You are on page 1of 366

ANKARA ÜNIVERSITESI IL AHIYAT

. FAKÜLTESI YAYINLARI NO, : 117

■W

ANKARA ÜNIVERSITESI ILIIIIYAT FAKÜLTESI YAYINLARI NO. : 117

50. YIL
ANKARA ÜNIVERSITESI BASIMEV İ . 1973
Cumhuriyetimizin Kurucusu
ATATÜRK
SUNU Ş

1949 Yılında 5424 say ılı kanunla kurulan ilâhiyat Fakültesi


Cumhuriyetin bir eseridir. Fakültemiz, yirmidört y ıldır, yalnızca ilâ-
hiyatcı gençler yeti ştirmekle kalmamış, aynı zamanda İslam ilimleri
ve beş eri ilimler alanında yayımladığı eserlerle, ilim dünyas ına ve milli
kültürümüze önemli katk ılarda bulunmu ştur. İnancımız odur ki, Fakül-
temiz, üzerine aldığı büyük görevi, Cumhuriyetimizle birlikte ebediyete
kadar ba ş arıyla devam ettirecektir.

Cumhuriyetimizin ellinci y ılını gururla kutladığımız bu mutlu yılda,


geçen elli y ılın kültür hayatını objektif bir ölçü ile de ğerlendirmek,
güven duygumuzu temellendirece ği gibi, gelecekteki ilmi faaliyetlerimize
de ışık tutacaktır. İşte bu amaçla hazırladığımız "50. Yıl" kitabında,
Fakültemiz ö ğretim üye ve yardımcılarından bir kısmı, kendi ihtisas
alanları ile ilgili konularda, Cumhuriyet döneminde yap ılmış çalışma-
ların tesbiti ile bir nevi de ğerlendirmesine giri ş mişlerdir. Ba şka kurum-
ların da aynı yönde çalışmaları vardır. Böylece elli yıllık kültür faali-
yetlerimiz yetkili ilim ada ınlarımızca incelenmi ş ve geli şmeler açıkca
ortaya konmu ş olacaktır. Bütün bu çalışmalar, sanayi, ekonomi v.s.
gibi diğer alanlardaki, aynı ölçü ile yap ılacak, araştırmalar da dikkate
alınarak bir araya getirilince, ça ğdaş medeniyet içerisindeki yerimiz,
tesbit imkânına kavuş acaktır. Böyle bir teshitin, daha sonraki çalış -
malara hız ve yön verme bakımından önemi büyüktür.

Cumhuriyetimizin ellinci y ılını, yapılan bu araştırmaların ışığında


gelece ğin daha güçlü Türkiyesine olan sars ılmaz inancımızın verdiği
şevkle kutluyoruz.

Dekan
Prof. Dr. Necati Öner

3
IÇINDEKILER

Ord. Prof. Hilmi Ziya ÜLKEN, Cumhuriyet Devri 50 Y ıllık


Türk Egitimi
Ord. Prof. Hilmi Ziya ÜLKEN, Laiklik ... ... 59
Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY, Atatürk Önderliğinde Saltanat-
tan Cumhuriyete Geçen Türkiye 79
Prof. Dr. Cavit SUNAR, Atatürk Türkiyesinin Maddi ve
Manevi Temeli (Ak ıl ve ilim) 117
Prof. Dr. İbrahim Agâh ÇUBUKÇU, Cumhuriyet Devrinin
Bir Düşünürü Şemseddin Günaltay' ın Dini Düşüncesi .. 183
Prof. Dr. İbrahim Agâh ÇUBUKÇU, islâm Felsefesi ve Bu
Alanda Cumhuriyet Devrinde Çalışmalar 191
Doç Dr. Mehmed S. HAT İBOĞLU, Saltanat Karşısında
Hadis 213 >.<
Doç. Dr. Neda ARMANER, Kültürümüzün Son Elli Y ılı
İçinde Din Psikolojisi Alan ında Hizmet Edenler 221
Doç. Dr. Gültekin ORANSAY, Cumhuriyetin İlk Elli Y ılın-
da Geleneksel Sanat Musikimiz 227
Dr. Beyza BILGIN, Liselerde Din Bilgisi Eğitiminin Bugün-
kü Durumu 273
Dr. Cihad TUNÇ, Cumhuriyetin 50 Y ılında Kelâm İlmi Sa-
hasındaki Çalışmalar 291
Dr. Mehmet DA Ğ, Çağdaşlaşma ve İslâmlık 325
Orhan KARMI Ş , Kur'an-ı Kerim ve Türklerin Tarih Boyun-
ca Ona Hizmetleri 333
Mücteba UĞUR, Cumhuriyet Devri Hadis Ne şriyatı ve Ha-
dis Öğretimi 345
S. Hayri BOLAY, Fakültemiz ve Faaliyetleri 367
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞİTİ Mİ

Ord. Prof. Hilmi Ziya ÜLKEN

50 yıllık Cumhuriyet devri Milli Eğitimi gerek yeni müesseselerin


kuruluşu, gerek öğretim ve eğitimin modern ilim zihniyetine ve metod-
larına göre işlemesi bakımından Atatürk'ün 1921 de ba şlayan Maarif'e
ait nutukları ışığında gelişti. Bu gelişme, nüfus art ışı, demokratik zih-
niyetin memlekete yayılışı ile orantıh olarak gittikçe artan bir ço ğalma
ve genişleme ritmi de gösterdi. Yeni e ğitim müesseselerinin hah ani-
şmın bazen ekonomik geli şmeye uygun, bazen uygunsuz bir tarzda
grafikler çizmesi 50 yıllık maarif hayat ının başarıları yanında buhran-
larını da doğurmadan geri kalmadı.
Burada ilk göze çarpan nokta nüfus art ışı ve demokratik zihniyetin
gelişmesinin etkisi altında ilk, orta, lise, teknik ve onların neticesi
olarak yüksek ö ğretim müesseselerinin gösterdi ği grafik yükselmesidir.
İlk ifade edilecek şey bu yükselişin Osmanlı devri Maarifine kıyasla
büyük bir başarı olduğudur. Çünkü, modern milletleri en çok ilgilen-
diren mesele okumamışlık (analphabetisme) ile mücadeledir. Bat ı
milletlerini başka kıt'alardaki eski milletlerden ayıran başlıca vasıf
budur denebiliri.
Yalnız şunu işaret edelim ki Batı memleketlerinde okur-yazar nis-
betinin bazen % 95, hatta % 100'e kadar ç ıkması kısa zamanda olmuş
değildir. Bu memleketlerde demokrasinin do ğuşu ile orantılı olarak o-
kumuşlann yükselişi birkaç asrın eseridir. Asya ve başka kıt'alarda ise
okumuş nisbetinin artışı ancak 20. yüzyılın ilk 1 /4 nde ba şlamıştır ve
birçoğu henüz bu sava şın başındadır. Türkiye Osmanlı devrinin
"Havas" ve "Avam" ayrılışından, köylerden birçoğunun okulsuz ol-
masından Cumhuriyet devrinde kurtulma ğa başladı. Hindistan'da
1935-36 istatistiklerine göre okumu şlar % 1 göründüğü için % 99'e
yükselen bazı Avrupa ülkeleri ile onu iki zıt kutup olarak gösterebili-
riz. Türkiye'nin % 27 durumu bu iki kutbun ortas ında okumamışlıkla
savaş sahasını teşkil etmektedir.
Yüzyılların ihmalini kısa bir zamana sıkıştırmamn ne derece güç
olduğu meydandadır. Atatürk'ün i şaret ettiği bir okuma seferberliği
2 HİLMİ ZIYA ~EN

Türkiye bütçesinin müsaadesi nisbetinde 1923 den 1940'a kadar verim-


li eserini gösterdi. Okuma seferberli ğine o kadar önem verildi ki bazı
yerlerde tek ö ğretmene bütün sınıfları okutma i şi düştü. Okumuşları
arttırmak için askerlik hizmetinden faydalan ıldı, çavuş kurslarına baş
vuruldu. Birçokları okul görmedikleri halde okuma öğrendiler. Bu
kurslardan geçenlerin sonradan ö ğrendiklerini unuttuklarını iddia
edenler oldu. Bunlardan bir k ısmı unutmuş olsa bile yine hatırlarında
bir şey kaldığı ve önemli bir kısmı iş hayatında okumayı kullandığı
için unutmadığı muhakkaktır.
UNESCO teşkilatı okumamışlıkla mücadele için, bu ihtiyac ı
duyan memleketlere ekipler gönderdiler. Yerli çal ışmalara türlü şekil-
lerde yardımlarda bulundular. Bu arada Temel E ğitim (Education de
base), okuldan önceki e ğitim (Education prscolaire), okuldan sonraki
eğitim (Education post-scolaire) gibi te şkilatları zikr edelim. Bu çalış-
malar İkinci Dünya sava şından sonra Uluslararas ı UNESCO teşkilatı
tarafından yapıldığını hatırlayacak olursak, ancak 1945-1973 aras ında
rolü olduğu anlaşılır. Türkiye bu te şkilâtlardan önce halk ın uyamşı
ile bu sahada zikre değer bir hamle yapm ıştır.
Okumuş sayısının artması halk-aydın ayrılığın ortadan kald ırmak
ve halkı uyandırmak bakımından büyük hizmet etmi ş ise de, burada
şu noktayı da işaret etmeliyiz. Okumuş sayısının artması, okuyanların
orta öğretime doğru akması ve iş hayatı ile ilgili bir öğretim çeşitli-
liği yerine Orta ve Yüksek Ö ğretim sayısını kabartmasına ve bunlardan
büyük bir kısmının köylerden şehirlere göç etmesine, şehirde yerleşip
yüksek öğretim yapanların bureaucratie te şkilatına girmesine, yani
üretici, çiftçi ve zanaatç ı değil, memur ve tüketici olmas ına sebep ol-
duğu da inkar edilmez bir olgudur. Buna kar şı teknik öğretimi kuv-
vetlendirmek, tam teçhizatl ı lise sayılarını sınırlamak, üniversiteye
gelenleri de test'den ba şka tamisage eleklerinden geçirmek gibi tedbir-
lere ba ş vurmak lazım gelir. Bu mesele 1921-1940 y ılları arasında bu-
günkü gibi vahim neticeler do ğuracak durumda de ğildi. Fakat yalnız
Türkiye'de değil, Batı ve Doğu'nun pek çok ülkesinde 1940'dan sonra
bu meseleler birinci plana geçti.

Milli Eğitim, çocuklara ve gençlere milli hayatın gerektirdiği bilgi,


maharet ve inancı veren işlemler ve müesseselerdir. Siteler ve ümmet-
lerin kendi eğitimleri olduğu gibi, milletin de kendine mahsus e ğitimi
olmalıdır. O halde bütün çağlar için ayn ı kalan bir e ğitim sisteminden
söz edilemez. Öyle ise eğitimin en çok bağlı olduğu bilgi sosyolojidir.
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI

Eğitim bir yandan sosyal bir müessesedir : görevi yeti şmekte olan
kuşaklara erişkin kuşakların vermekle yükümlü olduğu bilgi ve meha-
retleri vermektir. O bu bakımdan bu bilgi ve meharetleri verecek olan
işlemlerin bütününden ibaret bir tekniktir. Mühendislik fizik ve mate-
matik ilimlerin, Tıp biyolojik ilimlerin tekniği olduğu gibi eğitimi
veren işlem ve görevlerden ibaret pedagoji de sosyolojik ilimlerin tek-
niğidir. Ancak pedagoji çocu ğu yetiştirmek için sosyolojik ilimler ka-
dar psikolojik, hatta biyolojik ilimlere de dayanmal ıdır. Bir tesirler
bütününe dayanan bu tekni ğin kompleksliği onun başka teknikler-
den daha güç olduğunu gösterir.
Teknikler insanlık tarihinde ilimlerden önce do ğmuş, fakat ilim-
ler geliştikçe onlara dayanarak kuvvetlenmi ştir. Bahçıvanlık biyolo-
jiden, bina kurma fizikten, ilaç folkloru eczac ılık ve tıptan eskidir.
Ancak, bu ilimler geliştikten sonra art ık bu teknikler kendi ba şlarına
yürüyemezler. Bu ihtiyaçla t ıp ve eczacılık fakülteleri, teknik üniver-
siteleri kurulmu ştur. Yine bu ihtiyaçla sosyolojik ve psikolojik ilimler
geli ştikçe pedagoji enstitüleri, Eğitim Fakülteleri kurulmaktad ır.
Biz burada eğitimin dayandığı üç ilim zümresinden de ğil, bun-
lardan sosyolojik ilimlerden söz edece ğiz.
Milli Eğitim karşımıza millet dediğimiz büyük sosyal bütünü, onun
çok cepheli öğrenme, yetişme ihtiyaçlarını çıkarır. Bu da millet kavra-
mından ayrılmayan başka bir kavramı , millet bütününün kendi ken-
dini yöneltmesi ve yeti ştirmesinden ibaret demokrasi kavram ını ortaya
koyar. Öyle ise millet ve demokrasi kavramlar ı birbirine bağlı kavram-
lardır. Tarih boyunca onların doğuşu ve gelişme yolları ayrı olduğu
halde, bugün bu iki kavram birle şmiş bulunuyor.
İlk çağlarda sitelerin ileri bir devrinde bizim anlad ığımızdan az
farklı bir "demokrasi" fikri do ğmuştu. Bu kavram hikriyet de ğil
halkta eşitlik kavramına dayanıyordu. Yunan filozoflar ı demokrasiyi
en ileri yönetim ve e ğitim tarzı sayıyorlardı. Tiranlıklar, imparatorluk-
lar bu yönetim şeklini ortadan kaldırdıysa da R önesans'dan sonra
tekrar meydana çekti: Ça ğdaş demokrasi'nin ilk geli ştiği ülkeler batı
Avrupa milletleri oldu. Oradan dünyaya yay ıldı.
Millet, milli yazı dilinin, milli devletin do ğmasıyle şuur kazanan yer-
leşmiş kavimlerde ba şlamıştır. Kökleri Orta-ça ğa kadar iner, bir k ısmı
oldukça yenidir; demokratik e ğitimle, yönetimle birleştikçe çoğalmak-
tadır. Tarihleri, devletleri ve yazı dilleri en eski olan milletlerde zama-
nın tahriplerine kar şı dayanma güçleri daha büyüktür. Bat ı Avrupa'da
Renaissance'dan sonra İsviçre kantonları demokratik yönetimle bir-
4 Hİ LMİ ZIYA ÜLKEN

leştiler. Tarih birliği, demokratik yönetim birli ği dil ayrılığına rağnıen


milli birliğin kurulmasını sağladı . Hollanda cumhuriyeti istilâc ı İs-
panyol donanmasını yenerek bağımsızlık kazanınca Avrupa'ya örnek
oldu. İ ngiltere, Amerika ve Fransa onun yolundan gitti.
Milletce okumak, yetişmek, okumamışlıklaı savaşmak demokra-
tik eğitimin milli eğitimde başlıca vasıtalarıdır.. 1925 de' Türkiye'de
26 lise, 314 asil lise öğretmeni, erkek ve kız öğretmen okullarında asil
ve vekil 378 öğretmen, ilkokul, orta ve liselerin ilk k ısımları, erkek ve
kız öğretmen okullar ının ilk kısımları, yabancı ve cemaat ilkokulları,
yatılı ilkokullarlarla öksüz yurtlar ının toplamında 12 140 erkek ve
kız öğretmen vardı. ilkokul sı nıflarının 2894 öğrencisi çıkarılınca orta
okul ve liselerde 2767 ö ğrenci, kız liselerinde yine ilkokul sınıfları öğ-
rencileri çıkarılınca 1472, toplam ı 4239 öğrenci vardı. İlkokullarda
253,321 erkek ve 59,481 kız, toplamı 312,802 ö ğrenci vardı. Okul bina-
larının sayısı 4760 ise de bunlardan yalnız 2.503'ü okul olarak yapılmış,
2050 kadarı millete, vakfa, şahıslara ait olmak üzere okul olarak ya-
pılmamıştı. Bütün bu toplamdan 2749 okul sağlık şartlarına sahip,
2011'i sahip değil olarak görünüyor.
1968-69 yılındaki statistiklere göre ortaokul say ısı 1258 (öğrenci
sayısı 630.562), lise say ısı 272 (öğrenci sayısı 171.886), lise ö ğretmen
sayısı 19.548, Sanat Enstitüsü 102 (ö ğrenci sayısı 322.342), Kız Ensti-
tüleri sayısı 153 (öğrenci sayısı 20.665) dir.
Türkiye nüfusunun 1925 de yaklaşık olarak 18.000.000 iken 1968
de 32.000.000'e yükselmesi gözönüne al ınırsa bu artış daha açık görü-
lüyor. Eğer bütün sayılar aşağı yukarı iki misline çıkmış olsaydı nüfus
oranına göre eğitim artışı ayni, yani hareketsiz sayılırdı. Eğitim mües-
seseleri, ö ğretmen ve ö ğrenci sayısının artışı ise bu oran ı çok aşmakta,
1964 yılındanberi büyük bir h ız göstermektedir. Mesela 1964 de orta
okul sayısı 630 iken, 1968 de 1258 e öğrenci sayısı 354.799 iken 690.562
ye çıkmıştır. Bu yükselişin Türkiye'de okur-yazar oran ının henüz
teorik olarak % 40' ı geçmemesi gözönüne al ınacak olursa yetmez ol-
duğu anlaşılır.
Demokratik yönetimin en çok geli ştiği Batı Avrupa ve Amerika
ülkelerinde okur-yazar oran ının % 99'a kadar çıktığı, buna karşı
henüz caste rejiminden yeni kurtulmakta olan Hindistan'da bu oran ın
% l'e kadar düştüğü gözönüne alınacak olursa Türkiye'de okur-yazar
sayısındaki artış hızı küçümsenemez. Ayr ıca şu noktayı da unutma-
malıdır ki bat ı Avrupa'nın demokratik ülkelerinde bu yüksek oran
birdenbire elde edilmi ş değildir. Hollanda, İspanyol donanmasını
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 5

mahvederek ba ğımsızlığını sağladığı 1607 tarihindenberi demokratik


yönetim ve eğitim yoluna girmi ş bulunuyordu. Spinoza büyük kitab ının3
ılda bu fikri hararetle "Demokrasiytbölündeha16Iciyz
savunuyordu. Aşağı yukarı aynı yıllarda Locke İngiltere'de demok-
ratik yönetim ve e ğitimin savunucusu idi.
Millet, tarihi bir kuruluştur. Bunu kuran şartlar her yerde oldukça
değiş iktir Bazan milletin kurulu şunda milli din (Yahudilik, Japonya
da Shintoisme gibi) esasl ı rol oynar. Bazan bu bir milli mezhep veya
kilise olur: Iran da Şiy'ilik, Almanya'da Protestanl ık, Slav memle-
ketlerinde Ortodoks kilisesi gibi. Bazan milli devlet ve dil (dille ifade
edilen kültür) birinci derecede hâkimdir. Türkiye'de, Fransa'da, Bir-
leş ik Amerika devletlerinde oldu ğu gibi. Tarihimiz Türk devletlerinin
üstün örgütü, Türk dilinin çok eski örnekleri ile doludur. Türkçe Gök-
türkler ve Uygurlar'da bat ı milletlerinin pek ço ğundan erken (700
yıllarında) yazı ve edebiyat dili olmuştu. Toprağa yerleşme ve vatan
kurma milletlerin ayrılmaz unsurudur. Bat ı milletleri 1400 y ıldır yer-
leşmiş , vatan kurmuşlardır. Türk milleti bu bakımdan onlardan daha
gençtir : 1.000 yıla yakın bir zamandır vatan sınırlarını çizmiş bulu-
nuyor'. Orta-ça ğ da saltanat ruhu, milli dilin halk ve ayd ınlar arasında
ortak ve yaygın bir dil olmasına engel idi'. Demokratik yönetim ve
eğitim bu sakıncayı ortadan kaldırmakta, milli dili halkla aydı nlar
arası nda ortak dil haline getirmektedir. Bundan dolay ı eğitimde de-
mokratlaşma milletleşmenin başlica aracıdır. Onunla yalnız halkı bil-
gice, meharetce yükseltmi ş olmuyoruz. Halkla aydınlar (avâm ile havas)
arasında saltanat yönetiminin açm ış olduğu uçurumu kald ırmış, kül-
türün sosyal bir tabakaya ait özel yetki (imtiyaz) olmas ını önlemiş,
onu bütün milletin mal ı haline koymuş oluyoruz. Demokratik-milli
eğitim saltanat devrinde oldu ğu gibi memur ve rençber, yani tüketici
yetiştiren bir eğitim değil, ihtiyacımız olan çok çe şitli üreticileri yetiş-
tiren bir eğitim olmalıdır. Gökalp şöyle diyor: "Türkler memur ve
rençber sınıflarına inhisar ettiler, memurlar da bir nevi zihni rençber-
ler demek olduğu için Türklük rençberlik dernek oldu.'". Sabahattin
bey de ba şka tabirlerle aynı şeyi söyliyor : "Müstehlik değil, müstahsil
ve müte şebbis yeti ş tirelim" diyordu'. Önemli olan yaln ız iş hacmi değil,
iş çeşitliliğidir. Tek şekilli bir eğitim birincisini verir, ikincisini veremez.
Amacımız eğitimle demokrasinin münasebetini aramak de ğil,
eğitim yolu ile demokrasiyi gerçekle ştirmektir. Bunun için ona do ğru-
dan doğruya demokratik e ğitim diyoruz.. Demokrasi İlk-çağda yalnız
sitelilerin e şit haklarını kullanması demektir. (Siteli sayılmayan me-
6 Hİ LMİ ZIYA ÜLKEN

teque'ler, köylüler, köleler bu kavram ın dışında kalıyordu). 16 ıncı


yüzyılda Batı'nın yeni küçük cumhuriyetlerinde buna hürlük ilkesi
katıldı. 1787 de Amerikan, 1789 da Frans ız devrimlerinden sonra de-
mokrasi hürlük ve e şitlik ilkelerinin hakim olmas ı anlamını aldı.
Hürlük nedir ? Çağdaş cemiyette bu, diledi ğini dilediği gibi yap-
mak değil, başkalarının hürlüklerine engel olmıyacak gibi kendi güç-
lerini geliştirme hakk ına sahip olmakt ır. Hürlüğü sosyal hayatta tam
olarak anar şiden ayıran yurtta şların hürlüklerinin birbirlerini sınır-
lamış olmasıdır. Eğitim, insan güçlerine ait hür geli şmenin en elveri şli
alanıdır. Bu da başlıca yarışmada kendini gösterir. Sosyal hayat ın
bütün şekillerinde yarışma insan güçlerini yapabildi ği kadar geliştirir.
Yarışmayı yalnız çağdaş topluma ait bir yetenek saymamalıdır. Ilkel
toplumlarda da iki zümre aras ında düğün, dini, ayin ve başka mera-
simlerin hazırlanmasında yarışmalar vardır. Bu yarışmalar onları
ilerleten esaslı etkendir8. Fakat ça ğdaş toplumda yarışma zümreler ve
aileler arasında kalmaz, ferdler aras ında da başlar. İnsanın kendin-
deki biyolojik ve psikolojik güçleri geli ştirmesini sağlıyan bu yarış-
malardır. Bunun yakın günlerde en çok rastlanan şekli "Bilgi yarış-
ması"dır. Bu denemelerin gençleri ne kadar şevke getirdiği, çalışma
ve öğrenme güçlerini art ırdığı meydandadır. Bir ba şka yarışma beden
ekzersizlerine (spor'a) ait olanlar ıdır. Burada da ba şarı gençleri dina-
mik ve sağlam bir beden yapısına kavuşturmaktadır. Aynı yarışmaların
teknik icadlar, fikir bulu şları , sanat yaratışları inanç eserleri alanlar ın-
da da yapılması beklenir. Yarışmalar artt ıkça gençlerde çaba gücü
artar. Yarat ıcı melekeler (habitude) zeka ve irade seviyesine yükselir.
Yalnız unutmamalı ki hürlük ilkesine dayanan yar ışmalar eşitlik il-
kesine dayanan disiplinlerle s ımrlıdır. Yarışmanın haklı olması için
çocuklar aynı gıdayı almalı, aynı şartlar içinde ya şamalıdır. Yarış-
malar çocuklara yararl ık ve şeref belgeleri kazand ırmalı, fakat onlara
başkalarından farklı "imtiyazlar" kazandırmamalıdı r. Demokrasinin
en başarılı noktası, insanın kendi güçlerine dayanarak geli şme imkanını
vermesindedir. Bu da onun İlk-çağ ve Orta-çağ masallarmdaki talih
ve devlet ku şu büyüsünü çözmesinde görülür. Gerçek bir demokraside
hiç bir şey tesadüfe, talihe, kadere ba ğlı değildir. Her şey insanın çaba-
ları ve güçleri ile gerektirilmiştir Eşitlik hürlüğün iyi kullanılmasının
ve insanlardaki bütün güclerin tam olarak geli ştirilmesinin vazgeçilmez
şartıdır. Demokratik e ğitim hürlüğü ve eşitliği birbirini tamamlayan
iki temel ilke gibi kullanmalıdır. Nitekim demokratik okullarda kılık
üniformaları, yemek, dinlenmek ve yatmak kurallar ı bunu sağlamakta-
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK EĞITIMI 7

dır. Ancak Batı'nın ileri toplumlarında da demokratik e ğitimin demok-


ratik yönetimden hemen daima daha ileri ad ımda olduğunu işaret
etmeliyim. Çocuk okuldan soka ğa çıkınca demokratik bir e ğitimin
öğrettiklerinden, verdiği alışkanliklardan az çok farkl ı bir toplumla
karşılaşır. Bunun zararı yoktur. Çünkü e ğitim, gelecek yönetimin ön-
deri olacaktır. Milli eğitim demokratik bir toplum yönetiminin kurul-
ması için gereken şartları hazırlayacaktır.
Türkiye'de milli e ğitim sistemi 45-50 yıldanberi bu kendi hedefine
uygun yollardan geçti mi? Verdi ğimiz rakkamlar gösteriyor ki bu nok-
tada iyimser olmamak yanl ış olur. Yalnız, aşılan yolun demokratik
milli eğitim bakımından her şeyi sağladığı söylenemez.
Önce, üretici çe şitliliğini sağlama bakımından geçilen yolu göz-
den geçirelim. Türkiye'nin -saltanat devrinde yeti ştiremediği- pek çok
sayıda uzman ve üretici neyine ihtiyac ı vardır9. Aynı işi yapan bir mil-
yon insan yerine çeşitli işleri yapan yarım milyon insan daha verimli
sonuç verir. Tarım işlerinin çeşitliliği yanında, yeni kurulan endüstri
işlerinin ve büyük endüstri için gereken yard ımcı işlerin çeşitliliği yer
almandır. Yedek parça imâli, boyac ılık, kaynakcılık, tesisatçılık, ta-
mircilik, inşaat işlerinin sayısız çeşitleri bunlar arasındadır. Turizm
sözkonusu olunca, turist rehberli ği, otelcilik, garsonluk vb. ihtiyaçlar
kendini gösterir. Turist çekecek pek çok vas ıfları olan ülkemize zengin
turistlerin değil, daha çok orta halli, hatta ö ğrenci veya ö ğretmen turist-
lerin geleceğini, otelcilik işlerinin onlara göre ayarlanmas ı gerektiğini
unutmamalıdır. Trabzon'dan Antakya'ya kadar uzun sahili olan bir
ülkede balıkçılık işlerinin çeşitli meslekler haline getirilmemesi esef
edilecek bir şeydir. Iran da gündelik Türkiye'den a şağı olduğu için
hali dokumanın ucuza mal olduğunu söyleyenler Iran halısmın kalite
bakımından bizim halılanmıza üstün ve daha rağbetli olduğunu unu-
tuyorlar. Bunun için, her şeyden önce halıcıhğın, kilim dokumasının
ayrı okullarda üstün seviyeye ç ıkarılması lazımdır. İsviçre, Avusturya
gibi milletler büyük endüstri ile de ğil, her seviyede turisti çeken çe şitli
otelcilik sütcülük, saatcilik vb. ile kazan ıyorlar. Bu nokta üzerinde
durmamın sebebi öğretim sisteminin tek hedefli de ğil, çok hedefli ve
çok şekilli olarak düzenlenmesi gerekti ğini hatırlatmaktır.
Halbuki 1925 tenberi Maarif Vekaleti, Milli E ğitim Bakanlığı
bu çok hedefli ö ğretim sistemine daima gereken önemi vermi ş görün-
müyor. Hatta "Tevhid-i Tedrisat" kanunundan sonra, belki de bunun
yanlış anlaşılması sonucu, tek okulda, lise hedefinde e ğitimi topla-
mak yoluna gidildiğini hazır bulunduğum Maarif Şüralarından hatır-
8 KİLMİ ZİYA İİLKEN

lıyorum. Böyle bir e ğitim sistemini kurmak için yurdumuzun her kö şe-
sinde orasını en çok geliştirecek okulların açılmasına doğru gidilmesi
gerekir. Bu ise memleketin genelliklerini gösteren istatistikle
özellikleri gösteren monografik anketlerle sa ğlanabilir. Aile bütçelerini
birim (ünite) olarak alan böyle bir monografi, soru cetvellerini dol-
durmak suretiyle ve sab ı rlı çalışmayla bütün ülkede uygulanmal ı idi.
Her konuda olduğu gibi milli eğitimde de hiç bir haz ırlık olmadan,
yahut yalnız empirik bazı görgülere dayanan bir plânlama değil, uzun
ve etraflı araştırmalara dayanan planlama rehberlik edebilir. 1936
yılındanberi birçok kereler Milli E ğitim Bakanlığına raporla ba şvur-
dum'. Bakanl ığın idaresinde böyle bir "Ara ştırma Merkezi"nin ku-
rulmasının eğitim işlerimizin düzenlenmesinde neden dolay ı zaruri
olduğunu anlattım. Bir tarihçe teşkil edecek kadar çok olan bu te şeb-
büslerden -yarım kalmış bir tanesi, Celal Yardımcı'nın gösterdiği ilgi,
biryana bırakılırsa- hiç bir sonuç elde edilemedi.
Bu yakınlarda doçent H ıfzı Doğan'ın bir tezi ilk defa Milli e ğitim
konusunu genel istatistik rakkamlar ından kurtaran bölgesel ara ştırma
denemesidir". Doçent, Türkiye'yi co ğrafi bölgelere ay ırarak her böl-
gede öğrenci ve okul art ışının, okulların karşılaştığı eğitim yükünün
farklılığını gözönüne alıyor. Bunun için de çe şitli istidatta öğrencilerde
öğrenme arzusu uyand ırılmah, yeni tecrübelerle eski tecrübelerin ili şiği
kurulmalı, kişisel farkları hesaba katarak öğretim yapmalı, öğrencinin
sınıf çalışmalarına aktif olarak kat ılmasını sağlamalıdır diyor. Doçent
Hıfzı Do ğan'ın denemesi orijinal olmakla beraber, hedefe götürmeden
uzaktır. Çünkü burada hiç bir sosyolojik monografi yap ılmamış, yal-
nız genel istatistik cetvelleri (s ırf coğrafi bakımdan) bölgelere ayrıl-
mıştır.
Sosyal Antropoloji'nin kültür de ğişmelerine ait incelemeleri ile
pedagogların eğitim planları çoktanberi çatışma halinde bulunuyordu.
Margaret Mead' ın incelediği bu çatışkan araştırmalar gösteriyor ki,
bir ülkede kültür özelli ği ve kültür değişme şartları hesaba katılmadan"
yapılan bir eğitim planlaması, hatta kısaca bir eğitim tarzı kendinden
beklenen sonuçları vermemektedir. Bu ara ştırmalar aç ıkça gösteriyor
ki belirli bir ülkede halk ı okutmak için yap ılan gayretler okuyanlar ın
bazan köye dönmesini, baz ı şartlarda köyü ile ili şiğini keserek şehirlere
göç etmesini, intibaksız bir yoğunluğun şehirlerde ne çiftci, ne endüs-
trisi bulanık bir hayat ya şamasını, işsizliği arttırması nı vb. gibi sonuç-
ları doğurmaktad ır. Sosyal antropoloji sosyolojinin yard ımcısı olan
ilimlerdendir. Eskiden yaln ız aile bütçelerine göre yap ılan monografik
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E41Timi 9

anketler bu yeni bilgi dal ında bütün kültür çevresine, onun de ğiş-
me ritmine göre yap ılmaktadır. Bu yeni araştırmalardan birço ğu gös-
teriyor ki teknik de ğişmeler kültür değişmeleri için yetmiyor. (Bir yer-
den trenin geçmesi oran ı n zihniyet değişmesini sağlamıyor). Milli eği-
tim sözkonusu olunca teknik de ğişmelerden daha derin olan kültür
değişmelerinin şartlarını gözönüne almal ıdır.
45 yıllık eğitim tarihimiz ilk, orta ve lise bütünlüğüne göre ayar-
lanmış bir gelişme ritmi göstermektedir. Birçok hat ırlatmalara rağ-
men' devam eden bu lise bütünlüğü sistemi lise mezunlar ı sayısını bir
teviye kabartmış. Bu mezunlar ın girecekleri okullar, bir yandan eski
tüketici (müstehlik) tipi gittikçe artmak üzere devam ettirdi ği gibi, bir
yandan da mezunlar ın üniversiteye ve yüksek okullara girmesini güç-
leştirmiştir. Sayısı 100.000'i geçen mezunlar ı ciddi bir sınavdan geçir-
mek imkansız olduğu için, test usulü denen bir yarışmaya başvurul-
muştur. Bu usulün daima isabetli oldu ğu söylenemediği gibi, testten
yeteri kadar puvan alam ıyanlann açıkta kalmasına ve bu suretle her
sene sayısı artan okumuş işsizlerin doğmasına sebeb olmuştur. Bu eği-
tim olayının, sonucu çok daha yayg ın olan bir sosyal olay halini al-
dığı meydandadır.
Durumu tesbit etmek yetmez, ne yap ılacağını düşünmek gerekir.
Buradaki durum hasta ile hekim arasındaki münasebete benzetilebilir.
Hekimin öğütlerine veya sağlık koruma (hygine) kurallarına uyma-
mış bir hastaya kar şı da hekim ilgisiz kalamaz. Kaybedilen ne olursa
olsun, onu düzeltme çaresini arar. Bu da k ısa vadeli bir tedavide has-
taya yapılacak en çabuk şeyleri disiplin alt ında yaptırmak; uzun va-
deli tedavide hastanın geçtiği yanlış yolları inceleyen bir diagnostie
den sonra sağlığını plânlamaktır. Milli eğitim her iki usulü de kulla-
nabilir. Birincide, lise mezunlar ından açıkta kalanları iş ve meslek
okullarına sevkeder; test usulünün ç ıkmazından kurtulmak için lise-
lerde baccalaureat veya olgunluk s ınavlarını yeniden kurar. Yalnız
orada kazananları meslek yöntemi (orientation professionelle) deney-
leri ve gençlerin kendi arzular ına göre fakültelere gönderir. Kazan-
mıyanları başarı derecesine ve gençlerin arzular ına göre yüksek meslek
okullarına ve sanat dallarına yollar.
Öğrenci sayısı 80'i geçen ve öğretmen kadrosu eksik olan orta
okul ve liselerde, öğretmenlerden "sınıfta bırakmamak ve öğretmek"
yolu istenmez. Ay sonu notları birleştirilerek öğrencilerin ders yılında
daima dikkatli ve uyanık olmaları temin edilir. Uzun vadeli plânla-
maya gelince: bu, mutlaka ara ştırmadan sonra, hiç de ğilse onunla
10 HILMI ZIYA ÜLKE İN

birlikte uygulanmalıdır. Araştırma zamanı gecikmi ştir diye ümitsiz-


liğe kapılmamalı , sosyoloji ve sosyal antropoloji ara ştırması= milli
eğitim için zaruri oldu ğu anlaşılmalı, kısaca: bu konu ba ştan savulma-
malı, "zararın neresinden dönülse kârd ır" denmeli, ileri demokratik
cemiyetlerin hepsinde uygulanmakta olan ara ştırma işine" bir an önce
başlama] ıdır.
Reform'a gelince, bu söylediklerimize dayanmadan gerçek reform
olmaz, yalnız ara ştırmaya ve onun sonucu olan plânlamaya dayanan
bir reform olabilir". Demokrasi bir yönetim sistemi olmadan önce,
bir eğitim sistemidir. Ancak demokratik milli e ğitimi almış olan genç-
ler böyle bir yönetimi ba şarı ile uygulayabilirler. Bundan dolay ı da
Türkiye'de milli eğitim ödevi bütün ödevlerin ba şında gelir.
Demokrasi ve millet birlikte yürümelidir. Demokrasi şuuru kuv-
vetli bir milli şuura dayanmal ıdır. Türk milleti varl ığını eski bir tarih
şuurundan aldığı için, onda milli bütünlük dü şünülmeden demokrasi
yer bulamaz. Bu iki kavram ı ayıranlar ve "demokrasi" yi kendi ba şına
istedikleri gibi yorumlamaya kalkanlar büyük hataya dü şmektedirler.
Milleti demokrasi ile birle ştiren, daha do ğrusu demokratik hayat
tarzını milli varlıklarından çıkaran batı Avrupa milletleri (Fransa,
İngiltere, Bat ı Almanya, Hollanda, Avusturya) Türkiye'ye örnek ola-
bilir. Milli eğitimde de onlardan faydalanabiliriz. Vakıa en geli şmiş
şekli Birleşik Amerika devletlerindedir. Fakat 49 devletin birbirinden
oldukça farklı bünyeleri milli e ğitim bakımından bize örnek olamaz.
İleri demokratik e ğitim fikirlerine Amerika'da rastlansa bile" onlar
bizim sosyal bünyemize daima uymazlar. Ayrıca 49 devletin içinde
eğitim görüşleri birbirinin aynı değildir. Hele ırk peşin hükmün-ün et-
kisi altında düşünmeye alışmış olan Amerika pedagoglar ı zencileri ve
kızılderilileri "geri zekâh" saymakta idiler. Bir k ısım araştırmalar da
onları haklı gösterecek durumda idi. Bu pe şin hükme karşı Booker, Vas-
hington gibi, profesörleri zencilerden ibaret bir üniversite kuran ileri
zekâh bir zencinin yeti şmesinden dolayı şüpheye dü şenler oldu ise de,
zenciler ve kızılderililer hakkında bu eski kanaat yine devam etti. An-
cak son 30 yılda kızılderililerin tarlalara sahip oldu ğu Osange böl-
gesinde birdenbire petrol damarlar ının meydana çıkarılması bu bölge
halkının refaha kavu şnıasına sebep olalıberi, eğitimcilerin görüşleri
esaslı surette sars ıldı'. Yine gözlemler gösterdi ki son 30 y ılda bu re-
fahlı bölgedeki kızılderili çocukları okullarda büyük ba şarı göstermek-
tedir. Bu başarı ortalama bazan beyazlar ın seviyesini aşmaktadır. Bu
yeni gözlemlerin eğitimciye kazand ırdığı önemli bir şey var: "Geri
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 11

zekalılar" hükmü her zaman do ğru değildir; hele bu hüküm standard


bir hedefe göre yeti ştirilen gençlerin yarışmasına ait olursa! Herhangi
bir hedef için ba şarısız sayılan çocuklar ba şka bir hedef için üstün
başarılı olabilir". Bu da gösterir ki Milli e ğitim çok çeşitli hedeflere
göre düzenlenmelidir. Bu, hem milletin tarih boyunca yeti ştiremediği
iktisadi zümreleri, üreticileri, çe şitli teşebbüs ve meslek adamlar ını
yetiştirme imkanını verir; hem de yanlış olarak "başarı sız", "geri ze-
kali" sayılan birçok insan kafas ını türlü yönlere do ğru canaliser et-
mek suretiyle hiç bir enerji kaybolmamas ını sağlar. İtiraf etmek gerek-
kir ki Milli Eğitim sistemimizin -birikmi ş yanlışlıklardan ileri gelen-
bugünkü durumu büyük bir enerji kayb ına ve insan potansiyelinden
faydalanma imkans ızlığına sebep olmaktad ır".

Eğitim müessesesi yalnız sosyoloji ile ili şiği olan ayrı bir müessese
değildir; doğrudan doğruya cemiyetin içindedir ve tam anlam ı ile sos-
yolojik bir müessesedir. Çünkü onu, hiç bir teoriye kap ılmadan, okul-
da, okul dışında, okul ya şı dışında, okul ile çocu ğun bağlı olduğu bü-
tün zümreler aras ındaki münasebetleri sosyal olgular olarak görüyo-
ruz. Klasik olmuş misali verelim: Hiç bir yerde okuyan ve ö ğrenen,
hatta çoban ve tezgâh ç ırağı gibi okul yüzü görmemiş' çocuk bir
Robinson Crusoe değildir. O, doğduğu zamandan yeti şkin oluncaya
kadar birtakım sosyal zümrelerin içindedir: Bir ailenin üyesidir, ak-
ran zümresine girer, soka ğın iyi ve kötü etkilerine kar şı açıktır. Spor
zümresinin üyesidir". Bir okulda ö ğrencidir ve bu ö ğrenciliği sırasında
öteki görevleri de devam eder. Okulun etkisi a ğır bastığı zaman dahi
gazete, dergi, çocuk kitaplar ı yolu ile kamu sanısına açıktır. Ondan et-
kiler alır ve tepkilerde bulunur. Ailesinin (anne, baba ve yak ın akra-
basının) etkileri okula göre zay ıflasa bile yine kaybolmaz: Çevrenin
Batı medeniyetine açık veya kapalı oluşuna göre bu etkiler çocu ğun
okuldaki görevini kuvvetlendirir veya sarsar. E ğlence sahası, spor
alanı ve sokak okulla çocuk aras ındaki münasebette devaml ı olarak
işe karışı r, müsbet veya menfi rol oynar. Okul bunlar ın zararlı etkilerini
düzeltmeye çal ışır. Okul-Aile Birliği ile okul dışındaki tesirleri kontrol
eder. Spor alanını kendi örgütü içine al ır; Federasyonları ile ona en
faydalı şekli vermek ister. Fakat çocu ğun bu sosyal müesseselerin kar-
şılıklı etkileri içinde, biraz kendi iradesi d ışında gelişmesine engel ola-
maz. Başka deyiş le söyleyelim: Okul, yapma bir toplum olarak, çocu ğu
büyük toplumdan koparamaz. E ğer toplumun, yani müesseseler ve
zümrelerden ibaret olan cemiyetin çocuk üzerindeki tesirlerini çok
12 HiLMİ ZİYA İİLKEN

"zararlı" görüyorsak, böyle sosyal bir bünyeye kar şı koyarak yapma


bir sosyal bünye içinde, sanki bir kuş kafesi içinde çocu ğu yetiştirmek
okulun işi değildir. Böyle bir okul örgütünü Orta-ça ğ uzun bir süre
denedi, fakat ba şaramadı . Manastır dergah, Yeniçeri ortas ı sosyal
bütünden ayrılmış birer örgüttür ki, yeti ştirdiği insan tipi büyük top-
lumdan ayrılmaya; yapma bir dil, yapma bir hayat tarz ı yaşamıya
mahldndu. Bizim "Osmanlıca" dediğimiz yapma dil, Divan Edebiyatı
bu büyük toplumdan ayr ılmış olan böyle bir insan ı yetiştirmekte idi.
Halbuki o devrin büyük "Cemiyet"inde dahi çocuk sosyal zümre-
lerin ve müesseselerin etkisine aç ık bulunuyordu. Anadoluda halk
şiiri ve masalları Istanbul'da "Tavuk pazarı" kahvelerinde yeti-
şen halk şairleri Divan Edebiyatının ayırıcı gücüne rağmen halka ba ğlı
kalmıştır. Müverrih Âli "Mevâidiin-nefdis fi kavelid-il Mecâlis" adlı
eserinde Istanbul'da Divan ve Saray' ın nufuz edemedi ği türlü züm-
releri, bunların iyi ve kötü tarafların' anlatıyor.
Çocuk şehirde yaşıyorsa, türlü yeni teknik araçlarla dünyan ın
etkilerine açık bulunuyor. Hatta bir köyde ya şıyorsa -bugünkü şart-
larda- bazan kasabaya giderek bu teknikler yard ımı ile kendisi için dün-
yaya pencere açmaktad ır. Fotoğraf, sinema, radyo, televizyon bu tek-
niklerin en yaygınlarıdır. Bunlara "Çocuk edebiyat ı" adı verilen sayısız
yayınları katmalıdır. Bu kanallarla çocuk kafas ının aldığı tesirler
önce yalnız taklit safhasındadır. Başka milletlerin kahramanl ık şöval-
yelik sahnelerinin yanında haydutluk, e şkiyalık sahnelerini de hay-
ranlıkla seyreder. Fakat bu pencereden çocu ğun kafasına girenler
onun, hatta erginin seçme rolü olmadan ald ığı ithal malları , ithal
kılıklan, ithal tavırları ve en sonra ithal "fikir"leridir. Çocuk h ırsız-
polis filimlerini, haydut romanlarını hayranlıkla seyreder, okur. Daha
okula başlamadan veya ilkokul ya şlarında" bu etkilerin bask ısı altın-
dadır. Ailesinin küçük bir "tasas ızlığı" da onun erkenden iki yanında
iki "oyuncak" tabanca ta şımasına varır. Çocuk bu rolleri evde tekrar
eder, hırsız filimlerinin ve haydut romanlar ının "kahraman" ı olur.
Evde veya sokakta buldu ğu birkaç kopille birlikte eleba şılık ettiği
bu haydut sahnelerini ya şar. Çocu ğun okul öncesi eğitimi bu suretle
geniş toplumun ülke dışı unsurlarla karışık tehlikeli etkisi alt ında geli-
şir. Aile, çoğu kere bu durumu "ciddiye almaz". Hatta yak ınları çocuğa
ileride tehlike olacak olan bu oyunca ğı "hediye" etmek gafletine dü şer-
ler. Çocukta bu suretle haz ırlanan Okul öncesi eğitimi, milli eğitimin
yaratıcı gücünü yok edecek dereceye gelir. Demokratik e ğitimle yetişen
Batı milletlerinde çocuklar için girilemiyen filimler, okunmas ı yasak
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 13

kitaplar vardır. Bu bakımdan en büyük sorumluluk ana-babaya dü şer.


Onların bu yasak kitaplar ı meydana atıvermeleri, vahşet duygularını
uyandı rmadan başka bir işe yaramıyan kontrolsüz "ÇOcuk edebiyat ı"
kitaplarını ellerine vermeleri sonraki büyük zararlar ın tohumlar ını
taşımaktadır. Ailece, okulca bu s ınırlama yapılmadıkça dış ülkelerin
etkileri ile karışık olan en kötü bask ılı kitabcıklar -sinemayı tamam-
lamak üzere- çocuğun kafasını okula girmeden veya ilkokul ya şında
yeteri kadar bozar.
Ondan sonra okulun bu zararlardan korunmak için yapt ığı ça-
baların pek az verimli olaca ğı meydandadır. Hem bunları ortadan
kaldırmalı, hem de çocuğun ihtiyacına cevap veren milli eğitim müesse-
sesinin iyi hazırladığı Çocuk edebiyat ı olmalıdır. Çocuk taklit safhas ın-
da milli eğitimin iyi eserlerinde, ahlâki gayelere çevrilen büyük örnekle-
ri okumalı ve seyretmelidir. Ötekiler yasak edilmese bile bunlar onlar ı
yenecek kadar kuvvetli olmal ıdır. Itiraf etmeli ki bugün böyle bir çocuk
edebiyatından mahrum bulunuyoruz.
Çocuk, okul yaşında çıraklık safhasına girer. El ve kafa birlikte
çalışır. Atölyede, bahçede, laboratuvarda her şeyin imâli veya hazır-
laması suretiyle çıraklığından geçer. Orta-ça ğı skolastik eğitimin beşiği
diye itham etmek adet olmu ştur. Halbuki "ç ıraklık" (apprentissage )
kelimesi dahi Orta-ça ğdan kalmadır. Her şey zenaatta ve i ş içinde
ustadan öğrendin Kafa asla bir bilgi anbar ı değildir. Yaparken öğre-
nilir ve öğrendikçe yapılır. Tekke, Fütüvvet (Ahilik) şekilleri ile birçok
zenaatcı tarikatler kafa ve el ortakl ığına hizmet etmişlerdir. Kafan ın
elden ayrılması Bürokrasi'de "kalem efendili ği"nde başlamıştır. Çı-
rak üstün bir kültürün bir dal ında yıllarca çalışarak ustalığa erişir.
Bu suretle mimar, nakka ş, tezhipci, hattat, zerkâr, dülger, kuyumcu,
okcu, kürkçü çilingir, k ılınçcı, çıkrıkcı, yaycı, kopuzcu, kalkancı v.b.
gibi maharetler elde edilir. Topkap ı sarayındaki "Ehli-hiref" defter-
lerinde bu zenaatlar ın mensupları ve bunlardan çırakların nasıl yetiş-
tiği görülmektedir. Nitekim daha eski tarihlerde "Fütüvvetnâme" de-
nen kitaplarda da zenaat dallar ından her birinde çıraklıktan ustahğa
nasıl geçildiği ayrıntılı olarak anlatılmakta idi.
Bu, yaratıcı kültürün köklerine kadar inmek, ona ait dallardan
her birini yaparak ve kurarak anlamak yoludur. Bu bir kültür yarat ıcı-
lığını yaşamak ve anlamaktan ibaret öyle uzun bir haz ırlık safhasıdır
ki, bu suretle çırak -usta olduğu zaman art ık orijinal eserler verme ğe
başlamıştır.
Milli eğitim için de iş aynıdır. Milli Eğitim, daha önce bu yollar-
14 HILMI ZIYA IILKEN

dan geçmiş olan milletlerin e ğitimlerini örnek alacak, onlar ın çırak-


lığından geçecektir. Burada örnek olan kültürler bir medeniyet (uy-
garlık) dairesini meydana getirir. Yunan Mısırın, Roma Yunanlı),
Avrupa milletleri Roma'n ın waklığından geçerek yeti ştiler. Bir süre
Islam medeniyeti de Yunan-Iran medeniyetinin wakl ığından geçti.
Yunancadan Arapçaya çevrilmi ş yüzlerce eseri Orta-ça ğda Batılılar
arapçadan lâtinceye çevirdiler. Rönesans bu ç ıraklığın başarılı sonu-
cudur. Avrupa milletlerinden her biri kendi Rönesanslar ını yaparak
İlk-çağ kültürlerine, kısmen islam kültürüne çıraklık ettiler ve böy-
lece ustalıklarını kazandılar.
Milli eğitim için bu çıraklık safhası hayli uzun sürebilir. Batı mil-
letleri ilk örneklere gitmek, yani klasik say ılan eserleri kendi dillerine
çevirmek işini bugün bile bırakamamışlardır. Biz ise Tanzimattan sonra
uzun bir süre tereddüd içinde kald ık. "Batıdan yalnız teknik alal ım,
çünkü, yenilmemizin sebebi bu teknikten mahrum oluşumuzdur. Fa-
kat medeniyette eskisi gibi kalalım." dedik. Bu yanlış görüş yüzünden
Tanzimat sonrası hemen yüz yıla yakın bir zaman kaybettirdi. Hal-
buki Islam dünyasının parlak devrinde medeniyete kar şı taassubumuz
yoktu. Nestari ve Yahudi mütercimleri yard ımı ile Yunan ilim ve fel-
sefesinin büyük eserleri arapçaya çevrildi. Baz ıları yeni düzeltmelerle
birkaç defa çevrildi. Bunun için Abbâsi halifeleri Dar-ül-hikme
denen akademiler kurdular. Pehlevi ve Hind dilinden yap ılan tercüme-
leri de bunlara katmal ıdır. Islam Rönesansı 8-11 inci yüzyıllar ara-
sında çok başarılı oldu. Sicilya ve Endülüs medreselerinde okutulan
tıp, kimya, tabiiyat, matematik ve felsefeyi ö ğrenmek için batı ülke-
lerinden öğrenciler geliyorlardı. 150 yıl bu eserler arapçadan lâtinceye
çevrildi ve yeni kurulan bask ı makinalarında basıldı. Klasiklerin ter-
cümesinde daha üstün davrand ılar. Islam eserleri ile Bizanstan gelen-
leri karşılaştırdılar. İlk kaynaklara kadar giderek Islam mütercimlerinin
eksiklerini tamamlad ılar.
Görülüyor ki Milli eğitimde klasiklerin tercümesi çok büyük bir
yer tutmaktad ır. Bunu lüzumsuz sayan hiç bir Bat ılı millet olmamıştır.
Şimdi de araplar aynı gayreti göstererek modern Bat ı felsefe ve edebiya-
tının şaheserlerini arapçaya çeviriyorlar". Süleyman-ül-Bustani, Ho-
merös'un İliada'sını ilk defa manzüm olarak çevirdi".
Dante, Goethe, Shakespeare ve Bat ılı büyük filozoflar tercüme
edildi. Biz de aynı yolu tutarak klasiklerin tercümesine giri ştik. Yine
devam etmemiz laz ımdır. Halbuki milliyetci ve demokrat olan ne
Rönesans Italyan filozofları ne İngilizler, ne Alman filozoflar ı hatta
CUMHURİ YET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E Ğİ Tİ Mİ 15

ne de tam olarak Frans ız filozofları tercüme edildiler. Edebiyata ge-


lince, Batı'nın büyük şairlerinden, dram yazarlar ından birçoğu hala
bilinmiyor. Batı milletleri tercüme edilen bu klasiklere Les Humani-
tds ve bu fikir faaliyetine humanisme derler. Böyle faaliyetler olmad ıkca
milli deha= edebiyatta ve felsefede ç ıraklıktan ustalığ a geçmesi,
büyük eserlerini vermesi kabil değildir. Ustalık eskiden olduğu gibi,
bugün de ancak ç ıraklık safhasını tamamlad ıktan sonra gelir ve hiç
bir kültür bu safhalar ın birincisinden geçmeden ikincisini ba şardığı
iddiasında bulunamaz.

ilkokulda çocuğa verilen bilgi bir "ilgi merkezi" etrafında topla-


nır. Bilgiler grupla ştırılır. Ve hepsi aynı ilgi merkezinde, pratikle teo-
riyi birleştinnek üzere, toplan ır (Daha do ğrusu teori pratikten ç ıkarı-
lır). Ahlak e ğitimi, ahlak d üsturları öğreterek de ğil, fiili örneklerle
verilir. Kanuna itaat, yurtda şlık duygusu, hürlük ve e şitlik sosyal ha-
yattaki rolleri çocu ğa medeni cesaret ve ödeve ba ğlılık örnekleri için-
de verilir. Aynı zamanda milli edebiyat ın ve dünya edebiyatının büyük
örneklerini okutmak üzere milli e ğitim verilmelidir. Bunun için tarih
kadar, zaman üstü değeri olan Destan'lardan da örnekler al ınması
yerindedir.
Çocuğa verilen sanat e ğitimi, her şeyden önce çocu ğun yarım
insan değil, bir küçük şahsiyet (kişilik) olduğ unu hesaba katarak veril-
melidir. Çocu"a güzel eserin tad ı tattırılmalı, bayağı eserden (sanat
olnıayandan) onu ayıran vasıflara dikkati çekilmeli; çocuğ a asla henüz
meydana gelmemiş bir yarım kişiye hitap eder gibi "çocukca" edebiyat
ve sanat örnekleri verilmemelidir. Büyükler için güzel olan çocuk için
de güzeldir. Onda yaz ı, eli şi, imal ve yaratıcılığı (ressamlık, heykel-
cilik, bina kurma, dekor yapma, v.b.) geli ştirilmelidir.
Çocuğa hür düşünceler eğitimi verilmelidir. Onu önce akranlar ı
ile ciddi konularda tart ışmaya ahştırmalı. Karşısmdakinin sözü bitin-
ceye kadar dinlemeyi, bittikten sonra söz alarak cevap vermeyi, tar-
tışmaya öfke ve ta şkınlık, gücenıne karıştırmamayı, mantıki akıl yü-
rütmeyi öğretmeli ve bunda ona yard ım etmelidir. Çocuğa verilen
inanç eğitimi tarihten büyük cesaretleri ve fedakarliklan yaratan inanç
örnekleri vererek gösterilmelidir. Küçük çocuk gündelik hayatta söy-
lenen şeylere pek çabuk inan ır. Birlikte yürümeye ç ıktığınız bir çocuğa
birkaç kere "yoruldum" demeniz onun da yoruldu ğuna inanması için
yeter. İnancın bu şekli basit telkin olaylarına bağlıdır. Yaratıcı değil-
dir, ideal değerlere inanmak ise bunlardan büsbütün farklıdır. Çocuk
16 HILMI ZIYA ÜLKEN

tarihten al ınmış örneklerle kahramanlann ve de ğer yaratıcı insanların


nasıl aynı zamanda ahlâk, din, fikir, vatan de ğerlerine inandıklarını
öğrenirse ideal inancını basit telkin inanmalanndan ayırmağa başlar.
Orta öğretim ve lisede iyi yurttaş ve medeni adam olnıa öğretile-
cek ve mesle ğe hazırlık ekzersizleri verilecektir. Burada ö ğretimin başa-
rılı olması için memleketimizde bugüne kadar uyguland ığı gibi öğren-
ciler sabit, hocalar hareketli de ğil; hocalar (laboratuvar veya atölye-
lerde) sabit, ö ğrenciler hareketli olarak verilmelidir. İkinci tip her öğ-
retmenin kendi laboratuvar ı, atölyesi veya tezgahında öğretim araç-
larını hazırlayarak ayr ı sınıfların öğrencilerini sırasiyle orada bekle-
mesi yoludur. Bu tip ilk bak ışta pahalı, uygulanması güç gibi görünür.
Halbuki zaten fizik, kimya, tabiiyat, jimnastik, resim, v.b. derslerinin
laboratuvar ve atölyeleri vard ır. Bunlara yalnız tarih-coğ rafya, dil-
felsefe derslerine ait kütüphane ve atölyeler kat ılacaktır. Bugün uygu-
lanan usulde öğretmen dersi sınıfta siyah tahta üzerinde şekiller çize-
rek anlatıyor. Bazı derslerde bu tahta bile kullan ılmıyor. Öğretmen
yarı aktif oldu ğu halde öğrenciler seyirci mevkiinde kal ıyorlar. Seyir-
cilik dikkati gevşetiyor ve ö ğrencilerden bir kısmı dersin yarısından
sonra dikkatlerini tesbit edemiyecek hale geliyorlar. Laboratuvar ve
atölyelere gelince, sınıfta teorik olarak dinlenen dersin uygulanmas ı
olduğunu öğrenciler güçlükle hat ırlıyorlar. Laboratuvar çal ışmaları
bu yüzden cihaz haz ırlaması ile boş geçiyor. Halbuki öğretmenin dersi
aktif olarak vermesi, yani teori ile prati ğin aynı yerde verilmesi ve
dikkatin laboratuvarda meydana getirilen tabiat olay ı üzerine çevril-
mesi gerekir. Ayn ı şey tarih, co ğrafya, edebiyat dersleri için de söyle-
nebilir.
Liselerde fen ve edebiyat bölümlerinin ayr ılması da birçok sakın-
calar doğurmaktadı r. Yukarıda gördüğümüz gibi bazı öğretmenler
kendi derslerine üstün de ğer vermek yüzünden bir k ısım öğrencileri
küçilinsiyorlar. Ayrıca mimar, mühendis, inşaatcı olacak bir gencin
sanat ve edebiyat bilgilerine ne derecede ihtiyac ı varsa, romancı, ede-
biyat tarihcisi, dram yazar ı, ressam olacak bir gencin de fen bilgilerine
aynı derecede ihtiyacı vard ır. Nitekim bugün Avrupa Teknik Üniver-
siteleri bu eksikliği duyarak programlar ına kültür tarihi, sosyoloji ve
felsefe derslerini koymaktad ırlar. Yalnız edebiyat ve fen bölümleri
birleştirilirken sı navlarda gençlere baz ı dersleri seçme hakkı vermeli-
dir. Olgunluk veya bakalorya'n ın lise bütünlüğünü ve üniversite ih-
tiyacını garanti etme bakımından lüzumu üzerinde durmu ştum. Buna
karşı sınıf sınavların kaldırarak her ay sonunda verilen kanaat not-
ları toplamı ile sınıf geçme usulü konmal ıdır.
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 17

Çocuklara ve gençlere yak ın çevre klişeleri, daha sonra medeniyet


çevresi klişeleri adeta ezberletilerek ö ğretilmemelidir. Yaşanmış de-
ğerler olmadıkça bu klişeler çocukları taklitcilik içinde b ırakı r. Bu da
onların kişiliklerini ve yarat ıcılıklarını kaybetmelerine sebep olur. Buna
karşılık çocuklarda değerlerin yaşanmış ve anlaşılmış olması sağlan-
malıdır. Burada da milli değerlerden sonra medeniyet çevresinin de ğer-
leri yaşatılacak ve aralarındaki münasebet (yani milli kültür-medeniyet
münasebeti) gösterilecektir. De ğerler öğretilir, anlatılır, örnekler
yaşanır ve yaratılır. Bu safhalardan yükselme temin edilemezse çocuk-
lara öğretilen değerler klişe değer olarak kalır. Çocukların anladıklan
ve yaşadıkları değerler içinde yarat ıcılık safhasına yükselmeleri hayatta
kendilerine çizecekleri yolu da tayin eder. Böylece lisenin son s ınıf-
larından başlayarak fizikçiler teknikciler, ressamlar, şairler, hikaye,
roman ve dram yazarlar ı belirir. Art ık bu tarzda yeti ştirilen çocukları
test usulünde oldu ğu gibi talih veya kur'a yolu ile şu veya bu mesleğe
doğru yöneltmeye lüzunı kalmaz. Çocuk, yani genç adam hayalinin
programını kendi çizer.

Cumhuriyetle Eğitim sistemi yeni bir safhaya girdi. Atatürk'ün


önderliği ile başarılan Cumhuriyet, Laiklik, Demokrasi (halkçılık),
Medeni Kanunun kabulünden sonra ö ğretim müesseselerinde esasl ı
değişiklik başladı.
A) Önce öğretimin bir elden yönetilmesine (Tevhidi-tedrisat)
başlandı. Askeri ve sivil bütün okullar bir yönetim ve denetime ba ğ-
landı.
B) Laikliğin sonucu olarak genel e ğitim dışında dini eğitime ayrı
bir yer verilmedi.
Skolastik bir öğretim sisteminin kal ıntısı olan medreseler kald ırıl-
dı. Din öğretimi genel ö ğretim içinde bir ders olarak yer ald ı.
Atatürk 1921 de toplanan (15 Temmuz) Maarif Kongresi'nde
verdiği nutukta şöyle diyordu: " Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve
terbiye usullerinin milletimizin alçal ış tarihinde en mühim âmil olduğu
kanaatindeyim. Bir milli terbiye programından bahsederken, eski
devrin yabancı tesirlerle doğmuş hurafelerinden tamamen uzak milli
ve tarihi karakterimizle uygun bir kültür kastedi3 orum. Çünkü milli
davamızın tam gelişmesi ancak böyle bir kültür ile temin edilebilir...
Gençlerimizi yeti ştirirken onlara ba şlıca varlığı ile, hakkı ile, birliği
ile çatışan bütün yabancı unsurlarla sava şmak lüzumu, milli fikirleri
18 BILMI ZIYA ÜLKEN

onlara zıt olan fikirlere kar şı şiddetle ve fedakarlıkla savunma zarureti


telkin edilmelidir. Devamlı ve müthiş bir cidal şeklinde görünen ka-
vımların hayatı, bağımsız ve mutlu kalmak isteyen her millet için bu
üstün vasıfları şiddetle taleb etmektedir.
Milletin huzurunda milli maarifimiz için dü şündüklerimi ifadeye
imkân veren bu vesile ile gelecekteki kurtulu şumuzun değerli öncılleri
olan Türkiye Öğretmenleri hakk ındaki saygıdeğer hislerimi zikr et-
mek isterim. "Silâhiyle oldu ğu gibi beyni ile de sava şmak zorunda
olan milletimizin, birincisinde gösterdi ği kudreti ikincisinde de gös-
tereceğine asla şüphem yoktur."
Atatürk 1 Mart 1922 B.M.M. açılış nutkunda şöyle diyordu:
"Yüzyıllardan beri milletimizi idare eden hükümetler de maarifi yay-
mak arzusunu göstermi şlerdir. Ancak bu arzularına ulaşmak için Şark
ve Garbı taklitten kurtulamad ıklarından, netice milletin cehilden kur-
tulamamasına ulaşmıştır. Bu hazin hakikat önünde bizim takibe mec-
bur olduğumuz maarif siyasetimiz şöyle olmalıdır : Bu memleketin
hakiki sahibi ve içtimai heyetimizin esas unsuru köylüdür. Bu köylü-
dür ki, şimdiye kadar Maarif nurundan mahrum kalm ıştır. Bizim takip
edeceğimiz Maarif siyasetinin temeli önce mevcut cehli ortadan kal-
dırmaktır. Bütün köylüye okumak, yazmak, vatan ını, milletini ve
dünyayı tanıtacak kadar co ğrafi, tarihi, ahlaki bilgi vermek ve arit-
metikte dört işlemi öğretmek Maarif program ımızın ilk hedefidir. Bu
hedefe ulaşmak maarif tarihimizde mukaddes bir merhale te şkil ede-
cektir.
İlk ve Orta tahsilde terbiye ve talim usulünün pratik ve tatbiki
olması şarttır. Kadınlarımız da aynı derecede tahsilden geçerek yeti-
şeceklerdir."
Gazi Mustafa Kemal 27 Ekim 1922 akşamı Bursa'da İstanbul'dan
gelen öğretmenlerle birlikte Bursa ö ğretmenlerine verdi ği nutukta
Maarif hakkındaki görüşlerini açıklamada devam etti. 1 Mart 1923 de
B.M.M. açılış nutkunda öğretimin süs ve eğlence için değil, pratik
gayeler için verilece ği noktasında israr etti. "Yedi sene içinde memleke-
timizde ilk ve orta tahsilin islahı için Anadolu 15 Darulmuallimin
(Öğretmen okulu) m ıntıkasına ayrılacaktır. Buralarda tam devreli
birer sultani (Lise) ile 200 talebelik bir Darulmuallimin-i iptidai ( İlk
Öğretmen Okulu) bulunacaktır. Bu mekteplerin eğitim ve öğretim
heyetleri 60'ar ki şiye ulaşacaktır. Bu mekteplerde pratik ö ğretim, kon-
feranslar tertip edilecektir. Telif ve Tercüme i şleri geliştirilecek, Da-
CUMHURİ YET DEVRİ 50 YILLIK TÜRK E Ğİ TİMİ 19

rülfünun müderrisleri bu i şe teşvik edilecektir. Devlet kitab ı adıyle


pratik ve açık ifadeli kitaplar halka dağıtılacaktır" dedi.
1926 (1341) de Samsun Ticaret Mektebinde verdi ği nutukta
"Dünyada en büyük mür şit ilimdir" dedikten sonra Türk Milletinin
derin bir mazisi, zengin bir tarihi oldu ğundan, Osmanlı'dan önceki
Türk Tarihinin medeniyet bakımından zenginliğinden bahsetti. "Bu
günkü uyanıklığı düne, tarihimize borçluyuz" dedi.
Atatürk bu nutuklarından birinde sarih olarak ö ğretim ve eğiti-
min tek elde ve ilmî metodlar alt ında birleştirilmesini anlattı. Bu ifa-
deleri hemen bir az sonra "Tevhid-i Tedrisat" (ö ğretimin birle ştiril-
mesi) kanunu ile tesbit edildi.
10-9-1928 de Atatürk yaz ı inkılâbı hakkında nutkunu verdi. Bu
nutukta şöyle diyordu: "Her zaman, her yerde oldu ğu gibi burada
da halk ile karşı karşıya geldiğim anda, büyük bir kuvvetin tesirinde
kaldığımı duydum. Bu kuvvet nedir? Türk halk ının kalp kaynakların-
dan gelen hislerin, arzular ın, heyecanların bir hedefte, bir gayede bir-
leşmesidir. Bu kuvvetin bu kadar kollektif olabilmesi, onun çok temiz,
çok asil olması ile mümkündür."
1 Kasım 1928 B.M.M. aç ılış nutkundan: "Maarifte sarfetti ğimiz
gayretlerin bugünkü neticeleri bizi radikal tedbirler alabilecek bir
seviyeye getirmi ştir. İlk tahsilin umumi ve mecburi olmasın ı, memle-
kette terbiye birli ğini, orta tahsilin iyi vasıtalarla kolayla ştırılmasım,
meslek tahsilinin ilk ve orta derecesinden en yüksek derecesine kadar
memlekette teminini, yüksek tahsilin de say ıca olduğu kadar de ğerce
de bu asrın ihtiyaçlarına yetmesini hedef tumuştur. Her şeyden önce
bu inkişafın ilk basamağı olan meseleye dokunmak isterim. Vatanda ş-
lara kolay bir okuma yazma vermek lâz ımdır. Bu anahtar Lâtin esa-
sından alman Türk harfleridir. Bunun kullan ılması Türk çocuklarının
ne kadar kolay okuyup yazdıklarını güneş gibi meydana çıkarmıştır."
1 Kasım 1936 B.M.M. açılış nutkundan: " İlk tahsilin yayılması
için sade ve pratik tedbirler almak yolunday ız. İlk tahsilde hedefimiz
bunun umurni olmasını gerçekle ştirmektir. Bu neticeye varmak ancak
fasılasız tedbirler almakla ve onu metodlu tatbikle mümkün olabilir.
Sanat ve teknik mekteplerine ra ğbet artmıştır. Yüksek tahsil için
Ankara Üniversitesine T ıp Fakültesi ile ba şladık. Ankara'da bir Kon-
servatuvar ve bir Temsil Akademisi kurulmaktad ır. Güzel Sanatlarm
her şubesi için çalışmalar ilerlemektedir. Türk Tarih Kurumu ile Türk
Dil Kurumunun her gün yeni hakikat ufuklar ı açan ciddi ve devamlı
20 11İLMİ ZİYA ÜLKEN

çalışmalarını takdirle yâdetmek isterim. Bu iki Ulusal Kurumun,


tarihimizin ve dilimizin karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini
ortaya koydukça yaln ız Türk milleti için değil, bütün ilim alemi için
kutsal bir vazife olduklar ını emniyetle söyleyebilirim."
1 Kasım 1937 B.M.M. açılış nutkundan: "Memleketi şimdilik
üç büyük kültür bölgesi halinde mütalaa ederek, Garp bölgesi için
İstanbul Üniversitesinde ba şlanmış olan ıslahat programını radikal
bir tarzda ilerletmek ve Cumhuriyete cidden modern bir üniversite ka-
zandırmak; Merkez bölgesi için Ankara Vniversitesini az zamanda kur-
mak; Do ğu bölgesi için Van gölü sahillerinin en güzel bir yerinde mo-
dern bir kültür şehri yaratmak yolunda bulunuyoruz. Türk Tarih ve
Dil Kurumlarının Türk Milli varlığını aydınlatan çok önemli birer
ilim kurumu halini aldığını görmek hepimizi sevindiren bir hadisedir."
1 Kasım 1938 B.M.M. açılış nutkundan: "Yüksek tahsil genç-
lerini istediğimiz ve muhtaç olduğumuz gibi milli şuurlu ve modern
kültürlü yeti ştirmek için İstanbul Üniversitesinin tekemmülü, Ankara
Üniversitesinin tamamlanmas ı ve Şark Üniversitesinin yap ılan etüd-
lerle Yarı gölü civarında kurulması çalışmalarına hızla ve önemle de-
vam edilmektedir."
Atatürk'ün ölümünden önceki bu' son nutku idi.* Cumhuriyetin
kurucusu, kendi iradesiyle ba şlanan ve devam edilen maarif te şebbüs-
lerinden büyük bir haz duyuyordu. Ondan sonra Türkiye Maarifi bir
yandan teknik okullar ın çoğalması, bir Teknik Okullar Müste şarlığı-
nin kurulması, bir yandan da Osmanlı zihniyetini a şan çok-üniversitelili-
ğe doğru gidilmesi hedefti. Atatürk'ün Van üniversite şehri tasawuru
sonradan gerçekle ştirilmedi. Onun yerine Izmir'de Ege Üniversitesi,
Erzurum'da Atatürk Üniversitesi kuruldu. Yak ın yıllarda Trabzon
Üniversitesi, Diyarbakır Üniversitesi kurulmaya ba şladı. Adana'da
bir üniversitenin çekirde ği olacak birkaç Fakülte aç ıldı. Ankara'da
öğretimi İngilizce olan ve Türk parasiyle kurulan Orta-Do ğu Üniver-
sitesi açıldı . Yine Ankara'da Hacettepe Hastahanesi büyüyerek önce
bir Tıp Fakültesi daha sonra bir çok Fakülteleri ile Hacettepe Üniver-
sitesi halini aldı . Konya'da bir Üniversite kurulmas ı fikri ortaya ç ıktı .
Üniversitelerin çoklu ğu, fikrin bütün vatan sath ına yayılmasını
sağladığı gibi, gittikçe sayıları artan Lise mezunlar ına tahsil sahalar ı
temin etti.
* Bu nutuk B.M.M. inde okundu& s ırada Atatürk Şifa bulmaz hastal ıktan
yatıyordu.
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞİTİ Mİ 21

Üniversitelerin çokluğu ve tek merkezden ç ıkması (decentralisa-


tion) Türk fikir hayat ında geçen yüzyıldan itibaren ortaya at ılmış idi.
Selçuklular ve Anadolu beylikleri zaman ında fikir hayatı tek merkezde
toplanmıyordu. Konya kadar Sivas, Kayseri, Ak şehir, Niğde, Erzu-
rum, v.b. şehirlerde de yüksek ö ğretim yapan medreseler vard ı. Os-
manlıların ilk devirlerinde fikir merkezlerinin çoklu ğu devam etti.
Hatta Istanbul'un fethinden sonra Bursa, Iznik, Edirne, v.b. medrese-
leri önemini kaybetmedi. Bu medreselerde yaln ız dini ilimler değil, Tıp,
Astronomi, Matematik gibi hayat ilimleri de okutuluyordu. Ancak
Osmanlı Devleti Bizansın yerini alan bir imparatorluk oldu ğu zaman
yüksek öğretim Istanbul'da topland ı ; bu öğretimin ağırlık merkezi
İslam Hukuku (Fıkıh) idi. Bu suretle devlet idaresinde hizmeti olan
Kadı'lar yeti ştiriliyordu. Hayat ilimleri ikinci plana geçti.
Bu aşırı merkeziyetçiliğin zararlarını önce Ahmet Cevdet Pa şa
gördü. Fikir merkezlerinin ço ğaltılması ihtiyacından "Tezakir" de
bahs etti. Aynı fikri Celal Nuri "Edebiyat- ı Umumiye" dergisinde ileri
sürdü (Mütareke, 1918). Cumhuriyet ku.rulunca Gazi Mustafa Kemal
bir nutkunda bu konu üzerine dikkati çekti. İstanbul Üniversitesi
müderrislerinden M. İzzet 1928 de Ankara'da çıkan "Hayat" adlı
önemli fikir dergisinde bu fikir üzerinde durdu. " İnsan" dergisinde
(1938) bu makalenin yazar ı ve "İş" dergisinde (1940) Fındıkoğlu bu
fikirde israr ettiler. Üniversiteleri ço ğaltma te şebbüsüne karşı tepki
Istanbul'un bazı profesörlerinde uyan ık Bu tarzda acele kuruluşlara
"Gecekondu Üniversitesi" ad ını verenler oldu. Fakat sonraki yıllar
gösterdi ki bu yeni Üniversitelerin dinamizmi kat ılaşmış müesseseleri
aşmaktadır.
Üniversitelerde olduğu gibi Orta öğretimde de merkezden uzak-
laşma ve çok şekillilik ihtiyatı kendini göstermektedir. Orta ö ğretim
meslek okulları, hayat okulları, ticaret ve tar ım okulları, sanat okul-
ları olmak üzere çok çe şitli bir yelpaze halinde geli şmelidir. Bu gelişme
Tevfik Ararad' ın "Tam ölçüde Lise" davası (1939) kadar önemlidir.
Zaten tam ölçüde ve bütün ö ğretim ve eğitim şartlarını kendinde top-
layan hakiki "Lise"nin kurulmas ı çok güçtür. Böyle bir müessese mü-
dür, ekonom, proviseur gibi birçok yöneticilere ve ders naz ırlarına
muhtaçtır. Gerçekten lise denmeye lay ık olmak için laboratuvarlar ı ,
atölyeleri, kütüphaneleri, konferans salonu, tam te şekküllü öğretim
heyeti ve yöneticileri ile kurulmu ş olması lazım gelir. Bu araçlar ı temin
etmeden iğreti binalarda eksik ö ğretim heyeti ile kurulmuş öğretim
müesseselerine hiç bir suretle lise denemez. Bu yar ım ve her bakımdan
22 HİLMİ ZİYA ÜLKEN

yetmez te şekküllerde okuyan ve mezun edilen gençlere de "Lise mezu-


nu" denemez. Bu şartlarm ağırlığını, güçlüğünü hesaba katmadan lise
sayılarını arttırmak yapılan teşebbüslerin maarif hayatında ilerletici
rolü olduğunu farz etmek tamamen yanl ıştır. Bu suretle elde edilen şey
kalite yüksekliği değil, sadece mezun sayısının çokluğudur. Bunlar da
Üniversiteler ve Yüksek okullar ın istediği öğrenciler olamazlar. Şu
halde her şeyden önce Lise öğretmeni ve yöneticilerini yeti ştirme yoluna
girmeli, kurulan liselerin tam te şekküllü olmasına dikkat etmeli, bu
bakımdan maddi imkanlar tam olarak temin edilmedikçe Lise say ısını
istatistik bir yarışma gibi arttırmağa kallcmamalıdır.
Bu şartlara uygun bir orta ö ğretim te şkilatına girince liselerden
önemli bir kısmının sanat okulu, hayat okulu, i ş okulu haline kona-
cağı ve mezunların hayat için hazırlanacağı kendiliğinden anlaşılır.
Vakaa Teknik Ö ğretime verilen yer Atatürk zaman ında gittikçe büyü-
müş ve zamanla bu te şkilat Milli Eğitim Bakanlığında büyük bir yer
almıştır. Teknik Öğretime ait ilk te şebbüs Niş'de Mithat Paşa
(1860) zaman ında başlar. Bu i şdeki başarısından dolayı Mithat Paşa'ya
1868 de de Istanbul'da "Mekteb-i Sanayi" açma i şi verildi. Sait
Pa şa 1888 de hazırladığı layihasında "Ticari ve Maddi ilimler kuvvetiyle
memleket umranının artmasını" düşündü. Bu suretle mesleki ve teknik
tahsile önem vermek istemi şse de bu te şebbüs sönük kalmıştı. 1908 de
II. Meşrutiyet vakaa Bat ı fikirlerinin bütün yollar ına kapı açtı
ve Galatasaray Sultani (Lise) sinden sonra birçok liseler açma te şeb-
büsünü Emrullah efendi ve Şükrü Bey ilerlettiler. Fakat liselerin geni ş
mikyasta yayılması ancak Cumhuriyet devrinde mümkün oldu.
II. Meşrutiyet 1908-1918 arasındaki kısa sürecinde Teknik Ö ğ-
retime gereken yeri veremedi. Mithat Pa şa zamanında başlayan teşeb-
büs bile yarım kaldı. Ancak Cumhuriyet'in ba şında Teknik Öğretim
işi ciddiyetle ele al ındı. 1339 da. Atatürk İzmir Sanat Mektebi'ni ziya-
retinde tebriklerini bildirmi ş, 1925 deki 3 ncü ziyaretinde mektebin git-
tikçe ilerlediğini gösteren satırlar yazmıştı.
Cumhuriyet idaresi 1926 da John Dewey'i davet etti. Bu tan ınmış
Amerikan filozof ve Pedago ğundan Türk Maarifi'nin islah ı için bir
rapor istendi. Fakat raporda Türkiye'nin özel sosyal şartlarma göre
ayrmtılı bilgi verilmiş olmadığı için rapor pratik bir netice vermedi.
Aynı yıl sonlarına doğru Alman Pedagogu Kühne çağırıldı . Bu rapor
da sosyal şartlara ait tetkike dayanmad ığı için aynı suretle tatbik saha-
sına konamadı.
Yine 1926 sonlarında Bruxelles'de Mesleki Ö ğretim Umum Mü-
CUMHURIYET DEVRI 50 Y İ LLİK TÜRK E ĞITIMI 23

dürü olan Omer Buyse, Teknik Ö ğretimi teşkilâtlandırmak için davet


edildi. O. Buyse, Maarif U. Müfetti şlerinden Kemal Zaim'le beraber
Türkiye'de bölge bölge seyahatler yaptı. Memleketin sosyal bünyesini
tetkik ederek geli ştirilecek olan Teknik Ö ğretim Teşkilatına ona göre
şekil verdi. Omer Buyse'dan sonra 1930 da getirilen Alman mütehass ısı
Yung'un incelemeleri ve raporu onu tamamlad ı. Bu tetkiklere göre
yapılan başlıca genel işler şunlardı : 1) Mesleki Yüksek Ö ğretim
Dairesi te şkil edildi. 2) Mesleki ve Teknik Tedrisat Dairesi ku-
ruldu. 3) Meslek Okulları için Avrupa'da Ö ğretmen yeti ştirildi.
1927 de mevcut meslek okullar ında kullanılan öğretmenlerin ço ğu bu
okullarda öğretmenlik yapacak şekilde yetişmemiş olduğundan, bu
okullardan istenilen geli şmeyi ve verimi temin imkansızdı. Gerek halen
çalışan, gerek yeniden açılacak meslek okulları için uzmanlara tesbit
ettirilen ders programlarını selâhiyetle uygulayabilecek ö ğretmenlere
ihtiyaç vardı . Türkiye'de çe şitli meslek okullarm ın öğretmenlerini
yeti ştirecek müesseseler olmad ığı için, bunların Avrupa'da tahsil gör-
meleri kararla ştırıldı. 1927 den itibaren muhtelif Avrupa memleket-
lerine türlü meslekleri ö ğrenmek üzere ö ğrenci gönderildi.
1939, I. Maarif Ştlrası Türkiye Milli Eğitim mesleklerini bütün
öğretim seviyelerinden ilk defa genel olarak ele alan bir kongre oldu.
Hasan Ali Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığı zamanında Ankara'da top-
lanan şüraya İstanbul ve Ankara Üniversitelerinin ba şlıca Profesör
ve Doçentleri, Bakanl ık, Umum Müdür ve Müdürleri, Talim ve Ter-
biye, Orta Öğretim öğretmenlerinden seçilmi ş öğretmenler, bazı me-
buslar ve bazı eski üniversite profesörleri kat ıldılar.
Şüra çalışmalarına yüksek öğretim meseleleri ile ba şladı. Prof.
Akil Muhtar Özden'in raporu okundu. Tevfik Ararad ile Emin Ali
Çavli raporu tenkid ettiler. Emin Ali raporu müphem buldu ğunu
söyledi. Cevad Dursuno ğlu İlk, Orta ve Yüksek Ö ğretim derecelerinin
birbirinden şikayet etmeleri ve kusuru ba şka bir derecede görmelerinin
yersizliğinden bahs etti. Fahrettin Kerim Gökay, şu veya bu makamın
karariyle tayin edilerek profesör al ınması adetinin Rüstem Pa şa zama-
nında başlayan bir bid'at olduğunu, yeni üniversitenin bunu kald ırdığını
söyledi. Ona göre "Hak ve Liyakati olmadan profesörlük -ünvanının
reklam olarak kullan ılmasına müsaade etmemeliyiz. Bu ünvanlar ın
pek kolay alınmamasımn bir kararla teminini istemek laz ımdır."
Gökay, Lise seviyelerinin eşitsizliğinden şikayet etti ve "liseden
gelenler bir yabancı dil bilmelidir dedi. " İsmail Hakkı Tonguç Şüra-
nın ilk hedefi ülkenin % 80'i olan köyler olmal ıdır" dedi. Buralardan
24 HİLMİ Z İYA ÜLKEN

yüksek tahsile gidilmemesinden iztırap duyuyoruz. Bu asil dava üze-


rinde durmal ıdır..." dedi.
Enver Ziya Karal doçentlerden şikayet edenlere cevapla "onlar ın
ellerine 126 lira geçtiğinden ve her birinin mesle ğinde gayret göster-
diğinden bahs etti. F. K. Gökay, Tonguç'a şöyle cevap verdi: "Ton-
guc'a göre memlekette köylüden ilim adam ı yetiştirmek! Bunda pek
haklıdır. Merhum Reşid Galip aynı şeyi söylemişti. Bu fikir doğru.
Yalnız ben Yüksek tahsili büyük şehirlere inhisar ettirmelidir, deme-
dim. Bu iddia varid de ğildir."
Dr. Akil Muhtar: "Bizim Yüksek Ö ğretimle meşgul olmamıza
bakarak ilk ve orta ö ğretime karşı ilgisiz olduğumuza hükmetmek
haksızlıktır." dedi. Emin Ali Çavli, Dr. Saim Dilemre'ye cevap vere-
rek: "Türkçede 200,000 kelime oldu ğu söylenemez. Bu kadar kelimesi
olan bir dil de yoktur. Lisamn sadele şmesi için bir cereyan vard ır.
Bizim lisanımızda birçok kelimeler arapça ve farsça diye kullan ıl-
mıyor. Onun yerine birçok almanca, frans ızca kelimenin kullan ıldığı
görülüyor. Fransızcanın içine de başka dillerden kelimeler al ınmıştır.
Asırların bize miras bıraktığı bir lisanı niçin terk ediyoruz ?" dedi.
Dr. Akil Muhtar Üniversitede talebe çokluğundan rahatsız olan
iki müessese Tıp Fakültesi ile Kimya Enstitüsüdür deyince Emin Ali
Çavli ona şöyle cevap verdi: "Aziz Dr. talebe ço ğaldı, miktarı tandit
edelinı diyor. Bendeniz ilim ve irfan ın tandit edilmesine taraftar de ği-
lim. Bu, medeni haklardan bazı vatandaşlarımız' mahrum etmektir.
Tıp tahsiline geliyorlar. Onlara: Yerimiz yoktur! fazla talebe okuta-
mayız diyoruz. Bina yetmiyorsa yeni binalar yapmal ıyız" dedi. Vehbi
Sandal ise: "Yüksek tahsili tanzim ve tandid etme ğe taraftarım" dedi.
Ona göre "Yüksek tahsili tandidi gerektiren sebepler ikidir: 1) Bina,
dershane, laboratuvar noksanli ğı ; 2) Devlet bütçesine ait noksan. Büt-
çenin buna tahammülü yoktur. 23.000 ö ğrencimiz var. Liselerimiz
memleket için pek hay ırlı müesseseler de ğildir."
Sfiranın 8. günü yine yüksek ö ğretim üzerine Baltacıoğlu konuştu.
"Bunu doğuran kanaat ikidir: 1) Lise ö ğretmenlerinin üniversite ile
yetişeceği kanaati. 2) Lise ö ğretmeninin pedagojik bir te şekkülden
sonra lise öğretmeni olacağı kanaati. Her iki kanaat bütün dünyaca
mutlaktır. Ben bu formasyonun eksik olduğuna kaniim Bu i şde her
fedakarl ığı göstermeliyiz. Bir bahç ıvan mektepte okumakla bahç ıvan-
lık yapamadığı gibi 100 sene ziraat enstitüsünde tahsil eden bir genç de
mısır koçanı görünce şaşırıp kalır.
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 25

Aynı günün 2. celsesinde Beden E ğitiminin düzelmesi üzerinde


konuşuldu. Vildan Aşir, Şahab Nazmi, Necmettin Halil söz ald ılar.
Daha sonra bu konuda F. K. Gökay, Baltac ıoğlu söz aldılar.
4. celse Ne şriyat konusu üzerinde idi. Emin Ali. Çavli "mektep
kitaplarına ait rapor çok iyi haz ırlanmıştır" diye söze başladı . "Fakat
bu şeklin külliyen aleyhindeyim" diye devam etti. Hatibe göre "Rusya
müstesna, hiç bir yerde bu tarzda i ş yoktur. Yalnız Almanya'da bir
az kayıt vardır. Biz en mükemmeli alma ğa gayret ediyoruz. Ka ğnı
değil modern otomobil kullanırken nasıl olur da mektep kitabı yazmak
gibi muallime en büyük manevi ve maddi haz ve refah veren bir mües-
seseyi böyle kayıtlara tabi tutuyoruz? Muallim kendi mesle ğinde en
mükemmel kitabı yazmağa teşvik edilmeli ve yazılan kitaplarm reka-
beti onların şevkini, eser verme hususunda kudretini artt ırmalıdır.
Nizamnamede deniyor ki "Devlet şu kitapları kabul eder. Geri kalan
kitaplar için yardımcı diye tavsiyede bulunur. Bu yard ımcı kelimesini
kaldıracak olursan ız benim prensibimi kabul etmi ş olursunuz." Saim
Dilemre ile mektep kitaplar ının müsabakadan geçmesi hususunda
tartışıyorlar. Emin Ali'ye göre böyle bir müsabakaya lüzum yoktur.
Kuvvetli kitap piyasada üstünlük kazan ır.
Halil Vedad Fıratlı mektep kitaplarını iki gruba ayırıyor: 1) Kül-
tür derslerin ait kitaplar; 2) Bilgi dersleri kitaplar ı. Ona göre birinci
kısım çocukların millî insani karakterini yo ğuracak olanlardır. Bun-
,

larda devletin mutlak kontrolü olmal ıdır. Kültür kitaplarının her


satırı Maarif Vekâletinin murakabesinden geçmeli ve bu hususta asla
müsamaha göstermemelidir. Bunlar ı en selâhiyetli insanlara yazd ır-
mak ve tek kitap olarak talebeye vermek laz ımdır. Devletin kuruluş
ve işleyişinde hakim olan fikirler kültür kitaplar ının manasını tayin
eder. İkinci kitaplar için daha müsamahal ı olabiliriz. Onların da müf-
redati usulü, terbiye de ğeri yine Maarif Vekâletinin kontrolünde ola-
caktır. Ancak muhtevaları bakımından bunlar devletin naz ım prensip-
leri ile alakalı değildir.
Baltacıoğlu kitap meselesine ait dü şüncesini şöyle ifade etti:
"Öğretmenin tek yarad ışı kitap yazmakt ır. Pedagojik sistemler ke şfe-
den hocalar vard ır. Onun için tek kitap sözü yerine devlet kitab ı kli-
şesini koymakla hocam yaratma kap ıları kapanmış demektir. Bu bir
nevi inhisarcılıktır. Devlet kitabını şiddetle müdafaa edeceğim. Çünkü
bizim terbiye müessesemiz devlet müessesesidir. Bunun için ba şıboş
bir hürriyete, pedagojik liberalizme taraftar de ğilim. Rejimin bütün
karakterleriyle ahenktar olmal ıyız."
26 Hİ LMİ ZIYA ISILKEN

Saim Dilemre'ye göre devlet tetkik ettirir demek takyit demektir.


Sami Akyol'a göre tek kitap veya devlet kitab ını okutanlarm devlet
kontrolünden geçtiğini gördüm. Kitap intihabını ticaret vesilesi sayan-
larm yapacakları tesir göz önünde tutulmal ıdır.
Baltacıoğlu'na göre ilim kültürü, teknik kültürü hiç bir yüksek
müessesenin inhisarında değildir. İlkokuldan Üniversiteye kadar her
öğretmen ilmi hakikate ve metodlara boyun e ğmeğe mecburdur. Biz
öğretmenden talebeyi yarat ıcı kılmasını isteriz. Devlet kitabını şöyle
müdafaa edeceğim: Bizim terbiye ınüessesemiz devlet müessesesidir.
Ali Fuad Başgil'e göre "tek kitap yolunu tutan bizden ba şka iki
memleket var: İtalya, Rusya. Ben bu usule taraftar de ğilim". Saim
Dilemre şöyle diyor: "Emin Ali'ye cevap verirken bir az tek kitap
taraftarı oldum. Fakat bu kabulüm k ısmidir. Mesele kitap meselesi
değil, muallim meselesidir. O zaman herkes serbest kitap ç ıkarır Ama
bunlar bir selection'a u ğrar. Ben bir kitap okuyan adamdan korkar ım.
80 kitap okuyan ise sersem olur."
Vehbi Sarıdal'a göre tek kitabın okutulması doğru değildir. Önce
"Devlet Kitab ı" tabiri yerinde değildir. Emin Ali fikirlerini şöyle ge-
liştirdi: Devlet gayet güzel kitap ne şr ediyor diyorlar. Böyle şey yok-
tur. Mesela köylülere domuz eti tavsiye eden kitaplar ın hatalarını dışa
rıda aramağa lüzum var. mı ? Bu kitapları tetkik edecek olursak içle-
rinde bir sürü hatalara rastlar ız. Bir Tarih kitab ında 100 sene muhare-
beleri unutulmuş. Baştan aşağı okudum, böyle bir devre rastlamad ım.
Bu kitapları eğer kendi tertip ve tasnifinize uygun görüyorsan ız bütün
dünyaya neşr edin. En yeni model binalar yap ıyoruz; kitap usulüne
gelince en geri tarafı tercih ediyoruz. Ben mektep kitaplar ından 75.000
lira kazandım. Bunun temin etti ği menfaat Maarif Vekâletinin 100 veya
300 lira gibi bir bahşişi değildir. Ben bunları 25 senelik çalışma haya-
tımın mükafaatı olarak aldım. Kitapçılar suiistimal yapabilirler. Fakat
işe el koyanlar buna mani olabilirler. Usule aykırı hareket eden bir
kitapçı cezalandırılır. Fakat bu hürriyet yolu ile na şir, matbaacı, ki-
tapçı, okuyanlar, muallimler istifade ederler. Serbest kitaplar önce
fena olacakt ır. Fakat disiplinli hürriyet sistemi devam ettikçe kitaplar
rekabetle gitgide mükemmelle şecektir. Halbuki matbaacılar kemal'-i
hürriyetle bizi istismarda devam ediyorlar. Bu hususta mesul tutulan
kimseyi görmedim.
Baltacıoğlu şöyle düşünüyordu: Dışarda kitap basılması serbest
olmalı. Fakat kağıdın cinsi, nefaseti, tabi'de gösterilen itina kay ıtlara
tâbi olmak şartıyle.
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 27

4 ncü celse: Orta ö ğretim konusunda idi. Orta ö ğretim talimatna-


mesi okundu. Üzerinde müzakereye girildi. Baltac ıoğlu: En nazik bir
mesele üzerindeyiz; disiplin. Okul disiplininin mahiyetini göz önünde
bulundurmalıdır. Ceza, suç tabiri hukuki tabirlerdir. Her şeyden önce
okulun bir mahkeme olmad ığını kabul etmeliyiz. Bir müdür, bir ö ğ-
retmen yarg ıç (hakim) de ğildir. Öğrenciler de sanık değildir, ve olamaz.
Asıl mesele sorumlu olmayan insanın sorumlu hale getirilmelidir. Hem
sorumlu değil, hem sorumluluğun te şekkülü, ahlaki iradenin te şekkülü
söz konusudur. Te şekkül etmemiş insanlara cemiyetin lay ık gördüğü hu-
kuki cezayı veriyoruz. Bu büyük tezatd ır. Bir okul müdürünü, ceza-
landırılan bir öğrenci için, ziyaret ettim: — Hastas ında apandisit gören
bir doktor kızar mi? dedim. Hayır, tedavi eder dedi. — Siz ise hastaya
kızıyorsunuz. Sosyoloji bak ımından ceza, cemiyetin kolektif vicdan ı
rencide eden bir fiili takbih etmesidir. Halbuki bir çocu ğu okulunuza
getiriyorsunuz. Bizim maksadımız "gayr-i içtimai" olan huylar ın yerine
iyilerini koymaktır. Suçun ne içtimai sâikini, ne ahlaki âmilini, hatta
ne de maddi sâikini ara ştırmamışsınız. Ortada bir suç vard ır, diye
ceza vermişsiniz. Bunu mahkeme yapar. Okulun görevi fiilin ilmi
bakımdan te şhis edilmesidir. Bu da ara ştırma ile olur. Biz ö ğrenciye
"anlamadın!" diyoruz. S ınıfta bırakıyoruz. "Kaçtın!" diye cezalan-
dırıyoruz. Yeti ştirmeğe bakmıyoruz.
F. K. Gökay'da şu mütalaada bulundu: Baltac ıoğlu esas davayı
ortaya attı. Talimatnamenin ne eski ne yeni şeklinde sorumluluğa
dair bir hüküm bulamadım. 19 Mayıs'ta bir çocuk lise müdürünü vur-
du. Bu çocuk bu liseye gelmeden önce de Kayseri'de bir arkada şını
yaralamış ve takibattan kaçarak müdürünü vurdu ğu liseye gelmişti.
O büyük günde bu şekilde suç işliyor. Patolojik kısma girmiyorum,
fakat umumi olarak söylüyorum ki bir tak ım anormal çocuklar vard ır.
Psikopat dediğimiz asocial tiplere okul sıralarında çok rastlıyoruz. Bun-
lar okul disiplinini bozuyorlar. S ık sık ceza gören bunlard ır. Bu hususta
yalnız ceza heyetinin tesirli olmas ı doğru değildir. Bu gibi suçların
menşeini o muhitte bulunan psikopat insanlarda tetkik etmelidir.
Okul hekimi bu sahada çok ihtisas yapm ış ve derinle şmiş bir kimse
olmalı ve bu mevzu ile u ğraşmalıdır.
Ali Fuat Başgil şöyle dedi: Burada birdenbire (alelfevr) ortaya
atılmış bir mesele var. Şu dakikada üç meseleyi konu şuyoruz. Bunları
ayrı ayrı ele almalıdır.
Reşat Şemsettin Sirer'e göre: Ceza kanunu suçlar ın karşılığı olan
cezaları sayar. Fakat biz çocu ğun suç sayılacak hareketleri kar şısında
28 HİLMİ ZIYA ÜLKEN

kalan terbiyecileri hakim (yarg ıç) mevkiinde görmediğimiz için okul


cezalarını başka esaslara göre tayin ediyoruz. Talimatname makbul
olmayan hareketleri saymakla kanm ıştır. Burada da müeyyideler
vardır. Fakat Baltacıoğlu'nun dediği gibi hastaya dar ılmak değil te-
davi etmek esastır. Lombroso'nun görü şünden hareketle hayattan ha-
pishaneleri kaldırmak hayal olur. Hemen ilave gidelim ki cemiyet içinde
insanları faziletli yurtta şlar olarak ya şatmak için hapishaneler ne bi-
rinci ne de en kuvvetli vas ıtalardır. Elbette okul, içtimai terbiye ve
diğer bu gibi vasıtalar ceza müeyyidelerinden önce gelir. Fakat bu hal
ne ceza kanununun ortadan kalkmas ını temin eder, ne de hapisanenin
çocuğu iyi, sıhhatli yapmasını.
Hakkı Tonguç, yine kitap meselesine dokunarak: Kitaps ız kal-
mak ihtimali vardır dedi. Köy mektepleri söz konumuz olunca, 14
milyonu alakadar eden bir mesele ortaya ç ıkar. Bir tek arkada ş müsa-
bakaya girmiş, kazanmış ; böyle şey yoktur. Biz kitaplar ı rica ve min-
netle yazdırıyoruz. Sadrettin Celal söz ald ı ; Kitaplar üç bak ımdan
tetkik ediliyor dedi: Dil, ilmî s ıhhat, pedagoji. Ben yaln ız dil üzerinde
duracağım. Bu bir okul kitabı midir? Sonra dilini tetkik etmeli. Dil
çocukların seviyesine uygun olmalı. Halbuki bu cihet ihmal ediliyor.
Orta öğretim konusu konuşulurken Vehbi Sandal, Ali Fuat Ba ş-
gil okul disiplini, öğrenci kabahatleri ve cezalar üzerinde konu ş tular.
Ali Fuat Başgil, Vehbi Sarıdal'a cevap verirken "mütalaas ının doğru
tarafı yok değildir diye başladı. Yalnız tahlil etmeli: Bir okul disiplini
bir ceza mahkemesi disiplininine k ıyas edilemez. Okulda ceza bir ter-
biye vasıtasıdır.
F. K. Gökay'a göre okullar için alkol, nikotin gibi uyu şturucu mad
delerden başka maddeleri de zikr etmelidir. Fakat Dr. Akil Muhtar
bu kanaatte olmad ığım söyledi. Bu kelimelerin çocuk kafas ına yerle ş-
tirilmesi kötü telkin tesiri yapar. Bilmedikleri şeylere merak ederler.
Talim ve Terbiye reisi Kadri Yörüko ğlu: "Çocuklarımız bunları pek
bilmezler" dedi. Biz nikotin ve alkolden ba şka şeylerden bahsetmedik."
Baltacıoğlu bu konuda şöyle söyledi: "Realite'den korkmamak laz ım-
dır. Çocukları iyi yetiştirmek için bütün güzelliklerle çirkinlikleri do ğ-
rularla iğrileri en küçük ya ştan öğretmeliyiz. İnsan eroin kullanmayı,
hırsızlık yapmayı iyi olduğu için yapmaz. Bilmeyerek, tesadüfen yapar.
Sonra kendini kurtaramaz. Bu fiilini hasta mant ığı ile rationaliser et-
meğe başlar. En küçük ya ştan eroincilik nedir, h ırsızlık nedir, yalan-
cılık nedir çocuk bilerek i ğrenmeli, bunları ona iğrendirerek ö ğret-
melidir."
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 29

Emin Ali Çavli şu fikri ileri sürdü: "Ben bu Talimatname mad-


denin de alkol ve nikotinin bulunmas ının aleyhinde söyleyece ğim.
Ben hiç sigara içmedim. Fakat sigara içmenin fena oldu ğunu zannet-
miyorum. Bazı marazi kimselerin alkolün, nikotinin aleyhinde bulun-
malarını doğru görmüyorum. Çocuğa bunlar hakkında icabeden ter-
biye verilmelidir. Fakat alkol ve nikotinin bir suç oldu ğuna inanan
adam de ğilim Onlar içtimai hayatta ne şe ve huzur veren şeyler ola-
bilirler". F. Kerim Gökay şöyle cevap verdi: "Bu mevzuu savunan-
ların marazi olduğuna dair koyduğu teşhisi kabul etmek istemiyorum."
10. gün Birinci celsede disiplin talimatnamesi konusuna devam
edildi. Hıfzırrahman R. Öymen şöyle ifadede bulundu: Disiplin Ta-
limatnamesi ile okulun en esaslı işini konuşuyoruz. Bir taraftan müka-
faatın aleni ifadesi vardır. Öte taraftan ceza kısmında aleni takdir
yoktur. Yani kendi sistemi içinde consequent de ğildir. Öğrenci suç-
larının hepsini yazmışız. Eksik kalanları tamamlamışız. Fakat öğren-
cileri takib etmekten sanki korkuyoruz. Hatta geri gitti ğimizi gösteren
şeyler var. 1927 de daha iyi idi.
Haysiyet Kurulu kalkıyor mu, anla şılmıyor. Bir tarafta ö ğrenci,
karşı tarafta ö ğretmen var. Böyle bir idare mi iyidir, yoksa mü şterek
bir okul hayatı mı ? Yani eski sistemde olduğu gibi öğrenci ayrı, öğret-
men ayrı mı olacak? Zanediyorum ki bu Talimatname ile ö ğrencileri
takib etmek ve onlarla uğraşmak istiyoruz. Ama hiç de o vaziyette
değiliz. Eskiden dayak ve falaka vard ı. Bugün bu vasıtalar itibardan
düşmüştür. İdare ve talebeyi ayr ı ayrı kabul etmek ve aralar ında dü ş-
manlık duyguları ile ayrılık görmek doğru değildir. Talebenin okul
ve idarelerine ve Vekâlete kar şı cephe almalarına yol açmamalıdır.
Bundan dolayı yeni Talimatname taslağını kendi bünyesi içinde con-
sequent görmüyorum." H ıfzırrahman Ra şit bu sözleri ile yeni peda-
gojinin Self Government denen metodunu savunmakta idi. Bu metod
1968 Fransa Talebe isyanından sonra Maarif Naz ırı Edgar Faure'un
yardımı ile çıkan yeni kanunun ve Participation fikrinin de ruhunu
teşkil etmektedir.
Halil Vedat Fıratlı'ya göre okul disiplini etrafında çok güzel şey-
ler söylendi. Fakat söylenen şeylerde realite bak ımından tatbik de ğeri
görmüyorum. Maarif Vekaleti 200.000 ö ğrenciyi 20-30 müdür, birkaç
yüz müdür muavini ile idare eder. Necmettin Halil'de şöyle düşünüyor :
Doktor hastan ın yanında yalnız merhamet hissi ile davranmaz. Gere-
kirse bıçağa sarılır. Onu hastalıktan kurtarma ğa çalışır. Elimize her
sınıfta 15-20 ki şi verilirse biz onlardan faydalanabiliriz. Orta ö ğretim
30 Hİ LMİ ZİYA i.İLKEN

müesseselerinin nasıl işlediğini, onların içinde bulunmadan bilme ğe


imkan yoktur. Bugünkü orta ö ğretim kurumları bundan 5-10 yıl ön-
ceki kurumlar değildir.
Tevfik Ararad: Ne okullarımız ideal okuldur; ne de bu talimat-
name idealdir. Okullar ımız ideal olmadığı gibi hocalarımız da umu-
miyetle ideal birer hoca de ğildir. Bu talimatname acele ç ıkması bakı-
mından noksan bir alet halindedir. Bunun sakatl ıklarını tartışmaya-
lım.
Hıfzırrahman Raşid'e göre "birkaç noktan ın tavzihi lazım. Bu-
rada konuşanlar söylemeye merakl ı insanlar değildir. Vazife olduğu
için söylüyorlar. Ayrıca; burada yap ılan akademik bir tart ışma değil-
dir. Biz hadiseler üzerinde konu şuyoruz." "Baltacıoğlu aşağı yukarı
aynı şeyleri söylüyor.
II. Celse: Emin Ali: Liselerde ö ğrenci mevcudu ortalama 600
dür. Sınıflarda bazen ö ğrenci kesafeti 70-80 dir. Bu durumda Tali-
matname tatbik edilemez hale gelir. Muallime tam hürriyet verilmeli-
dir.
XI. gün: Emin Ali: Liseler ve Ortaokullar ın tedrisat hayatında
büyük bir tekarnül var. Tevfik Ararad'a göre: Komisyon günün en
müsait devresinde ve çocuğun zinde saatlerinde ö ğretim yapmayı dü-
şünmüştür. Reşat Şemsettin'e göre: İlk ve Ortaokullarda dersleri ö ğ-
leden önce okutmağa bizi icbar eden bir zarureti de i şaret etmeden
geçmemeli. Ortaokul şehir ve kasabalarda ilk okulun devam ı mev-
kiindedir.
Hayri Ardıç'a göre: Yaln ız 48 kazada ortaokul vard ır. Geçen
ders senesi 13.000 ilk okul ö ğrencisi ortaokula giremerni ştir. Halbuki
biz memlekette kültür seviyesini yükseltmek istiyoruz. Ortaokuldan
önümüzdeki sene gelecek ö ğrencinin 18.000 olaca ğını tahmin ediyorum.
Bunları okul dışında bırakacak olursak yurdun kültür seviyesini kuv-
vetlendirmi ş olmayız. Birçok Kaymakaml ıklar halkı heyet halinde
müracaat etmektedirler. Halk ın bu yerinde isteğini temin etmek için
bütün kazalara okul açmak istiyoruz. Bugün 317 kazam ızda ortaokul
yoktur.
Yine ortaöğretim meselesinde tart ışmalar şu şekilde devam et-
miştir. Emin Ali Çavli'ya göre 1910 da Emrullah efendi liseleri te şkil
etti ve Fransız liselerini örnek olarak ald ı. Sonra birçok felaketli zaman-
lar geçirdik. Son s ınıflarda öğrenci olmadığı için liseleri 11 seneye
indirerek birinci ve ikinci devreler e şit olarak 3 sene oldu. Buradan
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 31

ortaokul meselesi çıktı. Dünyada böyle bir şey yoktur. İtalya'da mec-
buri ilk tahsil 4 senedir. 5 senelik ilk tahsil verenler kadar zengin de ği-
liz. Ortaokul için Vekâletin görü şünü kabul edelim.
II. Celse:
Osman Horasanlı ; Liselerin olgunluk imtihanlar ından bahsetti.
Lise umumi kültür veren bir müessesedir. Kültürün i şe yarar olması
istenir. Fakat pratik olmayan taraf ı da vardır. Korunma içgüdümüzün
projektörü olarak zekâ her şeyden önce işe yarar bilgi elde edecektir.
Fakat bu işe yarar bilginin miyarı Dr. Akil Muhtar'ın dediği gibi pre-
cision'dur. Onu elde etmek için prevision şarttır. Prevision ise kon-
kreden abstreye, cüz'iden külliye yükselmekle kabildir. Bunun için
nazariyattan korkm ıyalim Zihnimiz abstre'ye do ğru yükseldikçe
fayda gayesinden uzaklaşmış gibi görünür. Ancak bu prevision için
şarttır. Bizi hesaplı bir tekniğe götürecek yol ancak prevision'dur. I şte
bu manada lisede umumi kültürün temeli kurulacaktır. Liseden mezun
olacak öğrencinin imtihanları bu gayeler gözetilerek yap ılmalıdır Lise
herhangi bir meslek adam ı düşünmez. Onun dü şündüğü bunlardan
herhangi birine girecek ö ğrencinin haiz olacağı insanlık vasfı, akıllı
adam olarak kazanaca ğı bilgidir. Şu halde imtihan yaparken sade
parça parça bilgi de ğil, tertip yapma kabiliyetidir. Bunun için de yaz ılı
imtihanlara fazla yer verilmelidir. Horasanl ı'ya göre; Her dersten ol-
gunluk lâzımdır. Bunlarla zihni olgunluğu arayacağız. Edebiyat şu-
besinde okuyanın yalnız edebiyattan, fende okuyan ın fen derslerinden
olgunluğunu aramak kafi de ğildir. Eski bakalorya bugün teklif edi-
lenden çok daha iyidir.
Sadrettin Celâl şöyle söylüyor: Tahsil veriminin kontrolü gibi
çok mühim bir mesele üzerinde duyuyoruz. Tahsil veriminin kontrolü,
talebenin müfredat programlar ı ile tesbit edilmi ş olan bilgilere ve bun-
ları kullanma iktidarına ne derecede sahip olduğunu tahkik etmektir.
Ben şahsen ilk, orta, lise dereceleri için bir "Devlet imtihar ıı" siste-
mine taraftarım.
Lisede cemiyetin siyasi, iktisadi ve içtimai hayatmda idareci, te ş-
kilâtçı ve âlim olarak karışacak aydın zümreye verilen umumi kültür
müesseseleridir. Liselerimizin birçok sebeplerden gençlere böyle bir
kültür vermediklerini söylemek mecburiyetindeyiz. Bunun için olgun-
luk imtihan ının hedefi liseyi bitiren gençlerin fikir olgunluğunu ne
derecede kazanm ış olduklarını tahkik etmektir.
Necmettin Halil: Şimdi bir mezuniyet imtihanından sonra bir ol-
gunluk yapıyoruz. Bunların yanlış tatbikatları fena neticeler veriyor.
32 H İLMİ ZIYA ÜLKEN

Emin Âli: Muhterem hatibin sözünü reddedece ğim. Bence lise


tahsili kültürlü bir tahsildir. Lise insan yeti ştirmektedir. Sadrettin
Celal bir ders usulünden bahs ettiler. Ben diyorum ki böyle bir lise
yoktur.
Hıfzırrahman Raşit: imtihan usulleri her şeyden önce öğretim
usulleri ile ilgilidir. İmtihanlar şimdiye kadar materyel şekli ile ele
alınmıştır. Ki bu yol eskimiştir. Bilgisi ezbere dayanan bir çocuktan
imtihanda böyle malfimat istenir.
4. Celse: Orta ö ğretime devam: Burada Rektör Cemil Bilsel,
Dr. Saim Dilemre, Prof. Hirsch, Baltac ıoğlu, Halil Vedat Fıratlı, Tev-
fik Ararad, Sami Akyol, M. Emin Eri şirgil, v.b. konuştular.
8. Toplantı günü (29.VII.1939) Yüksek Ö ğretim üzerindeki mü-
zakerelere ba şlandı. Burada Faik Re şit Unat, Emin Eri şirgil, Saim
Dilemre, Tevfik Ararad, Ali Fuat Ba şgil söz aldılar. En uzun konuşan
Başgil oldu.
Rektör Cemil Bilsel'in Üniversite hakk ındaki konuşmasından
sonra Baltacıoğlu, söz almış ve başlıca şöyle söylemişti: Üniversiteyi
ayıran bir şey var. İnsanların kültür ve teknik miraslar ı vardır. Üniver-
sitenin tek gayesi gençli ği ilmi tekniğe initier etmektir. Ke şiflerin yeri
Üniversite değildir deniyor. Bu do ğru değildir. Bu müesseseler yalnız
öğretmez, ara ştırır, bulur, keşf eder. Üniversite kap ılarını ilk öğretim-
den köylüye kadar açmak lazımdır.
Misafir Prof.lerden Neumarck şöyle düşünüyordu: Lise ile Üni-
versite aras ındaki en derin fark üzerinde duraca ğım. Orada çalışma
tarzı, belki de ö ğretim farklıdır. Yazık ki bu farkı Üniversite öğren-
cilerinden ço ğu anlamamıştır. Bazı öğrenciler zannediyorlar ki biricik
mühim şey dersleri takip etmek ve ortaya konan bilgileri imtihan için
ezberlemektir. Hususi çalışmalar ve kitaplara müracaat fikri hemen
hiç yoktur. Burada da adeta bir nevi "tek kitap" usulü vard ır. Yahut
bir bar ıne zihniyeti karşısmdayız. Bu anlayışa karşı yaptığım tenkit-
lere öğrenciler iki iddiada bulundular: 1) Tahsil programlar ı çok yük-
lüdür; 2) Kafi derecede Türkçe kitap yoktur. ilave edeyim ki birkaç
profesör de bu iddiaları destekledi. Bu iddia do ğru değildir. Ve ceva-
bım şudur: I. Gerçekten bazı Fakültelerde tedris programı çok geniş
ve yüklüdür. Ayrıca askeri dersler, lisan, v.b. ö ğrencileri çok meşgul
ediyor. Lise gibi üniversitede de programlar ın hafifletilmesi, esas konu
üzerinde temerküz ettirilmesi lazımdır. Fakat program meselesi şimdiki
konumuzun dışında kalıyor. II. sayısı oldukça artan disiplinler 24 için
CUMHURIYET DEyRİ 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 33

bugün üniversitede ders kitaplar ı vardır. Ancak birkaç disiplin için


esaslı bir ders kitabı yoktur. Gittikçe artan makaleler, monografiler
görüyoruz ki bunlarla üniversite as ıl hedefine yakla şıyor ve bu noktada
israr etmelidir. Bununla birlikte ö ğrenciler mevcut ilmi vas ıtalardan
kâfi derecede faydalanmworlar.-Ba şka bir teklifim daha var; Üniver-
sitenin veya bir yüksek okulun öğrencilerinin sosyal menşei, içinde
bulundukları sosyal şartlar bilinmelidir. Bu gibi bilgiler yalnız nazari
bakımdan değil, pratik bakımdandır; biz böyle bilgilere sahip değiliz.
Almanya'da olduğu gibi etraflı öğrenci statistikleri elde etmelidir.
Gerçi bazı Enstitüler var. Fakat istenilen bütün sosyal şartlar aran-
mamaktadır.
III. Üçüncü ve çok mühim nokta şudur: Ö ğrencilerin ailesinin
genişliği ve bünyesi nedir? Kaç ki şidir? Talebinin mesken vaziyeti
nedir? Ailesinin mi, akrabas ının mı yanında kalıyor? Ödediği kira
nedir? Talebinin geçirdiği ağır hastalıklar, boy, ağırlık gibi iptidai
bilgiler lazımdır.
Hamit Ongunsu (Edebiyat Fakültesi Dekan ı): Fakültemin bina
işinde aciz halinde bulunduğunu söylemeliyim. Eski bir konağm bir
katına sığınan Fakülte vazifesini tam yapacak durumda de ğildir. Bina
ahşap, haraptır, emniyet vermemektedir. Enstitüler için ayr ı yerler
aramağa mecbur oluyoruz.
Yüksek öğretim komisyonunun maddeleri plan komisyonunun
teklifleri ile birle ştirilirse mesele daha salim yürür. Carri&e academi-
que üzerinde durmak istiyorum. Memleket yeni bir oluş içindedir.
Her Fakültenin özellikleri vard ır. Plan komisyonunun tesbit ettikleri
Tıp Fakültesine daha uygun gelir. Milli Kültür için çal ışan Edebiyat
Yakültesfnin kendisini ba ğlamayı doğru bulmuyorum. Türk tarihi,
Milli Edebiyat, Halk edebiyatı için başka üniversitelerde doktora yapa-
cak bir te şkilat tanımıyorum. Talebenin hazırlığı bakımından yabancı
dil meselesini de nasıl çalışacağını üniversite bize imposer etmi ştir.
Dün humanisme meselesi söz konusu oldu. Humanisme türlü şekilde
izah edildi. Fakat konular ı bakımından hümanisme'i kimse tam tarif
etmedi. Bence o, mazide vücude gelmi ş mahsulleri kaynaklara giderek
tetkik etmektir. Biz bir ink ılap geçirdik. Rehberi Atatütürk'tür. Bu
memlekette kültürün kurucusu odur. Nerede olursa olsun onu tetkike
mecburuz.
Baltacıoğlu: Plan komisyonundan ben de faydalandım. Yalnız
beklediğimiz hizmeti yapamamıştır. Bundan dolayı hayal kırıklığına
uğradım. Üniversitenin fonksiyonu nedir ? Bunun cevab ım yazık ki
34 Hİ LMİ ZIYA IJI.KEN

kimse vermedi. Biz vazifemizi talimatname yapmak, program haz ır-


lamak işlerinden ibaret saydık. Halbuki Maarif şurasının esaslı vazifesi
prensipler koymaktır. Laboratuvar, metod, teknik, lise, yabanc ı dil,
çokluk-azlık gibi parçalar üzerinde da ğılan zekâlar toplayıcı cihete
ulaşmalıdır. Üniversiteyi ay ıran bir şey var : İnsanların kültür miras ı
ile teknik mirası da göz önüne almalı. Bunlara ait çalışmalardan bir
kısmı metodoloji dedi ğimiz hakikat arama işine aittir. Anlamad ığım
bir şey var: Üniversitenin bir profesör fabrikas ı addedilmesini anla-
mıyorum. Bunun için üniversiteler kafi de ğildir. Bu yurt-içi bir mesele
değildir. Uluslararas ı bir meseledir. Üniversitenin kökü kendi mille-
tinde değil, cihandadır. Eğer bir Enternasyonallik varsa, medeniyet
diye bir şey varsa bunu üniversiteleraras ı hayatta buluruz. Hamit
Bey mühim bir şeye işaret etti : Atatürk'ün ak ıl ve ilme verdiği büyük
önemi gösterdi. Fakat dikkat ediniz, Atatürk Üniversitesi diye bir
müessesemiz yoktur. Atatürk'ün dü şünce tarzı rationalisme'dir, fakat
onda nationalisme daha önde gelir.
Emin Ali : İnsanlar etnografik baz ı vasıflara değer veriyorlar.
Buna taraftar de ğilim. Irkın medeniyet yaratt ığına inanmıyorum.
Japonların Hindistan'da nasıl İngilizlerle büyük bir cüretle rekabet
ettiklerini gördüm. Be şeriyeti iklim ve tabii şartların geliştirdiği de
doğru değildir. Onlar hava ile ve hava üzerinde te şekkül etmez. Mede-
niyeti vücude getiren insan cemiyetidir. Irk, iklim, tabiat şartları bizim
medeniyetimizi do ğurmaz. Cemiyetin geçirdi ği tekâmül hayatı doğurm.
Türk cemiyetinin yazılı tarihte muayyen bir hayatı vardır. Almanlar
1500 sene önce çoban idiler, medeniyetten mahrum idiler. 2000 sene
önce İngilizler de iptidal adamlard ı. Halbuki be şeriyet en az birkaç
yüz bin senedenberi bizim gösterdi ğimiz gibi mevcuttur. Hayatırruzın
bütün güçlerini cemiyetimizde buluruz. Bu ba şlangıcım şunun içindir.
Üniversitede bir takım yabancı profesörler var. Dünyan ın hiçbir ye-
rinde olmayan refa.h içinde ya şıyorlar. Bunlar acaba Türk cemiyetine
bir damla ilave edebildiler mi ?
Reis: Planda yabancı profesörlerin hizmeti hakkında bir mesele
yoktur.
Emin Ali: Muhterem hatiplerin baz ısım tenkit mecburiyetindeyim.
Baltacıoğlu "akıl için tarik birdir" dediler. Hay ır! akıl için yol yüzdür,
bindir. Eğer bir olsaydı Avrupa'da gördüğümüz yüksek medeniyet
Kudüs'teki mission'a hala tapmazdı. Medeniyet bir cemiyetin mahsu-
lüdür. Biz Türköz ve bu cemiyetin mukadderat ını ve müesseselerinin
verdiği neticeleri kabule mecburuz. Üniversitede birçok şubeler var.
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 35

Bu şubeler birer hayal mahsulüdür. Çünkü biz henüz klâsik tarihi


tedris edemezken, tarihin devirlerini tayin mecburiyetinde iken, nas ıl
çocuklara Romanologie, archeologie, astrologie okuturuz. Bu i şde
kim mütehassısdır ? Bunun bize ne lüzumu var. Biz kendi tarihimizin
tetkiki ile meşgulüz. Halbuki bu profesörler geliyor, kendi i şleri ile
uğraşıyorlar ve Türkçe bir satır yazmağa lüzum görmüyorlar.
Reis sözünüzü kesiyorum.
Bundan sonra Yüksek ö ğretim meseleleri üzerinde Dursuno ğlu,
Sadrettin Celâl, Edhem Menemencio ğlu, Kazım Nami Duru, vb.
konuştular.

İkinci Dünya sava şından sonra Türkiye çok partili demokratik


sisteme girdi. Bu değişmenin B.M.M. üyelerinden seçim bölgelerine
çevrilen dilekleri de artt ırdı. Her seçim bölgesi yeni liseler, orta okullar
istedi. Orta ö ğretimdeki kabarışla orantılı olarak bazı bölgeler Üniver-
siteler ve yüksek okullar da isteme ğe başladı. Ankara Üniversitesinin
yanında Orta-Doğu ve Hacettepe Üniversiteleri aç ıldı. Yeni bina ve
yol yapıları için Yük. Müh. Okulu mezunları yetmediği için bu eski
müessese İst. Teknik Üniversitesi halini aldı. Bu bakımdan Türkiye
Batıdaki emsaline öncülük etti. Daha sonra bu yeni tipi be ğenen Al-
manlar Almanya'da bir Teknische Hochschule'yi Teknik Üniversitesi
haline koydular. Türkiye'de ilk ve Orta ö ğretimden yetişenlerin yu-
karı doğru baskısı o kadar artt ı ki Ankara ve İstanbul dışında Üniver-
siteleri arttırmak ihtiyacı hemen kendini gösterdi.
Izmir'de Ege Üniversitesi, Trabzon'da ikinci Teknik Üniversite
açıldı. Istanbul'da Robert College Yüksek k ısmı genişletti ve Boğaçiçi
Üniversitesi haline koydu. Erzurum'da Atatürk Üniversitesi kuruldu.
Diyarbakır ve Adana'da önce 1 veya 2 Fakülteden ibaret yeni üniver-
sitelerin kurulmas ına doğru gidildi. Bunların yanında Yüksek Ticaret
Okulu, Ticari ve iktisadi İlimler Akademisi halini aldı. Bunu örnek
olarak alan vilâyetlerdeki Yüksek Ticaret Okullar ı da Ticari ve iktisadi
İlimler Akademisi adım aldılar. Yeni teşekküllerin öğretim üyeleri
Profesör ve doçent ünvanlar ını almak istediler ve bunu kanunlaştır-
dılar. Ayrıca orta ö ğretimden gelen ö ğrenci baskısını karşılamak üzere
Özel Yüksek Okullar açılmağa başladı. Bunlardan Ticaret ve iktisat,
Gazetecilik, Eczacıhk Yüksek okulları vardır. Bu özel Yüksek okul-
ların devlet yüksek okullar ı ile muadilliği yeni bir mesele doğurdu.
Yeni Özel Yüksek Okulların Devlet Okulların aynı seviyede sayılıp
sayılmayacağı bir yandan Milli Eğitim Bakanlığına ait bir soru olduğu
36 RİLMİ ZIYA ÜLKEN

gibi, bir yandan da Devlet Üniversiteleri ve Yük. Okullar ına girenlerin


itiraz ve şikayetleri şeklini aldı . Lise mezunlar ı çoğaldıkça bu meselenin
önemi arttı . Ayrıca Özel Yük. Okulların Devlet Okullar ına eşit şart-
larda olmadığı, öğretim araçlar ı ve imtihanların farklı olduğu iddia-
ları da buna katıldı. Üniversitelere girmek için tatbik edilen test usu-
ilinden beklenen verim elde edilemedi. Çünkü Testler composition
gibi adayların düşünme ve terkip kabiliyetini anlama ğa kâfi gelmiyordu.
Evvelce Orta ö ğretim boyunca orientation professionnelle tetkiki ya-
pılmadığı için mezunların hakiki kabiliyetlerini anlamak mümkün
olmuyordu. Mezunlardan mühim bir k ısmı Test'lerde Puvan doldura-
madığı için istedikleri yere girme şansını kaybettiler. Önemli bir k ısmı
da puvan eksikli ği yüzünden hiç bir Fakülteye giremez oldular.
Ancak aile durumu elveri şli olanlar ücretli Özel Yüksek Okullara
girebildiler. Bunun d ışında kalanlar hiç bir yere giremeyince (çünkü
Üniversiteler kaç bin kişiyi alacaklarını ilan ediyorlardı) bir okumuş
işsizliği doğma tehlikesi ba ş gösterdi. Bundan kurtulmak isteyenler
de kabiliyet ve hevesleri ile hiç ili şiği olmayan Fakülteler ve Yüksek
Okullara girme ğe mecbur oldular. 1955 den sonra bu durum a ğırlaştı
ve 1960 dan sonra gitgide daha a ğır bir şekil almağa başladı. Türk
Maarifinin son 15-18 yılında meydana ç ıkan bu olaylar bir yandan
okumuş işsizliğini ortadan kaldırmak ve bu durumda olanları yüksek
öğretime yerle ştirmek, bir yandan da tekşekilli lisenin artışı yerine
orta öğretimi çokşekilli bir hale koymak, ilk ve orta okulda orientation
professionnelle tatbik ederek onlardan bir k ısmını istidatlarına göre
hayat ve teknik okullar ına sevk etmek gibi tedbirlere ba ş vurmanın
zaruri olduğunu meydana koydu.
Bunlardan ba şka Üniversite ve Yüksek okullar ımızın bünyesini tet-
kik ederek Türkiye'nin ihtiyaçlar ına göre çalışıp çalışmadıklarını mey-
dana koymak gerekiyordu. İlk ve Orta ö ğretimden gelen mezun bas-
kısı arttıkça bu tarzda ara ştırmalar yapıldı.
Cemal Mıhçıoğlu "Üniversiteye giri ş ve Liselerimiz"i yazd ı. Yeni
kurulan Ankara E ğitim Fakültesinde bu konuda çal ışmalar oldu. Bazı
Doktora ve Doçentlik tezleri bu konuyu i şlediler.
Genel olarak denebilir ki Üniversitelerimizin bünyesi henüz yeni
pratik ve tatbiki ö ğretime "field work" (mahallinde tetkik) yapmaya,
öğrencileri dinleyicilikten ç ıkarıp araştırıcılığa doğru götürmeğe göre
hazırlanmış değildir. 1939 Şurasında ileri sürülen şikayetler büyük bir
nisbetle cevaplandırılmamıştır. Birçok dersler takrir, profesörün not-
larını ezberlemek yolundan çıkmamıştır. Öğrenciler laboratuvar, kü-
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 37

tüphane ve saha'da çal ışmaya alıştınlmamıştı r Bu kusur hem orta


öğretimin bu kusurlu çal ışma yolundan kurtulmam ış olmasından,
hem de profesör ve doçentlerin takrir al ışkanlığına devam etmele-
rinden ileri gelmektedir. Bu kusurlar 1939 da bir k ısım Türk ve yabanc ı
profesör tarafından ileri sürülmü ş ve skolastik kalıntısı öğretim şek-
line karşı Milli Eğitim Bakanlığı ve üyelerinin dikkati çekilmişti. Bugün
de üniversitelerimizin bazı fakültelerinin bu kal ıntılardan tamamen
sıyrılmış olmadıklarını görüyoruz. Arkeologlar ımız kazı sahalarında
çalışıyorlar. Coğrafyacılarımız aynı yolu tutmaktadırlar.
Bir kısım dilcilerimiz dialectologie ara ştırmaların köylere kadar
giderek yapıyorlar. Psikologlarımız laboratuvar ve klinik çalışmalarına
giriyorlar. Tarihçilerimiz (ba şlıca Orta-Asya ve Anadolu tarihi ile
uğraşanlar) bu yolu tutmağa başlamışlardır. Fakat laboratuvarla ili-
şiği olmayan felsefe, edebiyat, filoloji kürsülerine ait çal ışmaların Hu-
kuk, iktisat, vb. çalışmalarının da gereken pratik şekilde yapılması
beklenir. Bunlarda profesörün verdi ği konu öğrenci tarafından Kütüp-
hanede incelenir. Hocan ın rehberliği altında gereken bibliyografik
kaynaklar bulunur. Hoca öğrencilere kitaplardan not alma, fi ş yapma,
onları yerinde kullanma usullerini öğretin Yazık ki bu derslerin bü-
yük bir kısmında çalışmalar bu yola girmi ş değildir. Bunun sebebi
yalnız öğretim üyelerinin ihmali de ğildir. Sımfların çok yüklü olmas ı,
öğretim üyelerinin ö ğrencilerle teker teker me şgul olmaya imkan bula-
maması, ayrıca bir kısım Fakültelerin ihtisasa önem vermemesi, prog-
ramların aşırı yüklülüğü, hocaların seminer yapacak vakit bulamama-
sıdır. Üniversiteler belirli mahreçlere memur yeti ştiren yüksek okullar
değil, bir ilim dalmda derinleştiren ve bazı yardımcı dallardan fay-
dalanma imkanlannı hazırlayan müesseseler olmal ıdır.
Üniversiteler memur okulu olmada devam ettikçe gayelerini kay-
bederler. Orta ö ğretim, mezunlarına bir yabancı dil ile birlikte araş-
tırma metodlarını öğretmeğe mecburdur. Lise mezunlar ı bu hazırlıkla
gelmezlerse, üniversitelerin devlet dairelerine memur yeti ştirme gayesi
devam ederse Fakültelerin ço ğundan beklenen semere elde edilemez.
Orta öğretimin eksikliğini kapatmak için yabancı dil okulu veya kurs-
lar açmak, gece dersleri yapmakla mesele halledilemez.
Türkiye Maarifinin bugün içinde bulundu ğu durumu anlamak için
Cumhuriyet'in kuruluşundan önce Maarifin II. Meşrutiyet zaman ın-
daki hal ve şartlarına ve o gün Maarifi geli ştirmek için ileri sürülen
fikirlere kadar gitmek gerekir. IL Me şrutiyet Maarifi bütün cephe-
leriyle ele almış bulunuyordu. Osmanlı Maarifi milleti havas ve avam
38 HİLMİ ZİYA ÜLKEN

diye ikiye ayırmış, tahsil ve e ğitimi yalnız "havas" denen seçkinlere


hasr etmişti. Ayrıca havas adı altında toplananlarm mensupları, me-
murlar ve büyük nüfuz sahiplerine verilen e ğitim sathi bir "edebiyat"
kültüründen ibaretti. Bu e ğitimin gayesi iyi memur olmaktı. Bunun
için de orduyu idare eden yüksek memurlar "k ılıç ve kalem sahibi"
olarak yetiştiriliyordu. Bureaucratie hedefine göre haz ırlanan bu züm-
rede ihtisasa, o zamanın ilim anlayışına göre bile bir konuda derinle ş-
meğe dikkat edilmezdi. "Avam"a gelince, raiyye denen bu zümrenin
okumasına bile önem verilmezdi.
Bu iki zümre aras ında okumuşluk bakımından derin ayr ılık im-
paratorluğun son asrında göze çarpmağa ve bu ayrılığı ortadan kaldır-
mak için tedbirler almağa başlandı. Fakat bu tedbirler yine bureaucra-
tique hedefe göre insan yeti ştirmeden geri kalmadı.
II. Mahmut'la ba şlayan ve Tanzimatla hızlanan bu yeni hareketin
farkı Karlofça Antla şmasından beri biteviye gerilemekte ve yenilmekte
olan orduyu yeni bilgi ve silahlarla kuvvetlendirmek, idareye modern
devlet te şkilâtım getirmekti. Batılılaşma yeni tarzda asker ve sivil dev-
let organlarını yetiştirecek bir yeni Yüksek Ö ğretim kurma şeklinde
anlaşılıyordu. II. Abdülhamid yüksek ö ğretim müesseselerini kurma
hareketini hızlandırdı. Bu, sonunda "Darülfünun"un kurulmas ına ka-
dar vardı. Fakat yeni yüksek öğretim için istenen şartlarda ö ğrenci bul-
mada güçlük hemen baş gösterdi. Medrese mezunlar ı "Darülfüntin"
öğrencisi olamıyordu. Bu yüzden te şebbüs birkaç kere yarım kaldı. As-
keri Tıbbiye için Avrupa'dan Profesör getirmekle i ş hallolmadı. Tıb-
biye İdadisi açıldı. Buraya girecekler Askeri Rü ştiyelerden yeti ştirildi.
Darülfünün'da aynı çözüm yolu bulunamad ığı için II. Me şrutiyet bu
meseleyi kökten ele almak istedi. Böylece iki kar şıt tez ortaya çıktı.
Bunlardan biri Emrullah Efendi'nin ileri sürdü ğü "Tuba ağacı" teorisi
ikincisi Sâtı Beye (ve daha ba şkalarına) ait olan ilk ö ğretimden başlama
tezidir. Maarif Nazırı Emrullah Efendi'ye göre e ğitim kalkınması=
temeli a şağıda değil yukarıdadır. Önce Üniversiteden ba şlamalı, uz-
manlar ve orta öğretim öğretmenleri yeti ştirmelidir.
Ancak bu yoldan liseler ve ö ğretmen okullarında öğretim yapmak
mümkün olur. 1910 da Maarif Naz ırı Millet Meclisin verdiği layı-
hasında "ilk ve Orta okul ö ğretmenlerinden ço ğunun menşe bakımın-
dan yetersiz olduğunu bu okulları çoğaltınca bu yetersiz öğretmenlerle
verilecek tahsilden fayda de ğil zarar geleceğini" anlatıyordu. Ancak
o yine uygulamada ilk öğretimden başlamamn zaruri oldu ğunu Sabah
Gazetesine yazdığı bir makalede söyledi ve böyle hareket etti. Naz ır,
CUMHURİYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞİTİ M İ 39

öğretmen, öğretim arac ı ve bina yokluğuna ait güçlükleri anlatt ıktan


sonra bu neticeye var ıyor: "Memlekette okur-yazar miktar ını çoğalt-
madıkça orta ve yüksek ö ğretime öğrenci bulamayız." diyor. Bundan
iki yıl sonra (1913) üniversite te şebbüsüne girmek üzere esas fikrini
uygulamaya ba şladı. İki yıl sonra da (1915) Ziya Gökalp tarafından
benimsendi. Ittihat ve Terakki'ye verdi ği lâyıhada Emrullah Efendi
görüşünü destekledi ve onun ba şladığını tamamlamaya çalıştı". Buna
karşı Sâtı Bey de Muallim dergisinde şöyle diyordu: "Birkaç ilkokul
bir idadiye, birkaç iyi ida& bir Darülfünfin'a temel olabilir. Ilkokulun
yüksek derecelerini bu zaman sonuna kadar b ırakmak caiz de ğildir.
Çünkü memleket ilerlemek için yüksek tahsil görmü ş kimselerin yetiş-
mesine muhtaçtır. "Vakalar fiilen ikinci görü şün tutunduğunu gösterdi.
Darülfünûn kendi ba şına gelişirken Maarif Nezareti de ilk ve orta
öğretimi geliştirmeye çalıştı. Fakat piramidin tabanı ile tepesi arasında
sıkı bağ, onların ayrılmaz bütün olduğu bir müddet sonra unutularak
ikisi ayrı ayrı gelişmeye bırakıldı. Her ikisinin ortak ilkelerine yani
sosyal bünyeye uygun bir Maarif sistemi kurma fikri do ğ'madı. Bu
fikrin doğmasını geciktiren sebepler: 1) Bir yandan Üniversite özerk-
liğinin yanlış anlaşılarak kendi ba şına işlemesi, üniversiteye ö ğrenci
veren liselerle anla şmanın, orta ö ğretime öğretmen yetiştirme görevinin
birinci plâna konmaması ; 2) Bir yandan Türkiye Maarifinin sosyal
bünyeye bağlı bir problem olduğunun düşünülmemesi, Maarifle uğ-
raşanların bunu başka sosyal problemlerden bağımsızmış gibi kendi
başına ele almaları.
Ziya Gökalp ve Sabahaddin, II. Me şrutiyetin iki reformcu sosyo-
loğu Maarif konusunda büsbütün ayr ı açılardan meseleye baktıkları
halde buhranı görmede birle şmişlerdi. Her ikisine göre de Osmanl ı
tarihi boyunca Türk Cemiyeti rençber ve asker yeti ştirmiştir. Iktisadi
sınıflar (Tüccar, endüstriyel ve müte şebbisler) yetişmemiştir.
Yeni Türk Maarifi ça ğdaş millet olmak için zaruri olan bu s ınıf-
ları yetiştirecek tarzda haz ırlanmalıdır. Yalnız Ed. Demolins'ın tecrübl
sosyolojisinden mülhem olan Sabahaddin bu yeni Maarifin d&entralis6'.
(merkeziyetsiz) bir idare içinde şahsi teşebbüs (entreprise personnelle)
gücünde insanları yetiştiren bir e ğitim sistemi ile mümkün olacağı
kanaatinde olduğu halde, Gökalp Durkheim sosyolojisine dayanarak
bunun mesleki tesanüt (solidarite professionnelle) ile temin edilece ği için
eğitimin bu tarzda verilmesini istiyordu. II. Me şrutiyetin büyük bir
kısmında Türkiyede Ittihat ve Terakki Partisi hakim oldu ğu için 1918 de
Imparatorluğun yıkılışına kadar bu partinin ideolo ğu olan Gökalp'ın
49 Hİ LM İ Zİ YA ÜTLKEN

görüşü hakim rol oynadı . Gökalp Malta'da istilâcı kuvvetler elinde


sürgün yaşadıktan sonra, buradan çıkınca istiklâ1 Savaşı sonunda
Diyarbakır'a döndü. Orada yay ınladığı "Küçük Mecmua" da yeni
kurulan Türkiye (önce B.M.M. hükümeti, sonra Cumhuriyet) bünye-
sine uygun fikirlerini yayma ğa devam etti. Fakat 1916-18 de Sât ı
Beyle Terbiye ve Yeni Mecmua'da orta e ğitim, okullarda mükâfat
ve ceza konular ında tart ışma Gökalp'ın fikirlerinin daha Cumhuriyetin
ilk yıllarındanberi aşılmağa başladığını gösterir.
Bu yazının başında anlattığımız Gazi M. Kemal'in 1921 deki
maarife ait nutuklar' bu a şışı göstermektedir. Yeni devrin ilk Maarif
hedefi okumamışlıkla mücadele idi. Lâtin kökünden yeni Türk harfleri-
nin kabulü, ilk öğretimin geniş ölçüde yayılması, çavuş kursları ile
başlayan bu okuma seferberli ği Cumhuriyetin demokratik ilkesinin
zaruri neticesi idi. Bu yeni hedef Osmanl ı devrinin son yıllarında bir
kısım eğitimci tarafından sezilmiş ve maarifte büyük kütleleri okut-
manın hareket noktası olduğu fikri savunulmuştu. Fakat bu fikrin
uygulanmasına hiç bir e ğitimci tam olarak girmemi şti. Bütün Osmanlı
reformlar ı gibi maarife ait olanlar da yukardan a şağı doğru idi. Devlet
okumuşluğu kendine memur yetiştirmek ve bu makinenin bütün cihaz-
larım kendi kumandasına uygun işletecek insanlar yeti ştirmek için
istiyordu. Cumhuriyet devri ise, Maarif hareketinde halk ı uyandırmayı,
halktan ba şlayarak yukarı doğru çıkmayı hedef ediniyordu. 1921 de
başlayan bu hareket aynı yönde devam etti.
İmparatorluktan devir alınan Maarif örgütü birçok bakımlardan
zayıftı. Önce okul binaları zayıftı. Birçoğu okul olarak yap ılmamıştı.
Günden güne artan ö ğrencileri almaya yeterli de ğildi. Sağlık şartları
bakımından kusurlu idi. Orta ö ğretim bu durumda olduğu gibi köy-
lerin pek ço ğu ilk okul binası ndan mahrumdu. Ö ğretmen personeli de
aynı derecede yetmez idi. Ö ğretmenlerden bir k ısmı Öğretmen Okulu
mezunu ise de büyük bir kısmı emekli Subay, memur veya çevrede
bulunan okur-yazarlardan ibaretti. Bu ö ğretmenler bir kısım dersleri
okutsalar bile Jimnastik, Resim, El i şleri, vb. dersleri okutmamakta
idiler.
Cumhuriyetin ilk yıllarında ileri sürülen Toplu Öğretim (Gesam-
tumterricht) metodunu bu ö ğretim üyeleri ile uygulamak kabil
Bundan dolayı okumamışlıkla mücadele ve ilkokul seferberliği açılır-
ken bir yandan da ilkokullara ö ğretmen yeti ştirmeyi düşünmek, yani
İlköğretmen okullarını arttırmak gerekiyordu. Necati Bey'in Maarif
Vekilliği zamanında Heyeti İlmiye ve Maarif Kongresi bu noktalar
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 41

üzerinde durdu. Mehmet Ali Şevki memleketi tan ıma ve sosyal bünye-
nin yer yer ihtiyaçlar ına uygun bir Maarif hareketi teklifinde bulundu.
Merkeziyetçi görüş bu teklifle çarpıştı. M. A. Şevki Maarif hareketine
rehberlik edecek Monografik anket çal ışmaları ile işe başlamayı isti-
yor, bununla merkeziyetçilik aras ında zıtlık görmüyordu. Bu teklif
Vekalet çevresinde taraftarlar buldu. Necati bey, "Muvazenei hususiye
bütçeleri" nin Maarife verilmesini B.M.M. nde temin edince Maarif
bütçesi kabard ı ve birçok uygulamalara imkân do ğdu. Bu sırada açıl-
mağa kalkılan köy yatı okullarının nüfus yo ğunluğuna, civar köylerin
ihtiyacına, köylerin bünyesine göre kurulmas ı için yeni bir sosyal araş-
tırma teklifi yapıldı, ise de uygulanmas ına geçilmedi. Bu s ıradaki
önemli bir maarif hareketi John Dewey'in raporu ve yeni kurulan
Talim ve Terbiye Ba şkanı Emin (Erişirgil) il heyet üyelerinden Avni
(Başman) nin pragmatisme felsefesinden, Dewey'in fikirlerinden mül-
hem bir ilköğretim programı hazırlamaları idi. Dersleri bir ilgi merkezi
etrafında toplayan bu görüş Imparatorluk devrinden kalma skolâstik
görüşle karışık klasik öğretimi tamamen b ırakıyordu. Programın gerek-
çesi hangi fikirlerden hareket edildi ğini gösteriyor. Bu teşebbüse giri-
şen iki zat pragmatisme' ın başka bir önderi olan Nietzsche felsefesin-
den mülhem olarak "Hayat" dergisini ç ıkarmağa başladılar ve bütün
fikirlerinde anlaşmış olmamakla beraber, "Yeni Mecmua"n ın (1917-18)
yazı heyetinden bazı imzalarla i ş birliği yaptılar. Onlara Türk fikir
hayatında yeni bir imza, M. İzzet katıldı. Hayat dergisinin temel fikri
maarif meselesini a şıyor ve genel olarak Kültür problemini ele al ıyordu.
Nietzsche'nin "Hayata, daima hayata!" düsturunu da kendilerine
bayrak olarak almışlardı. Bu vitaliste felsefe Atatürk'ün yarat ıcı gü-
cünden kuvvet almakta ve Maarif hakk ındaki görüşlerini onunla bir-
leştirmekte idiler.
Demokratik e ğitim seferberliğinde ikinci safha Atatürk'ün ölü-
münden sonra başlamaktadır. Bu safha Saffet Ar ıkan ve Hasan Mi
Yücel'in İsmet Inönü idaresindeki eğitim hareketidir, denebilir. Esasta
ilköğretimin geli şmesine devam edilmi ş, fakat Avni Başman'ın bir ara
ortaokullara kadar yayd ığı "ilgi merkezi"ne göre ö ğretim şeklinden
geri dönülmü ştür. Atatürk 1933 de İ stanbul Üniversitesini yenile ş-
tirmeğe giriştiği sırada Hitler'in siyasi sebeplerle Almanya'dan ç ıkar-
dığı birçok ilim adamının Türkiye'ye gelmek istemeleri bu te şebbüsü
kuvvetlendirmişti. Böylece 1915 deki reformdan beri üniversite Alman
Kültürünün tesirine açık olarak yenile şiyordu. Bu te şebbüsün mahsul-
leri ancak Atatürk'ün ölümünden sonra 1938-45 de al ındı . Alman
42 HİLMİ ZIYA ÜLKEN

profesörlerin yeti ştirdiği yeni bir Türk bilginler zümresi yeti şti. Saffet
Arıkan ve H. Â. Yücel zamanında Dünya Klasik eserlerinin tercüme-
sine girişildi. Bunun için Tercüme Bürosu kuruldu. Bu makalenin ya-
zarı böyle bir te şebbüsün zaruretini göstermek için "Uyan ış devirlerin-
de Tercümenin Rolü" adli kitab ı 1934 de yayımladı. Tercüme Bürosu
ondan 6-7 yıl sonra kuruldu. S. Arıkan'ın başladığı ve H. k Yücel'in
devam ettiği "Köy Enstitüleri" kuruldu. Bunlar ın kurulmasında köylü-
nün köyünde kalması ve kendi şartları içinde öğretmenlik yapması
hedefi güdülmekte idi. 1938 de bu yaz ının yazarı Izmir'de konferans
verdiği sırada Kızılçullu Köy Enstitüsü müdürü tarafından aşırı kon-
forlu şartların mezunlarını köyde bırakmaya elverişli olmadığını söy-
lemişti. Bu fikrini desteklemek için tatilde köylerine giden çocuklardan
dönüşlerinde köy intibalarını yazmalarının istenmesi ileri sürülmüştü.
Tatil sonunda okul müdürü ö ğrencilerin ödevlerini gönderdi. Bunlardan
çoğu köylerinden ana-babalar ının yaşayış şartlarından şikayet ediyor,
oraya dönmek istemiyorlardı. Pek azı da kötü şartları düzeltmek için
döneceklerini söyleyecek kadar idealist görünüyorlard ı. Sonraki yıl-
lar bu anketin tamamen gerçe ği gösterdiğini, Köy Enstitülerinin hedef-
lerine yarayamad ığını gösterdi.
Bu safhadaki Maarif hareketinin bir özelli ği de "Tam Ölçüde
Lise" davas ı idi." Bu fikir lisenin kurulmasındaki önemi inkar etmiyor,
tersine onun bütün güçlüklerine ra ğmen kurulması zarureti üzerinde
duruyordu. Tam ölçüde lise, ortaokulu ayr ı bir bütün olarak görecek
yerde onu lise bütünün ayrılmaz bir parçası sayıyordu. Bu görüş yük-
sek eğitimin gelişmesi için bütün kuvveti liseye vermek istiyor ve tam
lise olmazsa yüksek ö ğretim ve üniversitenin kurulamıyacağı ve bek-
lenen öğretmen ve uzmanlar ın yetiştirilemiyeceği hükmüne varıyordu.
Bu görüş 1939 Maarif Şfirasında taraftar buldu. M. E ğitim Bakanlığı
tarafından desteklendi. Şu kadar var ki demokratik e ğitim ilkesine
sadık kalmak için bütün seçim bölgelerinin lise isteklerini yerine ge-
tirmek, mebusların kendi seçim bölgelerinde birer lise aç ılmasını is-
temeleri üzerine lise sayısı günden güne artma ğa başladı. Fakat bu sayı
artışı önünde "Tam Ölçüde Lise"nin kurulmas ı için gereken bütün
şartlar gözönüne alınamadı. Sayı çoğaldıkça nitelik değeri azaldı.
Birçok bölgelerde bina, ö ğretmen yetmezliği yüzünden yalnız birkaç
öğretmenli liseler açıldı. Yüksek ö ğretimin beklediği tam teşekküllü
lise tipi pek mandut yerlerde kald ı. Şu kadar var ki bu lise inflation'unu
doğuran ilk ve ortaokul mezunlar ının günden güne artması idi. Bu halin
neticesi bir yandan lise mezunlar ının yüksek öğretim müesseselerinin
CUMHURIYET DEVRİ 50 YİLLİK TÜRK EĞITIMI 43

kaldıramıyacağı derecede artmas ı, bir yandan da bu mezurılarm kalite


bakımından bazen yeter, çok kere yetmez olan büyük bir e şitsizlik
göstermesi idi. Vakaa okumuş sayısı arttı. Fakat bunlar ortaö ğretimde
hayatın ve işin icaplarına göre yelpâze gibi birçok yönlere ayr ılacak,
her iş sahası için gereken ustaları, uzmanları yetiştiren çok çe şitli okul-
lar açılacak, bunlar aras ından sınavlar ve denemelerle seçilmi ş bir
kısmı tam teşkilath liselere gönderilecek yerde her ilkokulu bitiren
ortaokul isteme ğe, her ortaokulu bitiren lise isteme ğe her liseyi bitiren
yüksek okul veya üniversite isteme ğe başladı. Bu tek yönlü tahsilin
zararlarından biri de köylerden şehirlere do ğru akını körüklemesi
Her sene biraz daha artan bu lise mezunlar ım yüksek öğretim almaz
oldu.
Bütün lise mezunlar ına yüksek okul ve üniversite kapıları açıla-
maymca onları sınavdan geçirmek zarureti do ğdu. Bir yılda 50.000 lise
mezunundan mevcut üniversiteler ancak 18.000 ini alabildi ğine göre
bu kadar öğrenciyi kompozisyon ve soru şeklinde tam bir sınavdan
geçirecek komisyonlar kurulmas ı da imkansız hale geldi. *
O zaman hakiki sınavların yerine test usulüne ba ş vuruldu. Test-
lerde en çok puvan alanlar önceden belirtilmi ş Fakülteler veya Yüksek
Okullara girebileceklerine göre, az puvan alanlar ancak belirli baz ı
Fakülte veya Yüksek Okullara girmeğe mecbur oldular. Bu da ö ğren-
cilerin idealleri veya arzular ına uymayan yönlere do ğru sevk edilmeleri
sonucunu doğurdu. Ayrıca test'e giren ö ğrencilerden birço ğu hiç bir
yüksek okula giremeyince okumu ş işsizliği diyebileceğimiz bir eğitim
krizi doğdu.
Bunu önlemek için bir yandan özel yüksek okullar devletle ştirildi.
Bir yandan da Devlet Üniversitelerinin ve Resmi Yüksek Okullar ın
sayısını arttırmağa çalışıldı. Aşağıdan yukarıya doğru artan bu baskının
krizinden kurtulmak için bu tedbirler hakikaten yerinde idi. Fakat bütün
meseleyi çözmüş bulunmuyordu. Çünkü süratle artan bu yüksek ö ğre-
tim müesseselerinin araçlar ı ve öğretici heyeti bakımından kusursuz
olmasına imkan yoktu. Ayrıca, sayıları ne kadar artarsa arts ın, her
sene büyük bir hızla çoğalmakta olan lise mezunlar ım yerleştirmeğe
yetmeyecekti. Tek hath ö ğretim sistemi bu mahsulleri verdikten sonra,
iş hayatına değil kitap adamlığına, memurluğa göre hazırlanmış olan
gençliğe bu durumda hayata göre yeni yönler vermek kabil de ğildi.
Maarifin tüketici bir zümreyi artt ırmasından ibaret olan bu kriz an-
cak gelecek yıllara göre tedbir al ınarak düzeltilebilir. Bunun için de
* 1973 de yüksek okullara girmek isteyenlerin say ısı 140,000 e çıktı.
44 }filmi ZIYA ÜLKEN

çok yönlü bir ortaöğretimi mümkün olduğu kadar çabuk hazırlamal ı,


bu okullarda yeniden faal e ğitim (education active) metoduna dönmeli,
1926 da başlayan te şebbüse hız vermelidir.
Siyasi partilerin 1946 dan beri gelişmesine paralel olarak e ğitim
hayatında da gelişme ve kriz olmuştur. 1946-50 aras ında Halk Partisi
ve Demokrat Parti mücadelesi devletçilik-liberalizm çat ışması ile ifade
edilebilir. Programları bakımından bu çatışma bariz olmakla beraber,
esasta iki partinin temel görü şleri bu derecede z ıt değildi. Halk Partisi
devletçi ise de özel sektöre ve şahsi teşebbüse de yer veriyordu. Demok-
rat Parti ise fertçi ve liberal olmak iddias ına rağmen devlet te şebbü-
büsü ve inhisarlar sistemini terk etmemi şti. İki partinin esas ayr ılığı
yeni gelişmekte olan bir müte şebbis zümresinin iktidar ı ele geçirmek
istemesinde toplanıyordu. İşin aslında bu yeni zümre Halk Partisinin
verdiği imkanlar yard ımiyle II. Dünya sava şı sırasında meydana gel-
mişti. Öyle ise yeni iktidar eskisinin içinden ç ıkmış, fakat liberalist
bir ifade ile i ş sahibi olan büyük bir zümrenin oyu ile 1950 de iktidara
gelmiştir.
Yeni iktidarın ilk Maarif Vekili 1926 da faal eğitim görüşünü
ortaya atan ve ilkokuldan ba şlayarak sonra ortaokullara do ğru bu
metodu uygulayan Avni Ba şman idi. Aynı teşebbüste onunla i şbirliği
yapmış olan Emin Erişirgil 1946-50 arasında ayrı bir safta Halk Par-
tisi İçişleri Bakanı olarak görünüyor. Avni Başman -ara ştırma ve tec-
rübe metoduna göre- liseler için sosyoloji kitab ı yazmayı bu makalenin
yazarına teklif etmiş, fakat pek az sonra Bakanl ıktan ayrıldığı için bu
teklif gerçekle şmemişti' Celal Yardımcı'nın Maarif Vekilliği zamanında
Sosyoloji kitabı teşebbüsünü daha radikal bir surette ele ald ık ve Sos-
yal Araştırma Merkezi kurulmas ını teklif ettik. Celal Yard ımcı bu tek-
lifi destekledi. Vekalet dairelerinin kat ılması suretiyle Merkez kuruldu.
Ancak, bunun için gereken araçlar verilemedi ve resmile şemedi.
UNESCO Genel Merkezi'nden yardım istedik: böyle bir Ara ş-
tırma Merkezi'nde çalışabilecek elemanları yetiştirmek üzere bir ikmal
kursu yapmayı UNESCO Milli Komisyonu ile birlikte Vekalet kabul
etti. Araçlardan mahrum olan Ara ştırma Merkezi yıllarca faaliyetten
uzak kaldıktan sonra te şebbüsümüzle Maarif Vekaleti ikmal Kursu'na
40 Lise Sosyoloji ö ğretmeni gönderdi. 1957 yaz ında bu kurs İstanbul
Lisesi'nde bir buçuk ay çal ıştı.
1950 den 1960'a kadar Demokrat Parti kuvvetlendikçe lise ve orta
okulların arttırılması da hızlandı. Bu devrede bu okullar say ısının tek
yönlü eğitim sistemine göre ne derecede artt ığını bu yazının baş tara-
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞİTİMİ 45

fındaki istatistik say ılarla gösterdiğimiz için, tekrar bu konuya dönmi-


yeceğiz. Artış Demokratik e ğitimin tabii neticesi olmakla beraber, bu
artışın doğurduğu kriz onunla ilgili değildir. Demokratik eğitim bürok-
ratik bir sisteme göre tüketici ve memur yeti ştirmeyi asla hedef edinmez.
Halkın okutulması ve okuyanların çok çe şitli iş ve hayat sahalarına
göre orta veya yüksek ö ğretim almaları demokratik eğitimin temel
amacı olmalıdır. "Bureaulan ço ğaltmak demokrasiye uygun de ğil,
aykırıdır. Okumuş sayısı arttıkça bir milletin muhtaç olduğu fikir,
sanat ve i ş adamlarını yetiştirme çareleri de birlikte aran ır. Şüphe yok ki
milli bünye çok görevli, farkhla şmış şekil aldıkça memur ve emplojy
yetiştirme ihtiyacı da artar. Ancak bu art ış milletin iş hayatının iste-
diği insanların yetiştirilmesi ile orantılı olmalıdır.
Bu safhada üniversite ile Maarif Vekaleti aras ında bazı esaslı ka-
nunlarda gerginlikler doğmağa başladı : 1) Üniversite mezunlarının
göreceği işin aynını görmek üzere hazırlanmış Yüksek Eğitim. Enstitü-
leri meydana geldi. Bunlar ö ğretimi kendi çat ılan altında vererek üniver-
siteye rakip kurullar haline geldiler. Halbuki bu kurumlann ilk örneği
Fransa'da Ecole Normale Superieure idi. Onlarda ö ğrenciler Edebiyat
ve Fen Fakültelerine devam ederler, bu kurumlarda yatarlar ve tamam-
layıcı bazı bilgileri orada akşam derslerinde görürler. Bu esasa göre
kurulmuş olan Yüksek Öğretmen Okulu (Darül-Muallimi Aliye)de
aynı öğretim tarzına bağlı idi. İlk defa 1950 den sonra bu kurumlar
içinde öğretim yapılmak suretiyle üniversiteye rakip hale geldiler.
Maarif Vekaleti bir yere tayinde onlar ı Fakülte mezunlanna tercih
etti. Eski sistem bozulmasa idi ne bu rekabet do ğar, ne de üniver-
site mezunlanna "mahreç" arama diye bir mesele ortaya ç ıkardı.
2) Bu buhranlı durumda üniversite ile M. V. nin karşılıkh hataları
vardı. Bunları şöyle sayabiliriz : a) Üniversite Devletle i şbirliği yapa-
rak, alacağı öğrencilerin şartlarını konuşmalı, üniversite ö ğrencilerine
verilecek bilgi lise ve ortaokul ihtiyaçlarına göre ayalarlanmal ı idi.
b) M. V., Yüksek Öğretmen Okulunu Üniversiteden ayırarak, ayrı
bir kurum haline getirmemeli idi. c) Bu gerginlik ö ğretmen okulların-
dan başlayarak bütün M. Kurumlarına yayılmıştır. M. V. ve Öğretmen
okulu mezunları üniversiteyi rakip gibi görme ğe başladılar. Bu son
noktada Üniversite özerkli ğinin her iki tarafça iyi anla şılmamış olma-
sına vardı. Üniversite Devlet içinde devlet de ğildir. Özerklik (muhta-
riyet) Üniversite Öğretim Üyelerinin ilmi yetkileri nisbetinde kendi
kendini kontrol edecek hale gelmesi demektir. Bu özerklik te asistan
ve profesörlerin bir kürsüye ba ğlanmaları ile kayıtlıdır. Üniversitenin
46 H LMİ ZIYA üLKEN

binaları, öğretim araçları devlete ait olduğu gibi öğretim üyeleri de


aylıklarım devletten alırlar. Bu bakımlardan özerklikten bahsedile-
mez. Yani devlet bu hususlar ın mali kontrolünü yapar. Kendine ait
şeylerin herhangi suretle tahribinde onlar ı korur ve bu tahripleri önler.
Üniversite Özerkliği kanununu, bu gibi hususlara kar ışmamak şeklinde
yorumlamak bu kanunun ruhuna ayk ırıdır. a., b., c., No. ları ile gös-
terdiğimiz hususlar özerkli ğin gerek üniversite gerek M. V. taraf ından
tam anlaşılmamış olduğunu göstermektedir.
3)Lise ve Ortaokullar ın aşırı artması karşısında, üniversiteye
girmek şartları ayarlanmıyacak hale gelmiştir. 4) Maarif Şut-alan git-
• tikçe ça ğrılanları fazla smırlayarak, bir çok Maarif ve Üniversite
şahsiyetlerinin dışarıda kalmasına sebep olmuştur. Halbuki, yukar ıda
özetlediğimiz 1 nci Maarif Şurası (1939) bütün ilgilileri toplama bak-
ımından oldukça hassas davranm ış, Şfıra'da yapılan tartışmalar temel
fikirlerin ve programlar ın ayarlanmasına mani olmamıştı. Üniversite
ve Maarif hayat ı genişledikçe, bütün kongrelerde olduğu gibi, üye
sayısı ve çeşidi bakımından genişlemesi lazım gelirdi. DemokratParti
devri liberalizme dayand ığı için, her zamandan daha ziyade bu ka-
ideye riayet etmesi gerekirdi.
Cumhuriyet devri Maarif hayat ında dördüncü safha 1960 y ılındaki
Askeri ihtilal ile ba şlar. Yeni devlet ba şkanı ; a) Okur —Yazar say ı-
sının arttınlması (okuma seferberliği); b) Temel e ğitim( education de
bale) fikrinin savunulmasını ileri sürdü.
Vakaa bu ikincisi 1960 dan önce de düşünülmüş ve teşkilatlandırma
ön—hazırlık için Canada'dan Beaugrand Champagne uzman olarak
getirilmişti. Bu zatın memleket içinde ilk çal ışmaları Temel eğitimi
uygulama güçlüğünü gösterdi. Cemal Gürsel bu fikirde israr etti ve
bunu uygulayacak Milli Eğitim Bakanı aradı. Ancak 1960-62 aras ın-
daki siyasi vakalar ın çokluğu buna imkan bırakmadı. Milli Eğitim
Bakanlığının kaldırılarak onu da içine alan bir Kültür Te şkilatı kur-
ulması tasarısı, M.B. Komitesinden 14 üyenin uzakla ştırılması ile neti-
cemiz kaldı. 114 ve 115 sayılı Kanunlarla 147 Üniversite Profesör ve
doçenti işlerinden uzakla ştırıldı ve bunun sebepleri aç ıklanmadı. Basın
ve Yayın bu harekete kar şı koydular. Ara seçimlerle kurulan B.M.M.
üyelerinden bir kısmı da bunlara kat ıldı. Nihayet 114 sayılı kanun dü-
zeltildi ve 147 öğretim üyesi yerlerine döndüler. Fakat 115 say ılı ka-
nundan bazı neticeler do ğdu: 1) Üniversitede disiplin, hiyerar şi ve
dirlik kayboldu. Çünkü s ınavları ve yükseltilmeleri profesör kuruluna
bağlı olan doçentler bu kurula girdiler ve hükümler üzerinde rol oy-
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 47

nadılar. 147 lerin uzakla ştırılması hadisesinde "ihbar", ve jurnalcilik


zihniyeti üniversite içine girdi ve ilim çevresinde çok zararl ı etkileri
oldu. 115 No: kanunun kald ırılması bu durumu ancak kısmen düzel-
tebildi.
Cumhuriyet devri Milli Eğitiminde beşinci safha geçici Meclisin
kurulması ve siyasi partiler çoklu ğu ile başlar. Bu devrin ilk ad ımı
coalition hükümetinin kararsızhğında görülür
Demokrat Parti yerine yeni kurulan Adalet Partisi iktidara geçti.
Nisbeten istikrarh bir hükümet do ğdu. Maarif işinde, 1938 den sonra
başlayan Lise tipinin yayılması, okuma seferberliği fikrini aşırı bir
derecede ilerletti. Niteli ğe değil niceliğe (quantit) önem verdi. Orta
öğretim kurumlarının günden güne çoğalmasına karşılık araçlar
bakımından bir çokları çok yetmez, hatta ac ıklı bir durumda bulun-
maktadırlar. Üniversite sayılarının artmasına rağmen, bu nis-
betsiz ve tekşekilli çoğalış tahsili bazı yerlerde yeterli, fakat bir çok
yerde kifayetsiz hale koydu. Buradan do ğan buhramn son 7-8 y ılda
nasıl süratle arttığını herkes görmektedir . Bu yeni hadiseler içinde
eski bir eğitim problemi canlanm ış görünüyor: Bu da Taba a ğacı
teorisidir. Eski Maarifte bu görü şü savunanlar ortaö ğretim hoca k ıt-
lığını bundan başka yolda gidermek mümkün olmadığı için haklı idiler.
Fakat hoca yeti ştirmek içinde ilk ve orta ö ğretimde ba şarı kazanmış
olanların yüksek öğretime çıkması gerekiyordu. Hasılı Ttıba fikri
doğru olsa bile, onun aksinin yanh şolması lazım gelmez. Bu iki fikir
eskiden beri yumurta-tavuk ili şkisini hatırlatmaktadır, ve aralarında
bir kısı r döngü (cercle vicieux) vard ır. Bu gün de onlar yine 1960 dan
sonraki eğitim hayatımızda meydana çıkmış bulunuyor: Bir yandan
ilk öğretimin yayılmasına dayanan Maarifciler ki bunlara Hakk ı Ton-
guç'un Köy Enstitüleri tezinden ba şlıyarak bugüne kadar süren halk-
çılar girer. Öte yanda Gökalp' ı temel diye görenlerden Mümtaz Tur-
han'ın Kültür değişmeleri ve yüksek Eğitimde sathi bilgiye kar şı
savaşan "uzman" yetiştirme tezi girer. Bu günkü Türk e ğitimcilerinde
bir az sol ve sağ eğilimleri temsil eden bu iki görüş mücadele halin-
dedir.
Uzman yetiştirme tezine "sağ" adım vermek pek hakh davran ış
değildir. Çünkü bu görüş soyut ve temelsiz bir Maarifin demokrasiye
dayansa bile bu sorumluluktan kurtulamad ığı, özel şartları ve değişme
tarzı hesaba katılmadan ne soyut bir "millet" den ne de soyut ve u-
mumi bir "demokratik eğitim" den bahs edilebilece ği kanaatindedir.
Bunun için de sosyoloji ve iktisadin genel kavramlar ına haps olmayan,
48 HİLMİ Z İYA ÜLKEN

kültür değişmelerinin özel şartlarını inceleyen kültür antropoloji-


sinden hareket etmenin do ğru olaca ğını ileri sürer. Yeni Üniversite
Kanunu bu sakıncaları büyük bir nisbette ortadan kald ırma amacı
gütmektedir A) Öğrenci ayaklanmalarına karşı tetbir almıştır. B)Öğ-
retim üyelerinin ideolojik tahriklerini önleyecek surete haz ırlanmış,
C) Üniversite özerkli ğinin yanlış anlaşılması ve kötüye kulan ılma-
sını ortadan kald ıracak maddeler konmu ştur, v.b...
Bu düzeltmelerden sonra da,yine üniversite bütünü ile Fakülte-
telerin münasebeti, Fakülteler içinde kürsülerin birbiri ile münase-
beti, Fakültelerin özerkliklerine uygun çal ışma tarzları, pıratik ve tek-
nik amaçları olan Fakültelerle do ğrudan doğruya ilmi hedefi olanların
farkları ve münasebetleri, v.b. konular üzerinde yine de dü şünmekten
geri kalamayız.
Üniversitenin Fakültelere ayr ılması, belirli hedefleri olan ilim
zümrelerinin aralarında metod, konu ve amaç bak ımından sıkı münase-
sebet olanlarına göre gurupla ştırılması ihtiyacından do ğmuştur. Böy-
le olmasaydı, Descartes' ın anladığı gibi üniversel ve tek ilim görü-
şüne göre üniversitenin parças ız bir bütün olması gerekirdi.
Üniversitelerin tarihi gösteriyorki Fakülteler ayr ı zamanlarda
safha safha meydana gelmi ştir". Bu do ğuş her yerde aynı değildir.
Ortaçağda ilk üniversiteler Nizaınül—rnülk'ün kurduğu ve Gazali'nin
idare ettiği Nizamiye medreseleridir. Onlarda ö ğretim: a) Dini ilim-
ler, b) Dünya ilimleri diye iki zümreye ayrılıyordu. İkinciler çok sı-
nırlı idi. Eskiden Cami dersleri okutulurken sonradan ö ğretim konak-
larda yapılmış, 12 nci yüzyılda Büyük Selçuklular zaman ında Külliye
denen medreseler kurulmu ştur. Batı orta çağında ilimler; a) Trivi-
um, b)Quadrivium diye ayr ılan yedi bölüme göre veriliyordu. İlk defa
13ncü yüzyılda İlâhiyat (The'ologie) ve T ıp Fakülteleri ayrılmış, son-
raki yüzyıllarda bunlara Hukuk Fakültesi kat ılmıştır. 18. nci yüzyıl-
dan sonra Lâikle şme nisbetinde Thdologie Fakültesi içinden Ede-
biyat daha sonra Fen Fakültesi ayr ılmıştır.
Burada onların tarihi gelişmesine girmeden Amerikan, İngiliz,
Alman ve Fransız Üniversitelerinin farkl ı safhalardan geçtiğini işaret
edelim. Amerikada mahalli idarelere ba ğlı olanlar, özel bütçeli ve bir
Vakıfla idare edilenler, devlet üniversiteleri çok farkl ıdır. Bir kısmı
yanlız College veya ihtisas derecesindedir.Almanya'da Edebiyat ve
Fen Fakülteleri bir bütün te şkilederek Felsefe Fakültesi adını alır. Bu
özellik Almanya'da iki Fakültenin metod, konu ve amaç bakımından
CUMHURIYET DEVRİ 50 YILLIK TÜRK E ĞİTİMİ 49

birbirine benzemesi ve ba şka fakültelerden ayr ı karakterde olmas ından


ileri gelir.
Fakülteler arasında konu ve hedef bak ımından şöyle bir ayırış
yapabiliriz: I) Konusu pratik bir sanata ba ğli olan , pratik hedefleri
olan fakülteler; Tıp Eszacılık, Hukuk, İktisat gibi Bunlardan her
biri hekimlik, aczacılık, hukuk işleri, Ticaret ve İktisat işleri gibi
belirli bir sanata göre insan yeti ştirmektedir. Bu sanatlar bir yandan:
a) Serbest meslek, öte yandan: b) Sosyal vazifedirler. Yani bu fakülte
mezunları hem serbest meslek sahibi olabilirler. Muayene hane,
eczane, yazıhane, ticarethane açarlar. Hem de sosyal bir vazife (ödev)
sahibi olabilirler. Devlet hekimi, yarg ıç, iktisat müşaviri ve memuru,
v.b.. II. Konusu belirli bir sanata ba ğlı olmayan, yani pratik bir he-
defi olmayıp hasbi (d6intftess) ilimle u ğraşan Fakültelerdir: Fen,
Edebiyat, bazen de Tarihi Ilimler Fakülteleri gibi. Bunlar bir sanata
yönelmezler. Serbest meslek adam ı yetiştirmezler. Bununla birlikte,
bu ilim zümrelerinden bir kısmı belirli sosyal görev sahibi yeti ştirir-
ler, her şeyden önce ilimlerin konularına karşılık olan resmi te şekkül
ve kurumlardır. Sözgelişi Arkeoloji müze idaresi ve kazılar, Tarihi
arşiv, kütüphane çalışmaları Sosyal ilimler Çalışma Bakanlığı , ikti-
sat Bakanhğı için Coğrafya İçişleri ve Vilayet İdareleri, Filollojiler
bütün devlet müesseslerinin tercüme i şleri için. Fakat Matematik,
Felsefe, Biyoloji gibi saf ilim ile u ğraşanlar serbest mesleklere haz ır-
lanmadıkları gibi, kendilerine belirli bir sosyal görev de bulamazlar.
Onların hedefleri do ğrudan doğruya saf ilimdir. Kant'ın "Fakülte-
lerin çatışması " adli kitabında çok açık anlattığı gibi bu bilgi dalları
üniversitenin temelini te şkil ederler. Kant bu eserde pratik bir
amaca göre insan yeti ştiren Tıp, Hukuk, ilâhiyat Fakültelerinin saf
ilimle uğraş an Felsefe (yani Fen veEdebiyat) Fakültesine bo ş yere hu-
cum ettiklerini, kazanç hedeflerini birinci plâna koyan zihniyetin has-
bi ilim araştırmasına kendini veren zihniyete saygı göstermesi gerekti
ğini söylüyor. Bununla beraber pratik amac ı olan Fakülteler de ilmi
araştırma temeli te şkil eder. Bu yüzden onlar tahsil devresini uzatma
zorunda kalm ışlardır. Bu iki büyük grup aras ında önemli bir fark da
konularının bircinstenliği (hoınoOrı it) noktasından ileri gelmektedir:
a) Amacı bir sanat (art) olan Fakültelerin kürsüleri tek bir filmin uygu-
lanmasındaki bölümlerden ba şka bir şey değildirler. Hukuk Fakülte-
sinin konusu yalnız Hukuk ilmidir. Bütün dalları ile birlikte bu filmin
ilkesi (principe), konusu ve ruhu ayn ıdır. İdare hukuku, Esasi hukuk,
Kamu hukuku, Devletler hukuku, Ceza hukuku, Ticaret hukuku onun
50 HILMI ZIYA &KEN

dallarıdır. Tıp Fakültesinde de bütün kürsüler insan biyolojisinin dal-


larıdır. Bu durum bu Fakültelerdeki asil bircinstenli ği temin eder. b)
Amacı saf ilim olan Fakülteler ise, birbiriyle bazen hiç ili şiği olmayan
bir çok ilim dalları= bir araya gelmesinden do ğmuştur. Fen Fakültesi
matematik, Tabiat ilimleri diye esprit'si bir, fakat metodu ayr ı iki grupa
bölünür. Edebiyat Fakültesi ise Tarih, Co ğrafya, Felsefe, Filoloji,
Sosyal ve ruhi ilimler gibi ayrı gruplardan ibarettir. Bundan dolay ı
hasbi ilim Fakülteleri ilkeleri bak ımından ayrıcinstendirler. Ancak
Edebiyat Fakültesi dallar ın' birleştiren vasıf onların İnsan İlimleri ol-
masıdır. Bunun için son yıllarda bir çok memleketler bu terimi benim-
semişlerdir.
Hasbi ilim Fakültelerinde, belirli bir sosyal göreve kar şıhk olsun
veya olmasın, bütün dalları birleştiren genel bir hedef vard ır ilimler
2500 yıllık medeniyet tarihinde ö ğretilerek ve öğrenilerek kuşaktan
kuşağa geçmiş ve bugünkü muazzam şeklini almıştır. Öğretme ilim
tarihinde o kadar esasl ıdır ki, hemen insanlıkla birlikte başlamıştır.
Ilkel cemiyetlerde büyücüler bilgilerini mahrem olarak baz ı insanlara
öğretirlerdi. Eski Mısır'da Matematik ve Astronomi bilgisine sahip olan
Harpedonapte rahiplerinin de mahrem bir ö ğretme yolları vardı. Pytha-
gore aritmetik'in esaslar ını ve esoterique öğretme usulünü onlardan
almıştı. Platon'un Akademia'sından sonra Aristo ilk defa esoterique
ve exoterique öğretimi ayırmıştı. Hasbi ilim Fakülteleri olan Fen ve
Edebiyat belirli hiç bir kazanç i şine, hatta belirli bir Devlet müessese-
sine cevap vermedikleri halde, hiç şüphesiz öğretme görevine kar şılık
teşkil ederler. Ilim adamı, mesleğe girdiği andan ölünceye kadar de-
vamh bir öğretmen ve ö ğrencidir.
Öğretme ve ö ğrenme, ilim müessesesinin temel görü şleri olunca,
Fen ve Edebiyat Fakültelerinin çe şitli dalları tek bir amaç, yani hocal ık
amacında birleşirler. Bu fakültelerin mezunlar ı için ideal, insan yeti ş-
tirmektir. Vakaa ilim her yerde bulunur. Amac ı pratik sanat olan Fa-
kültelerden, yüksek ve ortaokullardan büyük ilim adamlar ı yetişebilir.
Fakat bunlar istisna olaylar oldu ğu halde hasbi ilim adamı yetiştiren
Fakülteler bu amaç için örgütlenmi şlerdir. Bu iki fakülte, sırf ilim olmak
bakımından başka fakültelerle ortak temeller üzerindedirler. Görevle-
rini iyi görürlerse teorik bakımdan onlara rehberlik bile edebilirler.
Fen Fakültesinin temeli olan Matematik ilimler onu Teknik Üniver-
sitelerine, Tabiat ilimleri ise T ıp ve Eczacı Fakültelerine yaklaştırır.
Edebiyat Fakültesindeki Tarihi ve Sosyal ilimler onu iktisat ve Hukuk
Fakültesine yaklaştırır. Pratik amaç bakımından zıtlık bu suretle silinir.
Hepsinde ortak olan objektif ilim zihniyetidir.
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 51

Şimdi Fen ve Edebiyat arasındaki fark üzerinde durmal ıyız. Fen


Fakültesine giren ilimler kat'i veya pozitif ad ını alır. Fakat bu ilimler
matematik ilimler gibi belirli bir tabiat olay ını konu olarak almayan,
yalmz nicelik ilişkilerini tetkik eden dedüktif ilimlerle, cans ız ve canlı
tabiatı inceleyen indüktif ilimler diye iki gruba ayr ılır. Bu ayrılık Oologie
ile tabii coğrafyanın ayrılışından daha az önemli de ğildir. Bundan ba ş-
ka tabiat ilimlerinin de kat'ilik (exactitude) bak ımından derecelere
ayrıldığını söylemek gerekir. Edebiyat Fakültesindeki ilimlere gelince:
bunlar bazen Comte'un görü şüne göre tabiat ilimleri kar şısına sosyal
ilimler (sosyoloji) olarak çıkarlar. Metod bakımından onlardan ayrıl-
mazlar. Bazen tabiat ilimlerinin kar şısına Manevi ilimler (Geisteswis-
senschaften) veya Tarihi ilimler olarak ç ıkarlar. Birinci ve ikinci bölü-
nüş arasındaki büyük fark meydandad ır. Ancak ikinci ayrıh şı, konu
bakımından yaparak tabiat ilimleri kar şısına İnsan ilimlerini koyunca
iki görüşün uzlaşmaz farkı azalır. Vakaa Edebiyat ve onunla ilgili Dil-
Tarih, ilahiyat, E ğitim Fakültelerinin ilimleri ba şta Felsefe olmak üzere
bütün insani ilimleri sıralarlar. Nitekim onlara bir ba şka bakımdan
Tarihi ilimler demek yanl ış olmaz. Böyle anla şılınca tarihi ilimleri
konu olarak alan Fakülteler, s ırf teorik temel olmaları bakımından
Hukuk ve Iktisat Fakültelerini de kendilerine yakla ştırırlar. Almanya'-
da Fen ve Edebiyat Fakültelerini birle ştirerek Felsefe Fakültesi demeleri,
saf ilim amacını gütmelerinden ve hepsinde ö ğretmen yeti ştirmenin
başlıca hedef olmas ındandır.
Bu bütüne ilahiyat ve E ğitim Fakültelerini de katmal ıdır. Çünkü
onlar da saf ilim amac ı güderler ve ö ğretmen yeti ştirirler. Bu fakülte-
lerde esaslı hedef öğretmenlik ve sosyal görevler oldu ğuna göre onlar ın
M. Eğitim Bakanlığı başta olduğu halde bütün devlet müesseseleri ile
işbirliği yapması, onların ihtiyaçlarını gözönüne alarak eleman yeti ştir-
mesi gerekir. Mezunlar ın hangi görevlerde kullan ılacakları, yani "mah-
reç" sorusu birinci plana al ınmadığı için geçen on yılın Üniversite-
Milli Eğitim gerginlikleri do ğmuştur. Mahreç sorusu aç ıkça ortaya
konunca hiç bir fakülte dal ı mezunlarının kullanılacakları yerleri (is-
tihdam) dü şünmeden soyut bir programa göre hareket etmemelidir.
ilim için ilim yapmak tasasmın yanında ihtiyaç için ilim yapmak, ö ğ-
retmenlik ve sosyal görevlerin istedi ği şartlara göre eleman yeti ştirmek
tasarıları da yer almalıdır ki, mezunlardan bütün sosyal hizmetler
faydalanabilsin.
Bütün Fakülteleri ile Üniversitenin iki görevi vard ır: 1) Araştırma,
2) Öğretme. Nitekim yeti şen öğrencilerin de iki görevi vardır: 1) Ara ş-
52 HİLMİ ZIYA ÜLKEN

tırıcı olmak, 2) Öğretici olmak. Fakat bu görevler birbirinden asla ayr ı


duramaz. Bir yanda araştırma, ötede öğretıne olamaz. Onlar aynı iş-
lemin iki manzaras ı olmalıdır: Ara ştırırken öğretmek, ara ştırma yol-
larını öğretmek, eski ara ştırmaları öğretmek birbiri içine girer.
Hocanın araştırıcı olması öğrencinin karşıda seyirci kalması caiz
değildir. Hoca yardımcıları ile ara ştırmayı birlikte yapmalıdır. Bazı lise
ve kolejlerde ö ğrenciler daha aktif olarak yeti şiyor. Fakat Üniversitede
öğ renci seyirci durumuna geçiyor. Bunun sebebi: 1) Ö ğrencinin eski
ve yeni Türk Literatürünü iyi kullanamaması, 2) Bir kısım öğrencilerin
yabancı dil bilmemesi, 3) Fakat ba şlıca ders sayısının çokluğu ve bun-
larda derinle şme imkânsızlığıdır. Öğrenci belirli sömestrlerde bütün
gücünü bir ilim dalı üzerinde toplama zorundad ır. Böyle olmazsa,
konferans dinleyicisi olarak, ezberci olarak kalmaya mahkümdur.
Öğretici olmak için pasif dinleyici olmaktan kurtulmak lâzımdır.
1) Bunun için her şeyden önce ö ğrencinin seminerlere aktif olarak ka-
tılması, tartışmalara girmesi gerekir. Ö ğrenci, sömestr başında kendine
verilen konuyu haz ırlar. Onu ders olarak anlat ırken öteki ö ğrenciler
aynı konuya hazırlanmalı ve tartışmaya girecek halde bulunmal ıdır.
2) Bunun için öğrenci her dersin bibliyografyas ım kütüphaneden çı-
karmayı ve fişlerini hazırlamayı öğrenmelidir. 3) Öğrenci sınava, yalnız
notları öğrenerek de ğil, kendisinin arkada şlarının ve hocaların seminer
çalışmaları hakkında tam bir bilgi ile girmelidir. 4) Her ö ğrenci iki
yıllık sertifika süresi içinde en a şağı bir defa bir ortaokul veya lisede
ders uygulamas ı geçirmeli, bu uygulamada bütün ö ğrenciler ve hocalar
hazır bulunmalı . Sonradan bu dersin öğretiliş tarzını hoca eleştirmelidir.
Öğrenci gerek ara ştırma gerek öğretme içinde yeteri kadar ekzer-
siz sahibi olmak için seminer kütüphanesinin faaliyetine devaml ı olarak
katılmalıdır. Bunun için: 1) Kütüphaneyi yönelten Asistan veya me-
mura yardım etmeli, 2) Bir travay' ın nasıl hazırlandığını bu sırada pra-
tik olarak ö ğrenmelidir, 3) Ö ğrenci aynı zamanda bütün gücünü verdi ği
sertifika ile ilgili üniversite ve şehir kütüphanelerine ba ş vurmak yol-
larını öğrenmelidir, 4) Ö ğrenci travay'lar ı muntazam yazılmalı ve
kütüphanelerde saklanmal ıdır (gerekirse ö ğrenci eski travaylara ba ş
vurur).
Öğrenci çalışmasını bir sertifikaya hasr ederken hocamn lüzum
göstereceği komşu ilimlerin bazı derslerini dinlemeli veya hocalardan
şahsen faydalanmal ıdır. Böylece ihtisasının derinleşme meziyeti yanında
etrafını görememekten ileri gelen sinirlilik ve darlık sakıncasından kur-
tulmalıdır. Her ilmi çalışma derinle şme ile genişlemeye aynı derecede
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 53

yer verme zorundad ır. Bir soru üzerinde derin ve orijinal çal ışabilmek
için, o soru ile ilgili olan ba şka sorular da göz önünde bulundurulma-
lıdır. Kısaca bütünü görmeye engel olan fazla dar ihtisas ilim kabiliye-
tini öldürür. Taklitçiler yeti ştirir. Fakat belirli bir soruda derinle şmeden
bir çok sorulara da ğılan ansiklopedik görüş de aynı derecede ilmi ara ş-
tırma ve öğretme gücünü k ısırlaştırır.
Yüzeyde genişlemek ve derinli ğine inmekten ibaret bu çift görev
üniversite zihniyetinin esasıdır.
Edebiyat, İlâhiyat, Fen Fakülteleri gibi ö ğretmen yeti ştiren mües-
seseler dışında aym amaçta ba şka kurumlar da var. İlk öğretmen okul-
ları, Ortaöğretmen okulları, Yüksek Öğretmen okulları gibi.. Bu te-
şekküller bize mahsus de ğildir. Onların ilk-örneklerini Fransa'dan al-
mış bulunuyoruz. Ancak orada Ecole Normale Supffieure'ler üniver-
sitelerden ayrı teşekküller değildir. Bizde aynı tarzda ba şlayan bu mües-
seselerin yine eski halini almalar ı beklenir.
Programlar ın vazıh yönlere göre ayarlanmas ı yetmez. Aynı za-
manda yetişenlerin kafalarını bir bilgi anbari olmaktan ç ıkarmaları,
pasif dinleyici olmamaları, araştırma ve öğretme işine faal olarak kat ıl-
maları, öğrencilerin ders dışındaki zamanlarını da kendi te şebbüsleri
ile bu faal eğitim yoluna çevirmeleri gerekir. Bil soruda yalnı z üniver-
sitelerin resmi dairelerle işbirliği yapması ve programları ayarlaması
yetmez; ö ğrencinin ve mezunların da bütün çabalariyle bu işde payla-
rına düşeni yapmaları, Fakülte öğretim üyeleri ile i şbirliği (coopera-
tion) yapmaları gerekir.
Bu işbirliğ inin mahiyeti nedir? Ö ğrenci, hatta kısmen mezun öğren-
ci herşeyden önce üniversiteyi hayat ın bir geçit yeri veya bir bina olarak
görmemeli, bir zihniyet ve ruh olarak görmelidir. Üniversite ruhu ho-
calar ve ö ğrencilere aynı zamanda nüfuz etmeli, onları ortak bir amaca
doğru işlemeye götürmelidir. Aynı ruha ve zihniyete sahip insanlar bir
tren garından geçenler gibi bir birine yabancı değildir. Hiç bir baskı
altında olmaksızın birbirlerini tan ır, sever ve sayarlar. Bir bütünün
parçaları olduğu için, birbirlerine daima muhtaçt ırlar. Çalışmaları,
mesleklerinde ve hayatta ilerlemeleri birbirlerine yard ımladır. Burada
öğrenciye düşen büyük bir ödev var: Üniversite tahsil devresinde
geçen 4-5 yılı büsbütün yeni ve aktif bir hayat ın staj devresi haline
getirmek!
Üniversiteye yalnız ders saatleriyle de ğil, bütün varl ığıyle bağlan-
mak !
54 HİLM İ ZIYA ÜLKEN

Nasıl diyeceksiniz de ğil mi ? Gerçekten bu çok güç bir i ş gibi gö-


rünüyor. Çünkü bunu önleyen bir çok engeller var : a) Önce bir k ısım
öğrencinin mali durumu. Öğrencilik yaparken hayatlar ını da kazanma
zorundadır. Okula kendini nasıl bağlasın ? b) Sonra bir kısmı evinde,
lisesinde kollektif çalışmaya alişmamıştır. Kimse birbirini tan ımaz. Her-
kes yanındakinden ürker. Bu kötü al ışkanlığı nasıl sarsmak ? c) Bir kısmı
da rahatına düşkündür. Yahut okul hayat ını küçümseyen despot aile-
lerin çocuğudur. Bunlar ne yaps ın? Bu şartlar altında çocukları hare-
kete geçirmenin çaresi nedir? Çaresi ö ğrenci Birlikleri ve mezun ö ğ-
rencilerin önemli bir hayat sorusu etraf ında toplanmaları ve hocalanna
yardım etmeleridir. Üniversite daha milyonlar sarf etse yukardan a şağı
inen soğuk emirlerle ne seminerleri canland ırır, ne öğrencileri kütüp-
hanelere doldurur ne onları geçim düşüncesinden yaz geçirir, ne de
aralarında aktif ve ortak bir çal ışma yaratabilir.
Bütün bunlar en güzel yap ıların, en zengin kütüphanelerin, e ğer
varsa en çalışkan hocalann yan ında, öğrenci kendiliğinden (spontan)
doğan bir kayna şmanın eseri olacaktır Milli ruh, hakiki insanlık gücünü
ancak böyle bir kayna şmada ve onun feyizli eserlerinde kendini gös-
terir. Öğrenci böyle bir ruh birli ği gösterirse orada Kantin'i kiralamak
için aylarca bekleme ğe lüzum kalmaz. Üniversitenin kütüphanesi,
okuma salonu, lokantası, büfesi, kahvesi ö ğrenciler tarafından yönetilir.
Öğrenci orada yalnız kendi kendini idareyi (self Government) de ğil,
aynı zamanda kısmen hayatını kazanmayı öğrenir. Karşılıklı sorum-
luluk duygusiyle birbirine ve bulunduğu kuruma ba ğlanır. Programım
idare ile birlikte çizer. Kabahatlilerini kendi içinden cezaland ınr. Ya-
zifeyi yük olarak değil kendi kurduğu düzeni devam ettirmek için ya-
par. Orada hüküm süren bask ı değil, sevgidir. Böyle bir hayat şeklinde
derslere devam, seminerlerin canl ılık'', travaylar ve tezlerin hazırlan-
ması da eskisi ile kıyas edilemiyecek kadar canl ı olacaktır. Bu kadar
canlı bir öğrenci ruhu uyandığı -zaman, artık münzeviler, ürkekler veya
mağrurlar istisna haline gelir ve bu ruhun sürükleyici kuvveti onlar ı da
ergeç yola getirir.
İstanbul'a yeni gelmiş genç bir Alman bana yap ılmakta olan Ede-
biyat-Fen Fakültelerini sordu — Yap ı bitmemiş, Dersleri ne yapıyor-
sunuz? — Bir kısmı yapılıyor, bir kısmında ders okutuluyor dedim. —
O, evet bizde de öyle! dedi. Savaşta harap olan binalar vardı. Şimdi
onlar bir yandan yap ılıyor, bir yandan ders okunuyor, Bu Üniversite
binalarını öğrenciler yapıyorlar. Öğleye kadar ders, ö ğleden sonra yapı
ile uğraşıyorlar. Her öğrenci nominal 50 fenik al ıyor. Bu hızla yapılar,
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 55

çabuk bitiyor dedi. Cevap veremedim. Şüphesiz durum bizde büsbütün


başka idi. Yalnız böyle muazzam bir yard ımlaşma değil, küçük işlerden
başlasak razıyım.
Öğrenciler birbirini tanımıyor, hocasmı tanımıyor. Kapı komşu
bir ilim dahnın öğrencileri öteki dalın hocalarını bilmiyorlar, bilmek
istemiyorlar. Halbuki Üniversite manevi bir birliktir. Hele bir Fakül-
tede bu birlik daha s ıkı ve daha kuvvetli olmak gerekir. Ö ğrenci Bir-
likleri, Mezun Birlikleri bu ruhu vermezse ba şka ne vazifesi kal ır. On-
lar anarşi çıkarmak, milleti birbirine dü şürmek için değil, dayanışma
kurmak milli bütünü desteklemek için kurulmu ş olmalıdırlar Batı
Milletlerinde öğrenci anar şilerine rağmen, çabuk düzelmeler bu birlik
ruhundandır. Biz bunları yapmaktan aciz bir millet de ğiliz. Eski ilim
kurumlarımızda bu hayat şeklini kurmuş bulunuyorduk. Bu gün dev-
let büyük fedakarl ıklar yaparak üniversiteye en geni ş imkanları verdi ği
sırada bu yapıları tahrip etmenin, vatan çocuklarını birbirine düşür-
menin en büyük suç olduğunu anlayacak yerde, üniversite çat ısından
çıkmış bir alevi yurdu saran bir yang ın haline getirmek kötü niyetin
ve cinayetin en büyü ğüdür. Devlet bütçesi ile yap ı, kütüphane, uzman,
laboratuvar, her şey yapılabilir. Fakat yalnız ruh yapılamaz. Onu can-
landıracak olan milletin kendisidir. Meslek hayat ına girişin en canlı
yıllarını yaşayan gençliktir. Atatürk bu vatanı Gençliğe emanet ettiğini
söyledi. Onların tahrip ve suç aletleri olmas ına Atatürk ve İnkilapçı ruh
asla razı olamaz. Atatürk'ün Gençlikten bekledi ği Milli ruh canlamrsa
Üniversiteye bütün kap ılar açılır. Pedagoji ö ğreten metodlarr konfe-
ranslarla değil, uygulayarak kazanılır ve böyle bir üniversitenin mezun-
ları sarsılmaz bir milletin temelini kurarlar.
Tarih boyunca üniversitelerin en büyük rolü büyü ve gerilik zih-
niyetine kar şı objektif ilim zihniyetinin savunulması olmuştur. Doğu-
nun eski medeniyetleri orijinalliklerini kaybetmeden bu zihniyeti be-
nimsiyorlar ve bu i şde üniversiteler önder oluyor. Biz de Tarihimizin
dinamizmini kaybetmeden bizi batılılaştıracak üniversiteler bekliyo-
ruz...
56 HİLIFI İ ZIYA "ÜLKEN

D İ PNOTLARI

1 Analphabetisme'le savaş demokratik eğitimin esaslı hedefidir; fakat biricik hedefi


değildir.
2 1925'de Maarif Vekaleti Statistik ( İhsaiyat) müdürü idim.
3 Traite Tl•dologico - politique (Bu kitabın Demokrasi'ye ait k ısmını Türkçeye çevir
miştim, Milli Eğitim Bk. Tercüme dergisinin özel say ısında çıkmıştır.
4 Anadolu'nun tam fethi Malazgird zaferi ile ba şlarsa da, ondan yüz y ıl önce Türkler
Abbâsilerin ücretli ordusu olarak Do ğu Anadoluya yerleşmiş bulunuyordu.
5 Batıda Lâtince, bizde Arapça ilim dili oldu ğu için bu ayrılık uzun sürmü ştür.
L e i bn iz 1700'e kadar eserlerini Almanca de ğil, latince ve frans ızca yazıyordu.
6 Ziya G ö k a 1 p, Türklesmek, ıslâmlasmak, Muas ırlaşmak, S. 5.
7 Sabahattin, Türkiye Nas ı l Kurtulabilir ?
8 Buna vah şi kavimlerde potlatch deniyor.
9 1933'den 1937 yılına kadar Mülkiye Dergisi'ndeki Mehmet Ali Şevki mütarekede
"Mesleki ktimai" adıyla çıkardığı dergide çal ışmalarına devam ederek maarif plânlan-
masmın sosyal ara ştırmalara dayanmas ı gerektiğini açıkladı .
10 Milli Eğitim Bakanları Saffet Arıkan, Hasan Ali Yücel, Avni Başman, Celal
Yard ımcı zamanlarında bu raporlar verilmi ş ve Bakanlıkla devamlı temas edilmi ştir.
11 Doçent Hıfzı Doğan, YeniÖ ğretim Sistemini Gerçeklestirme Üzerinde bir inceleme,
1971.
12 Hilmi Ziya Ülken, Eğitim Felsefesi, 1967 (Milli Eğitim Bakanl ığı).
13 Bu hatırlatmalar sözü geçen raporlardan, Mehmet Ali Şevki'nin makale serisin-
den başka Muallimler Birliği dergisinde ve gündelik gazetelerde bu makale yazar ı ve daha
birçokları tarafından yapılmıştır.
14 Rev ııe intern. de l'klucation des adultes et de la jeunesse'in birçok sayılarında
(1962-63) bu ara ştırmalara ait makaleler vard ır.
15 1962 yılı planlama kitabında verilen bilgiye göre "Yeni Vatan" gazetesinde bu
konuda 4 makale yaymlad ım ve dünyada eğitim reformlar ın' anlattım.
16 Bu bakımdan John Dewey, Eğitim ve demokrasi kitabiyle önderlik etmi ştir. Fa-
kat ondan sonra "terakkici", "reformism", "essentialism", "perennialism" (Eğitim kons-
tantların)a dayanan ve bazılarının "kültür gerilemesi" dedikleri e ğitim sistemi, v.b. bunlar-
dandır. Ayrı devletlerde veya ayn ı devlet içinde bu e ğitim çığırları çatışma halindedir.
(Theodor Bramaeld, Philosophy of Education in Çultural Perspective Edit. Reinhart and
Winston, 1955).
17 Doğuştan yetersizlik veya bak ım bozukluğu yüzünden iç gudde sisteminde bo-
zukluk ve beyin hastal ıkları gibi tedavisi çok güç veya imkans ız olanlar bu eleştirmenin
dışında kalır.
18 Liselerde edebiyat ve fen gurubu ö ğretmenlerinin ö ğrenciler hakkındaki hüküm-
lerinde de bu tek hedefli e ğitim yanlış rol oynar. Bazı öğretmenler kendi derslerin üstün
değer verdikleri için ö ğrencilerine karşı da cesaret k ırıcı bu yanlış hükmün tesiri alt ında-
dı rlar.
19 Kanun gözünde okul görmemiş çocuk yoksa da, eski devirler için bunu dü şüne-
biliriz.
20 L'Education Physique et les sports (L'Education en Europe) Strasbourg 1963.
21 Batı ülkelerinde birkısım filimlerin görülmesi 12, bir kısmı 16, hatta 18 yaşına
kadar çocuklar için yasakt ır. Bunlar totaliter de ğil demokrat cemiyetlerdir.
CUMHURIYET DEVRI 50 YILLIK TÜRK E ĞITIMI 57

21 Filmlere göre değişik yaşlar yasak - limit say ılmaktadır.


22 Hilmi Ziya Ülken, Uyanış Devirkrinde Tercümenin Rolü. 1934. (Dün ve Yar ın
Kütüphanesi).
23 Başka dillerden İliada'n ın manzum çevirisi yoktur. Frans ız şairi Leconte de'Lisle
mensur olarak çevirmiştir.
24 Fransız Üniversitelerindeki sertifical usulüne kar şılık Alman Üniversitelerinde
discipline usulü vardır. Bunda fakültenin seçilen bir kürsüsüne ait derslerin conenntrique
olarak başka Fakültelerin ilgili dersleri al ınır. 1933 Üniversite reformundan sonra bu usul
İstanbul Üniversitesinde de bir müddet tatbik edildi.
25 Bu sahife hemen aynen taraf ımızdan Eğitim Fakültesi Dergisinde (1970) yayın-
lanmıştır.
26 Tevfik Ararad: Tam ölçüde lise, 1939.
27 Başka demografik sebepler aras ında.
28 1936 da Saffet Arıkan zaman ında bir başka teklife göre yazılmış Sosyoloji kitabı
da bazı müdahelelerle neticelenmemi şti.
29 H. Z. Ülken; Eğitim krizinin kökleri ve Üniversiteler (E ğitim Fak. Derg. 1970),
, Batı Üniversitelerinin geli şmesi (Eğitim Fak. Derg. 1971).
LAIKLIK

Ord. Prof. Hilmi Ziya ÜLKEN

Laiklik dini inançla devletin ayrılması, yahut dinin devlet i şlerine


karışmaması, devletin de dini inançlara kar şı aynı saygıyı ve vicdan
hürlüğünü göstermesi demektir. Dini inançlar ve i şler dışında sosyal
hayatın başka değerleri ve kurumlar ı vardır. Sosyal eylemler ve i ş-
ler bu bakımdan üçe ayrılabilir:
1- Dini olan işler ve hareketler
2- (Dinsiz olan düşünceler ve hareketler)
3- Din-dışı (areligieux) olan i şler.
Kutsal hayat ın gere ğine göre yaşamak dini tapınmalarda bulun-
mak, dini harekettir. Bu inanc ı ve tapınmayı kabul etmemek dinsiz
bir davranıştır. Yemek yemek, giyinmek, oturup kalkmak din-d ışı
hareketlerdir. İşte laik deyince anlad ığımız bu hareket ve dü şünce
çevresidir. Laik kelimesi asl ında din adamları dışındaki halkı ifade
eder. Din adamlarının ibadetteki k ılığı, tapınma yeri (Cami, Kilise)
dinidir; onun dışındaki bütün kılıklar, halkın oturma ve ya şama tarzı
ve yerleri laiktir.
Ilkel dinler bütün sosyal hayat ı kapladığı halde, yüksek dinlerde
(Islâmiyet, Hıristiyanlık, Budizm) dini hayat dünya hayat ından ayrıl-
mağa ba şlamıştır. Birincisi için tapınaklar yapılmış, tapınmayı öğre-
ten bir zümre yeti şmiş, özel kılıklar do ğmuş ; İkincisi dinle ilgisiz (Ti-
caret, Tarım, Askerlik gibi) hayat alanlar ı halini almıştır. Fakat bun-
dan dolayı dini inançların bu laik hayata sokulmadığı sonucunu çıkar-
mamalıdır. Halka ait olan bütün i şlemlerde de dini sözlerin (Dualar ın)
ve hareketlerin (Tap ınmaların) rolü olmadığı söylenemez. Dini mi-
marlık sivil mimarlıktan, dini müzik sivil müzikten, dini edebiyat
din-dışı yani laik edebiyattan ayrılmıştır. Iktisat, Ticaret, Askerlik
gittikçe tam laik olmu ştur. Aile bütün sosyal de ğerleri kendinde top-
layan kurum olduğu için dini hayat ile ilişiğini en çok devam ettirmi ş
olmasına rağmen eğitim devletin eline geçtikçe, laik kanunlar ço ğaldıkça
laik vasıflar almaya ba şlamıştır. Bu ayrılışın yanında dini inançların
laik hayata veya laik hayat ın dini işlere karıştığı haller de eksik de ğil-
60 HILMI ZIYA ÜLKEN

dir. Şoför otomobili kullanırken dizel motorünün tâbi oldu ğu determi-


nizmi bilmeden arabasını yürütememekle beraber yine de araban ın
önüne bir dua levhas ını koymadan kendini alamaz. Ancak bu kar şılıklı
giri şme tarih boyunca sosyal de ğerler ve kurumların birbirinden ayrıl-
ması, değerlerin farkl ılaşması denen sosyolojik evrimin neticesinde
meydana gelmektedir. Vak ıa ilkel toplumlarda da bu farkl ılaşmanın
başlangıcı ile karşılaşırız. Yaşlılar kurulu, din adamlar ı ve büyücüler
kurulu bu ayrılışın ilk belirtileridir. Fakat henüz sanatlar, ahlak, aile,
vb. dini değerle ifade edilmektedir. Siyasi iktidar dini iktidardan ayr ıl-
mamıştır. Bazen din adamları (Kâhinler, Rahipler) siyasi gücü ellerinde
tutarlar. Bazen devlet adamlar ı (Kabile başkanları, Hükümdarlar vb.)
aynı zamanda dini gücü de temsil ederler. Yahudi peygamberleri ayn ı
zamanda hükümdar idiler. Timuçin siyasi güce sahip oldu ğu halde
dini başkan olan Gökçe'nin elinden bu kuvveti alarak dini devlet oto-
ritesine bağlamıştı. İki iktidarın birbirinden ba ğımsız olarak nüfuz-
larını devam ettirdikleri durumlar da vard ır: Eski Yunan'da hüküm-
darlarla kâhinler birbirini yenemeyen iki rakip kuvveti temsil ediyordu.
Fakat buna laik bir sosyal düzen denemez. Çünkü dini iktidarla siyasi
iktidarın mücadelesi, sonunda bunlardan birinin hakimiyetine yara-
bilir.
Nitekim hiristiyanlık aslında küçük cemaat (Eglise) lerin dini,
şehirlilerin (gentil) köylülere (Paien, Paysan) kar şı kurdukları din
birlikleri olduğu halde Roma imparatorlu ğu içinde geni şledikçe im-
parator Dioclectien'e kar şı rakip bir ikinci üniversel mertebe düzeni
kurmuş ve imparatorlu ğun ünüverselliğine eşdeğer dinin ünüversel-
liğini Catholique) meydana getirmi ştir. O zaman Kayser ve
İsa rekabetinde ikincisi üstün gelerek krallara ve Germen imparator-
larına hükmeden, onları aforoz eden bir dini-siyasi otorite halini
almıştır. Bu durumda İncil'in "Kayserin hakk ını Kaysere verin" aye
tindeki laiklik ilkesi ortadan kalkm ıştır. Do ğu Roma'da imparator
Iznik Konsilini kurarak birçok "Cemaat" inançlar ının temsilcilerini
topladı ve hiristiyanlığın temel fikirlerini Orthodoxie ad ı altında bir
dini devlet şekline koydu. Buraya katılmayan heterodoxe mezhepler
dışarı atıldılar. Bu dini kongre asl ında siyasi bir otoritenin nüfuzu al-
tında inançların sistemleşmesi olduğu için laikliğin tam zıddı idi. Çün-
kü bu suretle mezhep farklar ı red ediliyor ve inançlara kar şı hiçbir
tolerans kabul edilmiyordu. Buna, vicdan ve inanç hürriyetinin siyasi
otorite adına ortadan kalkmas ı demek gerekir.
Islâmiyet başlangıçta laik bir din olarak (yani dini i şler dışında
LAIKLIK 61

laik işlere yer b ırakarak) do ğdu. Siyasi otorite kimseyi inanma husu-
sunda zorlamad ı. "Sizin dininiz sizin benim dinim benim" ayeti gibi
"Dinde zorlama yoktur" ayeti ve ayn ı anlamdaki daha birçok ayet-
lerle desteklenerek islâmiyetin laik bir din olmas ını sağladı. Islam ce-
maati Medine'de kurulduğu senede yeni dine kar şı olanların hücumuna
uğradı. Bu silahlı hücumlar yüzünden kendini savunmaya mecbur
olunca sava ş başladı . Savunma sava şları İslam cemaatini ortadan kal-
dırmak istiyenlerin tam yenilmesi ile sona erdi. Fakat Mekke'nin fet-
hinde bir ayet kin yüzünden kimseye dokunulmamas ını emretti. Bu
ayet tolerans ın devam etti ğini gösterdi.
İslam Cemaati arap birli ğini temin ile kalmıyarak dünyaya yayı-
lan bir ünüversel cemaat (Ümmet) olmaya ba şlayınca yeni hukuki
kaideler kurdu ve bir devlet hukuku oldu.
İslam dininin esası beş farzda toplanmış olan mutlak emirlerdir.
Bunlar dinin zamanla de ğişmeyen inanç kurallar ıdır. islamiyet bunlar ı
kabul ettirmek için kimseyi zorlamaz. Fakat kabul edenlerin onlara
mutlak olarak inanmas ın ister. Bu farzlar dinin temelini te şkil eder.
Bunların dünyaya ait i şlerle ilişiği yoktur. Evlenme, Bo şanma, Miras,
Çocukların hakkını tanıma, Suçluyu cezaland ırma vb. gibi hukuki
fiiller dünyaya aittir. Böyle olmakla beraber Kur'an ayetleri nazil
oldukça bu gibi fiiller için de hukuki hükümler vermi ştir. Peygamberin
hayatı boyunca yeni hadiseler meydana çıktığı için bunlar yeni hüküm-
leri gerektirmi ştir ki buradan Kur'an' ın dünyaya ait hükümlerinin
hangi sebeplerle, hangi şartlar altında verildiği (İlmi esbab-en-Nüzül)
ve hükümler aras ında farklar veya çeli şme olduğu zaman nasıl davranıla
cağı (İlm-i Nasih ve Mensuh) konusunda sonradan çal ışmalar olmuş-
tur.
islamiyet mutlak dini emirler (Farzlar) ile hukuki kurallar ı ayır-
mak suretiyle temelinde laikliğe zemin hazırlamış, hukuki kurallar
sonradan Kur'an'a, Peygamberin sözlerine (Sünnet) dayanmak
üzere sistemle ştirilmiştir ki, bunlar Fıkh'ın "Muamelât" ad ıyle topla-
nan önemli bir k ısmını te şkil eder. Medeni hukuka, ceza hukukuna,
ticaret hukukuna vb. ait olan hükümlerin yorumlanmas ı ve sınıflan-
masında Kur'an ve Sünnet'den ba şka hukukçuların fikirlerini kar şı-
laştırma (K ıyas-ı-fukaha), halkın oyuna başvurma (kınalı-Ümmet)
esasları da göz önüne alındığı için bu temellerden son ikisine önem
verilmesine veya verilmemesine göre dört hukuk doktrini do ğmuştur.
Türklerin ço ğunlukla bağlandığı Hanefilik İmamı amili hukuk doktri-
nidir ki, yeni hadiseler kar şısında yeni hükümler verme imkan ını kabul
62 HILMI ZIYA OLKEN

etmekde ve "Zaman ın değişmesiyle hükümlerin değişmesi caizdir"


kuralına dayanmaktad ır. Bu söylediklerimiz de gösterir ki islami
Farzlar ile Hukuki hükümler ayr ı iki saha meydana getirir. Birinciler
dinin mutlak ve değişmez temelidir. İkinciler Allah'ın buyruğu olmakla
beraber ihtiyaçlara göre yeni şekillerde yorumlanma ğa elverişlidir.
Bundan dolayı İslam dini esasında mutlak emir alan ı ile hukuk alanını
ayırmış ve laikliği Kur'an içinde ifade etmi ştir. Yalnız İslam hukuk-
çuları (Fakihler) Muamelâttan ba şka İbadat ve Ukubatı da kendi
tetkik sahaları içine aldıkları için medeni hukuka ait olan hükümlerle
mutlak emperatif emirleri kar ıştırmışlar, bu yüzden Şeriat kelimesinin
ifade ettiği kanun anlamını pek doğru olmıyarak dinin temel kural-
larına yani Farzlara da yaym ışlardır. Esasi hukuk, devletler hukuku
hükümleri Kur'an'dan çıkarılamadığı için islam imparatorluğu kuru-
lunca böyle bir Esasi hukuk ihtiyac ı ile İmam Maverdi "El-Ahkam üs-
Sultaniye"de bir halifelik teorisi meydana getirmi ştir.
Laiklik Türk Cumhuriyeti Anayasasının temel prensiplerinden-
dir. Eski çağlara kar şı modern devletin en büyük zaferi laikli ğin doğu-
şudur. Aşiret reisi aynı zamanda büyük ailenin ba şı ve dini cemaatin
başkanı idi. Mısır Firavunları hükümdar olduklar ı kadar da, rahip ve
kâhin idiler. İlkçağ devleti din ve dünyanın bütün işlerini kendisinde
toplayan fonksiyonları bölünmemiş iptidai devletin devam ı idi.
İlk defa büyük göksel ve üniversel dinlerde din ve dünya ayr ıl-
maya başladı. Bu ayrılış cemiyetlerin geli şmesine, yani fonksiyonlar ın
ayrılışına uygundu. Dünya i şlerinin olduğu gibi din işlerinin de derin-
leşmesini, istiklal kazanmasını, keyfi iradelerin elinde kalmamas ını
temin ediyordu. Bu yolda ilk örne ği Budizm verdi. Ondan sonra Hiris-
tiyanlık, daha sonra Islamlık bu yolda ilerlediler. Fakat her üç din de
yayıldıkları yerlerde siyasi iktidar kazan ınca büyük imparatorluklar
kurdular ve ilk karakterlerini k ısmen kaybettiler. Ayn ı elde ruhani
ve cismani kuvvetler birle şti. Teokratik devletler haline geldiler. Bu
hal her üç dinin de özüne, asli karakterine uygun de ğildi. Hatta bir
bakımdan İlk-çağın fonksiyonları bölünmemiş devlet anlayışına dönüş
olduğu için gerici hareketlerdi.
Budizmde din dünyadan ayrılmışken Yüe-çi imparatoru Kani şka
onu, kendisinin baş rahibi olduğu bir devlet dini haline getirdi. Hiris-
tiyanlık "Kayserin hakkını Kaysere" vererek dinle dünyay ı aslında
ayırdığı halde, Konstantin Iznik Konsili ile mezhepleri birle ştirerek
ortodoks kilisesini kurdu ve hiristiyanl ığı esas ruhundan ay ırdığı
gibi, Papalığın dini cemaati bir devlet te şkilatı derecesine çıkarmasiyle
Batı Avrupada da bu hal meydana çıktı.
LAIKLIK 63

İlk zamanlarda halkla Kilise adamlar ı ayı-diyordu. Ancak Orta


Çağda Kilise adamlarının, Manastırların nüfuzu artt ı. Papalığın
aforoz kuvveti, cenneti sat ın alan "indulgence"ları, büyük malikane-
leri, Kilisenin ve tarikatların vakıfları, serveti, siyasi nüfuzu köylerin
kısmen zadegan ın Kilise nüfuzuna girmesine sebep oldu. 13 üncü
yüz yıldan beri ise Avrupa'nın birçok yerinde asri rahiplerin dilenci
tarikatlara kar şı mücadelesi, milli kiliselerin doğuşu, komünlerin kilise
haklarına karşı gelmesi, nüfus art ışı yüzünden yeni şehirlerin te şekkülü
ve şehirlerin Kilise adamlariyle, onlar ın siyasi ve hukuki nüfuzlarile
savaşları yavaş yavaş içtimai sahada Kilise adamlar ının kuvvetten
düşmesine, önce feodalizmin sonra da 16 ncı yüzyıldan beri monarşi-
lerin Kiliseden tamamen ba ğımsız kuvvetler halini almas ına sebep
oldu.
Bu içtimai evrime paralel olarak fikri bir evrim de görülmektedir.
Nüfus artışı ve şehirlerin kuruluşu Avrupa'da büyük üniversitelerin
kuruluşuna ve bunların uzun bir süre Kilise ile mücadelesine kap ı açtı.
ibn-I Rüştçülük (Averroisme) Aristo felsefesinin yay ılmasını temin
etti. Saint Thomas buna bir de dünya cemaati ve şahsiyet fikirlerini
getirdi. Fakat asıl yenilik ferdin, şahsiyetin dini cemaat bütünlü ğüne
karşı müdafaasiyle başladı. Bu çığırı Roger Bacon ve Duns Scot aç-
tılar. Reformdan çok önce ona zemin haz ırladılar. Ancak bu felsefi
hazırlıklar henüz hayata tesir etmeden uzakt ı.
15 inci yüzyılda kilise adamlariyle halk (laikler) aras ındaki bitmez
tükenmez mücadeleler nihayet "ruhani" ile "cismani" nin ayr ılmasına
sebep oldu.
Islâmiyette aslen rahiplik yoktur: "lâruhbaniyete fid-din" kaidesi
bu dinde teokrasiyi imkans ız kılar.
Modern insanın gelişmesinde en ba şarılı adımlardan biri laik
zihniyete ula şmasıdır. Dini dünyadan ay ırmak, dinin de dünyanın da
kendi alanlarında bütün güçleriyle derinle şmelerine imkân vermi ştir.
İnancın tam hürlüğünü kazanmas ı için, dünyanın çeşitli gerçekleri ve
baskılarının zinciriyle ba ğlanmaması gerekir. Dünyanın kendi gerçek-
lerine göre geli şebilmesi için, ilim zihniyetine uygun, objektif görü şle
düzenlenmesi gerekir. Eski ve yeni dünyada bu ayr ılışın tam karşıtı,
birinin ötekini hükmü alt ına almasından doğmuştur. Dünya düzeninin
yalnız din kanunlarına bağlanmasından çıkan Teokrasi, dini inancın
siyaset eline geçmesinden do ğan Totalitarizm, birbirinin z ıttı olsa da
sonuçlarında aynıdır. Çünkü, biri dünyan ın hürlüğünü, öteki dinin
hürlüğünü siyaset baskısıyla ortadan kald ırmaktadır. Şu halde, tam bir
64 Hİ LMİ ZİYA ULIZEN

laik düşüncenin yalnız devletten de ğil, aynı zamanda dinden gelmesi


lazımdı r ki, iki âlem birbirine sayg ı göstersin, sınırlarını tanısın, alan
larının ayrılığı içinde özden bir dayanışmayı sağlasın. İmanın hükmü
altı ndaki bir siyaset, dünya gerçeklerinin evrimine uygun k ıvraklığı
kanunlara veremez. Siyasetin hükmü alt ındaki bir din, inancın saflığı
ve derinliğine uygun e ğitimini kaybeder. Ilkel dinlerin en belli vasfı
bu ayrılığa ulaşamamış olmalarıdır.
Islam dini bu laik dü şünceye tamamen uygundur. "Sizin dininiz
sizin, benim dinim benim" diyen ayet, dinler arasında hür ayırışı gös-
terdiği gibi, "Dinde cebir yoktur" ayeti de kimseye zorla inanç ve din
verilemiyeceğini göstermektedir*. Islam' ın Farzları insanların fert ola-
rak dini inanç ve tap ınma ilkelerini tesbit eder. Bunlar: 1) İnanç ilke-
lerinin tasdiki, 2) Namaz, 3) Oruç, 4) Zekât, 5) Hac'd ır. Bunlardan
hiçbiri siyasete, dünya kanunlar ına ait değildir. Namazla oruç müslü-
manın Allah'a karşı ferdi yükümlülükleridir. Zekât ve hac, sosyal ha-
yatı ilgilendirir, çünkü dini cemaat'i perçinler ve cemiyetin iyili ği için-
dir. Bununla beraber, onlar ın yerine getirilmesi hiçbir dünya kanununa
aykırı olmadığı gibi, getirilmemesi de kulun Allah'a kar şı sorumlulu-
ğuna bağlıdır, yani kanunla ilgili de ğildir.
Kur'an'ın dünyaya ait hükümleri de vardı r. Bunları sonrakiler
"Muamelât" adı altında toplamışlardır. Fakat medeni hukuk, ceza
hukuku ve ba şka hukuk dallarını meydana getiren bu hükümler farz-
lardan değildir. Kur'an nazil oldu ğu yıllarda, Islamiyet önce bir dini
cemaat iken, olaylar ın gidişi ile bir devlet halini aldığı için, müslüman-
larla müslim olmıyanları da içine alan devlet, fertler aras ı münasebet-
leri olduğu kadar, fertlerle cemaat, cemaatlerle devlet aras ındaki mü-
nasebetleri de düzenlemek zorunda idi. Bundan dolay ı Kur'an'da
tarzların dışında hukuki hükümler de vard ır. Fakat bu hükümler İs-
lam imanı= ilkelerinden değildirler. Nitekim onlar sonradan top-
lanmış ve Fıkıh, yani "İslami hukuk"u meydana getirmi şlerdir. Za-
manının medeni ihtiyaçlarına cevap veren bu hükümler sonradan mey-
dana çıkan medeni ihtiyaçlara yetmeyince, ilk hükümlerden k ıyas yolu
ile yeni hükümler çıkarılması Kur'an, Peygamberin sözleri ve hareket-
leri, İslam hukukçularının doktrinleri ve halk ın umumi kanaatleriyle
tamamlanmıştır. Türklerden ço ğunun dayandığı Hanefi doktrinine
göre "zamanın değişmesiyle hükümler de ğişebilir" kuralı, bu sosyal
ihtiyaçların kıvraklığı ve evrimini ifade eder.
* Yoksa sen mümin olmalar ı için insanlara cebir mi edeceksin [Hac Suresi];
yüz çevirirlerse senin görevin aç ık bir tebliğden ibarettir [Neml Suresi]; Dinde cebir
yoktur [Al-i İmran Suresi]
LAIKLIK 65

İlk zamanlarda dinle siyasetin ayrılığı çok iyi anla şılmış idi.
"Mürci'e", farzlar ın yerine getirilmesinde sırf kulun Allah'a karşı so-
rumluluğu olduğunu biliyorlard ı. "Mutezile" sonradan fanatizmde
ilk adımı atmışlar. "Fiil inancın parçasıdır" diye sert bir tefsirde bulun-
muşlardı. Fakat bu yorumlama Islam' ın ruhuna uygun de ğildir. Asıl
inancın cemaat karşısında kendini makbul göstermek isteyenlerde ol-
madığı, hakiki inananın yalnız Allah'ca bilindiği, Allah'ın bize şah
damarımızdan daha yakın olduğunu birçok ayetler söylemiyor mu?
Allah'la kul arasına hiçbir araç koymayan İslam inancının ilkeleri,
lıiristiyanlıkta olduğu gibi katolik "ruhban" kurumlar ı ve Ortodokslu-
ğun dini devletine kar şı tepki yapan bir Reform çığırı açmak zorunda
değildirler. Her devirde inanc ın anlayışlı önderleri bu ilkelerin ruhuna
uygun düşünmüşler, zaman zaman totaliter idareler elinde bir Ortaça ğ
silahı olan Teokrasiye kar şı meydan okumuşlardır. Bugünün bilim ve
hukuk zihniyeti ile bu ilkelerin daha tam ve olgun anla şılacağı
meydandadır.
Islam'ın ruh ve ilkelerinin lâikli ğe uygun olmadığını iddia edenler,
islam tarihinin daha ba şlarından beri devletin meydana çıkmış olma-
sına ve dinin "şeriat"la tamamlanmas ına dayanıyorlar. Fakat şeriat
yani fıkıh kaideleri Kur'an'a dayanmakla beraber onu daima tefsirler
ve sonraki hükümlerle birlikte ele alıyor. "Muamelat"a ait olan bu
kaideler dinin farzlar ı gibi kesin olsaydı birbirinden çok farklı ve aynı
derecede de ğerli birçok fıkıh doktrini do ğamazdı. Ayrıca, Islam' ın
ruhunun laikliğe uygun olmadığını söyliyenlerin, bir yandan teokra-
tik zihniyette bir yandan da komünist dü şüncede olanlar, yani her iki
kutuptan da totaliter dü şünceliler olduğunu hatırlamak yerinde olur.
Laikliğin gerçekle şmesi için inanç ve tap ı nma ilkelerini savunan-
lar kadar devlet ve kanun ruhunu savunanlar ın da bu düşünceye sadık
olmaları, bundan en küçük bir sapmaya meydan vermemeleri, din
eğitiminde bu ana ilkeyi bütün derinli ği ile göz önünde bulundurtnaları
gerekir. Bu esaslardan şu iki sonucu çıkarabiliriz.
1- Din eğitimine verilecek yol ve bu eğitimin dayanması gereken
maddi temel,
2- Alanları ayrılmış olan din ve dünyanın, başka deyişle inanç ve
bilginin derin bir dayanışma içinde birbirine bağlanmaları.
Son zamanlardaki bazı Batı yayınları Türk Cumhuriyetinin laiklik
prensipi ve bunun uygulanmas ı üzerinde gerçe ğe pek uygun olmayan
düşünceler ileri sürmektedirler.
66 Hİ LMİ ZİYA ÜLKEN

1- Osmanlı devletinin toptan teocratik oldu ğu şeklindeki hüküm


yerinde değildir. Fatih'ten Selim I'e kadar hilâfet yoktur. Selim I'den
sonra da birdenbire tam theocratie olmam ıştır. Fatihin dinler ve mez-
heplere karşı hoşgörürlüğü dünyaca bilinmektedir. (Fakat bu toleras ın
daha Selçuklular zaman ında başladığını unutmamalıdıv.)
2- Gülhane Hatt ı-hümayunu ile eski kanun aras ında müslüman
olmayanlar bak ımından esaslı farklar vard ır:
a) Cizye ve haraç kald ırılır. Vergi hususunda çe şitli dinlere aynı
muamele ba şlamıştır.
b) Tapınma bakımından da tam bir tolerans ba şlamıştır.
c) Ayrıca müslim olmayan uyrukluların iktisadi işlerde baz ı im-
tiyazları kabul edilmiş, hatta bu haklar Türk-müslümanlar aleyhine
neticelenmiştir.
d) Kırım sava şından sonra müslim olmayan uyruklulara verilen
bazı müsaadeler de eşitliği bozacak derecededir.
Hattı-Hümayun yalnız bütün cemaatlerin dini özgürlü ğünü te-
minle kalmıyor, aynı zamanda her ferdin kendi imanım değiştirme hak
ve hürriyetini de kabul ediyordu (yaln ız bir müslümanın hiristiyan ol-
ması hususunda ayn ı hürriyet kabul edilmi ş değildir).
3- Dini öğretimin yakın yıllarda okullarda tekrar kabulü dolay ı-
sile de pek karışık düşünceler ileri sürülmektedir. Türkiye'de din ada-
mının öğretimi din okullariyle temin edilmi ş, din öğretiminin de özel
bir zihniyetle verilmiş olduğunu söyleyenler var. Bundan İmam ve
hatip okulları kast ediliyorsa bunlar din adam ı (clerge) yeti ştirmiyor.
Yalnız namaz kıldıran ve vaaz eden insanlar ı yetiştiriyor ki bu
onlara bir sınıf halinde hiçbir imtiyaz ve özellik vermez. İslâmiyet
dışındaki dini cemaatlerin bazı okulları hakikaten bu clerge'yi yeti ş-
tirmektedir. Rum papas mektepleri, Fener mektebi, vs. gibi. Fakat
bunlar Cumhuriyetten önce de vard ı, sonra da devam etmi ştir. Devletin
kurduğu İmam-Hatip liselerile Kur'an okuma cemiyetleri taraf ından
hazırlanan cami derslerini birbirine kar ıştırmamalıdır, ki yabancı
yayından bazıları bunları karıştırmaktadır. İkinciler tamamen özel
mahiyettedir. Resmi hiçbir müsaadeye dayanmad ığı gibi, devletin
mevzuatına aykırı olduğu için hoş görülmeyen baz ı teşebbüsler de ola-
bilir: Arap harflerile ö ğretim, lâik zihniyete ayk ırı öğretim gibi. Bu
tarzda tamamen özel ve mandut hareketleri devlet ve milletin top
yekün davranışı ile karıştırmak yanl ıştır.
Studia İslamica'da Osman Turan' ın bu konuda Fransızca ve ingilizce ciddi
makaleleri vard ır.
LAIKLIK 67

Bu tarzdaki yayınlardan Robert Mantran' ın Histoire de la Tur-


quie adlı kitabını (1952), Alois'nin Le Statut de la Turquie nouvelle'ini,
Dareste'in Les Constitutions Modernes'inden Türkiye'ye ait bölümü,
Morrison'un bu konudaki bir eserini, Lamaouche'un Histoire de la
Turquie'sini (1953) zikr edebiliriz. Bu sahadaki yay ınlar genellikle
halkın zaman zaman de ğişen ileri-geri temayülleri ve baz ı politika cere-
yanlarının bu temayüllerden faydalanmak için ald ıkları (yine zaman
zaman de ğişen) davranışlarla devletin temel kanunlarını karıştırıyor-
lar. Bu kanunlar Osmanl ı imparatorluğunun başlangıcından beri dini
cemaatlerin özerkliklerini tan ımış, din konusunda toleransl ı hareket
etmiş, Cumhuriyet devrinden beri tarihin mahsulü olan bu tolerans ı
daha sistemli bir hale getirmi ştir.
Türk Cumhuriyetinin esasl ı prensipleri (1924 Anayasas ına göre)
din konusunda şu maddeleri ihtiva etmektedir:
Madde 2: Türk Devleti Cumhuriyetçi, milliyetçi, halkç ı, devletçi,
laik ve inkilâpçıdır. Madde 63 : Türkler kanun nazar ında müsavidirler
ve istisnasız buna riayet etmeye mecburdurlar. Madde 70: Türklerin
tabii hakları şahsın masünluğu, vicdan hürriyeti, dü şünce, söz ve ne şir
hürriyetidir. Madde 75: Hiç kimse felsefi kanaatlerinden, ait oldu ğu
din ve ibadetinden dolayı levm edilemez. Kamu nizam ının zaruretleri
ve kanunların imkânlarile tenakuz halinde bulunmamak şartile, bütün
dini merasime müsaade edilmi ştir.
Eski Anayasanın bu maddeleri sarih olarak laikli ğ'i ifade etti ği gibi
yeni Anayasa da ayn ı laiklik hükümlerini teyit etmektedir.
Ayrıca dini i şlerin "idaresi ve tedviri" hakk ında 3 Mart 1924 tarih
ve 429 numaralı Kanun da laikliği şu maddelerle tasrih ve ifade etmek-
tedir. Madde 1 : Vatanda şlar arasında dini emirlerin Tanzim ve tat-
biki hakkı Büyük Millet Meclisine ve ona tabi olan hükümete
aittir. Madde 2: Şeri'iye ve Evkaf vekilli ği ilga edilmiştir. Madde 3:
Diyanet işleri reisi Cumhur başkanı tarafından Başvekilin teklifi
üzerine tayin edilir. Madde 4 : Diyanet i şleri dairesi Ba şvekâlete bağ-
lıdır. Madde 5: Bütün camiler, tekkelerin idaresi, imamlar, hatipler
ve şeyhlerin, cami hademelerinin tayini Diyanet i şleri reisinin salahi-
yetleri arasındadır.
Fakat bu kanundan sonra tekkeler ve medreseler dini siyasete
alet eden skolastik müesseseler oldu ğu için kaldırılmış ve o zamandan
beri kanunun bu maddelerinin hükmü kalmamıştır. Batı yayınlarının
bir kısmı ilahiyat Fakültesinin kurulmasını da halk aras ında zaman
68 Hİ LM İ ZIYA ÜLKEN

zaman görünüp kaybolan ve politikac ılar tarafından sömürülen dini


temayüller ile kar ıştırmaktadırlar.
ilühiyat Fakültesi, tam tersine, bu gerici hareketlerle mücadele
etmek, dini öğretimi zararl ı tesirlerden korumak maksadı ile, ilmi bir
düşünceye dayanarak 1949 da kurulmu ştur.
Kanun metninde şöyle deniyor: Kanun herhangi bir dini cemaa-
tin kanaatleri ve itikatlar ı hakkında kötüleyici ve ayırıcı her türlü
propagandayı men'eder. Buna karşı vicdan hürriyetinin himayesi hak-
kındaki 24 Temmuz 1953 tarihli kanunda da şöyle denmektedir.
Madde 1: Propaganda veya tahrik aleti olarak dini, dini hisleri,
din kitaplarını veya dine münhasır olan şeyleri gerek bir iktidarı elde
etmek, gerekse siyasi veya şahsi bir menfaat temin etmek gayesiyle
herkim şu veya bu tarzda kullan ırsa cezaya mahküm olur.
Görülüyor ki Anayasa tamamen lâik olduğu gibi, birçok tamam-
layıcı kanunlar da onu takip etmektedir. Bu kanunlar din ve devlet
işlerinin ayrılması, dinin siyasete alet olmamas ı, aynı derecede ibadet
ve itikatların da siyasi her türlü müdahaleden masunluğunun temin
olunması suretile din eğitiminin hürlüğü ve bağımsızlığını teminat altına
almış bulunmaktadır.
Batı yayınlarından bazılarının Türk milli geleneği ve kanunlarının
ruhuna uymayan bu anlay ışım, bu esaslara dayanarak, kabul etmeye
imkân yoktur.
Laiklik dinle dünyanın, dar anlamiyle dinle devletin ayr ılığı de-
mektir. Fakat bu ayrılık, dinle ilmin esasta birliğine engel olmaz. Dinle
ilim skolastik eğitimde, müspet ilme kar şı olmak üzere, uzla şıyordu.
Çağdaş eğitim ise -Tanzimattan beri- uzun bir süre dine kar şı gelişmiştir.
Bunun sebebi din sorusunun bütün geni şliği ile ele alınmamış olması-
dır. Öyle ise önce, din nedir, ne de ğildir diye sormalı, sonra dinin
ilimle ilişkisi ve farkları üzerinde durmand ır.
Din, duyular ve dü şünceyle kavranamıyan Aşkın (transcendantal)
bir Varliğa inanıştır. Bu tanımı ile din, duyuları ve düşünceyi reddet-
mez, yalnızca yetmez bulur. Bilginin de ğerini, insan hayat ındaki rolünü
tasdik eder, şu kadar var ki bilginin sinirlili ği ve sonluluğu yüzünden
onu inançla tamamlar. Din ilim dü şmanı değil, sınırları olan filmin
tamamlayıcısıdır. Ilim sonlu varlığa yönelir ve sonlu varlığa ait bilgi-
miz dinin inanç alan ına, sonsuz varlığa bizi hazırlar. Din, sonsuz var-
lığı tecrübe üstünde bir inanç konusu olarak kabul eder. Vakaa, ilim
de tabiat kanunlarını dayandırdığı determinizm ilkesini, tabiat ın sar-
LAIKLIK 69

sılmaz düzenini tecrübe üstünde bir inanç konusu olarak koyar. Fa-
kat, dinle ilmin birbirini tamamlayan inanmak ve bilmek dedi ğimiz iki
alan olmasına rağmen, aralarında bazı farklar vardır Ilim sonsuza
yönelen araştırmasını tecrübe ve düşünce kuralları ile yapar. Yeni
tecrübeler eskilerini reddetti ği zaman onlar ı hemen bırakır. Düşünce
yolu kendi kurallarına uygun değilse, onları düzelterek i şine devam
eder. Tecrübe ve dü şünce ötesine ait varl ığın hiç bir ilkesini bu alana
karıştırmaz. Din ise, bu tecrübe ve dü şünce alanının ötesinden, aklın
kavrayamad ığı mutlak ve sonsuz varl ıktan hareket eder. Oradaki ha-
kikat ,tecrübeyle de ğişmez. Orada akıl yürütme gücü durur. İnanma
gücü söze başlar. Bununla birlikte sonsuzun s ınırı üzerinde din, son-
luya ait her şeyi kabul ettiği, herşeyin hakkını kendine bıraktığı için,
dinin ilme dayanmas ı kadar, ilmin de son sınırlarında inanca dayan-
ması gerekir. Pozitivist ilim adamı, olaylar ve onların ilişkilerinden
başkasını bilmiyorum dediği halde, hemen bir az ilerde "olaylar ın ötesi
benim güclerimle bilinemez" diyecek ve agnostik olacakt ır. Fakat
olaylardan başka bir şey yoktur, sonsuza ait her dü şünce boşunadır"
dediği zaman, âlemin üniversel kanunlar ından bahs edecek, varl ığa
değişmez düzenini koyan evrim (evolution) kanunlar ını determinizm
ilkesine bağ layacak, bundan dolay ı da tecrübe ve dü şünce alanlarını
aşan, sonsuza uzat ılmış bir alana girecektir. Bu alanda determinizm
yalnız ilim değildir. İlmin dayandığı sonsuza ait bir ilke, yani bir inanç-
tır.
Din adamı ayrıca Aşkın varlığa inancını kendinde yaşar, başka-
larında yaşayan' inceler. Bu, bir dini tecrübedir. Bu tecrübeyi, ak ıl
yürütme kurallariyle inceler. Bu da dini dü şüncedir. Fakat artık bu
tecrübede, bu dü şüncede ilim adam ı gibi davranmıştır. Dini değer ve
kurumları ilim gözü ile aydınlatmıştır. Din tarihcileri bütün inançlar ı
incelerken, onlarda bu tan ımlarımıza girmeyen türlü inançlara rastla-
yabilir. Bunun sebebi ça ğdaş insanın din anlayışının onlardan ayr ılmış
olmasıdır. Biz bu inançlara -yine özde A şkın varlığa ait olsalar bile-
sırf varlık alanı ile tecrübe ve dü şünce alanını birbirine karıştırdıkları,
yani hem dini hem ilmi bozdukları için yanlış inançlar (superstitions)
diyoruz. Çağdaş din herşeyden önce bunlardan ayr ılmalıdır ve onun
özü bunlardan ar ınmış olmaktır.
Üfürükcüler, büyücüler, cinciler, bak ıcılar, falcılar, kâhinler,
müneccimler (astrologue) gaybden haber verenler, Allah'l ık iddiasın-
da olanlar ça ğdaş dinin, İslamlığın düşmanıdırlar. Nitekim ayni tipler
ilim zihniyetinin de düşmanıdırlar. Gerçek çağdaş dinin bunları ne
70 Hİ LM İ ZIYA V. LKEINİ

derecede reddettiğini, onlarla nasıl savaştığını anlamak için Kur'an-ı


Kerim'deki sâhirler ve büyücülere ait ayetleri, islam ın onlara şiddetle
hücumunu görmek yeter.
Devletle Din (krallıkla Kilise) uzun süre mücadele geçirdikten
sonra, Bat ı üniversiteleri özerkliklerini kazanm ışlardır. Bazen kıral-
lığın, bazen papalığın baskısı altında kalmışlardır. Bugünkü hallerine
bakıp onların her yerde birdenbire bu bask ılardan kurtulmu ş olarak
doğduğunu sanmamalıdır. 13. yüzyılda Avrupa'nın birçok yerinde
doğ an üniversiteler (Bologne, Paris, Oxford, vb.) Yunan felsefe ve
ilminden yapılan tercümeler, tart ışma ve eleştirmeleri ile Kilise'nin de
Kralların da hoşuna gitmemeğe başladı Ilim Kilise'nin iradesine boyun
eğmeyince, kralların arzusuna göre fetva vermeyince onlar ı tazyikle
susturma ve kapatma yollar ına baş vuruldu. Fransız kralları Papa ile
anlaş ma yolunu tutarak Feodalite üzerinde nufuzlar ını arttırdılar,
bunun için de Concordat'lar yapt ılar. Bu anla şmalar laikliğin tam
zıddı neticeler do ğurdu. Dini siyasetin ilme burnunu sokması, ancak
Paris'e kar şı kurulan yeni bazı Batı üniversitelerinde, ba şlıca Oxford'da
kuvvetli tepki gösterdi. Onlarda yeni felsefe hareketleri çabuk yerle şti.
Skolastiğe karşı mücadele, aynı zamanda bir bakımdan theocratique
zihniyete karşı mücadele idi. Bu da üniversiteler çevresinde laiklik
fikirlerinin yayılması için elverişli bir saha buldu.
Laiklik fikri Türkiye'de birdenbire ortaya ç ıkmadı. Safha safha
gelişti. Eski Türk devletlerinde bunun haz ırlıkları vardı. Anadolu
Selçukluları dini ilimlerin okutulduğu Medrese'lere büyük önem ver-
mekle beraber, bunun dışında dünya ilimlerini okutan kurumlar da
yapmışlardı. Bunlarda matematik, t ıp, astronomi ve tabiat ilimleri
okutuldu. Her ne kadar Kad ılar dini mahkemelerde F ıkhın "mua-
melat" esaslarına göre hüküm veriyor iseler de, bu hükümler müslim
olmayan uyruklulara tatbik edildi ği zaman onların örf ve adetlerini
de göz önüne al ıyorlardı. İdil-Ural havzas ında uzun süre hakim olan
Hazarlar kendi müslüman, yahudi, hiristiyan, Şamani Türk uyruklu-
larını idare etmek için dört ayrı vezir kullanmakta idiler. Bu da onlar ın
inanç hürriyetine ne derecede riayet ettiklerini, kanunlarla dini ay ır-
dıklannı gösterir. Hindistanda Ekber Şah "Ayin-i-Ekberi" adiyle kur-
duğu bir düzende bütün dinlerin özgürlü ğünü kabul etmekte idi. Fakat
bu Türk hükümdann ın Ayin-i Ekberi'de ayn ı tapınak içinde birçok
dini birleştirmeğe kalkmasına laiklik denemez. Osmanlı kanunname-
leri Fıkhın Muamelat esaslannı tamamlamak üzere tecanüssüz memle-
ket halkının örf ve adetlerini göz önüne ald ıklarını göstermektedir.
LAIKLIK 71

Laikliği sarih olarak kuran Türkiye Cumhuriyeti ve onun kurucusu


Atatürk'tür. Ancak bu büyük sosyal hareket de birdenbire olmam ıştır.
Önce Osmanlı Hanedanı kaldırılmış ve yalnız halifelik kurumu bıra-
kılmıştır. Atatürk, Nutuk'da şöyle demektedir : "Hakimiyet ve Sal-
tanat hiç kimseye, hiç kimse tarafından İlim icabıdır diye verilmez.
Hakimiyet kudretle alınır." Bundan sonra 18 kas ım 1338 günü "Ab-
dülmecit Efendi halifei müslimin ünvanını kullanacaktır, bu ünvana
başka bir sıfat ve kelime ilave edilmiyecektir" diye Refet pa şaya yazı-
yor. Atatürk şöyle devam ediyor: "Abdülmecit Efendi halifei müsli-
min yerine halifei Resulullah, ve babasının adı münasebetiyle Abdül-
aziz Han oğlu ünvanlarını kullanmaktan kendini alarnamıştır." Ata-
türk bundan sonra da şöyle devam ediyor: "As ırlar boyunca ve bugün
de kavimlerin cehil ve taassubundan faydalanarak bin bir türlü siyasi
ve şahsi menfaat temini için dini alet ve vas ıta olarak kullanmak te şeb-
büsünde bulunanların iç ve dışta varlığı yüzünden bu zeminde olanlar ı
söylemekten kendimizi alam ıyoruz. Beşeriyette din hakkında bilgi ve
duygular her türlü hurafelerden tecerrüt ederek hakiki ilim nuru ile
temizleninceye kadar din oyunu aktörlerine her yerde tesadüf oluna-
caktır."
Yeni Anayasa (Te şkilatı Esasiye kanunu) kat'i şeklini alıncaya
kadar laiklik fikri yavaş yavaş olgunlaştı. Atatürk bu safhayı Nutuk'da
şöyle anlatıyor: "Türkiye devletinin dini islam dinidir cümlesi Ana-
yasa'ya geçmeden önce İzmit'de Istanbul Bas ını ile konuşmamız sıra-
sında bir zatın şu sorusuna maruz kaldım: — Yeni Hükümetin dini
olacak mi? Itiraf edeyim ki bu soruyla kar şılaşmayı hiç de arzu etmi-
yordum. Sebebi: çok kısa olacak bu cevap. O günkü şartlara göre bunun
ağzımdan çıkmasını istemiyordum. Çünkü Türkiye uyruklular ı arasında
türlü din mensupları vardır. Adil bir hükümet fikir ve vicdan hürlü ğüne
riayete mecburdur. "Türkiye devletinin resmi dili türkçedir" dedi ğimiz
zaman bunu herkes anlar ve tabii bulur. Fakat Türkiye devletinin dini
İslam dinidir cümlesi aynı suretle mi anla şılacak ve kabul edilecektir?
Tabii bu izah ve tefsire müsaittir.
— Vardır efendim, İslam dinidir! diye cevap verdim. Fakat
hemen :
— İslam dini fikir hürriyetine sahiptir cümlesiyle cevab ımı tefsir
ettim. Demek istedim ki: Hükümet fikirler ve vicdanlara riayetle mükel-
leftir. Benimle konuşan yine sordu:
— Yani hükümet'in bir dini olacak mi? — olacak m ı, olmayacak
mı bilmem dedim. Meseleyi kapatmak istedim, fakat mümkün olmad ı.
72 HİLM İ Zİ YA İI.LKEN

O zaman iki şey düşündüm: biri yeni Türkiye devletinde re şid olan
herkes dinini seçmede serbest olmayacak midir? Öteki: Hoca Şükrü
efendinin baz ı skolastik kafalılarla beraber : "Islam halifeli'ği din işini
kurmada Peygambere halef olmakt ır." fikri aklıma geldi. Halbuki
hocanın sözlerini tatbike kalkmak, milli hakimiyeti, vicdan hürriye-
tini kaldırmağa çalışmaktı" Türk Anayasa's ı kat'i şeklini alınca laiklik
de tam olarak anla şıldı ve uygulandı.
Bütün bu dü şünceler gösteriyor ki Gazi Mustafa Kemal'in bah-
settiği asla din değil, dinin siyasete alet olarak kullan ılan dünyevi
kısmı idi. Kur'an'da bir yandan inanç ve ibadet ilkelerinin, kesin ve
tartışmasız olarak teklif edilen dogm'lar ın (nas), bir yandan da dünyaya,
hukuki işlere, muamelata dair emirlerin, belirli sosyal hal ve şartlara
göre verilmiş olan emirlerin bulunmas ı Islam'ın esasında laikliğin
bulunduğunu açıkça gösterir. Nitekim hiristiyanlıkta da "Kayserin
hakkını K aysere, Allah' ın hakkını Allah'a veriniz" emri ile laiklik
sarih olarak ifade edilmişti. Buna rağmen sonradan dini te şkilat kuv-
vetlenerek Kilise hierarchie'si Bat ı Roma Imparatorluğuna paralel
bir kuvvet halini aldığı, Cermen akınları yüzünden Imparatorluk par-
çalanınca kuvvet sahibi olan Katolik Kilisesi yeni feodaller ve krallar
üzerinde yalnız dini değil, aynı zamanda siyasi bir otorite kurdu ğu
zaman, artık hiristiyanlığın aslındaki laiklikten eser kalmam ıştı. İs-
lam dünyasında Emeviler ve başlıca Abbasilerle siyasi büyük bir kuv-
vet halini alan halifelik içinde de ayn ı suretle asli laiklik fikri kaybolma-
ğa başladı. Buna kar şı iki tepki uyandı : Biri modernist islamc ıların
tepkisi ki, teokratik devleti modern fikirlerle düzeltme ğe çalıştı-
lar. İkincisi İbn Teymiyye ile uyanan "Selefiyye" görü şü ki, hedefi
Islam dünyasını sonraki yüzyılların skolastik felsefesinden ve yanl ış
inançlarından temizleyerek, dinin ba şlangıcındaki saf şekle dönmekti.
Fakat her iki tepki de ba şarılı olmadı. Tam ve geçerli ği olan bir yorum-
lama ancak İslam dininin iki temelini açıklayan, yaptığımız gibi laiklik
yorumlamasıdır.
Türkiye'de laikli ğin kuruluşu ve gelişmesini üç safhada inceleye-
biliriz.
1— Tanzimat: Bu devirde ça ğdaş okul ile medrese müsbet ilimle
skolastik aras ında bazen çat ışma bazen yanyana gelişme görülür.
Fakat çağdaş okul girdiği yerlerde medreseyi yava ş yavaş yıkıyor. Tan-
zimattan sonra kanunlar ımız derece derece yeni ihtiyaçlara uymaya
başladı. Fıkıh yerine yine o esasdan do ğsa da yeni ihtiyaçlar ı hesaba
katan Me-celle, Ser'i mahkemeler yerine Nizami mahkemeler geçiyor.
LAİ KLİ K 73

Tekniğe ve hayat ın ayrıntılarına kadar Avrupai görü ş nüfuz etme ğe


başlıyor.
2—Ziya Gökalp 1916 da Şer'iye Mahkemelerinin Adliye neza-
retine bağlanmasına ve kanunların lâikleşmesine dair Tanin ga-
zetesinde makaleler yayınladı. 1922-23 de önce Diyarbak ır'da
küçük mecmuada ve sonra ba şka yazarlarla beraber bir kitap
halinde halifeliğe dair yaz ıları ile laikliğin hazırlanmasında rol
oynadı. Gökalp'a göre halifelik dört safhadan geçmi ştir. Birincisi
ilk halifeler zamanındaki seçimli cumhuri halifelik. İkincisi Emevi
ve Abbasiler zaman ındaki hanedan halini alan sultani halifelik.
Üçüncüsü M ısır'da ve Osmanlılarda hükümdarlığa bağlı bir sıfat
olan halifeliktir. Gökalp'a göre halifelik bu görevlerini bitirmi ştir.
Artık o ancak İslam milletleri arasında ilmi meseleleri konu şmak üzere
kongreler yapan Ümmet hayat ına ait gayri siyasi ba şkanlıkdı r. Bu
suretle Gökalp' ın tavsiye etti ği halifelik laik bir devletin yanında gölge
halindeki bir görev olarak kalmaktad ır. Fakat Osmanlı sultanlarının
padişah ve halife sıfatlarını kendilerinde birle ştirmeleri, ister istemez
halifeliğe dini görev yanında siyasi bir otorite de vermekte oldu ğu için
Gökalp'ın bu teklifini bu şartlarda gerçekle şmesine imkân yoktur.
3—Bundan dolayı Atatürk Osmanlı devletini ve padişahlığı kal-
dırınca bu hanedanın ikinci sıfatı olan halifeliği ondan ayırmayı dene-
miş fakat çok k ısa zaman içinde tercübeler bunun imkâns ızlığını gös-
termiş olduğu için padişahlığa bağlı olan bu müesseseyi de kaldırmak
laik devletin kurulmas ı için zaruret halini almıştır. Adliye vekili Mah-
mut Esat zamanında Şeriye mahkemeleri tamamen kaldırıldığını, me-
deni kanunun kabul edildiğini biliyoruz.
Avrupa'da lâikleşme ile Türkiye'de laikle şmeyi karşılaştırahm:
Avrupa'da (veya Yakın-Doğu hiristiyanlığında) milli Kiliselerin ku-
rulması içden olmuştur. Evrensel kilise önce milli kiliselere ayr ıldı.
Sonra bunlar kendi içlerinde lâikle şti. Katolik kilisesi ne devlete ba ğ-
lıydı ne kendisi devletti. Fakat kuvveti vard ı. Bu kilisenin maddi ve
manevi kuvveti artt ıkça papa derebeylere hakim oldu. Bu hakim kuv-
vete karşı tepkiler başladı. Lüther'in protestan kilisesi, İngiltere'de
Angilikan kilisesi İskandinavya'da Presbiteryenler gibi milli kiliseler
teşekkül etti. Milli kiliselerin iyi ve kötü taraflar ı vardı. Milliyetçiliğin
kökü olması ve onun gelişmesine tesir etmesi iyi tarafıdır. Fakat din
ile dünya işlerini birleştirerek yer yer teokrasiyi canland ırması da fena
tarafıdır.
Laiklik ise bu duruma kar şı tepkidir. Ve iki şekilde meydana gel-
74 HİLMİ ZIYA limurr

miştir. a) Önce hür dü şüncelilerin yapt ığı tepki, Mesela Spinoza,


Voltaire gibi filozoflar fikir özgürlü ğünü savundular. b) Sonra devlet
ile ilişiği olmıyan bazı hiristiyan tarikatlar ı da buna yardım etti. Böylece
Avrupa'da laiklik gerek Voltaire gibi hür dü şünceliler gerek dindar olan
Jansenistler ve ba şka tarikatlar tarafından ileri sürülmüş ve savunul-
muştur. Fakat Frans ız devriminde "culte de la raison"un laikli ği yan-
lış olarak dinsizlik olarak anla şılmıştır. Tam laiklik ancak 19 uncu
yüzyılda yerini bulmaya ba şlamıştır.
Türkiye'de laiklik hiristiyan âleminde oldu ğu gibi milli kiliselerin
hilafet otoritesine kar şı doğdu. Bunun için bizde laiklik milliyet ve
Avrupa'lılaşma sembolü olarak görüldü. Milli olmıyan kanunlara ve
teokrasiye karşı gelme hareketi, a şırı bir şekil alınca din aleyhtarlığı
olabilirdi. Halbuki islâmiyet esasında gönül dini olduğu için Allah ile
kul arasına hiçbir araç koymadığı için teokrasiye kar şı mücadelenin
dinsizlik şeklinde anlaşılması yanlış bir görüştür. Kilisenin dünya kuv-
vetini ele geçirmesinden sonra kul ile Allah aras ına giren Rahiplik
İslam'ın esasına aykırıdır. Dini devlet oldu ğu için halifeliğin kaldırıl-
ması ile birlikte, islam dini laik esaslara tamamen uygun şekle girmi ş-
tir. Gerek Avrupa'da gerek Türkiye'de hakiki dindarlar ın laikler ol-
ması gerekir.
Avrupa'da l'aikleşme hareketi Rönesans'da ba şlayan ve demok-
rasiyle tamamlanan hürriyetler mücadelesinin bir safhas ıdır ve cemi-
yetin tamamen içinden doğmuştur. Bizde ise Avrupa'l ılaşma ilim zih-
niyetininin hakimiyeti, millile şme veya peygamber zaman ına dönme
ceryanları ile olmuştur, ve son derecede ileri bir harekettir.
Avrupa'nın Rönesans'dan bugüne kadar a ğır ağır gerçekle ştirdiği
bu hareketi biz kısa zamana sıkıştırmaya mecburduk. Çünkü bizde
laikleşme birçok sosyal devrimlerin sembolü olmuştur.
Her millet kutsal kitab ını kendi diline çevirmek zorundadır. Böyle
olmazsa hiçbir millet kendi dininden haberdar olamaz. "Tanr ı şöyle
buyuruyor" diye Allah'la kul aras ına giren bir sınıf türer, bu s ınıf dini
kendi dileğine göre tefsir eder: Halk ın vicdanı ve inancı üzerine hük-
meder, Orta-ça ğda İslam milletlerinin ço ğu kutsal kitapları olan Kur'-
ani kendi dillerine çevirmediler. Tanrı sözünün kendilerine göre tef-
sirini isteyen bir zümre buna engel oldu. Bu zümre medrese "Skolas-
tik"dir. Kendilerinden ba şka kimsenin Kur'an' ı anlayamıyacağına
hükmeden bu zümre halk ın derin bir taassup içine girmesine sebep
oldu. Halbuki, imam' esasları milletin vicdanına baskı koyan böyle
bir kaideye hiçbir zaman elveri şli değildir. Bu türedi s ınıf kendi hük-
LAİ KLİ K 75

münü devam ettirmek için Kur'an' ın tercüme edilemez olduğu fikrini


yaymada büyük fayda gördüler. Hükümdarlar da bu s ınıf yardımiyle
halk üzerindeki nüfuzlarını daha kolay devam ettiriyorlard ı. Vicdan-
lara hitab eden gerçek dinle yay ılmasını istemiyorlardı. Baskıcı hü-
kümdarlarla onlara yard ım eden bu sınıf ortadan kalkınca Allah'ın
buyruğu ile kulların arasında hiçbir engel kalmadı.
Nitekim hiristiyanlık ve Budizm gibi üniversel dinlerin kutsal
kitapları daha ilk asırlarda yayıldıkları milletlerin dillerine çevrilmiştir.
Böylece milli kiliseler, milli edebiyatlar, milli dü şünceler doğmuştur.
Milli uyanışlar dinle çatışmak şöyle dursun, kuvvetlerini her yerde
kutsal kitabın öz anlamına nüfuzdan almışlardır. Batıda Yunanca ve
Lâtinceden sonra en az dokuz milli edebiyat ve dü şünce dili bunun
eseridir. Budizmin yayıldığı yerlerde de Türkler, Tibetliler, Çinliler,
Japonlar aynı işi yapmışlardır. Buna karşı İslamiyette skolastik ve
medrese baskısı uzun zaman milletlerin kendi dinlerini anlatrrıalanna
engel, karanlık bir diyar olmuş : Ancak medeniyetinin eskiliği ile bir
dereceye kadar Farsça buna kar şı koyabilmiş, Arapça bugüne kadar
her yerde saltanat sürmü ştür.
Medresenin öz imanı cendereleyen bu zararl ı davranışı, Kur'an'ın
prensiplerine uygun değildir : "Biz anlayas ınız diye Kitabı Arapça
gönderdik", "Peygamberleri kendi kavminin dilinde gönderdik" ayet-
leri açıkça gösterir ki Kitabın gönderilmesinde gaye doğrudan doğruya
halkın anlamasıdır. Başka kavimler aynı dini kabul edince, bu hükmün
zaruri neticesi Kitab ı o kavmin diline çevirmektir. Anla şılmayan sözün
ne tesiri olur? Nitekim daha ikinci asırda doğmatizm Arapça ve med-
resenin saltanat sürmesine sebep oldu ğu sırada bu hakikati görenler
çoktu: Ebu Ali Basri "Namazda Kur'an' ın Farsça okunmas ının caiz
olduğuna dair" bir eser yazm ıştır. Başta İmam-ı A'zam olduğu halde
birçok müctehitler Kur'an' ın tercümesini ve namazda bu tercümenin
okunmasmı kabul etmişlerdir.
Daha mühimi yakın zamanda İslam dünyasının bu en önemli
meselesinin yeniden ele al ınmış olmasıdır. Kahire'de çıkan Mecellet-ül
Ezher'de bu konuda 1925 den beri birçok yaz ılar neşredildi. Nur-ül-
İslâm'da (Sene 1350-1927) Muhammed H ızır el-Husseyn "Kur'an
manalarının yabancı dillere nakli" adlı makalesinde ilk defa bu mese-
leyi ciddi olarak müdafaa etti. Burada "Kur'an' ın Arapça olmayan
dillere tercümesi mümkün müdür ?" diye soruyor. Buna müsbet cevap
verdikten sonra iki nokta üzerinde duruyor :
1) Namazda Kur'an tercümesi okuman ın caiz olup olmadığı,
76 HİLMİ ZİYA ÜLKEN

2) Kur'an tercümesinde derin bilgi ve ehliyet sahibi kimselerin


aranmas ı.
Bu suretle tercümeden do ğacak karışıklıklar' önlemek yollarını
arıyor. Mecellet-ül-Ezher'de (sene 1355-1932) Ferid Vecdi meseleyi
daha etrafl ı olarak ele ald ı . Ona göre Kur'an' ın tercümesi kat'i surette
mümkündür. Bu mesele esasl ı olarak İmam Şatıbi tarafından "El-
muvafakat" adl ı kitapta incelenmi ştir. Şatıbi şöyle diyordu: Anlam-
lara delâlet eden kelimelerden ibaret arap diline iki türlü bak ılabilir:
Birinci görü şte kelimeler ve ibarelerin mutlak anlamlar ı vard ır ki bu
asli delâlettir. İkincisi izafi kelime ve cümlelerden ibaret anlamd ır ki,
bu tâbi delâlettir. Birincisi bütün dillerde ortakt ır, burada kelâm-
cılarm maksatlar ı birleşir. Bu anlamlar bir millete mahsus olup ba şka
milletlerde ayrı değildir. Fakat ikinci görü şe göre anlamlar s ırf arap
diline mahsustur. Kur'an' ın birinci bak ımdan tercümesi mümkündür.
İbn Kuteybe bu ikinci görü ş içerisinde Kur'an' ın tercümesi imkâns ız
olduğunu iddia etmişti. Fakat birinci görü ş de tamamen kabildir.
Şâtıbi bu müsbet hükme vard ıktan sonra, Kur'an' ın tercümesinde
bütün şüpheleri izale etmek için şöyle demektedir: Müslümanlar Kur'-
an'ın bütün cemaatlar için tefsirinin caiz oldu ğunda birleştikleri gibi,
Kur'an' ın tercümesinin caiz oldu ğunda da birle şmektedirler. Ferid
Vecdi ayrıca Kur'an tercümesi hususunda halk aras ındaki şüpheleri de
inceliyor: 1) Baz ılarına göre Kur'an mikez olduğu için tercümesi
kabil değildir. Onda ba şka dillerde kar şılığı olmayan kelimeler vard ır.
Bu yüzden mütercim manâyı bozacak değişmeler yapar, bu da tahrife
sebep olur. 2) Eğer tercüme "mealen" ise, mütercim kendi anlad ığı
veya bazı âlimlerin anladığı manaları nakleder ki buna art ık Kur'an
denemez ve ondan şer'i hükümler çıkarılamaz. 3) Arapçan ın kendine
mahsus güzellikleri ve incelikleri vard ır ki, bunların tercümede ifade
edilmesine imkân yoktur. 4) Baz ı Arapça kelimeleri ancak te'vil yolu
ile ve akıl delili ile anlamak mümkündür ki, bu hal tercümede caiz
değildir. Fakat Ferid Vecdi bu itirazlara cevap veriyor. Ayr ıca Kur'an
tercümesinin namazda okunmas ı caiz olduğu meselesini de açıklıyor.
İmam Serahsirnin "Mebsüt" adl ı eserinden naklen İmam A'zamın
namazda Farsça Kur'an okudu ğunu söyliyerek cevap veriyor. E ğer
Arapça iyi biliniyorsa caiz de ğildir diyor. İmam Ebu Yusuf ve İmam
Muhammed, Kur'an' ın mucez olduğundan bahsederek tercüme aley-
hinde bulunmuşlardı. Fakat İmam Azam Ebu Hanife'ye göre İran-
lılar Selman Faris"' ile mektupla ştıkları zaman, onlara "Fatiha"
süresini Farsça yazm ıştı. Onlar da bunu namazda okumuşlardı , bunun
için caizdir. Fahreddin Kadihan'a göre Kur'an' ın namazda Farsça
LAIKLIK 17

okunması caizdir. "Hidaye" şerhine göre namaza Farsça ba şlamak,


Farsça okumak ve Farsça dua ile kurban kesmek caizdir.
Yine Mecellet-ül-Ezher'de Mahmud Şeltut aynı meseleyi ele ala-
rak tekrar münaka şa ediyor. Tercümenin imkan ı ve imkansızhğı hak-
kında bazı delilleri sayıyor. Magripli (Rabat'l ı) Muhammed B. Sasan
el-Saalibi Kur'an tercümesinden bahsederken şu hüküm üzerinde
duruyor: Tercümeler ço ğalarak aralar ında ihtilaf olursa, bu hal Kur'an
tercümesi yüzünden islam Ümmetinin parçalanmas ına sebep olabilir.
Fakat Rabatl ı alim unutuyor ki İslam alemi, Kur'an tercümesi bahis
konusu olmaksızın, 72 mezhebe ayr ılmıştır. Mezheplere ayr ılmanın
sebepleri çok ba şka ve çok çe şitlidir. Bu parçalanmayı durdurmak hayli
güçtür. Tam tersine, denebilir ki, Kur'an ciddi olarak bütün müslüman
milletlerin dille rine tercüme edilmi ş olsaydı birçok peşin hükümleri,
yanlış inançları önlemek, bunlar yüzünden do ğan mezhep kavgalarını
kısmen kaldırmak mümkün olurdu.
İslam alimleri, bilhassa Ferid Vecdi gibi ayd ın fikirlilerin tam bu
ciddi telkinlerde bulunduklar ı sırada, esef edilecek cihet son Osmanl ı
Şeyhül-islâmı 150 liklerden Mustafa Sabrinin Kur'an tercüme oluna-
namaz diye yazılar neşretmiş olmasıdır. Bu da gösteriyor ki gerçek din
zihniyeti ve müsbet görü ş ışığında mesele aydınlanırken, skolastik zih-
niyet bin yıllık yanlış ve zararl ı yolda inad etmektedir.

5 .1973 Hilmi Ziya 1ULKEN


ATATÜRK ÖNDERL İ ÖİNDE SALTANATTAN
CUMNIJRİYETE GEÇEN TÜRKIYE
Prof. Dr. Neşet ÇA ĞATAY

Türkiye'nin, Birinci Cihan Sava şı'ndan bu yana geçen zaman ını n


tarihi, sadece bir yönetim de ğişikliği yapan yani monar şiden cumhu-
riyete geçen bir ulusun tarihi de ğildir.
Bu tarih her şeyden önce, teknik, kültür ve e ğitim alanlarındaki
yeni buluşlar karşısında yepyeni bir yönetim ve ya şama düzenine
girmiş bulunan dünya uluslar ı arasında layık olduğu yeri alamamış ,
tarihi ve geçmişi şan ve şeref ile dolu yüce bir ulusun bu bo şluğu dol-
durma, geri kalm ışlıktan uygarlığa geçme çabas ının tarihidir.
Bu tarih, yüzy ıllar boyu, büyük devletlerin sömürgeci emellerine
karşı çelik bir kale gibi dikilmi ş olan Türk halkı nı yok etmek için,
Birinci Dünya Sava şı'nda yurdumuza giren dü şmanların koğulmasının,
yıkıntılar ve perişanlı k içinden dinç ve uygar Türkiye Cumhuriyeti'nin
doğuşunun tarihidir.
Kuruluşundan Karlofça bar ışına dek (M. 1299-1699) dört yüzy ıl,
Asya, Avrupa ve Afrika k ıtalarında büyük topraklar ele geçirmi ş olan
Osmanlılar, XVIII. yüzyılın başlarından beri artık dünya ve Avrupa
işlerinde söz sahibi olmaktan ç ıkmışlardı . Üstelik O'na, da ğılmak,
parçalanıp yok olmak üzere bulunan hasta bir imparatorluk gözü ile
bakılıyor, her Avrupa devleti, hatta Balkanlardaki eski uyruklar ı bile
o'ndan bir parça koparmak yollar ını arıyordu. Oysa ki Anadolu Türk-
leri XI. yüzyıldan XIII yüzy ıl ortalarına dek Selçuklu hükümdar sü-
lâlesi yönetiminde dinamik, o zamanki dünya devletlerinin en ba şta
gelen söz sahiplerinden biri idiler.
XIII. yüzyıl ortalarında doğudan gelen ve ço ğunluğu gene ba şka
Türk soylarının te şkil ettiği Moğolların saldırısı ile tökezlemi şler ise de
XIV. yüzyılda gene Anadolu'da yönetimi ele alan Osmanl ı yönetici
sülâlesi, XVIII. yüzy ıl başlarına dek o ça ğların en güçlü ve tek söz
sahibi imparatorlu ğunu kurmuş, Kara Denizi, Kızı l Denizi tamamen,
Ak Denizi de pek az aral ıklarla Türk gölü durumuna getirmi şti.
Böylesine güçlü, dinamik bir devlet nas ı l çöktü? Onun kurduğu
orijinal kurumlar, sağlam askeri yöntem neden dejenere oldu?
Bunların nedenleri şöyle özetlenebilir:
80 NE Ş ET ÇAĞATAY

Osmanlı imparatorluğunun gerileme nedenleri


Bu nedenlerin ba şında dini taassup, yani dinin dini duygu sömü-
rücüleri tarafından yanlış anlatılması, halkın dini yanlış anlaması gelir.
Bu taassup,,e ğitim sisteminin eski ciddiliğini ve ağırlığını kaybet-
mesi ile, fen ve teknik bilgilerin ders pro ğramlarından çıkarılarak yal-
nız hadis, tefsir gibi dok'rnatik bilgilerin ö ğretilmesi, pratik ve teknik
bilgilerin hesaba katılmaması ile başlamış yavaş yavaş, bilim adına
hurafeler, dinin amaç ve esprisi ile ilgisi bulunm ıyan baş örtmek, sakal
bırakmak gibi şekilcilikler yer almıştır.
XVII. yüzyıl başlarından bu yana, medreselerdeki bozukluklar
büsbütün artt ı. O zamana dek medrese ö ğrencileri belli dersleri gör-
dükten sonra mezun olup, mülâz ım niteliği ile müderris ve kad ı olmak
için keşik yolu ile (istek defterine) al ınıp sıra beklerlerken bu tarihten
sonra mülâzimlik, açıkça para ile elde edilmeye ba şladı. Voyvodalar,
subaşılar on bin akça kar şılığında mülâzimlik sat ın alıp öğretim ve
eğitim görmeden davalarda hüküm verecek birer kad ı olmaya başla-
dılar. Daha kötüsü, şeyhülislamlar, kadıaskerler, Şehzade hocas ı ve
bazı büyük makam kadılar], vezir ve beylerbeyi çocuklar ına, daha kü-
çük yaşlarında kadılık, müderrislik payesi verilmeye ba şlandı.
Medreselerde önceleri, kelam, mant ık, lugat, gramer, geometri,
aritmetik, kozmo ğrafya, felsefe, tarih, co ğrafya, hadis, tefsir ve fıkıh
okutulurdu ve dersler gayet ciddi idi. Örne ğin kelam, eski yunanın
fizik, metafizik, matematik ve kimya bilimlerinden bahseden ve akla
bilimlerin telkinlerini kapsayan bir fikir dergisi idi.
Öğretim elemanlar ının cahil kişilerden te şekkül etmeye ba şlaması
mezun düzeyini de dü şürdü. Böyleleri elbette tekniği ve yüksek bilim
derslerini kavrıyamazlardı ; bu yeteneksizliklerini ve cehaletlerini ört-
mek için de, Kur'an ve hadisten ba şka derslerin gereksiz hatta gavur
icadı şeyler olduğunu söyliyecek kadar ileri gittiler. I ş bu kerteye gel-
dikten sonra da kimse tersini söyliyemezdi. Çünki söyliyecek olsa
kâfir, zındık damgasını yerdi.
Böylece medreseler, y ıllarca süren bir eğitim sonunda, okuyup
yazma bile zor ö ğrenilen birer miskinler tekkesi durumuna dü ştüler.
Bunun sonucu olarak bilgi, geni ş düşünce ve hoşgörü ortadan kalkt ı,
taassup, gericilik, cehalet, ki şisel çıkarlar uğruna halkı birbirine düş-
man etme siyaseti başladı ; tıpkı zamanımızdaki gerici görünen asl ında
çıkarcıdan başka bir şey olmıyan kişilerin durumu gibi... Kur'an- ı ve
başka dini kitapları kopya edip satarak para kazananlar, bu kazanç-
SALTANATTAN CUMHURIYETE GEÇEN TÜRKIYE 81

larının elden gideceği ve halkın uyanacağı korkusu ile matbaanın Tür-


kiye'ye girmesine üç yüz y ıl engel oldular. Yaln ız bu i ş bile bizi Avru-
pa'dan 300 yıl geri bırakma nedeni olmaya yeter. Matbaa 1440 da
Avrupa'da Mainz'l ı J. Gutenberg tarafından icat edildiği halde Türki-
ye'ye 1720 lerde girebildi.
Askeri düzenin bozulmas ı
Askeri tarihin tanıdığı en güçlü ve düzenli ordu, Osmanl ı Yeniçeri
Ordusu idi. Bunlar, büyük bir ço ğunlukla Anadolu'nun ve Balkanların
yerli Rum, Sırp ve Macarlar ı arasından toplanı yor, İstanbul'a getirilip
müslüman edildikten sonra, Avrupa yakas ından getirilenler Anadolu
köylülerine, Anadolu'dan dev şirilenler Avrupa yakas ı Türk köylü-
lerine teslim edilirlerdi ki bu çaprazlama göç ettirme onlar ın kaçma-
larına mani olmak içindi. Köylülere teslim edilen bu çocuklar 3-5 y ıl
teslim edildikleri köylüler yan ında türkçeyi ve Türk sosyal ve kültürel
âdet ve geleneklerini ö ğrenir ve tekrar buralardan toplan ıp İstanbul'da
yeniçeri kışlalarına konur buralarda askeri e ğitime tabi tutulurlar,
belli aşamalardan geçip yeteneklerine göre yükselirlerdi.
Bu yeniçeri askerleri, emeklilik ça ğları olan 40-45 yaşlanma dek
hiç evlenmezler, askerlikten ba şka hiç bir iş ile yani hiç bir sanat ya da
ticaretle uğraşmazlardı. Emekliliklerinde bunlar, elde ettikleri ba şarı,
rütbe ve maa şlarına göre Anadolu ya da Rumeli köylerinde dirlik ya da
timar denen ve yıllık gelirleri 5000-19999 akçaya kadar olan köy gelir-
leri tahsis edilirdi. Subay s ınıfından olan yeniçeri emeklilerine 20000.-
99999 akçalık gelirli köyler verilirdi. Bu tür dirliklere zeamet denirdi.
100.000 ve daha yukarı akçalık gelirlere "has" denir ve bunlar vezir,
sadrazam, şehzade ve büyük rütbedeki devlet adamlar ına verilirdi.
Yeniçeri oca ğına alınacak çocuklar ilk toplan ırlarken, ailelerinin
soylu olmasına, kötü halleri bulunmamas ına, aşağı tabaka halk çocuk-
ları olmamalarına önem verilirdi. Bir aileden birden fazla çocuk al ın-
maz&
Git gide bu kurallar bozulmaya, kalitesiz, soysuz ki şiler de ocağa
alınmaya başlandı ; evlenmelerine, sanat ya da ticaretle u ğraşmalarına
da göz yumuldu. Kalitesiz, talimsiz ve disiplinsiz askerin orduya fay-
dası olamazdı. Bunlar sonraları hem çarşıda esnaflık eder, hem yeni-
çeri ocağından maaş alırlar fakat savaşa çağırıldıkları zaman bir bahane
ile katılmazlar, sıkıştırılınca da isyan ederlerdi.
Avrupa devletleri ve halk ı, yeni buluşlar, düşünce, sanat ve dinde
daha iyiye ve do ğruya yönelmeler yani Rönesans ve Reformasyon
82 NEŞ ET ÇAĞATAY

olayları ile uyanırken ve bu yeni düşünceler matbaa sayesinde halka


yayılır, eşitlik ve adalet ilkeleri genelleşirken bizde özellikle köylerde
zorla halktan para s ızdırmalar, kanunsuzluk, zulüm ve cehalet alm ış
yürümüştü. Daha garibi, Türkiye'deki gayr-i müslim az ınlıklara, baskı
makinaları getirtip kendi dillerinde eser basmaya izin verildi ği, fikir-
lerinin gelişmesi sağlandığı halde Türkler, kendi öz yurtlarında bu
nimetten yoksun bırakılmışlardı.
Eğitim, kültür, teknik ve ticari bilgiden yoksun bir toplulu ğun,
bunlarla donanmış bir azınlıkla boy ölçüşemiyeceği, geri ve güçsüz
kalacağı gayet açıktır. Nitekim de böyle oldu; sanat, ticaret ve teknik
bilgiler azınlıkların elinde olunca Türkler, kendi öz yurtlar ında yoksul
ve her i şte onlara muhtaç duruma dü ştüler.
Başta sultanlar, yöneticilerin beceriksizli ği
Osmanlı sultanları, XVII. yüzyılın ortalarına dek, Şehzade iken
Anadolu'nun bir vilayetine vali olarak gönderilir orada, Istanbul'daki
"Kubbe Altı" vezirler toplant ılarında olduğu gibi o ilin yöneticileri
ve kendini eğitmek için yanında yollanmış kişilerle toplantılar yapar
böylece o ilde ülke yönetiminin uygulamas ını görür, yanlarındaki bi-
lim adamlarından düzenli bir biçimde ders al ır böylece tecrübe ve bilgi
sahibi olurlar, tahta geçtiklerinde hiç yabanc ılik ve acemilik çekmeden
memleketi başarı ile yönetir, savaşta en ön saflarda at oynat ıp kılınç
çekerek askerlerine örnek olurlard ı .
XVII. yüzyıldan bu yana, isyan eder korkusu ile Şehzadeler, vila-
yetere gönderilmemeye, hatta Istanbul'da bile saray ın bir odasına haps
edilmeye başlandılar. Bu hapishanelerde cahil lalalardan ba şka kimse
ile temas etmediklerinden bilgi ve tecrübeden yoksun, her an öldürül-
mek korkusu altında büyüdüklerinden korkak hatta, baz ıları konuş-
mayı bile unutmuş duruma düştüler. Böyle bir durumdan tahta gelen
bir hükümdar tabii ordusunun ba şında savaşa katıldığında askerine
örneklik edemiyor komutayı, sık sık değişen, çoğu beceriksiz olan
sadrazamlara b ırakıyorlardı. Bu durumdaki bir hükümdar ın yöneti-
minden, komutasından ne hayır gelir ?
Yönetim ve mali düzen bozukluklar ı
İyi bir eğitim ve tecrübe görmiyen, görevini para ile sat ın alan bir
yöneticinin yönetimi elbette ki ç ıkarcı düşünceye dayanacakt ır.
Birbirini çekemiyen vezirlerin, valilerin, beylerbeyilerin ve öteki
yüksek işyarların birbirlerini çekememezlikleri, beceriksizlikleri ve
SALTANATTAN CUMHURIYETE GEÇEN TÜRK İYE 83

halka zulümleri korkunçtu. Türk Tarih Kurumunun yay ınladığı "Bel-


geler" adlı eserin 2. cildinde yer alan "Adalet Fermanlar ı" bu ko-
nuda bize çok canl ı ve acıklı örnekler veriyorlar. Vergiler adaletsiz,
memurlar halktan keyfi para s ızdırmaya çalışıyor, zulme haksızlığa
uğrıyan halk, cehaletleri ve merkeziyetçi yönetim sistemi yüzünden
derdini kimseye duyuramıyor, sık sık olan ve uzun süren sava şların
ağır giderleri, sayıca çok fakat disiplinsiz ve düzensiz ordunun maa şı,
Osmanlı İmparatorluğunu her bakımdan güçsüz ve bitkin bir duruma
düşürüyordu. Bu düzensizlik ve yoksunlu ğa rağmen Osmanlı İmpara-
torluğu daha, 13 Temmuz 1878 de imzalanan Berlin anla şmasına dek
5.662 .008 Km' tutan geni ş toprakları yönetiyordu ki bu ülkeler şun-
lardı :
YOZ ÖLÇÜMÜ Km'. BÖLGE ADI

1.668.000 Anadolu, Suriye, Irak, Hicaz, Yemen ve Arabistan ın öteki


yerleri (Bahreyn vb. yerler).
1.000.000 Mısır
1.759.540 Libya
800.000 Cezayir
167.000 Tunus
160.000 Trakya ve Makedonya
51.000 Bosna, Hersek
32.000 Güney Bulgaristan
9.282 Kıbrıs adası
8.618 Girit adası
6.100 Ege Denizi adaları (12 ada ve öteki küçük adalar)
468 Sisam adası (1832 anlaşması ile özgürlü ğü tanındı.)

5.662.008

Türlü diller konuşan türlü ırk, millet ve dinden olu şan bu geniş
ülkelerin böylesine baştan kara bir yönetimle sonuna dek yürütüle-
miyeceği açıktı. Avrupanın büyük devletleri, türlü ç ıkarları, dini, ırki
nedenlerle Balkanlardaki Osmanl ı uyruklarını efendileri aleyhine kış-
kırtıyor, öte yandan dini ba ğlarla ve ümmet ilkesiyle eski ve sözde derin
iliş kilerimiz olan arap ülkeleri de liderlerinin ki şisel çıkarları ve kısır
kıskançlık duyguları ile Türklere karşı ayaklanmaya te şvik ediliyor-
lardı. Son Osmanlı sultanları bu ayakbağı ve yükten ba şka bir şey ol-
mıyan safraları akıllıca tasfiye edeceği yerde Anadolu türkü aleyhine
bütün kazancım, gelirini o az ınlıkları memnun etmeye çalışıyor, Ana-
doluda yol iz yokken Medineye kadar demiryolu dö şüyordu. Vergi ve
askerlik yükü ise, hep kendisinden fedakârl ık beklenen zavallı Anado-
lu türkünün sırtında idi.
84 NE Ş ET ÇAĞATAY

Bunlar bir yana, asl ında imparatorluklar, insan toplumlar ının


yeni fikir akımları etkisiyle kazand ıkları yetenekler kar şısında ayakta
duracak halleri kalmam ış, fonksiyonlarını tamamlamış görünüyor-
lardı. Artık XX. yüzyılda imparatorluklar ba şarılı ve yeterli bir yöne-
tim sistemi değildi; nitekim daha sonra görüldü ğü gibi bunların en
güçlü en sağlam görünenleri bile yok olmuş, sını rlarını daraltıp
nerede ise milli s ınırları ile yetinecek bir duruma gelmi şlerdir. Bugün
ne üzerinden güne ş batmayan İngiltere imparatorlu ğundan, ne, Avru-
padaki ana vatan topraklar ın ın 108 katı topraklara sahip olmu ş Hol-
landa imparatorlu ğundan, ne İspanya ne de Portekiz geni ş sömürge-
lerinden eser kalm ıştı r.
Şimdi, Osmanlı imparatorlu ğu XX. yüzyıl başında, yukarıda kı-
saca belirtmeye çalıştığımız durumda iken dünyan ın öteki ülkeleri
nası ldı bir göz atalım:
XIX. yüzyıl sonlar ı ile XX yüzyılın başlarında dünyanın
çehresi
A) ASYA DEVLETLERI
1— Çin:
Eski dünya diye adland ırılan bu ülkenin en eski devleti Çin'dir.
Çin, 1912 yılı na dek imparatorlukla yönetilmi ş, bu tarihten önce ba ş-
hyan iç ayaklanmalar sonunda cumhuriyet rejimine geçilmi ş ve ayak-
lanmanı n lideri olan "Sun-yat-sen" ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Sun-
yat-sen bir çocuk doktoru idi. O, binlerce y ıllık imparatorluk yöneti-
mini devirerek demokratik cumhuriyet yönetimini kurdu. Bu bak ım-
dan hem "Milliyetçi Çin" hem "K ızıl Çin", Sun-yat-sen'i ebedi şef
olarak tanıyor ve ona ba ğlı bulunuyor. Her iki hükmetin paras ında
da Sun-yat-sen'in resmi bulunmaktad ır. Formoza adasındaki milli-
yetçi Çin ba şkenti Taipeh şehrinin meydanları nda O'nun heykelleri ve
her yerde renkli resimleri bulunmaktad ır.
Kızıl Çin'de de her yerde Sun-yat-sen'in resim ve heykelleri var-
dır ve Mao-çe-tung ile e şdeğer tutulur. Milliyetçi Çin lideri Çan-key-
şek (doğumu 1886), Sun-yat-sen'in yakı n arkadaşıdır ve bacanağıdır.
Halen sağ olan Sun-yat-sen'in dul e şi, kızıl Çin'de Mao'dan sonra ge-
len en büyük lider olarak resmi bir yer tutuyor ve komünist partinin
genel başkan vekili bulunuyor.
Öte yandan Sun-yat-sen'in e şinin kız karde şi, milliyetçi Çin baş-
kenti Taipeh'te, Çan-kay- şek'in karısıdır ve politikada aktif rol oy-
namaktadır.
SALTANATTAN CUMHURİYETE GEÇEN TÜRKIYE 85

Çin ile biz türklerin ili şkisi çok eskidir, Milattan önceki ça ğlara
dek uzanır. O çağlarda türkler Çin'e s ık s ık akınlar yapmış, bu zorlu
komşusundan yılan Çinliler, Türklerle aralarındaki kuzey sınırında
altı metre eninde yirmi metre yüksekli ğinde 3000 kilometre uzunluğun-
daki ünlü "Çin seddi"ni yapm ışlardır ki bu set ço ğu kez dünyanın yedi
harikasından biri sayılır.
Çinliler, bütün tarih boyunca, biz orta Asyada bulunurken zarar
vermeye çalışmış bir ulustur. Daha yirmi yıl önceye dek doğu Türkis-
tanda özgür kalmış son Asya Türk devleti Uygurlar ı, zorla yönetimi
altına almış, bu ülkenin adını "Sin-ki-yang" yani "Yeni Ayalet"e çe-
virerek Çin'in bir parças ı haline getirmi ştir. Oradan kaçıp Türkiye'ye
gelen soydaşlarımızın anlattıklarım göre bugün orada ya şıyan Türkleri
Çinlileştirmek için akla gelmedik insanl ık dışı yöntemler uygulamak-
tadırlar.
Çinliler, XVII. yüzyıl başları nda ele geçirip 300 yıl boyunduruk-
ları altında bulundurdukları Kore ve kendi ülkeleri Formoza adas ı,
1905 de Japonlar taraf ından ele geçirilmişti. Kore yarımadası 1935
de özgürlüğ üne kavuşmuş fakat 1950-1953 y ılları arasındaki iç ça-
tışma ile "Kuzey Kore" (komunist) ve "Güney Kore" (anti komunist)
olmak üzere ikiye ayr ılmıştır.
Bugün Çin'in elinde bulunan Mançurya 1931 de Japonlar taraf ın-
dan ele geçirilmiş fakat 1937 de onlardan geri alınmıştır. Çin 1949 da
komunist rejimi kabul etmi ş fakat halkının bir bölüğü bu yönetimi
red ederek Taiwan denen Formoza adas ı na çekilerek "Milliyetçi Çin"
adı ile ayrı bir devlet kurmuşlardır. Komunist Çin bir iki y ıl önceye
dek Birleşmiş Milletler örgütüne al ınmamıştı. Şimdi, komunist Çin de
Birleşmiş Milletler te şkilatı na alınmıştır.
Kıta Çini de denen komunist Çin'in alan ı 9.561.000 Km'. nüfusu
da 759.000.000, milliyetçi Çin'in (Taiwan) alan ı 58.120. Km' nüfusu
15 milyon kadardır.
2- Hindistan:
Hindistan halkı, ülkeleri için Hindistan yerine (Baharat) ad ını
kullanırlar. Bu ülke, milâd ın ilk yıllarından başhyarak aralıklarla ve
yer yer türlü Türk devletleri taraf ından yönetilmiştir. XVI. yüzyıldan
başhyarak İngilizler buraya göz dikmi ş, önce burada ticaret ortakl ık-
ları kurdurmuş , türlü entrikalar sonunda 1877 yılında İngiltere kıra-
liçesi Viktorya (Victoria) resmen Hindistan İmparatoriçesi ilan edil-
miştir.
86 NE Ş ET ÇAĞATAY

73 yıllık İngiliz yönetiminden sonra Hindistan, 15 A ğustos 1947


de bağımsızlığı na kavu şmuştur. Egemen, demokratik ve laik Hint
Cumhuriyeti anayasas ı 26 Ocak 1950 de yürürlü ğe girmiştir. Bu anaya-
sa hükümleri aynı zamanda devlet politikas ını da belirler. Bu hüküm-
ler, hükümetten halk ın yaşantısını sosyal adalet ilkeleri içerisinde sos-
yal, ekonomik ve politik yönleriyle mutlulu ğa erişmesini öngörür.
Hindistan 18 ayalet ve 9 da merkezden yönetilen bölgelere ayr ılmış-
tır. Bu ayaletler: A şağı Pradeş, Assam, Bihar, G ucrat, Haryana, Jammu
ve Keşmir, Kerala, Madhya, Prade ş, Maharaştra, Meysor, Nagaland,
Orissa, Pencap, Racathan, Tamil, Nadu, Yukar ı Pradeş, Himakal Pra-
deş ve Batı Bengal'dir.
Merkezden yönetilen bölgeler: Andaman, Goa ve Nikobar ada-
ları, Delhi (başkent), Çand ıgar, Dadra ve Nagar Haveli, Goa Daman
ve Diu, Lakkadiv, Minisoy ve Amindivi adaları, Manipur, Pondi şeri
ve Tripura'd ır.
Yasama yetkileri merkez ile ayalet hükümetleri aras ında bölün-
müştür. Savunma, dış işleri, maliye, demiryollar ı, posta ve telgraf ve
başka önemli yetkiler merkeze aittir. Ayaletlerin daha çok, e ğitim,
sulama, enerji, yollar, tar ım, küçük endüstri ve öteki kalk ınma sorum-
lulukları bulunmaktadır.
Millet Meclisi birliği iki meclisten oluşur: do ğrudan doğruya
seçilen (Lok Sabha-Millet Meclisi) ve dolayl ı seçilen (Rajha Sabha-
Ayalet Meclisi). Cumhurbaşkanı , merkezi ve ayalet meclisleri tara-
fından 5 yıl için seçilir. Cumhurbaşkanı, devlet başkanı ve savunma
kuvvetleri ba şkumandanıdır.
Hindistan 560 milyon nüfusu ile dünyanın ikinci büyük memleketi-
dir. Yüzölçümü 1.261 .000 kilometre karedir ve alan bak ımından dün-
yanın yedinci ülkesidir. Coğrafi bakımdan ülke üç ana bölgeye ayrı-
lır: 1— Himalaya da ğları ile sınırlanan bölge, 2— Engebesiz Ganj böl-
gesi, 3— Dekkan yaylas ı ve yarımada.
Bölgede konu şulan dillere gelince : Anayasaya göre 15 ana dil var-
dır. Bunların en yaygını hintçe olup ötekiler de sırası ile: Telugu, Ben-
gali, Marati, Tamil, Urdu, Gucerati, Kannada, Malayalam, Oriya,
Pencap, Assami, Ke şmir, Sindi ve Snaskrit'tir. Hintçe resmi yaz ışma
dilidir fakat bunun yanı sıra ingilizce de resmi yaz ışmalarda halen kul-
lanılmaktadır.
Hint nüfusunun % 82 si. 567 .338 köyde, geri kalan % 18 i, 2700
kasaba ve şehirde yaşar ki bu şehirlerden Kalküta ve Bombay dünya-
SALTANATTAN CUMHURIYETE GEÇEN TÜRKIYE 87

nın büyük şehirlerindendir. Delhi, Madras, Bangalor, Haydarabad


ve Ahmedabat, nüfusu bir milyonu geçen şehirlerdir.
Hindistan'da en büyük din hinduizm'dir. Bu dinin kutsal Irma ğı
Ganj nelıridir, kutsal ş ehirleri de Benares'tir ki her y ıl Şubat ay ı
içinde, ülkenin bir çok yerinden yüz binlerce hindfi, ço ğu yaya olan
kafilelerle Benares'e hacca gelmekte ve Ganj ırmağından alıp küçük
şişelere oldurdukları kutsal suyu, yüzlerce, binlerce kilometre uzaklar-
daki memleketlerine götür ınektedirler. Müslümanl ık da Hindistanın
salikleri çok bir dinidir; 80-100 milyon kadard ırlar.
3—Pakistan:
Gene Ingilizlerin ayr ılması ile Hindistanla aynı zamanda Pakis-
tan cumhuriyeti kurulmu ştur. Hind ve Pakistan ayr ımı sadece din te-
meline dayand ığından, Hindistanın doğ usundaki Benglade ş ayaleti de
müslüman olduğ undan Pakistanla birlikte ortak bir devlet kurmu şlar
sa da 1971 Aralık ayında yapılan Hind-Pakistan sava şında, doğu Pa-
kistan denen Benglade ş, Dakka (Dacca) şehri başkent olmak üzere
Bangladeş cumhuriyeti ad ıyla Mucib ür-Rahman liderliğinde yeni bir
devlet ortaya çıkmıştır. Benglade ş ve Pakistan bir arada iken yüzöl-
çümleri 947 .000 Km'. ve nüfusları 125 milyon civarında idi. Pakis-
tan topraklar ının az bölümü Benglade ş'te olduğu halde bu topraklar
üzerinde nüfusun 70-75 milyonu ya şıyordu. Pakistan henüz Benglade ş'i
resmen tanımamış, Hindistan ise 90 .000 kadar Pakistanl ı savaş tut-
saklarını elinde tutmaktad ır.
4—İran:
M. VII yüzyıl ortalarında Araplar tarafından yok edilen Sasanr-
ler kırallığından sonra Iran M. 1502 y ılına dek milli bir devlet kura-
mamış üç yüzyıldan artık bir süre arap yönetiminde, ondan sonra Gaz-
neliler, Karahanlılar, Selçuklular, Akkoyunlular, Karakoyunlular gibi
Türk devletlerinin yönetiminde varl ıklarını sürdürmü şlerdir. 1502
de kurulan Safeviler hanedan ı da tam iranlı sayılamaz. O zamandan
şimdiki Şah Muhammed Rıza Şah'ın babasının kurduğu Pehlevi ha-
nedanına dek kurulan kıral sülâlelerinden yaln ız Zend'ler iranlı, geri-
si gene Türk soyundand ı. Bu hanedanların dayandığı ordunun büyük
çoğunluğu t ürkt ü.
İranlılar M. önce 535 yılında milli bir devlet kurmu şlar fakat bu
devlet 200 yıl sonra Büyük İskender tarafından ortadan kald ırılıp
(M. Ö. 333), M. 224 de yeni bir İran devleti yani, Sasâniler devleti k ıl-
88 NE Ş ET ÇAĞATAY

ruluncaya dek alt ı yüzyıla yakın bir süre yunan yönetiminde kaldılar.
Bugünki İranın yüzölçümü 1.648 .000 Km2. nüfusu 25 milyondur.
Doğal kaynakları zengin olan Iran, büyük petrol gelirleri yüzün-
den dünyan ın sayılı zengin ülkelerindendir. K ırallıkla yönetilmek-
tedir.
5—Afganistan:
1733 de Iranda tahta geçen Nadir şah'ın 1747 de öldürülmesi üze-
rine Afganistan özgür bir kırallık haline gelmişse de o zamandan sonra
aralıklarla Rus ve İngiliz saldırısına uğramış 1921 de bağımsızlığına
kavuşmuştur. Yüzölçümü 657 .000 Km 2. nüfusu 18 milyon civarında-
dır. Milli mücadele s ıralarında, Rusya ile bir barış yapmak üzere Mos-
kova'da bulunan Türk heyeti 1 Mart 1921 de bu şehirde bulunan Af-
ganistan hükümet erkan ı ile aramızda bir dostluk antla şması imzala-
mıştır. Orta Asyanın özgür devletlerinden biri ile yapılan bu dostluk
antlaşmasının, Türk-Sovyet antlaşmasından önce yapılmış olması ve
böylece yeni Türkiye devletinin özgürlü ğünün tanınmış bulunması
büyük önem taşır. Zaten o zaman dünya yüzünde özgür bulunan üç
müslüman devlet vardı : Türkiye, İran ve Afganistan.
Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk, Afganistan' ın bu hareke-
tini unutmamış, daha sonra, yüzlerce Afgan gencini Türkiye'ye getirip
türlü yüksek okullarda ve Harp okulunda tahsil ettirmi ştir. Aynı şe-
kilde İrandan da davet etmiş, İranlılar bir süre sonra ö ğrenci yolla-
maktan yaz geçmi şler, Türkiye yerine Avrupaya yollamaya ba şlamışlar-
dır. İran ve Afganistan' ın subayları Türk harp okulunda okuyorlard ı.
Iran on yıl kadar önce ülkesinde harp okulu açm ış , Afganistan ise son
birkaç yıl önce açmışsa da hala Türkiye'ye subay yeti ştirmek üzere
öğrenci yollamaya devam etmektedir. On y ıl önceye kadar Afgan lise-
lerine Türk öğretmenler gönderiliyordu. Afganistan Üniversiteleri ve
harp okulu Türkiye taraf ından kurulmuştur. Yak ın zamana kadar
devlet müşavirlerini de Türkiyeden al ıyorlardı.
6—Rusya:
Rusya, "Moskova Kniyezliği" adı altında küçük bir kara devleti
iken XVIII. yüzyılın ilk yarısı sonlarında Baltık Denizi kıyılarını ele
geçirip kara devleti olmaktan kurtuldu, limana kavu şmuş oldu. Rusya,
Asyadaki Türk devletlerinin özgürlüklerine son verdi. Halbuki daha
1711 Prut sava şında büyük Petro'nun kar ısı Katerina, Türk ordular ı
baş komutanı Baltacı Mehmet Paşa'nın ayaklarına kapanarak kocas ı-
nın ordusunu zor durumdan kurtarabilmi şti.
SALTANATTAN CUMHURIYETE GEÇEN TÜRKIYE 89

Rus Çarı Petro, memleketine parlak bir gelecek haz ırlamak için
şöyle bir plan çizmi şti: 1— Batıda Baltık Denizi'ne çıkmak, Polonya
üzerinden Avrupa içerilerine sarkmak, 2— Kara Deniz ve bo ğazlar yo-
lu ile Akdenize çıkmak, Osmanlı İmparatorlu ğunu ortadan kald ırmak,
3— Ural Dağları üzerinden ve Hazar Denizi güneyinden Asya içlerine,
Orta Asyaya yay ılmak.
Rusya bu planda işe, Osmanlı İmpratorluğunun bir parças ı olan
Kırım Hanlığını, Osmanlılardan ayırmakla başlayıp 1783 de Kırım'ı
ülkesine katmış, 1801 de Osmanlılardan Gürcistanı, 1830 larda Dağis-
tan'ı elde etmişti. Kazakistan ın ilhakına 1822 lerde ba şlayıp 1854 de
tamamlamış, 1864-1881 aras ında Doğu Türkistanın (Uygur ili) bir
parçasını ele geçirmiş, batı Türkistana 1864 de girmi ş, gene bu yılda
Taşkent'i, Çimkent'i, 1868 de Buhara'y ı, 1870 de Semerkand' ı, 1876 da
Hokand' ı, 1878 de Hive'yi, 1884 de Merv'i ald ı.
Rusya bugün komunist bir rejimle yönetilmektedir ve bir çok
sözde cumhuriyetlerden olu şmuş bir federasyondur. Bu federasyonda
beş de Türk cumhuriyeti vard ır. Rusyanın yüzölçümü 22 .000 .000 Km2.
olup dünyamızın yedide birine e şittir. Rusyanın nüfusu 245 milyon
civarındadır. Rus anayasas ı 1936 da kabul edildi. Rusyan ın Asya do-
ğusundaki politikası ve Japonya ile ili şkileri Japonya bahsinde anlat ıl-
mıştır.
Rusya, 1867 yılında, 1.5 milyon Km2. alanındaki Alaska yarımada-
sını 7 .200 .000 dolara Amerika Birleşik Devletlerine satm ıştır. Bugün
Amerikanın buradan elde etti ği, orman, balık, maden ve turistik ürün
ve gelirlerin bir günlük de ğeri belki bu paradan daha çoktur.
Rusyanın birinci Cihan Sava şı'ndan sonra ele geçirdi ği yerler ve
Rus Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birli ği'nin genel durumu a şağı-
da bir liste halinde gösterilmiştir. Burada, 1783 y ılında ülkesine kat-
tığı Kırım Yarımadası tamamen bir türk ülkesi iken, ikinci Cihan
Savaşı'ndan sonra bura halk ını toptan Sibirya'ya ve başka yerlere sür-
müş, darma dağın etmiştir. Ayrıca Letonya, Litvanya, Estonya, Beyaz
Rusya ve Ukranya'y ı da işgal etmiştir.
90 NE Ş ET ÇA ĞATAY

ÜLKE YA DA DEVLET BAŞKENTİ Alanı Km2 . Nüfusu


Rusya Moskova 16.900.000 120.000.000
Letonya (Latvian) Riga 63.000 2.100.000
Lituvanya (Lituanian) Vilna 65.000 2.750.000
Estonya (Estonian) Tallin 45.250 1.200.000
Beyaz Rusya (Byelorussian) Minsk 208.000 8.100.000
Ukranya Kiev 570.000 42.000.000
Moldavya Kişinev 34.000 3.000.000
Ermenistan Erivan 29.850 1.770.000
Gürcistan Tiflis 76.400 4.000.000
Azerbaycan Bakü 86.000 4.000.000
Kazakistan Almaata 2.750.000 9.500.000
Türkmenistan A şkabat 486.700 1.750.000
Kırgızistan Frunze 198.000 2.250.000
Özbekistan Taşkent 410.000 9.000.000
Tacikistan Duşenbe 142.000 2.000.000
Sahaliıı Adası Yuzhno-Sahalinsk 91.000 635.000
Kuril adalar ı Kuybişev 14.000 19.000

(Nüfuslar 1960 say ımına göredir) 22.182.000 214.074.000

7— Japonya:
XVI. yüzyılın ikinci yarısına dek pek tan ınmıyan, kendi içine dö-
nük bir ülke idi. Japonlarla ilk kez Portekizliler 1542 de ticari ili şkiler
kurdular. Bundan sonra Japonya uzun süre yabanc ı ülkeler ile ilişki-
sini kesti. Bu kez Hollandal ılar (Felemenk) bunlarla 1854 de yeniden
ilişki kurdular. Japonlar 1910 y ılında Çinlilerin elinde bulunan Kore'-
yi zaptettiler.
Rusların 1853 de Sahalin adasının kuzey kesimini i şgal etmeleri,
Kuril adalarından bazılarına asker çıkarmaları ve 1860 larda, Asya-
nın doğu ucunda Japon Denizine açılan Viladivostok limanına ulaşıp
buraya dek demiryolu dö şemeleri Japonlar ı müthiş kızdırdı. Ruslar
bu çabaları ile Japonlarla do ğuda hesapla şmak, Asyanın doğu ucunda
egemenlik kurmak istiyorlard ı. Hatta bu uğurda para sıkıntısına dü-
şünce (1867) de, 1 .530 .000 Km 2. genişlikteki Alaska'yı Amerika'ya
7 .200 .000.dolara satt ılar. Öte yandan Japonya, Rusyan ın bu davranı-
larını kuşku ile izliyordu, haz ırlığını da yapıyordu.
Japonlar 1875 yılında Kuril adalarını Ruslardan geri aldılar ve
Ruslara hadlerini bildirmek için ciddi bir sava ş hazırlığına başladılar,
güçlü bir donanma düzdüler.
1904 de me şhur Rus-Japon sava şı başladı. Japon donanması ami-
rali ünlü denizci To ğo, Rus donanmasını ağır bir yenilgeye uğrattı,
SALTANATTAN CUMHURIYETE GEÇEN TÜRKIYE 91

savaş Japonların üstün başarıları ile sona erdi ve bundan sonra Japon-
ya büyük devletler aras ında sayılmağa başlandı.
Japonya 1905 de bugünki milliyetçi Çin'in bulundu ğu Taiwan da
denen Formoza adas ını ve Kore'yi, 1932 de Mançurya'y ı, 1937 de
Çin'i işgal etti. İkinci Cihan savaşı sırasında Hind-i Çinryi ve Endo-
nezya'yı kontrolleri altına aldılar fakat Hawai adas ındaki Pörl Har-
bur (Pearl Harbor) liman ında bulunan Amerikan donanmasına baskın
yapması üzerine Amerikalılar da Japonyan ın Hiroşima şehrine atom
bombası attılar ve bu ülkeye kar şı yoğun bir saldırıya geçtiler. Japonya
yenilip eski sınırlarına çekilmek zorunda kald ı, hatta Amerikan askeri
denetimi altına girdi. Japonya= ba şkenti Tokyo, alanı 372 .000 Km'
nüfusu 100 milyon civar ındadır.
B) KANADA VE AMERİKA BIRLE ŞIK DEVLETLERI
1- Kanada:
Yüzyıllarca İngiltere ve Fransa'n ın sömürgesi olmuş bir ülkedir.
Montreal şehrinin bulunduğu Quebec (Kebek) bölgesi Frans ızların,
öteki bölgeler Ingilizlerin sömürgesi idi. 1867 anayasas ı yürürlük-
tedir. Bölge 1931 de ba ğımsızlığını elde etmi ştir. Başkenti Ottawa
şehridir. Alanı 9.5 milyon km2. nüfusu 20 milyon kadardır. Ayrı mec-
lisi, başbakanı olduğu halde cumhurbaşkanı yoktur. İngiltere tahtını
temsil eden bir genel vali bulunur.
Kanada federatif bir devlettir ve federal devletlerden olu şmuştur:
1- Ontario eyaleti. Ba şkenti Toronto'dur. Federal devlet ba şkenti
Ottawa şehri de buradad ır. 2- Quebec eyaleti. Ba şkenti Quebec'tir.
3- Mantoba ayaleti. Ba şkenti Winnipeg'tir. 4- Saskatschevan ayaleti.
Başkenti Regina'dır. 5- Alberta ayaleti. Ba şkenti Edmonton'dur.
6- British Columbia ayaleti. Ba şkenti Victoria'd ır. 7- Yukon Territory
ayaleti. Başkenti Whitehorse'tur. 8- New Foundland ayaleti. Ba şkenti
St. John's'dur. 9- Nova Scotia ayaleti. Ba şkenti Halifax'tır. 10- New
Brunswick ayaleti. Ba şkenti Fredericton'dur. 11- Prince Edward İs-
land. Başkenti Charlottetown'd ır. Bir de en kuzeyde, oturulm ıyan
Northwest Territories vard ır.
2- Amerika Birle şik Devletleri:
XVI. yüzyılın başlarından beri Avrupa'daki özgür, denizci ve
sömürgeci devletler, güney ve kuzey Amerikaya yerle şmeye başladılar.
Portekizliler, Brezilyay ı, Ispanyollar, kuzey Amerika'n ın Floriada
dahil, güney bölgeleri ile orta Amerika, Meksika, Peru, Laplata ve And
92 NEŞET ÇA ĞATAY

(Şili) memleketlerini, İngilizler, Virjinya'yı ve New England' ı , Fran-


sızlar: Kanadan ın o zaman bilinen do ğu kıyılarını (Atlas Okyanusunun
batı kıyıları) ve güney Amerikadaki Kayen'i (Cayenne), Portekizliler
ve Hollandal ılar: Brezilyan ı n o zaman bilinen do ğu kıyıları nı ele geçir-
diler.
Başlangıçta özgürlük sava şından sonra Amerika Birle şik Devlet-
lerini teşkil eden Atlas Okyanusu kıyılarındaki, İngiltere'nin eski on üç
sömürgesi topraklar ını yavaş yavaş büyük Okyanusa kadar geni şlet-
mişler, 1803 yılında Fransa'dan Luiziyana'y ı (Louisiana), 1819 da
Ispanya'dan Floriday ı, 1846 da gene İngiltere'den Oregan' ı satın al-
dılar. 1845 den 1848'e dek de Meksika'dan Texas' ı, yeni Meksiko ve
Kaliforniyayı ele geçirerek ülkelerine alt ı milyon Km'. den çok toprak
eklemişlerdir.
1861-1865 aras ında tutsaklık konusu yüzünden güney bölgelerle
aralarında çıkan ayrılık savaşı, yalnız kuzey hükümetlerine 3000.000
adama ve 15 milyar dolara mal oldu. Bu sava ş, tutsaklığa karşı olan-
ların üstün gelmesi ile sonuçland ı ve aynı zamanda kuzey ve güney
hükümetlerinin kar şılıklı olarak birbirlerine muhtaç olduklar ını anlattı
ve bunalımdan, birleşilmiş ve daha güçlü olarak ç ıkıldı.
Avrupa'dan bu ülkeye yap ılan akın halindeki göçler ve Afrika'dan
işçi olarak getirtilen zenciler Amerikan nüfusunu ço ğalttı . Hükümet
sayısı da 13 den 49'a çıktı. İlk birleşme hareketleri Filadelfiya şehrinde
başladı ve buradan yönetildi. Bu faaliyetlerin planland ığı yapı bugün
Filadelfiya şehrinde müze haline getirilmi ştir.
1823 den beri, eski cumhur başkanları Monroe'nin "Amerika
Amerikahlarındır" prensibine uyan Amerikal ılar, Amerika kıtası
üzerinde gerçek bir üstünlük ve etki sa ğladılar.
A. Birleşik Devletleri 1867 yılında alanı 1.530.000 Km2.. olan
Alaska'yı Ruslardan 7.200.000 dolara sat ın aldılar ki altın ve başka
madenler, bal ıkçılık, orman ürünleri ve turizm yönlerinden çok zengin
olan bu bölgenin günlük geliri bu değere yakındır.
A.B. Devletleri ayrıca 1893 yılında Hawai adalarını, 1898 de de
Ispanya ile yapt ığı savaş sonunda Filipinleri ele geçirdi (Filipinler bu-
gün özgür bir cumhuriyettir). A. B. Devletleri bugün öyle bir güce eri ş-
miştir ki sadece "Amerika Amerikahlannd ır" değil, "bütün dünya
Amerikahlarındır" diyebilecek bir duruma gelmi ştir. Birinci cihan
savaşında Almanlar ın yanlış politikası, yani Amerikan ticaret gemi-
lerini batırmaları üzerine Amerika Nisan 1917 de Almanlara kar şı
SALTANATTAN CUMHURIYETE GEÇEN TÜRKIYE 93

savaşa katıldı ki bu durum savaşın gidişini ve kaderini de ğiştirdi. A. B.


Devletlerinin alanı 9.600.000 Km'. nüfusu 225 milyon, başkenti Va-
şington (Washington) şehridir.
C) AVRUPA DEVLETLERI
Avrupada türlü alanlarda genel geli şmeler
Osmanlı Imparatorluğu XIX. yüzyılda yukarıda açıkladığımız du-
rumda iken Avrupa'da fikir hareketlerinin geli ştirdiği, dini alandaki
gelişmelerin getirdiği "reformasyon", "matbaan ın", "puslanın" bu-
lunuşu, buharın teknik güç olarak kullan ılması, teknolojinin ve sana-
yiin gelişmesi, makinanın icadı ile meydana gelen ağır sanayiin ham
maddeye ve pazara ihtiyac ı, sömürgecilik, kuzey ve güney Amerika
devletleri gibi yeni devletlerin dünya siyaset alan ına atılması oluşu-
yordu. Bu gelişmeler dünyaya yeni bir ya şantı anlayışı getiriyordu.
Üretim ile tüketim arasında bir denge ve düzen kurma dü şüncesi
Avrupada korporasyönlar ı doğurmuştur. XIX. yüzy ılda serbest üre-
tim ve ticaret ba şlamış, büyük sanayiin gerçekle şmesi için anonim or-
taklıklar kurulmuştur. Bu ortakl ıklardaki patron ile i şçi ilişkileri sosyal
adalet dü şüncesini doğurdu. İngiltere ticarette liberalizm sistemini
uyguladı.
Gene bu yüzy ılda devletler, Avrupa'nın durumunu yeni temellere
göre düzenleme gere ğini duydular ki bu, 1815 Berlin kongresi ile ger-
çekleşti. Napolyon'un meydana getirdiği alabora yatıştı . Gene bu
kongrede, kişinin doğal hakları incelenerek toplumun nasıl bir düzenle
yönetilmesi gerektiği saptandı . Bu hususta Monteskiyö (Montes-
quieu: 1689-1755) nün "Acem Mektuplar ı", "Roma imparatorluğu-
nun yükselişi ve düşüşü", "Kanunların ruhu" adlı eserleri, Volter'in
(Voltaire: 1694-1778), "Sezar ın ölümü", "Muhammet", "XII. Şarl'ın
tarihi", "XIV. Lui ça ğı", "Felsefi mektuplar" adl ı eserleri; Jan Jak
Ruso'nun (J. J. Rousseau: 1712-1778) "Toplum sözle şmesi", "Emil
veya Eğitim", "Yeni Eloiz", " İtiraflarım" gibi eserleri çok etki yaratt ı.
Bu ünlü Fransız düşünür ve yazarlar ı, aydınlanma devri denen ça ğın
büyük yarat ıcılarıdırlar.
J. J. Ruso, toplum anlaşması adlı eserinde, toplumla hükümet
arasında içerik bir anlaşma olduğunu, kıral, güveni, düzeni gerçekle ş-
tiremezse bu anla şmanın bozulmuş sayılabileceğini ileri sürerek tarihi
hukuk teorisini yani, hükümdarın Tanrı tarafından yollandığı anlayı-
şı m baltal ıyordu.
94 NE Ş ET ÇAĞATAY

Monteskiyö, "Roma İmparatorluğunun yükselişi ve dü şüşü" adlı


eserinde Roma'yı örnek alarak bir imparatorlu ğun ya da toplumun
nasıl yüceldiğinin ve nasıl çöktüğünün nedenlerini açıklamış, özellikle
"Kanunların ruhu" adlı eserinde ilk kez, hükümette güçlerin ay ırımı
prensibini yani: yasama, yargı ve yürütme organlarının ayrı kurumla-
rın elinde olmas ı gerekliliğini savunmuştur.
Avrupa'daki bu uyamş Osmanhları, gerektiğince etkilemedi ama
Osmanlı yönetimindeki toplumları ve ulusları, özellikle Balkanlardaki-
lerini çok etkiledi. Öte yandan Avrupa politikac ıları bu Osmanlı uy-
ruklarını n dil, tarih ve kültürlerini inceliyerek, milli duygularını kam-
çılıyarak özgürlüklerini elde etmeye kışkırtıyorlardı. Bu durum ise iç
ayaklanmalara yol aç ıyordu. Bir de üstelik Hindistan yolu ve petrol
için araplar da ayn ı kışkırtmanın etkisinde kalıyor, onlar da ayrı devlet
olma hevesine kapılıyorlardı.
Balkanlarda durum
Birinci Cihan Savaşı'ndan önce, Çekoslovakya, Romanya, Arna-
vutluk ve bugünkü Yugoslavya gibi Balkan devletlerinin ço ğu ortada
yoktu. Bulgaristan özgürlü ğüne 1908 de kavuşmuş, Osmanlı İmpara-
torluğundan ayrılmıştı. Bugünkü Yugoslavya'n ın bir parçasında (Sır-
bistan) adı ile yarı özgür bir topluluk vard ı.
1814 de "Etniki Eterya: Milli dernek" ad ı ile bir dernek kurmu ş
olan Yunanistan 1829 da özgürlü ğüne kavuşmuştu ama hemen sadece
Mora yarımadasına sahip bulunuyordu. Bugünkü Yunanistan' ın öteki
yerleri, Trakya (Selânik bölgesi) tamamen Osmanli İmparatorluğunun
bir parças ı idi ki Yunanistan buraları birinci cihan savaşında itilâf
devletleri yardımı ile elde edebildi.
Ermeniler 1860 da "Hınçak" ve "Taşnak" ihtilül komiteleri kur-
muşlardı. Osmanlı uyrukluğundan kurtulan Macaristan' ın bir parçası
"Macar K ırallığı " durumuna gelmişti. Bu kırallık 1872 de Avusturya
ile birleşerek "Avusturya-Macaristan k ıran*" adını aldı. Gerçekte
bu birleşik kırallığın birbiri ile ne dil, ne mezhep, ne de bir ırk birliği
vardı. Birbirinden her bakımdan ayrı iki ulus, sun'i olarak birle şmişti.
ÖTEKI AVRUPA DEVLETLERI
Polonya, bir kırallık halinde idi (Lehistan k ırallığı). Bu kırallığın
Podolya ayaleti, 1699 Karlofça bar ışına dek Osmanlı İmparatorluğu-
nun bir parçası idi.
SALTANATTAN CUMHURİ YETE GEÇEN TÜRKIYE 95

XX. yüzyıl başlarında güçlü bir devlet olarak ortaya ç ı kan Alman-
ya ve gene bir ara büyük devletler aras ında sayı lmış olan İtalya, XIX.
yüzyılın sonlarına dek ortada yoktular. Almanya'n ın, Fransa'nın,
Italya'nın, hatta Balkan yarımadasının batı bölümünün bir parças ını
içine alan yerler "Kutsal Roma-Cermen imparatorlu ğu" adı verilen
büyük ve geni ş bir imparatorlukta birle şmiş durumda idiler. Bu yapma
yamalı bohça imparatorluk parçalan ınca, Avrupada yeni yeni devletler
ortaya çıktı .
Birlikten yoksun ve küçük küçük ayaletler durumundaki Italya'n ın
bir parças ı ile Sardunya adas ı Avusturyalılara, Minorka adas ı İngi-
lizlere, Bugün Frans ızlara ait bulunan Korsika adas ı Cenevizlilere
aitti. Halbuki bu Sardunya adas ı 1648 de Ispanyollarındı ki sonradan
burada Sardunya k ırallığı kurulmuştur.
Italyanın güneyi ile Sicilya adas ı "İki Sicilya kırallığı" adı ile bir
kırallık halinde birle şmi şti ki bu kırallık sonradan bölünüp güney
İtalya'da, Napoli şehri ba şkent olmak üzere "Napoli kırallığı", Sicilya
adasında da "Sicilya kırallığı" kuruldu.
Italya'nın doğusundaki Adriyatık Denizi'nin kuzey kıyısında
"Venedik cumhuriyeti", doğu kıyısında da "Raguza cumhuriyeti"
bulunuyordu.
İngiltere, "Büyük Britanya ve Irlanda k ırallığı" adı altında, bu-
günkü "Irlanda cumhuriyeti"ni de içine alan tek bir devlet durumunda
idi.
Isveç ve Finlandiya, Norveç ve Danimarka, birle şik kırallıklar ha-
linde olup "Isveç kırallığı ", "Danimarka ve Norveç k ırallığı" adlarını
taşıyorlardı .
Alman ve İtalyan birliklerinin kurulu şu
Büyük ve Birle şik Almanyan ın kuruluşu:
Alman imparatorluğunun kuruluşunda en büyük rolü "Prusya
kırallığı" oynadı . Gerçekten bu enerjik ve disiplinli küçük devlet, gücü-
nü komşularına tanıtmasını bilmiştir.
1870 yılında komşusu Fransa ile yaptığı savaşı kazanmış, 10 Ma-
yıs 1871 de yap ılan Frankfurt bar ışında Fransa, Belfort kalesi hariç
olmak üzere Alzas' ı ve kuzey Loren'i Almanya'ya b ırakmak, ayrıca
beş milyar frank sava ş tazminat ı vermek zorunda kalmıştı. İşgal al-
tında bulunan toprakların tazminat verildikçe yava ş yava ş boşaltıl-
ması kararla ştırıldığından, Fransız başbakanı Tier, düşmanı bir an
96 NE Ş ET ÇAĞATAY

önce Frans ız topraklarından çıkarabilnıek için halktan borç istemeyi


önerdi. Fransız ulusu, az görülür bir yurtseverlikle paray ı, süresinden
önce ödedi ve böylece dü şmanın Fransayı boşaltması sağlandı .
Öte yandan, Prusyan ın Fransaya kar şı bu başarısı, Alman birliği-
nin gerçekle şmesi için gereken ortam ı yarattı . 18 Ocak 1871 günü,
Alman birliğine girmiş olan Alman hükümdarlar ı Versay'da, birinci
Wilhelm'i, Alman imparatoru ilan ettiler ki böylece Avrupa'da yeni
bir imparotorluk, Alman İmparotorluğu kurulmuş oldu.
Bu yeni imparatorluk, Avrupa politikas ında ve ekonomisinde
yıldırım hızı ile bir gelişme gösterdi. Buhar gücünün mekani ğe uygu-
lanmasından sonra gelişen makina sanayii yerini, hızla ağır sanayie
bıraktı. Ağır sanayi ise, daha önce de dedi ğimiz gibi çok ham maddeye
ve geniş satış pazarına ihtiyaç gösterir. İşte bu iki önemli konuyu hal-
letmek için harekete geçen Almanya, gözlerini sömürgecili ğe dikti.
Esasen birinci cihan savaşının gerçek nedeni, biraz aşağıda da değine-
ceğimiz gibi politik olmaktan çok, sosyo-ekonomiktir Yani ham mad-
de elde etmek ve bunu i şledikten sonra elde edilen mal ı sürecek pazarlar
bulmak çabası ve yarışıdır.
Yukarıda gördüğümüz, Avrupa'nın öteki sömürgeci devletleri bu
işe, XVI. yüzyıl başlarında başladılar. Almanya onlardan, üçyüz y ıla
yakın bir süre geç kalm ış olmasına rağmen bu alanda da şaşılacak bir
başarı elde etti. Batı Afrikada Togo, Kamerun, Alman güney-bat ı
Afrikası, Alman doğu Afrikası, Pasifik Okyanusunda Bismark tak ım
adaları, Yeni Gine'nin bir parçası, Marşal Mariyans, Karolin ve Par-
lav takım adaları gibi, toplam alanı iki milyon Km' den çok bir sömür-
ge alanlarını ele geçirebildi ki birinci Cihan sava şında yenilince bütün
bu sömürgeleri elinden gitti. Togo ve Kamerun'u İngiltere ve Fransa,
Alman doğu Afrikasını İngiltere ve Belçika aralar ında paylaştılar.
Birinci Cihan Sava şından önce Almanya gözlerini Asyaya dikti.
Osmanlı İmparatorluğunda imtiyazlar elde ederek ve Anadolu-Ba ğdad
demiryolunu yaparak Basra körfezine inip Hindistan'a giden yolu
kontrolü altına almayı planladı. O zamanlar yeni kurulmu ş olan bu
imparatorluk, dünya politikas ında birlikte hareket edece ği bir yardımcı
aradı. Bir ara, Almanya-Avusturya ve Rusya üçlü ortakl ığı gerçekleşir
gibi oldu ise de 1878 Berlin Kongresinde Bismark' ın Rusyaya karşı
ikiyüzlü davranışı bu birliğin doğmasına engel oldu. 1883 yılında, Al-
manya, Avusturya-Macaristan ikilisine, birli ğini tamamlamış olan
İtalya da katılıp, Birinci Cihan Savaşında kader birliği eden üçlü it-
tifak ortaya çıkmış oldu. Bu üçlü ittifaka kar şı siyasi bir denge kurmak
SALTANATTAN CUMHURİ YETE GEÇEN TÜRKİ YE 97

ve kendi çıkarlarını korumak amac ı ile 1899 da Rusya ve Fransa, ara-


larında anlaştı. Bir süre sonra bunlara İngiltere'de katılarak üçlü itilaf
doğdu.
İtalya birliğinin doğuşıl:
Bu ülke, 1850 lere dek birli ğini kurmaya çalışmış fakat başara-
mamıştı. Italya'nın 1848 de Avusturyaya kar şı ayaklanması, Piyemonte
ve Sardinya kıralının da bunlara kat ılmasına rağmen bir sonuç elde
edilemedi.
Avusturya boyunduruğundan kurtulmak için yap ılan savaşta
uğranılan yenilgi üzerine tahttan çekilen Piyemonte k ıralının yerine
geçen ikinci Viktor Emanüel'in ba şbakanı Kont Kavur (Cavour),
maddi, siyasi ve dış yardımlar olmaksızın İtalya birliğini gerçekleştir-
menin mümkün olmadığını anlamıştı. Bu amaçla, o sırada Osmanlı
imparatorluğu ile birleşerek Kırım Savaşı'na katılan (1854 de Rusya'ya
karşı) Fransa ve Ingiltere'ye ho ş görünmek için İtalya da Kırım'a
küçük bir birlik yollad ı ve sava şın sonunda toplanan 1856 Paris Kon-
gresinde, büyük devletler aras ında birinci derecede rol oynamak fır-
satını elde etmi ş oldu. Aynı zamanda Italya'daki cumhuriyetçilerin
propağandalarından da mükemmelen faydaland ı . Bütün bu i şlerde
Piyemonte kırallığı elebaşılık ediyordu.
Avusturya imparatorlu ğunun 1859 da Italya'ya sava ş açması
üzerine Fransa i şe karıştı. Fransa'nın kazandığı iki savaş, İtalya yarı-
madasında büyük bir sevinç ve heyecan yaratt ı. Memleketin öteki yer-
lerinde Piyemonte kırallığına katılma isteği uyandırdı ; hatta bir sürü
küçük İtalyan hükümetleri 1860 yılında dukalarını koğdular. Cumhu-
riyetçilerin eleba şlarından olan Garibaldi, taraftarları ile Sicilya ada-
sına geçip Sicilyalılarla Napolilileri ayaklanmaya kışkırttı.
Gene 1860 yılında ikinci Viktor Emanuel, Italya'nın birçok bölge-
leri tarafından ortak kıral tanındı. Emanuel, ba şkentini geçici olarak
Torino'dan Floransa'ya ta şıdı. Bu sırada Nis ve Savua, Fransa'ya ka-
tıldı. Bu arada Italyan birli ği dışı nda yalnız Roma ve Venedik kalmıştı .
Viktor Emanuel'e ba ğlı Italyan birlikleri 1870 de Roma'yı da ele geçir-
diler. Kısa bir süre sonra Venediğin de katılması ile Italyan birliği
tamamlanmış oldu. İtalyanlar, Triyeste bölgesini çok sonra elde ettiler.
Böylece, arka arkaya 1870 y ılında İtalyan birliği, 1871 de de Al-
man birliği kuruldu. Biraz yukarıda, Italya'nın, Almanya, Avusturya-
Macaristan imparatorlu ğu yanında yer aldığını söylemiştik. Oysa ki
İtalya'mn, Avusturya boyunduru ğundan kurtulmasında ve birliğine
98 NE Ş ET ÇAĞATAY

kavuşmasında Fransa'n ın büyük yardımı olmuştu. O halde Italya'nın,


kendisine yardımları olan Fransa'dan ayrılmasının nedeni ne idi?
Bu neden, kendisine de bir pay verilece ğini umduğu kuzey Afrika'daki
Tunus'un Fransızlar tarafından işgali idi.
Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalar ile birinci cihan sava şı
öncesi dünya devletleri'nin durumunu anlatm ış olduk. I. Cihan Savaşı-
nın nasıl başladığını, nasıl gelişip nasıl sona erdiğini görelim:

Birinci Cihan Savaşı nasıl başlad ı ?


28 Haziran 1914 günü, Avusturya-Macaristan imparatorlu ğu veli-
andı arşidük Ferdinand' ın, Saray Bosna şehrinde Miloş Kabiloviç
adındaki bir sırplı tarafından öldürülmesi üzerine 28 Temmuz 1914
günü L Cihan Sava şı başlar. Bu olay, sadece dinamitin fitilini ate ş-
leyen bir kibritten ba şka bir şey değildi. Savaşın gerçek nedenleri daha
derin ve büyüktü. Bunlar, yukar ıda üzerinde durdu ğumuz yeni sosyo-
ekonomik gelişimlerdi.
Biraz önce gördüğümüz gibi XIX. yüzyıl sonlarında Avrupa'da
iki yeni devlet büyüyüp gelişti: İtalya ve Almanya. Almanya'nın, Rus-
ya, Fransa ve İngiltere gibi güçlü komşuları vardı. Buhar gücünün
mekaniğe uygulanması ile gelişen ilerleme, Almanyada a ğır sanayii
doğurmuştu. Gene yukar ıda dedi ğimiz gibi ağır sanayiin iki önemli
şeye ihtiyacı vardı : ham madde ve pazar. Bunun için Almanya sömürge
elde etmek istiyor, bu amaçla da ordusunu ve donanmas ım güçlendiri-
yor, orta doğuya ve Hindistan'a göz dikiyordu. Hindistan'a giden yol,
o zamanlar "hasta adam" denen ve gerçekten de o duruma dü şmüş
bulunan Osmanlı ülkesinden geçiyordu.
Almanya önce Fransa'ya sald ırdı ve Parise dek vard ı. Alman-Rus
ilişkileri Bismark zaman ında oldukça gergindi. Daha sonra yönetimi
eline alan Alman imparatoru ikinci Wilhelm, İngiltere 1881 yılında
Mısıra asker çıkarınca, Avusturya-Macaristan ve İtalyandan kurulu,
kendisinin de katıldığı üçlü ittifakı imzaladı. Bunun tam gerçekle şmesi
1888 de olabildi. Bu davranışı ile Almanya'nın birdenbire kendisine
sırt çevirmesi doğuda geniş fetihlere giri şmiş bulunan Rusyayı kuşku-
landırdı. Ruslar 1904-1905 Rus-Japon sava şında yenilince Ingiltere'ye
yanaştı ve 1907 de Rusya ile İngiltere arasında bir anlaşma yapıldı .
Bunun temeli 1899 da at ılmıştı. Buna göre: 1- Rusya, Hindistan üze-
üzerinde, İngiltere de Tibet üzerinde hak iddia etmiyecek. 2- Afganis-
tanda o sıradaki durum değiştirilmiyecek. Iran iki nüfuz bölgesine
SALTANATTAN CUMHURIYETE GEÇEN TÜRKIYE 99

ayrılacak; kuzey Iran, Rus nüfuzuna, güney İran (petrol bölgesi) İn-
giltere'nin nüfuzuna terk edilecek.
Öte yandan İngiltere aynı yılda Fransa ile, M ısır kendisinde kal-
mak, Fas, Fransa'nın olmak üzere bir anlaşma yaptı ki böylece 1907 de
İngiltere, Fransa ve Rusya'dan kurulu üçlü i'tilaf meydana geldi.
Bu olaylarda görüldü ğü üzere I. Cihan Sava şında karşı karşıya
gelen düşman güçler ortaklıklar' yani üçlü ittifak (Almanya, Avustur-
ya-Macaristan, İtalya) ve üçlü i'tilaf ( İngiltere, Fransa ve Rusya),
savaşın patlak verdiği 1914 yılından çok önce kurulmu ş bulunuyordu.
I. Cihan Savaşı'na katılmıyan devletler: İsviçre, Ispanya, ve İskan-
dinav memleketleri idi. Bu ittifaklar sava ş içinde değişikliğe uğrad ı.
Romanya, Brezilya ve Japonya i'tilaf devletleri saflar ına, Osmanlı
imparatorluğu ve 1908 de bu imparatorluktan ayr ılıp özgürlüğe kavu-
şan Bulgaristan ise Almanya safına katıldılar. Savaş sırasında kendi
bulunduğu tarafın savaşı kaybedeceğini anlıyan, İtalya, İngilizlere
yani üçlü i'tilafa geçti.
Birinci Dünya Savaşının asıl nedenlerini şöyle özetliyebiliriz:
1- Yeni iki devletin, Almanya ve Italya'n ın ortaya çıkışı ve Rusya-
nın doğuya ve kuzey-batıya yayılması ile Avrupa'da güç dengesinin
bozulması.
2- Buhar gücünün mekaniğe uygulanması ile ağır sanayiin doğ-
ması.
3- Bu yeni doğan ağır sanayiin ham maddeye ve üretilen şeylerin
satışı için pazara, sömürgelere ihtiyaç göstermesi.
4- Büyük sanayiin ortaya ç ıkardığı sermayedar-i şçi sürtüşmeleri.
5- Fransız ihtilalini hazırlayan aydınlanma devrinin insan zekâ
ve düşüncesine etkisi, düşüncenin gelişmesi ile insanların maddi, ma-
nevi daha iyi bir ya şama düzeni aramaları.
6- Donanmanın, havacılığın ve teknik stratejik silahlar ın geliş-
mesi.
Kendine yeni bir hayat sahası arıyan genç ve güçlü Almanya ilk
adımda Osmanlı imparatorluğuna yaklaşmayı planladı. Almanya
imparatoru ikinci Wilhelrn, biri 1889 da, öteki 1896 da olmak üzere iki
kez Istanbul'u ziyaret etti ve sultan ikinci Abdülhamid'e, her türlü
yardıma hazır olduğunu bildirdi.
Aydın-Söke-Eğ ridir demiryolu yapımı işi İngilizlere, Bursa-Mu-
danya hatt ı da Fransızlara verilmişti. Bu kez Anadolu-Bağdad demir-
100 NEŞ ET ÇA ĞATAY

yolu 1899 da Almanlara verildi. Almanlar bu demiryolunu, türlü yön-


lerden kendileri için faydal ı gördükleri yerlerden geçiriyorlard ı. Örne-
ğin İstanbul-Ankara-Konya hatt ını , hiç gerekli de ğilken Adaparar ın-
dan geçirdiler; çünki buran ın, patates ekimi için çok elveri şli olduğunu
anlamışlardı. Nitekim Almanlar bu bölgeye iyi cins patates tohumu
dağıtıp ektirerek sava ş sı rasında patates ihtiyaçlar ının bir kısmını
buradan elde ettiler.
Enver, Talat ve Cemal Pa şalar (İttihat ve terakki partisinin ileri
gelenleri) Almanya'ya ba şvurarak, yeni bir ordu kuracaklar ını bildir-
diler ve bu konuda kendilerine yard ım edilmesini istediler. Almanlar
bu teklifi hemen kabul edip, Türk ordusunun talim ve terbiyesine ne-
zaret etmek üzere General Liman von Sanders ba ş müfettiş olarak yol-
landı . Daha başka subaylar da yollanıp, Osmanlı ordusunun önemli
mevkilerine Alman subaylar ı yerleştirildi.
Bosna Sarayda veliandleri öldürülen Avusturya-Macaristan im-
paratorluğu 1 Ağustos 1914 de Sırbistan'a sava ş açtı . Arkasından Al-
manya da önce imzalanm ış bulunan anla şma gereğince Avusturya-
Macaristan yan ında sava şa girdi. Kısa bir süre sonra sava ş çenberi
geniş ledi ve bu yüzden Cihan sava şı dendi. 1938 de Almanlar ın Avus-
turyayı ilhakı (Anşlus) üzerine ç ıkan savaş da aynı biçimde geni şle-
yince buna da 2. Cihan Sava şı adı verildi.
2 Ağustos 1914 de Enver Paşanın teşviki ile Osmanlılar, Almanlar
ile gizli bir anla şma imzaladılar. Buna göre Osmanhlar, haz ırlandıktan
sonra Almanlar ın yanında savaşa katılıp Çanakkale bo ğazını kapaya-
caklardı. Enver Paşanın bu sava şa girmekten maksad ı, öteki devletlerin
Osmanlılardan aldıkları yerleri geri almak, cetlerinin ana yurdu olan
Rusya'da ya şıyan Türkleri kurtarmakt ı. Osmanlı hükümeti 27 Eylül
1914 de Çanakkale bo ğazını i'tilaf devletlerine kapad ı. 1 Ekim 1914 de
de kapitülasyonları kaldırdığını ilan etti.
Sonradan Yavuz adını alan (Göben) ile gene sonradan (Midilli)
adını alan (Breslav) z ırhlıları Ak Denize girip i'tilaf devletleri donan-
maları ile savaşarak Adalar Denizi yoluyla Çanakkaleye gelirken
İngiliz donanması tarafından sıkıştırılınca İstanbul'a geldi. Bir süre
sonra Osmanlı donanmasını da arkasına takarak Kara Denizdeki Rus
limanı Sivastopol'u (Kırım yarımadası nda) topa tuttu. Bunun üzerine
Rusya, Fransa ve İngiltere, Osmanlı imparatorluğu ile siyasi ilişkilerini
kestiler, böylece 1 Kas ım 1914 günü Osmanl ılar fiilen savaşa girmiş
oldular.
SALTANATTAN CUMHURIYETE GEÇEN TÜRKIYE 101

İ'tilaf devletleri, geni ş insan topluluğun]." ve doğal kaynakları


elinde bulunduran yana şıkları Rusya ile ula şımı sağlamak için önce,
İstanbul ve Çanakkale bo ğazlarını açmak istediler; ama yalç ın kaya
gibi Türk ordusuna çarpıp yenilerek geri çekildiler.
Birinci Cihan Sava şına "Çanakkale Sava şı" dense yeridir; çünkü,
i'tilaf devletlerinin bu sava şı kaybetmeleri, sava şın dört yıl uzaması,
Rusya'da ihtilal çıkması gibi önemli sonuçlar do ğurdu.
Yurdumuza savaşla giremiyen düşman, dolambaçlı yollar ve hileli
anlaşmalarla girdi. Ama Türk ulusu, ba şlarında ulu önder Atatürk
olduğu halde gene kar şılarına dikildi, hepsini yurttan sürüp ç ıkardı.
Şimdi, bu büyük kişinin yaptıklarına kısaca bir göz atal ım:

BİTKİN BİR İMPARATORLUKTAN DINÇ BİR


TÜRKIYE YARATAN ADAM
ATATÜRK
Yalnız Türk yurduna hain iç ve dış düşmanlardan temizlemekle,
onların gizli, açık kirli emellerini ortaya çıkarmakla, ulusunu uyarmak-
la kahmıyan, aynı zamanda dünyan ın başka bölgelerindeki, sömürge-
cilerin boyunduruğu altında inliyen ulu slara da özgürlüklerin, ba ğım-
sızlıklarına nasıl kavuşacaklarının yolunu göstermiş olan, bütün dünya-
nın örnek aldığı, beğeni ve özgü ile kendisinden söz etti ği Gazi Mareşal
Mustafa Kemal Atatürk'ün ya şantısı ve yurduna yaptığı görev ve ödev-
leri öğrenmeden Türkiyenin nas ıl kurtulduğu, cumhuriyetin nas ıl ku-
rulduğu anlaşılamaz.
Atatürk, bütün kurumları dejenere olmuş, her yerinde çökme
çatırdıları başlayan fakat bu durumu anlaınayıp bu yamalı bohça, im-
paratorluğu ayakta tutma ğa ve yürütmeye çal ışan beceriksiz devlet
yöneticilerinin hatalar ını büyük bir maharetle tamir ederek yeni bir
bir Türkiye yaratmıştır.
Yurd ve ulusunu seven, a şırı sağ ve sol gibi zararl ı ve sapık akım-
lardan arınık her aydın Türk genci, kendini yurt ve ulusu görevine ada-
mış bu büyük insanın yaşantısını ve yaptıklarını bilmeli. Bunları bil-
mezse, ulusun çekti ği acıları, sıkıntıları, geçirdiği kara günlerin anlammı
kavrayamaz, aydınlık günlerin nimetlerini takdir edemez.
Mustafa Kemal, 1881 yılında, o zaman Osmanlı imparatorlu-
ğunun bir parças ı olan Selanik şehrinde bir memur ailesinin çocu ğu
olarak dünyaya geldi. Babasının adı Ali Rıza efendi, annesinin ad ı
da Zübeyde hanım idi. İlk öğrenimini Selanik'te " Şemsi efendi okulu"-
102 NE Ş ET ÇA ĞATAY

nda yaptı. Bu sırada babas ı Ali Rıza efendi öldüğünden paras ız bir
okulda okumak zorunluğu karşısında, sınavına girip kazandığı askeri
rüştiye okuluna gitmeye ba şladı. Burayı bitirdikten sonra, Manast ır
şehrindeki askeri idadi'ye, oradan sonra da 1899 da İstanbuldaki Harp
Okulu'na girmiştir. 1902 yılında Harp Akademisi'ne ayr ılıp buradan
1905 de 24 ya şında kurmay yüzba şı olarak mezun oldu.
Daima, "Ben, ulusumun en büyük atalarının en değerli mirası olan
özgürlük a şkı ile dolu bir kişiyim" diyen Mustafa Kemal ilk ödev ola-
rak, Şimdiki Suriyenin ba şkenti olan Şam'da bulunan be şinci ordu
merkezine tayin edildi ki bu be şinci ordu merkezinin kaldığı yapılarda
bugün Şam Üniversitesi yer alm ış bulunmaktadır. Mustafa Kemal
orada bulunduğu sırada Suriye ve Lübnan ın her yanını, görevli olarak
dolaştı. Arapların Türklere karşı tutum ve dü şüncelerini yakından
gördü ve ikinci Abdülhamid'in müstebit yönetimine kar şı, Ittihat ve
Terakki'nin nüvesi olan "Vatan ve hurriyet cemiyeti"ni kurdu.
1907 de görevi, merkezi Manast ır'da bulunan üçüncü orduya çev-
rildiğinde, Sırp, Yunan ve Bulgarların, Türkler aleyhindeki faaliyet ve
niyetlerini görerek, Suriyede kurdu ğu "Vatan ve hürriyet cemiyeti"-
nin bir şubesini burada açtı. Meşrutiyetin ilanı sıralarında bu cemiyet,
"Ittihat ve terakki cemiyeti" ad ını aldı ve Mustafa Kemal, Ittihat ve
Terakki Cenıiyetinde çok faydalı hizmetlerde bulundu; fakat arkada ş-
ları ile arasında önemli dü şünce aykırıhkları vardı. Bu nedenle 23
Temmuz 1908 günü ilan edilen me şrutiyeti yeterli bulmuyordu. O,
daha köklü bir devrime ve ordunun politika ile u ğraşmamasına taraf-
tard ı. Bu düşüncelerinin benimsenmedi ğini görerek politika ile u ğraş-
mayı bırakıp kendini bütün bütün askerlik e ğitim ve öğretimine verdi.
Mustafa Kemal, Kör Ali Hoca adındaki bir gericinin 1908 de Fatih
camiinde, din elden gidiyor sözleri ile halk ı kışkırtmasıyla bir yıl önce
başlatılan ve 31 Mart olayı adı ile anılan (13 Nisan 1909) gericiler ey-
lemini bastıran "Hareket ordusu"nun haz ırlanmasında, yürütme ve
yönetiminde önemli görevlerde bulundu. Bundan sonra bir süre, bir
piyade alayı komutanlığında bulundu ve alayın eğitim ve öğretiminde
yüksek beceri gösterdi. O, zekas ı , çalışkanlığı, açık kalbliliği ve öteki
parlak meziyetleri ile daima takdir ve dikkati çekti.
Trablusgarb, Balkanlar ve Çanakkale sava şlarında Mustafa
Kemal
1911 yılında Italyanların baskın ile başlayan Trablusgarp sava şına
Mustafa Kemal, o s ırada Ingilizlerin elinde bulunan M ı sırdan bin bir
SALTANATTAN CUMHURIYETE GEÇEN TÜRKIYE 10a

zorluk ve kılık değiştirerek kat ıldı. Orada Tobruk sava şının kaza-
nılmasında en büyük rolü oynad ı. Binbaşılığa yükseltilme haberini
burada aldı ve Deme savunmasını binbaşı olarak yönetti. Balkan sava-
şının başlaması ve birbirini kovalıyan felaketlerle geli şmesi üzerine
Mustafa Kemal İstanbula çağrıldı ; Ak Deniz Bo ğazı mürettep kuvvet-
leri harekât şubesi müdürlüğüne atandı. Bu arada Edirnenin dü şnian-
dan geri alınması hareketlerine başarı ile katıldı. 1912 Balkan Savaşı'-
ndan sonra yarbayl ığa yükseltildi ve o zamana dek Osmanl ı impara-
torluğuna bağlı bulunan Bulgaristan ın bağımsızlığını alması üzerine
Sofya askeri ate şeliğine atandı .
I. Cihan Savaşı başladığında, bu sava şa girmekte acele etti ğimizi,
sonucun bizim taraf için kötü olaca ğını ilgili makamlara bildirdi ve or-
duda faal bir görev istedi. 1915 te kendisine, Tekirda ğda kurula-
cak 19. tümen komutanlığı verildi.
Mustafa Kemal, gidip görevine ba şladı, tümenini ateş hattına gi-
recek duruma getirince önce, Çanakkale kar şısındaki Eceabad'a (eski
Maydos), bir süre sonra da Bigal ı köyüne geldi ve İ'tilaf devletlerinin
25 Nisan 1915 de Arıburnu'nda, 6-7 A ğustos'ta da Anafartalar'da
yaptıkları asker çıkarmalarını önledi, Dünyan ın başka yerlerinde ele
geçirdikleri toprakları enlem ve boylam dereceleri ile ölçen i'tilaf kuv-
vetleri Anafartalarda ve Ar ıburnu'nda, büyük sava ş gemilerinin de yar-
dımı ile yaptıkları çıkarmalar sonunda ele geçirdikleri topraklar ı metre
ile, adımla ölçebiliyorlard ı.
Mustafa Kemal, düşmana karşı yapılacak saldırışlarda subay ve
erlerine dü şen ödevleri bildirdiği günlük komutalardan birinde şöyle
diyordu: "Benimle birlikte burada sava şan bütün askerler kesinlikle
bilmelidirler ki bizlere verilen namus ödevini tamamiyle yerine getirmek
için bir adım geri gitmek yoktur. Sava şta dinlenme aramanın, bu din-
lenmeden yalnız bizim değil, bütün milletimizin ebediyen mahrum
kalmasına sebebiyet verebilece ğini hepinize hatırlatırım. Bütün arkada ş-
larımın aynı düşüncede olduklar ına ve dü şmanı tamamen denize dök-
medikçe yorgunluk belirtisi göstermiyeceklerine şüphe yoktur."
İşte bu iman ve heyecanla kazan ılan Conkbayırı, Alçıtepe, Koca-
tepe savaşları, güçlü Mustafa Kemal'in yurt korunmasında yarattığı
ölmez şaheserler olarak tarih sayfalar ına geçmiştir. Bu güçlü direni ş
karşısında i'tilaf kuvvetleri Çanakkale sava ş alanından çekilmek zo-
runda kalınca ulu Gazi, yurdun tehlikede olan ba şka bölgelerine, bura-
lardaki yeni görevlere ko ştu.
104 NEŞ ET ÇAĞATAY

Kafkas ve Suriye cephelerinde M. Kemal


Bir kaç kez gazilik rütbesine ula şmış olan Mustafa Kemal, Çanak-
kale savaşlarındaki etkin ve ba şarılı çalışmalarından dolayı albaylığa
yükselmiş, Kafkas cephesine atand ığında da tuğgeneral olmuştuki,
o, bu sırada 35 yaşında bir gençti.
Mustafa Kemal, Kafkas cephesinde de kahramanl ık destanları
yaratmış, burada bir Rus ordusunu yenerek 6-7 A ğustos 1916 günlerin-
de yaptığı savaşlarla Bitlis ve Mu ş'u geri aldıktan sonra vekâleten ikinci
ordu komutanlığına atanmıştır.
1917 de Hicaz seferi kuvvetleri komutanl ığına getirildi. Bu yeni
görevinde, yapılacak en do ğru işin, Hicaz'ın da bo şaltılması ve topla-
nacak kuvvetlerle Suriye cephesinin güçlendirilmesi oldu ğunu anladı ve
yukarıya duyurdu. ilgili makamlar onun bu görü şünü benimsemekte
geç kaldıklarından Hicaz, daha sonra da Suriye elden gitti.
Gazi Mustafa Kemal, ayn ı yıl içinde gene Kafkas cephesindeki
ikinci ordu komutanlığına, bir süre sonra da Ba ğdad'ı geri almak için
Alman generali Falkenhaym komutas ına verilmiş olan yıldırım orduları
gurubunda 7. ordu komutanlığına atand ı ise de, Falkenhaym'ın iç
işlerimize karışmasını beğenmediğinden ve zaten İrak seferinden olumlu
sonuç elde edileceğine de ihtimal vermediğinden, bu husustaki fikirle-
rine aldım etmiyen yüksek makamlar ı protesto için istifa etti. Bundan
sonra gene Kafkas cephesindeki ikinci ordu komutanh ğına atandı
fakat başkomutanlık ile arasında çıkan anlaşmazhktan dolayı bu görev
de kısa sürdü. İstanbula ça ğrıldı ve veliand Vandettin efendi (sonra
saltanata geçti) ile Almanyaya gitti. Orada Alman imparatoru Wil-
helm, mareşal Von Hindenburg ve general Lüdendorf ile yapt ığı temas-
lardan ve cephelerde gördüklerinden, Almanlar ın içinde bulundukları
kötü durumu anlad ı, savaşı kaybedeceklerini bu gezisi s ırasında bir yan-
dan Osmanlı veliandine, öte yandan da Alman büyüklerine anlat-
maktan geri durmad ı
Almanyadan döndükten sonra Gazi M. Kemal, be şinci Mehmet
Reşad'ın yerine padi şah olan Vandüddinin ısrarı üzerine Filistin cep-
hesinde bulunan yedinci ordu komutanlığını üzerine aldı. Bu sırada
savaşın gidişi bizim için gittikçe kötüle şiyordu. Alman cephesinde yor-
gunluk belirtileri görünmeye ba şlamıştı.
Filistin cephesindeki Osmanl ı ordusu, insan ve malzeme bakımından
kendisinden kat kat üstün kuvvetlerle dö ğüşüyordu. Gazi M. Kemal
ordusunu düzenli bir biçimde Haleb'e çekmeyi ve Halep güneyindeki
düşman kuvvetlerini durdurmay ı başardı.
SALTANATTAN CUMHURIYETE GEÇEN TÜRKIYE 105

Mondros mütarekesinin imzalan ışından bir gün sonra yani 31


Ekim 1918 de Mare şal Liman Von Sanders'in yerine Yıldırım Orduları
Gurup Komutanlığı'na atandı. Gazi M. Kemal, mütareke ko şullarının
yurdumuzun başına felâketler getirdi ğini, uğrunda ta... Trablusgarp'ler-
de canını feda edercesine sava ştığı Osmanlı imparatorluğunun yerinde
yeller esti ğini görünce, gurup komutanl ığından ayrılarak İstanbula
döndü.
Birinci Cihan Sava şın ın Bilançosu
Bu savaş, Türk tarihinin en korkunç facialar ından biri oldu.
Uğursuz sonuç, bütün korkunçlu ğu ile gelip çattı. Bir zamanlar dünyayı
titreten ve politikada tek söz sahibi olan ve Bizans imparatorlu ğunu yere
seren altıyüz yıllık Osmanlı imparatorluğu, umutsuz bir biçimde şimdi
kendisi yere serilmişti. Merhametsiz ve amansız düşmanların pençe-
sine düşen mazlum Türk ulusu ne olacakt ı ?
Kendileri ile işbirliği yaptığımız Almanları n yenilgisinden sonra
Osmanlı imparatorluğunun tasfiyesi kaç ınılmaz görünüyordu. Bar ış
masasında, sava şı kazanan devletlerin kar şılaştıkları konulardan hiç
biri, bu imparatorlu ğun paylaşılması kadar karışıklık ve tartışma doğur-
mamıştır. Bu geniş ve stratejik önemi büyük ülke, uzun y ıllardan beri
Rusya, İngiltere, Fransa ve İtalya arasında rakabet kaynağı olmuş,
daha sava ş sırasında aralarında yapılan gizli anlaşmalarla Türkiyenin
paylaşılmasını kararla ştırmışlardı.
Barış konferans ı aynı zamanda Yunan ba şbakanı Venizelos'un
şiddetli bir isteği ile karşılaştı . Bu hırslı politikacı, yenen devletler
safındaki Yunanistanın egemenliğini, İzmir dolaylarında yaşadıklarını
iddia ettiği yarım milyon Rum azınlığına dayanarak Anadoluya uzat-
mak istiyordu. Aşırı Yunan milliyetçileri, Bat ı Trakyayı Bulgarlardan,
doğu Trakyayı ve Ege Denizi adalar ını Türklerden, oniki adayı İtalyan-
lardan, Kıbrıs adasını İngilizlerden ve kuzey Epir ayaletini de Arnavut-
luktan almak sevdas ında idiler.
Barış konferansında İstanbul şehrinin boğazların, bir büyük dev-
letin mandasına verilmesine karar verilince, Yunan müfritleri, bunlar ı
da kendileri almak istediler.
Öte yandan imparatorlu ğun türlü yerlerindeki Ermeni ve Arap
halkı da Türk hâkimiyetinden ç ıkıp bağımsızlıklarını elde etmek isti-
yorlar, Yahudiler 1913 de Belfur (Belfour) taraf ından kendilerine vaad
edilen "ulusal yurd"un resmen tan ınmasını istiyorlard ı.
106 NE Ş ET ÇA Ğ ATAY

Türk konuları na ait barış konferansı, Ocak 1919 dan 20 A ğustos


1920 ye, Sevr anlaşmasının imzalanmasma dek sürdü. Sevr'de imza-
lanan bu Türk yenilgisini hemen, yeni toprak payla şmaları izledi.
Arabistan, Suriye, Filistin ve Irak son kararlar ı beklemek 'üzere
i'tilaf kuvvetlerinin i şgali altında bulunuyorlar& M ısırdaki İngiliz-
ler, savaş başında kazandıkları avantajlı durumu ellerinde bulunduru-
yorlardı .
Halkı tüm Türk olan Anadolu, yer yer dü şman işgali altında idi.
Türkiyenin payla şılmasını düzenleyen gizli anla şmalar 1917 deki Rus
ihtilali ile alt üst olmu ştu. Bolşevikler bu tertipleri sadece red etmekle
kalmadılar ifşa ve ilan da ettiler ki bunun sonucunda bat ı Avrupada
bu hükümlere kar şı oldukça büyük bir tepki baş gösterdi.
Türkleri Sevr barışı hükümlerinin uygulamasına boyun eğdir-
mek için yeni planlar haz ırlandı ve Mayıs 1919 da üç büyükler: Amerika
cumhur başkanı Wilson, İngiliz başvekili Llyod George (Loyd corc),
Fransız başbakanı Clemanceau (Klemanso) gizlice Venizelos'a, Izmir
bölgesine Yunan ordusu ç ıkarmasına izin verdiler. Böylece Yunanis-
tan, İ'tilaf devletlerinin kararlar ını, Türkiyenin kalbinede uygulamak so-
rumluluğunu üzerine aldı. Buna kar şılık Yunanistan'a, İzmir bölgesi-
nin bağlanması hakkı tanındı. Avrupa bölgesinde de Yunanl ılara, za-
ten işgalleri altında bulunan doğu Trakya'yı verdiler ki buranın sınırı
onlara göre İstanbul kapılarına dek uzanıyordu.
Bulgarlarm 1919 da İ'tilaf devletlerine bırakmış oldukları batı
Trakya da Yunanlılara verildi ki Türk nüfuzu 1908 yılına dek burada
sürmüştü. Gene Yunanlılar, Ege Denizi adalar ı= büyük bir gurubunu
aldılar. Sık sık "Rodos ve on iki ada" terimiyle ad ı geçen bu Ege Denizi
adaları şunlardır: 1-İstanköy, 2- Kalimnos, 3- Leros, 4- Karyot, 5- Hal-
ki, 6- Stropalya, 7- Patnos, 8- Ka ş ot, 9- Nisiros, 10- Sömbaki, 11- Ker-
pe, 12- Meis.
Savaş sonundan beri İ'tilaf devletleri kara ve deniz birliklerinin
elinde bulunan İstanbul ve Boğazlar, Türkiyenin de içinde bulundu ğu
uluslar arası bir komisyonun yönetimine bırakıldı.
Batı Anadoluda İzmir limanı ve hinterlandı, beş yıl süre ile Yunan-
lılarca yönetilcek ve bu bölgenin son durumu bir halk oylamas ı ile
kesinleşecekti. Kuzey ve kuzey-do ğu Anadolu'da Pontüs ve Ermeni
devletleri kurulacakt ı. Osmanlı imparatorluğunun Araplarla meskeın
vilâyetlerinden Suriye bir Frans ız mandası, Filistin ve Irak, İngiliz man-
dası altına girecekler ve as ıl Arabistan'da Mekke ve Medine şehirlerini
içine almak üzere ba ğımsız bir "Hicaz Kırallığı" kurulacaktı.
SALTANATTAN CUMHURIYETE GEÇEN TÜRKIYE 107

Yalnız Osmanlı imparatorluğunun değil, Türk ulusunun da idam


fermanı demek olan bu hükümler, İ'tilaf devletleri ile Osmanl ı delege-
leri arasında Pariste imzaland ı. Türk ana vatanının kutsal varlığına
ve özgürlüğüne, bağımsızlığına indirilen bu öldürücü darbe, iki bin
yıllık Türk ulusunun asil vicdan ında derin bir tepki, bir kaynama, ulu-
sal bir diriliş atılım yarattı ... İşte bu duygularla co şmuş Türkiyede tari-
hin kanlı sahnesine, tarihin gidi şini değiştiren adam, Tanrının verişi
gibi ortaya çıktı ve onun gerçek yurtseverli ği, savaş dehası, cesaret ve
iradesi, Türk ulusunun bütün zor durumlarda, kaderin bütün kah ırlan
altında ezilmek bilmeyen direnç ve kahramanl ı k ruhu ile kutsal bir
ittifakta birle şti ve bütün anlam ı ile ulusal savaş işte o zaman başladı.
Bu savaş tarihe "Türk özgürlük sava şı" adı ile bir kahramanlık ve yi-
ğitlik destanı olarak geçti.
Gazi Mustafa Kemal Pa şa'nın 19 Mayıs 1919 günü Samsun'a
ayak basması ile başlayıp 24 Temmuz 1923 günü Lozan anlaşmasının
imzalanmas ı ile sona eren bu sava ş, 1912 Balkan sava şından beri Bal-
kanlarda, Galiçyada, Arabistanda, Yemende, Suriye, Filistin ve Irak-
ta, Kafkasyada ve Çanakkalede en yürekli ve güçlü evlatlar ını kaybet-
miş, limanları, kışlalar!, demiryollar ı, telgrafhaneleri i şgal edilmiş,
ekonomik durumu sıfıra inmiş bir ülkenin, Gazi Mustafa Kemal ko-
mutasında toplanmış bir ulusun elde ettiği emsalsiz bir zaferin destanı-
dır. Bu zafer"Hatt ı müdafaa yoktur sath ı müdafaa vardır. Bu satıh bü-
tün vatan yüzüdür. Vatan ın her karış toprağı şehitlerin kanı ile sulan-
madan dü şmana terk edilemez" diyen e şsiz bir komutanın emrinde bir-
leşen bir ulusun zaferidir.
Atatürkün gerçekleştirdiği devrimler
XVIII. yüzyıldan beri gelişen ilimlerin teknolojiye uygulanması,
türlü makinaların icadına, üretimin gittikçe artmas ına ve XIX. yüz-
yılın sonunda endüstriciliğin bütün Avrupa kıtasında ve dünyanın bir
çok bölgesinde yerle şmesine sebep olmuştur. XX. yüzyıl ise bir endüstri,
iş, tecim, ekonomi ve para ça ğı idi. Teknoloji üstünlüğü savaş araç-
larına da geçtiğinden, bu alanda güçlü olan güçsüzü eziyor, yutuyordu.
Bağımsız bir devlet ve ulus olarak ya şıyabilmek için bu uygarlığa gir-
mek, kaçınılmaz bir zorunluktu.
1699 Karlofça banşmdan sonra imparatorluk ardı ardına toprak
kaybetmeye başladı. Türkiye yava ş yavaş Avrupa devletleri için bir miras
ve ganimet olma durumuna düştü. Bu miras, " şark meselesi" adı al-
tında Demokles'in kılıcı gibi devletin başında sallandı durdu.
108 N ş kT ÇAĞATAY

Şark meselesi gerçekte iki konuyu kaps ıyordu: 1- Osmanlı impara-


torluğu olduğu gibi kalmalı mıdır ? Yoksa payla şılmalı mıdır ? 2- Bal-
kanlardaki hıristiyan halklar Osmanl ı padişahının egemenliği altında
bırakılmalı mi ? Yoksa ba ğımsız, milli devletler olarak örgütlenmeli
midirler ?
Bu ölüm kalım gözdağı karşısında Osmanlı imparatorlu ğu ıslahat
yaparak eski güç ve kudretini bulmak zorunda oldu ğunu anladı. Fakat
askeri örgütün düzensizliği en ivedi ve zorunlu bir i ş olduğundan ısla-
hatı o noktada yoğunlaştırdı . Üçüncü Selim devrinde ba şlayan bu ha-
reket, ikinci Sultan Mahmud'un büyük devlet adaml ığı ve becerisi
ile çözümlendi. O, düzen ve disiplini bozulmuş bir alay kişisel çıkarcılar
kumpanyası durumuna düşmüş bulunan yeniçeri birliklerini kapat ıp
dağıttı. Devlet yönetiminin genel düzeltilmesi sultan Mahmut, Abdül-
mecit, kısmen de Abdülaziz zamanlarında biraz daha geni şletilmek isten-
di ise de gerçek bozuklukların nerede olduğunu, nasıl düzeltilece ğini
bilmeyen kişilerce yapıldığından pek başarılı olmadı.
Trablusgarpten Kafkaslara, Arabistandan Balkanlara dek bütün
imparatorluk topraklarını karış karış gezmiş, halkın ta içine dek gire-
rek bütün ihtiyaç ve zorunluklar ı yakından görmü ş olan Gazi Mustafa
Kemal Paşa, Türk toplumunu yarım yamalak tedbirlerle de ğil, toptan
ve ilerici bir ruhla silkindirip kalkındırmak, yüzyılların uykusundan
uyandırmak istiyordu.
Atatürk, yüzde doksan be şi okuyup yazma bilmeyen erlerinin, s ı-
laya mektup yazd ırmak için neler çektiklerini, medreselerin birer mes-
kenet yuvas ı haline geldiğini gözleri ile görmüştü. Gerçekten bir med
reseye öğrenci olarak giren ki şi askere alınmıyordu. Bu yüzden bura-
lar birer asker kaça ğı yuvası durumuna düşmüştü. imparatorluk top-
raklarının yüzde doksanına, devlet babanın yardım eli uzanmamıştı.
Yüzyıllar boyunca Anadolu halkından sadece asker ve vergi al ınmış,
fakat ona bir şey verilmemişti. İşte Atatürk'ü köklü devrimlere yönel-
ten fikrin hareket noktas ı , kaynağı , ötekilerden ayrılığı buradadır.
Atatürk devrimleri, iki ana noktada toplan ır: 1- Halka dönük bir
yönetim düzeni kurmak için idare sisteminde de ğişiklik, 2- Ulusun kara
bahthlık kaynağı olan cehaleti yenmek, en k ısa sürede halkın kültür
düzeyini yüceltmek için e ğitim sisteminde değişiklik. Zaten halk ın var-
lıklanması, yoksulluktan, ağa ve yobaz sataşmasından kurtulması da
buna bağlı idi.
Yönetim sistemindeki de ğişiklik, halifeliğin kaldırılması ile cum-
huriyetin ilanı demektir. Din ve devlet ba şkanı anlamında ne Kur'an'-
gALTANATTAN CUMHURIYETE GEÇEN TÜRKIYE

da, ne de hadis'te geçmemekle birlikte, ilk dört halifeden sonra,


hemen daima babadan o ğula geçen bir saltanat şekli almış bulunan ha-
lifelik zaten, Osmanlı imparatorluğunun son devirlerinde Arap âle-
mince tanınmamakta idi. Suudi Arabistan, yüz y ıla yakın bir zamandır,
öteki Arap milletleri I. Cihan Sava şının hemen bitiminde, hıristiyan
devletlerinden birinin himayesine girip ba ğımsız olma hevesine dü ş-
müşlerdi. Halife, İngiliz yönetimindeki Hint müslümanları ile, o zaman-
lar Hollanda yönetimindeki Endonezya, Frans ız ve Italyan yönetimin-
deki kuzey Afrika müslümanlar ı katındaki sembolik mahiyeti bir yana
bırakılırsa, sadece Anadolu müslümanlarının dini lideri olarak kal-
mıştı. Zaten şer'i hükümler, uzun süredir yalnız evlenme ve miras gibi
şahıs hukuku çerçevesinde kalm ış olup, çok gelişmiş ve geni şlemiş
öteki hukuk dalları, büyük ölçüde örf hukukundan esinlenmiş Mecelle
kuralları ile yürütülmekte idi. Halifeli ğin kaldırılması ile din, devlet
işlerinden ayrılıp yurttaşın vicdanına bırakıldı. Böylece teokratik yöne-
tim bırakılıp laik düzen kabul edilmi ş oldu
Devlet dairelerine s ınırlı ölçüde eleman yeti ştiren Enderun okulları
bir yana b ırakılırsa halk eğitimi, kişisel girişimlerle kurulmuş, gerçek
fonksiyonlarını kaybetmiş, müsbet ve teknik bilimlerden yoksun med-
rese, mahalle mekteplerinde ve zaviyelerde yap ılıyordu.
10-15 yıllık bir öğretimden sonra bile do ğru bir imlâ ile yazı yazmak
zor olan, üstelik Türk foneti ğine uymıyan, arap harfleri denen, aslında
arapların kendi icatları bile olmayan harfler bırakılıp, öğrenilmesi ko-
lay lâtin alfabesi al ındı. Herkesin girebildiği bir çok parasız devlet okul-
ları açıldı. Okur yazar oran ı-nüfusun hızla artmas ına rağmen, yüzde
altmışa yaklaştı. Cehalet ve onun sebep oldu ğu körlük yüzünden, ta-
mircilik, çıraklık, tezgâhtarl ık, ustalık işlerinin bile gayr-i müslimler
tekelinde olduğu Türkiyemizde bugün, teknik alanlar da dahil bütün
işler, hatta ihracat, ithalat i şleri bile kendi halkımız tarafından yapıl-
maktadır. Aslında türk foneti ğine uygun yeni tür harfler bulma ve yeni
eğitim yöntemleri giri şimi çok önceden, Enver Pa şa tarafından denen-
mişti.
Kadını, istendiği zaman alınıp istendiği zaman sokağa atılan
ve tutsak gibi dört duvar arkas ına kapatılıp sadece bir şehvet aracı
olarak kullanmaktan kurtaran kad ın haklarının tanınması, başlı başına
olumlu bir devrimdir. Öz anam ızın, bacımızın ve kızımızın bu gözle
görülmesini, kendilerine böyle muamele edilmesini istemeyiz herhalde.
Dünyaya bir göz gezdirirsek, kad ınına değer vermiyen, onlara hak
tanımıyan, onları eğitmiyen toplumların geri kalmış toplumlar olarak
110 NEŞ ET ÇA ĞATAY

kalmış olduklarını görürüz. Kaldı ki evin daha iyi yönetilmesi, çocuk-


ların terbiyesi, gerekti ğinde kocasının yetrniyen gelirine çal ışarak
katkıda bulunması, hatta onun ölümünde, al ın teri ile ve namerde el
açmadan aileyi geçindirebilmesi için kad ının eğitimi, topluma karış-
ması, kaçınılmaz bir zorunluktur.
Kadın hakları şöyle sıralanabilir: Medeni nikâh ile tek evlenme;
evlenmede yaş sınırlarının saptanmas ı ; doktor muayenesi ki böylece
türlü nedenlerle çok küçük ya ştakilerin evlendirilmelerine, hastala-
rın (akıl ve beden hastalıkları) evlenmesine engel olarak ulus sa ğlı-
ğına hizmet, bo şamrıalarda mahkeme kararı.
Kılık kıyafet devrimi, ceket pantalondan ibaret giysi biçiminin ka-
bulü ikinci Mahmut zamanında başlamıştır. Sultan Mahmut, Fas'ta
yapıldığı için (fes) denen şeyi halk için baş giysisi olarak kabul etmi ş
fakat fes giymeye kar şı, daha sonra şapka giymeye kar şı olduğu biçim-
de bir direnme ba ş göstermişti ki aslında bir kuma ş parçası olan fesin
ve şapkanın elbette ki dinle bir ilgisi yoktur.
Takvimin hicri sistemden milâdi sisteme de ğişmesi: Bu da XVIII.
yüzyıldan beri Osmanlı yönetiminde vergi i şleri ve maaşlar dolayısı ile
değişikliğe uğramış, yıl sayısı olarak hicri yıl kullanılmakla birlikte
hicri yılda gökteki ay esas olduğu halde, rurni takvim denen bu takvim-
de güneş yılı (ann& solaire) esas al ınmış bulunuyordu. Hicri takvim'-
in (anne lunaire) dini bir yönü de yoktur; çünkü ne Hz. Peygamber
ne de ondan sonra yönetimi eline alan Ebu Bekir bu takvimi kulland ı.
Bu takvim, ikinci halife Ömer'in yönetim devresinin ortalanna do ğru
kullanılmaya başlandı. Daha önce, puta tap ıcı Mekkelilerin eskiden
kullandıkları "fil yılı"nı başlangıç alan bir takvim kullanılıyordu. Hicri
yıl takvim başlangıcı alındıktan sonra da gene bu takvimde putçu de-
virdeki takvimde kullan ılan ve gök ayı temeline dayanan aylar kullan ı-
lıyordu. Güneş yılı takviminde her yıl 10 gün 20 saat eksik olan bu tak-
vim vergiler ve maa şlar bakımından ve aylar ın türlü mevsimler devret-
mesi bakımından kullanışsız idi. Osmanlı imparatorluğunda güne ş
yılına dayanan aylar hicri 1087 / M.1676 yılından beri kullanılmakta
idi.
Hafta tatilinin cuma gününden pazar gününe çevrilmesi ve vasati
(alafranga denen) saat usulünün uygulanmas ı, bütün dünya uluslarının
kullandığı bu takvim değişikliğinin zorunlu bir sonucu idi. Esasen, islâ-
miyetin ilk sıralarında saat denen aygıt bilinmediğine göre ezan saat
diye de bir şey yoktu. Saat, bilindiği üzere IX. yüzyılda icat edilmiştir.
SALTANATTAN CUMHURIYETE GEÇEN TÜRKIYE 111

Bugün bir kısım halkın ezani saati dini say ıp halâ kullanmakta diren-
mesi, cehaletlerinden ileri gelmektedir.
Ölçü, tartı ve uzunluk birimlerinde ondalık sistemin almışı , hem
kolaylığı sağlamış, hem de dünya ölçü birliğine uyınamızı sağlamıştır.
Bugün yer yüzünde ölçülerde metrik sistemi uygulam ıyan ülke kal-
mamış gibidir.
Yabancılara, yurdumuzda bir kentten bir kente, bir limandan öteki
limana, karadan, havadan ve denizden yük ve yolcu ta şıma hakkının ta-
nınması demek olan "Kabotaj hakk ı"nın ; gene yabancılara Türkiyede,
gerektiğinde türk mahkemelerine gitmeme, gümrük ödemeden, istedi ği
yerde istediği gibi ticaret yapma, ta şınır ve ta şınmaz mal edinme ve
istediği süre Türkiyede kalma hakk ı veren kapitülasyonların kaldı-
rılması, köylünün ürününden alman a şar'ın kaldırılması ulus ekono-
misinde rahatlıklar sağlamıştır. Bütün bunlar devrim anlayışı ve ruhu
içinde gerçekleştirilmiş şeylerdir.
Devrim kavram ı nedir?
Devrimin anlamı, coğrafi bölgeye, zaman ın değişimine, ayrı top-
lumların düşün ve aykırılıklarma göre değişir. Bir tanımlama yapmak
gerekirse devrim: kötü bir şeyi yıkıp yerine daha iyisini getirmektir.
başka bir deyimle bir ileriye ve iyiye do ğru değişmedir. Bu niteli ği
dolayısı ile bağnazlığın ve gericili ğin tersidir. Ki şi saltanatı yerine mil-
let egemenliği, kapitülasyonlar yerine ba ğımsız maliye, fes, keçe, kü-
lah, kalpak yerine şapka, karnavalda gibi de ğişik giysiler yerine medeni
giyim, meşrutiyet yerine cumhuriyet rejimi, keyfi yönetim yerine mede-
ni hukuk rejimi uygulamak gibi, Bunun sonucu olarak diyebiliriz ki
bizde devrim, teokratik bir orta ça ğ devletinin yaşama olanağmı yitir-
mesi üzerine devrim iste ği ve ulusal varlığa dayanan laik bir yeni ça ğ
devleti ve onu yaşatacak yeni bir hukuk düzeni kurma emeli ile eyleme
geçme, çaba sarfetmedir.
Geri ileri sürtüşmesi nedir?
-

Burada, sık sık sözü edilen ve toplumumuzda sürtü şmelere yol


açan geri, ileri deyiminin anlamına da kısaca değinelim:
Bu da bölgeye, zaman ın ve toplumun değişikliğine göre değişik
anlam kazanır. Aydın, uygar, kültürlü ve mantıkh bir kafaya göre geri,
ileri ölçüsü şöyle tammlanabilir : Hürriyetsizlik geri, hürriyet ileridir.
Garantiden yoksun, yarm ından kuşkulu bir yaşama geri, garantili,
kuşkusuz yaşantı ileridir. Cehalet geri, bilgililik ileridir. Taassup ve
112 NE Ş ET ÇAĞATAY

yobazlık yani dinin yanlış anlaşılması geri, ho ş-görü ve rasyonel dü şü-


nüş ileridir. Sınıflı, ayrıcalıklı toplum geri, sınıfsız, ayrıcalıksız toplum
ileridir. Monarşi yani kırallık, sultanlık, hükümdarlık yönetimi geri
cumhuriyet ve demokrasi rejimi ileridir. Do ğmatik ve katı düşünce
geri, akılcı ve rasyonel düşünce ileridir. Zorbalık, kapkaççılık düzeni
geri , hukuk ve ahlak düzeni ileridir. KM, nefret, iftira, kötü kalblilik,
öc alma duygusu besleme geri, güler yüzlülük, affetme, iyilik severlik
ileridir. Yobaz, çıkarcı, başkasının aleti olma, iki yüzlülük, ko ğuculuk
geri, uygar, bağımsız düşünceli, şahsiyet, haysiyet ve vekar sahibi ki şi
ileridir. İşte ileri geri konusunda genel ölçü budur. Burada bu konuda
verdiğimiz örnekler daha da art ı rılabilir.
Batılılaşma ve buna karşı olma konusu
Önce batılılaşma nedir onu görelim: Bat ılılaşma, genel anlamda
uygarlığı ifade eder. Uygarlık aslında coğrafi bir bölgenin de ğil, bütün
insanlığın ortak malı olan akılcı , hürriyetçi, bir hayat görü şüne yönel-
mektir. Bu ak ılcı ve hürriyetçi dü şünce, Sümer, Mısır, Girit, Yunan,
Sasani ve Roma'dan gelip, rönesasn ve reformasyon yani fikir ve kül-
türde, dinde düzeltme ve sa ğ duyuya geçi ş gibi iki ümanist a şamadan
süzülüp batı Avrupaya yerle şmişti. Bu uygarlık elemanları arasında biz
Türklerin de pay katt ığımız islam uygarlığı da vardı.
Bu niteliğinden dolayı batılılaşma, sanıldığı gibi bir yabancılaşma
değil tersine, kendimize geli ştir. Baz ı kişiler batı uygarhğını bir hıris-
tiyanlık yani bir din uygarl ığı olarak gördüklerinden ona kar şıdırlar.
Batı uygarlığmın hıristiyanlıkla yani doğrudan doğruya din ile hiç bir
ilgisi yoktur. Eğer bat ı uygarlığın' hıristiyanlık yaratmış olsaydı, başka
bir deyimle Avrupa, hıristiyan dininde olduğu için uygar olmu ş olsaydı
yer yüzündeki bütün hıristiyan ülkelerin, Avrupaninkine e şit bir uygar-
lıkta bulunması gerekirdi. Asyan ın, Afrikanın ve güney Amerikanın bir
sürü geri kalmış hıristiyan devletleri, i şin böyle olmad ığını açıkça gös-
teriyor.
Bu batı uygarlığına yönelmeyi önlemeye çalışanlar yalnız yerli
bağnaz çıkarcılar değil, bu gibi kendi alçak çıkarları için yurt menfaat-
larını ayak altına alan vatan hainlerini k ışkıtarak, onların bu çıkarcı
duygularını sömürerek yurdumuzu fen ve teknik geli şmelerden yoksun
bırakmak için ellerinden geleni yapan d ış düşmanları= da çok çaba ve
para harcamaktad ırlar. Öyle ki bu yabanc ı örgütler vaktiyle medrese-
lerin ıslalıı teşebbüslerine bile karşı çıkmışlardır. Yukarıdan beri gördü-
müz gibi, yurdu ve ulusu uğrunda hayat ını hiçe saymış, buzlu karlı
SALTANATTAN CUMHURIYETE GEÇEN TÜRKIYE 113

kafkas dağlarından Afrikan ın ve Arabistan ın kızgın çöllerine, Dicle


ve Fırat nehirleri kıyılarından Meriç ve Tuna kıyılarına dek bütün yurt
yüzeyinde bir uçtan o bir uca ko şan, yaralanan, kan ve ter döken,
sayısız savaşlarda bir çok kez gazilik rütbesine eri şen bu büyük kişi,
maalesef bir sürü çıkarcı, gerçeğin ışığından gözleri kamaşnuş, doğruyu,
güzeli göremiyen baykuş ruhlu nankör, vatan haini kimseler taraf ından,
masum Türk halkına, zalim olarak, kötü ki şi olarak gösterilmek isten-
mektedir.
Bu gibiler bu sefil iftiraları, sanki kendi malları, icatları imiş gibi,
arap harfleri denen harfleri at ıp latin alfabesini kabul etti; dili, anlam
ve telaffuzunu hiç bir türkün do ğru dürüst bilmediği arapça kelimelerden
arındırma işine giriştiği için; Türk ulusunu bat ı uygarlığına yöneltip
kendilerinden ileri götürdü ğü için kıskanan, o büyük adama kin ve nef-
ret duyan bazı arap örgütlerinin, k ışkırtma ve para deste ği ile yapmak-
tadırlar. Bu örgütler ve bunların Türkiyedeki ajanları hâlâ bugün bile
devrimler ve kadın haklar ı aleyhine propaganda yapt ırmak için kandır-
dıkları kız ve erkek Fakülte ö ğrencilerine, para, burs, giyecek v. b.
konularında akla gelmedik yard ımlar yapmaktad ırlar. Böylelerine la-
net, ulu Gaziye rahmet olsun.
Özetliyecek olursak Gazi Mare şal Mustafa Kemal Atatürk, yur-
dunu ve budununu yüceltmek için yaptığı devrimleri realiteden ve ger-
çek zorunluluklardan alm ış, hayata atılışından ölümüne dek geçen za-
manda hep yurt ve ulusunu dü şünmüş büyük bir dâhi ve aksiyon ada-
mıdır. O bütün te şebbüslerinde halka dayanmış, gençliğe güvennaiştir.
Türk gençliğine yaptığı şu sesleniş, bu gerçe ği açık, seçik göstermek-
tedir.

Atatürk'ün gençliğe seslenişi


"... Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal mu-
sibetlerin uyanışı ve bu aziz yurdun her kö şesini sulayan kanların bede-
lidir. Bu sonucu Türk gençli ğine emanet ediyorum.
Ey Türk geçliği! Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk cumhuri-
yetini sonsuza dek korumak ve elde tutmakt ır. Varlığının ve bağım-
sızlığının tek temeli budur. Bu temel, senin en de ğerli hazinendir. Ge-
lecekte de seni bu hazineden yoksun b ırakmak isteyecek iç ve d ış kötü-
cüllerin olacaktır. Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti korumak zorunda
kalırsan, ödeve at ılmak için içinde bulunacağm durumun olanak ve
koşullarını düşünmiyeceksin.
114 NE Ş ET ÇAĞATAY

Bu olanak ve ko şullar çok elveri şsiz bir nitelikte ortaya ç ıkabilir.


İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek dü şmanlar, bütün dünyada benzeri
görülmemiş bir galibiyetin temsilcileri olabilirler. Zorla ve hile ile aziz
yurdunun bütün kaleleri zaptedilmi ş, bütün tersanelerine girilmi ş, bü-
tün orduları dağıtılmış ve ülkenin her kö şesi bilfiil işgal edilmi ş olabilir.
Bütün bu ko şullardan daha ac ıklı ve daha ağır olmak üzere yurt
içinde iktidara sahip olanlar gaflet ve sapk ınlık, hattâ hıyanet içinde
bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri ki şisel çıkarlarını işgalcilerin
siyasi emelleri ile birleştirebilirler. Millet yoksulluk ve zaruret içinde
harap ve yorgun dü şmüş olabilir.
Ey Türk gelece ğinin genci !
İşte bu durum ve ko şullar altında dahi ödevin, Türk istiklal ve cum-
huriyetini korumaktır.
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur."
**
Gazi Maraşal Mustafa Kemal Atatürk'ün bu tarihi ve e şsiz sesle-
nişinden sonra ne söylense anlams ız ve sönük kalacaksa da ben de
bir kaç cümlecik eklemek istiyorum :
Türkiyenin yükseli şi, genliği ve esenliği, Atatürk'ün çizdi ği yol-
da gerçekle şen birlik, beraberlik ruhundad ır. Bu ruh, türk gençli ğinde
odaklaşır ve yarına olan güvenimiz de bu inançtan gelir. Bu mem-
leketin başına ne gelmişse nifak, iftira, cehalet ve bilgisizlikten gelmi ş-
tir. Bilgisizlikle ve onun sonucu olan gericilikle sava şmak da gene uya-
nık ve aydın Türk gençliğine düşer.
Şu gerçek hiç bir zaman unutulmamal ıdır ki, duygulara, özellikle
karmaşık tutkulara gem vurulmad ıkça bu yurdu, özledi ğimiz düzen
içerisinde layık olduğu yüceliğe ulaştırmak mümkün olamaz... Batı
uygarlığının sırrı da aklın duygulara olan egemenliğindedir.
Kurtuluş savaşı ile vatana yok olup gitmekten kurtulduk. Ba ğım-
sız, itibarlı bir devlet kurduk. Aydın Türk gençliği bu devletin gelece ğe
bakan pencereleridirler. Manevi kurtulu şumuzu da, sağ, sol hiç bir aşırı
ve çarpık akıma değer vermeden, Türk yurduna ve ulusuna yararl ı
işler yaparak, davranışlarda bulunarak bu türk gençliği sağlıyacaktır.
Kuşkusuz bu sonuç, yurtsever ve onu her şeyin üstünde tutan bir an-
layış ve düşünüş ile çalışarak, yurdumuzun, ulusumuzun zararma dav-
ranış ve eylemlerde bulunanlar dikkatle izlenerek gerçekle ştirilebilir.
Birbirimizi sevmeli ve saymal ıyız. Yalandan, ç ıkarcılıktan ve asıl-
sız iftiralardan sak ınmalıyız. Ancak bu yolla, gönül rahatlığı ile gelece-
ğe, umutla ve sağlam adımlarla yürüyebiliriz.
SALTANATTAN CUMHURIYETE GEÇEN TÜRKIYE 115

FAYDALANILAN ESERLER
Atatürk, M. Kemal, 2 cilt, Arık. 1950- 2. Atatürk'ün askerli ğe
dair eserleri, Ank. 1959. Atatürk'ün söylev ve demeçleri, 3 cilt. İst.
1945-52. Aydemir, Şevket Süreyya; Tek Adam: Mustafa Kemal, 3
cilt, İst. 1963-1965. İslam Ansiklopedisi, Atatürk maddesi. Karal;
Enver Ziya; Osmanlı tarihi, V-VII, Ank. 1947-56. Ad ıvar, A. Adnan;
Osmanlı türklerinde ilim, 2. bask ı . İst. 1970. Eroğlu, Hamza, Türk dev-
rimi tarihi, Ank. 1967. Golo ğlu Mahmut, Devrimler ve tepkileri, Ank.
1972. Irmak, Sadi, Devrim tarihi, İst. 1967. Kinross. lord. Atatürk,
bir milletin yeniden do ğuşu (çeviren: Nihal Ye ğinoba ve Ayhan Te-
zel, İst. 1966-7. Ça ğatay, Ne şet, İslam milletleri ve devletleri tarihi,
Ank. 1964. (C. Brockelmann'dan çeviri). Ça ğatay, Neşet 100 soruda
islam tarihi. İst. 1972, Çağatay, Ne şet, Türkiyede gerici eylemler, Ank.
1972.Lewis, Bernard, Modern türkiyenin do ğuşu, (çeviren : Metin Kırat-
lı), Ank, 1970. Yavuz, Fehmi, Din e ğitimi ve tophımumuz, Ank. 1969.
Tunaya, Tarık Zafer, İslamcılık cereyan, İst. 1962, Ülken, H. Ziya,
Millet ve tarih şuuru, İst. 1948. Gözütok, Ali , Müslümanlık ve nurcu-
luk, Ank. 1971. Özek, Çetin, Türkiyede laiklik, İst. 1962. Özek, Çetin,
Türkiyede gerici akımlar, İst. 1968. (Ergin)- Osman Nuri, Abdülha-
mid-i sani ve devr-i saltanat ı, 3 cilt. İst. 1327 /1909. Mithat, Ahmet,
Üssi inkılap, İst. 1294 /1877. Atay, Falih R ıfkı, Atatürkçülük nedir?
İst. 1966. Mustafa Nuri pa şa, Netayic ül-Vukuat, 4, cilt, 2. bask ı, İst.
1327.
ATATÜRK TÜRKİYESİNİN MADDI VE MANEVI TEMELI
(Akıl ve Ilim)

Prof. Dr. Cavit SUNAR

"Hayatta En Hakiki Mür şit İlimdir"


ATATÜRK

İnsan, bir damla sıvı (nutfe) dan meydana gelmektedir. Ama, bu


sıvı damlası maddi ve ma'nevi, cismani ve ruhani, bütün âlemleri ihti-
va etmekte ve insan da böylece maddi ve ma'nevi bütün kemaller üze-
rine yaratılmış bulunmaktadır. Bu suretle de insan, hem İnsani hem de
Hayvani ruhu, dolayısiyle, bunların mümessili olan hem insani aklı
hem de hayvani nefsi; ba şka bir deyişle, Melek'i ve Şeytan'ı Allah'ın
Cemal ve Celal sıfatlarını aynı zamanda ve bir denge halinde kendin-
de bulundurmaktadır.
Hayvani ruh, insanın bedenindeki safra, balgam, kan ve albümin'-
den' hasıl olur ve beden, her tarafını kaplayan bu ruhun hayatı ile hayat-
ta olur. Şu kadar ki bu ruhun gerçek ve İlahi bilgi ile ilgisi yoktur. Bu
hayvani ruhun iki kuvvesi vard ır: algılayıcı kuvve ve hareket ettirici
kuvve. Beden, ancak, bu hayvani ruhla ayakta durur ve bu ruh ölümden
sonra bendenden ayr ılır.
İnsan bedeni bütün kemalleri kendinde toplam ış olan Insani veya
Sultani veya kafi ruh dedi ğimiz bir zatın, bir maliyetin, kendi hükmü-
nü icra edece ği makamı olacağından, her şeyden önce, cisimlik bak ı-
mından her bir kemale alet olmas ı ve her bir kemal ile mevcut bulun-
ması gerekir. İnsan bedeninin kendisinin bir aleti olaca ğı İnsani, Sultani
veya hafi ruha (Kalb) ve (Gönül) ad ı da verilir ki Allah'ın insana yakın-
lığı bununladır.
Genel tanımlara göre ruhun kuvvetleri duygu (his), duygulanma
(ihtisas), akıl erdirişler (idi-Uler) ve iradelerdir ki bütün bunlar beden
sathımızın her noktasına örümcek ağı gibi yayılmış beyaz ince ipliğe
benzer elastiki sinirler arac ı ile uygulanırlar. Sinir sisteminin esas
maddesi de sinir hücresidir.
Sinirlerin esas merkezi olan dima ğın hayat cevheri ile ilgisi ve ili ş-
kisi de son derece sa ğlam olup kendisi harab olursa hayat da derhal
118 CAVIT SUNAR

kesilir. Merkezi kısmı beyaz liflerd en, çevresi de kül rengi bir maddeden
yapılmış olan bu dimağın merkezi k ısmı , hisse ait sinrler arac ı ile dıştan
gelen titre şimler ve dolayısiyle uyarımlarm duygulara ve alg ılara çevril-
mesini sağlayan yer olup tasavvurlar ı hasıl eylediği gibi, ard arda gelen
etkilerle uyarılan kül rengi cevher de irade ve arzuyu do ğurur.
Bütün canl ılarda ma'nevi hâl iki trlüdür : aili melekeler, içgüdü
veya tabii ilham. Bu her iki ma'nevi hâlin çıkış noktası da dimağdır.
İnsanlar da dahil, bütün hayvanlarda mevcut olan bu içgüdü, bu ma'-
nevi güdü, canl ıyı maksat, menfaat, lüzumluluk ve önemi kaale almak-
sızın bazı halleri yapmağa iter ki böyle bir itme ile yap ılan iş ve hare-
kette akıl ve tefekkürün i şe karışması asla söz konusu de ğildir. İçgüdü,
her türlü ruh sahibi canl ının nesil ve nevi'lerini korumağa, tabii ve zorun-
lu ihtiyaçlarını elde etmeğe ve böylelikle de hayatlar ının devamına yar
dım eder. İçgüdüde ilim yoktur, yani hükümlerinin icaras ı ilme dayan-
mayıp, ancak, tabii gerekliliğe dayanır ve bir düzüye sürüp gider. Yal-
nız, içgüdünün algıya dayanmayan bu hâli, özellikle insanda, çocuk-
luk çağlarında olup çocuk büyüdükçe içgüdüde bilgi emareleri, yani
akıl melekeler görünmeğe başlar ve çocuk ta i şlerini ve hareketlerini,
artık, belirmeğe başlayan parça ilme dayanarak yapma ğa koyulur.
Yaş ilerledikçe ilim de o nisbette artar.
İçgüdü, bütün hayvanlarla birlikte insan için de söz konusu oldu-
ğu gibi ilim de, yani akli melekeler de insan ile birlikte, derece derece,
diğer hayvanlar için de söz konusudur.Ba şka bir deyişle, akli meleke-
ler, yani ilim, hayvanlarda da vardr. Fakat, onlar ın bu ilim kuvveleri
tabiidir ki dimağlarının girinti ve çıkıntı (telâfif ve teariç)lar ı nisbetinde
olup, insana nisbette pek a şağı ve pek sınırlıdır ve insanla hayvan ara-
sında akıl, nisbet kabul etmeyecek derecededir. Hayvanlarda filmin var-
lığı, onların öğrenim ve eğitimi kabullenmeleriyle, yavrular ını düşman-
larından korumalariyle, kuvvet ve kudretleriyle gayret göstermeleriyle
sâbittir. Bununla beraber, hayvanlara hiç bir suretle, gerçekten, ak ıl
sahibi diyemeyiz. Çünkü, o zaman, insan ile hayvan aras ındaki en bü-
yük ayrılığı ortadan kaldırmış oluruz. Bu sebeptendir ki genel olarak
insanı akıl sıfatı ile, hayvanı da his sıfatı ile vasıflandırıyoruz. 2
Hayvanlarla insanlar aras ında nisbet kabul etmeyecek derecede
bulunan akıl, insanlar arasında da pek büyük derecelerde ayr ılıklar
göstermekte ve hatta baz ı kimseler de bu yüzden hayvanl ık derekesine
düşmektedir. Bu sebeple de i şlerinde ve hareketlerinde insana yak ışır
ve gerekir şekilde davranamayanlara hayvan ad ını vermekteyiz. Bizim
hayvan adını verdiğimiz bu gibilere Allah ta hayvan demekte ve hatta
ATATÜRK. TÜRKIYESI -N İ N MADDI VE MANEVI TEMELI 119

onları hayvandan da daha a şağı tutmaktadır. Allah Kur'anda : "Gafil


ve cahil insanlar ayn ı hayvandırlar ve belki de hayvanlardan daha be-
terdirler" 3 demektedir. Yani, dinimize göre de hayvanlardan üstün-
lüklerini bilfiil ispat edemeyenler, insan suretinde olsalar da, hayvan-
dırlar ve hatta hayvandan da daha a şağı olan taş toprak gibidirler.
Akıl, eğitim, öğretim ve meleke kazanma sayesinde geli şir. Eğer
akıl, bunlarla ve bu yolda geli ştirilmezse içgüdü derecesinde kal ır. Hay-
vanların akıl kuvvesi pek sönük, pek isti'dats ızdır ve hatta baz ılarında
da hiç bir suretle de ğişip başkala şamaz bir haldedir. Buna kar şılık, in-
sanın akıl kuvvesi ise gayet geni ş, parlak ve değişip başkalaşmağa gayet
isti'datlıdır. İşte, insana ait ak ıl ile hayvana ait ak ıl arasındaki fark ta
bundan ibarettir.
Ruh, ilk Yunan filozoflar ında (nefes, hava, rüzgâr) anlam ındadı r.
Sokrat'a göre ruh, cismani olmayan bir cevherdir ve bu mahiyette
Allah ile ortakl ığı vardır, yani bu mahiyetiyle ruh Allah'a benzer.
Eflatun, ruhu, ilcalar, irade ve akıl olmak üzere üç kısma ayırır.
Eflâtun'un akıl dedi ği ruh ilâhidir, ölümsüzdür, cismani de ğildir,algı-
layıcıdır, basittir, görünmez ve tasarruf etti ği bedenden öncedir.
Aristo'da ruh, kendisiyle ya şadığımız, his ettiğimiz ve dü şündüğü-
milz şeydir ve ruh bedenden ayr ı ve müstakil değildir.
Aristo, ruhu, Eflatun gibi üç k ısma değil, fakat, üç kademeye ay ı-
rır: nebati ruh (Beslenme), hayvani ruh (Beslenme, Hareket ve Hassa-
siyet), insani ruh ki bunun da özelli ği (Akıl) dır.
Başka bir deyi şle Aristo'da ruh, canl ıyı canlı yapan başlıca âmildir.
Ruh, uzviyeti canl ı yapmakla ona ayn ı zamanda (şekil) de kazand ırmış
oluyor. Zaten bedenle ruhun münasebeti, şekil kazandıran aktif illetle
şekil kazanan pasif maddenin münasebetlerinin ayn ıdır.
Aristo'ya göre ruh, bir şeyin kemalini gerçekle ştiren aktif prensip
(Entelechie)tir.
Akl'a gelince akıl, insanın hareketlerini belirli bir gayeye göre ter-
tip ve düzenleme kabiliyetidir.
Akla sahib olan insan ruhu, ayn ı zamanda, (Bilen) bir ruhtur.
Zâten, Aristo'ya göre insan ı hayvandan ayıran biricik fark, insanın
bilici bir mahlük olmasıdır. İnsan, sadece, etrafındaki vakı aları algıla-
makla kalmaz, bir de bunlar ın neden böyle olduklarını da tesbit edebi-
lir, yani düşünme ile kavramlar te şkil edebilir. Eflatun da bu noktada
Aristo ile aynı fikirdedir. Ancak, kavramlar ın meydana geli şi mesele-
sinde Eflatun ile Aristo birbirlerinden ayr ılırlar.
120 CAVİT SUNAR

Eflâtun'a göre ruh, insan do ğmadan önce de vard ı ve insan öldük-


ten sonra da var olacakt ır. Bundan ötürü, kavramlar ı insan doğmadan
önceki hayatında elde etmi ş ve bunları insanla doğarken dünyaya be-
raberinde getirmi ştir. Kısaca, ruh için kavramlar f ıtridir.
Aristo'ya göre ise bütün kavramlar ımız, bir şekilde ve bir bakıma,
mutlaka deneyden ve alg ıdan çıkarlar. Zihnimizde algının aracılık et-
mediği hiç bir şey bulunmaz. Ş u kadar ki kavramlar ın teşkili için algı-
ların getirdiği malzemeyi akl ın fa'al bir şekilde işlemesi, lüzumluyu 1ü-
zumsuzdan ay ırması şarttır. Bundan ötürü, ak ıl, algıya nazaran, ruhun
daha aktif melekesidir.
Aristo'ya göre ruhun çe şitli kademeleri birbirlerinden aktiflik dere-
celeriyle ayrılırlar ve ruhta aşağıdan yukarıya çıkıldıkça aktiflik te ar-
tar, yani nebati ruha nazaran hayvan? ruh ve hayvan? ruha nazaran da
insani ruh daha yüksek derecede aktifitir. Ve insani ruh, en yüksek de-
recesinde de bir nevi' (S ırf faaliyet) olur. Ruh, bu en yüksek (S ırf faa-
liyet) derecesinde, ayn ı zamanda, ölümsüz de olur. S ırf akıl, Aristo rne-
tafiziğinde, Allah'ın hali ve şamdır. Allah, zatında her türlü imkân ger-
çekleşen tam ve kâmil bir hakikattir. Fakat, Aristo'nun Allah' ı, ancak,
mi'mar bir Allah't ır.
Aristo'da ak ıl ihidir: Akif ve Pasif.
Aktiflik, maddeden soyut olmak, daima fiil ve harekette bulun-
maktır.
Aktif akıl suret, şekil verir, ilâhidir; hiç bir suretle etkilenmez;
(Her Şey Yapar).
Pasif akıl suret ve şekil alar; bedene ba ğlı ve yok olucudur; (Her
Şey Olur).
Başka bir deyişle, aktif akıl, duyular aracı ile alınan bilgiyi işle-
mek, ayırd etmek, muhakeme ve sonuç ç ıkarmak, yani ilim binasını
kurmak bakımından zihindir. Pasif ak ıl da duyular araciyle ilgiyi almak
bakımından zihindir.
Kısaca, (Dü şünmek ve Bilmek), Aristo'ya göre insan ın en yüksek
faaliyetleridir. Bu suretle Aristo nazar ında teorik hayat pratik hayattan
üstündür. Nitekim, ona göre Allah ta kainat ı sadece tema şa eden tam
anlamiyle kontanplâtif bir varl ıktı r.
İslam Meşşal filozofları da akıl konusunda Aristo'yu pe şelemekle
beraber kendilerine ait özel katk ılarda da bulunmu şlardır. Mesela,
İkinci Muallim Farabi, akl ı (kuvve halinde, fiil halinde, müstefad ve
fa'al) olmak üzere dört dereceye; İbn Sina da bir ad fazlasiyle (heyu-
ATATÜRK TÜRKİYESİ Nİ N MADDI YE 1VİANEVI TEMELI 121

lâni akıl, meleke halinde ak ıl, fiil halinde akıl, müstefad ak ıl ve kutsi
akıl) olmak üzre be ş dereceye çıkarmış ve İslam Meşşâi felsefesinin
genel nefs s ınıflaması bütün Orta Ça ğa hakim olmuştur.
İslam Meşşai felsefesinin genel nefs s ınıflaması da şöyledir:
1—Nebati nefs.
2—Hayvani nefs.
3—İ nsani nefs.
1—Nebati nefs: Nebati nefs, organik cismin ilk kemali olup bu
kemâl o cismi beslenme ğe, büyümeğe ve ço ğalmağa isti'datl ı kılar.
2—Hayvan' nefs: Hayvanda, ya şatıcı olan nebati nefsle birlikte
bir de hayvani nefs vard ır. Hayvani nefs, tikelleri alg ılaması ve irade
ile hareket etmesi bak ımından organik tabii cismin ilk kemalini te şkil
eder. Bu yüzden de hayvani nefste hareket ettirici ve alg ılayıcı iki kuv-
vet vardır.
3—insani nefs: insanda nebati ve hayvani nefsler ve alg ılayıcı ve
herreket ettirici kuvvetlerle birlikte bir de insani veya ılk& nefs ve
bununla ilgili bir takım kuvvetler vard ır ki bu kuvvetlerin kendisinde
toplandığı şeye de (Ak ıl) denir.
İnsani veya natık nefs te fikre ait i şleri düzenlemesi ve tümel şey-
leri algılaması bakımından organik tabii cismin ilk kemalini te şkil eder.
İnsani veya natık nefsin de iki kuvveti vard ır:
1—Bilici (Alime, Nazari, Zihni) kuvvet.
2—Yapıcı (Amile, Ameli, Ameli Akıl) kuvvet.
Bilici kuvvet, insana mahsus olan nazari kuvvet, zihin kuvveti
(Müdrike) dir ki insan bununla yüksek prensipleri kavray ıp onlardan
faydalanır, dolayısiyle de ilahi feyze lkavu şur.
Bu bilici kuvvet te (Kuvve Halinde Kamil) veya (Fiil Halinde Ka-
mil) olmak üzere iki mertebeye ayr ılır ve bu kuvve halinde olan ı fiil
haline çıkaran da (Fa'al Ak ıl) dır. İnsani veya nat ık nefsin her hangi
bir şeyi algılaması da, ancak, fa'al akılla birleşmesi sonucudur. 4
Yapıcı kuvvet te insana mahsus olan hareket ettirici kuvvettir ki
insan bununla bedenini ve münasebetlerini idare eder.
Yeni çağda Descartes ve Descartes'ç ı görüşe güre de canlılarda her
şey mihaniki olarak meydana gelir. Ruhun tabiat ınının esası, sadece,
düşünücü bir cevher olmas ıd ır. Ruhun iki fakültesi vardır:
1— Müdrike kuvvesi (L'entendement) ki zihnin yapt ığı bütün iş-
lemleri içerir.
122 CAVİT SUNAR

2— irade (La Volont) ki bütün aktiviteye ait halleri içerir.


On sekizinci yüzyıldan sonra hassasiyet (Sensibilit) ömen kazand ı
ve bu önemi pe şleyerek te Klasik bir sınıflama meydana ç ıktı ve bu
sınıflamağa göre ruh halleri üç s ınıfa ayrıldı :
1—Hassasiyet veya tessüri hayat (Sensibilite veya Affectivit):
heyecanlar, hisler, temayüller, ihtiraslar ki bunlar, özellikle, sübjektif-
ti rler.
2—Zekâ veya Zihni hayat (Connaissance veya Reprsentation):
ihsaslar, idrâkler, hafıza, fikirlerin çağrışımı, muhayyele, soyutlama ve
genelleme, hüküm, istidlal, yarat ıcı muhayyele ki bunlar, özellikle, ob-
jektiftirler.
3—Faaliyet veya Ameli hayat (Volonte veya Activit): temayüller,
içgüdüler, arzular, irade... gibi haller ki bunlarda baz ı gayeler peşlenir.
Bilgimizin esas dayanaklar ı, aklın prensipleri de şunlardır:
1— Aynilik prensibi ki bundan zorunlu olarak,
a- Çelişme,
b- Zıtlık prensipleri çıkar.
2— Yeter sebeb prensibi ki bu da şu iki prensibe ayrılır :
a- Kozalite (illiyet) prensibi,
b- Finalite (Gaiyet) prensibi.
Aklın esas tasavvurlar ı da şunlardır:
1—(Mutlak) nosyonu ki zorunluluk, sonsuzluk ve mükemmellik
nosyonlarını içerir.
2—(Cevher, İllet ve Gaye) nosyonları ki bunlar aynllik, illiyet, ga-
iyet prensiplerine kar şılıktırlar ve bunlara belirlilik (muayyeniyyet)
prensibine karşılık olan Kanun nosyonu da eklenir.
Fikirlerimiz aras ında kurduğumuz çeşitli nisbetleri deyimleyen
daha bir tak ım genel tasavvurlar vard ır ki bunlar Aristo'daki (Varl ık)a
ait Katagoriler) ve Yeni zamanda Kant'taki (Hükümlere ait Katagori-
ler) dir.
3—Mekân ve zaman tasavvurlrı ki bunlara Matemati ğe ait nosyon
lar da eklenir.
İşte Klisik filozofların aklı, bu prensipler ve bu nosyonlar ın topla-
mından ibarettir.
Aklın prensipleriyle ilgili belli ba şlı Klasik doktrinler de ikidir.
Biri, zihnin teşekkülünü deneye dayayan Emprisme 136noc-
rite, Epicure, Locke, Condillac, Hume...); di ğeri de zihnin te şekkülünü
ATATÜRK TÜRKİ YESİ NIN MADDI VE IDSANEVÎ TEMELÎ 123

deney dışında bir asılda bulan Rationalisme Socrate, Platon,


Aristo, Descartes, Leibniz, Kant).
Aklın teşekkülü hakkında bu iki Klasik görü şten ayrıca belli başlı
Modern görü şler de şunlardır:
1—Biyolojik görüş ki buna göre şuur, hayat için bir uygulama ara-
cından ibarettir.
2—Teknik görüş ki buna göre akii dü şünüş ün kökü tekniktedir.
3—Pragmatik görüş ki buna göre zihin aksiyon ve faydaya ba ğlı-
dır.
4—Sosyolojik görüş ki buna göre aklı n menşei sosyal hayattad ır.
Kısaca, bilginin dayana ğı olan aklın başlıca iki çe şit kuvveti var-
dır :
Zihin veya algılayıcı kuvvet ve hareket ettirici veya hadi' kuvvet.
Zihin veya algılayıcı kuvvet te ikiye ayrılır: dışa ait kuvvet ve içe ait
kuvvet.
Dışa ait kuvvet te be şe ayrılır :
1—Görücü kuvvet.
2—Duyucu kuvvet.
3—Koklayıcı kuvvet.
4—Tadıcı kuvvet.
5—Dokunucu kuvvet (ki bu pek çe şitlidir).
içe ait kuvvet te be şe ayrılır :
1—Müşterek duygu kuvveti.
2—Vehm etme kuvveti.
3—Hayal (veya tasvir) kuvveti.
4—Hafıza.
5—Tasarruf kuvveti (ki bu kuvvet hayvanda hayal kurucu kuvvet,
insanda da düşünücü, tefekkür edici kuvvettir).
İnsan, his ettiği şeylerden ve algıladığı anlamlardan ya lezzet veya
elem duyar veya ho şlanır ve sevinir veya üzülür. Ho şlanıp sevindiği şeye
karşı bir meyil bir muhabbet ve üzüldü ğü şeye karşı ise bir tiksinme ve
nefret gösterir. Muhabbet etti ğ ini kendine çekmek, tiksinip nefret etti-
ğini de kendinden uzakla ştırmak, itmek te insan ın haslatı gereğidir. Bu
sebeple hareket ettirici veya irade edici kuvvet te ikiye ayr ılır :
1—Çekme veya i ştiha duyma (celbiyye veya şeheviyye).
2—İtme veya kızma (selbiyye veya gazabiyye).
Zihin veya algılayıcı kuvvetin zihin suretlerini ve anlamları algı-
layıp algılatması, yani bilip bildirmesi,irade kuvvetinin de bilineni uy-
124 CAVİ T SUNAR

gulaması, yapması bakımı ndan, zihin kuvvetine (Bilici kuvvet), hareket


ettirici veya irade kuvvetine de (Yap ıcı Kuvvet) denir.
İşte insan, daha do ğrusu gerçek insan, bu iki kuvvetten ibaret ol-
duğu gibi bütünlü ğü ile hayat ta bu iki kuvvette toplan ır. 5
Başka bir deyişle, sı nıflamalar ne olursa olsun sonuç şudur:
Geliş me (tekâmül) kanununa göre hayat, nebatta, uyu şukluk ve
şuursuzluk hâlindedir. Hayvanda ise yar ı uyanık ve hayvani duyumlar-
dan ibarettir. Insanda da tam bir şuurluluk hâlindedir. Yani, insan, ne-
batta bulunan beslenme, büyüme ve ço ğalma ile hayvanda bun'ardan
ayrıca bulunan irade ile hareket etme ve tikelleri tikel olarak kavrama
kuvvetlerine maik olduğu gibi onlardan fazla olarak tümel alg ılamayı
ve bununla ilgili bir çok işleri mümkün kılan kendine mahsus bir kuv-
vete de sahiptir.
Akla ait varlıkların ilk mertebesi " İlk Akıl", son mertebesi de " İn-
san Akh"dır. Bu sebeple insan ın mertebesi kendisinin alg ı aracı olan dışa
ve içe ait kuvvetlerden çok daha üstündür.
Insandaki d ışa ait algılama kuvvetleri, yani be ş duyu yaratıklar,
(Halk) âlminden, içe ait alg ılama gücü olan ak ıl ise yaratılmamış
(Emir) âleminden alup insan, her iki âlemin birle ştiği varlıktır.
Insan nefsinin bedenle ili şkisi yalnız ve yalnız bir tedbir ve tasar-
ruf ilişkisidir. İş yapma bakımından hayvani kuvvetlerle ilgilidir. ilim
bakımından da, yukarıda i şaret etti ğimiz, içe ait kuvvetlerle ilgilidir.
İlim6 hakkında şöyle de diyebiliriz : İlmin, başlıca iki dayanağı
vardır. Bunlardan biri be ş duyu organı, diğeri de aklımızdır. Beş duyu
organı his etme işinde, akıl ise düşünüp bilme i şinde esastır.
Sıhhatla çalışan duyu organları aracı ile hasıl olan ilme zorunlu
ilim denir. Zorunlu ilim demek, akl ın, doğruluğuna açıkça hükm etti ği
ilim demektir.
Akıl ile hasıl olan ilim de ya zorunlu ya da istidlâle ait olur. Zo-
ronlu olan şeye vehim giremez. istidlâ1 da ya parçadan bütüne, tikelden
tümele geçi şle olur ki buna endüksyon veya istikra denir; ya da tümel-
den tikele, bütünden parçaya geçi şle olur ki buna da dedüksyon veya
ta'lil yahut ta k ıyas denir; ya da bir tikelden di ğer bir tikele geçi şle olur
ki buna da temsil denir.
istidlâl yoluyla olan ilme (Nazari) ilim de derler. Nazar, genel ola-
rak, istenen şey hakkında gereği gibi düşünmek demektir ki bu bakım-
dan nazar, doğru ile yanl ış aras ındaki ölçü ve gerçek bilgi ile hakikat ın
önderidir.
ATAT i.YRK T IiEKIYESININ MADDI VE MANEVI TEMELI 125

Nazarın verdiği yakine (İlme ait Yakin), sıhhatla çalışan duyu or-
ganlarının verdiği yakine (Ayn'a ait Yakin), içimizde, ruhumuzda te-
celli eden yakine de (Hakka ait Yakin) denir.
Aklın çalışması sonucunda meydana gelen fikirler de iki k ısma
ayrılabilir :
1—Dışımızda bulunan bütün maddi âlemi konu edinen maddi
ilimler.
2—Insanı ve insandaki kuvvet ve melekeleri, dolay ısiyle, kâina-
tın sebep ve men şeine ait muammayı konu edinen ma'nevi ilimler.
Şimdi, filmin esas dayanağı olan aklın dayanağı da ruhtur. Ruh ol-
mazsa akıl olmaz. Ruh, zâttır, asıldır, yani kendi ba şına vardır. Akıl ise
arazd ır, yai zâti ve fıtri değildir; kendi ba şına var olmayıp varlığı ruh
iledir. Ruhun idarecisi, ak ıl işleri yardımcısı makamında olan akıl, as-
lında birdir. Deney ve ona dayanan ilmi kazançlarla artan ise ak ıl de-
ğil fikirdir. Akıl ile fikir arasındaki fark ta şundan ibarettir: ak ıl, ruhun
ilmi kuvvesi; fikir de akl ın ayırıp seçici kuvvesi, tertip ve düzene koyu-
cusud ur.
Akıl, deneylerin çokluğu nisbetinde kuvvetlenir. Her şey akla
muhtaç olduğu gibi akıl da deneylere muhtaçt ır. Bu bakımdan fikir,
aklın cilâsı demektir. Bu konuda Peygamber de şöyle demiştir : "Hâle
uygun hareket etmek gibi ak ıl ve tefekkür gibi ibadet olamaz". 7
Akıl, his olunan şeylerin ilkelerini bir kast ve istek olmaks ızın al-
gılar, yani his olunan şeyler, arzu bulunsun bulunmasın, hiç bir seçme
.söz konusu olmaksızın zihne gelir. Fikir ise, tersine, görülen ve his olu-
nan şeyleri adım adım ve bir tertip içinde alg ılar. Aklın, fikir kuvvesin-
den yoksunluğu, insanı daima hatalara sürükler. Fikir ise belâlara,
felâketlere ve hatalara kar şı doğru ve kurtuluş yolunu gösterir ve insan ı
mümkün mertebe tehlikelerden korur. Fikir kuvveti hayvanlarda yok-
tur. Bu hassa, yaln ız insanlara bahş olunmuştur. İnsan, dış âlemleki
şeyleri ancak bununla alg ıladığı gibi hissin ötesinde ve üstünde bulu-
nan şeyleri ve halleri de ancak bu kuvvetle alg ılayabilir. Ve ancak bu
kuvvetledir ki insan mutlak varl ığın, Allah'ın tabiatta meydana getir-
diği san'atları ve güzellikleri istidlâl edebilir ve her şeyden önce, içinde
yaşadığı bu Meme bakarak eserden eseri yapana geçebilir. Nitekim, bu
hep böyle olagelmi ş ve sadece Sokrat gibi filozoflar de ğil, fakat, bütün
Peygamberler de, kendilerine kitap gelmeden önce, ilâhl birli ği bu
fikirle cilâlanm ış akıllariyle bizzat alg ılayıp tasdik etmi şler ve ancak
bunun ile ve bu yoldand ır ki kendilerine mahsus Şeriat'a da lay ık ve
sahib olabilmişlerdir.
126 CAVIT SUNAR

Yukarıda açıkladığımız şekilde, gerek dışa ve gerek içe ait varl ık-
ları gerçeklikleri ve geçerlikleri üzre bilen ve bundan ötürü de elde et-
tiği her türlü ilmi hata ve noksandan tamamiyle s ıyırmış olana (Alim,
Filozof), bunun tersine de, yani hata ve noksanl ıklarda boğulanlara
da (Cahil) denir. Hiç bir şey bilmeyene de (Cahil O ğlu Cahil) veya me ş-
hur deyimi ile (Hayvan) denir.
İlim, felsefe ve cehalet aras ında tümel bir ayr ılık bulunmakla, alim,
filozof ve cahil aras ında da tümel bir ayr ılık vardır.
İlim, aslında, beş duygu organı aracı ile dimağa intiba'lar ve alg ı-
lar icra ettirmektir, yani akla ait kuvvetin d ışa ve zihne ait varlıkları
(doğruluk derecesi bir tarafa) bilmesidir. K ısaca, akıl kuvvesinin her
türlü algıları (İlim) dir. Akıl kuvvesinin her türlü algılarla dolu bulunması
(Ilim), ise, bunun tersi olan, her türlü alg ılardan yoksun bulunması da
(Cehalet) tir. (Felsefe veya Hikmet) ise nefsin, ba şka bir deyi şle, insa-
nın, gerek dışa ait ve gerek içe ait varl ıklarının hakikatlarında oldukları
hal üzre bilinmesidir. Nitekim Kur'anda da şöyle denmektedir : "İn-
sanları Tanrının yoluna hikmetle ve gözel ö ğütle davet et, onlarla en
güzel surette münaka şa, mübahasa et...". 8
Ancak, önemle i şaret edelim ki gerçe ği sadece bilmek, yetmez.
Bilgimizi hayatımıza uygulamak zorundayız da. Çünkü, bilgi, ancak,
uygulanmakla tamamlan ır.
İşte gerçek bir filozof olan ve böyle oldu ğunu kendine has yeni bir
Milli hayat ve düzen görü şünün deyimi olan laik bir "Cumhuriyet"
ve bunun gerektirdi ği çeşitli inkilâblara dayalı yeni bir Türk Ulus'u ve
yeni bir Türk dünyası yaratmakla fiili olarak ıspatlıyan büyük Atatürk
te, pek tabii olarak, ve her şeyden önce, yaratt ığı bu yeni Türk Ulusu-
nun yeni dünyası için :
"Dünyada her şey için, maddiyat için, ma'neviyat için, hayat için,
başarı için, en gerçek mür şit ilimdir, fendir İlim ve fennin d ışında mür-
şit aramak gaflettir, cehalettir, sap ıklıktır. Yalnız, ilim ve fennin ya şa-
dığımız her dakikadaki safhalar ının gelişmesini kavramak ve ilerleme-
sini zamanında izlemek şarttır.
Bin, ikibin yıl önceki kurallar ı, şu kadar bin yıl sonra bu gün aynen
uygulamağa kalkışmak, ilim ve fennin içinde bulunmak, elbette, de-
ğildir." 9
"Hiç bir mantık deliline dayanmayan bir tak ım gelenekleri, kural-
ları korumakta ısrar eden Uluslar ın ilerlemesi çok güç olur. Belki de
hiç olmaz. İlerlemede kayıtları ve şartları aşamayan Uluslar, hayat ı
ATATÜRK TÜRKIYESININ MADDI VE MANEVI TEMELI 127

akla uygunluk ve semere veri ş yönünden göremezler. Hayat felsefesini


geniş gören Ulusların egemenliği altına girip köle olmağa mahldımdur-
lar" 10 demekle yalnız ve yalnız akıl ve ilmi önder yapm ış ve büyük bir
devlet kurucusuna has bir kudret ve kuvvet ile kendi de ilim denen bu en
büyük önderin önderli ğini yapmıştır.
Atatürk, ak ıl ve filmin sadece dünya hayat ının değil, fakat, aynı
zamanda her türlü bat ıl inançlardan ar ınmış ve bir takım sahte seramo-
nilrden sıyrılmış , saflığı ve gerçekliği ile dinimizin ve dini hayatımızın
da biricik mürşidi olduğuna :
"Çevresi içine girmekle mutluluk duyduğumuz İslam dinini, yüz-
yıllardan beri alışılageldiğ i üzre bir siyaset arac ı olmaktan kurtarma-
nın ve yükseltmenin şart olduğu gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve Tanr ısal
olan inançlarımızı ve vicdanlarımızı çapraşık ve değişgen olan ve her
türlü çıkarlar ın ve tutkuların belirmesine sahne olan siyasetten ve siya-
setle ilgili her şeyden bir an önce kesin olarak kurtarmak, Ulusun dünya
ve âhiret mutlulu ğunun emr etti ği bir zorunluluktur."
"Bizi yanlış yola sevk eden habisler, biliniz ki, çok kere din per-
desine bürünmü şlerdir. Saf ve temiz halk ımızı hep şeriat sözleriyle al-
datagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki,
milleti mahv eden, esir eden, yıpratan kötülükler hep din kılığı altında
küfür ve alçakl ıktan gelmi ştir. Onlar her hayırlı davranışı dinle karşı-
larlar. Halbuki hamd olsun hepimiz Müslüman ız, hepimiz dindarız,
artık bizim dinin gereklerini, dinin yasaklar ını öğrenmek için şundan
bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın, ba-
balarunızın kucaklarında verdikleri dersler bile bizim dinimizin esasla-
rını anlatmağa
Bilhassa, bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vard ır. Bu ölçü
ile hangi şeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz.
Hangi şey ki akla, mantığa, Ulusun yararına, islamlığın yararına uy-
gunsa, hiç kimseye sormay ın, o şey d indir. Eğer bizim dinimiz akla, man-
tığa uygun bir din olmasaydı, kusursuz olmazd ı , dinlerin sonuncusu
olmazdı." 1 2
"Bizim dinimiz şuura aykırı, ilerlemeğe engel hiç bir şey ihtiva et-
miyor. Halbuki Türkiye'ye istiklalini veren bu Asya milletinin içinde
daha karışık, yapmacık, batıl i'tikadlardan ibaret bir din daha vard ır.
Fakat bu cahillr, bu acizler, s ırası gelince aydınlanacaklardır. Onlar
ışığa yaklaşamazlarsa, kendilerini mahv ve mahkfım etmişler demektir.
Onlarık kurtaraca ğız". 1 3
128 CAV İ T SUNAR

"Bir dinin tabii olmas ı için akla, fenne, ilme ve mant ığa uygun ol-
ması gerekir". 14
"Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, dimağ-
ladır." 15
"Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyyitlerin, çelebilerin, babalar ın,
emirlerin arkasından sürüklenen ve falc ılara, büyücülere, üfürükçüle-
re, nushacılara tali' ve hayatlar ını emanet eden insanlardan kurulu bir
topluma uygar bir Ulus gözüyle bak ılabilir mi 7 "16
"Uygarlık tarikat' Türkiye; şeyhler, dervi şler memleketi olamaz.
Ölülerden yardım ummak uygar bir topluluk için lekedir...." 17
"Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervi şler, müritler, mensublar
memleketi olamaz. En do ğru, en gerçek tarikat uygarl ık trikatıdır.
Uygarlığın emr ettiğini ve istediğini yapmak insan olmak için elve-
rir... 9 9 18
"Biz uygarlıktan, ilim ve fenden kuvvet al ıyoruz. Başka bir kuvvet
tanımıyoruz" 19 sözleriyle özellikle ve kesinlikle i şaret buyurmu şlardır.
Nasıl ki Kur'anımız ve Peygamberimiz de dini ayn ı şekilde belirtmişler
ve ilim ve aklı din için başlıca şart koşmuşlardır. Halbuki pek çok in-
sanlarda ve insan topluluklar ında gerçek muhteva ve anlam ından bo-
şaltılan, yani raliteden kopartılan ve sadece bo ş heyecanlar ve hayal-
lerle şişirilerek görünmez âlemlerde uçurulan kelimelerden biri ve belki
de en önemlisi "Din" 20 kelimesidir.
Şeriat terimi olarak dinin karakteristi ği, onun bir vahy' eseri olu-
şudur. Şeriat bakımından dinin karakteristi ği olan bu vahyin dayana ğı
ise ancak ve ancak ilimdir.
Lugatta bilmek, bir şeyin hakikatını bilmek, dikkat üzre bilmek,
kişi nefsinde bilir olmak, şuur ve dü ş ünce, bir şeyi sağlam ve tatmin
edici şekilde bilme... anlamlarına gelen ilim hakkında, olayların ve
hallerin gerektirdi ğine göre âyet ayet ve bazen bütün bir süre olarak
inen, gerektikçe de bir hükmü deyimleyen bir âyet yerine ba şka bir âyet
geçirilen Kur'an deyimlerinin baz ıları şunlardır:
"Bunlar, bizim sana bildirdiğimiz gayb haberleridir". 22
"Allah, sana gönderdiği vahy ile şahadet eder ki bu vahyi sana ilmi
ile gönderdi. Melekler de buna şahadet ederler". 23
"De ki: ben size Allah' ın hazineleri benim yan ımdadır, demiyo-
rum; görünmeyeni de bilirim, demiyorum; bir feri şteh (Melek)im de
demiyorum. Ben, ancak, bana vahy olunana uyuyorum. De ki hiç kör
olanla, gören bir olur mu? Hala dü şünmüyor musun".24
ATATÜRK TÜRKIYESİ NIN MADDI VE MANEVI TEMELİ 129

"Onlar: Allah hiç bir be şere bir şey göndermemi ştir!.. demekle
Allah' ı gereği gibi tanıyamadılar. De ki: Musa'n ın insanlara ayd ınlık
ve hidayet olmak üzre getirdi ği, sizin perakende ka ğıtlara çevirdiğiniz,
bir kısmını belli ettiğiniz, bir çoğunu gizlediğiniz; sizinle babalar ınızın,
sayesinde bir çok şeyler öğrendiğiniz kitabı kim gönderdi?" 25
"İşte bunlar sana vahy etti ğimiz görünmeyen haberlerdendir. Bun-
ları önce ne sen, ne de senin kavmin bilirdi..." 26
"Biz bu Kur'anı sana vah ederek en güzel beyan ile sana her şeyi
açıklıyoruz. Halbuki sen evvelce bunun fark ında değildin". 27
"Biz böylece seni, kendinden önce nice ümmetler gelip geçmi ş bir
ümmete gönderdik ki sana vahy etti ğimizi ona okuyasın...." 28
"Senden önce ancak kendilerine ilahi vahy indirdi ğimiz, melekler
değil, fakat, erkek insanlar göndermi ştik! Bilmiyorsunuz ilim sahip-
lerine sorunuz." 29
"Bütün kâinata hükümran olan, Hak olan Allah' ın Şam, yüceler-
den yücedir. Sen Kur'an ın vahyi tamamlanmadan onu okumakta ace-
le etme. Tanrım! ilmimi arttır de". 30
"....deki: hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu . Ancak tam ak ıllı
insanlar düşünür ve ibret ahrlar". 31
"Biz böylece söz emrimizle sana bir ruh (mülhem bir kitap) vahy
ettik; halbuki, önce Kitab ın da iymanın da ne olduğunu bilmezdin.
Biz bunu kullarımızdan dilediğimizi doğru yola iletmek için bir nur
yaptık, sen muhakkak ki bu nur ile insanlar ı dosdoğru yola.... ileti-
yorsun". 32
"ummilere, önceden ap aç ık sapıklıkta olduklar ı halde, kendi iç-
lerinden onlara Allah' ın âyetlerini okur, onlar ı temizler, onlara Kitap
ve hikmeti öğretir bir Peygamber gönderen O'dur". 33
"Biz seni okutaca ğız ve sen unutmayacaks ın". 34
"Ey Muhammed! Insan ı pıhtılaşmış kandan yaratan Rabb ının
adı ile oku! Oku! Kalemle öğreten, insana bilmedi ğini bildiren Rabbın
en büyük kerem sahibidir". 35
"Ve Kur'an âlemler için ve ak ıl sahiplerinin düşünüp ibret alma-
ları için şuurlu bir uyarmadan ba şka bir şey değildir". 36
Bilgi ve bilgi ile bezenüp geli şmekten ibaret olan bir dini bildir-
mekle görevli olan Peygamberi 37 de Kur'an, bir çok iyi huylarla vas ıf-
landırmakla beraber, bu bildirme i şinde de ilmi ve ilim önderliğini en
büyük fazilet olarak kabullenmekte, Peygamberli ğin de başlıca şartı
saymakta ve onun hakk ında şöyle demektedir:
130 CAVIT SUNAR

"Putlara tapmad ı". 3 8


"Yanılmadı, sapmadı, aldanmadı. O, kendiliğinden değil, ancak,
bildirilen bir vahy ile konuşmaktad ır. Ona büyük kuvvetlere sahib biri
öğretmiştir". 39
"İnsanların yükselmeyi şlerine üzülür, s ıkılır ve insan olarak yüksek
kaabiliyetlerini kullanmayışlarına acınır..". 40
"Kendisine Allah adına okumas ı emr edildi". 41
"Ilahi vahyi Cebrâil"den". 4 2
"Veya Ruh-ul Kudsten", 43
"Veya Ruh-ul Emin'den ald ı". 44
"Kendisine her şey bilgi ile kolaylaştırılmıştı, kendisi de insanlar ı
daima bilgisi ile irşad ederdi". 45
"Ona pek kuvvetli biri ö ğretti; o, olgunlu ğun zirvesindedir". 46
"Mürşitliği, Risaleti bütün alemi kaplamıştır". 47
"O, kendinden önce gelip te yanl ış dii şüncelere saplanan ve sap ık-
lıkta kalanları da kendinden sonra gelecekleri de onlara ayetler okuya-
rak kitap ve hikmeti ö ğretmek suretiyle ar ıtıp doğru yola ileticidir". 48
"Ve o insanları bu doğru dü şünme ve gerçek bilgi yoluna yönelt-
mek için bu dünya hayat ında akıl ve bilgi üzre ya şayıp yaşamaman ın
zorunlu sonucu olacak bir mükâfat ve mücazât aleminin de yarat ıcısı
ve sözcüsüdür". 49
Güzellik ve inceliğe vurgun, hatalar ı bağışlayıcı, insanlara daima
iyilikle ve tatlılıkla muamele eden, kuvvetli bir görü şe ve gerçeklerin
ilmine sahip bulunan Peygamberin Şeriatta haraket noktalar ın:
"Islam da zarar ve zararla mukabele yoktur". 50
"Müsamaha edin, müsamaha gör ürsünüz". 5 1
"Müslüman ona denir ki Halk onun elinden ve dilinden selâmette
olur" 52.
"Bir şeyin faydası zarar ve ziyana kar şı kefaleti mukabelesinde-
dir". 5 3
"Zâlim soy için hak olmaz" 84
"Delil, iddia eden; yemin, inkâr eden üzerindedir". 55
gibi hikmetler te şkil eder.
"Hep birden Allah'ın ipine sarılınız" 56 deyimli ayet te onun ce
miyyet görüşünü açıklar.
Hz. Muhammed, dini vecibeleri (vücub-bırakılması caiz olmayan,
zorunlu ve lüzumlu olan), şeriata ait hükümleri teorik de ğil de pratik
ATATÜRK TÜRKIYES İ NIN MADDI VE MANEVI TEMELI 131

bir tarz ve şekilde ortaya koyar ve ço ğunu emr ve nehy suretinde bildi-
rirdi. Bununla da kalmay ıp, Emirden vücub mu yoksa nedb (emirler-
den ve nehylerden olmayıp ancak işlenmesi makbül olan şeylerin hali)
ve ibaha ( şeriatça emr veya nehy edilmeyip insanlar ın arzusuna b ırakı-
lan şeylerin Mli) mi; Nehy'den de hürmet ( şeriatça kullanılması yasak
edildi şeyin hali) ve kerahat ( şeriatça aç ıkça haram say ılmayıp mübah
olduğu halde harama yak ınlığı dolayısiyle sakınılmas ı gereken şeyin
hali) mı kasd ettiğini bildirmez, bu noktalar ı Sahabelerin firasetleri-
ne bırakırdı .
Bazı meseleler hakkında da soru sorulmas ını istemez, onlar hakk ın-
da hüküm vermekten çekinir ve bu gibi meselelerin çözümünü herkesin
kendi anlayış ve kavramına bırakırdı .
Hükümet i şlerinde (Me şveret)i, 57 me'murluk ve mahkeme i şlerinde
ehliyet ve adaleti, 5 8 cemiyyet işlerinde de fertler üzerinde vazife ve mes'-
uliyeti59, ve her hal ve durumda ictihad üzre bulunma ğı şiddetle tav-
siye ederdi.
O, en ziyade i'tikada ve ahlâka önem vermi ş, i'tikadları, uliıhiyet-
te birlik esas ı ile akıl; ahlaki da yüksek duygu esaslar ı üzerine kurmuş-
tur. "Ben, ancak, en güzel ahlaki tamamlamak için gönderildim", 69
ın son sözü olmuştur. sözüdeonHac'
İ'tikadlar konusuna bat ıl fikirleri red hususunda pek şiddet gös-
termesine kar şılık muamelelere ait k ısmi ve cüz'i hükümlerde yumu şak
ve bağışlayıcı davranır, kolay olanı seçer ve kolayla ştırmağı tavsiye
ile : "Allah sizin için kolayl ık ister, güçlük istemez", 61 ve "...Allah size
dinde darlık ve güçlük vermedi" 62 gibi âyetlerle, "Gerçekten, din, ko-
laylıktır", 63 "Dininizin hayırlısı size en kolay olanıdır", 64 "Öğretiniz
kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz", 65
ı en kolay olan dinle gönderildim" 66 gibi sözler söyler, iş-"Uyulmas
lerde ve hareketlerde esas olarak vücub ve mükellefiyet yoklu ğunu
öne sürerdi.
Her çe şit batıl inançları yıkan ve her çe şit taklit kadrolar ını par-
çalayan ve yalnız ilme ve fazilete sanılan Hz Muhammed'in biricik
duası şu idi: "Ulu Tanrım! ilmimi arttır, 67 bize eşyanın hakikatlarını
olduğu gibi göster". 68
Her türlü hayat için ilmi biricik mür şit olarak kabul ve ilan eden
böyle bir din, zuhurundan k ısa bir zaman sonra, bütün bat ıl düşünce-
lere ve ya şayışlara sahne olan kendine komş u memleketleri ve topluluk-
ları birer birer hükmü altına almış ve öz mahiyeti gere ği maddi ve ma'-
132 CAVİT SUNAR

nevi her türlü ilmi kendi öz mal ı sayıp, din ve mezhepleri ne olursa ol-
sun, bütün ilmi zihniyetleri ve âlimleri sinesinde bar ındırmakla da bir
kaç yüzyıl içinde koca bir medeniyet kurmu ş ve Rönesans'a kadar her
alanda Avrupa'ya önderlik etmi ştir. Çünkü, bu din, insan ı insan yapan
akıl ve onun özel bilgisine dayanan "Fıtri" denen dindir. Çünkü, bu
din, i'tikad ve adetleri körü körüne taklit ile gericilik gütme ği ve hura-
felere saplanmağı kesilikle red eden ve durmadan ilerleme ği emr eden
"Islam" dinidir. Çünkü, bu din, k ısaca, "Hayat" dinidir; yaln ız ve
yalnız akla dayanan hayat ın ta kendisidir.
Akla ve ilme dayanan, hayat ın kendisi olan bu gerçek dinde, insa-
nın, yaratıcısı karşısındaki durumu, yani gerçek kulluk ta bir tak ım söz-
ler ve hareketlerin toplam ı olan ve korkuya, ricaya veya her hangi bir
isteğe dayalı bir yalvarıştan ibaret de ğildir. İnsan, yarat ıcısına, ilgi ile
birlikte bilgi ile de yönelmek zorundad ır. Gerçek kulluk, Allah' ı, özel-
likleriyle bilme ve birleme ve bu yüzden onu gerekti ği şekilde büyültme
ve muhabbet iledir ve ancak bu suretledir ki insan Allah' ın ahlaki ile
ahlâklanmış ve kötülüklerden uzakla şmış olur. "Her kimi, kıldığı na-
mazlar, aklın ve dinin red etti ği şeylerden al ıkoymuyorsa o kimse,
günden güne, Allah'tan uzakla şmış demektir". 69 Allah ise insanın kal-
binde olduğundan 70 kulluğun esası ve en büyük kulluk ta insan ın iyi-
likle hizmette bulunmas ı, hayr işleyip hayırlı olmasıdır. Hayrın en bü-
yüğü ise, bizzat Kur'an ın bildirdiğine göre de bilgidir. Kur'anda şöyle
denmektedir: "Kitaptan sana vahy edileni oku, namaz ı kıl, namaz, in-
sanı aklın ve şeriatın red etti ği şeylerden al ıkor ; Allah'ı bilerek ve bel-
leyerek anmak ise ondan da büyüktür". 71
Ayetler ve hadislerle de i şaret edildiği gibi Allah, insanı kendi var-
lığı üzre yaratt ı ve onun kalbinde yer etti. O, bize bizim şah damarım ız-
dan da daha yakındır. Şu halde biz, onunla gerçek benlik ba ğı ile bağ-
lıyız. Fakat, bu bağı kurabilmek için bu benli ğin, dolayısiyle, Allah'ın
ne olduğunu bilmek, 72 onu, gerçek ilgi ve bilgi ile bilip bellemek gerekir.
Çünkü, "kendisine ilim ve hikmet bah ş olunan gerçekten büyük hayra
ulaşmıştır, bunu da anak tam akıllılar anlayabilir". 73
Kısaca, İslam dininin başlıca şartı akıl ve ilimdir. Kur'anda:
"Allah yolunda ilimsiz, delilsiz ve kitaps ız münakaşa ve müdafaada
bulunan çok kişiler vardır" 74, "ilmi isteyiniz...." 75, "Allah, hikmeti
kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse, muhakkak ona çok
hayır verilmiştir." 76 "Salim akıl sahiplerinden ba şkası iyi düşünemez.' 77
,

78 "Allah, ilme nail olanların derecelerini yük- "Cahilerdnyüzçv.


,

seltir." 79 "Ş üphe yok ki göklerin ve yerin yarat ılışında, gece ile gündü-
,
ATATÜRK TÜRKİYES İ Nİ N MADDI VE MANEVI TEMELI 133

zün birbirlerini pe şleyişinde akıl sahipleri için deliller vard ır". 80 gibi
algılama ve tefekkür hakk ında akla ait beşyüze yakın âyet vard ır; elli-
ye yakı n yerde de (Ya'k ılüne, Ta'kılfine) yani, (Düşünüp ibret Alınız)
diyele emr edilmektedir. Ve en nihayet Kur'an, aç ıkça ve kesin olarak,
şöyle demektedir:
"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ?" 8 1 .

"Her şeyin gerçeğini öğrenmek ve gerçe ği bilinmeyen şeye bağlan-


mamalı" 82 .

"Allah, Adem'e bütün isimleri öğretti" 8 3 .

"Yaratan Tanr ının adı ile Oku!" 84.


"Oku! Kalemle ö ğreten, insana bilmedi ğini bildiren Rab'bin en
büyük kerem sahibidir" ".
"Size içinizden âyetlerimizi okur, sizi tertemiz eder, size Kitap ve
hikmeti öğretir, size evvelce bilmediklerinizi bildirir bir Peygamber
gönderdik" 8 6 .

"Ey Muhammed! doğrusu, senden önce de kendilerine kitaplar ve


belgeler vahy ettiğimiz bir takım adamlar gönderdik. Bilmiyorsan ız
kitaplılara sorun. Sana da insanlara gönderileni aç ıklayasın diye Kur'-
anı gönderdik" 87 .

"Ey Muhammed! sana, "Sen Okumu şsun" derler; öyle ise biz,
öğrenecek kimselere âyetleri böylece türlü türlü aç ıklamaktayız". 88
"Ey Muhammed! de ki: benim yolum budur, ben ve bana uyanlar
bilerek insanları Allah'a çağımız" 89 .

"Sana Kur'an okununca sen de onun okunu ş una uy; onun aç ık-
lanması ve deyimi de yine bize dü şer" 90.
"Sonra bu kitabı, kavmlerimizden seçti ğimiz kimselere miras
bırakmışızd ır" 9 .
"Insanlardan Allah hakk ında hiç bir bilgi olmadan, do ğruluk reh-
beri ve nurlandırıcı kitap bulunmadan tartışanlar vard ır" 92 .
"Biz bu misalleri; insanlar için getiriyoruz; onlara ancak ilim sahi-
bi olanlar akıl erdirirler"".
"Allah, âyetlerini anlay ıp düşünmeniz için böylece bildiriyor" 94
"Biz, böylece, anlayan insanlar için âyetleri apaç ık bildiririz
Bu din, Allah' ın o fıtratıdır ki insanları onun üzerine yaratm ıştır. Allah'-
in yarattığı değiştirilemez. En do ğru din, işte budur. Fakat, insanlar ın
çoğu bilmezler" 95.
"Bunda görebilen insanlar için ibret vard ır"96.
134 CAVIT SUNAR

"Düşünen bir millet için bunda ibret vard ır" 97 .


"Sana kitabı indiren odur. Onda kitab ın temeli olan kesin anlam-
lar vardır; diğerleri de çe şitli anlamlıdırlar... Bunu, ancak, ilimde de-
rinleşmiş olanlar, akıl sahipleri düşünebilirler' 98.
"Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinden üstün
bir bilen bulunur." 99
"Şeytan, sizin içinizden nice nice halk ı baştan çıkardı. Sizde bunu
anlayacak akıl yok muydu? İşte size vaad olunan cehennem budur." ı oo
"Âyetlerimizi yalan sayanlar ı boğduk. Çünkü bunlar kör, cahil
bir halk idiler."lo ı
"Biz, akıl erdiresiniz diye onu arapça Kur'an yapt ık". 1 02
"Sana gelen ilimeden sonra onlar ın heveslerine uyarsan and olsun
ki Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yard ımcı olur". 103
"Onlar, aklı erer kimseler de ğildirler". 1 04
"Allah sizi anan ızın karnından hiç bir şey bilmediğiniz halde çı-
kardı. Şükr edesiniz diye kulaklar, gözler ve kalpler verdi.... bunda
mü'minler için ibretler vard ır". 105
"Siz ne kadar az dü şünüyorsunuz! ;Allah dü şünmeyenleri ceza-
ya uğratır."10 6
"İçinizden bazıları yaşamın en kötü devrine vard ırılır ki bir şey
bilir iken bilmez olurlar". 1 ° 7
Bu konuda Peygamber de: "Ben, filmin şehriyim" deyip ve her şey-
den önce bütün batıl inançları red edip, sadece, ilmi ile öğünmü ş ve ger-
çek yolunda da, sadece, akla ve ilme sar ılmağı emr ile şöyle demiştir :

("Nushalar, bazil bentler takmalar, nazar de ğmesin diye elbiselere


bir takım şeyler asmalar; kar ıların, kocalarına kendilerini sevdirmeleri
için remil döktürmeler,sihir yaptırmalar şirktir".
"Boncuk, nusha gibi şeylerle oyalanan zavall ıların ümitleri daima
boşa çıkar".
"Yıldızların hallerinden ve hareketlerinden hüküm ç ıkarmak gibi
şeyler öğrenen kimse, ancak, sihirle u ğraşmış olur ki bu gibi hurafeler-
den ne kadar çok şey öğrenilirse suç ta o nisbette artar".
"İsimlerden, ku şların seslerinden, uğursuzluk inancı ile hükümler
çıkarmak, remil ve nokta dökmek Putperestlik adetlerindendir".
"Kuş uçmasından veya bu gibi şeylerden uğurluluk veya uğursuz-
luk çıkaran veya ç ıkartan; kahinlik edip gelecekten haber verme ğe kal-
kışan veya haber almak isteyen; sihir yapan veya yapt ıran İslam mil-
'etinden değildir".
ATATÜ- RK TÜRKİYES İ N N MADDI VE MANEVI TEMEL İ 135

"Hasetçiler ve halk ı birbirine dü şürmek için söz ta şıyanlar ve kâ-


hinlik ettirenler benden olmad ıkları gibi ben de onlardan değilim".
"Ölülerden medet umup bir takım maksatlarla kabirleri ziyaret
edenlere ve onları canlı kılmağa çalışıp süsleyip bezeyenlere Allah Lâ-
net eylesin!".

"Din aklın ta kendisidir; akl ı olmayan ın dini de yoktur".


"Sakın dinde taşkınlığa ve aşkınlığa kaçmayın. Çünkü, sizden
öncekilerin mahv olmalarına sebep, ancak, dinde a şırı kaçmış olmala-
rıdır".
"Ahlak bakımından halkın en güzeli, din bakımından da en güze-
lidir".
"Bu ilim dindir. Dininizi ö ğreneceğiniz kimsenin alim ve kâmil
olmasına dikkat ediniz".
"Hiç bir kimsenin dini de, akl ı doğru olmadıkça, doğru olamaz".

"Allah, aklı olmayan mü'mini sevmez".


"Kişinin müslümanlığı aklı derecesindedir".
"Aklı olanların gidecekleri son yer, mutlaka, cennettir".
"Cennet yüz derecedir. Bu derecelerin doksan dokuzu, yaln ız,
akıllılara; bir derecesi de bütün halk içindir".
"Halk, hayır işleseler de alacakları mükâfat, ancak, ak ıllarının mik
darına göredir".
"İnsanların birbirlerine üstünlükleri, dünyada da âhirette de, sa-
dece, akıl bakımındandır".
"Aklı ile yaşayan selâmete ve saadete erer".
"Çocuklarının akılsız kadınlara emzirtmeyiniz".
"Halka yumuşaklıkla ve şefkat ile amele etmek ak ıl ve hikmetin
başıdır".
"Halka akılları derecesinde konu ş".

"Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır".


"İlim, Allah yolunu aydınlatır".
"Dünyayı isteyen ilme sar ılsın, âhireti isteyen ilme sarılsın, her
ikisini isteyen yine ilme sar ılsın".
"İlim hakkında konuşmak, Allah'a tesbih etmektir".
136 CAVİT SUNAR

"Başkalarına bilmediklerini öğretmek Allah'a yakla şmaktır".


"İlim yolunu tutan bir adam ı, Allah, o yolu ile cennete ula ştırır".
"İlim, müslümanın kaybolmuş malıdır, nerede bulsa alır".
"İlim, hazinedir, anahtarı da sualdır".
"İlim, ibadetten üstündür, dinin k ıvamıdır".
"Kadın, erkek, her müslümana ilim tahsil etmek farzd ır".
"İlim, Çinde de olsa gidip ö ğreniniz".
"Beşikten mezara kadar ilme çal ışma".
"Öğretici, öğrnici, dinleyici olun veya bunları sevip bunların dışında
kalmamağa gayret edin ki peri şan olmayasınız".
"Bana ilmin fazileti , ıbadetin faziletinden daha sevgilidir".
"İlim istemek müslüman ın ahlâkındandır".
"İlme talip olana cennet talip olur".
"Kıyamet gününde insanlar ın en çok peşiman olanı, dünyada müm
kün olduğu hâlde, ilim tahsil etmeyen kimse ile, ilim ö ğrettiği kimse
ilmi ile hareket edip te kendisi ilmi ile hareket etmeyen kimsedir".
"İnsanın geçerli ilminden daha faziletli sadaka olamaz".
"Sadakanın en faziletlisi, müslüman ki şinin ilim öğrenip öğrendik-
ten sonra onu müslüman karde şlerine ö ğretmektir".
"Bir an düşünmek, be şyüz yıl ibadet etmekten hay ırlıdır".
"İlim ile yapılan az ibadet fayda verir de bilgisiz olarak yap ılan
çok ibadet hiç fayda vermez".
"Tefekkür gibi ibadet olamaz".
"İlim öğrenmek her mü'mine farzd ır".
"İlim elde etmeğe çalışmak, Allah kat ında namazdan, oruçtan,
hactan, Yüce ve Ulu Tanr ı yolunda savaştan da üstündür".
"Ne mutlu ilimsizliği bırakıp öğrenene, üstünlük elde edene, ada-
letle muamelede bulunana".
"İlim elde etmeğe uğraşan kişi müslümanlığın direğidir".
"İlim, benim mirasımdır, benden önceki Peygamberlerin miras ı".
"İlim sahibi olarak uyumak, ilimsiz olarak namaz k ılmaktan ha-
yı rl ıd ır"
"Cennet bahçelerinden geçerken e ğleşin ; cennet bahçeleri nereleri-
dir, dediler; dedi ki : İlim meclisleri".
ATATÜRK TÜRKİ YES İ Nİ N MADDI' VE MANEVI TEMELI 137

" .... Ya İbrahim! şüphe yok ki ben hakkiyle alimim ve alimleri


severim"
"Benim ümmetimin alimleri İsrailin Nebileri gibidir".
"Kamil insanın firasetinden sak ınınız. Zira, o Allah' ın nuru ile
bakar".
"Büyüklerle oturunuz, gerçek alimlerden sorunuz, hakimlerle dü-
şüp kalkınız".
"Alim bir kişinin yatağına dayanıp bir an kitabına bakması, iba-
detle uğraşan kimsenin yetmi ş yıl ibadet etmesinden hay ırlıdır".
"Alim, ibadet edenden tam yetmi ş derece üstündür; her derecenin
öbür derece ile aras ı da gök ile yer kadard ır".
"Alim bir kimsenin yüzüne bakmak ibadettir".
"Alimler, yer yüzünün ışıklarıdır; Peygamberlerin halifeleridir;
benim mirasç ılarımdır; Peygamberlerin mirasç ılarıdır".
"Alimin günah" bir, câhilin ise ikidir. Çünkü, câhillik te bir gü-
nahtır".
"Ma'nasını düşünmeden Kur'an okumakta hayır yoktur".
"Dinin hükümlerini bilmeden ibadet edip duran ki şi, değirmen
döndüren e şeğe benzer".
"İnsanların en kötüsü, şerir alimlerdir".
"Alimin ölümü, âlemin helaki gibidir".
"ilim ve alimlere saygı gösteren bana sayg ı göstermi ş olur".
"Alimin kalemlerinin mürekkepleri, şehitlerin kanlarından daha
yücedir".
"Insanların iki bölüğü vardır, bunlar düzgün oldumu bütün insan-
lar düzelir, bunlar bozuldu mu bütün halk bozgunlu ğa uğrar: alimler
ve buyruk sahiplei",
Kısaca:
"İslam dininin âfeti, onun gerçek dinden anlamayanlar ın elinde
bırakılmasıdır"). ı o 8
Islam dininin ikinci büyük şahsiyeti ve Peygamberin kendisi için
(İlmin kapısı) saydığı sırdaşı ve akıl arkada şı Hz. Ali de şöyle demekte-
dir :
( "Din, her cihetten yükselme ği emr eder".
"Allah'ın insanlara verdiği ni'metlerin en büyü ğü akıldır".
"Ancak metin akılla, haya ille, iffet ve terbiye ile iftihar olunur".
138 CAVIT SUNAR

"Zenginliğin en iyisi akıldır".


"Zenginliğin en yüce derecesi ak ıldır".
"Akıllı adamın zann ı kehanetidir".
"Edeb, aklın suretidir".
"Akıl azlığından daha kötü bir hastal ık yoktur".
"Yoksulluğun en kötüsü ahmakl ıktır".
"Yoksulluğun en son derecesi akılsızlıktır".
"İki şey var ki asla sonuna eri şilemez: zeka ve dil".
"İnsanın en hayırlı dostu akıldır".
"Aklının zenginliği ilimdir".
"Her şey akla muhtaçt ır; akıl da eğitime".
"Göz körlüğü zeka körlü ğünden yeğdir".
"Ası l yetimler, anadan babadan de ğil, fakat, ak ıldan yoksun olan-
lardır".
"Akıl, ilim ve tecrübelerle geli şen zihni bir isti'datt ır".
"Akıl ve iyman ikiz kardeştirler ki Allah birini, öteki olmadan
kabul etmez"'.
"Akıl gibi mal, güzel huy gibi dost, edeb gibi miras, ilahi hidayet
gibi rehber, ilim gibi şeref olamaz".
"Fikir sahibi her şeyden ibret al ır".
"Akıl sahibi için yoksulluk yoktur".
"İlim gibi bir hazine olamaz."
"İlim rütbelerin en yükseğidir".
"İlim şereflerin en yücesidir".
"İlmin üstünlüğüne ve hakimiyetine zeval yoktur".
"Miislümana ganimet hikmeti bulmakt ır".
"Hikmet (Felsefe) gönüllerde serpilen bir a ğaçtır".
"Bir parçacık ilim, bir çok hareketlerde bulunmaktan hay ırlıdır".
"İlim meclisi, cennet bahçesidir".
"Kitaplar, alimlerin bahçeleridir".
"Kendinizi irşad etmezseniz, asla ba şkalarını irşad edemezsiniz".
"Müşavereyi b ırakan gerçe ğe ulaşamaz".
"İ lim ile kurtulur, cahillikle batars ın".
"Kişi bilmediği şeye düşman kesilir".
kalb ve zeka gözü ile görür; cahil, yaln ız gözleriyle".
A.TATK TÜRKİ YES İ Nİ N MADD İ VE MANEVI TEMELI 139

"Şerefli ve önemli bir mevkiiniz olması için ilme sardınız".


"Cahil zenginlerin en çok k ızdıkları ve içlerinden gizli gizli düşman-
lı k besledikleri kimseler, fakir alimlerdir ; çünkü, para ile sat ın alama-
yacakları mücevherin bu adamlarda bulundu ğunu bilirler".
"Seni doğrultamayan öğrenim, eğri yollara götürür".
"Kendini bilmeyen başkasını nasıl bilebilir ?"
"Akıllı bir adam fakir olabilir, fakat, hiç bir zaman şerefsiz ola-
maz."
"Akıllı ve tecrübeli kimselerin sözleriyle hareket eden asla aldan-
maz".
"Câhiller için ölümden önce bir ölüm vard ır. Bu gibilerin beden-
leri, kendilerine, mezardan önce mezard ır. Gerçekte bir adam ilim ile
canlı olmadıkça ölüden başka bir şey değildir".
"Câhil ile görüşmeyin, zira, câhiller bilgileri yok ederler".
"Fazilet ve üstünlük, ancak, ilim adamlrına aittir. Çünkü, onlar
doğru yolda yol arayanlar ın klavuzlarıdırlar. Kişinin kıymeti, kesin
olarak bildiğ i bilgisinden ibarettir. Câhiller de ilim adamlar ının düş-
manıd ırlar"
"Bilgisizlik, ba ş düşmanımadır".
"Bana bir harf ö ğreten, beni köle edinmiş olur."
"En faydalı bilgi uygulanabilen bilgidir".
"Dine en büyük yara, gerçek bir din aliminin ölümüdür".
"Çocuklarınızı kendi yaşadığınız zamana göre de ğil, onların ya-
şayacakları zamanın ihtiyaçlarına göre e ğitiniz ve öğretiniz, Çünkü,
onlar, sizin zamanınızdan başka bir zaman için do ğmuşlardır".
"İnsanlık olmayanda din yoktur"). ı 09
Yukarıda işaret ettiğimiz bütün bu Kur'ana, Peygambere ve Ali'ye
ait sözler İslâmlıkta akla ve ilme verilen k ıymet ve önemin açık delil-
leridir. Hurafelerin, bat ıl düşüncelerin İslam dini ile hiç bir ilgisi olma-
dığı gibi akılla da uygunlukları yoktur. Nitekim, bir çok Garb tenkit-
çilerince de Musa dini, eski Asurlular ın ve Babillilerin mitolojilerine;
İsa da bâkire Meryem'e ve Teslis te Hint ve M ısır mitolojilerine irca' edil-
miş, fakat, İslam dininde tabii ve aili say ılamayacak hiç bir husus göste-
rilememiştir. Nebilik, vahy ve mi'rac hakkndaki baz ı tenkitler ise ciddi-
yetten uzak olup tenkitçilerin anlay ışsızlıklarının bir deyiminden ba şka
değildir.
140 CAVİT SUNAR

İslam dini akıl üzerine kurulmu ş bir dindir ve müslümanın dini


de aklıdır. Bu sebepledir ki akıl ile nakil, yani akıl ile şeriatın zâhiri
arasında her hangi bir çatışma olduğunda daima akla uyulması ve nak-
lin de te'vil edilmesi bir şeriat kanunudur. İymanın elde edilmesinde
ve yakin mertebesine ula şmada da biricik vasıta, alemde bir tertip ve
düzen gören, sebeplerle bunlar ın sonuçları arasında tam bir bağlılık
kuran ve mantıki akıl yürütmelerle çokluktan birli ğe yükselerek âlem-
lerin bir yaratıcısı bulunduğunu ve onun da tek olduğunu kesin olarak
kabul ve müdafaa eden, ak ıldır.
Daha başka bir deyişle, sırf taklit ile Allah'a iyman etme ği şeriat
de hor görür ve Hak'k ın aranmas ında, dini akidelerin ıspatında, delili
şart ko şar. Bu ise nazari akıl ile mümkündür. Bu sebeple ak ılla kavra-
m ve mantık yolu dini vecibelerdendir. Do ğruyu ve yanlışı akıl yolu ile
ayıramayanlar İslam nazarında alim sayılmazlar. Şeriat yolu, gerçek
felsefe yolundan ayr ılmaz. Zira, felsefenin dayana ğı olan temel taşları
dinin de dayanaklarıdı r. Akil' dü şünce ve delillerdeki bu dayanakların
da dayandığı biricik prensip ise taklit değil, yalnız ve yalnız, hür dü şün-
cedir. Hür düşünce de, ancak ve ancak, hür insanda olur.
Dünya hayatımızın olduğu kadar dini hayatımızın da biricik mür-
şidi bulunduğuna ve böyle olmak zorunlulu ğuna ve yukarıda açıkladı-
ğı= büyük özellikleriyle yaln ız insana mahsus olduğuna işaret etti-
ğimiz akıl, İlk Muallim Aristo'ya göre Allah'ın kendisi; İkinci Muallim
Farabrye göre de Allah'tan ç ıkan ilk varlıktır. Bu her iki görüşte de
aklın mahiyeti hakkında kesinlikle ortaya konan şey, onun ilahi olu-
şudur.
Şimdi, bu ilahi mahiyette olan aklın ullıhiyet mertebesinden dünya-
' mızdaki en a şağı varlık derecesine kadar olan görünmez ve görünür
âlemlerdeki Metafizik seyrine; ulühiyet alan ı ile yaratıklar alanı, yani
yaratanla yarat ılmışları bilip bildirme bakımınan psikolojik hal ve key-
fiyetine ; ve yaratan ile yarat ılanların arasında ve ortasında bulunması
bakımından da dünya ve âhiret için, daha do ğrusu tek olan bir ve ayni
varlıkta dünya ve âhiret suretinde iki çe şit yaşantı için tutumunun ne
olması gerektiğine de önemle işaret edelim.
Tasavvufi bir dil ile, ak ıl, arıtma, soyutlama (tenzih) yerinde, usul
ve âdete dayanan tenzih ile değil, fakat, gerçek tenzih ile tenzih eder.
Teşbih (benzetme, somutlama) yerlerinde de gördü ğü şeylerle ve ke ş-
fi ile teşbih eder ve gerek tabii suretlerde gerekse unsura ait suretlerde
Hak'kın yayılışını görür. Dolayısiyle, her suretin ayn' ını Hak'kın ayn' ı
görür ve böyle görmediği hiç bir suret kalmaz. Hak'k ın vücudu dışın-
ATATÜRK T İjRKİYESİ Nİ N MADDI VE MANEVİ TEMELİ 141

da bir suret görmez ki Hak'kı ondan tenzih etsin ve Hak'tan gayri bir
şey için başka bir vücut ispat etmez ki vehmi ile ona te şbih etsin. O,
kendi kendiliğinde tenzih ve te şbih etmez. Hak, kendi nefsini tenzih
ettiği yerde ancak tenzih ve te şbih ettiği yerde tenzih ve te şbih eder. 110
Vehme ait nisbetlerin hepsi akla ait nisbetlerin hepsine ba ğlıdır.
Tenzihin teşbihten tamamen annm ış olması mümkün değildir. Nitekim
Kur'anda da şöyle bir ayet vard ır : "Leyse kemislihî şey'ün" ı ı 1 . Allah,
burada tenzih etmi ş ve tenzihte de te şbih etmiştir. Bu tenzih te te şbih-
tir, şu kadar ki vehme ait teşbihtir.
Yukarıda işaret etti ğimiz ayet tenzih hakkındaki ayetlerin en bil-
yüğüdür. Bununla beraber bu ayet (K) sebebi ile tenzihten annm ış de-
ğildir. Ayetteki (Kesmilihi)nin (K)si misl anlam ına sayıhrsa : "Bir şey
Hak'kın misli değildir, illa kendidir" demek olur ki bu bir s ınırlama-
dır. (K) harfi misl anlam ına değil de mesel anlamına alınırsa: "Onun
misli gibi bir şey yoktur" demek olur ki bu da ayn ı teşbihtir. Burada,
eşyadan bir şeyin bu her şeyden münezzeh olan mislin misli olmasının
önlenişi, bir benzerliğin ortadan kaldırılışı söz konusudur. Başka bir
deyişle de vücut bir ve mutlak oldu ğundan Allah ta ondan ba şka olma-
dığından Hak'kın misli yine kendinden başka değildir. Bu sebeple Hak'-
ka mesel ve misal ispat edilir. Misl, Hak'k ın kendi; mesel ve misal da far
kıdır ve zât, tenzih, fark ta te şbihtir. Gerçek birleme de tenzih ile te şbih
arasını birleştirmektir.
Allah'ın, onun nefisini bilici olan alimlerin âlimi olduğu mutlak-
tır. Halbuki Allah, tenzih ve te şbihten ve yaratılmış olanların vasfın-
dan başkaca kendi nefsinden bir deyimde bulunmam ıştır. Burada da
şu âyete işaret edebiliriz. "Senin Tannn, kudret ve izzet Tanr ısıdır.
Onların bütün isnatlarından münezzektir.". ı 12 Ne çare ki insanlar,
Allahı, ancak, akıllarının onlara verebileceği vasıfla vasıflarlar. Bu
suretle gerçi Allah insani perdelerle perdelenmi ş ve kayıtlanmış ve
nazara ait kuvvetlerle de kar ışmış olan akılların vasfından ten-
zih olunmuş sayılabilirse de maddeye ait bulanıklıklardan ve im-
kân ve mizaca ait bulanmalardan s ıyrılıp saflaşmış, yani ilahi tecel-
illeri ve isimlere ait Ali lutf ve ihsanlar ı kabullenici olan ârif kalblerin
vasfından yine de tenzih olunmu ş sayılmaz.
Allah, kendi nefsini insanlar ın tenzihinden tenzih etmi ştir. Zira,
insanlar o tenzihleriyle Hak'k ı sınırlarlar. Mesela, bilginler, Hak'k ı,
tenzih etmek maksadiyle Hak, cisim değildir; cevher değildir; araz de-
ğildir; şu değildir; bu değildir.... derler ki böyle bir tenzih ayni sm ırla-
madır. Çünkü, bu, Hak'kı eşya ile sınırlamaktan tenzihtir ve sinirli
142 CAVIT SUNAR

bir şeyden ayırd edilen de, o şeyden ayırd edilmiş olmakla, sınırlanmış
olur. Mutlak varlık, yani Hak hakkında sımrlama ise kesinlikle yanl ış
ve dince de yasakt ır.
Hak, kendi nefsini, tenzih edenlerin tenzihinden de tenzih etmi ş ve
onların tenzihlerinin bulan ık ve karışık akıllardan sadır olduğunu bil-
dirmiş bulunmaktad ır. Tenzih edenlerin tenzihinden Hak'k ın kendi
nefsini tenzih etmesi, ak ılların, Hak'kın nefsini algılama keyfiyetini
tasavvurlar ından ötürüdür. Hak'k ın kendi nefsinde ilahi suretlerinden
hangi suret üzre oldu ğunun yine ancak onun kendi nefsi bilir. İnsanın
meydana çıkıp görünmesinde kemaller cümlesinden say ılan sıfatların
hisse ve akla ait vasıflarla vasıflanmaktan zati bak ımından münezzeh
olan zattan kaldırılmasını algılamağa insanların akıllarında kudret
yoktur. Dinlerin hepsi vehimlerin kendisiyle hükm etti ği şey ile gelmiş-
tir ki o da tenzih ve teşbihtir. Hak'kı tenzih etti ğini vehimlenen kimse
ayni teşbihtedir; çünkü kendi nefsinden gâfildir. Yani, o kimse Hak'k ı
vehm ile tenzih eder ve Hak üzre vehm ile hükm eder. Çünkü, vehm,
onun kendi nefsinde mevcuttur. Eğer kişi kendi nefsini bilseydi do ğru ve
noksansız vehm ile hükm eerdi. Dinde insan ın vehmine ve akl ına uygun
olarak gelmiş olan şey de budur. Burada şu âyete de işaret edebiliriz:
"Beni davet edin ki icabet edeyim.... ve kullan ın sana beni sorarlarsa,
bilsinler ki ben, ş üphesiz onlara yakınım, benden isteyen dua etti ğinde
duasmı kabul ederim, art ık onlar da da'vetimi kabul edip bana inans ın-
lar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar." 113
Dua 114 eden kimse Hak'k ın ona yakın olmasını cisme ait şeyle-
rin ona yaklaşması gibi ve kendi vücudunun da her bir suretle
Hak'tan ba şka olduğunu tevehhüm eder; ve ak ıl da, eğer dua eden
icabet edenin aynı olsaydı icabet eden dua edenden ayırd edilip üstün
tutulmazdı diye düşünür. Halbuki eğer dua eden gerçekte mevcut olsa,
o zaman icabet eden mevcut olmaz. Çünkü, dua edenin vücudu Hak'ka
dayandırılır, bu takdirde de dua eden icabet edenin ayn ı olur 115. Bu
hususta şu âyetlere de i şaret edebiliriz: "Biz ona sizden yakınız, fakat
siz göremezsiniz" 116 , "Biz insana şandamarından daha yak ınız" 117.
İşte gerçekte de dua eden icabet edenin ayn ıdır. Çünkü, kul, dua ede-
nin hüviyyeti, Hak ta icabet edenin hüviyyetidir. Suretlerin birbirlerine
benzemeyişlerinde hiç bir ayk ırılık, zıtlık yoktur. Dua eden ile icabet
eden zâhir ve bât ın bakımından tek olan vücut için iki surettir. O tek
vücut, zâhir ile dua eden, bât ın ile icabet edendir ve o tek vücut olan
Hak üzre zâhir olan suretlerin hepsi de Hak için organlar gibidirler.
Nasıl ki insan da organlariyle çok, fakat, hakikati ile tektir.
ATATÜRK TÜRKİ YESİ Nİ N MADDI VE MANEVI TEMELI 143

Söz götürmez ki, insan, kendinde bir araya gelip toplanm ış olan
toplu bir suretten ba şka değildir. Bu böyle olmakla beraber organlar da
insanın dışında var olan şeyler değildirler. Her bir organ insan ın aynı-
dir, lakin, her bir organ ın sureti di ğer bir organ ın suretinin aynı değil-
dir. Bunun gibi, Hak ta hem çok hem tektir; suret ile çok; zat ı, hakikati
ile tektir. Yani, tek vücut olan Hak ahadiyet ayn' ı ile tektir, suretler,
tecelliler, zuhurlarla ve isimler, s ıfatlar, olaylar ve izafetlerle çoktur.
Dua eden ile icabet edenin aynı olan tek vücut, ayn ile tek ve suret-
leriyle çok olan insan gibidir ki insan ayn ile tektir. Yani, insan cinsi,
insana ait hakikati ile bütün insan nev'ine ait fertleri kendinde topla-
yan tek bir ayn gibidir. İnsan, insan nev'inin hakikati olan ayn ile tek,
lakin, şahısları n suretleriyle çoktur. İşte külli, tümel ak ıl da tıpkı böy-
ledir.
Tümel aklın, külli aklın hüviyyeti ilahidir. Ancak, o, isimler, s ı-
fatlar ve mertebeler bak ımından nisbetine göre fark ını ve seyranını
tamamlamaktad ır. Akıl, bu farka geli şinde ve bu seyran ında kayıtlı-
dır ; zira, isti ğnadan farka gelmi ştir. Eğer, kendinde tecelli zâhir olan
insan kendinde tecelli eden ile birle şip bir Rab insan ı olacak olursa, yani
vücudunda hakim olan Rab olacak olursa, akl'ı, Rabbına geri çevirip
bağlar. Bu taktirde de ak ıl, o insanın kendi hükmü ile değil, Rabbın
tecellisi hasebi ile olur. Fakat, e ğer kendinde teceeli zâhir olan insan
bir nazar ve ak ıl insanı olacak olursa, yani onun vücudunda hakim olan
şey nazar ve akı l olacak olursa bu taktirde de Hak'k ı nazar ve aklın
hükmü gereğine geri çevirip bağlar. Yani, zâhir olan Hak'k ı kendi hük-
müne geri çevirip ba ğlar ve kendi sanısı üzre de onu te'vil eder. Mesela,
zahiri bilginlerle hocalar, ak ıl gücünü aşan ilahi haberlerle Kur'andaki
bazı âyetleri te'vil ederler ve onlar ı kendi akılları hükümlerine indirirler.
Çünkü, onların akılları ilahi kelimeleri ve Kur'ana ait hakikatlar ı al-
gılamaktan âciz ve k ısırdır. İnsanların pek çoğu, dünyada, dünyaya ait
yetişip gelişme hükümleriyle kayıtlı olup arifler için dünyada hasıl olan
âhirete ait yeti şip gelişmelerden ve dolayısiyle balina ait yeti şip geliş-
melerden haberdar olamazlar. Bundan ötürü de akla ait nazara ayk ırı
olan her şeyi imkansız görürler ve mutlak emri, aklın kayıtlılığı hasebiy-
le, kayıtlayıp nazarl aklın gereği üzre onu imkansız görürler. Fakat,
tecelli zamanında, akılca imkansız gördüklerini kabul ve i'tiraf edip
tecelli geçtikten sonra da o tecelli an ında gördükleri şeyden hayrette
kalırlar. Eğer insan akıl insanı olacak olursa Hak'k ı akıl ve nazarın
hükmüne geri çevirip ba ğlar. Eğer insan dünyaya ait yeti şip gelişmeden
âhirete ait yeti şip geliş meye geçecek olursa (mesela, ruhun cesetten ay-
144 CAVİT SUNAR

rılacağı ve ona her şeyin keşf olunmağa başlayacağı zamanlarda ki


gibi) o zaman akl ın algıladığından hayrette kalmaz. Zira, s ırlar ona gö-
rünmüş ve her şeyin aslı ona açıklanmış olur. Bu gibi insanlar, yani arif-
ler bu gibi hallerden sonra tekrar dünyaya dönerler ve görünü şte onlar
dünyaya ait suret üzre bulunurlar. Yani, dünyaya ait surette dünyaya
ait sıfatlarla görünürler. Çünkü, bu görünü şün hükümleri, yani yemek,
içmek, uyumak, evlenmek ve her türlü hislerle hislenmek onlar için de
geçerlidir. Halbuki Allah onlar ı bâtınlarından âhirete ait yeti şip geliş-
meye yöneltmiştir ve onlar âriflikleri hasebiyle hem dünyaya ait yeti-
şip gelişme hem de âhirete ait yeti şip gelişme üzre görünürler. Ama on-
lar için asl olan ruhaniyete ait yeti şip gelişme üzre görünmektir, yoksa,
ârif olamazlar. Arifleri dünyaya ait suretlerinde tan ımak imkansızdır.
Dünyaya ait hükümlerle görünmeleri haysiyetiyle onlar ın ârif olduk-
larını kimse anlayamaz. Onlar ı, ancak, Allah'ın basiretlerini açt ığı kim-
seler anlayabilirler ve o da kendilerinde vuku bulan ilahi tecelli hay-
siyeti ile ve o derecede anlayabilirler.Halk ın göremediği şeyi ârif görür ve
halkın bilemediği şeyi ârif bilip söyler. İlahi tecelli sebebi ile Allah'ı
bilen ve ondan haberdar olan ariflerden her bir ârifin vücudu, kalbine
ilahi tecelli gelmesi sebebi ile o ilahi tecellide bütünlü ğü ile yok olup
Hak'ka ait vücutta zâhir olur. Bu suretle fenâdan sonra bekâ ile baki
olmakla da daha dünyadaki hayat ında âhiret hayatı üzre haşr olmuş
ve vücudu yok olup toplam ın toplamı olan Hak'kın zuhuru günü olan
kıyamet gününde Hak'la dertop edilmi ş, böylelikle de çokluktan birliğe
geçmiş olur. Bu birlik te zâta ait bir birliktir.
Uluhiyet hazretinden olan şey Allah'ın zatının zatıdır ki bu, ilahi
isimler vasıtasiyle değildir. İşte, uluhiyet hazretinden ilahi isimler top-
luğundan gelen ilahi teceeli ile ârif olan ve yukar ıda açıkladığımız şekil-
de haşr edilen insan karail insand ır. Fakat, isimlerin bazısı ile arif olan
kimse, vücudunun bakası ile kayıtlanmış olması hasebiyle, kâmil insan
değildir. İşte, toplanma günü sözü ile deyimlenen Hak'k ın zuhurunun
Hak'la toplanıp bir araya getirilişinin hakikatını kavrayamayan hoca-
lar, zahiri bilginler ve halk, buna ak ıllarının te'vil ettiği surette (Kıya-
met Günü) derler ve böyle özel bir gün beklerler.
Aklı hükmünden şehveti makamına inen ve mutlak hayvan olan
kimse Insandan maade diğer bütün hayvanlar ın keşf ettiği şeyi keşf eder.
Daha açık bir deyişle, bir kimse, aklı hükmünden şehveti makamına
bir çok riyazetlerle ve bedene ait maddi a ğırlığı hafiflete hafiflete iner
ve mutlak hayvan olursa e şyayı tasarrufta akıl ona sıkıntı kaynağı ol-
maktan çıkar ve o kimse akla ait fikirler ve zanna ait vehimler kayd ın-
ATATÜRK TÜRKIYESININ MADDI' VE MANEVI. TEMELI 145

dan kurtulduğunda da Insandan ba şka olan her hayvanın keşf ettiği


şeyi keşf eder. Zira, belli anlamiyle, kendisinde tasarruf bulunmayan
mutlak hayvan mertebesine alçalmayan ve akla ait kay ıtlar ve fikre ait
i'tikadlardan sıyrılmayan insan hayvanda olan keş f mertebesine kavu-
şamaz. Bu sebeple, akla ait akidelerden ba ğımsız olan bütün hayvanlar
keşf sahibidirler.
Bir kimse, bütün hayvanların keşf ettiği şeyi keşf ettiğinde de ken-
di hayvanlığmı, yani hayvanlardan olmas ı sıfatı ile olan hali üzre bulun-
duğunu bilmiş olur.
İnsan, İnsanlık hassalarından, alçalış mertebelerinin sonu olan,
kendi hayvanlığı mertebesine indiğinde, onda, hayattan başka insanlık
hassalarından hiç bir şey kalmaz. Bu taktirde de o kay ıtsız şartsız hay-
vanlık haliyle kayıtsız şartsız bir hayvan olur. O zaman da bütün hay-
vanların fıtri bilgilerden yana bildikleri şeyi bilir ve tekbir hakikat olan
(Hayat)ın bütün suretlerde syr etti ğini görür.
Şu da iyice bilinmelidir ki hayvanlık sıfatlariyle hayvanlık hali
üzre olmayan bir kimse insanlık haslatlariyle de insanlık hali üzre ola-
maz. Bir kimsenin bu aç ıkladığı= hayvanlık makamı ile hayvanlık
hali üzre olması onun insanlık hassalarından bu mertebeye alçal ıp ini-
şi ile olur. Bir kimsenin sırf akıl olmak hali üzre olmas ı da onun bu mer-
tebeye tabiata ait kayıtlardan sıyrılıp yükselmesi ile olur. S ırf hayvan-
lık makamından sırf akıl makamına geçiş ise ikinci bir geçi ştir ve sırf
hayvanlık makamı nasıl her türlü insanlık haslatlarından arınmış ise sırf
akıl makamı da her türlü hayvanlık vasıflarından arınmıştır.
Hayvanlıktan insanlığa olan bu büyük geçi şi sağlayabilen insan da
tabii suretlerde zâhir olan şeyi, ilim zevki ile bilir. Bu da tabii suretler-
den zâhir olan bir hükmün hangi makamdan zâhir oldu ğunun bilinmesi,
yani akıl âleminde tek bir zât, tek bir ayn olan akl ın nefs âleminde nefs
tarafından müşahedesidir. Bu insan, akıl âleminde, aşağı (esfel) alemde
olan tabii suretler için birer asl, birer kaynak olan tümel (külli) şeyleri
ve soyut akılları görür ve şu aslı zevk ile bilir ki : tabii suretlerde gö-
rülen çeşitli hükümler, tabiata ait tikel suretlere inip onlarda ve onlarla
zahir olan gayba ait as ılların, ayn'ların ma'naları ve akla ait tümel ha-
kikatlardır. Ve yine bilir ki hakikat olan mutlak vücut ahadiyet olan
zâtta zatın aynıdır; ayn'lar, as ıllar ve ma'nalarda ma'kül olan s ırf ma'
nadır ; akıllar âleminde sırf akıldır ; nefs âleminde nefstir ; hayvanlar
âleminde hayvand ır ; nebatlar mertebesinde nebatt ır ; cansızlar mertebe-
sinde de cansızdır, taş toprakt ır. Bu tek ayn, bu tek varlık, birliğinde
(vandetinde), zati isti ğna hali kendisinden hiç bir suretle ayr ılmamış ol-
146 CAVİT SUNAR

makla beraber, bütün mertebelerde unsura ait bu tabii suretlerde zâhir-


dir. Bu tek varl ık, tüm (kül)ün aslı ve zuhura geldiği ve bütün şeylerin de
kendisine geri döndüğü yer ve kaynakt ır. Burada da şu âyete i şaret ede-
biliriz: "Her i ş Allah'a döner" 118 . Sırf akıl olan insan, ilahi zat ın aha-
diyet makamından varhklara ait mertebelere ini şini ve yukarı (Ulvi)
ve aşağı (Süfli) alemlerde şerefli ve adi olan şeylerde zuhurunu görür,
yani Hak'k ı, vücudun bütün mertebelerinde göründü ğü hal üzre görüp
bilgi zevki ile bilir.
İşte, ancak, yukarıda açıkladığımız böyle bir insand ır ki en büyük
mutluluk ve en yüksek kudret ve kuvvetlilik olan ve birlik (Vandet)
ile çokluk (Kesret) aras ında bulunan toplam mertebesine kavu şup
kurtuluşa erer.
Daha açık bir deyişle, yukarıdan aşağı bütün mertebelerde zuhur
eden ve bütün mertebelerin ba şı olan o bir tek ve zorunlu vücut, yani
Allah ile bütün varlık mertebelerini kendinde toplayan ve bu merte-
belerin hem sonu hem de Allah ile bu mertebeler aras ında aracı olan ve
insan denen ayn ı varlık ve dolayısiyle bu bir tek ve aynı varlığın bir yönü
ile ilahi ve diğer bir yönü ile de insani olan ilmi hakk ında şöyle de deye-
biliriz :
Allah " 9 meselesi bir kelime ile, vücut meselesidir ve her şeyden
önce akla ait bir meseledir.' Her şeyin hakikati, ezelden Hak için olan
onun bilinmi ş olması suretidir ki o suret te ilim makam ında (hazretin-
de) ilim sureti üzredir ve onun en yak ın gereklilikleri ve gerekliliklerinin
gereklilikleri ve bunlara ba ğlı diğer bütün şeyler de onun hakikati için
zatidir. Hak için meydana konmu ş değildir. Zira, onlar, ayn'larda mev-
cut değildir; belki Hak için Hak'k ın vücudunda sâbit olup ayni vü-
cutta mevcut değildir. Kısaca, Allah'tan ba şka mevcut yoktur. Bundan
ötürü, Allah, bütün e şyeya şâmildir. Eşyanın bazısının bazısına zıt ol-
masının bunda hiç bir rolü yoktur.Zira, bütün e şya ma'nevi vücuda
bağlı ve onun içinde bulunmaktad ır. Başka bir deyi şle, eşyadan her bir
şey o tek olan aslı n kuvvetlerinin birer suretinden ibarettir.Daha ba şka
bir deyişle, Allah, bütün mezahirde tecelli etmi ş tek bir asil vücut ve
tek bir bâtıni cevher olmakla mezahirden her biri di ğerine suret hasebiy-
le aykırı ise de hakikat hasebiyle hepsi birdir. Yani, Hak, halkt ır ve halk
Hak'tır ve halka ait bilgi Hak'ka ait bilgiden ba şka değildir. Çünkü, :
"O, evveldir, âhirdir, zâhidir, bât ındır" 1 21. Bundan ötürü zıtlaşma ve
birbirini yalanlama ancak bu suretler ve mertebeler bak ımındandır.
Öyle ise Allah, hem mevcutlar ın mertebelerinin gerektirdi ği şeylerden
uzak hem de o mevcutlardan bo şalmış değildir. Çünkü, Allah bütünle-
ATATÜRK TÜRKIYESININ MADDI VE MANEVI TEMELI 147

rin bütünüdür. Demek ki her şey vücut bak ımından Hak'kın vücudun-
dandır, Hak'tır. Hak, zât bak ımından ise bunların hepsinden armmış
(münezzeh)t ır.
Allah'ın zuhura zâti bir meyli vard ır. Çünkü, onun meydana ç ıkıp
görünüşü, ancak, tikeller arac ılığı ve şekli iledir. (Ben bir gizli hazine
idim....)' Kutsi hadisinde ad ı geçen muhabbet i şte o zati meyl ve zati
gereklilikten ibarettir. Bu bak ımdan hadisin gerçek tercümesi de : "Ben
gizli, yani her suretten yoksun mutlak bir vücut idim. Fakat, zuhura
zâti meylim olmakla bu mahhiklarla belirlenip meydana ç ıkmakla zu-
hura gelmiş oldum" demektir ki bu anlam ile hakikattan haberi olma-
yanların o hadise verdikleri anlam aras ında çok fark vard ır. Bu şekilde
zuhura gelen zat ı bilen de yine kendisidir. Çünkü, zaten ba şkası yoktur.
Kendisi her şeyden armmış olmakla beraber yine de her şey ile vasıflan-
mıştır.
Şöyle de diyebiliriz, sevgi, zuhurun, vücudun asl ıdır. Bu sevgi de
zâta ait ilahi sevgidir. Alemin yokluk (adem) tan vücuda hareketi sevgi
hareketidir. Zira, kemâl ister, Hak'k ın zuhurunun kemali ister insan ın
kemalinin husulü bakımından olsun, zatında sevilen bir şeydir ve kemâl,
ancak, ayni cüvut ile zâhir olur. Ba şka bir deyi şle, (Ben gizli bir hazine
idim.. .) sözündeki muhabbet, bilgi ile ilgilidir. Hak'k ın muhabbet ve
özlemi kemâl sahibi insanda onun zuhurunun ve izhar ının kemalin-
dedir. Bilginin kemali de insan ın mazharında zuhur ile hasıldır. Bu se-
beple, Hak, insanı kendi sureti, yani ilahi topluluk sureti üzre yaratm ış-
tır.
Kalb, saf hale geldi ğinde, hasıl eylediği bilgi nuru ile Hak, arif
kişiye hisse ait suret ile de ğil, gerçek suret ile tecelli eder. Fakat, onun
sıfatlariyle, görünen bütün şekiller ve e şya Hakkın zatına geri dön-
dürülür. Çünkü o s ıfatların ve şekillerin sahibi Hak'tır. Hak'kın sıfatları,
ruha ait olsun cisme ait olsun, bütün e şyada sabit ve mevcuttur. Mesela,
hayat sıfatı ile bütün eşya hayat bulmakta; kelâm s ıfatı ile de her şey
onu tesbih ve takdis eylemektedir. Yani, Hak, isim ve s ıfatlarla zâhir-
dir. Mevcutlar, ilahi isimler ve s ıfatların o mazharda zâhir olmas ından
ibarettir.
Bütünlüğü ile varlık, mutlak vücuttan; mutlak vücut ta tek bir
vücuttan ibaret ise de ilk varl ık olan Allah'ın illetlenmiş olan müm-
künlere nisbeti e şya arasındaki bütün nisbetlerin ashd ır. Bu ilk nisbet,
diğer nisbetlere, ne tam bir benzeyi şle benzer ne de onlardan tam bir
başkalıkla başkadır. Fakat, Allah, hiç bir suretle ne mümkünlerin mad-
desidir ne de mümkünlerin karşısında olandır. Allah'tan gayri olan var-
148 CAVİT SUNAR

lık, yani kâinat (Masiva), aç ık veya kapalı, bütün sonsuz nefsleri,


ruhları ve cisimleri ihtiva eden imkân âlemidir. Imkan alemi için ise
vücut olamaz. Eğer, akli hükme uyulup bir gayrilik ma'nas ı tasavvur
edilmek gerekirse gayri olan âlem, ilahi bilgi suretleri olan sâbit ayn'-
ların görünüşlerinden ibaret olur ve her ne zaman ilahi bilgi suretleri
olan sâbit aynların görünüşleriyle çoğalan izafi bir vücut i'tibar olunsa
ona da Allah'tan gayri olan 'Mem, yani masiva ad ı verilir. Bu bakımdan
da imkân âleminde görünen e şyanın Hak'kın vücuduna nisbeti, gölge-
nin insana nisbeti gibidir. Yani, e şya kendiliğinde yoktur ve ancak Hak-
kın vücudu ile vardır.
Eşyaya Allah' ın gayri varlık adı verilmesi, Hak'kın vücudundan
feyizlenmiş ve izafi vücut ile mevcut olmu ş olması haysiyetiyledir. Yok-
sa o da Hak'kın vücudunun aynı olan tek hakikattan ibarettir ki ilahi
ahadiyete kar şı Allah'ın gayri eşyanın, yani masivânın zâten vücudu
yoktur. Bistanrnin (Cübbemin alt ında Allah'tan ba şkası yoktur) 123
şte bu nükteye dayan ır. sözüdei
Şuna da i şaret edelim ki Hak, hem hisse ait kuvvetler hem de ruba
ait kuvvetlerden ibarettir. Şu kadar ki, ruba ait kuvvetler hisse ait kuv-
vetlerden Hak'ka daha yak ındırlar. Zira, ruba ait kuvvetler şerefte,
nurlulukta ve her şeyden arınmış olmakta ve maddeden sıyrılmış ol-
makta hisse ait kuvvetlerden Allah'a daha yak ındırlar. Bunun gibi, ruh
ta yaradılış ve mertebe bak ımından hislerin yeri olan cisimlerden
Allah'a daha yak ındır ve ruhun s ınırı da hiç bir suretle bilinemez.
Ruhun kesifi karanlığa, lâtifi de nurluluğa işarettir. Kesîfi hayvani
,

ruh, lâtifi de sultani veya insani ruh ad ını alır. Fakat, toplam bakımın-
dan hepsi bir ruhtur ki bedene temessül etmi ş ve beden de hayvani
ruhu meydana getirmi ştir.
Hayvani ruh ile insani ruh ayn ı şeydir. Hayvanlık mertebesinde
(Hayvan) olan şey ne ise, insanlık mertebesinde de ( İnsan) olan şey
odur. İkisi arasındaki ayrılık, ancak isti'dat hasebiyledir. Gerçekte ruh,
emir âlemindendir. Halk aleminden yani yarat ılmış âlemden değildir 124 .

Bununla beraber, Allah, e şyanınl 25 aynı ve her türlü kuvvetin


hüviyyetidir. Allah'ın ruhların ve cesetlerin hepsini ihata etti ğinde şüp-
he yoktur. Fakat, o, bundan ötürü sm ırlanmış olamaz Çünkü, Allah,
bunların hiç birisi ile kuşadılıp smırlanmış değildir ve çünkü, Allah,
her şeyi zatı ile ihata eder ve onun her şeyde zâhir olması dasıfatları ve
tecellileri (âyetleri) iledir 126 .

Velhasıl, Allah'tan başka gerçekte hiç bir şeyin vücudu yoktur.


Lâkin, her meydana çıkıp görünen şeyde onun için özel bir ad vardır
ATATVRK TIIRKIYESININ MADDI VE MANEVI TEMELI 149

ki o ad, o meydana çıkıp görünenin mutlak olan gerçekten kendine


mahsus olan hakkıdır. İnsan, Hak'kı tamamiyle bilirse, kendisinin Hak.
Hak'kın da kendisi ve kendisinin bütün kuvvetleri ve organlar ı olduğu-
nu Ispat ile bilmiş olur. İşte, (Ben Hakkım) sözü de, gerçekte, insan ın
kendi mevcudiyetini de içeren e şyanın ilahi vücut ile kaim ve mutlak
vücudun da, ancak, e şyada zâhir olduğu anlamındadır.
İnsan meselesine gelince, insan meselesi de mutlak vücudun, yani
Allah'ın kendi sureti üzre yaratt ığı ve bütünlüğü ile o surette zâhir ol-
duğu en mükemmel mevcut meselesidir 127 .
Her şey mutlak olan vüuttand ır, mutlak vücuttur. Ak ıl, nefs, ruh,
kalb.... v.s. hep Allah adı ile adlanan ve her şeyi kaplayan mutlak vü-
cuttan ibarettir. Yerler ve yedi kat yerler (Esfellerin Esfeli), o mutlak
vücuttan oldu ğu gibi gökler ve yedi kat gökler (A'lalar ın A'lası) de on-
dan başka değildir.
Mutlak vücut o vücuttur ki önce unsur suretinde, sonra ma'den sure-
tinde zuhur etmi ş, sonra da nebat suretine daha sonra da hayvan sure-
tine ve en sonra da insan suretine geçmi ştir. Bundan ötürü bütün suret-
lerin sahibi hep o mutlak vücuttur. Mutlak vücut ta Hak'k ın vücudu-
dur.
Bütün mertebelere geçen ve görünen, mutlak vücuttan ibaret olun-
ca, Tasavvuf dili ile, yaratılış silsilesi bakımından, melektit, yani misal
alemi dediğimiz âlem de Cennetten ibaret olmu ş olur ve Adem aleyhis-
selâmın Cennetten ko ğulması hikâyesi de melekût veya misal aleminden
derece derece alçal ıp, yani lâtifliğinden derece derece kaybedip kesifle-
şerek en nihayet şimdiki bildiğimiz sureti alıp o surette görünmesinden
başka bir şey olmaz.
İnsan, varhkların en mükemmelidir. Zira, Allah' ın s ıfatlarının ve
isimlerinin her şekil ve surette zuhur edip göründü ğü yer insandır.
İnsan, sureti bak ımından hayvanlığın, siyreti bakımından da melek-
liğin kaynağıdır. İnsan, dış yüzünce halkın, iç yüzünce Hak'k ın hakikat-
larının bütün künhü ile kenisinde aks etti ği biricik varlıktır. İnsan,
kalbi ile cemal sıfatının, nefsi ile de celal s ıfatının mazharıdır.
Kalb, hidayet güne şidir, hidayet nurudur. Nur da ikidir : zâhire
ait nur ve tecelliye ait nur. Zâhire ait nurlar ile, ancak, göz, his edilen
şeyleri algılar Tecelliye ait nurlar ile ise kalb gözü kavran ılırları algı-
lar. Kalb gözünün mutlak hükmü de alg ı ve müşahedelere ve bunlar ın
doğruluğuna dayanır. Nefs te cahillik ve sap ıklık delilidir. Bu ikisinin
zâhir olduğu hem var hem yok olan Mem de insand ır. İnsan, bilgi cen-
150 CAVIT SUNAR

netlerini ve bilgisizlik cehennemlerini kendisinde toplay ıcı bir kud-


ret sahibidir.
İ nsan vüeudu v ücub ve imkân ın hüküm sürdüğü bir ülkedir. Mut-
lak vücut için insan nev'inde has ıl olan kemaller diğer varlık nevi'leri-
nin ve mertebelerinin hiç birinde has ıl olamaz. Zira, Allah, ilim, kud-
ret, duyma, görme, irade, ihtiyar gibi ilâhi isimlerinin hepsine mazhar
olmak üzre, ancak ve ancak insan ı yaratmıştır ki insanın asıl şerefi de
budur. Kur'andaki: "Allah Adem'e bütün isimleri ö ğretti, sonra onları
meleklere göstererek "davan ızda grçekseniz bunlar ın adlarını bana bil-
dirin" dedi 12 8 âyetinden maksat ta budur. Yoksa bir tak ım şeylere ait
harfleri, kelimeleri bilmek değildir.
İnsan, her şeyden kâmildir, zira, her şey insanda dahildir. Bu hu-
susta Kur'anda ve bir kutsi hadiste şöyle denmektedir: "Biz insan ı en
güzel yaratılışta yarattık". "Sen olmasaydın ben Felekleri yaratmaz-
dım". 129 Bu sebeple insan nev'inde olan alg ılar, bilgiler, tasarruflar ge-
rek soyut varlıklarda ve gerek onlar ın üstündekilerde bulunmak ihti-
mali yoktur. Yani, insan nev'i mertebesinde mutlak vücut için has ıl
olan kemallerin di ğer mertebelerde has ıl olması mümkün değ ildir. Vü-
cudun, en büyük cilâl ı aynası insandır. Çünkü, Allah, insanı kendi su-
reti üzre yaratm ıştır. Kur'anda ve hadiste de şöyle denmektedir:
"Muhakkak ki biz insanı en mükemmel suette yaratt ık", "Allah Adem'--
i kendi sureti üzre yarattı". 1 30 . Yani, Allah, insanı kendi tümel ve ke-
mâl sureti üzre yaratm ıştır. Kemâl sureti de iki yönlüdür : maddi yön,
ma'nevi yön. Maddi, hissi yön, içinde ya şadığımız ve Tasavvuf dilinde
şahadet denen âleme ait olan yöndür ki bunda Hak'k ın sureti bâtıni
suretten ibarettir. Ma'nevi yön ise Allah' ın Rablık ve Ulühiyet mertebe-
lerindeki hissi suretlerin hepsinden ar ınmış olduğu yöndür. Allah, Kur'-
anda, emaneti yerlerin, göklerin, da ğların v.s.nin değil, ancak, insan ın
kabül ettiğini bildirmiştir ı 3 1 . Bu emanetten maksat ta (Allah' ın Sureti)
ve (Allah' ın Bilgisi) dir. Ba şka bir deyişle, emanetten maksat, hissi su-
ret ile ma'nevi suret aras ını kendinde toplayan ilâhi surete i şarettir ki
Âdem, işte bu suret üzre yarat ılmış, bundan ötürü de yer yüzünde Al-
lah'ın halifesi olmu ştur, dolayısiyle, insanın gerek beş duyudan ibaret
olan zâhiri kuvvetleri gerekse çe şitli bâtıni kuvvetleri, eğer bilinirse,
hep Hak'tan ibarettir. Meleklerin bile insana secde ve boyun e ğmekele
emir buyuruıması da gerek görünmezler âleminde gerek görünürler
âleminde bütün kuvvetlerin insana ve insanl ığa hizmetle mükellef bu-
lunduğuna işarettir.
İnsan, bütün kâinat ın bir toplamı, bir özeti olmakla, insan sureti,
A TATiiRK TÜRKİYESİ Nİ N MAMA VE MANEVi TEMELI 151

insan ile Allah arasında, ilişki yönünden, pek yüksek ve pek mükemmel
bir mertebedir. Çünkü, yukar ıda da işaret ettiğimiz gibi, insan sureti
bütün ezeli ilahi suretlerle imkâna ait bütün kâinat suretlerini kendin-
de toplamıştır. Bu bakımdan, asıl büyük âlem insandır ve kendinde
topladığı her alemi o âleme dahil olup o âleme münasip bir gözle seyr
eder. Mesela, duyulurlar ı duyu gözü ile, akla ait olanlar ı akıl gözü ile,
ma'naya ait olanlar ı kalb gözü ile, gayb âlemini de Hak'kani gözle
seyr eder.
Daha başka bir deyişle, insan bir beden, bir cisim ile bir nefs ve
ruhtan mürekkep ve dolayısiyle gökriinür ve görünmez, emir ve halk
âlemleri veya gayb ve şehadet âlemleri aras ında his bakımından ve an-
lam bakımından aracı olmakla cisimler âlemini ve ruh âlemini, gökleri
ve yeri kendinde toplayan en büyük bir âlem, âlemlerin alemi olmu ştur.
İsanın his bakımından cismani ve ruhani, gayb ve şehadet
âlemleri arasında aracı olmasının sebebi şudur ki, yerlerde ve
göklerde ne kadar varlık varsa bunların hepsi, varlıkların en mü
kemmeli olan insanın fayda ve hayr ına hizmet için yarat ılmışlardır.
Nitekim bir kutsl hadiste şöyle denmektedir : "Ey âlemin özeti olan
Adem oğlu! Bütün eşyayı ben senin için ve seni de kendim için yarat-
tım..."132. Öyle ise kâinattaki her şey insanın mutlak köleleri, insan
ise, sadece, Hak'k ın kulu, daha do ğrusu Hakkın halifesidir. Zira insan,
ulahiyetin merkezidir. Hak, tam teceeli ile, ancak, insanda tecelli
eder.
İnsanın ma'na bakımından aracı bir âlem olmas ının delili de şu-
dur ki, Adem oğlu, en güzel bir biçimde (Ahsen-i Takvim) yarat ılmış-
tır ve yüksek ve alçak (ulvi ve süfli), lâtif ve kesif varl ıkların hepsinin
sırlarını ve hakikatlarını da içermi ştir. Nitekim, insan, bir taraftan yu-
karı âlemlerden akıl ve bilgi sıfatlarına sahip bulunduğu gibi aşağı
âlemlerden en bayağı hayvanların bayağı sıfatlarına ve hallerine de sa-
hiptir. Göklerin bütün güzellikleri insanda oldu ğu gibi yerlerin bütün
çirkinlikleri de ondad ır. İlahi âlemin bütün kudret ve kemali onda ol-
duğu gibi cismani âlemin bütün noksanl ık ve kemalsizli ği de ondad ır.
Kısaca, Şerif ve rezil ne varsa insanda toplanm ıştır. Bu suretle de insan,
bütün âlemleri toplayıcı ve görünür ve görünmez (gayb ve şehadet)
âlemlerin arac ısı olmuş, dolayısiyle insan hüviyyeti bir inci, bir cevher ;
bütün kâinat ta bu incinin, bu cevherin koruyucusu, kabu ğu gibi ol-
muştur. Çünkü, insan, işaret etti ğimiz gibi, görünmez olan âlemin
sırlarını da maddi kâinattaki varl ıkların sıfatlarını ve hallerini de kendin-
de toplam ıştır. Bu sebeptendir ki Allah insan nev'ini, bir yönü Hak'ka
152 CAVÎT SUNAR

ve diğer yönü halka ili şik olmak üzre iki yönü de kendinde toplamış
olarak kendi Subhani s ıfatları üzre yaratıp ve tasvir edip diğer bütün
yaratıklarına karşı emirlerinin her türlüsü için onu mutlak hüküm sa-
hibi bir halife yapmıştır. İnsandan sonra, yarat ıkların en yükseği olan
ulvi ruhlar bile Hak'kın yalnız bir yönü üzre yarat ılmışlar, bu sebeple
de yaratıkları n hepsinin en üstünü ve mükemmeli olan insana secde
ve hürmetle görevlendirilmi şlerdir. İnsandan başka bütün varlıklar,
Allah'ın gölgesidir. İnsan sureti ise, Allah ile varl ıkları arasında her şeyi
kendisinde toplayan bir berzaht ır. Nitekim Kur'anda şöyle denmekte-
dir : "Tanrı acı ve tatlı sulu iki denizi serbest serbest akmak, birbirine
kavuşmak üzre b ıraktı ; ikisinin arasında bir engel vard ır; birbirlerinin
sınırını aşamazlar" 1 3 3 . Yani, insan, sırf vücub ile sırf imkân, başka bir
deyişle, Allah ile âlemler aras ına bir kavşak noktasıdır. Öyle ise kâina-
tın en mükemmel varl ığı olan insanın, kadrinin ululuğunu ve hükmü-
nün büyüklüğünü iyice düşünerek şanına ve yüksek mertebesine lay ık
olan ilme sahib olması ve sadece o ilmi ile hareket etmesi biricik insan-
lık görevidir. İnsana, ancak, şanına ve mertebesine lay ık olan bu ilim
ve irfanı dolayısiyledir ki bütü varl ıklar ya doğrudan doğruya veya va-
sıta ile boyun e ğmiş ve insan da varlığın azizi, saygılısı ve sevgilisi ol-
muştur. Bu yolda Kur'anda da şöyle denmektedir : "Biz gerçekten
Adem oğullarını şereflendirdik.... ve yaratt ıklarımıza büsbütün üstün
kıldık" I 34 . İşte, insanın zati şerefliliği bu noktada toplanmıştır. İnsa-
nın ruhi ve ma'nevi hüviyyeti ilahi hüviyyetten ba şka değildir.
İç yüzünden Hak'ka, dış yüzünden halka bakan ve ait olan, ve
görünen ve görünmeyen âlemleri kendinde toplayan ve bu âlemlerin
sırlariyle sırlanan kâmil insan unsurlar ın terkibinden meydana gelmi ş
olan cismani varlığı yönünden doğuşlar ve yok oluşlar alemi ile çevrili
olup o âlemin tabii kanunlar ının hükmü altında günün birinde meydana
geldiği unsurlara ayrılıp yok olmağa da mahküm ise de kendisinde ya-
ratılma ile ilgili olmayan ve emir aleminden yani, yarat ılmamış âlemden
bulunan insani ruhu yönünden de o, ezeli ve ebedidir. Ancak, bu ezeli
ve ebedi olan ruh, kendisine ait olacak olan ebedi bilgiyi, ebediyet bil-
gisini elde edebilmesi bak ımından bu gelip geçici olan bedene s ıkı sıkı-
ya bağlıdır. Kısaca, ruhun kemali için beden şarttır.
Ilim meselesine gelince, bu mesele de iki yönlüdür, biri Allah' ın
zatı açısından olan ilmi, di ğeri de Allah'ın sıfatları ve isimleri, dolayı-
siyle insan aç ısı ndan olan ilmi 135.
Allah'ın kendi nefsine ve zat ına ilmi, Allah âlemlerden (görünür ve
görünmez âlemlerden) gani oldu ğu haysiyetle, kendine mahsustur ve
ATATVSK TtimIdYFSININ MADDI "V' . MANEVİ 1SMELİ 153

yaratıkların bunda önceli ği (kıdemi) yoktur. Allah, kendi zât ı ile kendi
zâtını bilicidir. Bu sebeple Hak için ilim mertebelerinden geri kalm ış
hiç bir mertebe yoktur. Ancak, ilim mertebesinin sonradan olan (hâ-
dis) ilim ile tamamlanmas ı gerekir. Sonradan olan ilim de âlemin ayn'-
larından hasıl olan ilimdir ve âlemin aynlar ı vücut ile mevcut olduğun-
da kemâl sureti hem sonradan olan ilim ile hem de kadim olan ilim ile
zâhir olur. Bu suretle de ilim mertebesi iki yönle kemâle erer, yani hem
zâti yönü ile hem de âlemin aynlar ında zuhuru yönü ile kemâle erer.
Gerçi Allah, kendi zâtını ve kemallerini âlemin iycad ından önce ve
âlemin suretlerinde onun zuhurundan önce bilici; ve Allah' ın kendi zâ-
tına ilmi görünür ve görünmez âlemlerden gani olmas ı haysiyetiyle
ezelen ve ebeden kendi için sâbit ise de kendi zat ında yok olucu olan
isti'datlardan ibaret bulunan aynlarda onun zuhuru ve o aynlarda onun
görünüşü ve sıfatlarının ve isimlerinin o aynlarda tecellisi aynlar ın
iycadına dayanır.
Hak'kın her şeye ilmi o şey hasebiyledir. Şey, ilahi ilimde yokluk
üzre, sabit iken o şey, yokluğu sureti üzre, Hakça bilinmektedir ve ayni
vücutta da onun zuhuru i'tibariyle ayni suretiyle Hakça bilinir ki bu
ayni suret o gayba ait suretin ayn ı değildir. Ancak,düşünme bakımın-
dan ilim mali-Ima bağlı olduğu i'tibar üzre ma'lum, yani bilinen her
anda yenilenme üzre olmakla ilim de her anda yeniden meydana gelme
üzre olur ve ilim mertebeleri zuhur ile kemale erer. Zira, vücudun baz ı-
sı ezelidir, bazısı da ezeli değildir ve ezell olmayan sonradan olmu ştur
ve olucudur. Ezeli vücut, Hak'k ın kendi nefsi ile olan vücududur ki bu
onun zâtına ait ayni vücuttur. Ezell olmayan vücut ta âlemin suret-
leriyle zâhir olan Hak'kı n vücududur ki bu vücuda da sonradan olma
vücut denir. Çünkü, şüphesiz, şan, âlemin bazısının bazısına zâhir ol-
masını gerektirir. Hak'ta, âlemin suretleriyle kendi nefsine zâhir olur.
Hak, âlem ile onun suretlerinin ayn ı olmakla âlemin vücudu ile kâmil
olur.
Vücudun hasıl olmasının kemali için âlemin yokluktan vücuda
hareketi de sevgi hareketi olmu ştur. Yani, Hak'k ın zuhurunun ve gö-
rünmesinin kemali için zâta ait sevgiden ç ıkmış olan harekettir. Dolay ı-
siyle, alemde olsun Adem'de olsun, hulâsa her zerrede, hareket, sevgi
hareketinden başka değildir ve her güzel olan şey de Hak'kın bir ayna-
sından ibarettir. Sevgi, ilahi teveccüh nazar ıdır. Zira, Hak, maddeler-
den soyutland ığında asla müşahede edilemez. Çünkü, Allah, zâtı bakı-
mından âlemlerden ar ınmış (münezzeh) olduğundan âlemlerde zât ı
ile müşahade olunamaz. Allah, âlemlerde, ancak, s ıfatlariyle zuhuru
154 CAVİT SUNAN

bakımından müşahade olunur ve en mükemmel mü şahadesi de insan-


dadır. Zira, insan, her şeyden daha mükemmel ve daha güzeldir. Fakat,
Hak'kın en mükemmel şekilde zuhuru ve görünü şü, ancak, kâmil olan
insandadır. Çünkü, Allah, kendi nefsini müşahede etmek için insan ı
kendi sureti üzre yaratt ı , başka bir deyi şle, insanı halife yaptı . Bu sebep-
le de onu düzeltti ve k ıvama getirdi ve kendi nefsinden ona nefh etti.
Bu konuda Kur'anda şöyle denmektedir: "Allah insan ı tamamladığın-
da ona ruhundan üfürdü ve meleklere yere kapan ıp secde ediniz dedi
"136.
İşte, Hak'kın kendi sureti üzre yaratt ığı insanın zahiri halkt ır,
bâtım da Hak'tır. Zira, ilahi ruh, Rahmani nefstir. İnsan bütünlü ğü ile
âlemin bir toplam ı ve özetidir. Bu suretle, Tasavvuf diliyle, gayb, ce-
berüt, melekat ve şuhud âlemleri insandadır. İnsanın dışı âlem, içi de
Hak'tır ve iç, dışı idare ve tedbir eder. K ı saca, Hak, hem iç hem d ıştır,
dolayısiyle, ilahi bilgi de insan bilgisi ile has ıl olur.
Bilgi, insanların yaratılışlarının, dolayısiyle akli kuvvetlerinin de
çeşitliliği yüzünden çeşitlidir. Ve yine, bilme, bilinene bağlı olduğu hay-
siyetle de ilim çeşitlidir. Ve yine, ak ıl da, çeşitli olan fıtrat ve isti'data
bağlı olmakla da ilim çe şitlenir. Kısaca, ilimlerin baz ısı şöyle, bazısı da
böyledir ve do ğru ve yanlış ilim vardır. Başka bir deyi şle, ilim diye bü-
tün görünü şlerde algıların ve algılayanları n başkalığına rağmen gerçek-
ten ayrılmayan ve gerçeği bildirn bilgiye derler. Ancak, her insan ın gö-
rüş ve düş ünüşü başka başka olduğundan ilmin zevkleri de ba şka baş-
kadı r. Fakat, bütün bu çe şitlilikler ilmin, ancak, d ışına ait gereklilikle-
rindendir, yoksa hakikatından değildir. Çünkü, ilimlerin dıştaki merte-
belefi ne olursa olsun bütün ilimlerin asl ı tek bir ilimdir, tek bir hakikat-
tır, o da ilahi ilimdir ve hüviyyeti de Hak'tır. Bu konuda Kur'anda şöy-
le denmektedir: "Yeryüzünün bütün ba ğları, bahçelerinin hepsi de bir
tek sudan sulanır. Fakat lezzette onlar ı birbirine üstün kıldık. Muhak-
kak ki bunlarda akıllılar için ibretler vard ır." 137 Yani, bütün ruhlar
.

ve benzerleri tek bir ilim ile sulan ır. Fakat, yukar ıda da dediğimiz gibi,
varlıkların isti'datlarının çeşitliliği hasebiyle ilimler birbirinden farkl ı-
dı rlar ve baz ısı bazısı üzerine zevkçe üstün tutulur. Yoksa, ilmin haki-
kati birdir, çokluk ve ba şkalık ancak görünü şler hasebeiyledir. Yaln ız
şu var ki ilmin Şam da biri ço ğaltmak, çoğu da birlemektir. Teki çok
yapmağa tefsili ilim, ço ğu tek yapmağa da icmâli ilim derler. Tafsili,
yani açıklamalı ilim, aklın kendi kuvvetleriyle, yani hasselerle, duyum-
larla kendinden a şağıya ve dışa yönelen ve dışa ait beş duyuda son bu-
lan ilimdir. icmali, özet ilim de aklın soyutlama mertebesinin en üstüne
ATATÜRK T İIRKİYES İ Nİ N MADDI' VE MANEVI TEMELİ 155

çıkmakla ve madde ve ma'na yönlerini toplay ıcı olan en yüksek algı ile
hasıl olan ilimdir ki buna da Tasavvuf dilinde (Velâyet Nuru) ad ı veri-
lir ve bu, aklın safiyet mertebelerinin en üstünde oldu ğu gibi safa mer-
tebelrinin de en üstündedir.
İnsan vücudu her şeyi toplayıcı ve her şeye isti'dad ı olduğu hâlde
insan, her şeyden önce, maddi vücudunun hakikat ına bilgi edinmezse
hayvandır. Çünkü, kendi hayvani nisbetleri s ınırı içinde kalır ve kendi
sımrlı nisbetlerine ait dü şünce ve i'tikatlar ında da gerçeğe yükselemeyip
nisbetlerde saplanıp kalır ki bu türlü dü şünce ve i'tikatlar bât ıldırlar.
Dolayısiyle, vücutlarını bilmeyenlerin, kafalar ında kendi hayvanl ık
nisbetlerinde kayıtlı ve sınırlı ilimleriyle yaratt ıkları Allah'Iarı da, an-
cak, kendilerine mahsus kayıtlı ve sınırlı ve Allah olabilir. Çünkü, on-
lar, daima nisbetlerdeki suretlere ba ğlıdırlar. Dolayısiyle de bu gibiler
Allah'larını kendileri yaratm ış olurlar ve pek tabiidir ki kendilerine
göre yaratmış olurlar ve ancak kendi yaratm ış oldukları Allah'a tap-
mış olurlar. Bu kadarla da kalmay ıp, kendi kayıtlı ve sınırlı i'tikatla-
rına aykırı düştüğü için, grçek bilginlerin i'tikatlar ını eleştirir ve dola-
yısiyle kenilerini gerçek Hak'tan da uzakla ştırırlar. Hak, "Ben kulu-
mun zannı üzereyim." 13 8 kutsal hadisi üzre herkese akidesi hasebeiyle,
akidesine göre tecelli eder. Zira, Hak, mutlak olan ahadiyeti ile her şeyi
kaplamıştır ve dolayısiyle bütün hissi, hayali, vehml, zanni ve akli su-
retleri de kaplamıştır. Çünkü, Hak, hem iç hem d ıştır ve suretlerin hep-
si de dış veya iç olmanın dışında değildir.
Bunun için her şeyden önce vücudu bilmek, oradan nefse yüksel-
mek ; maddeden ma'nay ı bulmak ve ikisini bir etmek gerekir. Çünkü,
ancak, bu takdirdedir ki ak ıl kendi smırlılığını kendi parçalamış ve
kalb denen sonsuzlu ğa ve sınırsızlığa ulaşmış, Hak'kı da orada bulmu ş
olur. Zira, maddeleri, ma'nalar ı bir eden, yeri ve gö ğü seyr eden kalpte,
artık, Allah'tan başka bir şeu bulunmaz. Zira, o kalb, artık, Hak'kın
kalbidir, Hak'kın ilk zuhurudur. Hak ise insana şah damarından da
daha yakındır. Kur'anda şöyle denmektedir : "Biz insana şah dam arm-
dan da daha yak ınız" ı 39.
Kısaca akıl, eğer işleri hem usulü (ki soyut gerçeklerdir) ile ve
hem suretleri (ki tabii ve unsuri suretlerdir) ile mü şahede ederse bil-
gi, ancak o zaman tam bilgi olur. E ğer, tabii suretlerde Rahmani nefsi
müşahede ederse, bu kere de, tamaml ılık sıfatı ile bilginin tamına,
kemaline ulaşır. Zira, Rahmani nefs, vücut feyzinin ayn ıdir ve belki
tabiat, Rahmani nefsin ayn ıdır. Zira, Rahmani nefs, tabii suretlerde
zuhur eder ve belirlenir ve tabii suretler Rahmani nefste kabul edici ayn-
156 CAVIT SUNAR

lar, yani isti'datlar hasebiyle zuhur eder ve belirlenir. Bu sebeple ak ıl,


her şeyde zahir ve belirli olan Hak'k ın tek vücudunu görür, yoksa
çeşitli görünüşleri görmez. Gören ki kendi nefsidir, görünenin ayn' ını
görür. Gören, görünen ; şahadet eden v şahadet edilen, hep bir şey
olur.
Nisbetlerdeki kay ıtlar ve sınırların hepsini b ırakıp renksiz kal-
mayan insan tümel akla geri dönemez, dolayısiyle de, kâmil bir insan
olamaz. İnsanın kâmil bir insan olabilmesi için tümel akla ula şması ve
bütün mertebeleri tamamlamas ı gereklidir. Tümel akla ula şan kimse de
Tasavvuf dilinde (Muhammed'e Ait Hakikat) mertebesine ula şmış ve
o olmuş olur. Ancak, bu Peygamberlik mertebesi de tüm ak ıl mertebe-
sinden başka değildir. Bu sebepledir ki Peygamber de: "Allah' ın ilk
yarattığı şey aklımdır" ı 4 o demiştir.
Allah, yani mutlak varlık, iç (bâtın) ve dış (zâhir) olmak üzere
iki yönlü olduğundan bu varil& ait ilim de, her şeyden önce, iki büyük
kola ayrılır: varlığın dışına ait ilim ve varl ığın içine ait ilim. Varlığın
dışına ait ilim d ış kuvvetlerimizle, varl ığın içine ait ilim de iç kuvvet-
lerimizle bilinir.
Dışa ait ilim, beş duyu organnnız arac ı ile olan ilimdir ki bu ilim
insanın dışından ve dış âlemden haber verir ve d ış alemi içe bildirir.
Içe ait ilim de içe ait hisler ve ruha ait kuvvetlerle, yani hayvani
ruha, aldı' ruha, fikri ruha ait kuvvetlerle yahut ta kutsi ruh ile cila-
lanmış olan kalb ile hasıl olan ilimdir ki bu da insanın iç alemi ile haki-
katından ve ruh ve ma'na aleminden haber verir ve içi d ışa bildirir.
Aynı mutlak varlığa ait olan din ilmini de ikiye ayırabiliriz:
biri Kur'anın dışına ait ilimdir ki şeriatın sınırlarını ve Islami akade-
leri içerir ve bu ilim Kur'an ın içine ait ilim için beden gibidir; di ğeri de
Kur'anın içinden anlaşılan ve ilahi sinan ve gayba ait gerçekleri içe-
ren Birlik (Tevhid) ilmidir ki bu ilim de Kur'an ın dışına ait ilim için
ruh gibidir.
Ruh, bedensiz zahir olmad ığı gibi iç ilmi de dış ilimsiz zahir ol-
maz. Ve beden ruhsuz mevcut olmad ığı gibi dışa ait ilim de içe ait
ilimsiz mevcut olmaz.
Ilahi suret üzre yarat ılmış olan insan varlığı için bu iki ilmin bir-
leştirilmesi gerekir. Çünkü, ancak, bu suretledir ki d ış, dış ile ve iç te iç
ile müşah6de edilir ve d ış ile iç arasında bulunan insan her ikisini de
kendinden toplayıcı olabilir. Zâten, insan için kemal da ancak bu su-
retle mümkündür. D ışa önem vericiler gibi ilmi sadece d ışa bağlamak
ATATÜRK TÜRKİYESİ Nİ N MADDI VE MANEVI TEMELI' 157

doğru olmadığı gibi içe önem vriciler gibi ilmi sadece içe ba ğlamak ta
doğru değildir. Çünkü, bilinecek şeyi sadece dışa ait ilimle sınırlamak
içe ait ilimle algılanan ve bilinen şeylerden haberdar olmamak dmek-
tir. Mesela, fizik ve fiziyolojik ilimlerden haberdar olup psikolojik
ilimlerden haberdar olmamak gibi. Buna dinlerden ve misal verirsek
Yahudilik gibi ki Yahudiler akla ait alg ılarda ve gayba ait mertebeler
de mutlak varlık olan Allah'ı gayba ait görü ş ile görmezler, k ısaca,
Yahudi dini somutçu bir dindir. Bilinecek şeyi, sadece, içe .ait ilimle
sınırlamak ta d ışa ait ilimle algılanan ve bilinen şeylerden haberdar
olmamak demektir. Mesela, psikolojik ilimlerden haberdar olup fizik
ve fiziyolojik ilimlerden haberdar olmamak gibi. Buna da dinlerden
misal verirsek H ıristiyanlık gibi ki Hıristiyanlar dıştan yüz çevirmeleri
ve ruhaniyet yönüne meyl etmeleri sebebi ile kâinata ait görünü şlerde
ve hisse ait geni şlik ve kudrette zâhir olan mutlak varl ığı, yani Allah' ı
göremezler; k ısaca Hıristiyan dini soy utçu bir dindir. Öyle ise varl ık-
hakkında tam bir bilgi elde etmek istedi ğimizde dışa ve içe ait bilgileri
birleştirmek zorundayız. Çünkü, insan hem dış hem içten mürekkep
bütün varlığı kendinde toplan-n ş bir varlıktır. Böyle maddi ve ma'nevi
ilimlerin birbiriyle birleşip kaynaşmasında da, dinlerden, Islamiyeti
misal vereceğiz. Çünkü, İslam dini içe ait ilim kadar d ışa ait ilme de
önem vermiş, birini diğerinin tamamlayıcısı sayarak ikisini de bir-
birinden ayırmamış ve mutlak varl ığı, yani Allah'ı hem dışa ait hem de
içe ait görü ş ile birlikte görüp bilmi ştir; kısaca, islam dini somutçu-
luğu ve soyutçuluğu kendinde bağdaştırmış bir dindir Tasavvuf dilinde
(Muhammed'e Ait Kemal) denen meziyyet ve şeref te budur ve kâmil
insan mertebesi de i şte bu mertebeden ibarettir. Kamil insan, d ış ile
iç arasında tam ortada durur ve her iki yöne de ayn ı seviyyede önem
verir. Zorunlu âlemle zorunsuz âlem, yani Allah ile e şya arasında biricik
kavşak noktası yalnız ve yalnız kâmil insand ır. Çünkü, kâmil insan,
Allah ile âlemler arasında tam ortada durur ve her iki çe şit varlığa ait
gerçek bilgisi sayesinde her iki âlemin yegâne hakimi s ıfatltiyle her iki
âleme ait i şleri yerli yerinde yürütüp bir alemi di ğer âleme üstün tutmaz
ve tecavüz ettirmez. Bu suretle de mutlak vücudun meydana ç ıkıp gö-
rünme ve meydana çıkarıp gösterme faaliyeti ahenk içinde yilrüyüp gider.
Bu konu Kur'anda, yukar ıda işaret etti ğimiz gibi birbirine kavu şmak
üzre serbestçe akan ac ı ve tatlı sulu iki denizle temsil edilmi ştir '4'
Mutlak varlık hakkında dışa ve içe ait ilimleri birle ştirmekle insan,,
kemâl mertebesine ulaşmış e kâmil olmuş sayılırsa da, insan, insan ol-
ması bakımından, bu mertebenin de üstüne ç ıkmalı , yani en mükem-
mel insan olmalıdır. Bu en mükemmellik mertebesi de dışa ve içe ait
158 CAVİT SUNAR

ilimlerin sonucunda elde edilebilecek olan, hissin ve akl ın verilelerinin,


yani zorunlu ve geçici âlemlerin üstüne ç ıkmakla ve kalbi de nefs ter-
biyesiyle cilâlamakla ula şılabilecek olan mutlak varl ığın zatı veya
(Ahadiyet) mertebesidir ki buna Tasavvuf dilinde(Muhammed'e Ait
Sıfat) mertebesi denir. Peygamberlik s ıfatı da Hak'kın tam zuhurundan
ibaret olan (Muhabbet) makamından ibarettir. Muhabbet makam ı,
insanın kazanabilece ği bütün makamların ve hallerin üstünü olan ma-
kamdır. Çünkü, ilahi muhabbet, bütün makamlar ın içine girip onları
içinden yakalamışır ve bütün e şyanın zuhuru da bu ilahi muhabbet
iledir.
Muhabbet, vücudun, varlığın aslıdır ve demin başlangıcıdır. İlahi
zuhura vesile de muhabbettir. Bu yoldaki "Ben bir gizli hazine idim..."
sözünü de biliyoruz. Varl ığın başı sevgiye dayand ığı gibi Allah'a ulaş-
mak ta, ancak, ilahi sevgi ile mümkün olabilir. Bu ilahi muhabbet te,
yukarıda da açıkladığımız gibi, ilim ile ilgili bir muhabbettir. Öyle ise
bizi en yüksek mertebeye ulaştıracak olan da ancak ve ancak d ışa ve içe
ait ilim dereceleri, ve en nihayet, d ışı ve içi kendinde toplanyan bütün-
lüğü ile ilimdir ve Allah'a yak ın olmaktan anla şılması gereken gerçek
anlam da işte bu ilimdir. Bu konuda Kur'anda da şöyle denmektedir:
"Sana biat edenler ancak Allaha biat etmi şlerdir. Allah ın eli onların
ellerinin üstündedir". 14 2, "İleri gelenlerse herkesi geçenlerdir ; Allah'a
yakın olanlar onlard ır" 143 . Kısaca, esas ilimdir. Bizi gerçe ğe ulaştıra-
cak ta gerçek ilim, gerçek âlimdir. Yoksa, ilim nedir bilmez, dolay ısiyle,
gerçek nedir anlamaz kimseler bizi gerçe ğe ulaştırmak değil, tersine, ken-
dimizden bile uzakla ştırırlar. Tüm bir bilgi ile tüm varl ığı, mutlak varlığı
kendi vücudunda bilip görmeyen, her şeyden önce, daha dünyadan ha-
beri olmayanı nasıl uyarıp irşad edebilir? Gerçek uyar ıcı, gerçek mür-
şit, ancak, mutlak varl ığın dışına ve içine ait her türlü bilgiyi kendinde
toplamış ve ancak bu sebeple kendisi mutlak varlık olmuş olandır ve
uyarma, irşad ta ancak ve ancak ilmin inhisarındadır. Kur'an da
Peygamber de böyl demektedir.
Şimdi, yukarıda, kısaca açıkladığımız mutlak varlığın iç ve dış
yönlerini, yani Allah'lık ve insanlık meselesini ve dolayısiyle mutlak
varlığın içe ve dışa ait filmleri . meselesini özetleyecek olursak şöyle
diyeceğiz :
Mutlak varlık, yani Allah hem iç hem d ştır. Mutlak varl ık hem iç
hem dış olduğu gibi aynı zamanda hem baş hem sondur da. Nitekim
Kur'anda da şöyle denmektedir: "O evveldir, âhirdir, zâhirdir, bât ın-
dır" 144. Kısaca, vücut , mutlak varlığın, yani Allah'ın zatına ve aha-
ATATÜRK TÜRKIYESININ MADDI VE MANEVI TEMELI 159

diyetine aittir. Mâsivan ın, yani Allah'tan başka şeylerin-hangi merte-


bede olurlarsa olsunlar - Vüvutlar ı yoktur ve olamaz. Çünkü, ba şlık,
sonluk. dışlık ve içlilikten ba şka beşinci bir mertebe olamaz. Ba şka
bir deyişle, gerçek vücuda sahib olan Allah e şyanın gerçek suretleriyle
meydana çıkar, eşya da Allah' ın gerçek vücudu ile mevcut olur. Zira,
baş, son, dış ve iç olan yalnız Allah'tır ve dolayısiyle bir bakımıdan her
şeyden annmış (münezzeh), bir bakımımdan da her şeyle ve her şeyde
zâIlirdir. İç mertebe (bâtın) si sırf arıtma mertebesidir, d ış mertebe-
sinde ise benzetme (te şbih) zorunludur. Bu sebeple de mutlak vücut,
Allah, arıtma v benzetme (tenzih ve te şbih) sıfatlarını n her ikisi ile de
de sıfatlanmıştır. Çünkü, arıtma ve beneztmeden her biri, tek ba şlarına,
kayıtlayıcı ve sınırlayıcıdır. Gerçeğe ulaşmak için arıtma ve benzet-
menin ikisini birden almak, ba şka bir deyişle, arıtma ile benzetme ara-
arasını birleştirmek gerekir. Va ancak bu suretledir ki ilahi bilginin en
büyük bilicisi payesine ula şılabilir ki gerçek Birleme (Tevhid) de i şte
budur.
Şu halde insan, mutlak vücut veya Allah hakkında arıtma ile ben-
zetme aras ında, dolayısiyle, dünya ile âhiret arasında bulunmak ve bir
bakıma bu iki yönü birle ştirmek, fakat, bir bak ıma da ayırmak zo-
rundadır; daha açık bir deyişle, ferdi ve manevi ya şantısı bakımından
birleştirmek, fakat maddi ve sosyal yaşantısı bakımından da ayırmak
zorundadır. Yani, insan, dünyada yaşadığı sürece din ve âhiret i şleriyle
dünya işlerini ve ya şamlarını biribirinden ayrı tutmak ve biriirine kar ış-
nştırmamak zorundadır. Esasen, din de bunu emretmektedir. Kur'an-
da da: "Önce, gök ve yer biti şik idi. Sonra Allah onlar ı biribirinden
ayırdı" 145 denmektedir. Yeri ve gö ğü, yani Allah ile eşyayı ve dünayı
dolayısiyle din i şleriyle dünya i şlerini dinimiz bakımından da ayırmak
zorundayız, çünkü :
1—Dünya ve dünyadaki varlıkların, yani yaratıkların sıfatlarmı
Yaratan için de ispat etmek dince küfürdür.
2—Yaratıcının, yani Allah'ın sıfatlannı yaratılmışlar işin de
Ispatlamak dince şirktir.
Dinimizin temeli olan gerçek birleme (Tevhid) ise, Yarat ıcının,
yani Allah'ın sıfatlarını, ancak ve yaln ız, kendisi için asl olarak ıspat-
lamağı ve bunların eşya ad: altına giren her şeye nisbetinin ise, ancak,
emanet olduğunu bilmeği emr eder. 146
Şu halde, burada da hemen işaret edelim ki halifelik meselesi de,
gerçekte, din ile dihıya işlerinin ne olduğunu iyi bilme, onları hiç bir
suretle kar ıştırmama, biribirine çat ıştırmama, bulunulan
160 CAVİT SUNAR

mertebe ve mahalle göre gereken her şeyi o mertebe ve mahal gere ği


yapıb geçmeği iyice bilme ve bilmeyenlere de bildirme meselesidir. 147
Yukarıdaki açıklamalarımızda, biri, insanın Allah' ın
sureti üzere yarat ılmış olması meselesine, diğeri de insanın akıl sahibi
bulunması, dolayısiyle, mutlak varlık hakkında gerekli bilgiye malik
olabilecek biricik varlık olması meselesine dayandığına işaret etmi ştik.
Bir bakıma, Allah, insanı, dolayısiyle, bütün insanlar ı kendi sureti üzere
yaratmış olmakla, yalnız bir tek insan değil, bütün insanlar halife sayı-
lırlar. Fakat, görüyoruz ki surette insan olup ta gerçekte hayvan ve
hatta hayvandan da a şağı olanları saymak mümkün değildir. Nitekim,
yukarıda işaret etti ğimiz gibi, Kur'anda da böyle denmektedir. Demekki
gerçekten, halifelik meselesi, dince de bilgi meselesidir e bilgiyi ge-
rektiği yerde gerekti ği şekilde uygulama. meselesidir. Daha aç ık bir
deyiş le, âhirete ve dünyaya ait bilgilerle bilgilenmek ve o bilgilerin gerek-
lerine göre hareket etmek, k ısaca, Yaratan ı yaratıklarıyle ve yaratık-
ları da Yaratanla karıştırmamak, her şeyi yerli yerinde yapmak ve
idare etmek; i şte, halifeliğin anlamı budur. Bu da, her şeyden önce,
bilgi işidir. Bilgi işi de, sadece, bir ki şinin işi değil, her türlü bilgiyi elde
edebilme isti'dad ında yaratılmış olan ve buna muvaffak olan her ki şi-
nin, her insanın işidir. Yoksa halifelik bir saltanat müessesesi kurup
Allah adına bütün bir millet üzerinde dini idare ve tahakkümde bu-
lunmak demek değildir. Yalnız ve yalnız akla dayanan ve her türlü
bilgilerle bilgilenmeği emr eden dinimiz hükümlerinden böyle bir
sonuç çıkarmak ta mümkün de ğildir Çünkü, Kur'an hiç kimse için
dini üstünlük kabul etmez ve şöyle der:
"Göklerle yerin saltanat ı Allah'ındır ; kimse nefsini övmesin" 148
"Dinde cebir ve zorlama yoktur." 149
ık vermedi". 15 °"Alahsizednr
"Ey Muhammed! sen hat ırlat. Çünkü, görevin, ancak, hat ırlat-
maktır. Yoksa onlar ın üzerine hükm edemezsin." 151
"Ey Muhammed! biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uya-
rıcı olarak göndermi şizdir, fakat, insanlar ın çoğu bilmez". 152
"Ey Muhammed ! de ki : "Ben, Peygamberlerin ilki de ğilim
ben, sadece, ap aç ık bir uyarıcıyım". 153
"Sen, sadece, bir uyarıcısın ; Muhammed, yedi ğinizden yeyen,
içtiğinizden içen sizin gibi bir insand ır" 154
".... geçen her ümmet içinde de bir uyar ıcı buluna gelmiştir." 155
"İşte, ilk uyaranlar gibi bu Muhammed te bir uyarand ır". ı s6
ATATÜRK TÜRKİYESİ Nİ N MADDI VE MANEVI TEMELİ 161

"Ey korkuya bürünen Muhammed! kalk ta uyar!" 157


ıcı olarak gönderiyoruz."
"Peygambrlincküjdevuyar 158
"Seni de ey Muhammed! yaln ız müjdeci ve uyarıcı olarak gön-
derdik" 159
"Sen ancak bir uyarıcısın, Allah her şeye vekildir" 160
ın kuludur." 1 1 "MuhamedAl'
"De ki : "size ben Allah' ın hazineleri elimdedir demiyorum; gayb ı
da bilmiyorum; size ben mele ğim de demiyorum; ben, ancak, bana
vahy olunana uyuyorum". 162
"İnsanları uyar ".163
Ve en nihayet Kur'an şöyle diyor:
"Gerçek hüküm Allah'ındır. Ey Muhammed: sen yalnız "ilmimi
arttır" de". 164
"Sen ancak uyarans ın, her milletin bir yol göstereni vard ır". 165
şöyle demektedir: BukondaPeygmbr
("Ben de sizin gibi bir insan ım".
"Ben de bir kul gibi yer, kul gibi otururum".
"Halkı okudunuz, dini işlerini kolaylaştırınız, güçlük çıkarmayı-
nız".
"Ulu Tanrım! İlmimi arttır") 166

Şimdi, yeri ve göğü, yani dünya i şleriyle din işlerini ayırmakla da


iş tamamlanmış olmaz. Çünkü, dünya ve dünyaya ait i şleri birinc iplâ-
na almak, âhireti ve âhirete müteallik i şleri de ikinci plâna koymak
zorundayız. Zira, vücut denen ülke birdir. Bundan ötürü de dünya ve
âhiret diye bir ay ırım yapmak nisbidir, izafidir. Dünya, ancak insan
ile dünya olduğu gibi âhirette ancak insan ruhuna nisbetle özellik
kazanmış ve dünyadan ayr ı gibi sayılmıştır. Tekrar tekrar aç ıkladık ki
insan, hem göğü hem de yeri kendinde toplam ıştır ; madem ki böyle-
dir, gök ve yerden murat ta insandan ba şka değildir. İnsan ise her şey-
den önce, maddesi ile, ruhu ile o tek vücut ülkesinin dünya denen yü-
züne bağlıdır. Bu sebeple, dünya i şleri de tek vücudun âhiret denen
yüzüne nisbetle öncelik ta şır. Nitekim Kur'an da bu noktaya önemle
dokunmuş ve Peygamber de: "Dünya, âhiretin tarlas ıdır" 167 demiş
ve âhiretin, ancak, dünyaya ait i şlerin ve verilerin bir sonucu oldu ğuna,
dolayısiyle, âhiret yüzünden dünyay ı ihmâl edenlerin mü'min say ıla-
mayacağına işaret etmi ştir.
162 CAVİT SUNAR

Dünyanın önemi hakkındaki belli başlı âyetleri şöylece sıralaya-


biliriz:
"Sonraki hayat ta önceki de bizimdir". 168
"Elbet âkibet, ba şlangıçtan daha hayırlı olacak". 169
"Çalış, uğraş, Rabbına yaklaş ; Dönüş yeri olan göğe... ; Hoşnut
etmiş ve edilmiş olan Rabbine dön". 17 °
"Tanrının ni'metini anlat, bildir." 171
"Ey Nas! Allah'ın size verdiği ni'metleri hatırlaym." 172
"Size iyi ve temiz ni'metler helal edilmi ştir." 17 3
"Ey iman edenler! Allah' ın size helâl ettiği iyi v temiz şeyleri ken-
dinize haram kılmaym." 174
"Allah'ın size verdiği rızktan yiyin, yalnız, israf etmeyin". 175
ımı ile kuvvetlendirdi ve size r ızkın
"Alah,sizeyrvd
iyisini ve temizini verdi ki şükr edesiniz". 176
"Allah'a kulluk ediyorsan ız Allah'ın ni'metlerine şükr edin
kendi dillerinizin uydurmas ı ile Allah'a kar şı yalan uydurarak : "Bu
helâldır, bu haramd ır" demyin 177
"Tanrım o Tanrıdır ki arzı size döşek yapmış, size onun içinde yol-
lar açmış, gök yüzünden yağmur yağdırmıştır. Biz de o yağmurla türlü
ot, ağaçlardan da çifter çifter bitirdik. Yeyiniz ve davarlar ınızı otlatı-
nız. Muhakkak ki bunlarda akl ı başında olan, anlayan insanlar için
ibretler vardır." 178
"... Yer yüzünde hurmalıklardan, bağlardan cennetler yaratt ık;
yerden pınarlar fışkırttık ki meyvalarından yesinler". 179
"Allah'ın, göklerde olanlar ı da yerde olanları da buyruğnuz al-
tına verdiğini, ni'metlerini aç ık ve gizli olarak size bolca ihsan etti ğini
görmezmisiniz ?".. 18 °
"Bu gün size iyi ve temiz ni'metler helâl edilmi ştir bütün bun-
ları kim inkâr ederse bütün i şledikleri bo şa gider, âhirette de ziyana
uğrayanlardan olur". 181
"Biz Lokman'a hikmet verdik, ona: "Allah'a şükr et" dedik. Kim
şükr ederse kendi öz can ı için şükr etmiş olur bilin ki Allah şükre
muhtaç değildir." 182
"Hiç bir şeye kudreti yetmeyen bir kul ile taraf ımızdan güzel bir
rızka nail olup gizli veya aç ıktan harc eden hür insan birmidir ? Hay ır!
Fakat çoğu bunu bilmezler".183
ATATÜRK TÜRKİ YES İ Nİ N MADDI VE MANEVI TEMELI 163

"Allah'a yönelen her kula ö ğüt ve belge olarak yer yüzünü yapt ık,
oraya sâbit da ğlar yerle ştirdik, orada her güzel türden yeti ştirdik". ı 84
"Görmüyormusunuz ki Allah göklerde ve yerde olan ı size boyun
eğdirdi. Size açık kapalı her ni'meti tamamlad ı. İnsanlar arasında ise
bilgisi, önderi, aydınlık veren kitab ı olmadan Allah hakkında çene
çalanlar vard ır". 185
"Bana ve anama babana şükret." 186
"Her kim zerre a ğırlığında hayır işlerse onu görecek ve her kim
de zerre a ğırlığında şer işlerse onu görecek". ı 8 7
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah' ındır. Allah her şeyi ku-
şatmı ştır." 18 8
"Doğu yeri de Allah'ındır bat ı yeri de. Hangi tarafa dönerseniz
Allah'ın yüzü oras ıdır.. Muhakkak ki Allah pek geni ştir her şeyi bi-
licidir." 189
"Biz onlara çok geçmeden âyetlerimizi ufuklarda da kendi öz can-
larında da gösterece ğiz." 19 °
"Göklerde ve yerde ne varsa hep onundur." 191
"Hak taalâ gökleri ve yeri hak il yaratt ı, Bunda mü'minlr için ders-
ler vardır." 192
"Göklerin ve yerin yarat ılışında, gece ile gündüzün birbirini pe ş-
leyişinde akıl sahipleri için deliller vard ır". 193
"Göklrde ve yerde nice blgeler vard ır ki çokları yanlarından yüz-
lerini çevirrek geçerler". 194
"İnkâr edenlerin bizi yer yüzünde âciz b ırakacakların ı sanma" 195
"Yer yüzünde dola şmıyorlarmı ki orada olanları akıl edecek kalp-
leri, işitecek kulakları olsun. Arria yaln ız gözler kör olmaz. Fakat,
göğüslerde olan kalpler de körle şir." 196
"O öyle bir Allah'tır ki gökte de ilâhtır, yerde de ilâht ır ve o
hakim ve âlimdir." 197
"De ki: Allah'ın kullarına yarattığı ziyneti, rızkın temizini, iyisini
kim haram etmi ştir. De ki: bunlar dünya hayat ında mü'ıninler için-
dir, kıyamet günü de mü'minlere hast ır. Biz, böylece, bilen insanlar
için âyetlerimizi apaçık bildiririz". 198
"Dünyanın sevabını dileyene dilediğini ondan verir, âhiret seva-
bını dileyene de diledi ğini ondan veririz..". 199
"Yerde olanlar ın hepsini sizin için yaratan odur".2110
164 CAVİT SUNAR

"Ey insanlar ! geni şliği yer ve göğün geni şliği kadar olan
cennete ko şun!". 201
"Yer yüzünü biz yapt ık ne güzel yapm ışızdır". 202
"Şüphesiz ki âhiret te dünya da bizimdir". 203
"Onlar dünya hayatının görülen kısmını bilirler, görülmeyen
kısmı olan âhırından haberleri yoktur." 204
"Allah, o Allah't ır ki yer yüzüü size karargâh k ıldı , semâyı bir
kubbe yapt ı, Size suret verdi ve o güzel kendi sureti üzre yaratt ı. En
temiz, en iyi şeyleri rız olarak verdi. İşte sizin Tanrınız olan Allah
budur" 2 "
"Dünyada ona iyilik verdik. Do ğrusu o, âhirette de iyilerdendir"
"Bu dünyada kör olan âhirette de kördür ve daha şaşkındır". 207
"Mal ve oğullar, dünya hayat ının süsüdür, Fakat, baki kalacak
yararlı işler sevap olarak ta, emel olarak ta Rabb ının indind daha hayr-
lıdır". 208
"Biz, gökleri, yeri ve ikisinin aras ındakileri oyun olsun diye yarat-
madık. Biz, gerçe ği, bâtılın başına çalarız, o onun beynini parçalar,
böylece de bât ıl ortadan kalkar".m 9
"Ey göklerin ve yerin Yaratan ı ! Sen, dünya ve âhiret dostum-
sun". 210
"Herkes, yarat ılışına göre davran ır. Allah, kimin en do ğru yolda
olduğunu bilir." 211
"Kur'an, ancak, dünyalar için bir ö ğüttür". 212
Ve en nihayet Kur'an, dünya hakk ında insanlara şu tavsiyede bu-
lunuyor:
Yer yüzüne dağılı n ve Allah'ın inayetini aray ın.. 9 213
"Allah'ın sana ihsan etti ği ni'melerde âhiret mutlulu ğunu da ara.
Fakat, her şeyden önce dünyadaki nasibini asla unutma!" 214
Dünya konusunda Peygamber de şöyle demektedir:
("İçinizden hayırlı sı dünyasını âhiretine ve ya âhiretini dünyas ına
feda eden değil, belki her ikisini birlikte yürütendir; ve hatta, âhiret
yolu dünyadan geçer; dolay ısiyle herkesi kendi i şinde serbest bırakı-
nız".
"Din ile dünyay ı birlikte geliştirip güzelleştirin".
"Dünya i şine hiç ölmeyecekmi ş gibi, âhiret işine de yarın ölecek-
miş gibi önem ver".
ATATÜRK TÜRKİ YES İ Nİ N MADDI VE MANEVI TEMELİ 165

"Dinime ve dünyama zarar verecek her şeyden sana s ığınırım


Allah' ım".
"Ey bizi yaratan ve terbiye eden Rabbimiz! bize dünyada ve âhi-
rette dirlik, düzenlik ve güzellik ver!"
"Dünya ne güzel bir binektir; âhiret yolu ondan geçer."
"Dünya için hiç ölmeyecekmi ş gibi çalış".
"Dünyaya ait işlerinizi- siz benden daha iyi bilirsiniz".
"Bana pürüzsüz bir ya şayış, hayatımın sonuna kadar tatl ı ve rahat
bir yaşayış ihsan eyl Allah'ım!".
"Allah uhrevi saadet yerine dünyevi saadet te ihsan eder".
"İslamda dünyadan kaç ınma (Ruhbanl ık) yoktur".
"Evleniniz, sak ın Nasârâ'n ı n Ruhbanlar ı gibi olmayınız".
"Muhakkak ki kadın erkeğin yarısıdır; biri olmadan di ğerk eksik-
tir".
"Allah'tan korkun da kadınlara zulm ve onları ihmâl etmeyin."
"Dul kadınlara salih bir zevç gibi olunuz".
"Temiz ve afif bir dul kad ın, göklerde şehit adı ile anılır".
"Kadın, Allah'ın kullarına bir hediyesidir".
"Kişinin imanı artt ıkça kad ına sevgisi artar."
"Bana dünyan ızdan üç şey sevdirildi: Kad ın, güzel koku, Allah' ı
bilerek anmak."
"Dünya faydalar kayna ğıdır. Faydaların en hayırlısı da iyi kadın-
dır.") 215
Bu konuda Hz. Ali de şöyle demektdir:
("Akıl ve iman ikiz karde şlerdir ki Allah birini öteki olmad ıkça
kabul etmez".
"Bu dünya ile bunun sonu olan öteki dünya ayn ı erkekle evlenen
iki kadına benzer; ikisinin de gönlünü yapmal ı") 216
Hülâsa tekrar edelim ki gerçek, teklikte ve çoklukta, letâfet ve
kesafette nefse ba ğlıdı r, dolayısiyle de, çoklu ğa dayanan suretlerin bir-
birinden ayrılıp farklılaşması keyfiyeti de nefs iledir ve nefstedir. Biz.
eğer, nefsten nefsin alçalma derekelerinde ve yükselme derecelerinde
nefse zuhur eden suretleri kaale almazsak o takdirde her şeyden soyu-
nup sıyrılmış bir sırf zâttan, mahiyetten ba şka varl ık bulamayız. Hat-
ta, bu halde, biz kendimiz bile mevcut olamay ız.
166 CAVİT SUNAR

Hayat, madde gibi yok olmaz bir şeydir. Bu dünyada her vakit
belirli bir hayat vard ır ve bu hayatın miktarı çoğalıp azalmak-
sızın daima aynı nisbette devam edecektir. Maddeyi yaratmak ve
yok etmek mükün olmad ığı gibi hayatı yaratmak ve yok etmek te
mümkün değildir. İnsan, kimyasal ve fiziksel etkilerle birle şn bu
hayat ünitelerinin bir araya gelmeleriyle ya şıyor. Hayat ın aslı, sebebi
de aşktır. Bu sebeple şehvet mertebelerine inemeyen, fark mertebelerine
de gelmemiş veyahut henüz isti ğna alemindedir demektir. Şehvet
rnertebeleri, mevcut maddede sevginin isti'dad ı hasebiyle zuhurudur
ki aşkı doğurur. Eğer, aşk cevheri do ğmasa yokluktur. Maddi ve ma'-
nevi tasaruf ve seyran, ancak, a şk cevherinin varl ığı iledir. Kısaca,
hayvanlık sıfatı olmasa maddi hayat olmaz ve maddi hayat olmasa
ma'nevi hayat ta olamaz ve çünkü farka gelinmi ş olmaz. Sevgi de
bilgi ile ilgilidir.
Şu halde yine tekrar edelim ki yaratana ve yarat ılana ait her çe şit
bilgi, ancak, insan bilgisi ile ve bilgi, insanla hasıldır. İgsan bilgisi de,
her şeyden önce, dünya bilgisi ile has ıldır. Çünkü, insanın maddi vü-
cudu, içinde ya şadığı dünyaya, yani tabiata aittir. Öyle ise, tabiat,
Hak'kın dışı , Hak ta tabiat ın içidir ve Hak'kın zatı aynlarda zâhirdir.
Bundan ötürü her şeyden önce tabiata yönelmemiz, tabiat ı bilmemiz,
maddeyi tanımamız gerekir. Çünkü, maddeyi taımadan, tabiatı bil-
meden ma'nayı ve tabiat üstünü tan ıyıp bilmemiz imkansad ır ve zâten
bu ikisi birbirinden ayr ılmaz ve ayrılamaz.
Bilgi ve ya şantı bakımından insanları üç bölüğe ayırabiliriz:
1- Hayvani duyguları üzerine hayvani ve dünyevi bir yayat ya şa-
yanlar.
2- Yalnız dini duyguları üzerine ilahi bir hayat ya şayanlar.
3- Dünyevi ve ilahi hayat ı eşit surette kendilerinde birle ştirip
her iki hayatı da ortaklaşa yaşayanlardır ki bunlar ilahi sarho şluğu ve
dünyevi ayıklığı, her şeyi bir etmeği ve ayırmağı, yokluk ve varlık ha-
lini, görünmezliği ve görünürlüğü kendilerinde toplayıp mükemmel-
liğin en üst makamına ulaşmış, dolayısiyle Peygamberlerin de ilimlerini
elde etmiş, bundan ötürü de esasta bir ilim meselesi olan halifelik
sırrına da ermi ş kimselerdir. Bunlar ayn ı zamanda hem Hak hem halk
iledirler. Hak'kın huzuru içinde iken halkı da görürler ve halk ı görürken
de Hak'kın huzuru içindedirler. Bunlar, Hak'k ın zatında yokluk hali
içinde iken halk ile de varlk hali içindedirler ve halk içinde varl ık ha-
linde iken Hak'kın zatında da yokluk Mli içindediler. Kısaca, bunlar,
aynı zamanda hem dünya hem âhiret hali ve hayat ı içindedirler ve bir-
ATATÜRK TÜRKİYES İ Nİ N MADM VE MANEVI' TEMELI' 167

birinden ayr ı olan bu iki hal, bu kimselerde aynı zamanda birlikte bu-
lunmalarma ra ğmen birbirlerine engel, birbirlerine perde olmazlar.
Çünkü, bu kimseler her türlü gönül hallerine ula şmış ve gerçek makam-
larının hepsine kavu şmuş olmakla hem yarat ılmışlarla hem de yara-
tanla ilgili görevleri, birbirine kar ıştırmadan ve çatıştırmadan, hakkiyle
yaparlar, yani her mertebede o mertebenin gere ğini yaparak Hak'ka
da halka da hakkını vermi ş ve dolayısiyle halka da Hak'kada şürk
etmiş olurlar.
Yukarıda işaret ettiğimiz birinci bölük insanların ibadetten mak-
satları da, genellikle, Cennete girmek ve oradaki, vaad edilen, ebedi
maddi ni'metlerle ni'metlenmek ve Cehennem denen azaptan kurtul-
maktır
İkinci bölük insanların ibadetten maksatlan da, genellikle, Allah'a
perde saydıkları bu dünyadan ve bu dünya ni'metlerinden sıyrılıp ha-
kikata ulaşmak ve kalblere tecelliler bah şettiğine inanılan bir tak ım
gayba ait ke şiflere ve ilahi sırlara kavu şmaktır.
Gerçek bakımınan, ibadetin bu iki şekli de ho ş görülemeyip red
edilecek şeylerdir. 21 7
Halbuki, ibadetin, kullu ğun, âlemlerden müstağni olan Hak'kın
lutf ve ihsan ına karşı bir değeri ve zorunluluk ve gereklilik açısından bir
yeri yoktur. Cennetten maksat ta Allah' ın cemalinin tecelli hali ve yeri ;
cehennemden maksat ta Allah' ın celalinin tecelli hali ve yeridir.
Dünyada her güzel ve şerefli hâlete•cennet ve her şerefsiz, kötü ve
rezil hâlete de cehennem denir. Güzel ve şerefli hâletlerin en güzeli ve
şereflisi de ilimdir. Şrefsiz, kötü ve rezil hallerin en şerefsizi, kötüsü ve
rezili de cahilliktir. Şu hald, bilgili olmak cennette olmak, bilgisiz ol-
makta cehennemde olmakt ır. Eşyanın gerçeklerini ancak suretiyle bile-
bilenler ve sahib oldukları batıl inançlar ve rezil ahlak ile kendilerini
kıskıvrak bağlamış olanlar, kendilerinin aynı cehennemde olduklar ın-
dan habersizdirler. Nitekim Kur'anda şöyle denmektedir : "Cehen-
nem, kafirleri şimdiki zamanda kaplamıştır." 218. İşte bu ayet kötü ah-
laka ve batıl i'tikatlara i şarettir. Fakat, bilginler, gerçe ği kavramış
olanlar, nefslerini kutsiyete ula ştırmış olanlar gerçeği olduğu hal. üzre
bilirler ve ancak böyle olan bilginlerdir ki bir şey ile uğraşırlarken ayn ı
zamanda başka bir şey ile de uğraşabilirler ve bir şeyin veya yerin halini
algılarken aynı zamanda başka bir şeyin veya yerin halini de algılaya-
bilirler ve bu birbirlerinden ayr ı ve başka başka olan işler, yerler ve
haller, onlarda, birbirlerine engel ve perde olmazlar. Ve bu bilgin
kimseler bilirler ki, bizzat için de ya şamakta olduğumuzdan, dünya
168 CAVIT SUNAn

işleri zorunlu olmak birinci planda, âhiret i şleri de ikinci plandadır


ve çünkü dünya sebeb, âhiret te ancak onun sonucudur. Yukar ıda Pey-
gamberden naklen i şaret etti ğimiz "Dünya âhiretin tarlas ıdır" sözünün
hakikati da açıkladığımız gibidir. Nas ıl ki bir tohum, kendisinden zu-
hur eden ağacın maddesi, ve daha doğrusu, göğdesiyle, dallariyle ve
yapraklariyle a ğaç suretinde zuhur eden şey o tohumdan ibaret ise, işte
bunun gibi, dünyada kazan ılan ilim, hareket ve ahlak ta, ayniyle cennet
ve cehennem hallerinin maddesi olup lezzetler ve elemler suretinde zu-
hur ederler.
Yine yukarıda işaret etti ğimiz gibi bilgi, cennet; bilgisizlik te ce-
hennemdir. Dünyadaki cennet, varl ığa ait çeşitli bilgi bağçeleridir ki in-
san, aklının bilgisi ve kalbinin sanığı dereceine göre bu bilgi bağçelerin-
de gezip dolaşı r ve onun sonsuz ni'metlerine ve ebedi zevkelerine dal ıp
kutluluk ve mutluluk içinde bulunur. Gelip geçici olan bu dünya cen-
netinden sürekli olan cennete geçmek, bu parça cennetten cennetin
bütününe, tamamına ermek te insan ın, sureti ve siyreti üzre yarat ıl-
dığı Allah'ım gerçekten bilip tanıması ile mümkündür. Gerçek bilgi ile
gerçek Allah'ı bilip tanıyan insan için de, âhiretin tarlas ı olan bu dünya-
da vaki' ve bilgiden ibaret bulunan cennete girmekle, âhiret hayat ı ve
ni'metleri de daha dünyada ba şlamış demektir ve böyle bir insan, ar-
tık, dünyadan sonra vaki' olacak ve her türlü maddi zevklerden ibaret
bulunacak bir cennete hiç bir suretle özlem duymaz ve içinde ya şadığı
bu dünya hayatında da hiç bir Miden ürkmez.
Tekrar i şaret edelim ki gerçek cennetten maksat bütünlü ğü ile var-
lığa ait bilgidir, mutlak vücuda ait bilgidir. Dolayısiyle, görünen ve gö-
rünmeyen âlemleri içeren bilgidir. Tüm varl ığın tüm bilgisine sahip olan
biricik yarık ta insandır. O halde âhirete dünyadan, Allah'a da insandan
varmak veyahut âhireti dünyadan, Allah' ı da insandan ay ırmamak gere-
kir. Çünkü, vücut bir vücut, varl ık bir varlıktır ve o da ancak kendi ken-
disiyle bilinir. Şu halde, her şeyden önce dünyaya ve insana önem verdi-
ğimiz ve dünyayı ve insanı gerçek ilim ışığında ele aldığımız derecede âhi-
ret ve Allah, yani görünmeyen 'Mem meselesi de o derece ayd ınlanmış,
dolayısıiyle, dünya ile âhiret birbirine karıştırılmamış olacaktır. Bunun
tersini yapmak, yani görünmeyenden görüneni bulmak, ahiretten bir
dünya yaratmak istemek, yokluktan varl ık, ölümden hayat çıkarmak
gibi imkansız bir şey istemek demek olur. Zâten, âhir, bir şeyin sonu
anlamına olup âhiret te dünyan ın kendine ait sonu alamından başka
bir anlam ta şımaz. Daha başka bir deyişle, baş ve son aynı bir şeye
nisbetledir ve baş, yine nisbete göre, sondan önce gelir. Daha ba şka bir
ATATÜRK TÜRKİYES İ Nİ N MADDI VE MANEVÎ TEMELi 169

deyi şle, baş varlık; son yokluktur.


Dünyanın âhiret karşısındaki önemine, yukarıda açıkladığımız ayet-
lerden ayrıca, Kur'anda ba şka bir işarette bulunmaktadır. Kur'an otuz
cüzden ibarettir. Bu otuz cüzden, sadece, bir cüz kadar ı dünya ile, diğer-
leri de âhiret ile ilgilidir. Bu da, dünya denen varl ığın ve bu varlığa ait il
man dolayısiyle, bu dünyanin efendisi olan insanın ve insana ait filmin,
yine kendisi için ne sayısız sonuçlar ihtiva etti ğine, bundan ötürü de
dünyaya ait ilme ne büyük bir önem verilmesi ve bu ilim ile de pek k ısa
olan bu dünya hayatında ebedi bir hayat ve mutluluk sa ğlayacak sürek-
li ilerlemelerde bulunmak gerektiğine dince de büyük bir delildir.
Kısaca, işte gerçek uyar ıcı, gerçek mür şit, sonsuz ve mutlu ebedi
bir hayatı da kapsayacak olan ve durmadan ilerlemeden ibaret bulu-
nan böyle bir dünya hayat ı için bizi sadece ilim meş'alesi ile aydınlatan-
dır. Yoksa, maddi ve kişisel yararları için her boyaya giren ve herkes-
ten önce kendisi uyarılmağa muhtaç iken kendisinin de anlamad ığı
bir takım batıl fikirleri yaymak için hayat ı öldürücü tekke zihniyeti
peşinde koşan ve dolayısiyle dini ve din yolunu bir geçim, bir böbürlen-
me, bir maddi saltanat yolu yapan cahil ki şiler değildir. Bu gibilerin
hayvan kuyrukları altında yaşayan tufeyli sineklerden farklar ı yoktur.
Peygamberimizin de dediği gibi, gerçek deccallar, i şte bunlardır. 219
Gerçek mür şit, halkın sırtından hayatını sağlayan, el sofras ından
mi'desini dolduran eğil, tersine, kendi maddi ve ma'nevi varl ığı ile
himmet ve gayret sarf ederek gerçek yolunda geri kalm ış kafaları her
çeşit ilim ile doldurup onları gerçeğe ulaştırandır.
İnsanları ilim yoluna alıştırmak ve bu yoldan gerçe ğe ulaştırmak ta,
ancak ve ancak, geçici bir elçilik görevinden ibarettir. Yoksa, cahil-
lerin ve yarı aydınların sandıkları gibi, bu yol bir asalet ve hilafet yolu
değildir. İlimde asalet ise, ilmin kendisinde olup ilme sahib olan ın hiç
bir suretle hükm etme ğe hakkı olmadığı gibi, hilafet te suretten ve özel-
likle yine ilimden kinaye olup aslı olmayan kuru bir laftan ibarettir.
Bütün da'va, bilgisizleri bilgili k ılmak, yani insan suretinde hay-
van olanları kafaca ve ruhça da insan yapmakt ır. Bu sebeple İslamda
ve islam dininde bilgiye hârikadan da üstün bir yer verilmitir. Zira,
bilgi, maddeden başlayıp derecede yükselerek en sonda varl ıkları yara-
tanı zatına ve mahiytine ait gerçek bilgiye dayan ır. Hanka ise, ancak,
yaratıkların halleine ait bazı önemsiz bilgilere dayan ır. Gerçek bilgi
yolunda olanlar, adım adım, bütün varlığı bilmiş ve Allah'a ulaşmış ;
hârika peşinde ko şanlar ise hayvanlığa bulaşmış olurlar. Nitekim
Hz. Muhammed, kendisinden mu'cize isteyenlere Kur'an ı, yani kitabı
170 CAVİT SUNAR

göstermiş, dolayı siyle, sadece, bilgiye işaret etmi ştir. Peygamberin ilme
işaret olarak i şaret etti ği Kur'an da "Biz onlara âyetlerimizi kai-
natta ve nefslerinde gösterece ğiz" demek ve kainat ı nefslerden önce
zikr etmekle, ilimlerden de dünyaya ait maddi ve müsbet ilimle-
rin ruha ait ma'nevi ilimlerden daha önce gelmesi gerekti ğini de kesin-
likle açıklamış bulunmaktadır.
İşte, yalnız ve yalnız, akla ve ilme kıymet veren ve her şeyden önce
onun önderliğini yapan Atatürk te Türk Ulusunu daima ve sadece akla
ve ilme yöneltmiştir. Çünkü, bu yol doğrunun, iyinin, güzelin yoludur
ve dünya yolu oldu ğu kadar, dolayısiyle, dinin de yoludur. Bu sebeple
Atatürk, dünya dolay ısiyle, din açısından da gerekli olan şeyi yapmış,
böylelikle de, gerçekten ve gerçek yoldan asla ayr ılmamıştır. Doğru,
iyi ve güzel, insanların kişisel ve sosyal ve daha geni ş bil deyişle dün-
yevi ve dini hayatlarının asli prensipleri, medeniyetlrinin ve cennetleri-
nin ortaı dayanaklarıdır.
Atatürk, Peygamberin de "Dünya âhiretin tarlas ıdır" dediği gibi,
her şeyden önce Türk Ulusuna insani ve medeni bir dünya kurmak,
onu batıl inançlardan ve bu yolda yok olmaktan kurtarmak için gerçek
Islam dinine tamamen karşıt olan ve Allah ad ına dini bir tahakküm
müessesesi halini alan padişahlığı ve halifeliği kaldırarak onun ye-
rine layık bir Cumhuriyet getirmi ş ve din hayatını da asil kaynağına,
yani yaşanılan hayata geri çevirmi ştir. Şüphe yoktur ki islam dini ha-
yat dinidir. 220 Esasen Türkler (den, dın), bazen de (ten, tm), bazen de
(tin) ve en nihayet O ğuzların dili ile (din) i, dinin gerçek anlamı üzre,
yani vücut, ruh ve fikir terbiyesi olarak almışlardır. 221 . Tarihte asırlar
sürükleyen, çe şitli Türk devletlerinin bu şaşmaz asil, hayati karakter-
lerini yeni bir Türk devletinin kurucusu olan Atatürk te:
"Bizim akıl, mantık, zekâ ile hareket etmek şiarımızdır" 222
"Milletimizin siyasi, ictimai hayat ında, milletimizin fikir terbiye-
sinde de rehberimiz ilim ve fen olacakt ır" 223
"Türk milletinin istidadı ve kat'i kararı medeniyet yolunda durma-
dan yılmadan ilerlemektir. "224
"Büyük da'vamız en medeni ve en müreffeh millt olarak varlığımızı
yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarında dğil, düşüncelerinde de haki-
ki bir inkılab yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir" 225
ş ve bu dinamik idealin de: diyefatm
"Her şeye rağmen muhakkak bir nura do ğru yürümekteyiz. Bende
bu iymanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki
ATATİ7111C T İjRICİYES İ Nİ N MADDI VE MANEVI TEMEL İ 171

payansız muhabbetim değil, bu günün karanlıklan, ahlaksızlıkları, şar-


latanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat a şkı ile ziya serpmeğe ve arama ğa
çalışa bir gençlik gördü ğümdendir" 226 diyerek Türk geçli ği tarafından
muhakkak surtte gerçekle ştirileceğine iman ile :
"inkılabın hedefini kavram ış olanların onu daima muhafazaya
muktedir olacaklar ı"m 227 kesin olarak bildirmiştir.
Kısaca, kendini bilmek, ama maddi ve ma'nevi varl ığı il ilgili bü-
tün ilimlerle kendini bilmek, insan ın zorunlu aslından; dolayısiyle,
düşüncelerinde ve hareketlerinde lay ık olmak ta böyle bilgili bir insa-
nın tabii vasfındandır. Bu gerçek hükmümüz insan olan herkesiçin
geçerlidir. Esasen, din, dinle kay ıtlı insanların gelecek bir hayata dair
olan inanç ve emelleri üzerine de ğil de akli ve ruhani hayattaki güzel his-
ler ve yaşantılar üzerine temellendirilmi ş olsaydı, bu keyfiyet, insan ta-
biatını terbiyeye daha uygun düşerdi. 228 Çünkü, insan ancak, akl ı ile
ve ona dayanan yüksek hisleriyle insand ır ve hem Allah' ın sureti hem
de yaratıkların en ş ereflisi olmas ı da bu yüzdendir.
İşte, büyük Atamızın kendisine "Cumhuriyet"i emanet etti ği Türk
gençliği yukarıda açıkladığımız zorunlu asl ile tabii vas ıfı kendinde top-
lamış olan gençliktir. Atattürk, i şte böyle bir gençli ğe inananarak ve
dayanarak, Cumhuriytin onuncu yılında Türk Ulusuna ve bütün dün-
iftiharla şöyle seslenmektedir :
"Türk Milleti !
Kurtuluş savaşına başladığımızın 15 inci yılındayız. Bugün, Cum-
huriyetimizin onuncu y ılını doldurdu ğu en büyük bayramd ır.
Kutlu olsun!
Bu anda büyük Türk Milletinin bir ferdi olarak bu kutlu güne ka-
vuşmanın en derin sevinci ve heyecan ı içindeyim.
Yurtdaşlarım!
Az zamanda çok büyük i şler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli,
Türk kahramanl ığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti-
dir.
Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun de ğerli ordusunun
bir ve beraber olarak azimkârane yürümesine borçluyuz.
Fakat, yapt ıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve
daha büyük i şler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu
dünyanın en ma'mur ve en mdeni memleketleri seviyesine ç ıkaracağız.
Milletimizi en geni ş refah, vas ıta ve kaynaklarına sahib kılacağız,
kültürümüzü muasur medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.
172 CAVIT SUNAR

Bunun için, bizce zaman ölçüsü geçmi ş asırların gevşetici zihniyeti-


ne göre değil, asrımızın sür'at ve hareket mefhumuna göre dü şünül-
melidir. Geçen zamana nisbetle, daha çok çal ışacağız. Daha az zamanda
daha büyük i şler başaracağız. Bunda da muvaffak olaca ğımıza şüphem
yoktur. Çünkü, Ttürk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çal ış-
kandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti milli birlik ve beraber-
likle güçlükleri yenmesini bilmi ştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümek-
te olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafas ında tuttuğu
meşale, müsbet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebariiz ettirmeliyim ki,
yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasf ı da, güzel
san'atları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin
yüksek karakterini, yorulmaz çal ışkanlığını, fıtri zekasını, ilme bağlı-
lığını, güzel san'atlara sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen
ve her türlü vas ıta ve tedbirlerle besliyerek inki şaf ettirmek milli ülkü-
milzdür.
Türk milletine çok yara şan bu ülkü, onu, bütün be şeriyete hakiki
huzurun temini yolunda, kendine dü şen medeni vazifeyi yapmakta,
muvaffak k ılacaktır.
Büyük Türk milleti, onbe ş yıldanberi giriştiğimiz işlerde muvaffa-
kiyet vaadeden çok sözlerimi i şittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin, hiç
birinde milletimin, hakkımdaki i'timad ını sarsacak bir isabetsizli ğe
uğramadım.
Bugün, aynı inan ve kat'iyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir
bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet oldu ğunu bü-
tün medeni âlem, az zamanda, bir kere daha tan ıyacaktır.
Asla şüphem yoktur ki, Türklü ğün unutulmuş büyük medeni
vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inki şafı ile, atinin
yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güne ş gibi doğacaktır.
Türk milleti!
Ebediyete ak ıp giden her on senede, bu büyük millet bayram ını
daha büyük şereflerle, saadeletlerle huzur ve refah içinde kutlaman ı
gönülden dilerim. Ne mutlu Türküm diyene!". 229
Ve ne mutlu, dünyamızca ve dolayısıyla dinimizce de, hayat ını
milletine hizmet yolunda feda etmi ş olmakla milletinin en saygılısı ve
sevgilisi sıfatıyle 230 bu sözü söyleyene!
Tek cümle ile: Hayat ın kanunu (Akıl), ifadesi de (Sevgi) dir.
ATATÜRK TÜRKIYESININ MADDI VE MANEVI TEMELI 173

D İ PNOTLARI

1 Kan (Sanguis) ğ Sarı Safra (Chol), Kara Safra (Melancholia), Balgam (Phlegma)
dan ibaret bu dört sıvı Şark'ta (Ahlat- ı Erbaa) diye naml ıdır. Hippocrate bu dört s ıvının çe-
şitli nisbetlerde birbirine kar ışmasından, insanların dört ayr ı mizaca ayrıldığını iddia etmiş-
tir. Onun sınıflamasına göre:
Kanlılar, eğlenceye düşkün olurlar.
Sarı Safralılar, hırslı olurlar,büyüklük taslarlar.
Kara safral ılar veya sevdaviler, mahzun ve kederli tabiatl ı olurlar.
Lenfâviler de so ğuk kanlı olurlar.
2 İnsanlar arasında bile akılca olan büyük aynlığa sebep olarak, genellikle, dima ğ-
lann girinti ve çıkıntılarımn azlığı veya çokluğu gösterilmekte, ö ğretim ve eğitim de buna
dayandırılmaktadır. Akıllı olan insanların dimağı, genellikle, budala insanlarınkinden daha
büyük ve daha çok girintili ve ç ıkıntılıdır.
Dimağların başkalığı hayvanların cinslerine göre de de ğişir. Meselâ, Fil ve Maymun-
ların dimağı diğer memeli hayvanlar ın dimağlarından daha büyük ve daha çok girintili ve
çıkıntılıdır.
3 "Cehennemlik onlardır ki kalpleri vard ır, fakat bu kalplerle idrak etmezler; gözleri
vardır fakat bu gözlerle görmezler; kulaklar ı vardır fakat bu kulaklarla duymazlar. İşte
böyle olanlar dört ayakl ı hayvan gibidirler, hatta onlardan da daha a şağıdırlar. İşte cahil ve
gâfil bunlardır". Su. (sure). A'raf; ây. (ayet) 179.
4 Fa'â1 akla din dili ile (Ruh'ül - Kuds) derler.
5 Akıl, genellikle, şu anlamları taşır.
1- insanı hayvandan ayırd eden zihin.
2- Anlayış, kavrayış, algı, zekâ.
3- Anlama ve hükm etme hassası.
4- Düşünme, tefekkür,mülâhaza.
5- Hafıza kuvvesi, hatırlama.
6- Rey, tedbir, düzeltme yolu.
7- Rey soruşturma.
8- öğrenme.
9- Kaplama, zapt etme.
10- İlk, Başlangıç, Allah.
11- Ermek, erdirmek.
Kısaca, akıl, hüküm vermek, istidlil etmek, uygunluk ve gereklilik nisbetlerini algıla-
mak kuvvetidir.
Akıl, ilim ve idrâk ; zihinde has ıl olan suret; iki hayr olan şeyin hayırda ziyade olanını
ve iki şer olan şeyin şerde ziyade olanını algılamak.
Akıl, Bir ma'nevi kuvvettir ki insan onunla iyi ve kötü aras ını görebilir ve birbirinden
ayırd edebilir.
Akıl, ruhani bir nurdur ki insan nefsi onun arac ı ile zorunlu ve nazari ilimleri algılar
ve i'tikad eder.
Akıl (Ruh, Nefs) ve kuvvetleri ve s ınıflamaları hakkında açıkladığımız ilmi ve felsefi
görüşler için özellikle bk :
Hâtemi Senih Sarp, Psikoloji, İstanbul, 1936-38.
Ali Haydar Taner, Psikoloji, Istanbul, 1940.
Cemil Senâ Ongun, Psikoloji dersleri, Istanbul, 1935.
174 CAVIT SUNAR

İbn Hâldun (Türk. çev.) Ahmed Cevdet, Mukaddime (Fasl- ı Sâdis), s. 6-9, Istanbul,
(H.) 1277.
Ernst Von Aster, (Türk. çev.) Mâcit Gökberk, Felsefe Tarihi Dersleri, Istanbul, 1943.
Carl Vorlander, (Türk. çev.) Mehmed İzzet, Felsefe Tarihi, Istanbul, 1927.
Cavit Sunar, İslâm Felsefesi Dersleri, Ankara, 1967.
Cavit Sunar, İslâmda Felsefe ve Farabi, (2 cilt), Ankara, 1972.
Rıza Tevfik, Kamus-u Felsefe, Istanbul, (H.) 1335.
Ismail Fenni (Frans ızcadan çevirme), Lugatçe-i Felsefe, Istanbul, (H.) 1341; ve di ğer
belli başlı Felsefe Tarihleri ve Kamuslar ı .
6 Ilim, genellikle, bir şeyi her yönü ile, tümel olarak bilmektir. Yahut, Aristo'nun
deyimi ile, gerçek sebepleri bilmektir. Bir şeyi tikel yönü ile bilme ğe de (Ma'rifet) denir.
Şuna da işaret edelim ki bu her iki kelime çe şitli anlamlarda da kulla ılmıştır.
7 (Hadis). Ayrıca bk. Ek not: 108.
8 Su. Nahl. ây. 125.
9 İhsan Akay, Atatürkçülüğün Ilkeleri, s. 13-14, Istanbul, 1964.
10 İhsan Akay, ayn ı eser, s. 14.
11 İhsan Akay, ayn ı eser, s.14.
12 İhsan Akay, aynı eser, s. 15.
13 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, III, Türk İ nkilâb Tarihi Enstitüsü Yay ınları,
s. 70,Ankara, 1961.
14 İhsan Akay, aynı eser,s. 15.
15 Ihsan Akay, aynı eser,s.15.
16 İhsan Akay, aynı eser, s. 16.
17 İhsan Akay, ayn ı eser, s. 16.
18 İhsan Akay, aynı eser, s. 16.
19 İhsan Akay, ayn ı eser, s. 17.
20 "Din" kelimesi hakk ında özellikle bk. Cavit Sunar, Din Nedir ?, ilâhiyar Fakül-
tesi Dergisi, cilt: X; s. 65-69 ve oradaki bibliyografya, Ankara, 1962.
21 "Vahy" kelimesi hakk ında özellikle bk. Cavit Sunar, Dinin Temeli İlimdir,
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, cilt: XI; s. 55-60 ve oradaki bibliyografya, Ankara, 1963.
22 Su. Ali İmran; ây. 44.
23 Su. Nisa; ây. 165.
24 Su. En'âm; ây. 50.
25 Su. En'âm; ây. 91.
26 Su. Hûd.; ây. 49.
27 Su. Yusuf; ây. 3.
28 Su. Raad.; ây. 30.
29 Su. Nahl. ây. 13.
30 Su. Tâhâ; ây. 124.
31 Su. Zümer; ây. 9.
32 Su. Şura; ây. 52.
33 Su. Cum'a; ât. 2.
34 Su. A'lâ; ây. 6.
35 Su. Alâk; ây. 1-5.
36 Su. Kalem; ây. 52.
37 Hz. Muhammed 570 Milâdide Fil yılında doğmuş ve 632 Milâclide vefat etmi ştir.
İslâm şeriatı onun hayatında kurulup tamamlanm ış, Kur'an ve hadisler de tamamen h ıfz
ve zapt edilmiştir. Bk. Cavit Sunar, Islam Felsefesi Dersleri, s. 14.
ATATÜRK TÜRKİYESİ Nİ N MADDI VE MANEVI TEMELİ 175

38 Su. Kafirün; ay. 4.


39 Su. Necm; ây. 1-6.
40 Su. Kehf; ây. 6 ve Su. Şuarâ; ây. 3.
41 Alâk; ây. 1.
42 Su. Bakara; ây. 97.
43 Su. Nahl; ay. 102.
44 Su. Şura; ây. 193.
45 Su. A'lâ; ây. 8-9.
46 Su. Necm; ây. 5-7.
47 Su. En'âm; ây. 90.
Su. Furkan; ây. 1-2.
Su. Sella; ây. 7.
Su. Kalem; ây. 52.
Su. Tekvir; ây. 27.
48 Su. Cum'a; ây. 2-4.
49 Su. Ibrahim; ây. 47-52 ve Su. Enbiya; ây. 1-4 ve Su. Ibrahim; ây. 47-51 ve
Su. Enbiyâ; ây. 104.
50-55 Bu altı Hadis için bk. Cavit Sunar, Dinin Temeli llimdii, ilahiyat Fakültesi
Dergisi, cilt; XI, s. 55-60 ve oradaki bibliyografya.
56 Su. Ali İmran; ây. 103.
57 Su. Ali İmran; ây. 159. Hadis, (Tefsir-i Celâleyn, II, 29).
58 Su. Nisa; ây. 58. Hadis, (Tefsr-i Celâleyn, II, 46), (Kunuz'ul Hakayik..)
59 Bk. Cavit Sunar, Dinin Temeli İlimdir, ilahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: XI,
s. 59, ek not. 15 ve oradaki bibliyografya.
60 Bk. Cavit Sunar, Dinin Temeli İlimdir, Ilahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: XI,
s. 59, ek not: 16 ve oradaki bibliyografya.
61 Su. Bakara; ây. 185.
62 Su. Hacc; ây. 62, 76.
63-66 Bu dört Hadis için özellikle bk. Cavit Sunar, Dinin Temeli İlimdir, ilahiyat
Fakültesi Dergisi, cilt: XI, s. 60, ek not. 2-5 ve oradaki bibliyografya.
67 Su. Tâhâ; ây. 114.
68 Ömer Fevzi Mardin, Hadis-i Şerifler, s. 455, Istanbul, 1951.
69 CamPüs-Sagir (Suyuti), (Taberâneden naklen).
70 Dolayısiyle bk. Su, Beled; ây. 4; Su. Kâf; ây. 16. Ayr ıca bk. Su. Tin; ây. 3. Bu
hususta "Allah Adem'i kendi sureti üzre yaratt ı" deyiminde çeşitli hadisler de vardır.
71 Su. Ankebilt; ây. 45.
72 "Nefsini bilen Rabbim bilir", (Hadis); (Men arafa Nefsehu fakad arafa Rab-
behu).
73 Su. Bakara; ây. 269.
74 Su. Hacc; ây. 3.
75 Su. Tahâ; ay. 114.
76 Su. Bakara; ây. 269.
77 Su. Bakara; ây. 269.
78 Su. A'raf; ây. 199.
79 Su. Mücadele; ây. 11.
80 Su. Ali İmran; ây. 190-191.
81 Su. Zümer; ây. 9.
82 Su. Yasin; ây. 82.
176 CAVİT SUNAR

83 Su. Bakara; ây. 38


84 Su. Alâk; ây. 1.
85 Su. Alâk; ây. 3-5.
86 Su. Bakara; ây. 151.
87 Su. Nahl; ây. 43-44.
88 Su. En'âm; ây. 105.
89 Su. Yusuf; ây. 108.
90 Su. Kıyamet; ây. 18-20.
91 Su. Fâtır.; ây. 32.
92 Su. Lokman; ay. 20.
93 Su. Ankebüt; ây. 35, 43.
94 Su. Bakara; ây. 242.
95 Su. Rtim; ây. 28-31.
96 Su. Hicr; ây. 75.
97 Su. Nahl; ây. 68.
98 Su. İmran; ây. 7.
99 Su. Yusuf; ay. 76.
100 Su. Yasin; ây. 62-64.
101 Su. A'râf; ây. 63.
102 Su. Zuhruf; ây. 3.
103 Su. Bakara; ây. 120.
104 Su. Haşr; ây. 14.
105 Su. Nahl; ây. 78-80.
106 Su. Neml; 62 Su. Yunus; ay. 100.
107 Su. Nahl; ây. 70.
108 Bu hadisler için bk:
Buhari, (Sahih).
Müslim (Sahih).
Abu Davud, (Sünen).
Tirmizi (Sahih).
Nesâi, (Sünen).
İbn Macce, (Sünen).
Dârimi, (Müsned).
Malik, (Muvatta').
Ahmed b. Hanbel (Müsned).
Suyuti, (Câmi al-Sagir).
Suyuti ve Mahalli, (Tefsir-i Celâleyn).
Hakim Tirmizi (Nevad ır al-Usül).
Münâvi (Kunuz Şarh Cami al-Sagir).
Asklâni (Al-Fevâid al-Cumme).
Bayhaki, (Medhâl).
İbn Asâkir, (Al- İşraf..).
İbn Abd al-Berr, (Al-İstiâb).
İbn Adiyy, (Al-Kamil).
Deylemi, (Müsned al-Firdevs).
Abu Nuaym, (Al-Mustahrac).
A. J. Wensinck, (Al-Mu'cam al-Mufahras li-Alfâz al-Hadis al-Nebevi).
Ayrıca bk:
ATATÜRK TüRKIYESİ NIN MADDI VE MANEVI TEMEL/ 177

Mehmed Es'ad, Kenz'ul- İrfan, Istanbul, (H.) 1327.


Mustafa Vehbi, Mahsul'u Ali fi Şerh-i Kelimat- ı Ali, Istanbul, (H.) 1288.
Mehmed Nail, Rişte-i Cevahir, Istanbul, (H.), 1257.
A. Hamdi Akseki, İslam, Istanbul, 1948.
M. Şemseddin Günaltay, Zulmetten Nura, Istanbul, (H.) 1341.
M. Şemseddin Günaltay, Hurafattan Hakikata, Istanbul, (H.) 1332.
Hasan Hüsnü Erdem, İlahi Hadisler, Ankara, 1963.
A. Hikmet Berki, Ahlâka Ait 239 Hadis, Ankara, 1968.
Mevzuat Ali Al-Kaarl, İstanbul.
Mehmet Atif, Binbir Hadis, Mısır, (H.) 1307.
109 Hz. Ali'nin sözleri için özellikle bk:
Sipahi Zade Galib (Basan), Durr'al-Maali fi Tercuma al-Leali, Istanbul,
(H.) 1315.
Mustafa İzzet, Sad Kelime-i Hz. Ali, Istanbul, (H.) 1286.
Mustafa Vehbi, Mahsul'u Ali fi Şerh-i Kelimat- ı Ali, Istanbul, (H.) 1288.
Mehmed Nail, Rişte-i Cevahir, Istanbul, (H.), 1257.
M. Şemseddin Günaltay, Zulmetten Nura, Istanbul, (H.) 1341.
Rüşdü Şardag, Hz. Ali'den Sözler, Ankara, 1963.
110 Tenzih ve te şbih meselesi için ayr ıca bk:
Cavit Sunar, Vandet-i Şuhud-Vandet-i Vücut Meselesi, s. 48-50, Ankara,
1960.
Cavit Sunar, Tasavvuf ve Kur'an. Ilahiyat Fakültesi Dergisi, cilt. XIV, s. 64—
65, Ankara, 1966.
İbu Arabl, Futnhat Al-Mekkiyye, bap: 3, 73, 177, 335, 496, 499' 559,
Mısır, (H.) 1293.
İbn Arabi, (Türk. çev.) Nuri Genc Osman, Fusus fas: 3, 10, 22,
Istanbul, 1956.
Akıl meselesi için ayr ıca bk.
İbn Arabi Futuhât, bap: 7, 34, 50, 73, 355.
İbn Arabi (Türk. çev.) Nuri Genc Osman, Fusus, fas. 10 12, 18, 22, 25,
Gazali, İhya al-Ulum al-Din, Kitab al- İlm, Istanbul, (H.) 1317.
Gazali, Kimya al-saade M ısır, (H.) 1328.
Gazali, Miskat al-Envar, M ısır, (H.) 1332.
111 Su. Şura; ây. 11.
112 Su. Saffat; ây. 180.
113 Su. Mü'min; ây. 55; Su. Bakara; ay. 186.
114 Dua için ayrıca bk:
Cavit Sunar, Namazdan Maksat Nedir?, Ilahiyat Fakültesi Dergisi, cilt. XIII,
s. 33 ve ek not: 1-6, Ankara, 1965.
115 Allah'a yakınlık meselesi için ayr ıca bk:
Cavit Sunar, Tasavvuf ve Kur'an, ayn ı Dergi, s. 59, 62, 63 ve oradaki bibli-
yografya.
Cavit Sunar, Namazdan Maksat Nedir?, ayn ı Dergi, s. 31-38.
116 Su. \Ula; ây. 85.
117 Su. Kaaf; ay. 16.
118 Su. Hadid; ây. 5. Ayr ıca bk:
Su. Bakara; ây. 210.
Su. Al-i imran; ây. 109.
178 CAVİT SUNAR

Su. Eni-al; ây. 44.


Su. Hacc; ây. 76.
Su. Fâtır; ây. 4.
119 Allah kelimesi hakk ında bk:
Cavit Sunar, Namazdan Maksat Nedir? ayn ı Dergi, s. 36, ek not: 6.
120 Bu konuda ayr ıca bk:
Cavit Sunar, Namazdan Maksat Nedir?, ayn ı Dergi, s. 33, ek not: 1-4.
121 Su. Hadid; ây. 3.
122 Yaratılışın sebebi hakkında ayr ıca bk:
Cavit Sunar, Vandet-i Şuhud-Vandet-i Vücut Meselesi, s. 76-78.
123 Bk. Hüseyin Dânış. Edebiyat-ı Sufiye, Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mec-
muası, Sene: 1, sayı : 3, s. 300, Istanbul.
Bistânıi şöyle de demiştir: "Evde Alah'tan ba şkası yoktur". Bk. Abdurrahman
Bedawi, Şatahât al-Sufiyye, cilt. I, (Abu Yezid al Bistâmi), s. 650, M ısır, 1949.
124 Su. isra';. 85.
125 (Şey), Allah'ın ilminde sâbit ve müdemiç olan şeydir. Bk:
Cavit Sunar, Tasavvuf ve Kur'an ayn ı Dergi,ls. 61.
126 Dünya ve realite meselesi için ayr ıca bk:
Cavit Sunar, Mistisizmin Ana Hatlar ı,s. 21-46, Ankara, 1966.
Allah ve âlem münasebeti meselesi için ayr ıca bk:
Cavit Sunar, Mistisizmin Ana Hatlar ı, s. 14-148.
Cavit Sunar, Vandet-i Şuhud-Vandet-i Vücut, s. 32-67.
127 Allah- İnsan münasebeti meselesi için ayr ıca bk:
Cavit Sunar, Vandet-i Şuhud-Vandet-i Vücut Meselesi, s.68-75.
128 Su. Bakara; ây. 31.
129 Su. Tin; ây. 4. Kutsi hadis için ayr ıca bk. Ek not: 108'teki kaynaklar.
130 Su. Tin; ây. 4. Hadis için bk. Ek not: 108'deki kaynaklar.
131 Su. Ahzâb; ây. 72.
132 Bu hadis için bk.Ek not: 108'deki kaynaklar.
133 Su. Rahman; ây. 19-20.
134 Su. İsra'; ây. 70.
135 Allahl ve insan açısından bilgi meselesi için bk:
Cavit Sunar, Mistisizmin Ana Hatlar ı, s. 9-10, 113-122.
ilim meselesi için ayrıca bk.
İbn Arabi, Futuhat, bap: 34, 46, 53, 60, 70, 73. 177, 335, 347. 354, 358, 369.
ibn Arabi Fusus, fas: 12, 15, 16, 19, 25, 26.
Gazali İhya al-Ulum al-Din; Kitab al- İlm, Kitab Adab al-Uzle, Kitab
Şerh Acaib al-Kalb, Istanbul, (H.) 1317.
136 Su. Sâd; ây. 72.
137 Su. Raad; ây. 4.
138 Bu kutsi hadis için bk. Ek not: 108'deki kaynaklar.
139 Su. Kaaf; ây. 16.
140 Veya (Ruhi) de denmi ştir. Bu hadis için bk. Ek not: 108'deki kaynaklar.
141 Su. Rahman; ây. 19-20.
142 Su. Feth; ây. 10.
143 Su. Vakfa.; ây. 10-11. Allaha yakla şma meselesi için ayrıca bk:
Cavit Sunar, Tasavvuf ve Kur'an ayn ı Dergi, s. 60.
ATATÜRK TÜRKİYES İ Nİ N MADDI VE MANEVI TEMELI 179

144 Su. Hadid; ây. 3.


145 Su. Enbiya'; ây. 30.
146 aAyrıca bk. Cavit Sunar, Tasavvuf ve Kur'an, ayn ı Dergi, s. 65.
147 Halifelik meselesi için ayr ıca bk:
Cavit Sunar, Vandet-i Şuhud-Vandet-i Vücut Meselesi, s. 68-73.
148 Su. Câsiye; ay. 26; Necm; ây. 32.
149 Su. Bakara; ây. 256.
150 Su. Hacc; ây. 78; Su.Bakara; ây. 184.
151 Su. Gaşiye; ây. 21-23.
152 Su. Sebe'; ây. 28.
153 Su. Ahkaaf; ây. 9.
154 Su. Fat ır; ây. 23; Su. Mü'min; ay. 33.
155 Su. Fatır; ây. 24.
156 Su. Necm; ây. 56.
157 Su. Müddesir; ây.102.
158 Su. En'am; ây. 48.
159 Su. İsra'; ây. 105.
160 Su. Hud; ây. 12.
161 Su. Kehf; ây. 1.
162 Su. En'am; ây. 50.
163 Su. Yunus;ay. 2.
164 Su. Tâhâ; ây. 114.
165 Su. Raad; ây. 7.
166 Su. Ek not: 108'deki kaynaklar.
167 Bk. Ek not: 108'deki kaynaklar.
168 Su. Leyl; ây. 13.
169 Su. Duha; ây. 4.
170 Su. İnşirah; ây. 7-8; ve Su. Tar ık; ây. 11;ve Su. Fecr; ây. 28.
171 Su. Duha; ây. 11.
172 Su. Fatır.; ây. 3.
173 Su. Maide; ây. 6.
174 Su. Maide; ây. 90.
175 Su. En'am; ay. 141-143, 145.
176 Su. Enfal; ây. 26.
177 Su. Nahl; 114-117.
178 Su. Tâhâ; ây. 54.
179 Su. Yasin; ây. 35-36.
180 Su. Lokman; ây. 20.
181 Su. Maide; ây. 6.
182 Su. Lokman; ây. 12.
183 Su. Nahl; ây. 75.
184 Su. Kaaf; ây. 7-8.
185 Su. Lokman; ay... .20.
186 Su. Lokman; ây. 14.
187 Su. Zilzal; ây. 7-8.
188 Su. Nisa'; ây. 125.
189 Su. Bakara; ây. 115.
190 Su. Fussilet; ay. 53.
180 CAVİT SUNAR

191 Su. Nahl; ây. 52 ve Su. Rum; ây. 26.


192 Su. Ankebut; ây. 44.
193 Su. Âl-i İmran; ây. 190.
194 Su. Yusuf; ây. 105.
195 Su. Mü'minun; ây. 57.
196 Su. Hace ây. 46.
197 Su. Zuhruf; ây. 48.
198 Su. A'raf; ây. 31.
199 Su. İmran; ây. 145.
200 Su. Bakara; ây. 29.
201 Su. Hadid; ây. 21.
202 Su. Zâriyat; ây. 48.
203 Su. Leyl; ây. 13 ve Su. Necm; ây. 25.
204 Su. Rum; ây. 7.
205 Su. Mü'min; ây. 64.
206 Su. Nahl; ây. 122.
207 Su. İsra'; ây. 72.
208 Su. Kehf; ây. 46.
209 Su. Enbiya; ây. 16-19 ve Su. Sâd; ây. 27.
210 Su. Yusuf; ây. 101.
211 Su. İsra'; ây. 84.
212 Su. Sâd; 87.
213 Su. Cum'a; ây. 10.
214 Su. Kasas; ây. 77.
215 Bk. Ek not: 108'deki kaynaklar.
216 Bk. Ek not: 109'daki kaynaklar.
217 Ibadetin gerçekligi hakk ında bk:
Cavit Sunar. Namazdan Maksat Nedir?, ayn ı Dergi, s. 31-39.
218 Su. Teybe; ây. 50.
219 "Benim ümmetim için Deccal'dan ziyade dalâlette olan deccallardan korkar ım"
Bk. Ek not: 108'deki kaynaklar.
220 "Din" hakk ında ayrıca bk:
Cavit Sunar, Din Nedir?, İ lâhiyat Fakültesi Dergisi, Cilt, X, s. 65-70, An-
kara, 1962.
Cavit Sunar, Mistisizmin Ana Hatları, s. 136-141.
221 Bk. Cavit Sunar, Din Nedir? aynı Dergi, s. 67.
222 Afet İnan ve Enver Ziya Karal, Atatürk Hakk ında Konferanslar, s.43, Ankara,
1946.
223 Afet İnan ve Enver Ziya Karal, ayn ı eser, s. 33.
224 Bernard Lewis, (Türk. çev.) Metin K ıratlı , Modern Türkiye'nin Görünü şü,
s. 397, Ankara, 1970.
225 Afet İnan ve Enver Ziya Karal, ayn ı eser, s. 43.
226 Ruşen Eşref Önayd ın, Atatürk, s.32, Ankara, 1954.
227 Bernard Lewis, (Türk. çev.) Metin K ıratl ı, aynı eser, s. 473.
228 Ayrıca bk:
Cavit Sunar, Dünyada Edebi Hayat ı Yaş amak Elimizdedir, Ilahiyat Fakültesi
Dergisi, cilt. I, say ı , 1, s. 90-91, Ankara, 1952.
ATATÜRK TÜRKİYES İ Nİ N MADDI VE MANEVI TEMELI 181

229 Türk inkıMb Tarihi Enstitüsü, Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 274—
276, Ankara, 1959.
Atatürk için ayr ıca bk:
Peyami Safa, Türk İnkıldbma Bak ış , İstanbul.
Türk Neşriyat Yurdu, Gazinin Hayat ı, İstanbul, 1928.
Haluk Şehsuvaro ğlu, Tarihçi Gözüyle Atatürk, İstanbul, 1963.
230 "Milletinin en hürmetlisi ve muhabbetlisi kendisine en büyük hizmeti yapand ır"
(Hadis). Bk.Ek not: 108'deki kaynaklar.
CUMHURİYET DEVRININ BİR DÜŞtiNÜRO ŞEMSEDDİN
GÜNALTAY'IN DİN1 DÜŞÜNCESI
Prof. Dr. İbrahim Agâh ÇUBUKÇU

Giri ş
İslâm dinine göre Tanrı birdir ve Hz. Muhammed son Peygamber-
dir. Hz. Muhammed bu dinin ilkelerini yayma ğa çalışmıştır. Kur'an
nazil olduğu sıralarda Arap yar ımadasında sosyal bunalımlar vardı.
Bunun yanında putlara tapanlar ve onlardan yard ım umanlar da çoktu.
Böyle bir toplumda Hz. Muhammed'in ba şarısı büyük oldu. Kısa
zamanda İslâmiyet yayıldı . Bir İslâm devleti doğdu.
Hz. Muhammed hayatta iken gerek vahyolunan âyetlerle ve ge-
rekse hadisleriyle toplumun sorunlar ını çözerdi. Müslümanlar aras ın-
da birlik ve dirlik vard ı . Onun ölümünden bir süre sonra müslümanlar
arasında siyasal ve dinsel çeki şmeler başladı. Bu olayların sonucu ola-
rak bir çok mezhepler türedi. Müslümanlar ald ıkları yeni ülkelerde
yabancı kültürlerle kar şılaştılar. Ticaret amac ıyla yapılan seyahatler
de müslümanların yabancı kültürlerden haberdar olmalar ını sağladı.
Böylece müslümanlar Hint, Iran ve Yunan kültürleriyle kar şı karşıya
geldiler. Bunun sonucu olarak bilime ve dü şünceye daha çok önem
vermek ihtiyacını duydular. Esasen Kur'an bilenle bilmiyeni e şit tut-
muyordu. Bilimi, aklı ve hikmeti öğen âyetler müslümanlara şevk ve-
riyordu. Özellikle Halife Me'mun akla önem vermi şti. Bir çok yunanca
eserlerin arapçaya çevirilmesini sa ğlamıştı. Bu bilim ve düşünce faali-
yeti daha sonraları büyük İslâm düşünürlerinin yetişmesinde rol oyna-
dı. Kindi (Ölm. H. 252 / M. 866), Farabi (Ölm. H. 339 / M. 950), İbn
Sina (Ölm. H. 428 / M. 1037) ve İbn Rüşd (Ölm. H. 595 / M. 1198)
gibi büyük filozoflar İslam âleminde yeti şti. Müslümanlar tıpta, ast-
ronomide, eczacılıkta, ziraat tekni ğinde ve kâğıt sanayiinde büyük iler-
meler kaydettiler. İslam dini ictihat kap ısını açık tuttuğu için çeşitli
fıkhî mezhepler zamanın ihtiyaçlarına cevap verdiler. İnanç konuların-
da da Mutezile, Maturidiye ve E ş'ariye gibi büyük mezhepler do ğdu.
Fakat Eş'arilik Mutezile'ye göre daha az ak ılcı idi. İslâm medeniyeti
bir kaç yüzyıl boyunca ilerleme kaydetti. Ne yaz ık ki daha sonraki
yüzyıllarda çağın ihtiyaçlarına uygun ve müslümanlar ın çoğunluğu
184 İ BRAII İ IVI AC111 ÇUBUKÇU

tarafından benimsenmi ş bir içtihat yap ılamadı. Gerçi Selçuklular ve


daha sonra Osmanhlar devlet kurma yetenekleri ve teknikleri sayesinde
islâmiyete büyük hizmetler yapt ılar. Fakat Osmanlılarda da 16. yüz-.
yı ldan sonra gerileme ba şladı . Osmanlıların son devirlerinde tutuculuk
arttı. Akla ve tekniğe gerekli de ğer verilemedi. Tanzimat hareketleriyle
yapılmak istenen düzeltmelerde de bat ının metod ve tekni ği tam ola-
rak kazamlamad ı .
İşte bu durumu gören bazı Türk aydınları İslâmiyeti hurafelerden
ve tutucu güçlerin etkisinden kurtarmay ı düşündüler. Mesela Sait
Halim Pa şa (1863-1921) İslâmiyetin modernle şmesi için çal ıştı 1 . Özel-
likle ıslâmlaşmak adlı eserinde İslâmiyetin ahlak, sosyal ve siyasal sis-
teminin zaman ve çevreye göre tefsir edilmesini savundu. Hürriyet,
adalet ve dayanışmaya önem verilmesini önerdi. İrkçılığa karşı çıktı.
İslâmda yenileşmeyi düşüncesinin temeli yaptı 2. İslamcı kalınmasını
ve İslâmiyetin birleştirici ruhundan faydalanmas ını salık verdi.
İslâmda modernle şmeye taraftar olan ayd ınlardan biri de Celâl
Nuri İleri (1877-1939)'dir. Celal Nuri İleri "İslâmda Yenile şme Zaru-
reti" adı altında yazılar yazdı . İttihad-ı İslam adlı eserinde akla ve ça ğ-
daş uygarlığa daha çok uyulmas ını önerdi. Celal Nuri kadın haklarının
ve banka faizlerinin lehinde bir çok yaz ılar yazdı. Islâmın inanç sis-
teminin değişmeyeceğini ve fakat fıkhi kurallar ın zamanın şartlarına
göre değiştirilmesi gerektiğini savundu 3.
Cumhuriyet devrinde bir ara Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış
olan Şerafettin Yaltkaya (1879-1949) da uyan ık bir bilgindir. Tari-
katların bozulmuş şeklini yermiştir. Medresede yeti şmekle beraber
Cumhuriyetin getirdi ği yenilikleri benimsemi ştir. Milli duyguları güçlü
ve aydın bir din adamı olarak tanı nır.
İsmail Hakkı İzmirli (1868-1946) de modernist islâmc ılardandır.
Özellikle İslam felsefeyi, kelâm ve fıkıha dair yazılarıyla tanınmıştır.
Akılcılığı ve çağdaş düşünceye verdiği değer dikkati çekmiştir 4 .

İşte bizim asıl düşünceleri üzerinde duraca ğımız Şemseddin Günal-


tay da modernist islâmc ılardan biridir.
1 Bak. Prof. Dr. Tarık Z. Tunaya, İslamcılık Cereyanı, s. 12, İstanbul 1962; İbrahim
Alaettin Gövsa, Türk Me şhurlar! Ansiklopedisi, s. 339, Yedigün ne şriyatı (tarihsiz); Sait
Halim Paşa, Buhranlarımız, s. 178-205-213, tarihsiz.
2 Bak. Yusuf Hikmet Bayur, Türk inkilâbl Tarihi, c. III, s. 477-486; Ankara 1967;
Hüseyin G. Yurdayd ın, İslam Tarihi Dersleri, s. 172, Ankara 1971.
3 Bak. Hilmi Ziya elken, Türkiye'de Ça ğdaş Düşünce Tarihi, C. II, s. 657-671,
Istanbul 1966; İbrahim Alaettin Gövsa, Türk Meşhurları Ansiklopedisi, s. 80-81.
4 Bak. Hilmi Ziya elken, Türkiye'de Ça ğdaş Düşünce Tarihi, C. II, s. 453-458.
Ş EMSEDDİ N GUNALTAN'IN DINI DÜŞ ÜNCESI 185

Şemseddin Günaltay' ın Hayat ı ve Eserleri


Şemseddin Günaltay Kernaliye'de 1883 yılında doğdu. Yüksek
Muallim Mektebinin Fen şubesinden mezun oldu. Avrupada da fizik
alanında öğrenim yaptı. Milli duyguları güçlü bir insan olarak Türki-
yede çeşitli liselerde ö ğretmenlik ve müdürlük görevini ifa etti. Tarihe
merakı vardı. Bu alanda kendini yeti ştirdi ve değerli eserler verdi. İyi
arapça ve farsça bilirdi. Medresede de okudu ğundan İslam kültürüne
iyice vakıftı. Edebiyat Fakültesi Türk Tarihi ve islam Kavimleri Kür-
süsüne 1914 de profesör olarak atand ı. Ayrıca Darulfünun Ilahiyat
Fakültesinde islam Dini Kürsüsünde Profesörlük yapt ı. 1915 te Bilecik
milletvekili oldu. Milli mücadele yıllarında Anadoludaki hürriyetçi
hareketi destekledi ve gençlere yol gösterdi. 1923 de 2. Büyük Millet
Meclisine Sivas milletvekili olarak kat ıldı. 1954 yılına kadar her devre
milletvekili seçildi. 15 Ocak 1949 da ba şbakan olmuştu. Serbest seçim-
ler yapılmasını sağladı. 22 Mayıs 1950 de siyasi iktidarı Demokrat Par-
tiye devretti. 1961 de Cumhuriyet Senatosu üyeli ğine seçildi. 19 Ekim
1961 de Istanbul'da öldü 5 .
Eserleri: Maziden Atiye 1913; Zulmetten Nura 1917; Hurafattan
Hakikate 1917; Tarih-i Edyan 1922; İslam Tarihi 1922-1925; İslamda
Tarih ve Müverrihler 1923-1925; İslam Dini Tarihi 1924; Mufassal
Türk Tarihi (5 cilt 1928-1933); Uzak Şark Tarihi 1937; Eski Suriye ve
İbraniler Tarihi 1937; Yak ın Şark Tarihi (1-4 cilt, 1937-1951); Türk
Tarihinin İlk Devirleri 1937; Iran Tarihi 1948; Perslerden Romal ılara
Kadar Selevkoslar, Nebatiler, Galatlar, Bitinya ve Bergama Krall ık-
ları 1951; Hürriyet Mücadeleleri 1958.
Şemseddin Günaltay' ın Dini Düşüncesi
Şemseddin Günaltay dinin toplum için gerekli oldu ğuna inanır.
Kendisi müslüman olduğu için islamiyete öteki dinlerden daha çok
değer verir. Fakat onun İslam anlayışı gerek birçok medrese mensup-
larının görüşlerinden ve gerekse tasavvufçular ın felsefelerinden farklı-
dır. Ona göre Kur'an ve hadislerin ça ğdaş uygarlığa engel olan bir yanı
yoktur. Ilim ve fende ça ğdaş uygarlığı benimsemek gereklidir. Ahlâkta
ise Selefiyyun devrinin tutumunu sahk verir. Ahlak sorununu islam ın
yeniden dinamizme ulaşması bakımından öne alır. O bu konudaki
görüşünü Kur'an ve hadislerle saptar: Hz. Muhammed " İslam güzel
5 Bak. Türk Ansiklopedisi, c. XVIII, s. 174-175, Ankara 1970; Hilmi Ziya Ülken,
Türkiye'de Ça ğdaş Düşünce Tarihi, c. II, s. 649-650.
186 İ BRAHIM AGAH ÇUBUKÇU

ahlaktır" diye buyurmu ştur. Ba şka bir hadisinde ise "ben ancak ahlâ-
kin güzelliklerini tamamlamak için peygamber olarak gönderildim"
demiştir. Şemsettin Günaltay, ahlak konusunda şu hadisler üzerinde
de durmuştur: "Müminlerin iman yönünden en olgunu, ahlak yönün-
den en güzel olanlar ıdır". "Kulun iman ı kendisi için sevdi ği şeyi kar-
deşi içinde sevmedikçe tamam olmaz". "Ak ıl gibi tedbir, güzel ahlak
gibi faydalı hesap olmaz" "Kul ibadeti zay ıf olsa da güzel ahlak ıyle
büyük derecelere ve şerefli yerlere ula şır. Yine kul ibadetini yapsa da
kötü ahlaki yüzünden cehennemin en a şağısına gider" 6. Günaltay ahlak
konusunda daha bir çok kan ıtlar vermi ştir. Bunların hepsini burada
zikredecek de ğiliz. Yalnız şu kadarını belirtelim ki Günaltay'a göre
birçok müslüman gerçek İslam ahlakını tam uygulamamışlardır. Eğer
bilime, adalete, hikmete ve fazilete her müslüman ayn ı derecede önem
verseydi, İ slam aleminin yirminci yüzy ılda durumu çok daha ba şka
olurdu.
Şemsettin Günaltay, Islamın inanç ilkeleri üzerinde de durmu ştur.
Bilindiği üzere Tanrı'ya, peygamberlere, meleklere, kutsal kutaplara,
Ahiret hayatına ve kadere inanç islam ın iman esaslarındandır. Günal-
tay bu esaslar ın hepsine inanmaktadır. Fakat kader sorununun kimi
müslümanlarca yanlış anlaşıldığı üzerinde ısrar etmi ştir. İslamda Cehm
b. Safvan'ın kurduğu kader anlayışı yanlıştır. Cehm'e göre insan ın hiç
bir irade ve seçim özgürlüğü yoktur. İnsanın fiillerini Tanrı dilediği
gibi yazmıştır. İnsan bir robot gibi bu fiilleri i şler. Cebriyeciler dedi ğimiz
bu görü ş taraftarlar ı kaderi yanlış anlamışlardır. Bunlara kar şı çıkan
Mu'tezile ise insanın kesin surette özgür oldu ğunu savunmuştur. Bun-
ların ortasında yer alan Eş'ari ise ak ıl ve nakli uzla ştırmağa çalışmıştır.
Şemseddin Günaltay, E ş'ariliğin orta yolu tuttu ğunu belirtmişti'''.
Cebriyecileri ise a ğır surette suçlam ıştır. Yalnız Eş'ariliğin de geniş
İslam kütleleri tarafından tam olarak kavrand ığına inanmamıştır.
Eş'arilere göre kullar ın fiillerini Tanr ı takdir eder. Kullar da cüzi ira-
deleri ile bu fiilleri yaparlar. Tanr ı kulların fiillerinin nasıl olacağını
önceden bildiği için onların kaderlerini saptam ıştır. Yoksa kimseyi
zorlamış değildir. Günaltay'a göre kader Tanr ı'nın evrendeki kanun-
larına inanmaktır. "Tanrı'nın sünneti (kanunu) için de ğişme bulamaya-
caksın" ayeti bunu gösteriyor Bu demektir ki her şeyin bir nedeni
6 Bak. M. Şemseddin Günaltay, Zulmetten Nura, s. 72-79, Tevsi'i T ıbaat Matbaas ı
1331
7 Bak. M. Şemseddin Günaltay, Zulmetten Nura, s. 352.
8 Bak. M. Şemsettin Günaltay, ayn ı eser, s. 376; Ahzab suresi ayet: 62.
• Ş EMSEDDİ N CUNALTAN'IN DİNİ DÜŞ ÜNCESI 187

vardır. İnsanların "kaderim bu imiş" diyerek tembelle şmesi yersizdir.


Tanrı kötü fiillerden razı olmaz ve adalet sahibidir. O halde insan ın
bir şeyi yapma özgürlü ğü de vardır. "İnsan için ancak çalışıp yaptığı
şey vardır" âyeti* de bu konuya ışık tutmaktadır.
Şemseddin Günaltay' ın üzerinde durduğu önemli dini konulardan
biri de islâm'da ilim anlay ışıdır: İslam dini ilme çok önem vermiştir.
Kur'an'da geçen bir çok âyet bilimi ve bilim adamlar ını öğmüştür.
"Bilenle bilmiyenler e şit olurlar mı"** âyeti bu övgünün örneklerin-
dendir. Yine "bilmiyorsanız akıl sahiplerine sorunuz"* * * âyeti de bu
konuda dikkati çekmektedir. Ayr ıca Hz. Muhammed'in bir çok hadis-
leri de bilimi teşvik edicidir. Günaltay bu hadislerden de bir çok ör-
nekler vermektedir. İşte bu hadislerden kimileri şunlardır: "Kişinin
temeli akhdır; aklı olmayanın dini de olmaz". "Allah aklı olmayan
mü'mini sevmez". " İlmi beşikten mezara kadar aray ınız"."Bilim iste-
mek bütün erkek ve kad ın müslümanlara farzd ır". "Hikmet müminin
kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulursa al ır." Günaltay bütün bu
kanıtlara rağmen bir çok müslüman ın miskinlik ve tembellik yolunu
seçmesini ele ştirmiştir. Din adamlarının İslâmın gerçek ruhunu geni ş
halk kitlelerine öğretemediğine dikkati çekmi ştir.
Günaltay'ın üzerinde durdu ğu önemli dinsel konulardan biri de
İslâmda çalışmadır. Çalışma konusu da sonradan müslümanlar ara-
sında gereği gibi değerlendirilememi ştir. Genellikle tarikatların etkisiy-
le fakirlik, miskinlik ve tembellik ço ğalmıştır. Bir lokma, bir h ırka
yeter zihniyeti do ğmuştur. Oysaki müslümanlar bilime ve çal ışmaya
önem verdikleri ça ğlarda büyük bir uygarlık kurmayı başarmışlardır.
Müslümanların tevekkülü yanl ış anlamaları da tembelliği doğuran
nedenlerdendir. Oysaki gerçekte her i şde ilkin akıl ile tedbir almak,
sonra Tanrı'ya tevekkül etmek gereklidir. Demek ki İslâmiyet akıl,
tedbir ve çalışmayı sağlık vermektedir. Çal ışma konusunda Kur'an'da
bir çok buyruklar vard ır. Özellikle şu âyetler dikkati çekicidir: "Dün-
yadan nasibini unutma" 1°. "Arza yayılma ve Allah'ın verdiği nimet-
lerden faydalanmay ı isteyiniz" ". Ayrıca bu konuda bir çok hadisler
de vardır. İşte bunlardan da kimi örnekler: "Sonsuz olarak ya şaya-
(*) Bak. Necm suresi, âyet; 39.
9 Bak. M. Şemseddin Günaltay, Zulmetten Nura, s. 65-71.
(**) Bak. Zumer suresi, âyet, 9.
(***) Bak. Nahl suresi, âyet, 43.
10 Bak. Kasas suresi, âyet: 77.
11 Bak. Cum'a suresi, âyet: 10.
188 İBRAHİM AGkH çuriuKç ıi

cakmış gibi dünya için, yar ı n ölecekmi ş gibi de Ahiret için çal ış". "Ya-
pılan işlerin en hayırlısı helal kazançtır". "En hayırlınız, Ahiret için
dünyasını, dünya için de Ahireti terkeden de ğil, her ikisine beraberce
önem veren kimsedir". "Allah kuluna çal ıştığı derecede her şeyi verir".
Bütün bu kanıtlara rağmen tembellik yolunu seçenler toplumun
gerilemesine sebep olmuşlardır 12.
Günaltay müslümanların geri kalma nedenlerini İslâmiyette değil
şeyhlerde, yenilik dü şmanı din adamlarında ve hurafelerde aramakta-
dır 13. Fikri durgunluk ve gerilemede Mu'tezile'nin ak ılcı sistemine karşı
çıkan Eş'ariliğin de etkisi olduğu kanaatindedir. Özellikle Gazzalrnin
felsefecilere kar şı çıkmasının serbest ve felsefi dü şüncelerin gelişmesini
engellediğini ileri sürmektedir ". Günaltay gençli ğinde yazdığı yazılarda
özellikle kaza ve kader konusunda E şari'nin uzlaştı rıcı formülüne
karşı çıkmamıştır. Fakat İslami ilimlerde derinle ştikçe daha akılcı,
daha hür ve daha müsamahakar bir İslam anlayışına taraftar olmu ştur.
İslam uygarlığının kurulmasında içtihad ın önemini her devirde yazdığı
yazılarda savunmuştur. Ona göre İslâmiyet gere ği gibi halk kitlelerine
anlatılamamıştır : İslam dini cehaletin karşısındadır. Fakat müslüman-
lar yüzyıllar boyunca bilimi ve bilimsel anlayışı geniş halk kitlelerine
yayamamıştır. İslâmiyet temizlik ve sağlıktan yanad ır. Fakat yetkililer
ve din adamları bu kuralları her müslümanın bilincine yerle ştirememiş-
tir. İslâmiyet akıldan ve ilerlemeden yanad ır. Fakat aklın karşısına
tarikat mensuplar ı, ilerlemenin kar şısına tutucu medreseliler ç ıkmıştır.
İslâmiyetin doğuşundan sonra bir kaç yüzyıl boyunca geniş halk
kitlelerine mal olan içtihatlar yap ılmıştır. O devirlerde İslâmiyetin
ruhu daha iyi kavranm ıştır. Daha sonraki devirlerde içtihat kap ısının
açık oluşundan gereği gibi yararlanmak engellenmi ştir. Oysaki İslam
fıkhında zamanın değişmesiyle hükümlerin de ğişmesi kabul edilmi ştir.
"Allah sizin için zorluk de ğil, kolaylık ister" ayeti 15 de güçlüklere çare
bulunmasını salık vermektedir. Ayrıca Günaltay içtihat konusunda şu
hadisi hatırlatmıştır : "içtihat edip isabet edersen senin için iki, içtihad
edip hata edersen bir sevap vard ır". Hz. Muhammed Muaz b. Cebel'in
Kur'an ve hadislerde bulunmayan hususlarda akla ba ş vurmasına izin
vermiştir. Düşünürümüz bunu da içtihat kap ısının İ slamda daima
12 Bak. M. Şemseddin Günaltay, Zulmetten Nura, s. 79-90.
13 Bak. M. Şemseddin Günaltay, ayn ı eser, s. 91.
14 Bak, M. Şemseddin Günaltay, İslâm Dünyasının İnhitat ı Sebebi Selçuk İstilası
mıdır? Belleten, e. II, say ı : 5-6, s. 73-87, Ankara 1938.
15 Bak. Bakara suresi, ayet: 185.
Ş EMSEDDIN GUNALTAN'IN DINI DÜ Ş ÜNCESI 189

açık olduğunun bir delili saym ıştır. Günaltay içtihad ı fıkıhta ve sosyal
alanlarda istemektedir
Günaltay müslümanlar aras ında yaygın olan yanlış inançların
da ilerlemeyi bir ölçüde engelledi ğini belirtmiştir: Bazı tarikatların
yalnız ya şama telkinleri, dünya kazanc ına de ğer vermeme eğilimleri
ve miskinlik ilerlemeyi engelleyici olmu ştur. İlk müslümanlar canl ı bir
ruha sahip olduklar ı için mücadelelerinde üstün gelmi şlerdir. İslâmiyet
yardımlaşmayı, adaleti, fazileti ve topluma faydal ı işler yapmayı em-
reder. Gerçek islâmiyet tutuculu ğun, sefaletin ve hurafelerin kar şısın-
dadır. Hal böyle iken ne sefalet önlenebilmi ş, ne de hurafeler İslami-
yetten temizlenebilmi ştir. Çama şır yıkanıak, tırnak kesmek, elbise
dikmek, ev nakletmek ve y ıkanmak gibi hususlarda haftanın belli
günlerini uğursuz sayan müslüman az de ğildir. Hatta iki bayram ara-
sında evlenmeyi bile haram sayanlar vard ır. Hasta olunca doktora
başvurmak yerine, muska yazd ırma, kur şun dökme ve türbeleri ziyaret
gibi yanlış çarelerle yetinenler çoktur. Yine nazara inanan, muhabbet
muskalarına güvenen ve faldan yardım umanlar sık sık görülmektedir.
Şu veya bu hareketi u ğursuz tutanlar ve baz ı kuşların ötmesinden bile
dinsel manalar ç ıkaranlar vard ır. Günaltay bütün bunlara kar şıdır.
Çünkü bu gibi hususlar gerçek islâmiyette yoktur 17.
Günaltay'ın üzerinde durduğu önemli dinsel konulardan biri is-
lamın imkan verdiği hoşgörü ve vicdan özgürlü ğüdür. Düşünürümüz
toplum içinde huzurlu ya şanılması için dinsel nedenle şunu bunu suç-
lamanın bırakılması gerektiğini yazıyor: Kimi kimseler dini kendi
tekelinde görüp biraz fikri mütalaa yürütenleri inkarc ılıkla suçlarru ş-
lardır. Bu hem Tanrı'nın emirlerine, hem de kimi hadislere aykırıdır.
Örneğin şu hadis Islamın hoşgörüsünü açıkça gösteriyor: "Bir kimse-
den küfrüne yüz, iman ına bir kanıt sayılacak bir söz çıkarsa, bu bir
kanıta göre hareket edilir. Sonuç olarak sözün sahibi tekfir edilemez" 18.
Günaltay vicdan özgürlüğü konusunda bize şu âyeti kanıt olarak
göstermiştir: "Sen ancak bir hat ırlatıcısm; onlar üzerine bask ı yapıcı
değilsin" ". Dü şünürümüze göre vicdanlar hür oldu ğu derecede dü-
16 Bak. M. Şemseddin Günaltay, Zulmetten Nura, 379-405.
17 Bak. M. Şemseddin Günaltay, Hurafattan Hakikate, s. 283-315, Tevsi'i T ıbaat
Matbaası 1332 (tarihsiz).
18 M. Şemseddin Günaltay, ayn ı eser, s. 337.
19 Bak. Gaşiye suresi, âyet: 21-24; M. Şemseddin Günaltay, Hurafattan Hakikate,
s. 348; Şemseddin Günaltay, İslâm Dünyasının İııhitatı Sebebi Selçuk İstilası mıdır?,
Belleten, e. II, say ı : 5-6, s. 85-87.
190 İ BRAHIM AGıtH ÇUBUKÇU

şünce alanında gelişme de artar. İlk müslümanlar aras ında dayanışma


vardı. Saygı vardı. Daha sonralar ı çeşitli fırkalar çıkmış ve bunlar
arasında çekişme eksik olmamıştır. Oysaki Kur'an'da "dinde zorlama
yoktur" 20 âyeti vardır. Herkes birbirinin inanc ına saygılı olursa, in-
sanlar arasındaki mutlulu ğa götüren ba ğlar da güçlenir.
Sonuç olarak Şemseddin Günaltay halka İslâmiyet'in gerçek ru-
hunun öğretilmesini önermiştir. Uyuşukluğa ve miskinliğe karşıdır.
Akıl ve çalışma yolunu göstermiştir. Her türlü dinsel bask ıların karşı-
sındadır. Din adamlar ının çağdaş uygarlığı bilen kimseler olması ge-
rektiğini belirtmiştir. Dinin amacının insanları ahlâken düzeltmek
olduğu üzerinde durmu ştur. Hurafelerin zararlar ı üzerinde yeteri kadar
yazılar yazmıştır. Halk kitlelerinin e ğitilmesinin İslâmın buyrukların-
dan olduğunu belirtmiştir. Kur'an'da bilimden, ak ıldan ve hikmetten
söz eden âyetler bulundu ğunu göstermi ştir. Hasılı Şemseddin G ünal-
tay'a göre İslâmiyet Ça ğdaş uygarlığa aykırı değildir.

20 Bak. Bakara suresi, âyet: 256.


İSLAM FELSEFESİ VE BU ALANDA CUMHURIYET
DEVRİNDE PLIŞMALAR
Prof. Dr. İbrahim Agâh ÇUBUKÇU

Giri ş

İlk felsefi dü şüncelerin Hindistan'da, M ısır'da veya Mezopotam-


ya'da başladığını ileri sürenler olmu ştur. Fakat sistemli felsefi dü şün-
cenin ilkçağda Yunanlılarla birlikte başladığını söyleyenlerin tezi do ğ-
ru kabul edilmiştir. Felsefe, philosophia kelimesinden gelmektedir.
Sophia, hikmet ve bilgelik anlamına gelir. Philos ise dost demektir.
Philos'u sevgi anlamına kullananlar da olmu ştur. Böyle olunca philo-
sophia, bilgelik dostluğu, bilgelik sevgisi veya hikmeti sevme anlam-
larına gelir. Philosophos ise bilgelik dostu veya hikmeti seven demek
olur. Araplar bilgelik dostuna veya bilgeli ği sevene "al-feylesof" demi ş-
lerdir. Bilgeliği incelemeyi veya hikmeti sevmeyi de "felsefe" kelimesiy-
le adlandırmışlardır. Yunanlılarda kendisine ilk kez philosophos (fi-
lozof) adını Pythagoras' ın verdiği rivayet edilmiştir. Fakat felsefe as ıl
Eflatun ve Aristo ile büyük sistemler haline gelmi ştir. Önemli olan
kelimenin kullanılışı değil, bilgelik sevgisinin duyulması, gelişmesi ve
sistemleşmesidir.
Felsefeyi çe şitli filozoflar değişik biçimde tarnmlamışlardı r. Fel-
sefe bilgiyi ve do ğruyu aramad ır. Felsefenin amac ı gerçeği bulmaktır.
Fakat gerçe ği rastgele yollarla de ğil, metotlu bir biçimde ö ğrenme
çabasıdır. Felsefe varl ıkların özünü, yapısını ve nasıl olduklarını hür
bir düşünce ile araştırma gayretidir. Bir ba şka tarife göre felsefe ya şa-
mak ve insanın kendisini bilmesi sanat ıdır. Felsefe ölmesini bilmektir
diyenler de olmuştur. Bu anlamda felsefe insan ın kendisindeki kötü-
lükleri yok etme çabas ıdır. Felsefeyi mutlu olmak sanatı olarak tanım-
layanlar da gelip geçmiştir. Tabii bu gibi tarifler felsefeyi ahlaki aç ıdan
söz konusu etmiştir.
Felsefeyi sonu mutlulukla bitecek zevkli eylemler yapma mesle ği
olarak görenler ve gösterenler de olmu ştur. Bu gibilere göre hayat
gelip geçmektedir. Ölüm bir gün kap ımızı çalacaktır. O halde hayattan
zevk almağa çalışmalıdır ve ölümden korkmamal ıdır.
192 İBRAHİM ACIH ÇUBUKÇU

Felsefeyi erdeme eri şmek ülküsü olarak tarif edenler de konuyu


ahlaki açıdan almışlardır. Eflatun erdemle felsefe aras ında yakın ilgi
kurmuştur. Ona göre erdem bilgi demektir. Stoal ılar da erdemin fel-
sefedeki değeri üzerinde durmu şlardır. Onlara göre felsefesiz bir hayat
mutluluğa erişemez. Felsefe ne bo ş bir gösteriştir, ne de düşünmeyen-
lere mahsus bir eylemdir. Felsefe gerçek üzerinde dü şünenlerin ve
böylece ruhunu zenginle ştirmeye çalışanların sanatıdır. Felsefe, insanın
hareketlerini düzene koyar ve hayat ın belli kurallar üzerine yürümesini
sağlar. Yapılması gerekenle yapılmaması gerekeni öğretir.
Felsefenin şu tarifleri de vard ır: Felsefe en yüksek derecede bili-
nenin bilimidir. Felsefe ilk sebepler ile ilk ilkelerin bilgisidir. Nihayet
felsefe bilimlerin umumi ilkeleri hakk ında elde edilen bir sentezdir*.
Görülüyor ki felsefeyi çe şitli filozoflar değişik açılardan tanımla-
mışlardır. Bütün bu tariflerden anla şılacağı üzere felsefenin en ba şta
uğraştığı konu varlık meselesidir. Insano ğlu öteden beri "nereden gel-
dik nereye gidiyoruz" sorusuna cevap aram ıştır. Aklı ile evrenin sır-
rını çözmeye çalışmıştır. Var olan her şeyin niçin böyle olduğunu bil-
mek istemiştir. İlk varlık nasıl olmuştur diye dü şünmüştür.
Felsefe ayrıca bilgi meselesi üzerinde durmu ştur: İnsan bilgisinin
sınırı nedir? İnsandaki bilgilerin kayna ğı akıl mıdır, duyular midir?
İnsan neyi, nasıl bilir? Bu gibi sorulara da felsefe cevap aram ıştır.
Başka bir deyimle felsefe gerçek bilginin ne oldu ğunu ortaya koyma ğa
çalışmıştır.
Daha önce verdi ğimiz tariflerden de anla şılacağı üzere felsefe iyi
ve kötünün ne olduğunu da ara ştırmıştır. Böylece felsefe ahlaki da
kendi konuları arasına katmıştır.
Felsefe güzel ve çirkini inceleme ğe de eğilmiştir. Bundan da estetik
ilmi doğmuştur.
Nihayet felsefe do ğru düşünme sanatı üzerinde de durmuştur.
Sonraları doğru düşüncenin kurallarını inceleyen mantık ilmi meydana
gelmiştir.
İslam Felsefesi
Buraya kadar felsefenin tarifleri ve genel konular ı üzerinde dur-
muş bulunuyoruz. Şimdi de asıl konumuz olan İslamda felsefenin
bulunup bulunmadığını , bulunuyorsa bu felsefenin nas ıl olduğunu
inceleyelim:
(*) Bak. Andre Lalande, Vocabulaire Technique et Critique de la Philosophie, s.
771-776, Paris 1956; Mehmet Karasan, Türk Ansiklopedisi, felsefe maddesi, C. XVI,
s. 207-222, Ankara 1968.
İ SLAM FELSEFES İ VE CUMHURIYET DEVRI ÇALI Ş MALARI 193

Bir çok bilim dalının felsefesi olduğ u gibi büyük dinlerin de birer
felsefesi olmuştur. Gerçi felsefenin kayna ğı akıl, dinin kaynağı ise na-
kildir. Fakat bizzat nakiller aras ında aklı n önemini belirten bir çok
hükümler vardır. Kaldı ki İslam düşüncesinde hikmet sözü s ık sık kul-
lanılmıştır. Hattâ felsefe "hubbu'l-hikmet" hikmet sevgisi olarak
tanımlanmıştır. Arapçada hikmet kelimesinin çe şitli anlamları var-
dır: Hikmet, bilgelik, do ğruluk, salim akıl, düşünce, bilim, icat ve
ince marifet anlamlar ına gelmektedir. Ayr ıca hikmet, helal ve haram ı
bilmek, ilimle amel etmek biçiminde de aç ıklanmıştır. Hikmetin dik-
kati çekici bir anlam ı da insanın gücü ölçüsünde do ğruyu yani gerçe ği
bulmasıdır. Son olarak açıklayalım ki hikmet eşyanın gerçeğini olduğu
gibi bilmek ve bu bilgiye göre hareket etmektir. Bu nedenle hikmeti
ilmi ve ameli olmak üzere iki bölümde inceleyenler olmu ştur.
Yukardaki açıklamalarımızdan hikmetin özellikle felsefi, ilmi ve
ameli anlamlarda kullanıldığı görülmektedir. Fakat daha çok filozofik
anlam ağır basmaktadır. Hikmetin anlamlar ı ** ile felsefenin tarifleri
karşılaştınlınca hikmet kelimesinin arapçadaki yeri daha iyi de ğerlen-
dirilmiş olur.
Hikmet sözü Kur'an'da bir çok ayetlerde geçmektedir. Bu Kur'-
an'ın hikmet sevgisine verdi ği değeri gösterir. "Kur'an'da felsefe yok-
tur" diyenler herhalde a şağıda meallerini vereceğimiz âyetleri okuduk-
tan sonra iddialarını yeniden gözden geçirirler: "O size âyetlerimizi
okuyor. Sizi tertemiz yap ıyor. Size kitabı ve hikmeti öğretiyor" ı . "Al-
lah'ın üzerinizdeki nimetini ve size ö ğüt vermek için indirdi ği kitabı ve
ondaki hikmeti dü şününüz" 2. "Allah hikmeti kime dilerse ona verir.
Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hay ır verilmiştir'.
"Rabbinin yoluna hikmet ve güzel ö ğütlerle çağır".
Görülüyor ki Kur'an'da hikmet ö ğülmektedir. Kur'an'da ayr ıca
akıl ve tefekkürden söz eden bir çok ayetler vard ır. Yüce Tanrı Kur'an'-
da insanları hikmete değer vermeğe, aklı kullanmağa ve düşünmeğe
çağırmıştır. Evrenin var olu ş hikmeti, insanın durumu, yaratıklann
biçimi ve varlığın ilk nedeni hakkında düşündürücü bir çok ayetler
vardır. Aşağıda örneklerini verece ğimiz bu gibi ayetler insanı felsefi
anlamda düşündürücüdür : " İşte Allah size böylece âyetlerini aç ıklar,
(**) Bak. Seyyit Şerif, Ta'rifat, s. 63, İstanbul 1327.
1 Bak. Bakara suresi, âyet: 151.
2 Bak. Bakara suresi, ayet: 231.
3 Bak. Bakara suresi, ayet: 269.
4 Bak. Nahl suresi, ayet: 125.
194 iBRAirim AG:111 ÇUBUKÇU

ümit edilir ki akhnızda düşünmeye çalışırsınız" 5. "Allah böylece ölü-


leri diriltir, size delillerini aç ıklar, ümit edilir ki akıllarınız erer" 9. "Yer
ve göklerin yarat ılışında, gece ile gündüzün birbiri ard ınca gelişinde
düşünce sahipleri için deliller vard ır'. "Yer ve gö ğün yaratıhşında,
gece ile gündüzün birbirinden sonra gelmesinde .... dü şünen bir kavim
için deliller vardır" 8. "Devenin nasıl yaratıldığına bakmıyor musunuz"9 ?
"Nefsleriniz (kendiniz) hakk ında düşünmüyor musunuz" "? "Onlar
(o sağlam akıl sahipleri) öyle insanlard ır ki ayakta iken, otururken,
yanları üstüne yatarken hep Allah' ı hatırlayıp anarlar. Göklerin ve
yerin yaratılışı hakkında inceden inceye dü şünürler" ıl.
Bütün bu âyetler insanı düşündürücü niteliktedir. Ayr ıca Hz.
Muhammed bir çok hadisiyle akıl ve düşünceyi öğmüştür. Bu konuda
"insanın dini aklıdır. Aklı olmayanın dini de olmaz" hadisi bize ışık
tutmaktadır. "Her şeyin bir temeli vardır. Mürrıinin temeli de akl ıdır"
hadisi de İslâmda aklın değerini gösterir. İslâmda "akıl ve nakil çatış-
tığı vakit, akıl nakle tercih edilir" hükmü de itibar görmü ştür.
Bütün bu kanıtlar İslâmda akıl ve düşüncenin de ğerini göstermek-
tedir. Gerçekte İslâm felsefesinin ilk kayna ğı Kur'an olmuştur. Kur'an
insanları varlık, ahlâk, do ğru düşünce ve sa ğlam bilgi açısından düşün-
dürücüdür. İslâm filozofları akıl ile nakli uzlaştırmağa çalışırken ya
Kur'an'daki dü şünceye değer veren âyetlerden faydalanm ışlar, ya da
nasları tevil ve tefsir yollar ını aramışlardır. Tabii bu arada eski kültür
ve düşünce sistemlerinden de faydalanm ışlardır.
İslam felsefesi tarihinde çe şitli okulların faaliyet gösterdiğine tanık
olmaktayız. Bunlar arasında meşşailer, işrakiler, materyalistler, na-
türalistler, kelâmc ılar ve mutasavvıflar belli başlı okulları temsil eder-
ler.
Meşşailer temelde İslâmiyete dayanmakla beraber Aristo ve Ef-
latun felsefesini Yeni-eflatuncu görü şlerle açıklamağa çalışmışlardır.
Bunların baş temsilcileri Farabi (Ölm. H. 339 / M. 950) ve İbn Sina
(Ölm. H. 428 / M. 1037)'dır. Kindi (Ölm. H. 252 / M. 866) de me şşal-
lerin öncülerindendir. Ancak Kindi âlemin yarat ıldığını kabul etmiştir.
5 Bak. Bakara suresi, ayet: 242.
6 Bak. Bakara suresi, âyet: 73.
7 Bak. Al-i İmran suresi, âyet: 190.
8 Bak. Bakara suresi, âyet: 164.
9 Bak. Gaşiye suresi, âyet: 17.
10 Bak. Rum suresi, ayet: 8.
11 Bak. İmran suresi, âyet: 191.
!SLIM FELSEFESİ VE CUMHURIYET DEVRI ÇALI Ş MALARI 195

Farabi ve İbn Sina ise Sünnet Ehl'inin görü şlerine uymayan kimi fi-
kirler ileri sürmüşlerdir. Bunlar âlemin k ıdemi, cezaların ruhlara uy-
gulanması ve Tanrı'nın cüziyatı değil külliyatı bileceği konuları ile
ilgilidir. Bu filozoflar dinle felsefeyi uzla ştırmak istemişlerdir. Ba şka
bir deyimle naklin akla z ıt olmadığı görüşünü savunmuşlardır. Bunun
için de zaman zaman naslar ı tevil etmek ihtiyacını duymuşlardı r. Tevil
ettikleri konularda Sünnet Ehl'i aç ısından hatalı hususlar vard ır.
İşrakiye felsefesi de geni ş ölçüde Kur'an'a dayan ır. Fakat bu fel-
sefede Zerdü şt dininin, Hermetizmin, Aristo'nun, Eflatun'un ve Yeni-
eflatuncuları n da etkisi vardır. Kısacası işrakiye eklektik bir felsefedir.
Bu felsefenin ba ş temsilcisi Suhreverdi al-Maktul (Ölm. H. 587 / M.
1191)'dur. Me şşailerin akılcı olmalarına karşı Suhreverdi mistik bir
yol izlemiştir. Ona göre evren ışık ve karanlığın çeşitli dereceleri ile
doludur. Karanlık ışığın yokluğudur yani maddedir. I şıkların ışığı
(Nurların Nuru) ise Tanr ı'dır. Her şey Tanrı'dan Nurların suduru ile
çıkmıştı r. Derece derece maddeye kadar inilmi ştir. Tanrı'nın zatında
hudus aranamayaca ğı için evren kadimdir.
Evrenin kıdemi meselesinde Suhreverdrnin hataya dü ştüğünü
görüyoruz. Fakat tasavvuf ve ahlak meselelerinde Suhreverdrnin son
derece titiz olduğu da bilinmektedir. İnsan kalbini temizledikçe oraya
manevi zevk ve ke şfi bilgiler yerleşir. İnsan ahlaken temizlendikçe de
Tanrı'ya yaklaşır.
Materyalistlere gelince bunlar dehrilerdir. Dehrilerin felsefesine
Kur'an'da da i şaret edilmiştir 12. Bunlar evrenin ba şlangıcı ve sonu yok-
tur derler. Ahiret hayat ım inkâr ederler. Hayat ın bu dünyadan ibaret
olduğunu ileri sürerler. Materyalistler içinde en tan ınmış olan kimse
İ bn ar-Ravendi (Ölm. H. 298 / M. 910)'dir. İbn ar-Ravendi ilkin Mu-
tezile, daha sonra da Rafailik mezhebine girdi. Fakat neticede dinsiz-
likte karar kıldı . Aklın her şeyi çözece ğ ini iddia etti. Kur'an' ın bela-
gatini ancak Arapların anlayaca ğını ileri sürerek İslâmiyet'e karşı
çıktı. Çok şükür ki bu görü ş tutunmadı ".
Müslümanlar arasında bir de natüralistler denen dü şünürler tü-
remiştir: Natüralistlerin bir bölümü Tanrı'nın varlığını kabul ettiler
ve fakat Âhiretle ilgili kimi hususlar ı inkâr etmek yoluna sapt ılar. Ki-
mileri de tamamen dinleri inkar ettiler. Her şeyi doğa yaptı sandılar.
12 Bak. Casiye suresi, ayet: 24.
13 Bak. İbrahim Agâh Çubukçu, İslâm Düşüncesi Hakk ında Araştırmalar, s. 11,
Ankara 1972.
196 İBRAH İ M AGÂH ÇUBUKÇU

Bunlar içinde en tanınmış olan kimse Ebu Bekr Muhammed b. Zeke-


riya ar-Razi (Ölm. H. 313 / M. 925)'dir. Bu da akl ın insana yeteceğini
ileri sürdü. Peygamberlerin birbirlerini nakzettiklerini iddia etti. Din-
lerin taklit, siyaset, psikolojik etkenler, âdet ve al ışkanlıklar yüzünden
çıktığını sandı. Fakat bunun görü şleri de İslam felsefesinde asla tutun-
madı. Ş u kadar var ki Razi iyi bir doktor ve kültürlü bir insan oldu ğu
için Kitab al-Havi'si lâtinceye çevirildi.
Kelamcılar ise İslam felsefesine geni ş ölçüde hizmet ettiler. Ak ıl
ve nakle dayanarak sap ık görüşlere kar şı çıktılar. islâmiyeri savun-
mağa çalıştılar. Özellikle bu hizmeti Sünnet Ehl'i kelâmc ıları yaptı.
Kelâm ilmi Peygamberimiz zaman ında doğmamıştı . Fakat İslâm dev-
letinin sınırları genişledikçe yabanc ı kültürler İslâmiyere sızmağa baş-
ladı. Bunun sonucu olarak Müslüman bilginler akıl ve nakle dayanarak
kendi dinlerini savunma ğa başladılar. Böylece kelâm ilmi doğdu. Ke-
lâmcılar arasında Mutezili olanlar akl ı esas aldılar. Naklin akıl ile çeliş-
kiye düşmeyeceğ ini söylediler. Yerine göre nakli tevil ettiler. Kur'an' ın
yaratılmış olduğunu, Allah'ın kullar tarafından görülemeyece ğini,
insanın kendi fiillerini hür olarak i şlediğini ileri sürdüler. Allah' ın
sıfatlarını tevil ettiler. ilâhi adaletin kesin surette tecelli edece ğini söy-
lediler. Büyük günah işleyeni fasık saydılar. Fasık olan kimsenin, gü-
nahından dolayı Cehenneme gideceğini ve kâfirden daha hafif bir ceza
ile sonsuz olarak cezalandırılacağını iddia ettiler.
Bunlara kar şı çıkan Eş'ari (Ölm. H. 330 / M. 941) ve Maturidl
(Ölm. H. 333 / M. 944) ise Sünnet Ehl'inin görü şlerini savundular.
Büyük günah işleyenleri Allah'ın dilerse bağışlayacağını söylediler.
Eş'ari Allah' ın Âhirette görüleceğini ve Kur'an' ın kadim olduğ unu
açıkladı. İnsanın fiillerini külli iradesiyle Allah' ın takdir ettiğini ve
fakat kulların da cüzi iradeleriyle bu fiilleri i şlemeleri nedeniyle sorum-
lu olduklarını söyledi. Allah' ın kulları her hangi bir fiili i şlemeğe zor-
lamadığını ve fakat her şeyi önceden bildiği için yapılacak fiilleri Levh-i
Mahfuz'a yazdığım belirtti.
Mutasavvıflara gelince: Bunlar da İslam felsefesine hizmet etmi ş-
lerdir. Bunlar sezgi, kalb temizli ği ve zikre önem vermişlerdir. Ancak
Hz. Muhammed zamanında tasavvuf akımı yoktu. Zühde önem veren-
ler vardı . Tasavvuf H. 150—H. 200 yılları arasında doğdu. Kendisinden
sufi diye söz edilen ilk zat Ebu Ha şim al-Kufi (Ölm. H. 150 / M. 767)'-
dir. Hicri 3. ve 4. yüzyıllarda tasavvuf gelişti. Bulaşıcı hastalıklar, sa-
vaşlar, kıtlık ve sosyal şartlar kimi insanları tasavvuf yoluna yöneltti.
Bilgin bir insanın etrafında toplanıp ibadet ve ilimle uğraşanlar zaman-
İ SLIM FELSEFES İ VE CUMHURIYET DEVRI ÇALİŞ MALARİ 197

la bir murid gibi davranma ğa başladılar. Etrafında toplandıkları bilgin


insan öldükten sonra onu gere ğinden çok yüceltmeyi âdet haline getir-
diler. Kimi mutasavvıflar da ta şkın sözler söylediler. Bu yüzden med-
rese ehli tasavvufa kar şı çıktı.
Mutasavvıflar arasında Hüseyin b. Mansur al-Hallac (Ölm. H.
309 / M. 921) "ben Tanr ı'yım" dedi. Ebu Yezid al-Bistami (Ölm. H.
261 / M. 874) "Cübbemin altında Tanrı'dan başka bir şey yoktur"
sözünü söyledi. Zamanla tasavvuf da kollara ayr ıldı. İttihat, ittisal,
vusul, hulula inanma ve vandet'i vücût görü şleri doğdu. Çeşitli tari-
katlar türedi.
Mesela Hallac hulula inanm ıştı. Yani kalbiııi temizleyen kimseye
Tanrı'nın hulul edeceğini kabul etmişti. Hallac hakikat-ı. Muhamme-
diyenin kadim olduğunu iddia etmi şti. Ayrıca dinlerin amaçta bir
olduğunu, yöntemlerde fark bulundu ğunu ileri sürmü ştü. Hallac'a
göre dinlerin amacı insanı manevi temizliğe ve Tanrı'ya kavuşturmak-
tır. Bu nedenle insan içinde do ğduğu toplumun ilahma hizmet ederse,
onu ho ş görmek gereklidir.
Dinlerin birliği görüşünü Muhyiddin b. Arabi (Ölm. H. 638 / M.
1240) de benimsemi ştir. Muhyiddin ayrıca hakikat-i Muhammediye'nin
ilmi ve ameli bir makam oldu ğunu söylemiştir. Ona göre hakikat-i
Muhammediye velilerde devam eder. Fakat Muhyiddin'in en tan ınmış
özelliği vandet-i vücûda inanmasıdır. Vandet-i vücûdçular evrenin
Tanrı'nın tezahüründen ibaret oldu ğunu söylemişlerdir. Vandet-i
vucûdçulara göre var olan her nesne Tanr ı'nın bir parçasıdı r. Tanrı
her yerde ve her şeydedir. İnsan da Tanrı'dan bir parçadır.
Tasavvuf yolunda çal ışan Mevlana Celâleddin Rumi (01m. H.
672 / M.1273) de ilahi a şkı en iyi biçimde i şleyen bir mutasavv ıftır.
Mevlânâ'ya göre insan ma şuk'ı ilâhîdir. insan kendini temizledikçe
ilahi sevgiyi kazanır. Mevlana ayrıca müziğin, raksın ve ho şgörünün
İslâmiyet'e girmesini sa ğlamıştır.
Yunus Emre (Ölm. H. 720 / M. 1320) de Tanr ı aşkı , hoşgörü ve
hümanizm üzerinde duran büyük bir Türk rnutasavv ıfıdır. Yunus in-
sana değer vermiş, Tanrı sevgisiyle yanmış ve ahlak temizliğinde titiz
davranmıştır. Ona göre bilginin, ibadetin ve yap ılan her türlü fiillerin
amacı, insanı olgunlaştırmak ve Tanrı'ya yaklaştırmak olmalıdır.
Tasavvufta Sünnet Ehl'i bilginlerinden Gazzali (Ölm. H. 505 / M.
1111)'nin de büyük bir yeri vard ır. Gazzali yalnız mutasavvıf
aynı zamanda fakith, kelamcı ve filozof idi. Özellikle geçirdiği şüphe
198 İ BRAH İM AGÂH ÇUBUKÇU

krizleri ile Descartes' ı andırır. Ş üpheden sonra sa ğlam imana ulaşmış


ve tasavvufta karar k ılmıştır.
Tasavvufla Sünnet Ehl'inin uzla şmasında, Kuşeyri (Ölm. H. 465 /
M. 1072)'nin, Gazzalrnin ve Suhreverdi (Ölm. H. 632 / M. 1234)'nin
etkisi büyük olmuştur. Ne var ki zamanla tasavvufta gere ğinden fazla
ileri gidenlere de sık sık rastlanmıştır.
Her ne olursa olsun şiir sanatının dine girmesinde, tezyinatta,
edebiyatın gelişmesinde, müziğin dinde mübah görülmesinde ve dini
hoşgörünün yayılması nda tasavvufun büyük etkileri vard ır.
Buraya kadar İslam felsefesindeki çe şitli fikir hareketlerine ve
düşünce sistemlerine k ısaca dokunmuş bulunmaktayız. Şimdi de bu
düşünce sistemlerine ışık tutan Cumhuriyet devrinde yap ılmış çalış-
maları gücümüz ölçüsünde verece ğiz.

KİTAPLAR

Adıvar, Adnan, Tarih boyunca ilim ve din, İstanbul. 1944, 1969


Ağaoğlu, Ahmet, Üç medeniyet, Ankara 1927.
Altay, Gnrl. Fahrettin, İslam dini, İstanbul 1959.
Atay, Dr. Hüseyin, Kur'an'a göre iman esaslar ı, Ankara 1961.
Ayas, Nevzat, İbni Sina'nın filozofik sisteminde ahlak, İstanbul 1937.
Ayas, Nevzat, İbni Sina'nın felsefesine bir nazar, İstanbul 1937.
Ayas, Nevzat, Hindistan'da Türk dü şüncesi, İstanbul.
Aydın, Dr. Ali Arslan, islam inançları ve felsefeyi, Cilt I, İstanbul 1964.
Ayni, Mehmet Ali, İntikat ve mulahazalar, dini, felsefi, tasavvufi,
ahlaki ve edebi, İstanbul 1923.
Ayni, Mehmet Ali, Tasavvuf tarihi, 1923.
Ayni, Mehmet Ali, Muallim-i Sani Farabi, İstanbul 1932.
Ayni, Mehmet Ali, Reybilik, bedbinlik, lailabilik nedir? İ stanbul
1927.
Ayni, Mehmet Ali, Ismail Hakkı philosophe mystique, Paris 1933.
Ayni, Mehmet Ali, Seyh-i Ekberi niçin severim? İstanbul 1939.
Ayni, Mehmet Ali, ibn Sina'da tasavvuf, İstanbul 1937.
Balcıoğlu, Tahir Harimi, Türk tarihinde mezhep cereyanlar ı , İstanbul
1940.
Burslan, Kıvameddin-Ülken, Hilmi Ziya, Fal-abi, İstanbul 1941.
İ SLAM FELSEFES İ VE CUMHURIYET DEVRI ÇALI Ş MALARI 199

Burslan, Kıvameddin, Uzluko ğlu Farâbi'nin eserlerinden seçme par-


çalar, İstanbul 1953.
Çubukçu, İ . Agâh, Gazzali ve Bat ınilik, Ankara 1964.
Çubukçu, İ. Agah, Gazzali ve şüphecilik, Ankara 1964.
Çubukçu, 1. Agâh — Ne şet Ça ğatay, İslam mezhepleri tarihi, Ankara
1965.
Çubukçu, İ . Agâh. Mezhepler, ahlak ve İslam felsefesi ile ilgili ma-
kaleler, Ankara 1967.
Çubukçu, I. Agâh, Gazzali ve kelâm felsefesi, Ankara 1970.
Çubukçu, İ . Agâh, islam felsefesinde Allah' ın varlığının delilleri,
Ankara 1971.
Çubukçu, İ . Agâh, İslam düşüncesi hakk ında araştırmalar, Ankara
1972.
Danışman, Nafiz, Kelâm ilmine giri ş , Ankara 1955.
Ergin, Osman, Büyük Türk filozof ve t ıp üstadı İbn Sinâ, hayatı ve
eserleri hakkında tetkikler, İstanbul 1937.
Farabi Tetkikleri (Farabi'nin 1000. ölüm y ıldönümü için), İstanbul
1950.
Fındıkoğlu, Ziyaeddin Fahri, İ bni Haldun ve Felsefesi, İstanbul
al-Gazzall, al-iktisat fi'l- İtikat, ne şredenler: Çubukçu, İbrahim Agâh,
Atay, Hüseyin, Ankara 1962.
Günaltay, Şemseddin, İbni Sina'nı n milliyeti, hayat ı, kültürü, İstanbul
1937.
Günaltay, Şemseddin, İ bni Sina ve mantık, İstanbul 1937.
Günaltay, Şemseddin, Felsefe-i ûlâ, isbât- ı vacib ve ruh nazariyesi,
İstanbul 1341.
Gürkan, Ord. Prof. Kaz ım İsmail, Ebu Ali İbn Sinâ, İstanbul 1954.
Güven, Prof. Dr. Rasih, Upanischadic and Qur'anic philosophy and
schools of Vedanta and İslamic mysticism, Ankara 1966.
Işık, Kemal, Mutezilenin do ğuşu ve kelâmi görü şleri, Ankara 1967.
İbn Haldun, Şifa us-Sail li tehzib al-mesail, Ne şreden: Muhammet
Tavit et-Tanji, İstanbul 1958 Ilahiyat Fakültesi Yay ını.
İsmail Fenni, Maddiyyeın mezhebinin izmihlali, İstanbul 1928.
İsmail Fenni, Vandet-i vücûd ve Muhyi'd-din İbn Arabi, İstanbul 1928.
İsmail Fenni, Lûgatçe-i felsefe, İstanbul
200 İBRAHİ M AG.111 ÇUBUKÇU

İzmirli, İsmail Hakkı, islam mütefekkirleriyle Garb mütefekkirleri


arasında bir mukayese, Ankara 1952.
Kâtip Çelebi, Ke şf az-Zünun, İstanbul 1941.
Keklik, Nihat, Sadreddin Konevrnin felsefesinde Allah-Kâinat ve
insan, İstanbul 1967.
Keklik, Nihat, Muhy al-Din İbn al-Arabi hayat ı ve çevresi, İstanbul
1966.
Keklik, Nihat, İslam mantık tarihi ve Farabi mantığı, İstanbul 1970.
Köprülü, Fuad, Türk edebiyat ında ilk mutasavvuflar, Ankara 1966.
Küyel (Türker), Dr. Mübahat, Üç tehafüt bak ımından felsefe ve din
münasebetleri, Ankara 1956.
Küyel, Mübahat Türker, Aristoteles ve Farabrnin varl ık ve düşünce
öğretileri, Ankara 1969.
Muhy al-Din İbn al-Arabl, al-Bulga fi'l-Hikme, ne şreden: Nihat
Keklik, İstanbul 1969.
Namık Kemal, Renan müdafaanamesi ( İslâmiyet ve maarif), Yay ınlı-
yan: M. Fuad Köprülü, Ankara 1962.
Sayılı, Aydın, Was.İbn Sina an Iranian or Turk? Bruges 1939, Chat-
herine.
Sayılı, Aydın, Higher education medieval Islam, Ankara 1948.
Sayılı , Aydın, Uluğ bey ve Semerkand'daki ilim faaliyeti hakk ında
Gıyasüddin'i Kâşrnin mektubu, Ankara 1960.
Sayılı , Aydın, The observatory in Islam and its place in the general
history of the observatory, Ankara 1960.
Sayılı, Aydın, Abdülhamid İbn Türk'ün katışık denklemlerde mant ıki
zaruretler adl ı yazısı ve zamanın cebri, Ankara 1962.
Sayman, H. H., Riyaziye tarihinde Türk okulu, İstanbul 1943.
Sunar, Cavid, Vandet-i şuhad ve vandet-i vücild meselesi, Ankara
1960.
Sunar, Cavid, İslam felsefesi dersleri, Ankara 1967.
Ulken, Hilmi Ziya, Türk tefekkürü tarihi, cilt: 1-2, İstanbul 1931-33.
Diken, Hilmi Ziya, İbni Sina'nın Lâtinceye tercümeleri, İstanbul 1937
Diken, Hilmi Ziya, Uyanış devrinde tercümenin rolü, İstanbul 1935.
Diken, Hilmi Ziya, İ bni Sina'nın ruhiyatı, İstanbul 1937.
Diken, Hilmi Ziya, İbni Sina'nın tabiiyatı, İstanbul 1937.
Diken, Hilmi Ziya, Türk feylesoflar ı antolojisi, İstanbul 1935.
ISLAM FELSEFESI VE CUMHURIYET DEVRI ÇALIŞ MALARI 201

Ülken, Hilmi Ziya, Mantık tarihi, İstanbul 1942.


Ülken, Hilmi Ziya, La Pense de l'Islam, İstanbul 1953.
Ülken, Hilmi Ziya, Türk mistisizmini tetkike giri ş, İstanbul 1953.
Ülken, Hilmi Ziya, - Kıvameddin Burslan, Fârâbi, İstanbul 1940.
Ülken, Hilmi Ziya, - Ziyaeddin Fahri F ındıkoğlu, İbni Haldun, İs-
tanbul 1940.
Diken, Hilmi Ziya, İbn Haldun, İstanbul 1941.
Ülken, Hilmi Ziya, İslam düşüncesi:
1. cilt: İslam düşüncesine giri ş, İstanbul 1946.
2. cilt: İslam felsefesi tarihi, İstanbul 1954.
Ülken, Hilmi Ziya, İslam medeniyetinden tercümeler ve tesirler, İs-
tanbul 1948.
Ülken, Hilmi Ziya, İslam felsefesi tarihi, Cilt: 1, İstanbul 1957.
Ülken, Hilmi Ziya, islam felsefesi kaynaklar ı ve tesirleri, Ankara 1967.
Ülken, Hilmi Ziya, İbni Sina risaleleri (Rasâ'il İbn Sina), 2 cilt, Ankara
ve İstanbul 1953.
Ülken, Hilmi Ziya, Tasavvuf psikolojisi (Üniversite konferanslar ı),
İstanbul 1941-42.
Yaltkaya, M. Şerafeddin, İbni Sina'nın haltercemesi, İstanbul 1937
Yaltkaya, M. Şerafeddin, İbni Sina'nın Hayy İbn Yakzan tercemesi,
İstanbul 1937.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, İ bni Sina, İbni Sina'nın basılmış eserleri,
İstanbul 1937.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, Iran folklorunda İbni Sina, İstanbul 1937.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, Dini makalelerim, Ankara 1944.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, İbn Bâcce Avempace, İstanbul 1945.
Yörükân, Yusuf Ziya, Hayakil an-Nur tercümesi ve Şeyh Sührever-
dinin felsefesi, İstanbul 1924.
MAKALELER
A. Cemil, İbn Sina hayatı ve eseri, Darülfünun Edebiyat Fakültesi
Mec., cilt: 3, sayı : 7, İstanbul 1340.
Adıvar, Adnan, Farabi, İslam Ansiklopedisi, Cüz: 34, İstanbul 1947.
Adıvar, Adnan, İbn Haldun, İslam Ansiklopedisi, cilt: 5, İstanbul 1950.
Adıvar, Adnan, İşrakiyyun, İslam Ansiklopedisi, Cüz: 54, İstanbul
1952.
202 İ BRAH İ M ı ÂH ÇUBUKÇU

Ad ıvar, Adnan, İ bn Tufeyl, İslam Ansiklopedisi, Cilt: 5, İstanbul 1950.


Akder, Necati, Ord. Prof. Fuad Köprülü'nün İlmi Hayat ve Faaliye-
tindeki Felsefi Cepheye Umumi Bir Bak ış, D.T.C.F. Dergisi,
Cilt: XII, Sayı : 1-2, Ankara 1954.
Atademir, H. Ragıb, Ade Awa "Ihvan as-Safa"n ın Tenkid Konferans ı,
A.Ü. İ .F. Dergisi, Cilt: II, Sayı : 1, Ankara 1953.
Atademir, H. Rag ıb, Porphyrios ve Ekberi'nin İsagojileri, D.T.C.F.
Dergisi, Cilt: VI, Say ı : 5, 1948.
Atay, Dr. Hüseyin, İslam Felsefesinin Do ğuş una Dair, A.Ü. İ.F. Der-
gisi, Cilt: XIV, Ankara 1966.
Atay, Doç. Dr. Hüseyin, Kur'an'a Göre Münazara Metodu, A.Ü. İ .F.
Dergisi, Cilt: XVII, Ankara 1969.
Ate ş, Ahmet, Farabi'nin Eserlerinin Bibliyografyas ı, Belleten, XV / 57,
Ankara 1951.
Ateş , Ahmet, İ bni Sina ve al-Kimya, A.Ü. İ.F. Dergisi, Cilt: I, Sayı :
IV, Ankara 1952.
Ateş , Ahmet, İbni Sina, Risâlet al- İ ksir, Türkiyat Mecmuas ı , Cilt:
X, İstanbul 1953.
Ateş, Ahmet, Türk Halk Hikayelerinde İ bni Sina, Türkiyat Mecmuas ı ,
Cilt XI, İstanbul 1954.
Ate ş, Ahmet, Tahran'da İbni Sina Tören ve Kongresi, Türkiyat Mec-
muası , Cilt: XI, İstanbul 1954.
Ateş, Ahmet, Türk Halk Hikâyelerinde İbni Sina, Türkiyat Mecmuas ı,
Cilt: XII, İ stanbul 1955.
Ateş , Ahmet, Hikmet al-Mevt Risâlesi İbni Sina'nın mıdır? İ .V.E.F.
Tarih Dergisi, Cilt: VI, Sayı : 9, İstanbul 1954.
Ateş , Ahmet, İbn al-Mukaffa', İslam Ansiklopedisi, Cilt: V, İstanbul
1950.
Ateş, Ahmet, Ebu'l-Alâ al-Ma'arri, islam Ansiklopedisi, Cilt: IV, İs-
tanbul 1948.
Ateş, Ahmet, Maturidi, İslam Ansiklopedisi, Cilt: 7, İstanbul 1953.
Fak. Mec., Sayı 1, İstanbul 1925.
Ayni, Mehmet Ali, Alt ıncı Beynelmilel Felsefe Kongresi, Darül-Fünfin
İlah. Fak. Mec., Sayı : 7, İ stanbul 1928.
Ayni, Mehmet Ali, İsmail Hakkı'ya Bir Tetkik Hulasası, Darül-Fünfın
Ilahiyat Fakültesi Mecm., Say ı : 9, İstanbul 1928.
!SLIM EEL Ş EEESI VE CUMHURIYET DEVRI ÇALI Ş MALARI 203

Ayni, Mehmet Ali, Türk Mantıkçıları, Darül-Fünün İlâhiyat Fakültesi


Mecm., Sayı : 10, İstanbul 1928.
Ayni, Mehmet Ali, "Nefs" Kelimesinin Manaları, Darülfünfın İlâhi-
yat Fakültesi Mecm., Say ı : 14, İstanbul 1930.
Ayytibi, Prof. Akmal, Hint Kültürü Üzerinde Müslüman Türk Tesirleri,
İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Cilt: 3, Cüz: 3-4, İstanbul
1959-1960.
Baltacıoğlu, İsmail Hakkı, Allah, A.Ü.İ .F. Dergisi, Cilt: III, Say ı :
3-4, Ankara 1954.
Baltacıoğlu, İsmail Hakkı, Kur'an Felsefesi Üzerine İnceleme, A.V.İ.
F. Dergisi, Cilt: II, Say ı : 1, Ankara 1953.
Çubukçu, İ. Agâh, lbahilik ve Bat ınilik, A.Ü.İ.F. Dergisi, Cilt: XVIII,
Ankara 1970.
Danışman, Nafiz T., Eş'arilik Neden Batmili ğe ve Hulüle Kar şı Cephe
Almıştır? A.Ü.İ.F. Dergisi, Cilt: VI, Sayı : 1-4, Ankara 1957.
Enginün, İnci, Abdülhak Hamid'in Eserlerinde Grek ve Lâtin Mito-
lojisiyle Ilgili Unsurlar, İ.Ü.E.F. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi,
Cilt: 14, İstanbul 1966.
Günaltay, Şemseddin, Fârâbrnin Şahsiyeti, Eserleri ve Tesirleri, D.T.
C.F. Dergisi, Cilt: VIII, Sayı : 4.
Günaltay, Şemseddin, Felsefe-i Kadime İslam Alemine ne Şekilde ve
Hangi Tarihte Girdi, Darül-fünün İlâhiyat Fakültesi Mec., Sayı :
2, İstanbul 1926.
Günaltay, Şemseddin, Mütekellimin ve Atom Nazariyesi, Darülfünun
İlâhiyat Fakültesi Mec., Sayı : 1, İstanbul 1926.
Günaltay, Şemseddin, İbn Sinâ'nın Şahsiyeti ve Milliyeti Meselesi,
Belleten, IV / 13, Ankara 1940.
Halil Halid, Beşerin iptidal Tandisi, Darülfünun İlâhiyat Fakültesi
Mec., Sayı : 9, İstanbul 1928.
Halil Halid, ismailiyeler, Ağa Han, Hint Müslümanları, Darülfünun
İlâhiyat Fakültesi Mec., Say ı : 14, İstanbul 1930.
Heiler, Prof. Dr. Friedrich, Mistisizmde Tanr ı Mefhumu, A.Ü.İ.F.
Dergisi, Cilt: IV, Say ı : 1-2, Ankara 1955.
Huter, S., Felsefe (Falsafa), İslam Ansiklopedisi, Cilt: 4, İstanbul 1948.
İzmirli, İsmail Hakkı, İslâmda Felsefe Cereyanlar ı, Darülfünfın İlâ-
hiyat Fakültesi Mec.,
Sayı : 13, İstanbul 1929.
204 IBRAHIM AGAH ÇUBUKÇU

Sayı : 14, 59
1930.
Sayı : 15, 99
1930.
Sayı : 16, 1930.
Sayı : 17, 99
1930.
Sayı : 18, 59
1931.
Sayı : 19, 99
1931.
Sayı : 20, 99
1931.
Sayı : 21, 59
1931.
Sayı : 22, 99
1932.
Sayı : 23, 59
1932.
Sayı : 24, 1932.
Sayı : 25, 99
1933.
İzmirli, İsmail Hakkı, Ebu Bekir Bakillâni, Darülfünun İlâhiyat Fa-
kültesi Mec., Sayı : 5-6, İ stanbul 1927.
İzmirli, İsmail Hakkı, Ebu Hayyam Ali İbn Muhammed at-Tenkidl,
Darülfünun İlâhiyat Fakültesi Mec., Say ı : 7, İstanbul 1927.
İzmirli, İsmail Hakk ı, Miskeveyh'in Felsefesi 've Eserleri, Darülfünun
İlâhiyat Fakültesi Mec., Say ı : 11, İstanbul 1929.
İzmirli, İsmail Hakkı, Türk Filozofu, Fârâbi, Darülfünun Edebiyat
Fakültesi Mec., Cilt: 5, Sayı : 3-4, 6, İstanbul 1927.
İzmirli, İsmail Hakkı, İki Türk Filozofu, Darülfünun Edebiyat Fa-
kültesi Mec., Cilt: 4, Say ı : 5, İstanbul 1926. Cilt: 6, Say ı : 4, İstan-
bul 1928.
İzmirli, İsmail Hakkı, Fârâbrnin Halefleri, Darülfünun Edebiyat
Fakültesi Mec., Cilt: 6, Say ı : 2, İstanbul 1928.
Keklik, Nihat, Fârâbrnin Kategorileri, islam Tetkikleri Enstitüsü Der-
gisi, Cilt: II, Cüz: 2-4, İstanbul 1960.
Keklik, Nihat, Sadreddin Konevi Dü şüncesinde İnsan, Kader ve Ah-
lâk, islâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Cilt: IV, Cüz: 1-2, İstan-
bul 1964.
Kufralı, Kasım, al-Gazzâli, İslâm Ansiklopedisi, Cilt: 4, İstanbul 1948.
Küyel (Türker), Mübahat, Musa b. Meymfin'un "Magâla fi S ınâ'at
al-Mantıg", İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Cilt: III, Cüz:
1-2, İstanbul 1960.
Küyel, (Türker), Mübahat, Yahya İbn Adi ve Neşredilmemi ş Bir Ri-
sâlesi, D.T.C.F. Dergisi, Cilt: XIV, Say ı : 1-2, Ankara 1956.
Küyel (Türker), Mübahat, Fârâbrnin Baz ı Mantık Eserleri, D.T.C.F.
Dergisi, Cilt: XVI, Sayı : 3-4, Ankara 1958.
İ SLAM FELSEFES İ VE CUMHURIYET DEVRI ÇALİŞ MALARİ 205

Küyel (Türker), Mübahat, Yahya İbn Adrnin Varlıklar Hakkındaki


Makalesi, D.T.C.F. Dergisi, Cilt: XVII, Say ı : 1-2, Ankara 1959.
Küyel (Türker), Mübahat, al-Makâla fi Sinâ'at al-Mant ık de Müsâ
İbn Maymün (Mairnonide), D.T.C.F.. Dergisi, Cilt: XVIII, Sayı :
1-2, Ankara 1960.
Küyel (Türker), Mübahat, Musâ İbn Meymân'un al-Makalâ fi Sinâ'at
al-Mantık'ının Arapça Asl ı , D.T.C.F. Dergisi, Cilt: XVIII, Say ı :
1-2, Ankara 1960.
Küyel (Türker), Mübahat, Musa İbn Meymün'un Mantık Terimleri
Risâlesi, D.T.C.F. Dergisi, Cilt: XVIII, Say ı 1-2, Ankara 1960.
Küyel (Türker), Mübahat, l'Importance et l'Origine de la Methapysique
Chez al-Fârâbi, D.T.C.F. Dergisi, Cilt: XX, Say ı : 1-2, Ankara
1962.
Küyel (Türker), Mübahat, Fârâbrde Fizik Ötesinin Önemi ve Men şei,
D.T.C.F. Dergisi, Cilt: XX, Sayı : 1-2, Ankara 1962.
Küyel (Türker), Mübahat, Fârâbrnin Şera'it al-Yakin"i, Ara ştırma,
Cilt: I, Ankara 1963.
Küyel (Türker), Mübahat, İbnu' ş-Şalak'ın De Coelo ve Onun Şerhleri
Hakkındaki Tenkitleri, Ara ştırma, Cilt: II, Ankara 1964.
Küyel (Türker), Mübahat, Fârâbrye Atfedilen Küçük Bir Eser, Ara ş-
tırma, Cilt: III, Ankara 1965.
Küyel (Türker), Mübahat, al-Amiri ve Kategoriler'in Şerhleriyle ilgili
parçalar, Ara ştırma, Cilt: III, Ankara 1965.
Küyel (Türker), Mübahat, Fârâbrnin Peri Hermenias Muhtasar ı,
Araştırma, Cilt: IV, Ankara 1966.
Küyel (Türker), Mübahat, la Classification des Sciences Selon Cumal
al-Falsafa d'Ibn Hindi (al-Tezkira bi Cumal al-Falsafa'ya göre
İbn Hindrnin İlim Tasnifi), Araştırma, Cilt: V, Ankara 1967.
Küyel (Türker), Mübahat, 1'Abr4 de Peri Hermenias Fait par al-
Fârâbi, Ara ştırma, Cilt: VI Ankara 1968.
Küyel (Türker), Mübahat, Sicistanrnin Ne şredilmemiş Bir Risalesi,
Araştırma, Cilt: VII, Ankara 1969.
Macdonald, D. B., Allah, İslâm Ansiklopedisi, Cilt: I, İstanbul.
Muallim Baki Bey, Tenkid Kelimesinin Tarihi Safhaları, Darülfünun
ilâhiyat Fakültesi Mec., Say ı : 14, İstanbul 1930.
Öner, Necati, Tanzimattan Sonra Türkiye'de İ lim ve Mantık Anlayışı,
A.10.İ .F. Dergisi, Ankara 1957.
206 İBRAHIM AG1H ÇUBUKÇTİ

Ritter, Helmut; E ş'ari, İslam Ansiklopedisi, Cilt: 4, İstanbul 1948.


Sayılı, Aydın, Ortaçağ İslam Dünyasında İlmi Çalışma Temposundaki
Ağırlaşmanın Bazı Temel Sebepleri (Avrupa İle Mukayese), Araş-
tırma, Cilt: I, Ankara 1963.
Sayılı, Aydın, Farabi ve İlim, D.T.C.F. Dergisi, Cilt: VIII, Say ı : 4,
Ankara 1950.
Sayılı, Aydın, İbni Sina'nın İlim Zihniyeti, D.T.C.F. Dergisi, Cilt:
XII, Sayı : 3-4, Ankara 1954.
Sayılı, Aydın, Farabi ve Tefekkür Tarihindeki Yeri, Belleten, XV / 57,
Ankara 1951.
Sayılı, Aydın, Necati Lugal, Farabrnin Tabiat İlminin Kökleri Hak-
kında Yüksek Makaleler Kitab ı, Belleten, XV / 57, Ankara 1951.
Sayılı, Aydın, Farahrnin Hala Hakk ındaki Risalesi - al-Farabi's Ar-
ticle on Vacuum, Belleten XV / 57, Ankara 1951.
Sayılı, Aydın, Farabrnin Simyan ın Lüzumu Hakkındaki Risalesi, Bel-
leten, XV / 57, Ankara 1951.
Sayılı, Aydın, Kuuhrnin Sınırlı Zamanda Sonsuz Hareket Hakk ındaki
Yazısı, Belleten, XXI / 83, Ankara 1957.
Sayılı, Aydın, Islam and The Rise of The Seventeeenth Century Sci-
ence, Belleten, XXII / 87, Ankara 1958.
Sayılı, Aydın, Sabit İbn Kurra'nın Pitagor Teoremini Tamimi, Belleten,
XXII / 88, Ankara 1958.
Sunar, Cavid, İslam Meşşai Felsefesinde İlk Adım (al-Kindi), A.Ü. İ .F.
Dergisi, Cilt: XVII, Ankara 1969.
Tanci, Prof. Muhammed b. Tavit, Ebfl Mansûr al-Maturidi, A.Ü. İ .F.
Dergisi, Cilt: IV, Sayı : I, II, Ankara 1955.
Tekeli, Sevim, İzzüddin b.Muhammed al-Nerarnin "Ekvator Halkas ı"
adlı makalesi ve Torquetum, A.Ü.D.T.C.F. Dergisi, Cilt: XVIII,
Sayı : 3-4, Ankara 1960.
Tekeli, Sevim, Takiyüddin'in Sidretü'l-Müntehas ında Aletler Bahsi,
Belleten, XXV / 98, Ankara 1961.
Tekeli, Sevim, İslam Dünyasında Delos Problemi Üzerindeki Çalış-
malar, Araştırma, Cilt: IV, Ankara 1966.
Tekeli, Sevim, İslam Dünyasında Güneş Parametrelerinin Hesab ı, A-
raştırma, Cilt: V, Ankara 1967.
Tekeli, Sevim, Takiyüddin'in Delos Problemi ile Ilgili Çal ışmaları,
Araştırma, Cilt: VI, Ankara 1968.
ISLAM FELSEFES İ VE CUMHURIYET DEVRI ÇALI Ş MALARI 207

Tekeli, Sevim, Yahya İbn Muhammed Abi-l- Şükr al-Magribl al-An-


dalâsrnin "Bir Daire Içindeki Sinüslerin Elde Edilmesine Dair
Makale"si, Araştırma, Cilt: VII, Ankara 1969.
Tekeli, Sevim, Birünrde Güneş Parametrelerinin Hesabı, Belleten,
XXVII / 105, Ankara 1963.
Tekirdağ, Prof. Dr. Şehabeddin, Büyük Türk Mutasavv ıfı Yunus Em-
re Hakkında Araştırmalar, Belleten, XXX / 117, Ankara 1966.
Togan, Z. \Tehdi, al-Birüni ve Hareket-i Arz, İslam Tetkikleri Enstitüsü
Dergisi, Cilt: I, Cüz: 1-4 İstanbul 1954.
Ülken, Hilmi Ziya, Irak'da Ba ğdat ve al-Kindrnin 1000. Ölüm Y ıl-
dönümü Anma Töreni. A.Ü. İ.F. Dergisi, Cilt: X, Sayı : 1, Ankara
1962.
Ülken, Hilmi Ziya, İslamda Akademiler ve Medreseler, E ğitim Hare-
ketleri Dergisi, Sayı : 198, Ankara 1961.
Ülken, Hilmi Ziya, İslam Felsefesi ve itikadm ın Garba Tesiri, A.Ü. İ.F.
Dergisi, Cilt: X, Sayı : 1, Ankara 1962.
Ülken, Hilmi Ziya, Gazzarrnin Bazı Eserlerinin Türkçeye Tercümeleri,
A.Ü.İ.F. Dergisi, Cilt: IX, Ankara 1961.
Ülken, Hilmi Ziya, la Philosophie d'al-Kindi, A.Ü. İ.F. Dergisi, Cilt:
X, Ankara 1962.
Diken, Hilmi Ziya, Farabi ve İbn Sina'nın Garb Ortaçağ Düşüncesi
Üzerinde Tesirine Dair Yeni Bazı Münakaşalar, A.Ü. İ.F. Dergisi,
Cilt: VI, Sayı : 1-4, Ankara 1957.
Ülken, Hilmi Ziya, Gazzali ve Felsefe, A.Ü. İ .F. Dergisi, Cilt: IV, Say ı :
3-4 Ankara 1955.
Ülken, Hilmi Ziya, İbni Sina'nın Din Felsefesi, A.Ü. İ.F. Dergisi, Cilt:
IV, Sayı : 1-2, Ankara 1955.
Ülken, Hilmi Ziya, İbni Sina'nın Tıbba Dair Bir Münakaşası, Türkiyat
Mecmuası, Cilt: XI, İstanbul 1954.
Ülken, Hilmi Ziya, Ebu'l-Beregât Ba ğdadi, Felsefe Arkivi, Cilt: II,
Sayı : 3, İstanbul 1949.
Ülken, Hilmi Ziya, İslam Felsefesinde Akl ve İnsan Meselesi, Felsefe
Semineri Dergisi, İstanbul 1939.
Ülken, Hilmi Ziya, İbni Sina, İslam Ansiklopedisi, Cilt : 5, İstanbul
1950.
Ülken, Hilmi Ziya, İbn Rüşd, İslam Ansiklopedisi, Cilt: 5, İstanbul
1950.
208 İBRAHİM AGÂIl ÇUBUKÇU

Ünver, A. Süheyl, İslâm Tababetinde Türk Hekimlerinin Mevkii ve


İbni Sinâ'nın Türklüğü, Belleten, I / 1, Ankara 1937.
Ünver, A. Süheyl, ilimler Tarihimizde Ayd ınoğlu, İsa Beyle Şahsına
Ait Mecmuanın Ehemmiyeti Hakkında, Belleten, XXIV / 95,
Ankara 1960.
Ünver, A. Süheyl, İbni Sinâ'nın Yaşadığı Senelere Ait Resimli Bir
Eser, Belleten, XXV / 97, Ankara 1961.
Van den Berqh, Sühreverdi, Ebu Hafs, islâm Ansiklopedisi, Cilt: XI,
İstanbul 1970.
Van den Berqh, Mant ık, İslam Ansiklopedisi, Cilt: 7, İstanbul 1955.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, İbn Bâcce, Felsefe Arkivi, Cilt: I, No: 1,
İstanbul 1945.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, Yunancadan Arapçaya İlk Tercümeler, Ter-
cüme Dergisi, Sayı : 31-32, Ankara
Yaltkaya, M. Şerefeddin, Ebu Reyhan' ın Bir Kitab ı, Türkiyat Mecmu-
ası, Cilt: V, İstanbul 1936.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, Sencer ve Gazzâli, Darülfünun İlâhiyat Fa-
kültesi Mec., Sayı : 1, İstanbul 1341.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, Mutezile ve Hasan Sabbah, Darülfünun
İlâh. Fak. Mec., Sayı : 2, İstanbul 1926.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, Fatımiler ve Hasan Sabbah, Darülfünun
İlâhiyat Fakültesi Mec., Say ı : 4, İstanbul 1926.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, Bat ınilik Tarihi, Darülfünun İlâhiyat Fa-
kültesi Mec., Sayı : 8, İstanbul 1928.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, islâmda İlk Fikri Hareketler ve Dini Mezhep-
ler, Darülfünun İlâhiyat Fakültesi Mec., Say ı : 14, 1930.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, Kaderiye Yahut Mutezile, Darülfünun İlâ-
hiyat Fakültesi Mec., Say ı : 15, İstanbul 1930.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, Gazzâlrnin "Te'vil" Hakk ında Bastırılma-
mış Bir Eseri, Darülfünun İlâhiyat Fakültesi Mec., Say ı : 16, İs-
tanbul 1930.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, Ebu'l-Berekât al-Ba ğdadi, Darülfünun İlâ-
hiyat Fakültesi Mec., Say ı : 17, İstanbul 1930.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, Ebu'l-Berakat al-Ba ğdadi, Darülfünun
İlâhiyat Fakültesi Mec., Say ı : 18, İstanbul 1931.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, Kelâm Sava şları, Darülfünun İlâhiyat Fa-
kültesi Mec., Sayı : 24, İstanbul 1932.
'SLIM FELSEFES İ VE CUMHURIYET DEVRI ÇALI Ş MALARI 209

Yaltkaya, M. Şerefeddin, Tanr ı Bu Varlığı Ne İçin Yarattı, Darülfünun


ilâhiyat Fakültesi Mec., Say ı : 25, İstanbul 1933.
Yazıcı, Tahsin, as-Sühreverdi, İslâm Ansiklopedisi, Cüz: III, İstanbul
1967.
Yetkin, S. Kemaleddin, Muhyi'd-Din İbni Arabi ve Tasavvuf, A.Ü.-
İ.F. Dergisi, Cilt: I, Say ı : 1, Ankara 1952.
Yetkin, S. Kemaleddin, Tasavvuf ve Ist ılahları, Dergisi, Cilt:
I, Sayı : IV, Ankara 1952.
Yörükân, Yusuf Ziya, İslam Akaid Sisteminde Gelişmeler ve İmam-ı
Azam Ebu Hanife, Dergisi, Cilt: I, Say ı : 2, Ankara 1952.
Cilt: I, Sayı : 4, Ankara 1952.
Yörükan, Yusuf Ziya, İslâm Akaid Sisteminde Geli şmeler,
Dergisi, Cilt: 2, Say ı : 2-3, Ankara 1953.
Yusuf Ziya B., Şehristani Devrinde Vaziyet ve Mahiyet İlmi, Darül-
fünun İlâhiyat Fakültesi Mec., Say ı : 3, İstanbul 1926.
Yusuf Ziya B., Ihvan-ü Safâ, Darülfünun ilâhiyat Fakültesi Mecmu-
ası, Sayı : 1, İstanbul 1925.

TANITMALAR

Asrar, N. Ahmed, Muhammed Hanif Nedim, Serguze şti Gazali, İs-


lâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi cilt: IV, ...: 3-4, ht. 1971.
Atay, Hüseyin, M. Akkad, al-Felsefet al-Kur'aniye, A.Ü. İ.F. Dergisi,
Cilt: 5, Sayı : 1-4, Ankara 1956.
Atay, Hüseyin, Fârâbi, Kitâb al-Hurüf, Ne şreden: Muhsin Mehdi,
A.Ü.İ.F. Dergisi, Cilt: XVII, Ankara 1969.
Ateş, Ahmet, Abdallah al-Ansârfnin "Kitap Damm al-Kelâm ve Ah-
lih" Adlı Eser, Şarkiyat Mecmuası 5, İstanbul 1964.
Çubukçu, İ. Agâh, Histoire de la Philosophie Islamique, A.Ü. İ.F.
Dergisi, Cilt: 13, Ankara 1965.
Egemen, B. Ziya, Hilmi Ziya Ülken, İslam Düşüncesine Giriş, A.Ü.İ.
F. Dergisi, Cilt: IV, Sayı : 1-2, Ankara 1955.
Hamidullah, Muhammed, Toshihiko İzutsu, God and Man in The
Koran, Semantics of the Kuranic Weltanschauung, Tokyo 1964,
İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Cilt: IV, Cüz: 3-4, İstanbul
1971.
210 İBRAHİM AGIII ÇUBUKÇU

Kafesoğlu, İbrahim, Büyük Selçuklu Veziri Nizam al-Mülk'ün Eseri:


Siyasetname ve Türkçe Tercümesi, Türkiyat Mecmuas ı, Cilt:
XII, İstanbul 1955.
Kurat, Akdes Nimet, Abü Muhammed Ahmed bin Asım al-Küfi'nin
Kitab al-Futuh'u, D.T.C.F. Dergisi, Cilt: VII, Say ı : 2, Ankara
1949.
Kutluay, Yaşar, H.A.R. Gibb, Mohammedanism, A.Ü. İ.F. Dergisi,
Cilt: IV, Sayı : 1-2, Ankara 1955.
Kutluay, Ya şar, De Lacy O'leary, Arabic Thought and Its Place in
History, A.Ü.İ.F. Dergisi, Cilt: 5, Say ı : 1—IV, Ankara 1956.
Kutluay, Ya şar, Soheil M. Afnan, Avicenna, A.Ü. İ.F. Dergisi, Cilt:
7, Ankara 1958-59.
Kutluay, Yaşar, A History of Muslim Philosophy, A.Ü. İ .F. Dergisi,
Cilt: 13, Ankara 1965.
Kutluay, Ya şar, God and Man in the Koran, A.Ü. İ.F. Dergisi, Cilt:
14, Ankara 1966.
Sezgin, Fuat, Üç Mecmuat ar-Rasail, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Der-
gisi, Cilt: II, Cüz: 2-4, İstanbul 1960.
Şeşen, Ramazan, Cah ız'ın Eserlerinin İstanbul Kütüphanelerindeki
Yazma Nüshaları ve Bunlar Hakk ında Bazı Yeni Malzemeler,
Şarkiyat Mec., Say ı : 6, İstanbul 1966.
Şeşen, Ramazan, Diyarbak ır Kütüphanesinde Bulunan Baz ı Yazmalar,
Araştırma, Cilt: IV, Ankara 1966.

ÇEVİRİLER

Abel, Prof. Dr. Armand, Bara'da Ihvan-el-Safâ Muammas ı ve Bunun


X. Yüzyılda Halifeler Devletinin Sosyal Tarihi Bak ımından Mâ-
nâsı, Çeviren: Nusret H ızır, Belleten, XXIX / 16, Ankara 1965.
Ansari, M. Fazlurrahman, İlimden Felsefeden Dine, Çev.: Kemâl
Kuşçu, İstanbul 1967.
Ayni, Mehmet Ali, La Quintessence de la Philosophie de Ibni Arabi,
Çev.: Ahmet Re şit, Paris 1926, Paul Geuthner.
Barthold, W., Islam'da Mervaniler Mezhebi, Çev.: Abdülkadir İnan,
Belleten, X / 38, Ankara 1946.
Barthold, W., İslam Medeniyeti Tarihi, Çev.: Akad Ural, Ba şlangıç
ve Düzeltmeler: Fuad Köprülü, Ankara 1963.
İSLAM FELSEFES İ VE CUMHUR İYET DEVRI ÇALI Ş MALARI 211

al-Behiyy, Muhammed, Islam Dü şüncesinin Ilahi Tarafı I, Çev.: Fuad


Sezgin, Ankara 1948.
Birûni, Kitab as-Saydele fi'at-T ıb Mukaddimesi, Çev.: M. Ş. Yaltkaya,
Milli Mecmua, İstanbul 1937.
Cerr (Geor), Dr. Halil, Farabi Fusus al-Hikem'in Yazar ı mıdır? Çev.:
Kifayet Özaydın., A. Ü.İ.F. Dergisi, Cilt: XVIII, Ankara 1970.
De Boer, Islam'da Felsefe Tarihi, Çev.: Ya şar Kutluay, Ankara 1960.
De Boer, al-Kindi, İslam Ansiklopedisi, Cilt: 6, İstanbul.
De Lacy O'leary, İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, Çevirenler: H.G.
Yurdaydın-Y. Kutluay, Ankara 1959.
Doğan, Dr. Lütfi-Kutluay, Ya şar, Hasan Basrrnin Kader Hakk ında
Halife Abdülmelik b. Mervan'a Mektubu, Dergisi, Cilt:
IV, Sayı : 3-4, Ankara 1954.
Efgani, Cemaleddin, Tabiatç ılığı Red, Çev.: Aziz Akp ınar, Ankara
1956.
Farabl, al-Medinet al-Fad ıla, Çev.: Nafiz Danışman, İstanbul 1956.
Farabi, İlimlerin Sayımı, Çev • Ahmet Ate ş, İstanbul 1955.
al-Gazzali, Ihya Ulum al-Din, Çev.: Ahmet Serdaro ğlu, Cilt: 1, 2,
Ankara 1972.
al-Gazzali, Kimya'yı Saadet, Çeviren: Rahmi Balaban, İstanbul 1953.
al-Gazzati, al-Munk ız min ad-Dalal, Çev.: Hamdi Güngör, Ankara
1960.
al-Gazzall, Kitab Kavas ım al-Batıniyye "Batınilerin Belini Kıran De-
liller", Çev.: Ahmet Ate ş, Dergisi, Cilt: II, Sayı : 2-3,
Ankara 1954.
Gilson, Prof. Etienne, Şark Filozofları, Çev.: İ .A. Çubukçu, A.Ü. İ.F.
Dergisi, Cilt: IX, Ankara 1961.
Hamidullah, Muhammed, İslama Giriş. Çev.: Kemal Ku şçu, İstanbul
1961.
Harun İbn Şirvan, Farabrnin Siyasi Nazariyeleri, Çev.: H.G. Yur-
daydın. D.T.C.F. Dergisi, Cilt: VIII, Sayı : 4, Ankara 1950.
İbn Haldun, Mukaddime 3 cilt, Çev.: Z. Kadiri Ugan, İstanbul 1954.
İbn Rüşd, 1-Kitab al-Ke şf an Menahic al-Edille,
2-Fas1 al-Makal, "İbn Rüşd'ün Felsefesi" Adı ile Çeviren: Nev-
zad Ayasbeyo ğlu, Ankara 1955.
İbni Sina, Aşkın Mahiyeti Hakkında Risale, Neşreden ve Çeviren:
Ahmet Ate ş, İstanbul 1953.
212 İBRAHIM AGIII ÇUBUKÇU

İkbal, Dr. Muhammed, islâm' ı n Ruhu, Çev.: E. A. İstanbul 1963.


İkbal, Dr. Muhammed, islâm'da Dini Tefekkürün Yeniden Te şekkülü,
Çev.: Sofi Huri, İstanbul 1964.
Jabre, Farid, Plotin'in Vecdi ve Gazzâli'nin Fena's ı , Çev.: İ.A. Çu-
bukçu, A.Ü. İ .F. Dergisi, Cilt: VIII, Say ı : 1, Ankara 1960.
Maturidi, İslam Akaidine Dair Eski Metinler: 1) Kitab at-Tevhid 2)
Risale fi'l-Akaid, Çev.: Yusuf Ziya Yörükan, İstanbul 1953, Il&
hiyat Fakültesi Yayını .
Muhammed Hemmâdi, Bat ı nilerin ve Karmatilerin içyüzü, Çev.:
Fuad Sezgin, Ankara 1948.
Nizam al-Mülk, Siyasetname, Çev.: Şerif andaro ğlu, İstanbul 1952.
Poliak, İslâm Feodalizmi, Çev.: Hilmi Ziya Ülken, Sosyoloji Dergisi,
Sayı : 1, İstanbul 1942.
Ruben, Walter, Mediaeval Philosophy in East and West, D.T.C.F.
Dergisi, Cilt: II, Say ı : 2, Ankara 1944 Türkçesi: Abidin İtil, D.-
T.C.F. Dergisi, Cilt: II, Say ı : 4, Ankara 1944.
Seyyid Zafer al-Hasan, Din Niçin Lâz ımdır? Çev.: Kemal Ku şçu,
İstanbul 1960.
as-Suhreverdi, Nur Heykelleri, Çev.: Safvet Yetkin, Ankara 1963.
Troupeau, G., Ebu Süleyman al-Sicistanrye Atfedilen "Varl ıkların
Prensipleri Hakkında Bir Risale", Çev.: Mübahat Küyel Türker,
Araştırma, Cilt: VI I, Ankara 1969.
Von Aster, Ernst, Felsefe Tarihinde Türkler, Belleten, II / 5-6, Ankara
1938 Die Türken in der Gesihichte der Philosophie, Belleten,
II / 5-63, 1938.
Watt, W. Montgomery, İslami Tetkikler I, islam Felsefesi ve Kelâm,
Çev.: Süleyman Ate ş, Ankara 1968.
Yaltkaya, M. Şerefeddin, Kitab al-Muteber, Darülfünun ilâhiyat
Fakültesi Mec.:
Sayı : 19, İstanbul 1931.
Sayı : 20, İstanbul 1931.
Sayı : 21, İstanbul 1931.
SALTANAT KARŞISINDA HADIS
Doç. Dr. Mehmed S. HAT İBOĞLU

İslam dininin dünyevi-uhrevi veya siyasi-dini olmak üzere ikili


bir bünyeye sahib oldu ğu malûmdur ". Hicretten önceki Mekke devre-
sinde fikri temelleri at ılan İslam Devleti, hicretten on be ş ay öncesinde
birincisi, üç ay öncesinde de ikincisi akdedilen Akabe bey'atleriyle
fiiliyat safhasına geçmiş, kazâ, savunma, öğretim, vergi, sefaret gibi,
siyasi bir devletin belli ba şlı unsurlanm te şkil eden müesseselerini kur-
maya girişmiştir. On bir senelik Medine devresi, siyasi-dini vas ıftaki
bu devletin, Hz. Peygamberin ba şkanlığında, bütün müesseseleriyle
gelişip yerle ştiği bir zamanı gösterir.
Nübüvvet devresini takiben kurulan Hilâfetin vazifesi de, tevârüs
ettiği devlet anlayışını devam ettirmek olacakt ır. İslam amme hukû-
kuna dair olan me şhur eserine Maverdi (364-450 / 974-1058) i şte bu
hususa işaretle ba şlamaktadır : "el-imametu mevdû'atun li Hilafeti'n-
Nubuvveti fi hıraseti'd-Dini ve siyâseti'd-Dunyâ - imamet, dinin mu-
hafazası ve dünyevi meselelerin idaresi için, peygamberlik devrini de-
vam ettirmek üzere konulmuştur 2. Islamın imamete, devlet başkanlı-
ğına verdiği ehemmiyet o derece büyüktür ki, Nübüvvet devrinin ka-
pandığı saatlerde, Hz. Peygamberin defni vazifesi bile geriye b ırakılmış,
önce bu mesele halledilmiştir.
Bilindiği üzere, hilafet seçiminde önceleri çe şidli görüşler ileri
sürülmüşdü. Zira. tarihen sâbit oldu ğu gibi, Hz. Peygamber kendisinden
sonra kimin baş a geçeceğini tayin etmemiş, bu zatın nasıl seçileceğini,
onda ne gibi şartların aranaca ğını tafsilanyle belirtmemi şlerdi. Dola-
yısiyle mesele Ümmetin mü şaveresiyle halledilecekdi. Vefatlar ı günü,
halife seçimi için Benû Side avlusunda toplanan Medinedeki müslü-
manlar, bu mevzi:ida ba şlıca şu görü şleri ileri sürmüşlerdi:
1 Bu görüşte olan müsteşriklerden Dr. V. Fitzgerald, C. A. Nallino, Schacht, R.
Strothmann, D. B. Macdonald, Sir T. Arnold, H. A. R. Gibb'in görü şleri için bk. en-Na-
zariyydtu's-Siyeisiyyetu'l-isliimiyye, Dr. M. Ziyâuddin, 4. baskı, Kâhire 1967, s. 17-19.
Ayrıca bk. Arap Devleti ve Suktitu, J. Wellhausen, İlâhiyat Fak. Yay ını, Ankara
1963, s. 77.
2 el-AhIckmd-Sultelniyye, Kâhire, 1966, s. 3. E. Fagnan bu ibâreyi şu şekilde fran-
sızcaya çevirmiştir: "L'institution de l'Imâmat a pour raison d'etre qu'il supplee le pro-
phetisme (dont le Prophte a ete le dernier representant) pour la sauvegarde de la religion
et l'administration des inWets terrestres", Les Statuts Gouvernementaux, Alger, 1915, s.4.
214 MEHMED S. HATİBOĞLU

A) Halife Medineli Ensar'dan olmal ı,


B) Mekkeli Muhâcirlerden olmal ı,
C) Her ikisinden birer kişi seçilmeli,
D) Kureyş'den olmal ı...
Görülüyor ki, Sahâbe, halife olacak zâtta birbirinden farkl ı şart-
lar aramıştır, fakat onun seçim tarzında herhangi bir ihtilafa dü şmüş
değildir: halife seçimle ve bey'atle tayin edilecekdi, nitekim de öyle
oldu. Kimse, devlet reisli ğini Hz. Peygamberin maddi verâseti olarak
görmedi. Tamamen islami liyakat anlay ışından hareket edildi. E ğer
bu işde Arab an'anesi tatbik edilseydi, ba şkanlığa, Hazrec'in reisi Sa'd
ibn Ubâde, veya Emevi ulular ının başı Ebû Sufyân, yahud Hâ şimilerin
başı Abbâs getirilir, Teym gibi nüfûzu zaif bir kabileye mensub Ebû
Bekir'i düşünen bulunmazdı . Hz. Ebû Bekir'in hilafet nutkunda i şaret
ettiği hususlar, islamın halifelik anlayışım, teb'anı n onu murâkabe
vazifesini ne güzel belirtir :
"...İyi işlersem bana yardımcı olun, yanılırsam beni do ğrultun...
Allahın Resûlüne itâat etti ğim müddetçe bana itâat edin, onlara isyan
edersem artık bana itâat etmek yoktur..."'.
Halife, ümmetin murâkabesi alt ındadır. Vazifesini yerine getir-
mediği takdirde halifeliği de sona erer. Hilafet babadan miras kalm ış
bir makam değildir ki istendiği gibi tasarruf edilebilsin.
Zihniyet değişikliği
Hz. Ebû Bekir'den Muaviye'nin vefat ına kadar İslam ümmetini
idare eden ilk beş halife, meşrûiyyetlerini ümmetin bey'atine sahib ol-
maktan aldılar. Fakat, Peygamberin vefatlar ından daha elli sene geç-
meden, siyasi ve içtimai şartlar, be şinci halifeyi, hilâfetinin sonlar ına
doğru, islami seçim usulünü bıraktırmaya mecbur etti. Böylece, baba-
nın sağhğında oğlun hilâfetini te'min etme yolunda gerekli te şebbüs-
lere girişildi. İslami anlayışa tamamen ters istikametteki bu davran ış,
tabiatiyle, İslam cemiyetinin ileri gelenlerinde çok sert tepkilere yol
açacakdı.
Muaviye'nin bu te şebbüsünden bilgi veren eserlere göre 4, en şid-
detli itirazlar Medineden yükselmi şdir. Muâviye, Medinedeki valisi
3 es-Siretu'n-Nebeviyye, İbnu Hişâm, Kâhire 1375, c. 2, s. 661.
4 Sahihu'l-Buhârt, İstanbul baskısı, c. 6, s. 42, ve şerhleri: Aynt, İstanbul bas. c. 9,
s. 145-147; Askalâni, Kahire 1319-1329 bask ısı, c. 8, s. 407-408; Kastallânt Kahire 1307
baskısı, c. 7, s. 325; el-istiâb, İbn Abdi'l-Berr, Kahire 1969 bask ısı, s. 825; el-Kamil, ibnu'l-
Esir, Beyrut bas. c. 3, s. 503-511; Usdu'l-Gâbe, c. 3, s. 306; en-Nihâye, Kahire 1963 bas.
c. 5, s. 260 (HRKL maddesi).
SALTANAT KAR Ş IS İ NDA HADIS 215

Mervân'a niyyetini bildirdiğinde, Ümmetin hayrına ve Elyû Bekir ve


Ömer'in sünnetleri üzerine o ğlunu veliand tayin ettiğini söyliyerek,
ondan, Medine ileri gelenlerinin bu işe muvafakatlerini sa ğlamasını
istemişdi, ki, müteakiben o ğlu adına bey'at almak üzere Muaviye 56 /
676 senesinde bizzat Medineye gelecektir.
Yezid'in veliandliğine muhalefet edenlerin ileri sürdükleri ba şlı ca
itiraz, bu te şebbüsün, Muaviye'nin iddialar ının hilafına, asla ilk hali-
felerin tatbikat ına uygun olmadığı idi. Mesela, Hz. Ebû Bekir'in büyük
oğlu Abdurrahman, Mervân'a verdi ği cevabda durumu te şhis etmekte
ve Muâviyenin te şebbüsünün EKI Bekir ve Ömer sünneti olmay ıp dü-
pedüz "Hirakliyye" yani, babadan o ğula intikal eden bir saltanat ol-
duğunu söylemektedir. İbn Ömer'in Muaviye'ye söyledikleri de ayn ı
mahiyettedir: "Senden önce de, diyor, halifeler vard ı, senin oğlun on-
ların oğullarından daha hayırlı değil. Böyle iken hiçbiri senin oğlun
hakkında düş ündüğünü kendi oğulları hakkında dü şünmedi...".
Hakikaten de, Hz. Peygamberin tebli ğ ettiği din, veraseti esas alan
bir riyaseti kat'iyyetle reddediyordu. Kur'an- ı Kerimi hakkiyle okuyan
kimse başka türlü dü şünemezdi. Hz. İbrahim'i Cenab- ı Hak insanlara
"İmam" yapaca ğını bildirdiğinde, Hz. İbrahim, kendi zürriyetinden
de imâmlar gelmesi niyaz ında bulunmuş, fakat Cenab- ı Hak. "Zalim-
ler andime nâil olamaz" şartını koymuşdu (2. Bakara / 124).
Muaviye'yi veliand ta'yinine sevkeden âmillerin ba şında, yaşadık-
ları devrin siyasi ve içtimai şartlarının geldiğinde ş übhe yoktur. İslam
ümmetinin hayatiyyetini devam ettirebilmesi için, ilk halifeler devri
seçim nizamını bozmuş olması, kendisi ve taraftarlar ı nazarında haklı
sebeblere dayanmaktad ır. Fakat o günlerin şartları Muaviye'yi zâhiren
ne kadar haklı çıkarsa da, neticede bir İslam umdesi, asırlar boyu ona-
rılamıyacak şekilde yıkılıyordu: ehliyetin şahsiliği umdesi. İşte bu yüz-
den, onu bu te şebbüsünde açıktan destekleyecek hemen hemen hiçbir
islam ilahiyatçısı çıkmamıştır.

Saltanat Kar şısında islâm Mimleri

İlk asrı n fitne hareketlerini yak ından görmüş ve yaşamış olan bü-
yük alim Hasan Basri (21-110 / 642-728), seçimli hilafet nizam ında
yapılan değişikliğin islamın istikbaline vurdu ğu darbeyi: "...ve lev la
zâlike lekânet şûra ila yevrni'l-q ıyame - Şayet böyle olmasaydı şûra
(tatbikatı) kıyamete kadar devam ederdi" şeklinde yorumlamaktadır 5.
5 Târthu'l-Hulefâ, Sayı:iri, Kahire 1952, s. 206.
216 MEHMED S. HATİBO ĞLU

Hilâfetin tevârüsle alakas ı olmadığını İmam Ebû Hanife'nin (80-150


/699-767) şu şekilde ifade etti ği nakledilir:"... ve'l-H ılâfetu te-
kiku bi'ctimâ'i 1-Mu'minin ve me şveretihim - Halife Mü'minle-
rin içtima ve me şveretiyle tayin edilir" 6 Kime hakiki "başkan" de-
nebileceğinin izâhı sadedinde İmam Ahmed ibn Hanbel de (164-
241 /780-855) şunları şöylemektedir :" el-İmam, ellezi yucmiu aleyhi
Kulluhum yeqfilu: Hâzâ imam-imam dedi ğin, Müslü-
manların üzerinde ittifak ettikleri, hepsinin : i şte bu İmâmdır, de-
dikleri kimsedir'".
ileriki asırların pek çok islâm âlimi de, hilâfette verâset şeklini
kat'iyyetle reddetmi şlerdir. Şâfii mütekellim ve fakihlerinden Abdul-
kâhir Bağdâdi (-429 / 1039): "...fekullu men qâle bi imâmeti Ebi Bekr
qâle innehâ la tekûnu mevrûseten - Ebû Bekir'in imâml ığını kabül
eden herkes, bu imâmetin verâsetle kalmam ış olduğunu kabül eder"
diyor 9. Endelüslü me şhur Zâhiri âlim İbnu Hazm ise (384-456 / 994-
1064): "Ve lâ hılâfe beyne ehadin min Ehli'l- İslâmi fî ennehıl lâ yecû-
zu't-Tevârusu fihâ-Hilâfette tevârüsün câiz olmad ığı noktasında
islâmlar aras ında hiçbir ihtilâf yoktur"' der. Pekçok Râfizi ithamlanna
karşı haklı delillerle Muâviyeyi müdâfaa eden ibnu'l-Arabi bile (468-
543 / 1075-1148), bu noktada ona hak vermemekte ve şöyle demekte-
dir : "illa ennâ neqûlu inne Muâviyete tereke'l-efdale fi en yec `alehâ
Ş ûrâ ve ellâ yehussa bihâ ehaden min qarâbetihi - ancak şunu da söy-
lemeliyiz ki, Muâviye, bu işi şürâya b ırakmak, ve değil oğluna, akra-
bâsından hiçkimseye bunu has kılmamak faziletini terketmi şdir" 1°.
Saltanata kar şı hadisle mücadele
Muâviye'nin vefatından sonra Emevilerin siyasi ve askeri kudreti,
önlerine dikilen her çe şid mukavemeti ezerek, sülâle saltanat ını İslâmın
başına musallat edince, kollar ı kırık, boyunları bükük müttaki çevreler
ile iktidar hasretiyle içleri yananlar, bu az ılı ! kimselere kar şı fısıltı ga-
zeteciliğine ve rivayet edebiyat ına sarılmaktan başka bir müdâfaa ça-
resi bulamaz oldular. Bu sâhada en büyük kaynak ve destek, tabiatiyle
Hz. Peygamberin manevi saltanat ından gelecekdi. Bu dahili müstev-
lileri, İslam hilâfetiyle alâkalar ının bulunmadığını tesbit noktasından
hareketle, her cebheden Peygambere vurdurtmak, tutulacak en müessir
6 ibnu'l-Bezzâzrnin Menâqib'inden naklen, EU Hanife, Ebû Zehre, Mısır 1947,
s. 165.
7 Minhâcu's-Sunne, İ bn Teymiyye, Mısır, 1321 /1903, c. I, s. 142.
8 Usıllu'd-Din, İstanbul, 1928, s. 284.
9 el-Faslu fi'l-Milel, Kahire 1317-1321, c. 4, s. 167.
10 el-Avâs ım mine'l-Kavâs ım, Kahire, 1375, s. 222.
SALTANAT KARŞ ISINDA HADIS 217

yoldu. Zira İ slam Dünyasının şahıs planı nda en büyük otoritesi Hz.
Peygamberdi. Bu otoritenin verece ği cezadan daha büyü ğü düşünüle-
bilirmiydi! Gerçekten de, yahüdi ve h ıristiyan kaynaklarının kardeşane!
desteğiyle, bu sahada cildler dolusu malzeme ortaya ç ıkmış bulunmak-
tadır.
Kısa zamanda saltanata ink ılab ettirilen genç İslam devletinin bu
yeni vechesini Hz. Peygambere çizdirtmeye müteveccih rivayetlerde
itina ile işlenen mevzû, Hulefâ-i Ra şidün'dan sonra Ümmetin başına
geçecek idare ve halifelerin tasviridir. Bu tasvirlerde, islam ın tarihi
çerçeve içindeki idari taksimat ı umûmiyetle dört devreye ayr ılmaktadır:
1 . Nübüvvet devri,
2. Nübüvvet usulünce Hilafet devri,
3 . Isırıcı Hükümdarlık devri,
4. Tecavüz, zulüm devirleri.
Bu taksimat ın yanı sıra, bir de bu devirlerin vakti zaman ı meselesi
ele alıncaktır ki, bu istifhamı çözecek rivayetlerden birisini misal olarak
aşağıda zikredece ğiz. Bütün bu çeşidden rivayetlerin ta şıdıkları ana
hedef, 3. devri ba şlatan Emevi halifelerinin aslinda halife de ğil, tam
birer melik ve hükümdar olduklar ını başlarına vurmak, İslam Cumhu-
riyetini genç ya şında katledenleri peygamber diliyle te şhir etmektir.
Hz. Peygambere ifade ettirilen bu beyanlar ı, aslında, 1. ve 2. asır
İslam umfimi efkarm ın görüşleri olarak kabul etmek, ve islami ruhun,
seçime dayalı olmayan bir idareye kar şı beslediği nefreti aksettiren
tarihi deliller olarak de ğerlendirmek gerekmektedir.
Hilâfetten Saltanata geçi ş zamanı
İslam siyasi hayatının bu dönüm noktasını tesbit eden hadisimizi
muhtevi en eski kaynak, bildi ğimize göre, Ebft Davtid Tayâlisi'nin
(133-203 / 750-819) Musned'idir. Ondan sonra s ırasiyle şu eserler
geliyor :
Nu'aym ibn Hammâd (-228 / 843), Kitabu'l-Fiten ve '1-Melahim
Ahmed ibn Hanbel (164-241 / 780-855), Musned,
Ebû Davûd Sicistâni (202-275 / 817-889), Sunen,
Ebtst İsa Tirmizi (209-279 / 824-892), Cami (Sunen).
Hadisi nakleden Sahabi, Hz. Peygamber'in azadl ı hizmetkar ı
Sefine'dir. Rivayetlerin mü şterek tedkikinden anla şıldığına göre ",
11 Tayülisi, Minhatu'l-Ma'büd, Kahire 1372, rakam: 2594; Ahmed İbn Hanbel, el-
Musned, c. 4, s. 273; c. 5, s. 44, 50, 220, 221, 404; Nuaym İbn Hammad, el-Fiten ve'l-Meki-
him, Atıf Ef. Nüshas ı, 94 a, 123 b; British Mus. nüshas ı , 22 b-23 a, 100 b: Ebû Dâvticl,
K. es-sunne, B. 8 (Avnu'l-Ma'brıd c. 12, s. 397, r. 4622-3); Tirmizi, K. el-Fiten, B. 48 ( Tuh-
fetu' 1-Ahvezt c. 6, s. 476-8, r. 2326); İbnu Abdi'l-Berr, Calvin c. 2, s. 219 (225).
218 MEHMED S. HATİBO ĞLU

Basra Tabiilerinden Ebü Hafs Sa'id ibn Cumhan (-136 / 753), Medine-
Basra yolu üzerinde, Medineye yak ın bir köy olan Batnu Nahla'da
işbu Sahabiyi ziyarete gidiyor. Zaman Haccâc zaman ıdır (75-95 / 694-
713). Yanında sekiz gece geçirerek mümkin mikdarda hadis ö ğrenmeye
çalışıyor. Sefine'den ö ğrendiği hadislerden birisine göre, Hz. Peygam-
ber bir hutbelerinde şöyle buyurmuş olmaktadır:
"el-Hılafetu fî ummeti selasüne seneten, summe yektInu mulken-
Ummetimde hilafet müddeti otuz senedir. Daha sonra hükümdarl ık
başlayacakdır".
Müteâkiben Sefine bu otuz seneyi şöyle taksim ediveriyor:
Ebi) Bekir'in hilafeti 2 sene
Ömer'inki 10 "
Osınân'ınki 12
Ali'ninki 6
Yekün 30
Sefine'ye Muaviye'nin bu zatlar aras ındaki durumu sorulduğunda
kendisinden al ınan cevab şudur: "O meliklerin ilkidir".
EM) Davûd'daki rivayete göre, Said'in: "Ötekiler Ali'nin halife
olmadığı iddiasındalar, ne dersin?" sualini, Sefine: "Benu'z-Zerka'mn
(yani Mervâniler'in) k ıçları üfürmüş (bunu)" şeklinde karşılamıştır.
Tirmizi'de ise Said'in sorusu şöyledir: "Benû Umeyye hilâfetin
kendilerinde olduğunu iddia ediyorlar ?" Buna Sefine şöyle cevab ve-
riyor: "Benu'z-Zerka yalan söylüyor, onlar melikdir, hem de şerli
meliklerden".
Bu cevablarda zikri geçen "Benu'z-Zerka-Zerka o ğulları"ndan
maksad, şarihlerin de belirtti ği üzere, Mervânilerdir. Nuaym, Mer-
Van'ın annesinin bu ismi ta şıdığını rivayet etmektedir 72.
Iran asıllı olduğu söylenen" Sefine'nin yukarıdaki cevablarından
kendisinin koyu bir Emevi düşmanı olduğu neticesi çıkarılabilir.
Hz. Peygamberin bir hutbelerinde söylemi ş bulundukları kayde-
dilen bu hadisi Sefine'den ba şka hiçbir sahabinin nakletmemi ş olması
keyfiyeti, onun de ğeri hakkında istifham uyandıran başlıca sebeb-
lerdendir.
"Otuz sene" kaydının tarihi vaklaya tamamiyle uymamas ını belir-
12 el-Fiten, 98 a.
13 el-istikb, s. 685.
SA LTANAT KARŞISINDA HADIS 219

tenlerin yanı sıra '4, Emeviler içinden, Râ şid Halifelerin be şincisi olarak
telâkki edilen Ömer İbn Abdilaziz gibi bir Mil halifenin zuhûru da,
bu hadisin sıhhatı na inananlara epey te'vil terleri döktürmü ş bulun-
maktadır ".
Mezkür hadisi toptan reddeden kimselere de rastl ıyoruz. Endelüslü
büyük alim Kadi Ebü Bekr İbnu'l-Arabi (468-543 / 1076-1148), Hz.
Peygamberden sonra Sahâbenin durumuna dair yazm ış olduğu eserin-
de: "Bu hadis sahih de ğildir" dediği gibi, bir başka sahifede, yine bu
hadise telmihen: "Senedi ve metni zaif hadislere iltifat etmeyin" tav-
siyesinde bulunmaktad ır ".
Yukarıda kısaca işaret ettiğimiz üzere, bu ve benzeri hadisler,
zâti kı ymetleri ne olursa olsun, islam ın düşünen kafalarının zâlim
idârecilere kar şı duyduğu tiksintinin en sa ğlam akisleridir. Bu idareci-
lerin ceberut saltanatlar ı, nübüvvet hilâfetinin seçim tarz ını, yani ehil
olanı bey'atle ba şa geçirme sistemini, babadan tevarüs edilen bir k ıral-
lık haline çevirmekle ba şlamış ve bunlara karşı İslam dünyasının her
yerinde gösterilen fili veya sessiz mukavemetler as ırlar boyu devam
edip zamanımıza ulaşmıştır. Ne acı tecellidir ki, İslam idaresinin, Hz.
Peygamberin vefatlar ından elli sene sonra düştüğü bu kırallık batak- - oSit5
lığından kurtulabilmesi için on dört asır beklemek icab etti ve bu çok
gecikmiş kurtuluşu başlatma şerefi de, Türkiye Cumhuriyetini bundan
elli sene önce kuranlara nasib oldu. Bu bak ımdan her iki elli sene ara-... -/y
sımn tarihi maceras ını idrak edip, ba şlatılan eseri tamamlamay ı bil- , ıc\cı r`•
memiz gerekir. Bu şuftra eremeyenleri bekleyen ak ıbet hiç mechfıl
değildir.
Gerçek bir cumhuriyet idaresi kurmak yolunda elli sene evvel
atılmış adımların sahiblerini bugün rahmet ve minnetle an ıyoruz.

14 Mesela Said'den bu hadisi nakleden Basral ı büyük muhaddis Hammâd İbn Se-
leme (167 /783): "... sonra halifeleri tedkik ettim, otuzu doldurduklarm ı görmedim"
diyor, Musned.
15 Dördüncü notta kaydedilen şerhlerden ayrı olarak bk. İbn Haldün, el-Mukaddime,
Kahire, s. 326, 368.
16 el-Avds ım, s. 201, 210.
KÜLTORNAN SON Elli MILI İÇİNDE DIN PSİ KOLOJ İSİ
ALANINDA N İZMET EDENLER

Doç. Dr. Neda ARMANER

Sosyal hayatın ve kültürel çal ışmaların geliştiği her yerde psiko-


loji, kendini durmadan yenileyen bir ilim dal ı olarak görülmektedir.
Psikoloji, genellikle, felsefenin "ruh"a hasredilmi ş bulunan bir alanı
olarak ele alınırsa, şüphesiz onun tarihi insan dü şüncesinin ilk izleri
ve verileriyle birlikte ba şlatılabilir. Bununla beraber, Ondokuzuncu
yüzyılın ikinci yarısına varıldıktan sonradı r ki insan ilimleri (Science
Humain) arasında yer alan psikoloji "eski" anlayıştan uzaklaşarak,
bilimsel bir düzeye girmi ştir. Böylece konu, metod ve amac ı bakımın-
dan olanaklarının sezilip tanınmasıyle felsefi yöndeki psikoloji terk-
edilmiş, bu gün "yeni" denilen psikoloji doğmuştur.
Bir taraftan genel psikoloji disiplininin gövdesi bu evrimi geçirir-
ken, ona bağlı pek çok dallar ve kollar da bu geli şimle birlikte gerekli
aşamalara ulaşmış bulunmaktadır. Bu dallardan biri de din psikolojisi
olup teoloji ile psikolojinin ortak alan ı içinde kendine özgü konusunu
işler. Bu konu, Antik Yunandan bu yana bir çok filozofun insan ve
din etrafında öne sürdükleri teoriler, dü şünceler değildir. Bu, din duy-
gusuyla ilgili olan psi şik olgunun, kendi yapısı içinde, bağımsız olarak
ele alınmasıdır. Diğer bir deyimle, dini ya ş ay ış ' ı n çeşitli belirtileri-
nin, çağdaş psikoloji verilerine göre incelenmesidir. Psikolojide din,
ferdin din olarak görüp duyduğundan etkilenmesi ve ona karşı vaziyet
alışı, davranışlarıyla ortaya ç ıkan tüm duygu, düşünce ve irade olarak
belirlenir. Tek kelimeyle, kişideki yaşam deneyimi (l'exp&rience v&ue)
ile sınırlanır. Dini olgu ve olaylar ın kişi üzerinde bıraktığı izler, etkiler
ya da itaat ve teslim halleri, tüm heyecan ve co şku durumları, dini
hayat, dindarlık deyimiyle ilgili her türlü ruhsal izlenimler din psikolo-
jisinin temel araştırma alanıdır. Bu bakımdan, gerek dinler tarihi ve
din sosyolojisinden gerekse din felsefeyi ve ona dayal ı olan din feno-
menolojisinden ve hatta din psikolojisi verilerine uymak zorunda bulu-
nan din pedagolojisinden de ayr ılır. Zira, din psikolojisinin üzerine
eğildiği tüm ifadelerin her biri ayrı ayrı ruh olgularıdır. Ve bunlar çok
ince, çok derin psi şik tezahürler olup, ayn ı zamanda ki şiliğin oluşum
222 NEDA ARMANER

ve gelişimiyle birlikte incelenmesi gerekli hususlard ır. Böylece konunun


ciddiyet, tevazu ve sab ırla araştırılıp işlenmesi gerekir. Bilimselliğin
genel ilkesi olan tarafs ızlıktan yoksun amatörce bir çal ışma, gerçek
değerler aras ında yer alamaz.
Yüzyılı bulan bir zamandan beri, Amerika ve Avrupa'da dinin
psişik yönünü inceleyenler, ba şta William James (1842-1910) olmak
üzere, hiç kuşkusuz genel psikolojinin metod ve prensiplerine sahip
ve sadık olan, ilmi kariyerleriyle psikoloji tarihinde yer alan psikolog-
lardır.
Yazımıza başlarken, din psikolojisinin Türkiyedeki son yar ım
yüzyıllık durumunun bahis konusu edilece ği belirtilmiştir. Bir ilmin
tarihinden söz edilirken hayatta bulunan hiç bir yazar ı zikretmemek
gibi bir ihtiyat kaidesine uymak gelenek olmu ştur. Halbuki, yukarıda
belirtilen süre içindeki perspektif darl ığı, din psikolojisi çalışmaları
bakımından, geriye doğru çekilip bakma olanağını pek vermediğinden,
bu ilkeyi uygulayamadık. Nitekim bizim ele ald ığımız, Türkiyedeki din
psikolojisi alanının şu son elli yıllık süre içine giren etüdleri, a şağıda
da görüleceği üzere, pek azdır. Ayrıca, bu çalışmaları yapanların ço-
ğunluğu hayattadır diye bu yayınları bir yana bırakmak yalnız haksızlık
değil aynı zamanda abes olur. Psikolojinin özel bir dal ı olan din psiko-
lojisi, Batı kültür çevrelerinde oldu ğu gibi bizde de ciddi akademik bir
araştırmayı gerektirdiğinden ötürü bu türdeki literatür yo ğun değildir.
Bundan başka kapsamına aldığı, çocukta, gençte, erginde ve anormal-
deki dini belirtilerin ayrı kategoriler içinde ele al ımp incelenmesi yayın
alanını yaygın hale getirmektedir. Fakat böyle bir geni şleme, aslında
birbirini tamamlayan ve bir zincirin halkalar ım işleyen bir amaçta
toplanabilir.
Bu durumu açıkladıktan sonra, din psikolojisini do ğ rudan
do ğ ruya hedef alan, onun görevini ve metodlar ı n ı tan ı-
tan ne gibi çal ış malar olmu ş tur, buna geçebiliriz.
Yazımızın başlığında da görüldüğü üzere, elli yıllık son dönemi
bahis konusu etmemiz, aslında sun'i bir seçim değildir. Bu gün "Tür-
kiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi'nin hem yazar ı hem de bu kültür
zincirindeki yerini en geni ş, en yoğun ölçüde dolduran bir halka olarak
gördüğümüz sayın hocamız Hilmi Ziya ülken'i biz, 1924 (1340) y ılında
yayınladığı yazılarından ötürü çağdaş Din Psikolojisini Türkiye'de
başlatan bir ara ştırıcı olarak bulmaktayız. Daha sonra, bu bran şa ka-
tabileceğimiz, telif olsun tercüme olsun ortaya ç ıkan literatürü şöyle
sıralayabiliriz:
SON ELLI YIL IÇINDE DIN PS İ KOLOJİ S İ 223

Hilmi Ziya: "Anadolu Tarihinde Dini Ruhiyat Mü şahadeleri: Burak


Baba, Geyikli Baba" Mihrap Mecmuas ı, Sayı : 13-14, Haziran
1340, Evkaf Matbaası, ss. 434-448.
Hilmi Ziya: "Anadolu Tarihinde Dini Ruhiyat Mü şahadeleri: Hacı
Bektaş Veli" Mihrap Mecmuası, Sayı : 15-16, 1 Temmuz 1340,
Evkaf Matbaası, ss. 515-530.
Ribot, Th: Hissiyat Ruhiyat ı (Çev. Mustafa Şekip Tunç), C. I ve II,
Evkaf Matbaası, İstanbul 1927, ss. 112-133.
Hilmi Ziya: "Türk Tarihinin Ana Hatlar ı : Türk Mistisizmini Tetkike
Giriş" Seri: II, No: 32, Ak şam Matbaası, İstanbul 1934.
Janet, P.: "Ruhi Mucizeler" (Çev. Cemil Sena Ongun) Dün ve Yar ın
Tercüme Külliyatı, Sayı 40, Vakit Matbaası, İstanbul 1935.
Hilmi Ziya Ülken: "Tasavvuf Psikolojisi" (1944-1945 İstanbul Üni-
versitesi Serbest Konferanslar ından ayrı basım) Kenan Matbaası,
İstanbul 1946, ss. 193-206.
Freud, S.: Totem ve Tabu (Çev. Niyazi Berkes) M. E. Bas ımevi, An-
kara 1947.
Egemen, Bedi Ziya : Din Psikolojisi, A.Ü. ilahiyat Fakültesi Yay ınların-
dan, T.T.K. Basımevi, Ankara 1952.
Dalat, Ziya: Çocuk ve Genç Ruhu, (Din ınanışt Gelişimi), Yeni Mat-
baa, Ankara 1956, (II. Bask ı), ss. 364-373.
Tunç, M. Şekip: "Dini Şuurun Mekân Telâkkisi" (Din Yolu), C. I, S.
20, Ankara 1956, ss. 12-13.
Topçu, Nureddin: "Din Psikolojisi" ( İslam), C. I, S. 1, Ankara 1956,
ss. 9-10.
Topçu, Nureddin: "Din Psikolojisi" (İslam), C. I, S. 2, Ankara 1956,
ss. 9-10.
Topçu, Nureddin: "Din Psikolojisinin Konusu" ( İslam), C. I, S. 3,
ss. 16-18.
Topçu, Nureddin: "Dini Hayat ın Temelleri" (İslam), C. I, S. 4, ss.
13-14.
Topçu, Nureddin: "Allah Şuuru" (İslam), C. I, S. 5, Ankara 1956,
ss. 12-13.
Topçu, Nureddin: "Din ve Mistisizm" (İslam), C. I, S. 6, Ankara 1956,
ss. 29-30.
Topçu, Nureddin: "Din ve Mistisizm" (İslam), C. I, S. 7, Ankara 1956,
s. 27.
224 NEDA ARMANER

Saraç, Celâl: "Din Şuuru" (İslam), C. I, S. 9, Ankara 1956, ss.


Tunç, M. Şekip: "Dini Şuurda Zaman Mefhumu" (Din Yolu), C. II,
S. 28, Ankara 1957, ss. 12-13.
Tunç, M. Şekip: "Dinde Düşünce ve Muhayyelenin Rolleri" (Din
Yolu), C. II, S. 31, Ankara 1957, ss. 13-16.
Tunç, M. Şekip: "Ya şanmış Dini Tecrübe" (Din Yolu), C. II, S. 32,
Ankara 1957, ss. 6-7.
Tunç, M. Şekip: "Din Felsefesinin Psikolojik Meselesi" (Din Yolu),
C. II, S. 34, Ankara 1957, ss. 10-11.
Ergun, Murat: "Allah inanc ı ve Din Şuuru" (Din Yolu), C. II, S. 35,
Ankara 1957, s. 3.
Tunç, M. Şekip: "Din Şuuru" (Din Yolu) C. II, S. 36, Ankara 1957,
ss. 5-6.
Bovet, Pirre: Din Duygusu ve Çocuk Psikolojisi (Çev. S. Odaba ş)
T.T.K. Basımevi, (İş Bankası Yayınlarından) Ankara, 1958.
Tunç, M. Şekip: Bir Din. Felsefesine Do ğru, Türkiye Yay ınevi, İstanbul
1959, ss. 61-82.
Gökay, F. Kerim: "Dini İtikat ve İç Rahatlığı" (Kim), İstanbul 16
Ocak 1959, s. 19.
Öymen, H. Ra şit: "Din Psikolojisi ve Konular ı" (Eğitim Hareketleri)
Ankara 1961, C. VII, S. 78, ss. 23-24.
Öymen, H. Raşit: "Çocukluk ve Gençlik Ça ğlarmın Dini Gelişimi: I"
(Eğitim Hareketleri), Ankara, 1962, C. VIII, S. 88, ss. 1-6.
Öymen, H. Ra şit: "Çocukluk ve Gençlik Ça ğlarmın Dini Gelişimi: Il"
(Eğitim Hareketleri), Ankara 1962, C. VIII, S. 89, ss. 13-20.
Öymen, H. Ra şit: "Çocukluk ve Gençlik Çağlannın Dini Gelişimi: III"
(Eğitim Hareketleri), Ankara 1962, C. VIII, S. 90-91, ss. 3-6.
Acıpayamlı, Orhan: "Türkiye'de Yağmur Duası ve Psiko-Sosyal Me-
todla Incelenmesi" (I), A.Ü. Dil ve Tarih-Co ğrafya Fakültesi
Dergisi, C. XXI, S. 1-2, 1963, ss. 1-39.
Acıpayamlı, Orhan: "Türkiye'de Ya ğmur Duas ı (II), A.Ü. Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, C. XXII, S. 3-4,1964, ss. 221-
250.
Jung, C. Gustav: Psikoloji ve Din (Çev. Ender Gürol) Olu ş Yayınları ;
5, Istanbul 1965.
Armaner, Neda: İnanç ve Hareket Bütünlü ğü Bakımından Din Ter-
biyesi, M.E.B. (Bilim Eserleri serisi), Ankara 1967.
SON ELLI YIL IÇINDE DIN PS İ KOLOJ İ S İ 225

Armaner, Neda: "Din Psikolojisi" (Üniversite ve Köy) Y ıl: 2, Sayı :


5, Ankara 1967, s. 11.
Pazarlı, Osman: Din Psikolojisi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1968.
Balaban, M. Rahmi: İlim-Ahlâk-İman, Ayyıldız Matbaası, Ankara
1969, ss. 3-56.
Özbaydar, Belma: Din ve Tanr ı İnancının Gelişmesi Üzerine Bir Ara ş-
tırma, Baha Matbaas ı, İ stanbul 1970.
Armaner, Neda: Psikopatolojide Dini Belirtiler, Ayy ıldız Matbaası,
Ankara 1973.
CUMHURİYETİN İ LK ELLİ YILINDA
GELENEKSEL SANAT MUS İ K İ M İ l
Doç. Dr. Gültekin ORANSAY

BÖLÜMLER
GİRİŞ : Geleneksel Türk sanat musikisi ve dallar ı
I. BÖLÜM : Dallar ve da ğarları
A) Cami musikisi, B) Tekke musikisi, C) Mehter musikisi, Ç) Fas ıl
usikisi, D) Piyasa musikisi
II. BÖLÜM : Teknik özellikler
A) Perdeler, B) Usullar, C) Makamlar, Ç) Çalg ılar
III. BÖLÜM : Örgütleniş
A) Yetişme yolları , B) Okullar, dernekler, seslendirme tak ımları ve
geçme kümeleri, C) Dergiler, Ç) Radyo ve Televizyon
IV. BÖLÜM : Çevre musikilerle ili şkiler
A) Yurtdışına etkiler, B) Yurtd ışından etkiler
V. BÖLÜM : Araştırmacıhk ve bilimsel yayınlar
A) Araştırmacılık, B) Anıt yayınları, C) Araştırmalar
KAYNAK KISALTMALARI
ÇİZELGELER

GİRİŞ

Uluslararas ı sanat musikisinin 1826 haziran ında' devletçe benimse-


nerek yayılmaya başlamasına kadar Türkiye'de tek bir sanat musikisi,
bugün bilimsel adıyla "geleneksel Türk sanat musikisi" olarak adlan-
dırdığımız2 musiki yaşamaktaydı. Köy ve kırlardaki yerel ve bölge-
1 Yeniçeri Ocağı'mn 15 haziran 1826 perşembe günü ortadan kald ırılmasından üç
gün sonra Bat ı yöntemleriyle e ğitimine başlanan yeni birliklere Bat ılı örneklere uygun bir
boru takımı katılmış, önce Vaybelim Ahmet A ğa'nın çalıştırdığı bu küme 1828 eylülü Giu-
seppe Donizetti'nin gözetiminde çal ışmaya başlıyarak Muzika-i Hümayun denen Osmanl ı
saray bando ve orkestrasmın, dolayısıyla Cumhuriyet döneminde Riyaseticumhur Musiki
Heyeti'nin (şimdi Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestras ı ve K. K. K. Armoni Muzıkası),
Musiki Muallim Mektebi'nin, Devlet Konservatuvarlarf n ın, Devlet Opera ve Orkestra-
ları'nın çekirdeğini oluşturmuştu.
2 Burada kullanılan "geleneksel" kelimesiyle bu musikinin eskimişliğinin, yaşama
gücünü ve hakkını yitirmişliğinin anlatılmak istendiği son yıllarda sık-sık ileri sürülür ol-
muştur. Oysa kuşaktan kuşağa geçerek toplumun bireyleri aras ında ortak ve özel bir ruh,
dolayısıyla sağlam bir bağ kuran gelenekler, bir ulusu olu şturan en önemli etkenler oldu-
ğuna göre "geleneksel" kelimesinin eskimi şliği değil, eskiliği, köklülüğü dile getirdiği açık-
tır. Daha kısa ve kullanışlı bir ad olarak Refik Halid Karay (MusM 2.9) ve Suat Baydur
(çeşitli yerlerde) gibi yazarlar "divan musikisi" terimini önermi şlerdir.
228 GÜLTEKİ N ORANSAY

sel musikilerden 3 uslup, teknik, çalg ı lar ve da ğar (r4pertoire) yönünden


ayrılan, komşu Yakındoğu sanat musikileriyle güzellik ve teknik anla-
yışı yönünden benzerlikleri bulunmakla birlikte onlardan hayli üstün
olana geleneksel Türk sanat musikisi kendi içinde be ş dala ayrıl-
maktayd ı :
a) İnançsal musiki (musique liturgique)
1 Cami musikisi ( şer'i musiki)
2 Tekke musikisi (tasavvuf] rr ıusiki)
b) Dünyasal musiki (musique profane)
3 Mehter musikisi (kaba saz, aç ıkhava musikisi)
4 Fasıl musikisi (ince saz, kapalıyer musikisi)
5 Piyasa musikisi (kentsel e ğlence musikisi)
Güzellik anlayışları ve teknikleri ortak olan bu be ş dal, türler', uslup,
oturtun'', teknik terirrıler ve hele da ğar yönünden ayr ılıklar göstermek-
teydi'.

I. Bölüm: DALLAR VE DA ĞARLARI

Geleneksel Türk sanat musikisini olu şturan be ş dal içinde yaln ız


mehter musikisinde 1923'ten önce büyük bir kopukluk olmu ş, öteki
dört dal, 19. yüzy ılın 2. yar ısında önem ve canlilıklarmı yitirmeye ba ş-
lamakla birlikte geleneklerini hiç kesiksiz devam ettirmi şlerdi. 30 Ka-
sım 1925 günü tekke ve zaviyelerin kapat ılmasıyla tekke musikisi de
varoluş nedenini yitirerek tarihe kar ıştı.
3 Yerel ve bölgesel musikiler, bir ülkenin her kö şesinde bilinen ve tüm halk ın ortak
musikisi olan halk musikisinden ayrıdır. Türkiye'de ancak 1940'dan sonra olu şmaya
başlıyan halk musikisi yerel ve bölgesel musikilere dayan ır.
4 Ondokuzuncu yüzyıldanberi Türkiye'den sanatç ı ve öğretmen çeken Arap ülkeleri
bu davranışlarıyla geleneksel Türk sanat musikisinin kendilerininkinden üstün oldu ğunu
kabul etmiş olmaktad ır. (bk. IV. Bölüm)
5 Seslendirilme amacı ve ortamı , biçimi ve oturtumu 6 ortakl ık gösteren yarat ıların
tümü ayn ı türden (Alm. Gattung) say ılır. Bu kavram için Frans ızca ve ingilizce'de henüz
biçim (forme, form) terimi kullanılmaktadır.
6 Oturtum, belirli bir yarat ının seslendirilişi için ses ve çalgıların görevlendiriliş dü-
zenidir. (Alm. Besetzung; İng. yaklaşık olarak scored, setting)
7 Gerçekleri yansıtan ve konunun incelenip ayd ınlanması için zorunlu olan bu s ınıf-
landırma ve adland ırmaları "böl, parçala, yok et takti ği" sayıp bu musikilere düşmanlık
olarak göstermek istiyenler vard ır. (Örneğin MusN 24.14'te Dr. Selâhaddin
GELENEKSEL SANAT MUSİKİMİZ 229

A) Cami musikisi, çalgıya hiç yer vermiyen 8, İslam dinsel metin-


lerini ezgileyip daha etkili kılmaktan ba şka amaç tammıyan bir musiki
olduğu ve İslam dinine ba ğlı Türk toplumunda geli şmesini önliyecek
hiçbir engelle karşılaşmadığı halde 19. yüzy ılda ilginin azalması, mes-
lek adamlarının geleneksel bilgileri koruyup sonraki kuşaklara aktar-
mada görevlerini yapmamalar ı yüzünden gerilemiş, dağarımn büyük
bölümü unutulup yokolmuş9, kalanlarda da önemli bozulmalar" gö-
rülmüştü. Cumhuriyetin ilk elli yılı içinde, başta Rauf Yekta, Seyit
Abdulkadir Töre, Sadettin Nüzhet Ergun, Dr. Supgi Ezgi ve Halil Can
olmak üzere birçok ara ştırmacı cami musikisinin 20. yüzyıla kadar ge-
lebilen bilgilerini ve dağarını saptayıp yayınl ıyarak daha fazla kaybol-
masını önlemişler, sanatçılar yeni parçalarla da ğarı zenginleştirmişler,
ayrıca İmam-Hatip Okulları, Yüksek İslam Enstitüleri ve ilahiyat Fa-
külteleri geleneği yeni kuşaklara aktarmaya ba şlamışlardır. inanan-
ları beş vakit namaza ça ğırmak için minareden okunan ezan türünde
Tamburi Dürrü Turan' ın (1885-1961) dügâh, hicaz, bayati ve rast ma-
kamında ve Türkçe sözlü ezanlar ı 1950 yılınadek yurdun her yerinde
okunmuş, yüzyıldanberi kalıplaşmış bir ezgisi olmadan okunagelen ve
Peygamberimizin do ğumunu anlatan mevlid türünde Tamburi Kemal
Batanay (do ğ. 1893) Süleyman Çelebi'nin alt ıyüz beytirti çe şitli makam
geçkileriyle ezgilendirmi ş, Ulu Allah'a yakamı dile getiren ve elimizde
tek örnek olarak Hatib Zakirl Hasan' ınki (ölm. 1623) bulunan münâ-
e& türünde Ali Rıza Avni Tınaz (do ğ. 1931) rast makam ında yeni bir
örnek ortaya koymu ş, Peygamberimiz Efendimizin güzel niteliklerini
betimleyen ve mevlidin bölümleri aras ında okunan tevşih türünde Ha-
fız Hüseyin Tolan (do ğ. 1910), Rakım Elkutlu (1872-1948), K. Bata-
nay, A. R. Avni Tınaz dağarı zenginle ştirmiş, Hulüsi Gökmenli (do ğ.
1902), Ekrem Karadeniz (do ğ. 1904), Mustafa Kamil. Dürüst (do ğ.
1924), Refik Fersan (1893-1965), Hüseyin Sadeddin Arel (1880-1955),
8 MevlevIlerin ayinlerinde kullanm ış olduğu ney'in günümüzde camide de degerlen-
dirilmesini önerenler görülmektedir (Örne ğin Mehmet Kaplan, "Camide Çocuklar Koro-
su" MusN 24.23)
9 ERGUN TMA'nde sözleri biraraya getirilmi ş dinsel musiki parçalarından çoğunun
ezgisi bugün artık bilinmemektedir. Bu arada ezgisinin bir kesimi unutulmu ş olanlar da var-
dır. (Sözgelimi Nayi Osman Dede'nin (ölm. 1729) Miraciye'sinin 3. ve 5. bahirlerinden 18
mısralık yer)
10 Ali Ufki'nin (ölm. 1672) 1650 yöresi derledi ği parçalar 19. yüzyıl sonuyla 20. yüz-
yıl başlarında notaya al ınmış biçimleriyle karşılaştırıldığında (bk. ORANSAY AUD) bu
bozulmanın ölçüsü ortaya ç ıkmaktad ır. Bu arada 19. yüzy ıl sonlarında bütün duraklar ın
usulsuz olarak okunmakta olduğunu, Dr. Suphi Ezgi'nin bunlar ı uzun çalışmalardan
sonra durak evferi usuluna sokabildigini örnek olarak hat ırlıyabiliriz.
230 GÜLTEKİ N ORANSAY

Zeki Arif Ataergin (1896-1960), Dr. Refet Kayserilio ğlu (doğ. 1922),
Cahit Atasoy (do ğ. 1927), K. Batanay ve A. R. Avni T ınaz çok sayıda
ilâhi yazmışlardır.
B) Tekke musikisi, Rufai, Kadıri, Sadi gibi birçok tarikatlarda
görülmekle birlikte, yüzy ıllar boyunca özellikle Mevlevi ve Bekta şi
tekkelerinde geli ştirilip korunmu ş, hele insan sesi kadar ney, kudüm
ve benzeri çalg ılara da önem veren mevleviler geleneksel Türk sanat
musikisinin dağarmı yoğun anlatımlı, büyük çaplı yüzlerce yarat ıyla
zenginleştirmişlerdi. Tekkelerin 1925'te kapat ılmasından sonra açık
tarikat ayinleri tarihe kar ışmış olduğu halde tekke musikisi örnekleri
özel toplant ılarda ve 1950'den sonra halka aç ık törenlerde seslendiril-
meye devam edildi, hatta bu türden yeni parçalar da yarat ıldı. Bunların
başında mevlevilerin "sema" yada "mukabele" dedikleri törenleri s ı-
rasında ses ve çalg ılarla seslendirilen ve "selam" adl ı dört bölümden
bire şen ayin'ler gelir. 20. yüzy ılın ilk çeyreğinde A. A. Konuk, A. Ir-
soy, R. Yekta, K. Uz ve R. Elkutlu'nun ortaya koyduklar ı sekiz "ayin-i
şerif-i mevlevi"ye Cumhuriyet döneminde Kemal Batanay (do ğ. 1893),
Sadettin Heper (do ğ. 1899), Doç. Dr. Bedri Noyan ve Ali Rıza Avni
Tınaz (doğ. 1931) birer, Refik Fersan (1893-1965) iki, Hüseyin Sadettin
Arel (1880-1955) ise tam ellibir yeni ayin katt ılar". Mevlevi sema' ının
başında tek bir okuyucunun okudu ğu ve Peygamberimiz Hazretlerinin
güzel niteliklerini ö ğdüğü naat türüne Kemal Batanay dügah makam ın-
da yeni bir örnek katt ı, "mutrıb" denen çalgı takımının naattan sonra
devrikebir usulunda seslendirdiği dini peşrevlerin dağarı Kemal Bata-
nay, Sadettin Heper, H. Sadettin Arel ve ba şkalarınca zenginleştirildi,
H. S. Arel gene mevlevi âyinlerinde kullan ılmak üzere 1950-60 y ılla-
rında ney için onüç taksim yazdı. Öteki tarikatların ayin yada zikr-
leri sırasında aralarda tek bir okuyucu yada cumhur (koro) tarafm-
dan okunan durak'lardan elimize ancak k ırk kadarı gelmişken son elli
yılda Zeki Arif Ataergin (1896-1964), A. R. A. T ınaz, ve Dr. Refet
Kayserilio ğlu (doğ. 1922) birer, Burhan Y ılmaz Uysal (doğ. 1930) üç,
M. Cahit Atasoy (do ğ. 1927) alt ı, H. S. Arel 1947-54 yıllarında yüzsekiz
yeni durak yazdılar.
C) Mehter musikisi, 1826'da Yeniçerili ğin kaldırılmasıyla göz-
den düşüp çok geçmeden bütün gelene ği ve dağarıyla unutularak yok-
olduğu için Celal Esad Arseven'in önayak olmas ıyla 1912 yılında'
11 Gavsi Baykara (1902-1967) arazbarbuselik makam ında tasarladığı âyini bitire-
memiştir.
12 Tepebaşı'ndaki Kışlık Tiyatro'da 29 şubat 1912 (16 şubat 1328) gecesi verilen ilk
mehter dinletisinin (bk. MusN 21.20) SANAL MM 285'te 1911 olarak gösterilmesi rumi
1328 yılının ay ve gün gözetilmeden çevrilmesinden ileri gelen bir yanl ış olmalıdır.
CEI ✓ NEKSEL SANAT MUSİKİMİZ

başlıyan yeniden canlandırma çabalar ı Muallim İsmail Hakkı (1866-


1927), Ali Rıza Şengel (1880-1953) ve Muallim Kâzım Uz (1873-1943)
gibi sanatçıların yürüyüş havası akışında parçalar yazmalar ına yol aç-
mış, Ahmet Muhtar Pa şa'nın Müze-i Askeri-i Osmani'de 1914 y ılında
kurdurduğu Mehterhane-i Hakani ile Kurtulu ş Savaşı sıralarında Boz-
öyük ve Maraş'ta kurulan mehter tak ımları bu parçaların yanısıra
Giriftzen Asım Beğ'in (1852-1929) rast pe şrevi gibisinden yakın zaman-
ların tanınmış parçalarını seslendirmişlerdi. Çeyrek yüzyıllık bir ara-
dan sonra 1952 yılında Askeri Müze'ye bağlı olarak yeniden bir mehter
takımı kurulup Hasan Tahsin Parsadan' ın (1900-1954) yönetiminde
çalışmaya başladığında gene bu dağar seslendirilmiş , hatta Fethi Saz-
çalan (ölm. 1970) gibi sanatçılar mehter tak ımı için yeni parçalar ezgi-
lemiş, fakat Haydar Sarıal'ın (doğ. 1926) ara ştırmaları sonucu mehter
takımlarmm 17. ve 18. yüzyıllardaki dağarı 1959 yılında ortaya çıkarı-
lıp 1964'te "Mehter Musikisi" ba şlıklı kitapta yayınlanmıştır.
Ç) Fas ıl musikisinin 20. yüzyıl başındaki ba şlıca türleri çalgısal
taksim, pe şrev, sazsemaisi, sirto, longa ve oyun havalar ı ile sözlü par-
çalardan kâr-ı rıâtık, kâr, beste, ağır semai, yürük semai ve şarkı idi.
Cumhuriyetin ilk elli yılında bütün bu türler yaşatıldığı gibi hemen hep-
sinin dağarına yeni parçalar eklenmi ş, ayrıca çalgısal tür olarak medhal
ve konser sazsemaisi, sözlü tür olarak fantazi ve vals gibi yeni türler
ortaya konmuştur. Seslendirme s ıklığı ve dağarın geni şlemesi bakımın-
dan şarkı, fantazi ve vals gibi sözlü türlerin ezici bir üstünlü ğe eriştik-
leri, fasıl musikisinin giderek bir eğlence musikisine dönüşmekte oldu-
ğu göze çarpmaktad ır.
Taksim: Makama ısınmak amacıyla faslın başında yada makam
değiştirilirken doğaçlama (improviser) olarak çal ınan taksimler pek
notaya almmaınakta, plâklarla saptanmaktadn".
Peşrev: 1830 yılı yöresinden beri dört hane ile her haneden sonra
değiştirilmeden çalınan bir teslimden bire şen peşrev Cumhuriyet döne-
minde canlılığını sürdürmüş, aralarında Ahmet Mükerrem Ak ıncı
(1885-1940), Fahri Kopuz (1885-1968), Mildan Niyazi Ayomak (1887-
1947), Sedat Öztoprak (1890-1942), Galip Alnar (1890-1951), Haydar
Tatlıyay (1890-1963), Kemal Batanay (do ğ. 1893), Süleyman Erguner
(1902-1953), İsmail Safa Olcay (1907-1969), Cahit Gözkân (do ğ. 1911),
Halfık Recâi (1912-1972), Rü ştü Eriç (do ğ. 1912), Ferit S ıdal (doğ.
13 Kuralı pekiştiren istisnalar olarak H. S. Arel'in 5 taksim ile 3 taksimci ğini anabi-
liriz.
232 GÜLTEKIN ORANSAY

1925), Arif Sami Toker (do ğ. 1926), Necdet Varol (do ğ. 1927), Tarık
Kip (doğ. 1927), Yılmaz Öztuna (do ğ. 1929), Sadun Aksüt (do ğ. 1932)
ve Cinuçen Tanr ıkorur (do ğ. 1938) bulunan sanatçılar tek pe şrevler ya-
zarak da ğarı zenginle ştirdikten ba şka özellikle Refik Fersan (1893—
1965), Fehmi Tekçe (1888-1964), A. R. Avni Tınaz (do ğ. 1931) ve
Akın Özkan (doğ. 1934) aynı makamdan birer pe şrev ve sazsemaisin-
den bireşme takımlar yaratm ışlardır.
Sazsernaisi: Peşrevden ayrılığı , ancak aksaksemai usuluyla ölçül-
mesinden ibaret olan sazsemaileri ötedenberi oldu ğu gibi Cumhuriyet
döneminde de peşreve oranla daha büyük canl ı lık göstermiş, yukarıda
adları sayılan Akıncı, Kopuz, Ayomak, Öztoprak, Alnar, Tatl ıyay,
Batanay, Erguner, Olcay, Gözkan, Recai, S ıdal, Berker, Toker, Varol,
Kip, Rit, Aksüt'ten ba şka Dürrü Turan (1885-1961), Münir Mazhar
Kamsoy (1891-1973), Hayri Yenigün (do ğ. 1893), Neşet Halil Öztan
(1896-1956), Sadi I şılay (1898-1969), Necmi Yar (do ğ. 1900), Ahmet
Aksoy (1900-1967), Ekrem Karadeniz (do ğ. 1904), Gevheri Osmano ğ-
lu (doğ. 1904), Yekta Ak ıncı (doğ. 1905), Muzaffer İlkar (doğ. 1910),
Vecdi Seyhurt (do ğ. 1915) ve Doğan Ergin (do ğ. 1941) çok say ı da saz-
semaisi yaratmışlardı r.
Sirto: Rum oyun havası Sirtos'un usluplandırılarak geleneksel
Türk Sanat musikisine aktar ılmışı olan sirto 19. yüzyıl sonlarından-
beri hiç kesiksiz gözde tutulmu ş , son yarım yüzyılda dağarı Akıncı,
Tekçe, Öztoprak, Erguner, Karadeniz, Tatl ıyay, Toker ve Nigâr Ulu-
soy (1890-1966) gibi sanatç ıların yeni parçalarıyla zengirıleşmiştir.
Longa: Rumen halk musikisindeki hora lunga'n ın usluplandırıla-
rak geleneksel Türk sanat musikisine aktar ılmışı olan longa, tıpkı sirto
gibi 19. yüzyıl sonlarından beri oyun havas ı olarak gözde tutulmu ş,
Akıncı, Tekçe, Öztoprak, Tatl ıyay ve Mehmet Kasabalı (doğ. 1889) ile
başkalarının ortaya koyduklar ı parçalarla da ğarı oldukça genişlemiş-
tir.
Oyun havas ı : Sirto, longa, zeybek, çiftetelli gibi geleneksel oyun
havalarından birine benzemedi ği için uygun bir ad bulunam ıyan canlı
ve kıvrak çalgısal parçalar olan oyun havalar ı Cumhuriyet döneminde
daha çok Öztoprak, I şılay, Toker ve Tanr ıkorur taraf ından yazılmış-
tır.
Kâr-ı nâtık: KONUK H 21'e göre "Birer münasebetle her m ısra-
ında bir makam veya usul ismi zikr edilmi ş manzumelerden olduğu ci-
hetle âsâr- ı hissiyeden olmayıp ibraz- ı sanat ve müntesibin-i musikiye
GELENEKSEL SANAT MUSİ Kİ MİZ 233

her makamın seyrini öğretmek" için yaz ılan kar-1 natıkların Cumhuri-
yetten önce çok s ınırlı olan dağarları son elli yılda Refik Fersan' ın
rast kar- ı natığı ile oniki parçaya ç ıkabilmiştir. (Sözleri için bk. RONA
'E 365)
Kar: KONUK H 21-22'ye göre "Ten ten na, Dir dir tava, Tel
lel lel len, Dümderellâ deredim... gibi elfaz- ı terennümiye ile e şardan
mürekkep olup ya terennümle veyahut güfte ile" ba şlıyan ve "düyek,
devrihindi, sakil, nimsakil, hafif, nimhafif, mulı ammes usullariyle bes-
telendiği gibi etvarı bunlara mümasil olan diğer usulat ile dahi" beste-
lenebilen kâr 19. yüzy ılda olduğu gibi 20. yüzyılda da nadir seslendiri-
len bir tür olarak kalm ış, 60 kadar parçadan bire şen dağarına Cumhu-
riyet döneminde ancak Münir Nurettin Selçuk ile Refik Fersan' ın birer
kârçesiyle Ali Rıza Avni Tınaz ve Selçuk'un birer kar ı eklenmiştir.
Beste: Terennüm sayısına göre iki (nak ış) yada dört haneli olan ve
peşrevlerin ölçüldüğü usullardan herhangibiriyle ölçülen besteler, ge-
leneksel faslın dernirbaşından sayıldığı, hatta a ğır ve yürük semailerin
birer tane kullan ılmalarına karşılı k iki tanesi birden seslendirildi ği
için dağardaki yerlerini Cumhuriyet döneminde de korun -luşlardır.
Son elli yılda dağarı zenginle ştirenler aras ında Eyyubi Ali Rıza Şengel
(1880-1953), Kaptanzade Ali R ıza (1881-1934), Kemal Batanay
(doğ.1893), Zeki Arif Ataergin (1896-1960), Sadettin Heper (do ğ. 1899),
Cahit Gözkan (do ğ. 1911), Arif Sami Toker (do ğ. 1926), Yavuz Yekta
(doğ. 1930), Ali Rıza Avni Tınaz (do ğ. 1931) ve Akı n Özkan (do ğ.
1934) vardır.
A ğır semai: Beste'den ayrılığı aksaksemai yada senginsemai usu-
luyla ölçülmesinden ibaret olan ağır semailer de geleneksel fas ıl için-
deki değişmez yerlerinden dolayı varlıklarını korumuş, hatta Şengel,
Heper, Yekta, Avni, Özkan ve ayrıca Fehmi Tekçe (1888-1964) ile
Hayri Yenigün'ün (do ğ. 1893) yaratmalarıyla dağarlarını genişletmiş-
lerdir.
Yürük semai: Beste ve a ğır serrıailerden sadece yürüksemai usuluyla
ölçüldüğü için ayrılan ve geleneksel fasl ın son sözlü parças ı olan yürük
semailerin da ğarı da Heper, Toker, Yekta, Avni ve Özkan' ın son elli
yılda yazdıkları yeni parçalarla zenginle şmiştir.
Şarkı : KONUK H 22-23'e göre "Müselles, rnurabba, muha ırımes,
müseddes, müsebba, müsemmen olub şarkı namı verilen bir takım
eşardan ibaret" "ikinci m ısraları nakarat namiyle en nihayetinde tek-
rar eder veyahud en son m ısraın nagamatı ikinci mısraın nagamatına
2M GÜLTEKIN ORANSA'T'

muvafık" ve "küçük usullar" kullanan şarkılar "hissi olmağla beraber


usul ve nagarnat ı dahi kolay ve binaenaleyh harc- ı am olduğundan pek
ziyade revac bulmu ştur." Gerçekten de da ğardaki şarkıların sayısı 19.
yüzyıl başlarındanberi bütün öteki sözlü parçalar ın toplam sayılarının
birkaç katı (sözgelimi. 3. çizelgede görüldüğü gibi KONUK H'da 1900
yöresi 2,32 kat ı) olmuş, durum Cumhuriyet döneminde büsbütün şar-
kıların lehine kaymıştır. Son elli yılın şarkı yaratıcıları burada tek-
tek sayılamıyacak kerte çok olmakla birlikte en gözde şarkıları yazmış
olan Kaptanzade Ali R ıza, Mustafa Sunar, Nasibin Mehmet Yürü,
İsak Varon, Artaki Candan, Suphi Ziya Özbekkan, Nigâr Ulusoy, İs-
mail Hakkı Nebiloğlu, Sadettin Kaynak, Zeki Arif Ataergin, Dramal ı
Hasan Güler, Yesâri As ım Arsoy, Şerif İçli, Münir Nurettin Selçuk,
Cevdet Çağla, Salahattin Pınar, Mustafa Nafiz Irmak, Neveser Kök-
deş, Osman Nihat Ak ın, Şükrü Tunar, Zeki Duygulu, Muzaffer İlkar,
Kadri Şençalar, İsmail Baha Sürelsan, Hüseyin Mayada ğ, Suat Gün,
Melahat Pars, Ekrem Güyer, Yusuf Nalkesen, Selahattin İnal, Arif
Sami Toker, Dr. Alaeddin Yava şça, Zeynettin Mara ş, Avni Anıl,
Salâhattin Erköse, Şekip Ayhan Öz ışık, Zeki Müren ve İsmet Nedim'i
anmak gerekir.
Fasıl musikisine 20. yüzyılda katılan yeni türler içinde, pe şrev
gibi çalgısal bir giri ş parçası olan, fakat pe şrevdekinin aksine hep
2 / 4'lük (nim sofyan) ya 4 / 4'lük (sofyan, düyek) ölçüler içinde k ısa
ve kıvrak motiflerden örülmü ş 2, en çok 3 haneden bire şen ınedhal,
Muallim İsmail Hakkı (1866-1927) ve Fahri Kopuz'ca (1885-1968)
başlatılmış, Fehmi Tekçe (1888-1964) alt ı, Haydar Tatlıyay (1890-
1963) onbir, Sadi I şılay (1898-1969) ile Vecdi Seyhun (doğ. 1915)
üçer, Ferit Sıdal (doğ. 1925) bir, Arif Sami Toker (do ğ. 1926) iki,
Tarık Kip (do ğ. 1927) ve Akın Özkan (do ğ. 1934) birer parça yazarak
dağarı otuza çıkarmışlardır. Çalıcının teknik ve anlatım alanlarındaki
ustal ığını gösterebilmesi için yaz ılan konser saz senıaisi'nin ilk 29 ör-
neğini Hüseyin Sadettin Arel 1945-49 yılları arasında ortaya koymu ş,
biri 5, ötekileri hep 6' şar haneli olan bu parçaları Arel'in öğrencilerin-
den Yı lmaz Öztuna (do ğ. 1929), Burhan Yılmaz Uysal (do ğ. 1930)
ve Cahit Atasoy'unkiler (do ğ. 1927) izlemi ştir.
D) Piyasa musikisi yada bilimsel ad ıyla kentsel eğlence musikisi,
sözlerinin günün kolay anla şılır Türkçesi, ezgilerinin canl ı-kıvrak
yada sığ-duygusal oluşu nedeniyle 20. yüzyılda fasıl musikisine oranla
daha büyük yaygınlık kazanmış, çoğu "mevsimlik şarkılar" (bk.
AKSÜT TMA 85) ve oyun havalar ı olan gözde parçaları plak, radyo
GELENEKSEL SANAT MUSf KİMİZ 235

ve televizyon gibi y ığınsal haberle şme araçlarıyla yurdun en uzak kö-


şelerine ulaşabilmiştir. Ezgi ve söz yarat ıcılarmdan çok seslendiricile-
rini zengin eden piyasa musikisine yeni ezgiler kazand ıranların çoğu
yukarda belli-ba şlıları sayılmış bulunan şarkı yaratıcılarıdır. Bunların
birkaçı uluslararas ı salon danslarından esinli parçalar da ortaya koy-
muş, sözgelimi Vecdi Seyhun ve Ahmet Aksoy (1900-1967) tango,
Kasım İnaltekin (do ğ. 1926) rumba, Haydar Tatlıyay n ıazurka, Dr.
Abidin Gerçeker (do ğ. 1929), Zeki Müren (do ğ. 1931), Mustafa Sey-
ran (1932-1973) ve ba şkaları ı'als niteliğinde sözlü yada sözsüz parça-
lar yazmışlardır. Aslında "köçek" denen dansç ıların eşlenmesinde
kullanılmış olan, fakat 20. yüzyılda genellikle salt dinlenmek üzere
seslendirilen ve oyun havas ı akışında kıvrak ezgili, şen sözlü şarkılar
olan köçekçe'ler günümüze çok sınırlı bir dağarla gelebilmiş, son elli
yılda bunlara H.S. Arel ile A.S. Toker gibi sanatç ıların birkaç yeni
parças ı eklenmiştir.
II. Bölüm: TEKNIK ÖZELLIKLER
Geleneksel Türk sanat musikisinin perde, usul, makam ve çalg ı
gibi teknik yönlerini ve bunlar ın son elli yıl içindeki evrimlerini ince-
lerken bu musikinin en geniş dağarlı ve akışı kesiksiz süreklilik gösteren
dalları olan fasıl musikisi ile piyasa musikisine dayanmak zorunludur.
Ekteki üç çizelgede sunulan istatistik bilgileriyle onlar ın yorumları olan
aşağıdaki bilgiler dolayısıyla KONUK H, SELİM CE, RONA E ve
K İP SE gibi kaynaklara ağırlık verilerek derlenmi ştir.

A) Perdeler
Geçmi ş yüzy ıllarda ancak 17, 18 yada 23 tanesi ba ğımsız adlarla
belirlenmiş olan, gerçek say ıları otuzu aşan perdeler, 20. yüzy ılın ilk
çeyreğinde Rauf Yekta, Hüseyin Sadettin Arel ve Dr. Suphi Ezgi'nin
işbirliğiyle 24 olarak dondurulmuş, bir sekizli içinde eşit olmıyan 24
aralıklı perde düzeni kuram olarak birçok çevrelerce benimsenmi ştir.
Bununla birlikte gündelik tatbikatta bu perdelerden bir-ikisi hiç kul-
lanıhnamakta, birço ğunun aralık oranı değiştirilmekte, üstelik bu 24
perdenin dışında kalan daha en az alt ı perde kullanılmaktadır." Ayrıca
14 Bu konunun ayrıntıları için Muhittin Erev (TMD 28.1 ve 23-24, 29.9 ve 22, 30.9
ve 18, 31.6-7 ve 20 21, 32.9 ve 21), Dr. Suphi Ezgi (TMD 29.4-5, 32.4-5 ve 20, 33.4 ve
20-21, 34.4-5 ve 22-23, 35.4-5 ve 23, 36.4-5 ve 21-24), Ekrem Karadeniz (Yeni Sabah 22,25
ve 27 şubat 1948; TMD 11.2 ve 24, 31.8-9), Salih Murad Uzdikk (TMD 6.2,9.2 ve 20) ve
Yavuz Yekta (TMD 34.7) aras ındaki tartışmayı izlemek ilginçtir. Ayr ıca bk. ORANSAY
TS
236 Gii-LTEK1N ORANSAY

geleneksel perde düzenini hiçe sayan bir edimle özellikle e ğlence musi
kisinde uluslararası eşit aralıklı oniki perdeden ba şkasını veremiyen
piyano, akordeon, elektrikli gitar gibi çalg ılar geleneksel çalgıların
yanısıra çal ımnaktadır.
Perdelerin yazılması için 19. yüzyılda doğrudan doğruya uluslar-
arası beş çizgili nota yazısı kullanılmış, diyez ve bemolların gerçek
değeri seslendiricinin bilgi ve yorumuna b ırakılmışken 20. yüzyılın
başında Rauf Yekta de ğişik diyez ve bemollar yard ımıyla bütün per-
lerin yorum gerektirmiyecek biçimde kesin de ğerleriyle yazılmasını
önermiş, onun bu dizgesiyle Darü'l-Elharı'ın (sonra Istanbul Belediye
Konservatuvarı) 180 sayı çıkan fasıl musikisi yaprakları, 18 cilt çıkan
dini musiki ciltleri ve fasıl musikisi ciltlerinden üç cildin ilk 237 sayfas ı
yayınlanmıştır (bk. aşağıda V. bölüm). Ancak Yekta'n ın bu yazı diz-
gesinde acemli rast makam ı perdelerinin do ğal perdeler say ılması,
dolayısıyla diyez yada bemol kullan ıhrıadan yazılan perdeler aras ında
küçük ve büyük mücenneb ile tanini' olmak üzere üç boy aral ık bu-
lunması, hesaplamayı güçleştirdiği ve fazladan özel diyez ve benıollar
gerektirdi ği için Arel ile Ezgi yeni bir çözüm aram ış , "çârgâh" adını
verdikleri, gerçekte ise Pitagoras' ın (İÖ 550 yöresi) a şıtı olan perde
dizisini temel alarak aralıkları bakiye ile tanini olmak üzere iki boya
düşürmü ş, Yekta'nın yazısındaki kusuru böylece gidermi şlerdir. 1943
ten bu yana hemen bütün nota yay ınlarında kullan ılagelen bu dizge
için sözgelimi Sadettin Kaynak 1947'de "Ters be ınoller, çizgili diyezler
zihinleri tağlit etmekten, fikirleri kar ıştırmaktan ba şka bir şeye yara-
maz. Avrupalılar bu işaretlere güler, yerliler bunlar ı hiçe sayar" (bk
MusA 3.4 ve 4.16) demi şse de sonraki yıllarda bu türlü düşüncelerin
yersizliği anlaşılmışt ır.

B) Usullar
Tarih boyunca makamlara oranla daha az de ğişme gösteren ve
sayıları daha az olan usullar son elli yılda da sayılarını korumakla
birlikte belirli bir evrim içine girmi ş bulunmaktadır: Eğlence musiki-
sinin öteki dallara oranla a ğır basmasının sonucu büyük usullar git-
gide daha az kullan ılmaya başlamış, küçük usullar içinde de e şit olmı-
yan ögelerden kurulan ve genel olarak "aksak" denen usullar, e ş boylu
ögelerden bire şen usullara oranla hayli gerilemi şlerdir. Sözgelimi
1. çizelgede görülece ği gibi 1910 yılında 157 düyek parçaya kar şı 1970'te
15 Sekizli 1200 cent oldu ğuna göre bakiye 90, küçük mücenneb 112, büyük mücen-
neb 182, taninl 204 centtir.
GELENEKSEL SANAT MUSİKİMİZ 237

275 parça saptanmakta, buna kar şılık ağır, orta ve yürük aksakla öl-
çülmüş ezgiler 340'tan 214'e, devrihindiyle ölçülenler 82'den 15'e
düşmüş bulunmaktadır.
Dağarda ağırlık merkezlerinin böylece kaymalarm ın yanısıra
birçok usulun ad değiştirdiği görülmektedir: Mevlev1 evferi'ne bugün
sadece evler, evfer ile ayd ın'a aksak, çiftesofyan'a yürük aksak,
süreyya'ya Türk aksağı, katikofti'ye müsemmen, mandıra'ya devrituran
adı verilmektedir bugün.
Rauf Yekta (1871-1935) Abdulhak Hamit Tarhan' ın tekbirini
ezgilemekte kulland ığı ve zafer adını verdiği beş birimli, dört vuruşlu,
Dr. Refet Kayserilio ğlu (doğ. 1922) ilk kez 30 ekim 1968 günü yazd ığı
nihavend şarkıda kullandığı ve sevgi adını verdiği beş vuruşlu usulla
dağarı genişletmeye çalışmışlarsa da tıpkı son yüzyıllarda ortaya konan
Vardakosta Ahmet Ağa'nın (ölm. 1794) 38 birimli ve 19 vuru şlu
darb ı hüner'i, Nâsır Abdulbaki Dede'nin (1765-1821) 44 birimli ve 22
-

vuruşlu şirin'i yada Muallim İsmail Hakkı'nın kazanc ılar düyeği gibi
bunlar da yaygınlaşmamıştır. Buna karşılık eskiden kullanılıp da 19.
yüzyılda unutulmuş olan durak evferi usulu Dr. S. Ezgi'ce yeniden
ortaya çıkarılmış, 20. yüzyıla usulsuz olarak gelmi ş olan kırk kadar
durak bu usula uyacak biçimde onar ılıp yayınlanmıştır. Ayrıca halk
musikisinin üç değişik usulu benimsenip adlandırılarak sanat musi-
kisine kazandırılmıştır: Dr. Suphi Ezgi'nin k ızı Semahat'ın Yalvaç-
tayken öğrendiği 9 birimli usul için H. S. Arel'in önerdi ği adlar içinde
Ezgi oynak adını seçmiş (1928), davul-zurna havalar ında rastlanan
16 birimli ve 10 vuruşlu usula hallaç adını veren Burhan Uysal (do ğ.
1930) bunu birkaç yaratısında kullanmış, nişaburek makamındaki
bir oyun havas ında görülen 11 birimli ve 8 vuru şlu usul da tek vuruş
olarak adlandırılmıştır.

C) Makamlar

Cumhuriyetin ilk elli y ılında kullanılmış olan makamların sayısı


110 kadardır. Bunların yeni bulunan beş tanesi yalnız tek bir sanatç ı
tarafından kullanılmış, ötekiler içinde kimi çok gözde tutulmu ş, kimi
zorla yaşatılmaya çalışılmış, kimi giderek moda olmu ş, kimi de yavaş
yavaş gözden düşmü ştür. Sözgelimi makamların kullanılış sıklığını
gösteren 2. çizelgede de görüldü ğü üzere hicaz makamı en sık kullanı-
lan makam olma durumunu korumu ş, nihavent, hüzza ın ve kürdili-
hicazkâr gözdeleşirken uşşak, suzinak, hicazkiir, rast, karcığar, hüseyni,
238 GÜLTEKIN ORANSAY

saba ve bestenigâr gibi geçen yüzyılın en sevilen makamlar ı daha az


kullanılmaya başlamıştır.
Gözden dü şmüş yada büsbütün unutulmu ş makamların kaybol-
mama.lannı sağlamak amacıyla yeni parçalarla diriltilmeye çal ışılması,
musiki kuramı konusundaki ilk ara ştırmalarla birlikte 19. yüzy ılın
sonlarında başlamış, sözgelimi Muallim Ismail Hakkı Beğ, arkada şları
Nayi Raşid Efendi (ölm. 1900 yöresi), Haham Nesim Sevilya (ölm.
1900 yöresi) ve Nayi R ıza Beğ (ölm. 1904) ile birlikte canfeza, dilnişin,
dilfirâz, hicazi ırak, hicazzen ızeme, nevruz, segâh araban, selmek, teb-
-

riz vb. makamlarda birer fas ıl yaratmaya çal ışmış, fakat parçalar sa-
natçılarm ölümlerinden sonra unutulduğu gibi bu makamlarda daha
başka ezgi düzen de pek ç ıkmamıştır. Bu türlü çabaları Cumhuriyet
yıllarında sürdürenler aras ında Ekrem Karadeniz (necit hüseyni),
Zeki Arif Ataergin (dilke şhaveran ve evc maye), Refik Fersan (selmek)
-

ve Yavuz Yekta (ruhnüvaz) akla ilk gelenlerdir.


Her çağda" olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de siyasal sak ınca
görülerek belirli bir makam ın adının değiştirildiği olmuştur: Padişah-
lığın kaldırılmasından sonra, günün en sevilen makamlarından sultani
yegah'ın adındaki "sultan" kelimesi "milli"ye çevrilmi ş , 1940 yılla-
rınadek plak etiketlerinde ve nota kapaklar ında milli yegâh adı kullanıl-
mış", fakat sonraki yıllarda gene sultani yegâh biçimine dönülmüştür.
Bununla birlikte sultani ırak ve sultani segâh adlar ının da değiştiril-
diği konusunda elimizde belge bulunmad ığı gibi Refik Fersan Cum-
huriyet döneminde bulduğu yeni bir makama "sultani buselik" adını
vermekte sak ınca görmemi ştir.
Hüseyin Sadettin Arel ile ö ğrencilerinin yeni makamlar bulman ın
gereksiz olduğu, geçki zenginli ğinin yaratıcılara yeterince olanak sa ğ-
ladığı görüşüne rağmen Cumhuriyet döneminde de be ş yeni makam
ortaya konmu ştur: Hüseyin Fahri Tan ık (1871-1953) yeni buldu ğu
makama soyadı olan tanık adını vermiş, Hali:1k Recai takma adıyla
tamlan Haldun Menemencio ğlu (1912-1972) birer pe şrev ve sazsemaisi
16 Sözgelimi 1317 ağustosu (1901) şeref-i hamidi makam ında yazdığı bir peşreve
"Gurubda" başlığın' vermek istiyen Dr. Suphi Ezgi, başlığın makam adıyla birlikte " Şe-
ref-i Hamidi Gurubda" biçimini alması karşısında makamın adını değiştirmek zorunlu-
luğunu duymuş, "şeref-nüma"ya çevirmi ştir. (Bk. EZGI NATM IV. 242)
17 Örneğin Aleko Bacanos'un "Git, görmek istemiyorum" sözleriyle ba şlıyan şarkı-
sı (bk RONA'E 362), plak etiketlerinden Odeon 202984 (Biz Heybeli'de her gece), Sahibi-
nin Sesi FE 1 (Refik Fersan'ın taksimi), AX 840 (Her na ğmeni ruhum içiyor), AX 1172
(Gel güzelim), AX 1677 (Hulyaya dalar) vb.
GELENEKSEL SANAT MUSİ Kİ MİZ 239

ile birkaç da şarkı yarattığı makamı sevk-i serâb olarak adlandırmış,


Refik Fersan'ın 1942'de yazdığı bir şarkı dışında daha ba şka parçalar
da yazıp tam bir fasıl ortaya koymayı tasarladığı bileşik makam gele-
'lege uygun olarak sultani buselik adını almış, Cinuçen Tanrıkorur
(doğ. 1938) 1955 yöresi bulduğu bire şik makama "saba aktarmas ı"
demeye gelen şedd-i saba adını uygun görmüş , Izmir Radyosu sanatç ı-
larından Udi İhsan Türer'in bulu şu olan ağıtsal havalı makam sevk-
oğlak olarak adlandırılmıştır."

Ç) Çalgılar

18. yüzyılda unundan çenk ve 19. yüzyıl ortalarında çalan' kal-


mıyan nııskal gibi çalgılar dışında geleneksel Türk sanat musikisinin
bütün çalgıları son elli yılda yaşamlarını sürdürmüş, hemen her çal-
gıda bir hayli usta seslendirici yeti şmiştir. Bu arada eski çalg ılari ge-
liştirmeye yada yepyeni çalgılar bulmaya çal ışanlar da görülmü ş, or-
taya çıkan çalgılardan bir-ikisi kelimenin gerçek anlam ıyla yaygınlaş-
mıştır. Sözgelimi Hayri Günemek (do ğ. 1882) uda benzer bir çalg ı
yaparak adını hayrikâr koymuş, el ile bir çalgı çalarken ayaklar ın kul-
landığı pedallar aracılığıyla davul ve kaşık çalunnasmı sağlıyan bir
düzeneğe de buluşlar adını vermiştir. Uzun yıllar kunduracılık yapmış,
daha sonra Devlet Demiryolları Eskişehir ve Adapazarı fabrikalarında
çırak yetiştirmiş olan İsmail Safa Olcay (1907-1969) ise uddan ba şka
keman, kemençe, tambur ve yayl ı tambura benziyen, gövdeleri genel-
likle köşeli (resim için bk. TMBK 22.453) çalgılar yaparak bunlara
nâle°9, feryat, figan, ses ve lâhut gibi adlar vermi ştir.
Cumhuriyet döneminde ortaya konarak halk musikisinde bile
kullanılacak kerte yayg ınlaşan ve 1950'de yazılmış "... kısa bir zaman
kullanılıp terk edilmiştir." yargısını (bk. TMD 33.21) yurdun en uzak
köşelerinedek yay ılmakla yalanlıyan cünbüş, değilmi aluminyurn tekne
üzerine deri göğüs geçirilmi ş, ud ile banjo arası bir çalgıdır. Zeynela-
bidin Cünbü ş'ün (1885-1945) 1930 yöresi yapt ığı bu çalgı sesinin gür
18 Bu arada şehnaz-haveran makam ının Eyyubi Ali Rıza Şengel'ce (1880-1953) bu-
lunduğunu, adı geçenin bu makamda birer pe şrev, beste, şarkı ve sazsemaisi ortaya koydu-
ğunu yazan kaynaklar (sözgelimi RONA 'E 155, 'E 220) olmakla birlikte, Şehnaz ile ırak
makamlarından bireşen ve ırak perdesinde kalan bu makam ın daha Şengel doğmadan da
var oldugu, Dellâlzade İsmail (1797-1869) ile Musullu Hafız Osman Efendilerin (1840-
1920) şehnaz-haveran makam ında birer ilahi b ırakmış oldukları (bk. ERGUN TMA II.
781) anlaşılmaktadır. Krş. MusM 28.5-6 (İNAL HS 179'da bu yanlış görülmez)
19 TMBK 22.453'e göre nale, RONA 'E 543'e göreyse şennâle.
240 GÜLTEKIN ORANSAY

olması dolayısıyla tutunarak aç ık havada ud ve bağlama yerine kulla-


nılmış, ayrıca tamburu örnek alan tanbur cünbüş tipi de benimsenmiş-
tir. 1933 yılında çıkan duyurularda "cünbü ş'ün tanbur, saz, mandolin,
gitar ve bançosu vard ır" dendiğine göre (bk. NOTA 10. sayı arka ka-
pak içi) ilk yıllarda ayrıca mandolin ve gitar tiplerinin de yap ıldığı,
fakat tutunmıyarak unutulduğu anlaşılıyor.
Udun sesini bozmadan gövdesini küçültmek amac ıyla tasarlanıp
gerçekleştirilen bir çalgı da gene 1930'ların başlarında ortaya konan
ahenk'tir. Akşehirli Süleyman Suat Bey'in Eskişehir'de yapmaya ba ş-
ladığı bu çalgının gövdesi değirmi biçimli ve ağaçtan yapılmış, göğsün
belki 1 / 3'üne deri konmu ştur. (Resim için bk. NOTA 25. sayı ön
kapak içi).
Çalgı alanında ileriye yönelik en önemli ad ım, geleneksel musi-
kimizin kendine özgü yapısına ve tınlayışına uygun bir çokseslili ğe
kavuşabilmesi yolunda atılmış, Hüseyin Sadettin Arel'in uluslararas ı
sanat musikisinin orkestra be şilinden (2 keman, viyola, viyolonsel ve
kontrabas) esinlenerek 1922'de tasarlad ığı kemençe be şili Ali Rıza
Usta'ca gerçekle ştirilmiştir. İlk dördü 1933 yılı mart sonunda, kontra-
bas boylusu da birkaç hafta sonra tamamlanan bu çalg ı ailesinde ge-
leneksel musikideki kemençenin üç telli olmas ına karşın bütün üyeler
tıpkı Batı orkestrası= yaylıları gibi dörder tellidir 20 :
l.tel 2. tel 3. tel 4. tel
Sopran kemençe sol" rey la' mi'
Alt kemençe do4 sol' re' la'
Tenor kemençe sol" re" la' mi'
Bas kemençe do3 sol' re' la'
K ontrabas kemençe mi' la' re' sol'
Görüldüğü gibi sopran kemençenin tel düzeni kemana, alt kemen-
çeninki viyolaya, bas kemençeninki viyolonsele, kontrabas kemen-
çeninki orkestra kontrabas ına denk düşmekte, buna karşılık tenor
kemençenin, aslında sopran kemençe düzeninin bir sekizli a şağı ak-
tarılmışı olan düzeni için uluslararası orkestrada bir kar şılık bulun-
mamaktadır.
20 Çizelgede tellerin aç ıkken (parmakla k ısaltılmadan) verdikleri sesler gösterilmi ş,
orta do'dan üstündeki si'ye kadar yedi ses kaps ıyan ilk sekizli 5. sekizli olarak, bunun üs-
tündeki sekizli 6, altındakiler de kahndan inceye dogru 2, 3 ve 4. sekizli olarak adland ırıl-
mıştır.
GELENEKSEL SANAT MUS İ KİMİZ 241

Bütün üyelerin yapı ve dış görünüşlerinde geleneksel kemençe


biçiminden yola çıkılmış olmakla birlikte yer-yer keman ailesinin özel-
likleri göze çarpar: Sopran kemençe 13 ym en, 35 ym yükseklikteki
gövdesi dize dayanarak tutulur, gö ğüs uzantısı olan perdeliğe tırnakla
basılır. Alt kemençe 14 ym en, 50 ym yükseklikteki gövdesi dize dayana-
rak tutulur, gö ğüs uzantısı olan perdeli ğine tırnakla basılır; Tenor
kemençe'nin 15-16 ym en, 62 ym yükseklikteki gövdesi yere dayana-
rak dizlerle yandan desteklenir, ayr ı bir parça olan perdeli ğine tırnakla
basılır; Bas kemençe'nin 28-29 ym en ve 85 ym yükseklikteki gövdesi
yere dayanarak dizlerle yandan desteklenir, ayr ı bir parça olan per-
deliğine parmak ucuyla bas ılır; Kontrabas kemençe'nin eni 39-40 ym,
yüksekliği 88-90 ym olan gövdesi 12 ym boyundaki dikenle yere da-
yanır, ayrı bir parça olan perdeli ğine parmak ucuyla bas ılır. Beş üye-
nin de ikişer ses deliği D biçimindedir. Kemençe be şlemesi 1933 yılında,
Ruşen Ferit Kam, Mesud Cemil, Dr. Zühtü R ıza Tinel (alt kemençe)
ve Dr. Ziya Hüzni (bas kemençe) gibi usta ve merakl ıların katılmasıyla
çoksesli yaratıların seslendirilmesinde kullanılmış, 1948'de İleri Türk
Musikisi Konservatuvarı öğrencilerince iki ayrı takım halinde yeniden
ele alınmıştır.
Geleneksel çalgıların değişik amaçlarla geliştirilmelerinin yanısıra
gelişmiş uluslararası çalgılarm da geleneksel Türk sanat musikisinde
kullanılması Cumhuriyet döneminde de süregitmi ş, 19. yüzyıldanberi
kullanılan piyano'da Valantin Tekyay (doğ. 1900 yöresi), Neves«
Kökdeş (doğ. 1904), Emine Fulya Akaydın (doğ. 1908), Feyzi As-
langil (1910-1965), Nihal Erkutun (do ğ. 1912), Şefik Gürmeriç (1904—
1967), klârneete Şükrü Tunar (1907-1962) ve Hamdi Tokay (do ğ.
1907) gibi sanatçılar yeti şmiş, Ali Rıfat Çağatay Şark Musiki Cemiyeti
ile Türk Musikisi Ocağı'ndaki çalışmalarında flüt ve kontrabasa yer
vermiş, H. S. Arel'in şevklendirmesinden sonra viyolonsele eğilenler
çoğalmıştır. (Sözgelimi Vecdi Seyhun, Tarık Kip).

III. Bölüm: ORGUTLEN İŞ

A) Yetişme Yolları
a) Yaz ılı okullar: Teknik bilgi ve beceriler yüzy ıllar boyunca
ustanın ağızdan ve göstererek ö ğretmesi, çırağm işitip görerek ö ğren-
mesi yoluyla kuşaktan kuşağa iletilegelirken 20. yüzyılın ilk çeyreğinde
eğitsel yöntemlere uygun okullar yaz ılmasına başlanmış, Seyyit Ab-
dulkadir Beğ'in [Töre] "Usul i Ta'llm i Keman" (1331=1915), Ali Sa-
- -
242 GÜLTEKIN ORANSAY

lahi Beğ'in Ud Mu'allimi (tarihsiz) ve Fahri Be ğ'in [Kopuz] "Nazmi


ve Arndt Ud Dersleri" (2. baskı 1336=1920) ile açılan çığır, Cumhuri-
yet döneminde yoğunlaşmış, hatta Türkiye Radyo-Televizyon Kuru-
mu 1970 yılında ortaya koyduğu Kültür, Sanat ve Bilim Ödülleri çer-
çevesinde "Geleneksel Türk Sanat Müzi ği yada Türk Halk Müziği
alanlarında kullanılmak üzere" ses ve kulak e ğitimi için remileme
(solfge) kitab ı ile üfleme, telli ve vurma çalgılar için yazılı okul yarış-
maları açmış, sonucunda Cinuçen Tar ınkorur ud okulu (I. cilt, 1958-
70) için büyük ödül, Emin Akan da tambur okulu için ba şarı ödülü
kazanmıştı
Son elli yılda yazılan öteki okullar aras ında özellikle Dr. Zühdü
Rıza'nın [Tinel] kemençe okulu (1926, yazma), Dr. Suphi Ezgi'nin
"Tanbur Metodu" (yalnız başlangıcı MusM 17.-19. sayıları içinde,
1949), ile gene onun yazmaya ba şladığı, fakat bitiremeden öldü ğü
remileme okulu, Lâika K arabey'in "Tanbur Kılavuzu" (MusM 23.-30.
sayıları içinde, 1950), Ziya Santur'un I. Dünya Harbi sonunda Har-
biye Nezareti için yazd ığı okulun geliştirilmişi olan santur okulu ile
ayrıca ney okulu', Avni Zaimler'in ö ğretmeni Nurettin K ılıç ile bir-
likte yazdığı ney okulu (1948, yazma), Sadi Erden'in "Ud Metodu"
(Şamlı İskender yayını, Istanbul 1956) ve Sadun Aksüt'ün Tanbur
Metodu (Cümbüş yayını, Istanbul 1971) anılmalıdır.
b) Yaz ılı bilgiler ve saptanm ış seslendirmeler: Fonoğraf kova-
nının, plağın ve daha sonra mıknatısh ses şeridinin yayg ınlaşmasıyla
saptanmış seslendirmeler yeni sanatç ıların yetişmesinde önemli etken,
olmuştur. Sözgelimi sanatçılarımızın yaşam öykülerinde "Hayran ı
olduğu Tanburi Cemil Bey'in bütün plaklar ını tedârik ederek iki y ıl
mütemadiyen onları dinleyerek ve tekrar ederek çal ışıp, eski kudre-
tini elde etmeğe muvaffak ol[muştur]" (RONA 3E 587), ve "... babas ı
Istanbul'a her geli şinde Tanburi Cemil, Münir Nurettin Selçuk ve
Darül-Elhan'ın doldurmuş olduğu nadide parçalardan mürekkep
plakları alıp getirir ve böylece koleksiyonunu zenginle ştirirdi. Ruhunu
ve kulaklarını bu seçilmiş plakları dinleyerek dolduran ve heyecana
gelen sanatkâr, kendini musiki alemine kapt ırmıştır." (RONA 3E 643)
gibi cümlelere rastlan ılır.
21 Yaş sınırına erişmesi dolayısıyla (1284=1868 doğumlu olduğuna göre belki 1933'-
te) Istanbul Konservatuvar ı Icra Heyeti'nden çekildikten sonra yazm ıştır. Her ikisini de
1948 ekiminden önce bitirmi ş bulunuyordu (bk. TMD 12.27; e ıZTUNA TML 161, 223 ve
315'te her iki okul için 1947 tarihini verir). Santur metodunu 1950 y ılında kendi parasıyla
bastırmaya çalışmış (TMD 33.10), fakat "ihmal yüzünden bask ıda zâyi' (olan) ... Bu meto-
dun ortadan kaybolmas ı, üstadın unutulmaz acı bir hatırası olmuştur." (RONA 'E 114)
GELENEKSEL SANAT MUSİ Kİ MİZ 243

Kuram ve tarih bilgilerini kitap ve dergilerden okuyarak kendi


kendilerini yeti ştiren yada bilgilerini geni şletenler de s ık görülmek-
tedir. Sözgelimi Yusuf Nalkesen (do ğ. 1923) yedeksubayhğım bitirip
Manisa'da öğretmenliğe başladıktan sonra Dr. Suphi Ezgi'nin Nazari
ve Amen Türk Musikisi'ni (1933-53) okuyarak kuram ö ğrenmiş,
Kaya Bekât (do ğ. 1932) musiki bilgilerini Musiki Mecmuası'ndan
(1948'denberi) toplam ıştır. (bk. R ONA 3 E 617, 696, MusN 15.14).
B) Okullar, dernekler, seslendirme tak ımları
ve geçme kümeleri
Sanatçı ve musiki-sever yetişlirmeleri yönünden musiki okullar ı,
dernekler i , seslendirme tak ımları ve geçme kümeleri (rne şk halkalar ı,
meşkhaneler) arasında ayırım yapmak gereksizdi!. Okul ya dernek
olarak adlandırılan bütün kuruluşların birer seslendirme tak ımı ve
geçme kümesi bulunduğu gibi aslında seslendirme tak ımı olarak ortaya
çıkmış kuruluşlar da üyelerinin geli şmelerini sağlamak, yeni üyeler
yetiştirmek, dağarı genişletmek gibi amaçlarla ö ğretim ve eğitime önem
vermişlerdir.
Lise vb. genel ö ğretim okullarında, fabrika vb. i şletmelerde, Halk-
evleri'nde, Türk Ocaklar ı'nda, musiki dışındaki bir amaçla kurulmu ş
çeşitli derneklerde görülen kurs vb. musiki çal ışmaları22 bir yana bıra-
kıldığmda, Cumhuriyet döneminin musiki ya şamına önemlice katkı sı
bulunmuş 35 kadar okul, dernek, seslendirme tak ımı ve benzeri görü-
lür. Bugünedek topluca incelenmemi ş bulunan bu kuruluşlar hakkın-
da sanatçıların yaşam öykülerinden ve süreli yay ınlardaki dağınık
haber ve notlardan ç ıkarılabilen bilgiler" özetle şöyledir :
22 Örneğin Beyoğlu Halkevi (MusM 6.21), Bursa idman 'Inki şaf Yurdu Musiki Ta-
kımı (NOTA, 15.75), Eski şehir DDY Yatılı Çırak Okulu (TMD 21.18-19 ve 24), Eski şehir
Halkevi (TMBK 22.455, TMD 21.18-19 ve 24), Mersin Halkevi Güzel Sanatlar Komitesi
Alaturka Musiki Kolu (NOTA 28.133), S ıvas Halkevi Türk Musikisi Kolu (MusM 6.8 ve
21), Trabzon Birlikspor Kulübü Saz Heyeti (NOTA 18.87), U şak Musiki Yurdu (NOTA
27.130)
23 Bu bilgiler arasında "Darü't-Talim-i Musiki reisi İsmail Hakk ı Bey" (Z. A.
Ataergin'in yaşam öyküsü, TMBK 6.4), "Darü't-Talim-i Musiki Cemiyeti'nin müessisi
İsmail Hakkı Bey" (Ahmed Saim'in ya şam öyküsü, KOÇU İA 1.463) gibi obuyacak yan-
lışlar sık görüldüğünden bu kaynaklardan derleyip özetlenen bilgilerde -ne denli özenilirse
özenilsin- yanlışlar kalaca ğı kuşkusuzdur. Bununla birlikte ihtisas ansiklopedilerinde bile
pek nadir yer almalar ı (sözgelimi ÖZTUNA TMA'nde A-L harflari içinde yalnız Darü'l-
Elhan, Darü'l-Musiki-i Osmani, Darü't-Talim-i Musiki, Istanbul Belediye Konservatu-
varı, İleri Türk Musikisi Konservatuvar ı, KOÇU İA'nde A-E harflar ı içinde yalnız Beşiktaş
Musiki Cemiyeti, Bolahenk Nuri Beyin Me şkhanesi) ve üstelik kaba yanl ışlarla dolu bu-
lunmaları (örneğin bk aşağıda 24, 29 ve 35 sayılı dipçıkmaları) dolayısıyla sunduğum
şu özetin yararlı olacağı inancındayım.
244 GÜLTEKİ N ORANSAY

1) Darü't-Ta'ilın-i Udi Fahri Kopuz'un yönetiminde


rumi 1328'de (1912) 24 kurulan, birkaç üyesinin birden ayr ılmasıyla
1931'de dağılan, Kopuz'un çabas ıyla birkaç yıl sonra yeniden kurul-
makla birlikte sanatçının 1939'da Ankara Radyosu'na girmesiyle
kesinlikle tarihe kar ışan çok ünlü seslendirme takımı ve öğretim kuru-
luşu. Sırasıyla Bayazıt'taki Mado K ıraathanesi ile ayn ı semtteki Mer-
kez K ıraathanesi'nde, sonra Şehzadeba şı'ndaki Şems Kıraathanesi'nde
her hafta per şembe, cuma ve pazar günleri, Ramazan'larda her ak şam
saat dokuzdan onbirbuçuğadek verdiği seçkin dinletilerde ancak kahve
ve çay içilebilir, gürültü yap ılamazdı . Program sahnedeki karatahtaya
önceden yaz ılmış bulunurdu. Istanbul'daki bu dinletilerden ba şka
yurt içinde Bat ı ve İç Anadolu'da, yurt d ışında ikişer kez Almanya
ve Mısı r'da (1926 ve 1927) dola şıya çıkarak Berlin'in Akademische
flochschule'sinde ve Kahire'de Mehmed Ali Pa şa'n ın sarayında sa-
natını dinleten Darü't-Ta'lim-i Musiki, Almanya'ya her iki gidi şinde
çok sayıda plak da doldurdu. -üyeleri kuruluşta Udi Fahri Be ğ [Ko-
puz, 1882-1968 ], Kemani Re şad Beğ [Erer, 1899-1940], Kanuni
A.Inâ Nâzım Beğ (1884-1920), Hanende Arab Cemal Be ğ [Calân,
1888-1938 ], Neyzen ihsan Be ğ (1884-1935), Kemani ve Tamburi
Ömer Beğ, Tamburi Ahmed Ne ş'et Be ğ, Hanende Sıtkı ve Hanende
Memduh [İmre, 1891-1956 ] idi. İlk yıllarda Hüseyin Sadeddin Be ğ
[Arel, 1880-1955 ] kuram ve uyumbilgisi (harmonie), Dr. Suphi [Ezgi,
1869-1962] geleneksel sanat musikisi kuram ı öğrettiler, Onlar ın öğ-
rencisi olan F. Kopuz sonraki y ıllarda ud dersinin yanısıra usul ve
makam derslerini kendi verdi. Tak ımın sonraki üyeleri aras ında Ke-
mani Cevdet Be ğ [Çağla, doğ. 1900; 1921-35 aras ı ] Kanuni Hasan
Ferid Beğ [Alnar, doğ. 1906; 1922-27 aras ı ], Hanende Celal Be ğ
[Tokses, doğ. 1898 ], Hanende Mustafa Zeki Be ğ [Çağlarman ], Tam-
buri İzzeddin Be ğ [Ökte, do ğ. 1911; 1925 yöresi ], Selâhaddin Be ğ
[Pınar, 1902-1960; yaln ız bir ay kadar ] Haf ız Burhan Be ğ [Sesyd-
maz; kısa süre ], Santuri Zühdü Be ğ [Bardako ğlu, kısa süre ], Nebile
Nâzım Hanım (santur), Naime Sipahi (okuyucu), Sabri Süha Ansen
(doğ. 1908; keman), Safiye Han ım [Aylâ, doğ. 1907; 1930 yöresi ],
Hâmid Dikses (do ğ. 1901, okuyucu), Mustafa [Ça ğlar, 1910-1961;
1931 yöresi kısa süre ], Kemençeci Hafid Be ğ (kısa süre) ve Feyzi
24 Kuruluş tarihini RADYO 40.19 rumi 1328, RONA 'E 360 ile MusN 2.9 miladi
1912 olarak verir. ÖZTUNA TMA 1.121, 153 ve 349'da kurulu şunu, F. Kopuz'un başa
geçişini ve C. Calân'ın katılmasım 1916 göstermekte, buna kar şılık Hafız Memduh İmre'nin
katılışını 1912 (I. 299), H. S. Arel'in ders veri şini 1913 (I. 47) olarak verip çeli şkiye düşmek-
tedir.
GELENEKSEL SANAT MUS İ KİMİ Z 245

Aslangil (1910-1965) vard ı . Yaprak ve defter biçiminde nota da yay ın-


lamış olan kuruluş Nefise Özses (do ğ. 1908), Mustafa Çağlar, Melahat
Pars (doğ. 1918) ve daha birçok sanatç ının yetişmesine önemli kat-
kıda bulundu.
2) Darü'l-Feyz-i Yeııiköylü Hasan Efendi'nin öğren-
cilerinden ba ş hanende ve Meclis-i Ayan zab ıt kâtibi Vsküdarlı Edhem
[Nuri ] Beğ 'in 1915'te, yada az önce, Kad ıköy'deki Ali Şamil Pa şa
konağmda kurduğu ve öğretmenli ğini yaptığı dernek. İlk seslendirme
takımında Udi Sami Beğ (doğ. 1874), Lavtacı Muzıkalı Hacı Tahsin Beğ,
Kemani Naim Be ğ, Neyzen Nısfiyeci Cemil Be ğ, Kemani Nuri Beğ
[Duyguer, 1877-1963 ] ve Münir Nurettin Be ğ [Selçuk, do ğ. 1900 ]
bulunan, iki yıllık hazırlıktan sonra (belki 1917 ya 1918'de) ilk dinle-
tisini Donanma Cemiyeti yara ı ma Kadıköy'deki Apollon Sineması'n-
da (sonraki Reks ve Hale) vererek bayatiaraban fasl ını sunan dernek,
belki az sonra bilinmiyen bir nedenden (Edhem Nuri Be ğ'in çekilmesi
ya ölümü olabilir) dağıldı ve 1920'de25 Kanuni Telgrafçı Atâ Beğ'in
[Öztan; 1876-1936 ] ba şkanlığında ve onun Üsküdar Pa şakapısı kar-
şısında 39 sırasayılı ağaç konağında yeniden kuruldu. Üyeleri aras ında
Udi Sami Beğ , Darü'l-Aceze muhasebecisi Selâhaddin Be ğ, Türkmen-
zade Osman Be ğ, Tamburi Kad ıköylü Fahri Beğ, Osküdarlı Hoca
Bestenigâr Ziya Be ğ, Neyzen Yusuf Pa şa oğlu Enderunlu (Muz ıkalı)
Celal Be ğ, piyanist Emine Fulya [Akayd ın ] ve piyanist Madam He-
leni vardı. İlk dinleti İhsaniye Salon Sinernas ında verildi. Kadıköy
Kuş dili Tiyatrosunda verilen dev çapl ı bir dinletide (1921 ya 1922)
Hikmet Rıza Hanım ilk kezine kendini gösterdi. 1921 (1337 rumi)
yılında çekilmiş bir resimde (bk MusN 3.23) ayrıca Hanende Safa
Beğ , Kanuni Vedat Beğ, Udi (sonradan Tamburi) Selâhaddin [P ınar ],
Kemani Midhat, Kanuni Osman, Klârinet Naz ım, Selânikli Galib,
Kanuni Saffet ve Udi Ali Be ğler görülür. Demekte 1922-29 y ılları
arasında çalışan Hanende Arab Cemal' Be ğ [Calân, 1888-1938 ] bu
süre boyunca derne ğin başlıca öğretmeni idi. Aralarında Kanuni Ama.
Sıtkı Beğ [Sazbilen ], Hanende Arab Cemal [Calan ] ve Selâhaddin
[Pınar ] bulunan seslendirme tak ımı 1925 yöresi İcadiye Tepesi'nde
Ziver Be ğ'in işlettiği gazinoda dinletiler verdi. Dervi şzade İbrahim
Beğ'in işlettiği Sarayburnu Gazirıosu'nda 1926 yöresi ba şlıyarak üç yıl
25 İNAL HS 258 ile RONA 'E 495'te 1920, MusN 10.17'de 1918, TMBK 8.19'da
1918-20 olarak gösterilmi ştir.
26 S. Pınar'ın yaşam öyküsünde Cemal yerine Ahmed (TMBK 5.4) yada Mehmed
(AKSÜT TMA 161) dendi ği görülürse de yan ılmadır.
246 GÜLTEKİ N ORANSAY

boyunca çal ışan seslendirme tak ımında Hanende Arab Cemâl Be ğ


[Calân ], Kanuni. Ata Be ğ [Öztan Kemani Necati [Tokyay Selâ-
haddIn [Pınar ], Klarinet Şükrü [Tunar ], Kemani Emin [Ongan ]
vardı. Şark Musiki Cemiyeti'nden ayr ıldıktan sonra kı sa bir süre gelip
çalışan Ali Rıfat Beğ [Çağatay ] ve Dr. Hamid Hüsnü Be ğ'den [Ka-
yacan ] ba şka Neyzen Halil [Can ], Santuri Zühdü [Bardako ğlu ] ve
Tamburl Hafız izzeddin [Gerçeker ], derne ğin üyeleri arasına katıl-
dılar. Arab Cemal Be ğ'in [Calân Balıkesir'e yerle şmesinden sonra
1931'den ba şlıyarak Emin [Ongan derne ğin başlıca öğretmeni oldu.
1934'te kurucu Atâ Be ğ'in [Öztan ] jübilesi dolay ısıyla Hale Sinema-
sında verilen dinletide Müzeyyen Senar (sonra bir ara I şıl) ilk kez sah-
neye çıktı. Bu dinletiden sonra 1934 yılında yada Atâ. Öztan' ın 1936'da
ölmesiyle dernek da ğıldı ve üyeler Yeni Üsküdar Musiki Cerr ıiyeti'nde
yeniden bir araya gelinceyedek çe şitli kişilerin evlerinde toplant ılarını
sürdürdüler.27
3) Istanbul Belediye Konservatuvar ı : 10 Ocak 1917 günü Maarif
Nezaretine bağlı olarak ve Darü'l-Elhan ad ıyla kurulan, bakanl ığın
9 aralık 1926 ve 22 ocak 1927 günlü yaz ılarıyla Istanbul Şehremaneti'ne
(Belediyesine) ba ğlamp adı K onservatuvar'a çevrilen ve geleneksel
Türk sanat musikisi öğretimi kald ırılan, 1943'te yeniden Türk musikisi
öğrencisi yeti ştirmeye ba şlıyan kurum. Eski Va şington Elçisi Vezir
Udi Ziya Paşa'nın (1849-1929) ba şkanlığındaki Encümen-i Musiki-
nin gözetiminde ve Rahmi Beğ'in (1864-1924) müdürlü ğündeki ilk
çalışma yılları Istanbul'un işgalinden sonra kar şılaşılan güçlükler do-
layısıyla sona erdi. Bu dönemdeki ö ğretmenler aras ında Tamburl
Refik [Fersan, 1893-1965, yar ışma sınavı kazanarak 1917'de girdi ],
Santuri Ziya [Santur, 1868-1952; ö ğretmensizlik yüzünden santurdan
başka keman, ud, kanun ve ney de öğretti ], Tamburi Dürrü [Turan,
1885-1961; 1918'de girdi ], Zekâizade Haf ız Ahmed [Irsoy, 1869-1943;
Ziya Paşa ile arasındaki anlaşmazlık üzerine çekildi ], Udî Bebekli
Refik Tal'at [Alpman, 1893-1947 ] vard ı. Istanbul valisi Haydar
Beğ'in konuyu ele almas ıyla Darü'l-Elhan 1923'te yeniden aç ıldı.
Ödeneği özel idare bütçesinden sa ğlanan kurumun başına, sevenle-
rinin hayli uğraşmasına rağmen Rahmi Be ğ getirilmiyerek Almanya'da
27 1938'de kurulan dernek "Yeni Üsküdar Musiki Cemiyeti" ad ını benimsediğine
göre Darü'l-Feyz-i Musikrnin da ğılmadan önce "Üsküdar Musiki Cemiyeti" ad ını almış
olması gerekece ği akla gelir. Derne ğin dağılma yılı olarak kaynaklar 1934'ü verirse de (ör-
neğin TMBK 8.19), dağılma nedeninin dernek kurucusu, başkanı ve çalışılan binanın sahi-
bi Ata Özkan'ın ölümü (13 mart 1936) olmas ı mümkündür.
GELENEKSEL SANAT MUS İ Kİ MİZ 247

öğrenim yapıp dönmü ş bulunan Musa Süreyya Be ğ (1884-1932), yar-


dımcılığına da 1931'de müdür olacak olan Yusuf Ziya [Demircio ğlu ]
atandı. Okulun program ı değiştirilerek ayr ı bir Batı musikisi bölümü
eklendi. Türk musikisi bölümünde ba şlıca öğretmenler Rauf Yekta
(kuram ve musiki tarihi), Zekâiza.de Hâf ız Ahmed lrsoy (usul ve ilahi),
Muallim Ismail Hakkı (nota ve fas ıl), Ziya Santur (santur), Sedat
Öztoprak (ud), Faize Ergin (tambur), Muazzez Yurcu (kanun), Re şad
Erer (keman), Eyyubi Mustafa Sunar (keman,), Şeref Han ım (kanun)
ve Hayriye Örs idi. İlk yıldan başlanarak bir dergi ç ıkarılmaya (Da-
rü'l-Elhan, 7 sayı) ve yaprak notalar yay ınlanmaya (Darill-Elhan
Külliyatı) ba şlandı, halk musikisi derlemelerine giri şildi. 1926'da
Maarif Vekili Necati Be ğ'in zamanında Sanayi-i Nefise Erıcümeni'nin
kararıyla Türk musikisi öğretimi kaldırılmakla birlikte kurulan "Tas-
nif ve Tesbit Hey'eti" 28 geçmiş yüzyıllardan kalan musiki an ıtlarını
derleyip yay ınlamaya ba şladı. Türk Musikisi İcra Heyeti bu parçalar ı
dinletilerde sunduktan ba şka plâğa da ald ı. Türk musikisi ö ğrencileri
Batı musikisi öğrenmeye koyuldu, sözgelimi kanun ö ğrencisi Vecihe
Daryal piyano, kernençeci Hadiye Ötügen viyolonsel çal ışmaya ba ş-
ladı. 1943 yılında Bat ı musikisi öğ'retiminin düzeltilmesi ve Türk musi-
kisi bölümünün yeniden açılması için bir "reislik" kurularak Hüseyin
Sadettin Arel bu ba şkanlığa be ş yıllık sözle şıneyle atand ı . Türk Musikisi
İcra Heyeti eski sanatç ılardan bire şen A, yeni yeti şenlerden bire şen B
ve C takımları olmak üzere üç tak ıma ayrıldı, 1947'de başına Ercüment
Berker (do ğ. 1920) getirildi, kuram derslerinde H. S. Arel'in yeni
görüşlere göre yazd ığı notlar okutuldu. Fakat eski sanatç ılar bu uy-
gulamalara ayak uyduram ıyarak tedirgin olduklarından sürtü şmeler
çoğalınca Arel sözle şmesinin yenilenmesini istemiyerek 1948'de göre-
vinden ayr ıldı, ona E. Berker, L. Karabey ile Cüneyt Orhon da kat ıldı.
Bununla birlikte 1949'da kuram ö ğretmenliğine atanan Şefik Gür-
meriç (1904-1967) derslerinde Arel'in görü şüne bağlı kaldı. İlmi Ku-
rul Başkanlığına 1949 ba şlarında getirilen Şerif Muhiddin Targan
(1892-1967) iki y ıl sonra, 1951'de ayr ılınca, yerine RefikFersan (1893—
1965) atandı. Istanbul Belediye Konservatuvar ı'ndan yetişmiş sanatçı-
lar arasında akla ilk geliveren adlar Mehmed Münir Kökten (1882--
1969), Vecihe Daryal (1908-1970), Nigâr Galib Ulusoy (1890-1966),
Nihal Erkutun (do ğ. 1912), Ercüment Berker (do ğ. 1920), Irfan Öz-
bakır (do ğ. 1926), Haydar Sanal (do ğ. 1926), Kas ım İnaltekin (do ğ.
1926), Zeynettin Mara ş (doğ. 1927) Tarık Kip (doğ. 1927), Ismet
Nedim (doğ. 1936) ve Neyzen Do ğan Ergin (doğ. 1941) dir.
28 Kurulun üyeleri için bk. a şağıda V. Bölüm.
218 GÜLTEKIN ORANSAY

4) Şark Musiki Cemiyeti: Geleneksel sanat musikimizin eski


yarat ılarını ortaya çıkarıp halka dinletmek ve musikimizin geli şmesine
katkıda bulunmak amac ıyla 1918'de Kad ıköy'de kurulmuş dernek.
Kurucuları aralar ında Leon Hanc ıyan (1857-1947), Kemal Niyazi
[Seyhun, 1885-1967 ], Enise [Can, doğ. 1896 ], Sinekemani Nuri [Duy-
guer, 1877-1963 ], Foto Ferit İbrahim, Tamburi At ıf ve Hanende Za-
hide Hanım bulunan ondört ki şiydi. Önce Kadıköy'deki Yo ğurtçu
Çayırı'na bakan Madenci Kö şkü'nde çalışmaya başhyan derne ğin ilk
başkanı Ali Rıfat [Ça ğatay, 1867-1935 ], ba şlıca öğretmenleri L.
Hancıyan (keman), Nevres Be ğ (ud), Hafız Ahmed [Irsoy; usul ],
Tamburi Hikmet Beğ (1890-1923; tambur), Ka şıyarık H üsameddin
(dağar), Bestenigâr Ziya Be ğ (1877-1927) idi. İlk dinleti olarak 19
kasım 1920 (1336) cuma günü Moda'daki Apollon Tiyatrosunda "Ce-
mil Konseri" verildi, okuyucu olarak Ka şıyarık Hüsameddirt", Münir
Nureddin [Selçuk, doğ. 1900 ], Hâmid Hüsnü [Kayacan, 1868-1952 ]
Hafız Arab Cemal [Calân; 1888-1938 ], Zâhide Han ım, viyolonselde
Ali Rifat [Çağatay ], piyarıoda Cevdet Be ğ, armonyumda Cemil Beğ,
kemençede Kemal Niyazi [Seyhun ], kemanda Küçük Tâbnâk Han ım,
Ömer Beğ, sinekemanda Nuri [Duyguer ], tamburda Hikmet Be ğ,
Refik [Fersan ], Mesut [Cemil ], Hât ıf Beğ, Fâize [Ergin ], Lâika
[Karabey ], neyde Haf ız Ömer Efendi, İhsan Beğ, udda Fahri [Ko-
puz ], kanunda Nezihe Han ım katıldı. Bir anla şmazlık üzerine Ali
Rıfat [Ça ğatay ] ayrılarak Türk Musikisi Ocağını kurduktan sonra
1923 ekimi Süreyya Pa şa [Ilmen ] başkanlığı kabul etti, derne ğin para
işlerini düzene koyup Mühürdar caddesinde, Ermeni Kilisesi'nin he-
men yakınındaki büyük bir yap ıya taşıdı, Hâle Tiyatrosunda dört ay
süreyle onbe ş günde bir perşembe ak şamları dinleti verdirdi. Derne ğin
seslendirme takımı Atatürk'ün Mudanya ve Bursa gezisinde ona sana-
tını göstererek be ğenisini kazandı. L. Hancıyan Tamburacı Osman
Pehlivan'ın Rumeli ve Anadolu havalar ından kırk kadarını Hampart-
sum yazısıyla saptad ı, içlerinden sekiz tanesi bir dinletide sunularak
başarı sağlandı, Beyoğlu'ndaki Saray Sinaması'nda, Büyükada'daki
Splendide Palas'ta dinletiler verildi. Süreyya ilmen'in gücenerek ba ş-
kanlıktan ayrılmasından sonra dernek bocalamaya ba şladı. Lâika
Karabey'in çabasıyla daha iki-üç yıl kadar ya şayıp kapandı, eşyaları
Halkevine verildi. Demekte yeti şenler arasında: Muzaffer İlkar (doğ.
1910), L. Karabey (do ğ. 1909), Kemani Tâbnâk, Müzeyyen Senar,
Dr. As ım Dirik (doğ. 1912) anılabilir.
29 Ölümü ÖZTUNA TMA I.271'de 1918' olarak verilmekteyse de 1920 kas ımı sağ
bulunduğu anlaşılıyor.
GELENEKSEL SANAT MUS İ KİMİZ 249

5) İzmir Musiki Cemiyeti: Klârinet Ş ükrü Tunar'ın (1907-1962)


ondört yaşındayken, 1921'de girdiği, iki yıl kadar çalıştıktan sonra
Istanbul'a yerle şmek üzere ayrıldığı dernek (bk. RONA 'E 538). Iz-
mir'in ünlü musikicisi Şeyh Cemal Efendi'nin bu demekte çal ışmış
olduğu düşünülebilir.
6) Anadolu Spor Kulübü Musiki Toplulu ğu: Mildanzade Niyazi
Beğ'in [Ayomak ] ö ğrencilerinden Tamburi Süreyya Be ğ'in çalıştır-
dığı ve üyeleri hep Darill-Filnun (Üniversite) ö ğrencileri olan takım.
Emin Ongan'ın 1925'te girdiği bu toplulukta Halit Ziya [Konuralp,
doğ. 1904; cerrah ], Tar ık [Akbulut ; di ş hekimi albay ], Kanuni Hac ı
Arif Beğ'in küçük o ğlu Sadi (di ş hekimi), Yekta (Samsun'da di ş he-
kimliği yapmış), Hayri (dişçilik öğrencisiydi, sonra Zonguldak'ta
kimyagerlik yapmış) ve Bekir Be ğ (eczacı), vardı.
7) Eskişehir Darü'l-Elhant: Bursa Sanayi Mektebi ile Muzika-yi
Hümayun'da yetişmiş olan Halim Beğ'in (doğ. 1884) 1926 yöresi»
ılı aşkın süre yönettiği okul. 1933'edek 73 öğrenciye tasdik- kurpony
name vermiş, hayır dernekleri yarar ına 16 dinleti sunmuştu. 1933 güzü
35 öğrencisi bulunuyordu. Seslendirme tak ımında "Ahenk" çalgısının
yapıcısı Süleyman Suat da vard ı.
8) İzmir Musiki Mektebi: Izmir'in kurtuluşundan hemen sonra"
Mildan Niyazi Beğ'in [Ayomak; 1888-1947 ] kurdu ğu okul. Öğret-
menleri aras ında Kerime Hanım (doğ. 1905; ud) ve yabancı asıllı Trop
(alafıranga keman) vardı. Ayomak okulu bir ara Karantina, Kemeral-
tı ve Karşıyaka semtlerinde olmak üzere üç koldan yürütme ğe çalış-
mış, fakat kazanç vergisinin ortaya ç ıkardığı güçlükler dolayısıyla
ikisini kapatmak zorunda kalmıştı . 1927'de Türk musikisi ö ğretiminin
yasaklanmasıyla kalan okulda da yaln ız keman, marıdolin, piyano gibi
Batı çalgılarıyla yetinmek durumunda kalmasından sonra ders prog-
ramına ticari hesap ve daktilo gibi dersler ekliyerek okulun ad ını "Ha-
yat Bilgisi Mektebi"ne çevirdi, Istanbul'a yerle şmek üzere 1932'de
İzmir'den ayrılırken kapattı .
9) Eyüp Musiki Cemiyeti: Kemani ve rebabi Eyyubi Mustafa
Beğ'in [Sunar, 1881-1959 ] çal ıştırdığı okul. 1927 yılında Çanakkale
şehitlerini ilk kez artmaya giden kurula kat ılan bu demekte Safiye
30 1933 yılında çıkmış iki yazıdan birinde "10 sene evvel" (NOTA 10.40),
ötekinde "sekiz senedenberi" (NOTA 24.111) denmektedir.
31 NOTA 20.93'te "Izmir'in istirdad ı nı müteakip", ÖZTUNA TMA I. 88'de 1925
denmiştir.
250 GÜLTEKIN ORANSAY

[Ayla, do ğ. 1909 ] ile Sabahaddin [Volkan, do ğ. 1909 ] yeti şti. Ata-


türk'ün 8 / 9 A ğustos 1928 gecesi Sarayburnu park ındaki gazinoda
okuttuğu ve musikide devrim yap ılmasını önerdiği notları, Eyüp Mu-
siki Cemiyeti'nin kürdilihicazkâr fasl ından esinli olduğu için Hafız
Yaşar Okur 19 ekini 1948 günlü Akşam gazetesinde bu derne ği suç-
hyarak seslendirmenin kötülü ğüyle devlet ileri gelerılerini kızdırdık-
larını, devletin Batı musikisini benimsemesine yol açt ıklarını ileri sür-
müştür. M. Sunar'ın verdiği yanıtta (TMD 18 (1 nisan 1949) sf. 18 ve
24). Atatürk'ün be ğenisine örnek olarak derne ğe Sarayburnundaki
bu tarihi' geceden sonra ertesi hafta Dolmabahçe Saray ında da dinleti
verdirildiğini anlatm ıştır.
10) Musiki Federasyonu: Üyeleri arasında Rauf Yekta Be ğ,
Dr. Osman Şevki [Uludağ, doğ. 1889 ] ve Muallim Kaz ım Beğ [Uz,
1873-1943 ] vardı. (1926'da verilecek bir nihavend-i kebir dinletisi ile
ilgili anı için bk. MusM 63.79).
11) Türk Musikisi Oca ğı : Eşinin tedavisi için Avrupa'ya giden
Ali Rıfat Beğ'in [Çağatay; 1869-1935 ] yurda dönü şünde (1923 yada
az önce) Kadıköy Hale Sinemas ı üstünde kurduğu dernek. Öğretmen-
leri aras ında Tamburi Hat ıf Beğ (ölm. derne ğin kuruluşundan hemen
sonra), ö ğrencileri arasında İzzettin [Ökte, do ğ. 1911 ] vardı. Din-
letilerde flüt, viyolonsel ve kontrabas gibi Bat ı çalgıları da kullanıldı .
12)Anadolu Musiki Cemiyeti: Kurtuluş savaşından sonra Ankara'-
da kurulan dernek. Faruk Arifi [Emhaz; 1904-1962 ] y ıllarca der-
neğin keman öğretmenliğini yaptı.
13) Gülşen-i Musiki: Seyyid Abdulkadir Beğ'in [Töre; 1873-
1946 ] 1925 yılında' Cerrahpa şa Cami sokağı 8 sırasayılı evinde açtığı
okul. Evin bahçesinde bol say ıda gül yetişmesinden ötürü okulun adını
da "musiki gül bahçesi" anlam ına Gül şen-i Musiki koydu. Okul Maarif
Vekâleti'nin denetimi altındaydı ve temmuz ay ındaki bitirme sınav-
ların! Maarif Vekaletfyle Darü'l-Elhaıı'dan gelen mümeyyizler yapard ı.
Çalışmasını dokuz yıl sürdüren okulda yeti şenler arasında Ekrem
Karadeniz (do ğ. 1904) vardı. 30 üyeden bire şen seslendirme tak ımında
Hüsnü Tüzüner santur, Abdulkadir Töre'nin k ızı Saadet (doğ. belki
1917) keman çal ıyordu. Bu takım 1927'de ilk dinletisini Hilal-i Ah-
mer (K ızılay) yararına Tepeba şı Dram Tiyatrosunda, sonraki iki din-
letiyi Taksim Belediye Bahçesinde verdi. 1927 / 28 k ışı Ünyon Fran-
32 Kuruluşu TMD 19.7'de 1925, İNAL HS 28'de 1336=1918 olarak gösterilmekte-
dir.
GELENEKSEL SANAT MUSİ KİMİZ 251

sez'de onbe ş günde bir, ayrıca 1929 ve 1930 yıllarında Istanbul Radyo-
sunda programlar sundu.
14) Süleymaniye Musiki Mektebi: Hasan Tahsin Beğ'in [Par-
sadan; 1900-1954 ] 1927'de açarak uzun y ıllar öğrenci yetiştirdiği okul.
15) Beylerbeyi Musiki Hey'eti: Rauf Yekta Be ğ'in öğretmenliği
altında kemani Avni Atun (do ğ. 1909), Hüsnü Tüzüner ve Behzat
Bayer'in yeti ştiği küme, ilk Istanbul radyosunda programlar sundular.
16) Balıkesir Musiki Cemiyeti: 1930 yöresi Balıkesir'de kurulan
dernek. Başkanı, Ali Hikmet Pa şa'nın çağrısı üzerine Istanbul'dan
kalkıp geldiği 1931'den öldüğü 1938'edek Hanende Arab Cemal Be ğ
[Calân; 1888-1938 ] idi. Mustafa Ça ğla?' (1909-1961) yeti ştiren bu
derneğin seslendirme tak ımı 1933'te İzmir Fuarı'nda dinleti vermeye
gönderildiğinde 6 üyesi arasında Arab Cemal ve Hanende Mustafa
Beğ'lerden ba şka Kemani Ha şim Beğ de bulunuyordu.
17) Kanlıca Musiki Ocağı : 1932 yılında kurulan ve Kaptanzade
Ali Rıza Beğ'in (1881-1934) yönetiminde çal ışan küme.
18) Istanbul Musiki Birliği: Izmir'deki okullarını (bk. yukarda 8)
kapatan Mildan Niyazi Be ğ'in [Ayomak ] Istanbul'a yerle ştikten sonra
1932'de evinde açt ığı okul. Bayazıd semtinde bulunan ve 15 günde
bir yayınladığı Nota dergisiyle desteklenen okul, Ayomak'm eksik
bilgi ve hazırlıkla musiki devrimi yapmaya kalkmas ı üzerine söndü,
dergi 1935'te, okul az sonra kapand ı.
19) Eşrefpaşa Musiki Birliği: Rakım Elkutlu'yla karde ş çocuğu
olan İzmir'in ünlü musikicisi Şeyh Cemal Efendi yönetiminde çal ışan
okul. Yetişenler arasında 1935'te neyzen Ahmet Yard ım (doğ. 1909)
da vardı.
20) Musiki Koruma Cemiyeti: Şehzadeba şı'ndaki Letâfet Apart ı-
manı'nda 1938 yılında açılan ve Leon Hancıyan yönetiminde çal ışan
dernek. Yetiştirdikleri aras ında Mustafa Kamil Dürüst (doğ. 1924)
vardır.
21) Beşiktaş Musiki Birliği: Necmi Yar'ın (doğ. 1900) önayak
olmasıyla 1938 yılında" kurulup 1955'edek çalışan dernek. Abdülkadir
Karamürsel'in (1896-1948) ölümünedek onun evinde çar şamba ak-
şamları toplanarak Tamburi Dr. Salnaddin Tanur'un yönetiminde
33 KOÇU İA'da 1938 yılında kurulup onyedi yıl sonra, 1955'te dag ıldığı belirtilir.
RONA 'E 467'de kuruluş tarihi olarak verilen 1949 ya Abdulkadir Karamürsel'in 1948'de-
ki ölümünden sonra birliğin yeniden toparlanması yılı ya da bir yanılma olabilir.
252 GijLTEKİ N ORANSAY

çalışan üyeler aras ında Neyzen Süleyman Erguner (1902-1953), Hakk ı


Sühâ Gezgin, Dr. Nevzat Atlığ (doğ. 1925), Ahmed Çağan (1920-
1966), Udi Hüsnü Co şar, Kanuni Fikret Kutlu ğ ve Arif Sami Toker
(doğ. 1926) vardı . Derslere ara-sıra Eyyubl Ali R ıza Şengel (1880-
1953) de kat ılırdı. Daha sonra birli ğin başkanı ve öğretmeni Kanuni
Necmi Yar'ın yönetiminde Affan Onur, Ensari Evranos, Re şid Uygur,
Kemal Özarar, Mesud Çaksu, Hüseyin Canagül, Alpay, İhsan Acun-
sal, Asım, Muzaffer Yucabıyık, İsmet Arka ğın, Sadi Tanyolaç, Necmi
Bağ, Leman Erdal, Ferhunde Egi ve Reha Onaral'dan bire şen takım
Istanbul Radyosunda programlar sundu.
22) Yeni Üsküdar Musiki Cemiyeti: Dağılan (ve belki de dağıl-
madan önce Üsküdar Musiki Cemiyeti ad ını almış bulunan) Darü'l-
Feyz-i Musiki yerine 1938'de 34 kurularak 1944 yılınadek yaşatılan
dernek. Kurucuları Emin Ongan (doğ. 1906), Rasim Bilir, Udi Edhem
Coner (ölm. 1970), Nedim Ongan, Nurettin Öktem idi. Emin Ongan'ın
başkanhğında ve öğretmenliğinde yetişenler arasında Ali Erköse (do ğ.
1926) vardı. Kapandıktan iki yıl sonra Üsküdar Halk Musiki Der-
neği adıyla yeniden canland ırıldı (bk. aşağıda 25).
23) Ayomak Me şkhanesi: Mildan. Niyazi Ayomak'ın (1888-
1947) ölümünden birkaç yıl önce Şehzadebaşındaki Letafet Apart ı-
manında yönettiği musiki dersliği. Yetişenler arası nda Dr. Abidin
Gerçeker (do ğ. 1929) vardı .
24) Istanbul Üniversitesi Talebe Birliği Müzik Kolu: Hukuk öğ-
rencisi Ercümend Sâdi Berker (do ğ. 1920), Fen Fakültesi Kimya bö-
lümü öğrencisi Ahmet Ça ğan (1920-1966) ve t ıp öğrencisi Müslim
Kızılkan'ın (do ğ. 1923) kurduklar ı ve Süleyman Erguner (1902-1953;
ney), Burhanettin Ökte (do ğ. 1904; ney), Enise Can (do ğ. 1896; keman),
Fulya Akaydın (doğ. 1908; piyano) gibi sanatçıların yardımını sağlı-
yarak yürüttükleri seslendirme tak ımı. Önce E. Berker'in, 1948 eki-
minden başlıyarak Dr. Nevzat Atl ığ'ın (doğ. 1925) çalıştırdığı Türk
Musikisi Klasik Korosu çe şitli salonlarda ve radyoda dinletiler vererek
başarı kazandı. 1949 mayısı Ankara'da verdi ği dinletilerden birine
Cumhurbaşkanı da ilgi gösterdi. Bu tak ımdan yeti şenler arasında
Dr. med. Salâhattin İçli (doğ. 1923), Dr. med. Alâeddin Yava şça
(doğ. 1927), Dr. med. Abidin Gerçeker (doğ. 1929), Mustafa Câhid
Atasoy (do ğ. 1927), Cüneyd Orhon (do ğ. 1926), Ahmed Ça ğan (1920-
34 Kuruluş tarihi TMBK 8.19 ve 20'de 1938, MusN 10.19'da 1939 olarak verilmi ştir.
GELENEKSEL SANAT MUSİKİMİZ 253

1966), Berhayat An ıl (bir ara Orhon) ve ba şkaları musiki alanında


tanındılar.
25) Üsküdar Musiki Cemiyeti: 1944 yılında dağılan Yeni Üs-
küdar Musiki Cemiyeti'nin yerine "Üsküdar Halk Musiki Derne ği"
adıyla kurulan, 1955'teki genel kurul toplant ısında adı "Üsküdar
Musiki Cemiyeti"ne çevrilen dernek. Emin Ongan' ın yönetiminde
Istanbul'un en canl ı ve başarılı musiki derneklerinden biri olarak ça-
lışmalarını sürdürmektedir. 1967 y ılında kendi mal ı bir yapı yaptırmaya
başladı, bitirilmesi için gerekli paray ı sağlıyabilmek üzere 1973 ağus-
tosu salonun koltuklarmı (daha önce Kent« Tiyatrosunda yap ılan
biçimde) sat ışa çıkardı. Emin Ongan'ın (doğ. 1906) ve kısa bir süre de
Haydar Sanal' ın (doğ. 1926) öğretmenliğiyle yetişenler arasında Arif
Sami Toker (doğ. 1926), Kemençeci Cüneyt Orhon (do ğ. 1926), Avni
Anıl (doğ. 1928), Tamburi Sadun Aksüt (doğ. 1931), Kanuni Cüneyt
Kosal (doğ. 1931), Şekip Ayhan Özışık (doğ. 1932), Nihat Adlim
(doğ. 1932), Cinuçen Tanrıkorur (doğ. 1938), Erdinç Çelikkol (do ğ.
1938), Amir Ateş (doğ. 1942), Yavuz Özüstün, Berhayat An ıl (bir
ara Orhon), Tamburi Burhan Atalay, Kanuni Hüsnü An ıl (doğ. 1931),
Keman! Cahit Peksayar, Piyanist Güniz Engin (sonra Akçan), Nadir
Hilkat Çulha, İnci Atalay (sonra Çayırh), Yücel Aşan, Ekrem Er-
doğru, Nihat Doğu, Server Özbay, Turan Yalçm say ılabilir.
26) Izmir Türk Musikisi Cemiyeti: Rakım Elkutlu'nun Mek-
tupçu Yokuşu'ndaki evinde toplanmaya ba şlıyan bir kürnenin 3 ekim
1946 günü kurduğu dernek. İlk başkanı R. Elkutlu (1872-1948), yö-
netim kurulu üyeleri Osman Kuylan, Nurettin Ulueren, Re şat Aysu
(doğ. 1910) ve İhsan Karasu, denetçiler Santuri Dr. Hasan Yusuf
Başkam ile Dr. Fahri I şık idi. Öğretmen olarak Ahmet Aksoy (1900-
1967) ile Ahmet Yard ım (doğ. 1909) görev aldı. İlk yıl 200'ü aşkın
üyesi olan demekte 60 ki şi nota ve usul öğrendi. R. Elkutlu'nun ölü-
müyle duraklama geçiren dernek A. Aksoy ve Udi İlyas Tonguç'un
öğretmenlikleriyle dirıletilerini sürdürdü. Arif Sami Toker'in yöneti-
minde (belki 1954-1958 aras ı) bir süre yeniden canlılık gösterdikten
sonra dağıldı. 1959'da İzmir Radyosu müdürü Necdet Varol derne ği
yeniden kurdu. Bu kez üyeleri aras ında Kaya Bekât (doğ. 1932), Nec-
det Tokatlıoğlu (doğ. 1933) ve okuyucu Kerim İleri (1927-1970) bu-
lunuyordu.
27) ileri Türk Musikisi Konservatuvar ı Derneği: Hüseyin Sadettin
Arel'in 1948'de Istanbul Belediye Konservatuvar ı'ndan ayrılması üze-
254 GÜLTEKIN ORANSAY

rine çevresine toplanan ö ğrencileri tarafından 2 temmuz 1948 günü'


kurulan dernek. Kurucular aras ında H.S. Arel'den ba şka Ord. Prof.
Salih Murad Uzdilek ve Lâika Karabey bulunuyordu. Genel yazman-
lığını ve kuram öğretmenliğini ilk üçbuçuk yıl Haydar Sanal yapt ı.
Öğretilen konular nota, remileme (songe), kuram (aral ık, makam,
usul bilgileri), musiki tarihi, uyumbilgisi (harrnonie), kontrapunt,
musiki çözümlemesi (tahlil), fug, söz-musiki uygunlu ğu (prosodie),
çalgılama, orkestralama ve seçilen bir çalg ı idi (Sınıflara dağılımı için
bk. MusM 30.2, 55.194, 57.258, 60.378). Derne ğin karşılaştığı en önemli
sorun çal ışma yeri bulmak olmuş, Kalkınma Partisi (Be şiktaş Hayret-
tin iskelesinde), Be şiktaş Halkevi, Türk Ocağı (Aksaray'da, eski
Fatih Halkevi), Cumhuriyet Halk Partisi (Be şiktaş-Akaretler'de) gibi
kuruluşlara sığınmak durumunda kalm ıştır. Kuruluşunun üçüncü
ayından başlıyarak yılda birkaç dinleti vermeye ve İstanbul Radyosun-
da programlar sunrrıaya başlıyan dernek birkaç kez Ankara'ya da uzan-
mış (örneğin Küçük Tiyatroda 28 nisan 1953 dinletisi), Uluslararas ı
22. Doğubilimciler Kongresine aç ıklamalı dinleti sunmuş (21 eylül
1951), Türk musikisi tarihinde ilk olmak üzere 24 perdeli dizgede çok-
sesli parçalar seslendirmi ştir (17 aralık 1948 H. S. Arel'in Saba kanonu,
25 mart 1952 tambur ve keman ile Gönülden Gönüle, Dua, Karci ğar
Sonatin ve Bayram). Demekte yeti şenler arasında Adil Akbay (do ğ.
1928), Akın Özkan (doğ. 1934), Nevzat Yalç ınsu (do ğ. 1934), Tülin
Yakar (doğ. 1940), Eyüp Uyantko ğlu (doğ. 1938), Cinuçen Tanr ı-
korur (doğ. 1938), Dr. Teoman Önaldı (doğ. 1936), Rü ştü Eriç (doğ.
1912), Necdet Varol (do ğ. 1927), Tarık Kip (do ğ. 1927), Şekip Ayhan
Özışık (doğ. 1931), Nihat Adlim (do ğ. 1932), Sadun Aksüt (doğ. 1932)
anılabilir.
28) Samsun Musiki Kolu: 1948'de kurulan, fakat çok geçmeden
dağılan takım.
29) Türk Musikisi Derne ği': Ankara'da 1950 y ılında kurulmuş
dernek. İlk başkanı Kemani Cevdet Ça ğla (doğ. 1900; birkaç ay sonra
Istanbul'a yerle şti), ikinci ba şkan Avukat Faruk Kayac ıklı (ölm. 1965),
yönetim kurulunun öteki üyeleri: Cemal Selek, Remzi Akansel, Fehmi
Tokay (do ğ. 1889), Tevfik Kaynak, Aziz Tunç, denetim kurulu: Vehbi
35 Bu tarih günüyle MusM 63-65.126'da, günsüz ayıyla MusM 18.25'te, yaz mevsimi
olarak MusM 9.18'de verildi ği halde ÖZTUNA TMA 1.51 ve 297'de 1949 olarak gösteril-
mektedir.
36 Derneğin adı dogru olarak TMD 31.15-16 ve RONA 'E 384'te verilmi ştir. ÖZTU-
NA TMA 1.136 ve RONA 'E 638'te üstünkörü Ankara Musiki Cemiyeti denmiştir.
GELENEKSEL SANAT MUSİ Kİ MİZ 255

Çoker ve Hayri Yenigün (do ğ. 1893) idi. Ali Rıza Avni (doğ. 1931)
bu demekte H. Yenigün, F. Tokay ve Nuri Halil Poyraz'dan (1885-
1956) ders gördü.
30) Aksaray Musiki Cemiyeti: 1950 yöresi İstanbul-Aksaray'da
çalışmalarda bulunan dernek. Burada yeti şenler arasında Dr. Abidin
Gerçeker (do ğ. 1929) ile Nihat Adlim (do ğ. 1932) vardır.
31) Adapazarı Musiki Cemiyeti: 1952 yöresi kurulup İsmail Safâ
Olcay'ın (1907-1969) yönetiminde alt ı yıl öğrenci yeti ştiren dernek."
32) Bursa Musiki Cemiyeti: 1949'da kurulan dernek. İhsan Hi-
sarlı, Hafız İzzet Gerçeker, Ekrem Neyli (usul ve makam), Mehmet
K utlugün (dağar geçme) gibi ö ğretmenlerin yeti ştirdikleri üyeler ara-
sında Recep Biıgit (doğ. 1923), Erdinç Çelikkol (do ğ. 1938), Yıldırım
Gürses (do ğ. 1938) vard ı. Dernek 1963'te E. Çelikkol'un yönetimine
geçti.
33) Musiki Kültür Derne ği: Istanbul'da 1960 yılında Feridun Dar-
baz (doğ. 1927), Bekir Büyükarkın ve arkada şlarınca kuruldu, 1970'te
onuncu kuruluş yıldönümü kutlandı.
34) Samsun Musiki Cemiyeti: 1970'te kurulan dernek. Vedat
Aka'nın çalıştırdığı kuruluşta 4 keman, üçer ud ve kanun, iki tambur,
birer ney, viyola ve piyano olmak üzere 15 çalg ı ve 40 üyeli koro vardı.
35) Turhan Toper Özel Türk Sanat ve Halk Müzi ği Kursları : An-
kara'nın Cebeci semtinde Devlet Konservatuvarı'nın hemen yakınında
11 ekim 1970 günü açıldı .
C) Dergiler
Musiki yaşamının duyurma, haberle şme ve bilgi yayma organı
olan özel dergilere Cumhuriyetin daha ilk y ılında gereksinme duyul-
muş, alıcısı az olduğu için yaşatılması çok güç olduğu, dolayısıyla ço-
ğunun soluğu bir-iki yıl içinde tükendi ği halde içlerinde ömrü çeyrek
yüzyılı aşanı da görülmü ştür. Tümüyle geleneksel Türk sanat musikisine
ayrılmış yada bu musikiye ağırlık veren dergiler içinde son elli y ılın
kalburüstü sürelileri alt ı tanedir:
1) Darü'l-Elhan: Aynı adlı kurumun (bugünkü Istanbul Belediye
Konservatuvar ı) iki ayda bir yay ınlamayı tasarladığı, fakat 1924 ve
37 Derneğin İ. S. Olcay eliyle kuruldu ğu TMBK 22.253 ve RONA 'E 542'de belir-
tilmemiştir. Bununla birlikte 1950'de Adapazar ı' nda henüz hiçbir dernek bulunmad ığı an-
laşılmaktadır (bk. TMD 32.24).
256 GÜLTEKIN ORANSAY

1925 yıllarında ancak 7 sayı yayınlıyabildiği dergi. Kurumun yapısı


gereği Batı sanat musikisine de yer vermi ş olan bu dergide Rauf Yekta
Beğ'in önemli yazıları yer al ır.
2) Nota: Mildan Niyazi Ayomak'm 1933-35 yıllarında 37 sayı
çıkardığı, genel yayın müdürlüğünü Dr. Salâhaddin'in yapt ığı bu süreli
her ayın l'i ile 15'inde yayınlanırdı . Rauf Yekta'nın "Musiki Tarihi"
başlıklı dizisi dışında musiki kuramı, keman, ut ve cümbüş dersleri ve
öteki teknik yaz ılar hep M. N. Ayomak'm damgas ını taşır.
3) Türk Musikisi Dergisi: Burhanettin Ökte ile Fikret Kutluğ'un
1947 kasımı çıkarmağa başladıkları aylık dergi. Ba şlıca yazarlar ı H. S.
Arel, S. M. Uzdilek, E. Ongan, H. Can, M. Erev, O. Ş. Uludağ, A. S.
Ünver, E. Karadeniz, S. Ezgi, A. Sabuncu, H. Tüzüner, V. Seyhun olan
bu sürelinin bilinen en son say ısı 1952 ocağı yayınlanan 46. say ıdır.
4) Musiki Meenn ıast: Istanbul'da 26 yıldır yayınlanan aylık dergi.
Sahibi ilk iki sayıda A. Ihsan Tayşılı, sonraki 210 sayı L'aika Karabey,
şimdi Etem Üngör'dür. Ba şlıca yazarları H. S. Arel, L. Karabey, S.
Ezgi, S. M. Uzdilek, K. E. Bara, A. Zaimler, H. S. Gezgin, R. M.
Meriç, Ç. Uluçay, H. Can ve "Mete Görün" takma ad ını kullanan
E. Üngör'dür.
5) Ahenk: Ankara'da 1963 yılında 6 sayı çıkan aylık dergi. İsmail
Baha Sürelsan' ın araştırma yazılarıyla değer kazanmıştır.
6) Musiki ve Nota: Avni Anıl'ın çıkardığı aylık dergi. 1969 ka-
sım' yaymlanmaya başlamış, İ. B. Sürelsan, F. S ıdal, H. Yenigün, B.
Noyan, Z. Maraş ve başkalarının yazılarıyla üç yıl yayınlandıktan sonra
kapanmıştır.

Ç) Radyo ve Televizyon
8 Eylül 1926 günü kurulan Türk Telsiz Telefon Anonim Şirketi'nin,
PTT Umum Müdürlüğünce İstanbul-Osmaniye ve Ankara-Babahar-
man'da yaptırdığı beşer kilovatlık iki radyo yayın postasının işletme
hakkını on yıllık sözleşmeyle üzerine almas ından sonra 1927 yılı orta-
larında yayma başhyan İstanbul ve bir yıl sonra ona kat ılan Ankara
Radyoları, özenle hazırlanmış geleneksel Türk sanat musikisi seslen-
dirmelerinin geniş bir çevrede dinlenmesini sa ğlamıştır. Sözleşmenin
bitmesiyle 1936'da devlet eliyle yönetilmeye ba şlayan bu iki radyodan
Ankara Radyosu, yap ımı 22 temmuz 1938 günü biten Etimes ğud'taki
120 kilovatlik vericiden yay ınını sürdürerek bir-iki ayl ık deneme yayı-
GELENEKSEL SANAT MUSİ Kİ MİZ 257

nından sonra 31 kas ım 1938 günü ilk resmi program ını yayınlamış ,
İstanbul Radyosu ise ayn ı anda çalışmasını keserek 1950'de yeni pos-
tasının işletmeye açılmasınadek susmuştur. 1964 yılında Türkiye Radyo-
Televizyon Kurumu'nun çalışmaya ba şlamasıyla yurtiçi radyo posta-
larının sayısı 1973'te 16'ya ç ıkmış, bunlara ayr ıca ortak yay ın yapan
9 televizyon kat ılmıştır.
Bu postalarda programlara kat ılmış sanatçılar genellikle ülkenin
en iyi yeti şmiş , seçkin sanatç ıları olmuştur. Sözgelimi İstanbul Rad-
yosu'nun ilk yıllarında sürekli saz tak ımı Mesud Cemil (tambur), Ru-
şen Ferit [Kam; kemençe ], Vechie [Daryal; kanun ] ve Cevdet [Ko-
zanoğlu; ud ] gibi ustalardan bire şiyordu. Programlara sesleriyle ka-
tılanlar aras ında Servet Co şkunses, Sıdıka Dalmen, Mustafa Ça ğlar,
Sadi Ho şses, Semahat Ergökmen (sonradan Özdenses) vard ı. İstanbul
Radyosunun 1938'de yayınını kesmesi üzerine birçok sanatç ı Ankara
Radyosu'na girdi: Fahri K opuz (ud), Vecihe Daryal (kanun), Cevdet
Çağla (keman), Zühdü Bardako ğlu (santur), Hamdi Tokay (klarinet),
Şerif İ çli (ud), Osman Güvenir (kanun), Hayri Tümer (ney), Refik
Fersan (tambur), Fahire Fersan (kemençe) ve okuyuculardan Safiye
Tokay, Servet Co şkunses, Celal Tokses, Tahsin Karaku ş, Melek Tok-
göz, Mustafa Ça ğlaı , Sıdıka Dalmen, Sadi Ho şses, Radife Erten, Se-
mahat Ergökmen (sonra Özdenses) gibi sanatç ılara açılan sınav ve
kurslarla Perihan Alt ındağ (sonra Sözeri), Mefharet Y ıldırım, Leman
Utku, Melahat Pars, Ekrem Güyer, Müzehher Özeriç (sonra Güyer)
gibi yeni sanatçılar katıldı. İstanbul Radyosu'nun 1949 güzü deneme
yayınına başlamasıyla Ankara Radyosu'nun birçok sanatç ısı Istanbul'a
geçti. Hakkı Derman, Necati Tokyay ve Sadi I şılay'ın yönetimindeki
üç ayrı fasıl takımı na sesleriyle Safiye Tokay, Can Ak şit, Leman Utku,
İbrahim Tuğberk, Faruk Alt ın, Kemal Gürses, Zeki Ça ğlarman, Ha-
mid Dikses, Ahmed Üstün ve Hüseyin Mandal kat ılmaya ba şladı.
Ankara, İstanbul ve İzmir Radyoları, kendi bünyeleri içinde açt ıkları
kurslarla günümüzedek sanatçı yetiştirmeye devam ettiler, son y ıllarda
Turhan Toper (do ğ. 1929), Selahattin Erköse (do ğ. 1929), Hilmi Rit
(doğ. 1930), Şekip Ayhan Özışık (doğ. 1931), Ziya Ta şkent (do ğ. 1932),
Mustafa Seyran (1932-1973), Mustafa Sa ğyaşar (do ğ. 1932), Alaattin
Şensoy (do ğ. 1932), Necdet Tokatlı oğlu (doğ. 1933), Akın Özkan (do ğ.
1934), Alparslan Hepgür (do ğ. 1934), İ smet Nedim (do ğ. 1936), Kutlu
Payaslı (doğ. 1936), Baki Duyarlar (do ğ. 1936), Barbaros Erköse (doğ.
1936), Yıldırım Gürses (doğ. 1938), Doğan Ergin (do ğ. 1941) gibi sa-
natçıların gelişip tanınmalarına olanak sağladılar.
258 GÜLTEKIN ORANSAY

IV. Bölüm: ÇEVRE MUS İKİLERLE ILI ŞKILER

Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk yüzyıllarında daha çok çevreden


sanatçı toplanması (sözgelimi I. Selim'in Tebriz'den, IV. Murad' ı n
Bağdat'tan önemli sanatç ılar getirmeleri) biçiminde görülen ilişki,
geleneksel. Türk sanat musikisinin Yak ındoğu'nun en gelişmiş ve zen-
gin musikisi durumuna gelmesiyle tersine dönmü ş, özellikle Arap ül-
kelerinden pekçok merakl ı ya İstanbul vb. kentlere gelerek musikimizi
yerinde ö ğrenmeye, yada Türk sanatç ıları seslendirici ya öğretmen
olarak Kahire, Şam, Halep gibi kentlere çekmeye çal ışmışlardı. 19.
yüzyılda Mısır hıdivlerinin ve ilerigelenlerinin ba şçektiği bu akım Cum-
huriyet döneminde Irak ve Suriye gibi öteki Arap ülkelerince de benim-
sendi.
A) Yurtdışına etkiler
Geleneksel Türk sanat ~ikisinin soylu durulu ğunu Tamburi
Cemil Beğ, Hafız Sami vb. plâklarmdan, yada do ğrudan doğruya din-
letilerden tan ıyarak hayranl ık duyan Arap ülkeleri, son elli y ılda da
Türk sanatçı ve öğretmenlerini sık-sık yurtlarına çağırarak sanatlarını
dinlemiş yada okullarında öğretmenlik yapt ırmışlardı r. Sözgelimi Şerif
Muhiddin Targan (1892-1967) Bağdat Güzel Sanatlar Akademisi Musiki
Bölümü'nde 1936-1948 aras ı oniki yıl yöneticilik ve ö ğretmenlik yapa-
rak birçok öğrenci yeti ştirmiş, ülke siyasal yönden durulduktan sonra
Mesud Cemil 1955-59 a ı ası dört yıl akademinin musiki bölümü ba ş-
kanlığını ve öğretmenliğini yürütmüş, Cevdet Çağla (doğ. 1900) keman
ve Hilmi Rit (do ğ. 1930) kanun öğretmeni olarak ona yard ımcı olmuş-
lar, ayrıca radyo ve televizyonda dinletiler vermi şlerdir. Gene bu kuru-
ma 1961'de kanun öğretmeni olan Necdet Varol (do ğ. 1927) ertesi yıl-
lar ayrıca remileme, kuram ve usul öğretmenli ğini de üzerine alarak
8 yıl kalmış, bu süre içinde televizyonda dinletiler de sur ımuştur. Irak'-
taki bu çalışmalara ko şut olarak Suriye devleti de Şam'da bir konser-
vatuvar kurarken 1948'de Refik (1893-1965) ile Fahire (do ğ. 1900)
Fersan çiftini uzman-dan ışman olarak görevlendirmi ş, ayrıca radyoda
her ay üç dinleti veren sanatç ılar İsrail'le sava ş çıkması yüzünden sekiz
ay sonra Istanbul'a dönmü şlerdir. Irak, Suriye, Mısır, Lübnan ile Tür-
kiye'den göçmü ş rum, ermeni ve musevilerin yerle ştiği Yunanistan,
Kıbrıs, Fransa, Almanya, İsrail ve Amerika Birle şik Devletleri'nde din-
leti verenler aras ında ayrıca Münir Nurettin Selçuk, Aleko ve Yorgo
Bacanos, Dramal ı Hasan Güler, Haydar Tatl ıyay, Hakkı Derman,
Sadi Işılay gibi sanatç ıları anmak gerekir.
GELENEKSEL SANAT MUSİ Kİ Mİ Z 259

B) Yurtdışından etkiler
Ondokuzuncu yüzyılda Ulah /Rumen longasıyla Rum/Elen sirto-
sunu tür olarak benimsemiş olan geleneksel Türk sanat musikisinin
eğlence dalı, 20. yüzyılda Rum taverna musikisinden de zaman-zaman
esinlenmekle birlikte özellikle "arabesk" yada "arap tarzı" denen ezgi
kurma ve seslendirme tarz ına eğilim göstermi ştir. 19. yüzyılın ikinci
yarısında Kahire, Şam ve Halep gibi Yak ındoğu'nun belli-başlı musiki
merkezlerinden gelen ve en çarp ıcı özellikleri çok k ısa motiflerin ardar-
da tekrarlanmas ı, insan sesinin çalgılarla yankınması, seslendirmede
üst (ince) sekizlinin ye ğlenmesi olan bu tarz, geleneksel Türk sanat mu-
sikisinin uzun soluklu, duru ve soylu ezgisel anlay ışına aykırı dü şmekle
birlikte canl ı ve kıvrak oluşuyla ilgi toplayıp tutunabilmiştir. 1940-50
yıllarında Mısır yapımı 85 arap filminin musikisini düzenliyen Sadettin
Kaynak (1895-1961), filimlerin bir k ısmı Abdülvehhab'ın olan asıl
şarkılarını Türkçe'ye uyarl ıyarak, yada kendisi buna benzer fantazi
şarkılar yazarak bu tarz ın ülke çapında yaygınlaşmasında en önemli
rolü oynadı." Kaynak' ın öncüleri arasında 1928'den ba şlıyarak 4 yıl
Mısır'da, 3 yıl da Halep'te çalgıcılık eden Haydar Tatlıyay (1890-1963)
anılmaya değer. 1935 yöresi Istanbul'a yerle şen Tatlıyay "piyasada
Arap tarzı yay kullanılmasının neşrine hizmet etmiş, ayrıca Arabesk
şarkıların yayılmasına da önayak olmu ştur" (RONA 'E 350). Arap
tarzı ezgi kuranlar aras ında Fahri Kopuz'dan (Arap vals ı), İsmail
Safa Olcay'adek (M ısır sazsemaisi) daha pek çok sanatç ı sayılabilir.
Geleneksel Türk sanat musikisini benli ğine aykırı bir yola sürükle-
meye çalıştığından çok sak ıncalı olan bu Arap etkisinin yanısıra 1950'-
den sonra Hint filimleriyle gelen bir Hint etkisi, ayrıca örneğin Necip
Mirkelamoğlu'nun 1946'da yazdığı "Gül Ağacı Değilem" şarkısında
görülen, fakat asıl 1960'dan sonra güçlenen bir Azeri etkisi de sapta-
nabilir.

V. Bölüm: ARAŞTIRMACILIK VE BILIMSEL YAYINLAR


A) Araştırmacılık
Musiki araştırmacılığı (musicologie), özellikle geleneksel sanat
musikimizin araştırılması, yurdumuzda doksan yıla yakın bir geçmişe
38 "Bu parçalarda Kaynak'ın katkısı az oldu. Çoğu Mısır melodilerinin biraz de ğiş-
tirilmesinden ibarettir. Bu suretle günümüzde büsbütün dejenere olan çok kötü bir ç ığır
açılmış oldu. .... Ancak bazı parçaların Kaynak'ın mı, Abdülvehhâb veya başka bir Mısır-
lı bestekarın mı olduğunu kestirmek kolay de ğildir." (ÖZTUNA TMA I. 332)
260 GÜLTEKIN ORANSAY

sahiptir. Türkçe, arapça ve farsça musiki yazmalarm ı inceliyerek ge-


leneksel musikimizin tekni ği üzerinde derinliğine bilgi edinmiş olan
Galata Mevlevi Tekkesi şeyhi Atâullah Dede (1842-1910) ile arkada ş-
ları Bahariye Mevlevi Tekkesi şeyhi Hüseyin Fahreddin (1854-1911)
ve Yenikapu Mevlevi Tekkesi şeyhi Mehmed Celâleddin (1849-1907)
Dedeler unutulmuş olan teknik bilgileri yeniden ortaya ç ıkarmak için
araştırmalara giri şmi şler, bu anlayışı öğrencilerinden Rauf Yekta Be ğ
(1871-1935) ile Dr. Suphi Ezgi'ye (1869-1962) de a şılamışlardır. Üç
mevlevi şeyhinin araştırmaları= sonuçlarını yazıp yarnhyamadan
ölmelerinden sonra Rauf Yekta ile Dr. Suphi Ezgi, aralar ına Hüseyin
Sadeddin Arel'i de alarak 1913'ten 1920'yedek birlikte çal ışmışlar, ilk
yazılarmı bu yıllarda Milli Tetebbular Mecmuas ı ile Şehbal'da yayın-
lamışlardı r. (bk. EZGI NATM IV. 277-278, ayr ıca 186-187).
Musiki araştırmacılığının kurumlaşması Cumhuriyet döneminin
hemen başlarında gerçekle ştirilmiştir: İstanbul Belediye Konservatu-
varfnda Maarif Vekâletinin 9 aral ık 1926 günlü yazı sı uyarınca "Tas-
nif ve Tesbit Heyeti" kuruldu, üç üyeliğine Rauf Yekta, Muallim Is-
mail Hakkı Beğ (1866-1927) ve Zekâizade Hafız Ahmet Irsoy (1869—
1943) getirildi. İsmail Hakkı Beğ'in 30 aralık 1927 günü ölümü üzerine
yerine Ali Rifat Çağatay (1867-1935) getirildi, ayr ıca kurula 1932'de
Dr. Suphi Ezgi atanarak üye say ısı dörde yükseltildi. R. Yekta ile A. R.
Çağatay'ın 1935 yılı başında iki ay ara ile ölmelerine kadar kurul din-
dışı sanat musikisinden 180 parçayı tek yapraklar biçiminde, dinsel
musiki amtlannı 9 defter biçiminde yay ınladı. Dr. S. Ezgi ile A. Irsoy'a
1935'te Mesud Cemil'in (1902-1963) kat ılmasından sonra kurul 9
defter dinsel musiki daha yay ınhyarak diziyi bitirdi (1935-1939).
Mesut Cemil'in 1938'de Ankara Radyosu'na atanmas ıyla yalnız
kalan Dr. S. Ezgi ve A. Irsoy dind ışı sanat musikisi parçalarından bir
kısmını daha 1940-43 yıllarında dört defter biçiminde yay ınladılar. A.
Irsoy'un 14 ağustos 1943 günü ölmesinden sonra Dr. Suphi Ezgi tek
başına 1945'te Temcid, Nâat, Salât, Durak'lar ı, 1948'de Tanburi Mus-
tafa Çavuş'un 36 Şarkısı'nı yayınladı, bir gözünün görü ş yeteneğini
yitirmesi ile 1947'de kuruldan çekildi. Hiçbir şey yapılamadan geçen
birkaç yıldan sonra kurul 1950'de Refik Fersan' ın başkanlığında yeni-
den çalışmaya başladı ve 1954-58 yıllarında 21 defter yay ınladı. 1965'-
teki ölümünedek ba şkanlığını yaptığı Tasnif Hey'eti'nde R. Fersan'dan
başka Nuri Halil Poyraz (1885-1956), Kemal Niyazi Seyhun (1885—
1967) Dürrü Turan (1885-1961), Nuri Duyguer (1877-1963), Sadeddin
GELENEKSEL SANAT MUSİ KİMİZ 261

Heper (do ğ. 1899), Halil Can (1905-1973) ve yazar Refii Cevad Ulunay
uzun süre çalıştılar.
İstanbul Belediye Konservatuvar ı'ndaki bu çal ışmanın bir benzeri
Ankara ve İstanbul Radyoları'yla 1964'te Türkiye Radyo-Televizyon
Kurumu'nun (TRT) kurulmasından sonra kurumun Genel Müdürlük
örgütü içinde yapıldı. Aralarında Sadi I şılay (1899-1969), Sadettin
Heper (do ğ. 1899). Münir Nurettin Selçuk (do ğ. 1900), İsmail Baha
Sürelsan (do ğ. 1912), Tarık Kip (do ğ. 1927) ve Turhan Toper (doğ.
1929) gibi sanatçıların bulunduğu bir "Repertuar Kurulu" oluşturu-
larak radyolarda yayınlanacak parçalar ın doğru biçimleri tesbit edildi
ve tek yapraklar biçiminde ço ğaltıldı. Herhangi bir s ırasayısı almıyan
ve yalnız kurumda çalışan sanatçılara dağıtılan bu notaların sayısı
çeyrek yüzyılda ikibini aştı.
Geleneksel Türk sanat musikisini ara ştırmakla görevli üçüncü
bir kuruluş 1969 yılı başında Milli Eğitim Bakanlığı'nın bünyesinde
oluştu. "Türk Musikisini Ara ştırma ve Değerlendirme Komisyonu" adını
alan bu kuruluş Dr. Nevzad Atlığ'm başkanlığında çalışarak H. S.
Arel'in "Türk Musikisi Kimindir ?" başlıklı makale dizisi (1969) ve
Y. Öztuna'nın "Türk Musikisi Ansiklopedisi" (I. cilt, 1969) ile "Türk
Musikisi Klâsikleri" başlığıyla 6 fasikül (1970-72) yayınladı. Bu ya-
yınlara Dr. N. Atlığ'dan (do ğ. 1925) başka Cüneyt Orhon (do ğ. 1926),
Alaaddin Yava şça (doğ. 1927), Yılmaz Öztuna (do ğ. 1929) ve Cüneyd
K o sal'ın (doğ. 1931) emeği geçti.
Türkiye'de musiki ara ştırmacılığının gelişmesi için en önemli adım-
lardan biri de üniversite yükseltisinde musiki ara ştırmacılığı öğrenimi
için atılan adımlar olmuştur. Bu yolda ilk hareket Ankara Üniversitesi
ildhiyat Fakültesi'nde (kuruluşu 1949) gerçekle şmiş, üniversite sena-
tosunun 24 aralık 1968 günü onayladığı bir kararla İsmail Baha Sürel-
san "Dini Türk Musikisi" dersi okutmaya ba şlamış, 1971 martı asis-
tanlığına atanan Dr. Gültekin Oransay 1972 kas ım doçent sanını ka-
zanarak musiki ara ştırmacılığının yurdumuzdaki ilk akademik temsil-
cisi olmuştur. Erzurum Atatürk Üniversitesi ile İzmir Ege Üniversitesi
de 1974 yılından başlıyarak musiki ara ştırmacılığı için kürsü kurmayı
plânlamış bulunmaktadır.

B) Anıt Yayınları
Cumhuriyetin ilk elli yılında başarılmış başlıca anıt yay ınları bası-
lış tarihlerine göre s ıralanmış olarak şunlardır:
262 GÜLTEKİ N ORANSAY

1) Türk Musikisinin Klâsikleri: İ stanbul Belediye Konservatu-


varı 'nca dört dizide gerçekle ştirilmiştir. (1924-1958).
a) Fasıl musikisi yapraklar ı. İkisi uluslararas ı sanat musikisine
ayrılmış olan 180 çift yaprak yay ınlanmış, bunlarda Rauf Yekta'n ın
ortaya koyduğu nota yazısı kullanılmıştır. İlk 120 tanesi (1340=1924'-
ten 1928'edek) kurumun eski ad ı kullanılarak "Darü'l-Elhan Külli-
yatı " başlığıyla ve eski harflarla, 121.-180. yapraklar " İstanbul Bele-
diye Kortservatuar ı Türk Musikisinin Klasikleri" ba şlığı altında ve
yeni harflarla bas ılmıştır.
b) Dini Musiki ciltleri. İkisi bektaşi nefeslerine, üçü ilâhilere,
onüçü mevlevi âyinlerine ayr ılmış onsekiz cilt yayınlanmış (1931-1939),
121 ilahi, 87 nefes ve 38 mevlevi âyini ortaya konmu ştur. Nota yazısı
gene Rauf Yekta'n ın ortaya koyduğudur.
c) Fasıl musikisi ciltleri. İlk ikisi Hafız Mehmed Zekâi Dede
Efendi Külliyatı'na, 3. sü bu külliyatın zeyliyle hicazbuselik, sababu-
selik, acembuselik ve sultani ırak fas ıllarına, 4.sü evcbuselik, mahur-
buselik, muhayyerbuselik, nevabuselik, buselik ve hisarbuselik fas ıl-
larına ayrılmış olan dört cilt yay ı nlanmıştır (1940-1943). Nota yaz ısı
önce R. Yekta'n ınki, 237. sayfadan sonra Dr. Suphi Ezgi'ninkidir.
d) Klasik fasikülleri. Çoğu fasıl musikisine, bir-ikisi dini musikiye
ayrılmış 21 fasikül yayınlanmıştır. (1954-1958).
2) İstanbul Belediye Konservatuar ı Neşriyatı : Yukarıda sayılan
"Türk Musikisinin Klasikleri" dizisi d ışında her ikisi de Dr. Suphi
Ezgi'ce hazırlanmış tek yayınlar da yapılmıştır :
a) Türk Musikisi Klasikleri'nden Temcid, Nâat, Salât, Durak
( İ stanbul 1945) 64 sf.
b) Tanburi Mustafa Çavu ş'un 36 Şarkısı (İstanbul 1948) 48 sf.
3) Türk Musikisi Dergisi Ne şriyatı : Istanbul'da 1947-52 yıllarında
çıkan (görebildi ğimiz son sayısı 46.sıdır) Türk Musikisi Dergisi her
sayısında 3-4 parçanın notasını verdikten başka kitap yayını da yap-
mıştır. Bunların yalnız bir tanesi an ıt yayınıdır :
Vechi Seyhun: Santuri Ethem Bey. Hayat ı ve eserleri (Türk Mu-
sikisi Dergisi Neşriyatı 2) İstanbul 1948.
4) Türk Musikisi Bestekârlar ı Külliyat ı : Rahmi Kalaycıoğlu'nun
kendi olanaklar ıyla yayınladığı üç cilt içinde 30 say ı (1959-1969). Cum-
huriyet dönemi yarat ıcılarının 30 tanesinden ortalama 15'er parça do ğ-
CEISNEKSEL SANAT MUS İKİ MİZ 263

rudan do ğruya sahibinden yada veresesinden al ınarak özenle bas ıl-


mıştır.
5) Türk Musikisi Klasikleri: Milli Eğitim Bakanlığı Türk Musi-
kisini Araştırma ve De ğerlendirme Kornisyonu'nca haz ırlanıp yayın-
lanmaktadır. Bugüne kadar 1. cilt 6 fasikül biçiminde (1970-72) ç ı-
karılmış, 77 parçan ın notası ile bestekarları ve geçen teknik terimler
üzerine bilgiler verilmi ştir.
Bilimsel anlamda anıt yayını sayılmamakla birlikte Muallim İs-
mail Hakkı, Leyla Saz, Kanun? Ama Naz ım, Ismail Fenni Ertuğrul,
Şekip Ayhan Özışık, Fahri Kopuz, Kadri Şençalar, Avni Anıl, Haydar
Tatlıyay ve daha başkalarının kitap biçiminde toplu bas ılmış yarat ıla-
rının, ayrıca Nota, Türk Musikisi Dergisi ve Musiki Mecmuas ı'ndan
Hey Türk Müziği Şarkı Sözü Dergisi'nedek pek çok süreli yay ında
basılmış parçaların araştırmalarda kaynak olarak kullan ılması müm-
kündür.
Musiki tarihi ve kuram ı üzerine yazılmış yazma ve basma anıtların
yeni harflara çevrilip yay ınlanması henüz ba şlangıç durumundadır.
Musiki Mecmuası'nda Şeyhülislam Es'ad Efendi'nin 18. yüzy ıl başında
yazdığı Atrabü'l-Asar'ı sadele ştirilerek, Şeyhrnin 16. yüzy ıl başından
kalma Edvar'ıyla Ali Ufkrnin 17. yüzy ıl ortasında kaleme aldığı
Mec ınua-yi Saz ü Söz'ün güfteleri oldu ğu gibi yayınlanmış (1949-1971),
Kazım Uz'un Musiki Ist ıldhatı düzeltme ve eklemelerle Gültekin O ı an-
say'ca bastırılmıştır. (Ankara 1964)

C) Araştırmalar
Türk musikisi kuramı bugünedek bilimsel kesin biçimiyle ortaya
konamadığı için Cumhuriyet döneminde yaz ılan bellibaşh kuram ki-
taplarını birer ara ştırma saymak gerekir. Bunların başında Dr. Suphi
Ezgi'rtin "Nazari ve amell Türk rnusikisi" başlığıyla yayınlanan (İstan-
bul 1933-1953) be ş cilt gelir. İlk cildinde perde dizgesiyle makamlar ı,
2. sinde usulları, 3. sünde türleri tan ıtan, son ikisinde de tarih bilgileri
veren bu kitap, Pitagor a şıtından başka bir şey olmıyan yazı aşıtını
çargâh olarak adland ırıp çargah makamıyla karıştırması, bu yanlış
çargalm geleneksel rant makam ı yerine Türk musikisinin ana makam ı
saymas ı, eskilerin asma karar dedi ği çatkı seslerini dikkate almı-
yarak makamları yanlış çözümlemesi ve sınıflandırması, usulları
birer bütün olarak göremeyip hiç dayanaks ız küçük parçalara bölmesi
gibi bilimsel yanlışlarla yüklü olmasına rağmen Türkçe'de ilk geni ş
264 GÜLTEKIN ORANSAY

kuram kitabı olduğu için yaygın etkisini günümüzedek sürdürmü ştür.


Hüseyin Sadettin Arel'in İstanbul Belediye Konservatuvar ı başkanı
iken (1943-1948) yazd ığı ve Musiki Mecmuası'nda yayınladığı "Türk
musikisi nazariyatı dersleri" (1948-1954; 2. bas ıhş 1964) S. Ezgi'nin
kitabındaki perde, aralık, makam ve usul bölümlerinin düzeltilmi ş bir
özeti sayı labilir. 39
Geleneksel sanat musikimizin kuram ın' yepyeni bir açıdan ele
alan, uyum (harmonie) yaz ısını bulabilmek için ezgi yapısını ve dolayı-
sıyla makam anlay ışın' halk musikisini de içine katarak inceliyen Ke-
mal İlerici (do ğ. 1910), ilk biçimini 1945'te yazdığı, son biçimi 1969'da
Milli Eğitim Bakanlığı'nca bastırılan "Bestecilik bak ım ından Türk
musikisi ve armonisi"nde geleneği yadsımıyan bir dizge ortaya koymuş,
rast makam ının, gelenekte "tam" olarak nitelendirilen perdelerini ve
en sık kullanılan durak olan dügâh' ı içinde toplıyan hüseyni makamını
ana makam saymıştır.
Ezgi-Arel ve İlerici'nin kuram kitaplar ı dışında kuramsal araştır-
ma olarak adlandırılabilecek iki kitap, Gültekin Oransay' ın, (doğ.
1930), her ikisi de Almanca olarak yay ınlanmış olan "Türkiye Türk
sanat musikisinin perde dizgesi" (Das Tonsystem der türkei-türkischen
Kunstmusik; "Die Musikforschung" içinde, 1957) ve "15. yüzy ıldan
19. yüzy ıladek geleneksel Türk sanat musikisinin ezgisel çizgisi ve makam
kavram ı"dır. (Die melodische Linie und der Begriff Makam der tradi-
tionellen türkischen Kunstmusik vom 15. bis zum 19. Jahrhundert;
Ankara 1966).
Geleneksel Türk sanat musikisini tarih ve biyografi yönünden
araştıranlar, bu konularda oldukça zengin bir malzeme ortaya ç ıkar-
mışlardır. Özellikle Hüseyin Sadettin Arel'in (1880-1955) Türk Musi-
kisi Kimindir? başlıklı 14 makalesi (Türklük, nisan 1939-kasım 1940;
3. baskı kitap biçiminde, İstanbul 1969), Sadettin Nüzhet Ergun'un.
(1901-1946) Türk Musikisi Antolojisi (yalnız Dini Eserler bölümünün
2 cildi basıldı, İstanbul 1942-43), Mustafa Rorta'n ın (1900-1970) 50
Y ıllık Türk Musikisi (İstanbul 1955; 3. bask ı "20. Yüzyıl Türk Musiki-
si" başlığıyla, İstanbul 1970), Haydar Sartal' ın (doğ. 1926) Mehter
Musikisi (İstanbul 1964), İbnülemin Mahmut Kemal inal'ın (1870—

39 Salih Murat Uzdilek'in "Ilim ve Musiki: Türk Musikisi Üzerine Etütler"i (Istan-
bul 1944) Ezgi ve Arel'in tamamlay ıcısı olarak gösterilirse de Pitagoras kuram ına yeni bir
görüş katmadan onu yeniden bulmu şcasına anlatan bu kitapç ıgın Türk musikisiyle ilgisi
oldugunu sanmak yanılmadır.
GELENEKSEL SANAT MUSİ Kİ M İ Z 265

1957) Hoş Sadâ'sı (İstanbul 1958), Sadun Kemali Aksüt'ün (do ğ. 1932)
Beşyüz Y ıllık Türk Musikisi Antolojisi (İstanbul 1967) gibi çalışmaları,
Ruşen Ferit Kam, Rıfkı Melul Meriç, Vecdi Seyhun, Ismail Baha
Sürelsan, Halil Can, Burhanettin Ökte, Emin Ongan' ın meslek dergi-
lerindeki yazıları anılmak gerekir.
KAYNAK KISALTMALARI
AKSÜT TMA 500 Y ıllık Türk Musikisi Antolojisi. Yazan: Sadun
Kemali Aksüt. Istanbul: Türkiye Yay ınevi 1967
ERGUN TMA Sadeddin Nüzhet Ergun: Türk Musikisi Antoloji-
si. Dini Eserler, 1. ve 2. cild (= İstanbul Üniver-
sitesi Yayınlarından) İstanbul: Rıza Ko şkun Mat-
baası 1942-1943
EZGI NATM Nazmi ve Ameli Türk Musikisi. Dr. Suphi Ezgi
(= İstanbul Belediye Konservatuar ı Neşriyatı)
5 cilt, İstanbul 1933-1953
İNAL HS İbnülemin Mahmut Kemal İnal: Hoş Sadâ. Son
Asır Türk Musikişinasları (= Türkiye İş Bankası
Kültür Yay ınları , Seri: 1, No. 10) İstanbul: Maa-
rif Basımevi 1958
KİP SE TRT Türk Sanat Musikisi Sözlü Eserler Repertu-
varı (makamlara göre). Hazırlayan Tarık Kip
(= TRT Müzik Dairesi Yayınları 7) 1. çoğaltılı-
şı 1 Ocak 1972
KOÇU İA İstanbul Ansiklopedisi. Reşad Ekrem Koçu. (Is-
tanbul, 1958'den beri yay ınlanmakta)
KONUK H Hvanende : Müntehab ve mükemmel şarkı Mecmd-
ası. Cami' ve müntehibi Ahmed Avni [Konuk].
Istanbul: Mahmud Beg Matbaas ı 1317
MusA Musiki Ansiklopedisi. Onbeş günde bir cuma gün-
leri çıkar dergi. Imtiyaz sahibi ve ne şriyat müdürü
Emin Cenkmen. (Istanbul, 7 mart 1947'den ba şlı-
yarak yayınlanmıştır)
MusM Musiki Mecmuas ı. Aylık dergi. Sahibi A. İhsan
Tayşılı (sonra Lâika Karabey ve Etem Üngör)
1 mart 1948'den beri yayınlanır.
MusN Musiki ve Nota. Eğitici Aylık Musiki-Radyo ve
Sanat Mecmuası. Sahibi ve yaz ı işleri müdürü:
266 GÜLTEKIN ORANSAY

Avni Anıl (Istanbul'da 1969 kasımı yayınlanmaya


başlamıştır)
NOTA Nota. Musiki Mecmuas ı. (Ayda iki kez yay ınlan-
mıştır). Sahibi: Mildan Niyazi [Ayomak], Umumi
neşriyat müdürü: Dr. Salâhaddin (1933-35 y ıl-
larında 37 sayı çıkmıştır)
ORANSAY AUD Ali Ufki ve Dini Türk Musikisi (Doçentlik tezi,
Ankara 1972)
ORANSAY TS Das Tonsystem der türkei-türkischen Kunstmusik,
von Gültekin Oransay (in: Die Musikforschung,
X. Jg. (Kassel 1957), Heft 2, S 250-264)
ÖZTUNA TMA Türk Musikisi Ansiklopedisi. Yılmaz Öztuna.
(Milli Eğitim Bakanlığı Türk Musikisini Ara ştır-
ma ve Değerlendirme Komisyonu Yay ını) I. cilt
Istanbul: Milli E ğitim Basımevi 1969
ÖZTUNA TML Türk Musikisi Liıgati. Yazan: Yılmaz Öztuna.
(MusM'nda mayıs 1949-nisan 1954 arası yaprak-
yaprak yayınlanmıştır)
RADYO Radyo. Başbakanlık Basın ve Yayın Genel Mü-
dürlüğü'nce her ay ç ıkarılır. 15 aralık 1941 günü
yayınlanmaya başlamış, temmuz - ağustos - eylül
1949 için çıkarılan birleşik 91-92-93. sayıyla son
bulmuştur.)
RONA E 50 Y ıllık Türk Musikisi. Bestekârlar ve Besteleri,
Güftelerile. Mustafa Rona. Istanbul: Türkiye
Yayınevi.
1. baskı : 1955 (RONA 'E)
2. baslı : 1960 (RONA 2E)
3 . baskı ("20. Yüzyıl Türk Musikisi" başlığıyla):
1970 (RONA 'E)
SANAL MM Mehter Musikisi. Bestekâr Mehterler - Mehter
Havaları. Yazan: Haydar Sanal. (Milli E ğitim Ba-
kanlığı Yayını 3283) Istanbul: Milli E ğitim Ba-
sımevi 1964
SELİM CE Cami'ü'l-Elhan veyahud Mükemmel Şarkı Fasıl
Mecmuas ı. Sahib ve naşiri Udi Şamlı Selim. Der-
saadet (ts; 1910 yöresi)
TMBK Türk Musikisi Bestekârlar ı Külliyat ı . Sahibi ve
yayınlıyan: Rahmi Kalaycıoğlu. (1959-1969 aras ı
30 sayı yayı nlanmıştır.)
GELENEKSEL SANAT MUSIK İ MİZ 267

1. ÇİZELGE
Usulların Kullanılış Sıklığında Görülen Değişme"
1901- 1911- 1921- 1931- 1941-
Usullar 1910 1970 1910 1920 1930 1940 1950
la nimsofyan — 19 — 7 11 1
b sofyan 67 40 5 6 9 17 3
c teksofyan 2 —
ç yürüksofyan 4 1 1 — —
2a nimdüyek — 1 — — 1 -
b ağır düyek 15 3 — 2 1 — —

c düyek 157 275 42 43 90 93 7


ç değişmeli düyek — 5 — 2 2 1
d rumba — 1 1 —
3a senginsemai 45 35 16 3 15 1
b semai 1 77 7 10 42 17 1
c vals 1 26 3 4 11 8
ç yürüksemai 33 19 4 4 9 2
d değişmeli semai — 1 — — — 1
4a türk aksa ğı 17 33 16 9 2 5 1
b süreyya 6 — — — —
c ağır aksak semai 2 — — — — —
ç aksak semai 27 5 1 2 1 1
d curcuna 122 167 73 37 45 11
e değişmeli curcuna — 5 — 3 1 1
5a ağır aksak 72 18 6 5 4 3 —
b ağır evfer 4 — — — — —
c orta aksak — 5 4 1 — —
ç aksak 262 180 64 44 44 24 4
d evfer 27 2 2 — —
e yürük aksak 6 11 5 3 3
f mevlevi evferi 2 — — — — —
g değişmeli aksak — 6 3 2 1 —
h aydın 12 — — —
I çifte sofyan 13 10 9 — 1
i raks aksak — 1 — — — 1
6a devrihindi 82 15 4 6 1 4
b müsemmen /katakofti 13 25 7 5 9 4 —

c değişmeli müsemmen 2 — 2 —
ç raks 1 — —
d devrirevan 5 —
e evsat 2
7a değişmeli — 10 7 3
b serbest usul /serbest 2 1 1 —

TOPLAM 1000 1000 272 194 303 210 21


40 1910 yılı dagarı SELİM CE'den, geriye kalan alt ı sütun RONA 3E'den seçilmi ş
biner yarat ıyı değerlendirir. 1970 sütunu genel toplam ı, son beş sütun belirtilmi ş
yıllar arasında dogmuş sanatçıların yaratı sayısını verir.
268 GÜLTEKİ N ORANSAY

2. Ç İ ZELGE
Makamların Kullandış Sıklığında Görülen Değ i şme'
(ss = sırasayısı)
1910 1970 TRT Türkülü
Makamlar ss tane ss tane ss tane ss tane
hicaz 1 285 1 606 1 610 1 746 (1304)
uşşak 2 231 5 395 5 344 2 695
suzinak 3 211 7 180 8 189 8 462
hicazkâr 4 172 9 164 9 179 9 371 (617)
rast 5 168 6 302 6 316 6 621
nihavent 6 160 2 481 2 506 7 615
karcıgar 7 146 8 166 10 166 11 432 (552)
hüseyni 8 128 10 153 7 190 3 654 (7/969)
hüzzam 9 121 3 469 4 350 4 543 (1002)
saba 10 117 17 85 16 79 —345
hicazkârkürdi 11 101 4 428 3 393 5 662 (970)
mahur 12 92 12 129 Il 157 10 436
bestenigâr 13 92 19 66 23 54 — — (18 /270)
bayatl 14 85 21 59 18 74 — — (16/359)
ısfahan 15 78 25 50 19 69 19 176 (246)
muhayyer 16 55 14 102 13 122 12 375
bayatiaraban 17 55 23 51 27 47 -- (25 /231)
şevkefza 18 51 29 39 29 45 24 159
ferahnak 19 50 24 50 22 56 — — (22/233)
buselik 20 49 26 43 20 60 — — (29 /127)
yegâh 21 47 35 25 33 38 —
küçek 22 42 0 0 — (92 /20)
evc 23 41 27 40 21 57 — — (17/279)
suzidil 24 40 22 57 24 51 15 178
hisarbuselik 25 40 42 14 38 26 —
acemaşiran 26 38 15 100 17 78 — — (15/414)
dügâh 27 38 32 26 42 21 — — (38/130)
şehnaz 28 37 30 35 28 47 26 148
arazbar 29 34 62 3 57 7 — — (54 /65)
tahir 30 33 41 15 43 21 — 54
segâh 31 31 11 134 12 137 13 365
neva 32 29 36 23 39 24 22 188
evcara 33 28 38 21 36 30 — — (43 /114)
acemkürdi 34 27 13 104 15 103 — — (26/223)
hüseyniaşiran 35 27 46 8 47 17 — — (50/90)
ferahfeza 36 25 33 26 31 41 — — (30/164)
muhayyersünbüle 37 25 97 1 49 13

41 1910 sütunu SELİM CE'a, 1970 sütunu RONA 3E'ye, TRT sütunu KİP SE'e,
"Türkülü" başlıklı sütun ÖZTUNA TML'ne (parantez içindekiler ÖZTUNA TMA'ne)
dayanır.
GELENEKSEL SANAT MUSİ KIMIZ 269

1919 1970 TRT Türkülü


Makamlar ss tane ss tane ss tane ss tane
nühüft 38 25 58 4 54 9 — 68
şehnazbuselik 39 25 48 7 44 19 — 64
acembuselik 40 23 — 0 — 0 — — (69 /43)
acem 41 22 0 52 10 — — (41 /124)
rehavi 42 21 103 1 50 13 — 36
gülizar 43 20 45 10 45 18 — — (56/61)
muhayyerkil rdi 44 20 16 89 14 109 ——
sipihr 45 20 37 22 ._ — — 25
şevkitarap 46 19 60 4 72 4 — 48
nevabuselik 47 19 68 3 59 7 ——
pesenclide 48 18 — 0 69 4
hisar 49 17 80 2 58 7 —— (58 /53)
ısfahanek 50 17 0 — — —— (88 /22)
müstear 51 17 39 21 40 22 — 115
arazbarbuselik 52 16 88 1 66 4 —— (77 /36)
nikriz 53 16 44 12 37 29 — 91
ırak 54 15 51 6 51 11 —— (31 /172)
nişabur 55 15 — 0 81 1 - —
şedaraban 56 15 18 78 26 49 20 177

3. ÇİZELGE
SÖZLÜ ESERLER DA ĞARININ BİREŞİ M İ
VE MAKAMLARIN CANLILIĞI42
Sözlü Eserler Öteki Birbirine
Makam Toplam ı Şark ılar Eserler Oranı
1 şevkefza 50 46 4 1150:100
2 hicazkâr 126 112 14 800:100
3 suzinak 97 86 11 782:100
4 hicaz 177 154 23 669:100
5 evcara 29 25 4 625:100
6 bayatiaraban 55 47 8 587:100
7 hüzzam 115 98 17 576:100
8 muhayyer 54 46 8 575:100
9 karcığar 65 54 11 490:100
10 ferahnak 47 39 8 487:100
11 uşşak 138 111 27 411:100
12 kürdilihicazkâr 28 22 6 366:100
13 nihavend 90 69 21 328:100
14 bestenigâr 66 50 16 312:100
15 Şehnaz 33 25 8 312:100

42 Bu çizelge KONUK H'de bulunan bütün parçalar de ğerlendirilerek haz ırlanmış-


tır.
270 GİTLTEKİ N ORANSAY

Sözlü eserler Öteki Birbirine


Makam Toplamı Şarkılar Eserler Oran ı

16 hüseyn1 85 64 21 305:100
17 ferahfeza 20 15 5 300:100
18 mahur 75 56 19 294:100
19 hüseynılaşIran 27 20 7 285:100
20 arazbarbuselik 15 11 4 275:100
21 neveser 15 11 4 275:100
22 tarzınevin 15 11 4 275:100
23 hisarbuselik 29 21 8 262:100
24 buselik 47 34 13 261:100
25 şetaraban 14 10 4 250:100
26 saba 96 68 28 242:100
27 muhayyersünbüle 24 17 7 242:100
28 yegâh 33 23 10 230:100
29 evcbuselik 13 9 4 225:100
30 gülizar 13 9 4 225:100
31 maye 13 9 4 225:100
32 nişaburek 13 9 4 225:100
33 müstear 16 11 5 220:100
34 acemaşiran 38 26 12 216:100
35 acembuselik 19 13 6 216:100
36 suzidil 40 27 13 207:100
37 rast 93 62 31 200:100
38 arazbar 30 20 10 200:100
39 şehnazbuselik 27 18 9 200:100
40 araban 12 8 4 200:100
41 büzürk 12 8 4 200:100
42 sabazemzeme 12 8 4 200:100
43 ısfahan 41 27 14 192:100
44 tahir 29 19 10 190:100
45 nühüft 26 17 9 188:100
46 bayatl 79 51 28 182:100
47 şevk itarab 14 9 5 180:100
48 evc 38 24 14 171:100
49 muhayyerkürdi 21 13 8 162:100
50 zavil 12 7 5 140:100
51 acemkürdi 19 11 8 137:100
52 pesendide 18 10 8 125:100
53 bayatlarabanbuselik 9 5 4 125:100
54 besteısfahan 9 5 4 125:100
55 humayun 11 6 5 120:100
56 gerdaniye 26 14 12 116:100
57 nevabuselik 17 9 8 112:100
58 dügâh 29 15 14 107:100
GELENEKSEL SANAT MUS İ KİM İ Z 271

Sözlü Eserler Öteki Birbirine


Makam Toplamı Şarkılar Eserler Oranı

59 neva 29 15 14 107:100
60 segâh 20 10 10 100:100
61 suzidilürü 10 5 5 100:100
62 buselikaşiran 8 4 4 100:100
63 sazkâr 6 3 3 100:100
64 dilkeşide 7 3 4 75:100
65 gerdaniyebuselik 7 3 4 75:100
66 ısfahanek 7 3 4 75:100
67 sababuselik 7 3 4 75:100
68 şevkaver 7 3 4 75:100
69 mahurbuselik 12 5 7 71:100
70 muhayyerbuselik 12 5 7 71:100
71 rehavi 13 5 8 62:100
72 acem 16 6 10 60:100
73 revnaknüma 8 3 5 60:100
74 tahirbuselik 12 4 8 50:100
75 tarzıcedid 6 2 4 50:100
76 vechiarazbar 6 2 4 50:100
77 zevkitarab 6 2 4 50:100
78 ırak 14 4 10 40:100
79 dilkeşhaveran 10 2 8 25:100
80 şevkidil 5 1 4 25:100
81 nikriz 12 2 10 20:100
82 sipihr 15 2 13 15:100
83 küçek 9 1 8 12:100
84 pençgâh 9 1 8 12:100
84 rastıcedid 10 1 9 11:100
86 rahatülervah 3 0 3 —
87 bayatibuselik 4 0 4
88 hicazaşiran 4 0 4 —
89 hicazbuselik 4 0 4 —
90 nevakürdi 4 0 4
91 sultaniırak 4 0 4 —
92 sultanlyegâh 4 0 4
93 zengüle 4 0 4 —
94 gerdaniye 7 0 7 —
95 hisar 8 0 8 —
96 nişabur 8 0 8
2751 1924 827 232:100
LISELERDE D İN BİLGİSİ EĞİTİMİNİN
BUGÜNKÜ DURUMU

Dr. Beyza BİLGİN

50 yıllık Cumhuriyet dönemimizde, Milli E ğitimimizin meseleleri


arasında, Din eğitimi, önemli bir yer tutmu ştur. Gerçekte bu mesele,
Cumhuriyetten önce, daha II. Mahmut ça ğındanberi kendisini göster-
mekteydi. Nihayet Tanzimat'la birlikte, Modern e ğitim kurumlarının,
Teokratik eğitim kurumlarının yanında, birbiriyle bağdaşma ve kaynaş-
ma söz konusu olmaksızın, gittikçe gelişerek bir yüzyıl kadar sürmesi,
Milli Eğitimimiz açısından, tamiri güç sonuçlar do ğurmuştur. Teokra-
tik düzenle birlikte ise tamamiyle yenilen teokratik e ğitimin, eğitim
alanından çekilmesiyle, modern milli eğitim sistemi, tek ba şına yerleşti.
Fakat dinine bağlı Türk halkının, dinle ilgili ihtiyaçlarına, ruh susuzlu-
ğuna cevap verecek kurumların, aynı metotlarla modernle ştirilerek,
halkın hizmetine sunulmas ı epeyce gecikti. Epeyce diyoruz; çünkü,
yeni bulgular ve makinele şme sayesinde, milletlerin hayat ındaki değiş-
meler ve gelişmeler bakımından on yıl, yüz yıla adeta denk oldu. Din
eğitimi, genel eğitim konulan dışında kaldığı bu süre içinde durakla-
madı ; fakat daha kötüsü oldu: Gizli ve kaçak olarak, çok kötü şartlar
ve pek ilkel metotlarla yürütüldü. Bu şartlar içinde yetişen din adam-
ları , toplumu olumsuz yönde etkileme ğe başladılar. Kişinin dini eğitimi,
velilere bırakılmıştı . Çocuklarına Din bilgisini, kendileri veremiyecek
olanlar, birini bulmak zorundayd ılar. Böylece tekrar özel e ğitime dö-
nülmüş oluyordu ve karakterin te şekkülünde çok önemli bir etken olan
Din eğitimi, şahısların elinde, başıboş bırakılıyordu.
Dinde zorlama olmaz, o bir ferdi vicdan meselesidir. Fakat bir
değerin, vicdan konusu haline gelebilmesi için, bilgisinin de kazanılmış
olması gereklidir. Bilgi olmay ınca, vicdana bırakılan ne olacaktır!
Bu durumun, yenileş me ve modernle şme hamlelerinıizin hızını kesen
unsurlardan biri olduğu, herhalde pek açıktır.
3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat kanunu, Türkiye'nin bu çok
nâzik durumuna çare getirebilecek ruhtayd ı. Modern şartlarla birlikte
yürütülebilecek bir din e ğitimi, gerçekle ştirilebilirdi. Fakat olamad ı
ve bu terkedilmi şlik 1949 yılına kadar sürdü. Dünyadaki yeni ilerle-
274 BEYZA BILGIN

melerden, yeni şartlardan, kendini kabul ettirmi ş gerçeklerden habersiz


bir şekilde, ilkel ve kaçak bir e ğitimle yetişmekte olan din adamlar ının
telkininde kalan, dinine ba ğlı, az eğitim görmüş vatandaş kitlelerinin,
modern ve sadece Ali e ğitimle yeti şmiş, aydın vatanda şla yanyana
gelemiyecek bir biçimde, gittikçe uzakla şmaları sonucu ortaya çıkan,
memleket bütünlüğü bakımından çok tehlikeli çat ışmalar, Türk hü-
kümetlerini, bu konuya e ğilmeğe zorladı.
Din eğitiminin, büyük çoğunluğu ile ağır bir cehâlet içinde bulu-
nan Türk anne babalar ına bırakılmasının yanlışlığı anlaşılmıştı. Ço-
cuklar evlerinde aldıkları, gelenek ve göreneklerden ibaret, ço ğu zaman
gerçek din ile ilgisi olmayan bilgileri, okulda ald ıkları, tamamiyle akli
eğitim ve öğretimle bir türlü bağdaştıramıyarak, devamlı bir çelişme
içinde kalmaktayd ı. Bunun sonucu olarak, ya hiç münaka şaya yer
vermeksizin, görenek ve geleneklerine ba ğlı bir müteassıp, ya da inanç-
sız, kötümser, gününü gün etme ğe çabalayan biri olmalar ı mümkündü;
oluyorlardı da. Şu halde, işi anne babalara bırakmayarak, gerek ferdin
gerek toplumun din duygularını ve bununla ilgili ihtiyaçlarını, akılla
imanı karşı karşıya getirmeden, yanyana i şleyerek doyurmak, milli
eğitimimizin ihmal etmemesi gereken bir dâvâ oluyordu.
Bu anlayışların sonucu, 1 Şubat 1949 da İlkokullara, proğramdışı
Din dersleri konuldu; İmam Hatip kurslar ı açıldı ; İlâhiyat Fakültesi
kuruldu. 4 Kasım 1950 de İlkokullarda Din dersleri, pro ğram içine
alındı. 1951 de İmam Hatip Okullar ı açıldı, 1956 da Ortaokullara
proğram dışı Din dersi konuldu. 1960 da Yüksek İslâm Enstitüleri
kuruldu. 1964 de Ortaokullarda Din dersleri pro ğramın içine alındı.
1961 de Din eğitimi, müstakil bir daire, bir Şube Müdürlüğü haline
getirildi; 1964 te de Genel Müdürlük seviyesine ç ıkarıldı.
Fakat gönüllerin rahat oldu ğu söylenebilir miydi? 1956 da Orta-
okullara Din dersinin konulmas ı konusu görü şülürken, Atatürk ink-
lâplannın, bu yolla zedelenip zedelenmiyece ği üzerinde durulmuştu.
Halkın, inklâplara ısınma süresinin uzamas ında herhalde, Atatürk
inklâplariyle dinin ilişkisinin aydınlığa kavuşturulamayaşmın etkisi
büyüktür. Niçin bu konu, müphem kalmaktadır acaba ? Bilimi bilim,
dini din olarak anlamamızın zamanı gelmemiş midir ?
İlâhiyat Fakültesindeki gelişmeler; halkın, İmam Hatip Okulla-
rına ve İlâhiyat Fakültesine gösterdi ği ilgi; Ortaokullarda Din ders-
lerinin, mecburi derslerden ayırdedilemiyecek bir şekle girmiş bulun-
ması ; bütün bunlar, bir ihtiyaca cevap verilmekte oldu ğunu göster-
mektedir. Özellikle İmam Hatip Okullarına rağbetin, kuruluşundan-
LISELERDE D İ N B İLGİS İ E ĞİTİMİ 275

beri hızla artması ; halkın, daha çok İmam Hatip Okulu aç ılmasını
istemesi; Kızlarını da bu okullarda okutma yoluna gitmesi; herhalde
çoğunluğun, çocuklar ını din adamı olarak yetiştirmek istemesinden
gelmiyor. İmam Hatip Okullarından çıkan öğrencilerin, büyük bir
çalışkanlıkla lise farkı vererek, Üniversitenin çe şitli fakültelerine da-
ğılma çabaları gösteriyor ki, halkın bu gayreti, ba ğlı olduğu inançları-
nın, görgü ve terbiyesinin, evladında devamını istemesinden geliyor.
İşte bu tercübelerin sonucu, 1967 y ılında lise ve dengi okullar ın
I. ve II. sınıfları na, haftada birer saat olmak üzere, seçmeli Din Bilgisi
dersi konuldu.
Çocukluğun ve gençliğin özelliklerini, henüz birarada bulunduran
lise çağı, manevi de ğerlerin, dini sevginin, do ğruluk, fedakarl ık, ça-
lışkanlık, sabır gibi faziletlerin işlenip geliştirilmesine en uygun ça ğ
olarak görülüyor. Özellikle dinle ilgili konular ın seve seve tartışıldığı
bir çağ. Bu çağın ihtiyaçları, gereğince ele alınmazsa, ö ğrenci bunları
okulda bulamazsa, ba şka yerlerde arama ğa kalkıyor, -biz, bu çe şitli
arayışlardan, araştırmamızla ilgili olan yönü işlemek istediğimizden,
diğerlerine değinmiyoruz- genellikle ilk başvurduğu yer, kitapçılar
oluyor. Burada böyle bir gencin an ılarından söz etmek istiyorum:
K..., ortaokul sıralarında, tabiat üzerinde dü şünürdü. Bir gün,
Allah'ın varlığını münakaşa eden bir makale okudu Allah hakk ındaki
bilgisi kulaktan dolmayd ı, o makalede bazı bilgiler bulunca sevindi.
Bu çeşit başka yazı ve kitap bulabilme amaciyle bir kitapç ıya gitti.
Kitapçı ona bir kitap verdi. Kitapta, gencin o zamanki dü şüncelerin
çok uygun, güzel fikirler vard ı. Onu samimiyetle sınıfa götürdü. Öğ-
retmen bu kitab ı görünce, öğrenciyi Müdüre götürdü, onu s ıkıştırdı-
lar; bunun evveliyat ı olup olmadığını araştırdılar. Bu baskı, onda tepki
yarattı . Kitapçıya gidip durumu anlattı. Kitapçı bir randevü vererek
onu birisiyle tanıştırdı. Bu şahıs ona, öğretmeninin ve müdürün dinsiz
olduğunu, bunun için kendisine haks ız davranışlarda bulunduklarını
söyledi. Bu sefer ona ikinci bir kitap verdi. Bu, hikâyelerle süslü, daha
cazip bir kitaptı. Sonra s ırayla başka kitapları da okudu. Lise s ıralarına
geldiğinde, artık bir gruba girmişti, muntazam olarak onlar ın toplan-
tılarına gidiyordu. Bu heyecanla ilahiyat Fakültesine girdi. Puan ı ye-
terliydi, başka bir fakülteye de girebilirdi. Fakat o, Hukuk Fakültesine
gitmiş olsa ve hakim veya avukat olarak çal ışsa, şeri olmayan kanun-
lara göre hükmedece ğinden, kâfir olaca ğını düşünüyordu. Çünkü o,
mevcut düzeni, hatta kendi kanılarının dışındaki müslümanları da
276 BEYZA B İLGİ N

küçümsüyordu. Kendisinde, Kur'an ı. Kerimi gere ğince anlamak arzusu


yerle şmişti.
Fakültedeki derslerde, dini konular ın işlenişinde ilerledikçe, ger-
çek islam prensipleriyle, daha önce sözü geçen kitapç ı yoluyla öğrenmiş
olduğu prensiplerin ayr ılığın' gördü, şüphelenmeğe başladı. Aşırı ka-
dercilik, atalet, tutumlar ının toplumla uyuşmazlığı , gittikçe daha çok
zihnini kurcaladı . Fakülte II. sınıfın sonlarına doğru, onları, kendi
toplantılarında tenkit edince, onun sap ıtmış olduğuna hükmettiler ve
toplantıdan koydular; "mürted" dediler; selam vermez oldular. Ken-
disi selam verecek olsa, kar şılık vermezlerdi.
K... bu kurtuluşunu, dini bilgileri yeterince bulabilece ği bir fakül-
teye girmiş olmasına borçlu olduğunu söylüyor. Aksi halde, kendisine
yapılan telkinleri tenkit için, bilgisi yeterli olmayacak, üstad ın dediğini
daima kabul edecekti. K... liseli bir ö ğrenci ile İmam Hatipli bir öğren-
cinin, bu cereyanlardan birine ba ğlanışının farklı olduğunu da ilave
ediyor. Lise öğrencisi, tek doğru olarak ona bağlanır'. başka bir fikre
güvenmez. İmam Hatip'li ise onlara, olsa olsa sempati besler; dinle
meşgul olmaları bakımından onları karşısına almak istemez. Onlar da
Imam Hatip'liyi beğenmezler. Çünkü onun bağlanışı tenkitçidir, hiç-
bir zaman kayıtsız şartsız değildir. Bu bakımdan onlar, bağlılarının,
tahsil etmesini de istemezler. Nasıl olsa, işin amen yönünü gerçekle ş-
tirecek mehdi, yak ın zamanda gelecektir. Onlar daha tahsillerini bi-
tirmeden, kendilerine görevler verilecektir. En iyisi, kar ın doyuracak
kadar bir iş edinip, geri kalan zaman ı asıl gayeye ayırmaktır. Bu bek-
leme devresinde, dini kültürünü artt ıranlar veya beklemekten usanan-
lar, ayrılmaktadırlar.
K...'nin fikrine göre, cereyanlar aleyhine yap ılan yayınlar, bu
cereyanları önleyemez. Olsa olsa din kültürü alm ış olan kimseleri uya-
rır, halkı uyaramaz. Zaten bu cereyanlar, mensuplar ını , çok kitap oku-
maktan menederler. Çok yemek yiyenin midesi bozuldu ğu gibi, çok
kitap okuyanın da kafası bozulur, derler. Yaln ı z kendi kitaplarını
okuturlar.
Ayrıca, bu kitapların faydalı olduğunu, samimiyetle iddia eden
kimseler de vard ır. Mesela, daha ortaokul s ıralarında sigaraya ve içkiye
başlamış bulunan T..., bu kitaplar ı okuduktan sonra düzeldi ğini, içkiyi
bıraktığını, iyi huylu, mazbut bir insan haline geldi ğini söylüyor. Ki-
1 Bu durum, ortaöğretimde din dersinin uygulanmad ığı devre için söz konusudur.
Şimdi durum daha değişik olabilir.
L İ SELERDE Dİ N B İ LGİ S İ E Ğİ Tİ Mİ 277

şinin, kendisine doğru yolu gösterecek bir rehbere ihtiyac ı vardır, ona
bunu yasaklamamal ıdır, kanaatini ileri sürüyor. Burada Atatürk'ün
şu sözünü hatırlıyorum: "Her fert, dinini, diyânetini, iman ını öğrenmek
için, bir yere muhtaçt ır. Orası da mekteptir".
Buraya bir de, ortahalli bir vatanda ş olan V...'nin yakınmalar ını
eklemek istiyorum: V..., bugün art ık, sadece müslüman olanla bir
cereyana ba ğlı müslümanın ayırdedilemediğini, çoğu zaman birbirine
karıştırıldığını söylüyor. Ona göre, namaz k ılan, camiye giden her
vatandaşın, Nurcu veya Süleymanc ı olup olmadığı düşünülür hale
gelmiştir. Böyle bir şüpheyle yakalanan birinin ele geçen kitaplar ı,
tetkike gönderildi ğinde, bunların, Gazali'nin bir eseri, bir İlmihal ki-
tabı ve bir Kur'anı Kerim'den ibaret olduğu da sabit olabilmektedir.
Bu, çok üzücüdür. Görevlilerin, din hakk ında hiç mi hiç bilgileri kal-
mamıştır. Bir görevli, nasıl olurda, Kur'anı Kerim'i tanımaz ve onu
herhangibir risale olabilece ği şüphesiyle tetkike gönderir ?
Görülüyor ki, bugün için her çağda ve her görevdeki vatanda şın,
hiç değilse ilk bilgilerle e ğitilmiş olması gerekmektedir. Bu bakımdan
okullara Din dersinin konulmas ı yanında, vaizlik konusunun da, ciddi-
yetle ele alınması, neşriyatın kontrol edilmesi, halkı n anlayabileceği
dilde ve özellikte, doğru bilgi veren yayınların çoğaltılması gerekmek-
tedir.
Bütün bunları , uzun bir giriş olarak sunduktan sonra, asıl konu-
ma geçmek istiyorum:
Liselerde Din Bilgisi eğitiminin bugünkü durumu nas ıldır ? Bu
soruya cevap bulabilmek amaciyle, Ankara'daki lise ve dengi okullar-
dan 19 unu ziyaret ettim'. Okul idarecileri, Din Bilgisi ö ğretmenleri ve
öğrencilerle görü ştüm. Şunu hemen söylemeyi bir borç bilirim: Gitti-
ğim her lisede, Müdür, idareci ve ö ğretmen arkada şlardan son derece
iyi kabul ve yardım gördüm, teşekkür borçluyum.
2 Bu Liseler şunlardır:
1—Abidinpaşa Lisesi 11— Deneme Lisesi
2—Ankara Koleji 12— Fen Lisesi
3—Ankara K ız Lisesi 13— Gazi Lisesi
4—Anafartalar Lisesi 14— Keçiören Lisesi
5—Atatürk Lisesi 15— Kurtuluş Lisesi
E— Atatürk Kız Enstitüsü 16— Mamak Lisesi
7—Aydınlıkevler Lisesi 17— Mustafa Kemal Lisesi
8—Başkent Lisesi 18— Yenimahalle Kız Lisesi
9—Cumhuriyet Lisesi 19— Yıldırım Beyazıt Lisesi
10—Çankaya Lisesi
(Bu liselerden, Anafartalar Lisesi ile Ankara K ız lisesinin, yalnız Din Bilgisi ögretmeniyle
görüşülmüştür).
278 BEYZA BILGIN

Liseleri gezerek toplad ığım bilgileri, sıralamaya geçmeden önce,


karşılaştırmada kolaylık sağlaması amacı ile, Milli Eğitim Bakanlığı
Talim Terbiye Dairesinin, Liselerin ve Lise derecesindeki meslek okul-
larının 1. ve 2. sınıflarında, Din bilgisi dersinin uygulama şekli hakkın-
daki, 1 Ekim 1968 tarih ve 260 sayılı yazısını, buraya aynen almak
istiyorum :
"1968-1969 ders yılının başından itibaren lise ve lise derecesindeki
meslek okullarının 1. ve 2. sınıflarını n ders saatlerine, Din Bilgisi der-
sine devam edecek ö ğrenciler için bir saat ilave edilmesi ve a şağıdaki
esaslara göre uygulanmas ı hususunun Bakanl ık makamının tasvible-
rine arzı kararla ştı.
1—Din Bilgisi dersi için kullan ılmak üzere, lise ve dengi meslek
okullarının 1. ve 2. sınıflarını n haftalık ders saatlerine eklenen birer
saat, okul müdürlerince tesbit edilecek herhangibir mesai gününe ko-
nabilecek ve bu i ş yapılırken, öğretmen, şube ve öğrenci sayıları ile
normal öğretim veya çift ö ğretim durumları dikkate alınacaktır.
2—Bu saatler, günlük pro ğramın başına veya sonuna konuldu ğu
takdirde, Din bilgisi dersine devam etmeyen ö ğrencilerin, bu saatlerde
okulda bulunmalar ı bahis konusu olmayacaktır.
Bir veya birden fazla şubenin Din Bilgisi dersinin, ara saatlere
konulması halinde, bu şube veya şubelerin, Din Bilgisi dersine devam
etmeyen öğrencileri, Ortaokullarda oldu ğu gibi, öğretmen nezaretinde
serbest çal ışma yapacaklard ır."
1 . maddeden anla şıldığı gibi, dersin uygulamasında şekil, tama-
miyle müdürlerin anlayışına bırakılmıştır. Bu bakımdan, bu 19 okulda,
çeşitli uygulama şekilleriyle kar şılaştım. Bu arada, şunu hemen belirt-
meliyim. Bu okullar ın hepsinde, bir veya iki, kadrolu Din Bilgisi ö ğret-
meni bulunmaktadır. Bunlardan birisi Yüksek İslam Enstitüsü mezunu,
diğerleri ilahiyat Fakültesi mezunudurlar.
Uygulamadaki çeşitlilik bakımından liseleri önce iki büyük gruba
ayırabiliriz:
1— Din bilgisi dersini, herhangibir ders gibi pro ğramın içinde
uygulayanlar. 19 liseden 8 i bu durumdad ır; haftal ık ders programını,
bir saat fazladan tutarak düzenlemektedirler. Ancak bu liseler de kendi
aralarında ayrılıklar göstermektedirler :
a) Seçimin % 100 oldu ğu 1 lisede, hiç bir güçlük yoktur, bütün
öğrenci derse devam etmektedir.
LİSELERDE D İN BILGISI E ĞITIMI 279

b) Seçimin % 75 in üzerinde oldu ğu 5 lisede, seçmeyen ö ğrenci


pek az olduğundan, her şubenin Din Dersi bulunmaktadı r. Seçmeyen
öğrenciler, e ğer ders son saate rastl ıyorsa, evlerine giderler, aksi halde
ya dinleyici olarak derste bulunurlar, ya da koridorlarda veya bahçede
dolaşmak üzere serbest b ırakılırlar.
c) Seçimin % 50 den az oldu ğu 2 lisede, seçen ve seçmeyen ö ğ-
renciler, ayrı şubelerde toplanmış, proğramları ona göre düzenlenmi ş-
tir.
2— Din bilgisi dersini, pro ğramın dışında uygulayanlar. Bu türlü
11 liseden 5 inde seçim % 60-65 aras ında, 6 sında da % 35-15 arasında
değişmektedir. Liselerin bir kısmında, öğretmenlerin ders saatlerini
gösteren haftalık çizelgede, Din dersi ö ğretmeninin ismi ve ders saatleri
görünmemekte, bir kısmında ise görünmektedir. Dersler, çe şitli şube-
lerden, Din dersini seçen ö ğrencilerin birleşip, yeni şubeler teşkil etme-
leriyle; sabahç ıları eve geç göndermek, ö ğlencileri de okula erken ça-
ğırmak suretiyle uygulanmaktad ır. Bu öğrencilerin, bir şubeyi taşarak
bir kaç şube te şkil etmeleri gibi durumlarda, bu b ekleyişler, birkaç
_

saati de bulabilmektedir. Bu saatler, çift tedrisatl ı okullarda, bütün


okulun yine derste olduğu saatler olduğundan, din dersleri için, bo ş
sınıf bulmakta güçlük çekilmekte, bazen, s ınıf denmeye hiç layık ol-
mayan, kırık dökük masa ve sıralardan ibaret odalarda çal ışılmaktadır.
Yoksa, kendi malzemeleriyle, bu derse has özelli ği bulunan odalara
rastlanılmamıştır.
Şimdi, müdürlerin, seçtikleri uygulama şeklini açıklamalarına
geçmek istiyorum. Din Bilgisi dersini herhangibir ders gibi, haftal ık
proğramın içinde uygulayan müdürlerin aç ıklamaları şöyledir :

1—"Mademki Talim Terbiye Dairesi, bu dersin gereklili ğine inan-


mış, okullarda okunmasını uygun görmüştür, artık bunun da diğer
derslerden farkı kalmamıştır."
2—"Proğramın dışında bırakıldığında, öğrencilerin eve geç gön-
derilmesi veya okula erken ça ğırılması, gidiş geliş saatlerini belirsiz-
leştirmekte, bu durum hem veliyi, hem okul idaresini tedirgin etmek-
teydi. Yağmurlu, karlı, soğuk kış günlerinde, dışarda bekleyen ö ğren-
ciyi, içeri almak mümkün olmuyor, d ışarda bekletmek ise insani ol-
muyordu. Pro ğramm içine al ınca rahatlad ık."
3—"Özellikle kız öğrenciler, derse devam etmek istedikleri halde
kısa günlü mevsimlerde, hava karardıktan sonra eve gitme güçlü ğünden
şikayet ediyorlardı."
280 BEYZA BILGIN

4— "Her milletin bir yap ısı ve dini vard ır. Kişi kendisi, dinin ge-
reklerini yerine getirmiyebilir. Fakat ba ğlı bulunduğu milletin dinine
kayıtsız kalamaz, kalmamalıdır. Hangi alanda hizmet edecek olursa
olsun, ba şarılı olabilmesi, milletini iyi anl ıyabilmesi ile mümkündür.
Din, milli değerlerden biri olunca, ö ğretilmesi gerekli oluyor. Bu ba-
kımdan, idare olarak ö ğrenciye, bu imkanı kullanabilmesinde kolayl ık
gösteriyoruz."
Müdürlerden, dersi pro ğramın dışında uygulayanlar ın açıkla-
maları da şöyledir:
1—Günlük proğrama bir 7. saat ekleyemeyiz.
(Ortalama 6 saat uygulayanlar)
2—Günlük Programı 8 saate çıkaramayız
(Ortalama 7 saat uygulayanlar)
3—Bir saat de din derslerine ay ırınca, kol çalışmaları aksıyor.
4—Bu, müdürlere bırakılmış bir konudur. Ben bu şekli uygun
buluyorum. Zaten ö ğrencinin bu dersi öğrenmeden yetiştiğinde bir
kaybı olacağına inanmıyorum. (Yalnız bir müdür bu şekilde konuş-
muştur).
5—Bir açıklama yazısı geldiği taktirde, pro ğramın içine alacağız
elbette. Şimdilik böyle yürütüyoruz.
Genellikle müdürler, kendileri pro ğramdışı uygulamaya devam
etmelerine rağmen, bunun karşısındadırlar. Mutlaka pro ğramın içine
alınması gerektiğini savunuyorlar. Yoksa bu haliyle dersin, bir şekil
ve aldatmadan ibaret kald ığı üzerinde duruyorlar. Dersin seçmeli ol ıı-
şunun, onun proğramın içine ahru şım güçleştirdiğini, aslında bu seç-
meli oluşun anlamsızlığını belirtiyorlar. Onlara göre; bu derste, kimse
inanmağa veya ibadet etme ğe zorlanmıyor, sadece bilgi veriliyor. Ö ğ-
renci, ayrı dinden bir aileden gelmedikçe, seçmemek diye bir durum
söz konusu olmamal ıdır. Zaten dersin seçmeli olu şu, herhalde, ö ğren-
ciye desrten kaçma imkan ı vermek için de ğil, ayrı dinden olanlara bir
baskıda bulunmuş olmamak içindir. Öğrenciye, Matematik dersini
seçip seçmiyece ği sorulsa, herhalde seçme oran ı çok daha dü şük olurdu.
Dersin, proğramın içine al ınması konusunda, bakanl ıktan bir açıklama
gereklidir. Tıpkı ortaokullar için olduğu gibi. Böylece bu ders, e ğitim
dışına taşan başıboşluk havasından kurtarılmış olacaktır.
Müdürler öğrencileri, Din dersini okuyanlar ve okumayanlar ola-
rak şubelere ayırmanın da zararlı olabileceği kanısındalar. "O zaman
Lİ SELERDE D İ N B İ LGİ S İ E ĞİTİMİ 281

okulda, dindarlar, dinsizler diye grupla şmalar yaratılabilir; bu da


eğitimin bütünlüğü açısından doğru değildir" diyorlar.
Koridorlarda veya bahçede gezmek üzere serbest b ırakılan öğren-
cilere gelince, yeterli salon ve kütüphane bulunmad ığından bunlar,
gürültü yaparak ders yapanlar ı rahatsız etmekte, nöbetçi ö ğretmeni
güç durumda bırakmakta olduklar ı gibi, hırsızlık olaylarında, öncelikle
bu öğrencilerden ş üphelenildiğinden, kendileri de güç durumda k al-
maktadırlar.
Müdürlerden birinin teklifi de şöyledir : Din dersi, Resim-Müzik
2. dil gibi seçmeli derslerin aras ına konulabilir ve çocuk bu arada din
dersini de seçebilir. Böylece de her üç s ınıfta mecburi olarak okuyabi-
lir. Zaten ortaokulda 1. ve 2. sınıfta okunduğu halde 3. sınıfta ara
verilmesi, sonra lise 1 ve 2 de tekrar okunup 3. s ınıfta yine kesilmesi de
merak edilecek bir konudur.
Müdürlerin genellikle üzerinde durulmas ını arzu ettikleri konu-
lardan ikincisi öğretmen, üçüncüsü de kitapt ır :
"Din Bilgisi öğretmenliği, daha fazla yetenek isteyen bir bran ştır.
Bilgi, şahsiyet ve özellikle pedagojik formasyon bakımından çok daha
kuvvetli olmaları arzu edilir. Gönül ister ki, Din dersi ö ğretmeni, her-
kesin hemen beğeneceği ve sayaca ğı, talebe üzerinde otorite kurabilecek
yapıda olsun. Diğer öğretmenler, onu istismara yönelemesinler. Bugün
din aleyhinde konu şanlar yalnız komünistler değildir, modern vatan-
daş ta dinin aleyhinde konuşuyor. Hepsinin karşısında, incitmeden,
incinmeden durabilmek kolay de ğildir. (Burada müdürlerden birinin
bir ilâvesini anmak istiyorum: "Benim üç o ğlum da kendi okulumda
okudular. Üçüne de din dersi okutmad ım. Çocuğumun ders dışı, gez-
me ve eğlenmeğe ayrılmış zamanını niçin alayım! Ben çocukluğumda
Kur'an'ı Yasin'e kadar ezberlemi ştim. ilkokula giderken, babam beni
sabah namazında kaldırır, hâfıza yollardı. Öyle yıldım ki, şimdi hiç
Kur'an okumuyorum. Bu duygu ile oğullarıma da öğretmedim." Bu-
rada sayın müdüre benim bir sorum oldu. "-Siz dini bilgi alarak yeti ş-
miş olduğunuzdan, belki buna ihtiyaç ta olmam ıştır Çocuklarınızın
zihnine takılan soruları kolay ve doğru olarak cevaplandırmışsınızdır".
Sayın müdür; "Hayır" dedi, "Çocuklar ım hiç soru soramadan
yetiştiler. Ben okadar me şguldüm ki, onlara ayıracak onbe ş dakikam
bile bulunmazdı." "Belki anneleri onlar ı tatmin etmiştir", dedim.
"Anneleri de edemezdi. Çünkü kendisi tahsilsiz bir ev kad ınıdır. Ço-
cuklar da şimdi yüksek tahsildeler").
282 BEYZA BILGIN

Öğretmenliği meslek olarak seçecek kimselerin, Fakültede ek


pedagojik formasyondan geçmeye te şvik edilmeleri dileğimizdir.
Önemli bir konu da ö ğretmen tayininde dikkatli olmakt ır. Öğret-
menin şart'arını düşünmenin yanında, okulun ve çevresinin şartlarını
da göz önünde tutmal ıdır. Her öğretmen her bölgeye hitabedemiyor,
bu yüzden de ba şarılı olmayabiliyor, seçim oranı düşüyor ve pek çok
entellektüel ki şi, sırf bu yüzden eksik kültürle yeti şmiş oluyor."
Müdürlerden çoğunluğu, Din dersinde notun kalkan olarak kul-
lanılmaması görüşündedir. "Öğrenci isteyerek seçti ği bu derse, yine
isteyerek çalışmalı. Öğretmen korkutmamalı, sevdirmeli" diyorlar.
(Bir müdür beyin ifadesine göre, k ızı bir Kız İlköğretmen okulunda
Din dersinden sınıfta kalıyormuş. Diğer dersleri iyi oldu ğu halde Din
dersinden 1-1 alıyormuş ; neredeyse, ö ğretmen okullarında da bu der-
sin seçmeli yapılması için müracaatta bulunacakm ış ! Sonra okul de-
ğiştirmiş de kızı sınıfım geçmiş).
Bir kısım müdürler de, bazı okullarda ö ğrencinin, sırf not orta-
lamasmı yükseltmek amaciyle Din dersine girdiğini, bunun doğru ol-
madığını, bu derste de notun ciddi tutulmas ını savunuyorlar.
Kitap konusundaki fikirlere gelince; bu konuyu ö ğretmenlerin
fikirleriyle birle ştirmek suretiyle sunmak istiyorum:
"Önce müfredat, lise ö ğrencisini tatmin etmiyor. Öğrenci ilk bil-
gileri, ilkokul ve Ortaokulda alm ış olarak geldiği için, bunların tek-
rarından sıkılıyor. Müfredatın, öğrencilerde bir ahlak terbiyesi yerle ş-
tirecek mufassall ıkta, yeniden düzenlenmesi umuluyor. Bununla ilgili
olarak şu teklifleri tesbit ettim:
1—Öğrenci Kur'anı Kerimi gerçekten tanımak istiyor, ona bunu
sağlamalıdır.
2—K arşılaştırmalı Din bilgisine daha çok yer verilmelidir.
3—Tasavvuf ve Mevlana, Yunus Emre gibi temsilcileri ile İslam
Filozoflarına da yer verilmelidir.
4—Özellikle Islam büyükleriyle ilgili menk ıbeler, öğrencilerin
ufkunu genişletecek, onlara heyecan verecektir. Mesela Yavuz ve Fa-
tih gibi hükümdarlar ın kendilerini yetiştiren hocaları karşısındaki dav-
ranışları, öğrencilerin kalplerinde silinmez izler b ırakabilecektir.
5—Okuma parçalar ı, aranılan zenginlikte değildir. Seçilen âyetler,
çeşitli şekilde yorumlanabilecek, kapal ı anlamlı âyetlerden de ğil, açık
anlamlı ve ruhlara i şleyici örnekleri ihtiva edenlerden seçilmelidir.
LISELERDE DIN BILGISI E ĞITIMI 283

Zaten Kur'anın metodu, ki şiyi örneklerle iknâ etmek, dü şündürmek


değilmidir3.
6- Kitaplarda, konular birkaç cümlelik yazar ın sözünden sonra,
çoğunlukla âyetlerle dolduruluyor. Ö ğrenci, bunları yanlış bellemekten
çekiniyor. Çoğu zaman da anlamakta ve bellemekte güçlük çekiyor.
Herhalde bu metodun düzeltilmesi faydal ı olacaktır.
7- Bazen de yanl ış bilgiler veriliyor. Mesela Hz. Ali'nin bir sözü,
hadis olarak geçebiliyor. Veya Türklerin bütün atalar ının müslüman
olduğu yazılıyor.
8- Konular bazen en yeni türkçe kelimelerle, bazen de al ındıkları
kaynakların diliyle, sadeleştirilmeksizin yazılmış olabiliyor ve bir uslilp
birliği bulunmuyor.
9- Kitaplarda baskı kontrolu yapılmamış gibi görünüyor, birçok
yanlışlar var. Bunun yanında, kitaplarda hikayeler, şiirler ve resimler
bulunmalıdır. Daha iyi kağıtlara ve renkli resimlerle itinah bir bask ı,
çok farklı netice verecektir. Böyle bir kitap, Milli E ğitim Bakanlığınca;
Diyanet İşleri, Yüksek islam Enstitüsü ve ilahiyat Fakültesinin kat ı-
lacağı bir komisyona yazdırılabilir.
10- Din Bilgisi derslerinde, namaz, abdest, hutbe gibi uygulama
ile ilgili bölümlerde slaydlardan faydalamisa, hem ders daha çekici
olur, hem her ö ğrenci daha iyi görebilir, hem de ö ğretmenin sıranın
üzerine çıkarak göstermesi gibi, komik sayılabilecek hareketlerden
kaçmılmış olur. Özel Din dersi odası olduğu takdirde bu çok daha
kolay olacaktır tabii.
Öğretmenlerin diğer konulardaki aç ıklamalarına gelince:
1- Derslerin pro ğramın içine ahnmamış olduğu okullarda öğret-
men genellikle bir eziklik duymaktadır. Öğrenci, yemek saatini feda
ederek veya akşam üzeri, arkada şları evlerine veya gezme ğe gitmek
üzere serbest kaldıkları bir saatte, derse geldi ği için; adeta bir fedakar-
lıkta bulunmu ş oluyor. Öğretmen kendini onlara borçlu gibi hissediyor.
Öğrencinin devamı aksıyor, takibi güçleşiyor.
2- Okulların bazılarında, dersi seçen ö ğrenciden dilekçe al ımyor,
bazısında hem seçenden hem seçmeyenden dilekçe alınıyor. Bu tutuma
göre de seçim oran ında farkhhklar oluyor. Bazen veli, Din Bilgisi
öğretmenine geliyor, çocu ğunun durumunu soruyor. Öğretmen, bu
öğrencinin dersi seçmemi ş olduğunu ve okumadığını söyleyince veli
3 Burada, ayetlerin anlamlar ım kolaylaştırması bakımından esbab'ı nüzülden fay-
dalandabilir.
284 YZA BILGIN

şaşırıyor. —Nasıl olur, diyor. Seçmez olur mu? Araştırıllyor ve anla-


şılıyor ki, ders yıh başında, Din Bilgisi okumak istiyen ö ğrencilerin,
velilerinden imzali dilekçe getirmeleri gerekti ği hakkındaki, okul ida-
resinin ilânını çocuk velisine duyurmam ıştır.
3—Seçimi, kayıt sırasında veliye sözlü olarak sormak suretiyle
tesbit eden okullarda, kay ıt yapan muavinin yorgunluk sebebiyle veya
unutarak sormadığı oluyor. Veli de hat ırlatmaymca ö ğrenci seçmemiş
oluyor.
Burada, muavinlerin özellikle belirtilmesini istedikleri bir husus
var: "Seçimde, kayıt sırasındaki havanın etkisi büyük oluyor. Meselâ,
kayıt için kuyruğa girmiş velilerden, ba ştan iki üçü "devam gitmeye-
cek", derse, o kuyruk öylece gidiyor. Aksine ba ştaki velilerden biri
"Ne demek efendim tabi edecek, as ıl ders budur!" gibi bir söz ederse,
bu da bütün kuyruğa tesir ediyor. Hani ben kalksamda orada bir ko-
nuşma yapsam, velileri istedi ğim yöne çekebilirim, sanıyorum. Bir de
şu var: Orta tabakan ın bulunmadığı, sadece birbirinden uzak iki taba-
kanın çocuklarının bulunduğu bölgelerde, çocuklar üzerinde görene ğin
tesiri daha fazla oluyor. Arkada şının seçtiğini gören öğrenci seçiyor.
O seçmediyse seçmiyor. Lise k ı smında, velinin otoritesi, orta k ısımda-
kinden farklıdır. Öğrenci artık şahsiyet kazanm ıştır; kendisi seçiyor
veya seçmiyor. Bu yüzden, Din dersini seçenlerle seçmeyenlerin belir-
lenmesi bir iki ay gecikebiliyor. Ö ğretmen de öğrencisini bir türlü top-
layamıyor. Zaten belli bir yer bulamama güçlü ğü de vardır. Öğretmen
ve öğrenci, dolaşıp duruyorlar."
4—Öğretmenlerin belirtilmesini mutlaka istedikleri bir temenni
de şudur: Din Bilgisi öğretmenleri arasında bir irtibat kurulsun. Her
yıl belli yerlerde toplanılsın ve müşterek esaslar üzerinde anla şmaya
varılsın. Şahsi fikir ve iddiaların, öğretim konusundan ayr ı tutulması
böylece mümkün olabilecektir. 4
Öğretmenlerin düşüncelerini bu şekilde özetledikten sonra okul-
ların mukayesesinden çı kardığım sonuçlar üzerinde durmak istiyorum:
SONUÇLAR
1— Araştırma yapılan 19 lisede, toplam olarak öğrencilerin %
60 ı Din dersini seçmiş bulunmaktadır. Ayrıca öğretmenlerin ifa-
desine göre, bu oran, geçen y ıllara kıyasla epeyce yüksektir. Bu yük-
selişte, ders saatlerinin düzenlenmesinin ve kadrolu ö ğretmenlere sa-
4 Öğretmenin, bayan ö ğretmenlerle el sıkarak bayramlaşmaması veya han ım ol-
dugu taktirde, çok k ısa ve açık giyimde israr etmesi vs. gibi.
LISELERDE DIN B İ LGİ S İ E ĞİTİMİ 285

hiboluşun etkileri olmuştur. Bu bakımdan, önümüzdeki yıllarda, oran


daha da yükselebilecektir.
2—Alevi ailelerden gelen çocuklar ın yoğunluk teşkil ettiği iki
bölge hakkında, idareci ve ö ğretmenlerin iki ayr ı sonuç göstermesi
çok ilgi çekicidir. A. bölgesindeki lisede alevi ailelerin çocuklar ı din
dersini seçmede önde gelmektedirler. Ço ğunluğu onlar teşkil etmek-
tedir. Öğretmene çe şitli sorular sormakta ve aydınlanmak istemekte-
dirler. Y.' bölgesindeki lisede ise, alevi ailelerin çocuklar ı genellikle
Din dersini seçmemekte, seçmeyenlerin ço ğunluğunu bunlar te şkil
etmektedirler. Acaba durum niçin böyledir? Birinci bölgede aileler,
kendilerini islamlığın bütünü içinde gördükleri ve sünni bir öğretmen-
den çocuklarına ders aldırmakta bir sak ınca görmedikleri halde, Y
bölgesindeki aileler, kendilerini hangi nedenle geri çekmektedirler ?
Bu incelemeğe değer ayrı bir konudur.
3—Araştırmaya başladığımda, zihnimde, kulaktan dolma şu ka-
naat vardı : Fakir aile çevresine gittikçe, Din Bilgisi dersinin seçim
oranı yükselecek, merkeze, daha çok entellektüel ve yüksek memur
çocuklarının okuduğu liselere gidildikçe düşecek. Ba şlangıçta gez-
diğim bir kaç okul, bu kanaati do ğrular gibiydi. Fakat daha sonra
öyle okullara rastladım ki kanaatim de ğişti. Ankara'nın bu özellikte
diyebileceğimiz üç lisesinde durum, en iç açıcı görünümde idi. Bunun
yanında Din dersine ilgisizli ğin, çevre şartlarından geldiğini sandığım
bazı liselerde, aslında genel bir itinas ızlığın mevcut olduğunu gördüm.
Bu itinasızlık, öğretmenler odasının görünümünden ba şlıyor, koridor-
larda devam ediyor, s ınıflara kadar s ızıyordu.
Şimdi de Din dersini seçmede yüksek orana sahip okullar ın, bunun
sebebini açıklayışlarını öğretmen ve idarecilerin ifadelerini birle ştirerek,
sıralamak istiyorum:
a) Bu okullarda din dersini seçmeyen ö ğrenci koridorda veya
bahçede dola şmak üzere serbest b ırakılmamakta, kütüphaneye al ın-
makta ; böylece ö ğrenci için başıboşluğun cazibesi giderilmektedir.
b) Din dersi genellikle bir ahlak ve kültür dersi olarak ele al ınmak-
tadır. Öğretmen ders kitaplariyle yetinmiyor, kaynak kitaplardan,
ilave kültür eserlerinden de faydalanarak ö ğrencinin ilgisini çekecek
şekilde hazırlanıyor. Öyle ki, bazı okullarda, müslüman olmayan ö ğ-
renciler de dersle ilgileniyor, devam ediyorlar.
c) Atatürk'ün yolundan, tefsire muhtaç bir tek kelime ile bile
5 Bu bölgelerin isimleri mahfuzdur.
286 BEYZA BILGIN

sapılmıyor ; konu i şlenirken Atatürk inklaplariyle çelişmezliği üzerinde


de duruluyor.
d) Okul yeterli imkanlara sahipse, ö ğrenciye dersle ilgili filimler
seyrettiriliyor, civar illere, İslam Sanat eserlerini yerinde inceleme ama-
ciyle, Mesela Konya'ya, turistik geziler tertipleniyor.
e) Dersler, ö ğrencilere a ğır gelecek bir dille de ğil, konuşulan
türkçe ile yap ılıyor.
f) Derse devam etmek istemeyen ö ğrencilerin velileriyle, imkan
derecesinde görü şülerek nedeni ara ştırılıyor. Acaba bu neden sadece
veli ile mi ilgilidir, yoksa bunda okulun, ö ğretmenin de payı var mıdır ?
Okulun ve ö ğretmenin pay ı olduğu durumlarda, bunun giderilmesi
yoluna gidiliyor.
Gezdiğim okullarda imkân buldukça, ö ğretmenle birlikte derslere
girerek, öğrencilerle de konuştum, onların da durumlarını ve düşün-
celerini tesbit etme ğe çalıştım. Bunları buraya eklemeyi faydalı bulu-
yorum:
Öğrenciler genellikle Kur'am Kerimi tan ımamaktadırlar. Arap-
çasını, duvarda, dolapta veya dedelerinin elinde görmü şlerdir ama,
tercümesini tan ıyanlar, hele onu ellerinde tutupta birkaç sayfas ını
çevirerek, içinde ne olduğuna bakanlar pek az ınlıktadır. Evlerinde
bulunmadığı gibi okul kitaplıklarında da yoktur'.
Öğrenciler genellikle, bu dersin de pro ğramın içine alınmasını
diliyorlar (alınmamış olan okullarda). Herkes eve giderken kendilerinin
kahşıyla, arkadaşlarının —sofular ! diye alay ettiklerini; evleri uzak olup,
belli saatlerde otobüsleri kalkanlar ın, vasıtasız kaldıklarını ; kol çalış-
maları ile derslerin karşılaştığını ileri sürdüler. O saatte, dinleyici ola-
rak kalmış bulunan, seçmemi ş öğrenciler de bu imkansızhklara katıh-
yorlardı.
Öğrencilerden ço ğu dersin seçmeli de ğil, mecburi olmasını uygun
buluyor ve şöyle açıklıyorlardı :
"Evde edinilen bilgi, do ğruyu bilmede yeterli olam ıyor".
"Anne baba dine ilgisizse, çocu ğun ilgilenme imkanı ortadan kal-
kıyor".
6 Mustafa Kemal Lisesi ile Fen lisesi bunun d ışmdadırlar. Bu liselerde Kur'am Ke-
rimin Türkçe tercümesi bulunmakta ve ö ğrenciler öğretmenle birlikte okuyarak üzerinde
konuşmaktadırlar. Diyanet İşleri Başkanlığına, şahsen, liselere Kur'an- ı Kerim tercümesi
hediye edilmesi konusunda teklif yaptım. Bütçelerinin buna imkân veremeyece ği ceva-
bını verdiler.
Lİ SELERDE D İ N B İ LGİ S İ E ĞİTİMİ 287

"Gencin kalbini biz doldurmazsak, onu ba şkaları yanlış fikirlerle


doldururlar".
"Şimdi öğrenmiyenler anne baba olduğunda, çocuklarına nasıl
öğretecekler ?"
"Bilgi olmadan, kabul veya red imkan ı da olmaz".
"Ayrı İmam Hatip okullarını hoş görmüyorum. Hepimiz aynı
derecede din bilgisi alalım; Din adamı olacaklar, yüksek tahsilden
yetişsin".
"Televizyonda, aya gidip dönen astronotlar ın, önce dua ettikle-
rini gördük."
"Avrupalılar, islâma daha layık gibi görünüyorlar. Daha çal ışkan,
daha temiz, daha dürüstler. Biz de böyle olmahyız".
"Tatbikattan önce, Kur'an ın gerçeğini öğrenmeliyiz".
"Kur'an okunmah, do ğru anlaşılmalı ki, batıl düşünceli kimse-
lerin kafalanm, do ğru bilgilerle doldurabilelim".
"Başımda yaralar çıkınca, annem bana nazar de ğdiğine kanaat
getirerek, kur şun döktürtmek istedi. Ben inanmay ıp araştırdım. Bunun
batıl bir inanç olduğunu öğrendim. Şimdi yanlız büyüklerin dedikle-
rine inanılıyor; eski hocalann dediklerine inan ılıyor. Bu da toplumu
pasifleştiriyor".
"Bir çağda din, yeni ve faydalı icatlan frenler haldeymi ş. Matbaa
gibi. Biz, mademki müslüman ız, Müslümanlığı öğrenmeliyiz ki, halkın
hala muska ve çubuklarla kand ırılmasını önleyebilelim. Bunu tek ba-
şına din adamlan yapamaz".
"Din dersini kolayca öğreniyoruz. Hem bilgi ediniyoruz, hem
aldığımız yüksek notun, ortalamam ıza katkısı var."
"Kur'an okunurken, bize dinletirler evde. Fakat hiç anlamad ığı-
mız için uyuklarız Anlamamamız daha iyiymiş, yoksa kafamız kan-
şırmış ".
"Namazın nasılını biliyoruz, fakat niçinini bilmiyoruz. Bunu ö ğ-
renmeliyiz".
"Bu ders, Türk ve Müslüman genci için bir kültür meselesidir.
Okumayanlann kültürü eksik kal ıyor".
"Din bir çe şit zabıtadır. Polis, insanın içinde olursa, insanları
hırslanna kapılmaktan korur".
"Mevlid gecelerinde, Kur'an dinledi ğimiz zaman, içimizde pişman-
lık duyuyor, daha iyi olma ğa söz veriyoruz".
288 BEYZA BILGIN

"Din dersleri, kısıtlayıcı değil, ilgi çekici olmalı ':


"Özellikle ilkokullar için din dersi kitapları, cazipleştirilmeli,
hikayeler ve resimlerle süslenmeli. Büyüklerinki nas ıl olsa olur".
Bir kaç öğrenci de, dersin seçimli oluşundan memnun olduklarını
söylediler:
"Din dersine gelmek için sabahleyin erken kalkıyorum; erken
kalkmak ise günün yaşanan kısmını, dolayısiyle ömrü uzatıyor".
"Herkes derse girse, dinle ilgisi olmayan, Mubah arkada şlar,
dersin ciddiyetini bozacaklar. Halbuki az ö ğrenciyle biz öğretmene
daha yakın oluyor ve daha sakin ders yap ıyoruz".
Edindiğimiz bu bilgileri, başlangıçta sözünü etti ğimiz konularla
birleştirerek dü şünecek olursak, bir sonuca varmam ız kolay olacakt ır.
Bugün henüz, laiklik, Atatürk İnklapları ve Din kavramları, ne tek-
başlarına ne de birbirleri kar şısındaki durumları bakımından açıklığa
kavuşmuşlardır. Bu belirsizlik ise, pek çok görevlinin, çal ışması sıra-
sı nda, net kararlar verebilmesini önlemektedir. Her görevli, karar ı
bir üst makamın vermesini beklemektedir. Niçin böyle oluyor acaba?
Kişi niçin kendi kendine hüküm veremiyor veya vermekten kaç ınıyor?
Bu, eğitimimizde bir eksiklik olduğunu gösteriyor ve biz bu eksikliği
Ortaö ğretimde görüyoruz.
Tahsil ve eğitim bakımından en önemli devre olan Ortaö ğretim,
genç zihinlere, hem insanlığın bugün eriştiği bilgi seviyesinin temelleri-
ni, hem de değer eğitimini vermek durumundad ır.' Gencin yeni bilgi-
leri öğrenmesinin yanında, onlara yön verme ve yenilerini katma gibi
bir kişilik kazanması da önemlidir. Bugün art ı k eğitimin amacı, ne
Ortaça ğdaki gibi, tamamiyle insana dönük ne de Yeniça ğın başların-
daki gibi, tamamiyle e şyaya dönüktür. Aksine her ikisini birle ştirecek
özelliktedir. İnsanın ihtiyaçları o kadar çe şitlenmiştir ki, bunları kar-
şılayacak olan her şey bir de ğerdir. Açlık ve susuzluktan, huzursuzlu ğa,
yalnızlığa, başkasına olan ihtiyaca, duygular ın ifade edilememesine
kadar, eksikliği duyulan her şey bir değerdir. İnsanın bütün bu yön-
lerden tatmin edilebilmesi için acaba, Biyoloji, Psikoloji ve Sosyoloji'-
nin verilerini biraraya getirmek yeterli midir? Elbette hay ır. Kişinin
başkasım anlaması, kişiler arası münasebetin kurulması, başkası ile
birleşmek, bilgi ile mümkün de ğildir. Burada, inanmamn yeri vard ır.
Başkası ve başka Mem, şuur dünyasına kapalıdı r; ona bilgi ile nüfuz
7 Bu konuda geniş bilgi, Hilmi Ziya Olken'in "Eğitim Felsefesi" isimli eserinin "Orta
Öğretimde Değerler Eğitimi" bölümünde bulunmaktad ır. M.E.B. İstanbul 1967.
LISELERDE DIN BILGISI E ĞITIMI 289

etmeğe imkân yoktur. Ahlaki erdemlere ba ğlılık, bilerek de ğil yaşaya-


rak ve inanarak mümkündür. Mahkemede hakimin, ö ğrenciyi değer-
lendirmede öğretmenin, bir jüri üyesinin, çar şı ve pazardaki sat ıcının,
önemli bir karar an ında her insanın duyacağı duyguyu genç, ancak
ahlak ve din gibi, a şkın değerler e ğitimi ile öğrenecektir.
Ayrıca unutulmamalıdır ki, ahlaki değerle bilgi aras ında sıkı mü-
nasebet vardır. Bilgili insanın, aynı zamanda güvenilir olmas ı gerekir.
Bilgililikle ahlakhlık, ayrılmaz bir bütündür. Teknik, sanat, bilgi ve
ahlak, aslında bunların hepsi birbirine geçmiş durumdadır. Biz, Cum-
huriyet Dönemimizde, bu türlü bir e ğitime olan yöneli şten memnun
olmakla birlikte, çekingenliklerin de bulunduğunu eklemek istiyoruz.
Kanaatimizce birtak ım korkulardan kurtulmam ızın zamanı artık
gelmiştir. Din ve ahlak eğitiminden çekinmemeliyiz, aksine bunlardan
yoksun olarak yetişen bir zihin bizi ürkütmelidir. Birlik ve beraberli-
ğimizin, milletimizin devamı , sadece, ortak kültürümüzün ve de ğerler-
rimizin, yeni bilgilerle çatışmayacak bir biçimde, ak ıl ile iman alan-
larını karşı karşıya getirmeksizin, yan yana, yeni nesillere verilmesiyle
mümkün olacaktı r.
CUMHURİYETİN 50 YILINDA KELAM İLMİ
SAHASINDAKİ ÇALIŞMALAR

Dr. Cihad TUNÇ

Cumhuriyet devrindeki Kelâm ilmi sahas ındaki çalışmalara göz


atmadan önce, bu ilim hakk ında tamamlayıcı mahiyette kısa bir bilgi
vermeyi uygun görerek Kelâm ilminin tarifi, gayesi ve di ğer ilimler
arasındaki yeri gibi hususlarla yazımıza başlamak istiyoruz; yardım
her an kendisine hamdettiğimiz Yüce Allah'tand ır.
Lügatta Kelâm kelimesi şu manalara gelir:
1) Kelâm, muayyen bir fikir ifade eden söz veya laf ız demektir.
2) Kelâm, sözün ifade etti ği manadır.
Muayyen bir ilim manasına gelen Kelâm ise, mevzuuna ve gaye-
sine göre iki şekilde tarif edilebilir:
a) Kelâm ilmi, Allahu Tealanın zât ve sıfatlarından, peygamberlik-
le ilgili meselelerden, mebde (ba şlangıç) ve ma'ad (son bulu ş ve dönüş)
itibariyle yaratılmış olanların hallerinden islam kanunu üzere bahseden
bir ilimdir.
b) Kelâm ilmi kesin deliller ileri sürerek, şüpheleri yok etmek
suretiyle islam akidesinin esaslarını ilim ışığı altında tetkik ve müdafaa
eden bir ilimdir.
Bu tariflerden de anla şılacağı üzere kelâm, islam akidesi üzerinde
vuku' bulan münazara ve münaka şalardan do ğmuş bir ilimdir, yani
kelâm ilmi muhtelif kanaattaki şahısların karşılıklı konuşmalarından
(kelâmından) doğmuş olduğu için bazılarının görüşüne göre bu ilme
"kelâm" denmiştir. Görüldüğü üzere kelimenin lügat manas ı ile ıstılah
manası arasında böyle bir münasebet bulmak mümkündür. Gerçekten
de bu ilme ancak hicri III. miladi IX. asrm çetin fikir mücadeleleri
neticesinde "Kelâm" adı verilmiştir. Hicri II. asr ın büyük müctehid-
lerinden olan İmam- ı 'azam Ebii Hanife (80-150/699-767) bu ilme "el-
fıkhu'l ekber" adını vermiştir. Ayrıca bu ilme, islam akidesiyle olan
-

sıkı münasebeti sebebiyle "akaid ilmi" diyenler olduğu gibi, islam


dininin temellerinden bahsetti ği için "usul ilmi" diyenler de vard ır.
292 C İ HAD TUNÇ

Kelâm ilminin mevzuu:


Yüce Allah' ın zât ve sıfatları, risalet ve nübüvvet meseleleri, mev-
cud olması hasebiyle her mevcud olan şey ve islam akidesini isbata ve
müdafaaya yard ım eden her ma'lüm, kelâm ilminin mevzuunu te şkil
eder.
Kelâm ilminin gayesi ve faydalar ı :
Kelâm ilmi hakkı aramak, bâtıldan uzaklaşmak suretiyle dünya ve
ahirette saadete ula şmak için akli ve nakli delillere dayanarak bize yol
gösteren ve bizi taklidcilikten kurtaran islami bir ilimdir. Buna göre
kelâm ilmi sahibini taklidcilikten kurtar ıyor, tahkik mertebesine ula ş-
tırıyor İlim de kalbi yakin nuruyla parlat ıp insanı irşadediyor ve inad
edenleri akıl yoliyle inandırıyor. Aynı zamanda islam akidesini bir
takım dalâlette kalm ış kimselerin şüpheleriyle sarsıntıya uğramaktan
koruyor. Ayrıca ilahiyat ve nübüvvet sâbit olunca, tefsir, hadis, fıkıh,
usfılu'l-fıkıh ve ahlak gibi ilimlerin mevcudiyetine imkân vererek islam
ahkamını muhafaza ve müdafaa ediyor.

Kelâm ilmiyle müsbet ilimler ve felsefe aras ındaki münasebet ve


ayrılıklar:
Kelâm ilminin mevzuu itibariyle yapılan tarifinden anlaşılacağı
üzere, bu ilim mebde ve ma'ad itibariyle müsbet ilimlerden, islam ka-
nunu üzere kaydıyla da felsefeden ayr ılır.
Müsbet ilimler dediğimiz fizik, kimya, biyoloji, matematik v.s.
gibi ilimler kelâm ilmi gibi şu alemde mevcud olan e şyanın hallerinden
bahsettikleri için mevzular ı yönünden kelâm ilmiyle birle şirlerse de,
takibettikleri metod ve gaye bak ımından bu ilimden ayrılırlar. Çünkü
müsbet ilimler tecrübe ve his sahas ına dahil olan hâdiselerin meydana
gelişinden ve bu hâdiselerin keyfiyetinden mevzu ve unsurlar ından
bahsederler. Tecrübe ve his sahas ına dahil olmıyan hadiseleri tetkik
etmek selâhiyetine sahib de ğildirler. Zaten bu gibi hadiseler onlar ın
mevzuları dışında kalır. Ayrıca mevzularını teşkil eden hadiselerden de
mebde ve ma'ad itibariyle bahsetmezler ; yani bu hadiseler nereden
meydana geliyor, bunlar ın ilk ve asıl mucidi kimdir, asıl ve yüksek
sebebi nedir, bunlar ın yaratılışındaki hikmet ve son gaye neden ibaret-
tir? şeklindeki meseleleri nazar ı itibare almazlar. Çünkü bu hususlar
müsbet ilimlerin selâhiyetleri dahilinde de ğildir. Bu gibi ilimler ve fen-
ler yalnız hususi hac:liseleri ele al ırlar, bu hâdiselerin nas ıl ve nereden
CUMHURİ YETİ N 50 YILINDA KELİM İL MI 293

vücude geldiğini araştırır, ikinci derecedeki sebeblerini terkederek, tabi


oldukları bir kısım kanunları keşfe çahşırlar. Halbuki insan oğlu yaradı-
lışı icabı bir şeyin nasıl ve neden olduğunu öğrenmekle yetinmeyip,
belki onun mebdeini, yarad ılışının hikmetini ve sonunu da ö ğrenmek
ister. İnsan bu hakikatleri yakinen ö ğrenmedikçe, tecessüs ve ruhi
heyecanlarmdan kurtulamaz İnsanın bu arzusunu yerine getirmek
selâhiyeti kelâm ilmiyle felsefeye aittir.
Böyle olmakla beraber felsefe, yani Metafizik de, mebde ve ma'ad
itibariyle mevcud olan şeylerin hallerinden bahseder. Bunlar ı yoktan
vareden Yüce Allah' ın zât ve sıfatlarını tetkike çalışır, fakat bu hususta
mücerred kanun akla tâbi' olur. S ırf zihni muhakeme ile hükmederek
bir takım faraziyelere kıymet verir. Neticede ç ıkardığı sonuçların dini
akidelere ve şer'i kaidelere uygun olup olmad ığına dikkat etmez.
Kelâm ilmi ise mevzuu bahs edilen meselelerde hem akli kaidelere
müracaat eder, hem de islam kanununa, şer'i kaidelere, yani Kitab ve
Sünnetle sabit olan dini esaslara riayet eder. Akli delillerle isbat etti ği
bir çok meseleleri nakli delillerle de teyide çal ışır. Bu sayede
hem bütün mevzular ı şer'i usullere uygun bir şekilde ele al ır,
hem de müsbet ilimlerin ve felsefenin bahsetmedi ği bir çok hakikatleri
tetkik edip ortaya ç ıkarır. Doğru haberde akla aykırı hiç bir şey yoktur.
Kelâm sahasında akıl ile nakil yanyana yürürler. Kelâm ilminin me-
selelerinde ilim ile din ayr ılığı ve aykırılığı yoktur. Akla istinad eden
esaslarda akla uymayan şeyler görülürse de, bunlar islâmiyete sonradan
sokulmuş olanlardır ki, bunlar ya kötü niyetle islâma dahil edilmi ş, ya
da mezheb gayretiyle i şlenmiş şeylerdir. Bu hususta pek çok misaller
vermek mümkün ise de, bu kadarlık bir girişle yetinerek as ıl mevzuya
girmeyi münasib görüyoruz.
Cumhuriyet devrindeki kelâm ilmi sahas ındaki çalışmaları aşa-
ğıdaki şekilde üç kısma ayırarak incelemenin do ğru olacağını sanıyoruz.
I—1923 den 1933 e kadar olan devre,
II—1933 den 1949 a kadar olan devre,
III—1949 dan zamanımıza kadar olan devre.
I 1923 den 1933 e kadar olan devre:
-

Bu devrede ilk eser olarak İsmail Hakk ı İzmirli'nin "Yeni İlm i -

Kelâm" adli eserini görüyoruz ki, bunun I. cildi "Tetkikât ve telifat ı


islâmiye heyeti" ne şriyatının 3 numaralı eseri olarak Istanbul'da
Evkaf-ı islâmiye Matbaasında 1922 yılında basılmıştır. Eserin II. cildi
294 CIHAD TUNÇ

ise Daru'l-fünün ilahiyat Fakültesi ne şriyatının 1 numaralı eseri olarak


İstanbul'da Matbaay- ı Amirede 1924 yılında basılmıştır. Bu eser arab-
ca kaynaklardan faydalan ılarak yazılan bu devredeki ilk türkçe eser-
lerden biri olması hasebiyle bu devredeki ne şriyat arasında oldukça
mühim bir yer işgal eder. Hatta diyebiliriz ki, bu eserin tertibi ve mev-
zuları , daha sonra bu mevzuda yaz ılan eserlere de rehberlik etmi ştir.
Bununla beraber İsmail Hakk ı İzmirli, bu eserini yazmadan önce,
1917 de "Mubassalu'l kelâm ve'l hikme" 1 adıyla kaleme aldığı 200
- -

sahifelik bir kitabını n mukaddimesinde asrımızın ihtiyaçlarına uygun


bir kelâm ilminin pro ğramını aşağıdaki şekilde vermektedir:
"Fahreddin er lUdırnin mükemmelleştirdiği kelâm ilmi ve bu gü-
-

ne kadar resmi olan kelâm ilmimiz tabiiyât, felekiyyat meselelerini


içine alı yordu. Tabiiyyât ve felekiyyâtdaki faraziye ve nazariyeler de
eski faraziye ve nazariyelerdi. Fizik, kimya ve biyoloji müstakil bir
ilim olarak görülmüyordu, tabiat ıyla terakki etmi ş fenler de yoktu.
Felekiyât da Batlamyus hey'eti idi. Acizleri
- tarafından yazılacak olan
kelâm ilmi tabiiyyat ve felekiyat ı doğrudan doğruya ihtiva etmiyecek,
bahsettiği şekilde en yeni nazariyeleri göz önünde bulunduracakt ır.
Evvelce tabiyyat ve felekiyyât küll bir ilim olan felsefenin şube-
lerinden sayılıyordu. Kelam ilmi felsefe ile mezcedilmiş olunca,
bunun bir neticesi olarak tabiiyyat ve felekiyât ile de mezcedilmi ş ol-
duğundan tabiiyyat ve felekiyyat meselelerinden do ğrudan doğruya
bahsediyordu. Halbuki as ırlardan beri terakki eden ilimlerle tabiiyyat
ve felekiyyât felsefeden ayr ılarak müstakil birer ilim oldular.
"Telifi düşünülen bu kelâm ilmi, bütün ilimlerde hakim olan yeni
felsefe ile mezcolunarak, her nekadar tabiiyât ve felekiyyât meselelerini
doğrudan doğruya muhtevi olmıyacaksa da, neticelerini kanunlar ını
tetkik edecek ve zikredilen meseleleri dolayısıyla içine alacaktır.
"Bu kelâm ilmi, hissen bilinenlere, fenlerin kat'ili ğine ve filmin ka-
nunlarına aykırı olmayıp nassa, yani kitab ve sünnete vaki' olacak as-
rımızın şüphelerini yine asrımız ilminin kanunlarıyle red ve iptal ede-
cektir.
"Bu kelâm ilmi, islam fırkalarının inandıkları prensibleri, islamın
fikri hareketleri ve kelâm ilminin muhtelif safhalar ı gibi şimdiye kadar
ihmal olunan mühim mevzuları içine alacaktır.
"Ayrıca bu kelâm ilmi, mu'tezilenin vazedip bilahare, Küllabiyye
1 Ismail Hakkı İzmirli, Muhassalu'l-Kelâm ve'l-Hikme, Evkaf- ı islâmiye Matbaas ı,
İstanbul 1917.
CUMHURIYETIN 50 YILINDA KELAM İLMI 295

ve Eş'ariye ve diğer kelâm fırkalarının da kabul ettiği (a'raz ve cevher)


metoduna istinad etmiyecek, bunda da bir yenilik şuyu bulacaktır'''.
İşte bu şekilde tasarladığı kelâm ilmini İsmail Hakk ı İzmirli, önce
"Muhassalu'l kelâm ve'l hilune" adlı eserinde muhtasar bir şekilde
- -

inceledikten sonra, yukar ıda bahsettiğimiz iki cildlik "Yeni İlm i -

Kelâm"ında mufassal olarak tedvin etmiştir. Bu eserinde yukarıda nak-


lettiğimiz esaslar dahilinde kelâm ilminin mevzular ını şöylece tesbit
ediyor :
I. cildin giriş kısmında "Kemalat- ı İnsaniyye"den sonra, kelâm
ilminin tarifi, kelâm ile felsefe ve müsbet ilimler aras ındaki münasebet,
kelâm ilminin mevzuu, meseleleri, mebâdi ve bu meselelerin asr ın ih-
tiyacına göre tahvili, kelarn ilminin fayda ve gayesi, Kur'an ı kerimin
"haber, emir, tezkir" üzere deverân etti ği, Kur'anın bir fen kitabı ol-
madığı ve yeni kelâm ilminin yazılış şekli gibi hususlar ele alınmıştır.
Birinci fasılda şer'i hükümler, şer'i hükümlerin kaynaklar ı, mari-
fet yolu, ismin sebebleri, marifet nazariyesi ve yakin dereceleri yer al-
maktadır.
İkinci fasılda islami isimlerin tedvin şekli, ehli sünnet ve ehli bid'at,
Selefiyye veya Eseriyye, mütekellimler, Ma'türidiyye, E ş'ariyye, ehli
bid'at ve dalâlet, ba şlica ehli bid'at fırkaları ele alınmıştır.
İjçüncü fas ıl islam felsefesine ait olmakla beraber, bu fas ılda "eski
felsefenin yıkılma sebebleriyle yeni felsefenin memleketimize giri şi ve
gelişimi" kısımları bilhassa önemlidir. Ayrıca "Tasavvuf, Bâtıniyye
ve bu gün mevcud olan fırkalar" bölümleri de bu fas ılda yer almakta-
dır.
Dördüncü fas ılda ehli sünnet fıkhı etraflıca ele ahnmaktadır. Bu
faslın son bölümünde ehli bid'a fıkhına da yer verilmektedir.
Beşinci fasılda "mebadiyi evvel, mebde-i ayniyet, mebde-i sebeb,
mebâdiyi evvelin zati olan vasıfları, imkanı ve ademi imkanı, bahis
konusudur.
Altıncı fasılda vücud ve zât, vücudi zihni, vücudi ayni, vücudi
hâs, vücudi mutlak ve vücudun yüksek vasıfları izah edilmektedir.
Yedinci fasılda madde ve rüh, yani tabiat- ı madde, hudils-i mad-
de, cisimlerin tahlili, hayat ve ruh bahis konusudur.
2 Ismail Hakkı İzmirli, Muhassalu'l-Kelâm ve'l-Hikme, İstanbul 1917, s. 15, 16, 17.
(Naklettigimiz k ısımlar biraz sadele ştirilerek al ınmıştır).
296 CIHAD TUNÇ

II. cildde şu mevzular vard ır:

Birinci fasılda pek çok delillerle Yüce Allah' ın varlığının isbatı


ele alınmış ve sık sık yeni felsefenin bu husustaki takrirleri de etrafl ıca
zikredilmiştir. Ayrıca Yüce Allah' ın isbatı hakkındaki umumi şüpheler,
mihanikiyye mezhebi, maddecilerin şüpheleri, maddecilerin mezhe-
binin zaafı, yeni fizik, maddecilerin mezhebi ilmi neticelere istinad et-
mez, maddecilerin tarihçesi gibi mevzular ı da ele alı r.
İkinci fasılda Yüce Allah' ın isimleri, sıfatları, vandaniyyet, zât,
sıfat ve ef'al, tevhid-i ilmi, tevhid-i iradi, sirkin çe şitleri bahis konusu-
dur.
Üçüncü fasılda sübeıti sıfatlar: hayat, ilim, irade, kudret, semi',
basar, kelâm s ıfatı, selefiyye, ittihadiyye, lafziyye, i şrakiyye ve iktira-
niyye mezhebleriyle di ğer mezhebler ve felsefe mezhebi, tekvin s ıfatı ,
zati ve fiili sıfatlar, hikmetin tamamı, elem ve lezzet nazariyesi, hikmeti
ilâhiyyenin esasları, yeni felsefeye göre ilahi s ıfatlardan bahsedilmek-
tedir.
Dördüncü fasılda Allah'ın fiilleri, âlemin yaradılışı, vücudiyye
mezhebi ile maddecilerin mukayesesi, stıfiyye ve fenâ mertebeleri, vah-
deti vücud ve vandeti vücuda muar ız olanlar, "eslah olan ı yaratmak"
nazariyesi, hidayet ve dalâlet, saadet ve şekavet, cehennemin ebedili ği
hakkındaki mezhebler, kader meselesi, cebriyye, kaderiyye ve icâbiyye
mezhebleri, kazâ, hayır ve şer, yeni felsefenin anlay ış şekli, kıymeti
âlem, rızık ve ecel meselesi gibi bahisler ele al ınmıştır.
Her iki cildin sonunda istifade edilen arabca ve frans ızca kaynak-
ların listesi de yer almaktad ır.
İzmirli, hakikaten bu eserinde ilk defa olarak kelâm mevzular ını
toplu bir şekilde ele alarak tetkik etmi ş ve kelâmın mevzularım felseden
ayırmış, fakat yeri geldikçe de, felsefeyle mukayese etmi ştir. Yoksa
bilhassa sonrakilerin yapt ığı gibi kelâm mevzularını felsefenin içine
sokarak, ağırlık noktasını felsefi görü şlere verip mütekellimlerin bun-
lara verdikleri cevablarla me şgul olmamıştır. Belki bu metod, Fahred-
din er-Razi ve ondan sonrakilerin ya şadıkları zamanın ihtiyacı için
zaruri idi. Malumdurki o devirde ilmi kelâm felsefenin yerini alm ışdı
ve as limlerin çoğu arabcaya terceme edilmi ş eserlerle me şgul oluyordu.
Halbuki 20. asrın başlarında ihtiyaç tamamen farkl ıydı ve kelâm mev-
zularının ele alınıp incelenmesi icabediyordu. Yukar ıda belirttiğimiz
üzere İzmirli bu ihtiyaca cevap olması maksadıyla "Yeni İlm-i Ke-
CUMHURIYETIN 50 YILINDA KELIM ILMI 297

lüm"ını meydana getirmiştir ki, bu eser Daru'l-Fünfın ilahiyat Fakül-


tesinde ders kitab ı olarak okutulmuştur.
Bununla beraber şunu da ilave edelim ki, bu mevzulardan baz ı-
lannı İzmirli'den önce ele alanlar yok de ğildir, mesela; Elmahh Hamdi
Yaz ır, Fransız filozoflarından Paul Janet ile Gabriel Seaille'nin bera-
berce yazdıkları "Histoire de la Philosophie"nin Ecoles et Problemes
kısmını "Medlib ve Mezahib" ismiyle türkçeye çevirirken, ilave etti ği
dip notlarda baz ı kelâm meselelerine dolay ısıyle temas etmi ştir. Bahsi
geçen terceme İstanbul'da Matbaay ı Âmire'de 1922 de bas ılmıştır.
Bu devrede ne şredilmiş olan pek kıymetli eserlerden biri de o za-
manlar Daru' ş-şefaka'da kelâm ilmi ve siyeri enbiyâ dersleri muallimi
olan Ömer Nasûhi Bilmen'in "Muvazzah İlm-i Kelâm Dersleri" adlı
kitabıdır. Bu kitab İstanbul'da 1923 yılında Evkafı islâmiyye Matbaa-
sında basılmıştır. Ömer Nastihi Bilmen bu kitabını Lise müfredat Pro ğ-
ramlarına göre hazırlamıştır. Başlı başına muhtasar ve faydal ı olan
akaid risalesi kısmı metin olarak nazar ı dikkate alınırsa, "izah" ba şlığı
taşıyan ikinci kısım da metnin şerhi mahiyetindedir.

Bu kitab şu kısımlardan meydana gelmi ştir:

Giriş kısmı 111 sahife olup üç kısma ayrılmıştır. 1. kısımda kelâm


ilminin tarifi, müsbet ilimlerle felsefe aras ındaki fark, kelâm ilminin
mevzuu, faydası ve gayesi, tarihçesi, ilk ehli sünnet kelamc ılannın k Isa
tercemeyi halleri, islam fırkaları, başlıca felsefe meslekleri, islami il im-
lerin tedvin şekli, fıkhi mezhebler ve ictihad bahisleri bulunur. 2. kı-
sımda dinin mahiyeti, insanların din yaz edemiyecekleri, dinlerin ta-
rihçesi, saadeti be şeriyyeyi temin için dinin lüzümu, islam dininin di ğer
dinlere nazaran mükemmelliği gibi hususlar bulunur,
3. kısımda itikadi, amell ve ahlaki hükümler, iman, islam, ikrar
ve şahadet, icmali ve tafs ıli iman, imam muhafazası, taklidi ve istid-
lali Iman gibi bahisler vard ır.
Birinci bölüm ilâhiyata ait olup Allah'a iman bahsini mufassal bir
şekilde içine alır. Yüce Allah'ın zât ve s ıfatlarından burada bahsedilir.
İkinci bölüm peygamberlik meselelerine ait olup peygamberlere
iman bahsi birinci fasl ı, son peygamber Hz. Muhammed'e dair olan
hususlar da ikinci faslı meydana getirmektedir.
Üçüncü bölüm ilahi kitablara iman bahsini ihtiva eder. Dördüncü
398 CİFIAD TUNÇ

bölüm meleklere iman bahislerini, beşinci bölüm kaza ve kader mese-


lelerini, ve altıncı bölüm de ahiret günüyle ilgili bahisleri muhtevidir.
Hâtime kısmı ise "Kainat ın bazı elvalm bediası" başlığı altında
Semavat ve semâ hakkındaki Batlamyus ve Kopernik nazariyeleri, ar ş
ve kürsi, levh ve kalem, sabit ve hareketli y ıldızlar hakında malumat,
yeryüzünün teaddüdü, yerin te şekkülü, zelzele sebebi, bulutlar ve ya ğ-
mur hususundaki Kur'anın beyanları, kainatın elvalum temâşa gibi
bahisler bir araya getirilmiştir.
Bu kitab ehemmiyetine binaen önce 1955 de latin harfleriyle ikinci
baskısı, 1959 da üçüncü bask ısı yapılmıştır; fakat latin harfleriyle ya-
pılan bu iki baskısında da hemen hemen hiç bir şekilde müellifin üslü-
bunun sadele ştirilmesine gidilmemiştir.
Bu devreye ait diğer bir kitab da M. Şerafeddin Yaltkaya'n ın "Ke-
lam Tarihi" isimli küçük bir kitabıdır. Bu kitab İstanbul Daru'l-fünfisın
Ilahiyat Fakültesi Talebe Cemiyeti ne şriyatındandır, İstanbul Daru'l-
fünün matbaasında 1922 de basılmıştır. M. Ş. Yaltkaya bu muhtasar
kitabında Basra'da ortaya ç ıkan Mutezile "kaderiye", ilm-i kelâm ve
mutezile, vasıliyye, huzeyliye, nazzamiyye, hâitiyye, hadsiyye, şeha-
miyye, el-esavera, caluziyye, cubbâiyye, beh şemiyye gibi fırkaları in-
celemiştir. Bu kitab iki kısımdan ibarettir. Birinci k ısım 144, ikinci
kısım 80 sahifedir.
Bu devrenin son senelerinde basılan kitablar aras ında "Mızraklı
İlmi Hal" diye bilinen asıl adı "miftahu'l-Cennet" olan bir kitab vardır
ki, Ahmed Halid tarafından "Yeni Mızraklı ilmi Hal" adıyle 1931 de,
Mehmet Şakir tarafından "Hakiki ve ilaveli M ızrakli İlmi Hal" adıyla
1933 de ve Süleyman Tevfik Zorluo ğlu tarafından da "Mükemmel
Mızraklı İlmi Hal" adıyla 1933 de Istanbul'da bas ılmıştır. Mevzuları
şunlardan ibarettir:
Gusl, teyemmüm, abdest, namaz, oruç bahislerini farz, vacib ve
sünnetleriyle izah ettikten sonra, imânın şartları : Allah'a, meleklere,
kitablara, peygamberlere, kaza ve kadere, ahiret gününe iman etmek,
ameli ve itikadi mezhebler, şer'i deliller : Kitab, sünnet icma' ve kıyas,
evlenme bahsi, kadın ve erkeğin hukuku ve ölüm hali.
Halk arasında çok okunan ve herkesçe bilinen bir kitab oldu ğu
için, onu da buraya ald ık. Haddi zatında yukarıda zikrettiğimiz mevzu-
ları çok kısa bir şekilde beyan etmektedir. Bir misal olmas ı için
müellifin kadere iman hususunda yazdıklarını nakledelim: "Kadere
iman ettim demek, hay ır ve şer, olup olacak cümlesi Yüce Allah'ın
CUMHURİYETİ N 50 YİLİ NDA KEL:iM İLMİ 299

takdiriyle, dilemesiyle, yaratmas ıyla, levh-i mahfuza yazmas ıyla ol-


duğuna inandım, demektir."'
Şimdi de bu devrede ne şredilmiş olan İstanbul Dardl Fünun İl& -

hiyat Fakültesi Mecmualar ındaki kelâm ilmiyle ilgili makalelere göz-


atalım.
Kasım 1925 de Şeyhzadeba şı Evkâf Matbaasında basılan Darü'l-
Fünün Ilahiyat Fakültesi mecmuas ının 1. sayısının 58-119 Sahifelerinde
M. Şemseddin Günaltay'ın "Mütekellimin ve Atom Nazariyesi" adlı
makalesi yer almaktadır. M. Ş. Günaltay bu makalesinde islâmiyetin
Arabyarımadası dışına çıktığı anda, yayıldığı sâhalardaki, bilhassa
Irak, Iran, Suriye ve Mısır'daki islamiyetten önceki din ve inançlardan
bahisle, cahiliyye devrinde Ha şimilerle Emeviler arasındaki mücadelenin
islâmiyette de devamı neticesinde Sıffin muharebesinin meydana geldi ğini
ve buradan da Bedevi arablar ın ruhu ile gayri arab yani Mevall ruhunun
ortaya çıktığını, neticede Hariciye ve Şia mezheblerinin zuhur etti ğini
ifade etmektedir. Bu fırkaları n ortaya çıkmasına sebeb olan siyasi
mülahazaların Emevi halifelerinden Abdu'l-Melik ve Haccac b. Yfı-
surun istibdadları neticesinde yat ıştırılıp siyasi sükünet iade edilince,
fikri hareketin itikad sahas ında kendini gösterdiğini, usüle ait olan bu
yeni ihtilafların ilahiyat meselelerinden bilhassa tevhid hakk ındaki
telakkilerden doğduğunu beyanla, tevhid= Monotheisme aslında fel-
sefenin en mühim mevzularından biri olması hasebiyle akide sahas ında
kalmayıp, pek çok dinlerin ve fikirlerin mücadele sahas ı olan Irak'da
bu akidenin ilk defa tahlil edilmeye ba şlandığını ve Allah'ın zatı, sıfat-
ları, kudreti, ilmi, iradesi, eseri, hilkati hakk ında çeşitli telakkilerin
baş gösterdiğini ortaya koyuyor. Çok geçmeden bunlar ın yanı sıra
insanın hürriyeti meselesi, kaza kader meseleleri, hay ır ve şerrin tek
ilâha isnadı, Hz. Aişe ile Hz. Fatıma'nın, enbiya ile meleklerin efdali-
yeti, heyûlânın ibtali, cüz'i la yetecezza = Atomun isbat ı gibi hususların
da ihtilaf mevzuu olduğunu beyanla kelâm ilminin kısa bir tarihçesini
yapmakta ve bu ihtilaflar neticesinde ortaya ç ıkan fırkalardan da kısa-
ca bahsetmektedir.
M. Ş. Günaltay, mütekellimlerin Selefiyeden metod itibariyle uzak-
laştığını şu şekilde açıklıyor: "Selefiye itikadi meselelerde derinden deri-
ne düşünüp fikir yürütmeyi uygun bulmuyor, nasda varid olan an'ane
tarikiyle gelen şeyleri aynen kabul ediyorlard ı. Mütekellimler ise ken-
3 Mızraklı İlmihal (miftâhu'l-Cennet) Matbaay ı Osmaniye, İstanbul, 1888, s. 67.
(Elimizdeki bu eski harflerle yaz ılmış nüsha 1931 ve 1933 senelerinde latin harfleriyle
neşredilmiştir).
300 C İHAD TUNÇ

dilerini bu hareketsizlikten kurtarm ış ve geniş bir sâha üzerinde yürü-


meye başlamakla, yalnız kitab ve sünnetin nâtık olduğu meseleleri de-
rinlemesine incelemekle yetinmeyip nassın nâtık ve sahih sünnetin va
rid olmadığı meseleleri de tetkik etmekten çekinmemi şlerdi. Böylece mü-
tekellimler Selefiyeden uzakla şmış oldular." Gazüli'nin (Ö: 505 / 1111)
Eş'ari kelâmında yaptığı şu üç yenilikte zikredilmektedir : 1— Mantık
usüllerinin kabûlü, 2— delillerin birbirini in'ikas etmesinin reddi,
kelâma felsefi mevzular ın ilâvesi.
Bunlardan sonra M. Ş. Günaltay, mütekellimlerin Atom nazari-
yesini izah ederek, mütekellimlerin kâinatın hâdis olduğuna istinad
ederek, bir yaratan ın lüzûmunu isbat etmek, di ğer bir tabirle fizikten
metafiziğe çıkabilmek için atom nazariyesini kurmu ş olduklarını be-
lirtiyor. Bu atom nazariyesini mufassal bir şekilde izah ettikten sonra
mütekellimlerin" "isbat ı vâcib delillerini" ayrı ayrı zikrediyor.
Aynı mecbuanın Mart 1926 da ç ıkan 2. sayısında İsmail Hakk ı
İzmirli "Diirzi Mezhebi" başlıklı bir makale yazm ıştır. Bu makalede
İzmirli, önce islam fırkalarını n ortaya çıkış sebeblerini, Dürzilerin or-
taya çıkışına kadar Şia mezhebindeki değişiklikleri, İsmailiyye ve B&
tıniyyenin ortaya çıkışlarını, Bâtıniyyenin akidesini, davet mertebeleri-
ni, yani Bâtıniyyenin insanları kolayca avlamak için kulland ıkları altı
çeşit hiylelerini, Hâkim Biemrillahın nesebini, fikirlerini, yaptığı işleri
ve Hâkim'in ortadan kalkmas ını ve Dürziliğin imâni ve ameli hüküm-
lerini ayrı ayrı ele alıp tetkik ediyor. İ. H. İzmirli mecmuanın 3. sayısın-
da aynı mevzuya devam etmektedir.
Bahsi geçen 2. sayıda M. Şerafeddin Yaltkaya, "Mutezile ve Hasen
ve Kubuh" adıyla bir makale yazmıştır. Bu makalesinde Yaltkaya, Mu-
tezileye göre hasen ve kubuh meselesini, kaderiyenin ne şekilde kaderin
yok olduğunu iddia ettiklerini, mutezilenin ilk mümessillerini, bunlara
islâmda hür mütefekkirler denilip denilmiyece ğini, mutezilenin en
muteber görüşlerinin iki istikâmette ortaya çıktığını, Yunan felsefe-
siyle teması, Sâibiler ve Mezdehizm'i, Ebu'l-Huzeyl ve talebesi Naz-
zâm'ın görüşlerini, hasen ve kubuhun akli mi yoksa şer'imi olduğunu
ele alarak incelemiştir.
Gene Daru'l-Fünfin ilahiyat Fakültesi mecbuasının 5-6. sayısında
İsmail Hakk ı İzmirli büyük mütekellimlerden olan Ebu Bekr Bâkillâ-
ni'nin (ö. 403 / 1012) hayat ını, ilmi değerini, yani Bâkillâni ilim saha-
sına atıldığı zaman tesis etmi ş olan felsefe ve kelâm medreselerini,
Bâkillâni'ye gelinceye kadar mühim rol oynayan mütekellimleri, ilim
CUMHURIYETIN 50 YILINDA KELIM ILMI 301

tahsil ettiği hocalarını ve muasır âlimleri, yolunu, yani e ş'ari olup e ş'-
ariliği kuvvetlendirip yayanlar meyanında olduğunu, eş'ari mezhebini
zamanına göre islâh ve tehzib ederek isnad etti ği deliller için akli mu-
kaddimelere lüzûm gördüğünü, cüz-i lâyetecezza (Atom), bo şluk, ara-
zın araz ile kâim olamamas ı, arazın iki zamanda kalamamas ı gibi pek
çok akli meseleleri zikretti ğini ve bunları kelâmi mukaddimelere dahil
ettiğini, delillerin in'ikasına cevaz vererek, mant ık usullerine, Aristo
Mantığına şiddetle kar şı geldiğini, kelâmi mukaddimelerin ehemmiyet
derecesini belirttiğini , ve kelâm meselelerinden Bekâ, müslüman olm ı-
yanın dünyada Allah' ın nimetine nail olup olmıyacağı, kelâm-ı İlâhinin
işitilip işitilemiyece ği, sıfatı haberiyye, kulun kudreti, mücerredler,
hasen ve kubuh, zulum mukaddermidir de ğilmidir, meleklerden ve
nebilerden hangisi efdaldir, nübüvvetin sübûtu, i`caz ı Kur'an reıh,
iman gibi mevzularda görü şlerini, fıkıh usulü meselele-
rindeki görü şlerini, fikirlerini ve telif etti ği eserleri bu makalesinde
tafsilatıyla ortaya koymaktadır.
Aynı sayının 278-312. sahifelerinde Kıveimeddin Burslan "İmam 1 -

Ahmed'in Bir Eseri" adlı makalesinde Ahmed b. Hanbel'in Revan köşkü


kütüphanesinde 510 numarada kayıtlı bulunan "Kitübu'r redd `alâ'z-
-

zanâdtkati ve'l cehmiyye" adlı kitabını bahis konusu ederek, kitab ın


-

fotokopi olarak metnini ve aç ıklayıcı notlarla beraber arabca metnin


türkçesini de vermektedir. Eserin ehemmiyetinden ve faydas ından
bahsedildikten sonra tercemeye geçiliyor. Önce Cehm b. Safvân' ın
müşriklerden bir grupla yapt ığı konuşma zikrediliyor. Cenab-ı Hakkın
kelâmı, Kur'anın vahiyden ba şka bir şey olmadığı gibi pek çok hususla
da cehmiyeye cevap verilmektedir.
Aynı mecmuanın Ağustos 1928 tarihinde basılan 9. sayısında İs-
mail Hakk ı İzmirli, İmânıu'l Harameyn el Cüveyni'nin
- -

(419-478 /1028-1080) hayat ını, ilmi değerini, yolunu, yani eş'ari olu-
şunu, talimatını, telif ettiği eserleri ve talebeleri hakk ında kıymetli
bilgiler vermektedir. Burada bizi, yani kelâm ilmini alakadar eden hu-
sus malum olduğu üzere pek mümtaz bir mütekellim olan Cuveyni'nin
ilmi değeri, takip ettiği yolu ve talimatıdır. İzmirli, Cuveynl'nin kelâm
ilmindeki malzemesinin KM"' Ebi'ı Bekr Bâkillâni ile Ebii İshak isferer t-
nrnin kelâmlanyla, EU, Haşim CubbetTnin kelâmının hülasası olduğu-
nu, fakat asıl mayasının Bâkilleint'nin kelâmı olduğunu beyan eder.
Bu mecmualann 12., 13., 14. ve 15. say ılarında M. Ş. Yaltkaya
"İslâmda ilk fikri hareketler ve dini Mezhebler" adlı bir seri makale
yazmıştır. Bu makaleler kelâm ilmi bakımından mühim ise de
302 CIHAD TUNÇ

bilhassa mezhebler tarihi bak ımından daha da önemlidir. Bilhassa 14


ve 15. sayılarda Havaric, Şia, Mürcie, Kaderiyye yahud Mutezile,
Cehmiye, Eş'ariyye adlı bölümler bu fırkaların ortaya çıkışları, kelâmi
görüşleri, muhtelif bölümleri ve E ş'ari ile ihtilaf ettikleri maddeler
bakımından pek önemlidir.
Aynı mecmualardan Aralık 1930 da neşredilen 17. sayısında M. Ş.
Yaltkaya, Ebu'l-Berakat el-Ba ğdâdi (454-547 / 1062-1152) hakkında
bir seri makaleye ba şlıyarak bunu aynı mecmuaların 22. sayısına kadar
devam ettirmiştir. Önce Ebu'l-Berakat' ın hayatını yazan M. Ş. Yaltkaya
sonra onun Kitâbu'l-Mu'teber'ini tahlil etmi ştir. Kelâma ve felsefeye
ait bahisleri içine almas ı bakımından bu kitabın konumuzla ilgili olan
kısımlarının başlıklarını buraya almayı uygun gördük.
A-Ilahiyat 1— Fizik ötesi, mevzuu ve gayesi, 2— ilmi ilahi ve ila-
hiyat, 3— cevherlerin ve arazlarm cinsleri, 4— vücad ve mevcud ve bun-
ların vâcib ve mümkine ayrılmaları, 5— Alemin hudfısuna kafi olanlarla
kıdemine kil olanlar ve bunlar ın delilleri, 6— ilâhiyata taalluku itiba-
riyle zaman, 7— illet, malfıl, ve fâ'il, meffıl ve mebde, 8— Allah' ın ilmi
mevcudatı ihata etmez diyenlerin sözleri, 9—Allah' ın ilmi ve eşyayı
marifeti, 10— Allah' ın zâti sıfatları, 11— Mebde'i evvelin zatı ve bunu
marifet, 12— Kaza ve Kader v.s.
Bu mecmuaların 23. sayısında M. Ş. Yaltkaya, Darül-Füntin
ilahiyat Fakültesinde "Türk Kelümcilart" mevzuunda verdiği konfe-
ransını makale haline getirmiştir. Bu yazısında Türk kelamcılarım iki
gruba ayırmaktadır:

Osmanlılardan önceki Türk kelümcilart:

1—İbnu'l-İhşit, asıl adı Ebu Bekr Ahmed b. Ali'dir. Hatibi Bağda-


di'ye göre hicri 326 senesinde 56 ya şında iken vefat etmi ştir. Bu zat
İbnu'n-Nedim'e göre kelâmın ilk mümessillerinden olan mutezilenin
en muktedir reislerinden biridir. Kelâma, f ıkıha ve tefsire dair eserleri
vardır.
2—EM Mansûr Mâturidi (ö. 333/944). Hanefilerin i'tikad esas-
larını mutezileye karşı müdafaada muvaffak olmu ş kelâm ve tefsire
dair pek kıymetli eserler yazm ış değerli bir âlimdir.
3—Ebu'l-Mdin Meyndın b. Muhammed en-Nesefi (ö: 508 / 1114)
Mâturidi kelânıcılannın en meşhurlarmdandır. Kelâma dair mühim
eserleri "Tebsiratül-Edille, Bahru'l-Kelam ve et-Temhid"dir.
CUMHURIYETIN 50 YILINDA KEL İM İ LMİ 303

4—Necmeddin EU, Hafs Ömer en-Nesefi (461,462-537 / 1068,69—


1142). Bu zat ın Sa'deddin Teftazani'nin şerh ettiği bir akaid metni
vardır.
5—Sirâcuddin Ali h. Osman el-O şi (ö: 569 / 1173). Bu zat kelâma
dair "Bedu'l-emâli isimli kasidesiyle me şhurdur.
6—Menkübers b. Yal ın k ılınç (ö: 652 / 1254) kelâmc ı ve fıkıhcı
idi. Meşhur eseri "en-Nüru'l-Câmi'dir".
7— Ubeydullah b. Mes'Cıd b. Tâcuş-şerra (ö: 747 /1346),
adıyla yazmaya başladığı eseriyle bütün mütedavil olan ilimlerde
umumi bir islâh yapmak istemi şti. Önce Mantık'ı ta'dil edip Fatiha'nın
yedi ayetini takib ederek kelâm ın ta'diline girişmiştir. Üçüncü kısmı
da hey'et ilmi te şkil etmektedir, fakat bu kısmı da tamamladıktan son-
ra vefat etmi ştir.
II- Osmanl ılar devrinde metin yazanlar:
1—Hız ır bey (ö: 863 / 1458) Fatih devri âlimlerindendir. Bursa-
daki I. Sultan Mehmet medresesinde müderrislik yapm ıştır. 100 be-
yitlik Kasidey-i Niiniyye'yi yazm ıştır.
2—İbni Hümâm (ö: 861 / 1456), Kelâma dair "Musayere" isimli
metin yazanlardan biridir. Hidâye'ye yazd ığı "Fethu'l-kadir" de pek
meşhurdur.
3—İbni Kemâl (ö: 940 /1533), kelâma dair Tecridu't-Tecrid isimli
bir eser yazıp kendisi şerh etmiştir.
4—Taşköprü zade (ö: 961 / 1553), kelâmdan yazm ış olduğu metne
"Me`ülim" ismini vermiştir.
5—Abdu'l-Bâki Arif efendi (ö: 1124 / 1712), kelâma dair "Menü-
hic" adlı türkçe bir metin yazm ıştır.
Osmanlı devrindeki Şerhciler:
1—Şemseddin Ahmed Hayali (ö: 875 / 1470), Teftezünfnin akaid
şerhine ve tecrid ha şiyesine haşiyeler yazm ıştır.
2—Ali Ku şçu (ö: 879 / 1474) Nasruddin Tûsrnin tecridini şerh
etmiştir.
3—Ekmelüddin Bayburti * (711-786 / 1311-1384), Tecrid'i şerh
edenlerden biridir.
* M.Ş . Yaltkaya'n ın as ıl ismini Muhammed b. Ahmet Ekmeluddin Baybarti diye
gösterdiği bu alim, Muhammed b. Mahmüd Ekmeluddin Baberti olup Ba ğdad ya-
kınındaki Babert'te do ğmuştur. Bizim Bayburt ilcemizle alakas ı yoktur. kşl. Brockel-
mann "Geschichte der Arabischen Literatür" G II, S. 80 /96 ve S II, S. 89.
304 CIHAD TUNÇ

4— Mm b. Kutlubu ğa (802-879 / 1399-1474), İbni Hümâm'ın


Musayere'sine şerh yazmıştır.
Bahsi geçen mecmuaların Aralık 1932 tarihli 24. sayısında M.
Şerafeddin Yaltkaya, "Kelâm Savaşları" başlıklı bir makale yazmış tır.
Bu makale bilhassa kelâm tarihi bak ımından kıymetlidir. Müellif,
bir görüşe göre kelâm ilmine "Kelâm" isminin verilmesine sebeb olan,
Allah'ın sıfatlarının felsefi bir görü ş ile münakaşaya mevzu yap ılarak
pek çok gürültülerin koparıldığı Basra'daki fikri hareketlerden tarihi bir
seyir içerisinde ana hatlar ıyle bahsetmektedir. Basra'daki bu ilk fikri
harekette, kadere imân meselesinin kökünden sars ıldığı , beşeri iradenin
istiklâliyle ezdi iradenin istiklâlinin telifinin mümkün görülmedi ği,
kaderi nefyeden bu fikirle beraber Allah' ın irade sahibi, gören, i şiden,
konuşan, seven, acıyan, sevmeyen ve gazabeden s ıfatlarını ve fiillerini
nefyedip inkara do ğru giden bir hareketin de belirmeye ba şladığını,
bu hareketlerin ilk mümessillerini, şuurlu veya şuursuz olarak Yunan,
Hind ve Harran felsefelerinin tesirleri alt ında islâm dininin, nasslara
karşı bu aykırı hareketlerde bulunmuş olan Mutezile-Cehmiye'ye kar şı
savaş açmış olan âlimleri ve bunların Allah'ın sıfatlan ve Kur'an hak-
kındaki görüşlerini, bu felsefi fikirleri destekleyen Abbasi halifelerini,
bu halifeler zamanında vuku' bulan Mutezile-Cebriye ve Küllâbiye-
Eş'ariyye taraftarl ığını ve bu mezheblerin fikri siyasi mücadelelerini,
bu mezheblerin ileri gelen reislerinin fikirlerini ve bu fikirlerinden do-
layı memleketinden sürülenleri, hapsedilen veya öldürülenleri yahud
ta Kâdiyu'l-Kudat mertebesiyle taltif edilenleri, ta Fahreddin Er Retzt
-

(606 / 1209) ve Diyarbekirli Seyfeddin'e (doğumu 550 / 1155, den sonra)


kadar teker teker ele alarak k ıymetli bilgiler vermiştir.
Şimdiye kadar takib edegeldiğimiz eserlerden ve makalelerden
anlaşılacağı üzere kelâm ilminin mevzularının ağırlık noktasını Allah'ın
sıfatları bahsiyle buna bağlı olan kader ve kaza meselesi te şkil etmekte-
dir. Bu itibarla bizde bu sâhadaki çal ışmalarda ortaya çıkan gelişmeleri
tesbit edebilmek için burada zikretti ğimiz eser ve makalelerdeki kaza
ve kader hakkında serdedilen görü şleri özet olarak nakletmek ve ica-
beden yerde kanaatimizi söylemek suretiyle bu gayeye ula şacağımızı
umuyoruz.
İsmail Hakk ı İzmirli, yeni İlmi Kelâm'ında kader ve kaza ınevzu-
unda şunları yazmaktad ır :
CUMHURIYETIN 50 YILINDA KELIM İLMİ 305

"Kader, Cenab- ı Hakkın ezelde mahliikun sıfatlarını bilmesidir


ki, zâti sıfatlardan ilim, irade sıfatlarına râcidir, kadimdir. Allah' ın
ezelde her şeyi, hasen kubuh, zarar fayda, hallerine dair kendisinde ne
bulunacaksa zaman ve mekândan neye havi olacaksa, sevab ve ikabtan
kendisine ne tereddüp edecekse öylece tandid eylemesidir. E şyayı ira-
desine mutabık olarak takdir etmek de denir.
"Eş'ari'ye göre kader, Allah'ın eşyayı, irade ettiği tarz üzere icad
etmesidir, yahud iradeyi ezeliyyenin mahsus olan vakitlerde e şyaya
tealluk etmesidir ki, fiili sıfata râcidir, hâdistir.
"Allah mevcud olan ve olm ıyan her şeye kâdirdir, hiç bir hareket
ve sükûn yoktur ki, Allah' ın iradesiyle olmasın. Kulların bütün fiilleri
Allah'ın halk etmesi, iradesi, hükmü, kaza ve kaderiyledir Allah' ın
irade ve kudreti şâmildir, ancak insanın ihtiyarı yok edilmiş değildir.
Saadet ve şekavet yoluna insan kendi ihtiyariyle girer. "Her şey Allah-
tandır" demek, kader yarat ılması ve takdiri itibariyle Allah'a mensub-
dur demektir. "Bizdendir" demek de, kesti ve ihtiyar itibariyle bizden-
dir, demektir.
"Gerek kasd ve ihtiyara ba ğlı olmıyan tabii fiiller, gerekse kasd
ve ihtiyar ile olan ihtiyarî fiillerin hepsi Allah' ın mahlukudur, Allah' ın
kader ve kazas ıyla vücud bulurlar. Çünkü bir şeyi kudret ve ihtiyar
ile yaratmak, mutlaka o şeyin teferruatını bilmeye bağlıdır, bizim ha-
reket ve süldınumuzun teferruatına şuurumuz yeterli de ğildir. Bizde
hem kudret vardı r, hem irade; kudret müessirdir, fakat hâl ık
Hâlık ancak Allandır. Bizde kudreti külliye yani mümkün olan fiilerin
husül ve vücudunda tesir etmek şanından olan bir kudret vard ır.
"Bizde irade de vard ır. İradeyi külliye yani mümkün olan bütün
fiil ve terkden birini tercih etmek şanından olan irade Allah taraf ından
verilmiştir.
"Kadere imân vâcibdir, fakat onunla ihticâc câiz de ğildir, yani bir
kötülüğü işleyip sonra "kaderim böyle imi ş" demek câiz olmadığı gibi,
kadere i'timaden esbaba tevessülü terk etmek de câiz de ğildir, çünkü
mukadderat mechulümüzdür.
"Kaza, zeval kabul etmeyen, ahkâm ve itkân ı tam ile beraber
fiilden ibarettir, icad demektir ki, fiili s ıfata yani tekvin sıfatına râcidir,
kadimdir. Eş'ariye göre, Allah' ın eşyayı lâyezelde nasıl olacak ise, öy-
lece ezelde irade etmesidir ki, zât s ıfatına râcidir, kadimdir. Bütün
Mâturidilerce "kader ve kaza", bütün E ş'arllerce de "kaza ve kader"
denir.4
4 İsmail Hakk ı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, İstanbul, 1924, s. 200-203 ve 208.
306 CIHAD TUNÇ

Muvazzah İlmi Kelâm Dersleri adlı eserin müellifi olan Ömer Na-
st:thi Bilmen de bu mevzuya dair şunları yazıyor:
"Kaza ve kadere iman etmek farzd ır. Bu iman; haddi zat ında
Allahü Tealaya imâna dahildir. Çünkü kader; olacak şeylerin zaman
ve mekanını, evsaf ve havass ını vesair tefasilini Allahu Teala Hazret-
lerinin bilip ezelde takdir ve tandid etmesinden ibaret oldu ğundan ilim
ve irade sıfatına râcidir. Kaza dahi; Hak teala hazretlerinin irade ve
takdir buyurmuş olduğu şeyleri zamanı hulül edince, ilim ve iradesine
muvafık olarak icad buyurmas ı demek olduğundan tekvin sıfatı celile-
sine râcidir. Binaenaleyh Cenab ı Allah'ı n mükevvini kâinat olduğuna
ve ilim ve iradesinin bütün cüz'iyat ve külliyata Şamil bulunduğuna
mu'tekid olanlar kaza ve kadere de iman etmi ş olurlar. Şu kadar ki
ehemmiyeti mahsusas ına binaen kaza ve kadere iman ın farziyeti ayr ıca
tasrih edilmiştir." 5
Böylece bu devreyi İstanbul Daru'l-Fünfın ilahiyat Fakültesinin
kapandığı' 1933 yılına kadar getirmiş olduk. Şimdi ikinci devreye geçi-
yoruz.
H 1933 den 1949 a kadar olan devre:
-

Bu devrede ne şredilen eserlerden baz ıları şunlardır:


1- Ahmet Hamdi Akseki'nin şu sıralarda 25. baskısı yapılacak
olan "islam Dini İtikad, ibadet ve ahlak adlı kitabıdır ki, ilk defa An-
-

kara ideal basımevinde 1935 de bas ılmıştır. Bu kitabın konumuzu alâ-


kadar eden kısmı itikad bölümüdür. Bu bölümde A. H. Akseki dinler
ve mezhebler hakkında umumi bilgiler verdikten sonra, Iman bahsine
geçmektedir. İman bahsi de şu kısımlardan ibarettir: Allah'a iman,
Allah'ın sıfatları, meleklere iman, Allah' ın kitablarına iman, Peygam-
berlere iman, ahiret gününe iman ve kadere iman.
Müellifin kaza ve kader hakk ında yazdıkları şunlardır:
"İmam esas temellerinden biri de kadere imand ır. Allahu Teala
ezelden ebede kadar olacak şeylerin zaman ve mekamm, evsafını, ha-
vasını, elhasıl ne şekil ve ne zaman olacaklarsa onlar ın hepsini ezelde
-daha onlar yok iken- bilip o suretle tandid ve takdir buyurmu ş ol-
masına kader denir ki, ilim s ıfatına râcidir.
"Cenab-ı Allah'ın ezelde irade ve takdir buyurmu ş olduğu şeylerin
zamanı gelince her birisini ezeldeki ilim ve irade ve takdire uygun bir
5 Ömer Nasühi Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm Dersleri, İstanbul, 1923, s. 224.
6 Dünya Üniversiteleri ve Türkiye'de Üniversitelerin Geli şmesi; Derleyen: Dr. E.
Hirş, İstanbul 1950, s. 287-288.
CUMHURIYETIN 50 YILINDA KELAM İLMI 307

suretle icad ve halk buyurmas ı da kazad ır ki, tekvin sıfatına râcidir.


İşte Matııridi'den menkül olan asıl tarif budur.
"Şöyle de tarif edilir: Allahu Tealan ın sonradan olacak şeylerin
hepsini, nasıl olacaklarsa öylece, ezelde bilmiş olması Kazadır. Vakti
gelince her şeyi, ilim ve iradeyi ezeliyyesine mutabık bir surette icad
buyurması da kaderdir (Bu da E ş'arrnin tarifidir).
"Kaza, ve kadere iman ilim, irade ve tekvin s ıfatlarına iman de-
mektir. Yaratan yalnız Allah'dır. İnsanın kendi dilemesi ve istemesiyle
işlediği işleri vardır. İnsanların irade ve ihtiyar sahibi bir mahluk ol-
ması da Cenab-ı Hakkın dilemesi ve takdir buyurmas ıyla olmuştur.
Allah insanın istediğini yapabilir bir surette olmasını dilemiş ve öylece
bir kudrette yaratmıştır. Bunun içindir ki, insanlar kendi istek ve ihti-
yarı ile bir şey yapmak iktidarına maliktirler. İki cihetten birini tercih
ve ihtiyar edebilirler. Sevab ve ikâba ve mesuliyete de, ihtiyari olan bu
işlerine göre istihkak kazan ırlar. Kul iradesini hangi tarafa sarfederse
Allah onu yaratır. İyi veya kötü, iki cihetten birini beyenerek seçip
almak kula ait bir işdir.
"Kaza ve kader ile ihticac olunamaz. Yani bir insan: "Allah böyle
takdir etmiş, ben ne yapabilirim" deyip de günâh olan bir şeyi yapmaya
kalkışamıyacağı gibi, böyle bir fenal ığı irtikab ettikten sonra da: "Ben
ne yapayım, Allah'ın takdiri böyle imiş" diye kendisini mâzur göstere-
mez. Kaza ve kader deyip te çah şmayı bırakmak câiz olmaz".'
2—M. Hamdi Erdem, Ruhu islam -Akaid Kısmı- , İstanbul, Aydınlık
Basımevi 1939.
3—Reşit Halil İnanç, Akidei ıslâm, 2. cüz İ stanbul 1945, 1948, 3.
cüz, 1954.
4—Mehmet Hatiboğlu (Burdurlu), Ana Kaynaklara Göre İslam
Dini -Usul ve Tatbikat, İstanbul 1946.
Burdur'un mümtaz alimlerinden "Hatib Hoca" ismiyle mü şte-
hir Mehmet Hatibo ğlu (1877 - 1945) tarafından yazılmış olan bu
eseri burada zikretmemizin sebebi, merhum müellifin henüz o
devirde islâmiyetin tatbikatını beyenmeyip, müslümanları irşad
maksadıyla yaşadığı zaman itibariyle yeni bir anlay ış içerisin-
de meseleleri ele almış olmasıdır. Şöyleki müellif kitabının ön-
sözünde " Şu cihet şayanı dikkattir ki, bu gün ac ınacak bir halde
bulunuyoruz. Çünkü islam dini nam ı altında bir çok türkçe eserler
7 Ahmed Hamdi Akseki, islâm Dini (İtikad, Ibadet ve Ahlâk), Ankara 1965, 24.
Baskı, s. 96-98.
308 CIHAT! TUNÇ

çıkmıştır. Maalesef bunlar ın içindeki meselelerin ço ğu ictihadi fikirler,


kıyasi reyler ve kanaatlerden ibaret oldu ğu için bunlara islam dini
denmekten ziyade, tağlib tarikiyle ictihadl bilgiler, k ıyasi meseleler
demek daha doğru olur. Çünkü islam dini ancak Kitab ile Sünnetten
alınır ve ona dayan ır. Ne şredilen eserlerin ço ğu ise mezhebi taassuba
dayanmaktadır. Bunun için elimizde yalnız Kitab ile Sünnetten alınma
türkçe bir kitab ımız olmadığından Allahın avnü inayetiyle bu vadide
bir din kitabı vücude getirmek istedim ve bu eseri yazmaya ba şladım',
diyor.
Müellif Kıyas' ı dinden kabul etmemekle beraber ümmetin ihtila-
fı nın da rahmet olmıyacağım beyan ederek, bu hususta a ğızlarda dola-
şan sözlerin hadis olmadığını da bildirmekte ve müctehidlerin Kitab
ve Sünnete muhalif olan ictihadlarına, reylerine uyulmak laz ım değildir
demektedir.9 Ayrıca dört mezheb imamının "Bu benim reyimdir, be-
nim sözüm Kur'an ve Hadise muvafık düşerse alırsınız, muhalif olursa
atarsınız", "Ben beşerim. Hata da ederim, isabet de. Kitab ve Sünnete
muvafık olan reyimi alın, muhalif olanı bırakın", "Sakın hiç bir kim-
seyi taklid etmeyin, taklidcilik, gözlü adamlar ı gözsüz eder, esaret
altında yaşatır. Kitab ile Sünnete sardın" dediklerini de naklederi°.
İşte bu anlayış içerisinde Oruç bahsinden i şe başlayıp, bu husus-
taki meseleleri Kitab ve Sünnete göre de ğerlendirmiştir. Merhumun
niyyeti bu usul ve anlay ışı islamın bütün meselelerine tatbik etmekti,
fakat ömrü vefa etmediği için diğer bahislerle me şgul olamamış, ama
bu eserini bu hususta bir örnek olarak b ırakmıştır. Ayrıca Kaza ve
kader hususunda da şu kıymetli mütalaaları vardır: "Kaza ve kader
kelimeleri emri mülazemedir. İster kaza ve kader densin, isterse kader
ve kaza densin. Kaza lügatta: kesmek ay ırmak manalarına gelir. Bir
devayı kesip atan kimseye "Kadi" denmesi bu mana itibariyledir",
diyerek meseleye girmiş, diğerlerinin yaptığı gibi, Maturidi'ye göre
şöyledir, Eş'arrye göre böyledir, diye bir nakilde bulunmam ıştır. Mü-
ellif bu mevzuya şu şekilde devam etmektedir: "Allah'a inanmak farz
olduğu gibi, O'nun kaza ve kaderine inanmak ta farzd ır. Kaza ezelde
olan şeyler, kader de lâyezelde olan şeylerdir. Yahud bunun aksidir.
Kaza, bütün mümkinatın "Levh-i Mahfuz"daki fihrist tertibat ında
yazılışına; şartların husulünden ve esbabına tevessülden sonra zaman ı
gelince sahar vücuda çıkmasına da kader denir.
8 Mehmet Hatibo ğlu (Burdur'lu Hatibhoca), Ana Kaynaklar ına Göre İslâm Dini,
İstanbul, 1946, s. 34.
9 a.e. s. 28-29.
10 a.e. s. 32-33.
CUMHURIYETIN 50 YILINDA KELIM ILMI 309

"Şu halde Levh-i Mahfuz Allah' ın bir planı hükmündedir ki, asla
ve kat'a hatadan mahfuzdur. Bütün ef'ali ibad, Allah' ın halkı, iradesi,
hükmü kaza ve kaderiyledir. Mü'minin iman ı, kafirin küfrü hep onun
iradesiyle, kaza ve kaderiyledir. Ama bu bâbta cebir yoktur. Çünkü
Cenab-ı Hak insana bir irade vermi ş ve onu faili muhtar (istediğini
yapmakta serbest) kılmıştır. İnsan bu ihtiyarım isterse iyi yola, isterse
kötü yola sevkeder. Cenab- ı Hak da halkeder. Kul gücünün yetmiye-
ceği şey ile mükellef de ğildir. Bizde hem kudret vard ır hem irade ve
hem de müessirdir. Fakat hâlik de ğildir. Hâlik ancak Allah'd ır. Biz-
deki kudret mümkün olan füllerin husülünde tesir eder. Irade ise müm-
kün olan fiillerin işlenmesi ile işlenmemesinden birini tercih eder. Bu
kudret ile irade Allah tarafından kullarına verilmiş birer sıfattır. Şu
suretle iradeyi külliye fiil ile terkten ibaret olan iki cihete denir. İradeyi
cüz'iye bu iki cihetten birisini tercih ve ihtiyar etmeye denir. Allah' ın
iradesine de iradeyi kâmile, kudreti kâmile denir.
Binaenaleyh: Be şer bir ihtiyara maliktir, saadet veya şekavet yol-
larına kendi ihtiyar ıyla gider, kaza ve kader de kulların, beşerin bu hu-
sustaki ihtiyanna muvafık olarak tecelli eder. Kadere iman vâcibtir,
fakat onunla ihticac olunmaz 99 ii

5 Ömer Nasilhi Bilmen, Büyük İslam ilmihali, Bürhaneddin


Erenler Basımevi, İstanbul 1947.


Bu eser ilk defa 16 cüz halinde 744 sahife olarak ne şredilmiştir.
Sonraları müteaddid baskıları yapılmış ve her birine "Kitab" ismi ve-
rilen on cüzden ibaret hale gelmi ştir. Bunlardan 1. Kitab 47 sahife olup
itikada dair şu konular yer almaktadır : Hakiki bir dinin mahiyeti ve
başlıca dinler, islam dininin umumiyeti ve mes'ud neticeleri, iman ile
islamın mahiyetleri ve şartları, Allahu Tealaya ve s ıfatlarına iman,
peygamberlere ve semavi kitablara iman, Kur'am kerimin nas ıl bir
ilahi kitab olduğu ve ihtiva ettiği hakikatler, meleklere, ahirete, kaza
ve kadere iman, itikadda ehli sünnet imamlar ı, itikadın manası, İmamı
Maturidi ve İmam' Eş'ari.
Bu kitabta kaza ve kader hakk ında Ömer Nasülıt Bilmen şunları
yazıyor :
"Bu kâinatta her ne vücude gelirse, Mutlaka Allah' ın bilmesiyle,
dilemesiyle, yaratmas ıyla vücude gelir. Binaenaleyh her hangi bir şeyin
muayyen bir vechile vücude gelmesini Cenab- ı Hakkın ezelde dilemi ş
olmasına "kader" denir. Ve Hak tealan ın böylece dilemi ş olduğu her
11 a.e. s. 155-157.
310 CIHAD TUNÇ

hangi bir şeyi zamanı gelince meydana getirmesine "kaza" denir. Me-
selâ; her hangi bir insanın filan günde vücude gelmesini Allah' ın dile-
miş olması bir kaderdir. O insan ın bu takdir edilmi ş günde vücude
getirilmesi de bir kazad ır. Kaza ve kader insanlar ın iradelerine, kud-
retlerine ve çal ışıp kazandıkları şeylerden mes'ul olmalarına mani değil-
dir. Ş öyleki: Allah insanlara bir kudret, bir ihtiyar vermi ştir. Bir insan
kendi kudretini, ihtiyar ım bir işe sarfeder, buna "kesb" denir. Allah
da dilerse o i şi o insanın isteğine göre yaratır. Bu da bir kazadır, bir
halkdı r. Binaenaleyh insanın bu kesbi, kendi ihtiyariyle, kendi iradeyi
cüzlyesiyle olduğundan bunun mahiyetine göre mes'ul olmas ı lazım
gelir. Yoksa "Ne yapay ım, kader böyle imi ş" diye kendisini mes'uli-
yetten azade sayamaz.
"Ma'mafih bir insan, bir i şi yapacağı zaman kaderin nasıl olduğu-
nu bilemez. Kendi düşüncesine, arzusuna göre hareket eder. Art ık
nasıl zuhur edece ğini evvelce bilmedi ği bir kadere kendi i şini isnad
ederek kendisini bunun mes'uliyetinden beri' görmeye hakk ı olamaz"."
6— Bu devreye ait bir ba şka eser de Numan Kurtulmu ş'un "Amen-
tü Şerhi" adlı eseridir ki, bu kitab ilk defa 1943 de bas ılmış olup, 1971
yılı na kadar 15 defa bas ımı tekrarlanmış olduğunu bu tarihi taşıyan
nüshasından anlıyoruz.
Müellif bu kitabta imânın altı esasını şerhetmektedir. Fakat bu
şerhi yaparken islâmın şartlarını da icabeden yerlere serpi ştirmek
suretiyle tam bir ilmihal kitab ı meydana getirmi ştir. Biz burada önce
yine kaza ve kader hakk ında müellifin yazdıklarını zikredece ğiz: "Ka-
der, hayır ve şerrin Allahu tealadan olduğuna inandım demektir. Ka-
deri inkâr eden Allah' ın sıfatlarını inkâr etmiş olur. (Her şeyin olacak
halinin Hak Tealanın ilminde sabit olmasına kaza, levhi mahfuzda
hasıl olmasına da kader) denmiştir. Bazıları da (Ezelden ebede kadar
bütün mevcudatın halinin olaca ğı vechile levh'a yazılması kaderdir
ve bütün kaderlerin vücude gelmesi de kazad ır) diye tarif etmi şlerdir.
Bazı ayeti kerime1er delâletiyle bu tarif daha muvaf ıktır"."
Görüldüğü üzere Numan Kurtulmu ş'un kitabına aldığı kaza ve
kader tarifleri, buraya kadar bu meselede yazd ıklarını zikrettiğimiz
A. H. Akseki, Mehmet Hatibo ğlu ve Ö. N. Bilmen'in tariflerinden
farklıdır. Bu müelliflerden A. H. Akseki Maturidi'ye göre Kader ve
kazayı tarif etmekle beraber E ş'ari'nin kaza ve kader tarifini de vermek-
12 Ömer Nasılhi Bilmen, Büyük İ slâm İlmihali, Birinci kitab, İstanbul 1962, s. 42-45.
13 Numan Kurtulmuş, Amentü Şerhi, İstanbul, 1971, 15. Baskı s. 416.
CUMHURIYETIN 50 YILINDA KELAM İLMİ 311

tedir. M. Hatiboğlu Eş'ari'nin tarifini beni ınsemekle beraber, tarifinin


sonunda "yahud bunun aksidir" demekle Maturidi'nin tarifini de zik-
retmiş oluyor. Numan Kurtulmu ş, "kader, hayır ve şerrin Allahu Teala-
dan olduğuna inandım" demektir, şeklindeki cümleyi yazmakla, Ima-
mı Azam Ebtı Hanifenin tarifini alm ış olduğu ortaya çıkıyor. Fakat
parantez içerisinde nakletti ği tarifler şimdikilerden çok değişiktir. Şöy-
le ki "her şeyin olacak halinin Hak Tealanın ilminde sabit olmasına
kaza, Levhi mahfuzda has ıl olmasına kader denir." Bu tarifteki kaza
tarifi Eş'ari'ninkine uyuyorsa da, kader tarifini nereden ald ığını bile-
miyoruz. Yani olacak hallerin levhi mahfuzda has ıl olmasına kader
denmesi hususu düşünülecek bir durumdur. Her nekadar İzmirli'ııin
"Yeni ilmi Kelam"ında ilk yaratığın kalem olduğuna ve Allahın emriyle
levhi mahfuzu yazd ığına işaret ediliyorsa da, bu i şin kader olarak tarif
ve tavsif edildi ğine rastlamadık. Numan Kurtulmu ş da bu tarifi nereden
aldığına dair bir şey söylemiyor. İkinci tarife de kitabında yer verdiğine
göre birinciyi benimsememiş görünüyor. Kitabının ön sözünde istiklal
harbi malfıllerinden emekli bir binba şı olduğunu söyleyen müellifin,
kitabının hiç bir yerinde isimlerini zikretmediği eserlerden istifade ile
bu ilmihal kitabım yazmış olduğu kanaatindeyiz.
Böylece Il. devreyi 1949 a kadar getirdikten sonra III. devreye
başlıyacağız ki, bu tarihi seçmemizin sebebi, Ankara Üniversitesinin
bir Fakültesi olarak Ankara'da Ilahiyat Fakültesinin 1949 da aç ılmış
olmasıdır.

III. 1949 DAN ZAMANIMIZA KADAR OLAN DEVRE:

1— Yusuf Ziya Yörükân, İslâm Akaidine dair eski metinler, İstan-


bul 1953, A. Ü. Ilahiyat Fakültesi yayınlarındandır.
Y. Z. Yörükan bu kitabında Ebû Mansûr el-Mâturidrnin Tevhid
Kitabıyla Akaid risalesini türkçeye çevirmi ş ve adı geçen bu iki eserin
Arapça metnini ne şretmiştir.
Bu metinlerden birincisi olan "Tevhid Kitabı" şu konuları içine
almaktadır: Allah ezeli ve ebedidir. Bütün s ıfatlarıyla vâhittir, Vanda-
niyetin manası, Allahın maddi sıfatlarını nasıl anlamak lazım, Allah
tasavvur olunur, Allah ın ezeli sıfatları, Allahın ilahi isimleri ve sıfat-
larının nevileri, sıfatlar Allaha izafe edilir, Allah ın sıfatları ayrıca va-
sıflanamaz, Allahı sıfatlandırmada kıstas ve Tevhidin manas ı.
İkinci metin olan "Akaid Risalesi"inde şunlar bulunur:
312 C İHAD TUNÇ

ilim meselesi, alemin sani`i, Allah birdir, Allah maddi bir varlık
değildir, isim ile müsemma, Allahın görünmesi, Allah ın sıfatları, Kur'-
an ezelidir, "Allah ar ş üzerinde" ayetinin manası, insan hürriyeti (Ef'-
al-i ibâd) meselesi, insan ın gücü, fiilin manası , istitaanın şümulü iş-
lenen günahlarda Allah ın meşiyeti ve rizas ı varmıdır? Allahın rızası,
tevlid meselesi, ecel meselesi, haram olan bir şeye rızık denir mi 9 Allah
insanlara en uygun ne ise onu yapar, ilim ve f ıkıh iman meselesi, iman
ve islam nedir, mukallidin iman ı makbulmudur, imanda istisna (ben
Mü'minim inşallah demek), saadet şekavet, iyiyi emir kötüyil' nehyet-
mek, kabir azab ı, cennet ve cehennem, melekler peygamberler, evli-
yanın kerameti, efdal olanlar meselesi, imamet ve hilafet meselesi.
Y. Z. Yörükan bu mevzuları icap eden yerlerde dip notlar koymak
suretiyle daha da açıklayıp izah etmiştir. Görüldüğü üzere burada zik-
redilen mevzular kelâm ilminin meseleleridir. Maturidi bu iki eserinde
yukarıda zikretti ğimiz ınevzulardaki görü şlerini kısaca ortaya koyduk-
tan sonra bu meselelerdeki Kaderiye-Mutezile, Cebriye'nin kanaat-
lerine de gereken cevaplar ı vererek onlar ın bu fikirlerinin yersiz
olduğunu göstermeye çal ışmıştır. Böylece ehli sünnet kelâm ını
ehli bid'ata karşı müdafaa etmi ştir. Y. Z. Yörükan MaturidNin
Akaiddeki sistemini derli toplu bir bütün halinde gösteren bu iki eseri
tercüme ederek metinleriyle beraber ne şretmek suretiyle ilme hizmet
etmiştir.
2— Nafiz Dan ışman, Kelâm İ lmine Giriş, Ankara 1955 A. Ü. ila-
hiyat Fakültesi yayınlarındandır. Bu eserde müellif önce kelâm ilminin
tarifini ve "Kelâm" tabirinin lügat manalar ını verdikten sonra bu
ilmin menşeinden bahsetmektedir. Sonra kitab ında şu konulara yer
vermektedir: İlk kaderiyeci mütekellimler ve itizal kelimesinin zuhuru,
kern= temas ettiği mevzular ve bu mevzular ı kendi akıl ve düşünüş-
lerine göre cevaplandırmaya kalkışan me şhur fırkalar : 1— Hariciler,
2— Şüler, 3— Müşebbihe, 4— Mutezile ve kaderiyeciler. İtizal prensip-
lerinin esasları ve bu esaslarm zamanla tekamülü, mutezilenin en par-
lak devrinde pozitif ilimler, mutezilenin meziyet ve kusurlan, itizalin
yıkılışı, mutezilenin ba şlıca kısımları : Mürci'e, Cebriye, S ıfatiye (Eş'-
arilik ve Mâturidilik). İtizalin yıkılışından sonra kelâm, Bak ıllâni,
Gazali, son müslüman kelâmçılar. Mutezile reislerinden Amr b. Bahri'l-
Caluz'ın biyografisi ve eserlerinden parçalar.
Müellifin, kitabın ön sözünde de belirttiği gibi, bu kitap, islam mü-
tefekkirlerinin asırlarca uğraştıkları bir ilmin mukaddemesi mahiyetin-
dedir.
CUMHURIYETIN 50 YILINDA KELÂM ILMI 313

İslam dünyasında nakli ve akli temayüllerin çarp ıştığı ve dindar-


larla serbest dü şünce sahiplerinin uğraştıkları bahisler hakkında bir
fikir vermek bakımından faydalı bir eserdir. Kitabın sonuna, akılcı
mutezile fırkasının reislerinden olan Cah ız'ın eserlerinden örnekler
verilmek suretiyle, Cahız'ın yaşadığı miladi 9. asırda akıl, kıyas ve
muhakemenin, o devrin tefekküründe nas ıl bir rol oynadıklarını gös-
termeleri bakımından önemlidir.
3— Fıkhı Ekber ve izah', Çev. ve açıklayan: Sabit Ünal, Ankara
1957. İmam! Azam Ebü Hanife'nin yazmış olduğu bu eser, Ebu'l-Mün-
tehâ tarafından şerh edilmişti. Sabit Ünal da bunu türkçeye kazand ır-
makla ilim adına hizmette bulunmu ştur. Kitabın içerisinde iman esas-
ları yer almaktadır. Şöyleki: Allah'a, Allah' ın sıfatlarına, meleklerine,
kitablarına, peygamberlerine öldükten sonra dirilmeye, kadere, yani
hayır ve şerrin Allah'ın takdiri ile olduğuna, hesaba, mizana, cennet ve
cehenneme inandım, bunların hepsi haktır demenin izah' yapılıyor.
Sonra İhlas suresinin manas ı verilerek izah edilmi ştir. Ayrıca Allah'ın
zâti, sıfatları, Kur'anın Allah kelâmı oluşu, küfür ve Iman mese-
leleri, hareket ve sükâna ait kullar ın türlü işleri, iyi ve fena işlerin hük-
mü, büyük günahlar meselesi, mucize, kerâmet, Allah' ı görmek mese-
lesi, iman-islam ikisi de birdir. Dinin geni ş manası, ve bunlara benzer
mevzularda teker teker ele al ınıp izah edilmiştir.
Yukarıda gördüğümüz gibi kader, haynn ve şerrin Allah'ın tak-
diri ile olmasıdır, yani kader takdir olunmu ş demektir. İmamı Azam'a
göre, "Allah'u Teala e şyayı bir şeyden yaratmad ı . Allah eşyayı yarat-
mazdan evvel ezelden bilir. Eşyayı vücude getirmeden önce takdir ve
kaza eden O'dur. Gerek dünyada ve gerek ahirette her şey, O'nun di-
lemesiyle, O'nun bilmesiyle, takdir etmesiyle, hüküm ve kaza eyleme-
siyle, levhi mahfuza yazmas ıyladır. Fakat levhi mahfuza yazmas ı vasıf
suretiyledir, hükmetmekle de ğildir. Kaza kader ve me şiyyet de Allah' ın
ezeli ve keyfiyeti bizce anla şılmayan sıfatlandır" ".
"İmam Azam" ın, "Levhi mahfuza hüküm suretiyle yazmad ı,
vasıf suretiyle yazd ı" demekten maksad ını Ebu'l-Münteha şöyle açık-
lıyor: "Hak Teala levhi mahfuza bir şeyin vasıfsız, sebebsiz mücerred
bir hüküm ile vukua gelmesini yazmad ı. Mesela; Ali mü'min olsun,
fakat Veli kafirlik etsin diye yazmad ı. Böyle yazmış olsaydı, Ali imana
zorlanmış, Veli de mecburi olarak imansız kalmış olurdu. Çünkü Al-
lah'ın bir şey hakkında vermiş olduğu hüküm muhakkak yerini bula-
14 Fıkhı Ekber, çev. Sabit Ünal, Ankara 1957, s. 36-38.
314 CIHAD TUNÇ

cak, o şey o hükme mutab ık olarak vukua gelecektir. Allah' ın hükmü-


nü hiç bir kuvvet tersine çeviremez. Fakat Allah öyle hükmetmedi,
levhi mahfuza şöyle yazdı : Ali kendi ihtiyariyle, kendi intihabı ve kud-
retiyle mü'min olacak, iman edecek, küfrü istemiyecektir. Veli de kendi
istek ve intihab ı ile kafir olacak, iman etmiyecek, küfrü isteyecektir.""
4—Hüseyin Atay, Kuran ve Hadis'de İman Esasları, Ankara 1959.
Bu eserde de din, ilim ile irade, ak ıl ve iman hakkında bilgi veril-
dikten sonra imam altı şartı Kur'an ve hadislere göre aç ıklanmıştır.
Kadere iman bahsinde müellif şunları yazmıştır:
"Ehli Sünnete göre, kadere inanmak iman ın şart ve esaslarından
altıncısı ise de, bu çetin ve münaka şalı bir konudur. Kader ile Allah' ın
kudretinin münasebeti uzun bir incelemeye muhtaçt ır." dendikten son-
ra Kamer 49-50, Nisa 76-77, Araf 178. ayetlerinin manalar ı verilerek
kader ve kazan ın tarifleri yapılıyor: "Allahın bir şeyi olmazdan önce
ne zaman olacağım, nerede olacağını ve nasıl olacağını bilmesine kader
denir. Bu kader, yani ilmi ilahide yazılı olanların, dış alemde yarat ılıp
meydana gelmelerine kazâ denir. Kazâ kader'e uygundur." Ve sonra
da "Allah herkese hayır ve ser, küfür ve iman yollar ını gösterdi"."
"Dileyen inans ın, dileyen kâfir olsun"." "Ve kim iyilik getirirse ondan
daha iyi mükafata nail olur, her kim de kötülük ile gelirse, kötülükleri
kadar cezalan ırlar"" ayetlerinin manaları verilmektedir. Ayr ıca kadere
imanla ilgili altı hadisin manaları da yazılmıştır."
5—Kemal Edip Kürkçüo ğlu, İslam dini'ne Toplu Bir Bak ış, Ankara,
1961. Müellif bu küçük eserinde imân ın altı esasının açıklamasını yap-
tıktan sonra " İslam dininde ibadet" bölümünde de islamın beş esasın-
dan bahsetmi ştir.
Kadere iman bahsinde şunları buluyoruz:
"Olanı ve olacağı , Allah ezelde takdir buyurmu ştur. Olana ve
olacağa halkımız "alın yazısı" adını verir ve değişmez bir gerçeğe ter-
cemân olarak "yaz ılan bozulmaz" der. Evet, yaz ılan bozulmaz Lâkin
Allah, insana akıl ve idrak vermi ştir. Akıl: hayrı şerden ayırma kud-
reti, idrak: hayri şerre tercih etme kabiliyetidir. O kudrete ve bu ka-
biliyete "Cüz'i irade" adı konulmuştur. Ate ş : yakıcıdır; iğne: batıcıdır.
15 a.e. s. 37-38.
16 Beled suresi: 10.
17 Kehf suresi: 29.
18 Kasas suresi: 84.
19 Hüseyin Atay, Kur'an ve Hadiste İman Esasları, Ankara 1959, s. 80-92.
DITMDURİYETIN 51) YILINDA KDLAM İLMÎ 315

Buna rağmen insan, kendini ate şe atarsa ve iğne, insana, sırf kendi
hatası yüzünden batarsa suç kimindir ? Ate şin mi iğnenin mi? Elbette
ne ate şin, ne de iğnenin; şüphe yok ki insanın! Allah'ın muradı ; ha-
yırdır ; şer değil! Rızası hayırdadır, şer'de değil !.."20
6— Dr. Hüseyin Atay, Kur'ana göre iman esasları, Ankara 1961.
Müellifin doktora tezi olan bu eser, iki bölümden ibarettir. I.
Bölümde; Allaha iman, ulühiyet sıfatları, Allahın varlik alemiyle ilgili
sıfatları, meleklere, kitaplara, Peygamberlere ve ahirete îmân, II. Bö-
lümünde ise : Kur'anın takib ettiği umumi metodlar, Kur'an ın Allah
anlayışım ortaya koyarken takibetti ği hususi metodlar gibi konular
bulunur.
Müellifin ahirete iman bölümünden sonra "Kader meselesi" diye
müstakilen ele ald ığı kısımda şu açıklamayı buluyoruz:
"Böylece Kur'ana göre iman esaslar ını incelemiş bulunuyoruz.
Görüldüğü üzere imânın Kur'ana göre tesbit ve aç ıklamaya çalıştığımız
bu esasları arasında "kader"e iman bulunmamaktad ır. Gerçi Kur'anda
"kader" ve "kadr" kelimeleri geçmektedir. Ancak bu kelimeler, mik-
tar, ölçü, bir şeyi bir ölçüye göre tayin ve tahsis etmek ve bir hikmete
göre yapmak manalarma gelmektedir.
Kadr ve takdir kelimelerinin Allah'a isnad ı O'nun yaptığı işlerin
bir nizamı, ölçüsü ve hikmeti olduğunu bildirir. Yaptığı işleri bir hikmet
dairesinde yapar. Lüzumsuz, manasız, gelişi güzel, rastgele iş yapma-
dığını ifade eder. Bunun için her şeyin bir ölçüsü miktar ı ve uyduğu
bir nizamı vardır. Kur'andaki şu ayetler bu mananın delilidir21" de-
nilerek ayetlerinin mealleri ve aç ıklamaları verilmektedir.
Bu açıklamalardan sonra Doç. Dr. Hüseyin Atay şu neticeye ula-
şıyor :
"Görülüyor ki, "kader" kelimesi Kur'anda bir ölçü dahilinde
tayin etmek, her şeyi bir ölçü ve nizama göre tanzim edip tedbirlemek-
tir. Kader kelimesinin di ğer kullanışlarında alacağı mananın mihverini
tesbit ettiğimiz bu mana te şkil eder, diğer manalar buna irca edilir.
O halde Kur'anda zikredilen "kader" ve "takdir" kelimelerinin Hz.
Peygamberin vefatından sonra ortaya ç ıkan türlü fikirler neticesinde
istilâhi bir mana alan "kader" ile alakas ı yoktur. Kur'anda zikredilen
bu kelime Allah'ın yaptığı iş ve yarattığı nesnelerin bir hikmete göre
20 Kemal Edil) Kürkçüo ğlu, islâm Dinine Toplu Bir Bakış, Ankara 1961, s. 16.
21 Hüseyin Atay, Kur'an'a Göre İman Esasları, Ankara 1961 s. 89.
316 CİHAD TUNÇ

yapıldıklarını ifade eder ve kainatta düzensizlik ve nizams ızlık bulun-


madığını ve hiç bir nesnenin kendi kendine tesadüfen olmad ığını bil-
dirir. Bundan dolayı Kur'anda zikredilen "kader" kelimesi ve türlü
iştikakları insanın iradesini mecburi olarak harekete geçiren ezeli bir
yazının mevcud olduğunu isbat etmez. Bunlar sünnet-i ilâhiyyenin
başka bir şekilde ifade edildiğini gösterir"."
İman esaslarına temas eden hadisleri de inceleyen müellif, bu ha-
dislerin sababeden sonra üçüncü raviye kadar birer ki şi tarafından
rivayet edildiklerini de tesbit ederek şu neticeye varıyor: "Bu hadisler
haberi ahaddır. Açıklık, seçiklik ve kat'iyet iktiza eden iman hususunda
haberi ahadın kabul edilmemesi Ehli Sünnetce de kaidele ştirilmiş ol-
duğundan bu hadislere dayanarak iman esaslar ına, kadere inanmak gibi
başka bir esas eklemek islâmiyetin ruhuna ayk ırı hareket etmek ola-
caktır".23
Sonra Hadid suresinin "Musibetler yarat ılmadan önce bir kitab-
tadır" mealindeki 22. ayetini ele alarak şu neticeyi çıkarıyor: "Görü-
lüyor ki bu ayet de daha önceden yaz ılmış bir kadere uymak zorunda
kalındığım ifade etmemektedir. O halde şöyle demek mümkün olsa
gerektir: İman esasları arasında kader bulunmamaktadır, fakat amell
hayatta kader olabilir. Olan şeylerin yazılı oluşu ifadesi sünneti ila-
hiyyeye göre cereyan edece ğini gösterir, bunu vas ıf, yani şartla yazılı
olduğu ile ifade etmişlerdir"."
Rad suresinin "Allah dilediğini siler ve dilediğini tesbit eder. Ana
kitab O'nun yanındadır" mealinde olan 39. ayetinden de şu netice
çıkarılıyor:
"Bu ayet değişmez surette yazılı kader manasını nefyeder. Çünkü
Allah istediğini siler; istediğini yapar demek, bir kader yoktur demek-
tir. Silmesi ve tesbit etmesi ilahi kanunlara ba ğlıdır. Eğer bütün geçmi ş
ve gelecek hadiseler levhi mahfuzda yaz ılmış, çizilmiş ama Allah bun-
lardan istediğini siler, istediğini bırakır denecek olursa, bu, yazılı ka-
derin silindiğini kabul ettikten sonra ezelde her şeyin yazılıp yazılma-
masının insan üzerine cebri bir tesiri olmad ığını kabul etmek demektir.'
Doç. Dr. Hüseyin Atay, Teybe suresinin 50-51 .ve Ahzab suresinin
38. ayetlerini de tetkik ettikten sonra: "Biz bu ayetlerden de ezelde
22 a.e. s. 91.
23 a.e. s. 92.
24 a.e. s. 93.
25 a.e. s. 94.
CUMIWRÎYETIN Jd YİLİNDA KELıtM İ' LMİ 817

yazılmış ve değişmez bir kader manasının çıkarılabileceğine kani deği-


liz" 26 demektedir.
Şu sözlerle de bu mevzuyu bitiriyor : "Kur'anda yukar ıda incele-
diğimiz gibi malum manada anla şılan kader manas ını destekler görü-
nen ayetlerin kevni olaylarla ilgili olduğunu ve ruhi bir davranış olan
imanla bir münasebeti bulunmadığını gördük.
"Kaderin ruhi bir davran ış olan irade ile bir ilgisi olmayınca bütün
insanların istediklerini yapmakta tam kudrete ve selâhiyete sahib olup
olmadıklarını Kur'an açıklamıştır Kur'an insanların iradeleri oldu-
ğunu, istediklerini yapabileceklerini ve daha önce onlar ı muayyen iş-
leri işlemeye zorla sürükleyen bir kader olmad ığım ifade ederken işle-
rinin ve güçlerinin her an Allah'ın iradesinin ve kudretinin kontrolünde
olduğunu, her an Allah' ın müdahale edebilece ğini bildirmiştir.
"Kur'an baştan başa bu ruhu taşımakta ve buna dair aç ık manalı
ayetleri ihtiva etmektedir. Bu ayetler içinde insana tam sorumlulu ğu
yükleten ayetler olduğu gibi, her şeyi Allah'ın yaptığını bildiren ayetler
de vardır. Yukarıda dediğimiz gibi insana irade hürriyeti veren ayetler
insana râci olup neleri yapabilece ğini gösterir, insandan iradeyi kald ı-
ran ayetler Allah'a râci olup insan ın gücünün sınırım tayin ederler"."
Doç. Dr. Hüseyin Atay' ın kader meselesi hakkındaki görüşlerini,
diğerlerine nazaran daha uzun olarak buraya almam ızın sebebi, Onun,
buraya kadar eserlerinden ve makalelerinden örnekler nakletti ğimiz
diğer müelliflerin bu meselede naklettiklerinden ve serdettikleri fikir-
lerinden farklı bir yol takib ederek, kitabından burada nakletti ğimiz
farklı neticelere ulaşmış olmasıdır. Asırlardan beri pek çok münaka-
şalara, münazaralara sebeb olan, farkl ı fikirler üzerinde birle şen kim-
selerin meydana getirdi ği çeşitli mezheblerin ortaya çıkmasında büyük
rol oynayan ve nihai hal çaresini söylemeye insanlar ın gücü yetmiyen
bir meselede Sayın Atay, arap lisan ına olan kuvvetli vuldıfu ve
kaynak eserleri titizlikle tetkik etmesi sebebiyle Kur'an- ı Kerime is-
tinaden bu neticelere ula şmıştır. Zaten kitabına verdiği isimden de
anlaşılacağı üzere, imân esaslanm Kur'ana göre tetkik ve tesbit etmeye
çalışmış, diğerlerinin yaptığı gibi mezheb imamlannın fikirlerini kita-
bında nakletmekten kaç ınmıştır. Zaten bu metodun özlemi içersinde
olduğunu, II. devrede Burdurlu Merhum M. Hatiboğlunun öncülüğünü
yaptığı gayreti III. devrede devam ettirenlerin ba şında geldiğini bu
26 a.e. s. 95.
27 a.e. s. 96-97.
318 CIHAD TUNÇ

eserinin "Giri ş"indeki şu cümlelerden anl ıyoruz: "Dinin esaslar ını


ortaya koyarak, dinle ilgisi olmıyan hususları kolayca farkedebilmek
için şüphesiz, dinin iman esaslarını Kur'andan çıkarmak gerekirdi.
İşte bu konuyu ele alırken, islâm toplumunun bu ihtiyacını karşılamayı
gaye edindik."
7—Fuziiıli, Matla'u'l-İtikâd, neşreden: Muhammed b. nvit at-
Tanel, çevirenler: Esat Coşan ve Kemal Işık, Ankara, 1962 (A. Ü. Dil
ve Tarih-Coğrafya Fakültesi yayınlarından).
Bu eserde şu konular yer almaktadır:
Ilim ve marifenin mahiyeti, Allah' ı bilmenin gerekliliği, bilginin
kısımları, bilgi yolları, kainatın mebdei, âlemin cüzleri, âlemin s ıfat-
ları, insanın mahiyeti, cinlerin mevcudiyeti ,önceden bilinmesi gereken
hususlar, devir ve teselsülün çürütülmesi, Vâcibu'l-vücudun mevcudi-
yeti (Allah'ın zâtı), Allah'ın sıfatları, Allah'ın fiilleri, güzellik ve çir-
kinlik, hayır ve şer, bir şeyin Allah üzerine gerekli olup olmamas ı,
insanların peygamberlere olan ihtiyaçlar ı, peygamberlerin ismeti, Pey-
gamberimizin nübüvveti, Peygamberimizin di ğer peygamberlerden
üstünlüğü, imamet, Haşir, ruhun ölümden sonra ve Bâs'dan önceki
durumu, onun lezzet ve elem duymas ı, Mizân, Sirât ve Hesâb.
Fuzidi bütün bu konulara, bazan Yunan ve islam filozoflar ının,
bazan da mütekellimlerin veya müslümanların keşif ehli olan Sofilerin
görüşlerine uygun olarak çok kısa bir şekilde temas etmiştir. Mesela;
Hayır ve şer mevzuunda şunları buluyoruz: Önce filozoflara göre şer
ve hayır nazariyesini verip, İbn Sinâ'ya göre hay ır ve şer tariflerini
yapıyor. Eş'ari ve mutezilenin hay ır ve şer anlayışla= ve birbirlerine
verdikleri cevaplar ı naklettikten sonra, şu sözlerle bu mevzuyu tamam-
lıyor : "Görünüşe göre, her iki fırkanın da fikrinde şirk değil, edebe
riayet bakımından bir israr bulunmaktad ır. Eş'ariler, yarat ıcılık sıfa-
tının Allah'tan başkasına itlak olunmamas ını, mutezile ise kötü fiil-
lerin kuldan başkasına isnat edilmemesini murat ediyorlar'.
8—Dr. Ali Arslan Ayd ın, İslam inançları ve Felsefesi (Tevhid ve
Kelâm) Ankara 1964.
Bu eserin mevzular ı şöyledir: Kelam ilminin tarifi, mevzuu, me-
sâili, fayda ve gayesi, diğer ilimler arasındaki yeri, tevhid ve kelâm
ilminin tarihçesi, doğuşu ve geçirdiği devreler, şer'i hükümler ve kay-
nakları, dini ve aldi deliller, filmin sebebleri ve yollar ı, akli hükümler
ve özellikleri, ımânın hakikati ve amel ile olan münasebeti, Allaha
28 Fuzûlî, Matla'u'l- İtikad, çev. Esat Coşan, Kemal Işık, Ankara 1962 s.49.
CUMHURIYETIN 50 YILINDA KELIM İ LMİ 319

iman ve vücudunu isbat eden deliller, Allahu tealân ın mukaddes sı-


fatlan, Allahu tealân ın fiileri Halk-ı ef'ali ibâd konusundaki mezhep-
,

ler, cebriye, kaderiye, ve Cumhur- ı mu'tezile mezhebi, e ş'ariye matu-


ridiye, hayır ve ser, kaza ve kader meselesi, r ızık, ecel, hüsün ve kubuh
meseleleri, melekler ve meleklere iman, ilahi kitaplar ve mukaddes
kitaplara iman.
Müellif iman esaslarından peygamberlere ve ahirete iman bahislerini
bu kitabına almamıştır.Bunları müteaddid defalar haber verdi ği, bu kita-
bına ikinci cilt olacak olan eseri için ay ırmış olsa gerektir. Bununla bera-
ber bu kitabın 1969 da ikinci baskısını yaptığı halde bu güne kadar zikri
geçen bu ikinci cilt ne şredilmerniştir. Bu eserin tertib ve konuları yönün-
den İsmail Hakk ı İımirli'nin Yeni ilmi Kelâm'ının tesirinde kaldığı ilk
anda göze çarpmaktad ır*. Kaza ve kader meselesinde Dr. Ali Arslan
Ayd ın, kaza ve kadere iman,imân esaslar ındandır dedikten sonra kaza ve
kaderin lügat manalarını veriyor, Maturidi ve Eş'ariye göre istilah ma-
nalarını da kaydettikten sonra bu meselenin "Halk- ı ef'ali ibad" bah-
siyle ilgisini göstermektedir. Bu konudaki kaderiye, cebriye ve icabiyye
mezheplerinin fikirlerini ve iptalini de bu bahsin sonuna koymu ştur.
Müellif bu eserini ne şretmeden önce bu kitaptaki konulardan
bazılarını "islam mecmuası"nda ve "Diyanet i şleri Başkanlığı Dergi-
si"nde yarnlamıştır. Sonra Yüksek islam Enstitülerinde okunmak üze-
re bu kitabım yazdıktan sonra 1969 da "Islam'da iman ve Esaslar ı"
adlı bir eser daha ne şretmiştir. Bu eseri, önsözünde belirtti ği gibi "her
müslümamn bildiği" Amentü"de sayılan iman esaslanmn her birine
bir bölüm ayırmak ve "Iman" ile ilgili konuları ayrı bir bölümde top-
lamak suretiyle yedi bölümden ve dine, akideye olan ihtiyac ı belirten
bir "Giriş"ten meydana gelmiştir".' Bu kitabındaki pek çok kısımlar
yukarıda zikredilen "Islam inançları ve felsefesi" adlı kitabındakilerle
aynıdır.
9 Dr. Kemal Işık, Mutezilenin Do ğuşu ve Kelâmi Görü şleri, An
— -II

ınlarındandır). kar1967.(AÜIlhiytFakües
Müellifin doktora tezi olan bu eser şu şekilde planlanmıştır:
Mutezilenin doğuşunu hazırlayan sebebler, mutezilenin do ğuşu,
gelişmesi ve çökmesi, mutezilenin kelâmi görü şlerinden beş prensibi
ve, izahları ; mutezilenin diğer görüşleri: Allahın görülüp görülmemesi,
* Krş. İzmirli, Yeni ilmi kelâm, I. cild, İstanbul 1922, s. 5-7 ile Dr. Ali A. Ayd ın,
s. 12-18.
29 Dr. Ali Arslan Aydın, islâmda İman ve Esasları, İstanbul 1969, s. 10.
320 CIHAD TUNÇ

Kur'anın yaratılmış olup olmaması, hüsün ve kubuh, akil ve nakil


meselesi. Dr. Kemal Işık eserinin önsözünde de belirtti ği gibi kelâm
tarihinde gerek tevhid sistemleri ve gerekse hür dü şünceyi temsil etme-
leri bakımından dikkati çeken ve ayr ıca akılcı bir yol takip etmiş ol-
dukları için de islam aleminde kültür tarihi yönünden büyük bir önem
taşıyan mutezile mezhebini arapça yazma ve bas ılmış kaynaklardan
istifade ederek bu mevzuda dilimizde yaz ılmış ilmi eserlerden ilkini
meydana getirmi ştir. Bu tetkikimizde de gösterdiğimiz gibi İ. H. İzmirli
ve ü. N. Bilmen'in kitaplarındaki mutezile bahsinden ba şka, M. Şe-
rafettin Yaltkaya, Dardl-fünun ilâhiyat Fakültesi mecmuasının Mayıs
1930 tarihli 15. sayısında "Kaderiye yahut Mutezile" adl ı bir makale
ile aynı mecmuanın Aralık 1932 tarihinde çıkan 24. sayısındaki "Ke-
larn Savaşları" adlı makalesinde bu mezhep hakk ında muhtasar ma-
lumat vermiştir. Daha sonra bu mevzuyla ilgili olarak A. Ü. Ilahiyat
Fakültesi Dergisinin 1964 y ılına ait 12. sayısında Doç. Dr. İbrahim
Agâh Çubukçu "Mutezile ve Ak ıl Meselesi" adlı makalesi ile bu çalış-
manın öncüsü olmuştur. Bununla ilgili diğer bir çalışma da Doç. Dr.
Talât Koçyiğit'in A. Ü. Ilahiyat Fakültesi dergisinin 1968 yılına ait
26. sayısında neşredilen "Cehmiyye (Mutezile) de Akılcılık" adli ma-
kalesidir.
Bunlardan ba şka Fakültemizin dergisinde ne şredilen Kelam ilmi
sahasındaki makaleleri de çok kısa olarak burada zikretmek gerek-
mektedir. Mesela.; dergimizin 1967 y ılına ait 15. sayısında Dr. Hüseyin
Atay, "İslâmda Olgun İnsan" (İnsan-ı Kamil) başlıklı bir makale yaz-
mıştır. İsmail Hakk ı İzmirli, yukarıda zikrettiğimiz "Yeni İlmi Kelâm"ın
I. cildinin "Giriş" kısmında "Kemalatı İnsaniye" adı altında kısa da
olsa bu konuya yer vermi ştir. Sayın Dr. Hüseyin Atay bu makalesinde
bu konuya genişce eğilmiş, insan oğlunun kendisi ile beraber ya şayan
ve canlı olarak gözünün önünde bulunması gereken bir insanın tesirin-
,de daha çabuk kalaca ğını, bu itibarla her nesilde bu üstün ve örnek
insanın yaşayan bir şahıs olması lüzumunu beyanla, Kur'ana göre
herkesin kendine uygulayabilece ği ve uygulaması gereken üstün insan
vasıflarını şöylece sıralamıştır:
1— Adalet (dürüstlük), 2— İyi niyyetlilik (ihlas, Takva), 3— Ba şka-
sını istismar etmemek, 4— Do ğruluk (Sıdk), 5— iffetli olma.
1968 yılına ait Dergimizde bulunan "Kur'anda Bilgi Teorisi" adl ı
makalenin sahibi olan Doç. Dr. Hüseyin Atay, bilginin imkanı, mahiyeti
ve kaynakları hakkında ileri sürülen görü şlere kısaca temas ettikten
sonra bu husustaki Realistlerin, İdealistlerin görüşleriyle Tekçi görü şü
CUMHURİYETİ N 50 Yİ Lİ NDA KELİM İ LM İ 321

ele alıp incelemenin yan ı sıra, bu konuyu ele almaktaki maksatlar ını
da şöylece açıklıyor: Kur'an Kerimin bugün ve gelecekte ilim anla-
yışına ışık tutacak prensibi, her zaman sa ğlam ilim yapma ve ona da-
yanmaya verdiği önemi'belirtmek, ilimsizlikten, cehaletten, safsatadan
kurtarmak için gösterdi ği titizliği anlatmaya çal ışmaktadır.
1969 yılına ait Dergimizde Doç. Dr. H. Atay, "Memleketimizde
Dim ve Din Anlayışı Üzerine" adıyla yazdığı makalesinin, "Yüksek
Din Anlayışım Hazırlayacak Olan Öğretim Üzerine Dü şünceler"
başlıklı IV. bölümünde Kelâm ilmi derslerinin nas ıl okutulması gerek-
tiğine temas ederek, men ıleketimizin, islami meseleleri islam ın ana kay-
naklarından tetkik edip inceleyen kelâmc ılann ve bu zatların bu an-
layış ve metodla zamanımızın ihtiyaçlarına cevap olabilecek tarzda
kaleme alacakları eserlerin de özlemi içerisinde oldu ğunu belirtmek-
tedir.
Aynı Dergimizde bulunan "Kur'ana Göre Münazara Metodu"
isimli makalesinde de, inanmıyanlarla Kur'am Kerimin Münazara ve
mücadele ederken takib etti ği yolları, ayetlerin mealleriyle ortaya ko-
yup tesbit ettikten sonra, yeni çalışmalarda Kur'ana yönelmenin za-
ruretine, dini akideyi orta çağın ilim verilerinden ve nakillerinden kur-
tarmaya çalışma gayretine, Kur'anın yeni ilimlere göre de izah edilip
anlaşılabileceğine ve her asırda müslümanlara ışık tutacağına temas
ediyor.
Bütün bunlardan sonra netice olarak şunları da kaydetmekte fayda
mülâhaza ediyoruz. Görüldü ğü üzere Cumhuriyetin ilânından hemen
sonra,asnn ve içinde ya şanılan zamanın ihtiyaçlarına cevap verebilecek,
felsefeden ayrılmış, islamın temel kaynaklar ı olan Kur'an ve Hadise
dayalı bir Kelâm ilminin yeniden tedvin edilmesine ihtiyaç hissedil-
miştir. Bu ihtiyacı 1923 ila 1933 seneleri arasında Darul-Fünün Ila-
hiyat Fakültesi müderrisi olan İ. H. İzmirli ile Kelâm Tarihi müderrisi
olan M. Şerafeddin Yaltkaya ve o zamanlar Daruş-şafakayı islâmiye'de
İ lmi Kelâm ve Siyeri Nebi muallimi olan Ö. N. Bilmeli ilk defa hisse-.
denlerden oldukları için eserler ve makaleler yazmaya ba şlamışlardır.
Görüldüğü üzere bu hamlelerin öncülüğünü yapan Darul-Fünfin Ila-
hiyat Fakültesi ö ğretim kadrosuyla, bu zatlar ın ilmi, Kur'an ve hadise
dayalı neşriyatlarıdır. Fakat 1933 de Ilahiyat fakültesinin kapanmas ın-
dan sonra, bu ilmi çah şma önderliği de ortadan kalkmış, gene yazımı-
zın 19-24. sahifelerinde göstermeye çal ıştığlinız vechile, Burdurlu mer-
hum Mehmet Hatibo ğlu'nun da adı geçen eserinde belirtti ği gibi, islam
dini ve akidelerini Kur'an ve hadislere göre ele al ıp tetkik etmek ve
322 CIHAD TUNÇ

onlara dayanarak neticelere ula şmak gayreti yerine bir mezheb taas-
subu başlamış, ictihad ve kıyasa daha fazla ehemmiyet verilerek yaz ılan
eserler de islami olmaktan ç ıkmıştır. Hemen şurada zikretmek istedi-
ğimiz misaller bize bu hususta kesin bir fikir verecektir. Mesela; bu
devredeki eserler aras ında zikretti ğimiz 1888 de 3. baskısı yapılarak o
zamanın "Maarif Nezareti"nin de ruhsat namesini haiz olan "M ız-
raklı ihniharin latin harfleriyle müteaddid defalar bas ıldığını gördük.
Bu kitabda yemek yemenin adab ından bahseden kısımdan bir kaç şey
nakledelim: Yemekten önce ve sonra el y ıkamanin faydaları arasında
şunlar sayıhp dökülmektedir: 1- Arşu Rahmân altında bir melek ey
mü'min senin günahların affoldu diye nida eder, 2- Kur'an ın ayetleri
sayısınca sevap alır, 3- İnsanın bedenindeki damarlar ın sayınca sevab
alır, insan bedeninde 365 damar vard ır, 4- bedeninde olan kıllar sayı-
sınca sevab olur, 5- rahmet deryas ına gark olur, 6- vefat edince şehid
olur..."."
Pekala bilinen bir gerçektir ki, yemekten evvel ve sonra elleri y ı-
kamanın faydaları pek çoktur. Her şeyi elimizle tutup, dokunup, bak-
tığımız, ve her türlü işlerimizi de ellerimizle yapt ığımız için ve her tara-
fa öncelikle ellerin uzanması sebebiyle, en fazla kirlenen, mikroplara
bulaşan orgammız şüphe yok ki ellerimizdir. Hatta çatal, ka şık ve
bıcak kullanarak yemek yemi ş dahi olsak, gene de ellerimizi kullan-
maya, su içece ğimiz bardağı tutmaya, ekmeyi koparmaya mecburuz.
Öyleyse önce ellerimizin yıkanmak suretiyle mikroplardan temizlen-
mesi lazımdır ki, yediğimiz gıdalarla ellerimizdeki mikroplan bünyemi-
ze almıyahm.
Bu kitabın yazıldığı ve 1888 de 3. baskısımn yapıldığı devrede,
belki halka mikroplan anlatmak zor olurdu, fakat bu şekilde hiç tered-
düt etmeden dini hükümlere ba ğlayıp fetvalar vermek de do ğru ol-
mazdı. Evet yukarıda da belirtti ğimiz gibi, yemekten evvel ve sonra
elleri yıkamak pek çok faydaları olan bir sünnettir, fakat bütün gü-
nahları affettirecek ve hatta şehidlik mertebesine kadar ula ştıracak bir
ibadetmiş gibi gösterilmemelidir. Görülüyor ki, henüz o devrelerde
gerçek din alimlerinin yanı sıra, meseleleri basit gören, her şeyi dine,
sevaba bağlamaya çalışan ve bu sathi ve şahsi görüşlerini kitap haline
getiren zatlar da mevcud imi ş
İkinci misalimizi de Numan Kurtulmu ş'un yukarıda bahsettiğimiz
"Amentii şerhi"inden vermek istiyoruz. Bu kitab ın Cenaze bahsindeki
30 Feridün Ahmed et-Tevki'i Mızrakh İlmihal (Müftâhu'l-Cennet) İstanbul 1888.
3. Baskı, s. 81-82.
CUMHURIYETIN 50 YILINDA KELIM ILMI 323

"Ahidname" dikkatimizi çekti. Bu ahidname arapça olarak yaz ılmış


uzunca bir düadır. N. Kurtulmu ş bu hususta şunları yazıyor: "Allahu
Tealaya arzuhal demek olan bu ahidnameyi yaz ıp ölünün gö ğsü hi-
zasından yukarı, yüzüne karşı sağ tarafa toprağa iliştirip bu düa hür-
metine ölünün rahmetle muamele görmesini mevlam ızdan dilemeliyiz'" i.
Düanın arapça metni ve türkçe tercemesi de n ıevcuddur. Evet cenaze
için düa etmek lazımdır ve yapılmaktadır da, fakat böylesine bir şekil-
ciliğe ana kaynaklarda rastlamad ık. Ayrıca N. Kurtulmu ş, "Peygam-
berimizin Mucizelerinden Baz ıları" başlıklı bölümde mevzuya şöyle
giriyor: "Hz. Peygamberin mucizeleri pek çoktur. Uç ayet bir mucize
olduğuna göre, Kur'an 2222 mucizedir". 32
Evet Kur'an' Kerim Hz. Peygamberin en büyük mucizesidir, ama
üç ayetin bir mucize olaca ğı nereden çıkarılmış ve buna göre bir mate-
matik işlem yapılarak 6666 ayet 3 e bölünerek 2222 elde edilmi ştir.
İşte ilk defa 1943 de ne şredilen ve 1971 de 15. bask ısı yapılan bir eserde
meselelerin nekadar basitle ştirildiği, şahsi görüş ve gayri ilmî ictihad-
lara dayandırıldığı açıkca görülmektedir.
Burada bu misalleri daha da fazlala ştırmaktan kaçımyoruz. Bu-
nunla beraber şunu da zikretmeliyiz ki, buraya isimlerini alamad ığımız
islam akidesine ve inançlar ına dair gerek 10 ila 30 sahifelik risaleler
halinde, gerekse kitap halinde maalesef ilmi olmaktan uzak pek çok
kitap neşredilmiştir.
İşte yazınuzda üçüncü devreyi ba şlatan bir âmil olarak ele aldı-
ğımız Ankara'da Ilahiyat Fakültesinin aç ılmasıyla, bu fakültenin dini
otoriteyi ele alma gayretleri ve Diyanet i şleri Başkanlığı teşkilatının
gelişmesi neticesinde I. devrede gördü ğümüz gayretli hamleler yeniden
gelişmeye ba şlayınca, islamın meseleleri ve islam akidesi Kur'an ve
hadislere göre tetkik edilerek neticelere ula şmak gayreti sayesinde
aradaki ilmi bo şluklar telafi edilmektedir. Kelâm sahas ındaki çalış-
maların II. devresinde eserinden ve metodundan bahsetti ğimiz Burdur-
lu merhum Mehmet Hatibo ğlu'nun candan istedi ği ve öncülüğünü
yaptığı islarrı dinini Kur'an ve hadislerden tetkik etme usulüne III.
devrede bilhassa Ilahiyat Fakültesinin genç ö ğretim üyeleri tarafından
da ihtiyaç duyularak dinin esaslar ındanmış gibi gösterilen hususlar ın
dinle ilgisi olmadığını ortaya koyma gayretleri de geli şmektedir.
Bu sâhadaki ilmi geli şmelerden biri de ş udur: 1965 yılından beri
Fakültemiz mezunlar ı arasında yapılan seçme imtihanı neticesinde
31 Numan Kurtulmuş, Amentü Şerhi, İstanbul 1971, 15. Bask ı s. 408.
32 a.e. s. 283.
324 CIHAD TUNÇ

diğer fakültelerde olduğu gibi, Milli Eğitim Bakanlığı hesabına Avrupa


Ülkelerine Doktora yapmak üzere talebeler gönderilmektedir. Bu
talebeler doktoralar ını oralarda ba şarıyla yaptıktan sonra yurdumuza
dönüyorlar ve fakültelerimizin muhtelif kürsülerinde vazifeye ba ş-
lamak suretiyle, sâhalariyle ilgili mevzularda çal ışmak ve ilerlemek
imkânlarım da buluyorlar.
Bununla beraber Cumhuriyetin ikinci 50 y ılında bu metod ve an-
layış içerisinde bu sâhadaki çal ışmaların ve gayretlerin daha da geli-
şeceğini ümit ediyoruz.
ÇAĞDAŞLAŞMA VE İSLAMLIK

Dr. Mehmet DAĞ

Atatürk devrimlerinin bir tek ana hedefi vard ır ki o da çağdaşlaş-


mak, Atatürk'ün kendi deyi şiyle, muasır medeniyet seviyesine ula şmak,
hatta onun üzerine yükselmektir. 1 Çağdaşlaşma için ölçü ise bu günkü
Batı Uygarlığıdır. Böylece denebilir ki, burada söz konusu olan muas ır
medeniyet seviyesi, Bat ı'nın ulaştığı son aşamadır. Batı'nın bu yolda
rehberi ilimdir, tekniktir Bu husus Atatürk'ün "hayatta en hakiki
mürşit ilimdir" özdeyişinde en gerçek ifadesini bulmu ştur.'
Ilim özgürlük ister; hiç bir kay ıt ve şart kabul etmez. Bilimsel öz-
gürlüğün kısıtlanmasıyladır ki İslam medeniyeti çözülü ş belirtileri
göstermiştir. Eski eğitim "medrese düzeni"nin dar kal ıpları içine sı-
kışmış, her türlü gelişme ve yenilik olana ğını yok etmiştir. Bu durumun
ortaya çıkışında "ulemrnın (din bilginlerinin), halifelerin ve idare
edenlerin rolü büyüktür. M. VII. yüzyılın ortalarından başhyarak M.
XII. yüzyıla kadar devam eden nisbi özgürlük havas ının birlikte getir-
diği ilimde ve felsefede at ılan adımlar, genellikle geniş halk yığınlarının
eğilimlerine bağlı halifelerin ve idare edenler s ınıfının desteğini kazanan
medreselerin kurulu şuyla akâmete u ğramış ve dogmatik bir anlay ış
içersinde eriyip gitmiştir. Bütün konular bu anlayışa göre ayarlanmış ;
İslam dinine yardımları derecesinde tasvip edilmi şlerdir. Böyle bir
anlayışın her türlü geli şme olanağını ortadan kaldıracağı ortadadır.
Bu tarihi gidişin İslam dininin ilkeleri ile ne derecede uygunluk
halinde olduğu tartışmaya değer bir konudur. İslam dininin temel kitabı
olan Kur'an'da "Tanr ı'nın bu alemi insanlar için yaratıp, onların
emrine verdiği"' açıkça belirtilmektedir. Dünya nimetlerinden yarar-
lanmak, tabii olayları gözlemek, incelemek ; 4 bu gözlem ve inceleme-
lerin sonuçlarından yararlanmak insanın başlıca ödevi ve hayatının
gayesidir. Öteki dünya ise bu gayenin gerçekle şmesi ve sözü edilen
1 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, II, (1933), s. 272.
2 Atatürk'ün Maarife ait Direktifleri, (1925), s. 19.
3 Kur'an, II, 29; XIV, 32-34.
4 Kur'an, VII, 184.
326 MEHMET DAĞ

ödevin yerine getirilmesidir. Bu durumuyla İslam dini aslında bilimsel


ilerlemenin köstekleyicisi olarak kabul edilememekle birlikte olaylar ın
tarihi gidişi bu yargıya zıt bir yönde gelişmiş görünmektedir.
Her din gibi İslam dini de içinde do ğduğu toplumu ve diğer top-
lumları düzenleyici bir nitelik ta şımaktadır. Kendisinden önceki de ğer-
lere karşıdır. Varlığını, koyduğu yeni kurallara borçludur. Fertlerden
kendi ilkelerine teslimiyet (ba ğlılık) ister. islâmın gelişim tarihinde
görüldüğü gibi, bu, öteki dünya idealine ba ğlılık halini alırsa, din ger-
çekleştirilmesi gereken tek hedef haline gelir. İşte İslam dininin tarihi
gelişiminde görülen budur. Adetâ fert her türlü hürriyetini hiçe sayarak
kendisini belirli bir tek hedefin, yani öteki dünya mutlulu ğunun ger-
çekleştirilmesine adam ıştır. İlimde, bu hedefe ba ğlı olarak, tekrar
önemli yer tutmuş, her türlü yeni dü şünce bid'at (dinden ç ıkma) sa-
yılmıştır. H. XII/M. XVII. yüzyılda yaşıyan ünlü Türk bilgini Kâtip
Çelebi bu durumu ileri görü şlülüğün bir ürünü olarak yerinde bir şe-
kilde şu sözlerle belirtmi ştir: "Bir çok kafas ız kişi... kayalar gibi hare-
ketsiz, eskileri taklitte donup kald ılar. Dü şünmeksizin yeni bilimleri
reddettiler ve kötülediler. Her zaman için karacahil iken felsefi bilim-
leri kötülemekten ho şlanır; yer ve gök hakk ında hiç bir şey bilmezken
kendilerini bilgin yerine koyar oldular "Yer ve gök âlemini hiç gözle-
mezler mi' (Kur., VII, 184) şeklindeki ihtar onlar üzerinde hiç bir iz-
lenim bırakmadı ; onlarca yerle gö ğü gözlemek onlara bir inek gibi
bakmak demekti". 5
Batı medeniyetinde bilimsel özgürlük yan ında kişinin özgürlüğü
de büyük önem ta şır. Atatürk bu hususu ö ğretmenlere hitaben yapt ığı
bir konuşmasında "Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdam hür, sezi ş ve
anlayışı hür nesiller ister"' sözüyle Cumhuriyet e ğitiminin temel ilkesi
olarak saptam ıştır.
İslam dini de başlangıçta Ortaça ğın koşulları ile bir devrim sayı-
labilecek nitelikte esaslarla insanl ığın karşısına çıkmıştır İnsana "Tan-
rı'nın yer yüzündeki halifesi'" ünvan ını vererek, onu di ğer varhklann
üzerinde tutmuş ; ona seçme gücü ve irade hürriyeti vermi ştir.' Yap-
tıklarından yalnızca Tanrı'ya karşı sorumludur. İnsan fiillerinin kendi
dışında objektif bir de ğeri vardır. Bu objektifli ğin kaynağı Tanrı'dır.
5 Katip Çelebi, Balance of Truth (Mizan el-Hakk'm İng. çevirisi), çev. G.L. Lewis,
Londra 1957, s. 25.
6 Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle
ilgili Söylev ve Demeçleri, I, (1924), s. 20.
7 Kur'an, VI, 165; II, 30 vd.
8 Kur'an, VI, 131-133; XVII, 15; XXVII, 92-93; XXXIX, 41; LXXVI, 3; XC, 10.
ÇAĞDAŞ LAŞ MA VE İSLIMLIk 327

Tanrı, iyilik ve kötülü ğü kendi mutlak nitelikleri içinde ortaya koy-


muştur. İnsanın hürriyetini engellediği ileri sürülen kaza ve kader so-
rununun, aslında İslam dininin ana ilkelerinden olmad ığı zamanımızda
yapılan araştırmalarla ortaya konmu ştur.' Kur'ân'daki "halk", "emr"
ve "takdir" kelimelerinin semantik tahlilleri bize bu neticeyi vermekte-
dir. Bu incelemeden çıkan sonuç şudur: Halk, bir şeyi var etmek, ona
şekil vermek demektir; emr ise, bir şeye tabiatını, özünü veya dinamik
davranış hususiyetlerini vermektir. Emr bu anlamıyla "takdir" kelime-
siyle birle şir.Takdir, bir şeyi ölçüp biçmek, demektir.Bu anlam ıyla kader-
de, Fazlur Rahman' ın da dediği gibi Tanrı'nın şeylerde yaratt ığı güçler,
gğilimler, yetenekler anlamı bulunmaktadır." Peygamber zamanında
kader hakkında her hangi bir tartışmayla karşılaşmamamızın nedeni
belki de kaderin yukarıda açıklandığı şekilde kabul edilmesi ve anla-
mının her hangi bir tartışmaya yer vermeyecek kadar aç ık olmasıdır.
İslam dininin tarihi incelendi ğinde ortaya çıkan husus ise şudur :
Siyasi bir cereyan olarak ortaya ç ıkan ve Emevi halifelerinin siyaset-
lerini meş ru göstermek için ferdin sorumlulu ğunu kaldıran Cebriye
dışında hiç bir fırka kaderi kabul etmemi ştir. Bu fırka esasen pek ta-
raftar bulamıyarak H. IV / M. X. yüzyılın son yıllarında tamamen or-
tadan kalkmıştır. Bugün müslüman toplumlar aras ında yaygın bir
mezhep olan Ehl-i Sünnet mezhebinin E ş'ariye kolu "kesb nazariyesi"
ile "cebr" (mutlak zorunluk)i kabul eden Cebriye'den uzakla şmış ;
Maturidiye kolu ise "cüz'i irâde" nazariyesi ile insana nisbi hürriyet
vererek, ferde sorumluluk yüklemi ştir. Nazariyede gerçek bu olmakla
birlikte, istikrardan yoksun, çe şitli sosyal ve ekonomik çalkant ılar
geçiren İslam toplumunda, mutlak idarenin bask ı ve zulüm siyâsetiyle
etkisini artıran bir "kader" inanc ı hâkim olmuştur. Bunun için bugün
halk yığınlarına kendine güven duygusunu vermek, tabii haklar ı olan
özgürlüklerini sağlamak gerekmektedir ki Atatürk Cumhuriyet'i kur-
makla bu yolda gereken ilk adımı atmıştır.
Özgürlük ancak demokratik bir düzen ve zihniyetle mümkündür.
Sadece düzen yetmemekte, demokrasiyle yo ğurulmuş bir zihniyet de
istemektedir. Batı demokrasileri, bilimsel ve teknik geli şmelerin yanı-
sıra ortaya çıkan siyasi, sosyal ve kültürel de ğişikliklerin bir sonu-
cudur. Bu değişiklikler ferdin kendi hareket sahas ı içinde özerkliğini
ve hoşgörünün hâkimiyetini haz ırlamıştır ki bu, batı demokrasilerinin
esasını teşkil etmektedir.
9 Doç. Dr. Hüseyin Atay, Kur'ân'a göre İman Esasları, 89-97.
10 Fazlur Rahman, The Qur'anic Concept of God, the Universe and Man, Islamic
Studies, c. VI, n. I (Mart 1967), ss. 1-19.
328 MEHMET DA Ğ

İslâmda devlet örgütü ba şlangıçta gücünü halktan almakta idi


ve dolayısıyla demokratikti. Fakat böyle bir hareket bat ı demokrasi-
lerinde olduğu gibi yukarıda işaret ettiğimiz köklü sosyal ve kültürel
değişimlerin bir sonucu olmaktan çok dini bir norm olarak ortaya
çıkmıştır. Buna göre hedef, Tanr ı'nın irâdesinin Kur'ân'da vahyedil-
diği şekilde gerçekle ştirilmesi ve bunu gerçekle ştirecek zümre de İs-
lam ümmetidir. Bunun için " şura" ve "icma'" müessesesi kurulmu ş,
devlet başkanı ve ona yardımcı olacak meclisin seçilmesi halkın irade-
sinin gerçekle ştiği bu müesseseler vas ıtasıyla olmuştur. İslami çerçeve
içerisinde demokrasinin gere ği olan söz hürriyetine ve yap ıcı eleştiriye
yer verilmi ştir.' Fakat ba şlangıçta görülen bu olumlu geli şmeler ilk
dört halifenin seçiminden sonra islâm ın demokratik anlay ışına zıt dü-
şen bir yön almıştır. Şilra ve icmâ' müesseseleri amaçlanndan uzak-
laşmış, Emevilerle birlikte hanedânl ık sistemine, ba şka deyişle monar-
şiye dönüşmüştür. Ümmetin İcmâ'ı H. II / M. IX. yüzyıldan sonra
yerini ulemâ (din bilginleri)'nin icmâ' ına terketmiş ; kamu oyu bir ke-
nara itilmi ştir. Islamın esası olan adalet ve e şitlik' ilkesi yerini zulme
ve haksızlığa bırakmıştır. Sözde halifelerin bu yolda ulemâ ile i şbirliği
yaptıkları bile olmuştur.
Görülüyor ki, İslam demokrasisi tarihi gelişimi içinde iki yönden
çağdaş bir eleştiriye tabi tütulabilir. Birincisi, İslam toplumunu esas
olarak alışı ; ikincisi de zamanla bu kendine özgü demokrasi anlayışın-
dan uzakla şmış olmasıdır. Peygamber'in "siz dünya i şlerini daha iyi
bilirsiniz" demesine ra ğmen, Ortaça ğın alternatiflerden yoksun im-
kanları her şeyi dine göre de ğerlendirmek gere ğini duyurmuş ; şürâ
geleneğinin ortaya koyduğu dünyevi nitelik, dini bir havaya bürünmü ş-
tür. İşte İslam demokrasisine bu sonradan ilâve edilen dini niteliktir
ki yerini haklı olarak dünyevi, laik bir demokrasiye b ırakmıştır.
Ortaçağın niteliklerinden biri de hayat ı her yönüyle tek gerçek
olarak kabul edilen dine göre de ğerlendirmek ve düzenlemektir. Hris-
tiyanlıkta ve İslamda bu nitelik hâkim olmu ştur. Tarihi hakikatlar bunu
göstermektedir. Hal böyle olmakla birlikte, Peygamber'in ve ondan
sonra gelen yakın arkadaşları (sahabeleri)'nin bu gidi şe karşıt olan
sözleri ve davranışları bulunmaktadır. Bunlardan biri yukar ıda zikret-
tiğimiz "siz dünya i şlerini daha iyi bilirsiniz" sözüdür. Tarihin bildir-
diğine göre, Peygamber, Hubâb b. el-Munz ır'ın tavsiyesi üzerine Bedir
savaşındaki kamp yeri hakkındaki ilk kararını değiştirmiştir. Yine
11 Kur'ân, IV, 60; IV, 66 ve XLII, 11.
12 Kur'an, IV, 58 ve V, 51.
ÇAĞDAŞLA ŞMA VE İSLAMLIE. 329

Hendek savaşında Selman el-Farsrnin tavsiyelerine uymu ştur. 13 Aynı


konuyu ilgilendiren bir hadise göre ise, Peygamber al ışılagelmiş hurma
yetiştirme usulünü beğenmiyerek, bir Arap'a bunu terketmesini söy-
lemiş, fakat yanıldığı nı anlayınca da her insan gibi kendisinin de hatâ
yapabileceğini ileri sürmüş, dini meseleler dışında bütün sözlerinin
buna göre de ğerlendirilmesini istemi ştir. Bütün bunlardan anla şılmak-
tadır ki, Peygamber daha ba şlangıçta din ve dünyayı birbirinden ayır-
mak istemiştir. Fakat Peygamber'in tarihi görevi buna mani olmu ştur.
Bilindiği üzere, Peygamber ayn ı zamanda islamın devlet başkanlığını
da eline almıştır. Devlet ba şkanının sosyal, siyasi ve hukfıki alanlarda
bazı hükümler vermesi ve idâre ettiği toplumdan bu hükümlere uyma-
larım istemesi, görevidir. İşte bundan dolayıdır ki, Peygamber'in dini
hüviyeti ile dünyevi hüviyeti birbirine kar ıştırılmış ; daha sonraları bu
husus dünyanın da dinin kapsamı içine alınmasını hazırlamıştır. Her
konu, mahiyeti ne olursa olsun, Kur'ân'a ve Peygamber'in örne ğine
göre düzenlenmiştir.
Ayrıca bir çok dünyevi konular ın ve gelişen dünya şartlarının or-
taya çıkardığı bir takım sorunların çözümü için gerekli cevaplar Kur'-
ân ve Sünnet'de bulunamay ınca İslam bilginleri yeni bir takım metod-
lar benimsemek zorunda kalmışlardır. Re'y ve Kıyas'a başvurulması
ve hattâ baz ı konularda sadece örfün esas al ınması her şeyi dine göre
düzenleme güçlüğünü yansıtmaktadır. Evrensellik ve son din olma
iddiasında olan İslam dininin, eğer hayatın her yönünü içine almış
olsaydı, bu sorunlar ın hepsine teker teker cevap vermesi gerekirdi. Bu
da gösteriyor ki, islam dini, her ne kadar tarihi gerçekler ak-si3-iönde
bir gelişme göstermişse de, aslinda hayatın her alanına nüfûz etmek
istememiş ; bu çelişik durum Peygamber'in biri asil diğeri tali olan ikili
hüviyetinden, yani dini ve dünyevi hüviyetinden do ğmuştur.
Ulema (din bilginleri) ve fakihlerin (hukuk bilginlerinin) faali-
yetlerini, bu iki ayrı ve uzlaşmaz görünen sahamn bir tek saha olarak
ele alınması belirlemiştir. Buna rağmen H. VI / M. XII. yüzyıla gelin-
ceye kadar bu faaliyetlerde genellikle yenilik ve yarat ıcılık hakimdir.
Islamın sahip olduğu potansiyel, Hellen kültür ürünlerinin de İslama
bir sel gibi akmasıyla, Batı'dan sekiz yüzyıl önce bir İslam Renaissan-
ce'l yaratacak mahiyette idi. Fakat nazariyeyi besliyecek olan pratikten
yoksunluk; sinai ve ticari alanda hemen hiç bir at ılımın olmaması,
sonunda Islami verimsiz tart ışmalar içersine sokmuştur. Her türlü
beslenme olanağından yoksun olan dünyevi konular, özellikle felsefenin
13 Ibn Hişâm, Sire, (Kahire, 1936), II, 272 ve III, 235.
33Ö MEHMET DAĞ,

şerrat kar şısındaki durumu, devrin karakterinin bir sonucu olarak,


tartışma konusu yapılacaktı. Nitekim böyle olmuş ve bu tartışmalar
sonunda felsefi kelâm ın ortaya çıkması ve genel anlamda felsefenin
bir kenara itilmesiyle neticelenmi ştir, Ünlü bilgin Kâtip Çelebi, bu
hususu yerinde bir şekilde şöyle değerlendirmektedir : "Müslümanlar
bilimsel çalışmaların şerratla uzla şmaz olduğunu görünce, dogmayı
desteklemek için özel bir dal ihdâs ettiler ve bu bilim dal ına Kelâm
ilmi (ilm el-kelâm) dediler." 14 Gerek sosyal gerekse bilimsel konular-
daki bu dini değerlendirmeler H. VI / M. XII. yüzy ılın sonlarına kadar
sürmüş ; geniş bir literatür ortaya koymu ştur. İslam devletleri içersinde
bundan sonra ortaya konan esas ve hükümleri de ğiştirecek köklü bir
değişikliği hazırlayan itici güçler bulunmad ığından, bu faaliyetler yerini
taklide ve şerh yazıcılığına bırakmıştır. Islâmın son sekiz yüzyıllık
tarihi bunun örnekleriyle doludur.
Taklit ya da otoriteye ba ğlılık halk tabakalarının safdilliği ile
birleşince, bugün de ülkemizde halk tabakalar ı arasında yaygın her
türlü sırcılığa, kerâmet oyunlarına ve dini istismara yol vermiştir. Ata-
türk'ün eğitim ve öğretim inkılâbmın amacı, halkımızı safdillikten ve
bunun doğurduğu hurafelerden kurtarmakt ır.
Taklit İslâmda durgunluğ'un nedenlerinden ba şlıcası, hattâ en
önemlisidir. Bugün bile baz ı çevrelerde fikirler şu ya da bu otoritenin
düşüncesine aykırı düştükleri gerekçesiyle kabul görmemekte; M.
VIII-IX. yüzyıllarda yaşamış bilginlerin dü şünceleri geçerli ğini muha-
faza etmektedir. Bu, insanın bir bakıma kendi yeteneklerini inkâr et-
mesi ve bir fikir kölesi durumuna dü şmesi demektir. İşte bu durum
İslâmda her türlü yenilik olana ğını ortadan kald ırmış ; islâmın Mlâ
Ortaçağın koşulları ile ortaya konmu ş olan şeklinin yaygınlaşmasına
yol açmıştır. İslâm kendisine yeni bir ruh verecek, onu ça ğımızın bir
dini haline getirecek ve Fazlur Rahman' ın da dediği gibi," tarihi tenkit
metodunu kendisine rehber edinen birini henüz beklemektedir.
Böylece görülüyor ki, asl ında din ve dünya Peygamber'in şahsmda
bir araya geldiği için, sonraki devirlerde dinin her alana girmesini sa ğ-
lamıştır. Fakat bu iki saha aras ındaki çatışma zaman zaman kendisini
göstermiştir. Tek başına statik bir saha olan dinin dinamik bir niteliği
olan dünyaya müdahalesi ancak böyle bir çat ışmayla sonuçlanabilirdi
ve âkamete uğramaya mahkümdu. Nitekim daha Abbâsiler zaman ında
14 Kâtip Çelebi, Keşf ez-Zunün, neşr. G. Flügel, c. III, (Leipzig 1835), s. 100.
15 Fazlur Rahman, The Impact of Modernity on Islam, Islamic Studies, c. V, n. 2
(Haz. 1966), ss. 113-128.
ÇAĞDAŞLAŞMA VE İSLIMLIK 331

başlıyan ulema'nın hükümlerinden ayrılmalar, Osmanlılar devrinde


de devam etmiştir. Osmanlı sultanları idari ihtiyaçları karşılamak ya
da ulemâ şerratı tekrar gözden geçirmeye müsaade etmedi ği için fer-
mânlar çıkarmışlardır. Bu nedenle hükümdarlar kendi kanunlar ını
kendileri yapmak zorunda kalm ışlardır. Bu uygulama en sonunda
Atatürk'ün laik idâre sistemini haz ırlamıştır.
Öte yandan bütün dinlerde esas olan "ümmet" fikri anavatan
kavramının ortaya çıkmasını engellemiştir. Dinlerin belki de menfi
yönlerinden en önemlisi budur.
İslam dini aslında milli sınırlar içinde ya şıyan millet fikrine hiç
bir zaman karşı çıkmamıştır. Fakat onun anavatan, millet, dil, ırk
kavramlarının üzerinde yer alışı, kendi dışındaki kavramlar ı gölgede
bırakmasıyla sonuçlanmıştır Bugün de bazı kimseler tarafından "ben
önce müslümanım sonra Türk'üm" denmesi hala bu anlay ışın ülke-
mizde devam ettiğini göstermektedir.
Diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi Türkiye'de de "ümmet" fik-
rinin milli bilincin uyanmasında önleyici etkisi büyüktür. Türkiye'de
milli bilincin uyanması, Avrupa ile temasın sağlanması ve milli düşünce
akımlarının ülkemize girmesiyle mümkün olmuştur. Atatürk'ün kur-
duğu Cumhuriyet Türkiye'sinin temeli budur. Atatürk'ün "dünyan ın
bize hürmet göstermesini istiyorsak, evvela bizim kendi benli ğimize
ve milliyetirnize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün i ş ve hareket-
lerimizle gösterelim; bilelim ki milli benli ğini bulmayan milletler ba şka
milletlerin avıdır" sözü bu hususu veciı bir şekilde dile getirmektedir."
Yukarıdaki kısa incelememizden anla şılacağı üzere, İslam dini
başlangıçta devrimci nitelikler gösterirken, şartların din ve dünya
işlerini elinde bulundurmayı zorunlu kıldığı bir şahsiyete sahip olması
zamanla dinin dünyayı kapsamına almasıyla sonuçlanarak bir kısır
döngü içerisine girmiştir. Büyük Ata'nın milletimize en büyük arma-
ğanı, milletimizi bu kısır döngüden kurtararak din ve dünyayı birbirin-
den ayırması ve her sahanın kendi bağımsızlığı içinde gelişmesini sağ-
laması olmuştur. Din, vicdan ve akl ın birlikte, birbirini tamamlay ıcı
iki unsur olarak Türk kültürünün yükselmesi için gerekli gücü temin
edeceğine muhakkak nazarıyla bakılmalıdır.
i

16 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, II, (1923), s. 143.


KUR'AN-I KERN VE TÜRKLERİ N TAO! BOYUNCA
ONA HİZMETLERİ
Orhan KARMI Ş

Kur'an-ı Kerim'in Peygamberimize nuzûlü üzerinden on dört


asırlık bir zaman geçti. Bu kadar uzun zamana ra ğmen; O'nun beşer
ruhu üzerindeki lahuti tesirinden hiç bir şey eksilmiş değil. Kur'an-ı
Kerim Peygamberimiz'in en büyük mucizesi olarak, insanl ık aleminin
çeşitli ıztırap ve buhranlar içinde k ıvrandığı bu feza ça ğında bile mil-
yonlarca müminin gönlüne heyecan ve saadet vermekte, hasta ruhlar
onun hayat veren telkinleriyle şifaya ermekte, hüzünlü gönüller onda
teselli ve ümit bulmaktad ır. Bir yandan imanlı kalblere manevi haz
bahsederken, diğer yandan münkirlere intibah ve ibret sahneleri ser-
gilemekte, akıl ve i'zândan zerrece nasibi olanlara en bedihi misallerle
hidayet rehberli ği etmektedir.
Arap yarımadasının kızgın kumlannı çok kısa bir zamanda aşarak,
dünyanın mühim medeniyet merkezlerine intikal eden bu ilahi hitab ın,
akıllara durgunluk veren sür'atli ve kuvvetli tesiri, dost-dü şman her-
kesi derin hayretlere dü şürmüştür. Bu hayret, mümin kalplerdeki tes-
limiyeti artırırken, münkirleri de onulmaz bir şaşkınlığa düşürmüştür.
İslam tarihi bunun çe şitli örnekleriyle doludur. Hz. Peygamber
bi'setin ilk senelerinde, Mekkeli mü şriklerin şiddetli reaksiyonlar ıyla
karşılaşmıştı. Şiir, hitabet ve bel:4at sahas ında arap edebiyatının zir-
veye ulaştığı bir devirde, ma ğrur arap mü şrikleri, Kur'an-ı Kerim'in
eşsiz üslılbu karşısında ne söyliyeceklerini, ona ne tarz bir mukabelede
bulunacaklarını bilemiyorlardı.
Peygamberimizin İslârnı tebliğe başladığı ilk aylarda Kureyş Put-
perestlerinin ileri gelenlerinden Velid İbn Mugire, hemşehrileri ile
gizli bir toplant ı yaparak, hac mevsiminin yakla ştığını, bu münasebetle
Mekke dışından gelecek araplar ı Hz. Peygamber'e kar şı uyarmak
gerekeceğini söyledi. Uzun ve tart ışmalı geçen müzakere esnasında
Peygamberimize isnad edilecek çe şitli kusur ve şaibeler üzerinde du-
ruldu. Bunlar arasında sihir, kehanet, cinnet, şairlik gibi bir peygamber
için nakise sayılacak haslet ve eksiklikler vardı. Fakat Velid İbn Mugire,
dehşetli husumetine rağmen bu isnatlardan hiçbirinin tutarl ı olamaya-
cağını beyan etmek zorunda kaldı. Mekke'ye gelecek hacı namzetlerini
334 ORMAN KARMI Ş

Kur'an' ın kudretli tesirinden uzakla ştıracak menfi bir propaganda


slogam bulmaktan aciz kald ı .'
Mekke ulularından Utbe ibn Rebia'nın, Kur'an- ı Kerim karşı-
sındaki şaşkınlık ve aczi de şayanı hayrettir. Ashabın sayı itibariyle
sür'atle artt ığı, bilhassa Hz. Hamza'nın islamiyeti kabul etti ği günler-
deydi ; Peygamberimizin Kâbe civar ında yalnız başına oturduğu bir
sırada, toplant ı halinde bulunan Kurey şlilere Utbe tarafından bir tek-
lifte bulunuldu. Utbe, Peygamberle konu şmayı , tebliğinde bulunduğu
dinden vazgeçmesi kayd ıyla, kendisi için her türlü fedakarl ığı göze
alabileceklerini söylemeyi dü şünüyordu. Bu dü şüncesi, toplantıda
bulunanlarca olumlu kar şılanan Utbe, Peygamberimizin yan ına giderek,
tekliflerini bildirdi. Ondan, dini birlik ve beraberliklerini bozmamas ım,
tapındıkları putları hor görmemesini istedi. Buna kar şılık kendisini
Kureyşin en varlıklı şahsiyeti haline getirebileceklerini, arzu ederse
kendisine hükümdarlık dahi tevcih edebileceklerini söyledi. Utbe'nin
bu ve benzeri marfızatım dinledikten sonra Peygamberimiz: "Söyle-
yeceklerin bittiyse şimdi de sen beni dinle" diyerek Besmele ile " Hâ
mim" (Bu), rahman ve rahim (olan Allah) tarafından indirilmiş (bir
kitap) tır. Arapça bir Kur'an olarak, (gerçekleri) anlayacak bir topluluk
için ayetleri açıkça beyan olunmuştur. (Hükmünce amel edenler için)
muştu ve mutluluk habercisi, (tavsiye ve nasihatlerine kulak asmayan-
lar için ise) korkutucu! (Buna ra ğmen insanların) çoğu ondan yüz
çevirmi ş, (öğütlerine) kulak vermiyorlar..." mealindeki âyet-i kerime-
ler ile başlayan Fussılet suresinden secde âyetine kadar okudu ve fil:ayet
secdesi yaptı. Sonta Utbe'ye hitaben "okuduklar ımı işittin mi? İşte
sen ve benim insanlara tebli ğinde bulunduğum hakikat! dedi.
Hiç bir şey söyleyemeden kalkıp giden Utbe, sab ırsızlıkla bekleyen
hemşehrilerinin mütecessis sorular ını umulmadık bir tarzda cevapl ı-
yordu.
Ebul'Velid (Utbe): "Vallahi bir benzerini evvelce i şitmediğim söz-
ler işittim. Duyduklarım ne şiir, ne sihir ne de kahin seci'leriydi. Bana
kalırsa bu adamı (yani Hz. Peygamberi) kendi haline b ırakınız. Başka-
ları onun hakkından gelirse ne al:al Fakat arap kavmine galebe ederse,
onun şeref ve itibar ına siz de ortak olursunuz" dedi. Bunu duyan Ku-
reyşliler "diliyle seni de büyülemiş" deyince; Ebul'-Velid, onun hak-
kında benim görü şüm budur, size nasıl uygun geliyorsa öyle hareket
edin! cevabını verdi.'
1 İbn Hişam; Essiretü'n-Nebeviyye, C. I., S. 270, Kahire, 1955.
2 A.g.e. C. I. S. 294.
KUR'AN-I KERIM VE TÜRKLERIN ONA HIZMETLERI 335

Hattab' ın oğlu Ömer de Hz. Peygamber'i öldürmek maksadıyle


yola çıkmışken yine Kur'an-ı Kerim'in füsunkâr uslübu ile hidayete
ermiş' ve böylece dünya adalet tarihinin en parlak şahsiyeti olmak
mazhariyetine kavuşmuştu.
Mekke'nin en kudretli şahsiyetlerini böylece birer ikişer tesir
sahasına alan Kur'an- ı Kerim karşısında, mü şrikler, pasif direnme
yolunu denemek istemi şler, Kur'an-ı Kerim'in huzur ve sükûn içinde
dinlenilmesine mani olmak yoluna başvurmuşlardır. Nitekim bu husus
"Kâfirler", (" Şu Kur'an-ı dinlemeyin, O(nun kıraatı esnası)nda gü-
rültü çıkarın. Belki (bu suretle Muhammed'in dinine) galip gelirsiniz"
dediler.)4 meâlindeki bir âyet-i kerimeyle de ifade olunmuştur.
Abdullah ibnu Abbas'tan rivayet olunan bir kavle göre Ebu Cehl'in
"Muhammed Kur'an okuduğu zaman yüzüne karşı bağırarak yaygara
koparın ki ne dediği anlaşılmasm" derdi'.
Kur'an-ı Kerim arap dilinin inceliklerine bihakk ın vakıf olanlar
üzerinde doğrudan doğruya tesirde bulunurken, İslam tebliğinin arap
yarımadası haricine ta şmasıyla, âyetlerinin ashap, tâbiin ve onlar ı
takip eden nesiller tarafından tefsir ve izahıyla, arap olmayanlar' da
mânâ ve muhtevasıyla etkilemeye devam ediyordu. Tabii arap dilini
bilen veya bilmeyen her iman sahibinin gönlünde ilâhi ve lâhûti laf-
zının meydana getirdiği manevi haz ve heyecan ın, tartışma kabul et-
mez bir gerçek olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir.
Şurasmı da unutmamak lâzımdır ki Kur'an' ın yüce hikmet ve
muhtevasına ermek için, arab dilini iyi bilmek yeterli de ğidir. Zaten
ana dili arapça olan herkes, Kur'an- ı Kerim'i anlamış olsaydı
kütüphaneler dolusu arapça tefsirlerin telif ve tasnifine pek ihtiyaç
olmazdı. Kur'an-ı Kerim'in muhtevas ındaki vüs'at ve derinliktir
ki nice ilim adamını üzerinde tetkikatta bulunmaya sevk etmi ş,
nice kıymetli eserin vücut bulmas ına yol açmıştır. Kur'an -ha şa-
basit bir mev'iza ve hikâye kitab ı değildir ki her arapça bilen onu ra-
hatlıkla anlayabilsin!
O, muhkemi, müteşabihi; nasihi, mensühu; mücmeli, müfesseri;
sarihi, kinayesi; hakikat ı, mecazı, işareti, delâleti; hafisi ve mü şkili
ile ancak köklü ve sağlam bir ilmi müktesebat, sâlim bir muhakeme
sayesinde tedkik ve tetebbu'una güç yetirilebilecek bir ilim ve irfan
kaynağıdır. İnsanları iki cihanın mutluluğuna erdirmek için do ğrudan
3 A.g.e. C. I. S. 342, 343.
4 Fussılet: 26.
5 Kurtubl; El'Cami li ahlcâm ı el-Kur'an, C. 15. S. 356. Kahire, 1967.
336 ORHAN KARMIŞ

doğruya veya dolayl ı olarak, hikmet, ahlak, muâ şeret, hukuk, sosyo-
loji, tarih ve benzeri ilimlerin temel prensiplerine ve bilhassa gayelerine
temas eden, belâgat ve üslübuyla oldu ğu kadar, engin mana ve muhte-
vasıyla da beşeriyeti bir benzerini söylemekten âciz b ırakan bir kitab- ı
mübini basite almak en az ından gaflet ve insafs ızlıktır. Kur'an- ı
Kerim'in bizzat kendi sarih beyan ıyla6 sübut bulan icaz keyfiyetini
tasdik, tarihi bir hakikat ı saygıyla selâmlamak demektir. Çünkü 14
asırlık uzun tarih şeridi içinde, dü şmanlarının bütün çokluk ve aman-
sızlığına rağmen, Kur'an' ın açıkça meydan okuyuşuna cevap verebile-
cek kimse çıkmamıştır. Fakat son derece şayan-ı hayret bir durumdur
ki Kur'an'ın bu tanzir edilememe (i'caz) vasfı, ona gönül bağlayanları,
katı bir fanatizm içine dü şürmemiş, aksine onları yorulmak bilmeyen
ilmi araştırmalara sevk etmi ş, medeniyet dünyas ına önderlik edecek
büyük ilim merkezlerinin teessüsüne yol açm ıştır.
Hicri ikinci asrın başlarında sistemli bir tarzda olmamakla beraber,
istikbal va'd edecek şekilde başlayan tedvin ve telif faaliyeti, müteâkip
asırlarda belli merkezlerde kurulan üniversitelerde sistemli ve metodik
bir etüd ritmi içine girmi ştir. Tabii bu ilmi faaliyetin ağırlık merkezini
Kur'an ve ona ba ğlı ilimler te şkil ediyordu. Kur'an tefsirine yard ımcı
olabilecek hadis, siyer, esbabünnüzül, nâsih, mensüh, kelam ve usul
ilimlerinin inkişafiyle Kur'an- ı Kerim'le ilgili ara ştırmalar daha verimli
neticeler elde etmeğe sebep olmuştur.

İlk defa, meşhur Kadisiye sava şından iki sene sonra müslüman
araplarla karşılaşan Türkler, arap fatihlerinin Haccac-ibnu Yusuf
es-Sakafi'nin muzaffer kumandan ı Kuteybe'nin Maveraünnehre gir-
mesinden sonra yava ş yavaş islamiyeti benimseme ğe başladılar. Hıris-
tiyanlık, Zerdüştlük ve Budizmin kaynaştığı bir bölge olan Semerkand
ve Buhara yörelerinde İslam dininin rabbani tesiri hepsine son verecek
kudreti göstermişti'.
islamiyetin gelişiyle Türk milleti üzerindeki hakimiyetini kaybeden
bu dinlerden Türklere baz ı adet, anane ve hurafe kal ıntıları intikal
etmemiş değildi. Hıristiyanlıktan kalma; yatırlara mum yakmak, Bu-
dizmden geçen nazar boncuklar' gibi şeyler bu kabil hurafeler meya-
nında zikredilebilir. Yaln ız bu arada kayda de ğer önemli bir husus
varsa o da Türklerin bu dinlerin kutsal kitaplar ı üzerinde çalışarak
6 Bakma. Bakara: 23, 24. Yunus: 37, 38. İsra: 88.
7 Abdülkadir inan; K. K. Türkçe Tercümeleri üzerinde bir inceleme, S. 6. Ankara
1961.
KUR'AN-I KERIM VE TÜRKLERIN ONA HIZMETLERI 337

bu sayede ileride İslam dini etrafında yapacakları ilmi faaliyetlere bir


nevi hazırlık devresi geçirmiş olmalarlyd18.
Buhara, Semerkand, Ta şkend, Fergana, Merg ınan, Rey, Merv,
Nişabur gibi merkezlerden ç ıkan yüzlerce Türk- İslam âliminin İslam
kültür hazinesini zenginle ştiren, kütüphaneler dolusu k ıymetli eserleri,
Türklerin Kur'an ve ona ba ğlı ilimlere ne kadar unutulmaz hizmetlerde
bulunduklarımn en bâriz misâlini te şkil eder. İbni Sina, Ebfı Bekir
Râzi, Farabi, Birilni gibi alimlerin, tıb, fizik, cebir ve geometri gibi
müsbet ilimlerdeki büyük hizmet ve ba şarıları yanında, Cassas, Ze-
mahşeri, İmam Gazali, Fahreddin-i Razi, Seyyid Şerif Cürcani gibi
unutulmaz isimler de Türk milletinin Islam'a bağlılıklarındaki sami-
miyet ve ihlasın parlak örneklerini veriyorlard ı .
Harzemli bir Türk olmas ına rağmen arap dili ve edebiyatında en
kudretli arap ediplerini dahi dize getiren Mahmud ibnu Ömer ez-Ze-
mahşeri meşhur Keşşaf tefsirinden ba şka lügat konusunda "Esas'ül-
Belâga" ve Garibul'hadis sahas ında da "El-Faik" gibi şaheserler ver-
miştir'.
Büyük Türk İmparatorluklar ından Selçuklular devrinde İslami
ilimlere verilen önem, büyük olmu ş, büyük devlet adamı Nizam-ül'-
mülkün Bağdad'da tesis etti ği Nizamiye Medresesi; Konya'da İnce
Minare ve Karatay Medreseleri, modern üniversitelere nümune te şkil
edecek mükemmel ö ğretim müesseseleri olarak vazife görmü ştür.
Osmanlılarda ise, başlangıçta Iznik ve Bursa, daha sonra İstanbul,
dünya çapında birer ilim merkezi haline gelmi ş, Molla Fenari, Molla
Hüsrev, Molla Hayali, H ızır Bey gibi âlimler çok kıymetli eserler ver-
mişler, bu sayede de büyük şöhret kazanmışlardır. Türklerin İslam
Tarihi boyunca Kur'an' ı Kerim ve kaynağını Kur'an'dan alan ilimlerle
ilgili hizmetlerinin bilançosu Kur'an ve tefsir tarihlerine ait eserlerden,
tabakat ve teracim kitaplar ından, kütüphane kataloglar ından çıkarı-
labilir. Kabataslak bir etüdün bile şayan-ı hayret neticeler verece ğini
ifade edebiliriz.
• Selçuklular zamanında ilim dili olarak daha ziyade farsça, osman-
lılarda ise arapça kullan ıldığından Türk alimlerinin büyük ço ğunluğu
eserlerini bu dillerde yazm ışlardır. Bununla beraber Türkçe'den ba şka
dil bilmeyenler için Türk dilinde telif ve tercüme olarak kaleme al ınan
kitaplarm mevcudiyeti de inkâr edilemez.
8 A.g.e. S. 7.
9 İbn Hacer-el'Askalâni. Lisan-ill'Mi ıân. C. 6. S. 4. Beyrut. 1971.
338 ORHAN KARMIŞ

Kur'an-ı Kerim'in, İbrahim suresi 4. âyeti kerimesinden istidlâ1


ile ve bu mevzuda müfessir Zemah şerrnin de görü şünden " yararla-
narak İbnu Cerir-et-Taberrnin me şhur Tefsir-i Kebir'inin farsçaya
terceme edildiği bilinmektedir. Aynı görüşten hareketle bilâhere Kur'
an-ı Kerim'in meal tarz ında Türkçe'ye de çevrildi ğini görüyoruz.
M. Fuad Köprülü, Kur'an-ı Kerim'in Türkçeye ilk tercemesinin Hicri
5 ilâ 6. asırlarda Batı Türkistan'da yapıldığından bahsediyor n .
İlk tercemelerin umumiyetle sat ır arası (kelime kelime) tarzında
yapıldığı görülmektedir. Bu tarz, Kur'an- ı Kerim metninde her kelime-
nin altına türkçesi yazılmak suretiyle yap ılıyordu. Üstad Abdülkadir
İnan, Türk dilinde yapılmış Kur'an- ı Kerim tercemelerinin en eskile-
rinden, zamanımıza sadece dört nüshan ın intikal ettiğinden bahsediyor"
Bunlardan biri Ord. Prof. A. Zeki Velidi Togan taraf ından 1914 de
Buhara'nın Karşı kentinde bulunmuş olup halen bu nüshanın Sovyet
Rusya Ilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsünde oldu ğu bildiriliyor.
Kimin tarafından istinsah edildiği ve hangi tarihte yaz ıldığı bilinme-
mekle beraber dilinin özelli ği dolayısiyle en eski tercümelerden oldu ğu
kanaatine var ılmıştır.
İkinci mühim tercemenin Istanbul'da Türk ve İslam Eserleri müze-
sinde 73 numarada kay ıtlı nüsha olduğunu yine üstad A. İnan'dan
öğreniyoruz. Bu nüsha Kur'an- ı Kerim'in kelime kelime ve tam bir
tercemesi olup Hicri 734 y ılında Şirazlı Muhammed b.el-Hacc Dev-
letşah tarafından yazılmıştır".
Ord. Prof. Zeki Velidi Togan bu tercemenin Samano ğulları za-
manında Farsça tercemeyi yapan heyetin Türk azalar ı tarafından ya-
pılmış olmasının muhtemel oldu ğunu, çünkü iki terceme arasında bü-
yük ölçüde benzerlik olduğunu zikrediyor".
İstanbul Millet Kitapl ığı (Hekim Ali Paşa) 951 numrada kay ıtlı
nüsha Hicri 764 yılında istinşah olunmuştur.
Bir diğer nüshamn da İngiltere'de Manchester Kütüphanesinde
olduğundan bahsediliyor".
Evvelce de işaret etti ğimiz gibi. Selçuklular zaman ında farsça
hakim bulunduğundan o devirde Kur'an-ı Kerim'in Türkçe tefsir
10 Zemahşeri; Keşşaf. C. 1. S. 658. Kahire 1308 H.
11 M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyat ı Tarihi, S. 192.
12 A. Inan; Aynı eseri, S. 9.
13 Bu nüshanm ilk cüz'ünün t ıpkı basımı 1961 yılında Diyanet İşleri Başkanlığınca
yayınlanmıştır.
14 islâm Tetkikleri Dergisi 1960, S. 135.
15 A. Inan; A. g. eseri, 12.
KUR'AN-I KERIM VE TÜRKLER İ N ONA HIZMETLERI 339

ve tercemelerine pek rastlanmamaktad ır. Fakat Anadolu Beylikleri


zamanında bilhassa namaz surelerinin tefsir ve tercemelerine dair eser-
lerin vücuda getirildiğini görmekteyiz. Mesela İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Kitapl ığında 45 numarada kay ıtlı "Tebareke tef-
sirinin" tedkikinden bunun hicri 730 tarihinde Orhan Beyin o ğlu Sü-
leyman Paşa için kaleme alındığını anlıyoruz.
Osmanlılar devrinde yapılan Türkçe tefsirlerin büyük ölçüde
Ebu'l-Leys es-Semerkandi tefsirinin tesirinde kald ığı görülmektedir.
Hatta bu tefsir İbn Arapşah tarafından terceme dahi edilmi ştir. İbn
Arapşah'ın bu tercemeyi Mehmed Çelebi'nin hizmetinde bulundu ğu
sırada Edirne'de yapt ığı anlaşılmaktadır'.

İslam tarihinin çe şitli devirlerinde Kur'an-1 Kerim'e ve İslami


ilimlere büyük bir ihlas ve samimiyetle hizmet eden Türk milletinin,
asırlar boyunca bayraktarl ığını yaptığı bu feyizli yoldan ayrılması
düşünülemezdi. Nitekim maddeci zihniyetin bütün dünyay ı ilhad
karanlığı içine sürüklediği bu makine asrında da necip Türk Milleti,
mukaddes dininin mübarek kitabına hizmet şerefinden mahrum kal-
mamıştır. Yaradılışındaki asalet ve yüksek meziyetlerle, islam ın yüce
faziletini mezcederek tarihe şeref levhaları kazandıran bu büyük mil-
letin asil evlatları Kur'an-1 Kerim'e hürmet ve hizmeti kendileri için
şeref ve saadet vesilesi saym ışlardır. Dünyanın çeşitli yerlerine yayılmış
milyonlarca müslüman aras ında, müslüman Türklerin Kur'an- ı Ke-
rim'e gösterdikleri sayg ı son derece bâriz ve calib-i dikkattir. Baz ı
islam memleketlerinde görüldü ğü gibi müslüman Türk, hiç bir zaman
biraz evvel okuduğu Mushaf-ı Şerif'i iki ayağının arasına koyarak na-
maza durmak veya mushafı yastık yaparak yatmak gibi saygısız dav-
ramşlarda bulunmamıştır. Kur'an'a saygı duygusu, en kıymetli ecdâd
yadigan olarak onun gönlünde taht kurmu ştur. Yüz yıllar boyunca
gerek mushaflarda yaz ılı olarak, gerekse ezber yoluyla hiç bir kitaba
nasip olmayan gerçek bir tevatürle nesilden nesile intikal edip her türlü
tahriften masun bir tarzda zaman ımıza ulaşan Kur'an-ı Kerim'i, ya-
rınki nesle aynı şekilde devretmek hususunda bugünün msülüman Türk-
lerinde de büyük bir mesuliyet duygusu vard ır. Osmanlılar zamanında
olduğu gibi İstiklal Savaşı sonrası Türkiye'sinde de di ğer İslam mem-
leketlerinden aşağı kalmayan, hatta birçoklarından daha üstün bir
hıfz-ı Kur'an, tecvit ve tashih-i hurfıf faaliyeti olmuştur. Bugün mem-
16 Prof. İbrahim Kafeso ğlu; islâm Ansiklopedisi İbn Arapşah Maddesi.
340 ORHAN KARMIŞ

leketimizde Kur'an' ı ezber eden binlerce hafız vardır. Kur'an-ı Kerim'in


kıraat ve tilavetinin usulüne uygun olarak yap ılması için de Diyanet
İşleri Başkanlığının kontrolunda ciddi bir tedris faaliyeti yürütül-
mektedir.
Asırlarca İslam aleminin ilim ve irfan merkezi olarak islam Kül-
tür tarihinde çok önemli bir yer tutan Ba ğdad'da bugün âmâların dı-
şında hafiz-ı Kur'an-'a pek rastlanmad ığı nazarı dikkate alınırsa mem-
memleketimizin bu bakımdan memnuniyet verici bir durumda bulun-
duğu söylenebilir. Yalnız, son zamanlarda say ıları bir hayli azalmış
bulunan kıraat ilmine vak ıf zevat ın ufülünden doğacak boşluğu dol-
durmak hususunda ilgililerin ciddi ölçüde tedbir almas ı gerekir.
Diyanet İşleri Başkanlığının geçen senelerde belli merkezlerde
açtığı "aşere ve takrip" kuslarının devamı çok faydalı olur kanaatin-
deyiz.

Kur'an-ı Kerim üzerinde çe şitli dünya dillerinde yapılan terceme


ve tefsir faaliyetleri içinde, H ıristiyan âlemindekilerin ön6nli bir ye-
kün teşkil etmesi, çok calib-i dikkattir. Birçoklar ında polemik gayelerle
hareket edildiği bariz olarak anla şılıyorsa da, bazılarında yer yer önem-
li itiraflara, insafh beyanlara rastlanmaktad ır. Bazı Fransızca terce-
meler üzerinde yaptığımız tedkikte Edouvard Montet, Kasimirski ve
Savary'nin i'caz'ul-Kur'an'la ilgili ayetlerde herhangi bir menfi tutum
ve itiraza yeltenmemelerini", belli bir ölçüde insafh bir davran ış olarak
mütalaa ettik. Bu üçünden sadece Savary, Bakara suresindeki tahaddi
(meydan okuma) ayetini asla sad ık olarak manalandırmış olmasına
rağmen "De ki" Andolsun, insanlar ve cinler şu Kur'an'ın bir benzerini
yapmak için toplansalar, birbirlerine yard ımcı da olsalar, yine onun
benzerini yapamazlar"" mealindeki ayeti: (Dis "Quand l'enfer
s'unirait â la terre pour produire un ouvrage semblable au Koran,
leurs efforts seraient vains."" tarz ında manalandırarak asla sada-
kattan ayrılmış ; fakat yine de Kur'an' ın hiç bir suretle tanzir edilemiye-
ceğini ifade eden manay ı muhafaza etmi ştir.
Almanca, İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Felemenkçe
ve Macarca gibi belli ba şlı Avrupa dillerinde ve hatta Rusçada çok
17 Bkz. Kasimirski; Le Coran. P. 41, 42. (La Genisse (Bakare) 21, 22) et P. 226 (Le
voyage mocturne (isra) 90). Paris 1970. Edouard Montet; Le Coran, T. I. P. 29. et P. 369
(Ayni ayetler).
18 İsra; 88.
19 Savary; Le Koran. P. 312, (Le Voyage Nocturne, 90) Paris 1960.
KUR'AN-I KERİM VE TÜRKLERIN ONA HIZMETLER/ 341

sayıda Kur'an-ı Kerim tercemesi bulunduğu ve bu tercemelerin büyük


çoğunluğunun gayr-i müslimler tarafından yapıldığı düşünülürse, biz
Türklerin Kur'an-1 Kerim ara ştırmalarına bigâne kalmalar ı beklene-
mezdi. Nitekim Türkler bin seneyi a şkın bir süredir mensubu bulun-
dukları yüce Islam dinine ba ğlılıklarından bir şey kaybetmediklerini
Kur'an-ı Kerim'le ilgili çeşitli araştırma ve çalışmalar yapmak suretiyle
ortaya koymuşlardır.
Bu çalış malar her ne kadar onun tilavet ve k ıraatine gösterdikleri
ölçüde ciddi değilse de ilerisi için ümit verici olmas ı bakımından önem-
siz de sayılamaz.
Cumhuriyet sonrası Türkiye'de eski ve yeni harflerle olmak üzere
küçümsenmeyecek say ıda Kur'an- ı Kerim tercemesi ve birkaç tane de
önemli tefsir yayınlanmıştır. 1965 yılında Istanbul'da Ya ğmur Yayın-
nevi tarafından Prof. Dr. M Hamidullah Bey'in Kur'an-1 Kerim Tarihi
isimli kitabına zeyl olarak ne şr .olunan Dr. Macit Yaşaroğlu Beye ait
"Türkçe Tefsirler Bibliyografyas ında" bu terceme ve tefsirlerin toplu
bir listesini görmek mümkündür. Mezkur kitapta, "Her bir terceme
ve tefsirin "Fatiha sûresi meâllerinden örnekler de verilmi ştir. Oradaki
listeyi aynen buraya dercetmeyi zait sayd ığımızdan bu yazımızda genel
bir değerlendirme ile yetinmek istiyoruz.
Sadece meal ile iktifa edip, tefsiri mahiyette herhangi bir şey ilave
etmeyen Kur'an-ı Kerim tercemelerinde, mütercimler, mes'eleye e ğil-
melerindeki dikkat ve ehliyetleri nisbetinde daha az hataya dü şmüş-
lerdir. Üzülerek söyleyelim ki bizim Türk mütercimlerinden, Hristiyan
müsteşriklerin dahi içine düşmedikleri lakayt ve sorumsuz davran ış-
lara düşenler olmuş, mese'leyi bir lügat yard ımiyle halletnıenin mümkün
olduğunu söyleyenler görülmüştür.
Bugüne kadar yayınlanmış meâllerin ilmi ve resmi bakımdan yet-
kili bir komisyon tarafından esaslı bir şekilde tetkiki ve görülecek mü-
him hataların tashihine delâlet, her halde çok faydal ı olur.
Darülfünfın, ilahiyat Fakültesi Reisi (Dekan ı) İzmirli İsmail
Hakkı merhum'un Cumhuriyet devri için ba şlangıç sayılabilecek şerhli,
izahlı meâlinden sonra 1934 yılında Ömer Rıza Doğrul'un Ahmet
Halit Kitabevi'nce bast ırılan tefsirini görüyoruz. Türkçe ifade bak ımın-
dan gayet akıcı ve selis bir üslûba sahip olan bu tefsirinin Ahmediye
Mezhebine mensup Mevlana Muhammed Ali'nin İngilizce Kur'an- ı
Kerim Terceme ve tefsirinden aktar ıldığı söylenmektedir20.
20 Bkz. Hasan Basri Çantay; KurIn-1 Hakim ve Meâl-i Kerim. C. 1. S. 7. Ösnöz.
Bu hususta merhum hocam ız Doç. Dr. Yaşar Kutluay Bey'in bir ara ştırması bulunduğunu
342 ORHAN RARMI Ş

1935-1938 yılları arasında fihristiyle birlikte 9 cilt halinde tab olu-


nan "Hak Dini Kur'an Dili" isimli tefsir T.B.M.M.'nin Türkçe bir
tefsir yazılmasına dair kararı gereğince, Diyanet İşleri Başkanlığımn
görevlendirmesiyle Dersiamdan Elmal ılı Muhammed Hamdi Yazır
tarafından yazılmıştır. Bu büyük eserde ilmi ihata ve kudretini bâriz
bir şekilde ortaya koyan üstad ın seferilik bahsinde oldu ğu gibi genel
kanaat ve görü şlere aykırı düşen bazı şahsi görü şleri tenkid vesilesi
ediliyorsa da eserinin tamam ı göz önüne alınacak olursa, merhumun
salabetli bir iman ve derin bir vukufa sahip oldu ğu inkâr edilemez.
Tefsirin baş taraflarına nisbetle son k ısımlarında oldukça önemli mev-
zuların kısaca geçiştirilmesi, belki bir an evvel bitirilmesi için gösterilen
aceleden ileri gelmi ştir. Üstadın meâlleri kesik kesik, insicams ız gibi
görünen bir tarzda kaleme alm ış bulunmasının sebebi, Türkçe yetersiz-
liğinden ve ifade tutuklu ğundan değil de kendine has de ğişik bir üslüp
takip etmiş olmasındandır. Meallerde, yer yer çok isabetli ve güzel
tâbirlere rastlanmas ı da müfessirin lisana hakimiyet konusundaki kud-
retinin bâriz belirtileridir.
Tefsirli meâl olarak Hasan Basri Çantay merhumun (Kur'an- ı
Hakim ve Meali Kerim) isimli eseri halk aras ında küçümsenmeyecek
kabul ve rağbet görmüştür. Meallerde daha ziyade Kadi Beydavrnin
"Envar-üt-Tenzili", Nesefrnin (Medarik)i, Alauddin Ba ğdadrnin
"Lubabü't-Te'vil" i ve "Celâleyn" Tefsirinden istifade edilmi ş, mezkfir
müfessirlerin görü ş ve tevcihleri dip notlarmda ayr ıca gösterilmiştir.
Üstadın Türkçe'yi maharetli bir tarzda kulland ığı meallerde, az da
olsa kulağa hoş gelmeyen, ifade nezahetini zorlayan baz ı tâbirlere de
rastlanmaktadır. Kanaatimizce, Kehf suresinin 50. nci âyetinde "bedel"
kelimesine mukabil, İtalyanca bir kelime olan "trampa" kelimesinin
kullanılması bu kabildendir. Yabanc ı asılh ve biraz da argo kokan bu
kelime yerine daha uygun ve nezih bir tâbir bulunabilirdi. Kald ıki
"... Zalimler için ne kötü trampad ır (bu)!" ifadesi, müfessirlerce âye-
tin tefsiri münasebetiyle söz konusu edilen önemli görü ş ve tevcihleri
de kapsamamaktad ır.21
Te'lifine I. Dünya Sava şı sırasında başlanılan, fakat tab' ve ne şri,
Cumhuriyet Devri'ne rastlayan Hadimli Mehmed Vehbi Efendi'nin
1969 yılında Diyanet İşleri Başkanlığında verdikleri bir konferans ın sonundaki muhavere
esnasında kendisinden duymuştum. Fakat bu husustaki notlar ın kimin nezdinde oldugun-
dan haberdar de ğilim. z.
21 Bkz. Zemah şeri: Keşşaf, C. 1. S. 731, Kahire 1308 H. Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzi.
Zad-ül-Mesir, C. 5. S. 154. Beyrut 1965. Kurtubl. El-Cami'li Ahlcâmil-Kur'an. C. 10, S. 10,
S. 420. Kahire 1967. Alüsi, Ruhu'l-Meani. C. 15, S. 295. Münirriyye Tabi.
KUR'AN-I KERIM VE TÜRKLERIN ONA HIZMETLERI 343

"Hulasat ül-Beyan" isimli 15 ciltlik tefsiri ak ıcı üsliSıbu ve mes'eleleri


derinliğine pek inmeden ele al ış tarzıyla birçoklarının hararetle arad ık-
ları ve zevkle okuduklar ı bir eser olmuştur.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nce 6 cilt halinde bast ırılan
"Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat- ı Fıkhiye Kamusu" ve Diyanet İşleri
Başkanlığı'nca yayımlanan "Tefsir Tarihi" gibi önemli eserlerin müel-
lifi olan eski Diyanet İşleri Ba şkanlarından merhum Ömer Nasuhi
Bilmen Hoca da hayatının son senelerinde 8 ciltlik bir Tefsir yazm ıştır.
Merhumun bu tefsirinde adı geçen eserlerindeki derinli ğine tetkik ve
araştırmanın bariz ni şânelerini pek göremiyoruz, dersek bilmem in-
safsızlık etmiş olur muyuz ?
Diyanet İşleri Başkanlığı, evvelce 3 cilt halinde ne şrettiği Kur'an-ı
Kerim mealini Fakültemiz mensuplar ından Sayın Doç. Dr. Hüseyin
Atay, Sayın Doç. Dr. Mehmed Sait Hatibo ğlu ve Sayın Osman Kes-
kioğlu Bey'lerin yeniden tetkikleriyle ne şretmek üzeredir.
XX. asır gençliğinin, yeteri kadar manevi telkin ve terbiye görme-
miş olmanın verdiği bigânelik içinde dini ve ahlâki de ğerlere sırt çevir-
mesi, kalkınma hamlesi içinde bulunan milletler için ortaya önemli
sosyal ve psikolojik problemler çıkarmıştır. İçinde yaşadığımız Feza
Çağı'mn insanına hitabeden dinler aras ında beşer fıtrat ve yarat ılışına
en uygun ve elveri şli olanının İslâmiyet olduğunda şüphe yoktur. Dini-
mizin akıl, muhakeme ve sağ duyuyu muhatap alan telkin ve tavsiye-
lerini, özellikle genç kuşaklara onların anlıyabileceği bir üsıtlp ve ifade
içinde sunmak, büyük bir ilerleme at ılımı içinde bulunan milletimiz
sorumlularının kaçınılmaz bir görevidir kanaat ındayız. Kur'an- ı Ke-
rim'in müsbet ve ilmi buluşları teşvik eden emir ve uyar ıları aydın-
lığında bir taraftan maddi kalk ınmamızı hızlandırırken, milletleri
millet yapan manevi de ğerlerin korunmas ı hususunda da büyük bir
titizlik içinde bulunmamız lâzımdır. Bu anlayış içinde kudretli kalem-
lerin geniş ve vukuflu araştırmalar sonunda ihlâslı ve samimi bir iman
şuuriyle yeni yeni tefsir çalışmaları sunması en halis dileğimizdir Böy-
lece yüzyıllardanberi Kur'an-ı Kerim'e karşı büyük hizmetler ifa et-
miş bulunan Türk Milleti'nin asil evlâtları dedelerinin şânına lâyık
bir davranış içine girmiş olacaklardır.
CUMHURİYET DEVRİ HADİS NEŞRİYATI VE
HADİS ÖĞRETIMI
Mücteba U ĞUR

Cumhuriyetin kurulu şundan bugüne kadar geçen yarım asırlık


bir süre içinde Türkiye'de her sahada oldu ğu gibi Hadis İlmi sahasında
da küçümsenemiyecek çalışmalar yapılmıştır. Her ne kadar bu çal ış-
malar diğer İslami ilimlere kıyasla daha az görünmekte ise de, yine de
önemli bir yekün tutmaktadır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, kurtuluş savaşı sonrası Türkiyesinin
bir taraftan yönünü tayin, diğer taraftan imâr ım temin etmek için
yapılan yoğun çalışmalar, bilhassa harf inkilabı ve laik düzen anlayışı
Islam Dini'nin ikinci mühim kayna ğı olan Sünnet etrafında oluşan,
kaynaklarının hemen hepsini Arap Dili ile yazılmış eserlerin te şkil
ettiği Hadis İlmi sahasındaki çalışmaların bir süre aksamasına sebep
olmuştur. Ancak Cumhuriyet idaresi bütün Türkiye sath ında yerleş-
tikten sonrad ır ki, İslam kültürünün vazgeçilmez bir bölümü olan
Hadis konusunda çalışmalar başlamıştır.
Cumhuriyet devrinin hadis çalışmaları islâmiyet'e ait ne şriyatla
başlamıştır. Önce bu neşriyata umumi bir göz atmak konumuz bak ı-
mından faydal ı olacaktır.
Cumhuriyet devrinin dini ne şriyatı
Cumhuriyet devrinin dini ne şriyatı başlıca üç grupta görülmek-
tedir :
a) Resmi neşriyat
b) Üniversite ne şriyatı
c) Hustisi neşriyat.
Resmi neşriyat Diyânet İşleri Başkanlığı neşriyatıdır. Daha çok
Tefsiri, Hadis', sahalarına aittir. Bunların yanısıra Hz. Pey-
1 Hak Dini Kur'an Dili, Kur'ân- ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Meal), Namaz Süre-
lerinin Türkçe Tercüme ve Tefsiri... gibi.
2 Ayrı bir bölümde verilecek çe şitli hadis kitapları.
3 İslam Dini, Cep İlmihali, Şafii İlmihali vb.
346 M'ĞCTEBA UĞ UR

gamber'le ilgili olartlar 4, fikri ve edebi eserler' de vard ır. Bütün bu


konuları kapsıyan neşriyatın gayesi halka dini bilgiler vermek, onlar ı
irşat etmektir. Çe şitli konulardaki hutbeleri içine alan kitaplar', k ıla-
vuzlar7, va'z kitaplar ı' hep bu gayeyle ne şredilmiştir.
Üniversite neşriyatı öğrenciler için ders kitaplar ı ve ilmi eserler
olarak iki çe şittir. İlmi araştırmalar sonucu ortaya ç ıkan ilmi eserler,
Türkiye'nin fikri yapısını kurmak gayesine hizmet etmektedir.
Husüsi neşriyat ise çok çe şitli maksatlarla ç ıkarıldığından hepsini
bir gaye etrafında toplamak mümkün de ğildir. Ancak bir isim vermek
gerekirse, islam' ı tanıtmak, halka hitap etmek, halk ın dini duygularını
geliştirmek, Hz. Peygamber'i ve İslam büyüklerini tanıtmak, İslam
esaslarını öğretmek, çe şitli cereyanlara kar şı islam'ı müdafaa etmek
gibi gayelere yöneldi ği söylenebilir.
Cumhuriyet devri dini ne şriyatını ana hatlarıyle bu şekilde özet-
lemeye çalıştıktan sonra bu neşriyat içinde Hadise ait olanlar ına kısa
bir göz atmak yerinde olacakt ır:
50 yıllık Cumhuriyet devrinde Hadis İlmiyle ilgili ne şriyat diğer-
lerine nisbetle az denilebilecek bir seviyededir. Durumu rakamlarla
ispat etmek Mümkündür :
Harf inkılabını takip eden 1928-1936 y ılları arasındaki 8 yıllık
hiç de az olmayan bir süre içinde Türkiye'deki resmi dini ne şriyat sayısı
19 dur. Bunun 6 sı Hristiyanlık ve diğer dinlerle, 13'ü islamiyetle il-
gilidir. Bu 13 eser içinde hadisle ilgili olan ı 2 gibi küçük bir rakamd ır9.
Aynı süre içindeki hususi ne şriyat ise 232 dir. Bunun da 54'ü Hristi-
yanlık, 8'i Dinler Tarihi, 10'u di ğer dinlerle ilgilidir. Geri kalan 160
İslami neşriyatın, çoğu Kur'an cüzleri olmak üzere 70'ini Kur'ân- ı
Kerim, 45'ini de Akaitle ilgili olanlar te şkil etmektedir. Bu dönemde
hadisle ilgili hususi neşriyat sadece birdir 10. Daha sonraki yıllarda da
durum hemen hemen ayn ıdır. Mesela, 1943 yılının toplam 25 İslami
eseri arasında Hadise ait olanı yoktur'. 1948 yılında Hristiyanlık ve
4 Eski ve Yeni Ahitte Hz. Muhammed, Hâtemül-Enbiya Hz. Muhammed ve Ha-
yatı, Hz. Muhammed Hakk ında Konferanslar, Muhammed Aleyhisselam' ın Peygamberliği.
5 İlim-Ahlak-İman, Ilim İman Etmeyi Gerektirir, İnce Taneleri vb.
6 Yeni Hutbelerim, Hutbeler... gibi.
7 Hac Kılavuzu, Kurban Rehberi, Dini Bilgiler K ılavuzu... gibi.
8 Va'z örnekleri gibi.
9 Türkiye Bibliyografyas ı, 1928-1936 VIII /104, 5.
10 Aynı eser, II—V1I toplam ı, sh. 141, 157.
11 Aym eser, 1943 I—IV toplamı, sh. 5.
UAD İS NE Ş RİYATI VE HAD İS Ö ĞRETİMİ 347

diğer dinlerle ilgili 16, islâmiyetle ilgili 4 va'z, 11 Akait, 24 İlmihal,


11 Tasavvuf eseri yay ınlanmıştır. Bu yılki hadis neşriyatı da 2 dir".
1955 in toplam 104 dini, 86 İslami eserinden 3'ü hadisle ilgilidir". 1960
yılının 162 islami eserinden 5'i hadise dairdir". 1966 da ise bu nisbet
249 islami esere kar şılık 4'türl s. Aradaki yıllarda da durum de ğişme-
mektedir. Rastgele al ınmış bu rakamlar gösterir ki Cumhuriyet Türki-
yesi'nde hadise ait ne şriyat diğer İslami neşriyatın % 2 sine ancak yak-
laşmaktadır. Bu konuda kayna ğımız olan Türkiye Bibliyo ğrafyası'mn
Türkiye'de yayı nlanan bütün eserleri ihtiva etmedi ğini bir an düşün-
sek bile bu nisbetin geni ş ölçüde değişmeyeceğini tahmin etmekteyiz.
Resmi hadis neşriyatı
Resmi dini neşriyatı n Diyânet İşleri Başkanlığı'nca yapıldığı yu-
karıda zikredilmişti. Hadis neşriyatında da en büyük pay yetkili bir
merci olarak bu makamındır. Diyânet İşleri Başkanlığı'nın konumuzla
ilgili neşriyatının bellibaşlıları aşağıdadır:
a) Kitap olarak
1 . Sahih-i Buhârt Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi
Ahmed b.Ahmed b.Zeyni'd-Din Abdi'l-Latif b.Ebi Bekri'z-Zebidi'
nin (816-893 /1413-1487) Muhammed b. isma'il-El-Buharrnin (194—
256 /809-869) meş hur eseri "El-Câmi'u's-Sahilı (Sahih-i Buhâri)"yi
kı saltarak meydana getirdi ği tamamen merffı rivayetlere ait "Et- Tec-
ridu's-sarih Wahadisi'l-Câmi'is-Sahlh" adl ı eserinin tercüme ve şerhi-
dir. İlk üç cildi Darü'l-Fünfın müderrislerinden Bâbanzâde Ahmed
Naim Bey (1873-1934), 4-12 nci ciltleri ikinci devre Afyon milletvekil-
liği yapmış olan Kamil Miras (1874-1957) taraf ından tercüme ve şer-
hedilmiştir".
Et-Tecrid'u's-Sarih'in ne şri
Diyanet İşleri Ba şkanlığının hadis sahasındaki bu en mühim neş-
riyatı ile ilgili kültür tarihimize ait bazı bilgiler vermeden geçemiyece ğiz.
Cumhuriyetin ilamm müteakip Rahmetli Atatürk Kur'ân- ı Kerim-
in tercüme edilmesi iste ğini taşımaya başlamıştı . Diyânet İşleri Baş-
12 Aynı eser, 1948 yılı toplam yayınları, sh. 5.
13 Aynı eser, 1955 I—III, sh. 47-52, IV sh. 14-17.
14 Aynı eser, 1960 I—IV hülasas ı.
15 Aynı eser, 1966 I—IV hülasas ı.
16 İlk iki cildi eski harflerle yay ınlanmıştır. (İst. 1346 /1928). 3-12 nci ciltler ise
1936-1948 yılları arasında neşredilmiştir. 1957 de fasiküller halinde ba şlıyan ikinci baskı
sonra ciltler teker teker ne şredilerek devam etmi ş ve halen 11 nci cilde gelmiştir (Ank. 1972).
48 MÜCTEBA UĞ UR

kanlığı bu arzuya Kur'an- ı Kerim için bir tefsir yazd ırmayı, hadis
tercüme ettirmeyi ilave etti ve bunlar ı yapacakları bulmak üzere o
sıralarda başkan yardımcısı olan Aksekili Hamdi Efendi'yi" Istanbul'a
gönderdi. Aksekili Hamdi Efendi Hadis tercümesini Naim Bey'e,
tefsir yazdırmayı Elmalılı Hamdi Efendi'ye kabul ettirmekte hiç güç-
lük çekmemişti. 18
Daha sonra Kur'ân- ı Kerim tercümesi için istiklal Mar şı Şairi
Mehmet Akif (1873-1936), tefsiri için Elmal ılı Muhammed Hamdi
Yazır (1878-1942), Tecrid-i Sarih tercümesi için de Ahmed Naim Bey'le
mukavele yapılmıştır'. Mukavele gere ğince Ahmed Naim Bey, tercü-
meye çok kıymetli bir mukaddime eklemiştir. Ancak ikinci cildin ne ş-
redilmesinden bir müddet sonra Ahmed Naim Bey vefat edince 20 ya-
rım kalan işe Kamil Miras' ın devam edece ği İstanbul Müftülüğü'ne
yazılan bir yazı ile bildirilerek mukavele yap ılması emredilmiştir. 21
İşleri Başkanlığına bir mek-VazifeykbuldnKmMirasDyet
tup yazarak, "Buhari-i Şerif Muhtasarı Tecrid'in tercüme ve izah ının
ikmâli gibi ulvi bir vazifenin uhde-i aciziye havale buyurulmu ş .." ol-
duğundan bahisle, "...Hatemül-Enbiya Efendimiz'in akval ve eral
ve tekarir-i seniyyelerini aziz milletimizin ana diline çevirmekteki ul-
viyet ve kudsiyeti dü şünerek huzûr-u samilerine şu naçiz te şekkürle-
rimi sunarken gözlerim ya şardı ..." şeklinde duygular ını da bildirmiş-
17 Türkiye'nin 3. Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki (1887-1951). Veli
Ertan imzasıyle Diyanet Dergisi'nde ne şredilen (Say ı, 106-107), "Tecrid-i Sarih Tercümesi"
4. cildin 2. baskısı başına da eklenen Kamil Miras' ın tercüme-i halinde "... Merhum'un
Türk Milletine en büyük hizmeti, hiç şüphesiz Büyük Millet Meclisi'nde 2. intihab devre-
sinde Kur'ân-ı Kerim'in dilimize tercüme ve tefsir edilmesi hususunda meclise verdi ği ka-
nun teklifidir. Nitekim Büyük Millet Meclisi bu teklifi oybirligi ile kabul etmi ş..." ve "...Kur'
an-ı Kerim le birlikte Buharrnin de tercümesi Büyük Millet Meclisi'nce kabul edilmi ştir..."
denilmekte, ancak kaynak gösterilmemektedir (Ank. 1968, sh. 4). Büyük Millet Meclisi
2. devre zab ıt ceridesi fihristlerini tarad ıgımız halde böyle bir teklif ve karara rastl ıyamadık.
18 M. Emin Erişirgil, Mehmet Akif - İslamcı Bir Şairin Romanı, Ank. 1956; sh.
463 vd.
19 Bu mukaveleler Diyânet İşleri Başkanlığı Derleme ve Yay ın Müdürlüğü arşivinde
1966 yılına kadar muhafaza edildi ği halde sonraları kaybolmu ştur.
20 Ahmed Naim Bey üçüncü cildi "SaMt- ı Mariz" bahsi sonuna kadar haz ırladığı
halde 574 numaral ı hadisin tercümesini tamaml ıyamadan ölmüştür. Müsvetteleri di ğer
ciltleri tamamlıyan Kamil Miras tarafından baskıya hazırlanmıştır.
21 İstanbul 4. Noteri Ali Murtaza tarafından tanzim olunan 31 Temmuz 1936 gün,
8187 /1089 sayılı, 22 ay süreli 9 maddelik mukavelede, "T.C. Diyânet İşleri Reisligi namına
Müşarere Heyeti azas ından Hamdi Akseki ve Zat İşleri Müdürü Ömer Özker ile Millga
Darül-Fünün Ulüm-u Aliyye-i Diniyye şubesi Ahlak Müderrisi ve Afyon Meb'üs-u Esbak ı
Kamil Miras aras ında Buhari-i Şerif'in muhtasarı olan "Et-Tecridu's-Sarih" nam kitab ın
terceme ve izah' hakk ında mün'akid mukavelenâmedir...". "Babu't-Teheccüd bi'l-leyl"
den mezkür kitab ın sonuna kadar Türkçe tercümesi ve icabeden cihetlerin ilmi bir surette
şerh ve izahını Kamil Miras der'uhde etmi ştir..." denilmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı
Derleme ve Yay ın Müdürlüğü arşivindeki özel 1 numaral ı dosyadan.
if.A.DfS NE Ş RİYATI VE İIADÎS Ö ĞRETİSif 349

tir22. Yaptığı ilk tercümeyi de bu mektupla birlikte göndermi ş, şunları


da ilave etmi ştir: "SaMt-ı teheccüdden ilk tercüme etti ğim hadis-i
Şerif bir kısım esına'irl-hüsnayı ihtiva etmekte bulunduğundan tefe'u-
len ve teberrüken bu hadis-i şerife ait olan tercüme ve izah' huzür-u
alilerine takdim ediyorum"." Sonralar ı bu "takdim" işi devam edecek
ve hazırlanan müsveddeler Diyânet İşleri Başkanlığı'na gönderilip
kontrolden geçtikten sonra bas ılacaktır. Bunu Kamil Miras' ın 15
Haziran 1938 tarihinde Ba şkanlığa yazdığı mektubundaki "...riyasetçe
formaların tetkikine memur buyurulan Sayın Bay Ahmed Hamdi
Akseki arkadaşımızın selef ve halefin asar- ı hadisiye ve ilmiyelerinden
mülhem olarak vaki olan ir şad ve işaretlerine minnetdarım... 9524 ifa-
desinden anlamaktay ız25. Bir ara, basım işlerini kontrol için Ahmet
Hamdi Akseki Istanbul'a gönderilmi ş, dönüşünde "... basılan kısım-
larm iyi ve bu tarzda devam etti ği müddetçe reisliğin dini ve ilmi mev-
kil ile mütenasib bir kitap olacağı..." kanaatini rapor halinde Ba şkan-
lığa sunmuştur26. Eserin ne şri telif hakkını ödeme, kağıt temini, mali
formaliteler gibi güçlükler yüzünden gecikmi ş ve 1948 yılına kadar
sürmüştür.
2. Riyâzu's SWilıfn
-

Yedinci hicri asrın değerli hadis alimlerinden Hafız, Ebfı Zeke-


riyâ, Muhyrd-Din Yahyâ b. Şeref En-Nevevrnin (631-676 /1233-1277)
"Riyazu's-Salihin min Kelâm-i Seyyidi'l-Mürselin" adli eserinin ter-
cümesidir. Buhari, Müslim, Ebil Dâvûd Nese'i gibi tanınmış muhad-
,

dislerin muteber eserlerinden seçilmi ş hadisleri ihtiva eder. Konulara


göre ayrılmış, her konunun ba şına ilgili ayetler eklenmi ştir. Birinci
cildin baş tarafına Ahmet Hamdi Akseki tarafından yazılmış hadis,
sünnet, hadislerin tedvini gibi konulara ait bir mukaddime ile müel-
lifin hal tercümesi de ilave edilmi ştir ". Birinci ve ikinci ciltler Hasan
22 Kamil Miras' ın elyazısiyle 14.8.1936 tarihli mektubundan. Ad ı geçen arşiv, özel
4 numaralı dosya.
23 Aynı yer.
24 Kamil Miras'ın elyazısıyle 15.6.1938 tarihli mektubundan. Ad ı geçen arşiv, aynı
yer.
25 Buradan hem müsveddelerin, hem bas ıldıkça formalarm Diyanet İşleri Başkan-
lığı'nca tetkik edildiği neticesi çıkmaktadır. Nitekim bu müsveddelerin Ankara'ya gönde-
rildiğine dair İstanbul Müftülüğü'nün 24.3.1938 gün, 150; 25.2.1938 gün 98 say ılı yazı-
lariyle Başkanlığm tetkikten sonra iade edildiğini bildiren 21.12.1937 gün, 4070 /4210;
26.4.1938 gün, 1193 /1251; 23.2.1938 gün, 505 /550 say ılı yazılarının örneği adı geçen
arşivde mevcuttur.
26 Adı geçen arşiv özel 2 numaral ı dosyada mevcut Ahmet Hamdi Akseki'nin elya-
zısiyle 26.6.1939 tarihli raporundan.
27 Ank. 1949, sh. VII-XXXII ve 1-4.
5() MU
“ CTEBA U ĞUR

Hüsnü Erdem ile Kı vamuddin Burslan tarafından müştereken, üçün-


cü cilt ise Hasan Hüsnü Erdem taraf ından yalnızca tercüme edilmi ştir.
3. Seçme Hadisler
Kaynakları ekseriyetle Abdu'l-Azim b. Abdi'l-Kaviyy'il-Mun-
zirrnin (öl.656 /1258) "Et-Tergib ve't-Terhib"i, Sünen-i Ebi Dâvtid,
Sahlh-i Buhârl, Sahih-i Müslim gibi muteber eserler olan muhtelif
konulara ait herbiri 101 hadis ve tercümesinden ibaret 4 kitap halinde
neşredilmiştir28. Her kitab ın kapağında tercümelerin "Diyânet İşleri
Başkanlığı adına İbrahim Atay, İbrahim Eken, Yakub İskender ve
Ahmet Serdaro ğlu tarafından hazırlanmış, Müşavere Kurulu'nca
incelendikten sonra bast ırılmış ..." olduğu yazılıdır.
4 . Ahlâka ait 239 Hadis Tercüme ve izah'
Temyiz Mahkemesi Ba şkanlığından emekli Ali Himmet Berkrnin
çeşitli kaynaklardan derleyip tercüme ve izah ını yaptığı 239 hadise
ait eseridir". Sonradan müellifi tarafından onbir hadis daha eklenerek
hadis sayısı 250 ye çıkarılmış ve "250 Hadis Terceme ve izahl" ad ıyle
yeniden yayınlanmıştır (Ank. 1972).
5 . Câmi'ul-kuntız (Ahldki Hadislerden Seçmeler)
Celülu'd-Din Abdu'r-Rahmân b. Ebi Bekr Suyilirnin (809-911 /
1406-1505) "El-Câmrus-Sa ğir fi Hadisrl-Be şirrn-Nezir" isimli eseri
ile Abdu'r-Ra'üf Münâvrnin (924-1031 /1518-1621) "Kunüzu'l-Ha-
kâ'ik fî Hadis-i Hayri'l-Halâ'ik" ından derlenmi ş ahlak ve âdâba ait
hadisleri içine alır. Ali Vâhid Cryâni derlemiş, Yusuf Ziyaeddin Er-
sal tercüme etmiştir (Ank. 1960).
6 . Kırk Hadis
"Riyâzu's-Sâlihin müellifi Nevevrnin itikâdi, amen, ahlâki 42
hadisi ihtiva eden çok me şhur "El-Erba'fin"unun tercümesidir. Ter-
cümeyi Ahmed Naim yapmıştır".
7. İlâhi Hadisler
Abdu'r-Ra'fif Münâvrnin "El-ithâfâtu's-Seniyye bil-Ahâdisi'l-
Kudsiyye" adlı eseri esas tutularak haz ırlanmış 92 kudsi (ilâhl) hadisin
Hasan Hüsnü Erdem tarafından yapılmış tercümesidir. Tercümenin
baş tarafına Kur'ân-ı Kerim ile kudsi ve nebevi hadisler aras ındaki
farklara, son kısmına da hadis ravilerinin haltercümelerine ait notlar
eklenmiştir (Ank. 1963).
28 Ank. 1963-1966.
29 Ank. 1968.
30 2. baskı, Ank. 1967.
HAD İS NESRİYATI VE HADİS Ö ĞRETIMI 351

8. Oruç ve Ramazan İbâdetlerine dair 101 Hadis


Hasan Hüsnü Erdem tarafından toplanıp tercüme edilmi ştir
(Ank. 1953).
9 . Riyâzu's-Sâlihin Hadislerinin Ravileri Olan Ashâb- ı Kirâm
ve Hadis İmamlarının Hal Tercümeleri
Bu eser de "Riyazıfs-Salihin" i Türkçeye kazand ıranlardan Hasan
Hüsnü Erdem tarafından hazırlanmıştır (Ank. 1964).
b) Makale olarak
Diyânet İşleri Başkanlığı'nın makale neşriyatı resmi ne şir organı
olan aylık "Diyânet Dergisi"nde yay ınlanmıştır. İlmi araştırmaların
mahsulü olan bu makalelerden konumuzla ilgili olanlar ın belli başh-
ları şunlardır :
1 . Uydurma Hadislere Dair
Bu başlık altında Ahmet Serdaro ğlu tarafından yazı lan iki maka-
lede" uydurma (mevzi» hadislerin ana karakterleri ele al ınmaktadır.
Kaynak gösterilmemiş olmakla beraber her iki makalenin haz ırlan-
masında Ali b. Sultan Muhammed El-Kaarrnin (öl. 1014 /1605)
"El-Esraru'l-Merfü'a fi'l-Ahbari'l-Mevdis ıa" adlı eserinden faydala-
nılmıştır.
2. Hadis ve Sünnet
Prof. Muhammed Hamidullah' ın bu kısa makalesi Muharrem
Şen tarafından tercüme edilmi ştir. Hadis ve sünnet terimlerinin k ısaca
açıklanmasından sonra hadisin önemi, hadislerin muhafaza edilmesi-
nin sebepleri ve hadislerin Hz. Peygamber zaman ında ve ondan sonra
tedvinine dair bilgileri havidir. 32
3. Hadisler Arasında Tenakuz Meselesi (Muhtelefu'l Hadis) -

Doç. Dr. Talat Koçyiğit'in bu makalesi zahirl manalan birbirine


aykırı gibi görünen hadisleri konu olarak almaktad ır. Hadis ilminin
ayrı bir konusu olan bu çe şit dış görünüşü zıt hadislerin incelenme seyri
hakkındaki özlü malumattan sonra örnekler üzerinde durulmu ştur".
4. İmam Buhâri ve "el Câmi'us Saldh"
- -

Doç. Dr. Talat Koçyi ğit tarafından kaleme alınmış bu makalede


Buharrnin "el-Carni'us-Sahih"inin rivâyet, raviler, bölümler (bâblar)
ve diğer hususlardaki özellikleri ele almmaktad ır".
31 C. VI, sayı 65 ve C. VII. Say ı 68-69.
32 C. VIII; Sayı, 80-81; Ocak- Şubat 1969 1969, sh. 13-16, 40.
33 C. IX; Sayı, 98-99; Temmuz-Agustos 1970, sh. 205-9.
34 C. X; Say ı, 104-105; Ocak- Şubat 1971, Sh. 19-23.
352 MÜCTEBA U Ğ UR

5 . Mevz ı2 Hadisleri Nasıl Tanıyabiliriz


Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü Hadis öğretim görevlisi M.
Yaşar Kandemir'in bu makalesi de mevzu hadislerin ana karakter-
lerine tahsis edilmi ştir".
c) Tercüme olarak
Diyânet İşleri Başkanlığı'nın tercüme olarak ne şretmiş olduğu bir
eser Dr. Subhi Es-Sâlih'in usül-ü hadise dair "Ultimul-Hadis ve Mus-
talahuhü" isimli kitabıdır. M. Yaşar Kandemir'in tercüme etti ği eser
"Hadis İlimleri ve Hadis Ist ılahları" adıyle yayınlanmıştır (Ank. 1971).

Üniversite Neşriyatı
Üniversiteden maksat, Darül-Fünün ilahiyat Fakültesi, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve Ankara Üniversitesi Ilahiyat Fa-
kültesi'dir".
Darül-Fünün ilahiyat Fakültesi'nin hadis konusunda fazla bir
yayını yoktur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve Ankara
Üniversitesi Ilahiyat Fakültesi ne şriyatına gelince, hepsi de ilmi çalış-
maların, araştırmaların ürünü olarak kıymetli eserlerdir. Bunlar ara-
sında ilk olarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin ne şret-
miş olduğu Abdulkadir Karahan' ın "İslam-Türk Edebiyatında Kırk
Hadis, Toplama, Tercüme ve Şerhleri"ni görece ğiz37.
Hadis literatüründe ayr ı ve önemli bir konu olan "Kırk Hadis"
alanında ciddi ve ilmi bir ara ştırma olan eser, sahasında ilk olarak ya-
yınlanmıştır. "Kırk Hadis"lerin do ğuş amilleri, cem ve tasnifi, Türk,
Iran ve Arap dillerindeki ayn ı konudaki derlemeler gibi konular ı içine
almaktadır.
ilahiyat Fakültesi Ne şriyatı
Ankara Üniversitesi'ne ba ğlı ilahiyat Fakültesi'nde mevçut Ha-
dis Kürsüsü de şimdiye kadar te'lif, tercüme ve tenkitli ne şir olarak
değerli eserler vermi ş, fakülte dışından da bir k ıymetli eserin neşrine
zemin hazırlamıştır. Ilahiyat Fakültesi'nin hadis konusundaki ne şriyatı
te'lif, tercüme ve tenkitli ne şir olarak şunlardır :
35 Aynı yer. Sh. 24-32.
36 Erzurum Atatürk Üniversitesi'ne ba ğlı İslâmi Ilimler Fakültesi'nin hadis konu-
sunda henüz nesriyatı olmadığını bu vesile ile belirtmek isteriz.
37 İst. 1954.
HADİ S NEŞ RİYATI VE HAD İ S Ö ĞRETIMI 353

1 . Buhârt'nin Kaynakları Hakk ında Araştırmalar


M. Fuat Sezgin'in doçentlik tezi olan eser ad ından da anlaşıla-
cağı üzere Buhârrnin "El-Câmi'us-Sahih" adl ı eserinin telifinde fay-
dalandığı yazılı kaynakları ortaya koyan, konusunda ilk ve tek ara ş-
tırmadır (Ist. 1956).
2 . Baz ı Hadis Meseleleri Üzerinde Tetkikler
Prof. M. Tayyib Okiç'in hadise dair çe şitli konularla, Sahâbe,
Tâbrtın, hadis rivâyeti konular ında araştırmalaınm kapsıyan bir kitap-
tır. Her konu etrafında çok geniş bibliyoğrafya verilmiş olduğundan
hadis sahasında çalışanlar için faydalı bir eserdir (İst. 1959).
3 . Hadis Usâlü (İlm u Mustalahi'l Hadis)
- -

Doç. Dr. Talât Koçyiğit'in sünnet ve hadis, hadis râvileri, hadis-


lerin nakli, çeşitleri, ilel, nesh gibi belli hadis konularını kapsıyan
ustıl-ü Hadis kitabıdır (Ank. 1967).
4 . Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar
Talât Koçyiğit'in doçentlik tezidir. İslâm Akait ve Kelâmfna ait
itikâdi ihtilâflann sebepleriyle, Allah' ın sıfatları, Kaza ve kader, halk- ı
Kur'ân ve benzeri konulardaki ihtilâflan incelemektedir (Ank. 1969).
5 . Hemmâm İbn Münebbih'in Sahifesi
Hemmâm b. Münebbih'in (öl. 101 /718) me şhur sahâbi Ebtı
Hureyre'den (öl. 58 /677) rivayet edip yazd ığı hadislerin tercümesidir.
Halen elde mevcut en eski yaz ılı hadis metni olarak bilinen ve "Es-
Sahifetu's-Sâhiha" denilen bu hadis mecmuas ını hadis tedvini konusun-
da bir mukaddime ile Prof. Muhammed Hamidullah ne şretmiştir.
Bahis konusu tercüme bu ne şirden yapılmıştır. Ayrıca "Mecelletu'l-
İlmiyyrl-Arabi" neşrinden hadis metinleri de eklenmi ştir'.
6. Hadis Istılahları Hakk ında Nuhbetu'l-Fiker Şerhi (Nuzhetu'n-
Nazar Ft Tavzth-i Nuhbeti'l-Fiker)
Şeyhul-İslâm Ahmed b. Ali b. Muhammed Askalâni ( İbn-u
Hacerrl-Askâlâni)'nin (773-852 /1372-1449) hadis ıstılahlarına dair
önemli eseri "Nuhbetu'l-Fiker fî Mustalah-i ehli'l-Eser" ile bu esere
bizzat kendisinin yazm ış olduğu "Nuzhetu'n-Nazar fî Tavzilı-i Nuh-
beti'l-Fiker" şerhinin tercümesidir. Tercümeyi yapan Talat Koçyi ğit
eserin baş tarafına hadis tarihini özetleyen bir önsöz ile İbn-u Haceri'l-
Askalânrnin tercüme-i haline dair bir bölüm eklemi ştir".
37 İst. 1954.
38 Ank. 1967; sh. 75 not.
39 Ank. 1971; sh. 5-8, 9-17.
354 MUCTEBA UĞ UR

7. ve Ma'rifeti'r-Rical
Ahmed b. Hanbel'in (164-241 /780-855) aynı isimdeki, hadis
ravilerinin cerh ve ta'diline dair eserinin Ayasofya Kütüphanesi 3380
numarada kay ıtlı şimdilik yegane nüsha olarak bilinen yazmas ının
tenkitli neşridir. Prof. M. Tayyib Okiç'in Türkçe ve Arapça önsözü ile
Talat Koçyiğit'in keza Türkçe ve Arapça mukaddimesiyle birlikte
birinci cildi ne şrolunmuştur (Ank. 1963). Eseri ne şre hazırlayanlar
Talat Koçyiğit ve İsmail Cerraho ğlu'dur.
8. Şerefu Ashâbi'l-Hadis
El-Hatibu'l-Bağdadi adiyle meşhur olan Ebû Bekr Ahmed b. Ali
b. Sâbit'in (392-463 /1002-1071) me şhur eserinin Doç. Dr. Mehmet
Said Hatiboğlu tarafından hazırlanmış tenkitli neşridir. Titiz bir ça-
lışmanın mahsulü olan eserde tenkitli ne şrin bütün icaplarına tamamen
riayet edilmi ştir (Ank. 1972).
Bu ilmi neşriyata, her ne kadar ilahiyat Fakültesi ne şri değilse de,
Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanmış küçük çapta bir eser daha ek-
lemek istiyoruz. "Kırk Hadis Tercümesi".. Me şhur Türk Şairi Fuzfılr
nin (Muhammed b. Süleyman, (910-975 /1504-1567) daha çok Molla
Cami adıyle tanınan Nhiru'd-Din Abdu'r-Rahmân b. Ahmed'e (817-
898 /1414-1492) ait Farsça "k ırk hadis" derlemesinin Türkçesidir.
Molla Câmrnin Farsça, Fuzulrnin Türkçe tercümeleri manzumdur.
Eseri Kemal Edip Kürkçüo ğlu neşre hazırlamıştır (İst. 1951).

Makale olarak Üniversite Neşriyatı


Üniversite ne şriyatı arasında mühim bir yeri olan makaleler tama-
men ilmi araştırmaların sonucudur. Hadis konusunda en fazla makale
Ilahiyat Fakültesi Dergisi'nde ne şredilmiştir. Darü'l-Fünfın Ilahiyat
Fakültesi Mecmuası'nda ne şredilen bir, ilahiyat Fakültesi Dergisi'nde
1952 yılından 1970 yılına kadar çıkan ve aşağıda şıralanan onyedi ma-
kale bunu göstermektedir.
Dird ve Gayrıdird Rivayetler
Zâkir Kadiri (Ugan)'m Darü'l-Fünfın Ilahiyat Fakültesi Mec-
muası'ndaki4° bu etrafl ı makalesi rivâyetin önemi, tarifi, Türklerde
rivayet, Arap Edebiyat ında rivayetin önemi, rivayetlerin yaz ı ile tes-
piti, hadis rivayeti, hadis ravileri, hadise ait mühim eserler gibi konu-
ları kapsamaktadır.
40 1. yıl, sayı 4; sh. 132-210. İst. 1926.
HADIS NE Ş RIYATI VE HAD İ S Ö ĞRETIMI 355

1 . Hadis-i Erba''in Nevinin Doğuşu ve Amilleri


Abdulkadir Karahan tarafından kaleme alınmış bu makalede
yukarıda zikri geçen eserinde oldu ğu gibi "Kırk Hadis" konusu işlen-
mektedir. Kırk Hadis türünün doğuşuna tesir eden faktörler üzerindeki
izahatı Fransızca bir özet takip etmektedir.'
2 . El-Harib El-Bağdâdi ve Takyid al-11m Adl ı Eseri
Prof. Ahmet Ate ş bu makalesinde 5 nci Hicri (11 nci Milâdi) as-
rın belli başlı hadis alimlerini toplu olarak zikrettikten sonra El-Ha-
tib'ul-Bağdadi'den ve eserlerinden bahsetmekte, daha sonra da onun
meşhur eseri "Takyidu'l-ilm" in Yusuf El-A ş tarafından yapılan ten-
kitli neşrini ele almaktad ır. Makalenin son kısmında "Takyid u'l-İlm"
in muhteva ve mevzuu ayr ıca hülasa edilmektedir. 42
3 . Hz. Peygamber Zaman ında Hadisin Tedvini
Prof. Dr. M. Hamidullah'tan Nafiz Dan ışman Türkçeye aktar-
mıştır. Hz. Peygamber zaman ında yazılan resmi vesikalar ve sahabenin
hadisleri yazdıklarına dair rivayetler konusundad ır. Hadis yazmanın
men ediliş sebepleri ve hadislerin sa ğlam bir şekilde nesilden nesile
aktarılmış olduğunun delillerini, diğer dinlerdeki nakillerle İslami
nakillerin mukayesesi takibetmektedir 43 .
4. Sakih-i Müslim Nüshalar ının Rivayeti
James Robson'un "The Journal of the Royal Asiatic Society"
mecmuasımn Nisan 1949 tarihli nüshas ında neşredilen bu makalesi
Talat Koçyiğit tarafından tercüme edilmi ştir. Giriş bölümünde Buhari
ile Müslim'in "Sahih"leri mukayese edildikten sonra Sahih-i Müslim
nüshalarının rivayeti ele alınmaktadır 44 .
5. Sünen-i Ebî Dâvüd Nüshalarının Rivâyeti
Bir önceki makalenin yazar ı tarafından hazırlanmış bu makalede
keza Talat Koçyiğit tarafından tercüme edilmiştir. Konusu ba şlığın-
dan
6. Tefsir ve Hadis Kitabetine Karşı Peygamber ve Sahabenin
Durumu
İsmail Cerraho ğlu'nun hazırladığı bu yazıda Kur'ân- ı Kerim'i
tefsir konusundaki rivayetler ele al ınıp tahlilleri yapıldıktan sonra
41 Ilahiyat Fakültesi Dergisi, 1952 /I; Sh. 76-82.
42 Aynı yer, sh. 91-103.
43 Adı geçen dergi; 1955 III—IV, sh, 1-7.
44 Aynı yer, sh. 8-20.
45 1956; sh. 173-182.
356 MÜCTEBA UĞUR

Hz. Peygamber ve sahabe zaman ındaki hadis kitabetine yer verilmek-


tedir".
7 . İslâm Hadisinde İsnad ve Hadis Ravilerinin Cerhi
Talat Koçyiğit hazırlamıştır. Hz. Ömer'in ve bir kısım sahabile-
rin hadis rivayeti ve raviler hususunda göstermi ş oldukları titizliğin
sebeplerinden ve hadiste isnad tatbikat ının başlangıcı ile cerh ve tadile
tabi tutulan ravi tiplerinden bahsetmektedir 47.
8 . İbn-i İshak'ın İsnad Kullanıp
James Robson'un 23 ncü müsteşrikler kongresinde okunan bir
tebliğinin kısaltılmış metninden Talat Koçyi ğit tarafından dilimize
çevrilmiştir İbn-i İshak'ın (öl. 150 /767) nakletti ği haberlerdeki is-
nadına ve kullandığı isnadlardaki noksanl ıklara aittir".
9. Kitap ve Sünnette Nesh Meselesi
Talat Koçyiğit bu makalesinde müstakil olarak "nesh" mev-
zuunu ele almakta bilhassa Kur'ân- ı Kerim ve Sünnette vaki olmu ş
nesh olayları üzerindeki görü ş ayrılıklarını tahlil etmektedir"
10 . Hasen Hadislerin Çeşitleri
James Robson'dan Talat Koçyiğit'in tercüme etmi ş olduğu bu
araştırma özellikle Tirmizrnin (209-279 /824-892) "hasen hadis"
tabirinin izah ına dairdir".
11 . İslâm Hukukunda Hadisin Yeri
Prof. Dr. M. Zübeyr S ıddikrnin bu makalesini Dr. M. Esat K ılıçer
Türkçeye aktarm ıştır. İslam Hukukunun ikinci mühim kayna ğı olan
hadislerin önemi hakkındadır".
12 . Hadiste Tercüman
Prof. M. Tayyib Okiç'in kaleminden ç ıkmıştır. Tercümanl ık ve
tercüman konularında etimolojik ve tarihi geni ş bilgilerden sonra Hz.
Peygamber ve sahabe zamanlar ındaki tercümanl ık faaliyetlerine dair
nakiller ele alınmıştır. Yazarın hemen her ara ştırmasında dikkati çe-
ken geniş bibliyografyaya burada da yer verilmi ştir".
46 1961; sh. 39-45.
47 Aynı yer, sh. 47-57.
48 1962; sh. 117-126.
49 1963; sh. 93-108.
50 Aynı yer, sh. 109-118.
51 1964; sh. 113-117.
52 1966; sh. 27-52.
HADIS NESRIYATI VE HADİ S Ö ĞRETİMİ 357

13 . Ahad Haberlerin Değeri


Doç. Dr. Talat Koçyiğit'in araştırmasıdır. "Haber" ve bilhassa
"Ahad Haber" hakkında tarifler ve onunla amel edip etmeme konusun-
daki görüşler üzerinde etrafl ı bir tetkiktir".
14 . I. Goldziher'in Hadisle ilgili Baz ı Görüşlerinin Tahlil ve Tenkidi
Doç. Dr. Talat Koçyiğit bu araştırmasında da meşhur Müşteşrik
Ignaz Goldziher'in hadisler ve Me şhur Muhaddis İbnu Şihab Ez-Zühri
(öl. 124 /741) hakkındaki isnadlarını tahlil ve tenkit etmektedir. Mem-
leketimizde de tan ınmış bir müsteşrik olan Goldziher'in bazı İslam
ülkelerine kadar yay ılmış (hadislerin pek çoğunun Hz. Peygamber
zamanına değil de ilk iki asra ait İslam Dini'nin tarihi ve ictimâi in-
kişafının tabii bir neticesi oldu ğu) hakkındaki görüşünü' cerhetmesi
bakımından üzerinde ayr ıca durulması gereklidir".
15. Mevzu Hadislerin Zuhuru
Bu makale de Doç. Dr. Talat Koçyi ğit'in kaleminden çıkmıştır.
Mevzu hadislerin ortaya çıkışının tarihi seyrini ve hadis vaz' ında Şia'nın
tesirini konu olarak alm ıştır".
16 . İlmu Usüli'l-Hadis veya İlmu Mustalahi'l-Hadis
Hadis tedvininin tarihi seyrini veren bu makalede ayr ıca usill-ü
hadis ilminin ve hadis ıstılahlarının ortaya çıkışı ele alınmaktadır.
Yazarı Doç. Dr. Talat Koçyi ğit'tir57.
17. "Peygamber'in Sünneti" Tabiri Hakk ında
J. Schacht'tan Doç. Dr. Mehmet Said Hatibo ğlu tarafından Türk-
çeye çevrilmi ştir. "Sünnet" tabirinin kullanılışına ait bilgiler vermek-
tedir".
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakülti Türkiyat Enstitüsünün
neşir organı olan Türkiyat Mecmuas ı'nda da konumuzla ilgili maka-
leler yayınlanmıştır. Bunlardan ikisi aşağıdadır:
Kırk Hadis Tercümelerine Umümi Bir Bak ış ve Ankaral ı İsmail
Rustihrnin "Tercüme-i Hadis-i Erbarn"i
53 Aynı yer, sh. 125-142.
54 Bu hususta bkz. M. Accâc el-Hatib; Es-Sunnetu Kable't-Tedvin; Kahire 1963,
sh. 46, not. 1 ve sh. 249 vd., Dâiretu'l-Malrifi'l-islâml, Hadis Mad. C. VII Sh. 331 vd.
islânı Ansiklopedisi, Hadis mad., c. 5 /1 Sh. 48.
55 1967; sh. 43-55.
56 Aynı yer, sh. 57-68.
57 1969; sh. 117-135.
58 1970; sh. 81-84.
358 MÜCTEBA U Ğ UR

Abdulkadir Karahan tarafından hazırlanan bu makale sonradan


ayrı basım olarak da neşredilmiştir (1951-1953, X /235-242).
Hadis Musannefatının Mebdei Ma'mer b. Ra şid'in "Cami" i
M. Fuat Sezgin (1955, XII /115-134).
Hususi Neşriyat
Hususi hadis ne şriyatı çok çeşitlidir. Bu bakımdan ancak belli
kategorilere ay ırmak suretiyle tetkiki mümkündür. Daha çok halka
hitabeder mahiyettedir. Bir k ısmının ilmi icaplardan uzak oldu ğu ilk
bakışta dikkati çekmektedir. Bu yönüyle ilmi k ıymeti de yoktur.
Hususi hadis ne şriyatına aşağıda sıralanan eserler misal verile-
bilir. Bu neşriyatın teker teker de ğerlendirilmesi uzun sürece ğinden
ancak pek mühim birkaç tanesi üzerinde durulmu ştur.
a) Kitap olarak
"Kırk Hadis" adiyle neşredilenler
1 . Kırk Kudsi Hadis
Ali b. Sultan Muhammed el-Kaarrnin "El-Ahadisu'l-Kudsiyye
vel-Kelimatu'l-tInsiyye" adlı kudsi hadis mecmuas ının tercümesidir.
Hasan Hüsnü Erdem tarafından Türkçeye çevrilmi ştir (Ank. 1952).
2 . Kırk Kutsi Hadis
A. Fikri Yavuz ve M. Ali Aslan tarafından tercüme edilmi ştir
(İst. 1964).
3 . Bereket ve Rahmet-i ılâhiyye Burhanlarına dair Kırk Hadis-i
Şerif
Cemal Öğüt tarafından hazırlanmış ve tercümesi yapılmıştır.
Hadislerin metinleri ve kaynaklar ı da verilmiştir (İst. 1951).
4 . Kırk Hadis-i Şerif
Ahmet Nazım Arıkan (İst. 1955).
5 . Alt ın Anahtarlar (Kırk Hadis-i Şerif)
M. Sait Çekmegil (Adıyaman, 1956).
6. A şk- ı Resâl, Salavât-tı Şerifenin Fazâili Hakkında Toplanm ış
Kırk Hadis
H. Şeref Danişmend (Ank. 1956).
7. On Kerre Kırk Hadis
Birinci, İkinci... Kırk Hadis isimleriyle seri olarak yay ınlanmıştır.
Kaynakları daha çok Buhari, Müslim, Ahmed b. Hanbel'dir. Hasan
HADIS NE ŞRIYATI VE HADIS ÖĞRETIMI 359

Basri Çantay (öl. 1964) taraf ından derlenip tercüme ve izah edilmi ştir
(İst. 1955-1958).
8 . Ahlak O ğiitleri ve Kırk Hadis-i Şerif
Ahmed Hamdi Kaçar ( İzmir, 1961).
9 . Şehitler ve Gaziler Hakk ında Kırk Hadis-i Şerif
M. Kemal Pilâvoğlu (Ank. 1962).
10 . İzahh Kırk Hadis Meali
Sadık Yılma (Eskişehir, 1962).
11 . İzahh Kırk Hadis
Avni İlhan - Mustafa Özc ırık (İst. 1964).
12 Kırk Hadis-i Şerif ve İzah ı
Hüseyin Aşık (İst. 1967).
"101 Hadis" adıyle ne şredilenler
1 . Birinci 101 Hadis-i Şerif
İkinci 101 Hadis-i Şerif
Üçüncü 101 Hadis-i Şerif
Küçük risaleler halinde seri olarak yaymlanm ıştır. H. Nazmi
Altunkalem imzalı derime hadisler ve tercümelerinden ibarettir
(İzmir, 1946).
2. 101 Hadis
Necip Fazıl Kısakürek'in manzum hadis tercümelerini havi bu
eserinde hadis metinleri de verilmi ştir (İst. 1951).
3 Yüzbir Hadis-i Şerifin Mealen Tercümesi
Hüseyin İlhan Yazgan (Gaziantep, 1956).
4 Yüzdört Hadis
Mehmet Serdaroğlu (Ank. 1966).
5 . 201 Ahâdis-i Şerif ve Şerhi
M. Kemal Pilavoğlu (Ank. 1951).
500 Hadis" Adiyle ne şredilenler
1 . 500 Hadis-i Şerif (Hikmet Gonceleri)
Sahih kaynaklardan Ö. Nasfıhi Bilmen'in (1884-1971) seçti ği,
harf tertibine koyarak tercüme ve izah ını yaptığı 500 hadisi içine alan
bir eserdir (İst. 1961).
2. 500 Hadis-i Şerif Tercümesi
Hacı Cemal Eğretli (İst. 1967).
"1001 Hadis" Adiyle yay ınlananlar
1 . 1001 Hadis Tercümesi ve Tefsiri
360 MÜCTEBA UĞ UR

Selâmi Münir Yurdatap ( İst. 1941).


2. 1001 Hadis Tercümesi
Numan Kurtuluş (İst. 1948, 2. Bs. İst. 1958).
3. Pergamberimizin Dilinden 1001 Hadis
Süleyman Fahir (İst. 1955).
4. Binbir Hadis
Mısır Fevkalade Ba şkomserliğinden emekli Mehmet Arif'in
(1261-1315 / 1845-1898) Suyüti'nin "el-Cântrus-Sagir.." inden derle-
yip harf tertibine göre tercüme ve izah ını verdiği 1001 hadisten ibaret
eseridir (İst. 1959).
5. 1001 Hadis
H. Cemal Eğretli (Afyon, 1963).
6. Zübdetü'l-Buldiriden Seçmeler, Hz. Peygamber Efendimizin
1001 Hadisleri
Daniş Remzi Korok (ist. 1969).
Belli konulardaki hadisleri ihtiva edenler
1 . Ehl-i BCyt Üzerine Hadisler
Ali Rıza Doksanyedi (Ank. 1962).
2. Et-Tıbbu'n-Nebevi
Tıbba dair hadislerin tercümesidir ( İst. 1967).
3. İslâmda Niyyet
"İnneme'l-A'mâlu brn-niyyât" hadisi esas al ınarak hazırlanmış
bir eserdir. Bir tek hadisi konu olarak alan ilk çal ışma olması bakımın-
dan önemlidir (İst. 1963).
4. Kadınlara Hitabeden Hadis-i Şerifler
Ali Aslan (İst. 1968).
5. Es-Salavât el-Hâmi'a fr Muhabbeti'l-Hulefiri'l-Câmi'a
"Kutbu'l-Bekri." adiyle me şhur Mustafa b. Kemâlrd-Din b. Ali
el-Bekrrnin (1099-1162 / 1687-1748) ayn ı isimdeki Hulefâ-yı Râşidin
hakkındaki hadislere dair eserinin tercümesidir. Fikri Yavuz taraf ından
Türkçe'ye kazand ırılmıştır (İst. 1967).
Çeşitli Konulardaki Hadisleri ihtiva edenler
1 . Hadis-i Şerif Tercümesi
Harf inkılabinden sonra latin harfleriyle ne şredilen ilk hadis kita-
bıdır. Müellifi zikredilmemiştir (İst. 1931).
2 . Hadis-i Şerif Tercümesi
Esat İleri (İzmir, 1945).
HAD İ S NE Ş RİYATI VE HADIS Ö Ğ RETIMI 361

3. Peygamberimizin Vecizeleri
Ahmet Hamdi Akseki (İ st. 1945).
4. Hz. Muhammed'in Ö ğütleri
Müellifi zikredilmemiştir (İst. 1945).
5. Büyük Peygamberimiz Hz. Muhammed'in Büyük Sözleri
Bu kitabın da müellifi zikredilmemiştir (İst. 1946).
6. Nurdan Çıkan Sesler
Rahmi Şenses ( İst. 1949).
7 . Peygamberi Sözleri (Manzum Buhârt-i Şerif)
Enver Tuncalp ( İst. 1950).
8. Hadis-i Şerif
M. Kemal Pilavo ğlu (Ank. 1951).
9. Hadis-i Şerifler (Peygamber Efendimizin Kanaatleri)
Ömer Fevzi Mardin (İst. 1951).
10 . Hz. Muhammed'in Ö ğütleri, Hadis-i Şerifler ve Güzel Misaller
Maarif Kitaphanesi tarafından neşrolunmuştur. Halk için yazıl-
mıştır (İst. 1958).
11 . Hz. Muhammed Mustafa'n ın Veciz Sözleri (Hadis-i Şerif
Mealleri)
Fahrettin Kabaday ı (İst. 1964).
12. Tasnifli Hadis-i Şerifler
M. Cemal Erten ( İst. 1968).
Sahabe ile ilgili olanlar
1 . Ashâb- ı Kiram Hakk ında Müslümanların Nezih İtikatları
Ömer Nasühi Bilmen'in bu eseri Muaviye b. Ebi Sufyan (Öl.
60 / 680) hakkındaki bazı soruları cevaplandırmaktadır (İst. 1948).
2. Ashâba Hürmet, Söğenlere Lânet
Neşreden M. Salih Ye şiloğlu (İst. 1949).
3. Ashabtan Ukkaşenin Hikâyesi
Nuri Tap-Çalap ( İzmir, 1949).
4. Mesâhir-i Ashâb- ı Kirâm
"İmâmu'r-Rabbâni" adiyle me şhur Ahmed b. Abdi'l-Ahad es-
Serhendi'ye (971-1034 / 1563-1624) nisbet edilen eserin Zeynelabidin
Işık tarafından yapılmış tercümesidir (İst. 1957).
5. Menâk ıb-ı Ciharydr-ı Güzin
Muzaffer Ozak ( İst. 1957).
362 MÜCTEBA UĞUR

6. Hz. Muhammed ve Ona Yar Olan Dört Yak ın Arkadaşı


Manzum olarak yazan, Enver Tuncalp (Ank. 1958).
7 . İslâm Uluları Sahâbiler
Muhammed b. EI-Hasen e ş-SâfiTden çeviren, İ smet Parmaks ı-
zoğlu (Ank. 1965).
Husüsi ilmi Ne şriyat
Üniversite ne şriyatı yanında hususi neşriyat arasında da ilmileri-
ne rastlanmaktad ır. Bu ne şriyatın çoğu hadis usulü ve hadis tarihi ile
ilgilidir. Bu tür ne şriyattan birkaç tanesini şöylece s ıralayabiliriz:
1 . Müsteşrik Caetani'nin yazdığı İslâm Tarihi'n(12ki İsnad ve İf-
tiralara Reddiye
Italyan Müsteşriki Leone Caetani'nin (1869-1935) Hüseyin Cahit
Yalçın tarafından Türkçeye tercüme edilen " İslâm Tarihi" adlı ese-
rindeki hadis, isnad, hadislerin kaynaklar ı, sahabe, Ebu Hureyre, İbn-i
Abbas, İbadetler ve Hz. Peygamber hakk ındaki bazı görüşlerin tahlil
ve tenkidine dair önemli bir eserdir. Mustafa As ım Köksal'ın telifidir
(Ank. 1961).
2. Hadis Usülü
İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü öğretim üyesi Hayrettin Karaman' ın
İmam-Hatip Okullarında okutulmak üzere hazırladığı eserdir. Seviyesi
yüksek, konuları dağımktır. Bir ders kitabından ziyade usıll-ü hadis
konularına dair bellibaşlı bibliyoğrafyanın terkibi niteliğindedir (İst.
1965).
3 . İlk Hadis Mecmualarından Hemmân b. Münebbih'in Hadis
Mecmuas ı
Çeviren, Ragıp İmamoğlu (Ank. 1966).
4 . Muhtasar Hadis Tarihi ve Sahifa-i Hemmâm b. Münebbih
Çeviren, Kemal Ku şçu (İst. 1967). Bu ve bundan önceki eser yu-
karıda bahsi geçen Hemmâm'a ait hadis mecmuas ının iki ayrı tercü-
mesidir.
5. Hadis Edebiyatı Tarihi, Menşei, Tekâmülü, Hususiyetleri ve
Tenkidi
Kalküta Üniversitesi Profesörlerinden Muhammed Zübeyr S ıd-
diki'nin eserinden Yusuf Ziya Kavakç ı tarafından yapılmış tercümedir
(İst. 1966).
6 . Hadis Ricâli
İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü öğretmenlerinden Ali Özek'in
Hadis İlmi, isnat, raviler, hadisçiler, cerh ve ta'dil, hadis tedvini konu-
İ#ADİ S NE Ş RÎYATİ VE İİADiS Ö ĞRETIMI 363

larındaki eseridir. Eserin sonundaki "Türkçe hadis çal ışmaları" bö-


lümü önemlidir. (İst. 1967).
b) Makale olarak
Hadis sahasında hususi ne şriyat olarak birkaç makale ismi vermek
yerinde olacakt ır:
1 . Hadis ve Sünnet
Ahmet Hamdi Akseki".
2 . İslamda Hadis
Doç. Dr. Talat Koçyi ğit'.
3 . Ahmed h. Hanbel
Doç. Dr. Talat Koçyi ğit'.
c) Tercüme olarak
Cumhuriyet Devri hadis çal ışmaları arasında hadis literatüründe
çok meşhur olan bazı eserlerin tercüme ve hususi olarak ne şredildiğini
de görüyoruz. Bu konuda da birkaç isim verelim:
1 . Aç ıklamalı Şifâ-y ı Şerif Tercümesi
Daha çok " Şifa-yı Şerif" adıyle me şhur olan Kaadi .İyad b. Müsa'
nın (476-544 /1083-1149) "Eş-Şifa bi Ta'rif-i Hukükil-Mustafa" adl ı
eserinin tercümesidir. Ali Rıza Doksanyedi tarafından yapılan tercüme
kısımlar halinde yayınlanmıştır (Eskişehir 1946, İst. 1948, 1950).
2 . Muhtâru'l-Ahddis Tercümesi
Ahmed el-Haşimrnin "Muhtaru'l-Ahadisi'n-Nebevviyye ve'l-
Hikemi'l-Muhammediyye" adlı eserinin tercümesidir. Abdulkadir
Akçiçek tercüme etmi ştir (İst. 1967). Aynı isim de Dursun Ali Güven
(İst. 1964) ve Abdullah Aydın ile A. Fikri Yavuz ( İst. 1966) tarafından
yapılmış iki tercüme daha vard ır.
3 . Tâc Tercemesi
~sür Ali Nasıf'ın "Et-Tacu'l-Cami' li'l-Usül fî Ahadisi'r-Re-
sür isimli eserinin İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü öğretim görevlisi
Bekir Sadak tarafından yapılan tercümesidir. Tercüme ile beraber
metin de verilmektedir. Henüz tamamlanamam ıştır (İst. 1966-1968—
1973).
59 Hakka Doğru, İst., 1959 sh. 14-17.
60 Seri makaleler halinde Mart, May ıs, Temmuz, Agustos, Eylül, Ekim 1961 tarihli
İslam Mecmuasmda ne şredilmiştir.
61 İslam; Haziran, Eylül, 1961.
364 MÜCTEBA UĞUR

4 . Bülüğu'l-Meram Tercüme ve şerhi


Ahkâm hadislerine dair Şeyhul-islâm İbnu Hacerrl-Askalânrnin
"Bültiğu'l-Merâm Min Edilleti'l-Ahkâm" adl ı eserinin San'âni ve
Ebu'l-Hayr Nfıru'l-Hasan Han şerhlerinden de faydalanmak suretiyle
hazırlanmış tercüme ve izah ıdır. Hükümlerin delilleri hakk ında ehl-i
sünnet dışı görüşler yerine dört mezhebin en muteber görü şlerini hülasa
edip ehl-i sünnetin de görü şünü vermiş olması itibariyle önemli bir
eserdir. Bu eseri Ahmet Davuto ğlu Türkçeye kazand ırmıştır (İst. 1967).
5 . Sahlh-i Müslim ve Tercümesi
Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrrnin (204-261 /819-784) "El-Câmrus-
Sahih" inip İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü Tefsir Hocas ı Mehmet
Sofuoğlu tarafından yap ılmış tercümesidir. Tercüme Muhammed Fuad
Abdu'l-Bakrnin 1374 /1955 tarihli ne şrini esas alan metinle birlikte
verilmiş, gerekli yerlerde notlar şeklinde açıklamalar yap ılmıştır.
Eser geniş bir takdimden sonra hadisin önemi, Müslim'in haltercümesi,
"Sahili" in değeri ve Buhâri "Sahlh"i ile mukayesesi, Müslim'in telif
metodu gibi önemli konularla ba şlamaktadır".
6. Zübdetü'l-Buhâri
Ömer Ziyâ'ud-Din Dağıstânrnin "Sahih-i Buhâri"den seçip
tercüme etti ği hadisleri ihtiva eder. Tercüme sadele ştirilerek ne şredil-
miştir (İst. 1967).
7 . Meşdrıkul'l-Envâr ve Tercemesi
Radiyyu'd-Din Ebu'l-Abbas, El-Hasen b. Muhammed es-Sâ ğâ-
nrye ait (555-650 /1160-1252) "Me şârıku'l-Envârrn-Nebeviyye min S ı-
hâhrl-Ahbâri'l-Mustafaviyye" isimli me şhur eserin tercümesidir. Enver
Baytan tarafından dilimize çevrilmi ştir (İst. 1971).
8. Buhâri Tecrid-i Sarih Muhtasarı
Diyânet İşleri Başkanlığı'nın da yayınladığı Ez-Zebidrnin me şhur
eserinin Eski Şer'iye ve Evkaf Vekili Konyal ı Mehmet Vehbi (1861—
1949) tarafından -yapılmış tercümesidir ( İst. 1966).
9 . Sünen-i Tirmizt Tercümesi
İmam, Ebû İsâ Muhammed b. İsâ't-Tirmizrnin (209-279 /824—
892) "es-Sünen" adl ı eserinin tercümesidir. Tercüme metinle birlikte-
tedir. Osman Zeki Mollamehmeto ğlu'nun tercümesiyle üç cildi ne ş-
rolunmuştur (İst. 1972-1973).
62 İstanbul, 1967-1970. "Sahili-1 Müslim" in Nevevi şerhi ile birlikte Ahmed Davud-
oglu tarafından yap ılan tercümesi de ne şredilmek üzeredir.
HADIS NE Ş Rİ YATI VE HADIS Ö ĞRETIMI 365

10. Usal-i Hadis ve Mevzüât-i Aliyyü'l-Kari Tercemesi


Aliyyu'l Kaarrnin yukar ıda ismi geçen mevzu hadislere dair me ş-
meşhur eserinin Ahmed Serdaro ğlu tarafından yapılan tercümesidir.
Tercümenin başına usül-ü hadisle ilgili hadis terimlerine ait k ısa açık-
lamalar eklenmi ştir (Ank. 1966).
11 . Hz. Muhammed'in Şema'il-i şerifleri
Hz. Peygamber'in fizyonomisine, yüksek karakterine ve ahlaki
hasletlerine dair hadisleri içine alan Tirmizrnin "E ş-Semâ'ilu'n-Nebe-
viyye vel-Hasâ'ilu'l-Mustafaviyye"sinin F. Kavukçuo ğlu tarafından
yapılmış tercümesidir (İst. 1963).
Buraya kadar sıralanan ne şriyat tamamen çe şitli kaynaklardan
denenen hadisleri konu olarak alm ış bulunmaktadır. Bu neşriyatı Hz.
Peygamber'i tan ıtmak, hadislerini yaymak bu suretle halk ın dini
duygularını kuvvetlendirmek gayelerini hedef tutanlar aras ında say-
mak mümkündür.
Türkiye'de Hadis Öğretimi
Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar Türkiye'de resmi
hadis öğretimi Darirl-Fün'ün Ilahiyat Fakültesi, İmam-Hatip Okul-
ları, Yüksek İslam Enstitüleri ve Ilahiyat Fakültesi tarafından yapıl-
mıştır. 17 Ramazan 1342 (21 Nisan 1924) tarihinde kabul edilmi ş bir
kanunun 8. maddesinde Daru'l-Fünün Ilahiyat Fakültesi'nde okutu-
lacak dersler aras ında Hadis ve Hadis Tarihi de zikredilir Bu suretle
bahis konusu fakültenin programına Hadis ve Hadis Tarihi dersi res-
men alınmıştır. Ayrıca ayda sekiz saat hadis dersi okutuldu ğunu, bu
dersi okutmak üzere Aksekili Hamdi (Ahmet Hamdi Akseki) nin
"Heyet-i Ta'limiyye" arasında görevlendirildiğini arşiv vesikalarmdan
öğreniyoruz. Darü'l-Füntin Ilahiyat Fakültesi 1933 y ılında kapatılınca
hadis öğretimi de bir müddet durmu ştur.
"Tevhid-i Tedrisat" kanunu gere ğince kurulmuş olan İmam-Hatip
Okullarında hadis öğretimi iki devreli olarak yap ılmakta idi. Ilkokula
dayalı birinci devre dördüncü sınıfta haftada bir saat, ikinci devre
yedinci sınıfta haftada iki saat hadis ö ğretimi öngörülmüştü. Ancak
bu okullarda yeni bir sistemin uygulanmıya başladığı 1971 yılında
durum tamamen de ğişmiştir. Bu yılda İmam-Hatip Okulları ortaokul-
lara dayalı bir meslek okulu haline getirilince mevcut pro ğramların
islahı s ıras ında hadis dersi de II, III, IV ncü sınıflara haftada iki şer
saat olarak dağıtılmıştır.
366 M Ğ CTEBA U Ğ UR

İmam-Hatip Okullarımn yeni hadis müfredatında hadis öğretimi


amaçlanmn tespit edilmi ş olduğu dikkati çekmektedir. Program esas-
larının gerçekleştirilmesinde dikkat edilecek prensiplerin tayin edilmesi
de şüphesiz üzerinde durulması gerekli bir husustur. Bu duruma göre
İmam-Hatip Okullarında hadis öğretimindeki gaye, " İslâmlığ' ın ikinci
kaynağı olarak hadisler hakkında toplu fikir vermek, öğrenciye önemli
hadisleri toplum karşısında açıklama kabiliyetini kazandırmak ve ger-
çek hadislerle Peygambere atfedilen sözler aras ındaki farkları kavrat-
mak..."dır'. Öğrenci bu şekilde hadis öğretiminde belli bir gayeye
yöneltilmiştir. Eğitim ve ö 'ğretimde gayenin ne derece mühim oldu ğunu
burada izah etmeye ihtiyaç yoktur.
Sözkonusu müfredatta kuru ve ezbere kaçan usül-ü hadis ö ğretimi
yerine metne ve uygulamaya yer veren ö ğretim şeklinin tercih edildiği
de görülmektedir. Böylece pro ğramın öngördüğü "öğrencilere bildik-
lerini yaşama hususunun benimsetilmesi" mümkün olabilecektir.
Yüksek İslam Enstitülerine gelince, İmam-Hatip Okullarına da-
yalı bu yüksek öğrenim kuruluşlarında III ve IV. sınıflarda hadis dersi
vardır. Ders sayısı haftada, III ncü s ınıfta iki, IV ncü sınıfta üç saattir.
III ncü sınıfta hadis ilmine ait ana kavramlar ın yanısıra hadis tarihinin
mühim konularına yer veren, IV ncü s ınıfta daha çok hadis bibliyog-
rafyasına eğilen bir müfredat program ı mevcuttur. Yüksek Islâm Ens-
titülerinde hadis ö ğretiminden maksat müfredat programlarmda "ö ğ-
rencilerin hadis ilminin kavramlanm, bellibaşlı kaynaklarını, özel
metotlarını tanımalarım, çeşitli fikir akımları ile hadis münasebetlerini
belirtmek suretiyle de ğişik konularda ara ştırıcı ve ilmi bir görüş kazan-
malarını... İslam Dini'ni bir bütün içinde kavramalann ı sağlamak..."
olarak belirtilmiştir".
İlâhiyat Fakültesi'nde ise hadis, hadis us'ülü ve hadis tarihi konu-
larını kapsıyan bir pro ğram içinde okutulmaktadır.
Türkiye'nin muasır medeniyet seviyesine eri şebilmek için göster-
diği gayretler ortadad ır. Batının ilmi düşüncesi ve ilmi metotlar ı benim-
sendikçe bu gayretlerin daha verimli sonuçlar verece ği, hadis sahasmda
yapılan ve yapılacak çalışmaların da metod yönünden bu gayretlere
güç kazandıracağı muhakkaktır.

63 İmam-Hatip Okulu Müfredat Programı, sh. 38 vd.


64 Yüksek İslâm Enstitüsü Müfredat Program ı, sh. 20 vd.
FAKÜLTEMil VE FAALIYETLERI

"Din meselesinin sağlam ve ilmi esaslara göre incelenmesini müm-


kün kılmak, mesleki bilgisi kuvvetli ve düşünüşünde ihatalı din adam-
larının yeti şebilmesi için lüzumlu şartları sağlamak" maksadıyla 1949
da açılmış olan İlâhiyat Fakültesi eğitim, öğretim ve ilmi ara ştırmalar
yapmak, bu ara ştırmalarmın sonuçlarmı memleket ve dünya ilim âle-
mine sunmak gibi görevlerini, o zamandan beri ba şarı ile yürütmekte-
dir.
Liseden sonra dört y ıl üniversite öğrenimi yapmak ve ilmi zihniye-
ti benimseterek ö ğrettiği araştırma metodlarını mezunlarma hayatta da
kullanma yetene ğini kazandırmak ve böylece memleket meselelerine
gerçekçi ve ilmi aç ıdan bakarak onlara çözüm yolu getirmek suretiyle
memleketin maddi-manevi kalkınmasında, ilerlemesinde üzerine dü-
şen vazifeyi kusursuz yapmak üzere faaliyette bulunan fakültemiz ö ğre-
nim süresi, 1972-73 ders yılından itibaren be ş yıla çıkarılmıştır. Öğre-
nim süresinin bu artışında, daha iyi niteliklere sahip, daha derin bilgi-
lerle mücehhez, daha çok ara ştırma imkânına kavuşturulmuş eleman-
lar yetiştirmek düşüncesi âmil olmuştur. Bu düşünceyle fakültemiz, kem-
miyete değil, keyfiyete önem verdi ğini ortaya koymuş ve memleketin fik-
ri ilerlemesinde, maddi-manevi kalk ınmasında ihtisasla şmanın, uzman-
laşmanm tek çıkar yol olduğu fikrini de benimsemiş bulunmaktadır.
Şimdiki durumda fakültemizin birinci s ınıfında ağırlık, kaynak dili
olan Arapça ile bir batı diline verilmi ş olup, ayrıca beşeri ilimlere lise-
den yeni gelen gençleri haz ırlamak üzere bir de "Felsefeye Giri ş" ko-
nulmuştur İkinci sınıfta ise Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi, Felsefe
Tarihi, İslam Tarihi, Mantık, Türk-İslâm Edebiyatı derslerinin ya-
nında Arabça, Farsça ve bir bat ı dili görülür. Bu sınıflarda ayrıca Kur'-
an-ı Kerim okuma usülü de ö ğretilir. Üçüncü s ınıfta da Arapça ve bir
batı dili ile birlikte şu disiplinler okutulur : Tefsir, Hadis, İslam Hu-
kuku, İslâm Tarihi, İslâm Mezhepleri Tarihi, Türk- İslâm Edebiyatı,
Dinler Tarihi, Sistematik Felsefe, Din psikolojisi, Türk- İslâm Sanat-
ları Tarihi.
368 S. BAYR İ BOLAY

Fakültemizin yeni yönetmeli ği gereğince üçüncü sınıftan sonra iki


bölüme ayrılmaktadır: Öğrenciler bu bölümlerden birisini seçmek du-
rumundad ırlar. Bu bölümler "Tefsir ve Hadis Bölümü", "Kelâm ve
İslam Felsefesi Bölümü" dür.
Bu bölümlerden 4. s ınıfta yeni dersler olarak Kelâm ve İslâm Ku-
rumları Tarihi, İslam felsefesi ve Filozofları dersleriyle, son sınıfta
dini Türk musikisi, Pedagoji, Türk Devrim Tarihi ve Bilimler Tarihi
dersleri okutulur. Yaln ız II. bölümün son s ınıfında İslam Felsefesi ve
Filozofları'nın yerini Tasavvuf Tarihi dersi almakta, ayrıca bir de Din
Felsefesi dersi görülmektedir. Tabiidir ki derslerin saatleri bölümler-
deki önemine göre artıp eksilmektedir.
Fakültede okunan dersleri buna göre şöylece tasnif edebiliriz:
I- Yabancı Diller: Arapça, Farsça ve bir bat ı dili (Fransızca,
İngilizce, Almanca)
2- İslami Ilimler: Kur'an, Tefsir, Hadis, İslam Hukuku, Kelâm,
Mezhepler Tarihi, İslam Felsefesi, Tasavvuf Tarihi.
3- İslami İlimleri Temellendiren Ilimler; Felsefe Tarihi, Sistema-
tik Felsefe, Mantık, Dinler Tarihi, Türk ve islâm Sanatlar ı Tarihi,
Din Sosyolojisi, Bilimler Tarihi, Din Psikolojisi, Pedagoji, Türk-is-
lâm Edebiyatı ve Dini Türk Musikisi.
Bu çeşitli derslerin ve bilim dallarının okutulması, öğretilmesi ve
bu dallarda dikkât çekici ara ştırmalar yapılması, tabiatıyle oldukça ge-
niş ve liyakatlı bir öğretim kadrosuna ihtiyaç gösterir. K ıvançla söy-
liyebiliriz ki fakültemiz bu liyakatlı kadroya sahiptir. Ve kuruluş dev-
resini tamamlamış olan fakültemiz kendi bünyesinde yeti ştirdiği de-
ğerli elemanlarıyla kendi ihtiyacını giderecek seviyeye gelmi ştir.
Şimdiki durumda fakültemiz öğretim kadrosunda dokuz profesör,
dokuz doçent, 19 asistan, alt ı okutman ve 2 yabanc ı uzman bulunmak-
tadır.
Bu güne kadar fakültemizden 1098 ö ğrenci mezun olmuştur. (Bu-
na 1973 haziran dönemi de dahildir.) Bu mezunlardan 103 ü k ızdın
1972-1973 ders yılı sonundaki durum göz önüne al ınırsa 40 kız öğrenci
473 erkek ö ğrenci olmak üzere 513 ö ğrenci mevcuttur. 1973-74 ders
yılı için ise birinci sınıfta 15 yabancı uyruklu olmak üzere 160 öğrenci
alınacaktır.
Bu yıl kabul edilen yeni yönetmelik ile 1973-1974 ders yıhndan
itibaren ö ğretmen olmak üzere ö ğrencilerimize öğretmenlik meslek
belgesi vermek için, normal programın dışında eğitim bilimi ile ilgili
dersler de okutulacakt ır.
FAKÜLTEM İZ VE FAALİYETLTRİ 369

Fakültemizde (6) sı yabancı uyruklu olmak üzere (37) ö ğrenci dok-


tora yaparak ilahiyat doktoru unvan ını almıştır. Mevcut doktora ö ğ-
rencisi sayısı (51) i bulmuştur. Bunlardan (12) si yabanc ı uyrukludur.
Üniversite Senatomuz'un ald ığı prensip kararı muvacehesinde ye-
niden hazırlanacak olan doktora yönetmeli ğinin yeni şekliyle yayınlan-
masından sonra, Fakültemizde lisans üstü ö ğrenim yapılacak, doktora
öğrencileri için bir çok yeni dersler okutulacak ve böylece fakültemizde,
mezuniyetten sonra derinle şmek ve ihtisasla şmak imkanları daha da
artacaktır. Bu hususta gerekli çal ışmalar devam etmektedir.
Fakültemiz mezunlar ının hizmet alanları oldukça geniştir. Bu cüm-
leden olarak Milli Eğitim Bakanlığına bağlı orta dereceli ö ğrenim ku-
rumlarma meslek dersleri, din dersleri ö ğretmeni, yüksek öğrenim ku-
rumlarında da ihtisaslariyle ilgili dallarda çal ışmaktadırlar. Bunların
dışında ihtiyaç duyulan bir çok yerlerde Felsefe ve ona ba ğlı dersleri de
başarı ile okutmaktad ırlar. Bunun yanında yine aynı bakanlığın kütüp-
haneler genel müdürlü ğüne bağli çeşitli kütüphanelerde; arşivlerde ve
müzelerde de çal ışmakta olup, aran ılan elemanlar haline gelmektedir-
ler. Ayrıca Diyanet İşleri Teşkilâtında din görevliliğinin çeşitli kademe-
lerinde görev almaktad ırlar. Bunlardan ba şka Vakıflar Genel Müdürlü-
ğünde, T. R. T de ve daha başka kuruluşlarda formasyonlar ına uygun
görevleri yürütmektedirler.
Bundan da anla şılacağı üzere Ilahiyat Fakültesi mezunlar ı, görev-
leri icabı geniş halk kitleleri ve memleketin çe şitli zümreleri ile temas
halinde olup, onlara sa ğlam bir inanç ve ilmi anlay ışla ışık tutmakta ve
yollarını aydınlatmaktadırlar. Dolayısile milletimizin, her zümreden
insanının, rehberi olarak sevilen, aran ılan kimseler haline gelmektedir-
ler. Bu da Fakültemizin bilimsel zihniyete sahip, sa ğlam bilgi ve inanca
dayanan, milli tarih şuuruna bağlı, vatansever ve milliyetçi ayd ınlar
yetiştirmesinin ve bu hususta azami titizli ği göstermesinin tabii bir so-
nucudur. Böylece Fakültemiz k ısa geçmişine rağmen yetiştirdiği aydın
elemanlarla ve yapt ığı ilmi çalışmalarla geniş halk kitlelerine malolmu ş
ilim yuvalarından biri haline gelmi ştir.
Fakültemiz ilmin ve ilmi zihniyetin çe şitli şartlar ve imkanlar içe-
risinde doğup geliştiğini gayet iyi bildiği için kısa zamanda oldukça
zengin bir kütüphaneye sahip olmu ştur. Kütüphanede çe şitli doğu ve
batı dillerinden 1780 adedi yazma olmak üzere 30 000 den fazla eser
mevcuttur. Bu zengin kütüphaneden kendi mensuplar ımızın yanında
dışarıdan her isteyen de faydalanabilmektedir.
370 S. BAYR İ BOLAY

Fakültemizde şimdiye kadar 125 bilimsel eser ve ara ştırma yayın-


lanmıştır "ilahiyat Fakültesi Dergisi" adli ara ştırma yayın organımız
ise her yıl bir sayı halinde yayımlanmaktad ır. Gerek kitap halinde, ge-
rekse makale halinde yay ımlanan araştırma ve incelemeler yurt içinde
ve yurt dışında ilgi ile izlenmektedir.
Fakülte bünyesinde iki ara ştırma enstitüsü vardır: Bunlardan biri
"İslami ilimler Enstitüsü" di ğeri ise "Türk-islam San'atları Tarihi
Enstitüsü"dür. Türk- İslam San'atları Tarihi Enstitümüz, ilk müdürü
Ord. Prof. Suut Kemal Yetkin'in gayreti ile, ilk def'a Milletler aras ı
Türk San'atlar ı kongresinin yapılmasını sağlamış ve birinci kongre
1959 da Ankara'da toplanm ıştır. Bu tarihten itibaren her dört yılda
bir, başka bir memlekette toplanan kongrenin V. toplant ısı 1975 de
Budapeşte'de yapılcaktır. Bu kongrelerle, dünyaca tan ınmış San'at
Tarihçilerinin huzurunda, bağımsız bir Türk San'at ının mevcudiyeti ve
eşsiz değeri dünya ilim alemine kabul ettirilmi ştir.
Fakültemizde iki vakıf bulunmaktadır : Birisi fakültenin eski pro-
fesörlerinden rahmetli Kamuran Birand ad ına kurulmuş olan vakıftır.
Vakfın gelirinden fakir bir öğenciye karşılıksız burs temin edilmekte-
dir. Ayrıca her yıl fakülteyi birincilikle bitiren öğrenciye 500 liralık bir
ödül verilmekte olup, yine ayn ı vakıftan kütüphaneye rahmetli profesö-
rün okuttuğu ders olan "Felsefe Tarihi" ile ilgili 500 liralık kitap alınmak-
tadır.Vakfın diğeri ise "Ilahiyat Fakültesi ö ğrencilerine Kredi Sağlama
Vakfı"dır. Bu vakfın amacı, ihtiyacı olan öğrencilere kredi vermektir.
Vakıftan kredi alan öğrenciler, Fakülteden mezun olduktan bir sene
sonra başlamak üzere,en çok 85 taksitte ald ığı parayı faizsiz olarak ödi-
yeceklerdir. Böylece vakfın parası da daimi olarak i şlemeye devam ede-
cek ve sonraki nesillerin de ondan faydalanma imkan ı doğacaktır.
Her iki vakıf da dekanm ba şkanlığında Fakülte kurulunca se-
çilen fakültemiz ö ğretim üyelerince yönetilir.
Kuruluşu, faaliyetleri ve imkanlar ı, gayesi ve hizmetleri hakk ında
sunduğumuz bu kısa mâlümattan da anlaşılacağı üzere ilahiyat Fakül-
tesi, Cumhuriyet Devrimizin bir eseri olarak, memleketin fikri ve ilmi
gelişmesinde, avrupai ilmi zihniyetin yerle şmesinde manevi de ğerlere
bağlı ve saygılı, milli ve tarihi kıymetleri koruyan bir ilerleme, geli şme
ortamı yaratılmasında üzerine dü şen büyük görevi liyakatla yapmak-
tadır. Ve her geçen y ıl daha geniş imkanlarla daha geli şmiş olarak çalış-
malarına devam edecektir. Böylece milli kültür hazinelerinin ortaya
çıkmasındaki rolünü de benimseyerek kültürümüze ve insanl ık alemine
hizmette kusur etmiyecektir.
S. Hayri BOLAY

You might also like