde
olan kadıncağızı bir doktora mı götürmeli onu düşünüyordu. Yal­
nız Safiye H anım ’a böyle bir teklifle gelmek de cesaret isterdi. Onu
SULTAN TARI ACI 9

hastanede bırakıp kaçacaklarından korkardı devamlı. Sanki öyle


bir şey yapacak olsalar Hansel ile Grathel gibi kaybolacaktı. Zaten
evin yolunu bilir gelirdi. Bu korkusu doktorların onu çeşitli ilaçlarla
uyutması ihtimaliydi. Vaktinden evvel göndereceklerdi onu berzah
alemine -Allah korusundu- Küçük gelin şimdilik hastaneye gitme fik­
rinin beklemesi gerektiğini düşündü. Yine de kıyamadı yaşlı kadına.
Mutfağa giderken bari bu günlerde şu doktor ziyarete gelse demişti.
En azından birkaç grip ilacı önerirdi.

0 böyle düşünüyordu da Safiye H anım ’ın bu şekilde zemheride kal­


mış gibi kalın battaniye içinde titreyip durmasının sebebi başkaydı.
Küçük gelin ne bilsin. O daha önce onu bu halde hiç görmedi ki...
Ben eskiden, rahmetli kayınpederim yaşadığı dönem lerden bilirim
onun bu korku nöbetlerini. Falcı kadınlar gibi ona buna bakıp da
çenesini tutamadığı dönem lerde yaptıkları eşinin kulağına gider, ak­
şam bir tatsızlık çıkar diye aynen böyle zemheride kalmış gibi tir tir
titrerdi kalın bir battaniye içinde. Yıllar sonra onu aynı şekilde gö­
rünce şaşırmıştım. Kocası öldükten sonra kimseye hesap verme yü­
kümlülüğü ve kimseden korkusu olmayan bu kadını bu şekil titreten
neydi? Genel olarak geleceğe dair korku dolu teoriler üretmek, hep
kuşku ve endişe duym ak onun genel ahlakıdır ve belki bu nedenle
olayları önceden sezebiliyor ya da önceden bir şeyler sezdiği için
beyni bu konuyu abartıp onu bu tür paranoyalara sürüklüyor bile­
miyorum am a bu dönemlerdeki tavrı da yorucudur. Çok az kişiyle
konuşur. Çok az şey konuşur, çok az yemek yer, çok az uyur, sıklıkla
düşünür. Battaniyesine sarılıp tir tir titrer ve korku dolu bakışlarla
etraftakileri süzer. Yine de bu halin iyi bir yanı varsa o da evdekilerle
fazla uğraşamamasıdır. Kendi derdine düştüğü bu zam anlarda kim­
senin özel hayatına bakamaz. Belki de bu nedenle son günlerde b a ­
baannesinin hasta hallerine üzülse de kendini takip edem ediğinden
bu durum a en çok Gülin sevinmişti. Çünkü son zam anlarda evde
en çok Gülin’le uğraşmaktaydı. Sebebine gelince, geçenlerde kafası
bedeninden testereyle ayrılmış liseli kızı duymuşsunuzdur. Gülin o

315
9 197 GÜN • BÖLÜM2

kızın lisesinde okuyor. En ufak bir durum dan milyonlarca teori üret­
me yeteneğine sahip Safiye H anım ’*ın durum unu o olayı duyduktan
sonra hayal edersiniz. Gülin’i evde gördükçe zavallı kızcağız sanki
okulda kötü şeyler yapıyormuş gibi öyle çok üstüne gidiyor ki... He­
m en her defasında anlamlı bakışlarını kızın üzerinde gezdirmekten
de öte “Bugün de ellettirdin geldin mi oranı buranı?” sözü Gülin’e
söylediği en yumuşak sözüydü. Belki de bu kadar acımasız olması
torununun başına da aynı olay gelecek korkusuydu. Yoksa Gülin
çalışkan aklı başında bir kızdı. Öyle şeyler yapacak değildi. Safiye
Hanım bu defa gerçekten yanılıyordu. Olabilirdi. Her insan yanılır­
dı. Zaten daha önceden de “göremediği” olaylar olmuştu. Neyse...
Ne diyordum? Evet. Onu Gülin’le bile uğraşam ayacak hale getiren
neydi? Kendi kabuğuna çekilmiş neyden korkuyordu? Birkaç gün
ne yaptığını takip edince anladım.

Son zam anlarda bir internet sitesine girmeye başlamıştı. Bu site


geçenlerde eve gelen doktorun sitesi, ilginç bir yerdi. Bazı olaylar,
henüz olm adan önce o olayları “görenlerce” siteye kaydedilip son
rasında eğer olay gerçekleşirse, sitede ilan ediliyordu. Doktorun
böyle bir site açmasındaki amacını anlayam adım am a çok değişik
sonuçlar doğurduğu kesindi. O sonuçların hepsini anlatacak deği
lim. Zaten ilgilenmiyorum da. Sadece Safiye Hanım üzerinde etkili
olan kısımlarını anlatacağım. Öncelikle, siteye üye olanlar arasında
garip bir yarış başlamıştı.#Böyle bir yetenek eğer varsa (ki -diğerlerini
bilmem am a- Safiye H anım ’da olduğu kesin) kişiler yeteneklerini biı
süre sonra abartıp kendilerini (inanmazsınız ama) olağanüstü varlık
hatta peygam ber seviyesinde görüyorlardı. Bunu elbette hiçbir za
m an itiraf eden olmadı hatta site içinde sıklıkla sohbet ettikleri biı
chat sayfasında hangisi yazacak olsa yeteneğinden ne kadar dertli
olduğundan, olayları (bu olaylar genelde kötü olaylar oluyordu) ön
ceden görüp ne kadar üzüldüğünden bahseder dururdu. Doğru oln
bilir am a önceden yazdıkları olay gerçekleşince kendilerini abartıp
gururlarının okşandığı da kesindi. Bir ara neredeyse bir kaza habeıl

316
SULTAN TARLACI 9

ekleyip ardından gerçekleşmesini dört gözle bekleyenler olduğunu,


gerçekleşince de üzülmek şöyle dursun, mutluluktan uçtuklarını bile
düşündüm . Belki bu mutlulukları olaya değil de gerçekleşince önce­
den görülmesine olan sevinçten kaynaklanıyordu. Çünkü kimi kişi­
ler kötü olaylar önceden görülebilirse engellenebilir mantığını güdü­
yordu. Bilemiyorum. Bu konular ölmüş bir insan için geç kalınmış
mevzuları içeriyor. Haliyle şimdi bunun felsefesini yapacak değilim.
Olacakla öleceğe çare yok derler o kadarını söyleyeyim. Safiye Ha-
nım’a dönersek, sitede yetenek yarışına girmiş belli başlı kişilerden
biri kendisidir. Gelelim ikinci ve en önemli konuya. Siteye açıktan
(açıktan derken, herkesin göreceği şekilde ve anında) kaydedilen
görüler kısmına yazdığı birkaç olay gerçekleşince Safiye Hanım’ı bir
korku sarmıştı. Sebebi de bir cinayet veya kaza olayını yazıp da ger­
çekleşirse polislerin peşine düşmesinden korkması... Neden böyle
bir hisse kapıldı anlayamadım. Olayı psişik yolla değil de önceden
bir ihbarla ya da kendisi sebep olmuş gibi yazdığını düşüneceklerini
düşünmüş veya bu tür olayları önceden bilen birini polislerin gözlem
altında tutup olaylar olm adan önce haberdar olmak istediklerini dü­
şünmüş olabilir (ki bu düşünceye sitede ABD’nin bu alanda yaptığı
çalışmaları ve eskiden beri psişik kişileri arayıp gözlem altına aldığı­
na dair birkaç makaleyi okuyunca kapılmış da olabilir) bu nedenle
kimseye söyleyemediği bu derdiyle ajanların onu takip ettiğine dair
korkuların beslediği hayallerine karanlıkta dedektif paltolu adam­
ların peşine düşeceği -karanlıkta dışarı çıkması en fazla mukabele-
f den veya cenazeden gelirken olan bir kadının bu hislerden sonra
dışarıya değil, odadan antreye adım atmamasını da ekleyelim- onu
lokakta bir alt geçitte sıkıştırıp -uzun zamandır hayatında gördüğü
;t*k alt geçit üst katın merdiven altıdır- orada istihbarat birimlerince
tedirgin edici bakışlarla alttan alta korkutulduğu hayallerinin karıştığı
[kesindi. Bu paranoya da işte kendine bu yetenek konusunda çok
rdeğer verdiğinden kaynaklanmaktaydı. Kimsenin haberi olmayan
¡bir sitede kimsenin değer vermediği bir kişi alt tarafı birkaç olayı
¡Önceden haber verdi diye sanki bu kişi çok özel bir yetenek veya sıra

317
9 197 GÜN ■ BÖLÜM2

kızın lisesinde okuyor. En ufak bir durum dan milyonlarca teori üret­
me yeteneğine sahip Safiye Hanımdın durum unu o olayı duyduktan
sonra hayal edersiniz. Gülin’i evde gördükçe zavallı kızcağız sanki
okulda kötü şeyler yapıyormuş gibi öyle çok üstüne gidiyor ki... He­
m en her defasında anlamlı bakışlarını kızın üzerinde gezdirmekten
de öte “Bugün de ellettirdin geldin mi oranı buranı?” sözü Gülin’e
söylediği en yumuşak sözüydü. Belki de bu kadar acımasız olması
torununun başına da aynı olay gelecek korkusuydu. Yoksa Gülin
çalışkan aklı başında bir kızdı. Öyle şeyler yapacak değildi. Safiye
Hanım bu defa gerçekten yanılıyordu. Olabilirdi. Her insan yanılın
dı. Zaten daha önceden de “göremediği” olaylar olmuştu. Neyse...
Ne diyordum? Evet. Onu Gülin’le bile uğraşam ayacak hale getiren
neydi? Kendi kabuğuna çekilmiş neyden korkuyordu? Birkaç gün
ne yaptığını takip edince anladım.

Son zam anlarda bir internet sitesine girmeye başlamıştı. Bu site*


geçenlerde eve gelen doktorun sitesi, ilginç bir yerdi. Bazı olaylar,
henüz olm adan önce o olayları “görenlerce” siteye kaydedilip son
rasm da eğer olay gerçekleşirse, sitede ilan ediliyordu. Doktorun
böyle bir site açmasındaki amacını anlayam adım am a çok değişik
sonuçlar doğurduğu kesindi. O sonuçların hepsini anlatacak degi
lim. Zaten ilgilenmiyorum da. Sadece Safiye Hanım üzerinde etkili
olan kısımlarını anlatacağım. Öncelikle, siteye üye olanlar arasında
garip bir yarış başlamıştı.#Böyle bir yetenek eğer varsa (ki -diğerlerim
bilmem am a- Safiye H anım ’da olduğu kesin) kişiler yeteneklerini biı
süre sonra abartıp kendilerini (inanmazsınız ama) olağanüstü varlık
hatta peygam ber seviyesinde görüyorlardı. Bunu elbette hiçbir za
m an itiraf eden olmadı hatta site içinde sıklıkla sohbet ettikleri biı
chat sayfasında hangisi yazacak olsa yeteneğinden ne kadar dertli
olduğundan, olayları (bu olaylar genelde kötü olaylar oluyordu) ön
ceden görüp ne kadar üzüldüğünden bahseder dururdu. Doğru ola
bilir am a önceden yazdıkları olay gerçekleşince kendilerini abartıp
gururlarının okşandığı da kesindi. Bir ara neredeyse bir kaza habcıi

316
SULTAN TARLACI 9

ekleyip ardından gerçekleşmesini dört gözle bekleyenler olduğunu,


gerçekleşince de üzülmek şöyle dursun, mutluluktan uçtuklarını bile
düşündüm . Belki bu mutlulukları olaya değil de gerçekleşince önce­
den görülmesine olan sevinçten kaynaklanıyordu. Çünkü kimi kişi­
ler kötü olaylar önceden görülebilirse engellenebilir mantığını güdü­
yordu. Bilemiyorum. Bu konular ölmüş bir insan için geç kalınmış
mevzuları içeriyor. Haliyle şimdi bunun felsefesini yapacak değilim.
Olacakla öleceğe çare yok derler o kadarını söyleyeyim. Safiye Ha-
nım’a dönersek, sitede yetenek yarışına girmiş belli başlı kişilerden
biri kendisidir. Gelelim ikinci ve en önemli konuya. Siteye açıktan
(açıktan derken, herkesin göreceği şekilde ve anında) kaydedilen
görüler kısmına yazdığı birkaç olay gerçekleşince Safiye H anım ’ı bir
korku sarmıştı. Sebebi de bir cinayet veya kaza olayını yazıp d a ger­
çekleşirse polislerin peşine düşm esinden korkması... N eden böyle
bir hisse kapıldı anlayamadım. Olayı psişik yolla değil de önceden
bir ihbarla ya d a kendisi sebep olmuş gibi yazdığını düşüneceklerini
düşünmüş veya bu tür olayları önceden bilen birini polislerin gözlem
altında tutup olaylar olm adan önce haberdar olmak istediklerini d ü ­
şünmüş olabilir (ki bu düşünceye sitede ABD’nin bu alanda yaptığı
çalışmaları ve eskiden beri psişik kişileri arayıp gözlem altına aldığı­
na dair birkaç makaleyi okuyunca kapılmış d a olabilir) bu nedenle
kimseye söyleyemediği bu derdiyle ajanların onu takip ettiğine dair
korkuların beslediği hayallerine karanlıkta dedektif paltolu adam ­
ların peşine düşeceği -karanlıkta dışarı çıkması en fazla m ukabele­
den veya cenazeden gelirken olan bir kadının bu hislerden sonra
dışarıya değil, odadan antreye adım atm amasını d a ekleyelim- onu
!lokakta bir alt geçitte sıkıştırıp -uzun zamandır hayatında gördüğü
tak alt geçit üst katın merdiven altıdır- orada istihbarat birimlerince
tldirgin edici bakışlarla alttan alta korkutulduğu hayallerinin karıştığı
ktsindi. Bu paranoya da işte kendine bu yetenek konusunda çok
ajd«ğer verdiğinden kaynaklanmaktaydı. Kimsenin haberi olmayan
frlr sitede kimsenin değer vermediği bir kişi alt tarafı birkaç olayı
ttnceden haber verdi diye sanki bu kişi çok özel bir yetenek veya sıra

317
9 197 GÜN ■ BÖLÜM2

dışı bir beyinmiş gibi en fazla bilim kurgu filmlerinde rastlayacağımız


abartılmış polislik m aceralarına atılacak ya da birilerince atılacak
değildi. Bunu kimse anlatamazdı o n a... Geceleri korkuyla uyanıp
perdesinin ucunu hafifçe kaldırıp göz ucuyla sokağı bir kolaçan edişi
vardı ki (ya o esnada biri cam dan tam da gözüne gelecek şekilde
bir yumruk indirse ve o kırık yerden de kolunu sokup pencereyi
açıp onu kaçırıp hem en pencere altında bekleyen siyah arabaya atıp
kaçırsaydı -Allah korusundu- bu olayı kimse duym asa ve görme-
seydi zaten evdekiler onu başlarından atm aya çalışıyorlardı ve biri
duysalar da duymazmış gibi yaparlardı, hakkı haram olsundu- ya
bir daha ondan haber alınamasaydı? Başına ne geldiği bilinmeyen
onca kayıp insan vardı. Kafasında kurdukça kurardı. Oysa sitede
herkes takm a isim kullanıyordu ve Safiye Hanım da prenses_somya
takm a ismiyle (hiç kalkmadığı kanepeye somya ediği için aslında
Gülin’in babaannesine gün içinde seslendiği isimdi prenses_somya)
yazıyordu ve doktor bile bilmiyordu onun kimliğini. Hatta geçenler­
de Safiye Hanım ’ı yine ziyarete gelmiş ve böyle bir site açtığından
da bahsedip onu davet etmişti am a Safiye Hanım bu yaştan sonra
bir de internete mi gireceğim diye geçiştirmişti. Oysa yıllardır in­
ternet kullanırdı. Bu şekilde gizli olmak onu bir süre rahatlatsa da
sonra IP adresi diye bir şeyden haberdar olmuş, aslında o siteye
giren bilgisayarların kimliğinden kişinin mahallesinin ve hatta evinin
bile rahatlıkla bulunabileceğini öğrenmiş, her ne kadar o adresleri
sadece doktorun bildiği söylense de kendi kendini yiyerek bu korku
nöbetlerine kapılmıştı. Yfi polisler, ya ABD ya da Rus ajanları onu
bir gün kaçıracaktı. Hatta uzaylılar bile kaçırıp ensesine bir çip yer
leştirebilirlerdi. Aklına geldikçe kalbi duracak gibi oluyordu. O halde
yazmasındı. Olur muydu? Sitede onca güç yarıştırdığı kişi varken?
Evet, önü alınamaz bir yarış başlamıştı orada. “En yetenekli kişi”
yarışı...

Kahvesinden bir yudum aldı. Nasıl da sıkışmıştı. Saatlerdir tutuyor


du çişini. Perdesini araladı. Vişne ağacının altından bahçe duvarının

318
SULTAN TARLACI

köşesine doğru birinin seğirttiğine yemin edebilirdi. Dişleri birbirine


vurdu. Ajanın kendi saklansa da engel olamadığı gölgesi eritilmiş bir
kaşar gibi uzayıp gitmişti.

Yeteneği olduğu kesindi am a bu yetenek onu hayatı boyunca garip


paranoyalara sürüklemiş ve hastalıklı bir zihin haline getirmişti. Hiç­
bir polisin onu hatta siteyi takip ettiği yoktu.
“N e kadar çok düşünürsem daha çok cevap olm adığını fa r k ettim .
Hayata inanm ak gerekir
H ayat kısa, belki fa zla kısa
Belki fa zla uzun,
Fakat kesin olan bir şey varsa
Kolay olmaması.”
M arilyn Monroe

Dr. Saltı Paylaştı, 79 Gün önce

89. Gün

Neden takip etmesinler? Katille ilgili yazılan her şeyi olduğu gibi
doktorun garip sitesini de takip ediyor elbette polisler.

“Ş una bak.” demişti. “Medyumlar bile bir internet sitesi açmış katili
bulmak için.”

Vefa elindeki kahveyi dökm em ek için kupayı bilgisayar ekranından


uzaklaştırarak Güven’in gösterdiği internet sitesine baktı. Elinin ar­
kasıyla burnuna hafifçe dokundu. Şaşırdığı zam an genelde böyle
yapardı. Gülümsedi: “Şimdiye kadar niye durmuşlar?” dedi. “Kay­
bolduğu gün söyleselermiş ya yerini...”

Güven koltuğunda hafifçe kıpırdandı: “Aman abi öyle söyleme."


dedi. “Şeyler vardır bunların içinde...”

“Neyler?”

“Şeyler işte abi. Bazı varlıklarla irtibatta olanlar.”

“Hangi varlıklarla?”

“Aman neyse boş ver. Gece g ece...”

“Cinleri mi diyorsun?” Kahvesinden bir yudum aldı. Güven’in ya-


SULTAN TARLACI

ındaki diğer bilgisayarın başına oturdu.

\m a n sus abi adının anıldığı yere gelirlermiş. Üç harfli dem ek la-


m ...

Üç harfli mi? Bildiğim başka bir şey var am a üç harfli... Terbiyemi


ozdurcan bana şim di... Ha h a ...

Tövbe! Çarpacaklar.”

trafına bakındı. Emniyet sessiz bir gece geçiriyordu. Duvarın açık


ıavi boyasına bilgisayar ekranının ışığı yansıyor, sokak lambası kar­
daki pencereden dosya dolabına vuruyordu.

Korktuğuna göre inanıyorsun sen bu işlere.” dedi. “Söyle de bul-


ın o cinler katilin yerini.”

üven Vefa’ya döndü. Hafifçe eğildi. Sonra söyleyeceğinden vaz-


rçmiş gibi sağına, soluna, arkasına baktı. Yeniden Vefa’ya döndü.
2sini kısarak: “Abi sorsak mı sitedekilere? Nasıl olsa polis olduğu-
uz belli değil. Bir bakalım mı katilin yerini neresi diyorlar.”

îaçm alam a...” dedi Vefa.

te olacak y a ...” Sesini iyice kısmıştı. “Katille ilgili birçok internet


esine baktık da bunu neden atlayacağız? Üstelik yer yarılmış içine
rmiş. Belki yerini hakikaten söylerler.”

Jeynin sulanmış senin.” dedi Vefa. Önündeki bilgisayardan katilin


ırt dışına kaçabileceği yolların haritası ve bu yollara yerleştirilmiş
n\ polislerle irtibatta olduğu bir program vardı. Bir-iki nokta daha
ıretleyip ağzının içinde: “Buralara da ek polis lazım aslında...”
di.

iven, “Ya sadece bir bakacağız ne konuşuyorlar.” diye anne b a ­


sından izin alan bir çocuk gibi ısrar ediyordu.

fa umursamaz bir tavırla: “Onların hepsi şarlatan...” dedi.

essiz ol.” dedi Güven. Yeniden arkasına bakmıştı.


197 GÜN • BÖLÜM2

“Para kazanmak için yapıyorlar. Bilmiyor m usun?” dedi Vefa.

“Abi sitenin kurucusu nörolog doktor. Medyumların hepsinin kimliği


gizli... Nasıl popüler olacaklar? Nereden para kazanacaklar?”

“O o o ...” dedi Vefa gülerek. “Bakıyorum site hakkında araştırma da


yapmışsın.”

“Biraz kıs sesini.” dedi. “Yok ya ne araştırması yapacağım .” diye


belli belirsiz bir sesle söylendi. “Ana sayfasında yazıyor. İşte burada.”
dedi Vefa’ya bakarak. O nun da ekrana bakmasını istediği için bir
süre gözlerini çevirmedi am a Vefa istenen yere bakmadı.

Ağzının içinde um ursamaz bir şekilde “Ne yaparsan yap. Beni ka­
rıştırm a...” dedi. Ayağa kalktı. Sokak lambasının vurduğu ışıkta bir
dosya aradı dolapta. Eline alıp yeniden koltuğuna döndü.

Diğeri bu sözden cesaret almış, siteye giriş için kolları sıvamıştı. “Abi
üyelik istiyor” dedi. “Ne olsun takm a ismimiz?”

“Adını yaz: Güven. Hatta Güven-polis yaz.”

“Ha ha yok artık. Dur üçümüze bir ortak üyelik alalım. Güven-ve-
fa-ziynet baş harflerinden... gü-ve-zi... Geveze! Evet, geveze ol­
su n ...”

“Vay cuk oturdu. Tam sana göre.”

“H a h a ...”

“Kaydol ve hem en ‘B e n g e v e ze bir polis m emuruyum. Cinlerinize


sorar mısınız? Kızı öldüren katil nerede? Hem en gidip şu anda oraya
bakacağım ’ yaz.”

“Sus ya adını anıp durm a şunların.” demişti Güven suratını asarak.


“Baş şakası yok bu işlerin.” dedi. “Öyle alaya gelm ez...”

“Cin cin cin cin cin cin cin... hatta cinnn.. cinnn...” diye mırıldanı
yordu Vefa önündeki dosyanın sayfalarını karıştırırken.

“Bismillahirrahmanirrahim.” dedi Güven. “Tövbe estağfurullah...

322
SULTAN TARLACI 9

Sayın üç harfliler görüyorsunuz dalga geçen ben değilim o. Lütfen


bir şey yapacaksanız bana dokunm ayın.”

“Sayın cinler katilin yerini istiyoruz sizden, lütfen söyleyin. Ha h a ...”

“Abi medyumların güvenliği ve konunun hassasiyeti nedeniyle sa­


dece profesyonel üyeler görebilirmiş katilin yeri ile ilgili durugörü
bilgilerini.”

“Durugörü ne lan? Duru ve görü ha h ah ... Epey ilerletmişler işi.”

“İşte onların gördükleri şeyler sanırım.”

“E ee... Biz göremeyecek miyiz şimdi? Profesyonel üye neymiş ki?


Eski üye mi? Para verenler mi?”

“Yok abi, zaten site de yeni. Profesyonel üye olunca yöneticilik alı­
yorsun am a profesyonel üye nasıl olunuyor bilmiyorum. Bakıyorum
şimdi ne demek. Birine soralım forum da.”

Evrenindik forum: Son ileti: Geveze:

“Selamlar. Ben yeni üyeyim. Acaba profesyonel üye dediğiniz ne


oluyor?”

Çitilemeden_Parlatır tarafından cevapladı:

“Hoş geldiniz. Profesyonel üye olmak için bu alanda bir psişik yete­
neğiniz olduğunu kanıtlamanız gerekiyor.”

Vefa ekrana eğilmişti. Gözlerini kısıp heceleyerek okudu: “Çi-ti-le-


me-den parlatır ne lan?” dedi. “İsme bak ya... Çık şuradan of!. Deli
etme beni. Ev kadınlarından yardım isteyecek kadar mı çaresiz kal­
dık!”

“Abi sakin ol. Bağırma. O sadece bir takm a isim. Olabilir. Yeteneği­
nizi kanıtlamanız lazım diyor.”

“Nasıl kanıtlayacakmışız? İnce ince ve aynı büyüklükte yaprak sar­


ma sararak mı?”

323
9 197 GÜN ’ BÖLÜM2

Evrenindili forum: Son ileti: Geveze:

“Bilgi alındı. Tamam. Yeteneği kanıtlamak için ne yapmamız lazım?”

Vefa Güven’e baktı: “Ne o öyle bilgi alındı tam am. ‘Merkezden Çift­
lem eden Parlatır’a ’ yazaydm bari. Polis olduğun belli olacak!”

“Pardon abi dikkat ederim bir d a h a ...” dedi Güven.

Çitilemeden_Parlatır tarafından cevapladı:

“Sitede bu konuda deneyler var. Duyular dışı algılamanızı kanıtla­


mak için Zener kartlarını deneyebilirsiniz. Forumda bir resim veya
nesne saklıyoruz. Siz, görmediğiniz bu saklanan resimle ilgili uzaktan
çizim yapabilirsiniz veya gelecekte olabilecek bir olayla ilgili öngörü,
durugörü ekleyip hep beraber gerçekleşip gerçekleşmediğini görebi­
liriz. Ancak bu şekilde yeteneğiniz olup olmadığını anlayabiliyoruz.
Biz sizi tanımıyoruz çünkü.”

Vefa: “Ne diyor teyze?”

“Abi Zener kartları var bak şurada. Sana beş kart veriyor. Hepsin­
de ayrı ayrı şekiller var. Başta arkaları görünüyor kartların şekiller
görünmüyor yani. Bilgisayar tam am en sıraları değiştirip otomatik
seçiyor. Sen, o seçm eden önce beş karttan hangisinin çıkacağını
bilirsen yetenekli olmuş oluyorsun am a en az yüzde otuz üzerinde
başarı gerekiyormuş. Aşağısı tesadüfle tutturulabilecek bir oranmış.
Bak altında açıklama var.”

“Onu yapamayız.” dedi Vefa m asaya otururken. Kolunun birini


emniyetin bir türlü y5nileyemediği eski bilgisayar ekranına koymuş,
düşüncelere dalmıştı. “Ben nereden bileyim hangi kartın çıkacağı
m.” İyice kabullenmiş gibiydi siteden yardım alma konusunu. “Şu
uzaktan çizim ne oluyor?” dedi eliyle işaret ederek.

“O nda da biri resim saklıyor siteden.” dedi Güven. “Saklayan kişi


dışında hiç kimse ne saklandığını bilmiyor. Sen de saklanan resmi
görm eden algılamaya ve çizmeye çalışıyorsun am a onu çizsek bile

324
SULTAN TARLACl 9

birkaç gün sonra açıklanacakmış resim. Yani doğru çizsek bile he­
men şimdi profesyonel üye olamayız.”

“G e ç ...” dedi Vefa. Gani sıkılmıştı. “Başka bir yolu daha vardı?”

“Durugörü ekleyin diyor. Gerçekleşirse profesyonel üye olabilirisiniz


diyor.”

“Nasıl ekleyeceğiz?”

“Abi durugörü dediği şey yani geleceğe dair bazı olaylar... Önceden
bilme yani. Biz nerden bileceğiz? Hem gerçekleşse de hem kim bilir
ne zam an.”

“Bunlar nereden öğreniyor ki gerçekleştiğini?”

“Haberlerden.”

Vefa alt dudağını öne çıkararak elinin birini çenesine koydu. “Şura­
ya girerken bu kadar sıkıntı çekmedim ” dedi emniyeti kastederek.
Doktor sanırım bu alanda ciddi çalışma yapıyor. Baksana nasıl kur­
muş düzeni. Yakında personel seçme sınavından seksen beş alma
şartını da ekler.” dedi. “Yalnız soruları çözerek değil bir sonraki soru­
nun doğru şıkkını sezerek bulm a şartı koyar.”

“Şu zener denen şey zaten bir nevi öyle abi.” dedi Güven: “Biz
göremeyeceğiz sanırım kayıp katille ilgili buraya yazılan bilgileri...”

“Yani haberlerde duyulm adan önce buraya eklemek mi gerekiyor


olayı?”

"Evet.”

“Ararız bizim trafikten birini.” dedi Vefa aklına gelen fikirle. “H a­


berlere düşm eden önce kimse duym adan ekleriz buraya bir kaza
haberini...”

“Vayy... Doğru!” dedi Güven koltuğu ileri atarak.

325
197 GÜN • BÖLÜM2

Yarım saat sonra trafikteki arkadaşlarından bir kaza bilgisi verilmişti.


Üstelik henüz haberlere düşmemişti ve kimse duymamıştı. Vefa ve
Güven’den başka...

Geveze ekledi:

“Trafik kazası. Ünlü bir iş adam ı ölecek. Suikast şüphesi var.”


“Z ih in ler arası düşüncelerin aktarım ı, geçm işin ve geleceğin
hissedilm e im kânı sadece tesadüfi olam az.”
Freud, 1935

Dr. Saltı paylaştı 73 gün önce

97. G ün

inetici Alanı:

renin Dili Canlı Sohbet Mekanı: 7/24 Odası

î:4 7 :0 3 ) ikizler: benim kızlara bir bakm am lazım kızlar

!:4 7 :1 1 ) ikizler: bir yerleri karıştırıyorlar sanırım

!:47:14) ikizler: az sonra dönerim

!:■47:27) Ç itilem ed en _ P arlatır: tam am şekerim

:4 7 :3 9 ) By_Piccione sohbet odasına girdi

:4 7 :4 5 ) B y_Piccione: m erhabalar

:4 7 :5 5 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: m erhaba By Piccione

:4 8 :0 1 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: iş adam ı ölümü durugörünüz


ekleşmiş
197 GÜN ' BÖLÜM2

(2 2 :4 8 :2 7 ) Ç itilem eden_P arlatır: tebrik ederim

(2 2 :4 8 :3 2 ) P ren ses_ S o m y a: hoş geldin By_Piccione

(2 2 :4 8 :4 5 ) B y_Piccione: hoş bulduk kızlar

(2 2 :4 8 :5 4 ) B y_Piccione: evet gerçekleşti am a sinir oldum

(2 2 :4 9 :1 6 ) B y_Piccione: geçenlerde Geveze isimli biri gelmiş

(2 2 :4 9 :3 8 ) B y_Piccione: benim eklediğim durugörünün aynısını


eklemiş

(2 2 :4 9 :5 3 ) B y_Piccione: şimdi gerçekleşince

(2 2 :4 9 :5 9 ) B y_Piccione: onun eklediği de gerçekleşmiş oldu

(2 2 :5 0 :0 6 ) B y_Piccione: bu resmen hırsızlık

(2 2 :5 0 :1 2 ) B y_P iccione: çaldığını bu kadar belli etmese bari, ay­


nısını yazmış!

(2 2 :5 0 :1 3 ) Ç itilem eden_P arlatır: haklısın. Ben de fark ettim ama


söylememiştim

(2 2 :5 0 :1 6 ) Ç itilem eden_P arlatır: bence aramızda gerçekten ye


tenekli olmadığı halde

(2 2 :5 0 :2 0 ) Ç itilem eden_P arlatır: haksız yöneticilik almış

(2 2 :5 0 :2 0 ) Ç itilem eden_P arlatır: çok kişi var

(2 2 :5 0 :2 0 ) Tatlu_D udi : aa kimmiş o çiti?

(2 2 :5 0 :5 0 ) Tatlu_D udi : kime laf sokuyorsun sen?

(2 2 :5 0 :3 8 ) ikizler: geldim

(2 2 :5 1 :3 0 ) ikizler: biraz okudum da yukarıyı

(2 2 :5 1 :3 1 ) ikizler: mesela rüyacılık veya geleceği görme yeteneği


bende de yok am a

(2 2 :5 1 :4 0 ) ikizler: eşyalara dokunup geçmişlerini görebiliyorum

328
SULTAN TARLACI 9

:51:55) Çitilem edenJParlatır: yok ikizler sana demedim hayatım

:5 2 :0 7 ) B y_Piccione: Çttilemeden_Parlatır hanımefendiye ka-


orum

:5 2 :0 9 ) Geveze sohbet odasına girdi

: 5 2 : 13) Tatlu_D udi kime eliyorsun çiti açık yaz tam am mı?

:5 2 :1 8 ) B y_Piccione: geldi işte

:5 2 :2 5 ) G eveze: selam

:5 2 :2 9 ) Çitilem eden_Parlatır: oldu açık söyleyeyim o halde

:5 2 :3 2 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: mesela senin yetenekli olduğu-


Jüşünmüyorum T atluD udiş

:5 2 :3 4 ) B y_Piccione: ben de Gevezenin yetenekli olduğunu


ünm üyorum

:5 2 :4 8 ) G eveze: ne oluyor ya

:5 2 :5 6 ) B y_Piccione: durugörüm ü çaldın ve haksız yöneticilik


n geveze olan bu!!!

:5 3 :0 8 ) G eveze: ne alaka?

:5 3 :1 0 ) B y_Piccione: iş adam ı ölümünü senden önce ben


iım siteye

:5 3 :1 4 ) G eveze: ee ne olmuş?

:5 3 :1 7 ) B y_Piccione: sen de benden görüp yazdın.

:5 3 :2 2 ) G eveze: ne ilgisi var hemşerim. Kendim yazdım onu

:5 3 :3 0 ) B y_P iccione: kendin yazdın. Hem de ‘suikast şüphesi


jilir’ kısmına kadar benimkine benzer şekilde?

:5 3 :4 1 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: ben de aynen By Piccione gibi


ünüyorum

:5 3 :5 0 ) G eveze: m anyak mısınız ya

329
9 197 GÜN ’ BÖLÜM2

(2 2 :5 3 :5 8 ) T atlu_D udi : m anyak bunlar geveze.

(2 2 :5 4 :1 2 ) Tatlu_D udi : bana d a yeteneksiz olduğumu söylüyorlar

( 2 2 :5 4 :2 4 ) T atlu_D udi : sonuçta burada herkes yetenekli

(2 2 :5 4 :3 3 ) Ç itilem eden_P arlatır: herkes yetenekli değil, başka


larının sırtından geçinenler var

(2 2 :5 4 :4 0 ) Ç itilem eden_P arlatır: benim bir dükkanım var

(2 2 :5 4 :4 6 ) Ç itilem eden_Parlaür: karşısında da başka bir iş yeri var

(2 2 :5 4 :4 6 ) Ç itilem eden_P arlatır: orada çok yaşlı bir teyze vardı


doksanlarında. Onun çok yerinde atasözleri olurdu

(2 2 :5 4 :5 2 ) Ç itilem eden_P arlatır: mesela sizi görseydi şimdi

(2 2 :5 5 :0 3 ) Ç itilem eden_P arlatır: seni ve Gevezeyi yani

(2 2 :5 5 :0 4 ) Ç itilem eden_P arlatır: ‘başkasının s... gerdeğe giren


ler’ derdi

(2 2 :5 5 :1 4 ) B y_Piccione: ha ha ha h a ... çok yaşa.

(2 2 :5 6 :0 2 ) G eveze: lan aklınızı yemişsiniz siz.

(2 2 :5 6 :0 8 ) G eveze: falcı karılar

( 2 2 :5 6 :2 4 ) G eveze: ağzı bozuk şarlatanlar

(2 2 :5 6 :3 6 ) T atlu_D udi : salak çiti... salak çiti... salak çiti....

(2 2 :5 6 :4 6 ) Ç itilem eden_P arlatır: ByJPiccione isterseniz özel ma


iliniz vars# sizinle orada sohbete devam edelim

(2 2 :5 6 :5 7 ) B y_Piccione: var elbette özelden yazayım size

(2 2 :5 7 :0 5 ) Ç itilem eden_P arlatır: burada istenmeyen şahıslar vaı

(2 2 :5 7 :1 9 ) B y_Piccione: haklısınız

(2 2 :5 7 :2 1 ) Çitilemeden_Parlatır sohbet odasından çıktı

(2 2 :5 8 :2 2 ) By_Piccione sohbet odasından çıktı

330
SULTAN TARLACI 9

1:58:27) ikizler: Arkadaşlar ben de çocuklarıma bir bakmalıyım

!:58:32) ikizler: gelirim yine

t 5 8 :5 0 ) İkizler sohbet odasından çıktı

!:59:14) Danset sohbet odasına girdi

1:59:22) D an set: selam

1:59:35) G eveze: ne sanıyor onlar kendini öyle

1:59:43) T atlu_D udi : egosu yüksek onların

1:59:49) Danset sohbet odasından çıktı

1:59:59) Prenses_Somya kanaldan düştü

:0 0 :2 8 ) T atlu_D udi burada her gün yetenek yarıştırıyorlar

:0 1 :3 4 ) Tatlu_D udi : yok birbirlerinin hastalıklarını bilmeye


şıyorlar

ı:0 1 :4 4 ) Tatlu_D udi : yok isimlerini bilmeye çalışıyorlar

►:02:23) T atlu_D udi : yok nasıl bir yerde olduklarını tahmin


leye çalışıyorlar

1:03:07) Tatlu_D udi biri bir nesne saklıyor öteki çiziyor

1:03:46) G eveze: çizebiliyorlar mı?

1:04:38) T atluJD udi : ay çizseler bile bir defa burada tek yete­
li onlar değil ki

1:04:43) T a tlu _ D u d i: her gün burada yok saçım nasıl bil ba-
m, şu an sağ tarafımda ne var bil bakalım, üstümdeki ne renk
nem ne

1:04:59) G eveze: nasıl yani

1:05:16) Tatlu_D udi : ne bileyim b en...

1:05:39) T atlu_D udi : mesela ben sana soruyorum tam am mı

331
197 GÜN • BÖLÜM2

(2 3 :0 6 :2 5 ) T atlu_D udi : üzerimde şu anda nasıl bir şey var

(2 3 :0 6 :3 0 ) T atlu_D udi : sen de söylüyorsun işte

(2 3 :0 6 :3 1 ) T atlu_D udi : askılı var şort var diye

(2 3 :0 6 :3 5 ) G eveze: onlar mı var?

(2 3 :0 6 :3 8 ) T atlu_D udi : sonra işte soruyorum ben başka diyorum

(2 3 :0 6 :3 9 ) Juliet sohbet odasına girdi

(2 3 :0 7 :0 6 ) G eveze: gerçekten şu an üzerinde askılıyla şort mu var?

(2 3 :0 7 :1 9 ) T atlu_D udi : evet

(2 3 :0 7 :3 4 ) G eveze: başka ne var?

(2 3 :0 7 :3 8 ) T atlu_D udi : başka bir şey yok

(2 3 :0 7 :4 9 ) G eveze: içinde ne var?

(2 3 :0 8 :5 0 ) T atlu_D udi : içimde de bir şey yok

(2 3 :0 8 :5 5 ) G eveze: hadi y a...

(2 3 :0 9 :0 3 ) G eveze: of....

(2 3 :0 9 :0 8 ) Juliet sohbet odasından çıktı

(2 3 :0 9 :4 0 ) Tatlu_D udi : haha.. nasıl oturuyorum bil bakalım

(2 3 :0 9 :5 3 ) G eveze: nasıl oturuyorsun?

(2 3 :1 0 :0 1 ) T a tlu .D u d i : oturm uyorum ki yatıyorum

(2 3 :1 0 :0 8 ) G eveze: yat tabi... iyi olur.

(2 3 :1 0 :0 9 ) G eveze: hadi anlatsana kendini biraz bana

(2 3 :1 0 :2 4 ) G eveze: ne iş yaparsın sen?

(2 3 :1 0 :3 1 ) T atlu_D udi : mankenim

(2 3 :1 0 :4 2 ) G eveze: hadii...

(2 3 :1 0 :4 5 ) T atlu_D udi : sen ne iş yapıyorsun


SULTAN TARLACI

(2 3 :1 0 :5 0 ) G eveze: boş ver beni... senden konuşalım

(2 3 :1 0 :5 7 ) G eveze: nasıl yatıyorsun mesela şu an

(2 3 :1 1 :0 6 ) T a tlu _ D u d i: yatağın üzerinde karnımın üzerinde

(2 3 :1 1 :1 5 ) T atlu_D udi : popom havada

(2 3 :1 1 :5 8 ) G eveze: ne güzel...

(2 3 :1 2 :0 5 ) Danset sohbet odasına girdi

(2 3 :1 2 :2 5 ) G eveze: off... biri daha geldi. Cennet gibi burası...


D anset... sen de dansçı mısın?

(2 3 :1 2 :3 5 ) D an set: yoo... sen polis misin?

(2 3 :1 2 :4 6 ) G eveze: sen m edyum m usun Danset?

(2 3 :1 2 :5 2 ) D an set: ne oldu? Polis misin?

(2 3 :1 2 :5 5 ) İkizler sohbet odasına girdi

(2 3 :1 2 :5 8 ) G eveze: biraz işim var sonra görüşürüz

(2 3 :1 2 :5 9 ) Geveze sohbet odasından çıktı

(2 3 :1 3 :0 0 ) T atlu_D udi : a a a a ben de çıkarım o zaman.

(2 3 :1 3 :0 1 ) Tatlu_Dudiş sohbet odasından çıktı

(2 3 :1 3 :0 4 ) B yP iccione sohbet odasına girdi

(2 3 :1 3 :1 3 ) D an set: evimin duvarı kerpiç, çıktı geldi by_piç

(2 3 :1 3 :1 7 ) B y_Piccione: bana mı diyorsun o lafı?

(2 3 :1 3 :2 2 ) Danset sohbet odasından çıktı

(2 3 :2 4 :0 0 ) Prenses_Somya sohbet odasına girdi

(2 3 :2 4 :0 3 ) ikizler: hoş geldin Som ya

(2 3 :5 4 :3 0 ) P ren ses_ S o m y a: hoş bulduk İkiz

(2 3 :2 5 :0 0 ) P ren ses_ S o m y a: ne yaptın baktın mı çocuklara

333
197 GÜN - BÖLÜM2

(2 3 :2 8 :0 2 ) ikizler: evet yattılar

(2 3 :2 8 :2 8 ) P ren ses_ S o m y a: benim de var çocuklarım

(2 3 :2 9 :3 1 ) P ren ses_ S o m y a: hiçbirinden de daha bir saygısızlık

( 2 3 :2 9 :3 5 ) P ren ses_ S o m y a: görmedim


(2 3 :2 9 :3 8 ) P ren ses_ S o m y a: beş oğlumun beşi de çok terbiyelidiı

(2 3 :2 9 :4 4 ) P ren ses_ S o m y a: bana karşı


(2 3 :2 9 :5 2 ) ikizler: ne güzel

(2 3 :2 9 :5 7 ) ikizler: biz de yetiştiriyoruz iki çocuk am a


(2 3 :3 0 :0 2 ) ikizler: daha şimdiden tepemizdeler

(2 3 :3 0 :2 6 ) ikizler: bazen kontrol edemiyorum

(2 3 :3 1 :1 4 ) ikizler: hiç dinlemiyorlar sözümü

(2 3 :3 2 :4 8 ) ikizler: ne yapacağımı bilemiyorum

(2 3 :3 2 :5 4 ) P renses_S om ya: anne dediğin biraz otoriter olmalı iki/

(2 3 :3 3 :1 2 ) P ren ses_ S o m y a: bak sende otorite eksikliği var

(2 3 :3 3 :4 9 ) P ren ses_ S o m y a: hem bana bak kocan aldatıyor mu


kız seni

(2 3 :3 4 :2 8 ) ikizler: bilmem olabilir


(2 3 :3 4 :5 4 ) ikizler: aldatıyor mu?
(2 3 :3 5 :0 4 ) Prenses_Som ya: Tekin gibi bir ismi mi var senin kocanın

(2 3 :3 5 :2 9 ) ikizler: yok. İlker kocamın ismi

(2 3 :3 5 :3 2 ) ikizler: am a Tika derler

(2 3 :3 5 :3 9 ) ikizler: sen onu gördün bence

(2 3 :3 5 :4 4 ) P ren ses_ S o m y a: Tika mı?


(2 3 :3 5 :5 4 ) P ren ses_ S o m y a: o nasıl isim kız kedi ismi gibi

(2 3 :3 5 :5 9 ) ikizler: gözünde tik var

334
SULTAN TARLAC1 9

(2 3 :3 6 :0 2 ) ikizler: ondan Tika diyorlar sanırım

(2 3 :3 6 :1 1 ) P ren ses_ S o m y a: sen beyaz tenli

(2 3 :3 6 :1 1 ) P ren ses_ S o m y a: hafif balık etli

(2 3 :3 6 :2 0 ) P ren ses_ S o m y a: kendini gösterir

(2 3 :3 6 :2 4 ) P ren ses_ S o m y a: seksi bir şey misin

(2 3 :3 6 :2 5 ) ikizler: yoo...

(2 3 :3 7 :0 2 ) P ren ses_ S o m y a: o halde kocan şenle sevişmiyor

(2 3 :3 7 :0 8 ) P ren ses_ S o m y a: bu kadınla sevişiyor

(2 3 :3 7 :1 2 ) ikizler: kocamı nasıl gördün ki?

(2 3 :3 7 :1 3 ) ikizler: tarif et bakalım

(23:37:19) Prenses_Somya: kara kuru


(2 3 :3 7 :2 1 ) P ren ses_ S o m y a: zayıf, çelimsiz

(2 3 :3 7 :2 7 ) P ren ses_ S o m y a: sıska, kısa


(2 3 :3 7 :3 2 ) P ren ses_ S o m y a: çirkin bir şey

(2 3 :3 7 :3 6 ) ikizler: evet doğru


(2 3 :3 7 :4 4 ) P renses_S om ya: yüzünde bıçak yarası gibi bir yara var

(2 3 :3 7 :4 7 ) P ren ses_ S o m y a: kafasının üzeri çok hafif kel

(2 3 :3 7 :5 1 ) P ren ses_ S o m y a: yeni yeni dökülmeye başlamış

(2 3 :3 7 :5 1 ) P ren ses_ S o m y a: kocanın başını papatya suyuyla yıka

(2 3 :3 7 :5 5 ) P ren ses_ S o m y a: saçları d a dökülürse

(2 3 :3 8 :0 8 ) P ren ses_ S o m y a: iyice çirkin olacak

(2 3 :3 8 :2 2 ) P ren ses_ S o m y a: evlerden eşiklerden ırak

(2 3 :3 8 :3 1 ) ikizler: şimdi sen bu adam ı beyaz tenli, hafif toplu bir


kadınla sevişirken mi gördün?

(23 :3 8 :3 8 ) İlahiyatçı sohbet odasına girdi

335
9 197 GÜN ’ BÖLÜM2

(2 3 :3 8 :4 1 ) P ren ses_ S o m y a: evet

(2 3 :3 8 :4 6 ) ilahiyatçı: selam un aleyküm

(2 3 :3 8 :4 8 ) ikizler: nerede?

(2 3 :3 9 :0 3 ) P ren ses_ S o m y a: işte onu ben de tam anlayamadım

(2 3 :3 9 :3 3 ) P ren ses_ S o m y a: bir yatak üzerindeler am a

(2 3 :3 9 :4 1 ) P ren ses_ S o m y a: odadan çok depo gibi bir yer

(2 3 :3 9 :4 6 ) ikizler: aleyküm selam

(2 3 :3 9 :5 1 ) Pren ses_Som ya: ilahiyatçı hoş geldin

(2 3 :3 9 :5 8 ) ikizler: dediğin yer hakkında bir fikrim var

( 2 3 :4 0 :0 4 ) P ren ses_ S o m y a: eski eşyalar var orada

(2 3 :4 0 :0 6 ) P ren ses_ S o m y a: bu titrek zayıf herif

(2 3 :4 0 :1 0 ) P ren ses_ S o m y a: kaymak gibi kadına

( 2 3 :4 0 :1 8 ) ilahiyatçı: tövbe estağfurullah, nasıl yazışmalar bunlaı

(2 3 :4 0 :2 0 ) P ren ses_ S o m y a: nasıl alıp veriyor

(2 3 :4 0 :2 7 ) İlahiyatçı sohbet odasından çıktı

(2 3 :4 0 :3 8 ) P ren ses_ S o m y a: sende de suç var am a ikiz

(2 3 :4 0 :4 2 ) P ren ses_ S o m y a: sen adam la hiç beraber olmazsan

(2 3 :4 0 :4 7 ) ikizler: evet doğru

(2 3 :4 0 :5 0 ) P ren ses_ S o m y a: adam d a gider başka kadınlarla

(2 3 :4 0 :5 3 ) P ren ses_ S o m y a: bu işi yapar

(2 3 :4 0 :5 7 ) P ren ses_ S o m y a: am a m erak etme buldu belasını

(2 3 :4 0 :5 9 ) P ren ses_ S o m y a: kadın bunu seviştikten sonra

(2 3 :4 1 :0 4 ) P ren ses_ S o m y a: soydu gitti.

(2 3 :4 1 :0 9 ) ikizler: soydu derken?

336
SULTAN TARLAC1 9

4 1 :1 8 ) P ren ses_ S o m y a: yok soydu derken öyle değil

4 1 :3 4 ) P ren ses_ S o m y a: öyle zaten soydu da

4 2 :1 4 ) P ren ses_ S o m y a: diğer türlü de soydu

4 2 :1 5 ) P ren ses_ S o m y a: parasını aldı kaçtı yani

4 2 :2 0 ) ikizler: a a aa aaaaa

4 2 :2 2 ) P ren ses_ S o m y a: kocan seviştikten sonra

4 2 :3 1 ) P ren ses_ S o m y a: ayak basılmış sinek eziği gibi

4 3 :2 0 ) P ren ses_ S o m y a: yatakta uyur kalır mı

4 3 :2 8 ) ikizler: evet

4 4 :2 6 ) P ren ses_ S o m y a: bence sebep ondan d a öte

4 4 :3 2 ) P ren ses_ S o m y a: kadın kocanın içkisine bir şey karış-


uyusun kalsın diye

4 4 :3 7 ) ikizler: yok canım

4 4 :4 6 ) P ren ses_ S o m y a: kocan votka mı içer

4 4 :5 5 ) ikizler: evet

4 5 :3 4 ) P ren ses_ S o m y a: kokusunu taaa buradan alıyorum

4 6 :1 4 ) P ren ses_ S o m y a: kocanın dişinin biri de önden kırık

4 6 :1 6 ) ikizler: evet

4 6 :5 8 ) P ren ses_ S o m y a: onu bir ara dişçiye götür

4 7 :1 7 ) P ren ses_ S o m y a: yaptır o dişini

4 7 :3 6 ) P ren ses_ S o m y a: adam zaten çirkin

4 7 :5 0 ) P ren ses_ S o m y a: daha da çirkin görünüyor


4 8 :0 7 ) ikizler: nasıl aldı kadın paraları anlam adım ki
4 8 :1 7 ) P ren ses_ S o m y a: senin kocan

337
197 GÜN ’ BÖLÜM2

(2 3 :4 8 :1 8 ) P ren ses_ S o m y a: kadınla sevişmek için

(2 3 :4 8 :4 0 ) P ren ses_ S o m y a: pantolonunu çıkarıp


(2 3 :4 9 :3 2 ) P renses_S om ya: sandalyenin üzerine koymadı mı?
(2 3 :4 9 :4 8 ) ikizler: bilmem. Koydu mu?

(2 3 :5 0 :3 8 ) P renses_S om ya: kocanın anahtarlığında


(2 3 :5 0 :3 9 ) P ren ses_ S o m y a: zeytin çekirdeklerine benzer
(2 3 :5 0 :5 0 ) P ren ses_ S o m y a: bir şeyler var
(2 3 :5 1 :1 3 ) ikizler: İğde ve hurm a çekirdekleri

(2 3 :5 1 :1 6 ) P ren seş_ S o m y a: her neyse


(2 3 :5 1 :2 8 ) P ren ses_ S o m y a: kadın o çekirdekli anahtarlığı
(2 3 :5 1 :3 5 ) P ren ses_ S o m y a: kocan uyurken alıp

(2 3 :5 1 :4 2 ) P ren ses_ S o m y a: kasayı açtı

(2 3 :5 1 :5 0 ) ikizler: a a a a a ...
(2 3 :5 2 :0 1 ) ikizler: :(
(2 3 :5 2 :0 6 ) P ren ses_ S o m y a: birkaç tane de çok değerli tarihi ese
aldı
(2 3 :5 2 :4 3 ) P ren ses_ S o m y a: çıktı gitti dükkandan
(2 3 :5 2 :4 8 ) P ren ses_ S o m y a: hayırlısı olsun
(2 3 :5 3 :1 5 ) P renses_S om ya: sevmesen de kocanla seviş

(2 3 :5 3 :5 7 ) P renses_S om ya: sevişe sevişe seversin


(2 3 :5 5 :0 9 ) ikizler: tüm paraları mı aldı?
(2 3 :5 5 :5 1 ) P ren ses_ S o m y a: üzerine bir de tarihi eser birkaç eşy
aldı dedim ya

(2 3 :5 5 :5 6 ) ikizler: :(

338
“Eğer gerçeğin tam takipçisi olacaksanız , hayatta en azın d a n bir
kez , m ü m k ü n olduğunca her şeyden şüphelenm eniz gerekir”
Descartes

Dr. Saltı paylaştı 71 gün önce

lO l.G ün

Evrenin D ili: Site İçi Yöneticiler İçin Mesajlaşma Sistemi


lâ Gelen (23/0) ¿1 Giden (7)® Çöp (67) D Arşiv (13) A y a rla r^ Yeni Mesaj

Dr. Saltı Bey,

ÇitilemedenPcirlatır isimli ve m uhtem elen evde kalmış kız kurusu


benim durugörü çaldığımı iddia ederek bana “Başkasının şeyiyle
gerdeğe girmek” gibi bir laf etti. Ben kimsenin durugörüsünü çalm a­
dım! Onunla gerdeğe girsem kendi s... Yazmaya terbiyem müsait
değil. O lafı ona yediririm am a her birimiz bilgisayar başında oldu­
ğumuz için yapamıyorum . Böyle terbiyesiz insanların sitede olması
doğru mu sizce? Çitilemeden_Parlatır isimli şahsın siteden atılmasını
istiyorum.

Geveze

Doktor Bey,

Başka kişilerin yeteneğiyle haksız yöneticilik almış olanlar olabilir


sitede. Sonuçta bilgisayar arkasından ve internetten kimsenin ger­
çek kimliğini bilmiyoruz. Mesela Geveze ve Tatlu_dudi’nin gerçekte
197 GÜN • BÖLÜM2

yetenekli olmadığını ve bu şekilde haksız yöneticilik almış olduklarını


düşünüyorum. Hatta bu kişiler siteden gönderilmeli. Tabii karar sizin.
Çitilem edenParlatır

By_Piccione ve Çitilemeden_Parlatır kendini çok övüyooo doktor.


Egosu yüksek kişileri sitede istemiyoruz. Onların siteden gönderil­
mesini istiyoruz. Sonuçta hepimiz yetenekliyiz.
Tatlı_dudi

Hocam selamlar,

Sitenin canlı sohbet odasını ara ara kontrol etseniz iyi olur bence.
Geçen gün girdim Tatlı_Dudi ve Geveze “Üzerinde ne var?” türün­
den sohbetler ediyordu. Böyle soru olabilir mi bu sitede? Gerçek
yetenekli biri karşıdakine üzerindekini sorm adan bilir! Bunların ye­
teneksiz olduğu buradan belli.

Juliet

Dr. Saltı,

Sitenizde yöneticiyim. Geveze takm a isimli hırsız, öngörüm ü ya


d a durugörüm ü çaldı. Önce ben yazmıştım. Benim yazdığımı biraz
değiştirerek, yazdığım durugörünün aynısını yazdı ve gerçekleşince
yönetici oldu. Onun gibi bir hırsızın acilen siteden gönderilmesini
istiyorum. Lütfen!
By_ Piccione

Ayrıca “danset” isimli velet ben siteye girdiğimde “Evimin duvarı


kerpiç, yine geldi By_piç” diyor bana.
By_Piccione

Doktor Bey,

Gerçekleşen rüyalarımı “gerçekleşti” olarak değerlendirmeyecekse


niz burada durmam ın bir anlamı yok sanırım!

E_S_P

340
SIJİTAN TAKLACI 9

Saltı Bey,

Sitede nasıl olduysa yönetici olmuş bazı kişiler öldürülen kıza ve ka­
tiline dair çıkan haberlerden etkilenip hem en siteye durugörü veya
rüya görmüş gibi yazıyor. Haberi izliyorum, bakıyorum beş dakika
sonra bizim siteye öngörü ve durugörü algısı olarak eklenmiş. Bu
ne saçmalık! İsterseniz eklenen durugörü kaydıyla çıkan haberlerin
saatlerini bir karşılaştırın.

Prenses_Somya

Selam doktor,

Bu durugörü denen şeyle yazılıda çıkacak matematik sorularını ön­


ceden görmek mümkün mü ya? Soruları değil de direkt cevapları
görsem de olur. Çok lazım. Hayati önemi var. Sen nasıl doktor ol­
dun?

Danset

Cevap verirsen sevinirim. Vermezsen de üzülmem. Sen bilirsin. Site


süper. Yalnız orada önüne geleni yönetici yapmışsın. Yanlış bence.
Ayarla o işleri...

Danset

Saltı Bey,

Biliyorsunuz ben psikometristim ve sadece geçmişi görebiliyorum.


Yani geleceği göremiyorum. Geçmişi görmek için de zaten nesne­
lere dokunm am lazım. Sitede bazı kişiler ben gelecek durugörüsü
eklemedim diye “Sen yeteneksizsin nasıl yönetici oldun?” dem ese
de diyecek gibi oluyor bence. Sanki öyle bir şey geçiriyorlar kafala­
rından ve inanılmaz üzülüyorum. Bu kadar aşağılanmaya dayana­
mayacağım. Yöneticilik falan istemiyorum. Silin beni lütfen.

İkizler

341
9 197 GÜN • BÖLÜM2

Saltı Bey,

M erhabalar efendim. Başınızı ağrıtmak istemezdim böyle bir mev-


zudan ancak ben “yeşim” takm a adlı bayan ile anlaşamıyorum.
Anlaşamamaktan öte şahsıma herkesin önünde hakaret ediyor ve
rahatsız oluyorum. Cevap versem uzuyor ve diğer arkadaşlar ra­
hatsız oluyor bu sebepten özelden yazdım. Kendisi beni bu sefer de
özelden yazma sebebim olarak ikiyüzlülükle itham ediyor. Ben kayıi
altına aldım bana yazdıklarını artık çok bunaldım. Kendisi hakkında
şikâyet dilekçesi vermeyi düşünüyorum . Kendisini bunu söylediğim­
de ise bana beni özelden taciz etmeyin diyerek ayrı bir şaşkınlığa
uğrattı. Gerçek anlam da kendimi bunalmış ve yıpranmış hissediyo­
rum. Gayet normal özel hayatında sıkıntısı olmayan sıradan bir kız
çocuğum öğrenciyim. Yani kimseyle bir sıkıntım yokken neden böyle
bir durum içine düştüm anlayamıyorum, rahatsızlığımı tarif edemem
kaç gün ağladığım da bir gerçek... Ki ona rağm en kendisine hakkım
helal olsun diyorum. O bana hakkımı helal etmiyorum Allah tan bul,
beni an diyerek daha da üzüyor. Ki önceden özür de diledim ben
sırf konu kapansın diye. Şimdi geçmiş karşıma hani ‘özür dilemiş­
tin’ diye önceki mevzuları hatırlatıp üste çıkmaya çalışıyor. Neyse*
sizi daha fazla sıkmayacağım. Sizden talebim bana kişinin isim soy
ismini veyahut IP numarasını verirseniz m em nun olacağım. Çünkü
savcılığa bir şikâyet dilekçesi hazırlamayı düşünüyorum . Gerçekten
durum um dan çok rahatsız olduğum a inanınız...

İyi günler dilerim.

DuruGörücü Gelen Kiz

342
“Güzelliğin şarkısını söylersen eğer; çölün ortasında tek başına
olsan bile bir dinleyicin o la ca ktır”
Halil Cibran

Dr. Saltı Paylaştı, 67 gün önce

103. G ün

Kapı açılınca tavandan aşağı bakır zincirlerle sarkıtılmış seramik iki


minik süs m akosen ve dem irden yapılmış Kızılderili tüyü birbirine
çarparak ses çıkarmıştı. Zaten Tika da bunları kapı açılınca ses çı­
karsınlar diye asmıştı. Bu aralar fazla dalgındı ve dükkânın arka
taraflarında bir şeylerle oyalanırken gelen müşteriden haberi olm a­
yabiliyordu. Bunların arasında bir de otuz santimetre uzunluğunda,
yirmi santimetre genişliğinde oval bir totem direği süsü vardı am a
onu az önce uzun zamandır girdiği ve kazanamadığı bir sınavı, bir
arkadaşı kendine Kızılderili kolyesi hediye ettikten sonra kazanmış,
ondan sonra da Kızılderili eşyalarına karşı batıl inanç geliştirmiş bir
öğrenciye satmıştı. Ders çalışırken masasının tam karşısına bu to­
tem direğini asıp ezberini ona bakarak yapacağını açıkça söylemişti.
Tika da totem direklerinin bu konuda çok faydası olduğunu pek çok
kişiden duyduğunu -böyle bir şeyi kimseden duymadığı halde- söy­
lemiş; bu tür süsleri özellikle bu am aç için getirdiğini de sözlerine
eklemiş; kızın saflığından yararlanarak ne zaman ve nasıl aldığını
bile hatırlamadığı, yıllardır döküntü eşyalar arasında duran ve daha
dün sadece kapı açılınca ses çıkarsın diye oraya asıverdiği bu garip
şeyden kutsal bir eşya gibi bahsederek ‘uzun zamandır kapıda asılı
197 GÜN ’ BÖLÜM2

olduğunu, kaç kişi satın almak istediyse değerinden dolayı şimdiye1


kadar satmayı hiç düşünmediğini am a m adem sınav gibi önemli bir
konuda onun bu totem direğine ihtiyacı varsa -öyleyse- onu kirama
yacağını söyleyerek, öğrenci indirimi adı altında öğrenci zammıyla
birlikte neredeyse gerçek bir Kızılderili totem direği parasına satmıştı
kıza. Müşteri de bu iyilik karşısında ezilip, bu dükkânı hiç unutm aya­
cağını belirterek alışverişten ve sohbetten çok keyif aldığını söylemiş,
kalın çerçeveli gözlüklerini burnunun üzerinde biraz daha kaldıra­
rak yarasa kollu salaş kıyafeti içinde kaybolmuş ellerinde tuttuğu
kitaplarını, aldığı “uğurun” parasını ödem ek için cüzdanını çıkarır­
ken Tika’nın masasının üzerine bırakmış, entelektüellenme yolunda
olduğunu her zaman her ortam da belirtmek isteyenlerden olduğunu
belli ederek: “Cree Kızılderililerinin kehaneti geldi aklıma” demişti.
“Diyor ya, yalnızca son ağaç kesildikten, son ırmak zehirlendikten,
son balık yakalandıktan sonra, ancak o zaman paranın yenmediğini
anlayacaksınız.” Bunu söylerken derin ve etkileyici bir ses yakala­
yabilmek için sesini kimi yerde kısmış, kimi yerde kalınlaştırmıştı.
Tika da müşterisini m em nun etmek için sesten ne kadar etkilendi­
ğini -sezdirmemeye çalışsa da bak işte saklayamadığını- sözü de ilk
kez duyuyormuş gibi ne kadar beğendiğini belli eder bir tavırla kıza
bakmış, gülümsemiş, kesinlikle hak vermiş, yine bekleriz sözleriyle
müşterisini uğurlamış ve arkasından “Sen de son paranı harcadık­
tan, son düşük notunu aldıktan sonra anlayacaksın paranın ağaçtan
toplanm ayan ve ırmaktan tutulmayan, başarının da totem direğin­
den gelmeyen bir şey olduğunu.” demişti.

Şimdi gelense Füsun Hanımdı. Yüksek belli, vücuduna yapışan, di­


zinden dört parm ak aşağı inen siyah kalem etek, üzerine köprücük
kemiğini gösteren yakası açık pudra rengi gömlek giymişti. İlker Bey
kapıyı kapatan eşine baktı:

“Ne oldu?” dedi.

Füsun Hanım içini çekerken köprücük kemiği daha belirgin hale

344
SULTAN TARLACI 9

geldi. Mercan rengi rujuyla birlikte pudra rengi gömleği cam kapı­
dan uzaklaştıkça daha koyu görünüyordu. Minik çantasını oturacağı
sandalyenin demirine zincirinden astı, kendi de sandalyeye oturdu:

“Ne olduğunu sana sormalı.” dedi ağzının içinde. Görm ek istemedi­


ğinden olmalı Tika’nın yüzüne bakmıyordu.

Tika elindeki toz beziyle eşine yaklaştı. Zayıf bedenini genç kadının
önüne dikti. İncecik beline bağladığı kemerinin en öndeki deliğine
geçirilmiş demiri dükkânın cam ekânından kırılan güneşle parlıyor,
pantolonunun pileleri Füsun Hanım dönüp bakmadığı halde yan­
dan gözüne çarpıyordu.

“Çocuklara mı bir şey oldu?” dedi. Dili dişinin gedik yerine kaçmış,
hatta telaşından biraz da dilini ısırmıştı.

“Ne ilgisi var!” dedi Füsun Hanım.

Tika m asaya geçip sekerek ortopedik koltuğuna, eşinin karşısına


oturdu.

“Konuşmaya geldim.” diye devam etti genç kadın. İlker Bey hiçbir
şey dem eden koltuğuna yaslanıp bir elini m asanın üzerine diğerini
koltuğun koluna koyduğu dirseğinden destek alarak çenesine koy­
du. Gözlerini kıstı. Füsun Hanım ’ın söze başlamasını bekliyordu.

Karısı bu bekleyişten haberdar, gözlerini dükkânda gezdirdi. Guguk­


lu saatlere, birkaç yerinden yırtılmış kanaviçe bir tabloya ve seksenli
yıllardan kalma tuşları çevirmeli kırmızı bir ev telefonuna uzun uzun
baktı. İlker Bey de eşinin buraya gelirken hafifçe terlemiş boynuna,
eteğin tam oturmuş beline ve bacaklarına...

“İşler nasıl?” dedi Füsun Hanım.

Tika başını cam dan tarafa çevirdi. Karşı dükkân kom şusunun çırağı
çay bardağının altında kalan soğumuş çayı yola dökmüş, içeri giri­
yordu.

“İyi” dedi ağzının içinde.

345
197 GÜN ’ BÖLÜM2

“Bir problem var sanırım.”

Tika yeniden duyduğu imayı anlam aya çalışır gibi bir bakışla eşine
döndü.

Füsun Hanım dizlerini birleştirmiş, sandalyenin kenarından minik


delikli zincirlerle sarkan çantasını kucağına almış, başını önüne eğ­
miş, çantanın mıknatıslı tokasıyla oynuyordu.

“Maddi an lam d a...” diye ekledi ağzının içinde.

“Para mı lazım.” dedi Tika.

Füsun Hanım yeniden içini çekti. Eşinin yüzüne baktı. “Bir şey mi
oldu İlker?” dedi. “Bir sorunumuz mu var?”

Tika’nın, eşinin ağzından ismini yıllardır duym adığına emindim.


Füsun Hanım ’ın gözlerinin içine bakıyordu. Neye şaşırsındı? İsmi­
ni söylediğine mi? “Sorunum uz” derken, koca olarak dikkate alınıp
herhangi bir “ortak” problem için eşinin onunla konuşm aya gelme­
sine mi? Belki de genç kadının mevcut “sorunu” nereden öğrendiği
en önemli mevzuydu şu an am a o bile bunlar yanında sanki daha
önemsiz kalıyor, hatta İlker Bey’in aklına bile gelmiyordu.

“Hayır.” dedi. Yeniden cam dan dışarı baktı. Vitrindeki bibloların da


tozunun alınma zamanı gelmişti. “Nereden çıkardın?” diye sordu
kısık bir sesle.

Füsun Hanım, Tika’nın sevgilisi geldikçe sık sık aşağı kata indikleri
merdivene baktı: “Son günlerde çok durgunsun.” dedi.

İlker Bey yeniden eşine döndü. Gülümsedi. Tika ilgiyi severdi. Her
hangi bir kadın onunla bir şekilde ilgilensindi. Konuşsun, sevsin, bir
şeyler ima etsin, laf soksun, küfretsin, dövsündü.

“Öğrenmeden bırakmazsın ki.” dedi mutlulukla. Bunun doğru ol


madiğini, Füsun H anım ’m ilk defa kendiyle ilgilendiğini ve hiçbir
zaman onun dertlerini öğrenme ve çözüm getirme konusunda ısrar
cı olmadığını bildiği halde kendini kandırmayı nasıl başarıyordu? Bu

346
SULTAN TARLACI 9

hayalden nasıl bir zevk alıp mutlu oluyordu? Karısını aldattığı sevgili­
si tarafından dolandırıldığı şu berbat durum da eşinin kendiyle ilgilen­
diği şu anın tadını nasıl çıkarabiliyordu? Böyleleri ‘an’da yaşam aya
alışmış ve sıkıntıdan mütevellit her türlü hastalığa karşı bencillikten
gelen doğal bir bağışıklık sistemi oluşturmuş kişilerdir. Başını ‘senden
kurtuluş yok’ anlam ında sağa sola salladı. Ağzı memnuniyetle yayılır­
ken dişinin gediği görünüyordu. “Boşver bebeğim .” dedi.

Füsun Hanım eşine baktı. Burnunu pis bir koku almış gibi yukarıya
topladı. Sonra hem en kendini toparladı.

“Ticarette her zam an olabilecek şeyler.” diye devam etti diğeri. “Be­
nim canımın sıkıntısına bakm a sen.” M asadan kalktı. Füsun Ha-
nım’m önüne geldi. “Yoksa senin de mi canını sıktım?” dedi.

Füsun Hanım İlker Bey’in bu tür davranışları hangi filmden öğren­


miş olabileceğini düşünüyor olmalıydı. Dalgındı. Hiçbir şeye ben-
zetemediği eşi şu an pek çok şeye benziyordu. Sadece benziyordu
am a “o” değildi. Belki de Füsun H anım ’ın eşini yok sayması, İlker
Bey’in bu kimliksizliğinin tek sebebiydi. Bulunduğu ortam a göre şe­
kil alırdı.

“Kızları düşünüyorum .” dedi Füsun Hanım. Kaşlarını çatmış, az


önce İlker Bey’in baktığı cam dan şimdi o bakm aya başlamıştı. Az
önce bardağın içini yola boşaltan çırak yanındaki butik dükkânın sa­
hibi dul ve kendinden on yaş büyük bir kadınla kesişiyordu. Bu ka­
dın İlker Bey’den birkaç defa antika eşya almış, biraz oynaşmış am a
genelde yapılı erkeklerden hoşlandığı için işi ilerletmemişti. Kaldığı
yerden devam ederek “Onların geleceğini düşünüyorum .” dedi.

Tika “Ne olmuş onların geleceğine?” dedi masanın üzerine çıkıp


otururken. Kısa bacakları ve otuz sekiz num ara ayakları yere değ­
meden havada asılı kalmıştı.

Genç kadın eşinden değil, duyacağı cevaptan korkar bir halde: “Bu
sorun, onların geleceğini etkilemez değil mi?” dedi.

347
9 197 GÜN • BÖLÜM2

“Saçm alam a.” dedi İlker Bey. “Nereden çıkarıyorsun bunları? Bir­
kaç gün beni durgun gördün d iy e...” Güneş büyük bir bulutun ar­
kasına girmiş, sokağı karartmıştı. İlker Bey’in yüzü de karardı. İçine
bir sıkıntı düştü. Kendisi de kızları düşünüyor olmalıydı çünkü Füsun
Hanım endişesinde haksız sayılmazdı. Hatta eşi gelmeden az önce
yaptığı hesaplara göre ev ellerinden gidebilirdi. Tika evi satmazdı
elbette. Gereken parayı tefecilikten alacağı olan kişilerden temin et­
meyi düşünüyordu. Borcu yoktu. Sadece daha çok kazanmak için
daha çok mal almak lazımdı, almak için de p a ra ... Geçen haftalarda
balık etli beyaz sevgilisi seviştikten sonra Tika’nın votkasına ilaç ka­
rıştırmış, pantolonundaki anahtarlarla dükkânın kasasını soyup git­
mişti. O para, Tika’nın banka haricindeki -ve bankadakinden daha
çok- birikmiş tek parasıydı. Bu birikimle yapılacak planlar içinde el­
bette kızların geleceğine dair hayaller vardır. Karı kocanın tek ortak
paydası, çocukları, gelecek yıl kreşe gidecek, uzun bir eğitim ha­
yatına başlayacaklardı. Belki birbirleriyle paylaşmamışları am a karı
koca ikisi de çocuklara dair “en iyi” hayalleri kurmuşlardı. Elbette şu
an için kızları etkileyen.bir durum yoktu am a ilerisi için vardı çünkü
fena soyulmuştu!

Bu zehirli düşünceler bilincine cıva gibi sızmış, beyninde bir ağırlık


oluşturmuştu. Gözleri doldu.

Füsun Hanım ayağa kalktı. Eşine baktı:

“Zararımız ne kadar?” dedi açıkça.

Bu söz Tika’ya birden “dokunsan ağlayacak” etkisi oluşturmuştu. Az


önce karısından bulduğu yüzü, yüzsüzlüğüne ekledi. Kendine yak­
laşmış, önünde dikilen genç kadının göğsüne yatıp: “Bir ev parası
kaybettik!” diye aniden ağlam aya başladı. Füsun Hanım şaşkınlıkla
gözlerini açtı. Eşinin m addi sıkıntısında her ne şekilde öğrendi ise
belki yanlış bir haber olduğuna veya endişe edilecek bir durum ol­
madığına dair şu ana kadar um udu vardı dem ek ki. Ya kocası? İlker?
O? İşte hırsızın kendisi koynuna yaslanmış ağlamaktaydı. Annesini,

348
SULTAN TARLACI 9

hayatını, şimdi de kızlarının geleceğini çalan şu aciz, zavallı, pişkin


ve ayakları küçük adam a -gözüne çarpmıştı- ne desin, nasıl davran­
sın ve m erham et etsindi? Bir defa olsun hem bedeni hem karakteri
güçlü ve sağlam bir adam olmuş, Füsun H anım ’ın da onun göğsüne
bu şekilde yaslanıp ağlamışlığı olmuş muydu? Olmadığı gibi kocası
ona yaslanıp ağlamaktaydı. Sorun değildi konu uygun olsa am a ne
için ağlamaktaydı? Kendisini aldattığı sevgilisi parasını alıp götürdü
diye. Merak ediyordum, acaba Füsun Hanım paraların nasıl gittiğini
de biliyor muydu? Göğsüne yaslanmış kocasının başını eliyle zoraki
okşadı. Tika’nın birkaç gün önce üç dükkân ötedeki berbere kısaca
kestirdiği üç num ara saçlarını avcunun içinde hissetmekten iğrenir
gibiydi.

Neden sonra “Sana yardım ederim .” diyebildi.

İlker Bey eşinin göğsünden başını kaldırdı, gözlerine baktı. Füsun


Hanım da onun gözlerine bakıyor, uzun zam andan sonra ilk defa
eşinin göz çevresindeki kırışıklıklara dikkat ediyordu. Her insanda
yaşın çizdiği, tecrübelerin derinleştirdiği bu çizgilerde hüzünler sak­
lanırdı. Tika’nm çizgileri nasıl oluşmuş, nasıl derinleşmiş ve içinde
neler saklamaktaydı? O kadar sıradan geliyordu ki Füsun H anım ’ın
gözüne bu çizgiler. Sanki bunlar da Tika’da olan tüm diğer şeyler
gibi sırf başkalarında olduğu için, onları taklit eder şekilde vardı.
Ona bir türlü olgunluğu, burada sabah erkenden gelip ailesi için
para kazanırken yorulmayı ve yaşlanmış olmayı yakıştıramıyor, o
çizgilere bile saygı duyamıyordu. İlker Bey ise eşinin gözlerinde
rimel görüyordu. Her gördüğüne, özellikle gözlere derin anlamlar
yüklemeyecek kadar sağlam bir psikolojideydi. Karısının sözlerine
gülümsedi. Sanki büyük bir konuda elinden hiçbir şey gelmeyeceği
belli olan bir çocuğun yardım teklifine güler gibiydi. Bu gülüş, Füsun
Hanım’a küçümseme gülüşü gibi geldi.

Tika’nm burun deliğinden inen uzun ve kıvrık bir kıla takıldı gözü.
İğrendi. Başını yan tarafa çevirdi. Bu tür bir kıla sahip bir adam nasıl

349
9 197 GÜN ’ BÖLÜM2

olur da onu küçümseyebilirdi.

Tika, gözyaşlarının aktığı eşinin bluzuna siler gibi dokundu. Füsun


Hanım tacize uğramış gibi irkildi. Haklıydı. İlker Bey, o an Füsun
Hanım biraz daha ilgi gösterse, sevgilileriyle olduğu gibi eşiyle de
burada bir şeyler yaşam ak isteyebilirdi. Yalnız hiçbir zaman, en
yakın anlarında bile Füsun H anım ’dan böyle bir fantezi isteyecek
kadar onunla yakınlaşmamıştı. Oysa ne güzel olurdu! Hem en şura­
cıkta kapıyı kilitleyiverirdi. Çok üzüldüğünü belirtir şekilde yeniden
karısının kucağına yattı, kollarını beline doladı. Füsun Hanım bu
defaki yatışı hiç m asum bulmamıştı. Neyse ki yardımına açılan kapı
koştu. Makosenler şıngırdarken ikisi de basılmış gibi irkildi ve ayrıldı.

“Kıyamet sahneleri abartılı...” şeklindeki konuşm alarından sinema


ya gidildiği, erkeğin elindeki yeni alındığı belli olan birkaç çok satan
rom andan sinem a çıkışı kitapçıların gezildiği, kızın elindeki çiçekler
den buraya sahil boyunca yürüyerek gelindiği ve el ele tutuşmala
rina ve yüzüklerine bakılırsa nişanlı veya yeni evli oldukları rahatça
tahmin edilen bir çift girmişti dükkâna. Füsun Hanım ve İlker Bey’in
birden ayrılmasına gülümsediler. Kim bilir birbirlerine âşık oldukları
nı düşünüp ne kadar sevimli bulmuşlardı. Beraber baktıkları birkaç,
eşyadan sonra erkek eski saatlere kız Osmanlı fincan takımlarına
yöneldi. Erkek bir ara saatlerden kemerlerin asılı olduğu yere geçti.
Yılan derisi bir kemere bakan erkeğin sorusu üzerine Tika yanına
gitmişti. Füsun Hanım kıza sordu: “Yeni evlisiniz sanırım, hayırlı ol
sun.”

“İki hafta sonra evleneceğiz.” dedi gülümseyerek kız. Turuncu kı


vırcık saçları vardı. “Yoldan geçerken dükkân dikkatimizi çekti. İki
miz de tarihçiyiz. Evimize böyle eski eşyalardan birkaç tane almak
istedik” diye uzun bir açıklama yaptı. Karşıdaki tüm bunları merak
ediyormuş gibi... Nişanlısı kemerlerden Erzurum’un meşhur Oltu
taşı tespihlerine geçmişti. “Hepsi antika mı?” dedi. İlker Bey en eski
tespihten en yenisine sıraladı. En pahalı olanını eline alıp övmeye

350
SULTAN TARLACI 9

adı. Oltu taşı, gümüş işlemeli bir tespihti.

jn Hanım ikisine de baktı bir süre. Birbirlerine olan sevgileri san-


[ikkânın içine dağılmıştı. Uyumlulardı. Yakışıyorlardı.

“Ben aslında bir gramofon istiyorum.” dedi. “Hatta nereye ko-


iğımı bile düşündüm . Eski, tarih kokulu bir ev seçtik. Bu şekilde
[arını açmış önünde büyük bir daire çiziyordu- kocam an bir sofa
’ diye heyecanla ekledi. “Kapının çaprazına yine antika olan bir
a aldık. Karşısında Japonya’dan aldığımız kiraz çiçekli bir tab-
. astım. Onun tam altına koyacağım işte.” İnce bir kahkaha attı,
nasıl bir m edeniyet karmaşası değil mi?”

m Hanım ne dese bilememişti. Gülümsedi.

teri de karşısındaki gram ofona bakm aya başladı. İlker Bey tes­
iri inceleyen müşterisinden biraz izin isteyip hanımefendiye gü-
»ir gramofon gösterdi. Yalnız bu altın kaplam a gramofon evlilik
sindeki çifte pahalı gelecek gibiydi. Genç kız biraz kararsız kaldı,
da yeniden el yazması kitaplara göz gezdirmekte olan erkek
zerisinin yanına gitti. Hangisine ne satsın bilememişti. Erkek
:eri elinde eski bir denizcinin günlüğünü tutmaktaydı. Günlük-
ıtıralar kadar haritalar, değişik çizilmiş pusulalar, her ayrıntısına
.r çizilmiş farklı balıklar ve her sayfasında çıpa vardı. Müşteri
ıç sayfayı gülümseyerek okudu. Denizci, ilerde birinin eline ge-
gini tahm in edememiş veya ettiyse de tanınmadığı için olmalı
işem em iş ve her şeyi tüm ayrıntısıyla yazmıştı.

n Hanım, müşterinin alm aktan vazgeçtiği gram ofona bak-


Zok mutlu bir çiftin gram ofonuydu o.” dedi. “Aşkı uzun süre
m edenlerden... Adam askerdi. Bu gramofonu beşinci evlilik
nümlerinde sanat müziğini çok seven karısı için almıştı. Her
n beraber aşk şarkıları dinlerlerdi.” Gülümsedi. İçini çekti,
rüm seni sevmekle nihayet bulacaktır.” diye mırıldandı. Başını
e eğmişti. Füsun Hanım ’ın içi öyle doluydu ki şu halini kim
âşık olduğunu düşünürdü. Fakat kime? “Güzel anısı olan bir

351
197 GÜN ’ BÖLÜM2

gram ofon...” diye ekledi.

“Ayyy çok şeker.” dedi genç kız. “Alsak mı ya?” diye yeniden gramo
fonun yanına gitmişti.

Tika koşturarak geldi. “Çok değerli bir parçadır hanımefendi. Bu


fiyata da başka yerde bulamazsınız. Altın kaplam a o.” Sonuçta bir
denizci günlüğünden daha çok para edeceği kesindi.

Parasını peşin ödediler. Kapıdan çıkmalarının ardından Füsun Ha


nım ’a baktı Tika. “Ne uydurdun am a h a ...” dedi. Arkalarından
baktı. “Valla sattın gram ofonu.” Kendi de denizcinin günlüğünü
diğerine satmıştı. “Ne uydurdun a m a ...” dedi yeniden. Gülerken
başını mutlulukla sallıyor, parayı sayarken dili dişinin gedik yerine
girip çıkıyor, kaşları inip kalkıyordu. Füsun Hanım eşine baktı. Hafit
çıkmaya başlamış sakalları etsiz kemikli suratında toprak bulamamış
taş üzerinde bitmiş bitkileri andırıyordu. Parayı cebine yerleştirip ka
saya koymak için dükkânın alt katına inerken ortadaki piyanonun
önünden belini solucan gibi kıvırtmıştı.

Füsun Hanım “Uydurm adım .” dedi onun kıvrılan beline bakarken


yavaşça.

Sonra bir an çok kalabalık bir ortam da bunalmış gibi derin bir k
çekti. Telefonunu çıkardı. Dr.Saltı ismiyle kayıtlı birinin profili üze
rinde baş parmağını gezdirdi. Mesaj kutusuna girdi. “Sohbetinizi
özledim.” yazdı. Sildi. “Sohbetini özledim.” yazdı. Yine sildi. Yüzü
kıpkırmızı olmuştu. İlker Bey aşağı kattan bir şarkı mırıldanarak
geliyordu. Gramofonu satan ve bugün buraya gelip kendine sevgi
gösterilerinde bulunan eşine sevgiyle bakıyordu. Bir an kızardığını
görüp “Ne oldu?” dedi. “Yok bir şey.” dedi Füsun Hanım. Gene;
adam , bu utanmışlığı kendine mal edip “ah şu kadınlar” anlamınn
gelen bir gülümsemeyle aşağı indi. Onun gitmesinden sonra Füsun
Hanım yeniden telefonunu çıkardı. “Doktor Bey, psikometri konu
sunda bana bazı eşyalar gösterip test edecektiniz. Yoksa unuttunuz
m u?” Yazdı. Bir gülücük koydu. Gönderdi.

352
“H er şeyin bir adı bir de kendisi vardır. A d , nesneyi gösteren,
anlatan bir sestir; ad, nesnenin ö zün bir parçası değildir; nesneye
eklenen yabancı, nesne dışı bir takıntıdır.33
Morıtaigne

Dr. Saltı paylaştı 61 gün önce

107.Gün

“İçinde ne olduğunu bilebilir misin?” dedi. “Füsun H anım ” diye hi­


tap ettiği karşısında oturan kadına bir zarf gösteriyordu.

“Sanm ıyorum .” dedi kadın. “Yani böyle bir şey daha önce hiç dene­
medim. Dokunmam lazım.”

Bu kadını daha önce hastanede hiç görmemiştim. Hastası değildi.


Başta sevgilisi olabileceğini düşündüm am a sonradan anladım, kadın
duyular dışı algısı açık biriydi ve Saltı’yla bu nedenle görüşüyordu.

Saltı zarfı m asanın üzerinde sürükleyerek kadına doğru uzattı: “Do­


kun o halde.”

“Yok, öyle değil.” dedi kadın. Gülümsedi. “Yani benim nesnenin


kendisine dokunm am lazım. O na dokunup geçmişini söyleyebilirim.
Böyle bir zarfın içindeki resmi göremem sanırım.”

“Dene bence.” dedi Saltı yeniden.

Füsun Hanım zarfa baktı. Biraz düşündü:

“Bilmiyorum.” dedi. “Gerçekten içinde ne olacağına dair hiçbir bil­


gim yok.”
\l)7 (iÜ N ■ BÖLÜM2 \

Satı, masanın üzerinde duran kitaplarından birini aldı. İçinden be­


yaz, boş ve çizgisiz bir dosya kâğıdı çıkardı. Masaya koydu. Beyaz
önlüğünün cebinden kalemi alıp onu da dosyanın üzerine koydu.
Füsun H anım ’a uzattı. Az önce kalem aldığı cebinden sigara pake­
tini çıkardı:

“Sigara içmem sizi rahatsız eder mi?” dedi. Cevabı beklem eden çok­
tan paketi açmıştı bile. Zaten Füsun Hanım da soruyu duymamış
gibiydi. Kâğıtla kaleme baktı:

“Ne yapacağım bunları?”

“Çizeceksiniz.”

“Ne çizeceğim?”

“Zarfın içindekini.”

Füsun Hanım güldü: “Hayır. Ben, zarfın içinde ne olduğunu gerçek­


ten görm edim .”

“İyi ya.” dedi Saltı. “Çizersiniz ikimiz de görürüz.”

“G örm eden mi çizeceğim?”

Doktor sigaradan bir nefes çekti içine: “Evet, görm eden tabii.”

“Nasıl olacak?”

“Bir deneyin.”

“Benim resmim çok kötüdür yalnız” dedi kadın Saltı’ya bakarak.


“Hiç çizemem k i...”

“Ben de size Salvador Dali olduğunuzu söylem edim .” dedi Saltı şa­
kayla karışık bir ciddiyetle. “Ortaya güzel bir tablo çıkarmanızı da is­
temiyorum. Sadece zarfın içindeki objenin çizgilerini, hatlarını veya
kenarlarını yakalamanızı istiyorum. Çizerken resmi ‘isimlendirme’
konusunda acele etmeyin. Çizgiler iyice ortaya çıktıktan sonra çiz­
diğiniz şeye bakıp ‘şu olabilir’ diyebilirsiniz. İsim vermeyin hem en.”

354
SULTAN TARLACI 9

“Ama bu çok saçm a.” dedi Füsun Hanım. “Size böyle bir yeteneğim
olmadığını söyledim. Ben durugörür d e ...”

“Uzaktan çizim, durugörü yeteneği olmayanların da yapabileceği bir


şey zaten.” dedi Saltı kadının sözlerini tam am lam asına fırsat verm e­
den. “Acele et” der gibi bir hareket yapmıştı kağıdı işaret ederek.

Genç kadın isteksiz bir şekilde uzatılan kağıdı biraz daha önüne çek­
ti. Kalemi aldı ve çizmeye başladı. Önce kağıdın ortasına bir nok­
ta koydu. Sonra onun etrafına bir daire çizdi. Sonra da o dairenin
merkezinden dışarıya açılan çocukların çizdiği güneşe benzer çizgiler
şekti. Bir an durup kağıda baktı. Gülümsedi. “Hiçbir şeye benzemi­
yor.” dedi. Saltı sessizce izlemekteydi. Füsun Hanım kağıdı yeniden
alarak az önce merkezden dışarı doğru çizdiği çizgiler arasına yeni
Çizgiler çizmeye başladı. “S anki...” dedi. “Bir örümcek ağı...” Sal-
tı’nın yüzüne baktı. “Zarfta saklanan resim örümcek ağı mı?”

“Bitti mi çizim?” dedi Saltı kağıda bakarak.

Füsun Hanım yeniden elindeki kağıda baktı.

“Evet.” dedi. Çizdiği şeye yeniden bakıp “Evet ya bence örümcek


ağı b u ...” dedi. Sonra da “Öyle mi?” diye sordu.

Saltı gülümsedi. Biten sigarasını kül tablasında söndürdü. “Açıp bak


o halde.” dedi. Genç kadın hediye alır gibi mutlu bir yüz ifadesiyle
zarfı eline aldı am a zarfı açar açmaz yüzü asıldı. “Size demiştim.”
dedi. Zarfın içinden çıkan açık şemsiye resmini m asanın üzerine bı­
raktı.

“Bu alanda yeteneğim yok.”

Saltı kitabının içinden bir dosya kâğıdı daha çıkardı. Füsun Ha-
nım’ın önüne koydu:

“Bu şemsiye resmini ortasından başlayarak buraya çizer misiniz”


dedi.

Füsun Hanım kâğıdı aldı. Suratı asık bir şekilde şemsiyeye baktı. Az

355
\
197 GÜN • BÖLÜM2

önce yaptığı gibi önce bir nokta koydu ve daireyle çevirdi. Sonra
yine az önce yaptığı gibi merkezden dışarıya çizgiler çekti. Bir süre
sonra durdu. Aklına bir şey gelmiş gibi az önce çizdiği resmi Saltı’nın
önünden aldı. İki kâğıdı yan yana koydu.

“Birbirlerine ne kadar benziyorlar hatta aynısı!” dedi.

Doktor gülümsedi.

“A a a ...” dedi yeniden. “Aslında ben doğru çizmişim!”

Saltı arkasına yaslandı. “Doğru çizim, yanlış isim.” dedi gülümseye­


rek. “Size nesneyi isimlendirme konusunda acele etmemeniz gerek­
tiğini söylemiştim.”

“Haklısınız a m a ...” dedi çizdiğine ve resme yeniden bakarken “Ak­


lımda zarfın içindekine dair hiçbir fikir olmamasına rağm en bu çiz­
giler nasıl çıktı?” Doktorun gözlerinin içine bakıyordu. “Ellerimi ha­
reket ettiren nedir?”

“Hiçbir şey düşünm eden çizmek daha iyidir zaten.” dedi Saltı. “Elin
kendi kendine bir şeyler çizecek. Bilinçaltmdan kendiliğinden çizme­
ler gibi... Elbette çizim yapm adan o kutunun içindekini görebilen
ler de vardır am a genel olarak bu konuda hiç yeteneği olmadığını
söyleyen kişiler eline kâğıt kalem alıp biraz odaklanınca saklanan
resmi veya nesneyi tam olarak yakalayabiliyor. Amatör şansı deni­
yor buna.”

“Yani kutunun içinde ne olduğunu söylemek yerine çizmek gereki


yor öyle mi?”

“Söylemek? Bir şeyleri söylemek için ‘kelimeleri’ aracı olarak kulla


nırız” dedi doktor. “Oysa neden bir aracı koyalım ve bunu bir nevi
‘kulaktan kulağa’ oyununa çevirelim. İşte çizerken sadece çizgiler ve*
biz varız. Aracısız...” Güldü.

“Kelimelerin nesneleri doğrudan çağrıştıran özellikleri vardır.” dedi


kollarını m asaya yaslayarak. “Oysa bir şey çizerken nesnenin ‘adım’

356
SULTAN TARLACI 9

değil kendini ve özelliklerini çizeriz. Zaten dünyada çizgiler, kelime­


lerden daha çoktur. Hatta bir Çin atasözü vardır: ‘Bir resim bin ke­
limeye bedeldir’.”

Şemsiye resmini eline aldı. “Şuna bakın.” dedi. “İsimlendirmeye


kalksak bu nedir? Bir eşya.” dedi. “Kumaştan yapılmış... Yani ku­
maş veya o kumaşı geren demirler. Bir demir. Plastik bir sap. Kısa­
cası pek çok isim, pek çok kelimedir. Söylemeye kalksak pek çok
şey söyleyeceğiz ve hiçbiri tek başına doğru çıkmayacak. Uzaktan
çizimde ise yakalanan nesne değil, çizgilerdir. Zarfın içine neredey­
se sayılamaz resim konabileceğinden, saklanan resim bilindiğinde
veya kısmen çizildiğinde bunun bir olasılık hesabı bile yapılamaz.
Ama farz edelim Zener kartları için öyle değil. Beş kart var ve her
birinden de beş adet var. Şans eseri bilinme olasılığı kartlarda yüz­
de otuz. Bu olasılığın üzerine çıkılır ise Zener kartlarını görmeden
bilme başarıdan söz edilebilir. Ama burada saklı herhangi bir nesne
için böyle bir oran hesaplanam az. Dolayısı ile görülmeyen bir şeyin
aynen bilinmesi veya parçalarının çizilmesi olasılık hesaplarıyla açık-
lanamayacak bir beceridir.”

“Tekrar yapalım mı?” dedi Füsun Hanım. “Lütfen. Bu defa daha


çok yoğunlaşacağım kutunun içine, doğru çizeceğim.” .

Doktor güldü ve aynı deneyin en azından bugün tekrarlanm ayaca­


ğını belirtir şekilde konuyu değiştirdi.

“Kiss Kafe’de buluşmayalım diye mesamatmışsınız b a n a .”

Füsun Hanım değişen konuyla birlikte birden ciddileşti: “Evet” dedi.


“Ş ey ...” Sandalyesini biraz daha m asaya yaklaştırdı. Yarım topladı­
ğı saçlarının ucunu avcunun içine alarak omzunun önüne getirdi.

“Oraya, Federico Bey sık sık gidiyor.” Aklına gelmiş gibi ekledi: “Ay­
rıca eşimi tanıyanlar da çok uğruyor oraya.”

“Benimle konuşurken Federico’ya veya eşinizi tanıyan herhangi bi­


line rastlamak istemediniz yani.” Saltı bunu söylerken karşıdakini

357
197 GÜN • BÖLÜM2

-neden bilmiyorum ve bilmek istemiyorum- sanki biraz utandırmıştı.

“Evet.” diye hem en cevap verdi hanımefendi. “Yani sizinle konuş­


m am da bir sakınca olduğundan değil. Buluşabiliriz elbette. Yani bu­
luşabiliriz derken, konuşabiliriz am a konu çok değişik. Bu konunun
çevremde bilinmesini istemiyorum. Bunun, yani benim eşyalarda
bazı şeyler görm em in...”

“Anladım.”

“Sadece size anlattım.”

“Biliyorum.”

“Bir de Kiss Kafenin değişik ve yoğun bir enerjisi var. Tarihi eser
olduğu için. Algılarımı etkileyeceğini düşündüm .”

“Size göstereceğim eşyaların anılarıyla kafenin anılarının karışması


gibi mi?”

“Evet.”

“O kafede bir şeyler gördünüz mü geçmişe dair?”

“Orası çok farklı bir yer.” dedi Füsun Hanım. “Sanırım tarihî esere
dokunm akla bir tarihî eserin içinde olmak da farklı oluyor.” Otur­
dukları m asanın ucuna dalmıştı gözleri. “Salgın bir hastalığa yaka­
lanmış orada yaşayan kadın.” dedi. “Oranın ilk sahibi olan kadın
yani...”

“Yalının mı?”

“Evet. O öldükten sonra çocukları taşınmış gitmiş. Yalıda başka otu


ranlar da olmuş. Hatta Tercüman-ı Ahval’e gizli gizli yazı yazan genç
bir çocuğu öldürmüşler orada.”

Saltı’ya bakıyordu. “Şimdi bizim basit bir iğne ilaçla atlatabileceği


miz bazı hastalıkların tarihte öldürücü olduğunu, hızla yayıldığını o
yalıdan d a elbette birinin o salgın hastalıklardan birine yakalanıp
ölmüş olmasının muhtemel olduğunu, bunu da pekâlâ tahminle bu

358
SULTAN TARLACI 9

labileceğimi düşünüyorsunuz.”

“Hayır.”

“O yalının bir zamanlar yasaklı gazeteye gizli saklı yazı yazan birileri
tarafından kullanıldığına da tarih kitaplarından ulaşabileceğimi hat­
ta buraya birkaç tarih kitabı karıştırıp geldiğimi düşünüyorsunuz.”

“Hayır. Öyle düşünm edim .”

“Kim olsa düşünür.” dedi genç kadın. “Biri size diyecek ki, bulun­
duğum tarihi binanın içinde ö binanın geçmişine dair bir şeyler gö­
rüyorum. Siz de inanacaksınız.” Gülümsedi. “Hangi mantık bunu
kabul eder değil mi? Öyle düşünm ekte haklısınız.”

Saltı kelimelerin üzerine bastırarak: “Öyle düşünm edim dedim .”

“Yalnız biliyor musunuz doktor bey?” dedi genç kadın. “Bu konuda
ben size doğruluğu tarih kitaplarından araştırılınca kanıtlanabilecek
şeyler söylesem kitaptan bakıp söylediğimi düşündüğünüz gibi, ki­
tapları araştırınca bulunam ayacak şeyler söylediğimde de ‘belki de
böyle bir bilgi doğru değil, nereden bilebiliriz doğruluğunu? Hani,
hangi kitapta yazıyor ki kanıtlansın’ diye düşüneceksiniz.”

“Bu konuda düşüncelerimi bilmiyorsunuz.” dedi Saltı. “...ve ne dü­


şündüğüm hakkında fikir yürütüyorsunuz.”

“Elbette tarih kitaplarına girmemiş şeyler söyleyebilirim orası hak­


kında size. Mesela ev sahibi kadın akşamsefası çiçeklerini çok sevi­
yor.”

“0 gece ‘bahçeye akşamsefası ekseniz daha güzel olurdu’ dem eni­


zin sebebi bu m uydu?”

“Evet.” dedi Füsun Hanım sanki doktorun bir açığını yakalamış gibi.
“Bakın hatırlıyorsunuz. Oysa o söz biz m asaya geçm eden önce, pa-
rapsikoloji ve psikometri hakkında konuşm adan önceydi değil mi?”

“Evet.”

359
\

197 GÜN ’ BÖLÜM2

“Öyleyse, yani oranın eski sahibi akşamsefalarını sevmese ben ne­


den bahçeye akşamsefası ekseniz iyi olurdu diyeyim?”

“Ben, sizin akşamsefalarını sevdiğinizi sanmıştım.”

“Hayır sevmem. Hatta ben genel olarak çiçek sevmem. Sanırım


şimdi, akşamsefası örneğinden sonra, hakkımda düşündüğünüz
sahtekârlık suçlamasından biraz olsun utanmışsınızdır.”

“Sahtekâr?” dedi doktor gözlerini şaşkınlıkla açarak. “Öyle biri ol­


duğunuzu düşünmedim ki... Bu konuda her zaman böyle alıngan
olacaksanız sizinle bir şeyler denememiz imkânsız.”

Füsun Hanım da bu uyarı tehdit etkisi yaratmış olmalıydı ki sessiz


kalmayı tercih etti. Cam dan dışarı baktı. Ortamın enerjisi bir anda
değişmişti.

Saltı: “Şimdi sizin asıl uzmanlık alanınıza gelelim.” dedi konuyu de


ğiştirirken. Canı sıkılmıştı. Suratını astı. Kitaplarının yanında duran
kutudan bir kılıç kabzası çıkardı. Füsun hanım kabzanın m asaya ko
yulurken çıkan sesinden önüne dönm üştü. “Bir kılıç kabzası.” dedi.
“Evet.” dedi doktor. “Ben de görüyorum. Kılıcını evde bıraktım.”
dedi. Kabzayı eline alıp birkaç defa çevirip inceledi. “Kılıcı çıkabili
yor.” dedi. “Her neyse... Ne söylersiniz bu kabza hakkında?” Füsun
Hanım kabzayı eline aldı.

“Nereden almışım veya kimden almışım? Hediye midir? Nasıl almı


şım? Ne olmuş?”

“Hediye değil.” dedi Füsun Hanım. “Türkiye’den almamışsınız. Yurl


dışından... Karşınızda elli yaşlarında yuvarlak suratlı ve sürekli gü
lümseyen bir adam var. Bu kılıcı satan adam ... Yanında bir de es
mer, oldukça esmer bir bayan var. O gün üzerinde kırmızı bir elbise
varmış. Büyükçe bir çarşı veya kalabalık bir şehir... Siz, bunu alrmı
dan önce birkaç kılıca bakmışsınız. Üç kılıç arasında durup bunu
almışsınız. Hatta onlardan birini satıcı adam göstermiş size... Öner
m iş... Önce onu alacak olmuşsunuz sonra bunu almışsınız. Kabzası

360
SULTAN TARLACI 9

elinde çevirdi. Kaşlarını çattı. “Engebeli, yükseltili... Im... Dağlık bir


yer.” dedi. “Labirent gibi dar sokakları var. Biraz karanlık ve şehre
renk vermeye kalksak, sanki tüm şehir şu kabzanın kılıcının rengin­
de. Yani metal renkte... Sanki şövalyeler var am a kılıcı aldığınız dük­
kanın sokağı tam olarak öyle değil... İspanyadan almışsınız.”

Saltı, devam etmesini ister gibi sessiz kaldı.

“Çok uzun diyemeyeceğim am a yine de uzun sakallı bir usta yapmış


bu kılıcı.” dedi Füsun Hanım. Toprak renginde ve ev hanımlarının
mutfakta kullandığı önlüğe benzer bir önlük var üzerinde. Yanağın­
da bir ben var. Dişlerinin bir kısmı yok. Gözleri aslında iri am a sanki
zaman içinde yüzünün içine çökmüş ve küçülmüş gibi...”

Araya bir dakikalık bir sessizlik girdi. Saltı’ya baktı. “Başka bir şey
görmüyorum.” diye tamamladı.

Doktor kaşlarını kaldırmıştı. Başını yana çevirdi. Dudaklarını


“hımm” anlam ında büzdü. Sonra birden kadına dönüp “Doğru.”
dedi. Füsun Hanım mutlulukla gülümsemişti ki “Kısmen.” diye ek­
ledi Saltı. “Evet, söylediklerinizin bir kısmı doğru. Bir kısmına ise...”
eline kılıcın kabzasını almıştı, “...m esela kılıcı yapan ustanın nasıl
biri olduğu bilgisi gibi, doğru diyemeyeceğim. Çünkü bilmiyorum.
Doğru dediğim yerler...” kabzayı yeniden m asaya bıraktı. Füsun
Hanım’m yüzüne baktı. “Ispanya’dan almış olmam evet doğru. Yal­
nız, psikometri yeteneğiyle değil, tahm inen de bulmuş olabilirsiniz.
Çünkü İspanya kılıçları ile ünlüdür. Herkes bilir. Onu tahm in ettikten
•onra ise diğer söylediklerinizin lüzumu yok. Mesela dağlık, engebeli
bir yer olduğunu söylediniz ki İspanya diye tahm inde bulunduktan
oonra İspanya’nın dağlık ve engebeli bir yer olduğunu okula giden
bir çocuk bile bilir.” Güldü. Füsun Hanım doktora şaşkın, kırgın ve
herhangi bir şey söylemek aklına gelmiyormuş gibi bakarken doktor
lonki az önce kendisine sebepsiz yöneltilen suçlamaların intikamını
nlır gibi, m adem onca azarı işittim o halde bundan sonra aynen
eleştiririm der gibi devam etti. “Zaten engebeli olmayan bir yer var

361
197 GÜN • BÖLÜM2

mıdır yeryüzünde?” dedi gülümseyerek.

“Yok m udur?” dedi genç kadın.

“Ah, evet çöller ve göller...” dedi doktor gülümseyerek.

“Teşekkürler.” dedi Füsun Hanım. “Buradan anlaşılıyor ki psikomel


ri yeteneğim yok am a genel kültürüm muazzam. Ispanya’nın ünlü
kılıçlarını bir bakışta tanıyacak kadar dünya bilgim var. Üstelik gö
züm o kadar açık ki bir doktoru kandırm aya çalışıyorum. Ha par
don buna gözü açıklık değil, ahmaklık denir değil mi?” Son sözleri
boğazında düğümlenmişti. “Ya kılıcı satan adam ?” dedi. “Yanındaki
kadın? Size birkaç kılıç önerip sizin bunda karar kılmanız?”

“Hangi satıcı müşterisine bir şeyler önermez ki?” dedi doktor. “Bana
bunu “yeteneğinizle” gördüğünüzü söylemeyin. Hayal dünyanı/
yardım ediyor olmasın? Kadına gelince... Hayır, bunu satın aldığını
yerde öyle bir kadın yoktu.”

“Peki.” dedi Füsun Hanım. “O halde evet, benimki psikometri de


ğil, psikolojik bir rahatsızlık. Aydınlattığınız için teşekkürler. Tedavi
olurum .”

Bu sözden sonra arka m asadan bir sandalye çekilmiş, bir el alkışla


yarak doktor ve Füsun hanımın m asasına yaklaştı. “Molto Cariono1
Molto Carino!” diyordu. Doktor ve Füsun hanım şaşkınlıkla adanın
baktı. Bu, Federico’ydu. Gergin olan ortam, profesörün hemen bit
arka m asada -ve muhtemelen konuşmaları duyabilecek bir konum
da- olmasının anlaşılmasıyla daha da gerilmiş, hem doktorun heMn
Füsun Hanım ’ın suratı asılmıştı. Konuşmalarından başka birinin hn
berdar olduğundan haberleri yoktu. Profesör onların bakışlarını g<»
rünce “Ah yoksa benden rahatsız mı oldunuz?” dedi. “Ben şu mas,t
da gazeteme dalmıştım, inanın buraya ne zaman oturduğunuzu bil»’
bilmiyorum.” Sanırım bu sözde ben sizden önce gelmiştim vurgusu
vardı. “Sizin ne zam an oturduğunuzdan...” Burada da konuşmciL
rı en başından dinlemedim vurgusu... “Sonra bir an sesler tanıdı!-

362
SULTAN TARLACI 9

geldi.” dedi. “Doktor kabzayı size soruyordu bana hediye mi geldi


diye.” Bunu özellikle belirtme sebebi de sanırım Füsun H anım ’ın
“Federico veya başka bir tanıdık görür diye” Kiss Cafe’de buluşmak
istemediğini söylediğini duym adım dem ek istemesiydi. Doktor ve
genç kadının aklından bir an “N eden hastane cafesinde oturduk?”
sorusu geçmiş olmalıydı. Göz göze geldiler. Aynı üniversitede olsa­
lar da Federico, fizik bölümündeydi. Tıp fakültesinin cafesine gelip
oturmak nereden aklına gelmişti. Artık bu sorgulamaları yapmak
için geç bir zamandı.

Füsun Hanım birden gülümseyerek. “Sizden neden rahatsız olalım


Federico Bey?” dedi. “Ben, kendim de psikometri yeteneği var sa­
nıyordum am a doktor bey benimkinin sadece geniş bir genel kültür
ve uçsuz bucaksız hayal dünyası olduğunu göstererek aydınlattı. Sağ
olsun.”

Doktor suçlayıcı bir ses tonuyla kendine yöneltilen iğneleyici sözleri


umursamaz gibi yeni bir sigara almıştı ağzına.

“O tursana.” dedi Federico’ya.

Federico otururken Füsun Hanım: “Ben de telaş yapıyordum böyle


bir yeteneğim varsa bunu eşime nasıl açıklarım.” diye dedi. “Sonuç­
ta değişik bir zihin durum u. Normal değil. Bilmem, İlker’in tepkisi
ne olurdu. Neyse ki korkulacak bir şey yokmuş. Normal bir insan­
mışım.”

“Hımm. Dostum İlker’in bu durum dan haberi yok diyorsunuz.” dedi


Federico. “Bunu bilmiyordum inanın am a eğer duyarsa da bu eşsiz
yetenekten rahatsız olacağını zannetm iyorum .”

“Eşsiz yetenek mi?” dedi Füsun Hanım. “Beni dinlemiyorsunuz sa­


nırım. Yeteneğim yokmuş k i...”

Federico doktora bakarak bir kahkaha attı. “Yahu doktor bey bu


filanda çalıştığı için eleştirel yaklaşıyor.” Ciddileşti. “Haklı olarak.”
ıledi. “Öyle olmalı zaten. Size yeteneğiniz yok diyemeyiz. Diyebilir

363
197 GÜN ’ BÖLÜM2

miyiz dostum ?” dedi doktora bakarak.

“Vardır veya çok azdır.” dedi doktor. “Çok az olanlar yok sayılır.”

Füsun H anım ’m gözleri dolmuştu. Gösterm emek için çantasında bir


şeyler arıyor gibi yaptı. Daha sonra kaçışı telefonda buldu ve bir
süre onunla oyalandı.

“Evet am a bunu sadece bir deneyle ölçemeyiz değil mi?” dedi Fe-
derico. “Belki daha çok tarihî eser veya antika eşya göstermeliyiz
Füsun H anım ’a .”

“Öyle elbette” dedi doktor.

Füsun Hanım ’ın gözlerini doldurup boğazını düğümleyen neydi?


Yeteneğin um urunda olduğunu zannetmiyorum. Doktorun “cezası­
n a” kırılmıştı. Saltı’nın Füsun H anım ’ı cezalandırdığı kesindi.

“Aslında benim de uzun süredir düşündüğüm bazı deneyler var.”


dedi Federico. “Gerçi psikometri değil am a yine Duyular Dışı Algı
ile ilgili bir deney. Doktor, biliyorsun, parapsikolojinin herhangi bir
alanında yeteneği olan bir insan diğer alanlarda da az çok yetenek
lidir. Neden bir gün benim evimde denemiyoruz? Siz, ben, Füsun
H anım ... Hatta isterseniz başka medyumlar d a ...”

“Bunun için müsait olacağımı zannetm iyorum .” dedi Füsun Hanını


kırgınlığını sesine yansıtm am aya çalışarak. “Ben m edyum değilim.”
diye ekledi. “Medyum sözünü de hiç sevm em .” diye söyleniyordu
çantasının fermuarını çekerken. Biraz daha kendine gelmiş gibiydi

“Evet.” dedi Federico. “Kelimelere takılmayalım. Ne dedi az önce


doktor? Bizim şeylere verdiğimiz isimler...” Sonra birden hatırlamış
gibi. “Aslında sadece onu duydum .” dedi. “Her neyse... Benim mu
sam zaten sizden epey uzaktı.” Sonra yeniden az önceki teklifine
dönerek:

“Diyorum k i...” dedi. “Benim eve gelirseniz...”

“G elem em .” dedi Füsun Hanım. “Anlayın, buna zamanım yok. Üs

364
SULTAN TARLACI 9

telik uzun süre evden çıkmam İlker’i şüphelendirir.”

“Dostum İlker de gelsin ne olacak y a h u ...” dedi profesör. “ H a ha..


Gizli saklı bir iş mi yapıyoruz?”

“Beni mazur görün.” dedi Füsun Hanım. “Zaten bu alanda yete­


neğim olmadığı belli... Doktor Bey az daha konuşsa beni kendini
kandırmaya çalışan biri olarak tanımlayacaktı.”

Doktor buna cevap vermedi.

“Her n ey se...” dedi Füsun Hanım. “Kızlar ‘an n e’ diye mızırdanma­


ya başlamıştır bile. Gitmem lazım.”

Federico ayağa kalkıp kibarca genç kadını selamladı. Füsun Hanım


aynı nezaketle karşılık verdikten sonra Saltı’ya elini uzattı. Doktorla
el sıkışırken göz göze gelmişlerdi. Bu bakışm adan az önceki buzla­
rı eritecek hiçbir ışıltı çıkmamıştı Saltı’nm gözlerinden. Yalnız kadın
arkasını dönüp giderken tebessüm etti. Muhtemelen yeteneği oldu­
ğunu am a sebepsiz alınganlıklarını törpülemesi gerektiğini düşünü­
yordu.

l:ederico kabzayı eline aldı. “Çok güzel.” dedi. “Kılıcını d a görmek


İsterdim doğrusu.” Sonra birden aklına gelmiş gibi: “Biliyor musun,
Ispanya’yı çok iyi bilirim. Evet, kılıçları d a ünlüdür am a... Bilmiyo­
rum. Füsun H anım ’m söyledikleri genel kültür bilgisi miydi? Yani,
biraz sert olmadı mı sözlerin? N eden seni kandırm ak istesin ki?

"Beni kandırm ak istediğini zannetm iyorum .” dedi doktor. “Bu alan­


da insanın karşılaşacağı en büyük tehlike kendini kandırmasıdır. Ba­
sit bir sezgi yeteneğinden kendini m edyum zannedenler, m edyum ­
luk yeteneği olup d a vahiy indi sanıp peygam ber zannedenler var.”

"Yapma... Füsun Hanım hakkında böyle mi düşünüyorsun?”

"Hayır.” dedi Saltı. “Genel anlam da konuşuyorum .”

Konunun üzerinde fazla durm adı Federico. Az önce Füsun H anım ’m


ynptığı uzaktan çizim kağıdını ve saklanan resmi önüne çekerken

365
197 GÜN • BÖLÜM2

“Ne dersin?” dedi. “Benim evde bir psişik deney yapmalıyız bence.”

“Olabilir.”

“Örümcek a ğ ı...” dedi. “Açık bir şemsiyeye benziyor e v e t...”

Sonra birden doktorla Füsun H anım ’ın konuşmalarını dinlediği ye


niden ortaya çıkacağı için sustu.

Doktor ona bakıyordu.

“Uzaktan çizim ...” dedi Federico. “Bu alanla ilgili olunca görür gör
mez tanıyor insan...”
“Ve sana ruhtan sorarlar. Deki: R u h , R abbim in em rindedir.
Ve size ilim den sadece az bir şey verildi.”
Isrâ suresi, ayet 85

Dr. Saltt paylaştı 59 gün önce

109. G ün

ısada her şey hazır gibiydi. Yeşil örtüsü üzerine kapatılmış kahve
canları, minik kartonlara yazılmış alfabeden harfler, renkli kalın
ımlar ve bir bardak su... Konuklar ve Federico da yerini almıştı,
gece İlker Bey ve Füsun Hanım da vardı. İlker Bey, antikacıdır.
İniz öyle ufak tefek bir dükkânı var zannetmeyin. H atta dükkânı
<adar büyüktür ve içinde o kadar çeşitli antika malları vardır ki
îderico gibi adam lara yüksek fiyatlarla sattığı tarihi eserler dâhil- o
kkânda akrabalarınızdan birinin geçmiş zaman eşyasına bile rast-
rabilirsiniz. Eğer aradığınız bir şeyi onun dükkânında bulamazsa-
: da ertesi güne size temin edeceği kesindir. Tefecilik de yapar,
kasında hiçbir -silahlı- desteği olmadığı, kendisinin de silah taşı­
ndığına bakılırsa -dükkânda antika olarak bile belki bulunm ayan
; şey silahtır- buna rağmen o tefecilik işlerini nasıl döndürür şaşı-
ak şey... Yine de zayıf ve salak görünüm üne aldanm am ak gerek
rayı çevirmesini iyi bilir.

nında oturan Füsun Hanım ise eşidir. Garip am a öyle... Bu kadın


nunla nasıl evlendi, niye evlendi hiç bilmiyorum. Burada olma
)ebi ise İlker Bey’in yanında gelmiş olması değil. Hatta İlker Bey
sun H anım ’ın yanında gelmiştir am a Federico bunu ona belli et-
\

197 GÜN - BÖLÜM2

m eden, sanki İlker Bey’i davet eder gibi “Dostum, akşam gel otum
lım. Hatta hanımefendiyi de getir, başka hanım konuklarım da ola
cak.” demiştir. İşin aslı ise Füsun H anım ’ın psişik yetenekleridir. Ne
olduğunu tam olarak ben de bilmiyorum am a Federico domuzunun
sabah kadını da arayıp: “İlker sizin yeteneğinizden neden şüphelen
sin? Sanki ilk defa mı beraber oturacağız? Ben zaten az önce onu
aradım. Olsun yahu parapsikolojik deney olunca ne olacak? İnanın
sorgulamaz b ile...” gibisinden laflar ederek ısrarla davet etmesine
bakılırsa önemli bir yeteneği olmalı.

Gerçekten karıkoca, Federico’nun evine geldikten sonra İlker Bev;


eşinin parapsikoloji alanında bir yeteneği olup olmadığını asla soı
gulamamış am a ruh çağırma masasını görünce tiki olan sol gözıı
defalarca kırpılmış, dili de dişinin gedik tarafına kaçmış, kanı çekilen
yüzü esmer olmasına rağmen kireç gibi kalmıştı. Federico onun bu
halini görüp bir kahkaha atmış: “Dostum, iyi misin? Korktun mu
yoksa yahu?” diye sormuş, İlker Bey, karşıdakinin ‘herhalde’ şakn
yaptığını, asla korkmadığını belirtir bir halde, aksine çok rahatmış
gibi gülümseyip “H ah” demişti. Buna rağmen yüzünün rengi yerine
gelmemiş sadece beyazdan m ora dönm üştü. Birkaç defa izin iste
yip tuvalete gitti. Dönünce uslu bir şekilde Füsun H anım ’ın yanınn
oturdu.

M asada oturan bir diğer konuğu, saçı elektriklenmiş, beti atık kadını
daha önce birkaç defa gördüm burada. Medyum olduğunu iddin
eden biri... Kabakafa’yı da “Böylelerinin enerjisi tertemiz ve geçiı
gen olur” diyerek eve girerken görüp elinden tutup getirmiş ve mıı
saya oturması için Federico’ya ısrar etmişti. Kabakafa’nın yanındn
oturan Güher Hanım, Federico’nun geçenlerde alıp restore ettiği w
otel haline getirdiği yerin mutfak şefidir. Şehirde epeyce ünlü bu
aşçıdır. Federico domuzu kadının duyular dışı algılarının açık oldu
ğunu öğrendikten sonra onunla yakından ilgilenmeye başlamıştıı
Onun yanında oturan fıstığı d aha önce hiç görmedim. Keşke görse v
dim. Bu, yirmi dört veya yirmi beş yaşlarında, omuzlarından bir.ı/

368
SULTAN TARLACI 9

aşağıda dalgalı saçları olan, güler yüzlü ve çok tatlı bir kızdı. Güher
Hanım’ın yeğeninin matematik öğretmeniymiş ve parapsikolojiye
ilgisi varmış. Federico parapsikolojik bir deney yapacağını söyleyip
Güher Hanım ’ı davet edince o da bu kızı da getirip getiremeyeceğini
sormuş ve Federico m em nun olacağını söylemiş.

“Duyu dışı algılarınız kuvvetli midir Jülide Hanım?” dedi domuz.

“Biraz.” dedi gülümseyerek fıstık.

Bir tek doktor eksikti. Onu bekliyorlardı. Neyse ki fazla bekletmedi


ve bir süre sonra salonun geniş kapısında kırıtık hizmetçinin topuğu­
nun tıktıklarıyla birlikte Dr. Saltı’nın da ayak sesleri duyuldu.

Federico: “Ah doktor. Hoş geldin.” diyerek ayağa kalkmıştı.

Saltı, konukların etrafını çevirdiği yuvarlak m asaya baktı. Sonra da


lek tek konuklara... Odanın ışıklarının çoğunu kapatmışlar ve m um ­
ları yakmışlardı. Masanın başında oturan m edyum kadın, elektrik­
lenmiş saçıyla titrek mum ışığında cadıları andırıyordu. Federico
doktorun bakışını görüp diğer konuklarla tanıştırma ihtiyacı hisset­
ti. Saltı’ya biraz daha yaklaşarak koluna girdi. Böylece, konuğuna
daha içten ve dostane bir ortam da olduğunu hissettirmek istiyordu.
Boşta kalan kolunu, konukları takdim için kullandı. “Füsun Hanım
ve dostum İlker’i biliyorsun zaten.” dedikten sonra m edyum kadını
(jöstererek:

“Bayan Tenzile.” dedi. “Kendisi astrologdur.” Sonra doktora biraz


daha yaklaşıp, doktorun koluna geçirdiği koluyla da biraz kendine
(¡ekerek bir sır verir gibi sessizce: “Aynı zam anda şifacı ve m edyum ...”
diye fısıldadı. Bu o kadar garip bir söyleyişti ki sanki doktorun uzun
«üredir aradığı birini ona buluvermiş ve “hadi yine iyisin” der gibi
hediye etmişti. Doktor, medyum un ayağa kalktığını görünce bedeni­
ni Federico’nun kolundan kurtulabildiği kadarıyla öne uzatmış ve ka­
dının elini gülümseyerek sıkarken Federico da konuklarının bu “kay-
naşıvermiş” haline memnuniyetle bakıp daha rahat “sıkışmaları” için

369
/
197 GÜN ' BÖLÜM2

doktorun kolunu rahat bırakma fedakârlığında bulunmuştu.

Diğer konuğu takdim edip: “G üher H anım .” dedi. “İşte ‘seni biriyle
tanıştıracağım’ dediğim hanımefendi. Çok değerli bir rüyacı...” diye
ekledi. Doktor m em nun olduğunu belirtir şekilde gülümseyip med
yumla olduğu gibi Güher Hanımla d a el sıkışırken Federico: “Biliye»
musun, bir rüya defteri v a r...” diyordu. Sonra anlatm ak istediği şeyi
anlatamayacağını ifade eder bir bakışla söyleyeceklerinden vazge
çip “...görm en lazım.” dedi. “Anlatılmaz k i...” G üher Hanım bunu
bir iltifat sayarak kibarca gülümsedi.

“Bu güzel hanım efendi...” dedi. “Jülide H anım ...”

Diğer üç hanım, yaşları fıstığın neredeyse iki katı olmasına rağmen


tanıtılırken sadece ona “güzel” denm esine bozulmuş am a hiç bo
zulmadıklarını göstermek ister gibi bu sözü duyar duymaz tebessüm
edip “Evet, maşallah ne kadar güzel değil mi?” bakışıyla Jülide’yr
bakmışlardı. Belki de içlerinde bu durum a en çok Füsun Hanım bo
zulmuştu. Çünkü onun gülümseyişi bir süre sonra suratında acı bit
ifadeye döndü. Mumlardan birini parm ağının ucuyla hafifçe düzeltti
Sonra da kaçam ak bir bakışla doktora baktı. Benden başka biri olsu
bu kadının doktora ilgisi olduğunu düşünürdü. Yalnız bu tür dururu
lardan ve bakışlardan duygusal ve entrikacı çıkarımlar yapacak olan
kadınlardır. Evet, fesat ve işi gücü olmayan boş kadınlar... Oysa
ben bir erkeğim. Asla fesat değilim, üstelik tetikçiyim. Yani saygın
bir mesleğim var ve bu tür kadın günlerindeki dedikodulara yakışıı
şeyleri düşünecek değilim. Başkası olsa o akşamı gözünün önüııu
getirir, bu kadının İlker gibi bir adam la evli olduğunu bir kez dalın
düşünür, Füsun Hanım doktordan etkilenmesini kaçınılmaz bulurdu
Belki de o akşam Federico’nun evine gelmeyi doktorun geleceğim
duyduktan sonra kabul etmişti? Doktor ve Füsun Hanım gizli sevgili
bile olabilirdi valla. Ben böylelerini çok gördüm. Adamın hoşlandığı
kadına gözleriyle “Bununla nasıl evlendin?” sorusu, kadının “kurtnı
beni sevgilim” bakışları... Sonra birinin lavaboya kadar gitmesi.

370
SULTAN TARLACl 9

diğerinin bir sigara içmek için çıkması... Beraber banyoda buluş­


maları, sarılıp ufak dokunuşlarla birbirlerine aşk sözleri fısıldarken
biri gelecek endişesinin yasak aşkı körüklemesi. Ayrılmadan önce
mutlaka kadının istemezmiş gibi yapıp erkeğin ısrarıyla yumuşacık
bir öpüşme ve boyundan da minik bir öpücük. Artık içeri dönmeleri
gerektiğini her ikisi de sözlerle değil am a bakışlarla birbirine fısıldar­
ken son bir öpücüğün ardından bir iki dakika arayla ayrı ayrı içeriye
dönm ek... Yok yahu doktorla Füsun H anım ’dan bahsetmiyorum.
Yani böyleleri vardır, benden başkası olsa aklından geçirir diyorum.
Yalnız onlar o gece böyle şeyler yapm adıysa ne biliyoruz başka yer­
de yapmadıklarını? Hiç belli olmaz bu işler. Diğer kadınlardan nasıl
kıskanarak bakmıştı doktora?

“Güher H anım ’m arkadaşı.” demişti Federico Jülide’den bahseder­


ken. Güher Hanım burada daha sıcak davranıp kızın elini tutmuştu
dostça. “Parapsikolojiye ilgisi varmış. Bu gece aramıza katılıp bizi
memnun etti.” Doktor aynı şekilde onun da elini sıkıp: “Memnun
oldum.” dedi. Diğeri gülümseyerek karşılık verdi. Füsun Hanım
bu el sıkışmaya ve karşılıklı gülümsemeye dikkatle bakıp yanağını
içeriden hafifçe ısırmıştı. Sanki doktor orada sadece Jülide’nin elini
sıkmış ve sadece ona nazik davranmıştı. Yüzünden belli belirsiz bir
küslük ifadesi geçti.

Federico hüzünlü bir iç çekti. Doktora başını yaklaştırdı: “O na Kaba-


kafa deriz” dedi. Kimi kastettiği belliydi. Diğer tanıtımlarda sıradan
gidilmesine karşın Kabakafa’nın tanıtım ında önemsiz biri olduğu
veya tanıtımın ne şekil yapıldığını kafasına takm ayacağı/takam aya-
cağı için “atlanmış” mıydı, yoksa onu tanıtm anın zorluğundan dola-
Vi “sona” mı bırakılmıştı? “Yanlış anlam ayın kafası kaba olduğu için
Kabakafa demiyoruz.” dedi Federico. “Kendi soyadı Kabakafa’dır.
Yoksa asla kafası kaba değildir. Ç o k ...” Kolunun birini ‘inan b an a’
der gibi yeniden doktorun koluna geçirmiş, diğer elinin başparm a­
ğıyla işaret parmağını birleştirmiş, gözlerini kısmıştı. “.. .çok çok ince
ve zeki biridir aslında.” dedi. “Ne yazık ki talihsiz bir hastalık geçirdi

371
197 GÜN * BÖLÜM2
/

ve bu hale geldi. Eski dostumdur. Bu nedenle hâlâ yanım dan ayı


ramam. Benle kalır.” Kafasını doktorun kafasına iyice yaklaştırarak
sanki zavallı adam ı m asaya oturtan medyum kadın değil, kendiymiş
ve bunu sık sık yaparm ış gibi: “Ben alışığım sürekli onunla oturm a­
ya am a sen eğer rahatsız olursan...” Burada sesini biraz yükseltmiş
ve konukların da duymasını ister şekilde: “Lütfen bak mutlaka be
lirt.” demişti.

Doktor Kabakafa’ya bakıyor ve onun çaresizliğinde Federico’nun


gerçek yüzünü görüyor olmalıydı. Zavallı genç adam , m asada otu
rurken ne kadar boş bakıyordu. Oturtulan yer rahat ve sıcaksa se
verdi Kabakafa. O akşam medyum kadının bahçede görüp içeri
girmesi için ısrar etmesinin ardından Federico, çok kötü koktuğu ve
m asaya oturanları rahatsız edeceği düşündüğü için iki ayda bir olan
banyosunu erkene almış daha geçen ay yıkanmış olmasına rağmen
bahçıvana emir verip Kabakafa’yı yıkattırmıştı. Yıkandıktan sonra
temiz iç çamaşırları giydirilmiş ve Federico’nun eskimiş pantolon ve
gömleklerinden biri uydurulmuş, om zuna da bir ceket geçirilmişti.
Kabakafa’nın yemek konusunda sıkıntısı olmazdı. Karnını doyurur
lardı am a bu genç, kuvvetli ve meczup adamı kontrol etmek zoı
olduğu ve üzerindekileri çıkarıp attığı için genelde üşümesine çare
bulunamazdı. Kaldığı yer de genelde iyi ısınmayan bir yerdi. Neyse
ki bahar gelmiş havalar biraz ısınmıştı. Şimdi ise az önce yaptırılan
banyodan rahatlamış, üzerine bir uyku hali gelmiş, temiz bedenine
yeni kıyafetlerini giyip sıcak bir odada rahat bir koltuğa oturunca
sessizleşmişti.

“Onun gibiler her zaman yanımızda o l...”

Saltı, Federico’nun riyakârlığından rahatsız olup bu konuda ondan


daha fazla bir şey dinlemeye taham m ülü kalmadığını belirtir şekilde
sözünü tam am lam asına fırsat verm eden:

“Ffepsi için m em nun oldum .” dedi. “Yalnız ‘bilimsel’ parapsikolojı


deneyini anlayam adım .” “Bilimsel” kelimesini üzerine basarak söv

372
SULTAN TARLACI 9

lemişti. “Daha çok kahvelerinizi içmiş, fal kapatmış gibisiniz.”


Federico cevap vermek için ağzını açtığı sırada az önce takdim edi­
len saçları elektriklenmiş medyum kadın:

“Sizde biraz gerginlik var doktor bey.” dedi. “Lütfen rahatlayın. Ger­
ginlikler auranızı bozar.” Uzun ellerini ve bir çocuğunkini andırır in­
cecik bileklerini havaya kaldırmış, loş odada mum ışığının etkisiyle,
parmaklarının gölgesi, hem en arkasındaki duvara demir parmaklık
gibi uzun, upuzun düşmüştü. “Kahve fincanları fal için değil.” dedi.
“Az sonra, sevgilisi tarafından öldürülen kızın ruhunu çağırıp bu işin
nasıl olduğunu birinci ağızdan öğrenme fırsatı bulacağız.”
Doktor gülümsedi. F ederico’y a baktı. “Ciddisin sanmıştım.” dedi.
“Yani bilimsel parapsikoloji deneyi dediğin, ruh çağırma mıydı?”
Aynı şeyi az önce fıstık da Güher H anım ’a sormuştu. Yalnız, Güher
Hanım’m suçu yoktu. Federico hepsini sürpriz bilimsel deney diye
çağırmıştı.

Federico bu sözlere bozuldu. “Bilimsel değil diyorsun am a şimdiye


kadar kaç bilim adam ı ruh çağırma m asasına oturup bu olayı bizzat
deneyimledi ki?” dedi. “Oysa deneyimlenmesi gereken bir şey var­
dır değil mi? İnkâr edemeyiz. Defalarca duym uşsundur ruh çağırma
celselerinde m asanın hareket ettiğini, fincanların oynadığını, seslerin
çıktığını? N eden kendin gözlemlemek istemiyorsun? Bilim bunları
araştırsın diyen sen değil misin? Y apm a...”
Doktor gülümsedi. “Gözlemlemek istemiyorum dem edim .” dedi.
“Eğlence için katılırım.” Yüzü biraz daha ciddi bir hal aldı: “Evet. Bi­
lim bunları araştırmalı. Yalnız bu şekilde olmaz. Öncesinde herhangi
bir hile var mı? Masanın başındakiler güvenilir kişiler mi bakılması
lazım.” Bu söze konukların hepsi, en başta m edyum kadın bozul­
muştu. “Bilimsel bir heyet gerek...” diye devam etti sözlerine. Sonra
diğer konukların yüzünün asıldığını görünce ortamı biraz yum uşat­
mak için: “Mesela bana bir şaka yapmadığınızı nereden bileyim?”
dedi gülümseyerek. Bu söz zaten yumuşamayı bekleyen konuklar
üzerinde gerçekten etkili olmuştu.

373
197 GÜN • BÖLÜM2 /

Federico dom uzunu hiç sevmesem de söylemek gerek, parapsikoloji


alanında veya başka bir konuda ne olursa olsun bilimsel bir deneyin
sonucu kendisi için de önemli olduğundan hileye başvurmazdı. Ma
sada da herhangi bir hile yoktu.
“Tamam. Hadi her şeyi ben baştan alalım ve gel istediğin tetkiki yap
o halde.” dedi Federico. “Işıkları yakalım. Her şeyi ara?” Odanın
ışıklarını açmak için harekete geçmişti.
“Yok yahu.” dedi doktor. “Gerek yok.”
Federico, gerginliğinin verdiği bir can sıkıntısıyla içki dolabına yöneldi.
“A a a ...” diye tepki gösterdi m edyum kadın. “Hayır, sayın Prof. Şim
di içmemeksiniz.”
“Cinci kaltak!” diye söylendi Federico. Bardağı kafasına diktikten
sonra sanki yeni duymuş gibi m edyum a döndü:
“Ah! Evet. Unutmuşum Tenzile Hanım. Umarım belirgin bir zararı
olmaz.”
“Bu gece yaşayacaklarınızı daha sonra ‘İçkiliydim bana öyle gelmiş
tir’ diye inkâr etm eyin.” dedi medyum. Cilveli bir gülümseyişi vardı
“Bu gece hepimizi uçuracak gibisiniz...” diye karşılık verdi barda
ğına bir içki daha doldururken Federico. “Merak etmeyin. Burada
kafası aydınlık biri vardır muhakkak sabah sizi doğrulayacak.” Dok
tora baktı: “Mesela her ne kadar güvenilir olduğumuza inanm asa da
doktor b e y ...”
Medyum kadın Saltı’ya bakıp: “Belki de doktor beyin bize inanaca
ğı, güveneceği ve bizzat şahit olacağı birkaç olaya ihtiyacı vardır."
dedi.

“Ne gibi?” dedi Saltı sandalyelerden birine oturarak.

Medyum, bu soruyu cevaplamak yerine “Ne gibi” olduğunu gev.


termek istercesine trans haline girmiş gibi gözlerini kapatıp bir siiır
sara nöbeti geçirircesine inledi. Elleri masanın üzerinde gezdiriyor
omuzlarını oynatıyordu.

374
SULTAN TARLACI 9

“Geçmişinizi görüyorum doktor” dedi. “Siz, bol yağış alan, yeşil,


engebeli bir yerde doğmuşsunuz. Sanki... Rize diyeceğim a m a ...”
Bir gözünü hafifçe açmış, doktora bakarak tepkisini ölçmeye çalışı­
yordu.

“Öyle mi?” dedi doktor gülümseyerek.

Kadın bu alaylı gülümsemeyi görmüş, görmemiş gibi yapmış ve bo­


zulduğunu belli etmeyerek daha gür ve -sanki sesini kalınlaştırdıkça
saygınlığı artacakmış gibi- kalın bir sesle:

“Sonra üniversiteyi kışları çok soğuk geçen bir yerde okumuşsunuz.


Erzurum diyeceğim a m a ...”

Doktor tebessüm ediyordu. Masadakilerden hiçbiri bu kadını inan­


dırıcı bulm asa d a İlker Bey, içinde bulunduğu “korkunç” ortamın da
etkisiyle kadın anlattıkça titriyor, çenesi ruhunu teslim etmiş biri gibi
iyice gerilip ağzı açılıyordu. Sol gözü kırpılmaktan kapağı düşecek
hale gelmişti.

“Kariyerinizde çok sıkıntı çekmişsiniz. Çok fazla haksızlıklar yapıl­


mış” diye devam etti kadın. “Özellikle bir kadın... Adı... Nilgün di­
yeceğim a m a ...”

“Yeteneğiniz beni şaşırttı.” dedi doktor daha fazla dinlemeye taham ­


mülü olmadığını belirtir bir ses tonuyla. “İnternet konusundaki ye­
teneğiniz... Bu bilgilere duyu dışı algı haricinde başka şekillerde de
ulaşılabilir. Doğum yerim, üniversiteyi okuduğum yer v s ...”

Medyum, kaşlarını çattı: “İnternette, kariyer hayatınızda size haksız­


lık yapanların isimleri mi var?” dedi.

Burada nedense Füsun Hanım çıkıntılık yapmış: “Uğraşmayın hanı­


mefendi. İnandıramazsınız.” demişti. “Doktor Bey sanırım bu alanla
klasik bilime hizmet için ilgileniyor. Duyu Dışı Algı’nın varlığını değil
de yokluğunu ispat etmek ister gibi...”

Doktor onca söz ona söylenmemiş gibi Füsun H anım ’ın söyledik-

375
197 GÜN ’ BÖLÜM2

lerini duym azdan geldi. Öylesine oturduğu sandalyede ayak aya-


küstüne attı. Arkasına yaslandı. Elinin birini masanın üzerine koyup
piyano çalar gibi m asaya vurduğu parmaklarıyla bir ritim tutturdu.
“O bilgilere de başka şekillerde ulaşabilirsiniz.” dedi m edyum a dö­
nerek. “Beni tanıyan birinden, binlerinden...”

“Aslında ben de görüyorum bahsettiği kişileri.” dedi Jülide Hanım.


“Araya girmeyeyim diye uğraştım am a dayanam adım .” Güldü.
“G örüyorum ...” dedi. “Bir el, bu e l...” Medyum kadının az önceki
yaptığı gibi trans haline geçmiş gibi -onunla alay ederek- omuzlarını
salladı, “...evet bu el sizin eliniz. Bir el daha görüyorum, görüyo­
rum, bu el... ım m m m ... Bu el de evet Nilgün Hanım dediğiniz ki­
şinin eli olmalı. Bu d a... Bu d a ... ımmmm. Bu da para olmalı. Size
para veriyor.”

Medyum, gözlerini kocam an açıp kendiyle alay eden genç kıza baktı.
“Para mı?” dedi. “Ha h a... Anlayamadım ne demek istediğinizi...”

“Doktor Saltı’ya ait bazı bilgileri size verip sonra da bunları duru-
görüymüş gibi doktora söylemeniz için size para veren kadından
bahsediyorum .” dedi Jülide. Yeniden gülümsemişti.

“Bu haddini bilmez kadın ne saçmalıyor?” diye bağırdı medyum


kadın Federico’ya bakarak. Bu bakış sanki “senin evindeyiz, buna
haddini bildirmek sana düşüyor” bakışıydı. “Ben kimseden para al­
m adım .” diye ekledi.

“...Am a benim anlam adığım ” diye devam etti genç kız. “Neden
böyle bir şey yapıyor? Doktoru duyu dışı algıya inandırmak için mi?
Bu tür hilelere gerek yok. Saltı Bey, bildiğim kadarıyla duyu dışı
algıya zaten inanıyor.”

Kadın yeniden “Bu saçmalığa göz yum acak mısın Federico?” diye
bağırdı dom uza bakarak.

Eğer öyle bir şey olduysa Federico’nun da bu olaydan haberdar ol


duğu kesindi. Yalnız bu gibi durum larda kendini hiç aşikâr etmeden

76
SULTAN TARLACI 9

olaydan sıyrılıvermek onun huyu olduğu için m edyum u ortada bı­


rakacaktı ki öyle de oldu: “Nilgün H anım ’la tanıştığınızı bilmiyor­
dum .” dedi.
“Ne m ünasebet!” diye bağırdı medyum. “Bu işi seninle planladık
ya” diyemezdi elbette. Federico onu yaşatmazdı biliyordu. O yüz­
den: “Öyle birini elbette tanımıyorum.” dedi. Sonra Jülide H anım ’a
dönerek: “Yeteneğime laf mı ediyorsun küçük hanım? Senin yaşın
kadar b en im ...” Durdu. Söz bulamadı. Onun yerine karşıdakini kü­
çümser bir kahkaha attı. Bir süre sonra bozulmasından kaynaklanan
zoraki ciddiyetle: “Bak güzelim yeni yeni ilgilenmeye başladığın bu
alanda ilerlemek istiyorsan yetenekli olanlara saygı duymayı öğre­
neceksin” dedi ve ağzının içinde “Haddini bilmez aptal” diye söy­
lendi.
“Aslında sizinki yetenekten değil çaresizlikten doğan bir merakla
başlamış” dedi Jülide gülümseyerek. “Babanızdan kalan yüklüce
miktar altını üvey anneniz sizden gizleyince ve sonra yerini söyleme­
den ölünce yıllarca bu altınların peşine düşmüşsünüz. Bulmak için
denemediğiniz yol kalmamış, buna parapsikoloji de dâhil. Hocalar,
medyumlar, cinciler derken siz de olmuşsunuz bir m edyum .” G ü­
lümsedi. “İnsan gördüğüne özeninmiş” dedi. Kadın gözlerini yılan
gibi kısmış bakmaktaydı. M uhtemelen yalnız olsalar onu bir kaşık
suda gebertecekti am a aklına takılan başka bir şey vardı ve sorm a­
dan edemedi. Yavaşça yaklaşıp: “Altınların yerini biliyor m usun?”
diye sordu. Jülide, bunu cevaplamak yerine Saltı’ya döndü:
“Arkadaşlarınıza dikkat edin bence doktor bey.” dedi. Gülümsedi.
“Nilgün Hanım neden para verdi bu konuyu çözem edim .”

Federico rahatsız olmuştu. “Neyse yahu her ney se...” dedi. “Bakın
siz de bilmiyorsunuz ve mantıksız buluyorsunuz Nilgün H anım ’m
m edyum a para vermesini. Öyleyse yanılıyor olabilirsiniz. Parapsiko­
loji bu. Doğruluğu yüzde yüz kesin olmayan bilgiler içerir öyle değil
mi doktor?”
Doktor, sanki ortada bir tartışma yokmuş gibi m asanın üzerinde ruh

377
197 GÜN ’ BÖLÜM2

çağırmak için kesilmiş harflerle “Marilyn M onroe” yazıyordu.


“Neden şu ruh çağırma celsesine geçmiyoruz?” diye tam amladı do­
muz.

İlker Bey’in suratı yine bembeyaz olmuştu.


Birkaç dakikalık yerleşme faslı ve doktorun bozduğu harflerin m ed­
yum un örümcek ipliği gibi ince parmaklarıyla yeniden yerine ko­
yulmasından sonra ruh çağırma celsesine geçildi ve m edyum kadın
ağzının içinde bir şeyler söylemeye başladı.

Doktor: “Ne söylüyorsunuz? Lütfen yüksek sesle konuşun da biz de


duyalım.” dedi kadına bakarak. Sonra Federico’ya döndü: “Madem
her şeyin aslını bilimsel şekilde gözlemlemek için iki bilim adam ı bu
m asada oturuyor. Her şey açıktan olsun. Öyle değil mi?”

M asada doktora bakışlarıyla hak verenler oldu. Yalnız medyumun


bu haline de ilgiyle bakılıyor, herkes sonucu merak ediyordu. İlker
Bey hariç... Onun, ruh gelmiş gelmemiş, fincanlar hareket etmiş et­
memiş, harflerle bazı yazılar yazılmış, yazılmamış um urunda değildi.
Bir an önce evine gidip yorganın altına sığmmalıydı. Öyle korku
yordu ki soğuk bir kış gününde dışarıda kalmış gibi iyice titremeyi*
başlamıştı. Dişleri birbirine vuruyor, sırtından soğuk terler iniyordu.
Füsun Hanım onun bu halinden rahatsız olup birkaç defa kendine
gelmesi için uyarı mahiyetinde dizine vurdu.

Medyum kadın, doktorun sözlerini duymuş am a dikkate almamış


veya trans haline girmiş de duym uyorm uş şekilde devam ediyordu.
Doktor bu defa masadaki bardağı işaret ederek: “Bu su ne için?” dedi.

Federico “Suyu ben de sorm uştum .” dedi kadının bu soruya da ce


vap vermeyeceğini düşündüğü için. “Kötü niyetli ruhların gelmesini
engelliyormuş. Ayrıca ruh geldiği zam an su, bardağın içinde dönü
yorm uş.”

İlker Bey bu konuşmalar üzerine bardağa baktı. O na göre su çoktan


dönm eye başlamıştı hatta fır dönüyordu. Birbirine vuran dişleri ola

8
SULTAN TAR1ACI 9

m asa ağzı açık vaziyette çenesi kasılıp kalacaktı.

Medyum kadın doktorla Federico’nun kendi arasında konuşmasını


gözünün birini hafifçe açarak baktı. Bu durum dan rahatsız olduğu­
nu ve konsantrasyonunun bozulduğunu ifade eder bir tavırda “Lüt­
fen sessiz olalım. Ruhlar, lakaytlıktan hoşlanm az.” dedi.

Bu uyarı sanki İlker Bey’e gelmişti. Olduğundan daha tertipli ve


terbiyeli oturm aya gayret etti. Uslu bir öğrenci gibi birleştirdiği za­
yıf dizlerinin titremesi, jilet gibi ütülenmiş pantolonun dışından belli
oluyor, paçaları sallanıyordu.

Kadının az önceki gür ve zorla kalınlaştırdığı sesi bir kez daha du­
yuldu:

“Eyyyyy ruuuhhh!”

“Ellerimizi birleştirelim lütfen. Herkes el ele tutuşsun.”

Masadakilerin el ele tutuşm asından sonra yeniden: “Eeeeeyyy ru-


uuuhhh!” dedi. “Geldiysen haber ver.” Ne fincanlar oynuyor ne
harfler hareket ediyor ne de bir hareketlilik gözleniyordu. O dada çıt
çıkmıyordu.

Masadakilere bakıp: “Lütfen gözlerinizi kapatın.” dedi.

“Gözlerimizi kapatırsak herhangi bir hareketlilik halinde nasıl göre­


ceğiz?” diye karşı çıktı doktor. “Ya d a farz edelim fincanları sizin
oynatmadığınızı?”

“Doktor Bey, ellerimiz birbirimizde. Ben nasıl oynatayım fincanları?”

Saltı buna rağmen: “Ben kapatmıyorum. Her şeyi göreceğim.” diye­


rek gözlerini olduğundan daha çok açtı.

Küçük ve laf anlam ayan bir çocuğu boş vermiş bir tavırla ve diğer­
lerine “siz ona uymayın” der gibi: “Lütfen diğerleri kapatabilir mi?
Yoğunlaşalım.” dedi medyum.

Doktor inadından, Jülide ruh çağırma seansına ve kadına inanm a-

379
197 GÜN ’ BÖLÜM2

dığından, Kabakafa da söyleneni anlamadığı için üçü dışında herke


kapatmıştı gözünü. İlker Bey sımsıkı kapatmıştı ve sanki idamı gel
miş kurşuna dizilmek üzere orada bekletiliyormuş gibi ağzının içindi
durm adan dua ediyordu. Doktor bir ara ona bakıp elinde olmadaı
bir kahkaha attı. Diğerlerinin bu sese gözünü açması üzerine nedeı
güldüğünü belli etm emek için başını öne eğmişti am a Füsun Hanın
anlamış veya hissetmiş olmalıydı ki eşinin rezil durum undan yanak
larını ateş bastı. Medyum, yine ağzının içinde söylenmişti. Dışarıdaı
yoğun bir rüzgâr sesi geliyordu. Bir süre sonra yağmur damlalar
cam a vurm aya başladı. Federico bu anı oluşturmak için sanki tan
da gününü seçmişti. Bir gök gürültüsü ve şimşek odanın o anki ha
vasma tam uyacaktı. Öyle de oldu. Küçük bir şimşek belirtisi oldı
cam da... Yağmur hızlandı.

Kadın yine mırıldanmaya ve garip bir şekilde inlemeye başlamıştı.

“Iııımmmmmm.... Im m m m m ...”

Bir süre sonra yaptığı sahte titreme hareketi İlker Bey’in gerçek titre
mesiyle birleşince ikisinin hareketi m asadaki diğer kişiler de sallandı
Yalnız ruh bir türlü gelmeyince itibarı çizilen medyum:

“Evet... Sayın ruh. Hoş geldiniz.” dedi.

Bu söz üzerine İlker Bey hariç diğerleri gözünü açtı.

Doktor etrafa baktı: “Hani nereye geldi? Ben bir şey görmedim v<
duym adım!”

Jülide, doktora hafifçe eğildi ve “M edyumun içine girdi sanırım.’


dedi gülerek.

“Duyuyor musunuzzz? Siz de duyuyor musunuuuuuzzz?” diyordı


medyum.

“Y oo...” dedi Saltı.

Kadın gözlerini hafifçe aralayıp doktora baktı: “Eyyyy ruhh!” dedi


“Geldiğini bir sesle arkadaşlarıma da belli et!”

*80
SULTAN TAKLACI 9

Derin bir sessizlik oluşmuştu. Birden yüksek bir gürültüyle Kabaka­


fa’nın osuruğu duyuldu.

“Kabakafa!” diye bağırdı Federico. “Seni ahmak!”

Kabakafa, bu sesi tanırdı ve sonrasında ne olacağını bilirdi. Federi-


co’nun azarından sonra genelde dayak da gelirdi. Füsun H anım ’m
ve m edyum un elini bırakmış azarlandığı için sağa sola sallamaya
başlamıştı. Mızırdanıyor ve ne zam an korksa yaptığı gibi yine avcu-
nun içiyle alnının ortasına hızlı hızlı vuruyor ve inliyordu.

“Sus!” dedi Federico. Doktora döndü: “Onu daha önce hiç azar­
lamadım. Ağzımdan kaçtı inanın böyle bir şeye şahit olmanızı iste­
mezdim.”

Federico aslında Kabakafa’nın bu işi yapacağını m asaya oturturken


biliyordu ve sesini engelleyemediği bu durum un bari kokusunu en­
gelleyim diyerek geçenlerde piyasaya sürdüğü osuruk pedlerinden
birini Kabakafa’yı yıkayan bahçıvana tembih ederek “hayvanın”
çamaşırına yerleştirmesini söylemişti. Odanın içine limon çiçeğine
benzer hoş bir koku yayıldı. Güher Hanım Federico’ya dönerek:
“O da parfüm ünün markası ne ayol? Ne hoş bir koku bu böyle” dedi.

Federico ağzının içinde belli belirsiz bir şeyler söyledi. Kabakafa’yı


öldürmek ister gibi bakıyordu.

Medyum konuşm alardan rahatsız olduğunu belirtir tavırla bir iç çek­


miş, daha sonra “Mumlarla oynam ayın lütfen” diye doktoru uyar­
mıştı.

“Hani sizin gözünüz kapalıydı?!” dedi doktor.

Kadın buna cevap vermeyerek az önceki gibi sallanarak yeniden


başladı.

“Eeeeeyyy ruuuuuhhhh! Saygıdeğer ruuuuhhhh! Bilinmeyen alem ­


lere gitmiş bizden yükseklere ermiş ruuuhhh! Söyle bize... Öldün.
Öldürüldün. Bedenini parçaladılar! Parçaları çöp kutularına atıldı.

381
197 GÜN ’ BÖLÜM2

Nasıl oldu bu iş masadaki harflerle yaz, anlat bize... Anlat ki ölü­


m ünden sorumlular çıksın ortaya!”

Herkes gözlerini m asaya dikmiş harflere bakmaktaydı.

Kabakafa m asanın üzerindeki su bardağını kafasına dikip ağzını ko


lunun arkasıyla sildi.

“Lanet herif!” dedi Federico. “Suyu içti!”

Jülide: “Ne de iyi yaptı.” dedi gülerek. “O içmese ben içecektim.


Ben de susadım .”

Sıcak banyonun ardından üzerine Kabakafa’ya bir hararet çökmüş,


az önce yediği tuzlu yemek de iyice susatmış olmalıydı.

Bir süre yine karışıklık oldu. Sonra Jülide Hanım da suyunu içtikten
ve m asaya konulan suyun yenilenmesinden sonra yeniden başla
dılar. Medyum yine “Eyyyy ruh!” diye bağırıyor, “Eğer geldiysen
m asaya üç defa v u r...” diyordu.

“Tık tık tık” diye bir ses duyuldu. Bir an gerçekten herkeste heyecan
ve korku olmuş, İlker Bey bayılıp oturduğu sandalyeden düşmüştü.
Bu düşme m asadaki herkesi daha da korkutmuş, sanki gelen ruh
İlker Bey’in canını almış gibi bir algı yaratmıştı. Doktorun müdahale
için İlker Bey’in başına gelmesinin ardından diğerleri de kendine ge
lip ne olup bittiğini öğrenmeye çalışırken odanın kapısından: “Ben
de ruh sayılırım değil mi?” diye bir ses duyuldu. Gelen komiserdi,
Az önceki tık tık sesini de gelirken eline aldığı koridordaki şamdan
çubuklarından biri ile kapıya vurarak çıkartmıştı.

Gülümsedi. “Aslında tüm insanlar ruhtur değil midir?” dedi elindeki


çubuğun ucuna alayla bakarken. “Ölmeden önce fazladan bir be
den taşır. Beni kabul edecekseniz bedenimle kabul edin. Bedenini
olm adan ruhum asla!” Kafasını kaldırıp: “Yanlış bir zam anda gelme
dim umarım?”

“Davetsiz gelinen ve habersiz girilen her ortam yanlış bir zaman t<ı

382
SULTAN TARLACI 9

şır komiser.” dedi Federico İlker Bey’in paçasından süzülen idrara


bakarak. Ortam loştu am a parkeler üzerine öyle bir yayılıyordu ki,
bunu m üdahale eden doktor, eşi Füsun Hanım ve diğerleri de gör­
müştü. Füsun Hanım utançtan yerin dibine geçerken eşine bir şey
olmasına korkmaktan öte bir şey olmasını, hatta ölmesini istediğini
ümit eder bakışlarla sanki yayılan idrarı görmemiş gibi davranarak
bir anda doktora döndü: “Bir şeyi yok değil mi?” dedi. “Hayır, b a­
yılmış.” diye karşılık verdi doktor. “Az sonra kendine gelir.”

Genç kadının dudakları “um arım ” derken aklından “lanet olsun”


geçtiği kesindi. Nasıl da rezil ediyordu onu şu biçimsiz kocası. Bu
kadın bu adam la neden evlendi diye yeniden düşünm eden edem e­
dim. Bu ölüm, insanı bir garip hale sokuyor. Kendi hayatınız bittiği
için sürekli başkalarını izleyip kocakarılar gibi yorum yapıyorsunuz.

“Ne kadar dalmışsınız.” dedi Vefa. “Ne zilin çaldığını ne de geldiğimi


duydunuz.” Hizmetçi hem en arkasında dudağını ısırarak korkuyla
Federico’ya bakmaktaydı.

“Zili çalmadı efendim .” dedi. “Kapıya da vurmadı. Onu birden ko­


ridorda karşımda buldum .”

Fedierico önemli değil gibi bir hareket yapıp hizmetçiye o gece kal­
maları için Füsun H anım ’la İlker Bey’e misafir odasını hazırlamasını
söyledi. Kırıtık, tıkırdayarak odadan ayrıldı.

Komiser, gözlerini Jülide’ye dikerek m asaya yaklaşmaktaydı. “Açık­


çası bu gece beni en çok şaşırtan sizsiniz Juliet H anım .” dedi. “Bir­
birini uzaktan tanıyan iki insanın karşılaşma olasılığını düşünürsek
son zam anlarda nereye gitsem karşıma çıkmanızı nasıl açılarız? Bir
mantığı vardır sanırım.”

“Vardır sanırım.” dedi aynı şekilde genç kız. Gülümsedi. “Bilmiyo­


rum ki beni takip mi ediyorsunuz ne?”,

“Ha h a.” dedi komiser kafasını geriye atarak.

383
197 GÜN ’ BÖLÜM2

“Buraya sizden daha önce geldiğimi düşünürsek...” diye az önce


söylediğini güçlendirmeye çalıştı Jülide.

Komiser dalga geçer bir bakışla m asaya baktı: “Ruh çağırmak


için...” dedi.

Hizmetçi kapıda yeniden görünmüş, odanın hazır olduğunu haber


veriyordu. Federico İlker Bey’in ıslattığı yeri temizlemesi için işaret
etti. Federico’nun adam larından iki tanesi İlker Bey’i hazırlanan
odaya taşımış, Füsun Hanım da arkalarından gitmişti. Doktor: “Bir
şey olursa haber verin lütfen.” dedi. Genç kadın “Tam am ” anlamın­
da başını sallayarak odadan çıktı.

“Ne oluyor yahu?” dedi Federico bu karışıklıkta Jülide Hanım ve


komiserin tartışmalarına bakıp. Güher Hanım bir açıklama yapma
ihtiyacı hissetmişti. “Jülide Hanım yeğenimin matematik öğretmeni”
dedi. “Onu buraya ben davet ettim. Siz polissiniz anladığım kadarıy
la. Neler oluyor? Gelemez mi? Biz de sizin neden geldiğinizi merak
ediyoruz.”

“Evet.” dedi Federico. “Gerçekten burada olma sebebinizi hangi gii


nahımıza borçluyuz?” Gür bir kahkaha attı. “Şaka yapıyorum alın
mıyorsun um arım?” dedi komiserin om zuna elini koyarken. “Diğcı
arkadaşın nerede? Neydi adı? Güven? Işıkları açalım da bari oturup
bir şeyler içelim ha h a ...”

Güven Vefa’dan biraz sonra eve girmiş koridorda karşılaştığı hizmel


çinin bazı cinsel isteklerine karşılık vermekteydi.

“Juliet Hanım elbette istediği yere gidebilir.” dedi Vefa gülümseyc


rek. “Ben sadece şaşırdığım için tepki verdim.”

“Jülide Hanım ’a bilerek mi Juliet diye sesleniyorsunuz?” dedi Gühcı


Hanım. Komiser bu soruyu cevaplam adan ve umursamaz geçişiiı
meyle altına bir sandalye çekip m asaya baktı:

“Harfler, mumlar, fincanlar...” dedi. Federico’nun ışıkları açması

384
SULTAN TARLAC1 9

nın ardından m umlara doğum günü çocuğu gibi üfleyip söndürdü.


“S u” dedi bardağı eline alırken. N eden orada olduğunu düşünür
bir bakışla baktı am a sormadı. Yeniden m asaya koydu. Kabakafa
komiserin m asaya bıraktığı bardağı alıp yine kafasına dikti. Komiser
önce onun su içişine sonra Federico’nun ağzının içinde Kabakafa’ya
söylenmesine baktı.

Sonra bu olaylar üzerinde durm ayarak “Bazen ben de diyorum ki,


kendi kendim e...” dedi medyum kadına bakıp: “Katilin yerini git bir
cinci m edyum a sor.” Yüzünde alaycı bir tebessüm dolaştı. Dönüp
Jülide’ye baktı. “N eden olmasın değil mi Juliet Hanım ?”

“Juliet diye seslendiğinize bakılırsa bana söylemek ve sorm ak is­


tediğiniz başka şeyler var.” dedi Jülide. “Lütfen içinizde kalmasın.
Sorun.”

“Neler oluyor anlamıyorum am a sanırım komiser buraya gerçek­


ten Jülide H anım ’ın arkasından ve onunla tartışmaya gelmiş.” dedi
Federico yine bir kahkaha atarak. Kabakafa’ya olan siniri geçmiş
gibiydi. “Ne garip değil mi?” dedi doktora dönüp. Komiser bu söz­
leri duymuş am a cevap vermemişti. O nun yerine Jülide’ye cevap
vermeyi tercih etti:

“Açıkçası çok şey merak ettiğim doğru hakkınızda” dedi. “O gece


çiftlik taraflarında ne aradığınızdan tu tu n ...”

“Hemen merakınızı gidereyim o halde” dedi Jülide komiserin sözü­


nü kesip. “Beni takip edip buraya gelmeniz ne de iyi olmuş bu gece.
Bakın y an ım d a...”

“Ben sizi takip etm edim ” dedi Vefa. “Burada olduğunuzu bilmiyor­
dum bile...”

Genç kız kesilmiş sözünü tam am lam ak için yeniden: “Yanımda, Gü-
her Hanım var.” dedi. Aşçıya dönüp: “Güher Hanım, ben bir gün
Kiss Cafe’ye sizin yanınıza gelmiştim. Hatırlıyorsunuz...” dedi.

385
197 GÜN ’ BÖLÜM2

Komiser “Biliyorum, biliyorum ...” diyerek Güher H anım ’ın onay­


lamasına fırsat vermedi. Jülide’ye dönüp “Yorulmayın” dedi. “Ora­
dan gecenin geç saatlerinde değil erkenden ayrıldığınızı da biliyo­
rum a m a ...” imayla ekledi. “Sorm adan edemeyeceğim. Gerçekten
merak ettiğim bir şey var. O kopyayı nasıl yakaladınız?” Güldü.
“İnanın m erakım dan soruyorum .”

“Kopya mı?” dedi Jülide. “Ne ilgisi var? Ayrıca o olayı nereden öğ­
rendiğinizi m erak ettim?”

Komiser yine alay eder bir tavırla: “Bilmem.” dedi. “Belki duru-gör-
mü-şüm-dür.” Son kelimeyi hecelerini bastırarak söylerken önünde
cam küre varmış gibi dalga geçer bir hareket yapmış ve alayla sırıt
mıştı. “Durugörü.” dedi. “Doğru söyledim mi?” diye sordu doktora
dönerek. ‘Durugörü’ şeklinde söyleniyor değil mi? Duru-görü, duru
görü, du-ru-gö-rü...”

“Durugörü.” dedi doktor onun bu kelimeyle ne garezi olduğuna an


lam vermek ister gibi bir şaşkınlıkta. “Evet. Doğru söylenişi budur”
dedi.

Doktorun bu sözlerine Jülide’nin çektiği sandalyenin sesi karıştı


Ayağa kalkmıştı. Vefa’nın karşısına geçti: “Belki de ben söylemedi
ğim halde hakkımda araştırdığınız bazı şeyler gibi onu da araştırmış
sınızdır komiser bey!”

“Neymiş onlar?” dedi komiser tebessüm ünü kahkahaya çevirip. Bu


kahkaha Jülide’yi iyice sinirlendirmişti.

“Bence karşıdan bakınca keskin zannedilen hafızanız son deren*


han tal...” dedi genç kızın sinirine aldanm ayarak. “Okula geldiğim d
gün sizin bayan hocalardan biri Ay Jülide Hanımcığım nasıl yaka
ladiniz o kopyayı’ dememiş miydi?” Bunu sorarken sesini bir bayan
gibi inceltmiş ve bu ‘fazladan’ davranış ve az önceki kişisel hakan*lı
onu Jülide karşılından sanki biraz yenik hissettirmişti. “Ne çabuk
unutuyorsun!” dedi.

386
SULTAN TARLACI Q

“Hafızanız ne kadar keskin.” diye karşılık verdi genç kız. “Her za­
m an mı böyledir, yoksa üzerime alıp sevineyim mi?”

“Ha ha...” dedi Vefa. “Çocuk gibisiniz benim sözümü kaç ay sonra
bana söylüyorsunuz ve unutmadığınıza bakılırsa sizin de hafızanız
özellikle benimle ilgili durum larda çok keskin.”

“Birkaç saniye önceki sözlerinizin tam tersini söyleyerek tutarlılığınız


ve karakteriniz konusunda bize ipuçları verm ek...”

Komiser Jülide’nin sözünü tam am lam asına fırsat verm eden: “Her
konuda değil, benimle ilgili konularda dedim .” dedi.

“Hocaların kopya yakalam a teknikleri vardır.” dedi Jülide. Konu­


yu değiştirirken öyle bir tavır takınmıştı ki sanki az önceki konudan
kaçar gibi değil, o konuyu cevap verm eye layık bir konu görmüyor
gibiydi. “Ö nünde dikildiğim cam, sınıfın içini ayna gibi yansıtıyordu
zaten.” dedi.

Odadakiler bir Jülide’ye bir komisere dönüyor, bu çocukça atışm a­


lardan konuyu anlam aya çalışıyorlardı.

“Hatta bunu çocuklar bile bilir.” dedi Jülide. “Bu kadar basit bir
olayı bile anlayamıyorsanız şüpheli cinayetleri nasıl çözüyorsunuz,
katilleri nasıl buluyorsunuz hayret. Ha gerçi bulam ıyordunuz.”

“Aslında geçenlerde okula gittim biliyor m usunuz.” dedi komiser Jü ­


lide’nin bu sözlerinden sonra birkaç saniye bekleyerek. Sanki ‘bunu
anlatmayacaktım am a sen istedin’ gibi bir tavırdaydı. Az önce sön­
dürdüğü m um lardan birini çakmağıyla yaktı. Elindeki anahtarlığı
mumun ateşinde ısıtıp m um un gövdesine şekiller çiziyordu. “Mü­
düre okulda bazı incelemeler yapacağını söyledim” diye devam etti.
"Yaptım d a ... Bir ara öğretmenler odasında asılı haftalık ders prog­
ramına ve sınav takvimine gözüm takıldı. Okula geldiğim gün sizinle
konuşurken “Ben okula bugün geldim” demiştiniz. O gün yazılınız
olan sınıf aklıma geldi. Gidip bakm adım desem yalan olacak. Sı­
nıfa gittim ve camın önünde dikildim. Doğru, cam dan bazı sıralar

387
9 197 GÜN ’ BÖLÜM2

görünmekteydi. Yalnız hepsi değil. Peki, neydi o gün öğretmenler


odasında hocaların kopya yakalandığını söylediği öğrencinin ismi?
Başta hatırlayamadım. Sonra “Gülizar” gibi bir şey geldi aklıma
am a emin olamadım. Öğrencilerin isimlerini sıralara kazıyacağını
düşünerek sıraları tek tek gezdim ve üzerlerine karalanmış isimlere
baktım. Öğretmenlere küfürler, duvar yazıları, futbol takımı slogan
lan, kopyalar, öğrencilerin birbirlerine dair yazılar ve hem en her sı
rada uzun burunlu fareler çizilmiş ve ok çıkarılıp “Janset” yazılmıştı.
Janset değildi am a kopya yakalanan öğrencinin adı. Sanki “G” ile
başlıyor gibiydi...”

“Janset mi?” dedi Güher Hanım Jülide H anım ’a dönüp: “Okulda


yeğenime fare mi diyorlar?”

Jülide “Ben ne yapabilirim” anlam ına gelen bir hareket yapmış, o


hareketten “evet maalesef öyle am a elimden bir şey gelmez” anlamı
çıkmıştı.

“...ve sıralardan birinde Gülin ismine rastladım.” dedi Vefa. “O


zaman aklıma geldi Gülin ismi. Evet, hocalar o gün Gülin demişti
Baktığım sırada Gülin ismi kalp içindeydi. Bu m uhtemelen Gülin i
platonik seven birinin veya Gülin’in sevgilisinin sırasıydı. Bu durum
da Gülin de çok uzaklarda olamazdı. Hatta belki hem en ön sıraday
dı. Baktım ve evet. İşte o sırada da Gülin ismi yazıyordu am a kalp
içinde değildi. Bu sırada da Gökay ismi kalp içindeydi.” Hararetli
hararetli anlatırken m asada duran m um un bedenini neredeyse biı
ağaç kurdu gibi oyarak kalp çiziyordu. Federico bu hareketten ra
hatsız oldu. “Yeniden cam a döndüm .” dedi komiser Jülide’ye dö
nüp: “Onun sırası, güneş hangi açıda olursa olsun o cam dan gö
rülemeyecek bir sıraydı biliyor m usunuz?” dedi. “Hatta hafta sonu
olmasa o saat sizin o sınıfa dersininiz vardı. Peki, o cam dan başka
bir cam önünde beklemiş olabilir miydiniz? Bu mümkün görünmti
yordu. Diğer tüm camların önünde bir öğretmenin diklemeyeceği
şekilde sıralar diziliydi. O halde o kızda o kopyayı nasıl yakaladınız?

388
M U IA N I AK I Al I <*

Bunun geriye tek bir mantıklı açıklama kalıyordu. O da kopyadan


haberdar başka bir öğrencinin kopyayı ispiyonlamasıydı. Yalnız son
derece mantıklı bu seçenek doğru olsaydı size az önce kopyayı nasıl
y ak alad ın ız diye sorduğum da “Çocuklardan biri söyledi.” derdiniz.
( )ysa onu söylemediniz ve cam dan gördüm dediniz.”

"Çocukların kopyasını uzaktangörünüzü kullanarak mı yakalıyorsu­


nuz?” dedi doktor Jülide’ye dönüp şaşkınlıkla.

( îenç öğretmen, bundan suçlulukla karışık bir utanç duymuş, “Diğer


kopya yakalam a tekniklerinden farkı yok hocam .” demişti. “Ne fark
eder?” diye ekledi.

"İyi ki böyle hocalarım yoktu.” dedi Güven kapıdan girerken. “Allah


esirgesin.” Sivrilttiği parmağını az önce Vefa’nın şam dan vurduğu
gibi üç defa kapıya vurmuştu.

"Bence burada benim kopya yakalam am dan öte sorgulanması ge­


reken şeyler vardır.” dedi Jülide. “Buraya geldiğinizden beri Juliet
diye seslenip kopyayı nasıl yakaladığımı da sorduğunuza g ö re...”
Gülümsedi. “Evet. Bana Juliet diyorsunuz, çünkü evrenindili.com
sitesini biliyorsunuz.” Doktora baktı. “Siteniz polisler tarafından
dikkatle takip ediliyor galiba hocam .” dedi. “İncelediniz değil mi
orayı?” dedi yeniden Vefa’ya dönerek. “Kafama takılan, o sitede
benim takm a adımın Juliet olduğumu nereden anladınız?” Eliyle
«ışağı-yukarı, varsayım hareketleri yapıyordu. “Jülide-Juliet benzi­
yor doğru am a yeterli değil anlamanız için. “Aslında nereden anla­
dığınızı tahmin ediyorum. Kopya yakaladığımı o gün öğretmenler
odasında duydunuz evet am a eğer geçenlerde benim evrenindik
sohbet odasında bu kopya meselesini arkadaşlara anlatmasaydım
öğretmenler odasında konuşulan bu olayı hatırlamazdınız bile. Bir
yandan da düşünüyorum , evrenindilindeki o sohbet odasını sadece
medyumlar yani profesyoneller...”

"Sizi tebrik ediyorum .” dedi komiser. Alkışlıyordu. “Sözü nasıl da


ustalıkla değiştirebiliyorsunuz. Şu anda size sorduğum esas soruyu

389
197 GÜN • BÖLÜM2

ve beni yok sayıp kendi kafanızda kendi hesabınızı oluşturup bir


yerlere gelmeye çalışıyorsunuz. Diyecek hiçbir sözüm yok.”

“Yani orayı sohbet odasını sadece yöneticiler görebiliyorsa siz nasıl


gördünüz? ”

Güven bir çocuk gibi heyecanlı, dikildiği duvardan m asaya doğru


yaklaşarak, gülümsemekten öte mutluluk diyebileceğimiz bir ifadey
le: \

“Biz de yöneticiyiz.” dedi.

Federico keyifle bir kahkaha attı. Güven’e baktı: “Biz? Ooo! Tüm
emniyet orada mısınız? Başka kimler var?”

Vefa m asa üzerinde duran sigaraya uzandı. Yüzü asık, sesi bozuk
tu. “Saçma!” dedi. “Tüm emniyet bilmem n e ...” Sigarasını az önce
yaktığı m um un ateşinde yaktıktan sonra içine çekti ve parmaklan
arasına aldı. O parm aklarla Güven’i gösterip: “Onun var zaten. Be
nim yok!” dedi.

“Niye öyle diyorsun abi? O hesap üçüm üzün.” dedi Güven. Yan
şaka yarı ciddi bir ses tonu kullanmıştı.

Jülide: “Üçümüz derken?”

“Ben, Vefa, Ziynet...”

Jülide: “Köpeğe de mi hesap açtınız sitede?” dedi gözlerini şaşkın


lıkla açarak.

“Yok ayrı ayrı değil.” dedi Güven. “Üçümüzün aynı h e sa p ...”

Federico birden ciddileşti: “Bir saniye yahu.” dedi. Gözleri dalmışı


“Gerçekten, siz nasıl yönetici oldunuz? Siz yetenekli değilsiniz ki!"

Güven yüzündeki az önceki mutluluk ifadesiyle ve biraz d a kasıl.ı


rak: “Ee... Yeteneğimiz yoksa bizim de kendimize göre yöntemimi
miz var.” diye önemli bir devlet kurum unda torpil bulmuş biri <|i'"
gülümsedi.

390
SULTAN TARLACI 9

Doktor dâhil hepsi polislerin yüzüne merakla bakmaktaydı.

Jülide bir an uzun süredir görmediği çok eski bir dostunu yolda gör­
müş, hatırlamaya çalışır daha doğrusu hatırlamış am a emin olmaya
çalışır bir bakışla Güven’e baktı. Gözlerini kıstı: “Siz.” dedi. “Ge-
veze’siniz değil mi?” Elini m asaya vurdu. “İnanam ıyorum .” dedi.
“Duru çalıp öyle yönetici oldu diyorlardı am a yakıştıramamıştım.
Hatta bunu söyleyenlere kızmıştım. Ne kadar haklılarmış. Sonuçta
psişik kişiler hırsızları da hissedebiliyor.”

Federico sinirle dişlerini sıktı. Geveze, sitede durugörü çaldı diye


kavga ettiği kişiydi. By Piccione olduğunu odada diğerlerine sez­
dirmiyordu elbette yine de dayanam ayıp ağzının içinde: “Stronzo”
-pislik- dedi. Kötü bir şey söylediği belli olmasın diye gülümsüyor,
hatta iyi bir şey söyler ve Güven’le Vefa’yı tebrik eder gibi sesini kimi
zaman yükselterek: bastardo-piç kurusu, stupido-aptal diyordu.

“Ne ilgisi var” dedi Vefa. “Kimsenin saçm a durusuna kalmadık.”

Jülide: “Siz ‘İş Adamı Ölüm ü’ durugörüsüyle yönetici oldunuz. Du-


rugörebilen birileri olmadığınıza göre o duruyu sizden daha önce
ekleyen By_Piccione’nin durusunu çaldınız.” dedi. Doktora döndü.
Komiser’i işaret edip: “Hocam, onlar by_piccionenin durusunu çal­
dılar.”

“Aa...” dedi Federico bu olaydan ilk kez haberdar olur gibi. Merakı­
mı mazur görün: “By piccione kimdir?”

(îüven de doktora döndü: “Valla alakası yok. Vallahi yok. Billahi


vok. Bize o gün polis arkadaşlardan o trafik kazasının haberi gel­
di. Biz de haber sitelerine ve televizyona düşm eden yani kimsenin
lınberi yokken siteye yazdık. Yoksa kimseden durugörü çalmadık.”

’Ha hırsızlık ha sahtekârlık...” diye bağırdı Jülide. “Sonuçta bu da


lınksız yönetici olmak değil mi?” doktora döndü. “Hocam bu konu-
•In hiçbir şey söylemeyecek misiniz?”

391
197 GÜN - BÖLÜM2

Doktorun cevap vermesine fırsat bırakm adan “Ya.ne yöneticilikmiş


arkadaş!” diye sinirle ayağa kalktı Vefa. “Sen neyin hesabını soru
yorsun bize burada?”

“Sorun yöneticilik değil komiser!” dedi. “Anlamıyor musunuz? Pro


fesyonel grubu bozuyorsunuz. Yapılmaya çalışılan bir işe hata karış
tırıyorsunuz.”

Güher Hanım destek verdi: “Orada amaç, olayları olm adan önce
olayları algılayıp siteye kaydetmek. Yoksa haber kanallarına düş
m eden önce olayı başka bir yerden duyup yazmak değil! Yani biı
durugörü ve rüya arşivi oluşturuluyor. Yanlış mıyım hocam ?” dedi
doktora dönüp. “Haklısınız” şeklinde başını salladı.

“Ne de önemli!” dedi Vefa.

“Sizin için önemsiz.” dedi Güher Hanım.

“Siz de mi üyesiniz Güher Hanım ?” dedi Federico şefe bakarak.

“Yok ben sadece bir göz atmıştım.” dedi Güher Hanım. “Siz üv»*
misiniz?” diye sordu. “Yoo ben de sadece bir göz attım bir veya ıhı
d e fa ...” dedi Federico.

“Kıytırık bir site.” dedi Vefa. Doktora bakmıştı. “Kusura bakmayın


doktor bey am a öyle...”

“Kıytırık?” dedi Federico anlamadığını belirtir şekilde

“İşe yaramaz, saçma, önem siz...” diye açıkladı Jülide.

Federico: “A aa... Stai facendo un errore.” dedi. “Hata yapıyor.un


komiser. Hata ve ım m ... Bulamıyorum, nasıl denir? Adaletsizlik.

“Haksızlık.” dedi Jülide.

“Haksızlık.” diye tekrar etti domuz. “Kıytırık site mi?” dedi. “Su m
dünyada tek deneysel parapsikoloji sitesi orası. Herhangi bir ol.»« <
henüz olm adan haber veren bir site ...”

“Üstelik...” dedi doktor. “Bunu herkesin göreceği şekilde, yani y>i'

392
SULTAN TARLACI 9

helere fırsat vermeyecek şekilde günüyle, saatiyle, dakikası, hatta


saniyesiyle kaydeden bir site. Dünyada böyle kaç tane internet sitesi
var? Uzaktan çizim çalışmalarının aktif olduğu kaç site var? Bu ko­
nularla ilgileniyoruz, dünyayı ve parapsikoloji bilimini takip ediyo­
ruz. Konu hakkında bilip eleştirmek ayrı, siz gibi hiçbir şey bilmeden
eleştirmek ayrıdır.” dedi.

“Uzaktan çizim nedir biliyor mu bakalım hocam ?” dedi Jülide. “Ko­


miser Vefa! Dedektif V efa...” diye gülümsedi. “Ingo Swann ismini
hiç duydunuz mu? Amerika aranan katillerin bulunması için yıllarca
uzaktan çizim m etodunu kullandı. Sizin gibi kendi kabuğunuzda sı­
kışmış ve aylardır bir katili bulamamış zavallı polisler bunu anlaya­
bilmekten çok uzak!”

Komiserin kendini zor tuttuğuna bakılırsa o sözleri söyleyen bir er­


kek olsa kemikleri çoktan çatır çatır kırılmıştı.

Jülide bu bakışları önem sem eden Dr. Saltı’ya döndü: “Hocam, ya­
kın tarihli yani birinden duyulmuş am a henüz haberlere düşmemiş
olaylar bundan sonra onaylanm asın bence.” dedi. “Geveze isimli
kullanıcının da yöneticiliği iptal edilmeli.”

"Ön sırada oturan tipler olur ya sınıfta.” dedi Vefa. “Çalışkan, gıcık,
hemen her şeyde öğretmene ispiyonlayan...”

(lüven doktora döndü: “Hocam hesabımız kapatılmasa bu defalık?”


ıledi. Bir yandan korkarak Vefa’ya bakıyordu.

Doktor hesabın kapatılıp kapatılm ayacağına dair bir şey söylemedi.

'Biz orada bu türden başka bir duru eklemeyeceğiz söz.” diye de-
^nm etti Güven.

Hayır hocam, eklerler.” diye karşı çıktı Jülide.

Eklemeyeceğiz.” dedi Güven. “Onu sadece yönetici olabilmek için


»İr defa yaptık. Benim orada hoşlandığım bir kız var.”

Kimmiş o?”

393
9 197 GÜN ■ BÖLÜM2

“Tatiı dudi.”

Federico bir kahkaha attı.

“Tencere kapak.” dedi Jülide. “Hacı hacıyı Mekke’de, hoca hocay


tekkede demişler. Çok yakışırsınız. O d a sizden. Gerçek bir medyun
değil.”

Vefa: “M edyumun gerçeği mi olur ya.” dedi gülerek. “Biliyor musıı


nuz? Sizde delilik belirtileri var.”

“O kelimeden ben de hoşlanm ıyorum.” dedi Jülide. “Durugörin


desek daha doğru olur. Ben de m edyum olarak anılmayı istemem "

Doktor: “Evet m edyum genelde ruhlarla iletişim kuran kişiler için


söyleniyor.”

Medyum kendince bir gururlandı. “Herkes de m edyum olamaz el


bette dedi jülide’ye bakarak.

Jülide az önceki sözü unutmadığını belirterek: “Delilik belirtisi olan


ben miyim anlam adım ?” dedi.

“Yahu m edyum olmuş durugörür olmuş fark etmez.” dedi konu


ser bu soruya cevap vermeyerek. “Mesele sizin bu tür saçmalıklnm
inanmanız.”

“Siz inanmıyorsunuz d a neden üye oldunuz?” dedi Güher Hanını

Komiser bunu ani bir tepkiyle “Güven oldu.” diye cevapladı.

“Ben inanıyorum ” dedi Güven. “Saçmalık değil bence.” Doktum


bir an elini uzattı. “Çok hayranlıkla ve takdirle -gerçi benim gibi hm
sizi takdir edemez am a- neyse çalışmalarınızı yani ilgiliyle...” Doklı >•
birden uzanan eli kısa süreli bir şaşkınla teşekkür edip sıkarken cli<>
ri: “...takip ediyorum. Çalışmalarınızın başarılarını diliyorum.” dnlı

Jülide’ye döndü: “Medyumlar katilin yeri hakkında ne diyor ImI


mak istedim.” dedi. “Yalnız ne yazdıklarını görm ek için üye olmamı
hatta yönetici olmamız gerekiyordu. Gerçi bilgi almak için de İmi

394
SULTAN TARLACI 9

takla atmamıza gerek yokmuş aslında. Doktor zaten tüm durugörü


ve rüya bilgilerini bir dosyada toplayıp bize gönderm iş.” Ağzı güler­
ken kocam an açılmıştı. Doktora döndü: “Çok teşekkür ederiz ho­
cam .” dedi. Doktor önemli değil anlam ında anlayışla başını salladı.

Vefa:

“Evet, sağ olsun iyi niyetle doktor bey bize dosyayı göndermiş.
Göndermiş am a Amerika’nın katilleri aram ak için medyumlarla iş
birliği yaptığını öne süren Jülide Hanım, siz o dosyayı okudunuz
mu?” dedi. “Okuyun da rezilliği görün.”

“Ben de m erak ettim.” dedi Federico. Laptop getirmişti. Saltı’nın


önüne koydu. “Dosyanın kopyası mail hesabında varsa eğer baka­
bilir miyiz?”

Doktor önün koyulan laptoptan mail adresini açtı. Dosyayı indirip


açarak masadakilerin önüne doğru bilgisayarı çevirdi. Federico, J ü ­
lide ve Güher Hanım psişik kişilerin katilin yeri hakkında yazdıkları­
nı incelemeye başlamışlardı.

“Neredeymiş rezillik?” dedi Jülide.

“Oku oku... Ne hayal a m a ...” dedi Vefa. “Döktürmüşler. İçlerinde


bu kızın en az on kişi tarafından kesildiğini söyleyenler bile var. Oysa
kehanet bilgisi değil, azıcık beyin olsa...” Güldü. “.. .evin her yerine
dağılmış kan izlerinden bu kızın kaçm aya fırsat bulduğunu, yani bir
kişi tarafından öldürüldüğünü anlarlar. Yalnız m uhakem e yeteneği
herkeste olmuyor elbette.”

Durup düşündü. D aha sinirli bir sesle: “H a am a olur mu? Haber­


lerde çıkan ‘Genç kızı ayin töreniyle kaç kişi kesti’ haberlerini d u ­
yup ‘görüyorum görüyorum evet’ diye şarlatanlıkla aynı h ab eri...”
durdu. “Neydi onun adı?” Parmaklarını şaklattı. “Durugörü olarak
yazıp yeteneklerine bizi hayran bırakmak istemiş olmalılar. Haklı­
lar. Bir matematik öğretmeni ve profesyonel bir dedektifi bile -eliyle
Güven’i işaret ediyordu- haa bi saniye... Doçent bir doktor ve fizik

395
9 197 GÜN ' BÖLÜM2

profesörünü bile kendilerine inandırmışlarsa yeteneklerinin keyfini


sürmek onların da hakkı elbette.” Güldü. “İşte rezillik diye buna di­
yorum. Hâlâ bulamadıysanız, ben göstereyim. Tüm sayfalara bakın
aslında. Bulursunuz.”

“Ben rezillik aramıyorum bu dosyada.” dedi Jülide. “Rezillik araya­


cak olsam sizin yüzünüze bakarım. Dört aydır katilin yerini bulama
mış bir dedektifin yüzünden daha rezil bir şey yoktur. Bu dosyada da
elbette hatalar, yanlış algılar, haberlerden etkilenmeler vardır. Yalnız
katilin yeri de vardır. Bakmak ve baktığın şeyi görmek gerek.”

Dosyanın sayfalarını yavaşça kaydırıyordu.

“Bu analiz edilmemiş bir dosya.” dedi. “Doktor bey yoğun olduğu
için uğraşmamış ve sadece kendine gelen durugörü ve rüya bilgile
rini bir dosyada toplayıp size göndermiş sanırım.”

Doktor “evet öyle” der gibi bir bakış attı ve “Bunların içinde el
bette gerçek algı olmayan, hayal gücü, uydurm a yazılar var.” dedi
“Olmaması mümkün değil. Her önüne gelen yazmış. Haberlerden
bilgiler de var elbette. Zaten bana kalırsa gündem de olan bir olu
ya bakmak yanlış. Gerçek psişik kişiler özenle ayırt edilerek dalın
profesyonel bir ekip kurulmalı. Bu ekip, gündem de olan kayıp vn
kalarında değil de kayıp kişinin adı soyadı bile söylenm eden belki
sadece adının soyadının baş harfi verilerek yani hakkında başka dn
hiçbir bilgi verilmeyerek psişik kişilere kayıp kişinin yeri sorulmnlı
Böylece o kişi hakkında basında çıkan haberleri takip edemeye
çekler ve algıları bilinçaltlarına giren bilgilerden etkilenmeyecek!ıı
H atta bu psişik kişilerin birbiriyle konuşması da engellenmeli beno*
Onlar bir vaka üzerinde çalışırken algıladıkları şeyleri birbirleriyl»
paylaşmamalı. Mesela psişik kişi bir vakaya bakıyor diyelim, bııım
başka bir psişiğe ‘şunu gördüm ’ şeklinde söylerse onu da yönlen
dirmiş olur. Bu nedenle psişik kişiler birbiriyle irtibatta olmanı«ılı
D aha sonra on-yirmi kişinin, birbirlerinden habersiz saf bir şekil» I*
elde ettiği bilgileri toplayıp, analiz edip, ortak noktaları belirleyip kı

396
SULTAN TARLACI 9

tilin veya kayıp kişinin yerine ulaşılabilir. Bu bizim sitenin baktığı


ilk vakadır ve hatalar olması normaldir. Sonraki vakalarda gerçek
yetenekliler ayırt edilir ve d ah a düzgün teknikler kullanılır.”

“Sizin gibi bir bilim a d a m ı...” dedi Vefa. “Hayret ediyorum sözleri­
nize.”

“Öldürülen kızın olayı basında çok konuşuldu.” dedi doktor. Ko­


miserin sözlerine önem vermediği belliydi. “Her gün bir şey yazıldı
çizildi. Psişik kişiler haberlerden etkilendi ve bizim grup daha çok
yeni... Kurulalı birkaç ay oldu. Kusursuz olabilir mi?”

“Bence d e ...” dedi Güven. “Ben de inanıyorum hocam. Çok farklı


bir düşünce yani destekliyorum. İnşallah başarılı olursunuz.”

Vefa dişlerini sıkarak arkadaşına baktı.

“Yine de bu dosya tam am en işe yaram az diyemeyiz.” dedi Jülide.


“Mesela siz, oturmalıydınız. H aberden etkilenme olduğunu düşün­
düğünüz yazıları buradan elemeliydiniz. Çok mu zordu? Siz vakanın
İçindesiniz. Kimsenin bilmediği şeyleri biliyorsunuz bu konu üzerin­
de. Elinizdeki ihbarlar ve bilgiler ışığında kesinlikle yanlış olduğunu
düşündüğünüz algıları da eleyecektiniz. Geriye kalanlara bakacaktı­
nız. Ha yine de bulunam azsa ‘kesinlikle olmaz’ diye elediğiniz yerle­
re bir daha bakacaktınız. Çünkü uzun zaman bulunam am ış bir şey
nranmamış yerdedir değil mi?”

“Neye bakacağız küçük hanım ?” dedi Vefa bıyık altı gülümseyerek.


“Katil çok üzgün, perişan, şu şu ilaçları içiyor. Şu yemeği yemekten
hoşlanıyor. Şu müziği dinlemeyi seviyor şekilde yazılan saçmalıklara
mı?”

“Vay be. Onlara kadar görüyorlar.” dedi Güven. “Abi bu bir yete­
nek”

“Yetenek.” diye kahkaha attı Vefa. “Onlara kadar görüyorlar mı


voksa bu söyledikleri kanıtlanamaz şeyler olduğu için rahatlıkla atı-

397
) 197 GÜN • BÖLÜM2

yorlar mı!” Kafasını hafifçe kaldırıp gözlerini tavanda bir noktaya


dikti ve hayal kuruyormuş gibi yaptı: “Ben de bunlar gibi sayfalarca
hayalimi yazabilirim.” dedi. “Evet, katil şu anda çocukluğunda izle
diği bir çizgi filmi düşünüyor. Eline bir gofret aldı ve ısırdı. Sevgilisini
öldürdüğü için çok üzgün. Gofretin tam amını yiyemeyecek. Bıraktı.
Despresyon ilaçlarından bir tane aldı. Çok üzgün. Evet görüyorum.
Görüyorum. Mavi üçlü koltuğa uzandı ve ağlam aya başladı.” Biı
Güven’e bir Jülide’ye bakıyordu.

“Bakın nasıl da yazıverdim hem en.” dedi. “Elindeki gofrete kadın


gördüm değil mi? Vay be ne yetenekliyim. İşte bu kadar kolay hayal
kurmak. H a... Farz edelim hayal değil, gerçek. Peki, bunlar, katilin
davranışları bizi nerede olduğuna götürür mü? Katili bu şekilde mı
bulacağız?”

“Söylediklerinizde haklı olabilirsiniz am a burada yer bilgileri de


var.” dedi Jülide.

Komiser: “Evet var! Pembe bir evdeymiş katil.” dedi. “Bu şehirde
-hatta katilin bu şehirde olup olmadığını da bilmiyoruz- bu ülkede
kaç milyon pem be ev var biliyor musunuz?” Yine konuşurken sinit
lenmişti: “Doğru biz nasıl akıl edem edik medyumlarla çalışmayı!'
Elini “tüh!” anlam ında dizine vurmuş, Güven’e dönm üştü. “Balı
bize söylediler katilin yerini. Pembe e v ...” Güldü. “Güven hadi İm
koşu pem be eve gidip katili yakalayıver.”

“Şehir isimleri de var.” dedi Jülide.

“Olmaz mı!” diye kükredi komiser. “Hem de onlarca.” dedi. “Med


yumlara göre katil Ankara’da, katil İstanbul’da, katil Kütahya’da
katil İzmir’de, katil Sivas’ta, katil Diyarbakır’d a ... H atta Berlin’di-
Amsterdam’da, Rom a’da, Pekin’d e ... D aha sayayım mı? Yeryüzün
de ne kadar şehir varsa katil hepsinde!”

Doktor: “M edyumlara göre diyorsun am a biz bu kelimeyi kullan


mayı pek sevmiyoruz. Durugörür veya uzaktan görür desen daim

398
SULTAN TARLACI 9

doğru olur. Mesela katilin yerini algılayan biri herhangi bir ruhla ile­
tişime geçmiş değil ki. O sadece uzaktan görü yeteneği olan biri...”

“Böylesine laf anlatmak çok zor hocam .” dedi Jülide kafasını lap-
toptan kaldırmayarak dalgın şekilde. “Derlenmiş dosyayı analiz
etme yeteneği olmadığı için böyle düşünüyor.” Vefa’ya baktı: “O şe­
hirlerden hepsinde olamaz elbette katil. Hatta psişik kişi o an katilin
bulunduğu yeri değil de aklından geçen bir şehri de algılamış olabilir
telepatiyle. Ya da öldürülen kızın sevdiği bir şehri de algılamış, yaz­
mış olabilir. Katili başka bir şehre götürmeyi düşünen ve bu konuda
plan yapan yakınlarının konuşmalarını algılamış, orada geçen bir
şehrin ismini yazmış da olabilir. Psişik kişilerce bu kadar çok şehir
verilmesi, katilin yer değiştiriyor olmasını da akıllara getirebilir elbet­
te am a tek bir yerdeyse size bu şehirlerden hepsine bakın diyen yok
ki... Katil bu şehirlerden hangisindeyse m edyum lardan biri o şehri
algıladı ve diğerlerinin algısında da o şehrin adı olmasa da şehre
dair izler vardır. Bakın burada bir dar mekân ismi verildi diyelim,
mesela bir cami, kafe, lokanta köprü ismi. Hem en bu isimde cami,
kafe lokanta vs. hangi şehirde var bakacaksınız. Hem en o şehir di­
ğer şehirlerarasmda daha önemli olacaktır. Dar alanlı m ekân analizi
yapıp tanımlarının şehirleri ele vermesine bakmalıyız.”

“Bakmalıyız?” diye sorar gibi baktı Vefa.

“Evet, bu dosyayı analiz etmeliyiz.” dedi Jülide.

“Bence d e ...” dedi Güven. “Çok güzel anlatıyorsunuz. Çok mantıklı


ve sistematik... Bence siz analiz edebilirsiniz. Yani dosya o şekilde
elimizde olsa daha rahat ederdik.”

“Bence herkes kendi işini yapm alı.” dedi Vefa. “Doktor hasta m ua­
yene etmeli. Ev kadını kocasına yemek yapmalı. Prof, derse girmeli,
polis de katili bulmalı.” Durdu. Derin bir nefes aldı. “Yani kimse bir­
birinin işine burnunu sokmamak anlıyor m usunuz?” J ü lid e ’y e baktı.
“Siz de havuz problemi falan çözün bence.”

399
9 197 GÜN ’ BÖLÜM2

“Katil kaybolduğu ilk gün başlansaydı bu çalışmaya gelen bilgiler


şu an çoktan analiz edilmiş ve katil çoktan bulunm uştu.” diye belli
belirsiz bir sesle söyleniyordu Jülide.

Güven duymuştu. “Bence d e.” diye hak verdi.

Vefa bir sigara daha yaktı: “Psişik güçlermiş.” dedi. “Vay be! Özel
yetenekler. Geleceği görüyorsunuz öyle mi? Size basit bir soru. Hat­
ta bir deney... Loto çekilişi her hafta var. Verir misiniz çekilecek sa­
yıları.”
\
Jülide Vefa’ya baktı: “Ben gelecek görücüsü değilim, uzaktan görü
rüm .” dedi.

Vefa gülümsedi. Bu “sıkıştığın yerden kaç bakalım ” gülüşüydü.

Jülide’nin canı sıkılmıştı: “Duyular Dışı Algı bir yetenektir.” dedi.


Sonra onun kendini küçümser bakışlarını görüp söyleyeceklerinden
vazgeçmiş gibi doktora döndü: “Hocam sinir oluyorum sabrım kal
madı. Siz anlatır mısınız? Lütfen.” Sinirle karşıdakine baktı. “Hasta
lan doktorlara bırakmak gerek.” dedi.

“Beş duyumuz var.” dedi doktor gülümseyerek ve daha sakin. “Göı


me, koklama, dokunm a, işitme ve tatm a. Biz çevremizi bu duyu
organlarıyla tanırız, öğreniriz ve tanımlarız. Ya bunları kullanmadan
öğrendiğimiz bazı şeyler? Siz hiç durup dururken bir şeyler olacağı
nı sezmediniz mi Vefa Bey? Yapılan araştırmalar tren kazalarından
önce yolculuk için trenleri tercih edenlerin sayısında azalma oldu
ğunu ortaya koymuş. Bu insanları trene binmekten alıkoyan bir şey
var dem ek k i...”

Güven: “Vay be!”

“Ya trene binenler?” dedi Vefa. “Onlar ne? İnsan değil, öküz m u '
O nların...” gülüyordu. Yine suratında alay eder bir ifade vardı. “
duyu dışı algısı yok mu binenlerin?” dedi.

“Duyu dışı algısı olmayan kimse yok.” dedi doktor. “Yalnız hangimi/

400
SULTAN TARLAC1 9

bile bile, hissettiğimiz halde bazı hatalar yapmayız hayatta? Onlar da


o gün öyle bir hata yapmıştır veya evet olabilir. Belki de onlar o gün
o kazayı hissetmemiş de olabilir. Sezgileri çok kuvvetli kişiler hem en
her zam an her olayı hissedecek diye bir şey de yok. Bazı olaylarda
çok başarılı olabilirken bazılarında tam am en başarısız olabilirler. Bir
de yeteneğin dereceleri var elbette.”

Jülide Vefa’ya baktı. “Anlıyor m usun söylenenleri?” dedi. “Yetenek


diyor bak. Doğaüstü bir şeyden, büyüden, cinden, saçmalıklardan
bahsetmiyor.”

“Evet, bunun adı yetenekten başka bir şey değildir.” dedi doktor.
Tıpkı resim gibi, işlem yeteneği gibi, müzik gibi bir yetenek bu d a...
Müziğe hepimiz inanıyoruz değil mi? O nun bir yetenek olduğuna...
Herkes basit bir müzik aleti çalabilir, kendince şarkı söyleyebilir veya
idare eder besteler yapabilir. Yalnız herkes Beethoven olamaz. Du­
yular dışı algıda d a yetenekler böyledir. Herkeste az, orta seviyede
veya çok iyi şekilde am a bir şekilde vardır. Trene binmekten Beetho-
venler vazgeçmiş, sadece şarkı söyleyebilen sıradan kişiler binmiştir
sizin anlayacağınız...”

“Saçmalık.” dedi sigarasını söndürürken Vefa. “Eğer dediğiniz gibi


olsaydı yeryüzü adaletsizlikler üzerine kurulmuş olurdu.”

“Neden?” dedi Federico.

Vefa: “Duyu dışı algı yeteneği olanların tren kazasından kurtulup


diğerlerinin ölmesi adalet mi?”

Jülide:

"Ya duyu dışı algısı olmayıp gün içinde rahatça yaşayan insanla­
rın yanında bir de kazaları hisseden diğer insanların ‘bir yerlerde
kaza olacak’ diye içinin sıkılması? Adalet kavramını tek açıdan ele
alamayız. Ayrıca, Duyu Dışı Algı çeşitlidir. Kimileri gelecek görücü­
südür, kimileri geleceği göremez am a uzakta saklanan bir şeyi görür,
kimileri psikometristir, sadece geçmişi görür kimileri bazen geleceği,

401
197 GÜN • BÖLÜM2

bazen şu anı bazen geçmişi görür am a rüyasında görür... Rüyalarıı


dilini de çözmek zordur. Bazıları ise bunların hiçbirini görmez am<
telekinezisttir am a sonuçta hepsi psişiktir. Bu durum da diğer yete
neklere benzer. Herkes müzisyen değildir. Bazıları ressamdır, bazılar
dansçıdır, bazıları edebiyatçıdır am a sonuçta hepsi sanatçıdır. Bi
müzisyenden dans etmesi nasıl beklenemezse bir uzaktan görücü
den gelecek görüsü beklemek de o kadar yanlıştır am a m adem ben
den loto istiyorsunuz denerim ” dedi. “Sonuçta sanatkârların kend
alanı dışında bir sanatı becermesi, sahatta hiç yeteneği olmayanla
rın o alanda bir şeyler becerm esinden daha kolaydır.” Gülümsedi
“Bu kadar sanattan sanatçıdan bahsetmişken, biliyor musunuz, sa
natkârların duyu dışı algısı da diğer insanlardan daha fazladır” dedi

“Ne kadar değişik şeyler Jülide.” dedi Güven. “Keşke ben de psişil
olsaydım. Bu yetenek doğuştan mı geliyor yoksa sonradan olumu
m u?”

“Sizde de doktor beyin de az önce açıkladığı gibi her insanda -hal!,


her canlıda- olduğu gibi duyu dışı algı yeteneği m uhakkak vardıı
dedi. “Yalnız dediğim gibi, duyu dışı algının hangi alanında ve in
derecede var? Fazla mı, az mı? Bilmiyoruz.”

“Parapsikolojinin herhangi bir alanda fazla yeteneğim olsa şimdiy»


kadar fark ederdim herhalde.” dedi Güven.

“Uzaktan çizim yapın bence.” dedi doktor. “Uzaktan çizim, dimi


görü yeteneği gerektirmez. Durugörür olmayanlar da yapabiliyor. ”

Vefa “Laf dinlemeyi hiç sevm em .” diyerek çıkıştı. “Duyu Dışı Alyı
varsa görmek isterim. Hani loto sayıları?”

“Peki” dedi Jülide. “Deneyelim bakalım ne olacak. Bir kâğıt kalnn


alabilir miyim?”

Güven hem en cebinden çıkarttığı bir kâğıdı uzattı. Jülide sayıları v.ı
zarken komiser: “Saçmaladığınızı fark edeceksiniz. Yani umarını
diyordu.

402
SULTAN TARLACI *

Genç kız sayıları yazdıktan sonra kâğıdı Güven’e uzattı. Güven kâğı­
da baktı. Ağzının içinde söylendi: “2-7-14-32-34-43” Kâğıdı özenle
katlayıp cebine koydu.

“Çok teşekkür ederim Jülide H anım .” dedi. D aha sonra gülerken


mutlulukla kulaklarına kadar yayılan ağzını toparlayıp kemikli sura­
tına samimi bir hayal ifadesi verdi: “İnan ki bunlar tutarsa var y a ...”
Söylerken biraz hüzünlüydü. Sanki uzun süre em ek verdiği bir işin
sonucunu almış bir hüzün...

Federico bir kahkaha atarak m asanın an tarafındaki duvardaki düğ­


meye bastı. Birkaç dakika sonra odaya gelen hizmetçiye: “Tatlım
bize bir şeyler getir.” dedi. “Sohbetimiz güzel ve uzun sürecek.”

“Kalsın.” dedi komiser parmaklarını önünde dikildiği m asaya tıkır­


datırken. “Sohbet güzel değil ve uzun sürmeyecek. Sizi de alıp gi­
deceğiz.”

“Beni mi?” dedi Federico. “N eden yahu? Şu katil genç içinse dolaşın
«rayın evi.” Eliyle odaların yerini işaret ediyordu. “Diğer evlerimin
adreslerini, hatta anahtarlarını d a verdim. Arazileri ve fabrikaları da
larif ettim.”

"Konu o değil.” dedi Vefa. “Ş u ... İş adam ının ölüm ü... Hani bizim
çalıp siteye yazdığımız bilgi var ya...”

"Evet, hepimiz hatırladık.” dedi Jülide.

Vefa Jülide’ye bakıyor am a cevabı Federico’ya cevap veriyordu: “O


İş adam ı ölümündeki cinayet şüphesinden bizimle gelmek zorunda-
nınız.”

Federico bir kahkaha atarak: “Bilgiyi çalıp hırsızlık yapan sîzsiniz,


İfadesi alınan benim .” dedi. Epeyce güldü. Sonra birden ciddileşip:
'Gerçekten yahu benim ne ilgim var o olayla?”

"Siz hırsızlıktan değil, cinayet işlemekten emniyete geleceksiniz.”


dedi Güven.

403
“Cinayet mi?” dedi domuz. “Ben karıncayı öldürem em .” Biraz dur
du. Nasıl olsa yanlışlık ortaya çıkar, der gibi bir tavırla “Peki, peki...
diye söylendi. Rahat görünmediği, rahat görünmeye çalıştığındaı
belliydi. Doktora döndü. “Kusura bakmıyorsun değil mi?” dedi
“Bunlar hep gücün ve paranın lanetleri... Her şeyden senin gücün
den ve parandan şüphelenirler.”

“Ve kavgalı olduğun kişilerden, son konuştuğun kişilerden, tehdi


ettiğin kişilerden...” dedi Vefa. “Her neyse... Emniyette devam ede
riz.”

“Tehdit mi?” dedi Federico. “Yok artık. Avukatıma haber vermen


gerekecek kadar önemli mi yoksa bu?” Gülümsemeye çalışıyordu.

“Siz bilirsiniz.” dedi komiser.

“Öyleyse biz de kalkalım.” diyerek doktor da ayağa kalkmıştı.

“Celse de yarım kaldı.” dedi m edyum canı sıkılmış gibi yaparak.

“Kurtuldunuz.” dedi Jülide. “Nasıl olsa ruh muh gelmeyecekti.”

Medyum yılan gibi bakarak: “Haddini bilmez aşağılık!” diye söylendi

Konuklar, Federico ve polisler evden dışarı çıkarken Jülide ve Vel.


hâlâ tartışıyor, genç kız psişik istihbarattan m uhakkak yararlanılmas
gerektiğini söylerken, komiser “Siz kendi işinize bakın. ‘Polis med
yum a gitti’ haberleriyle emniyetin itibarını iki paralık etmem!” diy<
bağırıyordu.

“Gazeteciler nereden duyacak abi?” diye Jülide’ye hak vermişti Giı


ven.

404
“H a k ik a ti ara ya n , o n u b u lm a n ın ce za sın a ka tla n ır.”

Dr. Saltı p aylaştı 53 g ü n önce

113. G ün

Evet.

“POLİS KATİLİ BULMAK İÇİN MEDYUMA GİTTİ!”

Öldürülüşümün 109. gününde hâlâ bulunam ayan katilim hakkında


gazetelere atılmış manşetti.
III. BOLUM
“M atem atikçi, karanlık bir odada, orada olmayan siyah bir kediyi
arayan kör bir insana benzer ”
Charles D arw in
‘Ve ko n u şm a la rın ızın çoğunda , düşünce yarı ya rıya katledilir.
Ç ünkü düşünce , boşlukta uçan bir kuş gibidir ;
kelimelerin kafesinde kanatlarını açabilir am a uçamaz."
Halil Cibratı

Dr. Saltı paylaştı , 47 gün öner

127. Gün

Üç kurşunu kalmış olmalıydı. Karşı duvara baktı. İki duvarı birbirin


den ayıran açık kapı mesafesi on metre kadardı. Kapının ağzından
dışarıya yağmur gibi yağan kurşunlardan kurtulup oraya geçebil
mesi için yerde sürünmesi kâr etmezdi, çünkü kurşunların oldukça
alçaktan geldiği, hatta demir kapı eşiğinden sektiği bile oluyordu.
Hız... En fazla ne kadar hızlı olabilirdi? Düzensiz şekilde bazen bir
kaç saniye arayla on kurşun atıldığı gibi şimdiye kadar atılan iki kur
şun arasındaki süre en fazla on saniyeydi. Aynı anda birkaç kurşu
nun sektiği de oluyordu. O kurşunlardan birinin kaderinde ta kurşun
dökülme esnasından beri bu kapı aralığında onun karnını dağıtmak
olabilirdi. Neyse ki bu kadar düzensiz ve rastgele atıldıklarına bakı
lırsa, diğer taraf plansız ve korkak hareket ediyordu. Ayrıca çok fazla
atılması da bu tarafın kalabalık olduğunu zannettiklerini gösteriyoı
olabilirdi. Varsayım elbette.

Bu arada kendini düşündü. Kendi de düzensiz, rastgele ve çok fazl.ı


atış yapmıştı. G örünen o ki karşı taraf mermi sıkıntısı çekmiyordu,
ya kendi? Canı sıkıldı. Dudaklarını büzdü. Bu durum da yapması
gereken tek şey bir süre nefes alm adan sessizce beklemek ve orad.ı
SULTAN TARLACI 9

olmadığına veya oradan ayrıldığına diğerlerini inandırmaktı. Zaten


karşı taraf sessizleşmiş, kendinin de hareket edecek hali kalmamıştı.
Hızlı hızlı ve kesik kesik nefes alıyor, nefes gırtlağından geçerken
sanki yakarcasına ciğerlerine iniyor, göğüs kafesi neredeyse yırtı­
lacak gibi şişiyordu. Bacaklarından akan ter kargo pantolonunun
dışından bile yer yer belli oluyordu. Üzerindeki tişört sırtına olduğu
gibi yapışmıştı. Güneş, alnının ortasını çelik bir sac gibi yakıyordu.

Kafasını uzatıp deponun sürgülü kapısının duvara m onte edilmiş


menteşesindeki demir para büyüklüğündeki delikten içeri göz attı.
Belli belirsiz birkaç eski ve paslı demir parçası ve araba lastikleri
gördü. Kimse görünmüyordu. Biraz oturm ak veya kollarını indirip
dinlenmek ne iyi olurdu. Yalnız her an kendini yeniden savunm ak
zorunda kalabilirdi. Bu nedenle silahını indirmeden duvara vatoz
gibi yapışıp tetikte durmalıydı. O da öyle yapıyordu. Aferin! Akıllıydı
şu Vefa. Akıllıydı da işler yolunda gitmeyecek gibiydi. Sakinlik uzun
sürmedi. Kurşunlar yeniden, daha fazla ve seri başlamıştı yağmaya.
Sesten ‘yakınlık’ ölçümü yapam ıyordu artık. Kulakları uğuldam aya
başlamıştı. Yalnız kurşunların ileriye gittiğine, ilerideki ağaca kon­
muş kuşların çığlık çığlığa uçtuğuna bakılırsa daha yakından atılıyor­
du. İşte şimdi taşların yeri değişmişti.

Şüphe yoktu. İçeridekiler yaklaşıyordu. Bir an karşı duvara geçebi­


leceğine olan um udu söndü. Bu durum da sessizce orada yokmuş
rolü oynam anın anlamı yoktu. H atta sessiz veya sesli herhangi bir
şekilde orada kalmaya devam ederse ölebilirdi. Aceleyle iki el ateş
etti. Burada aptallık yaptı. Karşı duvara geçemeyecekse arkasındaki
duvarın kenarından kaçabilirdi. Mermi harcam anın anlamı yoktu.
Üçüncü defa tetiği çekti am a kurşun çıkmadı. Şaşkınlıkla silaha bak­
tı. Demek az önce üç değil, iki kurşunu kalmıştı. Kolunun arkasıyla
alnından akan teri silerken “Kahretsin!” dedi. Korkuyla karışık bir
çaresizlikle, yeniden karşı duvara baktı. Gözlerini kıstı. Alt dudağını
hızla yaladı. Burun delikleri geriliyordu. Oraya geçebilirse deponun
yan tarafından Güven’in olduğu yere doğru hızlıca koşabilecekti.

409
197 GÜN * BÖLÜM3

Pek mümkün görünmüyordu. Az önce ateş ettiği iki el içeridekileri


bir süre durdurm uştu am a sadece bir süre...

Federico burayı elden çıkaralı beş yıl kadar oluyor am a az anım yok­
tur burada. Yaşarken epey bulundum, hatta biraz ilerideki deponun
biri benim cephaneliğimdi. Demek istiyorum ki bu alanı avucumun
içi gibi bilirim, içeridekileri de tanırım. Muhtemelen karşılıklı silah
attıkları kişilerin polis olduğunu bilmiyorlar am a bilseler de onların
hiçbiri polis öldürmekten korkacak kişiler değildir. Bunu o da biliyor
olmalıydı. Heyecanla ne yapacağını düşündü. Biraz sinirle ve ger­
çekten kurşunun bittiğine emin olmak ister gibi birkaç el daha de­
nedi. Bu ikinci aptallığıydı. Yanına çok yaklaşmış biri olabilir ve bu
sesi duyup çaresizliğini anlayabilirdi. Şarjörü çıkarıp baksa daha iyi
olurdu. Her tetiğe bastığında bom boş çıkan cilk cilk sesinden sonrn
silaha umutsuzca bakarken kendine uzatılmış bir silah gördü. “Bunu
kullan.” demişti uzatan kişi sessizce. Bir an gayri ihtiyari “H a... Sag
ol!” diyerek silahı aldıysa da sonrasında jet hızıyla silahı verene dön
dü. “Jülide!” Sessiz kalması gerektiğini unutup bir anda bağırmıştı.

Güvende olduğundan emin olmak ister gibi bir an arkasına dönü])


sonra yeniden genç kıza baktıktan sonra, biraz hayret ve şaşkınlık
içinde “Burada ne arıyorsun?” dedi. Sesi daha kısıktı. Bu, geçen
lerde ruh çağırma seansında Federico’nun evine gelen fıstıktı. Üze
rine yazlık, dizden, minik pem be çiçekleri olan, beline oturmuş ve
kalçasına doğru açılan açık renkli bir elbise giymişti. Gerçekten ne
arıyordu burada? “Şşşşt...” dedi fıstık. Sanki her şey yolunda ve tek
sorun Vefa’nın çıkardığı sesmiş gibi. “Sessiz ol.” Az önce Vefa’nm
baktığı duvara baktı kaşlarını çatarak. Vefa onun um ursamazca kar
şıya bakışına baktı ve yeniden “Ne arıyorsun burada?” dedi. Bu
esnada birkaç kurşun ikisinin tam arasından, burnunun dibinden
karşıya fırlamıştı. Hem en yere yattılar. Genç kızın reflekslerinin bu
kadar sağlam oluşuna ve böyle durum larda ne yapması gerektiğine
aniden karar verebilen haline bakacak olursak alışkın gibiydi opc
rasyonlara. Sonra elbette üstüne başına bakan biri ancak bir film

10
SULTAN TARLACI 9

sahnesinde gördüğü şekilde yere yattığını düşünebilirdi. Zaten kısa


bir süre sonra tedbirsiz ve cahilce bir hareket yapıp ayağa kalkmış,
elbisesindeki tozları eliyle çırpmaya başlamıştı.

Bu esnada her dert bitmiş, onun elbisesinin kirlenmesi kalmış gibi,


üzerine yağmur suyu sıçratmış bir araca sinirlenmişçesine söyleni­
yordu. Kurşunu yemiş, ölmek üzere olsa bu kadar sinirlenmezdi.
Vefa, elinden tutup yere asıldı. “Ne yapıyorsun?” dedi. Vurulacak­
sın. Yat, yat!” Diğer elini komiserden kurtarıp “Yerleri görmüyor m u­
sun?” dedi. “Elbisem kirleniyor!” Koşar adımlarla az önceki duvarın
köşesinden döndü. Vefa da yattığı yerden kalkıp alçak bir tünelden
geçiyormuş gibi başını eğerek onun yanına koştu. Az önceki gibi
duvara yapışıp, Jülide’yi de yine kolundan tutup duvar kenarına
çekti. “Burayı okul koridoru mu sandın! Salma salına geziyorsun!”
Genç kız duvardan uzaklaşmaya çalışarak “Şu ise bak!” diyordu.
Ne kadar kirli olduğunu göstermek için parmağını duvara sürtüp
komiserin gözünün önüne tuttu. Vefa, genç kızın, gözünün önüne
tuttuğu islenmiş parm ağına şaşılaşmış gözlerle baktı. Bir süre sonra
kendine gelip: “Kendi tipine bak.” dedi. “Ne arıyorsun burada bu
elbiseyle?” Gözleri ateş saçıyor, burun delikleri geriliyor, dudakları
sıktığı dişlerinin etrafında sinirden ince bir çizgi halini alıyordu. “Ne
varmış elbisemde?” dedi genç kız. Belinden aşağı inen kısmına elini
sürtüp bir çocuk gibi sevinerek: “Tam yazlık.” dedi. “Elbisenin...”
diye bir küfür savurdu komiser ağzının içinde. “Böyle mi gelinir?”
dedi yeniden genç kızın kıyafetine ve yüksek topuklu ayakkabılarına
bakıp. Sonra önemli bir şeyi hatırlamış gibi “...ve asıl önemlisi ne­
den gelinir?” diye ekledi.

Jülide, elbisesinin açık yakasından ve dolgun göğüsleri arasından


bir kâğıt ve kalem çıkarmıştı. “Durugörür arkadaşların yazdıkları­
na ve çizdiklerine bakarsak...” diyordu kalemin arkasını ağzına
alıp kâğıda bakarken, “...katil ayçiçeği tarlalarına yakın bir yerde
olmalı.” Vefa’ya döndü. “Bugün çok önemli bir işim yoktu.” dedi.
Oturdum ve internetten şehirdeki ayçiçeği tarlaları hakkında bir

411
197 GÜN • BÖLÜM3

araştırma yaptım. Ne kadar geniş bir alana yayılmış am a tarlalar...”


Şaşkınlıkla kaşlarını kaldırmıştı. Yeniden indirip çattı. “Bu durum da
bu tarlaların hangisine ne kadar uzaklıktaydı katil?” Elindeki kâğıda
baktı. Kalemle bir yeri işaret edip: “Çizilenlere göre bu tarlanın yakın
yerinden bir akarsu geçmelidir.” dedi. “Fakat ayçiçeği tarlalarının
yakınında akarsu, ırmak, dere vs. bulamadım. Akarsu algısının yan­
lış bir algı olduğunu düşünecektim ki Rikkatimi çekti, birden fazla
kişide köprü çizimleri de olmuş, yalnız daha ilginç olanı, köprü çi­
zen hiçbir psişiğin köprünün altına su çizmemiş olması. Bu ne kadar
garip değil mi?” dedi. “Öyleyse bu ne anlam a gelmektedir? Demek
ki bir zamanlar yüksek bir debiyle akan ve üzerine köprü yapılmış
akarsu zaman içinde kurumuş ya da kurutulmuştu. Tarla yapmak
için veya başka sebeplerle...” Vefa’ya dönüp ‘inanabiliyor musun
bakışıyla “Meğer dere yatağını yol yapmışlar.” dedi. “Bu akarsuyun
kuruma nedeni yatağının yol yapılması. Çok yanlış.” dedi. “İnsan­
lar böyle şeyler yapıyor doğru bulm uyorum .” Elindeki kalemle az
önce geldikleri noktaya dönüp gözlerini kısıyor, uzaklarda bir yeri
işaret ediyor “İşte tam o ra d a ...” diyordu. O dere yatağından -yani
dere yolundan- geldim v e ...” güldü. O köprünün altından geçtim.
O kadar komik ki bir zamanlar o yolun akarsu yatağı olduğunu bil
meyen biri o köprünün hiç de işlek olmayan o yola üst geçit olarak
yapıldığını düşünüp hayret edebilir, çünkü yolu da epey düzenle
yip sanki bir asfalt haline getirmişler.” Kırmızı dudakları arasından
dişleri bembeyaz parlıyordu. Vefa’nın sinirle baktığını görünce o da
ciddileşip: “Şayet b e n ...” dedi, “...eğer buraya gelmeden önce biı
araştırma yapm asam öyle zannedebilirdim.”

Komiser genç kızın rahatsız edici rahatlığına bakıp bir kez daha diş
leri arasında “...ve sen buraya neden geldin?” dedi. “Haklısın "
dedi genç kız elindeki kâğıdın arkasını çevirip. “Bugün havanın gıı
neşli olduğuna bakma. Rüzgâr çıkacak gibiydi kâğıtları uçmasmlm
diye ayraçla birbirine tutturdum ha h a ...” Vefa, sinirle genç kızın
elindeki kâğıtların ayraçlarına baktı. Elindeki dosyaları bilgisayardan

412
SULTAN TARLACI 9

-üşenm eden- düzgünce çıkartmış ve kenarlarını da renkli ayraçlarla


tutturmuştu. “E vet...” dedi Jülide. “Buraya neden geldim? N eden
başka bir yer değil de burası? Bir yol, elbette insanı pek çok yere gö­
türebilir öyle değil mi? Bu nedenle ayçiçeği tarlaları arasından geçen
eski dere yatağı yolu nokta hedef için ayırıcı bir özellik değildi. Ne
yapm ak gerekiyordu? Diğer çizimlere bakm ak... Şunlara bak!” dedi.
“Bunlar bir depoya benzemiyor mu? Çünkü bunlar ev değiller...
Baksana upuzun ve penceresiz ey mi olur? Ha ha... Kim penceresiz
bir evde oturm ak ister ki? Mesela ben istemem. İşte bu yüzden bun­
lar kesin depodur dedim. O yüzden buraya gelince demir sürgülü
büyük kapılı am a penceresiz kocam an depoları görmek beni şaşırt­
madı. Gerçi özellikle pencere var mı diye baktım ve geldiğim yön­
de duvarda bir pencere gördüm am a sadece bir tane ve küçücük.
Neyse, önemli olan, katil bu depolardan hangisindeydi? İşte burada
en önemli şe y ...” elindeki kalemi kâğıda vurdu: “Şu çatılar...” dedi.
“Üçgen şeklinde çizilmiş çatılara bak. Depolardan hiçbirinde çatı ol­
m am asına rağm en sadece bunda var.” Elini yaslandıkları deponun
duvarına vuruyordu. Bir süre sonra duvarın isli olduğunu hatırlayıp
kâğıtları dudakları arasına kıstırıp iki elini birbirine vurarak elindeki
isi gidermeye çalıştı. Sonra normal şeylerden bahsediyor gibi yine
kayıtsızlıkla kâğıtları ağzından çekip: “D aha yakından bakayım der­
ken silah sesleri duydum .” dedi. Vefa bir anda bir şey hatırlamış
gibi “Bunu nereden buldun?” dedi az önce Jülide’nin verdiği silaha
bakarak. Kız, um ursamaz şekilde gösterilen silaha baktı. “Ha onu
gelirken yerde yatan m uhtemelen ölmüş bir adam ın elinden aldım.”

Komiser çaresizlikle başını duvara dayayıp gözlerini kapattı. Genç


kız komiserin bu bezgin halini görse de görmezden geldi. “Benim
anlamadığım şu çizgiler...” diye devam etti. “Arkadaşların pek çoğu
(;uval çizmiş.” Kâğıdı komiserin gözüne sokarcasına yüzüne tutuyor­
du. Genç adam ın kafası duvara yaslanmış şekilde ve gözleri de hâlâ
kapalıydı. Jülide koluyla birkaç defa dürttü. Kâğıdı uzatıp “Görüyor
musun çizilen çuvalları?” dedi. “Şşştt görüyor m usun?” Vefa gözle­

413
197 GÜN ’ BÖLÜM3

rini kocaman açıp kâğıda hiç bakm adan “H e e ...” dedi sinirle, “Gö­
rüyorum!” “Ne var bu çuvalların içinde biliyor m usun?” dedi Jülide
yeniden. “Bok var!” dedi komiser ağzından çıkan birkaç tükürük
parçasına hâkim olam ayarak sinirle. Genç kız sanki bir öğrenciyi
terbiye eder halde üç parm ağının ucunu yavaşça komiserin ağzın;ı
vurdu: “Ayıp!” dedi. “Öyle denmez!” Sonra yeniden kâğıda bakıp
ağzının içinde: “Hayır, bok yok!” dedi\dalgın bir ses tonuyla. “Ne
var bilmiyorum am a her ne v a rsa ...” dedi. “Şuraya bak. Çuvalların
içine bir daire çizmişler. Demek ki çuvalın içinde olan şeyin içinde de
yine başka bir torbada başka şeyler var.”

“Tüm bu saçm a sapan konuşmaların sonunda senin neden buradn


olduğuna dair mantıklı bir açıklamaya gelecek mi acaba?” dedi Vefn
genç kızı duvara yaslayıp delici gözlerle bakarken.

Jülide komisere baktı: “Belki uyuşturucu...” dedi kısık bir sesle.


“Her çuvalın içinde ve küçük bir to rb a d a ...”

“Biliyor m usun?” dedi komiser genç kızın omuzlarını sıkarken. “Şu


an boğazını sıkmamak için kendimi zor tutuyorum .” O geldiğinden
beri sanki komiserin yüzünün esmerliği iki katına çıkmış, sinirden
simsiyah olmuştu. Boğazında bir damar, Jülide’nin elindeki kaleni
den daha kalındı. Sanki kanının akışı görünüyordu. Şakaklarındaı
ter akıyor, sinirle sıktığı dişlerini konuşurken bile açmıyor, sanki kır
mak istiyordu.

“A ahh...” dedi çok yavaş bir sesle genç kız. “Yüceltme psikolojisi
olmalı. Biliyor olmalısın, bazı insanların içlerindeki kötü duygulun
yenmek için ilişkili başka, benzer am a iyi yöne kaydırmaları. Meseln
kavgaya meyilli birinin boksör olması gibi ya da kesip biçmeye e<ji
limli birinin kasap ya da cerrah olması gibi.” dedi. “Aslında ne kn
dar iyi değil mi kavga edeceğine spor yapsın, kesecekse cerrah olup
hayat kurtarsın. Yani şiddete eğilimli olduğunuza bakılırsa polislik
iyi tercih...” Komiserin gittikçe sinirlendiğini görüp... “Yanlış anin
mayın ben yani diyorum ki evet meslek tercihinizi başarılı bulduğum
SULTAN TARLACI 9

için... O ndan... Lütfen sakin...” Karşıdakini yum uşatm ak ister gibi


gülümsedi. Komiser bu gülümsemeden hiç de yum uşam ışa benze­
miyordu. Sanki genç kızı orada boğuvermesi anlık bir meseleydi. Bir
dam la lazımdı bardağı taşırmaya.

“D ünyada yanlış meslek seçen onca insanı gördükçe nasıl üzüldü­


ğümü bir bilse...” Sözlerini tam am layam adan az önce onların dön­
düğü köşeden güneşin boylu boyunca uzattığı bir gölge görüp ko­
misere “Buraya geliyorlar.” dedi. Vefa Jülide’nin baktığı yere bakıp
genç kızı ‘başım a bir de sen çıktın der gibi’ sinirle, “Koş!” diyerek
ileri kaktırdı. İkisi de deponun uzun duvarı boyunca koşmaya baş­
lamışlardı. Arkalarından atılan birkaç kurşundan son anda kurtulup
diğer köşeyi de döndüler. “Biraz ileride küçük bir pencere var, ge­
lirken gördüm .” diye bağırıyordu Jülide. “O radan girmezsek diğer
köşeden önümüze çıkacaklar.” Bir yandan koşup bir yandan epeyce
yüksekte olan pencereye bakıyorlardı nerede diye. Elli metre kadar
koştuktan sonra “Burada!” dedi Vefa. “Sen nasıl çıkacaksın?” diye
ekledi sinirle. “Şu haline bak!” diyordu. “Bu ayakkabılarla mı çıka­
caksın!”

Genç kız komiserin eleştirilerini dinlem eden yerde bulduğu -geçen


aylarda deponun üzerine çakılan çatıdan atılıvermiş- tahtalardan
birini aceleyle pencerenin kenarına yasladı. İki eliyle tahtanın ke­
narlarından tutup birkaç adım tırmandı. Pencereye yaklaşınca ayak­
kabılarından birini çıkardı ve sivri topuğunu pencereye çengel gibi
takıp parmaklarını ayakkabının içine geçirdi. O radan aldığı destekle
çıplak ayağını pencereye attı. “Altıma bakm a!” dedi. Komiser bu
sözden sonra genç kıza “aptal” der gibi söylenerek başını sabır çe­
ker gibi yan tarafa çevirdi. O yan tarafa bakarken, genç kızın diğer
bacağını da yanm a çekmesiyle boşta kalan tahta komiserin kafa­
sına düştü. Bu darbenin yanında bir de durdukça tozlanmış tahta
parçasından gözüne toz kaçmıştı. İşte şimdi dayanam am ış az önce
sessizce söylediği sözü bağıra bağıra söylüyor “Aptal! Geri zekâlı!”
diye deponun önünde sinirden tepiniyordu. Kurşun seslerini duyun­

415
197 GÜN • BÖLÜM3

ca bağırm aktan ve elinin arkasıyla gözünü temizlemekten vazgeçip


tahtayı aynı şekil koydu ve birkaç adım da pencereye sıçradı. Oraya
çıktıkları bilinmesin diye tahtayı aşağıya kaktırmayı ihmal etmemişti.

D eponun içine atlayınca dışarının göz alıcı güneşinden sonra bir an


içeride hiçbir şey göremedi. Tozdan kanlanmış gözünü elinin arka­
sıyla yeniden silerken deponun karanlığında elbisesinin açık ren­
ginin yardımıyla belli belirsiz Jüliöe’yi gördü. “Acaba çizimde olan
çuvallar şunlar mı?” diyordu genç kız depodaki çuvalları dışından
yoklayarak. “Ne değişecek acaba?” dedi Vefa genç kızı küçümseyici
ve sinirli bir ses tonuyla. “Ee... Bir kez daha doğru yerde olduğu
muzu anlayacağız.” dedi Jülide. “Eğer bu çuvallarda uyuşturucu
saklanıyorsa katil burada olmasa bile uyuşturucu alışverişi yapan
ticaret sahibi yerini biliyor olabilir. Yani katilin yeri değil am a onu
saklayan kişi psişik olarak algılanmış olabilir. Tabii katil burada veya
deponun başka bölüm ünde, çuvalların arasında saklanıyor da ola­
bilir.” Komisere baktı. “Bu arada sen neden yalnızsın?” diye sordu.
“Güven vardı.” dedi Vefa kafasının tahta gelen yerini avcunun içiyle*
ovalarken. “Birbirimizi kaybettik.” Bir sonraki soruyu tahm in ettiği
için “Telefonum d a çekmiyor.” dedi. Bir an durup: “Sizinle bilgi pay
laşmak zorunda değilim!” diye bağırdı. “Telsizle... Ekipten neden
yardım istemedin?” dedi genç kız az önceki bağırmayı duymamış
gibi. “Yani... Buraya böyle arkana bir destek alm adan sap gibi çıkıp
gelmek enayilik.” dedi gülerek. “Senin gibi mi?” diye sinirle karşılık
komiser. “B ana b a k m a ...” dedi genç kız. “Ben sen gibi dövüşmeye,
vuruşm aya gelmedim. Baksana bana kavgaya gelmiş gibi bir halim
var mı?” Eteğinin iki yanından iki eliyle tutmuş, özel günlerde mera
sime çıkan anasınıfı öğrencisinin sahne selamı gibi duruyordu. Us
tünü yokladı. “Ya da silahım mı var? Katile kelepçe vurup götürecek
değilim herhalde. Kendi halinde biriyim b en.”

Vefa: “...ve kendi haline biri, ben bilmem nerelerden ne sonuçla


ra ulaştım d a ...” Genç kız komiserin sözünü kesip “Parapsikoloji
alanları: Durugörü, uzaktan görü ya d a psişik istihbarat da deniyor."
SULTAN TARLACI 9

dedi. Vefa ‘her neyse’ der gibi gözlerini kapatıp “ ...kayıp bir katil
orada olabilir mi d iy e...” genç kız yeniden komiserin sözünü kesip
“Dört aydan fazla zamandır kayıp!” diye düzeltti, “...kendi başına
çıkıp gitmez.” dedi Vefa zar zor ve ısrarla cümlesini tam amlayarak.
“Polise haber verir.” diye ekledi. “Saçm a!” dedi Jülide. “Polise h a ­
ber verir diyorsun am a polis hem en her ihbara gidip bakıyor sanki.
Üstelik kaynağı durugörü olan bir ihbar. Değerlendirecek miydiniz?”
dedi. “Ve bizimle bilgi paylaşacak mıydınız?” Genç adam ın önüne
gelmişti. “Sizinle bilgi paylaşmak gibi bir zorunluluğumuz yok!” dedi
Vefa. Genç kız hızla arkasını dönüp “Ben de o halde çıkıp gelip ken­
dim bakarım .” dedi. Yeniden depoda dolaşm aya başladı. Komiser
onun depoda gezinip çuvalları yoklamasına bakıyordu. “İyi öyley­
se başına geleceklere de katlanırsın.” dedi. Biraz durdu. “Akıl edip
kendine de bir silah bulsaydın ya!” diye ekledi. Jülide önündeki bir
çuvalın ipliğini dişiyle açm aya çalışırken ağzının içinde zor anlaşılır
şekilde: “O silahı zaten kendime almıştım.” dedi. Ağzını çuvalın ipin­
den çekip geri kalanını tırnağıyla halletmeye çalışırken: “Buraya se­
ninle karşılaşmaya gelmedim herhalde am a baktım senin silahında
mermi bitmiş, ters dönm üş böcek gibi çaresiz kıvranıyorsun, acıdım,
sana verdim. İyilik yaramaz ki insanoğluna...”

“İyi, al silahını!” dedi komiser genç kızın tepesine dikilmiş elindekini


uzatırken. “Geberecek olursan korursun kendini.”

“Kalsın.” dedi genç kız silahı beğenmez gibi. “Dün gece Prenses
Som ya’yla konuştum evrende. Eğer böyle bir yerde, çatışma esna­
sında ve bugün ölecek olsam bana dünden söylerdi sanırım. Burada
ölme ihtimalim yok am a bence sen kendini korusan iyi edersin.”
dedi.

Vefa şaşkın gözlerle kıza baktı. “Ha yani benim ölme ihtimalim var
öyle mi?”

Sonunda ağzını açmayı başardığı un dolu çuvala elini sokmaya ça­


lışırken “Bilmiyorum ...” dedi genç kız. “Seni sormadım. Hem ne

4 17
197 G ü n * BÖLÜM3

önemi var? Sen durugörüye inanmıyorsun k i...”

Dışarıdan adamların sesi gelmeye başlamıştı. Birden ikisi de sustu.


Çuvalın başından ayrılıp aynı hızla çuvalların arkasına saklandılar.
“Ölmeyeceksen neden saklanıp tespih böceği gibi kıvrılıyorsun?”
dedi komiser zor duyulur kısık bir sesle.

“Belki ölmeme sebebim, saklanmamdır. Deveyi gene de sağlam ka­


zığa bağlam ak lazım.” dedi Jülide. D eponun kapısı büyük bir gürül­
tüyle açılmış, bizim çocuklar içert Kırk Haramiler gibi girmişti.

Genç kız deponun içine dağılıp b rad a birilerinin olup olmadığını


kontrol eden’ adam lara bakıp: “Biliyor m usun?” dedi Vefa’ya. “As­
lında durugörü bilgilerine yüzde yüz güvenilmez, çünkü algılar çok
hassas, uçucu ve kendisini çeldiren başka algılara fazlaca bulaşa­
bilir haldedir. Kısacası, bugün seninle birlikte Allah esirgesin beni
de öldürebilir bu caniler.” Vefa birden genç kıza döndü. “Sana be­
nim öleceğimi mi söyledi o?” dedi. “Seni konuşmadık dedim ya!”
diye karşılık verdi diğeri. “Yalnız durugörüye gerek kalm adan biraz
mantıkla bile bilinebilecek şey, burada oldukça kalabalık oldukları.
Mesela bu adam lar bence bizi kovalayanlar değil. Şu an her yerde
hepsi bizi arıyor. Polisi bile öldürmeyi göze almışlar ya da bizi hır
sız veya kendileri gibi kötü adam lardan sanıyorlar. Umarım takvi
ye ekip istemişsindir ve gelirler. İstedin mi?” dedi komisere dönüp.
“Seninle bilgi paylaşmak zorunda değilim!” dedi Vefa. “Bana soru
sorup durma! S ana buraya gel diyen olmadı. Ölürsen kendi hatan!”

Genç kız sinirle önüne dönm üştü. “Bari yanımdaki akıllı bir polis
olsaydı...” diye mırıldandı kendi kendine konuşuyor gibi am a ko
miserin duyacağı bir sesle. “Elindeki silahta beş kurşun var. Umarını
etkili kullanabilirsin.” Komiser sinirle ve yine burun delikleri gerile
rek kıza bakıyordu. “Şu karşıdaki fıçıları görüyor m usun?” dedi Jüli
de. “Şu yukarıdaki, ilerideki... İçerisinde zeytinyağı olmalı. Adamlnı
tam oraya geldiğinde fıçılara ateş et. Onların her biri en az yirmi li!
redir. Hem üzerlerine düşer -şansımız varsa bayılır veya beyin kann

418
SULTAN TARLACI 9

ması geçirirler- hem de başına düşmeyenlerin yağdan ayakları kayar


ve hızla buraya gelmeleri engellenebilir. Zaman kazanırız.” Komiser,
kızın işaret ettiği fıçılara baktı. “Saçm alam a!” dedi. “İçlerinde ne ol­
duğunu bilmiyoruz bile.” Genç kız yine az önceki kâğıtları çıkarmış­
tı. “Hayır, biliyoruz.” dedi. “Bak arkadaşlar çatı çizdikleri deponun
çatı kısmına, yani buraya ne çizmişler? Zeytin ve zeytin yaprağı...”
“Zeytin çizmişler.” dedi Vefa. Zeytinyağı değil. “Evet am a dışına da
ne çizmişler bak. Yağmur. Yalnız bu yağmur gökyüzünden değil, ne­
redeyse deponun içinden yağıyor. Böyle bir şey olabilir mi? Demek
ki fıçılarda bir sıvı var ve patlatınca yağmur gibi akacak. O sıvı da
zeytin çizildiğine göre zeytinyağı olmalı. Ayrıca fıçılarda zeytin sak­
lanmaz.” dedi. “Saklanabilir.” diye karşılık verdi komiser. “Saklan­
maz!” dedi Jülide. “Fıçının çeşmesinden tıp tıp zeytin düşecek değil
ya!” “Boş da olabilirler...” dedi Vefa. “.. .ve ateş etm em halinde on­
lara bir şey olmaz, sadece burada olduğumuzu kanıtlarız ve ayrıca
nereye nişan alacağımı sana soracak değilim. Yanımda süslü köpek
gibi duran yirmisinde bir bayan öğretmen, bana atış konusunda fikir
verecek son kişidir!”

Genç kız komisere baktı. “Sen bilirsin.” dedi.

Adamlar neredeyse hem en her çuvalın arasını kontrol ediyordu. En


geç on dakika sonra onları bulacakları kesindi. Vefa bir an çaresiz­
likle fıçılara baktı. Derin derin nefes aldı ve ani bir kararla ateş etti.
Bu onun üçüncü aptallığıydı. Fıçı, deponun çatısının da bir kısmı­
nı uçurarak büyük bir gürültüyle patlamıştı. Neyse ki komiserin ve
genç kızın şansı vardı ve bu sarsıntıyla üzerinde durdukları deponun
alt kata açılan kapağının sürgüsü kırılmış ve onlar da aşağı kattaki
un çuvallarının üstüne düşmüşlerdi. Zaten o patlam ada çuvalların
arasında olmasalar ve aşağı düşmeseler kesin ölürlerdi.

Jülide, Vefa’nın üzerine düşmüş halde birkaç saniye sonra kendine


gelip, hafifçe ellerini kaldırarak “Zeytinyağı normalde patlayıcı bir
madde değil am a ne kadar garipti değil mi?” dedi. “Acaba ne vardı

4 19
197 GÜN • BÖLÜM3

o fıçının içinde? El bombası? A a a ... Bir fıçı ve el bombasını çizmeye


kalksak birbirine şekil ne kadar benzer fark ettin mi? Dr. Saltı demişti
birbirine benzeyen şekilleri isimlendirmemek gerektiğini. Belki ar­
kadaş fıçı değil, el bom bası çizmek istedi? Dinamit değildir sanırım
am a yine de bir m um un ve dinamitin birbirine ne kadar benzediğini
düşünsene. Ve arkadaşlardan biri bol bol mum çizmişti am a biz onu
katil ile öldürülen kızın geçmişine ait romantik b ir...”

“Seni hayatım boyunca bir kez d ah a görmek istemiyorum.” dedi


komiser yattığı yerde inlerken.

“A nladım ...” dedi Jülide. “Sen tabii kötü d ü ştü n ...” Vefanın be­
deninin bir kısmı çuval taşımaya yarayan tahta arabanın köşesine
gelmişti. “Tahtaya düşm üşsün.” dedi oraya bakıp. “Ben senin göbe­
ğine düşünce yumuşak bir iniş yaptım .”

“Benim göbeğim yok!” dedi Vefa sinirle. “Kendi kapı genişliğindeki


kalçaların hava yastığı, memelerin paraşüt görevi üstlenmiş olmalı
düşerken!” Bağırırken kendi sesi canını yakmış gibi:“Aahhh kolum!”
diye inledi. “Kolum, kolum sanırım kırık.”

“Yok, canım!” dedi Jülide. “Çıkıktır o. Kırık olsa acısından duramaz


sın.” Ayağa dikilmiş yine elbisesini çırpıyordu. “Kalçamın ölçüsü
90.” dedi. “S ana bilgi vermek zorunda değilim a m a ...” Bir an du
rup “A a ...” dedi. “Fark ettin mi? Az önce ne demiştim? Arkadaşın
depodan çıkan yağmur çizdiğini... Yağmur evet am a patlamayla
birlikte etrafa saçılan kıvılcım yağm uru... Çizmeye kalksan yağmuı
ve etrafa saçılan minik ateş kıvılcımlarının benzerliğini düşünebiliyoı
musun? Aynısı! Sana bir deponun içinden yağmur yağmayacağını
söylemiştim. İşte uzaktan çizim b a k ...”

“Yeteeeeeeeeeer!” diye bağırdı komiser sinirle ayağa kalkmaya ça


lışırken. “Sus artık!” ortalığı yoğun bir dum an kokusu almıştı. Pal
lam adan sonra depoda çıkan yangının dum anı hızla sarıyordu hcı
yeri. “Gebereceğiz sayende!” dedi kalkarken. Sendeliyordu.

420
SULTAN TARLACI 9

“Bana ne bağırıyorsun!” dedi Jülide komisere bakıp. “Yeryüzünde


benim kadar talihsiz bir genç kız var mı acaba? Halime bak. Kötü
adamlarla dolu bir deponun içinde filmlerde görmeye alışık oldu­
ğumuz, bir vuruşta beş adam ı yere deviren güçlü ve karizmatik bir
partner yerine arkam dan her yere koşup saklanan miskin, çaresiz
v e ...” güldü. “Karizma konusuna hiç girmeyim... Neyse böyle bi­
riyle bugünü geçiriyorum.”

Komiser yum ruğunu sıkmış, genç kızın üzerine yürüyordu. “Burada


ölmek için dua et!” dedi. Genç kız, üzerine gelen komisere korkuy­
la bakıp arka arkaya yürüyordu. “Yoksa bu yaptıklarını burnundan
getireceğim.” Duman yavaş yavaş.ortalığı sarıyordu. Neyse ki on­
lar orada boğulm adan takviye ekibinin siren sesi gelmeye başla­
mıştı. Genç kızın çuvalların üzerine çıkıp az önce düştükleri yerden
“Heyy... Buradayız!” diye bas bas bağırmasıyla da kısa sürede bu­
lundular.

Polis arabasına bindirilmiş giderlerken Jülide başka bir polise: “Ka­


tilin burada olmaması çok garip.” diyordu. “Aslında biz orada yal­
nızken ve hiçbir şey yapamazken katil rahatlıkla başka yere gitmiş,
yer değiştirmiş olabilir. Yalnız, arkadaşlardan biri bak buraya yıldız
çizmiş. Polis ay yıldızına ne kadar benziyor değil mi? Hilalin açıklığı
yukarı bakıyor, yıldız üstte. Sizinkisi de böyle değil mi? Belki de katil
gerçekten burada değildi am a polislerin buraya geleceğini ve katili
arayacağınızı algıladı arkadaşlar. Çünkü algılarda bu tür kaymalar
olabiliyor. Yine de polislerle aynı yerlere baktığımıza göre sizinle eşit
hızda arıyoruz katili.”

421
“Bu kadar fa z la ve güçlü duygusallık tehlikelidir.
Ç ünkü duygular her şeyi yönetebilir.
K orkudan bazı şeyler yaparsınız am a bunları güçten
dolayı yapm anız gerekir.
Soruy bu gücü nerede bulacağınız ...”
M arilyn Monroc

Dr. Saltı paylaştı , 43 gün önce


\

131. Gün

Gülerken büyük bir M şeklinde açılmış kırmızı dudaklarının arasın


dan görünen beyaz dişleriyle pem be bir karanfil tutuyordu. Platin
sarısı saçlarının kıvrımları omuzlarının hem en üzerindeydi. Beya/
minik puanlı, açık mavi, askılı elbisesi tam bedenine göreydi. Beli
nin bittiği yerden pileler kalçalarına doğru açılıyordu. Doktor Sallı,
bu bele hayalinde kaç defa sarılmış, askılı omuzları okşamış, saçlarla
oynamış ve dudakları öpm üştü. Ne de tatlı gülümsüyordu sevgilisi.

Marilyn, güneş gibiydi. Burnuna, çenesine, gözlerine bir kez daha


baktı. Ekrana dokundu. İçini çekip gülümsedi. O nun Marilyn tutku
sunu öğrenen hem en herkes sorm uştur Saltı’ya “Marilyn Monroe’y*'
neden âşıksın?” diye... Marilyn M onroe’ye âşık olmama nedenim
sorulabilirdi, sorgulanabilirdi, tartışılabilirdi am a âşık olma nedenim
sormak kadar saçm a bir şey var mıydı? Laf olsun gibi bir hareketli
dudağının sağa oynattı, başını salladı. Yeniden gülümseyip sevgili
sine baktı. Platin mavisi gözlerini görmek için fotoğrafı biraz dal m
büyüttü. “Burada tam görünm üyor” diye düşünüp başka bir fotoğ
rafını açtı. Tamam, işte olmuştu. Ne güzel gözleri vardı. Aslında .1
önce gözlerinin daha belirgin olduğu başka bir fotoğrafını görmüşlıı
SULTAN TAKLACI 9

Neredeydi o? Bilgisayarında diğer ekran penceresini açtı, kapattı.


Bir öncekindeydi, fotoğrafları taradı, göremedi. Şimdiki baktığıyla
aynı klasördeydi, değil miydi? Kaşlarını çattı! O, fotoğrafı ararken
gelen bir maile takıldı gözleri.

“Hocam selamlar. Ben bugünkü loto çekilişi için daha önceden


öngörü olarak 11-17-19-31-41-43 şeklinde sayılar vermiştim.
7-11-13-19-23-41 sayıları çekilmiş. Yani 11-19-41 sayıları, üç
sayı tutmuş. Bunun yanında ben 17 demişim, 7 çekilmiş, 31
demişim, 13 çekilmiş. Bu gibi benzer sayıların çekilmesi veya
basamakların yer değiştirmesi sıklıkla oluyor. Ya da bu hafta
verdiğim sayıların gelecek haftanın çekilişinde çıkması durum u
olabiliyor... Bu konuda bir değerlendirme yapam az mıyız? Ya
da bize bir fikir veremez mi?”

Juliet

Cevaplandı:

“Veremez.”

Dr. Saltı

“İnsanı sevgilisiyle iki dakika yalnız bırakamıyorlar.” diye söylendi


ağzının içinde. “17 demiş 7 çıkmış, 31 demiş 13 çıkmış, bu hafta
yazmış haftaya çıkm ış...” Başını salladı. “Önceden verdiğin sayılar
çıkmış mı, çıkmamış mı?” dedi kendi kendine... “Çıkmamış. E ee...
Daha ne! Herkes kendini keşfedilmemiş Nostradam us sanıyor. ”

Yeniden Marilyn’e döndü. Az önce aradığı fotoğrafı internetten bul­


muş, büyük bir mutlulukla bilgisayarındaki ‘Marilyn Arşivi/Fotoğ­
raflar’ klasörüne kaydetmişti. Sanırım bu koleksiyona dair şimdiye
kadar, Marilyn M onroe’ye ait yazışmalar, Marilyn’in kredi kartları­
nın fotoğrafları, el yazıları, doktorlarının yazdığı reçete örnekleri,
otel ve yemek faturaları bulunuyordu. Hatta daha da ilginç olanı
Marilyn’in otopsi raporu sayfa sayfa vardı. Kişisel belgelerini içeren
yedi yüz seksen üç belge ve kişisel eşyalarının fotoğrafı altı yüz on

423
197 GÜN ' BÖLÜM3

dört; donları, külotları üç milyon dolarlık elbiseleri, yüzük, ruj, oje,


süs objeleri, avizesi, dijital fotoğrafları üç yüz bir; 1944’den 1962’ye
kadar rol aldığı 29 filmin tamamı; toplam da yirmi bin sekiz yüz on
beş fotoğrafı arşivindeydi. Ayrıca yedi yüz otuz sekiz kapak konusu
olduğu magazin dergisi kapağı ve Marilyn M onroe’nin fotoğrafının
kullanıldığı yirmi bir pul resmi vardı.

Mail sayfasını yeniden açıp yazdı:

“Önceden tahmin ettiğiniz sayıların bir sonraki hafta çıkma


olayı olabilir. Tıpkı Zener kartlarının şekilleri gibi. Epey zaman
önce yapılmış Zener kart deneylerinde, deneklerin tahmin etti
ği kartlarda şansın ötesine geçecek bir olumlu sonuç olmadığı
tespit edilmişti. Sonrasında deneklerin, hem en o an sorulan
kartın değil de bir sonraki kartın şeklini görmüş olabilecekleri
düşünülmüş, sonuçlar bu açıdan yeniden analiz edilmiş ve ger
çekten şansın ötesinde, yüksek oranda başarı tespit edilmişti.
Evet denekler, o sırada saklanan kartı değil, bir sonrakini göre*
bilmektedir. Loto sayıları da neticede birer ‘şekildir.’ Bu açıdan
bakıldığında Zener şekilleri gibi sıradaki çekiliş sayılarını değil
bir sonrakini görüyor olabilirsiniz.”

Dr. Saltı

Tam da lotoya dair yazıp gönderdiği bu mailden sonra önüne iki


loto kuponu atılmıştı. “Senin bu medyum lar beni zarara uğratıyor
dedi acil servis arkadaşı. “Siteye ne zaman loto için sayı eklense
gidip oynuyorum am a şimdiye kadar hiç bilemediler.”

Saltı önünde duran loto kuponlarına baktıktan sonra yeniden ek


rana döndü. Ekrandaki fotoğrafta Marilyn, tüm zarafetiyle tabun*
de oturuyordu. Acı yeşil bluzu kolsuzdu ve krem tüldendi. Tülle
rin arasından göğüslerinin arası görünüyordu. Uzun boynunu öne
çıkarmış, yarı kısılmış göz kapaklarıyla davetkâr bir şekilde başım
öne uzatmıştı. Sol yanağındaki siyah beni diğer birçok fotoğrafın
dan daha baskın gözüküyordu. Çoğu fotoğrafına dudakları açık p<»/

424
SULTAN TARLACI 9

vermesine rağm en bu fotoğrafına dudakları tam olarak birbirine do­


kunuyordu. Siyah eteği ve siyah ayakkabılarıyla sanki bir film yıldızı
gibi durm uyordu... Daha başka bir görünüşü ve duruşu vardı. Bir
şeye yaslanmıyor ya da dayanmıyordu. Yatakta değildi. Ortadaki
bir taburede her zamanki güvensizliği ve korumasızlığı ile yalnız otu­
ruyordu. Hayır, her şeyden öte yüzünün çizgileriyle, o bebek gibi
yüzüyle, gerçek değil, hayal gibiydi... Hayaldi zaten.

Dirseğini m asaya koydu, çenesini avcunun içine yasladı. “Oynam a


sen d e ...” dedi. “Hem duyular dışı algıya inanmıyorsun hem verilen
sayıları oynuyorsun...”

“İnanmıyorum ve ne kadar da haklıyım.” dedi öteki. “Bakınız loto­


nun bir türlü tutturulamıyor oluşu...” Saltı’nın masasının karşısında
bulunan iki koltuktan birine oturdu. “Bu duyular dışı algının olm a­
dığının en büyük kanıtı...” dedi. Hararetli öfkesine bakılacak olursa
bir türlü zengin olamayışının acısını parapsikolojiden çıkarır gibiydi.
Çünkü bu alana inanm asa ve her konuşm ada karşı çıksa da böyle
öfkeyle bahsetmezdi.

“Aslında lotonun bulunamayışı duyular dışı algının olmadığının de­


ğil...” dedi Saltı. Üzerine bastıra bastıra “Aksine, olduğunun en bü­
yük kanıtı! Eğer loto kolay bulunabilen bir şey olsaydı duyular dışı
algının kötü olayları algılama yönünü ispatlayamazdık. Psişik kişile­
rin bizim evrenindili.com internet sitesine eklediği öngörüleri olan
durugörülere ve rüyalara bak. Hem en hepsi kötü olaylarla ilgilidir.
Neden? Çünkü insan beyni kötü bir şeyle karşılaşmadan önce tıpkı
refleks gibi kendini koruma içgüdüsüyle tehlike içeren olayı olm adan
önce algılar. Duyular dışı algı insan bedeninin yaşamını korumak
İçin milyonlarca yılda evrimleşmiş bir algı. Bu nedenle göreceğin
gibi bedene zarar verebilecek ve tehlike içeren olumsuz şeyler olm a­
dan çok önce algılanıyor. Yakın akraba ölümleri, kazalar, depremler,
•eller, felaketler, suikastlar, cinayetler, uçak düşmeleri, patlamalar,
yani acı içeren her ne v arsa... Yakın akrabaların başına gelecek kötü

425
197 GÜN ■ BÖLÜM3

şeyleri önceden algılanması çok sıktır. Bu da muhtemeldir; duygusal


bağ ile sıkı ilişkilidir. Mutluluk içeren öngörüleri ya da neşeli şeyle­
ri önceden bilme, sezme çok azdır. Yüzde yetmiş-seksen hep kötü
şeyler önceden algılanıyor. Sanki acılar ve tehlikeler zamanın ko­
ridorlarında geçmişe doğru durugörenin ya da öngörenin beynine
ulaşıyor. Ölenlerde ne kadar çok acı, korku ve tehlike hissi var ise
o kadar yoğun algılanıyorlar. Ya da olayı algılayacak kişi gelecek
te karşılaşacağı olaydan ne kadar çok duygusal acı yaşayacak ise
o kadar güçlü algılıyor. Bu insanın doğasında var. Kadınlar da biı
dereceye kadar erkeklerden\daha hassaslar. Geçmişte ve şimdiki
sinirbilimsel araştırmalara göre, tehlike içeren, kötü ve korkutucu
içerikli görsel-işitsel duygusal uyaranlar, rahatlatıcı duygusal içeriği
olanlara göre güçlü önsezi etkisi oluşturmaktadırlar. Bu önsezi etkisi
kalp hızı, göz bebeği büyümesi, beyin elektrik dalgalarının değişimi,
beyin görüntülemesi ve deriden kaydedilen heyecansal aktivite ile
ortaya konmuştur. Bu kanıtlara göre aslında tüm beden kişi farkım İn
olmasa da bir yanıt oluşturmaktadır. Araştırmalara göre örümcek
korkusu olan kişiler örümceği görm eden iki-üç saniye önce, yanı
daha örümcekle karşılaşmadan önce korkmaya başlıyor ve beden
sel panik yanıtları oluşturuyorlar. Saçm a mı? Hayır. Birçok deneyle
bu gösterilmiş. Örümceği görm eden iki-üç saniye önce sezi ile g<»/
bebekleri büyür ve bütün deride heyecanlanm a akımı yayılır. Örüm
cek korkusu olanların, örümceği gözle görm eden önce göz bebek
lerinin büyüdüğü ve heyecanlandıkları açık olarak ortaya konmır,
Loto sonuçlarının ya da rakamların acı, korku içeren duygusal hu
tarafı yok ki. Rakamlar duygusuzdur.” dedi. “Bu durum da loto sn
yılarını bilmek kötü bir olaydan kendini korumak olmadığına gon
algılanamaması çok normaldir. Hatta algılanması çok çok zordın
Ama onun da bir algılanma yolu beyne kazandırılabilir.”
“Öyle söylüyorsun y a ...” dedi acil servis doktoru. “Sanki senin hu
m edyum lar...”
“Durugörür desen daha doğru olur. Medyumlar ölülerin ruhlarıvb
bağlantı kurabilen kişilerdir.” dedi Saltı diğerinin sözünü kesen'l-

426
SULTAN TARLACI 9

“...ya da duyular dışı algıları kuvvetli kişiler... Gelecek hadiseleri


zaten kesinlikten değil, olasılıklardan oluşur. Modern insan, mantıklı
çıkarımlarla geleceği tahmin etme yetisini ön plana çıkardığından,
önsezi ve öngörü yeteneğini bilinçdışının çok gerilerine itti. Gelece­
ği önceden bilmeler, uykuda bilinçdışı etkin çıkabildiğinden, sıklık­
la rüyalarda ortaya çıkıyor. Ama gelecekteki olayların bir noktaya
kadar olasılık yoğunluğu şimdiye bağlı olarak zaten bellidir. Yakın
gelecek daha som ut ve daha kaçınılmazdır. Bu sebepten rüyada gö­
rülen öngörüler veya ön bilişler iki-üç gün içinde çıkacaksa çıkar.
Zaman geçtikçe öngörünün gerçekleşme şansı azalır. Öngörülerde
bilinen gelecek, en olası gelecektir. Bu nedenle, gelecek olayların
değil, sadece şu anda var olan eğilimlerin ve olasılıkların algılandığı
anlam ına gelir. Uzak gelecek ve olayların karmaşıklığı arttıkça önce­
den bilme ve tutturm a olasılığı azalır.”
“Her neyse... Önemsiz!” dedi karşıdaki. Saltı’nın masasının üze­
rindeki minik köpek biblosuyla oynuyordu. “Senin bu medyum lar
hep kendi başlarına gelecek olanı algılamıyor ki... Evlerinde oturup
başka bir şehirdeki hatta yurt dışındaki uçak kazasını görüyorlar.”
Gülümsedi. ‘Görüyorlar’ kelimesini alayla söylemişti. “Hadi kabul
edeyim kişinin kötü olayları başına bir şey gelmeden önce sezdiğini
ama başka şehirlerdeki olaylar ne oluyor? Onların ya da akrabaları­
nın başına gelecek bir olay değil ki önceden algılansın.”
“Bir dereceye kadar bu soruda haklısın...” dedi Saltı. “N eden dün­
yanın öbür ucunda görmediğin, bilmediğin kişilerin içinde olduğu
bir uçağın düşmesi algılanır? Hatta neden binlerce yetenekli insan
var iken sadece biri ya da birkaçı o uçağın düşeceğini önceden his­
seder? Diğerlerine bu bilgi gelecekten hiç ulaşmaz bile. Öngörüler
■ılgılayan kişi açısından bakıldığında, kişi için anlam ve önem taşıyan
bağlantılar önceden bilinirken daha önemli olaylar gözden kaçabil­
mektedir. Önceden görünen gelecek değişime duyarlıdır ve gerçek
•jelecekten bir ölçüde farklıdır. Bunun nedenini bilmek çok zor am a
mutlaka bilimsel olarak, önceden gören kişi ve olacak olaydaki kişi­
lerle bilmediğimiz değişkenlerle beyinsel bir ilişkisi vardır. Tamamen
varsayımla söylüyorum bunları. Bildiğim kadarıyla bu konuda hiçbir

427
İN • BÖLÜM 3

ştırma ya da yazılı bir şey yok.

ki de gelecekte düşecek uçakta bulunan birisinin düşme esna-


Jaki korkusuyla ortaya çıkan beyin dalgalarının zamanın kod­
larında geriye yayılımı ile olayı önceden gören geçmişteki öngö-
ünün beyin dalgaları arasında bir eşleşme veya örtüşme olabilir,
ki de öngörüyü algılayan kişinin dünya üzerindeki o anki konu-
, iyonosfer ile Dünya kabuğu arasındaki Schum ann titreşimi, ye
Ay’ın ve G üneş’in jeom anyetik alanları, gece salınan melatonin
monu ile bir bağlantısı vardır. Mutlaka bir ilişki vardır am a henüz
jişkenlerin etki oranını ve birbiri ile ilişkisini bulmaktan çok uza
Belki bu dediklerimin bilgisine hiçbir zaman sahip olamayaca
am a sonuçta nedensellik ve doğrusal akan zaman ilkesini alt üsl
m öngörü ya da önsezi var.”

iğer yandan neden bazı beyinlerin duyular dışı algısı kuvvetli bazı
/inlerin de onu algılamaktan aciz olduğunu senin bu sözlerin de
ısıtıyor. Başkalarının acılarını hissedebilenlerin algıları açık ve
ıa uygun duygudaşlık yeteneği yüksek bir beyinleri var. Yaratıc ı,
ıatçı ruhlu ve dışa dönük kişilerde duyular dışı algı güçlüdür. Duv
daşlık ya da m oda terimle empati yaptıran beynimizdeki ayna
ir hücreleridir. Olayları gerçekleşmeden önce algılayan hassas kisı
/a durugörenlerin beyninde daha fazla veya farklı örüntü olııs
an ayna sinir hücreleri olabilir. Bu sadece bir çıkarım ve ispalı
nüz yok. Ya da belki o acıyı yaşayacak birinin beyniyle bir yerde
nan ekseninde telepatik bağ kuruyor ve o kişi başına gelecek ol.ı
hissedince anında duyular dışı algısı güçlü kişi de algılıyor. Ol.ı
ız mı? Mümkündür.

antum fiziği açısından bakıldığında Heisenberg’in belirsizlik ilke


e göre, her şey mekânın her yerinde olasılık mevcut olduğundan
linin işi sadece mekânın her noktasında mevcut olan bir olavm
isilik dalga yapısına ulaşmaktır. Sanki kâhinin sahip olduğu gün m
*ı, bilinç ile evrensel gizli özü bir anlık bir araya getirmektir. Belb
yorsundur; bu evrendeki tüm parçacıklar Einstein’ın hız sınırın.*
SULTAN TARLAC1 9

uym ak zorundadır. Yani ışıktan hızlı yol alınamaz ve bilgi aktarıla­


maz, m ekân içinde sınırlı bir haldedir. Uzaydaki konum u bellidir ve
tek yönlü akan ardışık zam ana tâbi olurlar. Oysa dalga yapısı söz
konusu olduğunda kuantum fiziğindeki Heisenberg’in belirsizliğine
göre potentia ve Schrödinger dalga denklemine göre bütün olasılık­
lar zaman-m ekân dışında başka bir boyutta yer alır.

Bir olaya ilişkin olasılıkların hepsi aynı anda bir aradadır. M ekânda
bir yerde değildir ve zam ana d a tâbi değildir. Bu latif, batın, göl­
ge veya kuantum dalga durum u aynı zam anda ışık hızı üstü bilgi
aktarımına imkân verir. G örünen o ki doğanın temel süreçleri za-
man-m ekân dışında yatar am a zam an-m ekânda ortaya çıkabilen
olaylar üretir. Aynı İbn-i Arabi’nin ayan-ı sabitesi ve fizikçi David
B ohm ’un örtük düzeni gibi. Her şeyin aslı bütün olasılıkları ile gölge
evrende dalga yapısındadır. Yaşadığımız bu nesnel evrende oradaki
olasılıklardan bazıları kristalleşerek varlığa bürünür, tezahür eder ya
da tecelli olur. Başka bir ifade ile latif kesife, batın zahire döner. Za­
ten fizikteki her olay şimdide olur. Kuantum dünyasında d a zamanın
seçtiği bir yön yoktur, zamanın yönünü seçen beynimizdir. Fizikteki
hareket denklemleri de zamanın ileriye veya geriye akıp akmadığı
ile ilgilenmez. Ama işin ilginci fizikçiler zamanın aktığı konusunda
güçlü bir psikolojik baskı altındadır. Olm ayan zam an nasıl akar ki?”

Acil servis arkadaşı köpek biblosunu yerine koyup Saltı’nın kalem­


lerini karıştırırken: “Bu söylediklerin bana göre çok ileri ve karmaşık
bilgiler.” dedi. Sonra uzun konuşm asından bir açığını yakalamış gibi
gözlerinin aralığını genişleterek yüzünü Saltı’ya çevirdi: “Bilemiyo­
rum. Ama gelecek bilgisine ulaşmak şu çatışmayı aklıma getirdi. Bir
öğrencinin ödevini Aristo’dan çaldığını öğretmeni fark edebilir. Aris­
to’nun kendi fikirlerini gelecekte zeki bir öğrencinin ev ödevinden
çalmış olabileceği de çıkar buradan. Gelecek bilgisine gerçekleş­
meden ulaşmak ilginç am a kabul edilen dünya görüşümüzü alt-üst
•der. Bilimin bildiği zamanla ilişkili denklemleri tam am en gözden
geçirmeyi ve hatta çöpe atmayı gerektirir. Zam an tanrısı Kronos bu
İçten hiç hoşlanmaz eminim. O zaman geçmiş, şimdi ve gelecek ay-

429
197 GÜN ■ BÖLÜM3

rımı anlamsız hale gelir. Zam anla ilişkili terimlerin ‘oldu’, ‘oluyor’ ve
‘olacağın’ karşılığının da bir anlamı kalmaz.”

Saltı hem en araya girdi: “Einstein’m dediğini söylüyorsun. ‘Bizim


gibi fiziğe inananlar için geçmiş, şimdi ve gelecek kavramı bir yanıl­
sam adır’ demişti.”

Ciddiyetini hem en bir kenara bırakarak ve gevşeyerek:

“Çoğunluğunun bayan olm ası...” dedi. “Ha benim için iyi, orası
ayrı... Ben kadınları severim. Ahh... Kadınlar. Tatlıdır onlar.” Güldü.
“Ara sıra girip sohbet ediyorum ve yazıyorum internetteki forumda
biliyor musun? 7/24 Canlı Sohbet odasına giremedim am a profes­
yonel olm adığım dan... Beni yönetici yapsana... Ayırma sevenleri.”

Saltı cevap vermedi. Muhtemelen bu istek kabul edilmeyecekti.

“Ne diyecektim, unuttum .” dedi. “Ha evet onların çoğunluğunun


bayan olması -ben m em nun olsam da- neyi gösterir biliyor musun?
Duyular dışı algının gerçekten olm adığını...” Başını tavana kaldırdı.
Elindeki kalemleri birbirine vuruyordu. “Çünkü bayanlar hayalpc
resttir, fanteziler içinde yüzerler, her şeyi abartır ve yalancıdırlar. On
lar da hayal kuruyor, abartıyor ve yalan söyleyip yazıyorlar. Sonrn
da yazdıkları şeye benzeyen bir olay ki gerçekleşmemesi mümkün
değil, çünkü olabilecek olayları yazıyorlar, sen de gerçekleşti diye
cuk üstüne atlıyorsun, işaretliyorsun. Onlar da medyumuz, pardon,
senin deyiminle durugörürüz, geleceği önceden görebiliyoruz diy^
geçiniyorlar.”

Bu konuda büyük haksızlık ediyordu acil servis doktoru. Saltı, intcı


net sitesini açtığı günlerde eklenen birkaç algıyı evet belki gelecnıi
görme olayıyla daha yeni yeni ilgilendiği için ayrıntılı analiz etnır
den ‘bu öngörü gerçekleşti’ olarak işaretlemişti am a zaman ileri»*
dikçe daha katı oluyordu bu konuda. Siteye eklenen ve sonrasın» l<»
gerçekleştiği iddia edilen bir öngörü olduğu zaman Saltı bakıyoı
olacağı söylenmiş olay, günlük hayatta görmeye alıştığımız, sık mİ«

430
SULTAN TARLACI 9

olan olaylara benzer bir olaysa durugörü veya rüyanın olaya olan
uyum derecesini düşürüyordu. Buna benzer eklenen diğer durugörü
ve rüyalarda da gelecek zam anda olacağı haber verilen olaylara dair
yer bilgisi, zaman ve ayrıntı bilgiler de istiyordu. Mesela trafik kaza­
ları hem en her gün olan bir olaydı. Bir yılda ölümlü üç bin ve ya­
ralanmak yüz elli bin trafik kazası oluyordu. Biri siteye girip “Trafik
kazası olacak” şeklinde önceden bilme durugörüsü eklediği zaman
Saltı karşı çıkıyor, bunun bilinmesi için m edyum olmaya gerek ol­
madığını söylüyor ve bu kazanın nerede, ne zaman, nasıl olacağını
kaydı ekleyen kişiye soruyor, mümkünse başka ayrıntı ve anahtar
kelimeler de istiyordu.

Yıl içinde sıklıkla olan olaylarda Saltı’nın bu tür bir hassasiyeti vardı.
Zaman konusuna her zaman iki şekilde dikkat çekerdi. Ya eklenen
algı kısa sürede -bir hafta gibi- gerçekleşmeliydi ya da öngören kişi
bu olayın ne zaman olacağını açıkça yazmalıydı. Yalnız her zaman
görmeye alışık olunm ayan çok istisnai bir olayın olacağını önceden
haber veriyorsa kişi, yok artık bu da olmaz denilen bir durugörü ek­
lenmişse, Saltı zaman konusuna pek takılmazdı. Çünkü on yıl geçse
de gerçekleşeceği kimsenin aklına gelmeyecek ender bir olay, bir
sene iki sene sonra gerçekleşse de kabul edilebilir diye düşünüyor­
du. O na göre en etkili öngörüler ya da ön bilişler, en acil ve en m an­
tıksız olanlardı. Aslına bakarsanız Doktor Saltı bir şüpheciden daha
şüpheciydi yalnız aynı zam anda herhangi bir şeyin üzerini tam am en
çizmeden önce “o n a” bir şans verip deneyenlerdendi.

Bir bilim adam ı olarak şans vermişti duyular dışı algısı ve psişik ye­
teneği olan kişilere. Çok da basit bir sistemle... İşte m adem gele­
cek görülebiliyordu, o halde geleceği görebilenler internet sitesine
bu öngörü algılarını yazsınlardı. Dünyada hem en her gün ne kadar
olay oluyordu. Senede bir iki defa tarihe kazınan büyük olaylar...
Bunları önceden görebilenler sitenin arşivine kaydetsin, basit bir
Üyelik sistemine dayanan sitede herkes bu olayların önceden haber
verildiğine şahit olsundu. Aslında bu yönüyle Saltı, sadece psişik

431
197 GÜN ’ BÖLÜM3

yeteneği olan kişilere değil, onlara inanm ayanlara da söz hakkı ta­
nıyan bir uygulama başlatmıştı. Hem de en başından beri ne sıkın­
tılara katlanarak...

Bu sıkıntıları ona yaşatanlar içinde onu bilimin yüz karası işler yap­
makla suçlayan meslektaşlarını mı arardınız? Yoksa o meslektaşla­
rını taşlayan psişik kişileri mi, siteyi bir büyücü sitesi sanıp aşk bü­
yüsü yaptırmak için gelmiş ve psişik kişilerden yardım isteyenleri
mi? Onlara yardım etmeyi, sevgilileri buluşturmayı kendine görev
saymış büyücüleri mi? Karı-koca arasını açmak, birini kendine âşık
etmek veya birini bivinden soğutmak; kayıp eşyayı bulmak veya geri
gelmesini sağlamak; cinlerin etkisinden korunmak, vücuduna giren
cini çıkartmak, üzerindeki büyüyü bozdurmak, nazardan kurtulmak
gibi çok çeşitli hususlarda büyü veya büyüsel uygulamalarının nasıl
olacağı tavsiyeleri de yapılıyordu. Yine içinde tılsımlı yazılar, şekiller,
ayetler, dualar bulunan muskalar, yüzükler, ev eşyaları veya elbi
seler, şifa maksadıyla, düşmanlık, cin ve benzerlerinden korunmak
için hangi muskacılara gidilip yaptırılabileceği isim verilmeden ima
ediliyordu. Büyünün am acına göre değişen büyü maddeleri tek tek
sıralanıyordu: Başta muska olmak üzere, saç, elbise parçası, tırnak,
iğne, resim, sabun, ip, tespih, çakı, tahta kaşık, kilit, çakı, düğme, al
nalı, kazık, demirci örsü, kurşun, demir, bakır, toprak, içi boş yumur
ta, koyun veya inek işkembesi, koyun bağırsağı, horoz kanı, sıpa dili
ve bal m um u... Bu nesnelerin saklandığı yerler de büyü maddeleri
kadar garip yerlerdi. Kapı eşiği, yeni mezar, boyun, koltuk altı, cep,
yatak altı, yastık altı, ocak arkası, merdiven, çatı, kör kuyu gibi yerle»
ve birçok başka yer.

Başka neleri arardınız? Kayıp cüzdanının, yüzüğünün, kolyesinin,


çorabının nerede olduğunu soranları mı, çorabın nerede olduğunu
durukoku yeteneğini kullanarak arayanları mı; siteye bahar günün
de badem ağaçlarının çiçek açacağı haberini verip ağaçlar açım.»
kanıt olarak çiçeklerin fotoğrafını çekip algısının gerçekleşenler liste
sine kaydedilmesini isteyenleri mi, bu yeteneği forum da onlarca ke/

432
SULTAN TARLACI 9

¿brik edenleri, siteye böyle bir kayıt eklenemeyeceğini söyleyen­


c e ekleyen ve ekleyeni tebrik edenlerle arada kalanları mı; kendi­
li cinci olarak tanıtıp başkasına giren cinleri kendinden çıkardığını
idia edenleri mi, kendinden de cin çıkmasını isteyenleri veya çıkan
ininin geri verilmesini isteyenleri mi; sitenin Zener kartları, uzaktan
izim, durugörü gibi asıl çalışmaları dışına taşıp psişik kişilerin bir-
ıirlerinin özel hayatına uzaktan bakıp, gördüklerinin doğruluğunu
ddia edip, karşıdakinin kimliğini açıklamasını isteyip, birbirleriyle
azla samimi olup tüm bunlar sonrasında kavga edenleri mi? Sitede
ihninin kontrol edildiğini ve beyninin yönlendirildiğini iddia eden
izofrenleri mi; forum da yazdığı bir iletinin kelimesini yanlış yazıp
lüzeltilmesi için ders esnasında Saltı’ya mail atan herhangi bir üyeyi
ni; forum da öylesine paylaşılmış yüz altmış kelimelik bir yazıdaki bir
;elimeyi alıp o gün sosyal paylaşım sayfasında başka bir kullanıcının
>kelimeyi de kullandığını, tesadüf budur ya beş gün önce de o ke­
menin mecaz anlam ına gelen bir kelimenin başka bir kullanıcının
>rofil resmi olup o profil resmindeki bir şeklin de kendisine bilmem
ıeyi hatırlattığını, tüm bunların onu taciz için yapıldığını iddia eden
nantık çizgisini çoktan aşarak ruh hastalığına kaymış kişileri mi; olay
)lduktan sonra “Siteye eklemedim am a ben bunu görm üştüm .” di­
kerek iddia eden ve yine de değerlendirilmesini isteyen kişileri mi;
;aç şiddetinde ve ne zaman olacağını söylem eden sadece deprem
)lacağını siteye yazıp, fay hattı olan bölgelerde hem en her gün olan
ki üç şiddetindeki deprem lerden biri olunca Saltı’ya haber verip
deprem durugörüm gerçekleşti’ diyenleri mi? Yoksa iyi düşünürsek
yi olur diyerek deprem olmayacağını düşünüp depremleri düşün­
üyle engellemeye çalışanları mı; mahallesinde kom şusunun başına
jelecek bir olayı siteye ekleyip birkaç gün sonra kom şunun başına
) olayın gerçekten geldiğini söyleyip öngörüsünün gerçekleştiğinin
şaretlenmesini isteyenleri mi; sabah gazetede çıkan bir haberden
/ola çıkıp herkes tarafından tahm in edilebilir bir olayı ekleyeni mi,
Dİay olduktan bir-iki veya on dakika sonra ekleyip olayla eş zamanlı
jörmüşüm diye iddia edenleri mi; gerçekleşen durugörü ve rüya-

433
197 GÜN ’ BÖLÜM3

lardan sonra bunları siteye ekleyip ‘siz söylediğiniz için oldu’ diye
psişik kişileri suçlayanları mı; başka bir psişiğin astral seyahatle evi­
ne geldiğini ve çekmecelerini karıştırdığını, hatta dağıttığını söyleyip
onun siteden silinmesini isteyenleri mi; kendi üyeliğinin siteden si­
linmesini, üyelik isminin yenilenmesini, yönetici yapılmasını, başka­
sının yöneticiliğinin iptalini isteyenleri mi...

“Hayır!” dedi Saltı. “Kadınların sağ beyin yarıküresinde amigdaln


bölge erkeklerden daha büyük ve bu nedenle kadınlarda duyular
dışı algısı erkeklerden daha fazladır. Burası korkunun temel merkezi
ve aynı zam anda sağ beyin yarıküresi ile de duyular dışı algının mer
kezidir. Sağ beyin yarıküresi hayal gücü, başkasını algılama ve gele
cek kehanetleri ile ilişkiliyken, sol beyin yarıküresi kendi benliğimizi
hissettirir ve rasyonel bilgiyi bir araya getirerek gelecek tahminde
bulunur. Borsacı beynidir ya da hava durum u tahmincisi beynidir
Sağ beyin ise tahmin değil önsezi yapar. Önsezi, bilinen beş duyu
kullanılmadan, hafıza, m uhakem e, sonuç çıkarma veya tahmin gibi
zihinsel işlemler sonucunda elde edilmemiş, henüz gerçekleşmemi*,
bir olayın ya da durum un önceden algılanmasına diyoruz. Bu al
gılanma anlık kısa süreli bir görüntü ya da vizyon, bir sezi veya hi*.
şeklinde olabilir. Duyular dışı algılama genellikle sağ beyinle algılan
dığından, görülen görüntü bedenin sol yanında izlenir. Bunu da biı
yük amigdalası olan kadınlar iyi yapar. Kadın ve büyük amigdalalı
olmanın bir de yan etkisi vardır: Kadınlar daha çok kaygı ve panik
atak yaşarlar. Kaynak beyinde yani... Gelecekle ilgili öngörülerin
kaydedildiği bir internet sitesi üyeleri çoğunluğunun kadın olrrur.ı
n orm al...”

Bu bilgiyi geçenlerde forum da da paylaşmıştı Saltı:

“Amigdala, bir grup sinir hücrelerinin bir araya gelerek oluşturdu; jn


sinir hücresi topluluğudur. Hem en hepsi aynı am aç için çalışmnk
üzere bir araya gelen sinir hücreleri yani. Bu çekirdek yapı mcv
velerin içindeki çekirdek gibi beyin içinde ayrı bir alandır. Her U*

434
SULTAN TARLACI *

yinde sağ ve sol olmak üzere iki tane çekirdek bulunur. Sinir hüc­
relerinde kayıtlı olan duygusal hafıza ile amigdala korku tepkilerini
ortaya çıkarır. Amigdala ve bağlı olduğu beyin bölgeleri bedende
donakalm a, çarpıntı, sık ve derin soluma, kanda stres horm onu ar­
tışı, huzursuzluk, yerinde duram am a, kaçmaya hazırlık için kaslarda
hazırlanma gibi bedensel tepkiler oluşturur. Amigdala özellikle duy­
gusal yükü olan hafıza oluşturm ada da rol alır. Mesela ilk âşık oldu­
ğunuz zamanı, halayınızdaki anıları, Gölcük depreminin tarihini ve
saatini kısmen amigdala ile hatırlarsınız. Olay sırasında oluşan duy­
gusal tepki ne denli fazlaysa, ,o kadar iyi beyne kazınır ve hatırlama
da o kadar kuvvetli olur. Erkeklerde amigdala küçük olduğundan
duygusal yönü olan anıları, kadınlardan daha az hatırlarlar. Büyük
amigdalaları ile kadınlar sevgilisi veya eşiyle yaptığı, on sene önce­
sinde kalmış bir kavgayı kelimesi kelimesine hatırlarlar. Bu erkekler
için kötü bir durumdur. Erkekler olayı bile zor hatırlarlar. ”

“Vesaire, vesaire, vesaire...” dedi acil servis arkadaşı. “Dostum


beynin kaosa batmış durumda! Seninle tartışılmaz!” diye ekledi.
“Anlıyorum seni. Beyimizin beyninin derdi beyin!” Ayağa kalmış,
Saltı’nın tohumları Am sterdam ’daki çiçek pazarından getirip, özenle
özel toprağına dikip saksıda yetiştirdiği sinekkapan bitkilerinden bi­
rinin içine parm ağının kenarından kopardığı bir deri parçasını atıp
bitkinin kapıp kapmayacağını deniyordu. “Ne adam sın be!” dedi.
“Biliyor musun? Şu medyum sitesini açtığından beri senin Marilyn
M o n ro e’y e olan tutkunun kaynağının gerçek sevgi olduğuna inan­
mıyorum artık.”

Saltı, ayda bir iki kez taze et ve böceklerle beslediği, canlı evrimde
arada kalıp hayvan ya da bitki olmayı becerememiş sinekkapanına
yapılan zulmü görmüş, can sıkıntısıyla koltuğuna yaslanmıştı. Hassas
bir bitkiydi ve m ahsustan dürtülüp yapraklarını kapanm aya zorladı­
ğınızda sağlığını yitirme riski vardı. Adı sinekkapan olsa da oda için­
de uçan sinek pek olmadığından bulduğu karınca, tırtıl, örümceklerle
onu besliyordu. Ölü böcekler ve et asla vermiyor, çünkü yapraklarını

435
197 GÜN • BÖLÜM3

dökeceğini biliyordu. Saltı, iki arada kalmış sinekkapana baktığında


hem Marilyn olamamış Norm a J e an e ’i hem de Araf’ta kalmış kendi­
ni düşünürdü sıklıkla. Saltı için sadece böcek yiyen bir bitki değildi.
Diğer yandan da zayıf besinli topraklarda yaşam da kalmak için kök­
leri dışında başka besin kaynaklarına da ulaşmayı becerebilen evrim
harikasıydı. Marilyn’in dışa dönük dudakları gibi büyülü kırmızı rengi
ile böcekleri kendine çekiyordu. Sonra onları bir anda kapanan yap­
rakları içine hapsediyor ve özsuları ile eritiyordu.

“Kaos, evet haklısın da, bir kelebeğin kanat çırpması, dünyanın yarı­
sını dolaşabilecek bir kasırganın oluşmasına neden olabilir. Belki bir
gün beynimde dinginliğe ulaşırım veya gençlerin beyninde duyular
dışı algı araştırmaları konusunda kasırgalar oluştururum.” dedi.

“Belki. Makaleni okudum. Şu, âşık beyinle ilgili olanı... Beyni gent;
tutan en önemli horm onun sinirsel büyüm e horm onu olduğunu
yazmışsın. Sırılsıklam âşıklarda, bu horm on düzeyi âşık olmayanla
ra göre iki kat fazla. Yaratıcılık ve haz maddesi dopam in de beyinde
inanılmaz artıyor. Sen, tüm akademik camiayı karşına alıp böyle bir
duyular dışı algılama ve öngörü kaydı için internet sitesi açabiliyor
san, beynim genç kalsın, yaratıcılığım artsın, zihnim canlansın diye
âşık da olabilirsin.” Ölü deri parçasını çiçeğe kabul ettirememiş, sak
sının kenarına koymuştu. C am dan baktı “Aşk gibi kutsal bir değen
beyninin çıkarları için kullanma!” dedi.

Saltı güldü. “Hadi oradan be, ne alaka! Şimdiye kadar Marilyn in


kaç filmini izledin? Filmlerini izlediysen gözlerine mi baktın, götüne
mi? Hayatıyla ilgili ne okudun?” dedi. “Ben Marilyn’in çoğu kişinin
göremediği hüznüne, savunmasız ve kırılgan kişiliğine tutkunum
Kendinin hep olmak istediği am a hiçbir zaman olmasına fırsat veril
meyen Marilyn kişiliğine hayranlığım. Senin bahsettiğin Marilyn il«
benim gördüğüm Marilyn aynı değil. Şu söylediklerini başkası duys.ı
seni çok duygusal biri zannedecek.”

436
“Bir adam ın: 'Benden başka herkes aldanıyor’ dem esi güç şüphesiz
am a gerçekten herkes aldanıyorsa o ne yapsın.”
Daniel de Foe (1660-1731)

Dr. Saltı paylaştı, 41 gün önce

137. G ün

11 Haziran 1970’de barm enin kıllı ve şişman kolundaki saat 10’u


gösteriyordu Moskova’da. Bir barm en için “10” denilen saat, sabah
olsa da erkendir, akşam olsa da... Ağzının kenarları gerilmekten acı­
mana kadar iyice esnedi. Gerindi. Parmaklarını birbirine kenetleyip
kollarını önce önüne uzattı, sonra başının arkasına geçirip omuzla­
rını ve boynunu kütletti. Onun için bugünün dünden ya da önceki
günlerden farkı olmadığı gibi, yarından ya da sonraki günlerden,
yarının da bugünden, bundan önceki günlerden ya da kendinden
sonraki günlerden farkı olmayacaktı. Onun için öyleydi; yalnız barın
önünde dikilen Los Angeles Times muhabiri ve Rus araştırmacı için
ıtynı şeyi söyleyemeyiz.

Onlar, o saatte parapsikoloji hakkında bir röportaj için buluşmuşlar­


dı ve araştırmacı, m uhabire içinde parapsikolojiye dair bazı metinler
olan bir dosya verecekti. Hızla gelen bir araba yanlarında aniden
durdu. İçinden çıkan iki KGB ajanı dışarı fırladı ve muhabirle araş-
lırmacıyı birkaç saniye içinde etkisiz hale getiriverdi. Öldürmediler.
Süründürdüler yıllarca. Tahmin ediyoruz yani... Araştırmacıdan bir
daha haber alınamadı, onu öldürmüş de olabilirler. İçinde parapsi-
* 197 GÜN ’ BÖLÜM3

koloji’ye dair bilgiler olan dosyaya da el koydular.

Gazeteci ise -kurulduğu 1881’den beri- duvarları binlerle ifade edi­


lecek acılar görmüş Moskova’daki Lefortovo hapishanesine gönde­
rildi. KGB’nin sorgulama ve işkence için kullandığı bu çok bilinme­
yen hapishanede hayatının en berbat günlerini yaşadı. Gerçi bütün
ajanlara merhametsiz, vicdansız, ruhsuz, cani diyemeyiz. Pislik de
diyemeyiz. Onların işi o. Hatta o ikisinden biri, “burkm a” esnasında
muhabirin kolunu acıtan esasında çok yufka yürekli biridir. Ajanlığı
süresince A caba çok kötü bir adam mı oldum?’ diye kendini mer­
ham et konusunda ara ara sınamayı da ihmal etmezdi. Mesela görev
harici herhangi birine zarar verm ek istediğinde -hiç yapm adı orası
ayrı- zarar vermek istediği kişinin çok acıktığını ve karnını doyurmak
için yarım ekmek yediğini hayal eder ve gerçekten ona çok acır.

Evet, onun öyle bir huyu vardır. Kim olursa olsun, birine acımak
istediği zaman hem en o kişinin karnını doyurm a halini getirir gö
zünün önünde. O görüntü, onun için dünyanın en acınası şeyidir.
Birkaç defa o hayalde ekmeği ısıran kişiye yırtık pırtık giysiler de giy
dirdi am a daha çok acıyacağı yerde işin tılsımını bozup o kişiye hiç
acımadı. Bilakis sinir oldu. Sonra bundan hem en vazgeçip sadece
karnını doyurm a hayaline odaklandı. O yaşa kadar kendine yapılan
haksızlıklarda da durum aynıdır; eğer o haksızlıklar normalde aklın.ı
geldiği zaman üzülüyorsa, yemek yerken gelirse üzüntüsü katlanıp
ağlayabilir. Karnını doyurup hayatını idame ettirmeye çalışan hu
insanlardan diğerlerinin istediği nedir? Herkes acıkırdı yeryüzünde

Diğeri ise kafasında böyle şeyler kurmaz am a yıllarca işsiz kalmış biıı
olarak ajanlık yapm asa açlıktan veya istihbarat tarafından öldürül
mekten korkan biri olduğu için işine mecburen devam ederdi.

Her neyse... El koydukları o dosyada üç beş zihin kontrolü vak.v.ı


örneği, enerji tedavisi, şifacılık, uzaktan hastalandırm aya dair z a len
kendilerinin de elinde olan ve herhangi bir Rus üniversitesi kütüph.ı
nesinde bulabileceğiniz Rusça yazılmış araştırma yazılarından başlın

438
SULTAN TARLACI 9

liçbir şey yoktu. Rüyalara dair mesela hiçbir şey... Zaten rüyalar bu
ilandaki en kıymetsiz şeylerdir.

tayaların kıymetsiz oluşunun nedenleri vardır. Bir defa bedavadır.


>onra, yattığın yerden zahmetsizce görülür ve herkes görür. Oysa
>iz insanlar “değer” denen şey için para harcamalıyız. Alın terimizle
;azandığımız için övündüğümüz, bileziklerimi sattım diye dövündü­
ğümüz, gece gündüz nereden bulacağım diye düşündüğümüz, bel-
;i çalıp çırpıp birilerini öldürdüğümüz para karşılığında değilse bir
ey...

tayaları uzunluğuna -kısalığına, canlılığına-, sanallığına, konusuna,


rotizmine veya haberciliğine dair çeşitli şekillerde fiyatlandırırdık
onra... Fiyatlandırırdık dedimse, bize satanlar fiyatlandırırdı. “Artık
;endi rüyalarımızı kendimiz üretmeliyiz!” nidaları arasında yıllarca
lünyanın rüya devlerinden ithal etmeliydik. Hem satın alıp hem de
lunlar bizim bilinçaltımızı şekillendiriyor diye isyan etmeliydik. Son-
a kendi rüyalarımızı üretip küçük görmeliydik. Öyle olsaydı yine
le hem yerli hem yabancı üretim rüya alıp bunlara taksit yapar,
:n önemsiz rüyaya en çok parayı verirdik. O rüya, o günlerin en
>opüler konusunu içerirdi. Bu tür rüyalara para verenleri eleştiren
'e klasikten şaşm ayan bir kesim de olurdu muhtemelen. Onlar ço-
ukluklarının geçtiği evleri ziyaret eden vefalı insanlar, ölmüşlerini
[örüp hasret giderenler, kaldırımdan düşüp gökdelenden düşmüş
[ibi yüreği ağzına gelenler, “Her ne olursa olsun uçmak her devirde
)ir klasiktir” diye uçanlar, sevdiği sanatçıyı görenler veya bitmemiş
)ir meseleyi her gece rüyasında tekrar tekrar gündem e getirenler...

fine de en çok satan rüyalar içinde listeden hiç düşmeyenler arasın­


la iki rüya olurdu kuşkusuz. Bunlardan biri, gerçek hayatta kavuşu-
amayan sevgiliyi uyuduğum uzda öptüğümüz rüyalar, diğeri gelecek
ıabercisi rüyalar. Oysa şimdi, biz daha birkaç saniye önce öptüğü­
nüz ve son derece de zevk aldığımız sevgiliyi, uyanır uyanmaz he-
nen unutup “Rüyaymış” diyerek sevgilinin bile değerini düşürürüz

439
197 GÜN • BÖLÜM3

gözümüzde. Gelecek habercisi rüyalara ise pek çoğumuz gördüğü


halde inanmaz. Çünkü eğer öyle bir şey olacak olsaydı bu evvela
krallara görünmeliydi. Sonra şehrin ileri gelenlerine, Avrupa’da asil­
lere, doğuda şeyhlere... Sonra yayılmalıydı dünyaya yavaş yavaş...
Zenginlere, bilginlere, sanatçılara... 20. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren kadınlara kadar düşmeliydi rüyalar... Onlar da özenle sak­
lanmalıydı “ilk rüyasını”. Yılbaşı, evlilik yıl dönüm ü, doğum günü,
bayram larda görülmeliydiler.

Olmadı böyle... Hiç olmadı hem de! Köprü altlarından çocuklar


uçuk kafalarına bir rüya parası için kapkaç yapmalıydı. Rüyalara
dair tek suç bu da olmamalıydı. Rüyada başkasını görmek telif hakkı
içermeli, görenler ise ısrarla bunun kişilik haklarından sayılmasını
istemeliydi. Çok para verip en pahalı rüyayı satın alanları, rüyanın
en güzel yerinde uyandırm ak suç sayılmalı, rüyaların arasına ka
çak reklamlar sokulmalı veya merdiven altı üretimler içi boş rüyalar
satmalıydı. Bunların hiçbirini yaşamadık. En başından beri herkes
görüyor. Hatta atlar, kediler, filler, köpekler bile...

Telepati ve durugörü ise herkes yaşamadığı halde değersizdir. Hatta


değersizliğinin sebebi herkesin yaşamamasıdır. Çünkü bu deneyim
leri yaşayan azınlık, geri kalan çoğunluğu inandıramaz ve onlara ka
bul ettiremez yaşadıklarını. Sebepleri çok derinlere dayanır. Kulak
tan dolma bilgiler, o bilgilerin şekillendirdiği kabullerimiz vardır bu
konuda. Oysa gerçek çok farklıdır. Dünyada parapsikolojiyi “değer
sizleştirme” çabaları yine bir istihbarat oyunudur ki ünlü Rus parap
sikolog Naum ow 1976’da -sadece bu alanla ilgili olduğu için- içeriye
atılan onlarca parapsikologdan biriydi. (Bir konferans sonunda şerci
ücretini almasına bile izin verilmemişti). Rus yönetimi “onun gibiler
den” bu kadar korkarken bir yandan bu alanla ilgilenenlerin sayısı
artmasın diye, KGB yardımıyla aşırı kuşku ve güvensizlik yayarak,
hızla değersizleştirme çabalarına girdi. Sadece Rusya’da değil, di
ğer ülkelere yaydı bu değersizleştirme çabalarını... ABD, İngiltere,
Fransa, Belçika... Tüm dünyada birden parapsikolojinin bazı alan

440
SULTAN TARLACI 9

larına çok benzeyen -am a aynısı olmayan- yine bazı “göz yanılması,
illüzyon” sanatına ağırlık verildi ve her şeyin bir yanılm adan ibaret
olduğunu aşıladılar insanlara... D aha sonra teknoloji koştu yardım ­
larına... Öyle bir koştu ki telefon varken telepatiyi, hem görüntü
hem ses kaydı yapan ve anında başka yerlere ileten böcekler varken
uzaktangörüyü bir anda gereksiz kıldığı gibi parapsikolojinin sahtesi
illüzyona da yardım eden pek çok teknik donanım sundu teknoloji.

Yine de Amerika’nın durum u fark etmesi gecikmedi. Hatta 76’lı


yıllardan önce, Vietnam Savaşı’nda bile parapsikolojiden yararlan­
dı. Bilimsel ilerleme için Amerikan Cemiyeti, uçakların düşünce ile
kontrol edilmesi meselesini görüştüğünde ise yıl 1978’di.

Hayır, bizim o zamanlar işimiz vardı. Parapsikolojiye ayıracak za­


manımız yoktu. S ana yağı ve Tüpgaz kuyruklarında araya kaynak
yapm aya çalışıyorduk. Komşunun tek kanallı televizyonunu izlemek
için tepesine çatal ya da alüminyum tencere kapağı sıkıştırmasını
bekliyor, filmimizi izleyip marşımızı söyledikten sonra evimize dö­
nüyor, Yunan uçaklarının bir ışık görüp yerleşim yeri diye evlerimizi
bom balam am ası için pencerelerimize kalın battaniyeler gerip uyu­
yorduk.

1977’de Glomar Challenger, Atlantik’te batan Sovyet denizaltısını


keşfettiği zaman Hacı Muratlarımız vardı bizim. Atlantik’le, denizal-
tıyla, onu bulan gemiyle, geminin onu psişik yolla bulmasıyla ilgi­
lenecek değildik elbette. Glomar Challenger isimli geminin mevcut
detektörlerin hiçbirisinin ulaşamayacağı derinlikte, kıta platosu üze­
rinde bulunm asına rağmen batık Sovyet denizaltısının yerini nasıl
keşfettiğine dair uzaktangörü m edyum u Ingo Swann’ın ismini o
dönemlerde hiç duymadık, sonradan duyduysak da ilgilenmedik.
Bizim için “Müsaitsen annem sana gelecek.” diye çocuğu gönderip
haber saldığımız komşumuzla öğleden sonra oturm alarında içilen
kahvelerden sonra bakılan fallar nasıl sahteyse uzaktangörü de o
kadar sahtedir.

441
197 GÜN ' BÖLÜM3

Dünyada herhangi bir konuyu duyduğu zaman kabul edip araştı­


rılmasını isteyen milletler vardır, kuşkuyla yaklaşan ve araştırılma­
sını isteyenler vardır ve bir de biz varız. Bizler kesinlikle reddeder
ve araştırmaya karşı çıkarız. Bilim denilen şey, ekonomik ve siyasal
engellerle zar zor elde ettiğimizden olsa gerek, zamanımızı ve para­
mızı harcayacaksak kesin sonuç alacağımız, elimizle tutup gözümüz­
le göreceğimiz ve karnımızı doyuracağımız bir alanda olsun isteriz.
Belkilere, geliştirilebilirlere, zamanla daha iyi olacaklara yani hemen
her şeye yetecek bilimimiz yoktur bizim. Sabrımız d a yoktur. İlgile­
nen olursa da engelleriz. O da ilgilenmesin. İlgilenirse de kendi para­
sından harcasın, bizim partimize oy versin, bizim takımımızı tutsun.

“Gaziantep spor 2, Galatasaray 3 ” dedi elindeki çakmağı çevirirken.


Salondan sohbet açmak için verilmiş dünkü m aça dair bu gereksiz
bilgiye cevap veren çıkmadı. Kimse GalatasaraylI değildi. İkinci defa
şansını deneyip “Gaziantepli olan var mıydı aranızda hiç?” dedi. Bu
“hiç” sözcüğü herhangi bir zaman, bir yerde, bir görevde Gaziantepli
gibi davranmış biri var mı demekti. Çünkü teşkilattakiler sıklıkla kim­
lik ve memleket değiştirirdi. Bu soruya da cevap gelmedi. “Kızımız,
sen nereliydin en son?” dedi oval m asada, yanında oturan arkada­
şına dönüp. ‘Kızımız’ cevap vermedi. Ölmeden önce daha doğrusu
epey ‘sır’ birikmiş beynimi istihbarat imha edip beni temizlemeden
önce, onu ilk ben getirmiştim ve tanıştırmıştım teşkilattakilerle. Akıl­
lıydı, yerine göre sessiz sakin, yerine göre çok dışa dönüktü. Çözmek
zordu. İstihbaratın geneline göre çok gençti. “Kızımız artık bizimle
çalışacak” dediğimden beri zaten gerçek isimlerin kullanılmasının
yasak olduğu teşkilatta onun da adı “Kızımız” kalmıştı.

Diğeri tekrar takıldı: “E ee... Nasıl gidiyor öğretmenlik?”

Kızımız’ın farklı bir görevi vardır istihbaratta. D aha çok araştırmacı


dır, analizcidir. İstihbarata dair gelen verileri değerlendirir veya fikir
üretir.

“Okul kapandı.” dedi.

442
SULTAN TARLACI 9

“Oysa alışmıştın d a ...” Alay edici bir sesle arı vızıltısına benzer bir
inleme arasında zoraki bir kahkaha fırlattı. Sonra bu kahkaha çalış­
ması güçlü bir araba sesine dönüştü. “Öğrenci evlerine veli ziyaret­
leri yapm alar falan...”

Bu söze salondakilerden de bıyık altı gülenler oldu.

“Geçen burada yazılı okuyordu.” dedi bir diğeri. “Ben onun ar­
kasından öğrencilerin hepsine + 1 0 yazıverdim. Bu sıfırcı hoca hiç
m erham et etmiyor çocuklara...”

Ölüm ümden sonra yerime geçen m üdürü bekliyorlardı. Kapı, hiç


açılmamış gibi sessizce açıldı. Müdür, istihbaratta görevli olmayan
iki kişiyle gelmişti. Bu çocukların buraya ikinci gelişi olmalıydı. Bir
de dört yıl önce, ben yaşarken, benim yanım da gelmişlerdi.

Salondakiler kafalarını kapıya çevirdiler. Az önce m açtan söz eden


eleman m üdür ne zaman içeriye girecek olsa ilk bakışta saygı ve
hürm et gibi görünen, ikinci bakışta yalakalık olarak düşünülen am a
bunu her defasında dozunu artırarak yapınca kesinlikle alay olduğu
anlaşılan abartılı karşılama merasimine m üdürün yanında misafirler
olduğu için bu defa kalkışmadı. Çünkü buraya misafirlerle gelmek
pek alışılan bir durum değildi. Polis, komiser, dedektif, her ne olursa
olsun... Eğer misafirlerle gelindi ise durum ciddi ve “ortaklaşa” ça­
lışılacak demektir.

Bu nedenle odadaki herkes müdüre ve gelen misafirlere bakıyor,


misafirlerden biri ise garip bir şaşkınlık ve dalgınlıkla Kızımız’a b a ­
kıyordu.

Müdür üzerine düşeni yaptı ve misafirleri salondakilere takdim etti.


Bunlar kayıp genci bulmakla görevli cinayet masası dedektifleriydi.
İsmi Vefa olanın kızımızla el sıkışması uzun sürdü. Son bir dakika
içinde defalarca söylemeye karar vermiş, sonra vazgeçmiş, sonunda
söylemeye karar vermiş bir niyetle ve bir çırpıda:

“Demek burada da karşılaşacakmışız, değil mi Jülide Hanım ?” dedi.

443
197 GÜN • BÖLÜM3

Gözlerini Kızımız’dan ayırmıyor ve son derece sert sıktığı, dişlerin


den belli olarak elini sıkmaya devam ediyordu.

“Y a...” dedi Kızımız. “Demek arkam dan teşkilata kadar gelecekmiş­


siniz.”

Komiser sert bir kahkaha attı. İkisi arasındaki diyalogun hangi mese
leye dayandığını bilmeyen, aslında merak da etm eyen duygusuz ve
hissiz salon bireylerinin de kendisiyle aynı heyecanı ve öfkeyi taşıdı
ğını zanneden komiser, oradakileri konuda yalnız bırakmamak için
yapıyormuş gibi gözlerini Kızımız’dan ayırıp m asanın herhangi bir
boş köşesine dikerek: “Ne zam andan beri istihbarat teşkilatı bir cina
yet vakasını devlet meselesi gibi görüp kendi çalışması içine aldı?”
dedi. Sınırını çok fazla aşan ve hesap sorm aya ulaşan bu sözlere
duygusuz ve hissiz salon bireyleri hiç sinirlenmedi. O da zaten sözleri
böyle sert olsa da sesine biraz m erak tonu katmıştı. Ayrıca gözlerini
diktiği m asanın boş köşesinde dalmış rolü de komisere sanki kendi
kendine düşünüyor havası katmıştı.

Aslında teşkilatın kız arkadaşını öldüren ergen bir katille işi olmazdı.
Yoktu da. Sadece bir eleme sınavıdır. Bu vakayı çözen gerçek biı
vakada görev alabilir. Bu “gerçek” vaka şu an için en popüler “san
dik” vakasıdır.

Sandık vakası teşkilatın şimdiye kadar gördüğü en ilginç ve önemli


vakalardandır. Hem dinî hem milli boyutu devletler arasında basın. ı
sızmayan gizli diplomatik krizler çıkarmıştır.

İslam’ın yeni yeni yayılmaya başladığı dönem lerde İmparator He


rakliyus ile diplomatik m ünasebetlere dair bir bölüm vardır ki Ara| >
kaynaklarında bulunduğu gibi, Bizans kaynaklarında da bulunmak
tadır. İki tarafın rivayetleri sanki taraf tutuyor gibi görünür. İmpara
torluk Kütüphanesinde, İmparatorları temsil eden resimlerle birlikle.
Bizans’ın kaderini önceden haber veren bir kitap bulunuyordu. No
vgorod’un Başpiskoposu Antoine’a göre Bilge Léon, Danyal Pey
gam ber’in mezarında bulduğu bir tom ar üzerinde böyle bir kitabı
SULTAN TARLACI 9

kopya etmişti. Ayasofya’nın kapısına doğru uzanan duvar üzerinde,


-söz konusu olan kapı eski bir iç kapıdır- Babil’de, Danyal Peygam­
ber’den, m ezarında bu belgeyi kopya ettikten sonra muhafaza etmiş,
ölüm ünden çok seneler sonra bu metin birileri tarafından Konstan-
tinopolis’e yani şimdiki İstanbul’a getirilmiştir. Batı kaynaklarından
çok önce, Arap yazarlar çoktan Herakliyus zam anında Bizans sara­
yında adı geçen kehanet kitabından bahsetmişlerdir.

Kısaca bahsetm ek gerekirse, Hz. Peygamber henüz hayatta iken bir


elçinin öldürülmesiyle, İslam ile Bizans arasında bir savaş başlamıştı.
Ölüm döşeğinde olduğu halde Hz. M uhammed, Üsâme (632) ko­
mutanlığında bir ordu gönderilmesini emretmişti. Hz. Peygamber’in
vefatından bir hafta sonra, onun halifesi Hz. Ebu Bekir hazırlanan
bu orduyu derhal Filistin’e doğru gönderdi. M uhtemelen bu devir
633 senesinin sonlarına tekabül eder.

Elçiler uzun bir yolculuğun ardından, Şam üzerinden Konstanti-


nopolis’e vardılar. Şehre develerinin üzerlerinde ve kılıç kuşanmış
olarak ilerlediler. Şehirde daha önce deve üzerinde yolculuk eden
insanları görmeye alışkın olmayan Konstantinopolis halkı yüksek
pencerelerden ve balkonlardan onlara bakıyor ve hayretler içinde
kalıyorlardı. Elçiler, önce İmparator Herakliyus’un bulunduğu bal­
kona yönelip yanm a kadar gidince onu koltuğuna oturmuş, etrafını
Bizans yurttaşları tarafından çepeçevre sarmış buldular. Salondaki
her şey, hatta kendi çevresi bile erguvan kırmızısıydı. Öyle ki kendisi
bile kıpkırmızı görünüyordu. Elçileri gülümseyerek karşıladı. Elçiler
şöyle anlatıyor:

“Herakliyus, bizim için iyi bir konukseverlik ve güzel bir yatacak te­
mini için görevlilere emir verdi. O rada üç gece kaldıktan sonra, bir
gece bizi çağırdı. Biz yanına yeniden girdik. Bir süre konuştuktan ve
onu İslam’a davet ettikten sonra birçok küçük gözü bulunan ve ka­
pakları dâhil her yeri altın kaplamalı sandık gibi bir şey getirtti. On­
dan bir kapağın kilidini açtı ve içinden siyah ipekten bir parça bez

445
197 GÜN • BÖLÜM3

çıkardı. Onu yere yaydı. Bu bez parçasında, iki iri gözlü, kocaman
sırtı olan, benzerini hiç görmediğim çok uzun boyunlu, kırmızı bir
adam ın portresi vardı. Bu resimdeki kişinin sakalı yoktu fakat ikiye
ayrılmış saçları vardı ki sanki Allah’ın yarattığı şeylerin en güzeliydi.
Sonra da bize sordu: “Onu tanıdınız mı?” Biz “Hayır!” dedik. O da
“Bu Adem .” dedi. “Çok saçı vardı.” Sonra N uh’un ve İbrahim’in
resmini gösterdi. Arkasından içinden beyaz bir resim çıkardığı başka
bir bölme açtı. “Bismillah, bu Resulullah M uham m ed’dir. O sanki
gülüyordu ve bize canlı gibi görünüyordu.” Sonra bize sordu: “O’nu
tanıyor m usunuz?” Biz, “Evet, bu bizim yanından geldiğimiz Pey­
gamberimiz, bizi size gönderen M uhammed Resulullah’tır.” dedik
ve ağlam aya başladık. Allah şahittir ki imparator bir m üddet ayakta
kaldı, başka bölümü bir daha açtı ve bize “Size Allah için soruyo­
rum, bu resimdeki o m u?” diye tekrar sordu. Biz “Evet, ta kendisi,
tam senin resimde gördüğün gibi O!” dedik. O zaman biraz durdu
ve sonra şöyle dedi: “Gerçekte bu bölüm sandıktaki bölmelerin en
sonuncusu idi. Ben sizi denem ek için bu bölmeyi daha önce açtım."
Sonra diğer peygamberlerin resimlerini elçilere gösterdi.

O zaman biz “Sen bu resimleri nereden elde ettin?” diye sorduk.


“Biz bunların, peygamberlerin gerçek resimleri olduğunu biliyoruz,
çünkü biz Peygamberimiz’in ta kendisi olan resmini gördük. Tıpatıp
aynısıydı bize gösterilen resim.” O şöyle cevap verdi: “İlk peygam ­
ber Adem, kendi soyundan gelecek bütün peygamberleri kendine
göstermesini Rabbinden niyaz etmişti. Allah da Adem ’in kıymetli
evrak hâzinesinde peygamberlerin portrelerini ona göstermişti.
Sonradan Zülkarneyn bu resimleri güneşin battığı yerden çıkardı
ve onları Danyal Peygamber’e teslim etti. Allah’a yemin olsun ki
ömrüm kâfi gelirse, krallığımı terk etmeyi ve sizin en kötünüzün kö
lesi olmayı, hatta ölünceye kadar bu mizacımın değişmemesini arzu
ederdim. Sizi bana gönderen peygam ber Allah’ın gönderdiği son
peygamberdir.”

Bütün bu olanlardan sonra bize cömertçe çeşitli hediyeler verdi ve

446
SULTAN TARLACI 9

biz oradan ayrıldık. Biz Ebu Bekir’in yanına varıp gördüklerimizi ve


İmparator’un bize anlattıklarını kendisine anlatınca, Ebu Bekir ağ­
lam aya başladı “Hz. Peygamber bize Hristiyan ve Yahudilerin yan­
larında kendisinin tasvirinin bulunduğunu açıkça haber vermişti.”
dedi.

Şayet Danyal’in mezarındaki sandık içindeki peygam ber resimleri,


İran’dan Bizans’a kadar getirildiyse, aynı yerden başka bir kopyası­
nın da Çin’e kadar gitmesi mümkündür. İbn-i Vehb 870 yılında Çin’e
yaptığı seyahatinde, İslam peygamberinin akrabası olduğunu açık­
layarak Çin im paratorundan görüşme isteğinde bulunmuş, tahkik
ve incelemeden sonra imparator, İbn-i Vehb’in kendisiyle görüşme
isteğini kabul etmiş ve bir tom ar kâğıt üzerine çizilmiş, peygam ber­
lerden birçoğunun portrelerinin bulunduğu albüm ü göstermişti.

Çinli bir Müslüman yazar, Hz. M uham m ed’in bir biyografisinde,


Peygamber’i Çin’e davet için Çin im paratorunun Arabistan’a bir
elçi gönderdiğini anlatır. Sonra şöyle devam eder: “Hz. M uhamm ed
özür beyan ederek ve resminin değiştirilmiş halini görmek endişe­
siyle, temkinle hareket ederek belirli bir zam an sonra kaybolacak
şekilde bir tuval üzerine çizili portresini gelen davetçi elçiyle beraber
Çin’e gönderdi.” Başka bir kaynakta da “Tang hanedanından İmpa­
rator Hiuen Tsong, Peygamber’i getirtmek için kendisine bir elçiyle
m üracaat etti fakat Hz. Peygamber teklifi kabul etmedi. Bunun üze­
rine elçi onun çizili resmini Çin’e götürdü. İmparator o resmi sara­
yına asıp saygı gösterdi. Bunun üzerine resim iz bırakm adan kendi
kendine soluklaşarak kayboldu.”

İçinde Hz. M uhammed dâhil, tüm peygamberlerin resimleri oldu­


ğu iddia edilen bu sandığın kısa bir süre önce Ayasofya’dan çalın­
dığı ihbarı gelmişti. Uzun çalışmalar sonucunda istihbarat pek çok
aşam a kat edip onu ararken başka tarihî eser kaçaklarını bulduysa
ve başka kaçakçıları yakaladıysa da sandığın izine ulaşılamamıştı.
Teşkilat içinde bir efsane olan sandığın kendisine özel görev olarak

447
197 GÜN ’ BÖLÜM3

verilmesini isteyen ve birbirleriyle ortak çalışmak istemeyen (hepsi


o zam ana kadar denenm em iş bir yöntem deneyeceğinden bahsedi­
yordu) bir kısım “hırslı” arasında seçim yapm aya çalışan “m üdür”
onları kendilerini göstermek için kayıp katili bulma ödevini vermişti.

“Öğrenciler” arasındaki en büyük çekişme Kızımız ile Avcı arasında­


dır kuşkusuz. Bana sorarsanız Avcı katili bulur ve sandık dosyasını
kapar am a Kızımız’m da gerçekten sıra dışı teknikleri ve daha önceki
vakalarda umulmadık başarıları vardır. Bu teknikler ve devamındaki
başarılar genellikle duyular dışı algı ve psişik istihbarata dayanır. Bu
nedenle Avcı ondan daha deneyimli ve disiplinli olmasına karşın
Kızımız, bu teşkilatın şimdiye kadar gördüğü ve belki bundan sonra
da göreceği en ilginç istihbaratçıdır. Çünkü Avcı’nın titizlikle ve gün­
lerce çalışarak elde ettiği bir bilgiyi yerinden kalkmadan bir anda
“öğrendiğine” şahit olmuşluğum vakidir. Oysa psişik istihbarat, teş­
kilatın yeni yeni önem verdiği ve aslında çok da fazla kullanmadığı
bir yöntemdir. Çünkü bu yöntem den yararlanabilmek için önce psi­
şik yeteneği kuvvetli bir istihbaratçı gerekir. Kızımız bu konuda iyidir,
evet am a psişik istihbaratın başka sınırlılıkları da mevcuttur. Çok iyi
bir psişik bile her vakada her zam an başarılı olamaz. Bir vakada en
iyi başarıyı göstermiş bir psişik, bir sonraki vakada hiçbir şey başa-
ramayabilir. Bir de elbette bunun somut delil sorunu var. Herkesin
görebildiği deliller görülebilecek olursa güven daha iyi olur.

Komiserin orta yere sorduğu soru “bazen olabiliyor” şeklinde mü­


dür tarafından geçiştirildi. Müdür daha başka soruların gelmemesi
ve sohbeti kendi kontrolüne almak, daha fazla da zaman kaybet
memek için “Şimdi önemli olan birlikte ve koordineli hareket et­
mek olmalı.” dedi. Komisere dönüp: “Bildiklerinizi arkadaşlarımızla
paylaşırsanız vakada size yardımcı olacaklardır.” Bunu söylerken
oturması için komisere yer göstermişti. Komiser ve arkadaşı sabırlı
olmaya gayret ettikleri bir ifadeyle gösterilen yere oturduktan sonra
“Çalışmalar normal seyrinde ve olması gerektiği gibi devam ediyor,
Yardım teklifiniz için...”

448
SULTAN TARLACI

“Aslında bu bir teklif değil.” dedi müdür. Bu söz açıkça söylenmese


bile birlikte çalışma mecburiyeti belirtiyor gibiydi.

“Kızımızla daha önceden tanışıyormuşsunuz veya bir yerlerde karşı­


laşmışsınız anladığım kadarıyla. Kendisinin çok farklı teknikleri var­
dır. K eza...”

“Evet!” dedi komiser. “Birkaç defa tekniklerine şahit olmuşluğum


vardır.”

Müdürün sinirleri bozucu sakinliği ve destekleyici bakışları arasında


dedektif sinirle ayağa kalktı. Son derece kısık am a duyulan, anlaşılır
ve tane tane bir sesle Kızımız’ı işaret edip: “Bununla çalışmaktansa
mesleğimden istifa ederim!”

Salondakilerin bir kısmı bu tehdide hissiz, ruhsuz ve soğuk bir tepki


verdi.
“D edim : A r tık bilgiden ya n a eksiğim y o k ,
Şu dünyanın sırrına erm işim a z çok.
D erken aklım geldi başıma , bir de baktım:
Ö m rüm gelip geçmişy hiçbir şey bildiğim y o k ”
Ö m er Hayyam

Dr. Saltı paylaştı , 3 7 gün önce

139. Gün

Doktorun tavrı, Safiye H anım ’ı dolduruşa getirip ağzından gelecek


haftanın loto sayılarını almak ister gibiydi. “Belki de birkaç tesadü­
fün üst üste gelm esiydi...” dedi. Yaşlı kadının sinirine dokunacak
şekilde. “Yani şans eseri birkaç olay senin dediğin şekilde gerçekle-
şince diğer söylediklerin de dikkate alınır oldu. Bu durum da basit bir
tahminle bile bilinecek olaylar da sanki bir kehanetmiş gibi algılandı.
Ne de olsa matematiksel olasılık hesaplarına göre 35 günde 1 muci
ze ile karşılaşma şansımız var.”

Safiye H anım ’m loto ve benzeri herhangi bir dikkat çekici kehanette


bulunup yeteneğini kanıtlama gibi bir derdi yoktu son günlerde. Bir
de loto sayılarını versin de öldürülsün müydü? Doktorun sırtına sık
tığı kremle daha da üşüyor, tir tir titriyordu.

“Demek istediğim, gerçekten bir yetenek varsa bunun daha belirgin


bir şekilde gözler önüne serilmesidir. Loto olur, yeri ve zamanı önce
den tıpatıp verilmiş bir olayın söylenmesi olabilir... Yoksa kimsenin
tanımadığı bir arkadaşının öleceğini on dakika önceden görmüş ol
manın bir önemi olmuyor.”

“Derimi yırtacak mısın?” dedi sinirle Safiye Hanım. Doktorun söyle


SULTAN TARLACI 9

diklerinden hoşlanmamış, bu konuda herhangi bir şey söylese ken­


dini savunm a durum una düşeceği için başka yönden, doktoru suç­
layarak tepki göstermeyi seçmişti. “Nasıl sürüyorsun o kremi öyle
bastıra bastıra?” dedi yeniden. “Kemiklerimi mi kıracaksın? Bir de
doktor olacaksın!” Anlaşılmayacak birkaç inlemeyi de ekledi sözleri­
nin sonuna. Bu inlemeler daha çok sabır çekme gibiydi.

“N eden bu kadar titriyorsun?” dedi doktor. Gözlerini odanın içinde


gezdirdi. Hem en her eşya aynı renkten seçilerek bir uyum yakalan­
m aya çalışılmış boğucu uyumsuzluk bile herhangi bir yerden onu
üşütecek bir hava akımı olmadığını fısıldıyor gibiydi. Duvarlarda
veya bibloların yanında hem en hiç fotoğraf yoktu. Safiye Hanım
kendi odasından akrabalarına -özellikle ölmüş akrabalarına- ait fo­
toğrafları kaldırtırdı. Ruhlarının fotoğrafı olan yerde dolaştığına dair
bir inancı vardı. Ölmüşlerin evin içinde dolaşm asından rahatsız olur,
giderken kendini de götürecekler diye korkardı. Bu nedenle geçmişi
geçmişte bırakır çok fazla da ahde vefa göstermezdi. Gerek yoktu.
Anılarına da sıkı sıkıya bağlı değildi. Gerçi yaşayanlardan da fazla
kişinin hatırını gütmezdi. Bu nedenle fazla insan biriktirmediği gibi
fazla eşya da biriktirmez, gereksiz herkesi ve her şeyi yaşantısından
çıkarır, kendini yormazdı. Evinde rahat edeceği kanepesi, birkaç çi­
çeği, televizyonu, bilgisayarı ve sürekli ona hizmet eden birileri bu­
lunsun yeterdi.

“Ciddi ciddi üşütm üşsün...” dedi doktor. “Seni m uayene edip bir­
kaç ilaç vermek gerekiyor aslında.”

“İyi ki geldiniz Doktor Bey.” dedi gelin bu sözlerden cesaret alıp.


“Ne hastaneye gitmeyi kabul ediyor ne de doktor çağırılmasına izin
veriyordu. Aslında üşüteceği hiçbir şey yapm adı a m a ...”

Safiye Hanım yattığı yerden yemeğinde kıl çıkmış gibi tiksinir bir
bakışla geline baktı. Gelin de aslında Safiye H anım ’ın sağlıklı ol­
duğuna dair sözlerden hoşlanmadığını anlamıştı am a bir an ağzın­
dan kaçırmıştı. Bu nedenle kırdığı potu düzeltmek istercesine “Yani

451
197 GÜN • BÖLÜM3

üşütmediği halde titremesi garip... Acaba Allah korusun daha ciddi


bir hastalığı mı var?” dedi. D aha büyük bir pot kırdığını fark eder
etmez, bakmam ası gerektiğini bildiği halde acemi bir telaşla kayın­
validesine baktı. Safiye Hanım, gözleriyle yediği gelinine dişlerinin
arasında “Hadi kızım, Doktor Bey’e arzu ettiği bir şey ikram et. Bana
da bir kahve getir.” dedi.

Gelin Hanım şu aşam ada ne denli söz dinler ve kibar olursa, ken­
dine buyrulan işi de ne denli hızlı ve itinayla yerine getirirse yaptığı
zararı o kadar iyi tazmin edeceğini bildiği için başını aceleyle “peki”
anlam ında sallayıp: “Ne içersiniz Doktor Bey?” dedi.

“Size zahmet olmazsa bir çay alayım ...” dedi doktor. Sonra yaşlı
kadının buruşm uş ve etinden ayrılmış gibi duran incecik derisine
baktı. Sürmek istemediği kremi aldığı uyarıdan sonra daha yavaş ve
bastırm adan sürmeye çalıştı.

Safiye H anım ’ın sinirleri bozulmuştu bir defa. Hem gelin hem doktor
payına düşeni alacaktı. Az önce derimi yırtacak mısın diye bağırdığı
doktora bu defa “Bastırsana biraz!” dedi. “Madem yapacaksın bir
iyilik tam yap. Hem krem sürülmüş olsun hem masaj olsun. Kulunç
oldu her tarafım ...”

Aldığı iki farklı uyarıyla bastırm adan yavaşça mı sürsün yoksa bas­
tırsın da hem krem sürme hem masaj mı olsun bilemeden kimi za­
man bastırıp kimi zaman yavaşça sürerken “Geleceği görebiliyorsan
bunu daha ciddi bir şekilde kanıtlamaksın.” dedi doktor. “Herkesin
şahit olacağı şekilde... Mesela bir hafta sonrasının loto çekilişinde*
çıkacak sayılarını söyle.”

“A aa...” dedi Safiye Hanım. Yattığı yerden yan tarafa hafifçe dönüp
doktora bakm aya çalıştı. “Kazandığın neyine yetmiyor? Aç gözlü!”

“Kendim için değil...” dedi Saltı. “Eğer çıkacak loto sayılarını verir
sen pek çok kişi ikna olur.”

Safiye Hanım yeniden yüz üstü uzanıp yattığı yerden: “Olmasın.”

452
SULTAN TARLACI 9

dedi. “Benim kimi ikna etmek gibi bir derdim var?”

Her kim olsa doktorun izlediği yöntemi izlerdi belki. Yalnız Safiye
Hanım haksız sayılmazdı. Onun gibi bir kadının lotoyla ne işi olur­
du? Böyle bir kadın için kom şusunun gelininin başkasıyla kaçacağı
öngörüsü, yedi hafta devreden lotodan daha önemliydi. Bu nedenle
beyni hep m erak ettiği noktalarda dolaşırdı. Üstelik bu defaki soru­
nu daha büyüktü. Bir haftadır kendi kendine “Yakın zam anda bu
evde cenaze var.” diye mırıldanıyor, o cenazenin kendine ait olduğu
düşüncesi tüm vücudunu buz kestiriyordu. Deli Dumrul hesabında
yerine bir can verme şansı olsa evdeki herkesten “Benim yerime
ölür m üsün?” diye isterdi canını... Sonra bir düşünce alırdı Safiye
Hanım ’ı. Şu evdekilerin hiçbiri canımız annemize feda olsun diye­
cek özveride değildi. Hakkı haram olsundu.

Nasıl da kıyıyorlardı annelerinin feri kaçmış gözlerine, çocuk şekeri


gibi dişle kırsan dağılıverecek kemiklerine, neredeyse etinden tam a­
men ayrılmış, üzerine sıcak su dökülmüş gibi buruşm uş ince deri­
sine? Şu kadıncağız bu halde canını verirken hiç şüphe yok genç
ve diri bir vücudun ölmesinden daha çok acıyacaktı canı. Bunları
düşünürken yine gözleri doldu. Benim canım burnum da, şu dokto­
run derdine bak dedi kendi kendine. Hem bu saygısız geç çocuk hiç
mi düşünm üyordu Safiye Teyzesi -sözüm ona sen benim teyzemsin
diye yağ yakıyordu ya sürekli- loto sayılarını önceden verirse onun
peşine düşecek polis, hatta MİT dışında bir de mafyalar vardı. Yaşa­
tırlar mıydı onu? Demek evdeki kalabalık cenaze görüntüleri böyle
bir olaydan sonra m eydana gelecekti. Yaşatmayacaklardı onu...

Yine de doktora bunlardan bahsetm ek istemedi. “Sonra alacaksın


o paray ı...” dedi. “Bırakacaksın işini gücünü. Onca yıl okuduğunu
yok sayacaksın. Parayı bulduktan sonra mesleğini kim icra etmiş ki
şimdiye kadar? Gideceksin yurt dışına, iki üç ayda bir başka ülke...
Bu yaptığın beyin göçü olmayacak mı peki? Olmayacak gerçi...”
Durdu. “N eden olsun. Beynini göçüreceksin başka ülkeye am a ora-

453
197 GÜN ’ BÖLÜM3

da da kullanmayacaksın ki... Sanki milyoner olduktan sonra yurt dı­


şına gidip doktorluk mu yapacaksın? Tropikal adalar, barlar, içkiler,
kumar masaları, her gece başka kızlar...” Birden doktorun Marilyn
Monroe hayranlığı geldi aklına. Dudaklarını alayla yayıp doktora bu
konuda bir şeyler söylemeyi düşündü. Şu herkesi kandıran çapkın
çocuk Marilyn’e gerçekten hayran mıydı, yoksa ondan bu kadar çok
bahsetmesinin ve onun resimlerini paylaşmasının başka sebepleri
mi vardı?

Safiye H anım ’a kalırsa üç sebebi vardı. Görmüş geçirmiş kadındı,


bilirdi. Üstelik insanın beynini okurdu o. Bir defa Marilyn güzel ka­
dındı. Evet, âşık olunacak cinstendi. Bu konuda elbette kimsenin
itirazı olamazdı ve yoktu da. Güzelliği birinci unsur olarak seçersek
diğer iki unsur en önemli unsurdu. Bir defa Doktor, Marilyn’le, bir
kadınla, internette ilgileniyor, ona özel günler ayırıyor, onu hedi­
yelere boğuyordu ki bir beyefendinin bir hanımefendiyle nasıl ilgi­
lenmesi gerektiğini bildiğini herkese gösteriyor, kendine artı puan
topluyordu. Bu nedenle diğer kadınlar hem doktorun yakışıklılığı ve
karizmatik duruşuna hem de bu romantik yönüne inanılmaz vurulu­
yorlardı. Bu kadını şu an ölmüş, hayatta olmayan birinden seçiyor
du ki duygusallığının yanına melankoli katıyor, bunun yanında bir
ilişkim var am a nihayetinde hayali...

Gerçekte ise müsaidim imajı çiziyordu. Bu durum kadınların bey


ninde “Demek gerçekte bir ilişki yaşayacak olsa tıpkı bu şekilde ro
mantik yaşayacak.” düşüncesi oluşturuyor, onun şimdi hayatta ol
mayan sevgilisine olan kavuşam am a sorunu kadınların gözünde onu
m erham et duyulacak, Marilyn’i kıskanılacak bir durum a getiriyordu
Çünkü kıskanılmayacak gibi değildi. Kaç tane kadına Marilyn’e âşık
olunduğu kadar âşık olunmuştu? Kaç tanesine doktor kadar yakışıldı
ve akıllı bir adam âşık olmuştu? Üçüncü aşam a işte burada başlı
yordu. Hem en her takipçisi Marilyn’i kıskanıp onun elinden dokl<>
ru almak için garip bir yarışa giriyor, hem Marilyn’le girdikleri İm
hayali yarışı kazanma istediği hem de kazandıktan sonra MarilynV

454
SULTAN TARLACI 9

olan tüm ilginin kendilerine dönecek olması ihtimali başlarını dön­


dürüyordu. Yani doktor profesyonel bir çapkındı. Kadınları kıskan­
dırmakla kalmıyor, âşık olduğu kişinin gerçekte var olmadığı açık
kapısından hareketle diğerlerine bir şans veriyordu. Bunun için en
önemli silahı, romantizmi kullanıyordu.

Safiye Hanım bunları düşünürken cin bakışları doktora dalmıştı.


“Ne çapkınsın sen!” dedi ağzının içinde. Yalnız Marilyn konusun­
da tek kelime etmemeyi tercih etmişti. Çünkü bu konuda herhan­
gi bir şey bildiğini doktora sezdirirse internette dolaştığını, haliyle
onun sitesine de girdiğini de bilirdi. Evet, halen siteye üye olduğunu
kendinden -ve bir de benden- başka bilen yoktu. Safiye Hanım ’ın
hakkında bildiklerinden ve düşündüklerinden habersiz doktor, çap­
kın sözünün lotonun bulunmasının ardından tropikal adalarda genç
kızlarla geçireceği günlere yönelik söylenmiş olduğunu düşündü.

“Ne tropikal adaları ne de kızları düşünüyorum ...” dedi.

Safiye Hanım da “Neler geçiyor akimdan bilmiyorum sanki...” diye


kaldığı yerden devam etti. “N eden ülkende kalıp hasta insanlara
yardımcı olmuyorsun? Neden öğrenci yetiştirmiyorsun da bencil ve
kimseye faydası olmayan bir hayat sürüyorsun? Yakışıyor mu?”

“Bak işte bunlar senin varsayımların am a her varsayım gerçekleşe­


cek bir öngörü değildir.” dedi doktor. “Duyular dışı algı ve durugörü
tam am en farklıdır. Amacım sadece durugörünün varlığını kanıtla­
mak ve mistik, doğaüstü olmadığını göstermek. Bizim biyolojimizin
bir hediyesi olduğunu göstermek. Pek çok insan bu alana inanmak
için somut, elle tutulur bir delil istiyor. Loto sayılarının açıklanmadan
önce bilinmesi bu konuda biçilmiş kaftan. Hiçbir itiraza yer kalmaz.”

“Çok biliyorsun, a m a n ...” dedi yaşlı kadın. “Yedir o kremi iyice.


Yedir, yedir hadi... Kırıldı kemiklerim valla. Neden bu kadar seyrek
geliyorsun?”

Sanki Safiye H anım ’ı sıklıkla ziyaret etmek gibi bir zorunluluğu var-

455
197 GÜN - BÖLÜM3

mışçasına azarlıyordu doktoru. “Hepiniz de kendinizi beğenmişsi­


niz.” dedi. “Allah ne başımızdan eksik etsin ne de m uhtaç etsin size.
Muhtacız işte. Al, sırtımın kemiği kırılmış hadi doktora gitme baka­
lım. Gitme, sonra ne olacak? O ağrıyla kıvran günlerce. Birkaç gün
kendi derdini kendin çek. Kimseyi rahatsız etmeyim diye söyleme.
Sonra ağrılar gittikçe artsın. D ayanam a... Üç gün ne kadar sessizsen
o gece acından bangır bangır bağır. Ev ahalisi kalksın. Ölümün geldi
sansın, Allah korusun!” Sivrilttiği parmağını yattığı kanepenin tah­
ta köşesine vurmuştu. Gözleri doldu. “Bizim sesimize, gürültümüze,
ışığımıza, komşular kalksın. ‘Gece vakti ne oldu? Yardım edilecek
bir şey var mı?’ diye sorsun. O adam a yazık değil mi yarın işe gide­
cek gecenin bir vakti uykusu bölünecek? Sonra onun meymenetsiz
karısı sadece kapıdan hal hatır sorup hiçbir yardımları dokunmadığı
halde sanki benim hayatımı kurtarmışlar gibi kasılsın da, biz onlara
minnet mi duyalım? Arkasından mahalleliyi toplayıp geçmiş olsun
adı altında burada tüm gün boyunca onların gürültüsün mü çeke­
yim? Her birinin küçük çocukları bu odanın içinde bordo bereliler
gibi atlayıp zıplasınlar. Kafam şişiyor, gürültü sevmiyorum. Sen beni
hiç mi düşünm üyorsun?”

Doktor bir an konunun başını hatırlamaya çalıştı. Birkaç saniyelik


sessizlik oldu. Ne demişti de olay buraya gelmişti? Mümkün değil
hatırlayamazdı.

“Buraya loto sayılarını tutturmak için önceden alm aya geldiysen bo


şuna gelmişsin.” dedi Safiye Hanım.

Doktorun yüzüne bir an ‘Hah tam am, loto konuşuyorduk’ gibi biı
rahatlam a ifadesi geldiyse de hem en anında ‘o da değildi’ ifadesi
geçti. Yalnız loto konusunu da unutm am ak lazımdı.

“Ben de benim ziyaretime geldin sandım ...” diye devam etti Safiyi-
Hanım.

“Ne oldu da şimdi bu alınganlığı yapıyorsun?” dedi Saltı. “Ne eli­


dim ben sana?”

456
SULTAN TARLAC1 9

Safiye Hanım ’m gözleri doldu. “Şurada taş çatlasın bir hafta on


gün sonra gel bakalım bulabilecek misin Safiye Teyzeni? Cenaze
namazına katılırsın artık!” diye geçirdi aklından. Yine de dışından
paylaşmadı.

“Ne ilgisi var?” dedi doktor. “Elbette senin ziyaretine geldim. Lotoyu
kimsenin önceden verebileceğine zaten inanmıyorum. O nun peşi­
ne düşüp gelecek kadar hayalperest değilim. Filmlerde bile olmaz.
Düşün, m edyum un biri loto sayılarını daha açıklanmadan, çok ön­
ceden veriyor.”

“N enen yaşındaki kadına m edyum derken utanıyor m usun?” dedi


Safiye Hanım.

“P ard o n ...” dedi doktor. “O anlam da söylem edim .”

Doktorun sözleri epeyce eskimiş uzun zamandır yağlanmadığı için


gıcırdayan kapı menteşesinin sesine karıştı. Yavaşça ve açan kişi­
nin tedbirlice davrandığı belli olur şekilde aralanıyordu kapı. Gülin,
okuldan dönmüş, eve girer girmez koridora taşan azarlama seslerin­
den kimin nasiplendiğini merak etmiş gibiydi. Önce buruşuk bedeni­
ni yarı çıplak açıp kanepesine uzanmış babaannesine, yanı başında
duran dört krem kutusuna -bunları Doktor Safiye H anım ’a ‘hediye’
getirmişti- ve ona krem sürme eziyetine katlanan genç adam a baktı.

“G ülin...” dedi Safiye Hanım. “Geldin mi?”

Genç kız bu sözden cesaret bularak korkarak açtığı kapıyı rahatça


kapatıp babaannesinin yanı başında duran yabancıya “Hoş geldi­
niz.” dedi. Doktor cevap vermekten ziyade başını sallayarak teşek­
kür etmiş, bu tavrı -aslında hiç ilgisi olmamasına rağmen- yaptığı
krem sürme işine dikkatini toplamış, yanlış yapm am ak için uğraşır
gibi görünmüştü.

Genç kız bir an babaannesinin haline ve doktorun çektiği eziyete


gülmemek için dudaklarını içine çekip ısırdı. Bu doktor, geçenlerde
gelen doktor olmalıydı. Safiye H anım ’ın hallerini annesinden din-

457
197 G ü n - BÖLÜM3

lemişti. Gülmemek için kendini tutması Safiye H anım ’ın gözünden


kaçmadı. Sinirle büzdüğü dudakları arasından:

“E e e ...” dedi. “Elletin mi yine oranı buranı elin oğlanlarına?”

Gülin, ateş basan yüzüne mukayyet olam ayarak refleksle “Baba­


anne!” diyebildi. Yüzünde az önceki en ufak bir kaçak kıvılcımla
patlayacak gülme yangını bir koca buzlu su atılmış gibi yüzünde do-
nakalmıştı.

“Nereden çıkarıyorsun öyle şeyleri?”

“Bugün de kalçanı am m a avuçlattın.” dedi Safiye Hanım. Bunu


söylerken yattığı yerden avcunu havaya açmış sanki bir şeyler tartı­
yor gibi yapıyordu. Gülin bir doktora bir babaannesinin “avuçlama”
gösteren eline bakıp babaannesinin yanına yaklaşmış, elini hızla tu­
tarak “Prenses Som ya sus lütfen. Olmadı öyle bir şey!” demişti.

Kaçamak bir bakışla doktora baktı. Doktor başından beri ilgisiz kal­
dığı hatta duym uyorm uş gibi davrandığı olaya bir an kayıtsız kala-
mayıp gözlerini önce genç kıza sonra Safiye H anım ’a dikmişti. Gülin
bu bakışlardan sonra yerin dibine geçmiş, boğazında oluşan düğü
mü yutam ayarak om zundan sarkmakta olan çantasının sapını sanki
o esnada tek sorun o kalmış gibi yeniden itinayla om zuna yerleştir
miş ve “iyi günler” dileyip odadan çıkmıştı. O dadan çıktıktan sonrn
gözünden dam lam akta olan iki dam la yaşı elinin arkasına silerken
kendi beyninde rezil oluşunun üzerine gitti. Ne kadar işiyle ilgileni
yor ve konuşmaları duym uyor gibi yapsa da duym am asına imkân
var mıydı? Doktorun bakışını yeniden yeniden gözünün önüne ge
tirdi. Aslında boşuna üzülüyordu. O bakışlar ona karşı değildi. Zaten
onun odadan çıkışından sonra hem en bakışların sebebi anlaşılmıştı
Safiye Hanım da anlamış olduğu için göz göze geldiği doktora biı
den konuyu başka tarafından tutup “Ne bakıyorsun öyle?” dedi
“Seksenini aşmış bir kadın internet kullanamaz mı?”

“Kullanır Prenses S o m y a...” dedi doktor.

4 58
SULTAN TARLAC1

“Günlük hayatımda çok fazla bu yönümle tanınm ak istemiyorum.”


dedi Safiye Hanım.

Doktorun sessiz kalışı karşısında boğazında düğümlenmiş korkuyu


bir anda tiz ve titrek bir sesle dışarı vurdu. “Göz önündeki o internet
sitesindeki öngörülerimden dolayı başım a bir şey mi gelsin istiyor­
sun?” dedi. “Bu yaşlı kadının peşine istihbarat birimleri mi düşsün?
Öldürsünler mi onu?” Titremesi artmış, dişleri birbirine vurm aya
başlamıştı.

Doktor dudaklarına yayılan gülümsemeyi Safiye H anım ’a göster­


m emek için ona çok kızmış gibi yapm aya çalışarak kaşlarını çattı.
Pencereden dışarı bakm aya başladı.
“Tepem izde dönüp duran gökler
B üyücünün fa n u su gibidirler:
Güneş bu fa n u s içinde lamba,
Biz de gelip geçen görüntüler”
Ö m er Hayyam

Dr. Saltı paylaştı, 31 gün önce

149. G ün

Tugay, Tattu’nun ne denli saf bir kız olduğunu bilmesine rağmen


görse sanki anlayacak gibi köşe bucak saklıyordu uzaktan çizim ça­
lışmalarını... İlk olarak evrenindili.com sitesinden görüp öğrendiği
bu çalışmaya kendini fazla kaptırmış gibiydi. Siteden herhangi biri­
nin -bu genellikle aynı kişi olmaz, sürekli değişirdi- sakladığı bir res­
mi veya nesneyi hiç görm eden ve hakkında en ufak bir bilgiye sahip
olmadan eline bir kâğıt ve kalem alıp uzaktan çizmek şeklindeki bu
çalışmada insanı bağımlı eden bir yön olmalı ki ben bile çalışmaların
sonunu merakla bekliyordum. Neden derseniz hiç ihtimal verm e­
diğiniz halde çizilen şey, saklanan şeye gerçekten benziyordu. Bu
nedenle -konu hakkında ayrıntılı bilgim olmasa da- uzakta saklanan
şeyin ne olduğu hakkında tahm in yürütüp söylemeye çalışmaktan
sa, her halükarda çizmenin daha yararlı sonuçlar doğurduğunu söy
lüyordu sitenin kurucusu olan doktor.

Yalnız sadece çizim çalışmaları değil, sitedeki pek çok şey Tugay’dn
bağımlılık yapmış gibiydi. O rada o kadar çok vakit geçiriyordu kı
neredeyse hayatının en önemli şeyi olan güzellik merkezinin kapısını
bile sabahları geç açacaktı. Çünkü uyanır uyanmaz siteye giriyor
SULTAN TARLACI 9

ya sohbet odasında geceden kalanlarla takılıyor -hatta bazen ken­


di de o odada sabahlıyor- ya forum da yazılmış bir yazıya yorum
yapıyor, gelecekte olabilecek bir öngörüsünü-durugörüsünü ekliyor,
eklenmiş bir durugörü hakkında yorum yazıyor, gerçekleştiğini dü­
şündüğü bir durugörü veya rüya hakkında haber sitelerini tarıyor ya
da çizdiği uzaktan çizimi siteye yüklüyor, başkaları tarafından yük­
lenmiş çizimlere bakıyor ve bunların hepsini Tattu’dan gizliyordu.
Hatta Tattu’nun Tugay’ın siteye üye olduğundan bile haberi yoktu.

Öyle ki saf kızcağız, sitede Çitilemeden_parlatır olarak dolaşan Tu­


gay’la çoğu zaman forum da veya sohbet odasında kavga ediyor,
site sahibine şikâyet ediyor, sinir buhranları geçiriyor am a bu kişinin
aynı evi paylaştığı arkadaşı olduğunu bilmiyordu. Tugay’m durumu
daha garipti. Tattu’yu sitede -elbette- biliyor am a gündelik hayatta
sevdiği ve koruduğu arkadaşına sohbette veya forum da sinir oluyor,
laf sokuyor, aşağılıyor ve o da onu siteden attırmak için elinden ge­
leni yapıyordu. Çözememiştim bu psikolojiyi. Belki de psişik kişiler
siteyi fazlaca önemsemiş ve sahiplenmiş, yeteneği olmayan kişiler­
den korumaya çalışıyorlardı. Bu kişi, en yakın arkadaşı bile olsa...

Zaten sitede kısa sürede bir paranoya başlamıştı. Herkes birbirinden


şüpheleniyor, gizli saklı birbirinin yeteneğini test ediyordu. Psişik
yeteneği olmayanın sitede istenmemesi gibi yeteneği olan da isten­
miyordu. Yetenekli kişiler, özel hayatları uzaktan görülür -gözlem­
lenir- diye birbirlerinden korkuyorlardı. Bu tür kişiler gerçekten var
olabilirdi, bilemiyorum. Buna rağm en gariptir, kendileri hakkında
da görüleri olanlar azdı. Belki bu bir algı perspektifiydi. Kimse ken­
dine çok yakın, gözünün önüne tutulan bir nesneyi tam hatlarıyla
göremezdi. Günlük hayatta da bu böyleydi. Başkaları hakkında çok
fazla sahip olduğumuz bilgi ve fikirleri kendi hayatımızda görem e­
yiz. İyi bir şeydir belki. Durugörü sahibi kişiler kendi haklarında da
kötü olayları önceden bilseler belki bu üzüntüleri kaldıramazlardı.
Çünkü bir şeyi ne kadar erken öğrenirsen o kadar çok acı çekersin.
Zaten tam bilemedikleri am a sezdikleri bile psikolojik olarak onlara

461
197 GÜN ■ BÖLÜM3

yetiyordu. İnanın hepsi aşırı duygusal, kırılgan ve alıngandı. San­


ki hepsi dünyanın en yaralı insanlarıydı. Bu nedenle pek çok kişi
onların “ben biliyorum” tavrını eleştirse de ben hoş görüyordum.
Hepsinde olan, bir türlü bulunam ayan katili tek başına bulma iste­
ğini de anlıyordum. Kimse kimseyle ne gördüğünü paylaşmak iste­
miyor, çoğu gizliden gizliye doktora yazıyordu am a sitede herkesin
yazdıklarından çıkarım yapıp ortak ipuçlarıyla katili arayanlar da
oluyordu. Diğer üyeler bu kişilerin polis olduğundan şüphe ederdi
genellikle. Sonra kendi içlerinde yine paranoyalar yaşar, bunalıma
girer, korkarlardı. Çünkü hepsinde katili bulma isteği olduğu kadar
polis tarafından izlenme korkusu da vardı.

Bana sorarsanız polis bu site yardımıyla katili bulsa bile durugörür


lerin peşine neden düşsündü? Her şeyi abartm aya meyilli beyinleri
bunu da abartmaktaydı. Belki bu nedenle herkesten ve her şeyden
korkup saklanıyorlardı. Evet, hem en hepsi kimliklerini gizlerdi. Ger
çi bunun tek sebebi korku değildi. Saygın bir mesleği olup da “med
yum ” olarak anılmak -ya da alaya alınmak- istemeyenler de vardı.
Yakın çevresi tarafından hatır gönül işine “B ana bir bakıversene"
diye kahve fincanını kapatıp gelen onca kişi olmasın diye saklayan
lar, yine çevresi medyum diye kendinden korkup yalnız kalmamak
için saklayanlar, parayla bakm aya kalksalar hem bu işten maddi
m enfaat kazandığı için yeteneğinin kaybolmasından hem de günah
boyutundan korkanlar da vardı.

Tugay mı? Aslına bakarsanız onun saklama sebebinin bunlarla ilgi*.ı


yoktu. Tugay zaten tanınmak, bir şekilde sesini duyurm ak isteyen
biriydi. Çünkü büyük bir m odacı olmak istiyordu. Bu katili bulııı
da adı katili bulan m edyum diye basında duyulursa güzellik sak»
nunun adı da bir şekilde duyulacak, modacı yönü de bilinecek!ı
Hatta keşke yetişse de o yılın kış koleksiyonu tasarımını insanim.»
gösterebilseydi. İçini çekti.

O halde neden kendini saklıyordu. Üfff... Kız sen de ya anlamıydı

462
SULTAN TARLACI 9

sun ya da hem en unutuyorsun. Tugay bu alanda adını duyuracaksa


çok büyük bir olaya imza atıp o şekilde duyurm ak istiyordu. Katil
bulundu mu ki? Buldu mu Tugay katili? Hani? Yok. İnternet sitesin­
de o kadar kişinin hayatına bakmış, o kadar uzaktan çizim yapmış
saklanan resmi genel hatlarıyla -hatta bazılarını tıpatıp- çizmiş, saklı
nesneleri bulmuş am a katil hakkında o kadar durugörü çalışması,
uzaktan çizim yapsa ona özel niyetlendiği rüyaya da yatsa bulam a­
mış, bulamamış, bulamamıştı. Canı sıkıldı. Belki de katili bulmuştu
am a kimse dikkate almamıştı söylediklerini. Aslında en iyisi neydi
biliyor musun? İmkânın olacaktı gidip kendin bakacaktın uzaktan al­
gıladığın ve gördüğün yerlere. Yoksa ben katili şurada gördüm dedi­
ğin şey gördüğün yerde aranm adıktan sonra katili buldurmazdı ki...

“Ne düşünüyorsun kız?” dedi Tattu Tugay’ın yanına uzanıp. “Kaşı­


nın biri iniyor biri kalkıyor.”

Tugay pat diye yanm a yatıveren Tattu’dan açık olan bilgisayarın ek­
ran sayfasını zor saklamıştı. Bu aklı yarım, ağzı gevşek kız kesinlikle
bilmemeliydi Tugay’ı sitede. Hem herkese duyurur hem de doktor­
dan Tugay’ı kıskanırdı. Çünkü sitedeki tüm kadınlardan kıskanıyor­
du doktoru. Birden bire kendinin “tam ” bir kadın olmadığı geldi ak­
lına. İçine bir ateş düştü. O sıkıntıyla yatağa atlayıp kendini duvara
sıkıştırmış Tattu’ya “A yyy...” dedi. “Sıkıştırdın ayol. Ne diye geldin
yanıma?”

İnternet sitesindekilere de kendini kadın olarak tanıtmış, üstelik “By_


Piccione” takm a isimli bir adam la da hafiften flört etmeye başlamış­
tı. Onunla olan ilişkisi nereye gidecek o da tam bir m uammaydı.

“Canım sıkıldı.” dedi Tattu. “Sen ne yapıyorsun diye bakm aya gel­
dim.”

lügay birkaç elbise modeli açıp “Tasarladığım kış koleksiyonu öze­


linde çalışıyorum.” dedi. Her şeyi bir kenara koysak bile bu Tattu
manyağı Tugay’ın sitede Çitilemeden_Parlatır olduğunu bir bilse
nmür boyu konuşmazdı onunla çünkü sitede en büyük kavgalarını

463
197 G ü n ’ BÖLÜM3

ettiği kişilerden biriydi.

“Çok güzel olmuş.” dedi Tattu biraz daha yerleşerek.

“Şeyime gir şekerim.” dedi Tugay. Birkaç defa başını salladı.

“Ay ne var be neden kızıyorsun?” dedi Tattu. Başını Tugay’ın omzu­


na yaslamış, uzun süre orada olacağını belli emişti. Belki orada uyu­
yacaktı. Tugay Tattu’ya baktı. “Ne o kız?” dedi. “Uyuyacak mısın
erkenden? Kalk bir kahve yap. Hadi kalk, kalk...” dedi. İttiriyordu.
“Kalk, yap da içelim ...”

Tattu’nun kalkası yoktu. “Sen benim kahvemi beğenmiyorsun k i...”


dedi. Gerçekten Tugay Tattu’nun kahvesini hiç beğenmez, bunu da
her defasında dile getirirdi. Çünkü kahve onun özel zevklerindendi.
Kötüsüne taham m ülü yoktu. “A a... Beğenmiyorum değil. İstesen
daha iyisini yaparsın am a baştan savma yapıyorsun diye öyle söy­
lüyorum.” dedi.

“Ee bi defa güzel yapsam hep isteyeceksin!” dedi Tattu kendini över
bir salak bakışla. Bunun ne denli asılsız bir söz olduğunu biliyor
du Tugay. Evrenindili.com sitesine girmeye başladıktan sonra Ta
tu’nun aptallığına olan taham m ülü hiç kalmamıştı. Farklı bir alanda
yeni şeyler öğrenmenin zihni açtığını duymuştum. Acaba Tugay’m
da zevk aldığı alanda yeni şeyler öğrenip kendini geliştirirken mi
açılmıştı Tattu’yla arasındaki zekâ farkı? Ya da bir şekilde kendine
olan güveni yenilenmiş, başka bir deyişle kendini fazla büyük görü»
olmuştu.

Tattu’yu gönderir göndermez siteye öyle bir dalmıştı ki kahveleri


yapip gelen arkadaşının varlığını hissetmedi bile. Tattu ise bir süre
mevcut aklıyla olanları idrak etmeye çalıştı. Tugay siteye üye oh\
mazdı değil mi? Hele ‘Çitilemeden Parlatır’ ismiyle? Önce bazı so
rular oldu. Sonra yarım cevaplar. Bazı sitemler, yarım savunmalaı
Bazı ağlamalar oldu, yarım teselliler. Büyük bir bağrış, tam bir km
şılık. Sonra her şey duruldu. Birbirinden başka kimsesi olmayanlara

464
SULTAN TARLACI

küslük lükstür. Küsmek ve darılmak için bahaneler aram ak yerine,


sevmek ve sevilmek için çareler aram ak gerekir. Yaralayan, diğerini
tedavi etmekle yükümlüdür. Bu dikkatsizlik, Tugay’a biraz pahalıya
patlamıştı. Tattu’ya katili beraber bulup kendisini m eşhur ederken
onu da doktorun gözünde bir num ara yapacağına dair söz verdi.

Önce ellerinde olan görülerden -yani Tugay’m görülerinden- yola


çıkıp katilin nerede olabileceğine yönelik haritalar çizdiler. Sonra
olanları gerçekten unutup katili bulduklarına yönelik tatlı hayaller
kurdular. Tugay kalkıp doğru düzgün bir kahve yaptı. Algılarına takı­
lan isimleri Tattu ile paylaştı. O isimleri internetten aradılar. Çizdikle­
ri haritaya yeniden bakıp etrafına bazı yeni yerler eklediler. Aslında
katil şehrin bir yerinde olabilirdi. Pek çok kişinin “katil yurt dışında”
söylemlerine karşın Tugay her zam an aynı şehirde aramıştı katili.
En kısa zam anda oraya gidip bakm aya karar verdiler. Umutla ve
mutlulukla uyudular.
“Engel olam ayacaksam bu kehaneti neden öğrendim ?”
“K ehanet” Filmi

Dr. Saltı paylaştı, 29 gün önce

151. Gün

Uzun zamandır üzerinde olan bir yükten kurtulmuş ve herhangi bir


konuda ilk defa işe yaradığını keşfetmiş insanlar, önce -alışkanlıkla -
kurtulduğu yükün boşluğunu dolduracak yeni yükler arar sonra da
yaradığı işin yanına başka işler...

Füsun H anım ’da da öyle olmuştu. Yıllardır sırtında kam bur gibi ta
şıdığı “şey’in” lanet değil de yetenek olduğunu öğrenince üstünden
kalkan ağır yükün yerine -alışkanlıkla- nasıl bir yük koysam diye
düşünmüş, belki yıllardır herkeste gördüğü ve dudak büktüğü -evi
nin kadını olma- yükünü kaybolan lanetinin yerine koymaya uygun
bulmuştu. Son haftalarda nasıl bir değişiklikti? Geçmişi görebiliyo
rum diye evde günlük işleri için yardımcısı olduğu halde evde temi/
liği kendi yapmalar, yardımcının yaptığı temizliğin üzerinden bir dr
kendi geçmeler, hiç anlamadığı halde pilavın suyunun ölçüsüne hıı
bardak daha ekletmeler, çocukların beslenmesine daha bir dikkat el
meler, İlker Bey gelince ‘Bugün işler nasıldı?” diye sorm alar... EvH
durum bu kadar vahimdi. Onun kendine olan güvenini yerine kim
koymuştu bilmem am a bu aralar pek bir havalanmıştı. Hatta evi
nin m addi durum una yardım için antika eşyaları satabilecekleri hiı
SULTAN TARLACI 9

internet sitesi açmayı kendine görev bilmiş, sitenin bir köşesine de


satılacak antika eşyaların geçmişini tek tek yazmayı ihmal etmemişti.
İşe yaramıştı yalnız. Özellikle eski sevgililere dair buram buram aşk
kokan eşyalar yeni sevgililerin pek dikkatini çekmekteydi. Bunun
yanında kötü enerjisi ve kara bir geçmişi olan eşyalar da büyücüler
tarafından özellikle tercih edilmekteydi.

Dimdik oturarak başladığı işinde zam an geçtikçe kamburlaşmış sır­


tını yeniden dikleştirdi; çok ağır ve önemli işler yapmış gibi ellerinin
tersini beline dayayarak zincir kemiğini kütletti. Uç saattir hiç kalk­
m adan bilgisayar başında oturuyordu. Ciddi bir ifadeyle dudaklarını
büzüp tek kaşını kaldırmış, son yazdığı antika eşyanın yaşanmışlık­
ları ve geçmişini de sitesine ekleyince biraz mola verm enin iyi ola­
cağını düşünmüştü.

Bir bardak sıcak bir şey içmek de iyi olacaktı ki arkasını dönüp bak­
tığında yüzündeki ciddi “iş kadını” ifadesi hayalet görmüş bir şaş­
kınlığa dönüştü. Anneleri uslu dururken -son zam anlarda yaramaz
bir anne olmuştu bu doğruydu, mesela onları kısıtlayıcı bazı emirler
savurmaktaydı- kızlar da boş durmamış, perdeyi aşağıdan yukarıya
sandalye koyup yetişebildikleri yere kadar şeritler halinde boydan
boya kesmişti. Çünkü kesilmemiş hiçbir perdede Rapunzelcilik oy­
nanamazdı. Bunu en salak insan bile bilirdi. Şatoya tırm anm ak için
yere kadar sarkan bir saç gerekiyordu. Şato var mıydı evde? Yoktu.
Tırmanmak için saç var mıydı? Yoktu. Neyse ki kendi başlarının ça­
resine bakabiliyorlardı. Oyunun başında ‘kimin prenses olacağına
dair’ çıkan kavga, bir süre sonra prensesin eğlenceli hiçbir aktivite-
si olmadığının anlaşılmasıyla ikisinin de prens olup şatoya tırman­
mak istemesine yol açmış; nitekim öyle olmuş, keserek Rapunzel
saçı yaptıkları o perdeye üç saat boyunca belki elli defa tırmanmış,
birkaç defa yere sert iniş yapınca perdenin altına yum uşak yer min­
derlerini çekmeyi akıl edebilmiş, sonrasında bu oyun şatoda kalan
prensesi kurtarmaktan tırman, sallan ve atla Tarzan oyununa dönüş­
müştü. Büyük bir heyecanla ve bağıra bağıra tırmandıkları perdenin

467
197 GÜN • BÖLÜM3

en üstünden aşağıdaki minderlere atlıyor, kendilerini kaybedercesi-


ne gülüyorlardı. Füsun Hanım durum u fark ettiğinde yorulmuş ve
çoktan oturmuşlardı. Annelerinin şaşkınlıkla baktığını görünce biri
hem en koltuğa geçip annesinin bakışını taklit etti. Kardeşine “Bak
b a k ...” diyor, yeniden taklit ediyordu.

Diğeri bakıyor ve bağırarak gülüyordu. Sonra koltuğa diğeri geçi­


yor, annesinin nasıl şaşkınlıkla baktığını bir de o taklit ediyordu. Her
taklitte Füsun Hanım ’ın yüz ifadesini daha şaşkın ve aptal yapıyor­
lar, kimi zam an ağızlarını kocam an açıp gözlerini şaşılaştırıyor kimi
zaman dillerini çıkarıp dudaklarını eğiyorlardı. Bunu yaparken de
gülmekten nefesleri kesiliyordu. Füsun Hanım çocukları hizaya ge­
tirmek için çok geç kaldığını bir kez daha anladı. Bu anlayış, uzun
zamandır bildiği bir konuya, bu konu da onu birkaç haftadır olma­
dığı Füsun’a yeniden döndürm üş, belki son günlerdeki “Her şeyi b a­
şarabilirim” um udunu bir anda kırmıştı. Uzaya bile çıkabilirdi ama
ikizleri durdurm anın imkânı yoktu. Yine de enerjisini bozmamaya
gayret ederek bir bardak çay almak için mutfağa gitti.

Çayı her zaman yaptığı gibi çay bardağına değil, büyük bir kahve
kupasına koymayı tercih etmişti. Son günlerde buna benzer dav­
ranışları her tercihinde gösteriyordu. Yemek m asasında her zaman
oturduğu yerden başka yere oturuyor, sevmediği yemeklerden yi­
yor, eşiyle sohbet ediyor, o güne kadar hiç izlemediği kategoride
filmler izliyor veya ilgisi olmayan konularda kitaplar okuyordu. Ken
dinde keşfettiği “psikometri yeteneği” öyle hoşuna gitmişti ki benzer
keşifler elde etmek için değişiklikler deniyor olmalıydı. Oysa keşfetti
ği şey onu değiştirmişti, değiştiği için keşfetmemişti. Bu keşif piyan
goydu. Bir tesadüftü, lütuftu. Yetenek olduğunu hiç öğrenmeyebilir,
hayatının sonuna dek deli veya lanetli olduğunu düşünüp o şekildi*
yaşayabilirdi. Yine de kendince haklıydı.

Rastgele kazılmış çukurdan bir küp altın bulan biri yeniden altın bul
mak için o günden sonra sık sık çukur kazabilirdi. Yeni bir şansı bel;

468
SULTAN TARLAC1 9

leyecek değildi. İşte altının hangi çukurdan çıkacağı belli olmaz diye
bulduğu her yeri, hatta bir avuç toprağı bile kazan biri gibi bir çay
bardağında bile değişiklik aram a düşüncesiyle bilincin sorgulama
gereği duymadığı, neredeyse kişisel örf haline gelmiş küçük bilinç­
siz alışkanlıklarından bile sıyrılan bir kişinin beyninde devrim oluyor
demektir. Bu devrimin öncülü köşe bucak kaçtığı bir öcünün üze­
rine cesaretle gidip sonucunda bir ödülle pekiştirilmesinden başka
bir şey değildir. Öyle ya yıllardır kaçtığı şeyle bugün bizzat, isteyerek
ilgilenmiyor muydu? Bundan da büyük zevk almıyor muydu? Kim
bilir şimdiye kadar kaçtığı diğer şeylerde ne gibi zevkler vardı? Elbet­
te bunları oturup düşünm üş ve ona göre davranışlarını düzenlemiş
değildi am a elinde olm adan farklı bir Füsun olma yolunda ilerliyor
veya ilerlemeye çalışıyordu.

Bardağının sonuna gelmişti. Zil çaldı. Kızların bağırarak ve birbirle­


rini iteleyerek m erdivenden inişlerinin sesi geliyordu. Füsun Hanım,
bardağın sonunda kalmış çayı mutfak masasının üzerinde bırakarak
kapıyı açmak için mutfaktan çıktı. İlker Bey ara sıra yaptığı gibi b u ­
gün de kapıyı kendi anahtarıyla açmayı tercih etmiş, çoktan içeri
girmiş, hatta kapı ile merdivenler arasındaki sek sek çizgilerini de çiz­
gilere basm adan başarıyla geçebilmişti. Köklü değişiklikler zaman is­
teyen şeylerdir. Kimse bıçakla kesilmiş gibi ertesi gün bam başka biri
olamaz. Evinin hanımı olmaya karar vermiş Füsun Hanım da eşini
karşılarken henüz hoş geldin diyebilecek kadar değişememişti. Yine
de zoraki gülümsedi. Bu gülümseyişi de İlker Bey’in görmesini iste­
memişti. Kendi değişiminin devamı için zorunluydu bu gülümseme.
Onun bundan nemalanmasını istemezdi. Zaten o da görmemişti.
Kızlarla birlikte sofada seksek oynuyor, gülüyor, şakalaşıyordu. Mer­
divenin başından alt kata bakan Füsun H anım ’ın yüzü bu sahneyi
izlerken hiç de m em nun görünmüyordu. İlker Bey, bir de yüksekte
bakılınca iyice kısa, çok kısa, çocuklarla birlikte sanki o da bir çocuk
gibi ufacık görünüyordu.

Can sıkıntısıyla dişlerini sıktı. Bu Füsun oldum olası şükürsüz ve tat-

469
197 GÜN ’ BÖLÜM3

minsiz bir kadındı zaten. Hangi baba kızlarıyla bu şekilde çocuk gibi
oynar ve eğlenirdi? Zaten çocuklar da bu sevgiyi ve sıcaklığı hissedi­
yor, annelerinden çok babalarını seviyorlardı. Biri onlara “Annenizi
mi seviyorsunuz, babanızı mı?” diye soracak olsa hiç çekinmeden
babalarını daha çok sevdiklerini söylerlerdi. Bunda hiç kuşkusuz İl­
ker Bey’in onların her dediğini yapıyor oluşu ve oyunlarına da dâhil
olmasının etkisi vardı. Elbette anneleri de her dediklerini yapar ve
özellikle evcilik oyunlarında çocuk rolünü oynardı, hem de uslu bir
çocuk olsa da -evet ikizler evcilik oyunlarında anne baba oldukları
zaman yaram az çocuk istemez, Füsun H anım ’ı bir köşede usluca
oturturlardı- yani genç kadın görevini hakkıyla yerine getirse de m e­
sela eşek olup onları sırtında taşımıyor, “ai ai” diye bağırmıyordu.
Oysa babaları bunu yapar, sırtında arada bir hoplatırdı da.

Ne yaparsa yapsın Füsun H anım ’ın um urunda değildi. Dünyanın


en kötü kocası olduğuna inandığı bir adam dünyanın en iyi babası
da olsa eşinin gözüne bu vasfı görünmez. İşten yorgun argın geldiği
halde çocuklarıyla seksek oynaması değil, seksek oynarken eğilip
bükülmesi, çizgiden çizgiye atlarken bir çıkrık gibi kendi etrafında
sarılması ağırbaşlılıktan yana beklentisi çok yüksek genç kadının
canını sıkıyor olmalıydı. Oysa ağırbaşlılık nedir? Küçükle küçük ol
m am ak mıdır? Füsun Hanım İlker Bey’de ağırbaşlılık arıyorsa evlen
dikleri günden beri bir kez olsun hoş geldin dememiş, halini hatırını
sormamış, bunların yanında bir de anlamsız kaprisleriyle hayatı ken
dine zehir etmiş karısının üzerine gitmemesinde, bir kez olsun onun
kalbini kıracak tek kelime etmemesinde, ona her zaman müreffeh
bir hayat sunm asında aramalıydı. Yalnız bunları Füsun Hanım’n
diyecek olsanız, adam ın bu vasıflarını cesaretsizlik, kendine güven
eksikliği, iki lafı bir araya getirmekten yoksunluk ve para vermekten
başka şeyi bilmemekle özetleyiverirdi.

O akşam yemekte antika eşyalarını satm ak için açtıkları internet sili­


sinden epey konuştular. Konuştukça biraz daha aile olabiliyorlardı
İlker Bey de eşinin çabasını destekleyici sözler söyledi. Bu destek

470
SULTAN TARLACI 9

antika satımından öte Füsun H anım ’ın eşine destek olmasına destek
gibiydi. Hatta yemekten sonra Füsun Hanım yeniden bilgisayarın
başına geçip kaç antika eşya için istek geldi diye bakarken kızları
uyutma görevini İlker Bey üstlenmiş, onlara masal bile anlatmış, gö­
revini tam amladıktan sonra da eşinin yanm a dönm üştü.

“İstek var mı?” dedi.

Füsun Hanım gelen istekleri onaylarken “Evet, var birkaç ta n e ...”


dedi. “Biri de kömür ütüsü soruyor. Var mı bizde kömür ütüsü?”

İlker Bey “Yok am a bulabileceğim bir yer biliyorum.” diye karşılık


verdi. Bilgisayarın başına eğilmiş bakıyordu. Füsun Hanım, onun
sıcak kokusundan rahatsız olmuştu. Belli etmedi. İlker Bey de an­
lamadı. Sitenin yan tarafında çiçekli böcekli ve kalplerle süslenmiş
‘Geçmiş Zaman Öyküleri’ bölüm üne baktı. “Hayal dünyan ne kadar
geniş...” diyordu. “Böyle bir yeteneğin olduğunu bilmiyordum.”
Füsun H anım ’a baktı. “Güzel yazıyorsun am a...”

Füsun Hanım bir tebessümle cevap verdi.

Bilgisayarı kapatıp yatm aya karar verdiklerinde, kömür ütüsü hari­


cinde başka birkaç isteği not ettiği kâğıdı ertesi gün giyeceği yeleği­
nin minik cebine koyuyordu. Gülümsedi.

“Biri Füsun antika ve eski eşya satışında sana yardım edecek dese
hayatta inanm azdım .” dedi.

Füsun Hanım geceliğinin askısında dikişi gevşemiş, düştü düşecek


minik çiçeğine bakarken bu söze karşılık vermedi am a kendi de bi­
liyordu ki biri de ona sen eşine antika eşya satımında yardım ede­
ceksin dese inanmazdı. Nerede görse kaçtığı antikalarda korkulacak
bir şey olmadığını anlayıp bu şekilde korkularından kurtulduğu gibi,
antikacıya da yaklaşıp ona olan korkularından da mı kurtulmayı mı
düşünüyordu? Yani burada da mı altın arıyordu? Oysa eşine karşı
duyduğu korku değil daha çok tiksinmeye benzer bir şeydi. Belki
de bu konuda geçenlerde doktorun m edyumlar için açtığı internet

471
197 GÜN • BÖLÜM3

sitesinde tanıştığı Prenses Som ya isimli kadının söyledikleri girmişti


aklına.

Değişik biriydi Prenses Somya. Füsun, kaçıp evlenerek annesinin


ölümüne sebebiyet verdiği için eşinden tiksindiğini yazmış, o da an­
nelerin geleceği daha yoğun hissettiğini, muhtemelen kızının kaçtığı
adam la mutlu olamayacağını düşünerek kalp krizi geçirdiğini söy­
lemişti. Bunun yanında kızının mutsuz olacağını düşünm ek anneyi
öldürürken, annenin ölümü kızını mutsuz etmişti. Hayat garip, iç içe
geçmiş sebeplerden ve sonuçlardan oluşan bir şeydi. Anneye o an
biri soracak olsa muhtemelen kızının neden mutsuz olacağına dair
bir fikir yürütemez, ben öleceğim de ondan mutsuz olacak diyemez,
söz gelimi bu mutsuzluğu kızının yaşayacağı bir m addi sıkıntıya bağ­
layabilirdi. Ya da başka bir se b eb e ...

Oysa Füsun H anım ’ı annesinin ölümü yıkmamış mıydı bu evlilikte?


Ne m addi sıkıntısı olmuş ne de bu olaydan başka bir olayı kafasına
takmıştı. Bu durum da Prenses Som ya’nın önerisi eşiyle mutlu olma­
ya çalışıp annesinin kızında olacağını hissettiği mutsuzluk endişesini
daha fazla canlı tutmaması gerektiğiydi. Belki mutlu olmayı başa­
rırsa bu paradokstan kurtulacak, annesinin üzüntüsü ve ölümüne
dair duyduğu vicdan azabı da hafifleyecek veya tam am en bitecekti.
Değişik bir düşünceydi. Doğru olabilirdi. Her anne kızının hataları­
na yine onu düşündüğü için kızardı. Belki denem eye değerdi. Belki
İlker Bey’e bu nedenle iyi davranm aktaydı. Bir ihtimal daha vardı.
İyi olmayan bir ihtimal... Füsun Hanım m edyum lara site açan ve
kendini lanetten kurtaran doktora âşık olmuş ve kendine itiraf ede­
mediği bu duyguyla yüzleşmeden hem en yok etmek için bilinçaltın­
da kendini anneliğe ve eşliğe adamıştı.

Bana kalırsa iyi de yapmıştı.

Gece saat bire geliyordu. İlker Bey banyoya girmiş o da nevresim


leri toplayıp makineye atmıştı. Yeni nevresimleri yatağa geçirirken
yorgun ve mutlu adam banyodan çıktı ve rahatlamış vücudunu yu

472
SULTAN TARLACI 9

muşatıcı kokulu yatağa serip anında derin bir uykuya daldı. Füsun
Hanım duştan çıktıktan sonra uyum ayıp doktorun sitesine girmeyi
tercih etmişti. Doktor bu saatlerde uyuyor olurdu. Başka zamanlar­
da d a sitede saatlerce kaldığı görülmemişti am a... Sohbet odasına
hem en hiç girmezdi. İnternette aktif olmasına rağmen kendi sitesi­
ne bu kadar nadir uğramasını düşününce Füsun H anım ’ın aklına
doktorun başka uğraşları geldi. Genellikle sosyal m edyada Marilyn’e
yönelik yazılarıyla meşguldü beyefendi. Çoğu insan doktorun Maril­
yn’e olan ilgisi hakkında düşünür ve nedenlerine dair teoriler üretirdi
am a Füsun Hanım bu konunun üzerinde fazlaca durmazdı. O na
göre Doktor Marilyn’e âşık falan değildi. Hangi platonik, aşkı süre­
since gerçekleri görmüştü ki? Siteye girer girmez doktorun profiline
tıkladı. Uzun uzun inceledi. Sonra sohbet odasına geçti.

-Giriş-

Yönetici Alanı:

Evrenin Dili Canlı Sohbet Mekânı: 7/24 Odası

( 0 0 :5 8 :1 3 ) İkizler sohbet odasına girdi.

(0 0 :5 8 :1 5 ) ilahiyatçı: anlattığınız durum un varlığını

(0 0 :5 8 :2 1 ) ilahiyatçı: kabul etm em m ümkün değil Som ya hanım

(0 0 :5 9 :0 1 ) ilahiyatçı: şimdiki zamanın veya geçmişin bir şekilde

(0 0 :5 9 :0 5 ) ilahiyatçı: bilinebileceğine katılabilirim am a

(0 0 :5 9 :0 9 ) ilahiyatçı: geleceği görüyorum derseniz

(0 0 :5 9 :2 5 ) ilahiyatçı: bu imkânsızdır

(0 0 :5 9 :3 3 ) ikizler: iyi geceler arkadaşlar

473
> 197 GÜN • BÖLÜM3

(0 0 :5 9 :3 8 ) P ren ses_ S o m y a: neden imkânsız olsun hocam?

(0 0 :5 9 :5 2 ) P ren ses_ S o m y a: hoş geldin ikizler

(0 0 :5 9 :5 7 ) ilahiyatçı: size de iyi geceler ikizler hanım

(0 0 :5 9 :5 8 ) Ç itilem eden_P arlatır: iyi geceler hayatım

(0 1 :0 0 :0 8 ) ilahiyatçı: bir defa geleceğin görülebileceği düşüncesi


kader inancımızla da çelişir

(0 1 :0 0 :1 1 ) ilahiyatçı: şimdi siz burada diyorsunuz ki

(0 1 :0 0 :1 2 ) ilahiyatçı: arkadaşınız trafik kazasında ölmeden önce

( 0 1 :0 0 :1 8 ) ilahiyatçı: bu olayı gördünüz

( 0 1 :0 0 :2 2 ) P ren ses_ S o m y a: evet. Aynen gördüm.

( 0 1 :0 0 :2 9 ) ilahiyatçı: m adem kazayı olm adan önce gördünüz o


halde önleseydiniz. Neden önlemediniz?

( 0 1 :0 0 :3 0 ) P ren ses_ S o m y a: nasıl önleyebilirim?

(0 1 :0 0 :3 3 ) P ren ses_ S o m y a: ben oturduğum yerde kanepem de


görüyorum

(0 1 :0 0 :3 6 ) P ren ses_ S o m y a: arkadaşımın evi benden on kilomet­


re uzakta

(0 1 :0 0 :4 6 ) P renses_S om ya: kaza yerine ışınlanarak mı gideceğim?

( 0 1 :0 0 :4 7 ) Ç itilem eden_P arlatır: ay hocam yanlış anlamayın


am a prenses haklı

( 0 1 :0 0 :4 8 ) Ç itilem eden_P arlatır: gelecekte gördüğümüz her ola­


yı engelleyebilme şansımızın olmaması

(0 1 :0 1 :0 0 ) Ç itilem eden_P arlatır: onları görmediğimiz anlamına


gelmiyor

(0 1 :0 1 :1 4 ) ilahiyatçı: o halde Allah Teala size gelecekte olacak bu


olayı neden gösteriyor?

4 74
SULTAN TARLAC1 9

(0 1 :0 1 :2 0 ) ilahiyatçı: kötü olayları görüyorsunuz am a görmeniz


hiçbir işe yaramıyor

(0 1 :0 1 :3 1 ) ilahiyatçı: önceden görüldüğü, bilindiği halde önüne


geçilemiyor

(0 1 :0 1 :3 6 ) ilahiyatçı: sizin mantığınız bunu alıyor mu?

(0 1 :0 1 :4 5 ) ilahiyatçı: Allah Teaia’nm yarattığı hiçbir şey sebepsiz


değildir

(0 1 :0 1 :5 4 ) ilahiyatçı: geleceği görmek gibi bir yeteneği de bazı


insanlarda var ettiyse

(0 1 :0 1 :5 8 ) ilahiyatçı: bunun bir sebebi ve faydası olmalı değil mi?

(0 1 :0 2 :0 6 ) ikizler: gelir gelmez birden sohbetinizin arasına dalmak


gibi olmasın am a ben bu konuda şöyle düşünüyorum hocam

(0 1 :0 2 :1 0 ) ikizler: geleceği göremiyorum, bu konuda yeteneğim


yok. Sadece geçmiş olayları görüyorum ben am a

(0 1 :0 2 :1 2 ) ikizler: geleceği görebilen arkadaşlarımı da anlayabi­


liyorum

(0 1 :0 2 :1 7 ) ikizler: biraz geniş düşünürsek durum anlaşılır.

(0 1 :0 2 :1 8 ) ikizler: biz, insanlar olarak üçüncü gözün varlığına


inanmayabiliriz,

(0 1 :0 2 :2 4 ) ikizler: oysa iki gözümüzle gördüğümüz olaylarda, m e­


sela bir kazanın göz göre göre “geliyorum!” dediği durum larda sanki
önlem alıyor muyuz?

(0 1 :0 2 :3 3 ) ikizler: mesela bir genç kız. Kendi için hiçbir gelecek


vadetm eyen bir ilişkiye kendini atabilir

(0 1 :0 2 :3 7 ) ikizler: bu hatayı bile bile yapabilir

(0 1 :0 2 :3 8 ) ikizler: ya da trafik kazaları... Pek çok kişi önlemini


alm adan yola çıkar. O kazada ailesinin ölümüne bile yol açabilir...

475
197 GÜN • BÖLÜM3

(0 1 :0 2 :4 1 ) ikizler: insanların beş duyusunu kullanarak bildiği,


hata yapacağını öğrendiği ve yine de hata yaptığı binlerce örnekten
sadece ikisidir b u ...

(0 1 :0 2 :5 4 ) ikizler: yani biz ge'eceğe dair tahm inde -mantıksal-


çıkarımda bulunduğumuz iki gözümüzle de gördüğümüz olaylarda
bile hata yaparken

(0 1 :0 3 :0 5 ) ikizler: üçüncü gözümüzle gördüğümüz gelecekteki


olaylarda da hata yapmamız veya bir şeylerin önüne geçemememiz
normaldir

(0 1 :0 3 :1 1 ) ikizler: bu üçüncü gözün yokluğundan değil, tedbirsiz­


likten kaynaklanan bir şey

(0 1 :0 3 :2 2 ) ikizler: mesela prenses arkadaşına telefon edebilirdi o


an am a etmedi sanırım

(0 1 :0 3 :2 8 ) P ren ses_ S o m y a: çok haklısın ikizler... ben gördüğüm


pek çok olayda bile bile lades yaşadım hayatım da... arkadaşım a da
telefon etmedim, ne yalan söyleyeyim.

(0 1 :0 3 :5 3 ) Ç itilem eden_P arlatır: bir de telefon etsen ne olacaktı


hayatım?

(0 1 :0 3 :5 9 ) Ç itilem eden_P arlatır: belki tam kaza anında araya


çaktın ve sonra hadi bakalım vicdan azabı

(0 1 :0 4 :0 0 ) Ç itilem eden_P arlatır: acaba ben aradım, dikkati da


ğıldı ondan mı kaza yaptı diye...

(0 1 :0 4 :0 9 ) P ren ses_ S o m y a: doğru

(0 1 :0 4 :2 3 ) ikizler: evet o da olabilir

(0 1 :0 4 :3 3 ) ilahiyatçı: yani siz, geleceği görme esnasında kişide


gelen bilgiye göre hareket etmesini engelleyen bir çeşit uyuşukluk
oluştuğunu mu söylüyorsunuz

(0 1 :0 4 :3 3 ) ikizler: insanın geleceği görebilmesinin onu yönlendi

476
SULTAN TARLACI 9

rebileceği anlam ına gelmediğini söylüyoruz.

,(0 1 :0 4 :5 3 ) ilahiyatçı: öyleyse insanlar geleceği neden görsün di­


yorum ben d e...

(0 1 :0 4 :5 7 ) ilahiyatçı: Allah sebepsiz ve faydasız bir şey yaratmaz


diyorum

(0 1 :0 5 :1 3 ) ilahiyatçı: geleceği görebilme yeteneğini yaratmışsa


bir sebebi ve bu yeteneğin bir faydası olmalı diyorum

(0 1 :0 5 :1 7 ) ilahiyatçı: eğer faydası yoksa kendi de yoktur, yaratıl­


mamıştır

(0 1 :0 5 :1 9 ) ikizler: ben de diyorum ki Allah mantığı da yaratmış


am a faydasız kaldığı pek çok nokta oluyor

(0 1 :0 5 :2 1 ) ikizler: Allah sadece üçüncü gözü değil iki gözü de


yaratmış am a iki gözünü kullanmayan çok insan oluyor

(0 1 :0 5 :3 2 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: belki faydasız değil, sadece biz


faydalanamıyoruz?

(0 1 :0 5 :3 5 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: Allah elektriği de çok önceden


yarattı am a insanların elektriği dünya kurulduktan kaç yıl sonra kul­
landı

(0 1 :0 5 :4 3 ) Ç itilem eden_Parlatır: psişik yetenekler de böyledir


belki...

(0 1 :0 5 :4 7 ) Ç itilem eden_P arlatır: insanlar zam an içinde kullan­


mayı öğrenecektir

(0 1 :0 5 :5 0 ) P ren ses_ S o m y a: ben de şimdi siz bunu tartışırken


olayı tersinden düşündüm

(0 1 :0 5 :5 4 ) P ren ses_ S o m y a: diyorsunuz ya gelecekte olan olaylar


görülebilseydi, değiştirilebilirdi. Bu da kader inancına ters düşerdi

(0 1 :0 6 :1 8 ) P ren ses_ S o m y a: peki ya gelecekte olacak olayların


önceden görülmesi kaderin varlığına ispatsa?

477
197 GÜN * BÖLÜM3

(0 1 :0 6 :2 2 ) P ren ses_ S o m y a: yani başımıza gelecek her şeyin ön­


ceden yazılı olduğu, olayı olm adan önce görmemizle bir nevi kanıt­
lanmış oluyor. Hiçbir şey rastlantı, tesadüf, hem en o anda oluvermi-
yor. Olacağı önceden, çok önceden belirlenmiş ve bize de olmadan
önce gösteriliyor

(0 1 :0 6 :2 5 ) ilahiyatçı: ilginç bir bakış açısı Prenses hanım ...

(0 1 :0 6 :2 8 ) ilahiyatçı: dediğiniz meseleyi rüyalar için kabul edebi­


lirim belki

(0 1 :0 6 :4 0 ) ilahiyatçı: am a

(0 1 :0 6 :4 6 ) P ren ses_ S o m y a: am a durugörü için kabul edemez­


siniz...

(0 1 :0 6 :5 6 ) P ren ses_ S o m y a: çünkü yetiştiğiniz İslam kültürü kâ­


hinlerden nefret etmektedir oysa rüyaya sempatiyle yaklaşmaktadır

(0 1 :0 7 :0 4 ) P ren ses_ S o m y a: çünkü hiç durugörü deneyimi yaşa­


madınız oysa pek çok kez rüya gördünüz, kendiniz de şahit oldunuz

(0 1 :0 7 :0 8 ) P ren ses_ S o m y a: Allah’ın rüyayı yarattığını am a duru-


görüyü yaratmadığını düşünüyorsunuz

(0 1 :0 7 :1 4 ) P ren ses_ S o m y a: “durugörü belki kaderin kanıtıdır”


diye farklı bir görüş getirilince hoşunuza gidiyor, durugörü değil ama
belki rüyalarda görülen haberci olaylar için olabilir diyorsunuz

(0 1 :0 7 :2 9 ) P ren ses_ S o m y a: oysa konuşm aya başladığımızdan


beri karşı çıktığınız şey geleceğin olm adan önce görülmesiydi

(0 1 :0 7 :3 8 ) P ren ses_ S o m y a: bunu rüya için kabul etmek, duru­


görü için reddetmek neden?

(0 1 :0 8 :2 1 ) P ren ses_ S o m y a: rüyada bize gelecek bilgisi veren Al


lah durugörüde de verir... İsmi rüya olmuş, durugörü olmuş çok mu
önemli?

(0 1 :0 8 :4 9 ) Ç itilem eden_P arlatır: ay pardon şekerler araya giri

478
SULTAN TARLACI 9

yorum am a

(0 1 :0 9 :0 2 ) Ç itilem eden_P arlatır: kafama takılan bir konu...

(0 1 :0 9 :5 0 ) Ç itilem eden_P arlatır: durugörünün varlığını -madem


gelecek görülüyorsa, kötü olaylar engellenebilir- düşüncesinden ha­
reketle bunun önceden belirlenmiş kadere ters olduğu düşüncesi
dualar için de geçerli o halde

(0 1 :0 9 :5 8 ) Ç itilem eden_P arlatır: geleceği görüyoruz veya gör­


müyoruz

(0 1 :1 0 :3 6 ) Ç itilem eden_P arlatır: am a geleceğimizin iyi olması


için dua etmiyor muyuz?

(0 1 :1 0 :3 9 ) Ç itilem eden_P arlatır: kader önceden yazıldıysa ne­


den dua edelim?

(0 1 :1 0 :4 6 ) ilahiyatçı: çiti hanım

(0 1 :1 0 :5 8 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: ay senin çiti hanım diyen dilini


yesinler...

(0 1 :1 1 :2 1 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: seviyorum kız ben bu adam ı...

(0 1 :1 1 :2 5 ) Ç itilem eden_P arlatır: söyle şekerim

(0 1 :1 2 :2 7 ) ikizler: :D

(0 1 :1 2 :4 6 ) ilahiyatçı: kader denilen şey

(0 1 :1 3 :0 5 ) ilahiyatçı: Allah razı olsun, ben de sizi severim

(0 1 :1 3 :0 9 ) ilahiyatçı: kader denilen şey, başımıza gelecek olayla­


rın Allah tarafından önceden bilinmesidir.

(0 1 :1 3 :1 3 ) ilahiyatçı: başımıza gelmesi olayına ise kaza diyoruz

(0 1 :1 3 :1 9 ) ilahiyatçı: iyi veya kötü... başımıza her ne geliyorsa


“gelmesi olayının adı” kader değil kazadır esasında

(0 1 :1 3 :4 1 ) ilahiyatçı: dua ederiz çünkü dua ile kader değişebilir

479
197 GÜN • BÖLÜM3

( 0 1 :1 3 :5 2 ) ilahiyatçı: Allah da senin dua edip kaderini değiştire­


ceğini önceden bilir bu da kaderdir

(0 1 :1 3 :5 4 ) Ç itilem eden_P arlatır: peki ya dua etmezsem?

(0 1 :1 3 :5 8 ) ilahiyatçı: Allah onu da bilir. Yani dua edip etm eyece­


ğini de bilir

(0 1 :1 4 :1 7 ) ikizler: bakın bu söylediğinizi durugörü mantığına


oturtursak ne kadar anlamlı oluyor

(0 1 :1 5 :4 7 ) ikizler: belki bir gün gelir

( 0 1 :1 5 :5 4 ) ikizler: insanlar durugörüyü kullanmasını öğrenir

(0 1 :1 6 :1 5 ) ikizler: gelecekte olacak kötü olayları, hepsini olmasa


bile bir kısmını engeller

(0 1 :1 6 :5 3 ) ikizler: bunun da kader inancına aykırı hiçbir durumu


yoktur

(0 1 :1 7 :1 2 ) ikizler: çünkü Allah, bizim durugörüyü kullanmayı öğ­


renip bazı kötü olayları engelleyeceğimizi de önceden biliyordur

(0 1 :1 7 :2 0 ) ikizler: kaderimizde kaderi değiştirmek varsa neden


olmasın?

(0 1 :1 7 :2 8 ) ikizler: dualarla, durugörülerle veya rüyalarla...

(0 1 :1 7 :3 2 ) P ren ses_ S o m y a: çok doğru ikiz...

(0 1 :1 7 :3 9 ) P renses_S om ya: bir zamanlar kızamıktan binlerce kişi


ölmüştü

(0 1 :1 7 :4 7 ) P renses_S om ya: aşısı bulundu ve artık kimsenin ka­


deri değil kızamıktan ölm ek...

(0 1 :1 7 :5 8 ) P renses_S om ya: Allah beyin vermiş kullanalım diye

(0 1 :1 8 :2 8 ) E_S_P sohbet odasına girdi.

(0 1 :1 8 :3 0 ) E _S JP : iyi geceler

480
SULTAN TARLACI 9

(0 1 :1 8 :3 3 ) ilahiyatçı: iyi geceler

(0 1 :1 8 :3 8 ) P ren ses_ S o m y a: iyi geceler

(0 1 :1 8 :4 7 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: iyi geceler

( 0 1 :1 8 :4 9 ) E_S_P: kalabalıkmış. Bu saatte neden uyumadınız ba-


kayıfn?

(0 1 :1 9 :0 9 ) Ç itilem eden_P arlatir: sen neden uyandın geldin


önce onu açıkla

(0 1 :1 9 :2 0 ) E_S_.P: bir rüya gördüm de unutmayım diye not alır­


ken uykum açıldı

(0 1 :1 9 :3 4 ) E_S_ _P: ne var ne yok bir girip bakayım dedim

(0 1 :1 9 :4 2 ) P ren ses_ S o m y a: hayırdır ne gördün E S P?

(0 1 :1 9 :5 9 ) E_S__P: kendimle alakalı çok güzel bir rüya

(0 1 :2 0 :0 7 ) E_S_P: kapalı çarşıda alışveriş ediyorm uşum

(0 1 :2 0 :1 2 ) E_S_P: epey dolaştım alışveriş ettim

(0 1 :2 0 :2 7 ) E_S_P: sonra bizim çocukluğumuzda olan ipe dizili


şekerler var ya

(0 1 :2 0 :4 0 ) E_S__P: onların satıldığı bir yer varmış oraya girdim

(0 1 :2 0 :4 7 ) P ren ses_ S o m y a: evet

(0 1 :2 1 :1 0 ) E_S_P: girdiğim yer büyük bir avluya açılıyormuş

(0 1 :2 1 :2 6 ) E_S_P: çocuklar gördüm ip atlıyorlardı

(0 1 :2 1 :3 0 ) E_S_P: ben de onlarla birlikte atlam aya başladım

(0 1 :2 1 :3 0 ) E_S_P: bir yandan şeker yiyorum, bir yandan atlıyorum

(0 1 :2 1 :3 9 ) E_S_P: derken midem bulandı, sanki gerçek gibi his­


settim bulantıyı

(0 1 :2 1 :5 0 ) E_S__P: kusuverdim, bir görseniz nasıl çeşitli bir kusmuk

481
197 GÜN ' BÖLÜM3

(0 1 :2 1 :5 4 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: neresi çok güzel bu rüyanın


ayol midem kalktı

(0 1 : 2 2 : 0 1 ) ikizler: çocukluğunu hatırlamış ya ondan hoşlandı rü­


yadan

(0 1 :2 2 :0 4 ) E_S_P: yok, ondan değil. Rüyadan belli para gelecek


bana bir yerden

(0 1 :2 2 :1 3 ) P ren ses_ S o m y a: ne ilgisi var?

(0 1 :2 2 :1 6 ) ilahiyatçı: rüyasında alışveriş ediyordu ondan sanırım

(0 1 :2 2 :1 8 ) E_S_P: yok, alışveriş etmemle ilgisi yok. Alışveriş et­


mem uzaktaki bir akrabam ın ziyaretime geleceğine gelir.

(0 1 : 2 2 : 2 0 ) ikizler: çocukluğunu gördü şeker yedi ya ondan diyor


para gelecek diye... çocuklara para hep kazanm adan gelir...

(0 1 :2 2 :2 5 ) E_S_P: yok ondan değil, çocukluğumu görmem iste­


diğim bir şeyin geç olacağına, şeker yemem de canımın bir süre
sıkılacağına gelir

(0 1 :2 2 :3 4 ) Ç itilem eden p arlatır: ne ilgisi var hayatım, kendin


yorumluyorsun olur mu hiç

(0 1 :2 2 :4 4 ) E_S__P: ben ne zam an rüyam da alışveriş yapsam bir


akrabam gelir, ne zam an çocukluğumu görsem bazı işler gecikir, ne
zaman d a tatlı yesem canımı bir şey sıkar

(0 1 :2 2 :5 2 ) ilahiyatçı: e para nereden gelecek?

(0 1 :2 2 :5 3 ) E_S_P: kustum ya... O radan gelecek.

(0 1 :2 2 :5 5 ) Ç itilem den_P arlatır: saçm a...

(0 1 :2 2 :5 8 ) E_S_P: sen ne anlayacaksın benim rüyalarımdan da


saçm a diyorsun. Yarın olacak şeyi ben sana söyleyeyim...

(0 1 :2 3 :0 7 ) E_S_ _P: sanırım miras işi b u ... Uzaktan gelecek akra


bam bana mirasla ilgili bazı bilgiler ve para getirecek

482
SULTAN TARLACI 9

(0 1 :2 3 :0 9 ) E_S_ _P: ben de bir şeyler isteyeceğim am a istediğim


geç olacak

(0 1 :2 3 :1 4 ) E_S_P: bu süreçte canım sıkılacak ve ne olursa olsun


elime bir miktar para geçecek

(0 1 :2 3 :2 0 ) P ren ses_ S o m y a: pes... Kapalı çarşıda şeker yiyip ip


sekmek, sonrasında da kusmak bu mu?

(0 1 :2 3 :2 3 ) E_S__P: ya yarmaya da ertesi gün olacak olan aynen


bu. Ben rüya sembollerimi-bilirim.

(0 1 :2 3 :3 7 ) ikizler: çok garip... Mesela bu rüyanın yarısı değişik


olsaydı yine aynı semboller mi kullanılacaktı?

(0 1 :2 3 :4 0 ) E_S_JP: ne gibi?

(0 1 :2 3 :4 3 ) ikizler: mesela kapalı çarşıda geziyorsun, ne bileyim


şeker değil de gittin baharat aldın, sonra ip sektin ve miden bulandı
am a kusmadın. O zaman ne olacaktı?

(0 1 :2 3 :5 3 ) E_S_P: alışveriş yaptığım için uzaktaki akrabam yine


gelecekti, çocukluğumu yine gördüğüm için yine canım bir şeye sıkı­
lacaktı ki m uhtem elen bu can sıkıntısı onun paradan bahsedip para
vermemesiyle ilgili olacaktı. Çünkü midem bulandığı halde kusma­
mam, para konusu döndüğü halde elime para geçmemesi dem ek...

(0 1 :2 3 :5 8 ) ikizler: baharat?

(0 1 :2 4 :0 3 ) E_S_P: baharatın sembolü kesin değil

(0 1 :2 4 :1 1 ) E_S_P: pek çok kez görmüşüm am a gördüğüm günler


baharatı diğer sembollerden ayıracak ortak olaylar yaşam am ışım ...

(0 1 :2 4 :1 5 ) E_S. _P: sanırım aşçı olduğum ve baharatı çok kullandı­


ğım için günlük hayatım bilinçaltına yansıyor o konuda...

| (0 1 :2 4 :3 2 ) P ren ses_ S o m y a: ben bu rüya konusuna pek itibar


etmiyorum

! (01 :2 4 :4 9 ) Prenses_Som ya: şimdi ilahiyatçı bana karşı çıkacak ama

483
197 GÜN ■ BÖLÜM3

(0 1 :2 5 :1 1 ) Pren ses_Som ya: bak işte ben rüyayla falan uğraşmam

(0 1 :2 5 :1 7 ) P ren ses_ S o m y a: bana akrabam gelecekse, para vere­


cekse ben de bunu durugörüm de göreceksem görürüm

(0 1 :2 5 :2 9 ) P ren ses_ S o m y a: gerçekte yaşayacağım şekilde duru-


görüde de getirir aynen parayı verir...

(0 1 :2 5 :3 2 ) P ren ses_ S o m y a: yok ip atlayım yok kusayım ... Saç­


m a sapan

(0 1 :2 5 :5 2 ) ikizler: demek ki yetenekler de değişik değişik bu alanda

(0 1 :2 5 :5 6 ) E_S_P: saçm a sapan mı?

(0 1 :2 6 :1 0 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: benim de aklıma yatmadı. Yat­


madı derken şöyle yani

(0 1 :2 6 :1 3 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: nasıl çözüyorsun bu sembolleri


anlamadım

(0 1 :2 6 :2 6 ) E_S_P: aklın olsa yatardı

(0 1 :2 6 :2 8 ) E_S__P: gecenin bu vaktinde iki saat size nasıl sembol


çözdüğümü anlatam am

(0 1 :2 6 :3 4 ) E_S_ P: yorgunum uyuyacağım

(0 1 :2 6 :4 1 ) E_S_.P: ben birileri gibi sabahtan akşam a kadar kane­


pem de kalça genişletmiyorum

(0 1 :2 6 :4 7 ) E_S_P: çalışıyorum

(0 1 :2 6 :5 6 ) P ren ses_ S o m y a: senin ağzın kalçandan geniş...

(0 1 :2 7 :0 1 ) ilahiyatçı: rüyalar sahih rüyalar ve şeytani rüyalar ol


mak üzere

(0 1 :2 7 :0 5 ) Ç itilem eden_P arlatır: ay dur ilahiyatçı başlam a Al


lah’ı seversen

(0 1 :2 7 :0 8 ) Ç itilem eden_P arlatır: gecenin bu vaktinde ağır biı


konu

484
SULTAN TARLACI 9

(0 1 :2 7 :1 0 ) Ç itilem eden_P arlatır: am a kafasız dedin kırıldım


E_S_R İnsanın kalbini kırmaya değmez bir konu sonuçta

(0 1 :2 7 :1 9 ) E_S_P: biri saçmalık dedi ben de kırıldım

(0 1 :2 7 :2 5 ) P ren ses_ S o m y a: burada kimin kırıcı olduğu çok belli

(0 1 :2 7 :3 4 ) P ren ses_ S o m y a: ben çıkıyorum bu sohbetten, bir


daha da gelir miyim buraya bilmiyorum

(0 1 :2 7 :4 0 ) ilahiyatçı: efendim Allah’ı seversen sus diyecek kadar


sohbetimden rahatsızsanız ben de gideyim

(0 1 :2 7 :4 7 ) ilahiyatçı: bundan sonra gelmem, sizi de rahatsız etmem

(0 1 :2 7 :5 6 ) E_S__P: siz yerinizde kalın... Ben giderim. Ne de olsa


istenmeyen b enim ...

(0 1 :2 8 :0 0 ) Ç itilem eden_P arlatır: burada akılsız diye hakarete


uğruyorum

(0 1 :2 8 :0 5 ) Ç itilem eden_P arlatır: bir de kırıcı mı oluyorum?

(0 1 :2 8 :0 9 ) Ç itilem eden_Parlatır: ben sizin sohbetinizi genel olarak


seviyorum ilahiyatçı am a şu an saat çok geç olduğu için söyledim.

(0 1 :2 8 :1 5 ) Prenses_Somya sohbet odasından çıktı.

(0 1 :2 8 :2 2 ) E_S_P sohbet odasından çıktı.

(0 1 :2 8 :2 5 ) İlahiyatçı sohbet odasından çıktı.

(0 1 :2 8 :2 6 ) ÇitilemedenJParlatır sohbet odasından çıktı.

(0 1 :2 8 :3 1 ) kizler: aaa

Siteden çıkış.

485
“Birbirinizi sevin
A m a aşkı bir sözleşmeye çevirmeyin.
Bırakın aşk , daha ziyade ruhlarınızın sahilleri arasında
D evinen bir um m an olsun!
Ve birlikte ayakta durun
A m a birbirinize çok yakın değil
Zira mabedin sütunları ayrı durur
Halil Cibran

Dr. Saltı paylaştı , 23 gün önce

157. G ün
Çiyan’m zeytinliği denir. O kadar büyüktür ki dönem dönem hem
kendi köyünden hem de civar köylerden işçi almasına rağmen b a­
kımsızlıktan çalıya dönm üş zeytin ağaçlarına rastlayabilirsiniz. Bu­
nun yanında genç ve kendini korumayı bilmiş ağaçlarıyla neredeyse
sınırsız bir zeytin ormanını andırır.

İşçilerden Çiyan’ı çok fazla tanıyan yoktur. Tek tük tanıyan çıkarsa
Çiyan hakkında size söyleyeceği ilk şey onun çok akıllı bir adam ol­
duğudur. Genellikle kulaktan kulağa yayılmış ve aslında doğruluğu
da tam bilinmeyen kalıplaşmış ifade “Bu Çiyan denen herifin akıllı
olduğu sağır ve dilsiz bir avrat alm asından belli...” sözüdür. “Kıdem­
li” işçilerin patronu tanıyormuşçasına büyük bir böbürlenmeyle “ye­
nilere” söylediği bu sözde “ona herif diye hitap ediyorum ” tavrında
büyüklük taslamaktan çok hayatlarında bir kez dahi görmemelerini'
rağmen “o da bizden” anlam ında bir samimiyet ve sözün içeriğinde
ki kadınların çenesinden bıkkınlık ifadesinde Çiyan -patron ve zen
gin de olsa- evli olduğu için şanssızlığına binaen yine “o da bizden”
samimiyeti vardır.

Bunun ötesinde zenginliğine bakılacak olursa akıllı biri olduğu zn


SULTAN TARLACI 9

ten belli olsa bile, kadın dırdırından kurtulmanın yolunu bulmuş Çi­
yan’ın aklını başka yönden keşfetmiş kişi, bunu dinleyenlerce böyle
bir tespitte bulunduğu için hayran bakışlarla takdir edilir. Oysa bir­
kaç ay sonra Çiyan hakkında herhangi bir soru başka bir “kıdemli”
işçiye soracak olsalar soru ne olursa olsun aynı cevabı alacaklardır.
Altı aydan sonra ise kişi kendi bile söyleyebilir bunu. Hatta yaşadı­
ğım dönem de ben de aynı sözü defalarca söylemek istemiş am a pat­
ron hakkında bana kimse soru sormadığı için dile getirememiştim.
Yine de bir gün kendi kendime zeytin toplarken “Şu zeytinlerdeki
verime bak. Bu Çiyan denen herifin akıllı olduğu sağır ve dilsiz bir
avrat alm asından belli.” dedikten sonra kendi kendime söylediğim
için takdir edici bir bakışla karşılaşmasam da hevesimi gidermenin
mutluluğunu yaşamıştım.

Çiyan denen herifin gerçekten sağır ve dilsiz bir kadınla evli olup
olmadığı bilinmemekle birlikte bu sözde hiçbir doğruluk payı yok
denemez. Bir defa bu zeytinlikte tüm erkeklerce kabul edilen bir şey
vardır ki sağır ve dilsiz bir kadın tercih etmek gerçekten akıllıca bir
iştir. Bu nedenle buralarda hangi erkek karısıyla kavga edip dırdır
dinlerse kavganın bir tarafında m uhakkak “Zaten bende Çiyan ka­
dar akıl olsa ben de zengin olur paraya para dem ezdim .” sözü ge­
çer, bu sözde açıkça söylenmese de karşıdaki kadın Çiyan denen
adam ın akıllı olduğu nereden belli, bilirdi. Çiyan üzerine hayaller
kurulur, fikirler yürütülürdü. Karısı kör değildi. Orası tam am . Sonuç­
ta bir yaramazlık yapacak olsa karısının gözü önünde yapm ayaca­
ğına göre gözünün görüyor olması sorun değildi. Yaptığını biri gelip
karısına söyleyecek olsa kadın duyamayacaktı. Bir şekilde anlattılar
diyelim. Ne olacaktı? Dırdır yapıp adam ın kafasının etini yiyebilecek
miydi? Ama ne gerek vardı böyle düşüncelere? Zaten cesaret miydi
Çiyan’ın yaptıklarını gelip karısına söyleyebilmek?

Çünkü adam ın belalı bir tip olduğu onun hakkında bilinen ikinci
özellikti. Bu sebepten olmalı zeytinlik Çiyan’ın pek de ziyaret etm e­
diği am a bazı siyah takım elbiseli adam larca bazı aylarda sıklıkla

487
197 GÜN • BÖLÜM3

ziyaret edilen koca evin etrafını çevirmiş polisler görünce “Belalı


adam şu Çiyan.” demekten kendimi alamadım.

O polislerden biri cebindeki telsize ulaşabilmek için son beş daki­


kadır hareketsiz kaldığı ve büktüğü dizinin birini açıp hafifçe aya­
ğa kalktı. Ters tuttuğu telsizi uzun parmaklarıyla çevirip düzeltti ve
dudağına yaklaştırıp kendinden epey uzaktaki eve bakarak “Sabit
kalın!” dedi.

Hava gittikçe kararıyordu. Yarasalar alçaktan uçm aya başlamıştı.


Ayağının yanından bahçe hortum u çekiliyormuş gibi hızlı bir hare­
ketlilik oldu. Polis birden geri çekildi. Ayaksız kertenkeleyi yılan zan­
nedip korkmuş olmalıydı. Bir yılan gibi uzundur ve çoğu kişi yılan
zanneder am a aslında zararsız bir hayvandır. Öyle olmasa komiseri
çoktan sokmuştu. Yılan sokmasından ölmüş biri olarak bunu çok
iyi bilirim. Bir beş dakika daha geçti. Kırk beş dakikayı aşkın süredir
gözlemledikleri evin ışıkları sönmüştü. Yeniden telsizi alıp “Çem be­
ri daraltıyoruz...” dedi. Kendine en yakın mesafedeki arkadaşı elli
metre kadar ilerideydi. Evin etrafını çeviren polis sayısı otuzdan faz­
la olmalıydı. Komuttan sonra kendi de yavaş yavaş eve ilerlemeye
başladı. Burnu geriliyor, buna rağm en nefesi sanki dar bir delikten
çıkıyormuş gibi hışırdıyor, bu sese zeytin yapraklarının sesi karışı­
yordu.

Bir an ilerlemeyi bırakıp olduğu yerde durdu. Ayak seslerinden, ne­


fesinden, yapraklardan, gecenin uğultusundan ve hayvanların sesle
rinden başka “yabancı” bir ses duym uş veya algılamıştı.

“Sana o gün depoda psişik kişilerin zeytin çizdiğini söylemiştim."


dedi yabancı sesin sahibi. Komiser bu sesi tanıyor olmalıydı ki su
ratındaki memnuniyetsiz ifade kısa sürede bezginliğe dönüştü. “Ya1
E vet...” dedi can sıkıntısıyla. “Fıçıda zeytinyağı var diye tutturup
zorla ateş ettirdiğin günden bahsediyor olmalısın.” Birden kadına
döndü ve: “Sonunda da patlamıştı!” diye bağırdı. Bir saate yaklaşan
sessizliğini bu şekilde tedbirsiz bozmasına bakılırsa epey öfkeliydi.

488
SULTAN TARLACI 9

“O rada yanılan bendim .” dedi kadın sessizce. Bu sessizlikte karşı-


dakinin de sessiz olmasını hatırlatan bir uyarı var gibiydi. “Kabul
ediyorum am a neticeye bakarsak biz şu an elimize gelen delillerle
birlikte bir zeytinlikteyiz. Elinde hiçbir ihbar olm adan zeytin çizen bir
psişik ile onca ihbarla olay yerine gelen polis aynı verilere ulaşıyorsa
burada bir durup düşünm ek gerek.” Son sözleri daha da sessiz söy­
lemişti. Yalnız bu sessizlikte tedbirden öte karşıdakinin tepkisinden
korkmak vardı sanki.

“Bilmiyorum farkında mısın?” dedi komiser. Normal bir ses tonuyla


konuşuyordu. Sesini sanki karşıdakinin inadına kısmıyordu ya da
iyice duyulsun istiyordu. “Ne zaman bir yere gitsem yanım da beliri­
yorsun ve hiçbir işe yaram adan sadece falcı kadınları takdir etmem
için zorlayıcı konuşmalar yapıyorsun.”

“Onlar falcı değil. Psişik dedektif desek daha düzgün bir ifade olur.”

“Psişik dedektif mi?” dedi komiser. Gür bir kahkaha attı. “ Sadece
zeytin çizdiler diye benimle aynı verilere ulaşmış oluyorlar öyle mi?
Bu nasıl bir düşünce yahu? Seni saflık aptallık sınavıyla mı aldılar
teşkilata?”

“Sadece zeytin çizmeyle değil elbette.” Söyleyeceklerinden vazgeç­


miş gibi durdu. “Terbiyesizlik yapm a!” dedi. “O gün ben sana ne
dedim? Kuru bir akarsu lazım dedim. Sadece zeytinlik ile kuru dere
yatağını birleştirememişim. Buraya gelirken gerçekten suyunu çek­
miş bir dere yatağı yok muydu? Eski bir değirmen bile vardı. Bir
zamanlar su, oraya değirmen kurulacak kadar çok akıyormuş dü­
şünsene...”

Komiser, az önce yarım kalan işine devam etmek ister gibi başını
evden tarafa çevirip aynı zam anda kadının da suratına bakm ak iste­
miyor gibi bir ifadeyle “Rica etsem susar mısın?” dedi. Sonra kendi
kendine konuşur gibi am a diğerinin duyacağı bir sesle: “M adem gel­
din, operasyona bir katkın olsun. Yapabileceğin en büyük yardımı
yap. Sus!”

489
197 GÜN • BÖLÜM3

“Her gün olduğu gibi yine terbiyesizsiniz Vefa B ey ...” dedi kadın
kollarını bağlarken. “Sanıyorum ki olayı idrak edemediniz. Karşınız­
da matematik öğretmeni değil, bir istihbaratçı var. Biliyorsunuz ki
yetkim sizden fazla.”

“Teşkilata girmek için ödevini yapm aya çalışan dünkü çocuk.” diye­
rek genç kadına döndü polis. “Bana bak!” dedi. “On yılımı cinayet
m asasında tamamlamış deneyimli bir dedektifim.” Kadının köprü­
cük kemiğine sinirden sıktığı yum ruğundan uzanan işaret parmağını
birkaç defa vurarak: “Sen devlet yurdunun ranzalı yatağı üzerinde
tırnaklarına oje sürerken ben katil peşinde koşuyordum .” Az önce
kadını işaret için kullandığı eliyle bu defa kadının kolundan tutmuş
sıkıyordu: “Şimdi seni buradan defetmemi istemiyorsan kes sesini!”

Genç kadın, dirseğini polisin koluna vurarak kendi kolunu kurtardı.


“Çok fazla konuşuyorsun!” dedi. Sesi sertleşmişti. “Kim oluyorsun
da beni buradan göndereceksin.” Son sözünü söylerken o da komi­
serin om uzundan kaktırmıştı. Bu harekette aşırıya kaçmış bir cesaret
ve m eydan okum a vardı.

Genç adam sinirlendi. Karşıdaki bayan diye nezaket gösterip vazge


çeceğe benzemiyordu. Öyle ki zaman kaybetmemek için cevap bile
vermemişti. Bir anda sanki erkek erkeğe bir kavga başladı. İkisi de
uzun zamandır düğün bekleyip oynayacak yer arayan ve her ritimde
kendini kaybeden teyzelere benziyor, acımasızca saldırıp öfkelerini
kusuyorlardı. Dövüşte komiser üstündü; bunu kabul etmek gere
kirdi. Fakat kadından yediği birkaç darbe sinirini bozmuş, dikkatim
dağıtmıştı. Demek rakibinden o kadar bile darbe almak istemiyoı
ve ummuyordu. Bunları düşünürken dikkati iyiden iyiye dağılıyoı,
birkaç darbe daha alıyor, kıyaslanamayacak kadar üstün olmasın.)
rağmen ikisi de eşitmiş gibi görünüyordu. Kadını başarıya ulaştın in
en önemli şey karşıdakinin üstünlüğünü bilmesiydi. Bunu kabul etti
ği için ona vurduğu her darbede kendini ödüllendiriyor ve moralini
yüksek tutuyordu. Moral, her yarışta en büyük dopingdir. Bu gidi*.!«

490
SULTAN TARLACI 9

erkekten kötü dövüşmesine rağmen kazanacak gibiydi.

Komiseri zayıflatan ikinci husus, öfkesiydi. Karşıdakini öldürse bile


siniri geçmeyecekti ki en azından kafasını koparsa yeterliydi. Bu ne­
denle her ne kadar kavgayı başlatan taraf genç kadın olsa da ko­
miserin nefretine ve niyetine bakılacak olursa, kadının dövüşmesi
meşru m üdafaa bile kabul edilebilirdi. Gerçi bilinmezdi. Belki o da
karşıdakini öldürm eye niyetliydi am a aynı zam anda niyetini belli et­
meyecek kadar sinsi bir oyuncuydu. Neyse ki ikisi de karşıdakine
dinlenecek kadar zaman tanımıyordu. Çünkü bu öyle bir öfkeydi ki
eğer biri diğerini bir an boş bırakacak olsa silaha sarılıp karşıdakini
vururdu. Bu husumetin geçmişe dayandığını düşündüm . Neydi bu
kadar öfke anlayamıyordum. En fazla yıllara dayanan hasımlık iki
kişiyi birbirine bu kadar sert davrandırırdı ya da itiraf edilememiş bir
aşk... Bu nedenle kavganın sonunda kızın yere düşüp erkeğin üze­
rine çıkmasını çok beklediğim anlarda maalesef sahne uzaklardan
gelen bir kurşun sesiyle bozuldu. İkisi de bu sesle hipnozdan uyan­
mış gibi biri yum ruğundan diğeri tekmesinden vazgeçip oldukları
yerde kaldılar.

Onlar kavgaya dalmışken polisler evin etrafındaki çemberi çoktan


daraltmıştı. Derin derin nefes alıyorlar, bir yandan da sesin nereden
gelmiş olabileceğini birbirlerine gözleriyle soruyorlardı. İkisi de bu
soruya cevap olarak aynı anda farklı noktaları gösterdiler. Dövüş
esnasında zeytin ağaçlarından birinin altına düşmüş olan telsize b a­
kınmaya başlamıştı komiser. Kız cebinden çıkardığı kalem fenerle
bu arayışa yardımcı olmaya çalışıyordu. Yorulmuşlardı. Telsizi gören
komiser nazik bir şekilde ve nefes nefese teşekkür etti. Kızın ricası
maalesef ikinci kurşun sesiyle bozulmuştu. Bu ikinci kurşunun he­
men akabinde de “Ayyyy!” şeklinde ağır grip geçiren kalınlaşmış bir
bayan veya çok çok ince bir erkek sesi -kısacası kadın mı, erkek
mi olduğunu tam anlayamadığım bir ses- duyuldu. Üçüncü kurşun
sesinden sonra aynı kişiden geldiğini tahmin ettiğim am a bu defa
erkek olduğuna tam olarak karar verdiğim kap kalın, gür, bağırma-

491
197 GÜN ’ BÖLÜM3

dan öte böğürmeyi andıran bir ses daha duyuldu. Hem en ardından
incecik bir kadın sesi filmlerde duym aya alışık olduğumuz bir çığlıkla
“Tugiiii... Tugim öldün mü Tugi...” diye bağırdı. Bu ikisini hatırla­
mıştım.

Daha hava kararm adan ve polisler evi çevirmeden önce gelmiş­


lerdi. En başta Çiyan’ın veya adamlarının ara sıra çağırdığı kadın­
lardan diye düşünmüştüm. Sonra “Katilin fotoğrafını çekebilirsek
harika olur.” şeklindeki sözlerinden basın m ensubu olabileceklerini
düşündüm . Zaten çağrılan kadınlardan olsalar evin etrafında do­
laşmak yerine çoktan içeri girmişlerdi. Elbette polis de olabilirlerdi.
Çok güzel kamufle olduklarından bahsediyorlardı. Bilemiyordum.
Bulundukları ortam dan ayırt edilemeyecek renkte kıyafetleri yoktu.
Travesti kılığında olan asker desenli bir tayt gitmiş, yalnız üzerine
gece bile parıl parıl yanacak şekilde fosforlu turuncu buluz almıştı.
Diğerinin üzerinde pek bir şey var sayılmazdı. Minik bir şortu ve
üzerinde yarım atleti vardı. Küpeleri asker desenliydi, ikisinin de
kamufle olmaktan kastı asker desenli tayt ve küpeler değilse eğer,
bu garip kılıkla onların polis olabileceğinin kimsenin aklına gelemez
oluşudur diye düşündüm . Haklılardı. Profesyonelce buldum. Kılık
kıyafet tam am am a çok tedbirsiz dolaşıyorlardı. Çiyan’m adam la­
rı tarafından da görülmeleri ve onların da aynı benim gibi bunları
çağırılmış kadınlar olduğunu zannetmeleri üzerine apar topar içeri
buyur edildiler. Ne için orada bulunduklarını itiraf edemedikleri için
adam lar tarafından odaya alınıp uzun süre iş gördürüldüler.

Bir ara bu kadar profesyonel bir polis hayatım da görmediğimi düşü


nüp onları hayatım da kimseyi takdir etmediğim kadar takdir edesim
geldi. Operasyonu bozmam ak adına en az on bir adam la sınırsız ve
hiç dinlenmeden beraber olmak kolay değildi. Üstelik adamlardan
bazıları birkaç defa beraber olmuştu. Neden sonra evden çıkabildik
leri zaman polis oldukları hususunda şüpheye düştüm. Ne oldukla
rını hâlâ idrak edemediğim bu iki kişi -üstlerine ne vazifedir bilmem
ama- gerçekten katilin peşine düşüp buraya gelmiş, başlarına gelen

492
SULTAN TARLACI 9

malum durum dan sonra da katile dair en ufak iz elde edem eden
zeytinlikten ayrılmaktaydı. Şimdiye kadar çoktan şehre inilirdi; yal­
nız ormanlık alanda gecenin karanlığında yolu kaybetmişlerdi anla­
şılan.

Bu esnada ne olmuştu ve kim ateş etmişti de -kalçasını tutup durm a­


dan bağırdığına bakılacak olursa- erkek olan poposundan vurulmuş­
tu bilmiyorum. Çiyan’ın adamları polislerin evin etrafını çevirdiğine
dair bir ihbar almış veya bir hareketlilik sezip ateş etmiş olabilirlerdi.

Birkaç polis koşarak travestinin bağırdığı yere geldi. Silahını doğrul­


tup “Teslim ol!” dedi. Sonra ikisini de elli metre kadar yürüttükten
sonra sivil bir polis aracıyla hastaneye götürdüler.

Zeytinlikteki bu karışıklık polisin pek çok planını bozmuş gibiydi. On­


lar ön tarafta araçların peşinden giderken zeytinliğin arka tarafındaki
yaşlı ağaçlar başka bir araçla ayrılan birkaç yolcuya şahit olmuştu.

Az önce tekme tokat birbirine girmiş kadın ve erkek polis aynı araca
binmiş, Çiyan’ın adam larından birinin peşine düşmüştü. Kasisli bir
yolda kaybettiler aracı.

Kadın “Asıl araç bunun önünde olandı.” diyen komiseri başıyla


onayladı. “Plakasını bilseydik...” diye devam etti yoldan başını ayı­
rıp zeytinlik orm anına bakarken komiser.

“Plakayı uzaktan çizim yöntemiyle bulabiliriz aslında.” dedi kadın.


Adamın yüzüne bakıyor, iyi veya kötü bir tepki bekliyordu. Adam
da iyi veya kötü bir tepki verm emeye kararlı gibiydi. “Gerekli olan
sadece bir kâğıt ve kalem ...” dedi kadın yeniden. Arabanın arka
tarafına boynunu uzatıp bakınm aya başlamıştı. Sonra bu arayıştan
yazgeçip kendi ceplerini karıştırmaya başladı. Bulduğu küçük bir kâ-
31da dikkatini yoğunlaştırıp bir şeyler çizmeye başlamıştı. Komisel­
er ara ona sezdirmeden biraz da um ut kırıntısıyla çizilen şeye bak-
ı. Genç kadın bir şeyler karaladıktan sonra “Biliyor m usun ? 11 dedi.
Uzaktan çizimde genellikle çizilen şey tersten çizilir. Beyindeki ayna

493
197 GÜN ’ BÖLÜM3

nöronlarla alakalı olduğunu söylemişti Dr. Saltı. Yani mesela şu 7


aslında T de olabilir. F; eksik olarak çizilmiş E de olabilir. Ya da şu
S, 5 de olabilir. 8 dedim am a belki 3 ’tür. Eğer bu 3 ’se bu durum da
az önce söylediğim E ters dönm üş 3 ’tür.” Komiser yorgun, umutsuz
ve sessizce: “Allah aşkına!” dedi. “Bi kes sesini.” Çiyan’ı tanısaydı
kesinlikle onun akıllı bir adam olduğunu bilirdi.

Bir süre sonra yolda tek tük yavaş hareket eden araçlardan başka bir
şey görünmez olmuştu.

494
“D ostum , g ö rü n d ü ğ ü m gibi değilim. G örünüş sadece giydiğim bir
elbisedir. Senin sorgularından beni, benim kayıtsızlığım dan seni
koruyan, özenle örülm üş bir elbise!'
Halil CAbran

Dr. Saltı paylaştı , 19 giitı önce

163. G ün

Em inem ’in evde olup bitenlerle öyle çok bir işi olmazdı. Ne misafir­
ler gelmeden önce ne de geldiklerinde normal yaşantısını bozardı.
Batan bir güneşin asılıp sündürdüğü gölge gibi çelimsiz bedeniyle
kendi odasından hariç evin içinde dolaştığı iki m ekândan (banyo
ve mutfak) diğerine geçerken teyzesi seslenir, “Bugün misafirlerimiz
var.” derse, kızım teyzesine bir an bakar, sonra hiçbir şey söyleme­
den ve düşünm eden aynı tepkisiz yüz ifadesiyle yeniden odasına
giderdi. Ablam, eğer sıkıntılı ve dar vakitte ise kızımın arkasından bu
tepkisiz haline söylenir am a misafirler için düşündüğü her şey yolun­
da gidiyorsa gülümseyerek “Şimdiki gençlik bir âlem .” der geçerdi.
O gün akşamüzeri Eminem mutfağa uğramış, ablam misafirlerin ge­
leceğini söylemiş, her zamanki tepkisizlikle karşılaşınca aslında her
şeyin yolunda gidiyor olmasına rağm en kızımın arkasından söylen­
mişti. Beklenilen misafirler çok önemli olmalı ki diye düşünmüştüm
o stresini görünce...

Gelenlerden biri, ablamın patronuydu. Bu adam köyde, evlendi­


ğimiz zaman bize eski kanepesini bağışlayan m uhtara benziyordu
am a siz görseniz belki benzetemezsiniz. Belki kimse benzetemez.
Çünkü bizim m uhtar ne kadar zayıf ve uzunsa bu adam o kadar
197 GÜN ’ BÖLÜM3

kilolu ve orta boyluydu. Bizim m uhtar kel, bu adam epey gür saçlıy­
dı. Bizim m uhtar sarışın, bu adam esmerdi. Bizim muhtarın yüzün
hakkını veren büyük, kemerli am a dar delikli bir burnu vardı, bu
adam ın kemersiz, yayvan ve geniş delikli bir burnu... Bizim m uh­
tar sessiz sakin, bu adam çok konuşkan ve hareketliydi am a bizim
m uhtar otoritesini bulunduğu ortam da hissettirmek isterdi, bu adam
da öyle. Bizim m uhtar sürekli kendinden bahsederdi, bu adam da
öyle... Bizim m uhtar az iyilik yapar, yaptıklarını çok abartırdı. Bu
adam , abartılı iyilikler yapıp, yaptıklarından az bahsederdi. Bence
her ikisi de aynı amacı taşır ve aynıdır. Karşıdakine verdiği her ne ise
-değer de buna dâhil- o kadar ileri gidiyordu ki bir süre sonra baş­
langıç noktasına varıyordu. Ben, bu adam ı ne zaman görsem hep
aynı şeyi düşünm üşüm dür am a siz o akşam eve girerlerken diğer
konuğa ısrarla ve gereksiz öncelik verm esinden bile anlayabilirdiniz
durum unu. Gerçi belli olmaz. İsmi Federico olan bu adam ı çok be­
yefendi bulup hoşlananlar da az değildir çünkü... Belki hayatında
çok fazla nezaket görmüş kişilerin algısındaki seçiciliktir. Neticede,
hayatta herkesin her şeye karşı aşinalığı, önceden karşılaşmışlığına
bağlıdır.

Diğer konuğu hatırlamam biraz geç oldu. Eve girdiğinden beri daha
önce bir yerlerde görmüştüm dediğim bu adam , ablamın kahvaltı
salonunda ağlayan kadınla oturan doktordu. Federico Bey ve ab­
lamla nasıl tanıştığı hakkında pek fikrim yok. Gece boyu konuşulan
konulardan da bu konuda bir çıkarımda bulunam adım .

Rüyalardan bahsettiler, kayıp katilden, bir dergiden, bazı deneyler


den, hastaneden, üniversiteden, Kiss Cafe’den, ablamın aşçılığın
dan, yemeklerden ve geriye kalan pek çok önemsizliklerden...

“Böyle bir şey daha önce hiç yem edim .” dedi önündeki limon dol
masını beyaz ve biçimli parmaklarıyla tuttuğu bıçakla keserken
Tırnakları da parmakları gibi düzgün ve güzeldi. Erkeklerin direki
ellerine bakan ve âşık olup olmaması gerektiğine dair bir anlık derin

496
SULTAN TAMA c i 9

m uhasebe yapan kadınların bu eller karşısında hiç şansı olmay3"


cağını düşündüm . “Nasıl yapıyorsunuz bunu?” dedi. “Kabuğunu
tam am en alıyorsunuz sanırım?”

Federico bir kahkaha attı.

“Dostum, öğrenince ne olacak söyler misin?”


Doktor, bu beklenmedik soru karşısında bir an duraksadıktan sonra
“Neden?” dedi. “İlginç geldi...”
Evet, doktor haklıydı. Ablam, tek tek seçtiği bu limonların asitli olan
üst kabuğunu tam am en alır, meyvesiyle kabuk arasında kalan b ey 32
kısmı bırakırdı. D aha sonra limonların suyunu tamamen sıkar, o rta
boyda beş limona, incecik ve küçücük bir diş sarımsak denk gelecek
şekilde kurutulup inceltilmiş yarım çay kaşığı biberiyeyle birlikte t>u
suyun içinde ezer bekletirdi. Bu esnada suyu sıkılmış, dış k ab u 3 u
alınmış limon dolmasının içini hazırlardı. Berlam, Çipura, Çitari u e
Dülger balıkları bu dolmanın iç malzemesinin dörtlüsüdür. A blarn
bu balıkları alır, hiç üşenm eden kendi elleriyle minik minik doğra*
diktan sonra her birini ayrı ayrı ve kısa bir süre tavada çevirir, b ira 2
pişirdikten sonra içine bir çay bardağı kadar havanda dövülm üş 'Je
un kadar inceltilmiş ay çekirdeği katardı. Bu dolma için ayrıca a b ­
lamın meyve ve yemişleri vardır. Kurutulmuş, minik parçalara b ö ­
lünmüş, sonra nar suyuyla yumuşatılmış İtalyan eriği, kuşburnu
çekirdeksiz üzüm koruğu... Bunların her birinden birer tatlı k a şığ 1
koyardı. Hepsini tam am en harmanladıktan sonra kendi tabiriyle
çok az fesleğen, çok az Hint cevizi, çok az kekik, çok az kişniş, ç o k
az rezene ve çok az safran koyardı. Bunlardan gerçekten çok az k o ~
yardı. Yalnız kesinlikle koyardı. (Farz edelim, bu yemeği re s to ra n d a
öğrencilerinden biri yapmış olsa ve bir zerreden fazla koyulm aya )3
bu baharatlardan bir tanesini hiç koymamış olsa, ablam d a h a y e m e ­
den kokusundan anlar “Şunu koymamışsın.” derdi.) S onra k ü ç ü k
bir tatlı kaşığıyla bu karışımı limonların içine doldururdu. S o n ra
her birinin üzerine minik kippalarını oturtur ve sıra suyuyla yağın»

497
97 GÜN ’ BÖLÜM3

eklemeye gelirdi. Elbette zeytinyağı ile pişecekti. Tencerenin içinde


Akdeniz vardı. Aslında ablamın lezzet anlayışı her yemekte buydu.
Hangi bölgenin yemeğini pişirecekse o bölgenin etini, sebzesini ve
baharatlarını bir arada kullanırdı. Bu nedenle limonun içine Akde­
niz’i doldurmuştu. Farklı yörelerden tatları bir araya getirerek yemek
yapılamaz mıydı? Ablamın dediğine göre yapılabilirdi am a riskliydi
ve profesyonellik isteyen bir şeydi. Dikkatli kullanılmalıydı.

Limonlar, içi doldurulmuş ve göbeklerine kadar zeytinyağlı suda


beklerken kaynam aya başlayınca ablam , kenara ayırıp beklettiği sa­
rımsak ve biberiyeli limon suyunu d a tencerenin kenarından ekler,
ocağın altını iyice kısıp pişmeye bırakırdı. Servis etm eden önce ta­
bağın kenarına nar ekşisiyle bir çiçek yapmayı ve bir yaprak rokayı
incecik doğram ayı ihmal etmezdi.

Bunları doktora anlatm adı elbette. Şimdi siz, her ünlü aşçıda oldu­
ğu gibi ablamın da sırlarını paylaşm ak istemediğini düşüneceksiniz.
Aslında bu bir bakım a doğru, bir bakım a yanlıştır. Ablam, tariflerini
kimseyle paylaşmaz am a bunun sebebi tarifleri herkesin öğrenip on­
dan daha iyi yemek yapacağı endişesi değildir. Tam aksine, tarifleri
yarım yamalak öğrenip ya da “kendi yorum unu katıp” güzelim ye­
meği bozacağı endişesidir. Bu nedenle ablam, yanına öğrenci alır­
ken bile çok titizlikle alır ki farz-ı misal “çok az” olan o baharatlardan
birini koymamış olan o öğrencinin oradaki o günü, son günüdür.

“İlginç elbette...” dedi Federico. “İlginç ve leziz... G üher H anım ’ın


hangi yemeği böyle değil ki zaten...”

Ablam kibar bir tebessümle teşekkür etti. “Benim gülme sebebim ...”
diye devam etti bir kahkaha daha atıp. “Bir erkek olarak senin bu
yemeğin nasıl yapıldığını m erak etm en. Ben mesela, çok kez yedini
am a hiç sorm adım .”

“Erkek olarak diye öyle bir belirtiyorsun ki sanki aşçılık kadın mes
leği...” dedi doktor.

')8
SULTAN TARLACI

“Meslek dersen doğru. Erkek aşçılar var ve iyidirler yalnız meslek


değilse? Merak ve ilgiyse?” Bir kahkaha daha attı. “Ne dem ek is­
tediğimi anladın” dedi doktoru om zundan hafifçe itelerken. “Yani
burada bir astronotla otursaydık uzaya nasıl çıktığını, örgü ören yaş­
lı bir kadınla otursak ipliği o uzun çöplerin neresinden geçirdiğini
sorardın. Yalan mı?” dedikten sonra bir kahkaha daha attı. Sonra
mevcut kahkahasını bastıran bir kahkaha daha attı. O kadar değişik
bir ruh durumuyla gülüyordu ki ablamın ve doktorun sorgulayan
bakışlarını cevaplamak için durduram adığı nefesinin arasına “İlker”
diye bir isim sıkıştırdı. Bu kişi her kimse, gerçekten hakkında gülüne­
cek bir şeyler olmalı ki ablara da, doktor da bir an Federico’ya hak
verip hafifçe gülümsedi.

“Füsun H anım ’ın eşi?” dedi doktor. “Ne olmuş ki?”

“İlker olsaydı...” dedi Federico karnını tutarken. “Kesin ‘şiş’ diye


düzeltirdi. Aaah... Dostum öleceğim şimdi. Örgü ören kadının elinde
tuttuğu uzun çubuklar yok mu? Çubuk dedim y a ... H a ha h a ... Onu
düzeltirdi. Örgü şişi...”

Ablamla doktorun tebessümü dişlerini gösterecek seviyeye yükselip


hafif bir gülüş haline geldi. “Evet..” dedi doktor fazla yorum yap­
mak istemeyip aynı zam anda karşıdakine de hak verecek kısa bir
cevapla.

“Onun öyle salak olduğuna b a k m a ...” dedi Federico gözünden


akan yaşları silerken. “Tarihi eser kaçakçısıdır. Hiç beklemezsin o
tipte birinden değil mi? H aa... Tutamıyorum kendimi. Bunu sana
neden söylediysem. Kesin şimdi merakın başına iş açar. Kaçırdığı
tarihi eserlerin hangi dönem olduğunu bile merak etmişsindir değil
mi? Ha ha h a ...” Bir an ablam a takıldı gözleri. Yeni bir kahkaha
krizine girdi. “Bu da kesin rüyasında görmüştür.” dedi. “Ha ha h a ...
Karnım ağrıyor Doktor. Çok gülmenin sağlığa zararı yoktur umarım.
Uzun süredir bu kadar gülmemiştim.”

Ablam, Federico’nun son sözünden pek hoşlanmışa benzemiyordu.

499
197 GÜN ’ BÖLÜM3

Federico onun yüzündeki bozuk ifadeyi görüp kahkahasını biraz ha­


fifletmeye çalıştı. Samimi bir ortam yakalamak için “Değil mi Güher-
ciğim?” dedi. “Bir şeyler söylesene...” Bardağını eline alıp ablamın
bardağına hafifçe dokundurmuştu.

“Evet!” dedi ablam doktora dönüp. “Dış kabuklarını tam am en alı­


yorum .”

“H a a ...” dedi Federico. “Beni önemsemiyor. Fla ha h a... Krize


girdim.” Doktorun om zundan yeniden dürterek: “Böyle olduğuna
bakm a.” dedi. “Ne cadıdır bu! Ha ha h a ...”

Ablam, ev sahibi pozisyonunda olmasından kaynaklı bu “cadılığı­


nı” göstermek yerine gülümseyerek yapılan şakaları kaldırabildiğini
gösterdi.

“B ak...” dedi Federico ağzına attığı limon dolmasından bir parça­


yı ablamı övücü şekilde lezizliğine dair garip sesler çıkarırken “Dış 0
kabuklarını tam am en alıyormuş. Ha ha h a... Söylesene dostum de­
neyecek misin evde?” Bir kahkaha daha attı. Ablama bakıp doktoru
işaret ederek “Her şeyi göze alıp parapsikoloji çalışmaları yapan inter­
net sitesi açmış yahu!” dedi. “H a a ... Bu nasıl bir merak! Ha ha h a ...”

“Deney senin işin...” dedi doktor. Bu söz nedense Federico’nun


kahkahasını bıçak gibi kesmişti. Her neye bozuldu ise yüzü düştü.
Doktor, m uhatabının bu halinden haberdar am a ona bakm adan,
tabağıyla ilgilenirken “Ruh çağırma masasını unutm adım .” dedi.

Yine nedendir bilemiyorum, doktorun dediği şeyi neden dediği­


ne dair yaptığı bu açıklama Federico’yu rahatlatmışsa benziyordu.
“H aa... Şu m evzu...” dedi. “Ha ha h a ... Haklısın. Ne diyeyim.”

Derin bir nefes aldı. Gözleri birkaç saniye bir noktaya kilitlendi. “Ta­
kılıyorum size. Bozulmuyorsunuz değil mi?” dedi. “Hoşum a gittiği
için...” diye ekledi. “Hatta bayılıyorum. Zaten sizi tanıştırmak is­
teme sebebim de bu. Meraklı ve değişik yetenekleri olan insanlar
tanışmak bence. Az önce söylediğim şeyin doğruluk payı var.” dedi

500
SULTAN TARLACI

doktora d ö nüp. “Güher Hanım, gerçekten gün içinde olacak hem en


her şeyi rüyasında gören biri biliyor m usun?”

“İlginç...” dedi doktor.

“Çok abartılı bir yeteneğim yok.” dedi ablam kendini övmekten


hoşlanmayan ve övülmekten hoşlanan insanların tavrıyla.

“Hayır, hayır!” dedi Federico az önceki lakaytlığından eser kalm a­


mış bir ciddiyetle. “Bu yemeklerin mesela, tüm tariflerini rüyalarına
göre hazırlar.”

“Nasıl oluyor?” dedi doktor. “Mesela rüyanızda malzemeleri liste h a­


linde mi görüyorsunuz?” , .

“Hayır...” dedi ablam. “Aslında tarifleri rüyada almak şeklinde değil


de yeni bir tat denerken uzun süre düşünüp de bulamadığım bir püf
noktanın rüyam da birden bire bulunması gibi... Tam olarak ifade
edemedim a m a ...”

“Anladım ...” dedi doktor. “Doğrudur. Dikiş makinesi iğnesini icat


eden kişinin, ipliğin iğnenin ucundan geçmesi gerektiğini rüyasında
görüp problemi çözmesine benziyor.”

“Bu tür insanlara bayılıyorum.” dedi Federico. “Bu tür yeteneklerim


hiç yoktur.” S onra birden yeni aklına gelmiş gibi. “Doktorun şu m eş­
hur sitesi...” dedi ablama bakarak. “Oraya üye misiniz?”

“Değilim!” dedi ablam. “Sizin evinizde Jülide H anım ’la komiseri bir­
birine düşüren yer değil mi?”

“Evet!” dedi Federico günü anımsamış bir yüz ifadesiyle gülümser­


ken.

Ablam tabağındaki salatalığı domatesle yer değiştirip biberi ikisinin


arasına alm a gibi lüzumsuz bir işe dalgınlıktan mütevellit gereksiz bir
dikkat ve özen gösterirken: “O zaman merak etmiştim aslında nasıl
bir yer olduğunu am a sonra unuttum üye olmayı. Müsait bir zam a­
nımda bakarım .” dedi.

501
197 GÜN ’ BÖLÜM3

Bu sözü edilen site rüyalarla ilgili bir site ise neden bilmiyorum am a
ablam yalan söylüyordu. Üye olmakla kalmayıp zamanının çoğunu
orada geçirmeye başlamıştı. H em en her daim bilgisayarında açık
duran ve gelip gidip m uhakkak bir şeyler yaptığı bu sitede yönetici
de olmuştu. Sitenin kurucusu eğer doktorsa anlaşılan ablamın o si­
tede olduğundan onun da haberi yoktu.

“Siz üye misiniz?” dedi ablam Federico Bey’e dönüp.

“Hayır!” dedi Federico kesin bir reddedişle, sanki biri onu suçluyor­
muş gibi. “Üye olacağım a m a ...” dedi az önceki reddedişini bastır­
mak için.

“Biz, doktorla korkusuz iki bilim adamıyız Güherciğim.” dedi. “Öyle


bir internet sitesine üye olmaktan çekinmem inanın.”

“Anlıyorum ...” dedi Güher Hanım.

“Çekinseniz bile kimlikler zaten gizli.” dedi doktor. “Misal, ikiniz de


üye olsanız ve orada kullandığınız takm a isimleri bana söylemeseniz
ben bile bilmem üye olduğunuzu. Nereden bilebilirim ki kimin kim
olduğunu? ”

Güher Hanım ve Federico birden göz göze geldi. Sonra ikisi de bu


“karşılaşmadan” rahatsız gözlerini farklı yöne çevirdi. Ortam da garip
bir gerginlik oldu. O rada da anlamıştım bahsedilen site, düşündü­
ğüm siteydi.

“Yok, yahu!” dedi Federico doktora bakıp. “Senden neden sakla­


yayım üye olsam? Sen zaten biliyorsun benim nasıl bir bilim adamı
olduğum u... Neyden çekineceğim.”

“Hayır, o anlam da söylemedim.” dedi doktor. “Yani bilinçli sakla­


mak anlam ında değil. Öylesine, söylemedin veya söylemeyi unuttun
desek bile, senin orada olduğunu bilemem anlam ında söyledim.”

“Ben zaten bilim adam ı değilim ...” dedi ablam. “Benim çekinece­
ğim hiçbir şey yok. Kendi ismimle bile üye olabilirim.”

502
SULTAN TARLACI

Ablamın sitedeki ismi ESP gibi bir şeydi. Sitede çok da yetenekliydi.
Bu konuda övünm ek istemiyor desem, rüyacılık yönü zaten bilin­
mesine rağm en neden saklıyordu anlamadım.

“Şimdi Doktor da diyormuş ben de üye olmadım d iy e...” dedi Fe-


derico. Arkasından bir kahkaha daha salladı.

Doktor da güldü. “Üyeyim elbette am a ben de bu aralar kızla gire­


miyorum işlerimin yoğunluğundan.” dedi.

“Sosyal m edyada epey yoğunsun...” dedi Federico. “Marilyn za­


manının pek çoğunu alıyor. Ha ha h a ...” ablam a döndü. “Senin
doktorun platonik aşkından haberin yok tabii ki!” dedi. “Doktor Ma­
rilyn’e âşıktır.”

“Marilyn?” dedi ablam.

“Marilyn M onroe” dedi Federico arkasından bir kahkaha daha ata­


rak. “H aa... Aşk dediğime bakm a. Artık Marilyn konusunda merak
edip öğrenmediği her ne kalmışsa... Beyni takılmış o n oktaya...”

M asada yan yana ve hem renk hem gerek ısısıyla sıcaktan soğu­
ğa doğru sıralanmış sosların her birine mısır köftelerinden birinin
ucunu sırayla batırdıktan sonra ağzına attı. Yine garip sesler çıkarıp
yuttuktan sonra:

“Senin şu m edyum grup...” dedi doktora. “Marilyn hakkında merak


ettiklerini sana anlatabilir.”

Sonra doktorun cevap vermesine fırsat verm eden: “Çok ilginç pay­
laşımlar var yalnız...” dedi. “İddialı durugörüler, rüyalar...”

Sonra birden bire “Bir ara göz atmıştım eklenenlere d e.” dedi. “Üye
olduğum dan değil.”

“Anlıyorum ...” dedi doktor. “Evet. İlginç paylaşımlar var.”

Sohbetin buraya kadar normal olan kısmı bahçeye çıkılıp fallıların


yenmesi, kahvelerin içilmesine kadar da normaldi. Bir ara ablam

503
197 GÜN • BÖLÜM3

ortadan yok oldu. Sanırım kızıma bakm aya gitti. Sohbet o denli ko­
yuydu ki doktorla Federico’nun onun gittiğinden haberi bile olm a­
mıştı. Federico laptopunu açmış, doktora siteye bir ara öylesine göz
atarken dikkatini çeken bir durugörüden bahsediyordu. Bu epey
ayrıntılı ve ilginç bir görüydü. Yazılana göre;

Kürdistan, Irak’da değil, İran’da kurulacak.

İran şu anda gizli saklı PKK elemanlarını kendi ordusunda eğitiyor.


(Haritada eğittiği yeri iç içe geçmiş iki siyah halkayla gösterdim.)

Günü geldiğinde, bu eğittiği PKK, İran’ın topraklarını elinden alacak.

Tebriz yakınlarında kendi bağımsızlığını ilan edecek.

O rada devletlerinin temelini atacaklar.

Daha sonra sınırları genişleyecek, Irak’a kadar açılacak...

2023 yılında Tebriz dolaylarında çok şiddetli (9 civarında), yeri göğü


inleten bir deprem olacak.

Bu deprem yeni fay hataları oluşturacak.

Depremden sonra kaliteli petrol çıkacak

Petrolün suyu Hazar Denizi’ne karışacak.

PKK’lılar çıkan petrolle zengin olacak.

Yalnız bir süre sonra petrolden para gelmeyecek.

2033 yılında bu PKK devletiyle Azerbaycan arasında (bir m aden


ocağı anlaşmazlığı olduğunu hissettiğim sebepten) savaş çıkacak.

Ermenistan, Kürdistan’a destek verecek.

3. Dünya Savaşı’nı başlatacak bir savaş olacak.

3 yıl sonra onlar bırakacak am a dünyaya yayılacak...

Bir de harita eklenmişti:

504
SULTAN TARLAC1

Sitedekilerden birine ait bu durugörüyü ikisi de incelerken her nasıl


olduysa profesörün dikkatsiz bir anıydı dem ek ki siteye sürekli giriş
yaptığı kullanıcı adı sitede otomatik olarak tanınınca Doktor Feder-
ico’ya dönüp “By Piccione?” dedi. “Sen misin?”

“A ah.. dedi Federico. “Her neyse. Evet. Açık söylemek gerekirse...


Biliyorsun, ben de meraklı bir bilim adamıyım. Senin gibi. Sadece
m erak...” Durdu. “İçlerine girip işin aslını astarını öğrenmek için de
onlar gibi davranm ak...”

“Sen psişik değilsin ki a m a ...” dedi doktor. “Çünkü oraya sanırım


By Piccione ismine eklenm iş...” Gözlerini kıstı. Sigarasını kül ta­
blasında söndürdükten sonra “Bir saniye...” dedi. “İş adam ı ölümü
durugörüsü... Polislerin bahsettiği...”

“E vet...” dedi Federico. “O konuda sana çok kızgınım Doktor.


Gerçekten kızgınım. O polis bozukları Geveze ismiyle üye olup ben­
im durugörüm ü çaldılar ve sen adm in olarak bu konuda hiçbir şey
yapm adın. Gerçekten adil değilsin.”

“ ‘Durugörümü çaldılar’ derken?” dedi doktor. “Dumgürdügüını


bilmiyordum.”

505
197 GÜN • BÖLÜM3

Federico bu konuda sesini çıkarmazken her ikisi de kendince bir


şeyler düşünüyordu. “Polislerin iddiası” dedi doktor.

“Bana katil demiyorsun um arım?” dedi Federico.

“H ayır...” dedi doktor. “Beni ilgilendiren bir konu değil. Sadece,


gerçek bir durugörü değilse, siteye eklenmesi yanlış.”

Federico ayağa kalktı. Hanımeli çiçeklerinin altındaki m asaya


güzelce düzenlenmiş içkilerden birini aldı. Bardağına doldururken
“Malum oyun kartlarından haberin vardır Doktor.” dedi. “Şu, dok­
san dört yılında basılmış olanlar...” Büyük göbeği ile kemeri arasına
sıkıştırdığı parmağını oradan çekip içkinin kapağını yeniden kapattı.
“Biliyorsun ki o kartlarda gösterilen resimlerin pek çoğu gerçekleşti
ve gerçekleşmeye de devam edecek. Yalnız, onlar gerçekten kehanet
midir yoksa çoktan planlanmış bazı olayların önceden haber verilm­
esi midir?” İçkisini tepesine dikip daha birkaç saniye önce kapattığı
kapağı yeniden açtı ve bardağı doldurm aya başladı. “Demek iste­
diğim, dünya düzeni bu şekilde...”

“Olmaz!” dedi doktor. “Bu şekilde olursa nasıl gerçek ve bilimsel bir
ölçüm yapabiliriz? Bir daha çoktan planlanmış şeyleri siteye ekleme.
Gerçek bir algın varsa ekleyebilirsin.”

“Her neyse...” dedi Federico. “Silebilirsin beni siteden. Hesabımı


engelleyebilirsin.”

“Hayır!” dedi doktor. “Kalsın am a durgörü eklem e...”

“Ben zaten orada bilimsel kimliğim zarar görmesin diye takm a isim­
le dolaşıyordum .” dedi Federico. “Yalnız senin şu dürüst halin... Ha
ha ha... Beni öldüreceksin Doktor.” Gecenin başından beri kafası
yerinde değil gibiydi am a içtikçe kendinden geçiyordu.

“Bilim camiası görünmeyen am a bağları sıkı koca bir üniversitedir.”


dedi. “Ellerinde kimsenin görmediği kocam an bir sansür makası
vardır. Çoktandır cadıları kazığa bağlayıp yakmayı bıraktılar ama

506
SU İTAN TARLACI

sıra dışı olanlara zulmetmekten vazgeçtikleri anlam ına gelmiyor.


Bugünün şüphecileri karşı çıkmak, ejderha ile dövüşmekten farksız.
Ama ortada çok daha fazla ateş var. Bugünkü bilimin fildişi saray­
larda oturan paradigm a bekçileri var ve onun dışına çıkac aklar için
verdikleri isimler hazırdır: kafaları basmıyor, şarlatan, gerici, dinci,
yobaz. S ana hangi ismi vermişlerdi Doktor?”

Dirseklerini dizlerine koyup öne doğru eğildi. Boynunu kesilmeye


hazır bir tavuk gibi yere uzatmış am a gözlerini doktora dikmişti. Ses­
ini alçalttı, bir sırdan bahsederm iş gibi fısıltı halinde: “Dünyanın her
yerinde bu böyle!” dedi. “İdeaların ne kadar yüksek olursa olsun.
Buna kimse değer verm ez... S ana karşı çıkanlar radyoaktivitenin
annesi Marie Curie, fizikçi Lord Rayleight, elektronu keşfeden fizikçi
Joseph Thomson, sinir biliminin kurucusu Santiago Cajal, fizyolog
Charles Richet, psikolojinin kurucu babası William Jam es, fizikçi
Brian Josephson’un parapsikoloji ile ilgilendiğini bilirler mi? Ya da
bunların hepsinin aynı zam anda Nobel ödüllü olduklarını. Bilmezler.
Sen ideolojiden haber ver!” Yeniden koltuğuna yaslandı. Ağzında
lokma varmış gibi bir süre dilini dudağını şapırdattı. Geviş getiren bir
memeliye benziyordu. “Ne kadar m asum sun Doktor!” dedi. “Sizin
gibileri korum aya almalı aslında. Nesliniz tükeniyor. Yalnız biz in­
sanlar, bilirsin, avlanacağımız zam an gider en değerli ve az bulunan
şeyin canına okuruz. Doğadaki hayvanlar ise bunun tersini yapalar.
Sürünün içinden en zayıf olanı seçerler. Onlar evrimin kurallarını
uygularlar, biz insanoğlu ise evrime karşı oyun oynarız. İnsan hay­
vanla Süperm en’in arasına bağlanmış bir iptir: cehennem in üzerine
gerili bir ip. Bu oyunda iyi ya da kötü yoktur. Bu mantık da ahlak
da yoktur. H a ha h a ... Bir dağ gibi düşün Doktor! Bir dağ, Tanrf nın
Musa ile konuştuğu dağ gibi. ”

Ayağa kalktı. Az önce içki doldurduğu yerden bir paket sigara alıp
doktorun yanına geldi. Konuk, bu ikramı da kabul etmedi.

507
197 GÜN ’ BÖLÜM3

Federico:

“Ben aslında sigara içmiyorum am a önemli adamların yanında söyl­


ediğim şeyler daha etkileyici olsun, kendim de karizmatik görüney­
im diye yakıyorum bir tane” dedi. “İçime çekmiyorum yine d e...
Hiçbir karizmanın değeri ciğer kadar değildir.”

Az önceki yerine tekrar oturdu. Paketin içinden bir sigara alırken


“Hem so n ra ...” dedi. Paketi sehpaya koymuş, bir eliyle sigarayı
tutuyor diğeriyle boynunu yana kırmış, çenesini doktora uzatmış,
yanağını tokatlıyordu: “Şu cilde bak Doktor!” dedi. “Altmış beş
yaşında der misin sen bu cilde? Ne kadar sağlıklı ve parlak...” Dok­
tor Federico’nun cildini övmek için tokatlayışına bakıyordu. “Diye­
ceğim, sigara cildimi de bozar. Bunu istemiyorum. Her neyse... Ne
diyorduk?”

Sigarayı yakıp dum anını bir süre ağzında çevirdi. Başını havaya
kaldırdı, gözlerini kamelyanın çiçeklerine dikti ve dum anını üfledi.

“Sitedeki adımı öğrenmeni istemezdim yine de...” dedi. “Neyse...


Olan oldu. Zaten çok da rahatsız değilim. Belki ünlü bir medyum
olurum senin sitede... Çok para kazanırım he Doktor? Ha ha ha...
Piyasaya sürdüğüm koku değiştiren ped, olayın ortaya çıkmasından
sonra neredeyse yok sattı. Bilgi satılmak için üretilir anlayacağın.
Reklam denen şey de g arip...”

Saltı, sıkıldığını belli eder tavırla derin bir nefes aldı.

“Herhangi bir ped değil am a o ... Pedden dışarıya çıkan osuruk


kokusu...” Ellerini iki tarafa açmış, parmaklarını birleştirmiş, dar bir
aralıktan sokar gibi bir hareket yapıyor “tünelleme esnasında koku
değiştiriyor” diyordu. Bir kahkaha attı. “Lavanta, limon ve değişik
türde kokular var.”

Doktor karşıdakine korkuyla karışık bir tiksinmeyle bakıyordu.

“Biliyor musun dostum ?” dedi Federico. “Bilimle aktif ilgilenmeye

508
SULTAN TARLACI

başladığım kırk beş yıl süresince kazandığım toplam para, iki hafta­
da kazandığım osuruk parasından daha fazla değil. Ha h a ...” Suratı
birden ciddileşti. “Ha ne dersin bu işe? E vet...”

Doktordan cevap gelmedi. Federico arkadaşının sıkıldığını anlayıp


ondan önce derin bir nefes aldı. “N eyse...” dedi. “Bu kadar dert
edeceksen siteden silebilirsin beni...”

“Kal!” dedi doktor. “Sorun değil.”

“Hayır hayır!” diye ısrar etti Federico. “İstemiyorum, gerçekten.


Ben, neticede gerçek bir psişik değilim.” Sonra birden ekledi. “Yalnız
şunu d a belirteyim, iş adam ı görüsünden başka önemsiz birkaç kaza
haberi dışında ki onları d a silebilirsin, hiçbir görü eklemedim. Bir
tane bile eklemedim. Üstelik orada beni seven bir arkadaş çevrem
var.

“Kalabilirsin.” dedi doktor yeniden. Canı sıkılmış bir ses tonu vardı.

Ablam yeniden gelince ikisi de susmuştu am a gerginlik gecenin


sonuna kadar devam etti. Zannediyorum, ikisinin de ablam a bakıp
daldığı bir an ikisi de ablamın da siteye üye olup olmadığını düşün­
müştü.
“U m arım , kendinde insan izi bulu rsu n !”
Blaga Dimitrova

Dr. Saltı paylaştı , 17 gün önce

167. G ün

“Saltı’yı ne kadar severim bilirsiniz.” diyordu. “Yalnız bu kez yaptığı­


na ben de şaşırdım ve açıkçası onaylam ıyorum .” Nilgün Hanım,
Federico gibi bir beyefendiden bu tür sözleri duym aktan son derece
hoşnut, başını anlayışla salladı. “Bu üniversiteyi de ne kadar sever­
im bilirsiniz.” diye devam etti. “Sakın yanlış anlam ayın.” Şişman ve
yapışkan bir m adde değdikten sonra kırpılmış siyah bir yün içine
yanlışlıkla sokmuş gibi kıllı parmaklarını odada oturanlara karşı
uzatmış: “Elbette yaptığım yardımları hatırlatmak için söylemediği­
mi hepiniz biliyorsunuz...”

Odadakiler sözleşmiş gibi bir anda aynı şekil başlarını salladı. Hiç
kimse elbette Federico Bey hakkında böyle bir şey düşünecek değil­
di ki hastanenin içinde bulunduğu zor durum dan yine Federico kur­
tarmıştı. Açık söylemek gerekirse hastanenin yarısına ortaktı, hatta o
an istese hepsini satın alabilirdi. Bunu dile getirmiyordu orası ayrı.
Zaten şu anda mesele bu değildi. Artık hastanenin sahiplerinden biri
de olduğuna göre bazı konuları onunla da konuşmak lazımdı. Bu
nedenle bu konulardan bazılarını konuşmak üzere Federico Bey1i
buraya davet etmeyi kendine görev bilmiş Nilgün Hanım ’ı da kır
M II I AN IAIU Al I

m ayarak çıkmış gelmişti. Çok nazikti.

“Burayı hiçbir zaman kendi ım m ...” kalın parmaklarını çenesinde


gezdirdi. Bulmaya çalıştığı kelime için bazı öneriler sunup ona
yardım etmeye çalışanlar olduysa da sonunda yine lumdi bulup
mülküm olarak görmeyeceğim. Burası sizin. Elbette sizin am a ben
yine sizi ve öğrencilerimizi düşünüp hastanenin kötü bir imajla vn da
nasıl denir daha iyi uygulamalar yapılabilecekken zaman alırı am a
sonuç alınmayan bazı boş uğraşlarla adının anılmasını islemem. I >r.
Saltı elbette iyi bir hocadır. Nilgün H anım ’a ben bunu defalarca ken
dim söyledim; yalnız son zam anlarda içine girdiği bazı uğraşların
onun ismini, kariyerini ve kurumumuzun da ismini lekeleyeceğini
derin bir üzüntüyle m aalesef...” yanında oturan dekana dönüp "...
çok üzgünüm am a keşfetmiş bulunuyorum .” dedi. Dekan da d u d a­
klarını üzüntüyle büzüp ona hak verdi.

“Şimdiye kadar ne gibi bir faydası olmuş ki üniversiteye?” diye bird­


en atılmıştı Nilgün Hanım.

Federico, herhangi birini kötülerken yokuş aşağı kontrolsüzce alıp


tutmaların samimi ve inandırıcı olmayacağını keşfedecek kadar zeki
biriydi. Bu nedenle “yiğidi öldür hakkını yem e” türünden söylem
lerde karşıdakiler yiğidin hakkını yem eyen kişinin yiğidi de öldürme
kte haklı olduğunu düşünmeleri için o da öyle yaptı: “Yok...” dedi.
“Bu şekilde düşünemeyiz. Dr. Saltı, şimdiye kadar üniversite için
çok faydalı çalışmaları olmuş bir arkadaşımızdır. Ne zaman ki bilim
sel yöntemin dışına taştı...” Odanın içinde pek çok kişi kafasından
Federico Bey’in haklının hakkını veren kişi olduğunu düşünüp haklı
ödüllendiriyorsa haklı cezalandırıyordur diye düşünerek onu takdir
etti ve bir kez daha Saltı hakkında “gerçekten bilim dışı ve bir bilim
adam ına yakışmayan davranışlarda bulunduğunu” düşündü.

“...işte o zaman ben çok sevdiğim halde, gerçekten çok severim.”

Odanın içinden “Elbette Saltı’yı ben de çok severim, biz de severiz.


Evet, Saltı iyidir, gerçekten iyidir. İyi arkadaştır, evet, iyi ile hekimdir.
197 GÜN • BÖLÜM3

Kesinlikle iyi hekimdir. İyi de hocadır.” Sözleri yükseldi.

“İnsanın yine de dili varm ıyor...” diyordu Federico. “Artık beraber


çalışamayacağımızı ona söylem eye...”

Nilgün Hanım heyecanla:

“Ben bu konuda size yardımcı olurum .”

512
“Gerçi ben , rüzgâr kadar aceleci değilim am a yin e de yitm ek
zo ru n d a yım . B iz gezginler, hep en y a ln ız y o lla n aramışındır,
bir g ü n ü b itirdiğim iz yerde ye n i bir güne başbunavın...
A ra n ızd a geçirdiğim gü n ler kısa ve özdür ; sizlere söylediğim sönler
ise daha da kısa ve ön."
Halil ( abran

Dr. Saltıpaylaştı, IJgi i n önce

173. G ün

“01 Rebiûl evvel ayın nicesi.” derken ‘rebiûl’ kısmında hocanın sesi
iirebiiiiiiiiivw wuuuuuuuul” şeklinde uzuyor ‘evvel’ kelimesi “ev ve
ve ve ve ve ve” şeklinde dinleyenlerce hiç bitmeyecekmiş izlenimi
oluşturuyorlardı. Ne zaman ki haddinden fazla uzattığı kelimeleri
derin bir nefesle nihayetine bağlıyor, başta salonu doldurmuş yaşlı
kadınlar olmak üzere dinleyenlerden bir “Allah!” nidası çıkıyordu.
Yüzeysel bakınca bu nidalar Mevlid’in şevkiyle Allah-peygamber
aşkından m eydana gelmiş görünüyordu, derinlerinde nedir bilin­
mez. Daha pek çok ‘tanıdık’ duyar duymaz cenaze evine koşuy­
or, onların adımlarıyla açılıp kapanan kapı sesleri hocanın sesini
gölgeliyor, o gölgeleri ağlamalar yırtıyordu. Fısıltı halinde “Başınız
sağolsun”lara, “Allah cennette kavuştursun”lar karışıyor, “Ölüm Al­
lah’ın emri”ne, “Ölüm hepimizin başında” sözleri destek veriyordu.

Yorgunluktan ve üzüntüden kendinden geçmiş ev ahalisi ve uzak


lardan gelmiş ya da çok samimi olunm ayan arkadaşlara ev ahalisi
kadar üzülmemiş ve samimi komşular yardım eder, şerbetlen ve hel­
vaları bu komşuların genç kızları dağıtırdı.

“Ölüm...” dedi topluluktan yükselen bir ses. “Gence de yaşlıya da var."


197 GÜN ’ BÖLÜM3

“Öyle ö y le...” dediler.

Babaannem bu sözden rahatsız oldu. Zaten ölümüm duyulduğundan


beri kendince bir küslük başlatmıştı. Zaten evladını kaybetmiş ve
dünden beri perişan olmuş annem e iğneleyici sözler söylüyor “Açık­
tan söyle...” diyordu. “Gencecik kızım öleceğine şu yaşlı Safiye
karısı ölseydi d e.” diyordu. Annem çoğu zaman kendinden geçmiş
halde, bu sözlere hiç cevap vermedi. Babaannem in küslüğü geçme­
di am a... Lokum dağıtan kızın ikramına bile kızdığını biliyordum
ben. “Misafirlerle birlikte her defasında bana neden ikram ediyor­
sun kızım? A a ...” dedi. Bu sözlerin altında neler neler vardı bile­
mezsiniz. Her defasında lokumdan ona da ikram ederek şekerini
çıkarıp onu öldürmeye mi çalışıyorlardı? Babaannem de şeker yoktu
oysa. Gencecik çocuk öleceğine şu pörsüm üş ihtiyar geberseydi ya
demeye getiriyordu sanki herkes ona bakarken. En m asum undan
Allah’ın işi işte derlerdi. Şuradaki yaşlıyı almıyor da genci alıyor
yanına... Yalnız genç birinin cenazesinde yaşlıların üzerine sinmiş
mahcubiyet duygusunu derinden yaşadığı belliydi. Gerçi babaan­
nem nedense ölümüm ü öğrenir öğrenmez, iki rekât şükür namazı
kılmıştı. Anladığıma göre uzun zamandır evden bir cenaze çıka­
cağını hissediyordu ve kendinin ölümü zannediyordu ki ecel gelip
onu değil, beni alınca yıllardır farz namazlarını bile kılmamış bu yaşlı
kadın birden şükranla secdeye kapanmıştı. Bu benim için öyle bir
şaşkınlıktı ki ölüm şaşkınlığını atlatmıştım görünce.

Ölüm şaşkınlığı, öldüğünü anlar anlam az üzerine sinen şaşkınlık...


Ailemden, annem den, çevremden, en yakın arkadaşım dan bile
sakladığım “kusurum dan” kurtulmak için bazı işlemler yaparken
bir an gözüm karardı. Bir uçurum kenarında yürümeye benziyor.
Dengeyi kaybedersen, ölürsün. Tek amacım o çocuktan kurtulmaktı.
İnternette araştırdığım bazı yöntemleri -aslında tamamını- denedim.
Sonuncusunda zannediyorum başardım am a kendim de öldüm.
“Ben” olduğunu anladığım benden ayrı şey, benim üzerimde ban.ı
bakarken (bir rüya psikolojisine benziyor) banyoda, bacaklarım

514
SULTAN TARLACI 9

dan sızan kandan sonra en dikkat çekici şey yorgun yüz ifademdi.
Ne kadar yorulmuşum diye düşündüm . Çok yorulmuşum. Sonra
kan, aktıkça aktı... Bu kadar çok kan akarsa yakında ölürüm diye
düşünürken birkaç kez banyonun kapısı zorlanıp “Gülin” diye bir
seslenme geldi. Annem “G ülün...” diyordu. “Çıksana artık!” Bir
süre benden ses alamayınca kapının önce anahtarlarını zorladılar,
sonra kırıp içeri girdiler. Ölmek o denli rahat ki o rezil halimde hiç ut­
anm adım bile. Sadece tepem de dikilip sonra bilincini kaybederces-
ine ağladıklarını, hem en hastaneye götürdüklerini sonra da ölüm
haberimi aldıklarını gördüğümde “Ölmüş m üyüm?” dedim kendi
kendime. Bir “yersizlik” bindi üzerime. “E ee... Şimdi nerede yaşay­
acağım?” dedim. Sonra anladım ki zaten yer, yersiz bir şeymiş. Tıpkı
zaman gibi... Her şey binmiş omuzlarıma o genç yaşımda. Ağırmış
dünya...

Okul elbette çalkalandı. Sevgilimi gözaltına aldılar. Benim olayım­


la birlikte kısa zaman önce yine bizim okulda öğrenciyken sevgili­
si tarafından öldürülmüş arkadaşın adı bir kez daha anıldı. Katilin
bulunması için basın baskısı arttı. Gençlere ne olduğuna dair her
zamanki gereksiz ve çözümsüz tartışmalar uzun uzun konuşuldu açık
oturum larda... Kimse kendini sorgulamıyordu. “Karşıdakine” ne ol­
muştu?

Babaannem e ve evdeki diğerlerine hizmet etmek için yıllarca mut­


faktan çıkmamış annem den, sabahtan akşam a kadar yüzünü gör­
mediğim babam dan ve kendinden başkasını düşünm eyen babaan­
nem den bulamadığım bir ilgi ve sevgiydi bence “gençlere” olan ve
başa gelen geldikten sonra aynı anneden, babadan ve babaanned­
en duyulan korkuydu. Ayıbı gizleme telaşıydı. Olan olmuştu. Umu­
rum da değildi.

Haberlerde komiser konuşuyordu diğer arkadaşın sevgilisiyle ilgili.


“Çem ber daraldı. Yakında katili yakalayacağız.”

515
“K ader şim di g ü cü n ü gösterebilirsin! Yazılan b o zu lm a z, kim se
efendisi değil kendisinin
Shakespeare

Dr. Saltı paylaştı, 11 gün önce

179. G ün

Kızımız’ın işi zordu y a h u ... Ö nünde yığınla dosya vardı. Bu dosyalar


pek çok psişik kişiden katilin yerine dair yazılmış algıları içeriyordu.
Tek tek okuyor, ortak şeyler yazmış olanları bir tarafa not ediyor, bu
ortak algılarda telepati olup olmadığını düşünüyor, şimdiye kadar
gidip baskın yapılmış yerlere benzeyen algıları eliyor, hiç olmayacak­
ları başka yerde topluyor, insan isimlerini bir liste halinde sıralıyor,
şehir isimlerini başka bir liste halinde sıralıyor, küçük yer-mahalle
ismi olabilecekleri başka bir liste halinde sıralıyordu. Bunların her
birini internetten taratıyor.

Hangisi üzerinde durulacağına en çok yazılmış isimsiz m ekân özel­


liklerine bakarak karar veriyordu. Farz edelim çok fazla “köprü”den
bahsedilmişse en çok yazılmış şehir içinde herhangi bir mahalleye
değil de içinde köprü barındıran mahallenin ismine bakıyordu. O
mahalle ismi, verilen mahalle ve insan isimleri içinde var mıydı?
Çünkü bazen insan isimleri ile mahalle isimleri aynı oluyordu. El
bette o isim, o an katilin yanında olan birinin ismi, onun saklan
m asına yardım eden birinin ismi de olabilirdi. Günlerce buna kafi»
yoruyor, sonra herhangi bir yer üzerinde yoğunlaşırsa -çoğu zaman
tek başına- sinsice oraya gidip bakıyordu.
sı II |AN 1 *

,iıbiriy>e
Dosya, istihbaratta öyle bir rekabet haline g e l m i ş t i ki k|lllM
tek kelime paylaşmıyor, herkes kendi başına çözüp, dİ!!1’1 s<" '( 1<
syasını kapm aya çalışıyordu. Belki bilgi paylaşımı yapsak"'
tan bulunmuştu. Sadece istihbaratta değil, p o lis - is t ih b a ıa t al0S1
d a kıyasıya bir yarış vardı. O yarışın sebebi Kızımız’m dencdiğiy0^
temin hiçbir işe yaramadığını düşünen komiser V e fa ’n ın sının
inadıydı. Kızımız’la gerçekten elde ettiği hiçbir bilgiyi paylaşma0’
yine de çoğu zam an aynı yerde karşılaşıyorlardı. Bu e s n a d a kork
lar sinirlere karışıyor, birbirlerinin canını alacak kadar birbirleri"
yaklaşıyorlardı. Belki geçen gece yaşadıklarının sebebi buydu,
ki hem katilin etrafında olma ihtimalinden hem birbirlerinden k
rktukları için büyüm üş göz bebekleri birbirleri için çekici ge
Belki uzun zaman süren sinir boşalmasıydı. Belki canlarını bu şe
de acıtmak istemişlerdi. Bir şeyler olmuştu işte. Katilin orada a
madiğini anladıklarında ilk defa aynı fikirde olduklarını birbirlerin*^
gözlerinden anlayıp çok hızlı ve şiddetli saldırmışlardı. •• KızınrılZ
yaz günü fular takmasının sebebi buydu. D aha pek çok ezikle
yönden boşalmışlar, sonra bir garip ruh durumuyla sevgili o u^
mı, olmadılar mı ben de anlayamadım, katile dair birbirlerinden
gi saklam aya devam etmişlerdi.
... Yalfli2
Bana kalırsa komiser değil, istihbarat bulacaktı bu katili-••
“kaVlP
Kızımız değil, Avcı!.. Avcı bu dosyayı kimseye bırakmaz,
kutsal sandık” dosyasını da kapardı.

SIV
s
“H er insan iki insandır: Biri karanlıkta uyanık, diğeri ise
aydınlıkta u ykudadır.”
H alil Cibran
Dr. Saltı paylaştı, 7 gü n önce

181. Gttn

O gün o üniversitede son dersi olduğunu derse girmeden beş dakika


önce öğrenmişti. Bilgisayarını kürsüye koyup projeksiyonu çalıştırdı.

HİPNOZ yazısı sınıfın duvarlarına dev gibi yansımıştı.

Sınıfa döndü.

“Bu konuda şunu unutmamanız gerek...” dedi. “Hiç kimse, hiçbir


şekilde başka bir kişi istemedikten sonra ona bir şeyi yaptıramaz.
Hipnoz d a buna dâhil.”

Sonra bir video çalıştırdı. Bu, bir telefon kaydı ve belli belirsiz, ara
sıra kayan görüntüleri oluşturuyordu. Bir yemek m asasında insanlar
oturuyor, bazı gülüşmeler duyuluyordu. Çocuklarla birlikte dikkati­
mi toplamış bakıyordum. Federico Bey ve Nilgün Hanım d a vardı
m asada. Federico Bey bir şeyler anlatıyor, Nilgün Hanım da sıklıkla
onu övüyordu. Beş dakika kadar süren video kesitinde belki üç kez
Federico Bey’e aynı şeyi söylemişti Nilgün Hanım. “Siz, çok başarılı
bir bilim adamısınız Federico...”

Videonun ilk izlenmesinden sonra Saltı sınıfa dönüp “Bunu neden


izlediğimize dair bir fikri olan var mı?” diye sordu. Çocuklardan bir­
SUI İAN T A IU A C I

kaç tanesi el kaldırıp ilk ilginç gelen şeyi, Nilgün H anım 1ın aynı şekil­
de sıklıkla Federico Bey’i övmesini söyledi. Sonra video bir kez daha
izlendi. Başka öğrenciler de aynı şeyi söyledi. Sonra içlerinden biri
“Nilgün Hanım hipnoz mu edilmiş?” diye sordu. Sınıfta bir sessizlik
oldu. Saltı yorum yapmadı. Çocuklardan biri “Bu sözü hangi tetik-
leyiciden sonra tekrarlıyor?” diye sordu. Saltı videoyu yeniden baş­
lattı. Federico konuşurken ara ara çatalın kenarıyla m asaya tıklatıyor
ve Nilgün Hanım otomatik olarak onun çok değerli bir bilim adamı
olduğunu söylüyordu. O nun bu iradesiz saf hali sınıfta bir kahkaha
oluşturdu. “Hocam yeniden izleyelim.” diyorlardı. Yeniden izleyip
yeniden gülüyorlardı.

“Pek çok öğrenci bu derste bana ‘Hocam biz de hipnoz edebilir mi­
yiz?’ diye sorarlar.” dedi.

“Ben de sıklıkla önce hipnoz edilmemeyi öğrenin.” derim. Çünkü


bu şekilde, videoda gördüğümüz haliyle, Federico Bey tarafından
profesyonelce hipnoz edilmiş olmanın yanında, günlük hayatta far­
kında olm adan da hipnoz olabilirsiniz. Basın sizi hipnoz edebilir.
Çevreniz edebilir, korkularınız edebilir, istekleriniz edebilir... Sıklıkla
hipnoza girer ve sıklıkla çıkarız. Kimsenin parmağını şaklatmasına
gerek yoktur. Daha büyük ve tehlikeli hipnoz durumlarına gelince,
en başta dediğim şeyi sakın unutmayın. Kimse, siz müsait değilse*
niz, istemediğiniz bir konuda sizi hipnoz edemez. Kimse sizi hipnozla
katil edemez. Kimse hırsız edemez. Kimse sapık edemez. Kimse hain
edemez. Kimse yalaka edem ez.” Sınıfta bir kahkaha koptu. Çocuk
lardan biri sıraya kalemini iki kez vuruyor, yanındaki arkadaşı kadın
gibi sesini incelterek “Siz çok başarılı bir bilim adamısınız Federico
Bey.” diyordu.

Dikkatli olmanız gereken ikinci husus, sizi istedikleri şekle s o k m a v a


çalışıp başarılı olamayınca yeniden kıvama getirmek için ü z e rin izd e
kurdukları baskıdır. Hayatınız boyunca size kalıplar d a ğ ıta c a k la r . İçi
ne düşüncelerinizi koymalarını istedikleri... Kimi siyasi o l a r a k kimi
r>7 g ü n • BÖLÜM3

dinî kimi duygusal kimi bilimsel... Evet. Bilimde de aynı şekilde.


Kalıplaşmış, donm uş kalmış, bir yerinden çürümüş, ilerleyemeyen
bilim kurallarını dayatacaklar size. “Bu böyle!” diyecekler. Eğer ak­
sini düşünüyorsanız, düşünmeyi geçin, aksi olabileceği ihtimaline
şans veriyorsanız “O öyle değil!” deyin. Sonunda haksız çıksanız
bile, duyduğunuzla değil, sorguladığınızla kabullenmiş olursunuz.
Sorguladığınız her şey sîzindir. Geri kalanlar başkalarına aittir. Üze­
rinizde ne kadar çok “başkalarına aitlikler” biriktirirseniz, kendiniz
olmaktan o kadar çok çıkarsınız. Sonra kendisi olanlara, olabilenlere
üzülür, onları kıskanır, bu kez hipnoz edilmekten kaçan değil, hipnoz
etmeye çalışan olursunuz. Kötülükler bu şekilde çoğalır.”

Konuşması fazla uzun sürmemişti. Vermesi gereken mesajı verdi.


Muhtemelen üzüleceklerini ve çok fazla soru soracaklarını düşüne­
rek çocuklara veda d a etmedi. Sınıftan çıkıp eşyalarını toplamak için
odasına gitti.

Video sosyal m edyada bir anda yayılmıştı. Nilgün H anım ’ın gözleri
Saltı’ya kin kusuyordu. Federico Bey’e belki minik bir sitem duy­
muştu. Saltı haklıydı. Kimse, istenmediği şeye zorlanamazdı. Hip­
nozla bile...
“B ü tü n bu düşünceleri ya za rken ellerim titredi. A m a kafam da
biriken bütün düşünceleri boşaltm ak ve y a z m a k istiyorum .
Sadece y a zm a k . R a h a tla m a k.”
M arilyn Monroe
Dr. Saltt paylaştı, 5 gün önce

191. Gün

İlginçti.

Tugay ve Tattü, Federico’nun bazı tanıdıkları d a araya katmasıyla


TV’de sabahları bir program a başlamıştı. Tugay’ın ünlü bir m odacı
gibi kendi fikirlerini paylaştığı, hanımları m odaya dair eğittiği; çalgılı
çengili, konuliu, yemekten sağlığa her türlü konunun konuşulduğu
bu programın en garip tarafı, Tattu’nun günlük burç yorumları ya­
pıp astrolog kesilmesiydi. Bununla kalmıyor, meditasyon teknikleri
konusunda izleyicileri “aydınlatıyor” soruları cevaplıyor, çakraların
açılması, telepati, durugörü, uzaktan görü konularına da el atıyor,
garip bir şekilde pek çok bilim adamıyla karşılıklı başka programlara
çağırılıyordu.
“Rabbim , benim ilm im i arttır."
Taha, 114
Dr. Saltı paylaştı, 3 g ü n önce

193. Gün

www.Evrenindili.com

Forum Gönderisi: Doktor Saltı paylaştı:

Hintli altı adam vardı


Öğrenmeye çok hevesliydiler
Fili görmeye gittiler
Hepsi kör olmasına rağm en
Gözleme ile her biri

Kendi düşüncesini teyit etmek istedi.

Birincisi file yaklaştı


Ve olan oldu
Onun güçlü ve dar gövdesine karşı
Bağırmaya başladı:
“Allah aşkına! Fakat fil

D aha çok duvar gibi.”


İkincisi uzun dişini hissetti
Çığlıkla “vovw ! Burada ne var?
“Çok yuvarlak, düzgün ve sivri
Çok açık ve net
Bu harika bir özellik
D aha çok bir mızrak gibi”

Üçüncüsü hayvana yaklaştı


Ve mutlulukla tuttu
Elleri içinde hortum unu
Böylece cesaretlendi ve konuştu:
“Anladım” dedi aynen
“Fil daha çok bir yılan gibi”

Dördüncüsü sabırsız elleriyle dokundu


Dizlerini hisfcetti
“Ne harika canavar çok düz” tekrarladı:
“Bu fil, çok belli
D aha çok bir ağaç gibi”

Beşincisi şansla dokundu kulağına


Dedi: “En kör adam bile
Bunun ne olduğunu söyleyebilir,
Filin bu doğaüstü özelliği
D aha çok bir yelpaze gibi!”
197 GÜN ' BÖLÜM3

Altıncısı daha çabuk değildi


Canavarı el yordam ı ile yokladı
Sonra, sallanan kuyruğu yakaladı
O nun hissiyle
“Anladım” dedi
“Fil, daha çok, bir halat gibi”

Ve Hindistanlı bu adam lar


Uzun ve sesli tartıştılar
Kendi fikrinde her biri
Son derece kesin ve kararlı
Her düşünce kısmen doğruydu

Ve tümü yanlıştı!

The Blind Men and the Elephant

John Godfrey Saxe (1816-1889)

Dr. Saltı tarafından çevrildi.


“N eye inanıyorum , gerçek ne?
K endim e inanıyorum .
H atta en hassas ve elle tu tu la m a z hislerim e bile.
Ben iyi yö n e g id iyorum am a hayat her nasılsa daha çok aşağı
doğru gidiyor.
F akat bir rüzgârda örüm cek ağı kadar güçlü
Soğukta p ırıl pırıl, ayazda var oluyorum
F akat boncuk ışınlarında bir tabloda gördüğüm renkler var.
A h hayat seni aldattılar .”
M arilyn M onroe
Dr. Saltı paylaştı, 2 g ün önce

197. Gün
Uzun zam andır söylenen “Çem ber daraldı.” sözünde noktayı “Kı­
zımız” koymuştu. Katili sıkıştıracak noktaları belirleyen oydu. Bel­
ki psişiklerin hep eleştirildiği “katilin nerede olacağına dair bir yer
değil, çok fazla yer veriyorlar” konusunda bir ayrıntı gizliydi. Katil
verilen yerlerin hiçbirinde değildi doğru. Doğruydu am a hiçbirinde
değilken belki hepsinin işaret ettiği tek bir yerdeydi. Tespit ettikten
sonra gitmeye kalkmadan önce yanına diğerlerini de almayı diişiin
dü. “Hep birlikte gidelim am a biliyorsunuz ki burayı ben buldum r
demeyi ihmal etmemişti. Onca ay katili ustalıkla saklayanların da
yolda yaklaşmaya başlayan polislerden haberi olmuş olmalı ki nı tık
gidecek yerleri kalmadığını anlayınca ‘kendisinin teslim olmak isle
diği’ bilgisini ulaştırmışlardı. Baskından sonra teslim olmakla, ken
diliğinden teslim olmak arasında m ahkem e başkanı gözünde ciddi
bir fark vardır.

Katil, iki polisin kolları arasında m erdivenden inerken Kızımı/, ıı/ak


bir köşeden meraklı kalabalığı izliyordu. Üzerinde çiçekli bn eli »i m *
vardı. Bir yaz gecesi gezmesinden dönüyor gibiydi. Polis aıa< inin
uzaklaşmasının ardından yanındaki banka oturup önünden
197 GÜN ’ BÖLÜM3

mekte olan mısırcıdan bir mısır istedi. “Biliyor m usun?” dedi satıcı­
ya. “Araştırmalar göstermiştir ki mısır, insanda ciddi bir sinirlilik hali
oluşturuyor. Türkiye’nin suça yatkın en sinirli insanların yaşadığı
bölgesi neresidir? Karadeniz. En çok ne tüketilir? Mısır.”

“Bilmem ki a b la ...” dedi satıcı. “Mardinliyiz biz.”

N
A leph Sem bolü

526

You might also like