You are on page 1of 80

“Geçmişin hipnozunu bozmak”

Önce sadece regresyonu anlatan bir kitap yazayım dedim. Terapi yapacaklara yol gösteren bir
kitap. Ama yazmak istediğim çoğu konu kapsam dışı kalacaktı. Esas yapmak istediğim
“geçmişin hipnozunu bozmak” kitabımı yeni bir anlayışla ve çok kapsamlı olarak yeniden ele
almaktı aslında. Onu ilk 2006 da yazmıştım. Aradan tam 10 yıl geçti. Köprünün altından çok
sular aktı. Deneyimlerim birikti. Bilgilerim zenginleşti. Meselelere bakışım değişti. Anlayışım
değişti. O ilk yıllardaki acemi ve saf heyecanımın yerini olgunlaşmış ve ayakları yere daha
sağlam basan sakinlik aldı.
O yıllarda yola çıkarken bir tıp doktoru da olmanın verdiği beklentiyle, esas odağım
hastalıkların iyileşmesi üzerindeydi. Hipnoz ve regresyonu bir tedavi alternatifi olarak
değerlendirmiştim. Henüz klasik doktor zihniyetimde bir paradigma değişikliği olmamıştı.
Klasik modern tıp anlayışına göre hastalıkların nedeni beden makinesinin bozulmasıydı ve ben
de sanki makineyi tamir edecek yeni bir alet bulmuştum. Ama yıllar geçtikçe meselenin
görünenlerden çok farklı boyutları olduğunu anlamaya başladım.
Bu nedenle de geçmişin hipnozunu bozmayı bu yeni anlayışıyla tamamen yeniden yazmaya
karar verdim. İlk kitapta yazamadığım birçok ayrıntıya bu kitapta değinmeyi düşünüyorum.
Bu açıdan kitap hem hastalık tedavilerine yol gösterici bir rehber niteliğini kazanırken hem de
bir yönüyle kişisel gelişim kitabı olacak. Aynı zamanda terapi alanında uğraş verenlere de
birçok açıdan katkısı olacağını umuyorum.
Fazla yapısal olmaya çalışmayacağım. Bir ders kitabı yazmak istemiyorum. Daha çok bir anlatı
olmasını tercih ettim. Biraz anlatı. Biraz hesaplaşma. Biraz bilgilerin yeniden toparlanması…
Biraz insanı anlamak... Kısaca bugüne kadar yazdıklarımın ve yaptıklarımın yeni bir sentezi…
İnsan zihnini anlamaya çalışacağız hep birlikte. Zihnin nasıl şekillendiğini araştıracağım. Bilinç
ve bilinçaltına farklı pencerelerden bakmaya çalışacağım. Nasıl bir hipnotik dünyada
yaşadığımızı konuşacağım. Bu hipnotik toplumun dünyayı gittikçe içinden nasıl çıkılmaz bir
duruma getirdiğini analiz etmeye çalışacağım.
Katılaşmış bir zihni adım adım nasıl açabileceğinizi öğretmeye çalışacağım. Tabi “bir zihin
neden katılaşır” konusunu da konuşacağım. Bilinçaltının bilinmeyen mistik dünyayla olan
bağlantılarını yaşadığım örneklerle aktarmaya çalışacağım.
Bir kitap yazmanın en sıkıntılı yanlarından biri de o kitabın basılması aşamasında
yaşananlardır. Kitap basımı oldukça maliyetli ve geri dönüşümü riskli bir iş... Bu nedenle
kitapevleri garanti kitapları basma eğiliminde oluyorlar, haliyle. Maliyetin yüksek olması ve
kitabın hacmi arttıkça satılabilirliğinin düşmesi nedeniyle, 250 sayfa üzerindeki kitaplar tercih
edilmiyor. Bu durumda yazacaklarımız çok sınırlı kalıyor. Hem de kitap yazıldıktan belki bir yıl
sonra okuyucuya ulaşıyor. Ayrıca her isteyen de kitabı öyle kolay bulamıyor. Kitapevleri
satmayan ya da yavaş satan kitaplara raflarında yer ayırmak istemiyorlar. Tüm bu kaygılardan
kurtulmanın tek bir yolu var. Kitabı online olarak internette yazmak. Daha yazılma aşamasında
okuyucuyla buluşmasını sağlamak. Geri bildirimlere göre kitabı şekillendirmek. Ne yazacaksan
rahat rahat yazabilmek de bonusu oluyor tabii ki. Okundu okunmadı, sattı, satmadı, bulundu,
bulunmadı dertlerinden de kurtulmuş oluyorsunuz.
Geçmişin hipnozunu bozmak “in a nutshell”
Bu 10 yılda neler öğrendim?
1. Hastalıkların nedeninin sosyolojik olduğunu öğrendim.
Önce, tıp fakültesinde okurken hastalıkların nedeninin fizyopatolojik olduğunu öğrendim. Bu
nedenle 1978 de tıp fakültesini bitirdiğimde en somut bölüm olarak nitelediğim fizyopatoloji
bölümüne girmek istemiştim. Daha sonra farmakolojiye girdim asistan olarak. 2003 de,
hipnozla tanıştıktan sonra hastalıkların nedeninin bilinçaltında olduğunu öğrenmeye
başladım. Bu düşünce tıp mantığına uyuyordu. Çünkü tıpta psikosomatik başlığı altında
incelenen bir hastalık grubu vardı. Yani hastalıkların nedeni psikolojikti. Ama son on yıldaki
deneyim ve gözlemlerim hastalıkların esas nedeninin sosyolojik olduğuna ikna olmamı sağladı.
Bunun ayrıntılarını ilerleyen sayfalarda anlatacağım.
2. Duyguların o kadar kolay boşalmadığını öğrendim.
Duygunu boşalt hastalıktan kurtul. Bunu ilk kitapta o kadar güçlü vurgulamadım. İlk kitaptaki
mesaj ve anlayış şuydu. “Derin hipnozu elde et; gerisini bilinçaltı halleder.” Duyguyu O bulur,
O güçlendirir ve gereken regresyonu yapar. Esas önemli olanın sanki “hikaye” olduğu izlenimi
daha ağırlıktaydı. Halbuki zamanla şunu anladım; Hikaye gerçekten hikayeydi. Duyguyu
yakalamak ve güçlendirmek esas üzerinde durulması gereken kısımdı.
Duyguyu yakalamak da zordu. Duyguyu güçlendirmek de zordu. Regresyon olsa bile duyguyu
boşaltmak hiç de o kadar kolay değildi.
3. Hipnoz yapmanın hiç de o kadar önemli olmadığı öğrendim.
Derin hipnoz olmadan regresyon olmaz. O zaman böyle öğrendim böyle anlattım. Halbuki
regresyon için esas olmazsa olmazın duyguyu hissetmek olduğunu öğrendim. Hipnozu bozmak
için hipnoz yapmaya çalışmanın ne kadar boş bir uğraş olduğunu anlamam yıllarımı aldı.

4. Kişide güçlü bir bilinçli bakış olmadan bilinçaltında bir değişiklik olmaz.
Sorun bilinçaltında değil, bilinçtedir. Bu sözü son yıllarda çok tekrar ettim. Eğer çalışmada bir
şeyler yürümüyorsa hiç bilinçaltıyla uğraşmayın. Dönüp bilince bakın. Hazır olmak demek
gerçekten bilinçli olarak ne istediğini bilmek demektir.
5. İyileşmek hiç de kısa sürede sonlanan bir şey değildir.
Regresyonu ilk öğrendiğim yıllarda, birkaç seansın birçok sorunu çözeceği saflığına
kapılmıştım. Yıllarla şunu anladım. Değişmeyi sürekli hale getirmezsen tüm kazanımlar kısa
sürede kaybediliyor. Kişinin kendi sürecine saygılı olması değişim başlaması ve sürmesi için
kaçınılmaz.
6. Meselelerin kaynakları düşündüklerimizden çok daha derinlerdedir.
Kronik sorunları çözmek için anne karnındaki birikimleri boşaltmanın yeterli olduğunu
söylemişlerdi. Ama zamanla bunun o kadar basit olmadığını anladım. Derin duygular ataları
ve bilinç ötesi boyutları da kapsıyor.
7. Sağlam ve ayakları yere basan bir felsefe olmadan sağlıklı değişim ve iyileşme olmaz.
Sadece somut tekniklerle, stratejilerle bir yere varılmıyor. Maddeciliğe eski bir bakış
giydirmeden bir yere varılmıyor. Spiritüel bir felsefe olmadan iyileşme olmuyor. “Yaşamın
amacı ruhu hissetmektir” felsefesini benimsedikçe iyileşmelerin çok daha kalıcı olmaya
başladığını öğrendim.
8. Kendini iyileştirmeden başkalarını iyileştiremezsin.
Ciddi bir hastalığın olmasa bile, bilinçaltın mutlaka sakattır. Kendi bilinçaltını temizlemeden
başkasına zırnık yardımın olmaz. Bunu bilirim, bunu söylerim. Bir terapistin kendini
temizlemesinin ne demek olduğunu da ilerleyen bölümlerde açmaya çalışacağım.
9. Enerji bedeninin varlığını kabul etmeden yaptığımız çalışmayı somutlaştıramayız.
Yıllarca elde ettiğim sonuçları modern fizik anlayışı ile somutlaştırmaya çalıştım. Şu anda
vardığım yer enerji bedenidir. Enerji bedenini iyileştir; Fiziksel bedenin iyileşsin. Formülümüz
bu.
10. Mevcudu koruyacaksan iyileşemezsin.
Eğer yaşamında bir şeylerin değişmesini istemiyorsan, sadece içinde bulunduğun durumu
korumak için çabalarsan bir yere varamazsın. Durursan gerilersin. Bilinçaltı bilir. Eğer kişinin
yaşamını değiştirmek gibi bir niyeti varsa, onu değiştirecek fazla bir malzeme sunmaz. Çoğu
kişiye kaç seans yaparsanız yapın, 3 yaştan geriye gidemezsiniz. Yani bilinçaltı 3 yaşından
geriye gitmiyorsa kişinin değişmek gibi bir niyeti yok demektir.
Hipnoz Anlayışım…
Hipnozla ciddi olarak Fethiye’de tanıştım. (Gayri ciddi tanışmam İzmir’de Kadir Demirel’in bir
seminerinde olmuştu). Özellikle, hiçbir şey bilmeden hamilelerde uyguladığım basit gevşeme
ve rahatlama telkinlerinin son derece olumlu etkilerini ve geribildirimlerini deneyimledikçe
hipnoz bir anda benim en önemli ilgi alanım içine girdi. İnternetten bulduğum bilgilerle
denemelere başladım. Eğitim kasetleri ve kitaplar getirttim yurtdışından… Bir süre sonra
gerçekten kitabına uygun hipnoz yapmaya (!) başladım. Bu alana giren her fani gibi hipnoz
yapmayı, kişiyi transa almak olarak öğrendim. Ama bir süre sonra o hipnoz yapmanın tek
başına bir şey sağlamadığını, hipnoterapi denen bir şeyin olduğunu öğrendim. Hipnoterapi
tekniklerini kurcalamaya başladığım zaman da regresyonla tanıştım.
Regresyon denemeleri yaptıkça (tabii 5 PATH eğitimini aldıktan sonra… Ayrıntılar ilerleyen
bölümlerde…) geçmişten gelen inançların nasıl güçlü etki yarattığını gözlemlemeye başladım.
Hipnoz kitaplarında ya da eğitimlerinde de zaten çocuklukta kritikal faktörün olmadığı için her
telkinin kontrolsüz bir şekilde bilinçaltına kaydedildiğini anlatmışlardı. O halde esas hipnoz
çocuklukta yapılandı ve sorun yaratan, hastalıklara yol açan geçmişin hipnozuydu. Bu bakış ilk
kitabımın da adı oldu bu nedenle.
Geçmişin hipnozunu bozmak... Gerçek iyileşmeye açılan kapı.
Geçmişin hipnozunu bozmak anlayışı benimle özdeşleşti diyebilirim. Kitabı yayınladığımdan bu
zamana kadar geçen sürede hipnoz kavramına farklı bir bakış yerleştiremeye çalıştım.
Verdiğim eğitimler yıldan yıla evrimleşti. Gerek eğitimlerim olsun, gerekse kişisel gelişim
çalışmalarım ki buna yaz kampları da dahil, anlattığım şeylerin ana fikri “nasıl bir hipnoz içinde
yaşadığımız” olmuştur.
Hipnoz tanımım yıllar içinde çok netleşti. Telkin içerikleri de keza buna uyumlandı.
Hipnoz dediğimiz zaman artık bir eylemi anlıyorum. Kişinin bilinçaltındaki sanal bir inanca
göre, sanki bir inanç varmışta ona göre, otomatik davranma şeklidir. Tanım gereği tüm
inançlar yanlıştır ve kolaylıkla yanlışlanabilir. O zaman hipnoz yaşamın, evrenin işleyiş
gerçeklerine aykırı bir davranış şekli olmaktadır. Basitçe hipnozda yaşamak gerçek dışı
yaşamak olmaktadır.
(İnanç, hipnoz ve hastalık ilişkisini değersizlik inancı kitabımda ayrıntılı bir şekilde anlattım.)
O nedenle geçmişin hipnozunu bozmak dediğimiz zaman gerçek dışı bir takım inançlara göre
hayatımızı şekillendirmekten vazgeçmeyi anlıyoruz. Tabi ne gerçektir, ne gerçek dışıdır, ya da
gerçek dışı yaşamak neden sorunlara yol açmaktadır, ayrıca derinlemesine tartışabiliriz. Yeri
geldikçe bunlardan bahsedeceğim.
Zamanla “hipnozda yaşamak”ın karşısına “spiritüel yaşamak”ı yerleştirdim. Bu karşılık benim
için de rahatlatıcı oldu. Çünkü spiritüellik kavramını bir türlü kafamda bir yere
oturtamıyordum. “Spiritüel yaşamak; yaşamın, evrenin işleyiş kurallarıyla uyumlu yaşamaktır”
dediğim zaman birçok şey benim zihnimde yerine oturmuş oldu.
Bu anlayışım nedeniyle benim için sağaltım (terapi demeyelim artık, psikiyatristler patent
hakkı istiyormuş), iyileşme, değişim, aydınlanma, kişisel gelişim adına ne dersek diyelim tek
bir amaca yöneliktir. Önce hipnozlarımızı fark etmek, sonra da bu hipnozlardan kurtulmak…
Farkındalık ve özgürleşme çabası diyebiliriz.
Özgürleşme çabası diyorum, çünkü bu çaba bitmez. Bazı psikoterapi anlayışları, bilişsel terapi
gibi, kişinin bilmesinin, ya da farkında olmasının iyileşme için yeteceği düşüncesinde ya da
hipotezindedir. Ama iyileşme somut bir çaba gerektirir. Enerji bedeninin temizlenmesi çabası
diyebiliriz buna… “Bilmekle yapmak aynı değildir” derim ben bu nedenle. Bilen olduğu yerde
sayar, yapan ise yol alır.
O halde hipnozlarımızı da iki gruba ayıralım. Farkında olduklarımız ve farkında olmadıklarımız.
Ancak farkında olduğumuz hipnozlarımızdan kurtulma şansımız vardır. Farkında
olmadıklarımız ise hayatımızı yönetmeye devam eder. Farkında olduğumuz hipnozlar daha
tartışılabilirdir. Farkında olmadıklarımız ise içten içe hayatımızı oymaya devam eder.
Hayatımızı oyan şeyler bedenimizi de oyar.
Sağaltımda en zor şey kişiye hipnozlarını fark ettirmektir.
Sağaltımcı olmak isteyen hevesliler bir an önce teknikleri öğrenmek isterler. Teknikteki sırrı
ararlar. Hipnoz nasıl yapılır, regresyon nasıl yapılır. Anne karnına nasıl gidilir vs…
Ama işin esas zor kısmı kişiyi bu teknikleri uygulayacak kıvama getirmektir. O nedenle de bu
kitabın belki yarı kısmı farkındalık yaratma çabalarını da anlatmama neden olacaktır.
Teknikleri de tüm detaylarıyla anlatacağım merak etmeyin. Ama bu teknikleri öğrenmek
isteyen sağaltımcı ya da sağaltımcı adayı arkadaşların hangi hipnozla sağaltımcı olmaya niyet
ettiklerinin farkında olması gerekir.
Hipnozu Bozucuya ne diyelim?
Eğitimlerim sırasında istatistiğe dökmediğim ama muhtemelen doğru olan bir gözlemim
olmuştur. Mesleğinden, işinden memnun olmayan ve yeni bir iş yapmak isteyen, özellikle de
entellektüel düzeydeki kişilerin ilk seçenekleri yaşam koçluğu olmaktadır.
Önce çok bol olan ve hatırı sayılır ücretlere verilen hafta sonu kurslarına katılınır. Hele
bunlardan uluslararası geçerliliği olan –ne demekse bu- sertifika verenleri daha makbuldür ve
daha pahalıdır. Orada verilen hap bilgilerin bir işe yaramıyor olsa gerek (en babası 3 hafta
sonu yani toplasan 6x6 = 36 saatlik bir eğitimdir) ek bilgiler aramaya başlarlar. O nedenle de
benim EFT, hipnoz ve regresyon eğitimlerim de samimi olarak bu işi yapmaya niyet edenlerin
uğrak kapılarından birisi olmuştur.
Yaşam koçluğu çok zararsız bir meslek tanımı oldu. Yaşamına koçluk etmek anlamına geliyor
herhalde. Sana nasıl yaşayacağını öğreten ve bu yaşamı gerçekleştirmek için rehberlik eden
kişiyi anlıyorum ben. Ama pratikte böyle yaşam koçu bulamazsınız. Tüm yaşam koçları bir ofis
açma, bireysel ya da kurumsal eğitim verme çabası içindedirler. Bireysel eğitim verenlerin ise
yapmaya çalıştıkları sağaltımcılıktır. Yani eski tabirimizle terapistlik, daha doğrusu psikolojik
terapistlik.
Şimdi bir kişi olarak sorunlarınız var (sorunların ne olduğunu daha sonra konuşacağım),
psikiyatriste gitmek istemiyorsunuz çünkü sizi ilaca boğacak. Psikoloğa gitmek de size
psikolojik sorunlu damgası vurdurtabilir. En uygunu yaşam koçuna gitmek oluyor o zaman.
Gidiyorsunuz, sohbet, muhabbet… Bazı sorular soruluyor, yeniden çerçevelemeler falan…
200-300 tl ödüyorsunuz… Çıkınca şöyle diyorsunuz. Ya ne var ki bunu ben de yaparım. İyi
para… Günde beş kişi gelse falan filan… Hadi al sana yeni bir yaşam koçu adayı…
Hipnoz, terapi, psikoloji lafları ettiğiniz zaman başınız derde girer. Ama yaşam koçuyum
dediğiniz zaman akan sular duruyor. İşte o zaman yaşam koçu olarak neden hipnoz yapmayı,
terapi yapmayı, regresyona falan geçmişe gitmeyi öğrenmeye çalışıyorsunuz?
Bir kere bu yaşam ön eki fazla iddialı... Koçluk olabilir. Koç basketboldan gelen bir kavram. Koç
kişiyi ya da takımı özel bir hedefe varması için destekleyen, tavsiyelerde bulunan, rehberlik
eden, antrenman veren kişidir. Yani öncelikle kişinin özel bir hedefi olacak. Sonra da kişinin bu
hedefe ulaşmasına yardımcı olarak donanımdaki başka bir kişi yol gösterici olacak.
Benim bu kitapta anlatacağım şeyler belki kısmen koçluk anlayışının içine girebilir. Bu kitaptaki
sağaltımcılık bir yönüyle kişiye kendi enerji bedenini temizlemek için yardımcı olmaktan başka
bir şey değildir. Yoksa Türk Dil Kurumu sözlüğüne bakacak olursak sağaltmak hayli iddialı bir
iş. Kişiyi iyileştirmek, sağlığına kavuşturmak, iyi etmek, tedavi etmek anlamına geliyor.
İyileşecek kişinin bu konuda bir dahli olması gerekmiyor. Bir şey anlaması ya da yapması
gerekmiyor. Bütün güç şifacıda ya da sağaltımcı da…
Halbuki ne hipnozda, ne de regresyonda, ya da benzer diğer tekniklerde, EFT gibi, yardım alan
kişinin dahli olmadan bir şey başarılamaz. O zaman yardım eden koçluk yapmaktan öte bir şey
yapamaz. O kişiye neyi fark edeceğini, nasıl hissedeceğini, nasıl odaklanacağını, duyguyu nasıl
boşaltacağını öğretmekten öte bir şey yapmıyoruz. O halde yaptığımız işe terapistlik demek
birçok yönüyle yanlış. Arkadaşımın birisi babam ve oğlum filmini seyrettikten sonra sigarayı
bırakmıştı. Şimdi filmin yönetmenine terapist diyebilir miyiz? Ya da aktörler mi terapist
sayılacak?
Kişinin dahli olmadan bir şey yapamıyorsan burada saf terapiden bahsetmek yanlış olur. Bir
kişiye bitkisel ilaç verirsiniz. O da içer. Burada kendi arzusuyla içiyor ama içtikten sonra
bedeninde olacaklara müdahale şansı yok. Sonuçta bir terapi söz konusu. İyileştiren ilaç ve bu
ilacı işe yarayacağını söyleyen terapist. Tabi aslında iyileştiren yine de ilaç ve bedenin bu ilaca
verdiği tepki.
Görüldüğü gibi derine indikçe kavramlar karışıyor. Ama zihinsel sağaltımda kişinin dahli
olmadan değişim yapılamaz. Belki de yaptığımız çalışmaya en uygun isim duygu koçluğu
olabilir. Çünkü duyguları hissetmesi için farkındalık, hissetme, duygunun boşaltılması işlemleri
tamamen kişinin kendi arzusu ve çabasıyla olacak bir şey.
Bu duygu koçluğunun çabası ve yönlendirmesi içinde zihinsel bazı kontrol edilemez değil ama,
kişinin kendi gücüyle de değil, kendiliğinden çoğu zaman beklenmedik zihinsel canlandırmalar
açığa çıkıyor. Ama bu çıkan şeyin terapistin yönlendirmesiyle de bir alakası yok. Doğal ve
kendiliğinden işleyen bir süreç… Aynı bir lokmanın sindirilmesi gibi... Lokmanın sindirilmesine
onayımız var belki ama ne düzeyde, nasıl sindirileceğini denetleyemiyoruz.
Denetleyemediğimiz, ama bir şeyler çıktıktan sonra denetleyebileceğimiz, müdahale
edebileceğimiz, yönetebileceğimiz, ne çıkacağını bilmediğimiz ama ne çıkarsa kabul
edeceğimiz bir süreç…
Duygu koçluğu… Güzel bir ifade... Yapılan bir çalışma… Ortak bir çalışma…
Geçmişin hipnozunu bozmak ancak duygu koçluğu ile başarılabilecek bir çalışma… Koç
kendinde olabilirsin bu süreçte ve olmalısın da zaten…
Zaten kitap ilerledikçe belki şöyle bir sonuç çıkacak. Yaşam zaten duygu koçluğundan başka
bir şey değil… Yaşamın kendisi de bir duygu koçu… Koçluğu siz ele almazsanız, o ele alıyor ve
sizi yönetiyor… Sizi yöneten herkeste bu hayatta aslında duygu koçluğu yapıyor… Ama kötü
niyetle, ya da iyi niyetle fark etmiyor… Her ikisinde de sonuç istenmeyen bir şey olabiliyor…
O halde çalışmayı yöneten kişiye duygu koçu diyelim, daha iyi bir öneri gelene kadar…
Yönetilen kişiye ise ne diyelim?
Müşteri? Pek benimsenmedi… Danışan? Ne danışıyor ki? Hasta? Herkes hasta değil…
Suje ya da denek? Deneme mi yapıyoruz? Yardım alıcı? Çok bir şey titreştirmiyor…
Herhangi bir kişi… Sen de olabilirsin ben de… O nedenle belli bir isimle damgalamayalım… Kişi
diyelim ve geçelim… Yardım alan, sorunları olan, değişmek isteyen kişi… İNSAN olmaya
çabalayan insan adayı bir kişi…
Herkes Duygu Koçu Olabilir mi?
Bu soru “herkes hipnoz yapabilir mi?” olsaydı, “asla yapmasın!” derdim. Herkesin yapma gücü
olmasına rağmen…
Tabi hipnoz yapmaktan neyi anlıyoruz… Basitçe bir kişinin bilinçaltına gerçek dışı bir fikrin
yerleştirilmesini… Ama gerçekmiş izlenimini vererek… “Neden hipnoz yapmamalıyız”
konusunu ayrı bir bölümde konuşacağım.
Ama herkes duygu koçu olabilir mi? Teorik olarak evet. Ama pratikte o kadar kolay değil…
Benim klasik sözlerimdendir. Uygulayacağı tekniklerle kendinde bir değişim yaratmamış bir
kişinin başkasında bir değişim yaratması beklenmemelidir. Tabi zihinsel değişim açısından
konuşuyorum. Ama koçluğun her dalında bu böyledir bence… Başkasına motivasyon vs ile
başarıya götürecek bir koçun, aynı yöntemlerle kendinde bir başarı sağlamış olması
beklenmelidir.
Kel bir doktorun saç ekme cerrahisi uygulaması hoş karşılanabilir belki ama cilt sorunları olan
bir cilt doktoruna kim güvenir ki?
Amaç sadece müşteriye güven vermekle alakalı da değildir. Zihinden zihne akan subliminal
mesajlardır insanları bir şeylere ikna eden. Hadi şunu diyelim. Bilinçaltı samimi olanla
olmayanı birbirinden ayırır. O nedenle duygu koçluğuna soyunacak bir kişinin bu kitapta
anlattığım, anlatacağım hususları çok iyi içselleştirmesi, uygulaması gerekir.
Önce kendi enerji bedenini temizle ki, temizliğin nasıl yapıldığını öğrenesin ve
deneyimleyesin… O zaman rahatça öğretirsin. Ben regresyon çalışmalarına başladığımın ilk iki
yılında regresyonun nasıl bir şey olduğunu deneyimlememiştim. Kendimde uygulatmadığım
bir şeyi başkalarına uyguluyordum. Sonunda o fırsatı yarattım, epeyi uzun seanslarla
kendimde belli bir temizlik yaptım. O seanslardan sonra yardım alıcılarla işleyişim farklı bir
boyuta geçti diyebilirim.
Duygu koçu olacak bir kişinin bazı temel bilgileri ve anlayışı olmalı. Temel tıbbi bilgilere sahip
olmalı. Beynin işleyişini bilmeli. Zihin beden ilişkileri hakkında asgari bilgisi olmalı. İnsan
ilişkilerinde biraz temel bilgileri olmalı. Bunlar olmazsa olmazlar.
Meslek sahibi ol ak, mesleğinden insan gibi yaşayacak kadar para kazanmak tabii ki olmalı.
Ama şifalandırma işinde herşeyi para uğruna yapmaya kalktığımız zaman bir şeyler bir şeylere
denk gelmemeye başlıyor.
Benim insan ilişkilerim iyidir.
Bu sözü o kadar çok duydum ki, kendisini sağaltım alanına atmak isteyenlerden… Hani samimi,
candan, içten, konuşkan olmak başarı için yeterliymiş gibi. Bekleme salonunda sıkıntıyla
bekleyen hastaları oyalama görevi gibi bir iş olsa bu dedikleri mutlaka işe alınmaları için
yeterli olacaktır. Ama sağaltım alanında geri tepen bir silah olacaktır sadece. Ne kadar çok
konuşursanız, olacak şeyi o kadar olmaza çevirme ihtimaliniz artar.
Bir ara borsaya sarmıştım, kadın doğum uzmanlığı yaparken. Hatta hasta muayene ederken
bile gözümün bir ucuyla ekrandan borsayı takip ederdim. Ama bir türlü o beklediğim patlama
olmamıştı. Sonra bir tartışma listesinde, çok isabetli önerilerde bulunan bir kişiye başka bir kişi
gıcık olmuş ve “sen nereden bunları hep doğru biliyorsun” diye sormuştu. O da o kişiye ne iş
yaptığını sordu. Mühendisti, tüyocuyu fırçalayan. İsabetli tüyo veren kişi tam bir ders
niteliğinde olan şu cümleleri sarf etmişti.
“Benim işim bu. Ben sabahtan akşama kadar 10 tane ekran takip ediyorum. Yüzlerce haber
okuyorum. Kendi işimi iyi yapmaya çalışıyorum. Eğer amacın para kazanmaksa, sayın
arkadaşım, bırak bu işleri de kendi işini adam gibi yapmaya çalış. “
Bu cümlelerden sonra kısa süre içinde borsa hayatıma son verdim ve kendi işimi iyi yapma
gayreti içinde oldum.
Yani sıfırdan başlayacaklar için de yararlı olacak bir kitap yazmak isterim ama dediğim gibi
diğer bilgilerle donanmış olmak da şart değilse de bu işi iyi yapma niyeti içinde olacaklara
yüksek düzeyde bir tavsiyedir. Haa, ben zaten bu alanda çalışıyorum ve gerçekten işimi hem
iyi, hem de severek yapmak istiyorum diyenlere ne biliyorsam, deneyimlerim ve
öğrendiklerim nelerse hiçbirini saklamadan bu kitapta aktarmayı umuyorum.
Psikiyatristler ve diğerleri
Hipnozla ciddi olarak ilgilenmeye başlamam bir gazete haberi ile olmuştu. Sabah gazetesinde
Dr. Tahir Özakkaş’ın kadın hastalıkları ve doğum alanında hipnozun etkinliği ile ilgili bir yazısı
çıkmıştı. O süreçte ben Fethiye’de özel bir hastanede kadın doğum uzmanı olarak
çalışıyordum. Anne adaylarının normal doğumları daha konforlu yapacakları bir uygulama
arayışı içindeydim. Tam akupunktur öğrenmeye niyet etmişken bu haberle karşılaştım ve
oradan benim hipnozla olan ilişkim başladı. Daha sonra regresyonla tanıştım ve öğrendim.
(Detaylarını ilerleyen bölümde anlatacağım). Regresyon beni çok heyecanlandırdı. Kronik
hastalıklarla ilgili etkisini öğrendikçe ve sonuçlar almaya başladıkça resmen başka bir aleme
geçtim. Ve sonra Ankara dönemim başladı. Ben kronik hastalık deyince somut fiziksel ve
objektif hastalıkları düşünmüştüm hep. Ruhsal denilen hastalıklarla ilgilenmiyordum bile.
Ama Ankara’da yavaş yavaş tanınmaya başladıkça ve talep artmaya başladıkça ben ruhsal
hastalıklardan kaçsam da onlar üzerime üzerime gelmeye başladılar. Panik ataklar, sosyal
fobiler, depresyonlar, kaygı bozuklukları vs… Hayır desen, ekmek kapısı… Nasıl hayır dersin.
Çalışmalarımı duyurmak için hipnozmerkezi.com adı altında bir web sitem vardı. Tabi şimdi o
siteye yazdıklarımı hatırladıkça kendi saflığıma gülüyorum. Hakikaten çok iddialı bir siteydi.
Neredeyse tüm hastalıkların hipnozla ve regresyonla iyileşebileceğini iddia ediyordum. (Yani
yine bunu söyleyebilirim ama iddia etmem artık). Hakikaten okuyan birine çok umut veren bir
siteydi. Tabi belli hastalıklarla deneyimim arttıkça sitedeki bilgi kapasitesi de artıyordu. Ben
ruhsal (!) hastalıkları tedavi(!) ettikçe ruhsal hastalıklarda hipnoz başlığı da web sitemde
gittikçe genişlemeye ve iddialı sonuçlar vaat etmeye başlamıştı.
Neyse uzatmayayım, sonunda sağlık müdürlüğü ile muhatap olmaya başladık. Bir gün Hipnoz
yapıp yapmadığımı soruşturmaya geldiler. (O dönemde Ankara Emekte Dr. Cem Keçe ile ortak
muayene işletiyorduk. Ben kadın doğum uzmanı olarak görünüyordum. Ama tabi ki sadece
hipnoz yapıyordum.)
O dönemde hipnozla ilgili Türkiye’de ne bir yasa ne de bir yönetmelik vardı. Bir belediye
yasasındaki maddeye dayanarak Hülya Avşar şovda hipnoz gösterisini yasaklamışlar ve
hakkında dava açmışlardı. Başka da bir şey yoktu. Sadece –tüm aramalarıma rağmen
orijinaline ulaşmadığım bir TC. Sağlık Bakanlığı genelgesinin sözleri ortalıkta dolaşıyordu. Bu
genelgeye göre hipnozu Türkiye de sadece hekimler muayenehanelerinde reklamını
yapmamak koşuluyla uygulayabilirlerdi. İşte ben hipnoz yaptığım için değil, web sitesinde
duyuru yaparak bu genelgeyi çiğnemiştim. Ve gerçekten de daha sonra iki kez oldukça yüksek
miktarlarda rekabet kurumundan cezalar yedim.
Şikayetçi kimdi? Türk Psikiyatri Derneği (TPD). Türk Psikiyatri Derneğinin bir hekimin uygunsuz
reklam yapmasıyla ne gibi ilişkisi olabilirdi? Türk halkının ruh sağlığı ile oynuyordum herhalde.
Neyse sonuçta ben bugüne kadar hipnozla olan ilişkimden dolayı sadece 2 kez uygunsuz
reklam yapmaktan ceza yedim. Gazetelere bilerek yanlış aksettirilen, uzmanlığım dışında
kendimi farklı bir uzman olarak tanıttığım için herhangi bir ceza almadım. Hatta savcılık
muayenehane dışında hipnoz uyguladığım için açılan bir davada bile takipsizlik kararı verdi.
Burada tarihe bir not düşmem gerekir. Türk yasalarına göre bir tıp doktoru hastasına
hastasının yararına olduğu her türlü bilimsel uygulamayı uygulama hakkına sahiptir. Bu
uygulamaların illa da hastane koşullarında uygulanması gerekmez. Hala tabip odaları fiyat
kitapçıklarında evde hasta muayene ve tedavisinin asgari ücretinin ne olduğunun listesi vardır.
Yani herhangi bir tıp doktoru, herhangi bir yöntemle, herhangi bir yerde, herhangi bir ruhsal
hastalığı tedavi edebilir. Uzmanlık yetkisi sadece bir hastanenin o bölümünü idare etmek
amacıyla verilen bir şeydir.
Daha sonra Psikiyatristler herhangi bir yasal dayanakları olmamasına reğmen bir çok hekime
ve diğer meslekteki kişilere davalar açmaya, huzursuzluk çıkarmaya devam etti. Hiç kimse,
psikiyatristler dışında bir kişinin ruh sağlığına tedavi amacıyla müdahale edemezdi. (Herhalde
bozma amacıyla müdahale edebilir. Çünkü haberler ve gündem bunu hergün yapıyor ve TPD
buna karışmıyor)
Psikiyatri ilginç bir uzmanlık… Tıpta her uzmanlık bir organa sahiptir. Genellikle uzmanlık bu
şekilde ayrışır ve dallanır. Ama organı olmayan tek uzmanlık dalı psikiyatridir. Beyin
diyemezsiniz çünkü beyin nöroloji uzmanlığının organıdır. O zaman ortada elle tutulur bir
organ kalmıyor. Ama tedavide beyindeki kimyasalları etkileyen ilaçlar kullanılıyor. Ama
bozukluk nerede? Ruhta… Çünkü TPD nin tüm yazılarında toplumun ruh sağlığına atıfta
bulunuluyor. Hatta muhtemelen yakın zamanda ruh sağlığı yasasını da bakanlıktan
çıkarttıracaklar.
Neden psikiyatristler hakkında bu kadar yazıyorum? Çünkü çok iç içe geçmişlik var. Çoğu
psikiyatrist değişik bir duygu durumu içinde. Hem her türlü günlük sıkıntısı olan, basit stresler
gibi, kişileri kendi hastaları olarak görüyorlar hem de hemen kendilerine başvuran her hastaya
ağır diyeceğimiz ilaçlar yazıyorlar. Halkın büyük bir kısmında bu ilaç yüklemesine karşı bir
antipati oluşmuş durumda. Hem alıyorlar ilaçları, hem de kurtulmak istiyorlar. Zaten
psikiyatristlerin ya da daha genelinde modern tıbbın sunduğu bu seçeneksizlik yüzünden
kişiler kişisel gelişim alanında bir takım çareler arama peşine giriyorlar.
Burada bir uzlaşma sağlamak gerekir. Tıp doktoru olmayan bir duygusal koç neye nereye
kadar müdahale edebilir?
Birinci koşul: Psikiyatrik teşhis almış ve kendisini ilaçlara bağımlı hale getirmiş kişilere
bulaşmayın. Kendi teşhisini benimsemiş kişilerle çalışmayın. Özetle kendini hasta gören ve
sizden bir hastalığının tedavisi beklentisi içinde olan kişilerle çalışmayın. Ne demek istediğimi
ve bunun önemini ilerleyen sayfalarda açıklamaya çalışacağım.
İkinci koşul: Ruhla fazla uğraşmayın. Ruhun varlığını kabul edersiniz. O ayrı bir konu. Bu
kitapta da ruhtan bahsedeceğiz ama benim ruh anlayışımla psikiyatrik ruh anlayışı pek
uyuşmayacak. Ruhu tamir edilecek bir organ, bir aygıt veya bir substans olarak görüyorsanız
eğer, bundan vazgeçin.
Üçüncü koşul: Mutlaka kendi ayakları üzerinde durabilen ve günlük sorunları olan kişilerle
sınırlı kalın. Elden ayaktan düşmüş, bakımını başkalarına bağlamış, ya da geri dönülmez
diyeceğimiz ağır bir hastalığı olanlarla çalışmayın. Emeğinize yazık.
Dördüncü koşul: Duygularını hissetmeyi kabul eden, duygularıyla çalışmak isteyen, bu kitapta
anlatacağım ilkleri anlayan ve benimseyen kişilerle çalışın. Çalışmanızın hedefi, amacı, merkezi
hep duyguları hissettirmekle ve enerji bedeninde birikmiş duygularla sınırlı kalsın. Fiziksel
bedenle çalışmayı psikiyatristlere bırakın. Hedefimiz kişileri koşulları ne olursa olsun iyi
hissettirmek olmalı. Kişi iyi hissettikçe bazı sorunları düzelirse düzelir, düzelmese de zaten iyi
hissedecek zaten.
Geçmişin hipnozu ne demek?
Adım çıkmış hipnoza inmez sekize… Hipnozla ilgili algılar çok değişik… Algının kendisi hipnozu
yaratıyor… Hipnozu hipnoz yapan da, ilginç olarak, hipnoza karşı oluşmuş olan hipnozlarımız…
Hipnoz olmak diye bir şey var… O bir şeyi olunca, başka bir şeyler yapılacak ve birşeyler
hayatımda değişecek… İşte hipnozla ilgili baş algı bu… Bu işi iyi yapanlar var, iyi yapamayanlar
da… Eğer iyi yapanı bulursak, o kişi benim sorunlarımı çözer… O zaman bakalım internete…
Kim daha çok kitap yazmışsa en iyisi odur… İşte o zaman ben, Doktor Bülent Uran internetin
reklam gücü sayesinde bir anda hipnoz uzmanı oluyorum.
Sayın arkadaşlar, sayın okuyucu, sayın şifacı, sayın hastalar, sayın terapistler ve de
psikiyatristler… Hipnoz yapmak diye bir şey yok… Beyinde hipnozun karşılığı özel bir fizyolojik
durum yok… Bunu hipnoz ve beyin kitabımda gayet ayrıntılı yazdım…
Hipnoz dediğimiz şey, beynin telkin alması ve bu telkine göre otomatik davranmasıdır.
Eylemsiz hipnoz olmaz. Hipnozu ancak bir eylemin mevcudiyeti ile anlarız. Bir eylem, bir
durum, bir olay gerçekleşmeden hipnoz olmaz…
Bu eylemlere fizyolojik değişiklikler de dahildir… Örneğin, uzun yıllar, karabiberli bir şey
yediğim zaman benim midem yanardı. Bir gün bunun hipnoz olduğunu anladım ve basit bir
EFT çalışması ile bunu çözdüm… Yani geçmişin basit bir hipnozunu bozdum…
Hipnozun yıllardır yaptığım tarifi (bu benim uydurduğum bir tanım değil) “hipnoz bilincin
kritikal faktörünün baypas edilerek bilinçaltında selektif bir fikrin kalıcı olarak kabul edilme
halidir” olmuştur. Bunu basitleştirirsek hipnoz bir telkinin kabul edilme halidir. Bir telkinin
ancak uygulaması varsa kabul edildiği anlaşılır. Sonuçta, “burada bir hipnoz var” demek için
bir eylem, bir davranış oluşması gerekir.
Hipnoz bir trans durumu değildir. Ama aynı zamanda bir trans durumudur. Kişi bir davranışı
kritize edemiyorsa, trans halinde demektir. Kritikal faktörü baypas olmuş demektir. Ama bu
durumu bir takım sihirli yöntemlerle sağlamanız mümkün değildir. Hele bilinçaltına öyle her
istediğinizi yaptırmanız zaten mümkün değildir. Zihin ancak kabul edilebilir telkinleri kabul
eder.
Her otomatik davranış zamanla kendi inancını yaratır. Her otomatik davranışın, yani bilincin
denetiminde olmayan davranışın hipnoz olması gerekmez. Farkında olmadan, sorgulamadan
sürdürülen davranış ya da eylemlere alışkanlık denir. Her hipnoz bir alışkanlıktır. Ama her
alışkanlık bir hipnoz değildir. Hipnozu hipnoz yapan dayandığı telkinin, yani inançlaşmış
telkinin gerçek dışı olmasıdır. Her hipnoz yanlışlanabilir. Hem de basitçe yanlışlanabilir. Bir
fikir yanlışlanıyorsa inançtır. Ne yanlışlanıyor ne doğrulanıyorsa kabullenmedir. Hipnoz
yanlışlanabilir inançlara göre davranışlardır. Bu konudaki ayrıntıları değersizlik inancı
kitabımda bulabilirrsiniz.
Geçmişin hipnozunu bozmak kitabımda, vermek istediğim mesaj “hastalıklardan kurtulmanın
yolu geçmişin hipnozlarını bozmakla başarılacak bir şeydir” olmuştu. Ama o kitapta, açıkçası
benim de o zamanki bilgilerimin olgunlaşmaması nedeniyle, hem hipnozu tam anlamıyla
tanımlayamamıştım hem de o hipnozların neler olduğunu… Hem de yanlış bir inancın neden
hastalık yarattığını açıkçası tam derinliğine işleyemedim. Bunu bir parça değersizlik inancı
kitabımda telafi ettim… Ama o kitap sadece açıklamalarla kaldı. Nasıl yapacağımızın
detaylarını işte yeniden bu kitaba devrettim. Nasılın ipuçlarını tabi ki EFT ile iyileşin kitabında
da bulacaksınız… Ama bu kitapta o kitaplarda söyleyemediğim, yazamadığım bir çok ayrıntıyı
bulacaksınız, çünkü kendimi, formatla, sayfa sayısı ile sınırlamıyorum. İnternetten özgürçe bol
bol yazıyorum. Öğrenmek isteyen herkesin sunumuna ve kullanımına açık bir şekilde…
Geçmişin hipnozunu bozmak demek; bilinçaltından bir inancın etkisini ortadan kaldırmak
demektir. Yani bir otomatik davranışı ya da fiziksel bir etkiyi ortadan kaldırmak demektir.
O zaman, tersten okursak, bir kişiyi hipnoz yapmak demek, oraya gerçek dışı bir fikri, yani yeni
bir inancı ekmek ve buna bağlı yeni bir otomatik davranış geliştirmek demektir. “Sigara
filtresini her dudaklarına değdirdiğinde dudaklarında tahammül edilemez bir yanma
hissediyorsun telkini” eğer bilinçaltı tarafından kabul edilirse yeni bir hipnoz yaratmışız
demektir. Çünkü bu gerçek dışı bir durum! Sadece telkini alan kişinin dudaklarının gerçeği
oluyor. Çoğu kişi “gerçek ya da gerçek dışı her neyse, sigara içmemi engelliyorsa neden
yapmıyorsun?” diye bana kızar ya da eleştirir.
Nedeni çok basit… Eski hipnozu silmeden yeni bir hipnoz yerleştirirsen çatışma yaratırsın ve
gerçek hastalıklara davetiye çıkarırsın. O halde kronik hastalıkların nedeni, sadece bilinç
altımızda hipnozların olması değildir. Bu hipnozlarla bir çatışmanın açığa çıkmasıdır,
hastalıklara giden esas yol. Hayatta her yeni bir durum yeni bir hipnoza yol açabilir. Bu
hipnozların çatışması ise hastalık yaratmaya başlar. Detayları konular ilerledikçe işleyeceğim.
Bitirmeden basit bir örnek. Daha dün görüştüm bir kişiyle. Panik atağı için youtube den hazır
bir telkin indirmiş ve gece uyurken dinlemeye başlamış. Gece müthiş bir kulak uğultusuyla
uyanmış. O günden beri birçok kulak doktoru gezmiş ama sonuç alamamış… Ne oldu? Basit.
Bilinçaltı mevcut hipnozlarına çok ters telkinler duymaya başladı ve onları susturmanın yolu
olarak bu kulak uğultusunu yarattı…
Atmasyon mu? Bilim dışı mı? Belki ama… Buna benzer ve çözümlenmiş o kadar çok hikaye
anlatacağım ki size, bu kitap boyunca… Belki sizin de kulaklarınız uğuldamaya başlayacak…
Zihin, Bilinçaltı, Bilinç, İnanç, Duygular, Hisler vs…
Tüm kitap boyunca, esas muhatabımız zihin olacak. Her ne kadar zihin muhatabımız olacak
olsa da esas oğlan bilinçaltı olacak. O nedenle baş aktörleri iyi tanımak lazım.
Zihin nedir?
Zihin basitçe varlığımıza ait olduğunu bildiğimiz ama mevcut modern cihazlarla dahi doğrudan
ölçülemeyen ya da gösterilemeyen özelliklerimizdir. Bunların başında da duygularımız ve
düşüncelerimiz gelir. Zihnin ağır topları bunlar. Duygular ve düşünceler. Tabii başka elemanlar
da var. Hisler, anılar, hayaller gibi… İrade gibi…
Zihni işleyişi anlamak için, daha anlaşılır olsun diye iki ana kategoride inceliyoruz. Kasten ve
bilerek, isteyerek iki ayrı parçaya ayırıyoruz. Yoksa gerçekte böyle bir somut ayırımı
bedenimizde bulamayız. (Her ne kadar bazı nörologlar ya da araştırıcılar diyelim, beynin bazı
bölgeleri ile bazı zihinsel süreçler arasında ilişkiler olduğunu belirtseler de, aynı beyin
bölgeleri birçok sürece eşlik etmektedir).
Bilinç düşünen aklımız diyelim. Düşünen, analiz yapan, mantık kuran, seçim yapan, karar
veren, irade ortaya koyan zihinsel ögelerimizi içermektedir. Bilinçaltı ise temel olarak koruma
görevini üstlenmiş zihinsel ögelerin toplamıdır. Bilinçaltının asli görevi ait olduğu varlığı
korumaktır. Bu koruma ögeleri en ilkel araçlardan en gelişmiş araçlara kadar bir yelpaze
oluşturur. Refleksler, savaş ya da sıvış sistemi, anılar, hafıza, alışkanlıklar hepsi bilinçaltının
kullandığı ya da yarattığı şeylerdir.
Ya da bunların toplamıdır bilinçaltı. Davranışlarımız zihnimizin bir ürünüdür. Alışkanlıklarımız
bilinçaltı ile daha yakından bağlantıda iken, iradi eylemlerimiz bilinçle bağlantılıdır.
Şu anda, çok basit bir resim çiziyorum. Bu resmin rötuşları ilerleyen bölümlerde yapılacak,
fazlasıyla ve ayrıntılarıyla.
Bilinçaltı ait olduğu varlığı tehlikelerden korumalıdır, dedik. Bunu nasıl yapacak? Ya hazır bir
bilgi arşivine sahip olacak, ya da hızla tehlikeli olanla olmayanı birbirinden ayırmayı
öğrenecek. Her ikisi de bilinçaltının çalışmasının içindedir. Doğuştan gelen tehdit bilgilerine
her canlı ve dolayısıyla insan da sahiptir. Karanlık, yükseklik, büyük ve hareketli objeler,
yüksek ses veya ışık, doğan her canlının korktuğu ve savunma mekanizmalarını harekete
geçirdiği durumlardır.
Evet, bilinçaltı sadece “aloo tehlike var” demekle sınırlı değildir. Aynı zamanda tehlikeden
korunma mekanizmalarını da harekete geçirir. Tehdit karşısında her canlının bedeni hızla
tepki gösterir. Tepkinin birinci aşaması bedendeki enerjinin arttırılması ve yeniden
dağıtılmasıdır. İkinci aşaması ise bu artan enerji ile tehlikeden uzaklaşacak bir eylemin ortaya
konmasıdır. Buy eylemler esas olarak iki kategoridir. Kaçma veya saklanma eylemleri ya da
kaçırma ya da savaşma eylemleri. Ama eylem ne olursa olsun bilinçaltının yarattığı enerji
sistemi değişiklikleri hemen hemen özdeştir. Kalp hızla çarpar, nefes alışı hızlanır, beden
kasları gerginleşir, kollara bacaklara kan dolar. Barsak, cinsel organlar ve deriden kan çekilir.
Yani kan aracılığı ile enerji o an için işe yaramayan organlardan harekete hızla geçmek için
çalışması gereken organlara transfer edilir.
İşte tehdit karşısında oluşan bu enerji değişimine duygu değişimi diyoruz. Beden nört duygu
durumundan yüksek enerjili duygu durumuna geçmiş olur.
Yani duygu dediğimiz zaman o andaki bedenin enerji durumunu ifade etmiş oluyoruz. Farklı
enerji durumları için farklı duygusal ifadeler kullanırız. Bunlar korku, öfke, üzüntü gibi
isimlerdir.
Duygular bu kitabın ana fikridir, baş aktörüdür. Tüm açıklamalarımız ve çalışmalarımız duygu
üzerinden olacak. Tüm ayrıntılarıyla öğreneceğiz duygularla çalışmayı. Çünkü duygu
koçluğunu öğreneceğiz. Amacım duygu koçu yetiştirmek. Ya başkalarına ya da kendine rehber
olacak duygu koçları. Tüm regresyon çalışması duygu koçluğunun bir parçasıdır zaten.
Duyguları yönetmeyi bilen regresyon seansını da yönetmeyi bilir.
Duygular enerji bedenimizin yapısı içindeyken, duyguların hareketlerinin fiziksel bedendeki
karşılığı hisler olur. Hisler fiziksel bedenimizi duygularla bağlantılı hale getirir.
Duyguları doğrudan saptayamayız. Sadece hisler üzerinden fark ederiz. Bu nedenle de günlük
yaşantımızda his ve duygu birbirinin karşılığı gibi kullanılır ama birbirinden farklıdır. Esas
somut olan duygudur. His duygunun sanki aynadaki görüntüsüdür. Duygular titreştiği zaman
kendini bir hisle belli eder. Duygu koçluğu sırasında duyguyu harekete geçirmek için uğraşırız,
kışkırtmaya çalışırız. Duygunun kışkırdığını ancak hisleri hissederek anlayabiliriz.
Her duygu bedende bir his kompleksi ile temsil edilir. Ama her hissin duygusal karşılığı
bulunmaz. Hisler bir yönüyle bedenimizde bir şeylerin ters gittiğini haber veren alarm görevi
görürler. Eğer fiziksel işleyişte bir anormallik yoksa duygusal hislerden bahsederiz. Duygusal
hislerde o anda bedenimizin enerji kanallarında duyguların titreştiğinin karşılığı olurlar.
Duygular ya şu anda yaşadığımız bir olayla ilgilidir ya da geçmişte yaşadığımız olaylarla. Eğer
geçmişte yaşadığımız olaylarla ilgiliyse duygu sıkışmasından bahsederiz. Yani o anda bir his
hissederken bu hissin fiziksel karşılığı yoksa ve o anda yaşadığımız olayla da duygusal bir
bağlantısı yoksa geçmişten bir duygu içimizde titremiş demektir. Yani geçmişin hipnozu
titreşmiş demektir. O zaman hisler bir yönüyle bize hipnozlarmızı işaret eder…
Buradan bir sonuç çıkarabiliriz. Hipnozlar duygularla bağlantılıdır. Ama hangi duygularla?
Geçmişin sıkışmış kalmış duygularıyla… O halde hipnozu besleyen güç sıkışmış duygulardır.
Her inanç, inanç olurken sıkışan duygunun enerjisiyle beslenir. İşte zaten inancın gücü bu
beslenen enerjiden kaynaklanır.
Geçmişin hipnozunu bozmak demek enerji bedenini temizlemek demektir.
Geçmişin hipnozunu bozmak enerji bedeninde sıkışmış kalmış duyguları yeniden akıtmak
demektir.
Bilinçaltının somut karşılığı enerji bedenindeki sıkışmış duygulardır.
Duygu Döngüsü, Duygu Sıkışması
Gözlemlerimize güvenerek bazı şeyleri kabullenme haline getiriyoruz. Kabullenme, doğru
olduğunu düşündüğümüz bir evrensel işleyişi, bu işleyişe en yakın şekilde modellememizdir.
Sonra, bu modele göre bir çalışma stratejisi geliştirip, bu stratejinin sonunda elde ettiğimiz
sonuçlar beklentilerimizi karşılıyorsa, modelimizin gerçeği uygun bir şekilde temsil ettiğini
kabul ediyoruz. Geçmişin hipnozunu bozarken bazı kabullenmeler üzerinden çalışıyoruz.
Bunlardan bir tanesi de duygu sıkışması kabullenmemiz.
Duygular hakkında bir model geliştirip bu modele göre duygu koçluğunun ilkelerini
belirleyeceğiz. Elde ettiğimiz sonuçlardan memnun kaldıkça, modelimizi daha çok
benimseyeceğiz. Son 14 yıllık süreç benim için böyle gelişti. Modeli en baştan sorgulamadan
kabullendim. Sonra, elde ettiğim sonuçları gördükçe, modele daha çok güvenmeye ve
detaylandırmaya çalıştım.
Burada kısa bir hatırlatma yapayım. Kabullenme ile inanç aynı şey değil. İnanç; bilinçaltı ile
ilişkiliyken, kabullenmeler bilincin kapsama alanındadır. İnançlar her halikarda
yanlışlanabilirken, kabullenmeler yanlışlanamaz, doğruluğu da kanıtlanamaz ama doğru
olduğuna dair içsel bir kanaat geliştirtirler.
Evet, duygu sıkışmasından bahsettiğim zaman bir kabullenme modelimizle ilişkili bir şeyden
bahsediyorum demektir. Burada temel modelimiz duygu döngüsüdür. Duyguların salınımını
sarkaca benzetebiliriz.
Bir tehdit ya da tehdit algısı karşısında (farkını daha sonra konuşuruz) bilinçaltı otomatik
olarak duygu durumunu değiştirir. Yani bedensel enerjiyi güven durumundan, tehlike var
durumun getirir. Artan bu enerji ile canlı bir eylemde bulunur. Yani o enerjiyi harcar. Ya kaçar,
saklanır, ya da savaşır. Bir şekilde enerji harcanır. Bu enerjinin harcanması verimli ve sonuç
verici ise, yani ya tehlikeden kurtulmuş, ya da tehlikeyi bertaraf etmişse enerji yeniden güven
dengesine geri döner. Sistem artık güvende olduğuna karar verir. O halde özetleyelim.
a. Tehlike var
b. Enerjiyi yükselt
c. Enerjiyi kullan
d. Tehlikeden kurtul
e. Güvende olduğuna karar ver
f. Enerjiyi dengeye döndür
İşte bu sürece duygu döngüsü diyoruz. Bu döngüde enerji kullanılmıştır. Bedende yeniden bir
denge sağlanmıştır. Harcanan enerji bir şekilde organizma tarafından yerine konmaya
başlanmıştır.
Şimdi kritik soru-(lar) şudur.
(Bu sorular gerçekten tüm kitabın en kritik sorunsalına atıfta bulunurlar. Bu sorunsalın derin
ama basit anlamını kavramakta zorlandıkça geçmişin hipnozlarından kurtulmak gerçekten çok
zor olmaktadır. Onlarca kez aynı sorular kişinin karşısına gelmekte ama yine kişi şimdi
konuşacağımız gerçeği anlamakta ve algılamakta zorlanmaktadır.)
Evet birinci soru. Eğer duygu dönmezse ne olur?
Sakın doğrudan duygu sıkışır demeyin. Öncelikle 7 yaşındaki çocuk gibi düşünün. Ona bu
sistemi anlattığımız zaman vereceği cevap canlının öleceği ya da sakat kalacağı olacaktır.
Mantık basit. Tehlike var. Enerji harekete geçiyor. Sen bunu harcamıyorsun. Yani ne
kaçıyorsun, ne savaşıyorsun. Hayatta kalma şansın çok azdır. Ya tesadüfen sana saldıran vahşi
hayvan seni görmez. Ya depremde kafana kalas düşmez. Ya da trafik kazasından sağ çıkarsın.
Ama tehdit güçlüyse mutlaka bir hasar görürsün. (İlginç olan bu gerçek tehlike durumlarından
ya donarak ya da şansı sayesinde, duygusal enerjiyi kullanmadan ya da kullanmaya fırsatı
olmadan kurtulan kişilerde üretilen enerjiyi otomatik olarak boşaltan bir mekanizma vardır.
Kişi zangır zangır titremeye başlar. Yani duyguyu boşaltır. O halde gerçek tehlikeler, o sırada
bir işgüzar kurtarıcı kişinin titremesini engellemezse, duygu biriktiremez.)
O zaman duygu sıkışması diye bir şeyden nasıl bahsedebiliriz? Ya duygu kullanılacak, ya da
canlı yaşamayacak.
Haklısınız. Bahsediyoruz. Çünkü tüm hastalık ve iyileşme modelimizi duygu sıkışması üzerine
kuruyoruz.
Öncelikle duygu sıkışması nedir? Bunu tanımlayalım.
Duygu sıkışması; Duygu döngüsünde duygunun kullanılamaması ve sistemin bir türlü güven
durumuna dönememesi halidir. Buna sıkışmış duygu diyoruz. İşte duygu koçluğunun temel
amacı kişinin bu sıkışmış duygusunu boşaltmasına yardımcı olmaktır. O halde bu sıkışan ya da
kullanılamayan duygu kendiliğinden sönmüyor. Neden? Açıkçası nedenini tam bilmiyorum.
Ama ilerleyen bölümlerde yine de bazı spiritüel spekülasyonlarda bulunacağım. Şimdilik bu
kadarını kabul edelim. Dönmeyen duygu sıkışır.
Nerede sıkışır?
Enerji kanallarında ya da enerji bedeninde… (Enerji bedeninden birazdan bahsedeceğim).
Şimdi duygunun sıkışması için duygunun yaratılmış olması gerekir. Yani sistem (Sistem
dediğim zaman bilinçaltını esas olarak ifade ediyorum ama bilinçaltından daha farklı yapıların
da bu sistemin içinde olması nedeniyle, bilinçaltından daha büyük bir şeyden bahsediyorum.)
tehlikeyi algılamış olmalı ve sonra da enerjiyi tehlike var durumuna dönüştürmüş olmalı.
Buraya kadar okey de, bundan sonra artık nedense, canlı bu enerjiyi kullanmamış ve tehlikeyi
yok saymıştır. Tehlike yok sayıldığı ve bir eylemden bulunulmadığı için (daha sonra buna
duygunun ifade edilmesi diyeceğim) dönüştürülen enerji yeniden denge durumuna
dönemeyip enerji kanallarında sıkışmış kalmıştır.
İşte sıkışan bu duygular
a. Enerji bedeninde enerjinin sağlıklı akmasını bozarlar
b. Hipnozlarımızın inançlarının sürekli yakıtı olurlar
c. Hipnozlarımıza kaynaklık ederler
d. Bu sıkışmaya neden olan benzer her olay karşısında titreşir ve o olay için üretiliş enerjiyi de
kendisine çekerler. Yani gittikçe güçlenirler.
e. Duygu titreştikçe kişi fiziksel bedeninde duygunun sıkıştığı bölgelerde olumsuz bir his
hisseder. Bu hisler de kişinin hipnozunu besleyen bir güç haline gelirler.
Hislerin Mistik Dünyası
Hisler hipnozu, hipnoz hisleri yaratır.
Hisler hala bilimin ne olduğunu çözemediği fiziksel deneyimlerimizdir. Bilimin çözemediği
derken hislerin insan bedenindeki yollarından, oluştuğu yerden bahsetmiyorum. Fiziksel ya da
enerji bedeninde normalden sapmalar, belli yollarla, sinirlerle beyine ulaşır ve beyinin parietal
korteks bölümünde bir uyarı yaratır. Buradan da beynin diğer yolları ile bağlantılar ve
iletişimler olur. Ama bu elektriksel (ve de manyetiksel) değişimler nasıl oluyor da hissedilen
bir duyum haline geliyor? İşte hislerin mistik yanı budur.
Fiziksel bedenimiz reseptörlerle dolu. Her türlü fiziksel değişikliği (ısı, basınç, kimyasal ajan)
algılayan bu reseptörlere bağlı sinir uçları elektriksel bir değişime uğruyor ve omurilik boyunca
beyine kadar hızla ilerleyen elektirksel uyarı akımı oluşuyor. Sonra beyin bu değişimi algılayıp,
sorunun olduğu bölgede bir hissel değişim yaratıyor. Beden de buna uygun bir tepki veriyor.
Hisler olmadan bir insanın ya da bir canlının ne kadar yaşayacağını bilemeyiz. Ama çok fazla
değil. Bunu yakın bir zamanda bir kez daha fark etmiştim. Dişime yapılacak bir müdahale için
uyuşturma yapılmıştı. Müdahaleden belli bir süre sonra yeme iznim vardı. Ama ağzımdaki
uyuşukluk henüz geçmemişti. Buna rağmen bir şeyler yemeye kalktım ve ağzımın içinde
yanaklarımı dilimi yediğim şeyden daha çok ısırdım. Hiç fark etmediğimiz ağız içi hislerin bile
ne kadar önemli olduğunu o zaman anladım.
Hisler beş duyumuzla fark edemediğimiz durumları içsel olarak bize haber veren bir uyarı, bir
alarm sistemidir. Yani canlının korunma sisteminin en önemli bir parçasıdır. O halde
bilinçaltının en önemli parçasıdır.
Hisler hissedilmek içindir, hissedilmemek için değil. Diyelim ayağımızı burktuk. Bir zedelenme
oldu. Doku iyileşene kadar korunması ve tekrar üstüne basılmaması gerekir. İyileşmeyi
anlayabilmemiz için hisse ihtiyacımız var. Üzerine bastığımız zaman ağrımıyorsa, yani his
kaybolmuşsa doku iyileşmiş demektir. Bir kişiyi doktora ya da hastaneye başvurmasına neden
olan ilk ve birinci neden, bedeninde hoş olmayan bir takım hisler deneyimlemesidir… Her
türlü hastalığın ilk belirtisidir hislerdir. Ağrı, kaşıntı, yanma, uyuşukluk, sıcaklık, soğukluk;
hepsi farklı farklı hisleri temsil eder.
O halde his dediğimiz zaman bedende yeri belli, vasfı belli, şiddeti belli fiziksel deneyimi
anlayacağız.
Hissi ancak hisle tanımlayabiliyoruz. Ne demek istiyorum. Şunu… Bir his hissedilmeden his
olamaz. Örnek vereyim. Nefes alırken burnunuzdan geçen havayı hissedin. Hissediyor
musunuz? Evet mi? Ama biraz önce bir şey hissetmiyordunuz. Halbuki, hava aynı şekilde
oradan sürtünerek sürekli geçiyordu. Ancak burnunuzdan geçen havayı hissetmeye niyet
ettikten sonra o hissi fark ettiniz… Yani hissi his yapan hissin kendini fark ettirmesidir. Bazan
hisler çok güçlüdür ve istemeseniz de fark etmek zorunda kalırsınız. Kalp krizindeki ağrı gibi.
Ama bazen de çok hafiftir ve ancak dikkatle odaklanırsak hissedebiliriz. Bazılarını ise hiçbir
zaman hissedemeyiz…
İşte burada hissetme hassasiyetinden bahsetmem gerekecek. Herkesin hissetme sınırı
değişiktir. Bir deney yapsak ve elimizi 5’er derece sıcaklığı artan sulara soksak, sıcaklığı
hissettiğimiz derece hepimizde farklı olacaktır. Kimimiz 25 dereceyi hissederken, kimimiz 30
derecede sıcaklığı hissetmeye başlarız.
Tüm bunları niye anlatıyorum? Gerek duygu koçu olacaksak, gerekse de geçmişin hipnozunu
bozacaksak, bu his meselesini çok iyi anlamamız ve içselleştirmemiz gerekir.
Peki hissetmediğimiz hislere ne oluyor? Beyin bunları yine kaydediyor. Bizim farkındalık sınırı
altında olan hislere subliminal eşik diyoruz. Biz fark etmesek de bu hislerinde bir şekilde
bedende birtakım işlevleri oluyor. Beden bu gelen uyarılara göre birçok fonksiyonu ayarlıyor.
İşte bu nedenle bunlara his demek yerine elektrokimyasal uyarılar demekte yarar var. Beyine
he türlü değişimin uyarıları gider ve her şeyin beyinde bir kalıbı vardır. Bunlara somatik
markerlar denir (Damasio, Dekartın yanılgısı).
Şimdilik bu subliminal uyarıların önemini bir kenara bırakalım ve biz hissedilen düzeydeki
hislerden bahsedelim.
Bir durum karşısında beden his yaratır. Bu his fizyolojik de olabilir, bedenin duygusal
değişimlerine ikincil de olabilir. Fizyolojik hislere örnek olarak açlık hissini verebiliriz. Bir
duygusal koçun esas üzerinde duracağı hisler, duygusal kaynaklı hislerdir. Duygusal kaynaklı
hisler o anda yaşanılan bir olayla ilgili olacağı gibi, doğrudan enerji bedeninde birikmiş
duygulardan da kaynaklı olabilir.
Daha öncede belirttiğim gibi bir tehdit karşısında bedende birçok fizyolojik mekanizma
harekete geçer. Bu hareketlerden en önemlisi kanın merkezi organlardan ve ciltten hareket
gerektiren organlara sevk edilmesidir. Bu hareketlenme değişik hisler yaratır. Bağırsaklardan
kanın çekilmesi bağırsaklarda kasılma benzeri hisler çığa çıkarırken, ciltten kanın çekilmesi
ciltte soğuklukla kendini belli eder. Kanın kol ve bacaklar dolması ise bu organlarda gerginlik
ve dolgu hissi yaratır. Nefesin tutulması göğüste baskı, kalp hızının artması, heyecanlanma
benzeri hislere kaynaklık eder. Tüm bu hisler o anda yaşanmakta olan olaya sekonder
kaynaklıdır. Yani önce bedensel fizyolojik değişiklikler oluşur daha sonra ise bunlara his eşlik
eder. Bu hislerin çok fazla uyarıcı yani alarm verici etkisinden bahsedemeyiz.
Duygusal titreşime ait hisler ise doğrudan bir tehdit olmamasın rağmen (tehdit analizini
birazdan yapacağım) tehdit varmış gibi algılandığında açığa çıkan hislerdir. Bunlar ya doğrudan
beyinde yerleşmiş his kalıbı devrelerin uyarılması ile olur ya da duyguların titreşmesi ile. Yanı
önce his titreşir ve daha sonra beden bu hissin yapısına uygun duygu durumuna geçer. Kişi
içinde bulunduğu durumu o andaki hissine göre değerlendirir.
İşte burada karşımıza hislerle ilgili hipnozlar çıkmaktadır.
Hipnoz bir telkinin kabul edilme ve ona göre davranma şeklidir demiştim.
Hislerle ilgili en önemli hipnoz şudur. Bir durum beni kötü hissettiriyorsa o durum kötüdür.
Örneğin birisinin size eleştiride bulunması sizi kötü hissettirirse, doğrudan o kişinin kötü
olduğuna karar verir ona göre davranmaya başlarsınız. Sağlıklı bir değerlendirme
yapamazsınız, çünkü hisler sizi hipnoza sokar.
Hislerle ilgili diğer hipnozlar ise
a. Kötü hisleri hissetmemem gerekir hipnozu,
b. Hisler iyi ve kötü diye ikiye ayrılır hipnozudur.
Tehdit nedir, ne değildir?
Yaradılış sırasında Tanrı bilinçaltına “senin görevin bu canlıyı korumak” demiş (bu bir
metafordur, kabullenme değil). Bilinçaltı da “emrin olur Tanrım, sen bana tehlikelerin listesini
ver ben de ona göre elimden geleni yaparım” demiş. Tanrı; “olmaz” demiş. “Benim kurduğum
sistem çeşitlilik ve farklılık üzerine. Sen insanoğlunu koruyacaksın. İnsan her an değişecek,
neyin tehlike, neyin tehlike olmadığını ancak öğrenebilirsin. Sana güçlü bir öğrenme sistemi
veriyorum. Bu sisteme göre tehlikeyi anlayacaksın ve kaydedeceksin ve sonra da
öğrendiklerinle canlıyı koruyacaksın.”
Bilinçaltı, doğduktan sonra bakmış, bir şey öğrenecek durumda değil. Hareket etme ve
kendine göre öğrenme becerilerine sahip değil. Yemesi, içmesi, barınması başkalarının
bakımına bağlı. “Sorun değil” demiş. “Nasılsa bu büyükler hayatta kaldıklarına göre tehlikeli
olanla tehlikeli olmayanı birbirinden ayırmışlar demektir. Onlara bakarak öğrenirim. Onların
kaçındıklarından ben de bu canlıyı uzak tutmaya çalışırım. “
Mantık güzel. Gerçekten de hayatta kalmaya başlamış. Hayatta kaldıkça büyüklerin
yaptıklarına, dediklerine daha da güvenir olmuş. Öyle ki kendi deneyimlerinin bile bir değeri
kalmamış. Tehlikeli ile tehlikesizi tamamen büyüklerden (ve de toplumdan tabi ki)
öğrendiklerine göre ayırt etmeye başlamış. Tehlikenin olduğu yerde duyguyu üretmiş ve
tehlikeden uzak durmaya çalışmış… Bilinci de canlının bu öğrendiklerine göre şekillenmiş.
Bilinçaltından ayrı bir değerlendirme ve deneyim şansı kalmamış… Çünkü, bilinçaltı tehlikenin
olduğu yerde duyguyu üretmiş ve üretilen duygu da aynı zamanda, güçlü bir his yarattığından
ve en derin bilgi de, his varsa tehlike var olduğundan, bilinç neyi değerlendirsin. Ne gerek var
sorgulamaya…
Şimdi diyelim ki, kendimizi bildiğimiz andan itibaren, “insanların hakkımızdaki düşünceleri çok
önemlidir, ve bizim hakkımızda kötü düşünmemeleri gerekir”, diye öğrendik. Kötü düşünen
insanlardan uzak durmamız lazım. O zaman bilinçaltının esas anlaması gereken şey hangi
insanın hakkında kötü düşündüğüdür. Bunun belirtilerini bilmesi lazım. Bu da çabuk öğrenilir.
Suratındaki eleştirel bakış, sesini tonundaki ayıplama, duruşu, sertliği, sözlerinin
içerdiklerinden, kötü düşünen ile düşünmeyeni kısa sürede ayırmaya başlar. O zaman, ne
zaman yeni bir insanla beraber olsa (eskileriyle de aynı durum geçerlidir aslında) bilinçaltının
odaklandığı şey onun hakkında ne düşündüğüdür. Yüzünden, sesinden, duruşundan bunu
hızla anlaması gerekir. Bir şekilde bir şeyden şüphelenirse hemen duyguyu harekete geçirir.
Tabi duyguyla beraber hisleri de… Kişinin esas fark ettiği hisleridir. Hissi fark ettiği anda
“eyvah tehlike var” uyarısını alır. Artık ona kalan tehlikenin yerini, şiddetini ve ne yapacağını
belirlemektir. Yani bilinç, tehlike var’ı sorgulamaz. Bilinçaltından gelen uyarıyı kafadan doğru
kabul eder ve sadece nedeni bulmaya çalışır.
Bilinçaltı sorgulamaz, öğrenir ve uygular. Çünkü sorgulama görevi bilince aittir. Bilinç
sorgulamayıp bilinçaltından gelen tehlike bilgisini kabul ettiği zaman bilinçaltı için bir sorun
yoktur.
Bu kısma neden bu kadar vurgulama yapıyorum. Bu ayrıntılar duygu sıkışmasının temelidir.
Daha önce konuştuk. Duygu sıkışması hipnozun gerçek nedenidir. Duygunun sıkışması normal
durumda pek mümkün değilken, tüm geçmişin hipnozunun nedeninin duygu sıkışması olması
için bayağı bir tehditten tesadüfen kurtulmak lazım. Ama bu kadar tesadüf de pek olası değil.
O halde başka bir şey olmalı.
Olan şu;
1. Duygu dönmüyor.
2. O halde canlı eyleme geçmiyor.
3. Ama canlıya bir şey olmuyor.
4. O zaman tehdit gerçek değil… Eveeet, doğru… Ama iş burada da bitmiyor.
Tehdit gerçek ya da değil. Neden canlı yinede eyleme geçmiyor?
a. Tehdit, aynı zamanda koruyucu görevi üstlenmiş olandan kaynaklanır (anne, baba gibi). Canlı
nereye kaçsın. Sokak daha tehlikeli; artı kaçacak gücü ve yeteneği henüz gelişmemiş. Savaşsa
gücü yok. Diyelim ki gücü var, kendisini koruyan bir kişiyi neden yok etsin ki?
b. Bir şekilde anlamadığımız ama tahmin ettiğimiz bazı nedenlerden ötürü (bu nedenleri ileride
konuşacağız) canlı nın başka bir sistemi aslında tehdidin gerçek olmadığını biliyor ve eyleme
geçmiyor.
c. Çoğu tehdit, gerçek tehdit olmadığından, bilinçaltına yerleşmiş olan duygularımı
göstermemem gerekir inançları koruyucu görev üstlenmiş oluyor. Yani duyguyu göstermek
daha koruyucu işlev yaratıyor. (Öyle değil midir? Bağıran bir babaya karşılık verirsen daha
fazla sopa yersin. Dayak yerken şiddetle ağlarsan, dayağın şiddeti artar. Korkan bir çocuktan
büyükler hoşlaşmaz. Cesursan aferin alırsın vs…)
d. Tehlikeyi fark edip duygu üreten sistemlerle eyleme karar verip eyleme geçirten sistemler
birbirini etkilemiyor. Yani bilinçaltı tehdidi fark ediyor (ya d tehdit olarak öğrendiği şeyi) ve
duyguyu harekete geçiriyor. Başka bir sistem his üzerinden tehdidi haber alıyor ve tehdidin
ne olduğuna bakmadan eyleme geçip geçilmeyeceğine, eyleme geçilecekse mevcut
seçeneklerden hangisini seçileceğine karar veriyor (ancak tüm bunlar bilincin farkındalığının
dışında cereyan ediyor).
e. Canlının küçüklüğü nedeniyle bazı duygular fark edilmiyor ve ifade edilmiyor (özellikle
spiritüel bir varlık olmamıza karşı yapılan eylemlere karşı oluşan öfkeler, yani spiritüel öfke…
Buna da daha sonra değineceğim)
Sonuç olarak duygu üretilmesi çok az bir olasılıkla eyleme dönüyor; çoğu duygu ifade
edilmeden enerji bedeninin kanallarında sıkışıp kalıyor.
Şimdi burada, biz, bilinçli varlıkların temsilcisi olarak tehdidi tarif edelim. Tarif edelim ki bir
sonraki aşamada ne demeye çalıştığımı daha iyi anlayabilesiniz. (Çok zor anlaşılan bir durum
da ondan dolayı, böyle bir iğneleme yapıyorum). Gerçek tehdit bir canlının yaşamını
zorlaştıran durumlara denir. En temel ihtiyaçlarımız yemek, içmek ve barınmaktır. Tabiki
bunları sağlamak için yapacağımız uğraşılar ve doğrudan yaşamımızı zora sokan durumları da
dolaylı tehdit olarak kabul edebiliriz. Örnek olarak doğal afetler, yiyecek ve suyun tükenmesi,
barınacak bir durum olmaması, yaşamımızı zora sokacak maddi hasarlar. Bu durumlar
karşısında ister istemez bedenimiz duygu üretir. Bunların dışında kalan her durum tehdit olup
olmaması açısından tartışılır.
Çocuklar için tehdit daha geniş anlamlar içerir. Sana bakmakta olan kişilerin (anne baba gibi)
yaşamından ayrılması ya da ayrılma ihtimali tehdit olarak kabul edilmelidir. Ya da senin
bakılmaya değmeyecek bir varlık olarak algılanman da yine duygu üretecektir.
İşte burada yine önemli bir ayırıma geliyoruz. Çocukken kötü hissetmemizin doğal olduğu
durumlar büyüdükten sonra çoğu zaman bir önemi kalmaz (kalmaması gerekir). Büyüdükten
sonra anne babamızın ne sevgisine ne de bakımına ihtiyacımız vardır. Ama bilinçaltında bunlar
hala varmış gibi işlem görür.
O halde geçmişin hipnozu demek çocukken tehdit olarak algılanan durumların (ve haliyle
duygu üretmiş durumların) hala yaşamımızda bir tehditmiş gibi algılanması ve duygu üretmesi
demektir.
Çocuklukta muhtemel tehditlerdir bunlar. Duygu üretmesi normaldir. Ama yukarıda da
bahsettiğimiz yetersizliklerden ve nedenlerden dolayı bu duygular döngülerini
tamamlayamazlar ve sıkışırlar. Bu sıkışan duygular benzer durumlarda enerji bedenimizde
titreşir ve fiziksel bedenimizde bir his –olumsuz olarak algılanan bir his- yaratır. Bu hissin etkisi
altında kişi içinde bulunduğu durumu kritize etmekte zorlanır. En önemli his hipnozu devreye
girer. Bir durum beni kötü hissettiriyorsa o durum kötüdür ve bir şekilde halledilmelidir.
Hislerin Hipnozhanesinde Yaşamak
Hipnoz evrensel gerçeklere uymayan bir durumu sorgulamadan doğru kabul edip ona göre
yaşama halidir demiştim. Hayatta o kadar çok irili ufaklı hipnozlarımız var ki… Çoğunu fark
etmeden bir ömür geçip gidiyor… Çoğu zararsız inançlar belki… Örneğin başımıza bir bela
gelmesin diye tahtaya 3 kere vurmak gibi… Bir işe sağ elimiz ya da ayağımızla başlamak gibi…
Totem diye kullandığımız birçok şey… Yani basit takıntılar…
Ama çoğu hipnozumuz da bu kadar basit değil… Sağlığımızı bozan hipnozlarımız var… Günlük
moralimizi bozan hipnozlarımız var… İlişkilerimizi bozan hipnozlarımız var… Maddi
durumumuzu bozan hipnozlarımız var… Tüm yaşam kalitemizin içine eden hipnozlarımız var…
Var oğlu da var… Kendi hayatımızı ya da başkalarının hayatlarını tehlikeye sokan toplumsal
hipnozlarımız var… Namus belası gibi…
Hipnozun daha resmi ve ayrıntılı tanımı şuydu; Hipnoz bilincin kritikal faktörünün baypas
edilmesi ve bilinçaltında selektif bir fikrin kalıcı olarak kabul edilmesi halidir.
Bilinç bildiğimiz bilinç. Kritikal faktör bilinç ile bilinçaltını ayıran hayali sınır. Bilgilerimizi, içinde
bulunduğumuz durumu gerçekçi olarak kritize etme halinin sınırı. Kritikal faktörün baypas
edilmesi demek, artık bu sınır geçildikten sonra içinde bulunduğumuz durumu gerçekçi olarak
kritize edemeyiz. Olduğu gibi kabul ederiz. Doğru mu yanlış mı düşünmeyiz. İşte hipnoz hali bu
demek. Yani zaten bir bilgi, bir fikir kritikal faktörü baypas etmişse artık o bilgi bilinçaltının
malı olmuş demektir… Yani bir fikir kritikal faktörü aşmışsa zaten kabul edilebilir bir bilgidir.
Kim için? Tabi ki bilinçaltı için. Kabul edilebilirliği sağlayan etkenler nelerdir? Bunlar tüm kitap
boyunca tartışacağımız bir mesele zaten… Duygu koçu olmak demek bir yönüyle de bir fikrin
bilinçaltı tarafından kabul edilebilirliğini ortadan kaldıran bir yardımcı olmak demektir.
Selektif bir fikir ne demek? Eyleme dönüşebilen bir fikir. Somut, fotoğrafı çekilebilir, el
arabasında taşınabilir, 7 yaşındaki bir çocuğa anlatılabilir bir fikir demektir. Bu nedenle soyut
fikirler de sanki bilinçaltında bir inanç yaratırmış gibi gözükse de bunların her birinin mutlaka
bilinçaltında somut bir karşılığı vardır.
Burada, bilimsel olarak da sorulması gereken bir soru var. Geçmişte öğrendiğimiz fikirler nasıl
oluyor da gelecekte de etkisini sürdürüyor ve farkındalığımızın dışında etkisi devam ediyor?
Bilim Adamları buna birçok biyolojik açıklama bulmuşlardır mutlaka. Farelerde öğrenme
deneyleri yapmışlardır. Beyin kimyasını incelemişlerdir. Beyindeki birçok bağlantıyı
keşfetmişlerdir. Ama benim sormam bu değil. Nasıl oluyor da çocukken bir şekilde böcekten
korkmayı öğrenmişsek, büyüdüğümüz zaman da böceğin bir zarar vermemesine rağmen hala
böcekten korkmaya devam ediyoruz?
İşte bunun cevabı yukarıda da biraz anlattığım hislerin mistik gücünde yatıyor. Hislerin
mevcudiyeti bilinçaltında tehdit algısı yaratıyor ve farkında olmadan korktuğumuz zamanda
ne yapıyorsak o davranışları otomatik sürdürmeye devam ediyoruz.
Bilinçaltının nasıl bir organizasyon olduğunu anlamak açısından şöyle bir metaforu hep
anlatırım.
Bilinçaltını bir devlet dairesine benzetebiliriz. Birçok alt birim var. Her birimin kendilerine göre
görev alanları belirlenmiş. Birimler arasında koordinasyonu sağlayan birimlerde var tabi ki.
Örneğin A biriminin görevi tehdidi algılamak. Tehdit var sinyalini verince B birimi devreye
giriyor ve duyguyu harekete geçiren sistemler uyarılıyor. C birimi ise arşiv işleriyle uğraşıyor.
Her tehdit için açığa çıkan duyguların yarattığı hisleri ve bu hislere göre ortaya çıkan
davranışları yani eylemleri kaydediyor. D birimi duygunun harekete geçmesiyle beraber o
duyguya uygun eylemi belirliyor ve hareket sistemlerini devreye sokuyor. Bu belirlemede
mevcut seçeneklerden birisi seçiliyor. Bu seçim hayati önemde olduğundan burada en
deneyimli ve bilinçli memurlar görev yapıyor. Eylem yapıldıktan sonra tehdidin geçip
geçmediği kontrol ediliyor. Bunu da E birimine vermişler (Devlet dairesi ya. Adama göre iş
üretiyorlar). E birimi bakıyor, “enerji dengeye dönmüşse tehlike ortadan kalkmış demektir”
sonucuna göre “artık tehlike kalktı” haberini tüm birimlere gönderiyor. Sanki bir belgenin tüm
birimleri dolaşıp en son amir tarafından imzalanması gibi bir şey. Amir tüm diğer imzaların
tamam ve doğru olduğunu görürse son imzayı atıyor.
E biriminin memurları tehlikenin ortadan kalktığına nasıl karar veriyor? Daha önce
öğrendiklerine göre. Açlık hissi ortadan kalkmışsa, doyulmuş demektir. Ayak bileğindeki ağrı
ortadan kalkmışsa, ayak iyileşmiş demektir. Boğazdaki yanma ortadan kalkmışsa, grip iyileşmiş
demektir vs. Yani his ortadan kalkmışsa, tehlike ortadan kalkmış demektir. E birimi hisler
arasında bir ayırım yapma uzmanlığına sahip değil. Elinde bir his ölçücü var ve his ortadan
kalkmışsa, müdür imzayı çakıyor ve sistem dengeye dönüyor. Yani E birimi dönüp de A
birimine “tehlike ortadan kalktı mı” diye sorma zahmetinde bulunmuyor. His varsa tehlike var.
His yoksa tehlike yok. Bu kadar basit.
O nedenle, böcek gördüğü zaman, geçmişin hipnozuyla titreşen duyguların bedende olumsuz
his yaratmasıyla ortaya çıkan korku durumu, E birimi tarafından “tehlike devam ediyor” olarak
algılanacaktır ve bir türlü imzayı çakmayacaklardır. Ama imza çakılmayınca fazla mesai
durumu ortaya çıkıyor. Sistem de bir türlü dengeye dönemiyor. Günlük rutin işlerin
yürütülmesinden sorumlu birimler söylenmeye başlıyor. Koordinasyon kurulları toplanıyor ve
sorunun hissin ortadan kalkmamasından kaynaklandığı belirlendikten sonra, yeni bir birim
daha kuruluyor. Bu birimin işi de his ortadan kalkmakta gecikirse, hissi ortadan kaldırmak. Bu
birim tehlikenin gerçekte ortadan kalkıp kalkmamasıyla ilgilenmiyor bile. Bu da F birimi olsun.
F birimi işini yapınca, E birimi de tehlike kalktı haberini gayet güzel ve gönül rahatlığıyla
veriyor.
Gel zaman git zaman iktidar bir anda değişiyor ve yeni bakan dairedekilerin hepsini başka bir
yere gönderip kadroları tamamen değiştiriyor. Yeni gelenlerin bir halttan anladığı yok. Şaşkın
şaşkın birbirlerine bakıyorlar ve hemen talimatlara ve yönergelere sarılıp işlerini öğrenmeye
çalışıyorlar. Her birim kendi işini öğreniyor ama bu işlerin tarihçesini bilmediklerinden birimler
arasında sağlıklı bir koordinasyon imkanı kalmıyor. Sonunda F birimi, gördüğü her hissi
kaldırmaya; A birimi, A desen tehlike var demeye; B birimi, tüm enerjiyi toptan devreye
sokmaya; D birimi, en olmadık eylemleri seçmeye çalışırken; E birimi, hissin ortadan
kalkmasına bakarak, “tehlike ortadan kalktı” duyurusunu yapmaya başlıyor. C birimi ise “ben
neciyim burada” deyip işgüzarlık etmeye başlıyor. Daha tehdit algılandığı anda, B birimi
devreye girmeden, C “bunun hissi budur, eylemi de budur “ diye D’yi uyarıyor. D de bu
durumda C nin söylediği eylemi harekete geçirirken, F birimi sivrisinek avcısı gibi açığa çıkan
her hissi bastırmaya çalışıyor.
Sonunda sistem değerlendirme kapasitesini iyice kaybedip “his varsa tehlike var, his yoksa
tehlike yok” ortak noktasına doğru kaymaya başlıyor. Tehdit nedir? Gerçek midir? Gerçekse
hangi eylemi seçmek gerekir? Tehlike gerçekten ortadan kalktı mı? Gibi kafa yorucu işlerin
hepsi ortadan kalkıp arşiv memurunun iki dudağı arasındaki kalıplar devreye sokulup tam bir
otomatizasyon sağlanmış oluyor. Tüm memurlar memnun. Fazla zaman harcamaya gerek
yok… Bilgisayarlarda fal açmaya devam.
Bir durum beni kötü hissettiriyorsa, o durum kötüdür.
İşte bir insanın düşeceği ve hemen herkesin düştüğü en berbat hipnoz çukuru budur. Yaşamını
kötülerden uzak durmaya göre ayarlayacağına göre, o tehdidi bir şekilde halledince iyi
hissetmeye başlıyor. Yani seçtiğim bir eylem (daha doğrusu seçtirilen) beni iyi hissettiriyorsa o
zaman doğru iş yaptım kararı veriliyor. Hislerin yönettiği bir hipnotik dünyada yaşadığını
bilmeden yaşam geçip gidiyor. Bunun nasıl olumsuz etkiler yarattığını, dünyayı nasıl içinden
çıkılmaz bir tımarhaneye çevirdiğini ilerleyen bölümlerde açıklayacağım. Şimdi burada hisleri
konuşmaya kısa bir ara verip biraz enerji bedeninden bahsetmek istiyorum.
Enerji Bedeni ve Duygular
Yıllar içinde hem kendimde, hem başkalarında şunu gözlemledim. Soyut gibi gözüken
kavramları ne kadar somutlaştırabilirsek hem çalışma yapmak, hem sonuç almak kolaylaşıyor.
Çalışmayı somutlaştırdıkça anlatmak kolaylaşıyor. Ve sanki somutlaştıkça, evrensel dünyada o
somutu gerçekleştiriyoruz. Kuantum dünyası böyle bir şey değil mi zaten? Sonsuz olasılıklar
evreninde gözlemlediğiniz gerçeğiniz olur. Bunu biraz daha açacak olursak, sonsuz ihtimaller
dünyasında somutlaştırabildiğinizi gerçekleştirebilirsiniz. Secretin secreti de biraz budur.
2004 den beri zihin dünyasını anlaşılabilir ve somutlanabilir bir şekilde sunmaya çalışıyorum.
Somutlayabilmem için öncelikle bu meselelerin benim zihnimde somutlaşması gerekir. Burada
somutlaşmaktan sadece maddeleşmeyi anlamayalım. Enerji de madde değildir ama elektrik
çarpması bir canlıyı öldürür. Somutlaşma, evrensel ölçüde fiziksel karşılığının olması demektir.
Buna enerji de dahil, 10 boyutlu string alemi de dahil, kara madde ve kara enerji de dahil.
Duygu koçluğunun en önemli ve esas elemanının sıkışmış duygu olduğunu bir kez daha
belirtelim. Duygu sıkışmasını nasıl somutlaştırabiliriz? Duygu enerji olduğuna göre sıkışan
şeyin de bir çeşit enerji formu olması gerekir. O halde bedende ya da daha doğru ifade ile
varlığımızda enerjiyi somut olarak tanımlamamız ve sıkışmış duyguyu da burada bir yere
oturtmamız gerekir. İşte burada hem güncel fiziğin bilgilerinden hem de kadim akupunktur
tıbbının dayandığı temellerden yararlanıyoruz.
Güncel fiziğe göre madde aynı zamanda enerjidir. Her madde aynı zamanda titreşen bir enerji
formudur. O kadar hızlı titreşiyoruz ki algılarımız bu titreşimi fark edemiyor. Şöyle benzetelim.
Madde bir saniye için madde, bir saniye için de enerji olarak ortamda bulunsun. Şimdi bu bir
saniyeleri biner biner küçültelim. Aklımızın almayacağı kadar küçük zaman birimlerine
düşürelim. Örneğin on üzeri eksi yirmi dört seviyesine. Saniyenin trilyonda birinin trilyonda
biri gibi ifade edebiliriz. İşte bu seviyede bir titreşim söz konusudur. Yani pratik olarak aslında
her an enerjiyiz, her anda madde. O halde madde bedenimiz her an aynı zamanda enerji
bedeni. Yani madde bedeni ayrı, enerji bedeni ayrı değil. Madde olmadığımız anlarda enerji,
enerji olmadığımız anlarda maddeyiz. Karton filmlerde bir saniyede 24 kare çizgi resmi bir
saniye içinde oynattığınız takdirde son derece hareketli bir filmin ortaya çıkması gibi bir
durum.
Enerji bedendeki değişimler de fiziksel bedene bir değişiklik olarak yansıyacaktır. Enerji
bedeninde sıkışmış kalmış bir duygunun titreşmesi fiziksel bedende his olarak hissedilecektir.
Muhtemelen duygu sıkışması enerji bedeninde hangi bölgedeyse his de o bölgede
hissedilecektir.
Enerji bedeni modelimizi şimdi de biraz akupunktur modelinden kopya çekerek geliştireceğim.
Hazır yeri gelmişken burada 2013 yılında Ankara Gazi Üniversitesinde akupunktur eğitimi
aldığımı belirteyim. O üç aylık eğitim döneminde akupunkturu oldukça detaylı incelediğimi
söyleyebilirim. Anlatılanları duygu koçu şapkası altında dinledim. Duygu koçu olarak
yaptıklarımızla akupunktur yaklaşımlarında değil ama model ve anlayış olarak çok yakınlık
buldum. Akupunktur bedendeki enerji kanallarında dolaşan çi (chi) enerjisini harekete
geçirerek tedavi etmeye çalışır. İğneler belli meridyen giriş noktalarına takılara bir anten gibi
evrensel çi enerjisini meridyen kanallar içine çeker. Akupunkturde 12 çift meridyen vardır. Bu
meridyenler hem birbirinin devamı iken hem de ara kanallarla birbirine bağlıdırlar.
Çin tıbbına göre meridyenlerdeki enerji akışını bozan etkenler akut ve kronik olarak 2 ana
kategoride toplanır. Akut nedenler daha çok iklimatiktir. Soğuk, sıcak, nem, kuruluk, rüzgar
gibi. Bunlar daha çok modern tıptaki akut enfeksiyöz durumlara benzer hastalıklara neden
olurlar. Bizi esas ilgilendiren kronik etkenlerdir. Çünkü bunlar kronik hastalık yapar. İşte
akupunktur esas burada, modern tıbbın iyileştiremediği hastalıklarda belli bir oranda iyileşme
yaptığı için ilgi çekmektedir. Evet meridyenleri kronik olarak bozan etken nedir? Sıkı durun.
Duygular. Burada duygu sıkışmasından ziyade belli bir duygudan kurtulamamak ve o duyguya
takılıp kalmak şeklinde bir açıklama vardır. Açıklamanın nasıl olduğu o kadar da önemli değil.
Bir duygu koçu olarak bizi ilgilendiren, tıbbın pek de önemsemediği ve hastalık etkenleri
olarak kendine oldukça alt sıralarda yer bulan duyguların çin tıbbında başköşeye oturtulmuş
olmasıdır. Ama sıkışmış duygu kavramı olmadığı için iğne batırmanın etkisini, duyguyu
akıtmak olarak açıklamak yerine bozuk enerjinin sağlam enerji ile beslenerek değiştirilmesi
şeklinde bir açıklama benimsenmiştir.
Burada bilimselliğin ilginç ve gözden kaçan bir hususuna bu vesile nedeniyle bir kez daha
değinmek istiyorum. Bu tip çalışmalarda, hatta ilaç kullanımlarında da bu geçerli, bir etki elde
edilir. Etki olumlu yöndeyse bu etkinin bir açıklaması olması gerekir beklentisiyle, (tabi ki
mutlaka bir açıklaması vardır), mantıklı bir açıklama yapılır. İleride de ayrıntılı konuşacağımız
antidepresan ilaçlar için de bu geçerlidir. Bu ilaçların bir takım olumlu etkileri gözlendiği
zaman, açıklama tamamen spekülatif olarak yapılmaktadır. Beyin kimyasını etkileyerek
iyileştirme yaptığı iddia edilmiştir ama henüz, insanda doğrudan beyin incelmesi yapmak
mümkün olmadığından, bu açıklama spekülatif düzeyde kalır.
Her neyse. Basitçe şöyle diyelim. Yine burada bir model yaratıyoruz. Bir kabullenme. Bu
kabullenme üzerinden çalıştığımız zaman sonuç alıyoruz. Kabullendiğimiz model için de bir
kabullenmemiz var. Olumlu yönde sonuç alıyorsak modelimiz evrensel gerçeğe uygun bir
şeyleri yansıtıyor demektir.
Enerji kanallarında dolaşan enerjinin özellikleri nelerdir?
Buna iyi enerji diyelim. Ya da evrensel enerjiyle uyumlu enerji… Bu enerjinin birinci özelliği
sinusoidal olmasıdır. Sinusoidal dalgada dalganın alt ve üst sınırları aynıdır, yani simetriktir.
Yani dalga yukarı bir birim gidiyorsa, aşağı yönde de bir birim gider. Buna amplitüd deriz, ya
da dalganın şiddeti. Amplitüd normal akış sırasında değişmez. Sinusoidal enerjinin ikinci
özelliği dalga boyunun sabit olmasıdır. Frekans bir dalganın dakikadaki titreşim sayısıdır. Dalga
boyu sabit kalınca tabiki frekans da sabit kalacaktır.
İşte enerji bedeni bu sinusoidal enerji ile doluyken kişi kendini son derece, iyi, huzurlu ve
dengede hisseder. İlginç olan her türlü sinusoidal dalganın bizi iyi hissettirmesidir. Örneğin
durgun ve berrak bir suda küçük bir taşın atılmasıyla etrafa yayılan dalgalar da sinusiodaildir
ve bunları seyretmek seyredeni sakinleştirir. Ya da ekranda sinusoidal frekansla salınan renkli
dalgalar kısa süre içinde gevşeme ve trans yaratır. Yumuşak ve gevşetici müziklerin dalgaları
da sinusoidale yakın görüntü çizer.
Sinusoidal dalganın tersi yani kötü dalga parazitik dalgadır. Adı üstünde bu tip dalgalar ses
olarak parazitiktir. Görüntüleri kişiyi kötü hissettirir. Su yüzeyinde gözlemlenmesi içimizde
huzursuzluk yaratır. Parazitik dalganın hem amplitüdü hem de dalga boyu her an değişir. Yani
bir önceki dalgaya bakarak bir sonraki dalganın dalga boyunu kestiremeyiz.
Burada bir adım daha ileri gidelim ve koherant enerjiden bahsedelim. Koherant enerji demek
dalga boyunun değişiminin grafiğe döküldüğü zaman, sinusoidal bir görüntü oluşturması
demektir. Biraz kafa karıştırıcı ama şöyle diyelim. Koherant enerjide dalga boyu sabit değildir.
Bir sonraki dalga boyu bir öncekinden farklıdır. Yani her bir dalganın frekansı aslında farklıdır.
Ama bu farklılık rastgele değildir. Bir önceki dalga bir sonraki dalganın boyunu belirler. Belli
bir süre bir sonraki dalganın boyu bir öncekinden belli oranda daha uzundur. Belli bir limite
kadar uzamaya devam eder. Maksimum dalga boyuna ulaştıktan sonra dalga boyu oransal
olarak kısalmaya başlan. Belli bir minimuma kadar kısalır ve sonra tekrar uzar. İşte bu
minimum ve maksimum dalga boylarının ortalama dalga boyuna uzaklığı aynıdır.
Koherant enerjinin tıpta bilinen bir şekli vardır. Bu anne karnındaki bebeğin kalp atışıyla
ilgilidir. Sağlıklı bir fetusun kalbi kaydedildiğinde sinusoidal yani koherant dalga boyu ortaya
çıkar. Fetus oksijensiz kalırsa bu koherans bozulmaya başlar.
Heartmath Enstitüsünün yaptığı araştırmalarda da benzer bir sonuç elde edilmiştir. Duygu
durumu dengede olan kişilerde kalp atımı koheranttır. Duygu durumu bozuldukça, yani kişi
stresli oldukça bu koherans bozulmaya başlar. Basit bir cihaz ve programla kişinin kalp
koheransı ölçmek mümkündür. 2008 gibi bu cihazı satın almıştım. Gerçekten de belli bir
duygu boşaltımı yaptıktan sonraki ölçümlerde kişinin kalbinde müthiş bir koherans ortaya
çıkmaktadır.
Kalbi koherant hale getirmek için yapılan çalışmalar vardır. Günlük duygu temizliği
yöntemlerinden bahsederken bu yöntemi de anlatacağım.
Duygularla enerji beden arasındaki bağlantıya geçmeden önce farklı duyguların enerji olarak
birbirinden nasıl ayrıldığından bahsedeyim.
Farklı duyguların frekansı ve dalga boyu farklıdır. Örneğin kızgınlık duygusunun frekansı
üzüntüye göre daha yüksektir. Frekans azaldıkça duygu yumuşar. Aynı duygunun farklı
şekilleri örneğin kaygı, endişe, korku arasındaki farklılıklar ise amplitüd düzeyindedir.
Duygunun şiddeti arttıkça amplitüdü artar. Ayrıca duyguların dalga grafiğide fazla sinusoidal
değildir, dalgalıdır. Yani inişli çıkışlıdır. Parazitik bir görünüm çizer. Bu nedenle de duyguları
fazla iyi hissedemeyiz, kötü olarak algılarız.
İşte sıkışmış duygu, orijinal duygunun frekans özelliklerini içinde barındırır. Şu an için bu “nasıl
olmaktadır?”ı açıklamaya çalışmayacağım. Çünkü o zaman daha fazla fizik konuşmamız
gerekecek. Duyguların fiziğini başka bir kitabın konusu olarak rezervde tutalım şimdilik.
Sıkışmış duygu enerji bedeninin kanallarında belli bir yerde mini titreşimler halinde salınır.
Orijinal kalıbı koruyarak. Bir şekilde titreştiği zaman aynı orijinal duygunun titreşimlerini taklit
eder. Bu titreşim hem kötü bir his olarak algılanırken hem de o meridyende akmakta olan
enerjinin yapısını bozar. Buna fizikte enterferans denir. Yani iki enerji dalgasının birbirinin
içine geçmesiyle yeni özellikte bir dalga açığa çıkar. Duygu gün içinde ne kadar çok titreşirse,
kronik streste olduğu gibi, o enerji meridyeninin karşılığı olan fiziksel bedende deki organlarda
kronik bozukluklar açığa çıkmaya başlar.
Özetle bir duygu koçu enerji bedenini dengelemeyi hedefler. Ama bunun için biyoenerji tarzı
bir yaklaşımı değil doğrudan duyguları dengelemeyi hedefler.
Enerji bedenini dengelemek demek, bilinçaltını temizlemek demektir.
Enerji bedenini dengelemek demek, geçmişin hipnozunu bozmak demektir.
Enerji bedenini dengelemek demek, aydınlanmak demektir.
Enerji bedeni metaforu çalışmalarımızı kolaylaştırmaktadır. Bu nedenle ben çoğu çalışmamda,
farkındalık yaratmak, zihni daha derin çalışmalara hazırlarken enerji bedeni meditasyonundan
yararlanırım. Bunun detaylarını zihni regresyona hazırlama bölümünde anlatacağım.
Durum… Yorum… Sorun…
Sorun neye denir? Biraz absürd bir soru gibi gelebilir. Bazı kelimeler o kadar hayatımızın içine
girmişlerdir ki, açıklamak ya da tanımlamak ihtiyacı duymayız. Sorun nedir dediğimiz zamanda
içimizden “sorun mu neye denir? Sorun işte soruna denir” diyesimiz gelir.
Hemen tüm hayatımız sorun çözmekle geçer… Başarılması gereken binlerce iş vardır.
Doğduğumuz andan itibaren… Çözülmesi gereken meseleler vardır hep etrafımızda, Daha
kendimizi bildiğimiz andan itibaren annelerimizin, babalarımızın, etrafımızdaki insanların
sorunları vardır, bir türlü bitmeyen…
Bir süre sonra çocuğunda sorunları ortaya çıkmaya başlar… Çocuğun kendisi bile sorun
olabilir… Zaten de hemen her anne baba için çocuk sorunlar manzumesidir… Yürümesi,
konuşması, çiş yapmayı öğrenmesi, yemesi, içmesi, hastalığı, okuması, okul başarısı, ders
çalışması, başka çocuklarla olan ilişkileri, kaygıları, ağlaması, anne ya da babayı daha çok
sevmesi, kardeş istemesi, başkalarında gördüğü şeyleri istemesi, gelecekte bir bok olamama
ihtimali, masrafları… Say, say bitmez… Her biri ayrı bir sorun…
Büyükler olarak da sorunlar bitmez… Ekoomik durum, uygun eş bulamamak, bulduğundan
memnun olamamak, anlaşılamamak, istediğin işi yapamamak, istediklerini alamamak, hak
ettiğin hayatı yaşayamamak, hastalıklar, ağrılar, kendini kötü hissetmeler, yetersizliklerin,
anne babanın beceriksizlikleri, sana değer ya da sevgi vermemiş olmaları, siyaset, başka
insanların dertleri, kendine zaman ayırmamak, başkalarının hayatını yaşamak, kilo
verememek, spor yapamamak, sağlıklı beslenememek, yaşlanmak, yaşından fazla göstermek,
paranı istediğin gibi harcayamamak, arkadaşsızlık… Say, say bitmez…
Bu kadar sorunlarla iç içe yaşarken, sorunlarla etle tırnak kadar içi içeyken, bana şimdi sorun
nedir diye mi soruyorsunuz?
Şimdi size acı gerçeği söyleyeceğim. Yukarıda saydığım örneklerin hepsi birer durumdur…
Parasızlık da bir durumdur, kocanın anlayışsızlığı da ir durumdur, çocuğunun başarısızlığı da
bir durumdur, hatta kanser olmuş olmak bile birer durumdur… İyi durumdur, ya da kötü
durumdur… Ama durumdur… Bir durumu iyi ya da kötü yapan bizim yarattığımız hayatla ilgili
kabullenmelere göre değişir… Eğer hayatta mutlaka evlenmen ve çocuk sahibi olman
gerektiğine inanıyorsan bekar kalmış olmak bu beklentinin icabeti doğrultusunda kötü bir
durumdur. Yani bu durumun kötülüğü tamamen kişinin seçimine bağlıdır. Hatta kanser olmuş
olmak ve yaşamının tehdit altında olması bile yaşama bakışına göre iyi ya da kötü bir
durumdur. Ne olursa olsun hayatta kalmam gerekir gibi bir kabullenmen varsa eğer o zaman
bu durum senin için kötü bir durum olur. Ama öldükten sonra ışığa, birliğe, huzura, cennete
gideceğim ve yaşamımda başıma ne gelecekse zaten o geliyor kabullenmesi içindeysen,
kanserini de tevekkülle karşılarsın.
O halde durumlar o anda yaşamımızda şahit olduğumuz, gözlemlediğimiz, deneyimlediğimiz
olaylardan başka bir şey değildir. Tabi bir kişiye göre durumlar kötüyse düzeltmek ister.
Durumlar sorun olunca, sorunları düzeltmem gerekir inancı doğrultusunda (evet bu bile bir
inanç oluyor) durumları düzeltmek için çaba harcanmaya başlanır… Tüm hayatımız sorun
kabul ettiğimiz durumları düzeltme uğraşısıyla geçer. Gücümüzün yetmediği yerde
kendimizde eksiklikler bulup terapiden, kişisel gelişimden, faldan, secretten falan umut
aramaya başlarız.
Çoğu kişi (bayağı çoğu kişi) sorun olarak gördüğü durumları düzeltecek bir güç, bir beceri, ya
da kem talihi ortadan kaldıracak bir şey yaratma umuduyla terapiste gider.
Duygu koçu olarak ilk yapmanız gereken kişinin bu hipnozunu ortadan kaldırmak olmalıdır.
Hiçbir terapisitin kişinin durumunu düzeltecek gücü yoktur. Ha “günümüz tıbbı mucizeler
yaratıyor ve olmazları olduruyor, buna ne diyeceksin” diyeceksiniz, biliyorum. Doğru. Birçok
olumsuz durumu çözüyorlar. Tüp bebekler, kanser tedavileri, baypaslar hayatı uzatıyor ya da
insanları mutlu ediyor… Ama dediğim gibi bunlar sadece olumsuz durumu düzeltiyor, sorunu
değil…
Zaten bu durumların çoğunun da esas sorundan kaynaklandığını ilk kitabımda da anlatmaya
çalıştım, değersizlik inancı kitabımda da… Bu kitapta da ayrıntılarıyla tekrar anlatmaya
çalışacağım.
Terapist durum çözücü olabilir. Sihirbaz doktorlar en olmadık ameliyatları yapıp hayat
kurtarabilirler. Bunlar ayrı bir konu. Geçmişin hipnozuyla bunların kısmen alakası var, kısmen
yok… Duygu koçu olarak bizim müdahale alanımızın tamamen dışındalar… Adı üzerinde duygu
koçu demek, kişinin duygu durumunu, daha genelde enerji sistemini dengeye getirmek
demektir.
O nedenle sorunu duygu koçunun gözlüğüyle ya da sözlüğüyle yeniden tamamlayalım… Sorun
dediğimiz şey durumlar karşısında kötü hissetmemizdir. Durumu sorunmuş gibi algılatan
durum da budur. Çoğu durum için biz kötü hissettiğimiz için o durum kötü ve sorun olarak
algılanır…
Burada durumların içinde gerçekten çözülmediği takdirde kişinin yaşamını zora sokacak şeyler
olabilir. Kanser gibi, cebinde ekmek alacak paranın olmaması gibi… Kafanı sokacak bir
barınmanın olmaması gibi...
Ama bu durumlar karşısında kötü hissetmek bu durumların çözümüne bir katkıda bulunmaz.
Kötü his ne demekti hatırlayalım. O anda fiziksel ya da enerji bedenimizde bir şeylerin yolunda
gitmediğini haber veren bir uyarı… Haberi yaratan kim? Bilinçaltı… Bilinçaltı ne? Geçmişte
yaratılmış hipnozlara göre değerlendirme yapan, korumakla mükellef bir sistem.
Bilinçaltını ortalama 10 yaşındaki bir çocuk gibi düşünün. 10 yaşında bir çocuk hayat hakkında
ne biliyorsa (onlar çok şey bildiklerini sanırlar, bize akıl bile öğretirler ya) bilinçaltı da o
kadarını biliyor. Neyin iyi neyin kötü olduğunu ayırt edecek bağımsız ve bilgiden yararlanan bir
akla sahip değil… Bir şeyi çocukken kötü bellediyse, farkındalık devreye girmediği sürece o şey
kötüdür… Neden? Kötü hissettiriyor. Genellikle de hemen herkes o durum karşısında kötü
hissediyor.
Hemen şurada bir saptama yapayım. İsterse herkes o durumun karşısında kötü hissetsin,
yinede o durumun kötü olması gerekmez. Kötü nedir? Gerçek tehdit yaratan durumlar.
Yukarıda konuştuk tehditten… Ama hisler o kadar güçlü hipnoz yaratıyor ki, bir durum
karşısında kötü, daha doğrusu kötü olarak algıladığımız bir his hissedersek, farkındalığımız
devre dışı kalıyor ve bize o durum kötüymüş gibi geliyor… Halbuki hemen çoğu durum ne
iyidir, ne de kötü. Sadece öylesine bir durum dur. Örneğin eşin anlayış göstermemesi ne iyidir,
ne de kötü sadece bir durumdur. Bir durum hakkındaki yorumumuzdur.
Evet işte durumu sorun haline getiren yorumdur. Durum yorumlanmasa durum olarak
kalmaya devam eder.
İki türlü yorum vardır. Bilinçli olarak yarattığımız yorumlar. Yani kritik faktörün denetiminde
olan yorumlar. Diğeri ise bilinçli farkındalığımızın dışında bilinçaltı tarafından o durumun
yorumlanması ki buna basitçe algı diyoruz. Bir şekilde bilinçaltı her olayı kategorize eder.
Tehlike içerenler ve içermeyenler. Artık hangi kanallardan ne öğrendiyse… Daha sonra da
benzer bir olayla karşılaştığında o olaya ait his harekete geçer. Yani duygu titreşir ve
hissederiz. Kötü hissederiz. Kötü olarak algıladığımız bir his hissederiz. O zaman o anda içinde
yaşadığımız olay bizim için artık kötü olarak algılanır ve öyle kabul edilir.
İşte esas sorun burada başlar. Aslında tehdit içermeyen bir durum karşısında kötü hissederek,
o duruma kötü damgası yapıştırıp daha sonra da o olaydan kurtulacak şekilde bilinçli ya da
otomatik eylemler seçmemiz yaşamımızı sıkıntıya sokmaya başlar.
Duygu Koçunun Yol Haritası
Geçmişin hipnozunu bozmak için yıllardır yaptığım bireysel çalışmalar, grup workshopları ve
yaz kamplarının sonunda, herkesin kullanabileceği basit bir yol haritası şeması oluşturdum. Bir
duygu koçunun ister kendine, ister başkalarına yardımcı olmak niyeti varsa, bu yol haritası
hem çok öğretici oluyor, hem de çözümleyici…
Şu ana kadar anlattıklarımın bir özetini de bu yol haritasının içinde bulacaksınız.
1. Adım; BBB
Çalışmanın ilk adımı Bilinçli Bakıştır. Neye bilinçli bakıyoruz? O andaki duruma bilinçli
bakıyoruz. Buna ben şemamda X durumu diyorum. Bu X durumu dışsal bir olay olabileceği gibi
içsel bir şey de olabilir. Dışsal olay o anda kişiyi içeren ve vuku bulan bir şey de olabilir.
Gözlemlediği bir durum da olabilir. Kendi başına değil de başkasının başına gelen bir şey de
olabilir. İçsel şeyler düşünceler, hayaller, hatırladıklarımız, ya da fiziksel bedenimizde vuku
bulan herhangi bir şey (hastalık gibi) olabilir. Geçmişten bir olay hatırlanması, gelecekle ilgili
bir şey düşünülmesi de X durumuna örnektir.
Bilinçli bakışı 2 ayrı soru ile test ederiz, ya da oluştururuz. İlk soru şudur. Bu X durumu
karşısında ne hissediyorsun, ya da ne hissediyorum? His; bedende yeri belli, vasfı belli, şiddeti
belli fiziksel deneyimdir. O nedenle, bilinçli bakış aslında bedene bilinçli bakış olmaktadır
(Kısaca BBB). Kişi önce ne hissettiğini bulacak. “Göğsüm sıkışıyor” gibi olumsuz bir histir
aradığımız. Yani kötü hissediyorsa, demek ki ortada bir sorun var demektir. (Unutmayın.
Sorun; durumlar karşısında hissettiklerimizdir, demiştim). Hissi bulduktan sonra ikinci soruya
geçeriz.
“Bu durumda bu hissi hissetmen gerekiyor mu?”
Otomatik yanıt şudur. “Hissettiğime göre demek ki hissetmem gerekiyor.”
Ya da karşı soru gelebilir. “Siz olsanız hissetmez misiniz?”
Ya da biraz uyanık olanlar şöyle sorarlar. “Hissetmemem mi gerekiyor?”
Bu soru, yani “bu durumda bu hissi hissetmem gerekiyor mu” sorusu son derece kritik bir
öneme haizdir. Bu soruya verilecek yanıt için gösterilecek zihinsel egzersiz bile kişide bir
farkındalık yaratacaktır. Hangi hisleri hissetmemiz, hangi hisleri hissetmememiz gerekir?
Yanıt basittir. Eğer o anda hissettiğimiz his bize aklımızla ve beş duyumuzla fark
edeceğimizden daha fazla bir bilgi veriyorsa o hissi hissetmemiz, hatta hissetmeye devam
etmemiz gerekir. Ayak burkulması örneğini vermiştim. Burkulan bölgedeki doku
zedelenmesini bize en iyi bildiren şey ağrıdır. Gözümüzle ya da aklımızla o bölgedeki
zedelenmenin sürüp sürmediğini anlayamayız. O halde o ağrı gereklidir ve hissetmemiz
yararımızadır.
Diğer bir örnek geçmişte yaşadığımız bir ayrılık olayı olsun. O olayı hatırladıkça karnıma bir
kasılma geliyor. Ya da kalbim sıkışıyor. Bunu hissetmem gerekiyor mu? Bu hissin bana ne
yararı var? Gerçekte hiçbir yararı yok. Olmuş bitmiş bir olay. Hatırladıkça kötü hissediyorum
sadece. O zaman bun hissi hissetmenin ne faydası var? Hiçbir faydası yok. Ek bir bilgi de
vermiyor. O zaman neden hissediyorum? O olayla ilgili sıkışmış bir duygu var. Ya bir öfke, ya
bir suçluluk, ya da hayal kırıklığı gibi bir şey… Bu his olsa olsa bize şu bilgiyi vermektedir;
“Dikkat et enerji bedeninde sıkışmış duygu mevcut.” O halde artık bu hisse ihtiyacımız yoksa
bu hissi yaratan duygudan kurtulmamız gerekecektir. Basitçe yanıtımız “bu hissi hissetmeme
gerek yok” olacaktır.
2. Adım HHH
O zaman ne yapacağız? Sakın ola ki “madem hissi hissetmeme gerek yok, o zaman hissi
hissetmeyecek bir ilaç falan bulayım” demeyin. Bu işi psikiyatristler gayet güzel yapıyor zaten.
Bizim işimiz psikiyatristlerin alanına burnumuzu sokmak değil. Tamamen farklı bir yol
izleyeceğiz. Biz duygu koçuyuz. Biz geçmiş hipnozun bozucusuyuz. Biz kişisel gelişimciyiz. Hissi
yok saymak ya da yok etmeye çalışmak hipnozu güçlendirmekten başka bir işe yaramaz.
Şimdi tekrar bilinçaltına bakalım. X durumu için hissi yaratan bilinçaltıydı. Neden yarattı? X
durumunu tehdit olarak algıladı. Eğer biz de bilinçli olarak hissi onaylarsak, bilinçaltına “sen
haklısın, bu tehlike” geri bildirimini vermiş oluruz. Burada hissi onaylamayı, hissin bir tehlikeyi
haber verdiğini kabul anlamında kullanıyorum. Hissi hissetmemek için yapılacak herhangi bir
şey (buna sigara içmek, hatta başını kaşımak bile dahil), ya da X durumunu düzeltmek için
gösterilecek herhangi bir çaba ya da eylem, bilinçaltı tarafından verdiği mesajın onaylanması
olarak algılanacaktır.
Eğer biz, bilinçli aklımızla, bilinçaltının algısının yanlış olduğuna karar vermişsek, bunu bir
şekilde bilinçaltına bildirmemiz gerekir. Bilinçaltı ile ancak bilinçaltının dili ile haberleşebiliriz?
Bilinçaltı bizle ne ile haberleşiyor? Hislerle. O halde bizimde ona mesajı hislerle göndermemiz
lazım. Ama hissi nasıl bulacağız da bilinçaltına mesaj olarak göndereceğiz? Bu arada hislerle
haberleşmek hakkında bir fikrimiz yok. Ama hazırda bir his var. İşte o X durumu karşısında
hissettiğimiz his, haberleşme için hazır bekliyor. O halde tek yapmamız gereken hissi
hissetmeye devam etmek.
Bu ne demek? Gözlerimizi kapatarak (açık da olabilir) bedenimizdeki o hissetmemize gerek
olmayan hissi hissetmeye devam edeceğiz. Bu paradoks durum kafamızı karıştırmasın.
“Mademki hissetmememiz gereken bir his oluşmuş, neden daha fazla hissedelim?” demeyin.
Bu kademe duygu koçunun tüm diğer zihinsel, enerjisel, psikoterapötik, psikolojik, NLP varik,
tıbbi iyileştirme iddialı tekniklerden en önemli ayrılma noktasıdır. Tüm bu tekniklerde temel
amaç bir hissi yok etmek üzerine kurgulanmışken, burada amaç hissi enerji bedenine ve
bilinçaltına bir ulaşma aracı olarak kullanmaktır.
Kötü olarak algıladığımız bir hissi hissetmeye devam etmek, tam bir paradigma değişimidir.
Tüm sıkışmış duyguların içinde “şu ya da bu oranda duygularımı hissetmemem gerekir” inancı
da destekleyici bir yer tutmaktadır. Diğer bir deyişle birçok hipnozun yaratılmasındaki temel
inançlardan biri budur.
Yani biz hissi hissetmeye devam kararı vererek hissi hissetmeye odaklandığımız anda,
üzerinde çalıştığımız hipnozu besleyen önemli bir inancı sarsmış olacağız. Hissi hissetmenin bir
sakıncası olmadığı bilgisini bilinçaltına aktarmış olacağız. Ayrıca hissi hissetmeye devam
ederek, bilinçaltına “mesaj alınmıştır, değerlendirilmiştir ve X durumu için herhangi bir tehdit
unsuru bulunmamıştır” geri bildirimini de vermiş olacağız.
Hissi hissetmenin diğer bir yararı da duyguyu titreştirmeye devam etmemiz olacağıdır. Eğer X
durumu bir hipnozsa ve X durumu nedeniyle kötü hissetmişsek, bu X durumunu besleyen
duygusal enerji titreşmiş demektir. Temel amacımız hipnozu bozmak, hipnozu bozmak için de
bu hipnozu besleyen duyguyu akıtmak olduğuna göre, öncelikle boşaltacağımız duygunun
titreşmeye devam etmesi gerekir. Duygu titreştirmenin en esaslı yollarından biri, o duyguya
odaklanarak o duyguyu hissetmeye devam etmektir. Bir duygu ancak titreşirken boşalır.
Hissi hissetmeye devam etmenin üçüncü bir yararı ise, titreşen duygunun akmasına yardımcı
olmaktır. Zihinsel olarak hissi hissetmeye odaklanmak, enerji bedeninde sıkışan duyguya
odaklanmak demektir. Sıkışan duyguya odaklandığımız zaman, hem zihinsel enerjimizi, hem
de zihnimiz aracılığıyla, tüm evrensel enerjiyi duygunu üzerine foküslemiş oluruz. Burada
odaklanma anı bir yakınsak merceğin odaklanmasına benzer işlev görür. Yani enerjiyi alır,
duygunun üzerine odaklar. Bu güçlü enerjinin bozuk bir titreşim olan duygusal sıkışmışlığın
üzerine yoğunlaşması, güçlü bir türbülans yaratır ve duygu çözülme aşamasına girer.
O halde duygu koçunun yol haritasında 2. Kademe HHH kademesi olmaktadır. (HHH = Hayırsa
hissi hisset).
3. Kademe: DDD
Yol haritamızdaki 3. Kademeye geçme durumuna hissi hissetmenin sonuçlarına göre karar
vereceğiz. Hissi hissetmeye başladıktan sonra iki durumdan biri gerçekleşir. Birinci durum
yavaş yavaş hissin etkisinin azalmaya başlamasıdır. Yani hissi kaybetmeye başlarız. Bunun
anlamı nedir?
Büyük ihtimal hissi besleyen duygusal enerji akma aşamasına geçmiştir. Yani bilinçaltı aldığı
mesaj doğrultusunda duygunun akmasına izin vermiştir. İkinci ihtimal başka bir hipnoz
devreye girmiş ve hissi hissetmekle ilgili, hisleri hissetmemem gerekir inancının etkisiyle bir
takım bilinçaltı mekanizmalarla, beyinsel düzeyde hissi hissetme devre dışı bırakılmaya
başlanmıştır. Bu ikinci ihtimal daha çok başlangıç dönemlerinde karşımıza çıkabilir. Yani hissi
hissetmekle ilgili paradigması tam oluşmamış ve hissi hissetmekle ilgili şüphesi olan kişilerde
devreye girer. Ama ısrarcı olanlarda, bilinçaltı bu seçeneği işletmeyecektir.
Hissi hissetmeye devam etme sonucunda, bilinçaltının duygusunu kendiliğinden akıttığı
duyguların, daha hafif ve yüzeysel duygular olma ihtimali yüksektir. Tekrar X durumuyla
karşılaşıldığı zaman o X durumunu besleyen daha esaslı ve derin duygular devreye girecek ve
onlar sadece hissederek boşalmayacaktır.
Hissi hissetmeye devam edersek oluşacak olan 2. durum duygunun oturması olacaktır.
Duygunun oturması ne demektir? Hissedilen hissin gittikçe şiddetinin artması, sınırlarının
daha belirgin hale gelmeye başlamasıdır. Yani sanki sıkışmış duygu rötuşlanmış ve kalan kısım
yoğunlaşmıştır. Bu yoğunlaşma ile titreşme daha güçlü ve daha net hissedilmeye başlanır. Bu
duygu oturmasını bir duygu koçu şu şekilde okuyacaktır. Bilinçaltı yeni bir mesaj vermektedir.
Bilinçaltı şöyle demek istemektedir. “Tamam, mesajı aldım. X durumunda bir tehdit yok. Artık
bu inancı besleyen duyguları çözmem gerekiyor, ama bunu ben tek başıma yapamayacağım.
Bana bir destek gerekiyor.” Yani bilinçaltı, bilincin desteğini ve muhtemelen de o inancı
yerleştiren olayların bilinçli açıdan değerlendirilmesini istiyordur.
İşte tam burada artık hissi hissetmek dışındaki duygu boşaltma tekniklerini kullanmaya
başlayabiliriz. Duygu neden sıkışmıştı? Döngüsünü tamamlayamadığı için. O halde sıkışmış
duyguyu boşaltmak demek duyguyu döndürmek demektir. Duyguyu döndürmek için de duygu
boşaltma tekniklerinden yararlanacağız. Nedir bu teknikler? EFT, NLP, Nefes, Telkin,
İmajinasyon, Enerjiyi harekete geçirme, regresyon gibi duyguya ve duyguyu yaratan olaylara
odaklı tekniklerdir. Tüm kitap boyunca bu tekniklerin ne zaman nerede nasıl
kullanacağımızdan bahsedeceğim.
Bu tekniklerin hepsi çok önemlidir ama burada özellikle üzerinde durmamız gereken teknik
regresyondur. İleride de bahsedeceğim gibi, geçmişte yaşanan olaylarla ancak bilinçaltı
şekillenmektedir. O nedenle bu olayların çözülmesi duygunun boşalması açısından önemli bir
yer tutmaktadır. Çoğu zaman o olayla ilgili bilinçli bakışı bilinçaltı test etmek ister. Yani
duygunun sıkışması çoğu zaman, bilinçaltının bilince “bak sana bir şey göstereceğim, eğer sen
bir şey demezsen duyguyu boşaltmaya başlayacağım.
İşte bu 3. Kademe DDD kademesi diyoruz. (DDD= Duyguyu Doğasına Devret).
Telkin, inanç, fikir…
Geçmişin hipnozunu bozmaktan bahsediyorum. Hipnoz ise bir telkinin kabul edilme ve
uygulama halidir demiştim. O halde telkin nedir? Türk dil kurumu (TDK) sözlüğünde a. Bir
duyguyu veya bir düşünceyi aşılama. B. Bilinç dışı bir sürecin aracılığıyla, kişinin ruhsal veya
fizyolojik alanıyla ilgili bir düşüncenin gerçekleştirilmesi olarak tanımlanıyor.
Evet, bu tanım pek bir şey vermiyor ama en azından bir zorlamayı gösteriyor. B şıkkı zaten
hipnozu tarif etmiş. Yani TDK’ya göre telkin ile hipnoz aynı şey. Ve birisinin kötü niyetle bir
çabasını işaret ediyor. Tavsiyeden daha sert bir şey… Tavsiyede kişinin bilinçli aklına
gönderme varken, telkin bilinçaltını muhatap alıyor. Ben telkini hipnoz sözlüğüne uygun
kullanacağım. Telkinde bir zorlama olması gerekmez. Kişinin hayatın işleyişi hakkında
öğrendiği ve doğru kabul ettiği her türlü uyarı telkindir.
Telkin dendiği zaman sadece sözel bir zorlama aklımıza gelse de, bu durum gerçek hipnozların
yerleşmesinde çok az yer tutar. Hatta hemen hemen kötü niyeti çok az buluruz. Anne baba
çocuğun bir takım kurallara uyması için zorlayabilir ama her zorlama hipnoz yaratmaz, sadece
çocuk dayak yememek için bu kurallara uyar ama hipnozuna girmez. Aynı askerlikteki gibi...
Askerlikte de bir takım talimatlar verilir ve sorgulamadan uyulması istenir. Hakikaten kısa
sürede güçlü bir otomatiklik gelişir ama askerlik bittikten kısa süre sonra o otomatiklik
kaybolur. Yani askeri kuralların hipnotik bir etkisi kalmaz. Benim bu kitapta anlattığım
hipnozları yaratan telkinler çok daha dolaylı, çok daha akış içinde ve iyi niyetlidir.
Bilinçaltımıza yerleşen telkinlerde sözel öğrenme fazla yer tutmaz. En güçlü öğrenme
gözlemseldir. İnsan yavrusu hayatı dolaylı öğrenir. Kendi deneyimlerine göre değil. Deneyimle
öğrenecek yaşa geldiği zaman zaten iş işten geçmiştir. Hayat hakkında öğreneceklerinin büyük
bir kısmını yetiştiricilerinin hayat deneyimlerinden –gözlemsel ve sözel olarak- satın almıştır.
O nedenle neyin telkin neyin telkin olmadığını ancak geriye doğru incelemelerde anlayabiliriz.
Ama basitçe şunu söyleyelim. Bilinçaltı bir şekilde hayatta kalmasına yardımcı olacak her türlü
bilgiyi, uyarıyı, gözlemi telkin olarak alacaktır. Karşıdaki kişinin hiç böyle bir niyeti olmasa da…
Şimdi burada şu soruyu sorabilirsiniz? Hipnozun yanlış bilgi içerdiğini söylemiştiniz. Her
hipnozun bir inancı olduğuna göre, her inancında bir ya da daha fazla telkini olması gerekir.
Tüm inançlar yanlışlanabilir olduğuna göre, bu telkinlerin de yanlışlanabilir olması gerekmez
mi? Hayat hakkında doğru olarak öğrendiğimiz ve bizi gerçekten koruyacak bilgileri telkin dışı
bir şey olarak mı alıyoruz?
Güzel soru. Cevap. Her telkin hipnoz yapacak diye bir kural yok. Telkin kabul edilir ve ona göre
otomatik bir davranış beslerse ancak inanç olmaya ve hipnoz yaratmaya başlar. İlginç olan
şudur. Bilinçaltı yaşamın işleyişi içinde gerçek tehlike ile tehlikesizi ayırmakla görevlidir ama
işleyişi öyle olmaz. Çünkü zaten gerçek tehlikelerle ilgili uyarı sistemi doğrudan genlerimize
(ya da başka bir yerimize) kaydedilmiştir. Yani deprem, sel, yangın, terörist saldırısı, açlık gibi
durumlar yaşamımızda o kadar azdır ki… Ya da bunlar başımıza gelip de bunlardan kurtulursak
bu deneyimlerden öğrenmiş oluruz. Bunların telkini o nedenle günlük hayatımızda pek yoktur.
Bu tip korunma eğitimleri zaten ancak okula başladıktan sonra bilgi olarak verilir. Yani o
konularda bilinçaltının kaydedeceği bir şey yoktur. Bu tip gerçek tehlikelerde sıkışan bir duygu
da bulunmaz. Ya da çok nadiren birikir.
Ayrıca telkinin içeriğiyle oluşan inancın cümlesi pek birbirine uymaz. Evet, her inancı bir cümle
ile ifade edebiliriz. Örneğin “ben sevilmeye layık değilim” inancı hemen hepimizde bulunan
çok tipik bir inançtır. Ama bu inanç birçok telkinin ardı ardına yaşanması sonucunda ortaya
çıkar. Yani tek bir telkinden doğrudan inanç yaratılmaz. Örneğin babanın çocuğuna tokat
attığını düşünelim. Tokat önce can yakar. Bu gerçek tehlikedir. Ama gerçek tehlike de değildir.
Çünkü hayati bir tehlikesi (çoğu zaman) yoktur. Burada yine de korku, öfke, üzüntü benzeri bir
şeyler oluşur. Tokadı yiyen çocuğun esas ilgilendiği ve öğrenmesi gereken kısım, o tokadı bir
daha yememek için neyi nasıl yapması gerektiğidir. Babaya göre bir şeyler yanlış yapılmıştır ve
o nedenle can yakılmıştır. Esas neden biliniyorsa, muhtemelen o eylem babanın önünde bir
daha yapılmayacak, gizli gizli yapılırken de biraz kötü hissedilecektir. Zamanla bu kötü his
yüzünden belki de o eylemi yapmaktan uzak durmaya başlarız. İşte bu birinci hipnozu yaratır.
Telkin sadece bir tokat iken bunun sonucunda “artık bunu yapmamam gerekir” inancı ve
potansiyel hipnozu oluşur. Ama zamanla çocuk benzer eylemlerin diğer çocuklarda pek de bir
tepki yaratmadığını gözlemler ya da öğrenirse, ikinci inanç yerleşmeye başlar. “Babam beni
sevmiyor, o halde ben sevilmeye layık değilim.” Yani eylemin olduğu zamanla o eylemin
telkininin sonucu arasında bayağı bir zaman farkı vardır.
Her inancın duyguyla beslendiğini söylemiştim. Her hipnozun gücü birikmiş duygudan gelir. Bu
duygunun yarattığı kötü his, esas hipnotik eylemin belirleyicisi durumundadır. Peki, hangi
inanca hangi sıkışmış duygu eşlik edecek ya da belirleyecek. Bu nasıl belirleniyor? Basitçe o
inancın yerleşmesine neden olan eylem sırasındaki sıkışmış duygular bu inançların enerji
kaynakları olmaya başlar. Birinci inancın gücünün duygusu doğrudan kaçamamak ya da
savaşamamaktan kaynaklanırken, ikinci inancın duygusu daha farklı kaynaklardan
gelmektedir. Bu kaynak spiritüel bir açıklamayı gerektirir. Bunu duyguları daha derinine
incelerken konuşacağım. Şimdilik buna spiritüel öfke diyelim.
O halde bir uyarı, bir gözlem, bir durum eğer hipnoz yapıcı bir katkısı olmuşsa, bunların her
birinin telkin olarak kabul edebiliriz. O halde her telkin kendi duygusunu da taşır. Bunların
birikimi de zaman içinde inancın oluşmasına ve hipnotik eylemin şekillenmesine neden
olacaktır.
İnanç mutlaka gücü nedeniyle ya bir eylemin yapılması, ya da bazı eylemlerin yapılamamasını
zorlar. Fikirlerin ise çok fazla gücü yoktur. Kişi aklıyla o fikri uygun görürse eylem dağarcığına
alır ve zamanla belki bir alışkanlık haline de getirir. (Ayrıntılar için değersizlik inancı kitabıma
bakabilirsiniz).
Deneyimler hipnoz yapabilir mi? Hayır. Ama mevcut bir hipnozu güçlendirecek şekilde
algılanabilirler. Buna seçici algı deriz. Yani kişi farkında olmadan o anda yaşadığı deneyimin
sadece bilinçaltındaki hipnozuna uygun ögelerini algılar ve diğerlerini filtreler. Bu da mevcut
hipnozun güçlenmesine ya da pekişmesine neden olur. Her benzer deneyimde hipnoz sanki
biraz daha güçlenir.
Bir telkinin hipnotik etki yaratması için, bol tekrar edilmesi, bir otorite ya da güç tarafından
verilmesi ve duygu içermesi gerekir. Burada duygu içermesi gerekir derken sadece olay ya da
durumları kastetmiyorum. Durumlardan öte duygusal alt yapı da bir telkinin yerleşmesinde
çok önemli bir etki yaratır. İşte esas çözülmesi gereken ve duygu koçu deneyimi
kazanılmadan, kolay çözülemeyen kısımlar bu duygusal alt yapıdan kaynaklanır.
Duyguların Kaynakları…
Sıkışmış duyguların kaynakları nelerdir? Enerji bedeni sıkışmış duyguları nerelerden transfer
etmektedir? Sıkışan duygular neden kendiliğinden akmamaktadır? Evrimsel süreçte duygu
sıkışmasının bir canlının yaşam şansına nasıl bir katkısı olmaktadır? Tür böyle bir
mekanizmadan nasıl bir yarar sağlamaktadır?
Bu sorulara net yanıtlar sunmaktan uzağım. Ama gözlemlerime dayanan düşüncelerim var. Bu
bölümde bu gözlemlerimden, binlerce danışanla yaptığım çalışmalardan elde ettiğim bilgi ve
deneyimlerimin ışığında bu düşüncelerimi paylaşacağım.
Milyarlarca yıllık evrimsel sürecin incelenmesinden şunu öğrendik. Evrim her zaman yaşamda
kalma şansını arttıracak yönde evrilmiştir. Bir şekilde sahip oldukları ile hayatta kalma şansı
daha fazla olan türler ya da çeşitler, bu genlerini sonraki nesillere aktarırken bu özelliklere
sahip olmayan türler ise yok olmuştur. O halde insanın evrilmesi aşamasında duygusu sıkışan
cinslerin yaşam şansı daha fazla olmuş olmalı ki bugüne kadar bu özelliğimizi korumaya, hatta
modern toplumun gelişmesi ile güçlendirmeye başlamışız. Tabi burada her türlü cinse ait
bilginin sadece genetikle geçtiğini de savunacak durumda değiliz ama mevcut bilgilerimiz
şimdilik böyle. Belki henüz keşfedemediğimiz nakletme araçlarına da sahibizdir. Örneğin
enerji paketleri içine sıkışmış elektromanyetik kodlamalar gibi. Her neyse birazdan
anlatacağım duygu aktarımı örneklerinde, bu diğer bilinmeyen yollarında işleyiş halinde
olması ihtimalini fazlasıyla düşündürtmektedir.
Duyguların kaynakları nelerdir?
Birinci ve en sık karşılaştığımız ve üzerinde en çok çalışma yaptığımız ve yapacağımız kaynak,
kendimizi bildiğimiz andan şu ana kadar geçen hayatımızdaki yaşadığımız olaylar, durumlar ve
deneyimlerle ilgilidir. Kendimizi bilmek yaşı nedir? Hayal meyal en erken hatırladığımız
çocukluk anılarının yaşları. Çoğu zaman 3 yaşından öncesini hatırlamakta zorlanırız. Ortalama
3 yaş kabul edebiliriz. İlk seanslarda da regresyonlarda genellikle en fazla gidilen yaş bu
civardadır. 3 yaş diyelim. 3 yaşından bugünkü yaşımıza kadar yaşadığımız olaylardaki duyguları
yakın zaman duygular olarak adlandırıyorum. Yani 5-6 yaş olayları regresyon açısından yakın
zaman kabul edilir.
İkinci sırada uzak zaman duygular yer alır. Bunlarda doğduğumuz andan 3 yaşa kadar olan
dönemdeki duygusal sıkışmalarımızdır. Her ne kadar bilinçli bir dönemde olmasak da yine de
olaylar karşısında bilinçaltı duygu biriktirir. Bu döneme ait olay örneklerine ilerleyen
bölümlerde sıkı sık karşılaşacağız.
3. dönem anne karnı ve doğumla ilgili sıkışan duygulardır. Anne karnında iki ayrı yapıda duygu
çekeriz. Birincisi doğrudan anneden akan duygulardır. Bu duyguların bebekle ilgili olması
gerekmez. Annenin kendi yaşantısı ile ilgili duygular doğrudan bebeğe akar. Ayrıca anne
karnında bebeğin doğrudan maruz kaldığı olaylarda yine duygu birikmesine neden olur. Anne
karnında zaten hiçbir şekilde duygu boşaltma şansı olmadığından yaşanan her türlü olayla ilgili
duygu birikecektir.
Doğum olayı kendine özgü bir durumdur. Olayın kendisi birçok tehditkâr durumu içinde taşır.
Güvenilir bir ortamdan uzaklaşılmaya başlanması, kasılan rahimin bebeğe yaptığı baskılar,
kasılmalar sırasında bebeğe giden oksijen ve kan miktarının azalmasının yarattığı fizyolojik
değişiklikler, anneden gelen korku ile ilgili salgılanmış olan adrenalin gibi maddelerin bebekte
yarattığı fizyolojik etkiden doğan hisler, annenin doğum sırasında yaşadığı duygular, etrafta
biriken duygular, hızlı değişim, ışık ve sesler… Her biri yeni hayata gelmekte olan canlı için
travmatik olabilir.
Diğer bir duygu kaynağı nasıl olduğunu tam açıklayamadığım, ama birçok olguda şahit
olduğum (kendimde dahil olmak üzere), atalardan akan duygular ve bunlarla bağlantılı
görüntülerdir. Bu duygular çok ilgi çekicidir, sırlarla dolu bir sandığın açılması gibidir. Bir
şekilde sanki atalar bu dünyadan giderken kendinde birikmiş duyguları çocuklarına ya da yakın
bildikleri birine aktarmaktadırlar. Ya da yakın frekans ilişkisinden dolayı, duygular çözüldükçe
ve enerji bedeni özgürleştikçe bu derin ve holistik birikimli enerji odaklarına ulaşmak mümkün
olmaya başlamaktadır. Özellikle affetmesi zor olan bir kişinin yine de affedilmeye niyet edilme
aşamasında bu tip açılımlar olmakta ve affedilecek kişinin hayatından travmatik kesitler
danışanın zihnine sunulmaktadır. Buna ait örnekleri de sanırım sık olarak ilerleyen sayfalarda
değinme fırsatı bulacağım.
Bir diğer duygu kaynağı transpersonel yani kişisel sınırlarımızın ötesindeki alemlerden ya da
boyutlardan akan enerji odaklarıdır. Bunlar özellikle kendini geçmiş yaşam formları, artık ruh,
ya da insan dışı varlıklar olarak belli eden ve birçok spekülasyona konu olan duygulardır. Bir
tarafıyla çok ilgi çeken bu duyguların ve zihinsel görüntülerin değişik spiritüel okullar
tarafından farklı açıklamaları olmaktadır. Karma, ruhun tekamülü vs şeklindeki bu
açıklamaların dayandığı hiçbir kanıt bulunmamaktadır.
Stanislav Grof’un meşhur ettiği holotropik nefes çalışmalarında bu transpersonel aleme çok
atıfta bulunulmakta ve bir çok kitabında konu edilmektedir. Benim yaptığım birkaç benzer
çalışmada kişiler farklı deneyimler yaşamıştır… Daha çok hayvan figürleri şeklinde kendini belli
eden bu ulaşımlar bazı katılımcılar için belli konularda çözümleyici etki de yaratmıştır.
Bir danışanda yapılacak olan bir seri seans çalışmasında genel kural olmamakla beraber bu
duyguların açılma sırası üç aşağı beş yukarı bu bölümde verdiğim sıraya uyar. Ama birçok
istisnai durumla da karşılaşırız. Bazen anne karnına gidilmeden önce geçmiş yaşam ziyaret
edilebilir. Bazen ciddi bir taciz travmasından önce geçmiş yaşamda benzer bir konuyla meşgul
olunabilir. Bazen anne karnı uzak zaman duygulardan daha öne kendini belli edebilir.
Bu kitapta sık sık söyleyeceğimiz gibi, bilinçaltının bu konuda kendi çizdiği bir yol vardır ve o
yola göre olayların ve duyguların sırası belirlenir. Herşeyi bilen içsel bir bilge, hem sorunların
nasıl biriktiğini, hem de nasıl çözüleceğini bilir gibidir.
Tabi bu farklı kaynaklı duyguların nasıl bir fiziksel etkileşimi olduğu, enerji bedeninde nasıl
organize olduğu, yoksa tamamen genetik şifre şeklinde mi nakledildiği, yoksa beyinde kodlar
şeklinde mi saklandığı konusunda ne desek, boştur.
İyileşmenin Felsefesi
Yıllardır zihinsel değişim ya da iyileştirme teknikleri dediğimiz yöntemleri öğrenmeye ve
öğretmeye çalışıyorum. Bilinçaltının değişimiyle bir şeylerin değişeceğinin beklentisiyle
çalışıyorum. Bu çalışmalar sırasında değişik ve ilginç gözlemlerim oldu. Her seansın bitiminde
kendi deneyimlerime göre, o seansın ne kadar verimli olabileceği ile ilgili çıkarımlarda
bulunurdum. Diyelim ki yüzde elli-altmış bu çıkarımlar ile kişide oluşan değişim birbirine
uyuyordu. Ama yaklaşık yüzde kırk-ellilik bir oranda ise hiç de sonuçlar beklediğim gibi
olmuyordu. Bazen “çok kötü geçti” dediğim seanslardan sonra beklenmedik olumlu geri
bildirimler alırken bazen de tersi oluyordu. Çoğu zaman tersi oluyordu demek lazım. Yani
seans çok verimli sonuçlar verecek düzeyde geçmiş görünse de, yani regresyonlar yapılmış,
duygular boşalmış, güzel bir trans ortamı yapılmış, hatta regresyonlar derin duyguları da
kapsamış olsa da, zamanla o beklediğimiz sonucun gerisine düşmeye başlıyorduk. Tabi bu
beklenmedik sonuçları almamızdaki başlıca nedenlerden biri, kişilerin seanslarda
öğrendiklerini uygulama alışkanlığı haline getirmemeleriydi. İşte burada duygusal koça
gerçekten çok iş düşüyor. Gerçek koçluk burada oluyor. Bunu ilerleyen bölümlerde
ayrıntılarıyla tartışacağım.
Bir gün Randy Shaw’ın bir yazısını okuduktan sonra (Randy’yi daha sonra anlatacağım)
kafamda bir ışık yandı. (Tabi bu bir anda olmadı. Zaten minik minik parıldamalar oluyordu ama
dönüşüm o yazıyla başladı). Randy beyin tümörü olan bir hastayla çalışmıştı. Bu çalışmalarını
daha önce anlatmış, çalışmaların ne kadar başarılı geçtiğini ve hastanın tümörlerinde belirgin
bir gerileme olduğunu da bildirmişti. Tabi, hepimiz tebrik ettik. Fakat aradan geçen aylardan
sonra hastanın öldüğünü söyledi. Ve kendi eleştirisini yaptı. Geriye dönüp seanslara
baktığında, hastanın bilinçaltının can havliyle ne istenilirse yaptığını ama esas ulaşmak
istediğimiz anlayışa karşı en ufak bir gönderme de bulunmadığını ve bu nedenle de esas
istenen sonuca ulaşılamadığını belirtiyordu.
Bu yazı birden benim de buna benzer durumlarımı akla getirdi. Evet, aslında geçmişin
hipnozunu bozmak kitabında, benim de bunu belirtmiş olmama rağmen danışanlara yeter,
kadar yansıtamadığımı fark ettim.
Sonunda şu sonucu çıkardım.
İyileşmenin bir felsefesi olmadan gerçek iyileşme olmaz. Felsefe bir düşünce sistematiğidir.
Dünyayı ve yaşamı anlamak için kurgulanan değişik düşünce sistematikleri vardır. Bunlar
birçok kabullenmeye dayanır (Kabullenmenin ne olduğundan önceki bölümlerde bahsettim).
Felsefe ne kadar evrensel işleyişi yakalarsa, uygulayıcılar açısından o kadar çok benimsenir.
Özellikle doğu felsefeleri birbirine yakın olarak yaşamın anlamı ve işleyişi hakkında aynı
şeylerden bahseder.
Bu yaklaşım zihin-ruh-beden birliğidir. Zihin ruh ve beden dengede olduğu sürece bu
dünyadaki yaşamımız dengede olur. Bu üç ögeye şöyle bir bakalım.

Ruh:
Ruh var mı, yok mu?

Bunu bilebilecek durumda değiliz. Ama ruhsallık diye bir kavramımız var. Türkçemizde
ruhsallık ve maneviyat birbirine yakın kavramlar. (manevi: Görülmeyen, duyularla sezilebilen, soyut,
ruhani, tinsel, maddi karşıtı. Güncel Türkçe Sözlük). (Ruh: Dinlerin ve dinci felsefelerin insanda vücuttan ayrı bir
varlık olarak kabul ettiği öz, tin, can kuşu. Güncel Türkçe Sözlük)
Bilimsellik maddi kanıt ister. Ölçülebilen ve mukayese edilen bir kanıt ortaya konması gerekir.
Hastalıklar da maddi olarak kanıtlanması gereken durumlar olmalıdır. Bu durumda maddi bir
durumu maddi olmayan ve bilimsel olarak gösteremeyeceğiniz ya da kanıtlayamayacağınız bir
kavram üzerinden açıklamanın zorluğunu ve bilim dışılığını –şimdilik kaydını koymak
koşuluyla- kabul ediyorum.

Ama bazı şeyleri açıklamak ve bazı dönüşümler sağlamak için ruha ihtiyacımız var. Birçok
felsefik ve dini inanış dünyaya fiziksel bedene bağlı bir ruhla geldiğimizi kabul ediyor. Binlerce
yıldır ruh inancı değişik grupların ilişkilerini ve yaşamını etkilemiştir.
Ruh olarak ben değişmez bir substansı (substans: fiziksel özellik, yapısal öz) veya evrenin
özünü kastediyorum. Ruh tüm evrende aynı özü içerir(ilahi Nizam ve Kainat. Dr. Bedri
Ruhselman). Hani rivayete göre Tanrının canı sıkılmış ve kendini deneyimlemek için insanı
yaratmış. Ruhsal özü deneyimleyecek şekilde dönüştürücü fiziksel bir yapı olarak insan
bedenini tasarlamış. O halde insan bedeni ruhsal özü dönüştüren ve deneyimleyen bir özelliğe
sahiptir. Dönüştürme özün bir enerji formuna çevrilmesini kasteder. Deneyimlemek ise
hissetmeyi içerir. Daha önce söylediğimiz gibi bedenimiz enerji titreşimlerini hisse çevirir. O
halde önce ruhsal öz enerjiye, daha sonra da bu enerji hisse dönüşmektedir. Özü enerjiye
dönüştüren kalptir. Bu enerjinin adı da sevgidir.
O halde esas yaşamın amacı sevgiyi deneyimlemek, yani hissetmektir. Hissetmenin esas amacı
da budur. İşte hissetmek o nedene mistik bir özellik kazanmaktır. Tabi sevgiyi hissetmek nasıl
bir şeydir? Bu anlatılabilir mi? Belki. Ama bir şeyi anlatmak demek benzer bir şeyle
karşılaştırmak demektir. Güzel bir şey de güzel şeylere benzetilerek anlatılır. Çikolata tadında,
gül kokusunda, denizin huzurunda vs diye yapacağımız hiçbir benzetme tabii ki ruhsal özün
deneyimlenmesini anlatamayacaktır. Bazı şeyle ancak deneyimlenebilir ama anlatılamaz.
Hayatında hiç renk görmemiş bir köre sarı rengi anlatabilir misiniz?
İşte Tanrı bir taraftan insan bedenini yaratırken bir taraftan da bilinçaltına bu varlığı hayatta
tutma görevini vermiş. Mümkün olduğunca yaşasın ki ruhsal özü deneyimleyip keyfini
çıkarsın. (Unutmayın felsefe yapıyorum. Anlattıklarımda mantık aramayın).
Beden:
Fiziksel bedeni anlatmaya gerek yok. Sadece bildiğimiz gördüğümüz yapımız bu. Modern
tıbbın uğraştığı bölüm... Karmaşık bir makine... Sırları çözüldükçe her türlü hastalığa çözüm
bulunacağına inanılan bir anlayışın muhatabı. Günümüz tıbbı ruh ya da zihin gibi kavramları
bilim dışı kabul ettiğinden ya da örneğin zihin, beyin üzerinde somutlaştıkça kabul edilen bir
yapıya dönüştürüldüğünden, uğraştığı fiziksel bedendir. Tıbba göre bedeni iyileştirmek sağlıklı
olmak için yeterlidir. Neyse bu konuyu daha ilerde konuşuruz.
Zihin:
Bizim kabulümüzde zihin, özelinde bilinçaltı, ait olduğu fiziksel bedeni canlı ve hayatta tutmak
için, sürekli öğreniyor ve öğrendiklerini kaydediyor. Sosyal ilişkileri öğreniyor. Kuralları,
yasakları öğreniyor. Bunları kod olarak kaydedip işleyen programlar haline çeviriyor. Ancak
her birey içinde bulunduğu ortama göre hayatı farklı öğreniyor.
Neyi nasıl öğrenirse öğrensin, bilinçaltı fiziksel bedeni koruduğu için hayatta kalmayı salt
maddi bir anlayış haline çevirmeye başlıyor. Bu nedenle de varlığımızı sadece maddi açıdan
değerlendirmeye başlıyoruz. Toplum içinde bir mal gibi değer arıyoruz. İnsanları bir mal gibi
onlar atfettiğimiz değerlerine göre sınıflıyoruz. Toplumda değerli olmanın ölçütleri tamamen
maddi özelliklere dayanıyor.

Kariyerimizle, becerilerimizle, sahip olduğumuz mallarla bütünleşiyoruz. Bunların hepsi maddi


ölçütlerdir. Beni ben olmaktan çıkaran, kendimizi dışarıdan tamamen mal gibi gören bir
hipnoza giriyoruz. (Ayrıntılar için değersizlik inancı kitabımı okuyabilirsiniz).
Tam olarak bilemediğimiz nedenlerden dolayı duygu biriktirme ya da tehdidi fark etme
sistemlerinde de hissetme önemli bir yer tutuyor. Duygu biriktirme hayatta tutunma aracı
haline geldikçe ruhu hissetme kanalları sıkışan duygular tarafından işgal ediliyor. Bilinçaltı
fiziksel bedenle ruh arasına, bu duygularla sanki duvar örüyor. Ruh bedenden uzaklaşmaya
başlıyor. İçiçeliği bitiyor. Ruh sanki bedenden disosiye (ayrışma, kopma) oluyor. (Psikolojide
de disosiasyon önemli bir mekanizma olarak kabul edilir, ama oradaki disosiasyonla bu
disosiasyon birbirinden tamamen farklı anlamlar içeriyor.)
Sonuç olarak zamanla beden ruh ilişkisi bozuluyor. Burada esas bozucu istemeden de olsa
zihin olarak ortaya çıkıyor. Dengeyi sağlamak için şimdi bu ögelerden sadece zihinle
çalışabiliyoruz. Çünkü ruh değişmez bir öz. Bozulan değil ancak dönüştürülen bir şey. ( Bu
nedenle eskiden beri kullanılan psikyatrik bozukluların karşılığı olan ruhsal hastalıklar
tamlaması yanıltıcı oluyor. Ya da ruhsal durumum bozuk terimi de yanlış. Hatta çıkması
muhtemel bir ruh sağlığı yasası var. Orada ruh nasıl tanımlanıyor, merak ediyorum doğrusu).
O halde iyileşmek için duygu koçuna düşen rehberlikler içinde;
- Ruhsal özden nasıl koptuğumuzu danışana fark ettirmek,
- Hissetmenin önemini bir kez daha vurgulamak,
- Tüm çalışmaların esas amacının ruhsal özü yeniden deneyimlemek olduğunu belirtmek,
- Mevcut toplumsal anlayışın nasıl bir değersizlik yarattığını ve varlığımızı mallaştırdığını
anlatmak önemli bir yer tutacaktır.
Spiritüellik ve Mallaşmak…
Zihinle çalışmalara başladığım yıllarda anlamakta ve anlatmakta en zorlandığım konu, insanın
spiritüel bir varlık olduğuydu. Uzun yıllar spiritüellik kelimesini kullanmama rağmen, neyin
karşılığı olarak kullandığımdan pek emin değildim. Sonra zamanla spiritüellik kavramı
şekillenmeye ve beni tatmin eden bir karşılığa oturmaya başladı. Benim için spiritüellik,
evrensel gerçeklerle uyumlu yaşamanın karşılığı oldu. Bir bakıma hipnozda yaşamanın karşıtı...
Evrensel olmayan gerçekdışılara inanarak yaşamak, hipnozda yaşama şekli olurken,
hipnozlarından kurtuldukça, geçmişin hipnozlarını akıttıkça, spiritüel yaşamaya başlıyoruz.
Tabi evrensel gerçekler deyince sadece bilinen gerçeklerden söz etmiyorum. Bugün fiziğin bile
çözemediği belki de bilinenden kat kat fazla olan gerçekleri de kastetmeye başlıyorum.
Bilimsel bilginin bir kısmı spiritüellik ile bağdaşırken, bir kısmının da hipnotik bilgiler içermesi
ihtimali yüksektir. Bilim her zaman hipnozun karşıtı değildir. O halde spiritüel gerçeğin ne
olduğunu nasıl bileceğiz? Bir takım kabullenmelere göre yaşarken, eğer bu
kabullenmelerimizin sonuçları evrensel ve doğal akışa uygun bir durum ortaya çıkarıyorsa,
muhtemelen spiritüel gerçeği yakalamış olacağız.
Evet, spiritüel yaşamak biraz muhtemelen bilgilere göre yaşamaktır. Bazı spiritüel olduğu iddia
edilen kavramlar ya da kanıtlanmamış bilgileri kesin varmış gibi ifade ederek yaşamaya
çalışmak bana yine biraz hipnozda yaşamak gibi geliyor. Örneğin bu dünyaya gelmeden anne
babamızı seçtiğimiz, meleklerin varlığı, üstün varlıklara kanal olmak vs. gibi spiritüel olduğu
ileri sürülen bilgilere kendimi ne yakın buluyorum, ne de uzak. Varsa vardır, yoksa da yoktur.
Ama varmış gibi iddiada bulunmayı spiritüellik olarak görmediğimi belirtmek isterim.
Bu kitapta şu ana kadar birçok kabullenme ortaya koydum. Bunlardan bir tanesi, duygu
sıkışması ve geçmişin duygusunun boşaltılmasının, birçok sorunu çözeceği ile ilgili
kabullenmedir. Bugüne kadar gerek benim, gerekse benzer yurt içi ve dışı terapist ya da
şifacıların aldığı sonuçlar, bu kabullenmemizin doğru olduğuna dair düşüncelerimizi
güçlendirmektedir. Ama bilimsel midir? Hayır, henüz değildir. Belki zamanla bilimin de bir
takım katkıları olacaktır.
Geçen bölümde verdiğim iyileşme modeli de benzer bir kabullenmedir. Ruhu hissederek
yaşamanın hayatın amacı olduğunu ileri süren bu kabullenme, yine birçok açıdan gerçeğe
yakın bir modelleme yaptığımıza dair belirtiler ortaya koyar.
İnsan spiritüel bir varlık derken ne demek istiyorum? Bu dünyaya spiritüel bir varlık olarak
geldiğimizi... Evrensel gerçeklere uyumlu olarak yaratıldığımızı söylemek istiyorum. Yeni
doğan bebekler ışıl ışıl parlar. En nemrut diyeceğimiz tipler bile, yolda böyle ışıl ışıl parlayan
bir bebek gördüklerinde, çok kısa bir an olsa bile enerjileri değişir. Işıl ışıl parlamak, bebeğin
“ben henüz hipnozlara bulaşmadım” işaretini vermesidir. Çocuklar spiritüelliklerini
kaybettikçe, yani beyinleri, bilinçaltları hipnozlarla doldurulmaya başlandıkça, o keyif hali,
insani hali kaybolmaya başlar. (Spiritüel insanın özelliklerini ayrıntılarıyla değersizlik inancı
kitabımda yazdım).
İnsan; ruhu olan, evrensel enerjiyle aynı frekansta titreşen, özünde enerji kaynaklı bir varlıktır.
Bu spiritüel kabullenmemiz olurken, bunun karşısına hipnotik inançlarımız yer almaya başlar;
Buna göre insan maddi bir varlık olup, fiziksel bedenin dışında başka bir gerçeği yoktur. İşte
geçmişin hipnozunu yaratan en temel inançlarımızdan biri... Salt fiziksel beden olsaydık, acaba
niye tıbbın bu kadar çok çözemediği ve iyileştiremediği kronik hastalıklarımız olsun? Bir tane
mi bile iyileşmez? Öte yandan tıbbi çarelerle iyileşmeyen birçok hasta yaşama bakışında köklü
değişiklikler yaptığı zaman iyileşmektedir (Miracles Happen: The Transformational Healing
Power of Past Life Memories. Brian Weiss , Amy E. Weiss ).
Bir hikâye daha vardır, çok duyduğumuz. Tanrı dünyayı yaratırken yaşam ile ilgili sırrın hemen
bulunmasını istememiş. Sanki insanın bilmediği ama derinlere yerleştirilen bir bilgi, insan
ancak sırrı keşfettiği zaman gerçeği bulacağı ile ilgiliymiş. Yani insanın esas çabası sırrı
aramakla ilgiliymiş. Tanrı baş melekleri toplamış. “Sırrı nereye saklayalım” diye sormuş. Bir
melek “Everest’in tepesine saklayalım. Oraya kolay ulaşmaz” demiş. Daha deneyimli biri,
“insan meraklı bir varlık olacak. Kısa sürede oraya çıkacaktır, uygun bir yer değil.” demiş.
Diğeri, “Okyanusun en derinine saklayalım. Oraya kolay gidemez.” demiş. Diğeri, “İnsan akıllı
bir varlık olacak. O nedenle oraya gidecek vasıtaları kısa sürede yapacaktır.” demiş. En yaşlı
melek “Siz onu insanın içine saklayın, oraya bakmak asla aklına gelmeyecektir.” demiş. Ve
sonunda sır insanın içine saklanmış. İşin tuhafı, sırrın içimizde olduğunu bilsek de a. Sırrın ne
olduğunu bilmiyoruz; b. Bu sırra nasıl ulaşacağımızı bilmiyoruz.
İşte muhtemelen sırdan uzaklaştıkça, sırrın keşfedilmesi için bazı işaretler de bırakmış Tanrı.
Bunlardan bir tanesi, duygu sıkışması ve titreşen duyguların yarattığı hisler. Hisler alarm
görevi görürler, demiştim. Yani her his hem içimizdeki hipnozu gösterir, hem de sırdan
uzaklaşılmaya başladığına dair uyarı verir. Belki de hislerle ilgili sır da bu olabilir. Bana uzun
süre, en anlaşılmaz gelen duygulardan biri, spiritüel öfke olarak adlandırdığım duygunun
kaynağı olmuştur. Doğrudan yaşamsal tehlike olmamasına rağmen, bir çocuğa onun spiritüel
bir varlık olduğunun tersine yapılan her davranış öfke biriktirir. Örneğin bir çocuğun yaptığı bir
resmin fark edilmemesi ve geri bildirim verilmemesi gibi…
Zamanla spiritüel öfkenin kaynağının doğrudan insan tarafımızdan kaynaklandığını ve yeniden
insanlığımızı bulmak amacıyla iz ve işaret bırakmak için üretildiğini düşünmeye başladım.
Duyguları derinine analiz ederken bu konuya tekrar döneceğim. (Bilinçaltının da böyle bir
huyu var gibidir. Hem duyguları bastırmak ister, hem de sırların açığa çıkması için sürekli
işaret bırakır. Bunu da regresyon çalışmaları bölümünde anlatacak örneklerim olacak.)
Duyguların insani ve spiritüel yönü de budur. Varlığımıza karşı fiziksel bir tehditten çok insan
olmamızı ezmeye çalışan, insani değerlerimizi çiğnemeye çalışan durumlar karşısında
duygusallığı yaşamamız son derce insani bir durumdur ve bizi diğer canlılardan ayıran en
büyük ve kutsal yönümüzdür. Duyguları çok sıkışmış, hipnozları çok derinleşmiş, insanlığın
yerini korku idaresi almış birçok kişide bu duygular hissedilemez olur. Sıkışmış duyguları
boşalttıkça, yeniden insani duygularımızla da buluşmaya başlayacağız. Duyguları bastırmak
hipnozumuz olurken, insani duygularımızı hissetmek ve ifade etmek ise spiritüel yanımız
olacak.
Özetle;
Spiritüelliğimizi kaybettikçe hipnoza giriyoruz.
Hipnoza girdikçe maddi varlıklar olduğumuza inanmaya başlıyoruz.
Bundan sonra tüm çabamızla değerli bir mal olma savaşımız başlıyor.
Mallaştıkça sırdan uzaklaşıyoruz. Sırdan uzaklaştıkça daha kötü hissediyoruz. Daha kötü
hissettikçe, iyi hissetmek için ya daha çok mallaşıyoruz ya da daha çok mallanıyoruz.
Duygu koçuna düşen görevlerden biri de bu…
Kişiyi yeniden spiritüelliği ile buluşturmak. Ben bir malım hipnozundan çıkarmak.
Yeniden duygularıyla yaşayan bir varlık olduğuna ikna etmek…
Hissi Hissetmenin Dayanılmaz Hafifliği…
Adına iyileşmek diyelim, aydınlanmak diyelim, kişisel gelişmek diyelim, değişmek diyelim, ne
dersek diyelim… Soru şu… Biraz daha iyileşmiş olmanın, kişisel gelişmiş olmanın, değişmiş
olmanın, aydınlanmış olmanın ölçüsü nedir? Nasıl bileceğiz bir kademe daha ileri gittiğimizi…
Benim için tek ölçüt iyi hissetmektir. Bir önceki duruma göre daha iyi hissediyorsa bir kişi, bir
kademe ileriye doğru gitmiş demektir. Bir kademe daha iyi hissetmek, biraz daha enerji
bedeninden duygu boşalmış olması demektir.
Bir önceki duruma göre daha iyi hissettiğimize nasıl karar vereceğiz?
Bunun için iyi hissetmeyi bir kez daha somut olarak tanımlayalım.
İyi hissetmek kötü hissetmemek demektir.
Kötü hissetmek bedeninde kötü olarak algıladığın bir his hissetmemek demektir.
His bedenimizde yeri belli, vasfı belli, şiddeti belli fiziksel deneyimlere diyoruz. Vasıf dediğimiz
zaman hissi bir sıfatla tanımlamayı kastediyoruz. Sıcak, soğuk, sıkıştırıcı, acı, baskı, batıcı,
yumuşak, zonklayıcı, sıkıntı verici gibi…
İyi hissetmek hemen şu anda vereceğim bir karardır. Gözlerimi kaparım. Saçımdan ayaklarıma
kadar tüm bedenimi kontrol ederim ve kötü olarak algılamadığım bir his ya da daha doğru
deyimle bedenimin herhangi bir bölgesinde diğer bölgelerden daha farklı bir his bulamazsam,
bedenim iyi hissediyor demektir.
Evet, burada iyi hissetmek tamamen bedenin başardığı bir şeydir. Zihnimizin değil. Zihin her
zaman yanıltıcıdır, hipnotiktir. “Ben iyi hissediyorum” derseniz, sanki bilinçaltına şu anda bana
bir şey hissettirme mesajı göndermiş olursunuz. Ama “bedenim iyi hissediyor” demeye
niyetliyseniz, o zaman bu cümleyi sarf etmeden önce bedeninizi tarafsız, samimi ve
farkındalıkla gözlemlersiniz. Hemen tüm beden bölgeleri aynı frekans bandında titreşiyorsa iyi
hissediyorsunuz demektir.
Burada frekans bandının hangi aralıkta olacağı da önemli tabi… Hemen herkes huzurlu
hissetmenin nasıl bir şey olduğunu bilir. Durgun bir su gibi, bedenimiz tatlı tatlı titreşiyorsa,
sakin ve huzurlu hissediyoruz demektir. Çok nadir durumlar dışında tüm bedenin kötü
hissetmesi mümkün değildir, zaten. Yani bir kişi, tüm bedeni aynı frekansta titreşiyor diye, bu
titreşen –enerji bedeni bölümünde anlattığım gibi- bozuk frekans bandında olsa da “kötü
hissediyorum” demez.
O halde iyi hissetmek, ancak, samimi bir gözlemle, tüm bedeni taradıktan sonra ortaya
konacak bir bedensel durumdur. Bir duygu koçunun, danışanına en çok sorduğu soru şudur.
“Tüm bedenini gez dolaş, nerende ne hissediyorsun, bana söyle.”
Neden hissetme üzerinde bu kadar duruyorum?
Tüm çalışmalarımızın amacı iyi hissetmektir de ondan. Hayatta ne yaparsak yapalım, neyle
uğraşırsak uğraşalım tek amacımız iyi hissetmektir. Başarılı olduğumuz zaman da iyi
hissederiz, zengin olduğumuz zaman da, sağlıklı olduğumuz zaman da… Ayrıca iyileşme
felsefemize bakacak olursak, insanın varlığının amacının hissetmek olduğunu görürüz. Ruhu
deneyimlemek demek, özel bir hissi hissetmek demektir. İnsan bedeni hem hissetmek, hem
de hissettiğini fark edecek şekilde tasarlanmış ve yaratılmıştır.
Zamanla “iyi hissetmem gerekir” bilgisi bazı hipnozlarla karışmaya başlar. İyi hissetme
hedefinde bir değişme olmaz da nasıl iyi hissedeceğimiz konusunda inançlarımız gelişir.
“Ancak şuna sahip olursam iyi hissederim”. Ya da “ancak şunu başarırsam iyi hissederim” gibi
inançlarla boğuşmaya başlarız. Çok az kişi yaşamında iyi hissetmenin sadece duygular
üzerinde çalışarak başarılacak bir iş olduğunu unutur. İyi hissedemedikçe, daha fazlasını elde
etmeye çalışırız.
Evet, yaşamın amacı iyi hissetmektir. İyi hissetmek bedenimizin tek ve bütün halinde
titreşmesi demektir. İyi hissetmek evrensel enerjiyle koherant bir şekilde titreşmek demektir.
Hissetmek araç değil amaçtır. Hissettikçe birçok bozukluğun değişmesi için ilk adımları atmaya
başlarız. Kötü olarak algıladığımız hislere odaklandıkça zihinsel enerjimizi, duygusal sıkışıklığa
doğru yönlendiririz. Duygusal sıkışıklıklar açıldıkça, enerji bedeninin akışı düzelir. Enerji
bedenindeki akış düzeldikçe fiziksel beden iyi hissetmeye başlar.
İyi hissetmek, iyiyim demekle sağlanan bir şey değildir. İyi hissetmek varlığımızın dışında vuku
bulan olayları değiştirmekle elde edilecek bir şey değildir. İyi hissetmek bir kişinin sadece
kendi bedeni üzerine odaklanmasıyla sağlanacak bir durumdur.
Bir duygu koçunun danışanına öğreteceği ilk şey hissetmenin önemi olmalıdır. Bir duygu
koçunun kendi üzerinde öğreneceği ilk çalışma da hissetmek olmalıdır.
Hissetmenin Dayanılmaz Ağırlığı
Gerek bilimsel, gerek sosyal, gerekse kültürel açıdan en az üzerinde kafa yorduğumuz
konulardan biridir hisler. Gün içindeki konuşmalarımızın içinde mutlaka kelime ve kavram
olarak kendine bol bol yer bulur. Kendimiz ifade ederken çoğu cümleyi, doğru ya da yanlış
(çoğu zaman yanlış) hissediyorum ile bitiririz. Doğduğumuz andan beri hislerle o kadar iç
içeyiz ki, hakkında pek bir araştırma yapmaya gerek duymayız. Sanki neden iki gözlü, ya da iki
kollu olduğumuzu araştırmamak gibi…
Ancak gel zaman, git zaman hisler o kadar hayatımızı yönetmeye başlar ki, bu kadar hayatımızı
etkileyen, yaşam süremizi, yaşam kalitemizi etkileyen bir konunun, bu kadar farkındalığımız
dışında bırakılması ilginç bir paradokstur.
Bizi kötü hissettiren hislerden kaçmak ya da kurtulmaya çalışmak o kadar normaldir ki…
Başımız ağrıdığı zaman doğrudan ağrı kesici alırız. Ancak çok şiddetli olursa korkup doktora
gideriz, yapılan araştırmalarda bir şey çıkmazsa, ağrı kesici almaya devam ederiz. Fiziksel
ağrılarda çoğu zaman hissi hissetmekten kaçmak yerine hissi hissetmeyi engelleyecek çarelere
başvururuz. Masaj yaptırırız, ilaç alırız. Oturmaktan bacaklarımız uyuşursa, kalkıp hareket
ederiz. Yani içgüdüsel ya da öğrenilmiş olarak fiziksel bir arıza sonucu ortaya çıkan ağrı ya da
hisler için daha somut bir şeyler yaparız.
Ama mesele duygusal kaynaklı, yani daha çok da sıkışmış duyguyla ilgili bir takım hislere sıra
geldiğinde, genellikle bu hisleri yol gösterici, yüce bir bilgenin uyarıları, içimizdeki tanrı vs gibi
kabul edip bu hislere göre pozisyon almaya başlarız. O hissi yaratacak ortamlardan kaçarız. Ya
da o hisleri farkındalığımızın dışına çıkaracak işlere dalarız, ya da sigara-yemek-alkol üçgenine
dalarız.
İşin ilginç yanı şudur. Duygusal hisler, fiziksel hislere göre çok daha az acıtıcıdır. Yani 10
üzerinden değerlendirme yapacak olursak çoğu titreşen duygusal his ortalama 5 civarındadır.
Hâlbuki fiziksel hisler 7-8 in altında değildir. Fiziksel his çok daha keskin ve hareket kısıtlayıcı
özelliğe sahipken, duygusal hisler nadiren korkutucu olabilir (panik atak gibi).
Ama nasıl bir mekanizma devreye girmişse girmiş, bilinçaltlarımız, duygusal hisleri
hissetmekten ya da fark edilmesinden fiziksel hislere göre çok daha fazla korkar olmuştur.
Böbrek taşı ağrısı çekerken bile, “nasılsın” diye sorulduğunda “böbreğim ağrıyor” diye cevap
veren bir kişi, eğer kalbinde bir ayrılık acısı hissediyorsa “kötü hissediyorum” diye yanıt verir.
Yani duygusal hisler otomatik olarak kötü hisler sınıfına girerler. Çoğu kişi için öfke, korku,
suçluluk, kızgınlık, üzüntü, utanma kötü hislerdir. Bu hislerin hissedilmemesi gerekir. Bu hisleri
hissetmek kişiye ağır gelir.
Yıllardır bireysel seanslara, kişisel gelişim çalışmalarına, hatta kamplara katılmış bir kişi
benden bu his muhabbetini en az on kere dinlemiştir. Dersin ki, “artık paradigması
değişmiştir”. Hayır. Yine bir mesele çıkar ve farkında olmadan, hissi hissetmeyecek yönde
saçma bir seçimde bulunur.
Bir numaralı his hipnozumuz budur. KÖTÜ HİSLERİ HİSSETMEMEM GEREKİR. Bunun daha
doğru açılımı şudur. Kötü olarak ALGILADIĞIM hisleri hissetmemem gerekir. Hisleri nasıl bir
eleme sistemiyle iyi ya da kötü diye sınıfladığımız da ayrı bir meçhuldür. Hâlbuki his histir.
Hissin iyisi kötüsü olmaz. Alarm sesinin kötüsü olamayacağı gibi... Tehdidin şiddetine göre
şiddetli çalan alarmlar var mıdır, bilmiyorum ama bir hissin şiddeti arttıkça enerji bedeninde
sıkışan duygunun etkisi o kadar olumsuz demektir. Histen ancak bu anlamı çıkarabiliriz. Hissi
yok etmeye çabalamak, arabanın alarm sesinden rahatsız olup, alarmı devre dışı bırakmak
demektir.
Bir hisse kötü damgasını vurduğumuz andan itibaren o hissin kendisi savaşılacak bir materyal
olur. Duygu koçunun yol haritası bölümünde anlattığım gibi, ikinci adım hissi hissetmektir.
Ama hisse kötü takısını eklersek, doğrudan bilinçaltı devreye girer ve hissi hissetmemizi
engelleyecek mekanizmaları devreye sokar. O nedenle öncelikle hisleri kötü veya iyi diye
sınıflamak yerine sadece hissedilmesi gereken ajanlar olarak görmek gerekir. “Her türlü hissi
hissetmeyi seçiyorum”, iyi bir seçenek cümlesi olacaktır. Seçimle biten cümleler, bilinçli
irademizi ortaya koyarlar. O halde hisleri hissetmek aslında bilinçli irademizi ortaya koymak
demektir. Bilinçli irademizle hisleri hissetmeye başladığımız andan itibaren bilinçaltı ile
iletişim başlamış demektir.
Duygu koçu olarak yola çıkacaksanız eğer, öncelikle kendi hislerinizin farkında olmayı öğrenin.
Hissedin, hissettirin. Eğer, danışanınıza hissetme konusunda yeteri açıklıkla yaklaşamıyor ve
hissetme dışında farklı bir takım yollardan gitmeye çalışıyorsanız, sizin de bilinçaltınızda
hissetmeye karşı güçlü hipnozlar var demektir.
Beden hassas bir aygıttır. Zihin, ya da akıl her zaman yalan söyler, ya da yanıltır. Ama beden
yalan söylemez. İnatla hissetmeyi ön plana alan bir kişi bir süre sonra hissetmeye başlar.
Hisleri birbirinden ayırmadan, fırsat buldukça, hatta inadına fırsat yaratarak, her an, her
durumda, neremde ne hissediyorum çalışmasını yapın. Günde en az elli kez bu soruyu
sormayan bir kişi değişim konusunda yeteri kadar samimi değildir.
Beyin denen organ user friendly çalışır. Yani kullanıldıkça gelişir. Beynin değişik bölgeleri için
bu mekanizma geçerlidir. Görme ve işitme ancak bu duyulara odaklandıkça hassaslaşır. Bir
orkestra müziğini dinlemeyi başlayın. Başlangıçta tek ses gibidir. Ama farkındalıkla
odaklandıkça, işitme transına girmeye başlarsınız. İşitme transına girdikçe müziğin içinde
birçok ayrıntı bulursunuz. Davul sesini, keman sesinden, hatta kemanların seslerini birbirinden
ayırmaya başlarsınız. Buna kalibrasyon diyoruz. Hisler de çok hızla kalibre edilirler. Daha
önceki bölümlerde verdiğim nefes örneğine dönelim. Nefesinizi burundan geçerken
hissetmeye başlayın. Her nefeste daha fazla ayrıntı hissedersiniz. Nefesin başı ile donu
arasındaki farklılıkları, giren ve çıkan havanın farklı hislerini, sağ ve sol burun deliği arasındaki
farklılıkları, burun boşluklarının değişik bölgelerindeki his farklılıklarını ayırmaya başlarsınız.
Halk arasında, kişi orasını burasını hissedip, şikâyet etmeye başladığı zaman, “kendini fazla
dinliyorsun” derler, “o kadar dinleme”. Ben ise tersini söylüyorum. Hipnozdan çıkmaya ilk
adımlar, kendini dinlemekle başlar. Hisler bilinçaltının sesleridir. Hisleri birbirinden ayırmaya
başladıkça bilinçaltınızın dilini çözmeye başlarsınız.
Hissetmekten kaçtığın her türlü his uzun vadede sana hastalık olarak geri iade edilir.
Hisler içinizde yüce bilge aksakallının mesajları değil 8 yaşındaki çocuğun dünyayı
algılamasının yansımasıdır.
Bütün hisler iyidir. Size bedeninizde bir şeylerin ters gittiğini haber verirler.
Hisler bazen çığlıktır, bazen yalvarıştır, kendi gerçeğini fark etmen için...
Bilinçli Bakış. Evet, ama nereye?
Regresyonla ilk başladığım dönemlerde, tüm sorunların kökeninin bilinçaltı olduğu bilgisiyle
donanmıştım. Bilinçaltına ulaş, gerisi kolaydı. Bilinçaltına nasıl ulaşacaktık? Hipnozla. Derin
hipnozu elde et. Gerisini bilinçaltı halleder. Sanki bir takım bilinmez güçler benim bu alanda
kalmamı istermiş gibi, ilk zamanlarda işler çok yolunda gitti. Tıp için mucize sayılacak sonuçları
4-5 seansta alıyordum. Sonuç aldıkça iştahım kabardı.
Ama sonra, yavaş yavaş tökezlemeye başladım. Herkes öyle tereyağından kıl çeker gibi
hipnoza girip, geçmişine gidip sonra da duygusunu boşaltıp, mucize yaratmıyordu. Bu
vakalarda hep kendimi sorguluyordum. Nerede yanlış yapıyordum? Kaçırdığım ne vardı?
Bazen istenilen hipnotik derinlik olmuyordu. Bu sorun değildi. Derinleşene kadar çalışırdım.
Bazen ise derinleşme olmasına rağmen regresyon olmuyordu. Bilinçaltları direniyordu. Bir
türlü istenilen malzemeyi vermiyordu… Yurt dışındaki bilgi paylaşım listelerine soruyordum.
Bir şeyler anlamaya çalışıyordum. Hep basmakalıp yanıtlar geliyordu.
Nasıl keşfetmeye başladım bilmiyorum, ama bilinçli bakış eksikliği diye bir şeye takılmaya
başladım. Standart regresyon kitaplarında olsun, ya da aldığım eğitimde olsun, böyle bir
şeyden bahsedilmiyordu. Amerika’daki regresyon tartışma listeme bu konuda düşüncelerimi
yazdığım zaman da karşıdakilerin bir şey anlamadığını fark ediyordum. “Bilinçli bakış eksikliği
de neymiş?” diyorlardı. “Yeteri kadar bilgilendirirsin, sonra da açıklamanı yaparsın, gerisi olur
gider.” O sıralar Fethiye’deydim. Birkaç İngiliz müşterim oldu. O kadar kolay anlayıp, hemen
çalışma atmosferine giriyorlardı ki. O zaman bizim ulusumuza ait bir sorunla karşı karşıya
olduğumu anladım.
Bizim Türk halkının ortak bir özelliğini keşfetmeye çalıştım. Bizim vatandaşa “duygularla
çalışacağız” demek yetmiyordu. Ya da duygularla nasıl çalışacağımızı anlatmanın bir yararı
yoktu. Bizimkileri önce duygunun gerekliliğine ikna etmen gerekiyordu. Toplumun büyük
çoğunluğu tarafından duygu gereksiz ve dışlanması gereken bir şeydi. Gereksiz bir şeyin şimdi
onların iyileşmesini sağlayacaklarına öyle kolay ikna olmaları pek mümkün olmuyordu.
Bilinçaltına yerleşmiş çoğu inancın gerçekten gerçek bilincimiz olduğu hipnozuyla yaşıyoruz.
Yani bilinçaltında “kötü hisleri hissetmemem lazım” hipnozu varken kişinin bilinçli bakışına da
bu durum gayet normal ve doğru geliyor. Böyle olunca da normal durumun hissetmemek
olduğu inancı ortaya çıkıyor. Bilinçaltı ile bilinç aynı telden çalarken bilinçaltında nasıl bir
değişiklik yapabiliriz ki?
Bir diğer paradoks da şu oluyor.
“Bu durumda bunu hissetmen gerekiyor mu?” diye sorup, yanıt “hayır” olduktan sonra,
çalışmaya başladığımız “her türlü hissimi hissetmeye hakkım var” cümlesi de kafa karıştırmaya
başlıyor. Sorunların hissetmemekten kaynaklandığını açıklamak oldukça zor oluyor.
Yine bir diğer sıkıntı da, bizim eğitim sistemimizden kaynaklanıyor. Bizim eğitim sistemimiz
ilkokuldan itibaren bilmek üzerine dayalıdır. Bilgi de testlerle ya da sınavlarla ölçülen bir
şeydir. Bildiğin konuyu ne kadar anladığının önemi yoktur. Sınıfta öğretmen “anladın mı?”
diye sorar ama esas sorduğu “bildin mi?” olmaktadır. Yani, “ben sana bu soruyu sorduğum
zaman, bilebileceğini düşünüyor musun?” anlamına “anladın mı” diye sormaktadır. Öğrenci
de bir tek bu soruyu anlamakta, yani öğretmenin ona anladın mı sorusunu, bildin mi
anlamında sorduğunu anladığı için, genellikle yanıtı evet olmakta ve gerçekten de sınavda
konuyu bilmektedir. Ama o konuyla ilgili ne anladığı meçhuldür. Bilme eylemi kritikal faktörde
tutulan bir şeydir. Eğer hayati bir bilgiyse ancak anlaşılan bir şeye dönmeye başlar. Çünkü
anlamak demek, bilincin bildiğinin bilinçaltı tarafından kaydedilmesi ve gerektiği zaman hayati
bir durumda kullanılacağı anlamına gelir. Hâlbuki kritikal faktörde tutulan bilgi işe yaradığı
sürece orada kalır ve sonra atılır, içeri alınmaz. Buna bilincin geçici hafızası diyoruz. Bunun
örneğini hipnozun kitabında vermiştim. Tekrar hatırlatayım. Başıma gelen bir olaydan yola
çıkarak. Ankara Emek’te muayenehaneme her sabah geldiğimde aracımı farklı yerlere fark
ediyordum. Akşama kadar park ettiğim yer kritikal faktörde tutuluyor, akşam aracımı
bulduktan sonra yok ediliyordu. Ertesi gün bile bir gün önce aracımı nereye park ettiğimi
hatırlamam çok güçtü. Bir gün akşam geldiğimde, aracımın camları kırıktı ve teybim çalınmıştı.
İşte aradan on yıl geçmiş olmasına rağmen hala o aracın yerini size birebir verebilirim. Çünkü
bilinçaltına göre o yer tehlikeliydi ve hatırlanması gerekiyordu. Ne zaman aracımı oraya park
etmeye niyetlensem, gerilirdim ve park da etmezdim, bir tarafım bilinçaltının saçmalığını
bilmesine rağmen. Yani sahip olduğumuz bilginin ilerde hayat kurtarmak açısından işe
yarayacağına ikna olmazsak o bilgiyi bilinçaltına aktarmakta zorlanırız ve bu durumda da
meseleyi anlamamış oluruz.
Dokuz günlük duygusal yüzleşme kampına katılan katılımcılardan çoğu kamp sonunda bir
sınav yapacak olsak rahatlıkla 90-100 alırlar. Ama bir yıl sonra aynı testi yapsak inanın çoğu
kalırlar ve “bu bir yılda bunları ne kadar uyguladın?” diye sorduğumda da ya hiç, ya da pek az
yanıtını alırım.
O halde sonuç.
Bilmekle anlamak aynı şey değildir. Sonuç almak isteyen bir kişi, samimi bir şekilde
anlamadığını anlaması gerekir. Anlamadığını anlamadan başlanacak her çalışma hüsranla
sonuçlanacaktır. Regresyon çalışmalarını geliştirmem de bilgilerinden çok yararlandığım
Randy Shaw “setup, setup, setup” der. Matt Sisson ise “pretalk, pretalk, pretalk” der. Aslında
her ikisi de “kişi anlamadan işe başlamayın” demek istemektedir. (Bunların anlamına, ön
görüşme aşamalarını anlatırken değineceğim).
Anlamak, bilinçli bakışın bir parçası oluyor. Anladığın ölçüde, bilinçli bakışın güçleniyor, bilinçli
bakışın güçlendiği ölçüde daha derin anlıyorsun. Tabi burada daha derin, anladığım halde
anlatmakta zorlandığım bazı ilişkiler var.
Daha önceki konularda da bahsettim. Sorunların temelinde zihnin parçalanması yatar.
Bilinçaltının bildiklerinden bilincin haberi yoktur. Bilincin yaşam anlayışından da bilinçaltının...
Duygu koçluğunun bir amacı da bütünlüğü sağlamaktır. Bu kopukluk bilincin meseleyi
anlamasını zorlaştıran önemli bir meseledir. Bilmek, dediğim gibi bilinçaltının pek karıştığı bir
şey değildir. Bilme işlemine bilinçaltını dahil edebildiğimiz ölçüde bilinçli bakışı güçlendirmeye
ve bazı şeyleri daha iyi anlamaya başlarız. O nedenle bilinçli bakışı sağlamak da duygu
koçunun çalışmaları arasındadır ve zaten hipnoterapistlikten duygu koçluğuna geçişin en
önemli nedenlerinden biri de budur.
Bilinç, bilinçaltından farklı bakışa sahip olmadan bilinçaltında bir değişiklik yapma olasılığı
hemen hemen imkânsızdır. Bilincin bilinçaltından farklı bakışa sahip olması demek, hipnozdan
farklı bir anlayışa sahip olması demektir. Bu da gerçeğin kavranması ve anlaşılmasıdır. Daha
bugün bir danışanımla bir yerde takıldık. Kız kardeşinin çocuğunu karda oynamaya çıkarmak
istemiş. Bit kaç kez dediği halde kız kardeşi sallamamış. Ama biraz sonra komşusu aynı talepte
bulununca çıkmışlar. Tabi danışan bozulmuş, ama bozulduğunu belli etmemiş. Hem bir şey
hissetmedim, diyor. Hem de bir daha niye ona gideyim, diyor. Gidersen ne olur? Değersiz
hissederim. Siz olsanız bir şey hissetmez misiniz? O zaman, kötü hissedeceğini bildiği için
bilinçaltı gitmekten vaz geçiyor ve sen de buna uyuyorsun. Kötü hissetmiyorum ama niye
gideyim.
İşte burada güçlü bir bilinçli bakış eksikliği var. Kişiye böyle durumda kötü hissetmesi gayet
normal geliyor. Gitmeme seçeneğinin bilinçli bir seçim olduğuna kendini kandırıyor, kendini
kandırdığını farkında olmadan. Hâlbuki olan şu. Bilinçaltında güçlü bir güçlü görünmem
gerekir hipnozu var. Bu nedenle kırıldığının belli olmaması gerekir. Acıtsa da acıtmamış gibi
davranacak. Ama acı hissederken, acımamış gibi durmak zordur. İşte bilinçaltı bunun
bilincinde (!) olarak, gerçekten bir şey hissetmesini engelliyor. Bir çeşit self hipnozla ağrıyı yok
ediyor. Kişi buradaki zihinsel çarpıklığı fark edip onaylamadığı müddetçe, bilinçaltından ne
güçlü görünmem gerekir hipnozunu yıkabiliriz, ne de kız kardeşim bana değer vermiyor
inancını.
Bazen aynı konunun altını tekrar tekrar çizmek gerekir. Çoğu zaman sadece konuşmak
yetmez. Bilinçli bakışı davet etmenin değişik taktikleri vardır. Özel bir konuşma şekli vardır.
Bilinçaltına yönelik teknikleri kullanması vardır. Bunları konusu gelince tüm detaylarıyla
anlatmaya çalışacağım.
Duygu koçunun yol haritasında da anlattığım gibi ilk adım bilinçli bakışı sağlamaktır.
İlk oluşturulacak bilinçli bakış hislerin hissedilmesi üzerine olacaktır. Bu konuyu bol bol
konuştuk ve yeri geldikçe de konuşacağız. En kafa karıştıran ve algılamakta güçlü çekilen
durum yukarıdaki örnekte olduğu gibi bazı durumlar için hissetmeme gerek yok diyebilirken
kişi, bazı durumlar için ise bu kararı vermekte zorlanır. O zaman duygu koçuna düşen tekrar
tekrar farklı çerçevelerle farkındalığı sağlamaya çalışmaktır.
Bir zorlayıcı durum da, regresyon sırasında karşımıza çıkar. Bir şekilde geçmişten bir olaya
gidilir ve kişi o anda orada tıkanır kalır, bir türlü istenen tepkiyi ya da duygu boşaltmasını
sağlayamaz. Çünkü beklenmedik bir olaydır. Duygu yoğundur. Kişi bir türlü olayı bilinçli bakışla
değerlendiremez. Duygu boşaltamaz. İşte burada, bu anda duygu koçu çok yumuşak şekilde
bilinci olaya davet etmeye çalışır. Tabi bazen duygu koçunun kendisi de o karşılaşılan olayda
bilinçli bakışa sahip olmayabilir. O zaman zaten duygu koçu henüz duygu koçu olacak
olgunluğa gelmemiş demektir.
Hangi olaylar zorlar, hangi olaylar da daha kolay bilinçli bakış oluşur, bunu da yeri geldikçe
örneklerle tartışacağım.
Hipnoz ve Bilinç…
Hipnozu ilk öğrenmeye başladığım dönemlerde, hipnoz bana bilinçaltı ile iletişim kurma yolu
olarak pazarlanmıştı (Hala da çoğu kişi bunu böyle pazarlıyor ya!). Başarmak isteyip de
başarmadığımız ne varsa, bilinçaltının anlayışsızlığından olmaktaydı. Bilincin istekleri bir türlü
bilinçaltına aktarılamıyordu. İşte hipnoz bunu başarıyordu. Ne kadar müthiş bir şey değil mi?
Yap hipnozu, bul o derinliği, değiştir bilinçaltını. Bul karayı, al parayı. Tabi ki hikaye.
Hipnoz için şu ana kadar neler dedim?
Hipnoz bir telkinin kabul edilme ve uygulanma şeklidir. Her hipnozun inanç dediğimiz bir
yazılımı var. Her inanç yanlışlanabilir. Yani hipnoz evrensel gerçeklere uygun olmayan
safsatalara inanarak yaşama halini ifade ediyor. O halde eğer siz bir insanı yeniden hipnoz
edecek olursanız, bir safsatanın yerine yeni bir safsata ekmek durumunda kalırsınız.
Örnek. Sigara içmek bir hipnoz halidir. Birçok safsata inanca dayanarak yaratılmış bir
eylemdir. Eğer kişi “yap bana bir hipnoz, şu sigaradan kurtulayım” derse, yapacağınız şey, eski
safsatadan daha güçlü bir safsatayı oraya eklemektir. Örneğin “her sigara içtiğinde burnuna
bok kokusu geliyor!” gibi.
Şimdi bilinçli bir insan, bilinçaltının zaten safsatayla dolu olduğunun bilincinde olan bir insan,
yeni bir safsatayı bilinçaltına ektirir mi? Eğer ektiriyorsa, onda bilinç falan yok demektir.
Hipnoz olarak iyileşme arayan insanda bilinç falan hak getire. Bir bölüm önce ne dedim? Bilinç
olmadan bilinçaltında değişim olmaz.
Zaten bize geçmişte safsatalar neden gerçekmiş gibi yutturularak hipnozlandık? O konularda
bilincimiz olmadığı için. Şimdi çocukken bir safsataya inandık. Bu safsata o andan itibaren
çocuğun o konudaki bilincidir. Ve aynı zamanda da kritikal faktörüdür. Yani artık o kişinin o
bilgisi kritikal faktör ile korunmaktadır. O halde kritikal faktör bir yanıyla da ne işe
yarıyormuş? Safsataları korumaya. Eğer doğmadan önce gerçekten anne karnında Oxford’u
bitirseydik, ya da Ana Britannica’nın tüm bilgileri beynimize download edilseydi, feriştahınız
gelse çocuğu bir gram hipnozlayamazdı, bir gram safsata ekleyemezdi. Çünkü, tamamen
gerçek bilgilerden oluşmuş bir kritikal faktörümüz ve bilincimiz olmuş olacaktı. Yani çocukken
bilinçaltımız bizim aynı zamanda bilincimiz olmaya başlar. Çocuğun beyni gelişmeye, korteks
büyümeye ve gelişmeye başladıkça, muhakeme etme, analiz yapma, mantık yürütme, irade
ortaya koyma, yani 8. bölümde anlattığım bilincin özellikleri oluşmaya ve işlemeye başlar. İşte
bu andan itibaren bilinçaltı diye bir şey şekillenmeye başlar. Bildiğimiz ve deneyimlediğimiz
dünyadan farklı bir programa sahip olmaya başlarız. Halbuki o zaman kadar program ile
bildiğimiz dünya birebir uyuşmaktaydı.
Tabi bu değişimler bir anda oluşmaz. Kritikal faktör parça parça oluşurken, bilinçaltı da bölük
pörçük oluşur. Yani A bilgisi belki 3 yaşında bilinçaltı olmaya başlarken, B bilgisinin bilinçaltı
olması belki 8 yaşını bulacaktır. Hem kritikal faktör parça parça oluşur. Her yeni safsata kritikal
faktöre bir parça eklerken, ilk ağızda bilinci de içeren bu bilgi, ilerde potansiyel bilinçaltının
inancının besleyici adayıdır.
İlerde bahsedeceğim 5-PATH sisteminde çocuğun bilgilendirmesi işlemi vardır. Yani hipnoz
altında(!), regresyonda, çocuğa bu kritik bilginin ilk ekildiği anın gerisine gideriz. Yani “annem
beni sevmiyor” bilgisi 2 yaşında ekilmişse, biz kişiyi 2 yaşın gerisine geriletiriz ve ona esas
doğru bilgiyi, şimdiki yaşının da onayladığı bilgiyi veririz. Ondan sonra artık o safsatik bilgi
çocuğu etkilemez. Ama işte uzun yıllar sihirli bir işlem gibi gelen bu işlemin daha sonraları
aslında yeni bir hipnoz yaratmak olduğunu fark etmeye başladım. Hem terapist hipnozdaydı,
hem de müşteri (Amerikan ağzıyla konuşuyorum). Çünkü regresyonda zamanda geriye gitmek
diye bir şey yoktu, bir. İkincisi ise duygu boşalmadan yeni bir bilgiyi bilinçaltına
yerleştiremezsiniz iki. Yerleştirmek için o safsatik bilgiden daha güçlü çıkar sağlayacak bir
safsata bulmanız lazım.
Evet, işte duygu boşaltmadan, sadece regresyonla bazı olaylara gidip, sadece çocuğu
bilinçlendirmeye çalışmak tam bir hipnoz halidir. Evrensel gerçekte yeri olmayan bir durum!
Regresyonla ancak bir takım enerjik bağlantıları çözebiliriz. Başka bir şey yapamayız. (Tabi işin
bir takım matriksvari boyutları var, yeri gelince bunlardan da bahsedeceğim, ama o durumla
bu yapılan aynı şey değil).
O halde hipnoz olmayı özetleyelim. Birincisi gerçek hipnoz… Yani çocuklukta o kritikal faktör
gerçekten yok iken ekilen bilgilerin, zamanla zıt bilgilerin, kişinin bilgi sistemine yerleşmesiyle
oluşan bilinçaltının malı olan hipnozlar. Diğer tarafta ise hipnoz hakkındaki hipnozlarımız. Yani
hipnoz öyle bir şey ki, gerçekten hipnozla bir şeylerin değişeceğine inanırsan, zihnin telkine
açık hale gelebiliyor ve yeni bir safsatanın beynine ekilmesi ihtimali doğuyor. (Bu konuda daha
detaylı bilgi sahibi olmak isteyenler, Hipnozun Kitabı’na bakabilirler).
İnsan zihni doğası gereği, telkine açıktır. Bir otorite, güvendiğimiz biri, toplumsal bir inanç
kolaylıkla telkinlerini bilinçaltlarına yerleştirir. Çocukken zaten herkes otorite, herkes güç,
herkes herşeyi biliyor. Bu da doğuştan gelen bir hipnozumuz herhalde. Aslında bu hipnoz
değildir. Kutsal bir bilgidir. “Seni bir takım bakıcılara emanet ediyorum. Onlar seni hayata
hazırlayacaklar. Onlara güvenebilirsin.” Spiritüel bilgisiyle dünyaya geliriz (muhtemelen, bu da
bir kabullenme tabi ki). Ama doğduktan sonra yavaş yavaş güvendiğimiz dağlara kar yağar da,
kar yağdığını fark edene kadar atı alan Üsküdar’ı geçmiştir (artık bunlardan ne anlıyorsanız
odur).
Bilinçli insanı o safsataları ekmek için hipnoz dediğimiz o zihinsel boyuta almak kolay değildir.
Halbuki hipnoza inanmış bir kişiyi, zaten hayatı hipnoz olan, her türlü telkini eleştirmeden,
yargılamadan kabul edenleri ise anında, üflesen hipnoza alırısın. Zaten bunlara hipnoz
jargonunda somnanbulistik yani uykuda gezer denir.
Bizi, yani hipnoz bozucusunu, o ne olduğu belli olmayan ama çoğu hipnoz uygulayıcısı
tarafından adına hipnoz hali denen zihinsel duruma almak ilgilendirmiyor. Somnanbulistik bir
kişiyi çok kolay o hipnoz haline alırısınız ama bir gram hipnozdan çıkaramazsınız. Çünkü bu
konudaki bilinci sıfırdır.
Yıllardır yaptığım çalışmalardan sonra şu sonuca vardım. Bilinç, bilinçaltında neler olup
bittiğinin pek farkında değil ama bilinçaltı bilincin her an farkında. Sanki her adımda dönüp
bilince bakıyor. Sokakta kızımın köpeğini gezdirirken de aynı şeyi gözlemledim. Önden
yürüyen köpek, sürekli başını arkaya çevirip benim de gelip gelmediğimi kontrol eder. Yani
bilinçaltı bir olaya gitmek için olsun, hatta olaydan önce bir duyguyu hissettirmek için olsun
bilincin onayını arar. Bilinç gerçekten duyguyu hissetmek konusunda samimi ise, bilinçaltı
duyguyu hissettirir. Bilinç açığa çıkacak olaya bilinçli bakma olgunluğuna sahipse eğer (işte
bilinçaltı bir şekilde bunu anlıyor sanki), bilinçaltı olayı açar.
Ve bunları gerçekten son derece samimi ve gayretli bir şekilde yapar. Ben şunu söylerim. “Siz
bilinçaltına doğru bir adım atın, bilinçaltı size doğru 10 adım atar”. Bilinçaltının direndiğine
dair psikoloji camiasında bir mit dolaşır. Bilinçaltında direnç falan yoktur. Bilinç kararlılık
ortaya koyduktan sonra bilinçaltı, bilinç ne değişimi uygun görüyorsa o yönde değişim
yapılmasına izin verir.
Burada kararlılık dediğimiz durumda bir ince ayrıntı vardır tabi. Eğer bilinç içinde bulunduğu
hipnozun farkındaysa ve bu hipnozun bozulması yönünde bir eylem planı istiyorsa, bilinçaltı
bu değişime yardımcı olacaktır. Yoksa yeni bir safsata ekilmesi yönünde yapılacak baskılara,
bir yere kadar direnir, sonra direnmez belki ama acısını daha sonra çıkarır. Bu çıkan acının adı
da hastalık oluyor zaten. İlerleyen bölümlerde bu hastalıklara giden yolların nasıl döşendiğini
göreceğiz.
O halde çözümün ilk adımı yeni bir hipnoz istemek değil, aksine hipnozumuzun farkında
olmaktır. Farkında olmadığımız hipnozlar arka planda işler ve hastalıklara giden yolları
döşerler.
Samimiyet, niyet, gayret…
Hatta biraz da zahmet ve ciddiyet…
İşte değişimin koşulları…
Önce istemek lazım! Neyi istediğini bilerek... İstemek tamamen bilinçli bir karar ve seçimdir.
Çoğu kişi ne istediğimi bilmiyorum der. Ama duygu koçluğu çalışmalarında ne istediğimiz
bellidir. Her türlü koşulda öncelikle iyi hissetmeyi isteyeceğiz. İstemek sadece istemektir. Bir
şeyi isteriz. Niçin isteriz, neden isteriz, istediğimiz doğru mu? Bunlar boş sorulardır. Kime ya
da neremize soracağız? Bilinçten gayrısı bilinçaltı olduğuna göre bilinçaltına mı soracağız?
Yapacağımız en büyük hata bu olur. Çoğu kişi gerçekten bilinçaltına sorar. Bilinçaltına
sorduğunun farkında olmadan…
Canım istemiyor!
Bilinçten gayrı can dediğimiz bir şey vardır. O bilendir. O istemiyorsa, onun istemediği şeyi
seçmeyiz. O can dediğimiz ne ola ki? Bilinçaltının ta kendisidir. Canım istemiyor demek, o
istemediğim şeyi seçmeye kalkarsam kötü hissederim demektir. Peşinen kötü hissedeceğimi
bilen bir taraf vardır ya da zaten o ihtimal karşısında kötü hissetmişimdir. O halde istememek
demek istediğim takdirde kötü hissederim demektir. İşte tam burada Türkçemizin
bilinçaltımızı bilinç yapan kurgusundan bahsetmek isterim. Bir cümlede en kritik kelime
eyleme aittir, yani fiildir. Türkçede fiil en sondadır. Hemen tüm dillerde bir fiilin olumsuz
olacağı fiilin başında iken bizde fiilin sonunda bir ek olarak ifade edilir.
Örneğin İngilizcede istemek “want”. İstememek “not want” tır. Ama not want’ı tekrar tam
Türkçeye çevirirsek şöyle bir karşılık ortaya çıkar. Yok istemek. Zaten Türkçeyi yeni öğrenen
yabancılar da böyle konuşur. “Yok ben istemek.” Şimdi istemek’in zıddı istemek yok olduğuna
göre istememek ne demek?
Bir şey ya istenir ya da isteme seçimi ortaya konmaz. Her ikisi de bilinçli bir seçimdir. O zaman
bilinçli konuşmayı seçen bir kişinin kelime dağarcığında istememek’e yer yoktur. O zaman da
canım istemiyor boşa düşer. Bilinç her şeyi isteme özgürlüğüne sahiptir. Ama gerçekleşir, ama
gerçekleşmez. İsteme seçeneği ortaya konmadan değişime başlanmaz. Değişimi bir yolculuğa
benzetecek olursak önce yola çıkmayı isteriz.
Sadece istemek değişim için ilk basamaktır, ama tek başına asla yeterli değildir. Kişi sigara
bırakmayı ister ama bırakamaz. Çünkü yeterli niyeti ortaya koymaz. Eğer değişimin kaynağı
bilinçaltı olacaksa, bilinçaltını yanımıza almanın bir tek yolu vardır. Niyeti ortaya koymak…
Bilinçaltı istekten anlamaz. İstek kritikal faktörün labirentleri arasında yok olur gider. Niyet, ne
istediğimizi, bilinç olarak ne istediğimizi bilinçaltına bildirmenin en olmazsa olmaz yoludur.
O nedenle yine bir duygu koçunun danışanına söyleyeceği, sık sık söyleyeceği bir cümle de
“Göster niyetini!” olacaktır.
Niyet aynı zamanda isteğimizdeki samimiyeti de ortaya koyacaktır. Niyet nasıl ortaya konur?
Eylemle, hareketle, enerjiyi işin içine katarak... Yani sigara bırakmak isteyen bir kişi sigarayla
kavgaya başlar. Sayısını azaltmaya çalışır, bir iki gün içmez. İçmeyecek yollar arar. Bırakır,
başlar, bırakır başlar. İçmeyi geciktirir, geciktirdiği zaman duygularına odaklanır. Değişik
zihinsel teknikleri uygulamaya başlar vs.
Duygularıyla çalışmaya istekli ve bu konuda samimi bir kişi, duygularıyla oynamaya başlar.
Gün içinde sık sık “neremde ne hissediyorum” diye bedenine sorar. Gün içinde fırsat buldukça
hissetme meditasyonu yapar (daha sonra anlatacağım). Öğrendiği basit duygu boşaltma
tekniklerini (EFT, nefes, yastığa vurmak, bağırmak gibi) itiraz etmeden, sallamadan yapmaya
başlar.
Bu çabalar hem niyeti, hem samimiyeti ortaya koyarken niyetin ancak gayret göstererek
olacağını da bize bildirmiş olur. Ortada bir eylem varsa, bilinçaltı çıtırtı duymuş köpek gibi
kulakları diker. Çünkü bilinçaltının en asli görevi budur. Bilincin bir şey yapma gayretini
anlamak ve onu alışkanlığa çevirmek. Günlük rutin alışkanlıklarımız böyle oluşur. Bir şeyi
tekrar ettikçe bilinçaltına nakledilmeye başlanır ve bir süre sonra bilinçaltının malı olur.
Bisiklet kullanmak da böyle öğrenilir, daktilo yazmak da…
Ortada sürekli tekrar eden bir eylem varsa, bilinçaltı bilincin ne yapmaya çalıştığını anlamaya
ve okumaya çalışır. Niyetin karşısında bir direnç yoktur. Direnç dediğimiz şey zaten kötü
hissetmekten başka bir şey değildir. Bilinçaltında yerleşik bir inancın karşısında bir eylem
yapıyorsanız şayet, yani o “canım istemiyor”un tersine bir şeyler yapıyorsanız eğer, bilinçaltı
duyguyu titreştirecek hissi de bedene verecektir.
Bir eyleme başladığımız zaman kötü hissetmeyi hipnotik de okuyabiliriz, spiritüel de…
Genellikle hipnotik okuruz. Yani hisler hakkındaki hipnozumuza göre. Kötü hislerden
uzaklaşmam lazım. Demek ki yanlış karar verdim. Ya da yanlış bir şey yapıyorum gibi… Hâlbuki
o hissin bir tek anlamı vardır. Bilinçaltı mesajı aldığını haber vermektedir.
“Ey bilinç, niyetini okudum ve bunu bir alışkanlık haline getirecek düzenlemelere başlıyorum
ama burada bir itiraz var, bu eylemin tersine yönde bir enerji var, haberin olsun!” demek
istemektedir. İşte buna hissin spiritüel okuması denir. Hatta daha da spiritüel okumak
istiyorsak, bilinçaltı şöyle demektedir.
“Hele şükür. Yıllardır bunu yapmanı bekliyordum, hemen şunları temizleyelim.“
Tekrar ediyorum. Hipnoz bozmak demek, duygu boşaltmak demektir. Duygu boşaltmak için
duyguyu titreştirmek gerekir. Duygunun titreşmesi kendini hisle belli eder. Her temizlenen
duygu bir hipnozun temizlenmesidir. Hipnozdan çıkmak demek, spiritüelliğe açılmak
demektir.
İçinden gelmese de, canın istemese de duygunu ifade edeceksin.
İçinden gelmese de, canın istemese de yastıklara vuracaksın…
İnatla hissini hissetmeye çabalayacaksın…
Bilinç kararlı, istekli olduğu sürece bilinçaltı direnç falan göstermez, aksine çözülmek için tam
bir işbirliği içine girer.
Şimdi çoğu danışanın ben bunları söylediğim zaman “ben zaten bir şeyleri düzenli yapabilsem
sizden yardım istemezdim” diyecektir. Bir yönüyle haklıdır. İşte burada duygu koçluğu koçluk
kısmını devreye sokacaktır. Değişik yöntem ve tekniklerle, çalışmalarla, kişi yolda yürümeyi
öğrenene kadar ona niyetini ortaya koymasına yardımcı olacaktır. Ama kişiden de burada
biraz zahmet, biraz ciddiyet bekleyecektir.
Hastalıkların nedeni; Psikolojik mi, Sosyolojik mi?
Geçmişin hipnozunu bozmak kitabımı yazmamın esas nedeni, kronik hastalıkların iyileşmesi
konusunda gerçek bir çözüm bulmuş olduğuma inanmamdı. O nedenle de kitabımın alt
başlığına gerçek iyileşmeye açılan bir kapı diye yazmıştım. 1978 de tıp fakültesinden mezun
olurken, bir şekilde psikosomatik kavramına aşinaydım. Kişinin ruhsal durumunu bazı
hastalıkların oluşumunda etkili olduğu söylenmişti. Buna en tipik örneklerden biri düodenum
ülseriydi. Buna benze bazı başka hastalıklar da vardı. Ama ilginç olan şuydu. Ülser yine ülser
olarak tedavi ediliyordu. Ülseri iyileştirmek için biz doktor adaylarına, hastaların ruhsal
durumunu nasıl değiştireceğimiz ile ilgili bir şey öğretilmemişti. Bazı sakinleştirici ilaçların
isimleri dışında tabi... Bu nedenle de doktor olduktan sonra en çok yazdığım ilaçlardan biri
diazem olmuştur. Çünkü başka ruhsal durum düzeltici bir çare bilmiyordum. Gelene diazem,
gidene diazem.
Kadın doğum uzmanlığı yaparken de özellikle menopoz hastalarına antidepressan ilaç yazmayı
kendimde tıbbi bir aydınlanma olarak görüyordum. Çok sıkıntılı hastaları psikiyatri kliniğine
göndermekten başka bir şey de bilmiyordum. Kronik bir hastalığın iyileşmez olduğunu
öğrenmiştik bir kere. İnsan bedeni böyle bir şeydi. Bir kez makinanın işleyişinde bir arıza çıktı
mı artık onu kolay kolay geri dönüştüremezdiniz. Modern tıbba düşen bu hastalıklara rağmen
hastaların ömrünü uzatmak, hastalıklardan oluşacak yan etkileri düzeltmek ve yaşam
kalitesini mümkün olduğunca korumasına yardımcı olmaktı. Tüm bu hedeflerde elimizde tek
tip silah vardı. İlaçlar. İlaç kullanmamak gibi bir seçeneğimiz yoktu (hala da öyle ya). Sadece en
yeni ilaçları keşfetmek, en güzel ilaç birlikteliklerini sağlamak iyi doktorluk oluyordu. Hastasına
en yararlı olacak ilacı keşfedip verebilen iyi doktor oluyordu. Hastalara ekstradan söylediğimiz
cümle en fazla “stres yapma” oluyordu. Bir sonraki gelişinde hasta hala bir takım
sıkıntılarından bahsedecek olsa hastaya “sana stres yapmayacaksın demedim mi!” diye bir de
fırça kayıyorduk. Hasta dediğin nasıl stres yapılmayacağını bilir. İnsanoğlu isterse stres
yapmaz.
Sonra, hipnozu, regresyonu ve bilinçaltını tanıdıkça, stresin öyle kişinin keyfine göre yapılan
veya yapılmayan bir şey olmadığını anladım. Kontrol bilinçaltındaydı. Stres yapmak istemeyen
bunu bilinçaltına bildirmek zorundaydı. Zaten stres dediğimiz şeyin de bedende birikmiş
duyguların yarattığı baskı hissinden başka bir şey olmadığını geç de olsa anlamış oldum.
Bu arada şunu bir ekleme olarak söyleyeyim. Ben 1972 Ankara Fen Lisesi mezunuyum. Bu lise
o zamanlar Türkiye’nin tek fen lisesiydi ve tüm Türkiye’den 2 kademeli sınavla her yıl 96 kişi
okula alınırdı. Ben 8. Olarak kazandığım, 5. Olarak mezun olduğum, matematik takımına
seçilerek Türkiye takım şampiyonluğu kazandığım, tam bir fizik ve matematik bağımlısı bir
yapım olarak biyolojiyi bile biraz pozitif bilim dışı olarak gördüğümü de belirtecek olursam,
değil psikolojiyi falan, liseden mezun olduğum dönemde tıbbı bile aşağılayan bir
durumdaydım. Ama hayatımın en büyük salaklığını yapıp tıbba girdim (hala da öyle
düşünüyorum). Tıp doktoru olduktan sonra da tüm hastalıkların mekanizmasının bedendeki
fiziksel işleyişteki bozukluklardan kaynaklandığı görüşüne sıkı sıkı bağlıydım. Bu nedenle de
fizyopatoloji ihtisası yapmak istedim vs.. Demek istediğim bırak 1978’leri, 2000’ler de bile
bana hastalıkların nedeninin psikolojik olduğunu söyleseniz size en basitinden bir “ha….r”
çekerdim.
O nedenle de hipnozla ilgilenmeye başladıktan sonra, hep beyinde bunun mekanizmasını
araştırdım. Mutlaka bir fizyolojik karşılığı olmalıydı. Hipnoz ve Beyin kitabını yazarak bu
merakımı tatmin etmeye çalıştım. Sonra da artık günümüz fiziği içinde bunun
açıklanamayacağını kabul edip bu uğraşıma son verdim. Regresyon çalışmalarımın ilk
yıllarında vatandaş basitçe anlasın diye tüm hastalıkların nedeninin psikolojik olduğunu
söylerdim. Sonuçta psikoloji ne demekti? İnsan zihnini ve davranışını inceleyen bilime verilen
ad. Psikoloji biliminin insanda incelediği tek bir karşılık ya da organ, ya da bir organın bölümü
yoktu. Bedendeki değişik işleyişlerin insanın zihinsel ve davranışsal süreçlere yansımasını
inceliyordu. Yani bilinç ve bilinçaltı da psikolojinin inceleme alanındaydı. O zaman hastalıkların
nedeninin psikolojik olduğunu söylemek demek, hastalıkların nedeninin zihinsel ve
davranışsal olduğunu söylemek demekti. Ama bu son derece soyut bir açıklamaydı. Benim gibi
bağımlısı birini tatmin edemezdi. Bunun bir yerlere oturtulması gerekiyordu. İşte zaten biraz
da bu eğilimim nedeniyle bu kitabın birçok bölümünde konuştuğum her kelimeyi
somutlaştırma çabası içindeyim.
Bir hastalığın nedeniyle o nedenin bedende nasıl hastalık yaptığı ayrı bir şeydir. Örneğin
mikropları ele alalım. Rahatlıkla birçok hastalık için, örneğin grip için hastalığın nedeni
mikroptur deriz. Bu mikrobun bedene girdikten sonra, hastalığa nasıl neden olduğu apayrı bir
konudur. Orası sıradan vatandaşı ilgilendirmez. Onun bileceği mikroplardan uzak duracak
tedbirleri almaktır.
Ya da bir yemekten dolayı gastroenterit olmuşsak, bunun nedeni yemeğin bozuk ya da zehirli
olmasıdır. Yani esas neden yine bedenin dışında bir şeydir. Ya da röntgen ışını kanser
yapmışsa, kanserin nedeni zararlı şuadır deriz. Ama birçok hastalık için gerçek neden
bulunmaz. Örneğim romatizmanın nedeni bedende immün kompleks oluşması değildir. O
hastalığın oluş mekanizmasıdır. Nedenleri arasında ancak dıştan gelen bir takım etkenlerin
bedenin savunma mekanizmasını bozduğu yazar (www.webmed.com). Yani sonuç olarak
demek istediğim şu. Bir hastalığın nedeni olarak bedenin dışında bir takım etkenler ararız.
(Örneğin eski Çin tıbbında hastalıkların akut nedenleri rüzgâr, nem, ısı, soğuk, kuruluk olarak
beş iklim koşuludur. Başka bir etken tanınmaz. Tüm tedaviler bu etkenleri enerji kanallarından
uzaklaştıracak şekilde organize edilir).
O zaman bu anlayışı temel aldığımızda, hastalıkların nedeni psikolojik demek yanlış
olmaktadır. Çünkü psikoloji bilimi insanların zihinsel ve davranışsal süreçlerini inceler. Bu
davranışlara ya da zihinsel değişimlere hangi etkenlerin etken olabileceğini de açıklamaya
çalışır. Kişini yaşam standartları, ilişkileri, çocukluğunda yaşadıkları falan filan diye birçok şey
sayar. İşte bütün bu saydıkları insan psikolojisini bozan şeylerdir. Psikolojinin kendisi değildir.
Bu kitabın da birçok bölümünde belirttiğim gibi X olayı ayrı bir şeydir. X olayına bedenimizin
verdiği tepki ayrı bir şeydir. Yani X olayı mikrop, bedenimizin bu mikroba savunma üretmesi
(burada duygu oluyor) ayrı bir şeydir. X olayına bedenimizin gösterdiği tepki psikolojinin
konusudur. Ama X olayının kendisi psikolojinin kendisi değildir. (Yanlış olarak bazı olaylara
psikolojik etkenler denmektedir. Yani bedendeki psikoloji denen ne menem şey olduğu
bilinmeyen bir şeyi bozma gücü olan etkenler gibi bir anlam çıkmaktadır ama böyle bir etken
bu güne kadar gösterilmemiştir).
Regresyon yaparken ilk yıllarda bilinçaltına şöyle derdim.
“Şimdi bu duyguya neden olan bir olaya gidiyorsun.” İfade olarak doğru oluyor. Bir olay bu
duyguyu tetikledi. O zaman esas nedeni olaylar olarak ifade edeceğiz. Ama bu olaya A kişisi
başka tepki vermiş, B kişisi başka bir tepki vermiş. Olabilir. Sonuçta grip mikrobu da bulaştığı
herkesi grip yapmıyor.
Duyguları titreştiren olaylara baktığımız zaman (örneklerini bol bol ilerleyen bölümlerde
vereceğim) hemen hepsinde insan faktörü söz konusudur. Tek başına insan olmadan bir
olayın duygu üretmesi ya da sıkıştırması söz konusu değildir. Yani bir masa, hatta bir rüzgâr,
hatta bir deprem bile tek başına duygu sıkışmasına neden olmaz. (Duygu üretebilir, bu ayrı
konu, ama duygu sıkıştırmaz). Tüm regresyon olaylarında en az bir kişi davranışıyla bu
duygunun titreşmesinden sorumludur. Kişi o anda yalnızsa eğer, orada olması gereken kişinin
olmayışı da yine o kişiyi sorumlu etken yapar. Yani X faktörleri özünde insan kaynaklıdır.
İnsanların grup içindeki etkileşimlerini inceleyen bilime sosyoloji denir. Sosyal demek
toplumsal demektir. Toplum demek birden fazla insanın bir arada olması demektir. O halde
özet olarak şunu demek istiyorum.
Bu kitabın iddiası olan bedendeki duygu sıkışıklıkları kronik hastalıkları yaratan bedensel
mekanizmalar olurken duygu sıkışmasına neden olan X olayları sosyolojik oluyor. İşte o
nedenle yaklaşık son 3-4 senedir ben konuları anlatırken hastalıkların nedeni sosyolojiktir
diyorum.
Tüm iyileşmeyen kronik hastalıkların nedeni sosyolojiktir, nokta.
Yolcu, rehber ve yolculuk
2004 yılında, regresyonun ne olduğunu ve ne işe yaradığını öğrendiğim zaman o kadar
heyecanlanmıştım ki… Hazine bulmuş maceracı gibiydim. Aç kurtlar gibi öğrenmek için ne
bulursam alıyor, okuyor, izliyor sonra da uygulamaya çalışıyordum. 5 PATH sistemi benim için
her kilidi açacak bir anahtar gibiydi. Yaşamın tüm sorunları sanki çözülmüştü. İyi
edemeyeceğim hastalık ya da sorun yoktu. O zamanlar Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı
olarak Fethiye’deki muayenehanemde hastalarımı izliyordum. Genelde hastalar beni kısa, net
konuşan biri olarak bilirler. Hatta birbirlerine tavsiye ederlerken “çok konuşmaz, yüzü gülmez
ama çok bilgilidir” derlerdi. Ama iş hipnoz ve regresyona gelince susmak bilmiyordum.
Hastanın sorunu ne olursa olsun konuyu hipnoza, bilinçaltına, regresyona getiriyordum. Her
şeyin iyileşebilir olduğunu iddia ediyordum.
Bir hastamın bir akrabası varmış. Kız yıllardır, konuşmuyor, odasından çıkmıyormuş. Onu
tedavi edebilir miymişim? Elbette, hemen getirin, ben hallederim. Kızı getirdiler. 30’larında,
tombulca bir hanım. Sürekli duvara bakıyor. 2 saate yakın konuştum, dil döktüm… Tek kelime
etmedi. Bitmiştim. Tüm hayallerim yıkılmıştı. Güçlü bir tokat yemiştim. Tabi, insanlar bana
büyük bir umutla gelmişlerdi. Onlara karşı da mahcup olmuştum. Ama o kız beni kendime
getiren ilk tokadı vurmuştu. Daha sonra çok tokatlar yedim. Yediğim her tokat ile biraz daha
kendime geldim. Haddimi, sınırlarımı, yaptığım çalışmanın sınırlarını çok daha iyi anlamaya
başladım. Kısa süreli mucize vaatlerinden vaz geçtim.
Kimlerle dans etmem gerektiğini çok daha iyi öğrenmeye başladım. İyileşmenin, iyide
kalmanın bir yolculuk olduğunu fark etmeye başladım. Evet, bu bir yolculuktur. Yolun
bitmesinin, bir yere varmanın hiçbir önemi yoktur. Bir yere varmak isteyenler bu yolculuktan
çabuk koparlar. Bu çalışmalar yolculuk yapmak ve yolculuğun keyfini çıkarmaya hazır olanlar
içindir.
Konunun özünde hipnoz olduğu zaman, danışan sizden bir şeyler yapmanızı bekler. Sihrinizi,
gücünüzü konuşturup onun bilinçaltına inmenizi ve oradaki sorunu, onun hiçbir dahli olmadan
halletmenizi bekler. Siz ön görüşme sırasında onun da bir şeyler yapacağını söylemeye
başladığınız anda raport kopmaya başlar (Rapport: Terapist – danışan uyumu).
Duygu koçu ile danışanın yaşadığı ilişki aslında hayatın küçük bir kesitidir. O çalışma da bir
yolculuktur, danışanın yaşadığı hayatta… Çalışmaların ardı ardına eklenerek sağlanan ilerleme
de…
Yıllarca danışanlara benden ne beklemeleri gerektiğini aşağıdaki cümlelerle söyledim.
“Bu bir yolculuk… İyileşmek yolda yürümektir. Bana düşen öncelikle size yürüyeceğiniz yolu
göstermektir. Daha sonra da size nasıl yürüyeceğinizi öğretmeye çalışacağım. Yürümek
tamamen sizin başaracağınız bir şey. Belki önce ayakta durmayı, sonra küçük adımlar atmayı
ve sonra da düşmeden yürümeyi öğreneceksiniz. Bazen yoldan çıkacaksınız farkında olmadan,
ben size tekrar yolu göstereceğim, yoldan çıktığınızda uyaracağım. Ama tüm işi siz
yapacaksınız. Benden sizi sırtınıza alıp taşımanızı beklemeyin. Benim öyle bir gücüm yok.
Kimsenin yok.”
O halde sınırlarımızı da bu anlatıma göre çizebiliriz. Kimlerle çalışmamız uygun olacaktır?
1. Kendi ayakları üzerinde durup, kimseye muhtaç olmadan yürümeye hazır olanlarla…
2. Yürümek isteyenlerle…
3. Kendi kafasındaki yolu değil, bizim gösterdiğimiz yolu öğrenmeye ve yürümeye hazır
olanlarla…
4. Yürümeyi sıfırdan yeni baştan öğrenmeye hazır olanlarla…
5. Bizim rehberliğimize kendini tamamen bırakanlarla…
6. Acelesi olmayanlarla…
7. Bir yere varmayı bekleyip, oraya varır varmaz tekrar kendi yoluna dönmeye niyetli
olmayanlarla…
8. Sürekli yolda yürümeyi, yaşam felsefesi olarak benimsemeye hazır olanlarla…
5-PATH bulucusu Calvine Banyan’dan öğrendiğim ve hala tamamen uymaya çalıştığım ve
yöntemi öğretmeye çalıştığım kimselerden de birebir uymasını istediğim altın kural şudur.
Sıradan sorunları olan, sıradan insanlarla çalışın.
Çok basit ama çok önemli içeriği olan bir cümle…
Sıradan olmamak ne anlama geliyor? Bakımını başkalarına yüklemiş, herşeyi onlardan
bekleyen, yapamadığı her şey için onları suçlayan tipler… Randevuyu onlar alır, seansa onlar
getirir, hatta seans ücretini onlar öğrenir. Seansın açıklaması ile ilgili bir şey sormaz, onlara
anlatmamı ister. Sıradan insan kendi başının çaresine bakma potansiyeli olan insandır. Ikına
sıkına da olsa bir şekilde kendini kurtarabilir. Buradan ayakta durmak demek mecazi anlamda
alınmalıdır. Kişi tekerlekli sandalye de olabilir, ya da iki bacağı olmayabilir. Ama yine de kendi
başının çaresine bakmaya çalışıyorsa iyileşme sınırımızın içindedir.
Sıradan sorunu olmak ne demektir? Kişiyi hayattan koparmamış sorun. Yani yukarda örnekte
verdiğim konuşmayan hanım artık sıradan bir soruna sahip değildir. Ya da tamamen felçli,
sizinle iletişim kurmayan, ya da kurmak gibi bir niyeti olmayan, sadece onun bunun hatırı için
siz dinliyormuş gibi yapan kişiler. Yani her türlü gerçek psikiyatrik vaka bizim çalışma
sınırımızın dışındadır. Hastalığı kişiyi elden ayaktan düşürmüşse artık bizimle birlikte yürüme
sınırının dışına çıkmış demektir.
Daha önce de belirttiğim gibi, bilmeye, anlamaya ve yapmaya hazır kişi sıradan kişidir.
Sorununun sıradanlığını da kabul ediyor demektir.
Gelelim rehbere…
Rehber de sıradan olacak. Sıradan insanın gücü sınırlıdır. Gerçekten yapamayacağını vaat
etmeyecek. Aynı yolda her danışanınla yürümeyi sürdürecek. O yolun kendisi için de
bitmediğini, yolda her zaman yeni keşiflerin hazır olduğunu ve keşif edilmeyi beklediğini
bilecek. Kendini olmuşlar sınıfında görmeyecek… Bu yolculukta durmanın geriye kaymak
olduğunu bilecek.
Evet, bu yol öyle bir yol. Durursanız gerilersiniz.
İlişki olmadan duygu birikmez
İnsan olarak tek başına bir adada doğup büyüseydik, yalnız başımıza, hiç başka insanla temas
etmeden, doğal ihtiyaçlarımız karşılayacak becerimiz olsaydı, doğduğumuz andan itibaren, bir
şekilde hayatta kalmayı becerebildiysek, doğallıkla uyum içinde kalmışız demektir. Bu
durumda da duygu fazlan birikmezdi. Duygu üretilmezdi demiyorum. Doğal tehditlere karşı
korkardık, yiyeceklerimizi başka hayvanlar çaldığı zaman üzülürdük, kızardık. Belki başka
hayvanların yiyeceklerini çaldığımız zaman utanırdık. Ama duygu döner dururdu. Çünkü
gerçekten ortada ya tehdit vardır ya da yoktur. Bize hayatı yanlış öğretecek hiç kimse olmadığı
için, mecburen sadece kendi deneyimlerimizle hayatı öğrendiğimiz için gerçek neyse o
kaydedileceği için duygu birikmesine balı herhangi bir sorun da yaşamazdık.
O halde ilişki yoksa hipnoz yoktur. İlişki yoksa inanç yoktur. İlişki yoksa çatışma yoktur. İlişki
yoksa kronik hastalık yoktur. Hatta ilişki yoksa psikolojik bozukluk yoktur. Hani bir zamanların
meşhur şarkısı gibi. “no woman, no cry”.
Sorun ne olursa olsun, ister kronik hastalık, ister depresyon, ister panik atak, ister şişmanlık,
regresyonlarda açığa çıkan olaylarda olayın mutlaka bir veya birden fazla muhatabı vardır. O
olayda duyguyu biriktiren mutlaka başka bir kişinin davranış ya da sözüdür. Bazı kişiler orada
olduğu için duygu birikmesine neden olurken, bazı kişiler ise olmaları gereken yerde
olmadıkları için duygu birikmesinin muhatabıdır.
Çok nadir durumlarda regresyonda açığa çıkan olayların muhatabı yoktur ama o
muhatabsızlığı biraz kurcaladığımızda yine de bozuk bir ilişkinin işaretlerini buluruz.
Örneğin bir kedi korkusunda danışan bebektir, pencere açıktır. Kedi gelir üzerinde dolaşır
gider. Bebek pencere açık olduğu için üşür. Bilinçaltı kedi görürsem üşürüm gibi bir ilişki kurar
ve inanç geliştirir. Daha sonra 5 yaşındayken aynı pencereden içeri kedi atlayınca birden bu
inanç tetiklenir ve korku yerleşir. Şimdi burada hiçbir muhatap olmadığına göre nasıl duygu
birikmiş olabilir? Cevap basit. O pencereyi açık bırakan ve çocuğunun üşüyüp üşümediğiyle
ilgilenmeyen anne sorumludur. Bu sorumluluğu yerine getirmemiş olması spiritüel öfkenin
kaynağıdır. Bu tarzda bir anne mutlaka birçok durumda o kız çocuğunda benzer duyguların
birikmesine neden oldukça, muhatapsız gibi görünen kedi korkusunda da olaylar birikir.
Tabi diğer olaylarda her zaman görünen görünendir. Anne kızar, suçlar, önemsemez. Baba
öfkelidir, anneye kötü davranır, çocuklarla ilgilenmez. Ya da aşırı talepkardırlar (Değersizlik
inancı kitabımda birçok olay örneğinden bahsetmiştim). Çocuk çoğu zaman yalnızdır. Bir
taraftan bilinçaltı birçok yanlış bilgiyle doldurulurken, diğer taraftan da hayatı kendi başına
öğrenmek durumundadır. Çocuklar arasında yaşanan cinsel deneyimler birer sırdır. Çünkü
ailenin böyle durumları nasıl karşılayacağı bilinemez. Yani çocuk daha 7 yaşına gelmeden anne
babaya güvenini kaybetmiştir. Yanlış bir şey yapmışsam eğer, başım daha çok belaya girer
inancı nedeniyle sırlarını kendine saklar. Bu ilişki kalıbı daha sonraki her türlü ilişkisini etkiler.
Yani hayatına giren herkese karşı güvensizdir. Okul arkadaşları, sevgilileri, eşi, iş arkadaşları
sürekli birikmiş duyguları büyütmekten başka bir şeye yaramazlar.
Her türlü ilişki kendi içinde duygu üretir. Bir sevgilinin ilgi göstermesi ya da göstermemesi
duygu biriktirir. Yanlış bir şey söylemesi duygu biriktirir. Ailesi ile olan ilişkiler duygu
pekiştirmeye devam eder.
Bir ilişkide bir olayda her türlü duygu birikir. Örneğin sevgilisi terk ettiği zaman, üzüntü, hayal
kırıklığı, öfke, korku, utanma bir arada birikir. Koruyacak birinin yok olması üzüntü ve korku
kaynağıdır. Yapılan haksızlık öfkenin kaynağıdır. Terkedilecek bir değersizliğe sahip olmanın
açığa çıkmış olması utanmanın kaynağıdır.
Bazen danışan karşımıza oturur. Sorun olarak bize ya sigarayı, ya depresyonu, ya da migrenini
getirmiştir. Bunların arkasında ne var dediğimiz zaman aslında bir şey yok, her şey yolunda,
kötü hissedebilecek bir olayım yok der. Ama biraz ilişkilerini kurcalamaya başladığımızda ne
kadar kırılgan bir yapıda olduğunu, insanlara kolay güvenmediğini, değersizliğini gizlemek için
gösterdiği bilinçaltı zorlama eylemlerin ona ne kadar doğal geldiğini açığa çıkarırız.
Yani bir duygu koçu olarak, karşınıza böyle ketum bir danışan geldiği zaman hemen nereden
başlayacağım diye paniklemeyin. Kafadan yakın insanlarla olan hikayelerini anlattırın. Daha
birinci dakika dolmadan duygular kendini belli etmeye başlayacaktır. Bir danışanın ilişkileri
karşısında rahat hissetmesini sağlamaya yönelik çatışmalara başlamanız bile ve biraz o
alandan duygu boşaltmanız kişi hangi sorunla gelmiş olursa olsun belirgin bir rahatlama
yaratacaktır.
Ancak farkındalık düzeyi düşük bir danışanla çalışıyorsanız biraz işiniz zor demektir.
Farkındalık düzeyi düşük ne demektir? Yani kötü hissetmesine neden olanlar onlardır.
Kendisinin bir dahli yoktur. Bu kişilere onların davranışlarının sadece bir durum olduğunu, o
bu durumlara bilinçaltı düzeyde bir anlam vermese kötü hissetmeyeceğini o nedenle de esas
yapılması gerekenin algı değişimi olduğunu, algıyı değiştirmek için de duygularla çalışılması
gerektiğini anlatmakta gerçekten zorlanırsınız, zorlanacaksınız da. Aylarca bu işin içinde olan,
birçok kişisel gelişim çalışmasına katılmış olan deneyimli danışanların bile hala bir limitleri
vardır. Sanki tamam başkalarının davranışları karşısında kötü hissetmem gerekmiyor ama işte
bu yaşadığım da öyle ir şey ki nasıl kötü hissetmemeyeyim.
Hele ortada bir bayanın erkeği tarafından aldatılma hikayesi varsa, o bayana kötü hissetmene
gerek var mı diye sorarken dilimizi ısırmakta yarar vardır. Öyle pat diye sorarsanız, ya kafanıza
bir şey yersiniz, ya da o anda rapport kopar gider. ( Kadının bir erkeği aldattığı için bana bir
erkek danışan geldi mi bugüne kadar emin değilim. Gelmişse de çok özel bir durum olmalı.)
İşte hastalıkların nedeni sosyolojiktir derken kastettiğim bu. İnsan olmadan biriken duygu
olmaz. İlişkiler olmadan duygu birikmez. Doğal olaylarda duygu birikmez. Bazı kişiler
depremden sonra panik atak hastası olurlar. Benim ilk çalıştığım vakada da durum böyleydi.
Ama o devenin kıh ettiği yerdir. (Bunun ne anlama geldiğini anlamak için eski geçmişin
hipnozu kitabına bakabilirsiniz.) daha önce anne baba ile ilgili birikmiş olaylar o deprem
sırasında yaşanan benzer ama gerçek duygular yüzünden titreşmiştir. İlerde bahsedeceğim
gibi bu tip fobilerde bilinçaltı o anda titreşen duyguların açığa çıkmaması için bu duyguları
titreşen o ortamdan uzak durmaya gayret eder. O durum aklına gelmesi bile panik atağın
titremesine sebep olur.
Peki bir suçlu sıralaması yapabilir miyiz?
Kesinlikle evet. Her zaman en baş suçlu annedir. Daha sonra baba gelir. 3. Sırayı ise sevgili ya
da eşler alır. Daha sonra ancak kardeşlere ve yakın akrabalara sıra gelir. İş ya da günlük
arkadaşlar ise çok nadiren başrol oynarlar.
Sorunu tanımlamak
Sorununuz nedir?
Bu soru, danışanı en zorlayan sorulardan biridir. Tabi bazen sorun olarak tanı konmuş bir
hastalık ismi varsa ortalıkta kişi doğrudan o ismi sizin önünüze sorun olarak atar.
- Bende bipolar bozukluk var.
- İrritable barsak sendromu benin sorunum.
İlk kitapta da belirttiğim gibi teşhis konması kişiyi çok rahatlatan bir şeydir. Yaşadığı bütün
sıkıntıların nedeni meğerse o hastalıktan dolayı imiş. Eğer bedeninde öyle bir hastalık olmasa
o ağlamalar, huzursuzluklar falan olmayacakmış. Doktorun, özellikle de psikiyatrik ir teşhisin
sadece kişinin anlattıklarına göre konduğun un farkında değildir, çoğu zaman. Bu ters
paradigma, kişinin yanlış bir yola girmesine neden olur. O hastalığın teşhisini koyduran bütün
o belirtiler göz ardı edilerek doğrudan hastalığın kendisi tedavi edilmesi gerekir
paradigmasıdır bu. Günümüz tıbbının paradigmasıdır aslında bu. Önce teşhis, sonra tedavi.
Teşhis yanlış olursa tedavi de yanlış olur. O belirtilerin her biri aslında o hastalığın
belirtileridir. Hastalık teşhis edildikten sonra, artık tek tek belirtilerle uğraşmaya gerek yoktur.
Hastalık iyileşince tüm belirtiler ortadan kalkacaktır. Objektif hastalıklar için bu mantıklıdır.
Baş ağrısının nedeni bir beyin uruysa şayet, o zaman ağrıyı geçirmeye çalışmak çok anlamsız
olur. Uru ortadan kaldırınca baş ağrısı da geçecektir. Ama sadece hissetme üzerine konmuş
teşhisler için, kaygı bozuklukları gibi, kaygı bozukluğu hastalığını ortadan kaldırmak o kötü
hissi ortadan kaldıracaktır mantığına bürünür. O zaman ilaç kullanmak mantıklı. Eğer o verilen
ilaçlar tam olarak hastaların(!) beklentilerini karşılasa, yani, o kötü hissi tamamen ortadan
kaldırsa, insanlar o ilacı ömür boyu kullanır ve başka bir çare de aramaz.
Yani bir duygu koçuna bir danışan ancak, konulan teşhislere göre verilen ilaçlar ya da yapılan
tedaviler sonuç vermediği için gelir. Aradığı yine tedavidir ve bu nedenle de sizden tedavi
edecek mucize bir müdahale beklemektedir. Hipnoz bu nedenle kişiler sihirli görülür. Sen
sadece gözünü kapa gerisini sihirbaz halleder. O nedenle de bir duygu koçunun işi zordur.
Bu zorlukların başında da sorunu soyuttan somuta indirgemek gelir.
Tüm psikiyatrik ya da psikolojik teşhisler soyuttur. Diğer tıbbi teşhisler daha somuttur.
Eylemsel şikayetler de somuttur. Sigara içmek, ertelemek, aşırı yemek gibi.
Ama duygu koçu için sorun neydi?
Durumlar karşısında hissedilenlerdir sorun olan. Diğer her şey durumdur. Sigara içmek bir
durumdur. Kilolu olmak bir durumdur. Fiziksel b r hastalığı olmak da bir durumdur.
Bir duygu koçu olarak atacağımız ilk adım kişiye sorundan ne anladığımız iyi anlatmak
olmalıdır. Kişi şunun farkında olmalıdır. Esas sorun bütün bu durumlar karşısında
hissedilendir. O şeyleri sorun yapan da o durumlar karşısında kötü hissetmektir.
Şimdi burada bazı itirazlar olacak. Adam kanser işte, nasıl iyi hissedebilir ki? Çok doğru gibi
görünse de yanlış. Birincisi kötü hissetmek hastalığın iyileşmesine katkıda bulunmaz. Eğer bir
kişi ölüme karşı bile iyi hissediyorsa eğer zaten bu kitapta ortaya koyduğumuz felsefeyi
kalpten benimsemiş demektir. Bu nedenle de zaten kanser karşısında bile samimi olarak iyi
hissedecek bir kişi ya zaten o kanseri olmaz, ya da kanseriyle barışık olduğu için kendini kötü
hissetmeden tıbbi olarak hem tedavisini sürdürür hem de spiritüel çalışmalarını.
O nedenle danışanın sorununu şu kalıba getireceğiz.
Şu durum beni böyle hissettiriyor.
Hiçbir duygu koçu, sorun ister tıbbi olsun, ister psikolojik herhangi bir hastalığı tedavi etmek
ya d ortadan kaldırmak iddiasında olmamalıdır. Duygu koçuna düşen danışanını her koşulda
iyi hissetmesi gerektiğine önce ikna etmek ve sonra da bu durumu yaratmak için ona rehberlik
etmektir. Bundan gerisi amiyane tabirle “Allaha kalmış”tır. Sen bu durumda bile iyi
hissedersen eğer, sanki evren de seni iyileştirerek ödüllendirecektir.
O halde her türlü danışan ifadesi kötü hissetme tamlamasına getirilmelidir.
Tabi duygu koçunun danışana yaklaşımda bir takım taktikleri olacaktır. Kişiye kanseri olmasına
rağmen iyi hissetmesi gerektiğine ikna etme çabası bile büyük bir tepkiyle karşılacaktır. Bu
nedenle sorunun neden hissetmekle ilgili olduğunu iyi ikna etmelidir.
Tüm kronik ve iyileşmeyen hastalıkların duygularla bağlantılı olduğunu ve bu duyguların
olaylar karşısında titreştikçe kötü his yarattığını bu nedenle esas sorunun kötü hissetmekle
tanımlanabileceğin, kötü hissettiği bir şeyler ortaya çıkarırsa bunlardan yola çıkabileceğimizi
söyleyecektir.
Tüm soyut kavramlar bir şekilde bir sosyal ilişkinin somutluğuna indirgenebilir.
Örnek verelim.
- Mutsuzum.
-Özellikle seni mutsuz eden şey nedir?
- İnsanlar beni anlamıyor.
-Özellikle seni kim anlamıyor.
-Eşim.
-Özellikle hangi konuda anlamıyor.
- Çalışmak isteğimi önemsemiyor ve izin vermiyor.
- Bu durumda ne hissediyorsun?
- Kötü hissediyorum.
- Nerende ne hissediyorsun.
- Nefesim sıkışıyor.
Sonunda bir yere vardık işte.
Sorun nedir?
Eşinin çalışmasına izin vermediği için göğsünde baskı hissetmesi…
Bundan sonrası yol haritasını işletmekte…
Regresyon mu, rekreasyon mu?
Regresyon geçmişte yaşadığımız bir anın kendiliğinden zihnimizde canlanma halidir. Zoraki
hatırlama çabası değildir. Beklenmedik bir anda bazen aklımıza bir olay geliverir. İşte bu
regresyondur. Regresyon basitçe budur da, bir duygu koçunun regresyondan anladığı bu
değildir.
Bir duygu koçu için regresyon geçmişin duygusunun titreşmesidir. Eğer geçmişin duygusu
yeteri kadar titreşirse, mutlaka o duyguyu içeren zihinsel olaylar da görünür hale gelecektir.
Ama yine de olayın ne olduğundan çok, bu olayda sıkışmış duygudur bizi asıl ilgilendiren.
Hikâyeler bizim merakımızı daha çok çekse de, hikâye her zaman hikâyedir. Çoğu zaman da
hikâyeler hiç de ilgi çekici değildir. Aksine çok sıradandır.
Hem duygu koçu, hem de danışan esas amacın duyguyu boşaltmak olduğu gerçeğini odaktan
kaybederse, bir şeyleri toparlamak zorlaşır. Özellikle bu konuda yeteri kadar bilgilenmeden ve
anlamadan yapılan regresyon çalışmalarında başımıza gelen budur. Kişi bir anda hikâyenin
içinde kaybolur. Hikâyeyi analiz etmeye, ayrıntılarını yakalamaya çalışır. Sadece olaya odaklı
bir seans beklentisi içinde olanlara ben rekreasyon değil, regresyon yapıyoruz derim.
Rekreasyon gezme anlamınadır.
Geçmişi gezmeye gelmedik, geçmişin şimdiyi etkilemesine son vermeye geldik.
Regresyon geçmiş röntgenciliği değildir. Regresyon geçmişin geçmişte bırakılması için yapılan
bir çalışmadır.
Benim de bu anlayışa ulaşmam kolay olmamıştır. İlk başladığım yıllarda olayı aydınlatmak için
uğraşır dururdum. Belli bir olay açığa çıkmadan duygu boşaltmaya geçmezdim. Duygu
boşaltma sanki olayı bulmamızın bir kutlaması gibiydi. Hâlbuki şimdi tam tersini
düşünüyorum. Bir olayın gösterilmesi duygu boşaltma çabasının ödüllendirilmesidir.
Regresyon, bilinçaltının zaten bildiği bir durumu, geçmiş yaşantı parçasını bilince sunması
demektir. Bilinçli değerlendirmenin huzuruna çıkarılmasıdır. Bilinç olayı değerlendirecek ve
gereğini yapacaktır.
O halde regresyondan sonuç almak için güçlü bir bilince gereksinimimiz vardır.
Regresyon bir yanıyla kişinin bilinçaltının değiştirilmesi, hipnozdan arındırılması çabasının bir
parçasıdır. Şimdiki bilinçaltının geçmişin üzerinden değiştirilmesi işidir. Şimdiki bilinçaltımız
çocukluktaki bilincimizdir. Regresyonla büyüğün bilincini çocuğun bilincine taşırız ve duyguyu
boşaltarak eski bilinci boşaltır, yerine yeni bilinci (yani büyüğün bilincini) yerleştiririz. Bu
şekilde şimdiki bilinçaltı, bilincin bilgisini transfer etmiş olur. Bilinç bilinçaltı ayrılığı ortadan
kalkmış olur.
Regresyonun Türkiye’de bir iyileşme ve değişim tekniği olarak tanınmasında benim katkım,
özellikle de ilk kitap sayesinde oldukça fazla olmuştur. İnsanlar regresyonu öğrendikleri
zaman, bu tekniğin kendilerinin de işlerine yarayacaklarını hissetmişler ya da sezmişlerdir.
Çünkü çoğu insanın geçmişle derdi vardır. Kendi pişmanlıkları, başkalarının yaptığı haksızlıklar,
anne babalarının ona güzel bir gelecek hazırlamamış olması vs. kişinin geçmişinden
kopamamasına ve kendi hayatını yaşayamamasına neden olur. Bu nedenle kişiler regresyon
olmak için beni ararlar. Benim sihirli dokunuşlarım ya da sözlerimle, bir anda geçmişlerine
gidecekler ve hayatları değişecektir. Bunun için de bir iki seans yetecektir. Haklılar da. Çünkü
kitap gerçekten o izlenimi veriyor.
Duygu koçunun görevi, zihni adım adım doğallıkla regresyon yapacak duruma hazırlamaktır. O
an geldiğinde akış kendiliğinden olmaya başlayacaktır. Kişi regresyon olmaya hazır olabilir
ama zihin çoğu zaman henüz hazır değildir. O halde kişinin hazır olmasıyla zihnin hazır olması
aynı şey değildir.
Bir danışan hatırlarım. 30’larında falandı. Bir türlü işinden ve iş arkadaşlarından memnun
olamıyordu. Depresyondaydı falan. Benim de daha bu işe ilk başladığım yıllardı. Kör topal bir
şeyler yapıyor bir takım regresyonlar oluyordu ama tatmin edici değildi. Genellikle zaten
bildiği olaylara gidiyordu. Bir gün “neden ben bir türlü çocukluğuma gidemiyorum” dedi. Ben
de “vardır bilinçaltının bir derdi. Demek ki hazır olmadığın bir şeyler var” dedim. “Ben her
türlü olaya hazırım” dedi. “Geçmişindeki her türlü olayla yüzleşecek misin” dedim. “Evet,
utanacağım ya da yüzleşemeyeceğim hiçbir şey yok” dedi.
Hızlı hipnoz aldım (henüz hipnozla çalıştığım bir dönemdi). “Gece mi gündüz mü vs” sorularını
sordum. Yanıtlar geldi. Bir olaya regresyon yapmıştı. “Ne oluyor? Nasıl bir olaya gittin?” diye
sordum. Yanıt yok. Sessiz sessiz bekliyor. Sorumu birkaç kez tekrarladım. Sonunda “bunu
anlatamam” dedi. “Nasıl yani? Hani her türlü olayı anlatacaktın, yüzleşecektin?”. “Ama bunun
çıkacağını hiç tahmin etmemiştim” dedi. Olayı anlatması için yarım saat kadar değişik
çalışmalar yaptım ama anlatmadı. Tabi ben de seansı bitirdim. Bir daha da gelmedi zaten.
Henüz hazır olmadığını kendi de anlamıştı.
İşte bilinçaltı böyledir. Sana hazır olmadığını bazen bırak geçmişte kalmış bir olayı, bildiğin bir
olayı hatırlatarak bile yapar.
Dediğim gibi henüz sistemi tam anlamıyla tanıyamadığım zamanlara ait bir çalışmaydı. Artık
başıma böyle şeyler gelmez. Çünkü artık öyle acele iş yapmıyorum. Adım adım, duyguları
yoğura yoğura, zihni hazırlaya hazırlaya ilerliyorum. O nedenle de yaptığımız iş duygu koçluğu
oluyor. Regresyon kendiliğinden doğal olarak açılıyor ve ilerliyor. O nedenle de artık hipnoz
yapmaya, hipnoterapist olmaya ve zihni zorlamaya gerek yok.
Regresyon son derece doğal bir şeydir. Doğal olduğuna, bilinçaltının kendi işini yapmasına izin
verdiğimiz zaman, yarattığı çözümlemenin sürecinin hayranlık uyandırıcı olmasından karar
veriyorum. Bilinçaltı sanki şöyle der. Çocuğu veren Allah, rızkını da verir. Yani bu sorunların
nasıl yaratıldığına bizzat şahit olmuş olan bilinçaltı, nasıl çözüleceğini de gayet iyi bilir.
Bilinçaltı ile çalışma işini lokma çiğnemeye benzetebiliriz. Ne yiyeceğimize karar veririz.
Lokmayı ağzımıza alır istediğimiz kadar çiğneriz. Sonra da yutarız. Lokma boğazımızdan geçtiği
andan itibaren artık olaya bilinçli bir dahlimiz yoktur. Gerisini bedenin otomatik sindirme
fonksiyonları yapar. Belki bize düşen lokmayı çok iyi çiğneyip lokmanın hazmedilmesini
kolaylaştırmaktır.
Bilinçaltı çalışmalarında da bu ilke geçerlidir. Lokmayı yuttuktan sonrası artık sizin elinizde
değildir. Bilinçaltı hangi olayı seçecek, olayları hangi sırayla dizecek, hangi duygunun ne kadar
boşalmasına izin verecek vs. tamamen bilinçli denetimin dışındadır. Bilinçaltı işini bilir. Hangi
sırayla gideceğini bilir. Olayları izleme sırası bile, ilerde esas hazmedilecek bir şeyler varsa ve
henüz kişi bunları tam hazmetmeye hazır değilse, onları da hazmetmeye hazır hale
getirmektir.
Hem duygu koçu, hem danışan bir taraftan birlikte çalışırlarken, bir taraftan da bu ilerlemeyi
biraz şaşkınlıkla, biraz hayranlıkla şahit olurlar.
Regresyon duygu koçunun yol haritasında önemli bir duygu temizleyicidir. Ama tüm
çalışmanın olmazsa olmazı değildir. Benim yuvarlak hesaplamalarıma göre enerji bedeninin
sıkışmış duygulardan temizlenmesinde regresyona maksimum yüzde yirmi pay düşer.
Delik kapatmak mı, ıslanmak mı?
Yüzde yüz değil ama, yüzde doksandan fazla ihtimalle, insanlar terapistlerden, koçlardan,
kişisel gelişimden deliklerini tıkamak için yararlanmak isterler. Yanlış anlaşılmasın bu delikler
fiziksel bedene ait değildir. Bu delikler hayali bir şeyi koruyan hayali bir zırha aittir. Hayali şey
nedir? Değersizlik inancı. Hayali savunma zırhları nelerdir? Değersizliği gizleyen donanımlar.
Bilinçaltının işi değersizlik gizlemektir. Tüm yaşam savaşını bu strateji üzerine kurar.
Bilinçaltının asli görevi neydi. Ait olduğu canlıyı belalardan korumak… Bilinçaltı varlığı doğal
afetlerden ve vahşi hayvanlardan korumayı beklerken bir de baktı ki esas korunması gereken
vahşi insanlar. Elalem. Dili canavar boyutunda. Ve elalemden daha değersiz yani zayıf, yani
korunmaya muhtaç olduğunu öğrendi. Ama elalem olmadan hayat da olmuyordu. O halde
gizlenmek gerek. O nedenle bilinçaltı kısa sürede gizlenme ve etrafa uyma uzmanı oldu.
Ama büyüdükçe, insan içine daha çok karıştıkça çocuklukta işe yarayan donanımlar yetersiz
kalmaya başladı. Zırhlar delik deşikti. Yama lazımdı. Ne kadar çalışsa da, uğraşsa da bir yere
kadar o delikleri tıkıyordu. Mutlaka bir şeyler olmalıydı. Kapasiteyi zorlayacak yeni bir şeyler
yapılmalıydı. Zayıflığını açığa çıkaracak şeyleri yok edecek ve onu diğerlerinin gözünde güçlü
gösterecek yeni şeyler.
İşte bilincin öğrendiği her bilgiyi bilinçaltı da aslında okur. Ha, bu kişisel gelişim ayakları fena
değilmiş. Bundan yararlanalım der. Ha bu hipnoz iyiymiş, kestirmeden yeni özellikler
kazanalım der.
İşte ben her zaman dediğim noktaya böyle geldim.
Sorunlar ikiye ayrılır.
Gerçek sorunlar.
Sorun zannettiklerimiz.
Kişiyi terapiste getiren çoğu zaman sorun olmadığı halde sorun zannettiği şeylerdir. Ki
bunların çoğu da diğer insanlarla ilişkilerine aittir. Diğer insanların yanında yetersiz olduğunu
algıladığı alanları örtmek için arayışa girer. Aslında tek sorun kötü hissetmesidir. Bilinçaltı her
an açık vereceği korkusuyla sürekli vatandaşı uyarır. Aman dikkatli ol. Bu huzursuzluk kişiyi
doktora, psikiyatriste, psikologa, yaşam koçuna, melek terapistine vs götürten en önemli
güdüdür.
Kişi bilinciyle bunun farkında değildir ve aksine o da kabul etmiştir deliklerin varlığını ve
tıkanması gerektiğini. Halbuki ortada tıkanacak delik yoktur. Sadece kör bir inanç vardır. Aman
değersizliğim fark edilmesin. Sanki o deliklerden içerisi görünecek. Pislikleri açığa çıkacak.
Pislik var mı? Var. Başkalarının pislikleri. Bilinçaltına doldurulan her türlü hipnoz pisliktir. Tüm
inançlar pisliktir. Orada utanılacak, gizlenecek bir pislik yok. Sana ait olmayan bir şeyden
neden utanasın ki. Birisi gece uyurken gelmiş yüzünü siyaha boyamış. Sabah kalkınca
uğraşıyorsun, uğraşıyorsun, boya çıkmıyor. O yüzden dışarı çıkamıyorsun. Utanıyorsun,
insanlar ne der diye? Bu mudur? Kim boyadıysa o utansın.
İşte o delikler yağmurun içeri girmesi için. Bırak açık kalsınlar. Hatta büyüt. Yağmur
temizleyecek o pislikleri. Yüzüne boya sürüldü diye sen kirlenmedin ki… Birisi çocukken oranı
buranı ellemişse sen kirlenmedin ki… Anan, baban aşağılamış diye aşağılanmadın ki? Sen
bunlardan ibaret değilsin ki…
Hele o bilinçaltın sana ait değil ki… Ayağındaki ayakkabıdan daha az senin malın. Çünkü senin
onayın alınmadan oraya yerleştirildiler.
O zaman kim pislettiyse o temizlesin, demeyeceksin.
Stephen Parkhill’in dediği gibi. Bu iş atın ahırını temizleme benzer. O sabaha kadar sıçar. Sen
de sabah eline küreği, kovayı alıp temizlersin…
Bir duygu koçunun ilk fark etmesi ve fark ettirmesi gereken şey danışanın delik tıkamaya mı
geldi, ıslanmaya mı? Aman burada dikkat. Duygu koçu olarak sen de hala kendindeki delikleri
tıkamakla meşgulsen ne bunları fark edersin ne de fark ettirebilirsin.
Talep edilen değişimin çok yararlı olması bile onun delik tıkamak için istenmediğini göstermez.
Biraz cümle ters oldu. Şunu demek istiyorum. Kişi sigara bırakmak istiyor. Neden? Çünkü artık
toplumda sigara içmek 2. Sınıf vatandaş eylemi olarak görülüyor. Al sana yeni bir delik. Bu
sigara belasından kurtulmak lazım diyor o zaman bilinçaltı.
Hele vatandaş yanında eşini, çocuğunu, akrabasını düzeltmek için getiriyorsa, kesin derdi delik
tıkamaktır. Sahip olduğu malların kalitesizliği onun için bir deliktir ve tez elden tamirden
geçmeleri ve güncellenmeleri gerekir.
Delik tıkamaya yönelik hiçbir duygu çalışması, duygu boşaltması ya da regresyon teşebbüsleri
belki kısa vadede biraz işler gibi görünse de uzun vadede geri teper. Kısa vadede alınan
olumlu sonuçlar sadece hipnozdur. O eylemin deliği tıkayacağına inanıldığı için o eylem
bilinçaltı tarafından kabul edilir ve delik tıkanmış algısı yaratılır. Yapılan işlemin ne olduğu
önemli değildir. İster telkin, ister NLP, ister psikoterapi, ister enerji terapisi, ister EFT, ister
regresyon… Hepsinde seans çok başarılı geçer, sonuç çok iyidir. Ama hipnozun etkisi geçene
eski enerji yeniden pırtlayana kadar.
Hipnoz eğitimi alanlar ya da Hipnozun kitabını okuyanlar hatırlayacaklardır. Hipnozun
anatomisinde dört parça açığa çıkar. İkna, beklenti, hayal ve inanç… Beklenti ikna olmayı
kolaylaştırır, ikna olma sonuçla ilgili tatlı hayaller yaratır, o hayaller de geçici bir inanç
yerleştirir. Sonuç hipnozdur.
İyileşmek yeni bir hipnoz yaratmak değildir.
İyileşmek delik tıkamak değildir.
İyileşmek ıslanmayı göze almaktır.
İyileşmek başkalarının pisliklerinin üzerini örtmek değil aksine onları temizlemeyi
kabullenmektir.
Duyguyu Doğasına Döndürmek…
Yaşamla ilgili tüm sorunların kökeninin duygu döngüsünün tamamlanmamış olması olduğunu
sürekli söyledim.
O halde duygu koçuna düşen temel iş bu sıkışmış duyguların doğasına dönmesine yardımcı
olmaktır.
Bu yardımcı olmanın birçok yolu var.
Ben öncelikle bir duygu döngüsünü yeniden hareketen geçirecek en temel adımlardn
bahsetmek istiyorum. Bu temel adımların içinde regresyon merkezimiz olacak. Böyle deyince
“hani bir önceki bölümde regresyon çalışmaların yüzde yirmisinden fazlasını içermiyordu”
diyeceksiniz. Yine öyle, göreceksiniz. Esas iş yoğunluğunu, duyguyu açığa çıkarmak, duyguyu
boşaltmak ve affetme süreçleri alacak.
O halde lafı uzatmadan öncelikle duygu döndürme aşamalarını görelim.
Duygu döndürmenin 7 aşaması;
1. Duygunun açığa çıkarılması ve abartılması
2. Duyguya regresyon
3. Duygunun boşaltılması
4. Başkalarının affı
5. Kendinin affı
6. Değişimin onaylanması
7. İyiyi bulmak
Bu temel aşamaların bir çalışmanın akışı sırasında birçok farklı içi içe geçmişliği olabileceğini
belirteyim.
Önce bir seansın yapısı içinde, en basitinden bu 7 aşamanın nasıl işleyebileceğinden
bahsedeyim. Diyelim ki ortalama 90 dakikalık bir seans çalışması yapıyoruz. Danışanla
sorunun ne olduğuna karar verdik. Danışan duygularıyla çalışmanın ne olduğunu biliyor. Yani
her türlü ön hazırlık aşamasından başarıyla geçmiş. İşte kişinin hazır olma durumuna göre
duygunun abartılması çalışmasıyla işe başlarız. Duygunun nasıl abartılacağını ilerleyen
bölümlerde örnekleriyle göreceğiz. Süre olarak duygunun abartılması diyelim ki 10-15 dakika
zamanımızı aldı. (Bazan 2-3 dakika da olabilir). Belli bir duygu yoğunluğu elde ettikten ve
sıkışmış duyguyu güçlü bir şekilde titrettikten sonra bu duyguya regresyon aşamasına gelmişiz
demektir.
Bu yedi aşamada en kısa kısım burasıdır. Basitçe duyguya regresyonu isteriz. Ya bir olaya
regresyon yapar ya da yapmaz. Yapmazsa başa döneriz. Bir olaya gittiyse genellikle olayın
kabaca ne olduğunu anlar, bilinçli bakışı da test ettikten sonra duygu boşaltma aşamasına
geçeriz. Her olay için 5-10 dakikalık sürelerle duygu boşaltır, ne kadar boşaldığını test ederek
ilerleriz. Bazan tek olayla, bazen birbirine bağlı 3-4 olayla çalışırız. Birbirine bağlı 3-4 olay
varsa. Duyguyu boşaltır, yeni olaya geçer, duyguyu boşaltır ya eski olaya döner, ya da başka
bir olayda devam ederiz. (Ne zaman neler yapacağımızı da yeri geldikçe anlatacağım). Diyelim
ki yarım saat kadar olaylar arasında gezerek duyguyu boşalttık ve başladığımız o abartılmış
duygunun tamamen boşaldığına emin olduk. Yaklaşık 45-60 dakika zaman harcadık. İşte
bundan sonra 10-15 dakikamızı affetme çalışması alacaktır. Sonra kalan 10-15 dakikamız da
da değişimi onaylatma ve iyiyi bulma çalışması alır.
Yani bu en basit formatta yaklaşık 1.5 saatlik bir seansımızda şu akışı uygulamış olduk.
1, 2, 3, 2,3,2,3,4,5,6,7.
Ama çok az seans bu kadar net ve basit akar. Çoğu seans da spiral gibi kademeler birbirinin
içine girer.
Örneğin duygu açığa çıkarma ve abartma aşamasında şu spirali izleyebiliriz.
1,3,1,3,1,3,6. Ya da bazan 1,2,3, 1,2,3,1,2,3 4,5,6,7.
Yani duygunun açığa çıkarılması ve özellikle de abartılması aşamasında kademeler kısa kısa içi
içe birbirine destek olur.
Biraz duygu titreşir, daha fazla güçlenmesi için biraz boşaltırız. Tekrar duyguya döner,
titreştirir, tekrar boşaltırız. Birkaç kez boşaldıktan sonra boşalmanın değişimini onaylatırız. Bu
onaylatma aynı duygunun daha güçlenmesine ve regresyona hazır hale gelmesine neden olur.
Ya da regresyon aşamasına 1,2,3 olarak geldikten sonra tekrar 1,2,3, 1,2,3 şeklinde
ilerlememiz gerekebilir. Yani her duygu boşalmadan sonra tekrar duygunun abartılması ve
ondan sonra yeni bir regresyon yapmamız gerekebilir.
Ya da 1,2,3,4 , 2,3,4, 2,3,4, 5, 6, 7 şeklinde de ilerleyebiliriz. Bu ne anlama gelir? Affetme
aşamasına geçildiğinde başka duyguların titreşmeye başladığını yeniden regresyon duygu
boşaltması ve affetmeye geri dönüldüğünü, her affetmeye geri dönüldüğünde yeni bir duygu
ve olayın titreştiğini belirtir.
Ya da bir seans birkaç basit formatın ilerlemesi şekilnde de geçebilir.
O zaman ilerleme şu şekilde olur.
1,2,3,4,5,6, 2,3,4,5,6, 2,3,4,5,6,7.
Bu ne anlama gelir? Değişimin onaylanması aşamasında yeni bir duygunun titreştiğini, bir
döngü yapıp yeniden değişimin onaylanması aşamasında yeni bir duygu titreşmesi olduğu ve
yeni bir döngü tamamlayarak en sonunda iyiyi bulacak aşamaya ulaştığımızı gösterir.
“En iyi ilerleme hangisidir?” derseniz. Aşağıdaki şekilde bir ilerleme bilinçaltının açılmasının ve
akışının sorunsuz olmasını sağlar.
1,2,3,2,3, 4,5,6…2,3,2,3,4,5,6…
Ya da;
1,2,3,2,3,6… 2,3,2,3,6… 2,3,2,3,6, 4,5,6…
Ne demek istiyorum?
Duyguyu abart ilk regresyonu yap boşalt, satellit olay varsa git, boşalt, değişimi onayla…
Değişim onaylanırken duygunun yeniden abarmasını bekle, abarınca regresyon, boşalt,
satellitler varsa regresyon, boşalt, değişimi onayla.. abarırsa bir tur daha. Ne zamana kadar?
Artık değişimin onaylanması kısımında yeni bir duygu gelmeyene kadar. O zaman af
aşamasına geçeriz. Eğer af aşamasında duygu gelirse 4,2,34,5 e döneriz. Gelmezse sona doğru
ilerleriz.
Gördüğümüz gibi burada ilk belirleyici olan yola çıktığımız duygunun boşalmasıdır. Duygu
titreştikçe yolumuzu ona göre çizeriz. Yani denetim bir açıdan bilinçaltındadır. Diğer sınırlayıcı
bir ajan ise seansın süresidir. Bir şekilde duygu boşalmasa da ki çoğu zaman her şeyi ile o
duygu boşalmaz zaten, şu ya da bu şekilde bilinçaltı yapılan çalışmayı uygun görür ve başka
duygu titreştirmez. O zaman seansı bağlarız.
Yani duyguyu doğasına döndürme kademelerimiz bellidir ama bu kademelerin akışı esnek
olabilir. Burada zaten duygu koçluğunun ustalığı ön plana geçer. Aynı olay, aynı duygu değişik
koçların elinde değişik yollardan geçebilir. En iyisi hangisidir derseniz. Duyguyu hakkıyla
boşaltmış olan en iyisidir. Bazen öyle de böyle de aynı sonuca varabiliriz.
O nedenle duygu koçu olarak en iyiyi ararken kendi sezgilerimize, kendi bilinçaltımıza,
danışanın bilinçaltıyla kurulan enerji bağlantısına güvenerek çalışalım. Yoksa kağıt üzerinde
en iyi gibi gözüken o anda en iyi seçenek olmayabilir.
Değişime Hazır Olmak
Bir şeyler istediğimiz gibi gitmediği zaman, kaçtığımız en güzel söz “henüz yeteri kadar hazır
değilsin” olur. Danışan da haliyle hazır olmasam niye geleyim ki?” der.
Bir duygu koçu olarak, danışanın gözüne bakarak onun hazır olduğunu anlayamazsınız. Ya da
hazır olduğunu gösteren herhangi bir test yoktur. Hazır olmak bir bütün olarak, bilinciyle
bilinçaltısıyla hazır olmak demektir.
Çalışmalara başlamadan önce yüzde yüz hazır olmak diye bir şey yoktur. Hazır olma durumu
her çalışmayla şekillenen bir durumdur. Her bir seans bir sonraki seansa zihni daha hazır hale
getirecektir.
Gerek danışan, gerekse duygu koçu bunun farkında ve bilincinde olması gerekir.
Daha önceki konuşmalarda da değindiğim gibi eğer çalışma bir yerde tıkanırsa, tam istediğimiz
gibi akmazsa hep dönüp bilince bakacağız. Ya o anda çalışmakta olduğumuz konu ile ilgili
yeteri kadar bilinç yoktur, ya da birazdan yüzleşilecek olayla ilgili olarak.
Örneklere bakalım.
Kadın kocasına kızmaktadır. 30 yıllık evlilikleri hep onun çapkınlıklarına tahammül etmekle
geçmiştir. Yılların birikmiş duygusundan kurtulmak için artık kararlıdır. Birikmiş öfkesini
boşaltmak ve kocasını affetmek istemektedir. Hoş kocası hala aynı telden çalmaktadır. Neyse
birkaç seans olması gerektiği gibi akar. Bayan hislerini fark etmekte, duygularını boşaltmakta
bazı hatırladığı olaylara da yarı regresyon, yarı hatırlama ziyaretleri yapmaktadır. Ancak o
beklediğimiz iyi hissetme hali ya da huzur pek gelmemektedir Bir şeyler eksiktir ama ne
olduğunu ben de anlayamıyorum. Yine bir olayı hatırlıyor. Yazlıktalar. Komşularıyla birlikte
akşam yemeği yiyorlar. Komşuya genç bir bayan gelmiş. Bunun kocası ona bodoslamış, ağzının
içine düşecek. Yemekleri ikram ediyor falan… Danışanımız da sinir oluyor… Ama bir şey
yapmıyor, sesini çıkarmıyor. Olaya bak diyorum. Duyguyu boşaltman için kendini ifade et… Bir
şeyler söyle…
- Bir şey söylemek istemiyorum.
-Anlamadım. Bir şey söylemeyecek misin? Adam her haliyle seni yok sayıyor. Şu anda ben
bile adamına gıcık oluyorum. Nasıl bir şey söylemek istemiyorsun?
- Ya ne isterse yapsın. Benim esas istediğim o ne yaparsa yapsın, ben sinir olmayayım.
İşte zurnanın zırt dediği yerdeyiz. Bu işe ilk başladığım yıllarda ben de böyle düşünmüştüm.
Karşıdaki ne yaparsa yapsın öfkemizi boşaltıp, bir şey olmamış gibi yaşantımıza devam edelim.
Ancak burada danışanın seçimi bilince değil, bilinçaltına aittir. Çünkü bilinçaltında koca ne
yaparsa yapsın kocadan ayrılınmaz inancı var. Bu arada danışanın hayli iyi bir emekli maaşı
olduğunu da belirteyim. Yani o adama muhtaç değil. Ama işte bilinçaltı o kadar güçlü ki… O
adamın yaptıkları karşısında ne kadar kötü hissederse hissetsin, ayrılmış bir kadın olmanın
yükü karşısında hafif kalıyor. Tabi bir duygu koçu olarak bize düşene danışanın isteklerine ve
duygularına saygı göstermek ve ona herhangi bir tavsiye ya da seçim yapmasında etki
etmemek. Ayrılır ya da ayrılmaz bu onun bileceği iş. Ama spiritüel bir varlık olmamıza karşı bir
tehdit varsa, işte bu olayda olan da tam budur, eğer kişi sesini çıkarmazsa, yani yapılması
gerekeni yapmazsa, yani samimi değilse, bilinçaltı da fazla gayretkeş olmaz. Sakız çiğner
durur.
O seansı yaşarken benim de kafam bu konuda hala karışıktı. Ortada bir tehdit yoktu. Hayati bir
şey yoktu. Ama içgüdüsel olarak kadına şunu demiştim. Masaya bak hangi yemekler var.
Yoğurtlu bir salata vardı. Şimdi o salatayı alıyorsun, kocanın kafasından aşağı geçirdiğini hayal
ediyorsun, bak bakalım, nasıl hissedeceksin…
- Yok, yok ben asla böyle bir şey yapamam.
- Yapamazsan çalışma burada biter.
Evet, henüz o zamanlar ben de katıydım. Bir şeyler ilerlemiyorsa kestirip atıyordum. Çünkü
henüz duygu koçluğu değil hipnoterapistlik yapıyordum.
Bu olay benim için öğrenme sürecimde dönüm noktası olmuştur diyebilirim. İnsanlık onuru
dediğimiz şeyin bilinçaltı için değil ama varlığımız için son derece önemli olduğunu ve esas
enerji bedeninde biriken duyguların doğrudan hayati tehlikesi olan olaylar için değil ama
insanlığımıza, insanlık onur ve insani değerlerimize yapılan ve karşılığı verilmeyen durumlarla
ilgili olduğunu bana öğretmiştir.
Bu olaydan öğrendiğimiz başka bir şey daha vardır. Bilinçaltı kuru kuruya değişime izin
vermez. Değişmek sadece enerji bedeninin yeniden organizasyonu değildir. İçten olan
değişimin bir şekilde dışa da yansıması beklenir. Yani kişinin günlük yaşamında, seçimlerinde,
ilişkilerinde bir şeyler haliyle değişecektir. Zaten bir şey değişmeyecekse ortada kurulmuş bir
denge zaten vardır, bilinçaltı neden bu dengenin bozulmasına izin versin ki.
Yani bu danışanın olaya yaklaşışı şöyle olsaydı seanslar bambaşka akardı. Ya ben neden
yıllarca bu adamın bana bunları yapmasına ve beni gerip üzmesine izin verdim ki… Sonuçta
ona bir mecburiyetim de yok. Çocuklar da büyümüş gitmiş. Ben bu adamdan kurtulmak
istiyorum. Yani öce affet sonra kurtul. Affetmek kurtulmaktır. (Affetme konularına geldiğimiz
de bunları daha geniş yönüyle tartışacağız zaten).
O halde hazır olmak demek, seanslardan sonraki değişime de hazır olmak demektir.
Gerçek değişimi bilinçaltı mı istiyor yoksa bilinç mi bunu her zaman bir iki seansta keşfetmek
mümkün olmayabilir. Değersizlik inancında verdiğim bir örnek vardı. Kanser olan bir işadamı.
Operasyonlarını olmuş, ama bir akrabası yoluyla biraz da zihinsel temizlik yapması gerektiğine
karar vermişti. Sıfırdan zenginliğe ulaşan, durmak bilmeyen bir iş yapma arzusu ve kazanma
durumu söz konusuydu. Dokuz seans havanda su dövdük. Gerçi o benimle sohbet etmekten
memnundu ama ben değildim. Sadece kanser olmuş bir zihnin neden hala bilinçaltına
inilmesine izin vermediğini merak ediyordum ve sonra bum! Bir güm keşfettim. Artık
uslandığını ve durulduğunu söylerken bir gün “doktorum insan kafasına koyduğunu yapmalı”.
Dedi. İşte burası. Çünkü içsel temizliği arayan bilinçaltıydı. Sadece hayatta kalmak ve biraz
daha fazla kafasına koyduğunu yapmak istiyordu. Rahmetli Necmettin Erbakan’ın tüm
Türkiye’ye öğrettiği deyim tam buraya uygundu.
Bilinçaltı “takiyye” yapıyordu.
(Takiyye: Müslümanlığın ilk yıllarında Müslümanların canlarını korumak için hala putperestmiş
gibi davranmaları durumuna denmiştir).
Seans ve süreç…
Bir terapistle bir danışanın, danışanda bir değişim yaratmak amacıyla geçirdiği süreye seans
denir. Seans süresi 45 dakika ile 3 saat arasında değişir. Bir duygu koçu için seans süresi
ortalama 90-120 dakikadır. Standart bir seans iki kişi arasında geçer. Şahsa özeldir.
Bir duygu koçu için seansın bir tek amacı vardır. Boşaltabildiğin kadar duygu boşaltmak…
Bazen seanslar çok verimli geçer. Bazen de havanda su dövmüşsün gibi… Ama boşa geçmiş
gibi görünen seansların bile ileriye yönelik bir hazırlık olduğunu bilmek lazım. Ancak sorunlu
olan bir kişiye bunları anlatmak oldukça zordur.
Zihinsel tekniklerle çalışmanın paradoksu şudur.
Arızalı olan zihindir. Bu nedenle çalışma zihne yönelik olacaktır. Ama bu çalışmaların başarılı
olması için de, içinde bulunduğu durumu sağlıklı değerlendirmesi gerekir. Sağlıksız bir yapıdan
sağlıklı bir değerlendirme beklemek. İşte duygu koçunun bu paradoksu çok iyi bilmesi ve
seansları bilek güreşi yapmaktan kurtarması gerekir.
Ne demek bilek güreşi yapmak? Zorla danışanın bir şeyleri fark etmesini sağlamak için
konuşup durmak. Çok yorucu… Danışan şunu bilmeli… Ne yapılıyorsa onun yararına yapılıyor…
Zihinsel çalışmalar aceleye gelmez. Acele ettikçe gecikmeler olur. Ama duygu koçluğu
seansları psikoterapi gibi yıllarca da sürmez. Adam olacak çocuk kakasından belli olur misali,
daha 2-3 seans içinde hangi verimlilikle ilerlediğimiz belli olur.
Günümüzde insanlar çok hızlı ve mucizevi çözümler istiyorlar. Zamanları kıymetli… Kimse
kimseye güvenmiyor. Hem sana seansa geliyor, hem de seni sürekli tartıyor. Acaba
kazıklanıyor muyum diye… Karşılıklı güven olmadan bu işler yürümez. Ama zaten bilinçaltını
hasta eden de bunlardır. Yani Acelecilik, zaman karşı yarışmak, başarı hırsı, güvensizlik… Kişiyi
zaten çıkmaza sokan bu durumların daha “dakika bir gol bir” gibi olumlu bir şekle dönmesini
beklemememiz lazım.
Freud’dan beri seans haftada bir yapılan buluşma olmuştur. Ama bu haftalık görüşmeler
sadece bir tarihi eğilimden başka bir şey değildir. Bir duygu koçu danışanıyla günde iki kere de
çalışır, her gün de çalışır… Yeter ki ilerleme olsun… Bazen 15 günde bir çalışırsınız bazen ayda
bir… Ama ideali ne derseniz, başlangıç aşamalarında daha sık, zamanla sistem oturdukça daha
seyrek çalışabilirsiniz…
Haftalık çalışmak her zaman pratiktir. Haftanın aynı günü, aynı saatine odaklanmak, uyumu
arttırır.
Evet, uyum. NLP’cilerin çok önem verdiği şey. İngilizcesi rapport… Yani müşterinin bilinçaltını
manipüle etmek! Manipüle ederek onun sana açılmasını sağlamak. “Ben senin babanım kızım,
bana güvenebilirsin” gibi bir şey… Bunun için birçok teknik öğretilir. “Danışanın davranışlarını
aynala, nefesini taklit et… Sesini onun sesine uydur” gibi… Ben bu yaklaşımları
benimsemedim, benimseyemedim. Bilinçaltı zaten kalıplarla çalışır. Modelleme ile çalışır. Her
hipnoz bir kalıptır. Amacımız kalıpları kırmak iken yaklaşımımızın her türlü kalıptan uzak
olması gerekmez mi?
Danışanla hiç mi rapport olmayacak? Olacak tabi, ama bilinçaltısıyla değil, bilinciyle. Güven
bilinçaltının aradığı bir şeydir. Bir ortamda bilinçaltı ya güvende hisseder, ya da güvensiz. Sizin
tipinizi, o andaki davranışınızı, giyiminizi beğenmediyse ve kendisin bir tehdit olarak
algıladıysa güvensizlik hissi yaratacaktır. Bu sanki danışan için bir ilk test gibidir. Duygu koçuna
karşı güvensiz hissetmesine rağmen bilinçli aklıyla ilişkiyi sürdürmeyi göze alıyorsa değişim
şansı yüksektir.
Yok hissettiği güvensizliği o anda o ortamın gerçeği olarak algılıyorsa yapacak bir şey yoktur.
Belki duygu koçu olarak buradan başlarsınız ve hissettiğinin geçmişin hipnozundan
kaynaklandığını ona fark ettirmeye çalışırsınız. Fark etmeye niyeti varsa tabii.
Ben yıllarca bunun mücadelesini veririm. Gerek eğitimlerimde, gerekse bireysel
çalışmalarımda doğal ve rahat davranırım. Eşofmanla gelirim. Karnım açsa danışanın yanında
bir şeyler atıştırırım ve bunları onun farkındalığını uyarmak için de kullanırım. Doğallıktan
rahatsız olan taraf bilinçaltıdır.
Gelelim sürece…
İyileşmek bir süreçtir. İyileşmek yolculuktur, yolculuğun kendisidir. İyileşme biten bir şey
değildir. Sürdürülen, sürdürülmesi gereken bir şeydir. Her aşamada bilinçaltı, ego “ben
oldum” hipnozunu yaratır. Daha birkaç seans sonunda danışan mükemmel hisseder ve bir
daha ne gelir, ne de bir şey yapar. İşte bunlar kaybedenlerdir. Fırsatı tepenlerdir. Duygu koçu
olarak bu konuları danışanın dikkatine sunmanız gerekir. İyileşmenin bitmesi, hipnozların
bitmesi, değersizliğin sıfırlanması, tam değişim vs yoktur. Her zaman çalışacak bir şeyler
vardır.
Zaten değişmez kuralımız şudur:
Durursan gerilersin. Kazandıklarını korumak için de ilerlemeyi sürdürmelisin.
Seans sayıları sonsuz değildir. Ama kendi içinde bir akışı vardır. İlk seanslar meseleyi anlamak,
duyguları oturtmak idmanlarıyla geçer. Yakın duygulardan bir şeyler boşalır. 5. Seanstan
itibaren derin duygular açılmaya başlar. Derin duygulara ulaşmadan tam bir değişim
beklemeyin.
Derin duyguların temizlenmesi bile yine de her şeyin bittiği anlamına gelmez. Ondan sonra
spiritüel açılımlar vardır. Ve spiritüel açılım zaten yıllarca sürecek bir şeydir. Buradan sürekli
seans yapılacak anlamı çıkmasın. Zaten çok az danışan 10 seanstan fazla gelir.
Benim değişmez istatistiğim şudur:
İlk gelenlerin yüzde ellisi 2. Seansa gelmez.
2. seansa gelenlerin yüzde ellisi 3. Seansa gelmez.
3. seansa gelenlerin yüzde ellisi 4. Seansa gelmez…
O nedenle duygu koçunun değişmez şarkısı da şudur:
“Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir.”
Çeşit, çeşit zihin…
Karşımızda birey vardır, ama duygu koçu için her bir birey farklı bir zihindir. Her zihin hem
birbirine benzer, hem birbirinden çok farklıdır. Tıbba ilk girdiğimiz yıllarda hastalık yok hasta
var demişlerdi ama sonra hep hastalık öğrettiler, hiç hastayı öğreten olmadı. İşte o zihin
hastadır. Hasta zihindir. Buradan zihnin hastalıklı olduğu anlam çıkarılmasın. Demek istediğim,
bir tıp öğrencisine eğer hastayı öğretmek gerekiyorsa, zihni öğretmek gerekir. Ama bu kitabın
iddiası da değişmemiştir. Hastalığı yaratan zihindir. Hastalıklı zihin hastalık yaratır.
Nasıl her hastalık birbirine benzese de her biri birbirinden farklıdır; işte bu farklılığı yaratan en
önemli güç zihindir. Ne genetik ne de başka bir şey… Önce zihin.
Bir duygu koçunun genel bir yol haritası vardır. O harita duygu koçunun rehberidir. Ancak
duygu koçu karşısındaki zihne göre de esnek olmasını bilecektir. Her zihin aynı yaklaşıma, aynı
şekilde yanıt vermez. Aynı girdi, farklı zihinlerde farklı çıktılara neden olur.
Bazı zihinler çok yumuşaktır, bazı zihinler çok sert.
Bazı zihinler çok esnektir, bazı zihinler çok kalıplı…
Karşımıza gelen zihinleri iki gruba ayırabiliriz öncelikle…
Pozitif olanlar ve negatif olanlar.
Pozitiflerle çalışmak kolaydır ama her zaman hızlı değildir. Pozitif olanların bir kısmı size ve
sisteme çok güvenir. Aslında genel olarak insanlara kolay güvenir. Kolay telkin alır, kolay
etkilenir. Kolay duygusunu hisseder. Söylediklerinizi tartışmaz ve uygulamaya çalışır. Ama bu
demek değildir ki çok bilinçlidirler. Aksine bilinçaltları böyle şekillenmiştir. Bilinçli bakış o
kadar yerinde ya da güçlü değildir.
Bu kişilere fiziksel telkine yatkın deriz. Sorunları daha çok fiziksel bedenle ve hissetmekle
ilgilidir. (Ayrıntılı bilgi için Hipnozun Kitabı’ndaki Telkine Yatkınlık bölümüne
bakabilirsiniz).Duygu koçları açısından en hızlı sonuç veren yine de bu zihinlerdir. Ancak
duygunun boşalmasına rağmen güçlü farkındalık sağlanamazsa semptomlar geri tepebilir ya
da kişinin yaşamında beklenen olumlu değişiklikler olmayabilir.
Örneğin çok telkine yatkın genç bir erkek danışanım olmuştu. Bipolar bozukluk nedeniyle
yıllardır bir ton psikiyatrik ilaç kullanıyordu. Daha ilk çalışmamızda çok hızla derinleşti, birçok
çocuklukla ilgili travmatik olaya gitti, duygu boşalttı. Sonra da bana 1 yıl içinde 15-20 kere
geldi gitti. Her seferinde bir şeyler çözdük. 3 paket sigara içerdi, bıraktı. Çok saldırgandı, bir
şeyi kalmadı. Liseden terkti, üniversiteyi bitirdi. Tüm ilaçları bıraktı. Resmen hayatı kurtuldu.
Ama ben onun pek de bir şeyin farkında olmadan, güçlü telkine yatkınlığı ve bana olan aşırı
güveni sayesinde bu değişimi geçirdiğinin farkındaydım. Bu nedenle benim düzenlediğim bir
yaz kampına gelmesini istedim. Dersleri dinledikçe esas değişimi geçirdi. Birçok gerçeği,
annesinin gerçeğini, babasının gerçeğini o zaman fark etti. İlk defa onlar için üzülmeye
başladı. Gerçek affı o zaman oluşmaya başladı.
Pozitif zihinlerin diğer grubu duygu koçunun en sevdiği zihinlerdendir. Farkındalık vardır,
bilinçli bakış vardır, niyet vardır, gayret vardır. Size gelene kadar birçok çalışma yapmıştır. Ne
aradığını üç aşağı beş yukarı bilir. Çalışma sırasında koça sorun ya da çatışma çıkarmaz.
Burada yine vurguluyorum, pozitif olması bilinçaltının çok hızla çözüleceği anlamına gelmez.
Süreç yine de süreçtir. Yani bu kişilerin de kendilerine ait bir çözülme ve değişim süreci
olacaktır. Bir seanslık mucize falan yaratamazlar.
Duygu koçunu esas yoracak olanlar negatif zihinlerdir. Bunların genellikle ortak sorunu
duyguları hissetmedeki zorluktur. Negatif zihinlerin en kötüsü hiçbir şey bilmeden ve sizden
mucize bekleyerek gelmiş olanlardır.
Bu kişiler çoğu zaman en baştan kendilerini belli etmeye başlarlar. Telefondaki sorularından
anlaşılır, henüz yolun neresinde oldukları. Kaç seans, ücret nedir, daha önce benim gibi
vakanız oldu mu, hemen hipnoz yapıyor musunuz, garanti veriyor musunuz vs. Bu soruları
soranların sizinle bir şekilde uyuma geçmeleri ve bu kitapta anlatmaya çalıştığım ve
anlatacağım kademeleri geçmeye hiçbir şekilde niyeti olmadıklarını hemen söyleyeyim.
Boşuna, çaba, boşuna uğraşı olacaktır. Ama yine de burada aman bunlarla çalışmayın
diyemem. Ben deneyimlerimi paylaşırım, ama ne yapacağınızı size söylemem. Ama şu kadarını
söylerim. Benim bu son paragraftaki yargılarıma ulaşmam için bayağı bir zamanı boşa
harcamış olduğumu belirteyim. Ya da daha amiyane tabirle kafamı epeyce duvarlara tosladım.
Sizin de aynı duvarlara toslayarak öğrenmenize gerek yok.
Duygularıyla çalışmak istemeyenlerle çalışmayın…
Kestirme yol arayanlarla çalışmayın…
Hislerini hissetmek için çaba göstermeyenlerle çalışmayın…
Anlamak için çaba göstermeyenlerle çalışmayın…
Gerçek değişimi aramak yerine egosunu beslemek için uğraşanlarla çalışmayın…
Az olsun, öz olsun, temiz olsun, yaptığınız işten, aldığınız sonuçtan keyif alın…

You might also like