You are on page 1of 202

© MULTILINGUAL, 1998

ISBN 975-7262-16-x

FİLOLOJİNİN OLUŞUMU
Prof. Dr. Süheyl§. Bayrav /
Kapak: Tolga Arkonaç / Baskı: Matbaa 70, Mayıs 1998
Prof. Dr. Süheyla B ayrav

FiLOLOJiNiN
• • •

OLUŞUMU

Çağdaş Dilbilim - Eleştiri


Sorunları

MULTILINGUAL
Klodfarer Cd. 40/6 Çemberlitaş-İstanbul
Tel: (212) 518 22 78 Fax: (212) 518 47 55
-
İÇİNDEKİLER

A - GİRİŞ......................................................................... 9
A-1. Filolojinin Batıda doğuşu.
A-2. İskenderiye dönemi.
A-3. Filolojinin alanı.
B - FİLOLOJİ TARİHİNDE ÖNEMLİ DÖNEMLER ....... 15
B-1. Filoloji.
B-2. Karanlık dönem.
B-2.1. Ortaçağda okullar.
B-2.2. Filoloji ile Merkür'ün evlenmesi.
B-2.3. Retorik.
B-2.4. Retoriğin bölümleri.
B-2.5. Gramer.
B-2.6. İmla.
B-2.7. Diyalektik.
B-3. Hümanizm.
B-3.1. Kitap.
B-3.2. Scriptoria.
B-3.3. Durağan kitapçılar (libraires stationnaires).
B-3.4. Kitaplık.
B-3.5. Çeviri ve eleştiri.
B-4. XIX. yy.'da filoloji ve dilbilimi.
C - FİLOLOJİNİN ÇEŞİTLİ AIANIARI............ ,............. 66
C-1. Paleografi.
C-1.1. Paleografmin yönleri.
C-1.2. Yazı tarihi.
C-1.3. Yazının özellikleri.
C-1.4. Kısaltmalar.
C-2. Noktalama.
C-3. Diplomatik ve eleştirili basım.
C-3.1. Diplomatik. C-3.2. Eleştirili basım.
D - METİNBİLİM (TEKSTOLOJİ) ................... ................ 86
E - SÖZLÜK.................................................................... 88
E-1. Eski sözlükler.
E-2. Sözlük bilgisi (Leksikografi).
E-2.1. Sözlük düzeni.
F - BİBLİYOGRAFYA···················································· 103
E-1. Bibliyografyanın çeşitleri.
G - BİBLİYOLOJİ ............................................................ 108
H - GRAMER .................................................................. 110
H-1. Gramerin gelişmesi.
H-2. Klasik dönemde gramer.
H-3. Tarihsel gramer.
H-4. Çağdaş gramer.
H-4.1. Yapısal gramer.
H-4.2. Üretici gramer.
İ - FİLOLOJİK ELEŞTİRİ............................................... 138
İ-1.1. Eksikler.
İ-1.2. Eklemeler.
İ-1.3. İntihal.
J - EDEBİYAT TARİHİ VE ELEŞTİRİ.. ......................... 145
K - YORUMCU ELEŞTİRİ VE EDEBİYAT BİLİMİ.. ...... 155
K-1. Çağdaş eleştiri.
K-1.1. Tematik eleştiri.
K-1.2. Yapısal eleştiri.
K-1.3. Poetika.
K-1.4. Semiotik (Göstergebilim).
ÖNSÖZ

Edebiyat metinlerini değerlendirecek, açıklayacak bilgin­


lere eski Yunan 'da, daha Aristoteles döneminde gerek duyul­
maya başlanmıştır ve eski metinleri açıklama çabası Yunanis­
tan 'da filolojiyi ve grameri doğurmuştur.
Bizanslı filologlar da Yunanlı gramercileri izlemişler an­
cak daha sonraki dönemlerde filoloji sorun/an daha farklı bi­
çimlerde ortaya çıkmış ve sôzgelimi Rönesans bilginleri daha
çok metinlerin yayım ve eleştirisiyle ilgilenmişlerdir.
Baskılara gerçek bilimsel eleştiri ve modem filoloji uygu­
lamalarıystn:ıncak on altıncı yüzyıl sonunda başlamıştır. Gene
Rönesans döneminden başlayarak, eskiçağ yapıtlannın Yunan­
ca ve Latince bilmeyenlere tanıtılması gibi yeni bir gereksinim
ortaya çıkmış ve bu gereksinim çevirmenlik mesleğini doğur­
muştur.
Rönesans döneminde filologlann getirdikleri en büyük
yenilik hümanizma olmuştur ve filolojik yöntemler bu dönem­
de ve daha sonra dinsel ve dindışı yapıtlara aynı biçimde kolay­
lıkla uygulanmıştır. Bu hümanist eğilim Fransa 'da uzun süre
etkili olmuş, eleştirel filolojik yöntem On sekizinci yüzyılda İn­
giltere 'de parlak bir gelişme göstermiş, filolojinin en verimli dö­
nemi ·olan On dokuzuncu yüzyılda ise bu alana alman etkisi
hakim olmuştur.
Her tür metin filolojik inceleme alanına girebilir ve mo­
dem anlamda filoloji, edebiyattan önce hukuk, tarih ve dinbi­
lim alanlannda. uygulanmıştır. Gerektiğinde her belge filolojik
yöntemlerle eleştirilebilir; öte yanda.n filolojinin çeşitli da.llan
da. ayn bilimler olarak gelişmiştir ve sözlükçülük de bu alanda.­
ki önemli etkinliklerden biridir.
Metnin doğru anlaşılmasını engelleyen birçok sakınca
genellikle filoloji taramalarıyla ortada.n kaldınlır ve filolojik
eleştiri edebiyat alanında. yapıtın tutarlı biçimde açıklanması­
na ya da. yorumlanmasına yardımcı olacak araştırmalar da. ya­
par.
Filolojinin ilgilendiği bir başka konu da. ele alınan met­
nin kaynaklannı bulmaktır ve filolojik eleştirinin hem edebiyat
tarihine hem de estetik eleştiriye konu olduğu söylenebilir.
Yukarda. içeriğini kısaca özetlediğimiz Süheyla Bayrav 'ın
Filolojinin Oluşumu adlı yapıtı filolojinin doğuşunda.n, yazı ta­
rihine, gramerden göstergebilime kada.r sözlü ve yazılı edebiya­
tın hemen hemen tüm alanlanna el atan önemli bir çalışma.
Ele aldığı çağda.ş dilbilim ve eleştiri sorunlan bu alanla ilgile­
nen herkes için doyurucu bilgiler içeriyor.
Filolojinin doğuşu, çalışma alanlan, retorik, gramer, im­
la, çeviri, eleştiri, sözlük, göstergebilim vb. konularda. etimolo­
jik ve tarihsel bilgilerden, bu da.llann çalışma ve etkinlik sınır­
lanna kadar kapsamlı bilgiler veren kitap bir yandan da bu di­
siplinler içinde yer alan kavramlara ve terminolojiye de açıklık
getirerek önemli bir işlevi yerine getiriyor.
Dil, edebiyat, eleştiri, estetik vb. alanlara ilgi duyan her
kesimden okuyucu için bir başvuru kitabı niteliğindeki bu yapı­
tın yeni baskısıyla önemli bir boşluğu doldurduğumuza inanı­
yoruz.
İsmail Y erguz, 1998
A- Giriş

A-1 FİLOLOJİNİN BATl'DA DOGUŞU.

Tıpkı filozof sözcüğü gibi, Yunanca kökenli bileşik bi­


rer kelime olan filolog ve filoloji'nin öğelerini bulmakta güç­
lük çekmeyiz: filo seven; logos'tan gelen log da dil olduğuna
göre, filolog dili seven, filoloji ise dil sevgisi anlamlarını ta­
şır. Ancak, öğelerinin etimolojisini bilmek, bütünün anlam­
bilimsel (semantik) değerini aydınlatmağa her zaman yeter­
li değildir. Dili seven kimdir? Az konuşan kişilerin tersine,
konuşmaktan zevk alanlar mı, söyleşileri sevilenler mi? Da­
ha eski dönemlerde kelime, belki bu saydığımız anlamlara
gelmiştir. Ama Eflatun bunu ne gevezeler, ne hoş sohbetli­
ler, ne de hatipler için kullanır. Ona göre filolog, insana bil­
gi kazandıracak ve düşüncelerini olgunlaştıracak nitelikte
her çeşit konuşma ve tartışmayı merakla izleyen, yani genel
bilgili, öğrenmeğe hevesli kişidir. Aristoteles ve İsokrates'te
ise kelimenin kapsamı daralır: bütün aydınlara verilen bir
ünvan olmaktan çıkarak, yalnız edebiyat ve dil alanında uz­
man ve söz söylemeğe yetkili kimselere filolog denir.
Edebiyat metinlerini tam değerlendirecek, anlaşılması
güç gelen bazı ibareleri açıklayacak güçte bilginlere daha
Aristoteles zamanında gerek duyulmağa başlandı. En başta,
Homeros olmak üzere ulusal geleneğin temeli sayılan eski
10

ozanların eserleri, dil bir hayli değiştiğinden güçlük gösteri­


yordu. Eski metinleri açıklama çabası, Yunanistan' da hem fi­
lolojinin, hem de ona çok yakın başka bir bilim dalının (gra­
merin) doğmasına yol açmıştır<1). Metinler üzerinde yapılan
gözlemler toplanıp sınıflandırılmış ve bu çalışmalardan, ter­
minolojisi dilbiliminde bugün de kullanılan yunan grameri
ortaya çıkmıştır(2).
Filolojinin genel kültürden ayrı, konu ve sınırları az
çok belli bir bilim koluna dönüşmesinde İskenderiye'nin pa­
yı küçümsenemez.

A.2 İSKENDERİYE DÖNEMİ.

Büyük İskender'in ölümünden sonra (M.Ö. 323) Ma­


kedonya İmparatorluğu parçalanmışsa da, Ptolemaios Soter
ya da Lagus (bu hanedana verilen Lagides adı buradan ge­
lir) İmparatorun bir süre önce Mısır'da seçtiği yerde, Pha­
ros kanalı ile Mareotis gölü arasında eski bir şehrin bulun­
duğu bölgede, çağın en büyük, en göz kamaştırıcı şehrini bir­
kaç yıl içinde kurmayı başardı ve bu kente efendisinin adını
verdi. iskenderiye kftrgir ve mermer tapınakları, sarayları,
evleri. ve en başta Pharos adasında yükselen feneriyle (Eski­
lerin saydığı yedi harikadan biri) çağında, sonsuz hayranlık
uyandırmıştır. Tecim yolları kavşağında bulunduğu için kısa
zamanda gelişen İskenderiye, Soter ve halefi.eri döneminde
Akdeniz ülkelerinin en zengin ve en kalabalık kenti olmuş­
tur. Bu kent geniş caddelerle geometrik biçimlere bölün-

(1) Gramer Yunanca gramma'dan (harf) gelir. Latince litteratura (ya­


zı) da littera'dan (harf) gelir. Gramer'in kökeni demek ki yazı bili­
midir.
(2) Ortaçağ'da eski metinler üzerinde çalışanlara çeşitli adlar verilirdi:
glossateur (metni kolaylaştırmak için onu başka kelimelerle söyle­
yen), scholiaste (metinde anlaşılması güç parçalan notlarla açıkla­
yan).
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 11

müştü. En önemli yolun üstünde İskender'in gömülü olduğu


"Mozole", onun hemen yakınında da ünlü "Museion<3) bulu­
nuyordu. Museion, bahçeler ortasında ve ayrı ayrı binalarda
dönemin tüm bilgisini toplayacak bir odak noktası olarak ta­
sarlanmıştı. Kitaplığı<4), gözlemevi yüzyıllar boyunca övülen
bu yere, her taraftan tanınmış ozanlar, bilginler çağırılır, mi­
safir edilir, kendilerine çalışma olanakları sağlanırdı. Musei­
on; bugünkü anlamda, hem bir müze, bir üniversite, bir aka­
demi; hem de bir tür manastırdı. Yavaş yavaş, Yunanistan
ile Doğu'nun eski ve yeni değerleri buraya akın ediyor; böy­
lece bilginlerle birlikte değerli yapıtlar (kuşkusuz en başta
kitaplar) da geliyordu. Çeşitli bölgelerden akın eden fikir
adamlarının aralarında anlaşabilmelerini sağlayacak ortak

(3) Museion sözü Musalardan gelir. Sanatları, edebiyatı esinleyen Mu­


saların bulunduğu, yaşadığı yer. Bu ad Atina'da, Helikon tepesin­
de, Musalara adanmış bir tapınağa verilmişti. Hazinesinin zenginli­
ği bir anlam kaymasına yol açmış, kelime tapınak adı iken zengin
koleksiyon karşılığı olarak kullanılmıştır. İskenderiye'de Ptolemai­
os sarayının bahçesinde kurulan museion'da ünlü kitaplıktan başka
bir anfiteatr, bir rasathane, yemek ve çalışma odaları, botanik ve
hayvanat bahçeleri vardı.
( 4) Kitaplık Ptolemaios Philadelphos ya da il Ptolemaios zamanında
çok gelişti. Kralın ölümünde, (Museion'un yanındaki Serapeion'in­
kiler de katılınca) burada, beş yüz kırk bin yapıt saklanıyordu (Bk.
Labalte). Kralın kendisi de kitaba düşkün bir koleksiyoncu olarak
tanınır. Zamanında, kitap biriktirme, aydınlar ve yüksek rütbeliler
arasında tutku haline gelmişti. III. Ptolemaios döneminde İskende­
riye'ye giren her yazma, ister Yunanca, ister Mezopotamya dilinde,
isterse de Mısır'da yazılmış olsun, önce b�lli bir büroya gider, ora­
da kopye edilip kataloğa konulduktan sonra sahibine geri verilirdi.
Yeni eserler için de bu işlem uygulanırdı.
Rivayete göre, Yunanistan'da özel kitaplığı olan ilk aydın Euripi­
des'ti. Öğrencilerine yazılı ödevler hazırlatan ve bu davranışıyla öğ­
retime yenilik getirdiği söylenen Aristoteles'in de özel kitaplığı var­
dı. Strabon'un anlattığına inanılırsa, Roma'nın Mithridates'e karşı
giriştiği ilk savaş süresinde Sylla, Aristoteles'in kitaplığını Roma'ya
getirmiştir. Sylla'nın kitapları sonralan, Roma'da halka açık ilk ki­
taplığı kuracak olan Asinius Pollio'nun eline geçecekti, (Vergilius,
iV. egloga'da Asinius Pollio'yu över).
12

bir kültür dilinin (Koine) gelişmesi için gerekli ortam da ya­


vaş yavaş oluşuyordu.
Bir kültür geleneğinin kurulmasını ve canlı kalmasını
isteyenlerin ilk işi eski yapıtları unutulmaktan kurtarmak ol­
malıdır. Bu nedenle İskenderiye ileri gelenleri, her şeyden
önce, Homeros'un, tanınmış şairlerin, aydınların eserlerini
toplamağa başlamışlardı. Genel kanıya göre, Homeros za­
manında Yunanistan yazıyı bilirdi. Ama, destanları v.b. yaşa­
tan yazı olmamıştır. O dönemlerde yazının ne derece yaygın
olduğunu, nerelerde ve nasıl kullanıldığını pek kesin bilemi­
yoruz. Taş ya da bronza kısa kitabeler oyulabilir; ama ne taş
ne de bronz uzun metinlerin saptanmasına elverişli gereçler
değildir. Kil table'tlerin kullanımı üzerine de fazla bir şey bil­
memekteyiz. Tecim, ancak M.Ö. VIII yy.'ın sonunda gelişti­
ğinden Yunanistan'da papirüslerin bol olması da beklene­
mez<5>. Kaldı ki, Antikite'den gelen bilgiler, elimizdeki me­
tinlerin incelenmesi, edebiyat ürünlerinin uzun süre ezberle­
nerek korunduğunu, gözle değil de kulaktan öğrenildiğini

(5) Papirüslerin bol olmadığı çağlarda, uzun metinlerin yazıyla saptan­


masının zorluğuna değinen Rhys Carpentier'ye karşı çıkan G. Ger­
main başka gereçlerin var olabileceğini savunur (Bk. Genese de
/'Odyssee, P.U.F., s. 656). Grekçe kitap demek olan biblion sözünü
Fenike şehri Byblos'a bağlar. Oysa, genel kanı bib/ion sözünün, tıp­
kı Latince /iber sözü gibi ağaç kabuğu anlamını taşıdığıdır. Kitap,
daha doğrusu yazı, önceleri tahta üzerine yazılmıştır. Üzerine yazı
yazılan gereçler çeşitlidir: Hindistan'da hurma yaprakları, Yunanis­
tan'da testi parçalan, deniz hayvanları kabuğu, Çin'de ipek kumaş.
Kağıdı Çinliler bulmuştur. Talas savaşında Zeyyad ibni Salih'in tut­
sak olarak aldığı erler arasında kağıt yapmağı bilen biri vardı. Sa­
markant'ta ilk kağıt yapan atölyeyi o kurdu. Araplar kağıt yapımını
az zamanda geliştirdiler. Atölyelerin sayısı yükseldi, Avrupa'ya ka­
ğıdı onlar tanıttı. Fransızca rame sözü, beş yüz yaprak kağıt anlamı­
na gelir ve Arapçadan aktarılmıştır.
Üzerine Arapça yazılmış en eski kağıt vesika, Mısır'da bulunmuştur,
796-813 tarihleri arasında yazılmıştır. Kağıtla kitap endüstrisi Do­
ğu'da canlanır. VIII. yy.'dan itibaren her şehrin en önemli camiinin
yakınında, birer okuma salonu ve aydınların buluşma yeri haline ge­
len kitapçılar çoğalmıştır. (Bk. Cahiers de Civ. Med. 1963, n.3).
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 13

açıklar. Yunanlılarda sözlü öğretime her zaman önem veril­


miştir. Eflatun, söz ve yazı ikiliği.niPhaedra'da tartışır, belle­
ği körletmekle suçladığı yazıyı kınar<6>.
ltyada ve Odysseia destanlarının Solon (M.Ö.
640-558) ve Psistratos (M.Ö. 600-527) zamanlarında yazıy­
la saptandıklarını biliriz. Bu dönemde tek bir rivayetin, bir
"vulgata"nın SÖZÜ edilen eserler için seçilmiş olması düşünü­
lemez. Çeşitli rivayetlerin halk ve bilginler arasında dolaştı­
ğını kabul etmek zorundayız. Zenotos'un farklı rivayetleri
karşılaştırıp hazırladığı İlyada ve Odysseia Museion'da orta­
ya konulan ilk eleştirili basım (edition critique) sayılır. Mu­
seion önemli yapıtların rivayetlerini toplayarak karşılaştırır
ve her biri için "arşetip" (ilk model) saydığı bir rivayet dü­
zenlerdi. İskenderiye'de bu tür eleştirili basımlardan başka
gramerler, edebiyat araştırmaları ve çeşitli kataloglar da ka­
leme alınmıştır(7).
Filolojinin nerede ve hangi koşullar altında doğduğu­
nu hatırlattıktan sonra konuyu ve bölümlerini daha yakın­
dan tanımağa çalışalım.

A-3 FİLOLOJİNİN ALANI.

Filolojinin birinci amacı, görülüyor ki, okunup anlaşıl­


masında güçlük duyulan metinleri açıklamak, onları canlı tu­
tabilmek için gereken çabaları göstermektir. Metni açıkla­
mak, anlaşılmasını engelleyen her türlü zorluğu ortadan kal­
dırmak olduğuna göre, yapılacak işler çeşitlidir. Daha doğ-
(6) Phaedra'da yazıyı yeren sözler üzerine ele§tiri için Bk. J. Derrida,
La Pharmacie de Platon, Seuil, s. 97 ve devamı.
(7) Roma-Mısır sava§lannda (M.ô. 47) Museion harap oldu. Antoni­
us, sonradan Kleopatra'ya Bergama kitaplığından iki yüz bin yapıt
getirtip armağan etmi§tir. Bu kitaplar ve Ser!lpion'dakiler Hıristi­
yanlar tarafından yok edilmi§tir (M.S. 391). lskenderiye kitaplığı­
nın Hazreti Ömer zamanında yakıldığı söylentisi ise, hiç bir gerçe­
ğe dayanmayan bir yalandır.
14

rusu güçlükleri yenmek için birçok bilim dalına başvurma zo­


runluğu ortaya çıkabilir. Zorluk bir kelimenin anlamından
ya da cümlenin yapısından gelebilir. O zaman dilbilimi, filo­
loga yol gösterir. Ama, metinde, unutulmuş törelere, iyi bi­
linmeyen felsefe akımlarına, inançlara, tarih olaylarına, ka­
nunlara telmihler bulunuyorsa, yardım sosyoloji, felsefe, din
tarihi, tarih, hukuk, v.b. bilim kollarından gelecektir. Bazen,
insan bilimleri çerçevesini aşarak doğa bilimlerine, matema­
tiğe, tıbba, teknik tarihine başvurmak gerekecektir. Geniş
anlamda filoloji, işte bütün bu alanlardan yararlanarak met­
nin aydınlatılmasını sağlayan çalışmadır. Dar anlamda, filo­
loji, metnin dilini açıklama çabasıdır. Her iki halde, amaç
metindir. Filoloji, her zaman edebiyat ile dilbiliminin elele
çalıştıkları, birbirlerini tamamladıkları, birbirlerinden ayrıla­
mayacakları bilim koludur. Filolojinin, ilerde daha ayrıntılı
inceleyeceğimiz dallarını, burada sayalım:
a - Metinlerin bulunması, okunması, yazmaların betim­
lenmesi.
b - Bir metnin birkaç rivayeti varsa, onları karşılaştırma,
eleştirme, sınıflandırma, yayımlama (foto-kopi, diplo­
matik, eleştirili basım).
c - Anlamı değişmiş ya da unutulmuş kelimelerin, deyim­
lerin açıklanması.
d - Tarih olaylarına, inanç ve törelere yapılan telmihle­
rin açıklanması.
e - Metnin nerede, ne zaman yazıldığını araştırma. İçe­
rik ve biçim açısından başka eserlerle ilişkileri varsa
onları belirtme. Kaynakları arama, sanat değerini in­
celeme: yapı, üslup, söz sanatları bakımından özellik­
lerini gösterme. ,
f .. Edebiyat dışı insan bilimleriyle ilişkisi varsa, başka
bir deyişle, onlara gereç sağlıyorsa, bu noktaya dikka­
ti _çekme. Düşünce tarihi bakımından değerlendirme.
B Filoloji tarihinde önemli dönemler
-

B-1 FİLOLOJİ.

Filoloji, Antikite'den günümüze kadar, kesintisiz sü­


ren bir disiplinse de fikir hayatındaki önemi bazı dönemler­
de daha büyük olmuştur. Özellikle, üç dönem üzerinde dur­
malıyız.

B-2 KARANLIK DÖNEM.

Roma imparatorluğunun çöktüğü. ve yeni devletlerin


kurulduğu "karanlık çağ", birçok kurumun temelini atarak
Antikite ile yeni zamanlar arasında devamı sağladığından il­
giyle incelenecek bir konudur. M.S. V-VI. yy.'larda başla­
yan bu dönemin özelliğini daha iyi anlamak için, oldukça ge­
riye gitmek Hıristiyanlığın nasıl geliştiğini hatırlamak gere­
kir. Din deneylerine her zaman açık, hatta kendilerinki çok
kuru olduğu için, mistik duygulara yer veren inançları me-
. rakla izleyen, bunları benimsemekte sakınca görmeyen Ro­
malıları Hıristiyanlık uzun süre tedirgin etmiştir. İmparator­
luk tam bir dar görüşlülük göstermiş, İsa yolundakilere, tür­
lü işkenceler yaparak ona karşı kaymağa· çalışmıştır. İlk ba­
kışta Romalıların genel tufomlariyle bağdaşmaz görünen bu
davranışın nedenleri ise açıktır: Romalılar; imparatorlarını
16

tannlaştırırlar, heykeli önünde bağlılık yemini ederek din


ile -yurttaşlığı uzlaştırırlardı. Heykel önünde and içme ya da
dua etmeyi putperestlik sayan Hıristiyanlar bu biçim hare­
ketlerden kaçındıklarından Romalılar onları vatana ihanet­
le suçluyorlardı. Karşılıklı anlaşamamazlık nedeniyle, gele­
neksel kültürde yetişmiş aydınların bile batıl bir inanç say­
dıkları Hıristiyanlığa o kadar zulüm yapıldı ki, sonunda, ye­
ni dinin müritleri Roma devletine, düşman gözüyle baktılar.
Padmos'lu Yuhanna'nın Apokalypsis'inde "Hayvan" diye ad­
landırılan kötü kuvvet Roma'yı simgeler. Öte yandan, oku­
muş Romahların edebiyat zevkleri de Hıristiyanların yüce­
lik anlayışına aykırı düşüyordu. Greko-Latin antikite, edebi­
yatta, üç dereceli bir üslup sistemini esas tutar: yüksek ya
da yüce türler (destan, trajedi, tarihi söylev) yüksek üslupla,
orta dereceli sayılan türler (lirik şiir, komedi, v.b.) orta üs­
lupla, bayağı sayılan türler (farslar, para ya da özel hayatı il­
gilendiren davaların savunması, taşlamalar, açık saçık hik!­
yeler ve şiirler) bayağı üslup ile yazılmalı ya da söylenmeliy­
di. (Bk. Horatius). Yüksek üslup, günlük yaşantıya girmiş
bazı sözlere bazı ayrıntılara yer vermez, kendine öz bir keli­
me hazinesi ve söyleyiş kalıplarını benimsediği gibi, ancak
belli konuları işlerdi. Seçtiği kahramanlar yarı Tanrı ya da
,
soylu kişilerdi. Bir Hıristiyan için ise en üstün yücelik Isa ve
Havarilerinin hareket ve sözlerinde bulunur. Oysa İsa, fakir­
ler, önemsiz kişiler arasında yaşamış, iki hırsızla çarmıha ge­
rilerek, en adi suçlular gibi ölmüştü. Getirdiği dinin ilkeleri­
ni günlük yaşantının basit olaylarına dayanan fıkralarla (pa­
rabola) açıklamıştı. Her sözün, her şeyin mecazi bir anlam
taşıdığına inanan Hıristiyanlar, insan için önemli iş, güzel
söz söylemek midir, yoksa, Tanrı yolundan ayrılmadan hida­
yete varmak mıdır ya da Latin gramerini iyi bilmek bir kulu
sonsuz Cehennem azabından kurtarır mı<8> diye soruyorlar­
dı. Biçimde titizlik gösterilmesini yerip içeriğin anlamında

(8) Sulcipicius Severus, M.S. 400 yıllarında.


FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 17

yücelik arıyorlardı. Sorunu bu açıdan ele aldıklarından,


İsa'dan önce yaşamış ya da onu tanımayan düşünürleri, ya­
zarları küçümsemekle yetinmeyip, yapıtlarına, insanı Tanrı
yolundan çelen sakıncalı tuzaklar gözüyle bakıyorlardı.

Bir süre sonra, siyasal gelişmeler sonucu durum değiş­


miştir. Önce Milano fermaniyle (313) Hıristiyanlara vicdan
özgürlüğünü tanıyan Constantinus, imparatorluk sınırları
içinde bütün yönetimi elinde toplamayı başarınca (324 ), ko­
ruduğu İsa dini (kendi inanır mıydı, yoksa siyasal nedenler­
le mi hareket ediyordu, tartışma konusudur) de zafere ulaş­
mış oldu. Bununla beraber, Hıristiyanlığın tam başarısı, ya­
ni Roma devletinde tek resmi din ilan edilmesi ancak 386 yı­
lında gerçekleşmiştir.
Gizlilikten kurtulan Kilisenin devlet içinde önemi, bu
tarihten sonra, gün geçtikçe artmıştır. Constantinus'un aldı­
ğı karar, beklediği sonucu belki vermemiş, iç huzursuzluğu
giderip İmparatorluğun çökmesini önleyememiştir. Ama, Ki­
lisenin Antik düşünceye karşı tutumunda yön değiştirmesi­
ne yol açmıştır. Daha kuruluşunun ilk günlerinden beri, he­
le imparatorluğun resmi dini ildn edildikten sonra, bir yan­
dan devamlı baş gösteren rafizi (sapık) hareketlerle (esas
naslara aykırı fikirlerle), öte yandan da hıristiyan olmıyan fi­
lozoflarla tartışmalara girme zorunda kalan Kilise, ister iste­
mez greko-latin fikir akımlarını ve bu uygarlığın verdiği bü­
yük eserleri tanımağa zorlanmıştı. Resmi din ildn edilince,
Kilisenin ortak dili kabul edilen Latincenin öğretiminde(9)
eski yazarların eserlerini okumak gerekiyordu. Olayların ve
durumun baskısıyle, Hıristiyan Kilisesi önceki davranışların­
dan bir hayli uzaklaşıp, sonunda greko-latin kültür geleneği­
nin koruyuculuğunu üstüne almış oldu.

(9) Önceleri Yunanca'da dinsel törenlerde kullanılırdı. Latincenin, Ki­


lisede, tek ortak dil seçilmesi 360-382 yıllan arasında gerçekleşmiş­
tir. Bk. Curtius, 1968, s. 68 notlarda.
18

Roma imparatorluğu V-VI. yy.lar'da çöker ve yerine


Barbarların kurduğu devletler geçer. Ama, antik kültür gele­
neği, bu yeni ortamda, sanılabileceği gibi, büsbütün kaybol­
madı. Cermen asıllı yöneticiler, ve en başta krallar, Roma
geleneğinin üstünlüğüne inanıyorlar, kanuna dayanmayan
devlet uzun ömürlü olamaz kanısıyla Roma'nın bıraktığı yö­
netim mekanizmasını, bir dereceye kadar, sürdürmeğe çalı­
şıyorlardı<10>. Devlet İşlerinde, latin kültürüyle yetişmiş kişi­
leri görevlendirmeleri baştakilerin ne eğilimde olduklarını
açıklayan kanıtlardır. Gerçekten de; VIII. yy.'ın sonuna ka­
dar kralların yanında. kitabet işlerinde, öğrenimlerini latin
okullarında yapmış laiklere rastlarız. Ama, IX. yy.'dan son­
ra adı bilinen bütün okur yazarlar, kralların kitabet işlerin­
deki yardımcıları, Kiliseye mensup kişilerdir. Bu tarihten
başlayarak, Kilise hem siyasete gitgide daha çok karışmış,
hem de belgelerden anlaşıldığına göre, öğretimle uğraşan
tek kurum olarak kalmıştır (bazı özel okullar dışında). Okul­
lar kimi kez manastır<:, kimi kez piskoposluğa bağlıydı; yani
her iki halde de, papazların yönetimindeydi. Bütün okulla­
rın o sıralarda yeni açıldıkları söylenemez, çünkü çoğu eski­
den kurulmuştu. Ancak, koşulların değişmesiyle, yapıların­
da büyük yenileşme oldu. Önceleri, tek amaçlan gençlerin
din bilgilerini derinleştirerek onları çilekeş hayata hazırla­
mak olduğundan genel kültürlü yönetici yetiştirmeyi düşün­
mezlerdi. Ama, gün geçtikçe okulların öğretimi başka türlü
düzenlenmiş, programlarda dinsel metinlerin yanısıra yu­
nan-latin kültürünü tanıtan eserlere de yer verilmeye başlan­
mıştı. Bununla beraber, hemen belirtelim ki, Kilisenin yöne­
timindeki okullarda düzey eşitliğine rastlanmazdı. Yine de,
belli bir kültür geleneği, Batı'da hiÇbir zaman kaybolmamış,

(10) Cassiodorus'un etkisinde kalan Athalarich 'Devlet yönetimi için hi­


tabet ve antik yazarları bilmek zorunludur. Bu tür bilgilerden yok­
sun olan barbar krallar kanunsuz yöneticiler olmuşlardır. Başka
. milletlerin silah ve güçleri olabilir, Hitabet, yalnız Romalı idarecile­
rin emrindedir' der. Bk. Curtius, ibid, s. 75.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 19

çeşitli yerlerde korunmuştur<11>. Galya ve İtalya'da okulların


azaldığı ve basitleştiği dönemlerde İrlanda az sonra da Bü­
yük Britanya bilginin sığındığı, geliştiği ve oradan da Avru­
pa'nın öteki ülkelerine yayıldığı odak noktaları olmuştur<12>.

B-2-1. Ortaçağ'da Okullar.

Ortaçağ okullarında, antik yazar ve filozofların eserle­


rini tanıtmak için en doğru yolun bu eserlerin bütününü ya
da seçilmiş parçalarını okumak olacağı düşünülmezdi. Tersi­
ne, imparatorluğun geç dönemlerinde öğretim için özetlen­
miş el kitaplarının bu işe yeterli sayılacağına inanılırdı. Özet­
lerin, asıl metne ne kadar sadık kaldığı kuşku uyandırmaz­
dı. Dinsel nedenler bir yana, söz konusu çağlarda kitabın
hem pahalı hem az bulunur bir nesne olması bu davranışı zo­
runlu kılmıştır diyebiliriz. Şairlerin, yazarların sevilip sevil­
memelerinde edebiyat dışı ölçüler, en başta da ahlak ve fel­
sefe tutumları ağır basmıştır. Bu tür yargılar ilginç metinle­
rin kaybolmasını kolaylaştırmış, bu nedenle; antik edebiya­
tın ancak bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir<13). Şunu
(11) Daha VI. yy.'da klasik gelenekle din bilgisi uzlaştırmak istenmiştir.
Sözgelimi, bir süre Theodorich ve Athalarich'in hizmetinde en yük­
sek mevkilere erişen Cassiodorus, siyasetten çekilmek gerektiğini
sezince, Calabria'daki topraklarında bir katolik üniversite olarak ta­
sarladığı Vıvarium manastırını kurdu; kitaplığını. dinsel ve laik ko­
nulan inceleyen kitaplarla donattı. Vivarium'un yönetmeliği, keşiş­
lere, bilgilerini, kültürlerini artırmak için gereken bütün olanakları
sağlıyordu. Okumaya büyük zaman ayrılmıştı. Cassiodorus, toplaya­
bildiği kitapların kataloğunu bırakmİştır. Ölümünden sonra, kitap­
ların bir kısmı Laterano kitaplığına aktanlmış, bir kısmı ise kaybol­
muştur.
(12) Bobbio, Saint Gali, Reichenau İrlandalıların kurdukları manastır­
lardır. Manastırlar, Batıda geç ortaya çıkar (V-Vl. yy.).
(13) Aeskhylos'un yazdığı 70 trajediden 7'si; Sophokles'in 125 trajedisin­
den 7'si; Euripides'in '12 trajedisinden 17'si; Aristophanes'in 40 ko­
medisinden ll'i elimize geçmiştir. Latinlere gelince, Titus-Liv'i­
us'un ve Tacitus'un eserlerinin bir kısmı kaybolmuştur. Bu listeyi,
daha da uzatabiliriz.
20

da hatırl�talım ki, bu eserlerin günümüze dek ulaşmasını


"karanlık çağ" denilen dönemlerde yaşayan papazların ve
birkaç aydının çabasına borçluyuz(14l.
V-VI. yy.'da yazılmış bazı kitaplar İlkçağ ile Avrupa
kültürü arasındaki bağların kopmamasını sağlamıştır. Bu­
günkü zevkimize göre bu yapıtları soğuk ve sıkıcı bulsak da,
belli bir dönemde başardikları işi göz önünde tutarak değer­
lerini küçümsemememiz gerekir.
Ortaçağ öğretiminde, uzun süre, önemli yer tutan ki­
taplardan başlıcalarını sayalım:
Martianus Capella'nın Filoloji ile Merkür'ün Evlenme­
si (ilerde inceleyeceğimiz bu kitap 410-439 yılları arasında
yazılmıştır);
Orosio'nun (V. yy.) Historiarum adversum Paganos
(Libri Seprem);
Boethius'un (480?-524) De Consolatione Philosophiae
(Antik felsefenin unutulmamasını sağlayan başlıca kaynak­
lardan biridir);
Fulgentius'un (480-550) De Mythologia.;

(14) Cassiodorus'un Vıvarium'da topladığı kitapların bir kısmının kay­


bolduğunu gördük. Bazı manastırlarda eski kitapların kazınıp üzer­
lerine yeni metinler yazıldığım biliyoruz. Bununla beraber, zaman
ilerledikçe ve manastır zenginleştikçe yazı atölyelerine (scriptoria)
daha çok önem verilmiştir. Manastırlardan bazılarının scriptori­
um'u yalnız kendi ihtiyaçlarım karşılardı. Başkaları ise, kendi ihti­
yaçları dışında, prenslerin, aydın kişilerin ısmarladıkları kitapları
yazar ve süslerlerdi. Fransa'da, örneğin, Saint-Martin de Tours ma­
nastırı yazı ve tezhipte ün yapmıştı. IX.-X. yy.lar'da "Kitapsız ma­
nastır, techizatsız kaleye benzer" denirdi. Saint Gall manastırı gibi
kitaplığım kesintisiz koruyabilmiş kurumların sayısı azdır. Bununla
beraber, kataloglar ve bazı belgeler sayesinde, belli başlı manastır
kitaplıklarının, Ortaçağ'daki hacını hakkında fikir edinebiliriz. Bir­
kaç örnek verelim: Fulda'da bine yakın el yazmanın bulunduğu sa­
nılır; Murbach'ta (Alzas) 870 tarihlerinde dört yüz, Bobbio'da (İtal­
ya) ise altı yüz eserin bulunduğu ileri sürülür. (Bk. Phı Wolff,
1971, Ev. de l'E., s. 48).
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 21

Cassiodoros'un (490-583) Institutiones (bu kitap Mar­


tianus Capella'nın eseri gibi öğretim programlarını geniş
çapta etkilemiştir);
Sevilla'lı İsidoro'nun (560-636) çeşitli yazıları, en baş­
ta da Etymologiae adlı kitabı.

B-2-2. Filoloji ile Merkürün Evlenmesi.

Kuzey Afrikalı ve çoktanrılı bir dinden olan Martia­


nus Capella'nın 410-439 tarihleri arasında yazdığı sanılan
De Nuptiis Philologiae et Mercuri adlı eseri, Ortaçağ öğreti­
minde bir çığır açmış denebilir. En azından bir akımı kuvvet­
lendirmiş; bir geleneğin yerleşmesine yardımcı olmuştur.
Kitabı, günümüzün zevkleriyle, soğuk bir alegori diye
niteleyebiliriz. Ama, önemi, buna karşın azalmaz. Konuyu
özetleyelim: Henüz bekar olan belagat tanrısı Merkür, Vir­
tus ile Apollo'nun öğütlerine uyarak, ağır başlı, okumuş bir
kız diye tanınan Filoloji ile evlenmeğe' karar verdiğinden,
Tanrılar, Filoloji'ye ölümsüzlük bağışfarlar. Dört temel Er­
demin selamlamağa geldiği genç kızı, Olympos'ta, evlenme­
lerin koruyucusu Juno karşılar. Kendisine, hem oranın töre­
lerini; hem orada oturanları tanıtır. Olympos, yapıtta, Tanrı­
lardan başka ünlü ozanların, filozofların, bilginlerin öldük­
ten sonra oturdukları yer alarak gösterilmiştir. Merkür, ni­
şanlısına; düğün hediyesi diye yedi özgür bilimi verir. Bu ge­
nel çerçeve içinde, kadın kılığında canlandırılan bilimleri,
öz ayrıntılariyle, betimlemeğe çalışan yazar, her birine bir
kitap (bölüm) ayırmıştır. Eser, düz yazıyla kaleme .alınmış;
ama, klasik şiirlerle, güzel yazı örnekleriyle bezenmiştir. Ki­
tabın basılmış bütünü beş yüz sahife tutar. Konu demek ki,
yedi özgür biİimin tanıtılmasıdır. Bu özgür sözü üzerinde bi­
raz durmamız yerinde olur. Özgür biliinler, ekmek parası
kazanmağa yarayacak, başka bir deyimle; maddi yarar bekle-
22

nen meslek alıştırmalarına karşıt, özgür kişilerin (sitenin yö­


netiminde söz sahibi olanların ya da olabileceklerin) yetiş­
mesini sağlayan bilimlerdir. Bunlara özgür sanatlar da denir.
Resim ve heykeltraşlık el sanatı, mekanik bilgi sayılırsa
da(l5) ileride göreceğimiz gibi müzik özgür sanattı.
Martianus Capella, her bilim kolunun konularını, ilke­
lerini örnek vererek açıklamakla yetinmemiş, bunları küme­
lere ayırıp, iki dereceli bir öğretim düzeni kurmuş ya da za­
manında kurulmakta olan bir düzeni savunmuştur. Bu tarih­
ten sonra okullarda uygulanan sisteme göre ilk öğretimde
üç ders okutulurdu: gramer, retorik, diyalektik. Bu ilk küme­
ye trivium (üçlü kol) adı verilirdi. Fransızca'da trivial kelime­
sinin "bayağı" anlamına gelmesi trivium'un öğretimde ilk ba­
samak olmasiyle açıklanır: İkinci kümeye quadrivium (dört­
lü kol) denirdi. Bu kümede aritmetik, geometri, astronomi,
müzik okutulurdu.
Özgür bilimler, başka bir deyişle, insanı olgunlaştıran
bilimler düşüncesi Eflatun'a, Sofistler'e ve en başta Elise'li
Hippias'a (Sokrates'in çağdaşı) dayanırsa da, ikili öğretim
düzeni Ortaçağ'ın öz buluşudur. Hakikatın aranması diye ta­
nımladığı diyalektiği Eflatun'un ilk öğretime yerleştirebile­
ceği düşünülemez. Bütün emeklerimizin amacı ona erişmek
değil miydi? Bir hıristiyan için ise en yüce bilim ilahiyattır.
Öteki bilimlerin tümü, insanı Tanrı bilgisine hazırlamaktan
başka bir önem taşıyamaz. Hıristiyan olmayan Martianus
Capella, görülüyor ki, çevresinin etkisinde kalmış ve bilimle­
ri Kilise açısından değerlendirmiştir.
Martianus Capella ve Cassiodorus gibi aydınların sa­
vundukları bu iki dereceli program okullara yerleşmiş ve Or­
taçağ boyunca yürürlükte kalmıştır. Bizi en çok ilgilendiren
küme trivium, görünürde biçim değiştirmeden XVI. yy.'a

(15) Oysa, Rönesans'ta Leonardo da Vinci: "La pittura e cosa mentale"


(Resim akıl işidir) diyecektir.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 23

kadar okutulmakta devam edilmişse de, zaman zaman bu


kümeye giren derslerden biri ötekilerden üstün sayılmış ve
daha çok önemsenmiştir. Öyle ki, V-VIII. yy. arasında reto­
rik, VIII-X. yy. arasında gramer, X-XV. yy. arasında diya­
lektik başa geçmiştir. Bu son dönemde, diyalektik ile onun
dönencesine gitgide daha çok giren gramer bir bütün kura­
rak ilgiyi üzerine çekmiş ve retoriği zayıf düşürmüştür. Üçlü
kolun o sıralarda bir ikili kola dönüştüğü bile söylenebilir.
Hümanizmin temsilcileri felsefeden çok edebiyata yakınlık
duyduğundan, düşünce hayatında, bir süre retoriğe, şiire,
edebiyat kuramlarına daha geniş yer verilmiştir. Bir süre di­
yoruz, çünkü bir başka akım, Ramus'ün temsil ettiği ve
Port-Royal'de biçimini bulacak akım retorik konularından
bir kısmını diyalektiğe aktararak bu bilimin alanını daralta­
caktır. Trivum'a gelince, her ne kadar terim ortadan kallc­
mışsa da Fransız okullarında, çok yakın tarihlere kadar lise
edebiyat kolunda, son iki sınıfa ''rhetorique" ve "philosophie"
adlarının verilmesi (daha küçük sınıflarda gramer okutuldu­
ğu, son sınıflarda ise gramer dersinin olmayışı göz önünde
tutulunca) trivium kavramının, her şeye karşın ne kadar can­
lı kaldığını açıklar.

B-2.3. Retorik.

Retorik, başlangıçta, hitabet, yani dinleyicileri söz ye­


teneğiyle belli bir görüşe kazandırma sanatıydı. Hitabet ye­
teneğinin özel bir eğitimle gelişeceği kanısının Sicilya'da ya­
yılmış olduğu söylenir. Adada yönetimi ele geçiren iki dikta­
tör, Geron ile Hieron, halkın elindeki toprakları askerlere
dağıtmak üzere almış, toprak sahiplerinin bir kısmını da
adadan sürmüşlerdi. Bir ayaklanma sonucunda diktatörler
devrilince, eski hale dönülmek istenmiş, ama toprakları geri
verme işinin hiç de kolay olmadığı hemen görülmüştür. Ara�
dan zaman geçmiş ve karışık durumlar ortaya çıkmıştı. Kar-
24

şıt savlan çözümlemekte yargıçların başarı sağlayamıyacağı


anlaşılınca eski durumu hatırlayanlar ya da hatırladıkları sa­
nılan kişilerden kurulu halk jürileri bu davalara bakmakla
görevlendirildi. Duruşmalarda isteklerini güzel konuşarak
savunanların, hukuk bilgisinden yoksun jüri üyelerini etkile­
dikleri dikkati çektiğinden, Agrigento'lu Empedokles gibi
bkı bilginler gençleri güzel konuşmağa alıştırmanın yarar
sağlayıcı kanısına vardılar. Empedokles'in öğrencisi Corax
(M.Ö. 480-460 dolaylarında) para karşılığı hitabet dersi ve­
ren ilk öğretmen olarak tanınır. Anlaşılıyor ki sözün bildiriş­
meden başka inandırma gücü ortaya çıkmıştır. Bir olayın
doğruluğunu bulmak için ilgililerin sözlerinden başka kanıt
yoksa, olayı gerçeğe benzer biçimde sıralayıp anlatan ve bu
işi yaparken dinleyicilerin eğilim ve görüşlerini hesaba ka­
tan tarafın başarıya ulaşacağı akla yakındır. İşte, hep başarı­
yı ölçüt olarak alan sofist öğretmenler, bir sorunu tartışır­
ken doğru nasıl bulunur yerine, karşıt savların her ikisinin
de en iyi nasıl savunulacağını öğrencilerine gösteriyorlardı.
Retorik öğretimi bu durumlardan doğdu.
Med seferlerinden sonra (M.Ö. V. yy.) Sicilya'dakine
benzer durumların baş gösterdiği Attike'de de aynı neden­
lerden retorik öğretimine gerek duyulmuştur.
Hak savunma tekniği diye ortaya çıkan retoriğin du­
mşmalardan başka, her hangi bir konunun tartışılmasında
da etkili olacağı bir gerçektir. Savunma, geçmişteki bir olayı
ele alır, kimin haklı olduğunu kanıtlamağa çalışır. Önemli
bir karar almadan önce yapılan tartışmada geleceğe biçim
verme söz konusudur. Bununla beraber, iki durumda da kul­
lanılan yöntem birdir. Gerçekten, Yunanistan'da demokra­
tik rejimlerde, Cumhuriyet süresince Roma'da; hitabet poli­
tikacılara başarı sağlayan bir etken olmuştur. Retorik yön­
temlerinin, savunma ve tartışma söylevlerinden az bir süre
sonra, edebiyata, hiç değilse edebiyatın bir türüne uygulan­
dığını görürüz. Yunanistan'da, önceleri, edebiyat denince,
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU --------.,....-- 25

akla nazım gelirdi. Edebiyat türleri, bu arada da ölüleri


öven mersiyeler (threnes) manzumdu. Kısaca, düz yazıya
pek önem verilmezdi. Belli bir tarihten sonra, mersiyelerde
düz yazı kullanma zorunluluğu duyulmuştur: Özellikle, dev­
let adamlarından bu tür söylev vermeleri istenince.
Sokrates'in çağdaşı Sicilya'lı Gorgias<16), yeni koşulla­
rın ışığında, düz yazının da sanat değerine sahip olacak bir
biçimde işlenebileceğini, şiir gibi edebiyat sanatlariyle (keli­
melerde eş sesler, cümle yapısında bakışım, mecaz, tezat,
v.b.) süslenebileceğini öne sürmüş ve fikirlerini kabul ettir­
miştir.
Demek ki, retorik, fonksiyonel olduğu dönemlerde;
üç alanda uygulanıyordu: savunmada Gudiciaire), bir konu­
nun tartışılmasında (deliberative), bir kişi ya da olayın övül­
mesinde (epidectique).
Dikkat edilirse, ilk iki alanla üçüncü arasındaki kesin
ayrılık hemen göze çarpar. İlk ikisinin sözlü, sonuncunun,
genellikle yazılı olması bir yana, savunma ve tartışmada
amaç, dinleyenleri, ileri sürülen fikirlerle, olayı açıklama bi­
çimiyle, söylevin bütünüyle belli bir görüşü kabul etmeğe
zorlamaktır. Fikirlerin birbirine bağlanmasına, kanıtların
inandırma yeteneğine önem veren ve ilk defa Corax tarafın­
dan düzene sokulan bu retoriğe, sentagmatik diyebiliriz. Oy­
sa bir kişi ya da bir olayın övülmesini amaçlayan yazılarda
bütünün tutarlığından çok parçaların işlenişine, kelime ve
anlam oyunlarına önem verilir. İlerde çok gelişeceğini göre­
ceğimiz bu tarza paradigmatik retorik denebilir.<17> Retorik-
(16) Gorgias, M.Ö. 427'de Atina'ya elçi olarak gelmişti. Thukydides'in
hocası oldu.
(17) Bk. Barthes, 1970, (Com. 16), s. 175 ve 176. Dizimsel (Sentagma­
tik) retorik ile edebiyatı konu alan retorik iki açıdan incelenebilir.
Dizimsel retoriğin başlıca konuları şunlardır: türleri betimlemek,
metnin düzenini kurallara bağlamak, yazıda geçişlerin, araya soku­
lan parçaların, betimlemelerin kurallarını saptamak. Örneksel (pa­
radigmatik) retorik ise söz ve düşünce sanatlarını (mecaz, tezat,
döküm, mecaz-ı mürsel v.d.) inceler.
26

te bu iki yön, yani bütünün düzenine, yapısına ya da parçala­


rın süslenmesine değer verme, hemen hemen bilimin başlan­
gıcından beri birlikte yaşamaktadır.
Roma cumhuriyetten imparatorluğa geçince, hitabet
siyasal yaşamdaki etkinliğini yitirdi. Özgür tartışmaların ye­
ni rejimde pek yeri yoktu. Bununla beraber, koşulların olum­
suzluğuna karşın, retorik unutulmadı ve gerçek yaşamda ne
işe yarayacağı düşünülmeden eğitbilimsel bir alıştırma ola­
rak öğretim programlarında eskisi gibi uygulanmağa devam
edildi. Öğretmenler, imgesel hatta olağanüstü sorunlar bu­
lup öğrencilere birbirine karşıt tezleri savundururlardı. Bir
iki örnek verelim: Kendinizi Agamemnon'un yerine koyun.
Iphigenia'yı kurban eder miydiniz? Hannibal olsanız Cannes
savaşından sonra ne yapardınız?
Retorik, yarar sağlayan bir öğretim iken, şimdi belli
bir kültür düzeyine ulaşmak isteyenlerin yetişmesinde kulla­
nılan bir alıştırma durumuna düşmüştü. Öte yandan, reto­
rik, Gorgias'ın kendisine açtığı yolda ilerlemiş, artık bir tü­
rü (mersiyeleri) değil, bütün edebiyatı kapsamına alan bir
genel retorik, günlük dil ile edebiyat dilini (yan anlamlarla
[connotation] dolu bir üst dili) birbirinden ayıran kuram ol­
muştur.
Burada biraz durup, retoriği daha yakından tanımağa,
gelişmesini izlemeğe çalışalım. En başta Eflatun'un retorik
hakkında ne düşündüğünü araştıralım.
Eflatun, her zaman, konuşma ve düşüncenin seçimine
bırakılmış iki tekniği karşılaştırır' ve inandırmadaki ustalığı
ile dinleyicilerin fikrini çelen retoriğe hakikatı arayan diya­
lektiği üstün tutup överdi. Tıpkı zevkli giyime ve süse beden
eğitimini, lezzetli ama sindirimi güç yemeklerle donatılmış
bir sofraya sağlık kurallarına uygun bir beslenme tarzını üs­
tün tuttuğu gibi. Eflatun'un eserinde, retorik mi diyalektik
mi sorunu tartışılır. Retorik burada diyalektiğe karşıt tutu-
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 27

lur. Sofistlerin öğrettikleri güzel konuşma, dinleyicileri kan­


dırma tekniği, insana varlık ve şöhret sağlasa da, sakıncalı­
dır; çünkü iyiye olduğu kadar kötüye de kullanılabilir. Kişi
için amaç başarı elde etmek yerine, hakikatın aranıp bulun­
ması olmalıdır, diyen Sokrates, retoriği küçümser ve haksız­
lık yapmaktansa haksızlığa uğramayı tercih ettiğini tekrar­
lardı. Eflatun, konuya hep bu açıdan baktığından, şairleri,
yazarları tasarladığı Devlet'ten kovmuştur.
Öğrencisi Aristoteles'te retorik-diyalektik tartışması­
na rastlanmaz. Çünkü o, konuyu ahl§.k açısından ele almaz.
Aristoteles iki ayrı yapıtta söylev bilimi retorik ile edebiyat
kuramı "poetika''yı incelemiştir (Retorike-Poetika). Görülü­
yor ki retorik şimdi edebiyat kuramı poetikaya karşıttır.
Ama, Aristoteles'in savunduğu bu ayırım pek etkili olmaya­
cak<18) ve bir süre sonra, gözettiği fark gerekçesiz bulunacak­
tır. Retorik, Gorgias'ın daha başlangıçta açtığı yoldan ilerle­
yerek güzel konuşma sınırlarını aşıp bütün edebiyata uygula­
nacaktır. Retoriğin böylesine genişleyip Poetika'yı kapsamı­
na almasında, yani genelleştirilmiş bir retoriğin ortaya çık­
masında payı olan aydınlar arasında, Cicero ile ona büyük
hayranlık duyan Quintilianus başta gelir. M.S. 30 dolayların­
da İspanya'da doğan Quintilianus genç yaşta Roma'ya gel­
miş, avukat ve retorikçi olarak ün kazandığından Vespasia­
nus ve Domitianus dönemlerinde yüksek mevkilere erişmiş­
tir. Domitianus onu, varisleri olacak yeğenlerini yetiştirmek­
le görevlendirmiştir. En önemli eseri olan Institutione Orato­
ria, adına karşın, yalnız hitabet konusunu incelemez: tüm
bir öğretim ve eğitim programıdır. Bir çocuğun, en küçük
yaştan başlanarak nasıl yetiştirilmesi gerektiği bu kitapta in­
celenmiştir. Amacı, çocuğun önce iyi sonra da başarılı bir

(18) Aristoteles Tekhne Rhetorike'de düşünceden düşünceye ilerleyen


söylevin (günlük hayat sorunlarını ele alan söylevin) sanatını; Tekh­
ne Poetika'da bir imgeden bir imgeye ilerleyen imge yaratma sana­
tını inceler. "Poetika" sözünün anlamı ''yaratma" dır.
28

insan olmasıdır. Quin:tilianus, düşünce ve duygular eğitilme­


den iyi bir yazar, iyi bir konuşmacı olunamıyacağı kanısında­
dır. Retorik, burada, öğretim ve eğitimin tümü anlamına ge­
lir. Doğru düşünmek, ahlflk sahibi olmak başarının koşulları
diye nitelenir. Güzelliği sadelik ve içtenlikte bulan yazar,
tumturaklı ifadeleri, ince ve karışık söz oyunlarını, abartma­
ları, Seneca'nın yaydığı ve okuyucu ya da dinleyicinin duygu­
sallığını şiddet imgeleriyle sarsan üslup tarzını kınar. Kitabı,
XVIII. yy.'a kadar aydınlar tarafından sevilerek okunmuş­
tur. Ortaçağ'ın tanıdığı ve okuttuğu retorik, Aristoteles'in
ayrı dallar gözüyle baktığı retorik ile poetika'nın bileşimin­
den ortaya çıkan bu genelleştirilmiş retorikti. Oysa, Quintili­
anus'un beğenmediği tumturaklı ifade tarzı II. ve III. yy.
lar'da aydınların çoğunun zevkine daha uygun gelecektir.
İkinci sofistik ya da yeni - retorik "barok" denilen bu akımın
en ünlü adları Herodes Attikos (101-179), Philostrates ve
Hermogenes'dir. Sofistler söz sanatlarına, beklenmedik bu­
luşlara, süslere son derece önem verirlerdi. Ayrıca birçoğu
da çoktanrılı inançlara bağlı kalmış kişilerdi. Ama, bu aydın­
lar arasında Hıristiyan Kilisesinin ünlü adlarına da rastla­
nır. Söz sanatlarına gösterilen bu abartılmış ilgi, aslında ede­
biyatta yeni bir olay değildir. Attike ve Asya üslup çatışması­
nı Yunan edebiyatı çok eskiden beri bilir.

B-2-4. Retoriğin Bölümleri.

Corax, retoriği beş bölüme ayırır: düzen (dispositio),


buluş (inventio), söyleyiş (elocutio), bellek (memoria), hare­
ket (actio).
Düzenin planı sade ve seçik olmalı, karşı tezin saldırı­
larına açık kapı bırakmamalıydı. Corax'ın öğrettiği retorik­
te, savunma söylevinin planı kesindir. Söylev beş kısma bölü­
nürdü. Önce genel bir giriş yapılmalıydı (bu kısmın asıl ama­
cı yargıçlara hoş görünmek, gönüllerini kazanmaktı; buna
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 29

captatio benevolentiae denirdi); arkasından, esas konu belir­


tilmeliydi. Savunulan görüş, açıkça ortaya konularak onu
doğrulayan kanıtlar sıralanmalı, .karşı tezi çürütüp sonuca
varılmalıydı. Bu şema şimdi de kompozisyon derslerinde,
uygulanır. Yalnız savunmanın değil, birçok durumda, dene­
menin tiyatro oyunlarının da şemasıdır. Ama genellikle, on­
dan bir yerde ayrılırız: alışılagelmiş fikir ve temaları tekrar­
layarak konuyu çok uzaktan hazırlayan bir girişten, bugün,
çekiniriz. Yukarda verdiğimiz planın her edebiyat türüne el­
verişli olması düşünülemez. Nitekim, Aristoteles, destanlar­
dan söz ederken, bir hikayeye başından, sonundan, ortasın­
dan başlanabileceğini söyler. Aristoteles "Poetika" da yalnız
destan ile tiyatro oyunlarının kuramını ele almıştı. Sonra­
dan, düz yazı ile kaleme alınmış öteki türlere retoriğin ge­
nel ilkeleri uygulanmıştır.

Buluş'a gelince, Aristoteles'in konuya ahlak açısından


bakmadığını, daha önce de söylemiştik. Bu yüzden Retori­
ke'de dinleyiciyi belli bir düşünceye inandırmak için ne gibi
çarelere başvurmak gerektiğini araştırır ve tam kanıt bulun­
madığı hallerde yaklaşık kıyasın (enthymeme) yararlı olaca­
ğını savunur. Geniş dinleyici kitlelerini etkileyebilecek kanıt­
ları tanımlamağa çalışır. Hakikatın aranması burada söz ko­
nusu değildir; inandırıcı olmak yeter. Retorik, görülüyor ki,
artık ikinci dereceli bir mantık düzeyine inmiştir. Herkesin
düşündüğü doğrudur diyen, yaygın fikirleri, sağduyuyu ölçüt
olarak benimseyen bir tutumu öngörür. Söylevden sonra ya­
zılı edebiyatın da benimsediği bu fikir, XVII. yy. Fransız
edebiyatının ana ilkelerinden birinin kaynağıdır. Boileau ya­
zarlara verdiği öğütlerde hakikat (verite) yerine "hakikata
benzerliği" aramalarını (vraisemblance) savunmaz mı? Ta­
rihsel görüşe varmamış dönemlerde, bazı motiflerin her za­
man ve her yerde sevildikleri, etkili oldukları sanılırdı. Ger­
çekten de, retorik derslerinde, insan duygusallığını ya da
yargılarını harekete geçireceklerine inanılan bu motifler öğ-
30

retilirdi: Beylik sözler (lieux communs), kuru tekrarlar diye,


bugün küçümsediğimiz konular, fikirler.
Retorik dersi, sonunda, bu tür basma kalıp motiflerin
(topos) sergilendiği bir dükkan haline gelıniştir<t9). Kaldı ki,
hakikata benzerliğin yer ve zamana göre değiştiği de mey­
dandadır. Her toplumun, değişik devirlerde kendine özgü
inanç ve görüşleri vardır. Sözgelimi, Le Cid'deki şeref anla­
yışı çağımızda geçersizdir. Oysa, XVII. yy.'da dinleyicilerin
bir kısmı Chimene'i evlatlık vazifesini tam yapmamakla suç­
luyorlardı. Son zamanlarda, eleştiri, "hakikata benzerlik" ve
her dönemin kendine özgü hakikata benzerlik anlayışı üze­
rinde israrla durmaktadır. Belli duygu ve görüşleri, her dev­
rin özel motiflerle ifade ettiği göz önünde tutularak, bu mo­
tifler tam olarak toplanınca edebiyat tarihi yanında bir ede­
biyat sanatı (litteralite) tarihinin yazılabileceği söylenmekte­
dir. Valery (hiç bir yazar adını anmadan), böyle bir edebi­
yat duygusallığı tarihinin oluşabileceğini ilk savununlardan­
dı. Çağdaş eleştiri de bu yoldaki çalışmalara önem vermek­
tedir.
Retoriğin, en başta inandırmak, savunmak sanatı ol­
duğu antik çağlarda buluşa Öncellikle önem verilmesi doğal­
dı. Toplum koşulları değiştikçe, hele XVI. yy.'dan sonra, bu­
luşu retorikten alıp diyalektiğe mal etme eğilimi gitgide
(19) Bk. Curtius, 1948, s. 71. Topos'lar, Aristoteles'de edebiyata uygula­
nan retorik kurulmazdan önce bilim ile hakikata benzerlik arasın­
da yer alan ve dinleyicileri bir düşünceye inandırmak için başvuru­
lan çarelerdi. Zamanla mahiyetleri değişti. Bir konuyu açabilmek
için, öğrencilere bazı usuller öğretildi: her hangi bir olgu ya da
olaydan söz edilirken ya kendi kendilerine soru sorup cevaplandır­
mak ya da öğrencilerin bazı sorularına (Ne zaman? Nerede? Ne­
den? Nasıl? Kimin yardımiyle?) cevap vermek gerekliydi. Konu,
hiç olmazsa bu soruların bir· ikisine cevap verir ve gelişirdi. Daha
sonralan "topos"lar, kalıplaşmış temalar, formüller halini almış,
adeta "şeyleşmiş"; kendi başlarına varlıkları olan "parçalar" herhan­
gi bir metne sıkıştırılacak "parçalar" haline gelmiştir. Cicero, reto­
rikte "zevk" ve "sadeliğin" öne alınmasını, mantıktan çok kültüre
yer verilmesini isterdi.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 31

kuvvetlendi. Zaman ilerledikçe retorik alanının daraldığını


görürüz: söyleyişe (elocutio) indirilene kadar. Klasik çağlar­
da (XVII-XVIII. yy.) söyleyiş retorik öğretiminde başlıca ye­
ri kaplar,
Söyleyiş de kısımlara ayrılır. Nefes alma, ses ayarı,
belli yerlerde duralama, bazı heceleri vurgulayarak söyle­
me, geleneksel ·gramerin pek önemsemediği, ama, anlamda
rol oynıyabilir yanlardır. Ne var ki, bunlar yazılı edebiyatı il­
gilendirmez. Söyleyişin bu kısmı, tıpkı belleği geliştiren alış­
tırmalar, vücut hareketlerini ayarlama gibi, topluluk önünde
söz söyleceklere yarar sağlar.
Ortaçağ'da profesyonel tiyatro oyuncusu yoktur. Kala­
balık önünde söz söylemekle görevlilerin başında vaaz eden
papazlar gelirdi. Bununla beraber, söyleyişin bu kısımlan
(hatta belleği geliştirme, vücut hareketlerini denetleme) büs­
bütün ihmal edilmedi. Okullarda, açık kitaptan metin oku­
ma ve ezberleme derslerinde bu noktaların üzerinde durul­
du.
Söyleşinin önemle incelenen kısmı ise, edebiyat sanat­
larını ele alam idi. Önceleri, şiirin özelliği diye tanımlanan,
ama, bir süre sonra, Gorgias'ın düz yazıya uygulanmalarını
savunduğu bu sanatların, yakın zamanlara kadar, öğretimde
büyük yeri olduğu bilinir. XVII-XVIII. yy. lar'da retorik öğ­
retimi bu sanatları belletmekle yetiniyordu. Retorik alanı­
nın daralması, sonunda onları etkiledi. XIX. yy.'ın ikinci ya­
rısından bu yana, onların da yıldızı sönmeğe başladı. Tropes
ve Figures denilen bu sanatları küçümseme, birbirinden ayı­
ramama, birçoğunu tek bir ad altında toplama, genel bir
davranış halini aldı: Oysa, Klasikler trope ile figure'ü birbirin­
den iyice ayırırdı. Fontanier bunları şöyle tanımlar: "söylev­
deki fikir, düşünce ve duyguların yaygın ve yalın ifadesinden
uzaklaşan, çok ya da az değerli bir buluş olan çok ya da az
çarpıcı biçime, deyime figür denir". Figürler, diksiyon, yapı,
söyleyiş, v.b. olarak da çeşitli bölümlere ayrılır. Yani kah an-
32

lamda, kfih biçimde ortaya çıkarlar (figures de mots-figures


de sens). XVIII. yy.'dan sonra retoriğin en önemli bölümü
haline gelen trope'Iarda ise, genellikle tek kelimenin anlam
değiştirmesi söz konusudur. Bu değişme istiare ya da me­
caz-ı mürsel usulü ile oluşur. Çağdaş eleştiri (XIX. ve XX.
yy.) retoriğin en çok düzen kısmına değer vermiştir, denebi­
lir. Günümüzde ise retoriğe ilgi yeniden artmıştır.
Ortaçağ dönemine dönecek olursak, retorik öğreti­
minden yararlananların, üç alanda emek sarfedenlerden
oluştuğunu görürüz: En başta, edebiyatla- uğraşanlar (şair­
ler, yazarlar), kilisede vaaz veren papazlar, bir de daireler­
de, mektup, ferman, belge, v.b. yazanlar. Resmi belgelerin
nasıl düzenleneceğini kararlaştırmak, geleneklerin sarsıldığı
çağlarda güçlük yaratan bir konu halini almıştı. Merovenj
ve Karolenj hanedanları döneminden kalmış, belli özellikte­
ki mektup, ferman ve belgelerin nasıl kaleme alınması ge­
rektiğini, örnekler vererek öğreten "artes dictamini" ya da
"artes dictaminis" denilen eserlerin bolluğu, kitabet işlerin­
de duyulan kararsızlıkları en iyi yansıtan kanıtlardır. "Artes
dictaminis" yazdırmak sanatı diye çevrilebilir. Dictator, baş­
langıçta, mektup, evrak yazdıran, dikte eden kişiydi. Reto­
rik, bu dönemde, en başta, mektup türünün malı olarak gö­
rülüyordu.

B-2-5. Gramer.

Adınıgramma'dan (harf) alan gramer, dili, yani Latin­


ceyi doğru okuyup yazmayı ve konuşmayı öğrettiği gibi ünlü
eserlerin açıklamasını da yapardı. Demek ki, bu çağda, gra­
mer, bizim edebiyat derslerimizi de kapsamına alır.
Edebiyat derslerinde okutulması gerekli yazarların
kimler olduğu hakkındaki görüşler zaman zaman değişmiş­
tir. Bazı yazarlar, VI. yy. 'dan VIII. yy.'a kadar sürekli ola­
rak listede kalmış, bir kısmı ise çıkarılarak yerlerine başkala-
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 33

n konmuş ve liste eklenen adlarla uzatılmıştır. VIII. yy.'da,


aşağı yukarı tam biçimini bulan liste XVI. yy:•a kadar pek
değişiklik göstermeden uygulanmıştır. Listedeki yazarlara
"auctores classicus" (sınıfta okutulan yazarlar) denirdi; ede­
biyatta örnek sayılan yazarlar. Yakın zamanlara kadar, ede­
biyat öğretimi örneklere benzemeği esas tutmuştur. Amacı,
büyük yazarlar gibi yazmağı öğretmektir. Oysa, bugün edebi­
yat öğretiminin tutumu başkadır: metni bir nesne gibi ele
alır ve eleştirir. Ortaçağ'da örnek olarak seçilmiş eser ve ya­
zarlara verilen classicus (2. yy.'da Aulus - Gellius bu terimi
kullanır) sıfatı, anlam kaymasiyle, kimine göre eski demek
olunca, daha VI. yy.'da Eskilere karşı Çağdaş yazarları (mo­
dernus: modo hodiemus -bugünün tarzında) savunanlar orta­
ya çıktı. Görülüyor ki, Eski-Yeni kavgası, her dönemde taze­
lenip, sonuca bağlanmayan bir tartışma konusudur.
Ortaçağ'ın klasik ilan ettiği yazarlar kimlerdi sorusunu
yanıtlamağa çalışalım. Yunan edebiyatı, dili bilen pek kalma­
dığından, ünlü metinlerd�n değil de geç tarihlerde kaleme
alınmış özetleriri çevirilerinden tanıtılırdı. Sözgelimi, öğrenci­
ler, 'llias Latina' adını taşıyan W70 mısralık bir özetten Ho­
meros hakkında, Pseudo-Dictys (iV. yy.) ile Pseudo-Da­
res'in (yt. yy.) romanlarından ise başka menkibeler hakkın­
da bilgi edinirdi. Metinleri sınıfta okutulan Latin yazarları
arasında şunlar sayılabilir: Vergilius başta gelmek üzere, Ci­
cero, Horatius, Statius, Perseus, Juvenalis, Boethius, Terenti­
us, Lucanus ve daha geç dönemlerde Ovidius, Martianus Ca­
pella, Aziz Augüstinus, v.d. Bu yazarlar bile sınıfta, bütün
yönleriyle incelenmezdi. Bir yazarın hazan yalnız bir tür eseri
okunurdu. Sözgelimi, Horatius'un taşlamaları.
XII. yy.'ın ortasında listede, yaklaşık, 21 yazarın adı
yer alıyordu. Bu yazarların yapıtlarından belli parçalar seçi­
lerek incelenirken, öğrencilerin dikkati yalnız onların sanat
değerine çekilmez, nasıl söylendiği yanında ne söylendiğine
de 'önem verilirdi. Çünkü sanatçıların insan ve yaşantı hak-
34

kında derin bilgiye sahip olduklarına, az sözle gerçekleri


açıklayarak okuyucuya doğru yolu gösterdiklerine inanıldı­
ğından yapıtlarında vecize'ler aranırdı. Yapıtınıp içeriğine
bakıldığında, Ovidius'un Ortaçağ'da bu derece övülmesi in­
sana şaşırtıcı gelebilir. Sevmek Sanatının yazarı, ününü, ki­
taplarında, vecize diye ele alınacak parçaların bolluğuna
borçludur. 'Sententia' denilen vecizeler öğrencilere ezberle­
tilir ve bu işlemden iki yarar beklenirdi: gençlerde edebiyat
zevkinin olgunlaşacağı, aktl ve anlayış yolunda ilerleyecekle-.
rı.
Yazarların hayat hikayeleri de gramer dersinde okutu­
lurdu (curriculum vitae ). Gramer dersleri programının ne
kadar yüklü olduğunu görüyoruz. Sevilla'lı lsidoro külliyatın­
da, retoriğe yirmi sekiz sahife ayırmışken gramere elli sekiz
sahifelik yer vermiştir.
Doğrudan doğruya gramer öğretiminde (latin dili) kul­
lanılan kitapları sayalım: başlıyanlar için Donatus'unArs Mi­
nor' u. Öğrenciler, soru ve yanıtlardan oluşan bu metni ezber­
lerlerdi (basılmış on sahife kadar). İlerleyenler için, aynı ya­
zarınArs Major'u, Priscianus'un /nstitute grammatica'sı. Pris­
cianus VI. yy.'ın başında Bizans'ta yaşamış Moritanya'lı bir
öğretmendi. Eserinde, klasik yazarlardan pek çok örnek vere­
rek antik edebiyat zevkini yaşatmağa çalışmıştır. XIII. yy.'..!
dan sonra, Priscianus'un kitabı yerine, okullarda, Alexandre
de Villedieu'nün Doctrinale'si ile Evrard de Bethune'nün
Graecismus'u okutulmuştur<20>. Gramer derslerinde,
barbarisme ( telıiffuz ya da anlamda yanlış kullanım), solecisme
(cümle yapısında yanlış), metaplasme (şiir diline tanınan, gra­
mere aykırı kullanımlar) ve retorikte okutulan söz sanatları
da incelenirdi.

{20) Doctrinale pueronnn adını taşıyan bu kitap manzumdu ve Latin


gramerinin kurallarını öğretirdi. XV. yy.'a kadar kullamlmı§tır.
Alexandre de Villedieu'den önce Pierre Helie (1150) de manzum
bir Latince gramer özeti hazırlanmı§tı. Pierre Helie Fransızcanın
da gramerini yapmayı yararlı bulurdu.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 35

Önem verilen başka bir konu da kökbilim (etimoloji)


idi. Bugün bilim yöntemlerine aykırı bulduğumuzdan yadır­
gadığımız, ama, yayımlandıkları tarihlerde övgüyle karşıla­
nan bu araştırmalarda kelimenin kökeni aranırdı. Sevilla'lı
İsidoro, en tanınmış eseri Etymologiae'de (Etimoloji ya d�
Başlangıç) bir adın nereden geldiği bilinince, adlandırdığı şe­
yin özü daha kolay kavranır der. Bazı kelimelerin rastgele
seçildiklerini, bu yüzden köken araştırmalarına elverişli ol­
madıklarını kabul etmekle beraber, köken incelemelerinde
üç ilkenin geçerli olduğunu savunurdu. Bu ilkeler şunlardı:
a - bir şeyin nereden geldiği. Örnek: insana, Latince­
de homo denir, çünkü humus'tan (toprak) yapılmıştır.
b - bir şeyin nedeni. Örnek: rex (kral, reis) regere, re e­
te agereden (idare etmek, doğru hareket etmek) gelir.
c - bir şeyin karşıtı. Örnek: lucus (kutsal koruluk) loş
bir yerdir, 'non lucendo 'dan (aydınlık olmıyan) gelir. Köken
araştırmaları, bu devirde, yalnız kelimenin hangi kökten gel­
diğini aramakla yetinmez. Kelimeyi parçalara bölerek parça­
ların birleşmesinde gizli yakınlıklar bulur, beklenmedik yak­
laştırmalarla kelimelere birçok şey söyletir. Bir örnek daha:
Roma'nın Yunanca rome'den (kuvvet) geldiğini savunanla­
rın yanında, Roma'yı anagramı Amor'a bağlıyanlar da var­
dı. <21)
Bir kelimeyi ya da uzunca bir metni ya da bir fikri par­
çalara bölüp, hemen göze çarpmayan, ama, bilginlerin, fera­
setle sezdikleri mecazi, örtülü anlamlarını aramak, Orta­
çağ'ın özel tutumudur. Doğa olaylarında, yaşantılarda, söz­
lerde, hep gizli kalmış gerçekler bulur. Düşünce ve bilimin
değeri de bu gizli gerçekleri ortaya çıkarmak olduğuna ina­
nırdı. Kökenbilimin bu yola dökülmesine şaşmamalıyız.
Ortaçağ'ın, bize oyun gibi gelen bu tür köken araştır­
malariyle ve yukarda adlarını saydığımız gramercilerin ki-
(21) Bk. P. Guiraud, Poetique, sayı 11, s. 406.
36

taplarında bulunanları tekrarlamakla yetindiğini söylersek


haksızlık yapmış oluruz. Bu dönemin bilginleri, ana hatları
Grek gramerine dayanan latin dilinin gramerine, ayrıntılara
girerek olumlu katkılarda bulunmuşlar, dil incelemelerine
(analyse grammaticale) önem vermişlerdir. Bununla bera­
ber, aydınların asıl ilgilendikleri konu, hele XIII. yy. 'dan
sonra, gramer değil, dil felsefesidir. Aristoteles'in Batı'da
daha önce bilinmeyen eserlerinin o sıralarda Araplar tara­
fından tanıtılması, Skolastik felsefeye yeni bir hız vermişti.
Skolastik filozoflar bilimleri ve grameri tümdengelimli (de­
ductif) yöntemle, temel ilkelerden elde ettikleri önermeler­
de toplamağa çalışırlardı. Çünkü, onlara göre, dil ile Doğa
arasında bakışım olduğundan, gerçeğe götüren yollardan bi­
ri de dilin yapısını incelemekti. Araştırdıkları ana k'onu "an­
lam taşftna" (signification) sorunudur. De Modis Significandi
adlı eserler yazdıklarından, dilbilimi tarihinde onlara modis­
tes denir. İki bilimin, gramer ile mantığın değişmez ve mut­
lak bazı ilkelere dayandıklarına inanırlar ve dilin nasıl işledi­
ğini bulmağa çalışırlardı(22). Mantık ile dilin yakınliğını, dil
demek olan logos (fr. logique) sözünün mantık için kullanıl­
masından da anlarız. Öte yandan, mantık ilkelerine tam uy­
gun bir dilin yokluğunu kabul etmek zorunda bulunan Hıris­
tiyan düşµnürler, bu durumu Babil kulesi menkıbesiyle açık�
!arlardı. Kutsal kitaplar, bütün insanların, önceleri, tek bir

(22) Modist'ler mantık ile grameri uzlaştırmağa çalışırlardı. İçlerinden


birinin, Robert Kilwadby'nin, bu konuda söylediklerini hatırlata­
lııtı: Gramerin şu ya da !Ju dile, örneğin Latinceye, Yunancaya
"

özel kuralları öğretmesi bir çeşit aksaklık sayılabilir. Geometri na­


sıl somut çizgi ve yüzeylerle ilgilenmezse, gramer de konuşulan her
hangi bir dilin özelliğini bir yana bırakıp dilin doğruluğunu sapta­
malıdır. Gramer bütün konuşma sistemleri için bir olmalıdır (Bk.
T. Todotov, Langages, sayı 12) . Öte yandan belirti ve sistem kav­
ranılannı inceleyen skolastik filozoflar çağdaş göstergebilimin (se..
miotique) öncüleri sayılabilir. Ana sorunları; anlamı ve anlamın
kiplerini araştırmaydı: (modi essendi, nıodi intelligenti, modi signiji­
candi).
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 37

dil konuştuklarını, bir gün gurura kapılarak gökyüzüne ka­


dar yükselecek bir kule yapmağa başladıklarını, onları ceza­
landırmak isteyen Tanrının da kuleyi yıktırdıktan sonra dil­
leri birbirinden ayırdığını yazar. Çağlarında konuşulan dil­
ler, böylece yozlaşmış, ilk dilin yetkinliğinden uzaklaşmışlar­
dı. Bununla beraber, o yetkinliği bulmak olanağı büsbütün
kaybolmuş muydu?; onu aramak denenemez miydi? İşte
söz konusu çağda, dil konusunda, tartışılan başlıca sorunlar
bunlardı. Hıristiyanlar, her şeye karşın, üç dile üstünlük ta­
nıyorlardı: İbranice, Yunanca, Latince. Çünkü bu üç dil kut­
sal saydıkları metinlerde kullanılmıştı. Dilin başlangıcı prob­
lemiyle yunan filozoflarının da uğraştığını biliriz. Eflatun ve
Aristoteles dil doğal mıdır (physei), . yoksa bir tür anlaşma
(thesei) ile varılan bir sistem midir sorunu üzerine eğilmiş­
lerdi. Dil hakkındaki bu karşıt görüşleri Eflatun'un Kratylos
adlı diyalogunda buluruz. "Physei" fikrini savunanlar, keli­
melerin eşyalara, varlıklara bakışımlı olduklarını, gizli ger­
çekleri ortaya çıkarabileceklerini söylerlerdi. Kökenbilime
önem vermeleri de buradan gelirdi. Eflatun ve Stoacılar ke­
limelerin doğadan geldiğini ve eşyayı belirtmeğe, tanımağa
yarayan sesle ilgili simgeler olduklarını savunmuşlardır.
Aristoteles, bu görüşe karşı çıkmıştır. XIII. yy.'da Gerçekçi­
lerle (Realistler) Adcılar (Nominalistler) bu eski sorunu ye­
niden ortaya atarlar. Dildeki her sözün bir gerçeği adlandır­
dığına inanan Gerçekçilere, Guillaume d'Ockam ( 1270-
1347) ve Adcılar, "gerçek olan eşyadır, kavramlar insanların
yapıtıdır" diyorlardı. Bilimsel sayılan gramer araştırmaları­
na, bu çağda "speculative" denmesinin nedeni, kelimenin ad­
landırdığı şeyi açıkladığına, varlığını yansıttığına inanılması­
dır. (speculum, ayna, gerçeğin yansıması).
38

B-2-6. İmla.
Fransızca "orthographe" sözünün Yunanca asıllı olma­
sına karşın, biz burada, Latinceyi çıkış noktası olarak alaca-
ğız.
Latincede harf ve seslerin karşıtlığı oldukça belirliydi.
Başka bir deyimle, belli bir ses alfabedeki bir harfle karşıla­
nırdı. Ancak, başlangıçta durum ne olursa olsun, dil zaman­
la değişime uğradığından, imla bir süre sonra biçimini değiş­
tirmezse, sesleri tam yansıtamaz. Önceleri Latince'de yazıyı
fonetiğe uydurma kaygısı görülürdü: rosai bir süre sonra ro­
sae olarak yazılır. Ne var ki, hemen bir noktaya dikkati çek­
meliyiz: Latincenin resmi bir imlası yoktu. Zaman ilerledik­
çe, Latince'de, fonetiğe uyma kaygısı, yerini kökenbilimden
yararlanma eğilimine bıraktı.
İmparatorluk çöktükten sonra, halkın konuşması ile
okullarda öğretilen dil (Latince) daha hızla birbirinden
uzaklaşmağa başladı. Bu ayrılma, ister istemez okumuş kişi­
lerin dilini de etkiledi: halkın telaffuz biçimleri yazı dilinde
bazı sözlerin biçim değiştirmesine yol açtı. Kaldı ki, okullar­
da yetişenlerin çoğu pek bilgili sayılamazdı. Vaaz veren pa­
pazlar, dinleyicileri tarafından anlaşılabilmek için, onların
söyleyişine uymak zorundaydılar. İmla, zamanla tam bir
anarşi içine düştü. Charlemagne döneminde girişilen re­
form hareketinin başlıca amacı işte bu anarşiyi durdurmak­
tı.
Halk dillerinin yazılmasına gelince, yazıyla saptanan
ilk eserler Chansons de geste'lerdir. Küçük formalı kitaplar­
da metni saklamak isteyen jongleur'ler bu kitaplarda, çeşitli
bölgelerden gelmelerine karşın (çeşitli bölgelere giderek ha­
yatlarını destanlar okuyarak kazanmak zorunluluğunda ol­
dukları için olsa gerek) ortak bir dile ve yazış biçimine uy­
mağa çalışırlardı. Fransız imlası XI. ve XII. yy.'da fonetik-
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 39

tir. Bu tarihlerden sonra imlada fonetikten uzaklaşıp köken­


bilime yaklaşma kaygısı görünür. İmlanın fonetikten uzak­
laşmasında, gerçekte, kökeobilime uyma amacından başka
etkenler de vardır: süslü olma (i yerine birçok yerde y'nin
kullanılması) ya da eşsesli sözleri birbirinden ayırma (un sö­
zü ung yazılırdı, viginti'nin etkisi; çünkü u ile v bir biçimde
yazılırdı, un sözü vii sözüne karışabilirdi. Hui sözünün başı­
na getirilen h harfinin görevi de ui ile vi'yi ayırmaktı.). Yazı­
nın okunmayan harflerle ağırlaşmasında, fonetikten uzaklaş­
masında hukuk evraklarını kaleme alan katiplerin payı bü­
yüktür. Resmi evrakların dili Latinceyi daha kolaylıkla yan­
sıttıklarından ya da yansıtmak istediklerinden söylenmeyen
gereksiz harflerin kullanımı yaygınlaşmıştır. Fransııca imrn.­
nın kulak için değil de göz için olmasında XII-XV. yy. arala­
rında yaşıyan hukukçuların sorumluluğu büyüktür.

B-2-7. Diyalektik.

Trivium kümesine giren üçüncü bilim diyalektiğin


(mantık) amacı, öğrencilere doğru düşünmek, gerçeğe var­
mak için gerekli olan yöntemleri öğretmekti.
Diyalektik, Eflatun'da hakikati bulmağa çalışan, en
az, iki kişinin konuşmasını yansıtır. Bu konuşmaya, tartışma
ya da çekişme denemez. Çünkü o bir öğretici ile bir öğrenci­
nin, iyi niyetli, birbirlerini seven iki kişinin bir konu üzerine
eğilmeleri, birinin ötekine doğru düşünme yolunu buldurma­
sıdır.' Öğretiei, yanlış bir fikir ileri süren arkadaşına sorular
sorarak onu hatasını bulmağa zorlar ( dolayısıyle de hakikatı
ortaya çıkarır). Bu yöntemin dayandığı ilke, bir şeyin hem
var, hem yok (A ve A) olamayacağıdır. Örnek: ateş hem so­
ğuk, hem sıcak olamaz(23). Ortaçağ, XII. yy.'a kadar, diya-
(23) Gramer ile mantığın yakınlığını, bu son bilimin adı açıklar: logica,
logos'dan (dil) gelir. Bu ilkeye aykırı bir söz, masalları açan formül­
dür: bir varmış, bir yokmuş.
40

lektik derslerinde, geç Antikite çağında kaleme alınmış ders


kitaplarından klasik filozofların fikirlerini öğrenmeğe çalışır­
dı; ders, okunan metni anlama çabasının sınırlarını aşmaz­
dı.
Manastır okullarında düşünce özgürlüğü yadırganır,
sakıncalı bulunurdu. Tanrıya fikir yoluyla değil de duygusal­
lıkla, iç sezişlerle varılacağına inanılırdı. Ortaçağ'ın ilk yarı­
sında müziğe verilen değer, dinsel müziğin, en başta geliş­
mesi bu tutumla açıklanır. Doğa olgularında, insanın yapı­
sında, bütün varlıklarda Tanrının imgeleri aranır. Her dü­
zeydeki olgu ve olaylar arasında bakışımlar, benzerlikler bu­
lunurdu.
XI. yy. 'ın ikinci yarısından sonra ve özellikle XII.
yy.'da, ekonomik ortamın etkisiyle, manastır okulları dışın­
da okul ve üniversiteler gelişti. Bu yeni merkezlerde amaç
öğrenme ve anlamayı sağlamaktı. Bir dereceye kadar Bi­
zans'ın, ama en başta Araplar'ın aracılığı ile Aristoteles fel­
sefesi bu tarihlerde yayıldı, öğretimde önem kazandı.
Aristoteles'in fikirleri, Batı'ya, çeşitli dönemlerde,
her defa yeniden girmiştir, denebilir: V.-VI. yy. lar'da Boet­
hius, Martianus Capella, Prophyros sayesinde, XII. yy.'da
Arapların tanıttığı eserlerle. Öte yandan, Cicero'nun Topi­
ca adlı kitabı da Yunan filozofunun görüşlerine, başlangıç­
tan beri, taşıt olmuştur.
XII. yy.'a kadar yalnızca okuma olan diyalektik dersle­
rinin biçimi bu tarihte değişmiş, bir tartışma, bir yarışma ni­
teliği kazanmağa başlamıştır. Ders belli bir şemaya uyardı.
Belli bir metin ders konusu olarak seçilir ve iki işlem yapılır­
dı.
Eskiden olduğu gibi, metin okunur ve expositio adını
taşıyan yöntem uyarınca parçalara bölünür, her bölümün
ana fikri aranırdı. Sonra da bulunan fikirler eleştirilirdi. Bu
işleme quaestio adı verilirdi.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 41

Eskiden, metni anlamakla yetinilirken XII. yy.'dan


sonra öğreticinin şerhi önem kazanıyor, yazılı olarak öğren­
cilere dağıtılıyordu. Bu şerhler de eleştirilere, yeni şerhlere
konu olabiliyordu. Quaestio' ya Disputio da denilirdi. Çün­
kü, genellikle öğrenciler ikiye ayrılır, karşıt görüşleri savu­
nurlardı. Öğretici bu tartışmada hiikemlik yapar, doğru bul­
duğu tezi açıklardı. XII. yy. 'ın özelliği, diyalektik derslerin­
de, yalnız filozofların metinlerini değil, dinsel metinlerin de
incelenmesine yer vermesidir. Laon'lu Anselme, Lombardi­
ya'lı Pierre gibi düşünürler, nasları düzene kaymağa ve ''ve­
cize"lerde toplamağa çalıştılar. Hıristiyan dinsel metinleri
açık ve seçik ibarelerde özetlenince bazı zıtlıkların varlığı or­
taya çıktı. Diyalektik derslerinde bu zıtlıkları çözümlemek,
zaman ilerledikçe, en önemli işlem haline geldi.
Trivium'da okutulan dersleri, kısaca gözden geçirmiş
olduk. Şimdi okul programlarını bir yana bırakıp, eser ya­
zan aydınların, bilgilerini nasıl tanıttıklarını görelim. Orta­
çağ'da, filoloji çalışmaları bir silsile kurar ve her işi yapana
da ayrı bir ad verilirdi:
scriptor-müstensih eseri kopye ederdi.

compilator-iktitaf eden kendinden bir şey katmaz. Metne, baş­


ka metinlerden aldığı parçalan eklerdi.

commentator-şarih metni açıklamak üzere, bazı sözler ek­


ler, başka sözlerle metindeki fikirleri
daha kolay anlaşılır hale getirmeğe çalı­
şırdı.

auctor-müellif metni açıklamak amaciyle kendi fikirle­


rini verirdi. Ancak fikirlerini özel düşün­
cesi olarak tanıtmaz; onları başka ünlü
yazarlardan aktardığını, ısrarla belirtir,
ve onlara dayanarak, konu hakkında, fi­
kir yürütürdü.
42

Görülüyor ki, bu dönemde, insan bilimlerinde çalışan­


lar, modern anlamda yaratıcılıktan kaçınırlardı. Buna karşı­
lık, bildiklerini, durmadan tekrarlamaktan, toplamaktan,
karşılaştırmaktan da yarar umarlardı. Felsefe ve edebiyat
açıklamalarında orijinal görüşlerden bu kadar çekinildiğine
göre müspet bilimlerde özgürlük beklenemez. Martianus
Capella yedi bilimi filolojiye hediye etmekle yedisinin de bu
alana girdiklerini savunuyor görünür. Yine de, ikinci küme­
deki derslerin filolojiyle ilişkisini bulmak, bizim için güçtür.
Ancak, yukarda da söylediğimiz gibi, evrende var olan her
şeyin aynı ilkelere dayandığı kabul edilirse bu davranış anla­
şılabilir.
Müspet bilimler üzerinde burada çok durmayıp ancak
birkaç söz söylemekle yetineceğiz. XII-XIII. yy.'a kadar, mü­
zik bir yana (dinsel törenlerde müziğe önemli yer verildiğin­
den ilgi toplar, öğretimine geniş zaman ayrılırdı), astrono­
mi, hesap, kozmogoni v.b. bilimler takvimde, dini bayramla­
rın her yıl değişen tarihlerini bulmağa yardım ettikleri oran­
da incelenirdi. <24) Xlll.yy. 'dan sonra Aristoteles'in doğa felse­
fesi hdkim olunca, müspet bilimlere ilgi artmış, bu defa reto­
rik küçümsenmiştir. Ama, Rönesans'ta durum yine değişe­
cektir: Aristoteles, Aristoteles'e karşı gelerek, retorik ku­
ramları doğa felsefesinden çok, dikkati çekecektir. O zama­
na kadar, Yunan filozofunun Poetika.'da ileri sürdüğü fikir­
ler, ancak bazı özetlerden, başka kitaplardaki telmihlerden
bilinirdi. Tam metin, 1498'te Yunanca'dan Latince'ye çevri­
lerek Venedik'te yayımlandı. Hümanistlerin, felsefeden çok
edebiyata yakınlık duydukları hatırlanınca, Poetika'nın bu­
lunmasiyle retoriğe yepyeni bir ilgi duyulmasına ve estetik
değer yargılarının yeniden incelenmesine şaşılmaz.

(24) II. Sylvester adıyla papa olan Gerbert (938-1003), matematik ve


astronomiye gösterdiği ilgi ve bu alanlardaki bilgisiyle çağında ayrı
bir yer tutar.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 43

Poetika ile eleştiri tarihinde yeni bir çığır başlar, diye­


biliriz. Gerçekten de, Rönesans ve XVII. yy. fransız klasik
edebiyatının dayandığı estetik kuramlarının oluşumunda bu
kitap büyük etken sayılır. Bu son sözlerle "karanlık çağ" dan
iyice uzaklaşıp başka bir döneme geçmiş olduk.

B-3. HÜMANİZM.

Filolojik çalışmaların hızlandığı ikinci ·önemli dönem


hümanizmin geliştiği yıllardır (İtalya'da XIV. yy.'dan beri).
Kilisenin dili Latince, Ortaçağ'da, Avrupa'nın ortak
bilim diliydi. Hıristiyan bilginler, bu dilde, her türlü konuyu
inceler, en başta dinlerinin şerhini yaparlardı. Okullarda la­
tin grameri, Klasiklerden alınmış örneklerle okutulursa da,
öğrenci ve öğretmenlerin konuştuğu ve bilim kitaplarında
yazılan Latincenin, Klasiklerinkinden çok farklı bir dil oldu­
ğu da gerçekti. Dilin zamanla değiştiği, bu değişmenin do­
ğal sayılması gerektiği, çünkü önlenemiyeceği, günümüzde,
kolayca kabul ettiğimiz dilbiliminin ana ilkelerinden biridir.
Ama, o dönemde, dilde yeni biçimlerin türemesi, çözülme,
bozulma diye niteleniyordu. Antik kültürün bütününe yaban­
cı, yeni fikirleri, yeni bir duygusallığı (Hıristiyan dünya görü­
şünü) belirtmek zorunda olan Latincenin sözlük ve yapısın­
daki yenilenme, canlılığına bir işaretse de, soruna başka açı­
dan bakan Hümanistler, olayı böyle yargılamadılar. Hüma­
nizm akımının hangi ortamda, nasıl doğduğunu araştırmak
konumuzun dışındadır. Bizim burada üzerinde duracağımız
nokta, Hümanistlerin, zamanlarında yazılan Latinceyi bar­
bar bulup kınamaları, Cicero ve Tacitus'un üslubuna hayran
olmaları, onlar gibi yazmak hevesine kapılmalandır.(25) On­
larca, isteklerinin gerçekleşmesini sağlayacak tek yol, Orta-
(25) Kardinal Bembo (1470-1547) kendi yazdığı Latinceyi beğenir ve üs­
lub.unun bozulmasından çekinerek dua kitabını okumaktan kaçınır­
dı.
44

çağ'da kaleme alınmış el kitaplarından kurtulmak, özetlerle


yetinmeyip antik yazarları kendi metinlerinden okumaktı.
Hümanizm akımının en olumlu yönlerinden biri işte bu kay­
bolmuş, az rastlanan metinleri bulup yaymak için sarfettikle­
ri emektir. Sözü edilen aydınlar, eski metinleri, manastırlar­
da, piskoposluk kitaplarında, prenslerin hazinelerinde, me­
raklı özel kişilerin koleksiyonlarında, antikacı dükkanların­
da tutku sayılacak bir inatla aramışlar, yolculuktan yılmamış­
lar, paralarını esirgememişler, satın alamadıkları eserleri
kopye etmiş ya da ettirmişlerdir. Gerçekten de, birçok eski
metnin, her zaman bütünü değilse de hiç olmazsa bir kısmı­
nı ortaya çıkarmış, kaybolmalarını önlemiş, çoğaltılmalarını
sağlamışlardır. Petrarca,<26> Boccacio, Salutati, Le Pogge gi­
bi Hümanistler 1330-1450 yılları arasında latin edebiyatın­
dan bildiğimiz, hemen hemen bütün metinleri ortaya çıkar­
mışlardır.
Hümanistlerin, Klasikler gibi yazma hevesi, çok geç­
meden hayal kırıklığına uğradı. İçlerinden birkaçı, gerçek­
ten Cicero'nun kaleminden çıkmış sanılacak kadar usta bir
\ üslupla mektup yazmayı başarmış, barbarlıkla suçlandırdık­
ları Ortaçağ Latincesinden uzaklaşmışlardır. Ama, yine içle­
rinde sanat duyarlığı olanlar, bu kadar emekle erişilen sonu­
cun aldatıcılığını sezmekte gecikmediler: çünkü, Cicero'nun
üslubuyla yazanların elindeki latince, artık tam ölü bir dildi.
Onunla sanat eseri verilemezdi. Yaratıcılığına set çekilmiş,
deyimleri, sözlüğü dondurulmuş, aynı yapıları tekrarlamak­
tan başka kendine hak tanınmayan bir dille ancak eski eser­
lere "nazire" yazılabilirdi. Kuramsal yazılarında latinceyi kul­
lanan Dante Divina Commedia'sını, ·henüz bir kültür dili de­
recesinde olgunlaşmamış olan İtalyanca ile yazmağı seçmiş­
tir. Dilbilimi konusundaki sezişleri, günümüzde büyük hay­
ranlık uyandıran Dante kadar durumu bilinçle görmeyen

(26) Cicero'nun Pro Archia'sını tanıtan elyazmasını 1330'da Petrarca


, bulmuştur.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 45

Petrarca ölümsüzlüğe, Latince destanı Africa ile varacağını


sanıyordu. Sanatçı içgüdüsiyle "Laura" yı öven şiirlerini
(Canzoniere) İtalyanca söylemiştir. Şöhretini, bildiğimiz gi­
bi, onlara borçludur.
Latincenin zamanla değiştiğini yakından izlemelerine
karşın, Hümanistler dilbiliınine katkıda bulunmadılar;<27) baş­
ka bir" deyişle tarihsel görüşe varacakları beklenirse de bu
hamleyi yapamadılar. Ortaçağ'ın tutumunu sürdürdüler. Ta­
rihsel gram..er anlayışına varmadılar, ama, filoloji açısından,
baş(!.rılı çalışmalardan da geri kalmadılar. Bunların başında,
yukarda da belirttiğimiz gibi, metinleri arayıp toplamaları ve
bunları çoğaltmaları gelir. Matbaanın, o sıralarda gelişmesi
bu işte en önemli etken olmuştur. Burada, kitap konusu üze­
rinde, daha eski tarihlere dönerek, biraz durmalıyız.

B-3-1. Kitap.

Matbaa ile- günlük yaşantıda gitgide daha çok yer tuta­


cak olan kitabın eskiden beri kültür hayatındaki rolünü göz­
den geçirelim.
Sözlü gelenek, metinleri unutulmaktan bir süre koru­
muştur. Yunanistan'da yazı M.Ö. IX-VIII. yy. lar'dan beri
bilinirse qe edebiyat ürünlerini saklamakta hangi tarihten
sonra ve ne biçim kullanıldığı sorunlarına kesin cevap verile­
mez. Büyük bir olasılıkla daha önce, ama her halde IV-III.
yy. lar'da kitapların Mısır'dan gelen papirüslere yazıldığı bi­
linir.<28)

(27) Rönesans, birçok konuda Ortaçağ'ın görüşlerini sürdürür. Orta­


çağ'da üç dilin (İbranice, Yunanca, Latince) Tevrat, İnciller, Aziz
Paulus'un Mektupları gibi dinde önem taşıyan metinlerin dili ol­
dukları için kutsal sayıldıklarını söyledik. İlk laik üniversite olan
College de France başlangıçta aynı üç dilin kürsüleriyle kurulmuş­
tu. Bu yüzden College de France'a Üç Dil Koleji de denirdi.
(28) Bk. L. Grenet, A. Boulanger, 1970, s. 22.
46

Papirüs, Nil kıyılarında yetişen bir bitkidir. Özelliği,


dal özü elyafının kendi üzerine sarılmış olmasıdır (biraz so­
ğan yaprakları gibi, ama kopuk değil de devamlı olarak).
Daldan belli uzunlukta (genellikle 17-19 sm) bir parça kesi­
lip elyafı açılınca şerit biçiminde bir nesne ortaya çıkar. Böy­
lece elde edilen iki parça ıslatıldıktan sonra, dikey olarak
birbirlerine bastırılıp yapıştırılır. Aynı işlem gerektiği kadar
tekrarlanarak, belli genişlikte ve istenilen uzunlukta şerit ha­
linde bir gereç elde edilir. Papirüsün üzerine ince bir tutkal
çekip kurutulur,<29) rendelenmiş tahta bir çubuğa sarılıp ru­
lo biçiminde saklanırdı. Batı dillerinde kitap anlamına gelen
"volume" kelimesi Latince volvere'den (sarılmak) gelir. İs­
kenderiye kitaplığındaki eserler papirüslere yazılmıştı. Pto­
lemaios'ların kültür alanındaki üstün başarıları, zamanların­
da, hayranlık uyandırdığından,- İskenderiye'yi örnek alan
başka şehirlerin de Helenistik dönemde, kitaplıklar kurma­
ğa başladıkları görüldü. Bu hareketleri bir tür rekabet sayıp
kıskanan VIII. Ptolemaios (M.Ö. 145 dolaylarında) kendi
ülkesine yetişilmesini önlemek için, papirüsün Mısır'dan ih­
racını yasakladı, ama, umduğu sonucu alamadı. Papirüsle­
rin arkası kesilince, öteki şehirler kitaplıklarından vaz geç­
meyip, aynı işe yarayacak başka bir gereç aramağa koyuldu­
lar. Yeni gereci Bergamalılar buldu: kıllarını iyice temizle­
yip kazıdıkları koyun ve keçi derilerini parlatarak yazı yazıl­
mağa elverişli hale getirdiler. Şimdi, papirüsten daha pahalı­
ya mal olan, ama daha dayanıklı ve daha kullanışlı bir gereç
ortaya çıkmıştı: Parşömen (Pergamena, Bergama şehrinin

(29) Papirüslerin uzunluğu, genellikle 6 ile 10 m. arasındaydı. Bununla


beraber, Mısır firavunu 111. Ramses döneminin vakayinamesini ak­
taran Harris papirüsü 40 m uzunluğundadır. Bizans edebiyatında
100 m uzunluğunda bir papirüsten söz edilir (Bk. Labarre, 1970, s.
12). Papirüsleri böceklerden korumak için Lübnan selvi ağacının
yağı kullanılır ve yine aynı nedenle papirüsler selviden yapılmış mu­
hafazalarda saklanırdı.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 47

adından<30l). Parşömen, bir süre, papirüsler gibi tahta çubuk­


ların etrafına sarılarak rulo biçiminde kullanılmışsa da, son­
radan, bildiğimiz biçimde katlandı (belki iki parçalı yunan
diptiklerine benzetilmek istenmiştir). Parşömenin bulunma­
s.iyle yen.i b.ir sözcüğün doğduğunu görürüz, daha doğrusu es­
ki bir kelime yeni bir anlam kazanmıştır: Yunanca deri de­
mek olan defter, bugünkü anlamiyle Yunancadan Farsçaya,
oradan Türkçe yoluyla çağdaş Yunancaya dönmüştür. (31)
Parşömenlerin rulo halinde değil de, elimizdeki kitaplar biçi­
minde katlanması, M.S. 11-IV. yy, arasında yaygınlaşmıştır.
Papirüslerin yalnız bir tarafına yazılırdı. Rulo halinde olma­
ları, metinde aranılan belli bir parçanın bulunmasını güçleş­
tirdiği gibi, sıraya konduğu zaman bile, papirüsü açmak ve
yeniden sarmak külfetli bir işti. Defter biçiminde katlanmış
parşömende aranılan yer kolay bulunabiliyor, hem de oku­
yucu açıp sonra tekrar sarmak zorunda kalmıyordu. Parşö­
menin bir üstünlüğü de gerecin iki tarafına yazılabilmesiydi.
Ayrıca, sahife biçimi, metI).in dört kenarındaki boşluklara
not ekleme olanağını sağlıyordu. Dörde katlanmış parşö­
menlere codex denir. Bununla beraber, tekrar edelim, bu
ayırım kesin değildir: codex biçiminde papirüsler ile, volu­
men biçiminde parşömenlerin varlığı bilinir. Yine de, daha
kullanışlı bulunan codex'lerin yapımında, eskiden beri, par­
şömen tercih edilmiştir.
Kitapla ilgili önemli bir diğer konu da matbaadan ön­
ce kitap nasıl yayımlandığı sorunudur. Buna Roma'yı örnek
alarak cevap vermeğe çalışalım.

(30) Söylentiye göre, parşömeni Bergama kralı il. Eumenes bulmuştur.


Daha önce de deri üzerine yazılırdı; ama parşömenin hazırlanma
tarzı ve inceliği farklıydı.
(3 1) Fransızca "cahier" kelimesi quatemus'tan gelir; yani "dörde bükül­
müş", "dört yapraklı" demektir. Belli boydaki k§ğıtlar (2 sahife) ol­
duğu gibi, ikiye (4 s.), dörde (8 s.), sekize (16 s.) bükülürdü. Elze­
vir denilen ve bu adı taşıyan ünlü matbaada basılan (kuruluşu
1853) kitaplarda kağıt üçe bükülürdü. Bu kitaplar ince ve uzun
olurdu.
48

Cumhuriyet döneminin sonuna kadar, bir eseri tanıt­


manın tek yolu, dostları, tanıdıkları çağırıp, eseri yüksek ses­
le okuyup, onlara dinletmekti (matbaanın başka türlü kitap
dağıtımını sağladığı çağlarda bile, sözgelimi XVIII. yy.'ın so­
nuna kadar, Fransız salonlarında bu biçim tanıtma canlı kal­
mıştır). Toplumda ileri gelen, varlıklı kimseler, evlerinde bu
biçim toplantıların yapılmasına elverişli özel bir salon yaptı­
rıp döşerlerdi. Salonun bir köşesi tiyatro sahneleri gibi bir
az yüksek olur, yazar oraya çıkar, eserini okurdu. Arkasın­
da bulunan bir perde, misafirlere görünmeden dinlemek is­
teyenleri (özellikle kadınları) gizlerdi. Sahnenin karşısında,
en öne koltuklar, daha arkaya sıralar dizilirdi. Bu salonlar,
varlıksız yazarlara kah parayla, kah parasız ödünç verilirdi.
Yüksek sesle eser okuma töresiyle ilgili pek çok ayrıntıya
taşlamalarda (örneğin Martialis'in taşlamalarında) rastla­
nır. Yazar yazdırdığı ya da kendi eliyle hazırladığı nüshaları
dostlarına, en başta himayesini beklediği kimselere arma­
ğan ederdi. (32) Edebiyata meraklılar onlardan kitabı ödünç
alıp kopya ederlerdi. Böylece, metin elden ele dolaşarak ya­
yılırdı.
Roma'da kitap ve kültüre ilgi zamanla artmıştır. Ay­
dın olmıyanlar bile, bir tür gösterişe kapılara�, evlerinde ki­
taplıklar kurmağa özenmişlerdir. Varlıklı aydınlarda ise ki­
tap sevgisi bir tutku haline gelmiştir. Sözgelimi, Cicero'nun
dostu Atticus, zengindi. Evinde, önceleri kendi kitaplığını
donatmakla görevlendirdiği bir yazı atölyesi kurdu. Bilindiği
gibi İlkçağ' da, başka nesneler gibi, kitap da ısmarlanarak
yaptırılırdı. Atticus, bilgi ve sanatın yayılmasını destekle-

(32) Yazarları koruyan ünlü kişilerin, eserleri yayma işinde de yardımcı


olmalaı;ı ,r..ygın bir töre olsa gerek. Bu gelenek uzun zaman canlı
kalmıştır. Boccacio, arkadaşı Maghinardo dei Cavalcanti'ye yeni
eserinin bir nüshasını gönderirken, eserin bir süreden beri elinde
kaldığını, çünkü ithaf edecek ünlü birini bulamadığını, arkadaşın­
dan onu eşine dostuna tanıtmasını istediğini söyler (Bk. L. Fevbre,
H. Martin, 1958, s. 16).
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 49

mek, dar gelirli aydınlara yardım etmek amaciyle, evindeki


atölyeyi, yalnız özcı:ıl kitaplığı için çalıştırmayıp, sipariş alın­
madan satışa çıkarılacak kitapları hazırlamak işinde kullan­
mayı düşündü. Atölyede hazırlanan kitapiarı bir dükkanda
sergiledi. Böylece de yeni eserleri �.:.ıcıya sunan ve bunları
tanıtan bir yer kurulmuş oldu.
Atölyelerde, okumuş, bilgili köleler çalışırdı. İçlerin­
den bin, metni yüllsek sesle okuyarak ötekiler� yazdırır, k0-
le sayıs1 oranında nüsha bir defada ortaya çıkardı. Bir atöl­
yenin, alıcısı sınırlı olan bir satış yerine gerekli malı hazırla­
makta� güçlük çekmediği sanılır. Atticus'un girişimi başarılı
sonu�ermiştir. O sıralarda Caesar, Roma' da halka açık b1r
kitapfiğın kurulmasını tasarlıyor, <33> bazı taşra şehirleri de
aynı �teği duyuyorlardı. Atticus'un atölyesinin müşterisiz
kalması şöyle dursun, girişimi birçok başka atölye-dükkanın
kurulmasına yol açmıştır. Roma'da, belli yuadarın yeni
eserlerini hemen satışa çıkaran kitapçılar türedi. Ama, he­
men şunu da belirtelim ki, bu durumda da, yazarlar eserleri­
nin satışından kazanç sağlayamaz, kitap yapımından y?.lnız
kitapçılar yararlanwlardı.<34> Bn a(;ıkbsı, elden ele dolaşan
nüshalar üzerinde yazarların söz söyleme, örneğin hatalı, ek­
sik ya da başka parçaların eklendiği nüshalatı redddtme yet­
kileri bile yoktu.
İmparatorluğı.ın çökmesiyle, bütün kültür kurumlan

(33) Bu tasarıyı Asinius Pollio (M.Ô. 39'da gerçekleştirdi. Sonralan, R<?­


ma'da halka açık başka kitaplıkl!ır da kuruldu: Augustus dönemin­
de, Octavianus v� Palatinus, Trajanus döneminde Ulpina kitaplıkla­
rı. Yunanistan v.e Anadolu'da bu tür kurumlar çok daha eskidir ve
en ünlüleri arasında Efes ile Bergama kitaplıkları sayılabilir. Sicil­
yalı Diodorus TCJ\ta kitaplığının kapısında ''Ruhun sağlığı'.' yazılı ol­
duğunu söyler. Daha eski dönemlere gittiğimizde Babil, Ninova ki­
taplıklarının bulunduğunu görürüz. Mısır tapınaklarında sandıklar
içinde kitaplar ııak.l.anırdı. Mezopotamya'da, M.Ö3000 yıllarından
kalma kitaplıklar:bulunmu§tur.
(34) Bk. Carcopino, 1950, s. 226.
50

gibi, kitap endüstrisi de duraklamıştır. Yenilenme bir yana,


var olanların çoğu, ilgisizlik, savaş, yağma ve yangın nedeniy­
le yok oldu. Kitapları koruma ve çoğaltma işini de, sonun­
da, Kilise yüklendi.

B-3-2. Sdptoria.

V-VI. yy. lar'da kurulmağa başlanan Batı manastırla­


rında, mistik temaşaya en geniş zamanı ayıran Doğu hıristi­
yan tarikatlarının aksine, keşişlerin çalışması esas tutulmuş­
tu. Keşişler, kol gücü gerektiren işler yapmakla yetinmezler,
günün belli saatlerini fikir çalışmalarına ayırırlardı. Sözgeli­
mi, önceleri Theodorich'in yanında, en yüksek kademelere
ulaşmış olan Cassiodorus, siyasetten çekilince Vivarium ma­
nastırını kurmuştur. Keşişlerin nasıl yetiştirilmeleri gerekti­
ğini açıkladığı Institutiones di11inarum et saecularium littera­
tum adlı eserinden öğretime ve edebiyata ne kadar önem
verdiğini anlarız. Keşişleri kitap okumağa zorlar, kendini
yalnız duaya vermenin bir din adamı için yeterli olmadığını,
heyecanla savunur. Bilgi ve düşünce çalışmalarına ayrılan za­
man her manastırda arnı olmamakla beraber, her birinin
programında böyle bir bölümün bulunduğu gerçektir. Bize
kadar gelen programlardan, kitapları kopya ederek çoğalt­
ma, tezhiplerle, minyatürlerle süsleme işinin de okumak, ye­
ni eser hazırlamak gibi düşünce işçiliği sayıldığını anlıyoruz.
Yazı ve minyatürlerin düşünce hayatındaki yeri ve de­
ğerin� Charlemagne döneminde girişilen reformun amaçla­
rını incelersek, açıkça, görürilz. Karolenj Rönesansı adını ta­
şıyan bu hareketin başlıca hedefleri: imlayı kurallara bağla­
mak, güzel yazı yazma sanatını (calligraphie) geliştirerek bel­
li biçimlerin dışına çıkılmasını önlemek, yazının okunaklı ol­
masını sağlamaktır. Yazı ve imlanın dtizene girmesi okuma­
yı kolaylaştıracağından bilginin yayılmasında en önemli et­
ken sayılıyordu.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 51

XIl. yy. 'ın sonuna kadar, elyazmalarını kopya ederek


çoğaltma ve bunları okuma işi, manastırların scriptorium de­
nilen atölyelerine yüklenmişti. Manastırlarda en çok çoğaltı­
lan eserlerin dinsel metinler olduğu kesindir. Antik yazarla­
rın eserleri pek önemsenmez, hatta gerekirse, eldeki nüsha,
kopya edilmek şöyle dursun, yazılan kazınıp, parşömenin
üzerine yeni bir metin yazılırdı (pelimpseste) . Bu biçim dav­
ranışlar yüzünd�n değerli metinlerin kayb9lduğu bir gerçek­
tir. Bununla beraber, bize kadar gelen antik eserlerin büyük
çoğunluğunu, manastır kitaplıklarında bulduğumuzu düşü­
nürsek, bunları scriptorium'larda çalışan keşişlere borçlu ol­
duğumuz ortaya çıkar. Bu olaya birkaç örnek verelim: Cae­
sar'ın Ga"lya Savaşı adlı eserini saklayan en eski iki nüsha
IX. yy.'dan kalmadır. Bunlardan biri Corbie manastır kitap­
lığında, Titus-Livius'un bilinen tek elyazması [V. yy.] Ren
havzasında bir manastırda (1527) bulunmuştur. Vergili­
us'un bazı eserlerinin en eski nüshalarına Saint-Gall ve
Saint Denis manastırlarında rastlanmıştır. Büyük harflede
yazılmış olan bu kitapların iV. yy.'da yapıldıkları sanılır.
Lucretius'un De Natura Rerum (Nesnelerin Yapısı Üstüne)
adlı eserini tanıtan en değerli iki yazma IX. yy. 'dan kalma­
dır. Bunlardan birinin Saint-Bertain manastırının malı oldu­
ğu söylenir. Tacitus'u unutulmaktan kurtaran yine IX. yy.
müstensihleridir: Annalae dizininin ilk altı kitabı, tek bir yaz­
madan, Fulda manastırında kopya edildiği sanılan bir kitap­
tan bilinir. Tarihçinin öteki eserlerini yine IX. yy. ya da X.
yy.'da yazılan bir yazma korumuştur. Bu eser bugün kayıpsa
da, 1425 tarihinde biliniyordu. Hümanistler bu eseri basa­
rak içindeki metinleri çoğaltmışlardır.<3S)

(35) Bk. Ph. Wolff, 1971 a s. 58.


52

B-3-3. Durağan Kitapçılar-Librairies Stationnaires.


Bir süre sonra Batı Avrupa toplumlarının yapısında
oluşan değişmelerin etkisiyle, kitap yapımında, manastır dö­
neminin kapanıp, Kilise dışında, lalklerin yönetiminde yeni
bir dönemin başladığı söylenebilir. Gerçekten de, XII. yy.'ın
sonunda ve özellikle XIII. yy.'da kültür hayatının merkezle­
ri, manastırlardan o sıralarda gelişen üniversitelere kaymış­
tır. <36> Avrupa'da görülen sosyal gelişmelerle ilgili olarak öğ­
renci sayısı artmış, din adamı mesleğini benimsemeyecekler
arasında da okumağa hevesli gençlerin sayısı yükselmiş­
tir. <37> Profesörlerin ders hazırlamaları, kalabalıklaşan öğ­
rencilerin çalışmaları el altında bol miktarda kitabın bulun­
masını gerektiriyordu. Manastırlar, her ne kadar profesörle­
re ödünç kitap verirse de, var olan yapıtlar ihtiyacı karşılaya­
mıyordij. Yeni kitap yapımının manastırlardan koparak laik
kişilerin eline geçmesini bu durum zorunlu kılmıştı.
(36) Haritaya bakılınca, .bu dönemde üniversitelerin belli bir alanda top­
laİırnı§ olduğu görülür: Chartes, Paris, Laon, Reims, Ren kıyıların­
daki Trevir, Köln, Magonza. Bı.i saydığımız mer�ezlerde, bilimin
geli§mesinde etken olarak, her zaman prenslerin himayesi gösterile­
mez. Chretien de Troyes Cliges adlı romanın ba§ında, Fransa'nın
kültür konusunda üstün durumunu §öyle belirtir:
Ce nos ont nostre livre apris
Qu'en Grece ot de chevalerie
Le premier los et de clergie
Puis vint chevalerie a Rome
Et de la clergie la some
QJi or est en France venu
Dex doint qu'elle i soit maintenu
{baskı: Michal, mısra: 28-34)
(37) IX. yy.'dan sonra, papaz olmayacak çocukların okutulması istendi.
Sözg4limi, Abelard'ın babası, oğlunu kendi gıbi asker yeti§tirmek
istediği halde, onu okutmu§tur. Oysa, daha önceleri, papaz olmaya­
cak çocuklar okutulmazdı. Öğrenci sayısı artınca, bazı manastır ve
piskoposluk okullarında din adamı olacaklarla olmayacaklar ayn sı­
nıflara, hatta ayn binalara yerle§tirildi. Bk. L. Fevbre, H. Martin,
1958, s. 9.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 53

Bu dönemde, üniversitelere bağlı ve profesörlerin de­


netiminde bir kitap endüstrisinin doğduğunu görürüz. Kilise
dışında kurulan atölyelerde, her ne kadar papaz ya da pa­
paz adayları (clercs) çalışırsa da, yöne�im laiklerin elindey­
di. Libraires stationnaires (durağan kitapçılar) denilen bu
kimselere, kitap yapll)a ve satma yetkisi, dürüstlüklerine ina­
nıldıktan sonra, bir imtiyaz olarak verilir, görevlerinin öne­
minden dolayı da bazı vergileri ödemekten af edilirlerdi.
Atölyelerde çoğaltılan kitapları belli dükkanlarda sa­
tan bu kurumun esas amacı, aydınlara ucuz kitap sağlamak­
tı. Gerçekten de, o tarihlerde, küçük formalı, taşınması ko­
lay kitap yapımı gelişmiştir. Ama, gösterilen bütün çabalara
karşın, kitap sayısı, yine de, ihtiyacı karşılayamadığından
bir nüshanın birkaç defa satışa çıkarıldığına sık sık rastlanır­
dı. Kitapçının dürüstlüğüne önem verilmesinin nedeni de za­
ten buydu: fahiş fiyat istemek, gereksiz darlık yaratmak gibi
sakıncaları, satıcının iyi ahlaklı olması, önler deniyordu.<38>
Yeni yapımın en ilginç özelliği ise, satışa çıkarılacak
kitapların, daha önce, sıkı bir denetimden geçirilmesi ve ha­
talı bulunan nüshaların yok edilmesiydi.(39)
(38) lbid.
(39) Yalruz programdaki yazarların eserleri değil, profesörlerin verdikle­
ri dersler de kitap halinde yayımlanırdı. Profesörler kiliseye az çok
bağlı olmakla beraber hepsi papaz ya da keşiş değildi. İçlerinde la­
ik olanlar da vardı. Kazançlarını öğretimden sağlarlardı. Okullar­
dan üniversiteye geçişin tarihi iyi aydınlatılmamıştır. Belli bir ulus
ya da bölgeden gelen öğrenci ve öğretmenlerin beraber bulunduk­
ları Kolej'ler birleşerek üniversite (evren) adını almıştır. Bilim dili­
nin bütün Avrupa'da Latince olması, öğrencilerin kolayca yer de­
ğiştirmelerini ve gittikleri yerlerde dersleri rahatlıkla izleyebilmele­
rini sağlıyordu. Okuldan üniversiteye geçişin nasıl olduğuna bura­
da deyiruniyeceğiz. Ancak, bütün loncalarınki gibi üniversitenin
oluşumu da XIII. yy.'da gerçekleşmiştir. Üniversiteler birer lonca
haline gelince, önceleri bağlı oldukları piskoposluklardan (okul
iken) da, Kralların yönetiminden de koparak özerk birer kurum ha­
line geldiler. Eskiden ders verme iznini (licentia ubique docenti -

her yerde ders verme yetkisi) piskopos ya da okulların yönetimiyle


54

Bilgiye hizmetle görevli sayılan kitapçılar, ellerindeki


metinleri (exemplar) satın alacak güçte olmıyanlara, her is­
teyene, kopye etmek üzere ödünç verirlerdi. İşini bitiren
metni geri getirir, metin böylece elden ele dolaşırdı. Daha
çok kimsenin, daha az zamanda metinden yararlanmaları
için de, eser defterlere yazılır, bölüm bölüm ödünç alınırdı.
Hattatları ve minyatürcüleriyle ün yapmış manastır sc- ·

riptorium '!arının aynı dönemlerde çalışmayı sürdürdüklerini


belirtmemiz yerinde olur. Onlara, özellikle, zamanın ileri ge­
lenleri istedikleri eserleri ısmarlamakta devam etmişler ve
bu sanatçılar değerli nüshaların yapımında önemlerini koru­
muşlardır. Bununla beraber, laik atölyelerin başlıca amacı
ucuz kitap sağlamaksa da, gerekince çok kıymetli nüshalar
yaptıklarını, yazı, tezhip, minyatür bakımından manastır
atölyelerinden geri kalmadıklarını, bize kadar gelen nüsha­
lardan anlıyoruz.
Laik atölyelerde hazırlanan kitaplarda, genellikle, bö­
lüm başları (ilk harf-lettrine) ve minyatür yerleri boş bırakı­
lır. Satın alan isterse bu yerleri minyatürcülere doldurtur, is­
terse olduğu gibi bırakır; böylece, kitap kendisine daha ucu-
görevlendirilen scolasticus (fr. ecolfüre) verirdi. Bu yetkiyi, XIII.
yy.'da üniversiteler elde etti. Kralların ve piskoposluğun baskısın­
dan kurtulmak isteyen üniversiteler, önceleri papalardan yardım
gördüler. Onlara ilk yetkiyi Papa III. Celestinus (1194) tanıdı. III.
Innocentius ve IX. Gregorius ise bu üniversitelerin özerkliklerini
sağladılar. Bu tarihte üniversitelerin yapısını tanımak için Paris
Üniversitesini örnek alalım. Bu üniversite dört fakülteye bölünmüş­
tü: Sanat ya da edebiyat, Hukuk (dinsel hukuk), Tıp, İlahiyat, hu­
kuk fakültelerinde kürsü profesörlerinin (regent) başında bir dekan
(doyen) bulunurdu. En kalabalık, dolayısıyle en önemli olan Edebi­
yat fakültesi dört kolejden oluşurdu: Fransız, Normandiya, Picar­
die ve İngiliz kolejleri. Her kolejin başında profesörlerin seçtiği bir
procureur bulunurdu. Bu dört procureur, Edebiyat fakültesinin ba­
şı Rektöre, yönetim işlerinde yardım ederlerdi. Öğrencilerin üniver­
siteye kaç yaşında başladıkları, öğretiminin kaç yıl sürdüğü kesin
olarak bilinmemektedir. Edebiyat fakültesinde, 14-20 yaş arasında
okunulduğu sanılır.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 55

za mal olurdu. İlahiyat, felsefe, edebiyat yapıtlarına karşılık


hukuk kitapları hem büyük formada, hem tezhipli (yaldız ve
boya ile bezenmiş) olarak satışa çıkardı (alıcıları daha var­
lıklı olduklarından). Kitapların çoğalmasını kolaylaştırmak
ve fiyatlarını ucuzlatmak isteyen müstensihlerin bu atölye­
lerde kısaltmalara daha sık başvuracakları doğaldı. Öte yan­
dan, XII. yy.'dan önce, hazırlanan nüshalarda, eserin başlığı
ve yazarın adı rastgele bir yere, sahifenin kenarına ya da
eserin sonuna yazılırdı. Ancak, o yüzyılın başlarında kitabın
tanıtılması belli bir düzene sokulmuş, belli bir sisteme uyul­
mağa başlanmıştır: yazarın ve kitabın adını ilk sahifeye, dizi­
ni ise sona yerleştirme usulü böylece yaygınlaşmıştır.

En güzel yazmaların (özellikle din kitaplarının) eski­


den beri Krallara, ünlü kişilere armağan edildiği ya da onlar
tarafından ısmarlandığı doğruysa da, kitaba gerçekten ilgi
duyan prenslerin sayısı pek azdı. Eski çağlarda çok kitaba
'
sahip olduğu için övülen Charlemagne'dan sonra torunu
Kel Charles (Charles le Chauve) ilk kitap sever prens diye
anılır. Ama., XII. yy'dan sonra zamanın büyükleri kitaba ve
sanata daha çok değer vermeğe başlamışlardı. Hele,
XIV-XV. yy'lardan sonra, din kitaplarının yanısıra, edebi­
yat, felsefe ve öteki konular üstüne yazılmış eserler de istek­
le karşılanmış ve bu tür kitaplara manastır ve piskoposluk­
lar dışında, prenslerin, soyluların, bilginlerin özel kitaplıkla­
rında da yer verilmiştir. XIV-XV. yy'da yaşayan prenslerin
çoğu sanat eserlerine ilgi duyan koleksiyonculardı. Sözgeli­
mi, Fransa kralı V. Charles ( 1364-1380 arasında hüküm sür­
müştür) sarayına filologları, ressamları toplamaktan zevk
duyardı. Kralın kardeşi, Berry ve Poitou dükü Jean
(1340- 1416) Mehun-sur-Yevre'de 1386 tarihinde yaptırdığı
muhteşem şatoda topladığı zengin koleksiyonlarıyla ün yap­
mıştır. Burgonya dükleri, Provans kontu, Kral Rene
(1409- 1480), Milano'da Visconti'ler ve Sforza'lar, Floran­
sa'da Medici'ler sanat severlikleriyle tanınırlardı. Kral Re-
56

ne (Anjou kralı) Türkçe ve Arapça 24 y�aya sahipti. Oda­


sında hıristiyan ve müslüman toplumlar.uııd a kullanılan alfa­
belerdeki .harfleri gösteren büyük bir ta\tlonun asılı olduğu
söylenir.<40> Napoli Kralı Aragon'lu Alfonso bir Titus-Livius
yazmasına karşılık FloransaWarla savaşmaktan vazgeçmiş­
tir. Papa il. Pius, Aeneas Piccolomini ·adıyle ün yapmış bir
hümanistti.

R-'t-4. Kitaplık.

Eskiden kitaplar sandıklarda, dölııplarda saklanırdı.


Kitaplık adı verilen yer oldukça dar bit �depoydu. XIII. yy'
ti
dan sonra, kitaplıklar eserlerin sergilend ve aydınların ça­
lışabilecekleri salonlar biçiminde düzeıılenmeğe başladı.
XIV. yy. ve XV. yy. lar'da yeni bir usul y�ygınlaştı. Öğrenci­
lerin ya da ilgililerin evlerine götüremi�ekleri kitapları sa­
londa okuyabilmeleri ve not alabilmeledjçin kitaplıklara sı­
ralar kondu. Her sıraya, bir ucu, eseriA cilt kapağına, bir
ucu da masaya geçmiş zincirletle tutturtiflln birkaç eser yer­
leştirilirdi. Okuyucular ilgilendikleri kit�\tın önüne oturarak
onu incelerlerdi. Bu çalışma yöntemi mqariyi de etkilemiş­
tir. Kitaplık olarak kullanılacak salortlatda ışık veren büyük
pencerelerin açılmasına önem veriliyor, . kitaplar duvarlara
dayalı dolaplarda saklanmadıklarından, qhvarlar bilgi ve öğ­
retimi canlandıran tablolarla süsleniyoı'dU. Aynı konulu re­
simler pencere vitraylarına da işleniyordu: en başta, yedi öz­
gür bilimin, hukuk, tıp, ilahiyatın temsfüedildiği resim ve vit­
raylardı bunlar.
En ünlü kitaplıklar arasında, Papa ·vıı. Clemens'in (a­
sıl adı Giulio de Medid) kurduğu ve Aziz Laurentius'un adı­
na izafeten Laurentius denilen kitaplık ayılır (Michelange­
lo bu kitaplığın yapımı ve süslenmesiyle görevlendirilmişti);
(40) Bk. Svend Dahl, Histoire du Livre de l'Antiquite a nos jours
(Langages, sayı, 12, s. 120).
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 57

bu kitaplık 1571'de halka açıldı. Kitapların rahlelere değil


de duvara dayalı, raf raf dolaplarda sergilenmesi usulünün
ilk kez, XVI. yy. başında El Escorial kitaplığında uygulandı­
ğı sanılır (bina 1585 de bitmiştir; mimarı Juan de Herrere' -
dir). Roma'da Sixtus-Quintus ve Vatikan kitaplıkları 1587
ile-- 1589 yıllarında Fontana tarafından yapılmıştır. Halka
açık kitaplıkların sayısı XVll. yy.'da artmıştır (Fransa, İngil­
tere ve İtalya'da). Kurucuları, genellikle, varlıklarını bilim
ve kültürü yaymak yolunda kullamµak isteyen kimselerdi:
Kardinal Mazarin, Fransa'da Mazarine; sir Thomas Bodley,
Oxford'da Bodley; Federico Borromeo, Milano'da Ambrosi­
us kitaplıklarının kurucularıdır.

B-3-5. Çeviri ve Eleştiri.

Ortaçağ'da bazı antik ve kutsal metinlerin halk dilleri­


ne çevrilmesi denenmişse de bu işte titizlik gösterilmemiş
ve çeviri bir tür iktibas halini almıştı. Çevirilerin altın döne­
mi Hümanizm ile başlar.
Yukarda, Hümanistlerin, klasik Latinceye duydukları
aşırı hayranlığın şaşırtıcı bir sonuca vardığını, oluşumunu tü­
ketmiş bir dilde yaratıcılığa erişemiyeceklerini sezen sanatçı­
ların, ana dillerini değerlendirmeğe yöneldiklerini gördük.
Gerçekte, konu daha da karmaşıktır: çünkü, bu dönemde
ana dile duyulan ilgi genel bir tutum halini alır ve bu tutum
yalnız edebiyatta ortaya çıkmaz. Nitekim, aydınlar düşünce
hayatının her alanında (din, tıp, hukuk, doğa bilimleri, v.b.)
halk dilinin kullanılmasını öngörmüşler ve böyle davranıldı­
ğında hem bilginlerin emek ve zamandan kazanacaklarını
hem de daha geniş bir kitlenin değerli eserleri okuyabilece­
ğini, heyecanla savunmuşlardır. Ulusal diller, bu dönemde,
artık Latince karşısındaki silik durumlarından kurtulup, kül­
tür dili düzeyine erişme çabasına girişmişlerdir.
58

Dil konusunda ortaya çıkıp gitgide köklenen bu kanı­


nın nedenleri çeşitlidir. Hümanizm akımında temel ilkenin,
ikinci el bilgilerle, özetlerle yetinmeyip kaynak sayılan eser­
leri okumak olduğunu biliyoruz. Ünlü metinleri yakından ta­
nımayı, adeta onlarla yaşamayı, hem bilgi, hem erdem yo­
lunda ilerlemenin en sağlam çaresi sayan, (41) manastıra ka­
panıp, kendini temaşaya vermeyi, dindar bir insan için yeter­
siz bulduklarından yeren, aydının ailesine, ortamına yararlı
olmasını, genellikle bir borç bilen Hümanistlerin bu kadar
değer verdikleri metinleri yalnız birkaç kişinin okuyabilmesi­
ni hoş görmemeleri doğaldı. Her okur yazarın Klasik dilleri
öğreneceği düşünülemezdi. Yapılacak tek iş, metinleri, gitgi­
de daha geniş bir topluluğa açmak amaciyle, ana dillere çe­
virmekti. Çeviri, az kimsenin bildiği Yunancadan Latince­
ye,(42) Yunanca ve Latinceden de halk dillerine(43l metinleri
aktararak; basamak basamak zorluğu yenmeğe çalışmıştı.

(41) Leonardo Bruni (1370-1444) antik yazarları yakından tanımanın ya­


rarlarını şöyle tanımlar: Eski metinleri incelemek insanı yetkinliğe
götürür ve bundan daha hayır/J bir iş yoktur. " (Bk. Vedrine, Les Phi­
losophes de la Renaissance, P.U.F., 1971, s. 24).
(42) Papa V. Nicolaus Yunancadan Latinceye çeviri yapılmasını destek­
lemiştir.
(43) Claude de Seyssel'in Thukydides (1527) çevirisi; Amyot'nun Plu­
tarkhos, Blaise de Vegenere'nin Caesar (1582); Guy Le Fevre de
la Boderie'nin Cicero'dan yaptığı felsefe çevirileri (1581). Diodo­
rus, lustinus, Seneca, Appianos, Ksenophon, Sophokles'in eserleriy­
le İlyada da Fransızca'ya çevrilmiştir. Etienne Dolet, çeviri nasıl ya­
pılmalıdır hakkında yazdığı küçük bir kitapta (1540) beş kural öne­
rir: 1- Metnin anlamını ve ruhunu tam kavramak. 2 - İki dili de
çok iyi bilmek. 3 - Kelimesi kelimesine çeviri yapmaktan kaçın­
mak. 4 - Zorunlu durumlar bir yana, genellikle az kullanılan keli­
melerden, Latinceye özgü söz düzeninden (latinizm) kaçınıp gün­
lük dilde kalmağa çalışmak; ·5 Üslubun ahengine bağlı kalmak.
-

XVII. yy.'da keşiş Gedoyn "çeviri, /atin ya da yananlı bir yazamı


eserini halk dilinde söylemektir" diyordu.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 59

Bilginlerin; bu işte içtenliklerinden şüphe edile­


mez. (44) Ulusal duygular, ana dilini zenginleştirmek, kültür
alanında milletçe öne geçmek istekleri de çevirilerin yapıl­
masını destekliyordu. Bununla beraber, eski metinleri oku­
ma fırsatının herkese verilmesinde en büyük etken, yine de
matbaa olmuştur. Matbaa bulunduktan sonra, gelişmesinin,
çoğalmasının, okuyucu sayısının artmasına bağlı olduğu orta­
dadır. Yunanca ya da Latince kitapların satışı sınırlı oldu­
ğundan, yayımevlerinin, daha geniş bir okuyucu kitlesine
seslenecek nitelikte eserleri piyasaya sürmek istemeleri do­
ğal karşılanmalıdır. O sıralarda, bilginler arasında sözü çok
edilen, öte yandan Prenslerin de beğendikleri, övdükleri
eserleri halk dillerine çevirmek kazançlı bir iş oluyordu. Bu
nedenle, bazı yayımevlerinin çeviri büroları haline geldikleri­
ni görürüz (Paris'te Jean de Tournes yayımevi).
XVI. yy.'da yapılan çevirilerin bazıları hala değerleri­
ni kaybetmemişlerdir: Amyot'nun Plutarkhos çevirisi gibi.
Kutsal metinleri, herkesin kendi ana dilinde okuması
gerektiğini savunanların başında Rotterdam'lı Erasmus'u
buluruz. Hümanis�lerin, laik metinler konusundaki fikirleri­
ne yakın bir görüşte olan dindar aydınların çoğu, bilim ve
edebiyatta olduğu gibi, dinde de kaynaklara dönülmesini,
kutsal metinleri herkesin kendi ana dilinde okuyarak anlama­
ğa çalışmasını savunuyorlardı. Bu akımın gerçekleştirdiği ya­
pıtlardan örnekler verelim: Briçonnet'nin Tevrat'ı, Lefevre
d'Etaples'ın İnciller'i ( 1525) Fransızcaya çevirisi, Luther'in
Tevrat'ı Almancaya çevirisi. Calvin, Institutio religi.onis
christiane adlı eserini önce latince yazmış, ama beş yıl sonra
Fransızcaya çevirmiştir.
(44) Seyssel yazdığı bir önsözde, Latince bilmeyenlerin de kutsal metin­
lerde, felsefe, tıp, tarih kitaplarında bulunan yararlı ve değerli şey­
leri bilmelerini ve Fransızca bir licteraıııre'a sahip olmalarını diler.
Licteratııre sözü ilk defa kullanılmıştır. Ortaçağ "lettreüre" derdi.
Bk. F. Brunot, Histoire de la langııe française, c. 11. A. Colin.
.
60

Oysa, eskiden beri Hıristiyan Kilisesindeki güçlü hir


gelenek, kutsal metinlerin herkes tarafından okunmasını, sa­
pık görüşlere yol açar korkusiyle, sakıncalı bulurdu. Kilise
içinde reform istekleri güçlenip, sonunda, Protestanlığın or­
taya çıkmasına, böylece Kilisenin parçalanmasına yol açma­
sı, Roma'ya bağlı Katolik çevreleri kutsal metinlerin çevril­
mesine gitgide artan bir tepki göstermeğe iteledi.
Ulusal dillerin bilimde kullanılmasına ise, bir süre
Üniversite karşı çıkmıştır. Latince bilmeyen hekim olamaz,
hastaları iyileştiremez diye yargılarda bulunmuştur.<45> Bü­
tün baskılara karşın, yine de bilginler, değişik konularda,
ana dillerini kullanmakta direnmişler ve Üniversite de bu
akımın önüne geçememiştir.
Ulusal dillerin, yazın ve bilimde kullanılmasını, Kilise
ve Üniversite'ye karşı, bu dönemde, devlet savunmuştur. 1.
François, bir yandan devlet dairelerinde, her türlü yazışma­
nın Fransızca yapılmasını kararlaştırırken öte yandan ilk la­
ik üniversiteyi kuv{ıyordu. Latincenin tek başına yazı dili ol­
masına karşı koyan ilk aydın olarak Toulouse'lu hukukçu
Jean Bedin gösterilir. Aynı dönemde Fransızca kompozis­
yon ve gramer dersleri de okul programlarına konmağa baş­
lanmıştır all)a, bu işte gerçek amaç, Fransızca öğretmekten
çok Latincedeki biçimlerin anlam ve değerini öğrencilere
daha kolay anlatabilmektir.<46) ,
Öte yandan ister kutsal 'ister laik olsun; metinlerin bi­
limsel olarak incelenmesi, kısaca, filolojik eleştiri, Hüma­
nistlerle başlar. Klasik latincede bulunmayan söz ".e biçimle­
ri üsluplarından atmak isteyen hümanistler, metinleri bu açı­
dan taramışlar, belli dönemlerin kelime hazinesini, sözdizi­
mi düzenlerini saptamışlar, eşanlamlı deyim ve kelimeleri

(45) lbid.
(46) Latince bilmeyen ama kendi kendini yetiştirmiş bir adama (fr. au­
todidacte), Paris Üniversitesi "Latince bilmeyen tedavi edemez" di­
yerek, usullerini dinlemeyi. reddetmiştir. Bk. F. Brunot, ibid.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ----'--- 61

toplamışlar, sözcüklerin anlamlarını aydınlatacak ibareleri


karşılaştırıp dilden dile sözlükler hazırlamışlardır. Yalnızca
dille ilgilenmeyip, yardımcı disiplinlere de önem vererek pa­
raları incelemişler, arkeoloji alanında gözlemlerde bulun­
muşlardır. (47) Bütün bu bilgilerin ışığında, eldeki metinleri
eleştirerek yazarın kaleminden çıkan metne sonradan nele­
rin eklendiğini araştırmışlardır. Filolojik eleştiri, kutsal ki­
taplardan düzmece parçaları, tarih kitaplarında gerçek olay­
lara karışan menkıbeleri, hukuk kitaplarında temel metne
eklenen şerhleri ayırmak amacıyle girişilen çalışmalarla baş­
lar. Ortaçağ'da bir metin kopya edilirken, bu metne başkala­
rının öne sürdüğü görüşler, açıklamalar (glose) katılır, temel
metin ile açıklamaları birbirinden ayıracak bir işaret kullan­
mamakta sakınca görülmezdi. Hümanistler eklenen parçala­
rı, filolojik ölçütlere dayanarak atıp arı metni saptamağa ça­
lışmışlardır. Lorenzo Yalla (1406-1457) bu işi Inciller üze­
rinde yapmıştır. Ayrıca, Constantinus'un Roma'nın bir kıs­
mını Kilise'ye bağışladığını kanıtlayan belgenin uydurma ol­
duğunu göstermiştir. Guillaume Bude, Pandekt denilen hu­
kuk külliyatınıAnnotations aux Pandectes (Dava Kararname­
leri Üstün� Açıklamalar) [1508] adlı eserinde bu açıdan
eleştirmiştir.

B-4. XIX. YÜZ1'1L.

Filolojinin ve hatta dilbiliminin en olumlu dönemi


XIX. yy. ile başlar, diyebiliriz. Bir bakıma bu iki disiplinin
gelişme nedenleri ayrıdır, ama; her ikisi de aynı yöntemle
, çalıştıklarından ve her ikisi de tarihsel görüşle konularını in•
celedik:lerinden bu dönemin başlangıcında bu iki disiplini
birbirinden ayırmak güçtür.
(47) Baif, giysiler, vazolar ve eski gemiler üstüne üç kitap yazmıştır: De
re vestiaria (1526); De vascu/is (1531), De re nava/e (1536).

Charles Etienne: De re hortensi (1536).


62

XIX. yy. dilbilimine yenilik getirmeyip eski bir gelene­


ği, özellikle Port-Royal öğreticilerinin tutumunu sürdürmüş­
tür. Bilimin hedefi, ona göre arşetip sayılacak, genel bir gra­
meri gerçekleştirmekti. Ortaçağ'da Skolastikler'in de böyle
bir amaç güttüklerini söylemiştik. Her ne kadar, XVII.
yy.'da Vaugelas ve birkaç dilci çığır açabilecek yeni bir yön­
temle belli bir dilin, örneğin, Fransızca'nın tanımlanmasını,
zamanlarındaki kullanımı ele alarak yapmak istemişlerse
de, düşünceleri, Port-Royal'in etkisiyle yenilgiye uğramıştı.
XIX. yy.'a kadar dilcilerin büyük çoğunluğu kuralları mantı­
ğa dayanarak açıklayan ve dile yeni bir "yön vermeyi öngö­
ren mantıksal gramer anlayışını benimsemeyi sürdürdüler.
Dilin kökeni sorunu üzerinde ısrarla durdular. Oysa, XIX.
yy.'ın başında, dilbiliminde yeni bir dönem başlayacak ve be­
timleyici yöntem ön plana geçecektir.

Dilbiliminin yön değiştirmesinde etken olan başlıca


olayları kısaca hatırlatalım: Hindistan'da görevli bulunan
William Jones adlı bir ingiliz yargıcı, 1786'da Kalküta bilim
akademisinde okuduğu bildiride Sanskritçe ile Yunanca ve
Latince arasında benzerlikler bulunduğunu göstermiş ve bu
dillerin birbirine kök olmadığını, tersine üçünün de ortak
bir kökten, başka bir dilden geldiklerini savunmuştu. Bunun­
la beraber, Klasik dillerle Sanskritçenin yakınlığına ilk kez
değinen Jones değildir. Daha XVI. yy.'da İtalyan Sassetti
( 1583-1588 arasında Goa'da bulunmuştu) ve bir fransız pa­
pazı Coeurdoux ( 1767) aynı gözlemi yapmışlardı. Ne var ki,
onların sözleri yankı uyandırmamış, İngiliz yargıcınınkiler
ise ilgiyle karşılanıp çok daha derin araştırmalara yol açmış­
tı. işte, bu çalışmalarla karşılaştırmalı dilbilimi ortaya çık­
mıştır. Dillerin akraba olup olmadıklarını arama, aralarında
bir yakınlık varsa akrabalık derecesini belirtme, dilbilimine
tarih boyutunu getirdi. Böylece de, tarihsel gramer doğdu.
Çalışmalarında bir dilin iki dönemini karşılaştırmak zorun-
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 63

da kaldıkları halde İskenderiyeliler de, Rönesans dönemi


hümanistleri de dilde görülen değişmelerin bir kurala uydu­
ğunu, gelişigüzel olmadıklarını sezememişlerdi. Kelimelerin
insanlar ve bütün canlılar gibi bir süre yaşayıp sonradan unu­
tulduklannı Pisonlar'a Mektup adlı eserinde söyleyen Horati­
us konunun bilimsel yöntemlerle incelenebileceğini düşün­
memiştir. Sonuç olarak, tarihsel görüş, dilbilimine XIX.
yy.'da uygulanmıştır.
Öte yandan, · sözünü ettiğimiz dönemde, Avrupa'da
Romantizm akımı yaygındı. Bilindiği gibi, yılların birikimi
sonucu doğan Romantizm çeşitli kaynaklardan beslenmiş­
tir. Taşıdığı karşıtlıkları çağdaşları bile abartarak belirtmiş­
lerdir. Ancak, konumuzun dışında kaldığı için biz burada
Romantizm'in ne tanımını ne de tarihçesini vereceğiz. Ama­
cımız, yalnızca bir yönü üstünde durmaktır: hüzün verici gö­
rüntülere, harabelere, uzak ülkeler ve eski dönemlerin ya­
şantısına, özellikle, Klasiklerin, yani XVII. ve XVIII. yy.'ın
sanattan yoksun bulup küçümsediği Ortaçağ'a duyduğu ilgi
üzerinde.
Ortaçağ edebiyatının ciddiyetle ele alınıp incelenmesi
ilk önce Almanya'da başlamıştır. Bu olayın nedeni ise siya­
saldır. Fransız devriminden sonra, her ulusun kendi kaderi­
ni tayin etme ve özgür yaşama hakkına sahip olduğu düşün­
cesi yaygınlaşmıştı. Bu düşünceleri Almanya'ya tanıtanların
başında Napolyon ordularındaki askerler gelir. Almanya'da
milliyetçilik, düşman istila�ı altında, düşmanın aracılığıyle
güçleniyordu. Öte yandan, Almanya henüz birlik kurama­
mış, birbirlerini çekemeyen devletlere bölünmüştü. Bu dev­
letlerin anlaşıp birleşmesi zor, hiç olmazsa uzak bir olanak
gibi görünüyordu. Oysa, aydınların özledikleri birliğe, bir al­
man ulusunun varlığına, ortak dil ve kültürden başka bir ta­
ban gösterilemiyordu. Edebiyata gelince, ne fransız zevki­
nin etkisinde gelişen, ne Antikite'nin estetik yargılarını sür-
64

düren eserler davaya yararlı olabilirdi. Alman ulusu özünü,


özelliğini, folklorunda (Grimm halk masallarını toplayıp yaz­
mıştır) tam bir hiçten başlama, bir tabula rasa'dan hareket
saydığı Ortaçağ edebiyatında arıyordu. Günümüzde, Orta­
çağ eserlerinin antik kültüre tam yabancı, belli bir toplumun
ve yalnız o toplumun malı olduğu görüşü yıpranmıştır.
Ama, XIX. yy. bu inanca bağlıydı. Bu yüzden de Ortaçağ
eserlerinin yer aldığı elyazmalarını heyecanla arayıp ilk ince­
leyenler Almanlar olmuştur. Filolojinin bu döneminde Al­
man milliyetçiliği ağır basmış ve çalışmaların önemsenmesi­
ni sağlamıştır.
Ne var ki, Ortaçağ eserlerini bulmakla sorun çözüm­
lenmiyordu. Bunları okuyup anlamak gerekiyordu. Ortaçağ
eserleri yeni dilbilimi yönteminin uygulanmasına en elveriş­
li bir alandı. Böylece, filoloji ve dilbilimi araştırmaları birlik­
te yürütüldü. Metinlerin açıklanması için tarihsel gramerin
ilerlemesi, birçok gözlemin yapılması, gereçlerin toplanması
zorunluydu. Bu dönemde, filologlarla dilciler, çoğu zaman
birbirlerinden ayrılmazlar. Aynı bilginler eski metinleri hem
dil hem edebiyat açısından incelerlerdi. Tarihsel dilbilimi dı­
şında, bilimsel çalışma olanağını yadsıyan XIX. yy. araştır­
ma yöntemlerini gitgide daha büyük bir titizlikle eleştirip ke­
sinleştirdi ve günümüzde bile başvurduğumuz yapıtlar oluş­
turdu: birçok metnin eleştirili basımı, kökenleri ya da anlam­
lan açıklayan sözcükler, tarihsel gramerler, v.b.
Alman Ortaçağ edebiyatı üzerine eğilme çok geçme­
den başka Avrupa dillerinde yazılmış eserlerin incelenmesi­
ne yol açmıştır. Ayrıca, hemen belirtelim ki bu tür çalışma­
lar, önce Alman üniversitelerinde ele alınmıştır; içlerinde
en çabuk ve en kesin gelişen disiplin ise Roman filolojisi ol­
muştur. Bu olayı, Roman dillerinin özel durumuyla açıklaya­
biliriz. Bu diller ortak bir kaynaktan, yazılı, zengin bir edebi­
yata sahip, ve yaşadığı sürece, çeşitli yönleriyle tanınan bir
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 65

dilden, Latinceden geliyordu. Ana Cermen dili, ancak çağ­


daş Cermen dillerinin karşılaştırılmasiyle varılan bir varsa­
yımken Latincenin biçimleri, zamanda oluşumu, yer yer de­
ğişmesi, bu değişmedeki etkenler, belgelerle saptanmıştı.
Dolayısıyle Roman dillerinin tarihsel gramerini yazmak çok
daha kolaydı. Kelimelerin, halk dilindeki biçimleri üzerine
ileri sürülen varsayımları, sonradan bulunan metinler bir­
çok kez doğrulamıştı. Halk Latincesini yansıtan metinler
Roman dillerinin ne yönde geliştiğini ve neden böyle gelişti­
ğini aydınlatmaktaydı.
Roman dillerinden çoğunun (Fransızca, Provence di­
li, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Rumence) zengin bir
edebiyata taşıt olmaları ve aralarındaki sürekli ilişki, karşı­
laştırmalı edebiyat incelemelerine ilginç bir temel hazırlıyor­
du.
C - Filolojinin çeşitli alanları

A-1 FİLOLOJİNİN BATl'DA DOGUSU.

Filoloji alanına giren çalışmaların çeşitli olduğunu "da­


ha başlangıçta belirtmiştik. Her türlü metin, filolojik bir in­
celemeyi gerektirebilir. Demek ki, değişik yönleri olan bu bi­
limin uygulandığı konular da çeşitlidir. Modern anlamda fi­
loloji, edebiyattan önce tarih, hukuk ve ilahiyat alanlarına
uygulanmıştı. Her belge gerekirse filoloji yöntemleriyle eleş­
tirilir. Ama, her metni bütün filoloji yöntemleriyle taramak
zorunluğu yoktur. Eserin durumuna göre, onu\ aydınlatmak
üzere bazı işlemler yapılır. Metinleri gerektirdikleri incele­
melere göre sınıflara ayırabiliriz. Bu konuda, yani ,metiple­
rin öbeklere ayırımında, en önemli sınır olarak matbaayı
gösterebiliriz. Matbaanın bulunuşundan önce yayınlanmış
bir eserle yazarının denetiminde basılmış bir metnin gerek­
tirdiği incelemelerin aynı olmayacağı. ortadadır. Matbaa,
özel durumlar dışında önemli bir sorunu ortadan kaldırmış­
tır: metin kesindir.<48) Oysa elyazmalarının tanıttığı. metne

(48) Matbaanın bulunuşundan sonra yayımlanmış olmalarına rağmen


eleştirili basıma ihtiyaç gösteren eserlerden bazı örnekler verelim.
Ayrıca, şunu da belirtelim ki, söz konusu basım, metni saptamak
amacındadır, açıklamak değil.
Birinci örnek: Pascal'in Düşünceleridir. Pascal çok önem verdiği
bu eserini bitiremeden ölmüştür. Eser yazılmağa başlanmamış an­
cak birbirinden ayrı parçalar, düşünceler kaleme alınmıştı. Pas-
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 67

yanlışlar çok kolay sızabileceğinden, ona güvenme oranımız


azalır. Öte yandan, yazarının kim olduğu, nerede ve ne za­
man yaşadığı. bilinen bir yapıtla, sözgelimi bir antik edebiyat
kitabı ile, ne yazarı, ne ilk biçiminin tarihi kesin bilinmeyen
bir Ortaçağ destanının ortaya koyduğu sorular bir olamaz.
Matbaadan sonra yayımlanmış eserlerde, metni sapta­
mak gerekmediği gibi, metni okumak zorluğu da ortadan
kalkmıştır. Oysa, el yazısı, ne kadar düzgün ve belli bir tipte
olursa olsun, yine de metin zaman zaman okuma kararsızlı­
ğına yol açar. Basılmış metinde harflerin biçimi kesindir, el
yazısındakiler ise kesin değildir. Ama, bu saydıklarımızın dı­
şında da bir takım güçlüklerin bulunduğu bir gerçektir: bir
dilde uzun süreden beri kullanılan bazı kelimeler anlam de­
ğiştirdiklerinden yanlış yorumlara yol açabilirler; gramer ya­
pılarının, deyimlerin anlamı unutulmuştur; bazı sözleri anla­
mak için tarihsel açıklamalara gerek vardır, v.b. Dönemin
dili iyi bilinmeden metin aydınlatılamaz. Öte yandan, filolo­
jik güçlüklerin tek kaynağı dil sayılamaz. İçerik de açıklama­
lar gerektirir. İbarenin tam aydınlatılması için çeşitli bilgile­
rin toplanması gerekir.
Eleştiride her zaman metinden, metnin yapısından ha­
reket etmenin en sağlam yol olduğuna inansak bile, metnin
hangi ortamda, ne gibi etkilerle yazıldığını bilmekte de ya­
rar vardır. Edebiyat tarihinin, "erudition"un (derin bilgi)
önemini yadsımak söz konusu edilemez. Bazan, yazarın yayı­
ma verdiği metinle ilk denemelerinin karşılaştırılması ese-

cal'in tasarladığı . planı da kimse kesinlikle bilmiyordu. Bu durum­


da, eseri yayımlayanlar, kendi düşüncelerine göre, parçalan sırala­
mışlar ve farklı anlamlar taşıyan baskıların ortaya çıkmasına yol aç­
mışlardır.
İkinci örnek: Montaigne'in Denemeleridir. Bu eser her ne kadar
yazarın sağlığında birkaç kez, eklerle basılmışsa da, yazarın kendi
nüshalarına parçalar eklendiği, ölümünden sonra görülmüştür.
"Vulgata" baskısına bu eklerin katılıp katılmaması sorunu, ya da
hangilerinin katılması gerektiği filologlan düşündürmektedir.
68

rin taşıdığı anlamı, dayandığı sanat anlayışını daha kesin bir


biçimde açıklamaya yardımcı olur. Baskıya verilmemiş, el­
yazması halinde kalmış parçalar eleştiricinin çalışmasına
ışık tutabilir.
Öte yandan, filolojinin çeşitli dalları ayrı bilimler ola­
rak geliştiğinden bir bilgin'in bütün konularda uzman olma­
sı beklenemez. Günümüzde iş bölümü yapmak, başkalarının .
incelemelerinden yararlanmak ve belli konuları derinleştir­
mek zorunluğu vardır.
Şimdi, filolojik çalışmaların başlıcalarını gözden geçir­
meğe çalışalım.

C-1. PALEOGRAFİ.

Eski eserlerle uğraşan filoloğun karşılaşacağı ilk güç­


lük, daha önce de belirttiğimiz gibi, metnin saptanması ola­
bilir. Matbaadan önce yayımlanmış kitapları yazmaların ara­
cılığıyla tanırız. Yazmalar basılmış kitaplar gibi kolay okuna­
mazlar. Bu işte güçlüklerin bazıları, elyazmasının iyi korun­
mamış, yıpranmış ve yırtılmış olmasından gelir. Metnin
okunmasını güçleştiren bu tür özel durumlar bir yana, bura­
da, yazının genel sorunlarını, kısaca, gözden geçirelim.
El yazısı ne kadar yavaş ve özenjlerek çizilirse çizilsin
baskı gibi düzgün olamaz. Az ya da çok, müstensihin damga­
sını taşır; elden ele değişir. Baskı bir harfin hep aynı biçimi
göstermesine karşı, yazmalarda, türlü nedenlerden biçim ay­
rılıkları görülür. Her çağın kendine özgü yazış usulleri, kı­
saltma işaretleri vardır. Zamanla unutulan bu çizgelerin
(grafik) değerlerini ve yazı sistemlerinin tarihçesini bilmek
zorunludur.
Yazıların okunmasıyle iki bilim dalı ilgilenir: epigrafi
ve paleografi. Zamanın yıpratmasına daha kolay karşı koya­
cak güçte gereçlerin üzerine kazılan ibarelerin okunması
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 69

epigrafinin konusudur. Her ne kadar bu bilimin önde gelen


amacı metni anlamaksa da, işin koşullarından ötürü yazı
özelliklerini incelemekle de yükümlüdür. Taş, bronz gibi
sert zemin üzerine kazılan harfler, belli bir çizgenin biçimle­
rini, özelliklerini görünür biçimde açıkladığından epigrafi
bir dereceye kadar paleografi ile işbirliği yapar. Paleografi
dayanıksız, yani görece, çabuk çürüyen ve "sübjektif' deni­
len gereçlere çizilen yazıları inceler.(49)
Belli ve önemli olayların unutulmamasını sağlamak
üzere dikilen kitabelerin gereçlerinden farklı olarak, metin­
lerin çabuk ve kolay saptanmasını sağlayan bu "sübjektif' de­
nilen gereçler çeşitlidir: ağaç kabukları, tahta levhalar;<50> ka­
lın deri, yaprak (özellikle yağlanmış hurma yaprakları), ipek
kumaşlar, testi parçaları (Yunanistan, Byblos), deve kemik­
leri (Araplar'da), deniz hayvanlarının kabukları ve en son
papirüs, parşömen ve kdğıt. Son saydığımız üç gereç edebi­
yat ve insan bilimlerini ilgilendiren metinlerin korunmasın­
da en önemli yeri tutar.

C-1-l. Paleografinin Yönleri.

Paleografi, yani eski yazıları okuma bilimi, gerçekte,


birkaç yönlüdür: baş amacı, kuşkusuz, eski yazıların okuna­
bilmesini sağlamaktır. Çoğu kez, yazının yansıttığı dil bilin­
mediğinden (Mısır hiyeroglifleri, çivi yazısı) yazıyı çözme işi
pek zor olmuştur. Daha henüz çözülemeyen yazılar ve harf­
leri bilindiği halde sistemi çözülemeyen diller vardır (Et­
rüsk dili). Yazıları çözüp okumak, bir bakıma, dilbiliminin

(49) Üzerine yazı yazılan gereçlere Fransızca'da "matiere subjective" de-


nir.
(50) Keşfi yapan bilginin adından dolayı A/berlini tabletleri denilen tah­
ta tabletler.
70

bir kolu sayılabilir. Paleografi, ideogramatik(Sı), yani anlam­


lan resimlerle belirten yazılardan, kelimeleri, daha sonra he­
celeri belli simgelerle gösteren ve nihayet hecelerdeki sesle­
ri ayırmayı başararak harf kavramına dayanan sistemlere
nasıl varıldığını anlatır. Oysa, cümleyi kelimelere, kelimele­
ri seslere ayırmak dilbilimi tarihinin de en önemli buluşları
değil midir? Bir dilin ses sistemi, sayısı sınırlı (yaklaşık ola­
rak otuz; elliyi aşan dil pek azdır) birimden kurulu olduğu­
na göre, seslerin harflerle gösterilmesi hem yazanın, hem
okuyanın işini kolaylaştırmış, bilginin gelişmesine en büyük
olanağı sağlamıştır. Tarih kaynakları, alfabeyi Fenikelilerin
bulduğunu söyler. Fenikeliler, bu buluşu, başkalarından öğ­
renmiş olsalar bile, insanlığa sağladıkları yarar, yine de kü­
çümsenemez. Çünkü, kesindir ki, öteki uluslara alfabeyi on­
lar tanıtmışlardır. Yunanlılar alfabeyi onlara borçlu oldukla­
rını bilirlerdi.<52) Bugün yaşıyan bütün alfabeler (yazı sistem­
leri değil) dolaylı ya da dolaysız olarak Fenike alfabesinden
esinlenmiştir. Hiç kuşkusuz, her dilin özelliği ağır basarak,
bu sisteme, harf sayısı bakımından, harflerin biçimi bakımın­
dan birçok yenilik getirmiştir.
Öyle ki, şimdi Latin harfleriyle Yunan, Arap, Arami,
v.d. harfleri arasında benzerlik bulmak güçtür. Ama, hepsi­
nin aynı kaynaktan geldiği de gerçektir. Bilginler, Yunanis­
tan'da, M.Ö. XI. yy.'dan, ya da X. yy.'dan beri yazının bilin­
diğini savunurlar. Önceleri her bölge kendine öz bir sistem
kullanırdı. Atina, M.Ö. IV. yy'da kendi alfabe sisteminden
vazgeçip, daha üstün bulduğu Milet alfabesini resmen kabul

(51) Claudel, Çin yazısının güzelliğinden söz ettiği denemesinde (Ecritures


ideogrammatiques) yazıda soyut kavramların somut imge işaretleriy­
le nasıl belirtildiklerini anlatır: güneş ile ay işaretlerinin yanyana
gelişi ışık anlamım taşır; su ile ateş işaretlerinin bileşimi felaket; ça­
tı ile kadın işareti çocuk; çocuk ile kadın sevimlilik; iki kadın işare­
ti kavga demektir.
(52) Herodotos harfler için "Phoinikeia grammata" der.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 71

etti. Bu harekete öteki Yunan toplulukları da yavaş yavaş


katıldılar. Böylece, Milet alfabesi ortak Yunan alfabesi nite­
liğini kazandı. İtalya' da da, çok eskiden beri, çeşitli yazı sis­
temlerinin kullanıldığı bilinir. İçlerinden biri, Batılı bir Yu­
nan toplumundan alınıp Etrüsklerin etkisiyle gelişen Latin
alfabesi, Roma'nın, Yarımada ve Akdeniz kıyılarında siya­
sal üstünlüğü elde etmesiyle, İmparatorluğun resmi yazısı ol­
du. Günümüze kadar, kesintisiz kullanıldığı gibi hala en yay­
gın alfabelerden biridir.
Arkaik dönemde yirmi bir harfi ölan bu alfabeye g
harfi sonradan katıldı. Latincede, i ile u hem vokal, hem
konsonant olarak kullanılırc;lı;<53> Cicero zamanında Yunan­
ca kelimeleri yazabilmek için, yürürlükte,olan sisteme y ile z
eklenmiştir.
Yunanca, arkaik dönemde, soldan sağa olduğu gibi
sağdan sola da yazılırdı; hatta bustrofedon °(fr. boustrophe­
don) denilen tarzda yani çift sürülür gibi, soldan sağa giden
satır bitince, yarım bir daire çizilerek ikinci satır sağdan so- .
la devam ederdi. (54)

C-1-2. Yazı Tarihi.

Bu son sözlerle, paleografinin başka bir yö:tıünu, dilbi­


limiyle ilişkisi olmıyan bir yönünü de ele almış olduk. Alfa­
bedeki harflerin sayısı ve değeri dışında, yazı billıiii harfle­
rin biçiminde, müstensihlerin kullandıkları kısaltmalarda,
işaretlerd� zamanla beliren değişiklikleri saptayarak yazının
tarihini araştırır. Belli bir belgenin doğru okunabilmesi için,

(53) J ve V harflerine Fransızlar "ramistes" adını verirler. Çünkü, bu


harfleri yazıya sokan kişi Ramus denilen fransız hümanisti Pierre
de la Ramee'dir (1515-1572).
(54) Yazı eski çağlarda, sağdan sola, soldan sağa, bustrofedon ve hatta
spiral biçiminde kendi ekseni çevresinde dönerek ( Girit'te Phais­
tos'ta bulunan disk) yazılırdı.
72

o tarihte geçerli olan sistemin bilinmesi gerekmektedir.


Ama, belgenin doğru olup olmadığını en iyi kanıtlayan ölçüt­
lerin başında da yazı gelir.
"Sübjektif' gereç yazının biçimini etkilemiş midir, so­
rusunu papirüs için evet, ötekiler için (parşömen, ka.ğıt) ha­
yır diye yanıtlıyabiliriz. Papirüsün düzgün yüzü harflerin sa­
deleşmesine, birbirlerine bağlanıp hatların daha akıcı olma­
sına yol açmıştır. Mürekkebe batırılan kalemin hareketi,
mumlu tabletleri çizmek için kullanılan sivri uçlu maden çu­
buğun ( stilus) hareketinden daha yumuşak ve kesintisizdi.
Ama, papirüsten sonra kullanılan parşömen ve ka.ğıt, yazı
şartlarına yenilik katmadığından, bir değişikliğe yol açma­
mıştır (yazının çizilmesi bakımından).
Zamanımızda bilinen en eski papirüsler, Elephantine
adası (3 1 1-3 10) ile Timotheos'ta<55) bulunmuştur. Dilleri
Yunancadır ve yazılarının üslubu kitabelerin üslubuna çok
yakındır.(56) Mısır'da, Fayum ve Benasah'ta 1877'de ortaya
çıkan birkaç yüz papirüs (M.Ö. 1. yy.'ın sonlarından kalma)
mürekkeple yazılı, en eski Latince belgelerdir.<57> M.Ö. iV.
yy.'da ne koşullar altında bulunduğunu anlattığımız parşö­
menin kullanımı, M.S. IV. yy.'da iyice yaygınlaşmıştı.<58> He­
le IX-XII. yy.lar arasında parşomen, Batı' da, kitap ve belge­
lerin tek gereciydi. Ama, yavaş yavaş yerini yeni bir buluşa,
ka.ğıda bırakmak zorunda kalacaktı. <59> Çinlilerin bezden
yaptıkları ka.ğıdın tekniğini Araplar öğrenip geliştirdiler. Av­
rupa'ya da kağıdı onlar tanıtmışlardır. Önceleri mal satmak­
la yetinmişler, bir süre sonra da Batı'nın ilk ka.ğıt atölyeleri-
(55) Assuan dolaylarında bir ada.
(56) Bk. Higounet, 1959, s. 66.
(57) XIX. yy.'a kadar mürekkeple yazılmış en eski vesika olarak iV. ve
V. yy.lar'dan kalma elyazmalan bilinirdi. Bk. Higounet, 1959, s. 77.
(58) Bilinen en eski parşömen, 1. yy.'ın sonlarına ait olduğu sanılan bir
parçadır.
(59) Fransızca "papier" kelimesinin kökeni "papirus"'tür.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 73

ni İspanya'da kurmuşlardır. Gerçekten de, Avrupa'da, kağıt


üzerine yazılmış en eski yazma Burgos dolaylarındaki Si­
los'ta bulunan dua kitabıdır (Missel, XI. yy.'ın başından).
Kağıt XIX. yy.'a kadar belli, değişmez büyüklükteki
yapraklar halinde elle yapılırdı. Bu yüzden, in-folio, in-4,
in-8, in-16 deyimlari akla belli ölçüler getirirdi. Günümüzde
ise kesintisiz, kumaş topları gibi, istenilen uzunlukta imal
edilmektedir.
Yukarıda saydığımız gereçlere (papirüs, parşömen ka­
ğıt) yontulmuş kamış kalemle yazılırdı (mumlu tabletlere siv­
ri uçlu maden çubukla). XII. yy.'a kadar Avrupa'da da en
yaygın yazı aleti mürekkebe batırılan kamış kalemdi. Kaz tü­
yünden kalemlerin yapımı VII. yy.'da başlarsa da, bu kalem­
lerin kullanımı sınırlıydı. Sevilla'lı İsidoro bunlardan bir ye­
nilik olarak söz eder.

C-1-3. Yazının Özellikleri.

"Sübjektif' gereç ve yazı aleti dışında, bir yazıyı betim­


lerken, üzerinde durulacak özellikleri şöyle sıralayabiliriz:
a - Harflerin biçimi. Bir harfin kelimedeki yerine göre
(başında, ortasında, sonunda) değişik biçimleri olabi­
lir. Bütün biçimleri betimlenmelidir.
b - Yazının açısı. Yani müstensihin satır yönüne göre du­
ruşu. Bu duruş yazının düz ya da eğik olmasını etki­
ler.
c - Çizgilerin yazılışında uyulan sıra ve elin hareketinde­
ki yön.
d - Harflerin büyüklüğü. Daha doğrusu, genişliği ile yük­
sekliği arasındaki oran. Buna modül (fr. module) de­
nır.
e - Yazı aracının yani kalemin, ağırlığı. Yumuşak bir ka-
74

lem ince hatlarla kalınları farklı çizdiğinden ağır bir


yazı ortaya çıkarır. Aksine sert kalemin yazısı akıcı ve
hafif görünür.
Bazı bilginler, Helenistik dönemden sonra, Yunanis­
tan'da üç tip yazının var olduğunu .savunurlar:
a - Kitapların yapımına yarıyan yazı biçimi. Buna liberia
denir.
b - Devlet evraklarında uygulanan biçim.
c - Günlük, özel yazışmalarda başvurulan biçim.
İlk iki tip gösterişliydi. Harfler tek tek ve büyük çapta
çizilirdi. Üçüncü tip daha akıcıydı. Harfler birbirlerine bağ­
landığından daha çabuk ilerlerdi. Büyük harfler ilk iki tip­
ten, küçük harfler üçüncüden gelir. Latin harflerinin de gö­
rünüşü hep aynı kalmamış, zamanla değişikliğe uğramıştır.
En eski yazı örneklerini iki yerde buluruz: eski Forum'dan
kalan siyah bir taşın üstünde (M.Ö. VII. yy.'ın sonunda ya
da VI. yy.'ın başında) ve Preneste şehrinde ele geçen bir to­
kanın üstünde.
Birinci metin bustrofedon biçiminde ikincisi ise sağ­
dan sola yazılmıştır. Her ikisi de Latin alfabesinin Yunan
harflerinden geldiğini açıklar. Kitabelerden başka testilere,
mumlu tabletlere, duvarlara ve papirüslere çok eski zaman­
larda çizilmiş yazılar günümüze kadar gelmiştir.
Çeşitli örneklerin karşılaştırmasından çıkan sonuç,
Romalıların 1. yy.'da iki biçim yazı kullandıklarıdır. Birinci­
si, akıcı ve elden ele fark gösteren bir biçimdir. Büyük harf­
lerle yazılır. Daha ucuz kitapların ve belgelerin yapımında
bu tür yazıya baş vurulur. İkincisi, büyük modüllü, ağır ve
büyük harfle yazılır. Değerli kitapların ve önem verilen bel­
gelerin yapımına yarar. İkisinin de ortak bir kaynaktan gel­
diği sanılır.
II. ve III. yy.lar'ın yazısı, öncekilerle karşılaştırılınca
bazı ayrılıklar belirirse de, ikili düzen yine yürürlüktedir.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 75

III. ve IV. yy.'da yenilikler daha açık göze çarpar: harflerde


yuvarlak çizgiler çoğalmıştır, kalınların yeri değişmiştir.
Bu dönemden kalan yazı örneklerine bakarak diyebili­
riz ki, RomaWarda, akıcı, sade, harfleri birbirine bağlı kü­
çük bir yazının yanında, önemli belge ve kitaplar için kullanı­
lan, gösterişli, büyük harflerle ve birbirinden ayrı harflerle
ilerleyen bir yazı biçimi vardı. Onciale adı, büyük modüllü
ve büyük harfle yazılan bu sonuncu biçime verilir. Büyük
harfler Quadrata ve Rustica adlarını taşıyan iki ayrı biçimde
olabilirdi. Quadrata daha gösterişli, Rustica ise daha akıcıy­
dı. V-VI. yy.'da imparatorluk çöktükten sonra da, yazı bi­
çimlerinde değişme devam etmiştir. Çeşitli bölgelerde geli­
şen, hatta ilk önce belli bir yerde başladığından o y�rin adı­
nı taşıyan yazı biçimlerinde ulusal bir karakter aramak boş­
tur. Sözgelimi, Vizigot denilen üslup, ilk önce İspanya'da
doğmuştur. Ama Araplar Yarımadaya yerleşince İtalya'ya
göç eden RomaWar bu yazı biçimini orada da sürdürmüşler­
dir. Yazının Vizigotlarla ilişkisi olmadığı gibi, eldeki yapıtın
meydana geldiği yer hakkında da kesin bilgi vermez. Ulusal
ya da bölgesel adlar bölgeleri göstermekten çok, eserin yazıl­
dığı tarihi açıklamaya yarayabilir. VI. yy.'dan sonra, belli
başlı Fransız manastırlarından her birinin özel bir üslubu be­
nimsedikleri göze çarpar.<60) Burada ayrıntılara girmemize
olanak yoktur. Ancak, bir süre sonra, saydığımız üslup ayrı­
lıklarına ve özel işaretleme sistemlerine, bazı müstensihle­
rin baştan savma iş gördüklerini eklersek, kitap okuyabilme­
nin zor bir iş olduğunu kolayca anlarız. Gerçekten de du­
rum öylesine karışmıştı ki, kimse kendi el yazısından başka­
sını okuyamıyordu denilebilir. Charlemagne'ın giriştiği bü­
yük reform hareketinin (800 dolaylarında) temel amacı, işte
yazıda görülen bu anarşiyi durdurarak bütün okur yazarla­
rın kullanabilecekleri ortak bir imla ve güzel yazı yazma sa-
(60) İtalyan manastırının da özel üslupları vardır. En ünlüsü Monte-­
Cassino'da gelişen ve beneventine denileniydi. La Cava, Capu ve
Bari'de işlenmiştir.
76

natını yaymaktı. Karolenj dönemi Rönesans'ından önce, La­


tince imla da son derece hatalı yazılıyordu.
Gotik denilen yazı sistemi, aslında, Karolenj tipi yazı­
nın daha köşeli, daha stilize edilmiş biçimidir. Bu yazı siste­
minin de Gotlarla ilişkisi" yoktur. Charlemagne'ın bütün
emeklerine karşın yazı üsluplarının çoğalması durdurulama­
mıştır. Bununla beraber, bugün kullandığımız matbaa yazısı­
nın, Karolenj tipi küçük harflerin devamı olduğu bir gerçek­
tir. Hümanistler, zamanlarında yazılan gotik harfleri ağır ve
iddialı bulup, daha sade, daha zevkli bir biçim aradılar ve es­
ki yazmalarda rastladıkları bir harf dizisini Roma yazısı sa­
narak seçtiler. Beğendikleri dizi, gerçekte, Karolenj tipi yazı
idi; yani, IX. yy.'ın küçük yazısı. Paleografi.arın hümanistik
dedikleri bıi dizinin yaygınlaşması matbaa ile birlikte gerçek­
leşecekti.

C-1-4. Kısaltmalar.
Ortaçağ müstensihlerinin bir özelliği de kısaltmalara
önem vermeleriydi. Kısaltma hem zamandan hem parşö­
menden kazanç sağlıyordu. Bununla beraber, daha çabuk
yazmayı ve daha az gereç kullanmayı isteyen Yunanlılar da
kısaltmalara başvurmayı düşünmüşlerdi. Romalılarda da bu
üsul yaygındı: Sözgelimi; "senatus populusque romanus" ye­
rine S.P.R. yazarlardı. Latinler çok az sayıda özel isim kulla­
nırlardı. Yanılmak olanağı bulunmadığından yazıda ismin
ilk harfini belirtmekle yetinirlerdi: Caius yerine C; Lucius
yerine L; Marcus yerine M. Hıristiyanlar da, dinleri gizli kal­
dığı sürece, bu usule başvurmayı yararlı bulmuşlar ve çok
sonraları bile bundan vazgeçmemişlerdi: birçok kelime en
başta da kutsal isimler kısaltılmış biçimde yazılırdı.
Stenografi<61> diyeceğimiz kısaltmalı yazıyı Cicero'nun

(61) Stenografik: sözü Yunanca "stenios" (kısa) ile "takhos"'dan (çabuk)


gelir. Modern stenografi sistemleri İngiltere'de gelişmiştir (John
Willis 1602, Taylor 1786. Bk. Higounet, 1959, s. 125).
FİLOI!.OJİNİN OLUŞUMU ------- 77

esiri Tullius Tiro bulduğu için bu sistem onun adını taşır


(notae tironianae) . Sevilla'lı İsidoro ise bu kısaltmalı yazıyı
şair Ennius'un bulduğunu söyler.
Kısaltmalann bazıları, gelecek çağların imlasını etkile­
miştir. Sözgelimi, Fransızca'da us grubuna sık rastlandığı
için müstensihler onu x'e benziyen bir işaretle belirtirlerdi.
Öyle ki, cheval sözü çoğul olunca (/ sesi s önünde seslendiği
için kelime chevaus yazılmalıydı) chevax yazılırdı. Oysa, ko­
nuşma dilinde kelime yine eskisi gibi telaffuz ediliyordu. Bir
süre sonra bu x işaretinin değeri unutuldu ve yazı ile telaf­
fuz arasında ayrılık görülerek yazıyı düzelttiler: a'dan sonra
u ekleyerek.' Ama, yine de alışkanlıklardan kurtulamıyarak
çoğul işareti olarak s yerine x yazmayı sürdürdüler.
Eski çağlarda kısaltmalara en çok yer veren dönem
IX-XV. yy.'lar arasında uzanan dönemdir. Son zamanlarda
kısaltmaların yalnız yazıda değil dilde de önem kazandığını
görüyoruz. Birçok belirtenden oluşan bazı kurum adları yazı­
da ve konuşmada zaman kazanmak amacıyle, her belirtenin
ilk harfi alınarak yapılan bir kelimeyle belirtilir: NATO-U­
NESCO-TRT gibi. Bu tür kısaltmaları açıklayan sözlüklerin
yapılmaya başladığını hatırlayınca dilde ne kadar yaygınlaş­
tıkları ortaya çıkar. Gerçekten de, bu tür kısaltmalar dil için­
de bir dil oluşturmaktadır.

C-2. NOKTALAMA.
Önceler� yazıda kelimeler birbirlerinden ayrılmaz, bir­
biri peşi sıra yazılırdı. Noktalamayı ilk tasarlayan aydının Bi­
zans'lı Aristophanes (M. Ö. II. yy.) olduğu söylenir. Her ne
kadar, kurduğu sistem okullarda öğretilirse de, uzun zaman,
kitaplarda uygulanması ender rastlanan bir olay olarak kal­
mıştır. Kaldı ki sisteminde yalnız üç işaret vardı:
1 - Yüksek nokta O
2 - Orta nokta (·)
3 - Alçak nokta (.)
78

Birincisi, bizim bugün kullandığımız nokta (.); ikincisi


noktalı virgül (;) üçüncüsü ise üst üste iki nokta (:) görevini
yüklenirdi. Noktalamaya yazıda önem verilmediği bir yana,
nokta işareti çoğunlukla kelimeleri birbirinden ayırmak için
kullanılırdL Kelimeleri birbirinden ayırarak yazma alışkanlı­
ğı M.S. Vll. yy.'dan sonra yayılmağa başlar. Bununla bera­
ber, VIII. yy. ile IX. yy. lar'da eski usule uyan elyazmalarına
da rastlanır. VIII. yy.'da soru (?) işaretine ve (:) yerine
(.s.)'ye (scilicet-bilinmek üzere) yer verilir.
Zaman boyunca, işaretlerin değeri de değişikliğe uğra­
mıştır... Sözgelimi, VIII. - IX. yy. lar'da nokta kısa bir durak­
lama, .noktalı virgül ise uzun duraklama için kullanılırdı. Vir­
gül VIII. yy.'da ortaya çıkmıştır. Xll. yy.'da noktalı virgül,
nokta- aşağıda, . virgül yukarıda, yani bugünkü biçimin tersi
olarak yapılırdı. XIIl. yy.'da noktalama tam bir gelişigüzel­
lik içindeydi.
Elyazmalarında (matbaadan önce) paragraf başında
kimi kez r gaına, kimi kez c biçiminde bir i�aret bulunurdu.
Noktalama, aslında paragrafları birbirinden ayırİnağa yarar­
dı. Cümle içindeki duraklamalar, ibarenin anlamını değişti­
rebilir. Nazımda dizenin (mısra) ahenginden, noktalamayı
bulmak daha kolaydır. Düz yazıda, noktalamanın yokluğu
anlamın değerlendirilmesini güçleştirir.
Matbaadan sonra, Hümanistlerin etkisiyle, noktalama
işaretleri, gerçekten uygulanmağa başlanmıştır. Bununla be­
raber, XIX. yy.'a kadar, bu alanda kesin kurallı bir sistem
yoktu. Tırnak işareti < > olarak gösterilir ve aktarılan söz­
leri sınırlardı. Fransızca "guillemet" adının, tırnak işaretine
verilmesi, XVI. yy.'ın ünlü kitapçı ve matbaacılarından Guil­
lemet ailesinin adıyle açıklanır. xvnı. yy.'da noktalı virgül,
virgül ve ünlem işaretlerinin kullanımı yaygınlaşmıştır. [, ,-

gibi işaretler ise XIX. yy.'da uygulanmıştır. İspanyolca ün­


lem ve soru işaretleri cümlenin başına konulur.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 79

C-3. DİPLOMATİK ve ELEŞTİRİLİ BASIM.

Filolojinin amacı metni aydınlatmak olduğuna göre,


çeşitli çalışmalarının başında okuma olanağını sağlamak ge­
lir. Bu işlemin karşılaşabileceği değişik sorunları gözden ge­
çirelim.

C-3-1. Diplomatik.

Matbaadan önceki dönemlerde yayımlanmış metinle­


rin elyazmalarıyle saklandığını biliyoruz. Az sayıda ya da
tek bir yazmanın tanıttığı metni okumak isteyenlerin yazma­
nın bulunduğu yere (ülke, şehir, kitaplık) gitmeleri gerekir­
di. Hem para, hem zaman kaybını önlemek, birçok kişinin
metinden yararlanmasını sağlamak, ancak metnin çoğaltıl­
masiyle gerçekleşebilirdi. Çoğaltma işi ise nasıl yapılacaktı?
Bugün teknik alandaki ilerlemelerle güçlük, bir bakıma, ko­
layca gideriliyor: foto-kopi, mikrofilm büyük kitaplıklardaki
yazmaları inceleme olanağını uzman bilginlere sağlar. An­
cak, yazmayı okuyabilmenin de özel bir bilgi olduğunu hatır­
latmalıyız. Daha fazla araştırmacının metinden yararlanma­
sına yolaçan yöntem, elyazmasını olduğu gibi, hiçbir düzelt­
me ve ekleme yapmadan, hataları eksiklikleriyle ama, mat­
baa harfleriyle basmaktır. Diplomatik denilen bu baskının
hazırlanması paleografi bilimine �ayanır. Yazmadaki biçim­
lerin hangi harfleri karşıladığını anlayıp transkripsiyon yapı­
lır. Yanlışlar düzeltilmediği gibi, noktalama işaretleri de ko­
nulmaz. Erişilmesi güç metinler böylece çoğaltılıp, üzerlerin­
de dil, edebiyat, v.b. incelemeleri yapar.aklara sunulur.
·

Ama, neticede, az sayıda bilgin onu satın alacağından diplo­


matik masraflı bir iştir.
Metinle daha geniş bir okuyucu kitlesinin ilgilenmesi
isteniyorsa, onun eleştirili basımı hazırlanır.
80

C-3-2. Eleştirili Basım.

Bize kadar gelen yazmalardaki metinlerin, genellikle,


kopyaların kopyası olduğu bir gerçektir. Bazan yaşadığı dö­
nemden birkaç yüzyıl önce yazılmış metni kopya eden müs­
tensihin anlayamadığı kelimeleri ters okuduğunu, dikkatsiz­
likle bütün bir cümleyi ya da satırı atladığını, eklemeler yap­
tığını düşünürsek elyazmalarının tanıttığı metnin aslından
ne kadar uzaklaşabileceğini anlarız. Zamanla yırtılmış, kay­
bolmuş sahifeleri, silinmiş sözleri de hesaba katarak işin
güçlüğü daha açık ortaya çıkar. Elyazmalarındaki metinleri
eleştirmek, değerlerini ölçmek işlemi Hümanistlerle başlar.
Eleştirili basım edebiyat metinlerinden önce tarih belgeleri­
ne uygulanmıştır. İlk amaç, eldeki· belgelerin gerçek ya da
uydurma olduklarını saptamaktır. Ortaçağ'da kilise ve ma­
nastırların birçok uydurma bağış seneti, ayrıcalık belgesi dü­
zenledikleri bilinir. Bunlar uzun davalara yol açan belgeler­
dir. Sözgelimi, 1440'da Lorenzo Valla, Büyük Constanti­
nus'un papalığa, Roma'nın geniş bir kısmını bağışladığını be­
lirten vesikaları eleştirerek, uydurma olduklarını göstermiş­
ti. Ayrıca, geç Antikite ve Ortaçağ'da kitapların kenarlarına
eklenen şerhler, zamanla asıl metne karışmış, tutarsız bütün­
ler ortaya çıkmıştı. Tarih kitaplarında gerçek olaylarla men­
kıbeleri ve masalları ayırmak gerektiği gibi, kutsal metinler­
de de düzmece ekler bulunduğu anlaşılıyordu. Metinleri bu
yabancı katkılardan arındırmaya Hümanistler başlamışlar­
dır. Lorenzo Valla'nın yabancı ibarelerden eleştirerek temiz­
lediği lncil'i Erasmuş basmıştır. 1508'de Guillaume Bude
Pandictes'lerin(62) ilk yirmi dört bölümündeki şerhleri ata­
rak esas metni ortaya çıkarmıştır. Bununla beraber, belgele­
rin gerçekliğini ölçecek kesin yöntemler XVII. ve XVIII.
(62) Pandecta. İmparator Justinius zamanında toplanan yargıç· kararla­
n; Digesta da denir.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 81

yy. lar'da gelişecektir: Saint Maur tarikatından Mabillon'un


De Re Diplomatica (1681) adlı eseri diplomatik biliminin te­
meli sayılır. Benedikten papazları Tarihleri Bulma Usulü
(L'art de Verifier les Dates) adıyle kronolojiyi konu alan
bir eser yayımlamağa başlamışlardır (1750).<63) Cange senyö­
rü Charles Du Fresne, tarihsel belgeleri toplayarak bunları
dönemlere göre sınıflandırıp ansiklopedi biçiminde bir külli­
yat meydana getirmiştir: Glossarium ad Scriptores Mediae et
Jnfimae Latinitate (1678).
Oysa, XVI. yy.'da Montaigne, olağanüstü olayları ak­
taran Tacitus'u haklı görerek "tarihçi, kaynaklarında buldu­
ğu her ayrıntıyı olduğu gibi tanıtmalıdır, bunların değerleri­
ni ve gerçekliklerini tartışma ilahiyatçılarla filozofların işi­
dir" der.(64)
Tarih belgelerinin eleştirisi hiç bir zaman basit ve me­
kanik bir iş sayılmaz. Yazı, gereç, teknik ayrıntılar, bir belge­
nin uydurma olduğunu kanıtlasa bile, belge değersizdir de­
nemez. Böyle bir belge niçin uydurulmuştur, sorusu bazı var­
sayımların ortaya atılmasına, tartışılmasına yol açar. Kaldı
ki, uydurma bir belge de bir gerçeği yansıtabilir: kaybolmuş
ama gerçekten var olan bir belgeyi.(65)
Edebiyata gelince, matbaadan önce yayımlanan metin­
lerin tek ya da birkaç nüsha ile korunduğunu söyledik. Her
iki halde de baskıyı hazırlayan bilgin, işe elindeki nüsha ya
da nüshaları betimlemekle başlar. Elyazmasını ya da elyaz­
malarını tanımlar: sahife sayısını, sahifenin büyüklüğünü, sa­
hifenin neresine yazıldığını, gerecin durumunu, yazının ö-

(63) Denedikten papazlarının çalışma programını G. Lefebvre şöyle


özetler: ''kaynaklan dönemlere göre sıralayıp eleştirmek, böylece ta­
rihçilerin başvuracakları koleksiyon, liste, sözlük gibi çalışma araç­
larını ve diplomatik, kronoloji gibi yardımcı bilimleri kurmak". (La
Naissance de /'historiographie, Flammarion, 1971, s.106).
(64) Bk. Marc Bloch, 1961, s36.
(65) Bk. ibid., s. 42.
82

zelliklerini, yazmanın tarihini, yazmada başka metinlerin bu­


lunup bulunmadığını, elyazmasının bulunduğu kitaplığı ve
eser o kitaplığa başka yerden gelmişse bu konu hakkındaki
bilgileri açıkça belirtir. İncelediği yazmanın tek bir müstensi­
hin elinden çıkıp çıkmadığını, başka bir elin metne bir şey
ekleyip eklemediğini açıklar. Metin tek bir elyazmasiyle ta­
nıtılıyorsa, eleştirili baskıyı hazırlayan filolog, durumu açık­
ladıktan sonra, metinde eklenti sandığı yerleri sebep göste­
rerek belirtir. Eksiklikler varsa bunları belirtir ve eksiklikler
ğİ
için yaptı eklemelerin, şüpheli görülen dersler (leçons) için
ileri sürdüğü önerilerin birer varsayım olduğunu ve de bu
varsayımları doğrulayacak gerekçeleri notlarında açıklar.
·Metin daha önce başka filologlar tarafından basılmışsa, 'öte­
ki baskılarda yetersiz, yanlış sandığı dersleri, notlarda ya da
girişte eleştirip yeni bir baskının gerektiğini savunmalıdır.
Metin birkaç elyazmasiyle tanınıyorsa, özellikle bu el­
yazmaları, eserin değişik rivayetlerini veriyorsa, baskıyı ha­
zırlayan bilgin işe, eserin bütün rivayetlerini toplamakla baş­
lar (bir rivayet birkaç yazmada bulunabilir ama, yine de ara­
larında bazı ayrılıklar vardır). Yazmalara bulundukları ki­
taplıklarda taşıdıkları sıra numaralarından ayrı birer kot nu­
marası verir ve elindeki rivayetleri karşılaştırır. Eskilikleri­
ne göre sıraya koyar. Burada söz konusu olan eskilik, yaz­
manın değil rivayetin eskiliğidir. Daha geç bir tarihte yazıl­
mış bir elyazması eski bir rivayeti aktarabilir. Rivayetleri, tu­
tarlılık, güzellik, doğruluk bakımından da dereceler. Birbir­
lerine daha yakın olanlar varsa, yakınlığın doğrudan doğru­
ya mı, yani biri ötekine örnek mi olmuş, yoksa ikisi de or­
tak, ama kayıp bir kaynaktan mı geliyor konusunu inceler.
Dil, üslup özelliklerini, varsa tarihsel olaylara telmihleri de
göz önünde tutarak, eldeki rivayetlerin bir şeceresini çıkar­
tır. Bu şecere genellikle bir varsayımdır.<66) Her metnin du-
(66) Örnek olarak Chanson de Ro/and'ı alalım. TH, Müller'e göre çeşit­
li rivayetlerin şt!'Ceresi şöyledir:
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 83

rumu başkadır. Baskıyı hazırlayan filolog, şimdi bazı seçim­


ler yapmak zorundadır: elyazmalarından birini gerçek met­
ne ötekilerden daha yakın bulabilir, ya da bir grup yazmayı
öteki grup/gruplardan üstün sayar, ya da eldeki yazmaların ·
hemen hemen eşit değerde olduklarını kabul eder. Vardığı
yargıya dayanarak baskıda bir elyazmasını, bir grubu ya da
hepsini esas tutar. Tek rivayeti üstün buluyorsa onu basacak­
tır, ama bazı yerlerde, öteki yazmaların dersleri akla daha
yakın geliyorsa, sahifenin altına not düşüp, her yazmayı ken­
di kotu ile göstererek verdikleri dersleri kaydedecektir. Bel­
li bir yazmayı üstün tutmadan, bütün rivayetleri karşılaştıra­
rak ve eleştirerek bir metin hazırlıyorsa, her ders için, aynı
usule uyarak, tek tek her rivayetin dersini kotu ile belirte­
cektir. Bu davranış, okuyucuya, baskıyı hazırlayanın görüş-

x
1
x'
1
o

Oysa, Stengel ve Foerster'e göre şöyle olmalıdır:

x
1
x'

1 1
a b
------
n K g (h, ı)
00 --
b' b1
..._.....
.. ..
V1 C PL T

J. Bedier 1. şemayı doğru bulur.


84

lerine katılma zorunluğu duymadan doğru bulduğu biçimi


seçme olanağını sağlar. Kaldı ki, bir dersin farklı biçimleri­
ne (variantes) yalnızca bir seçim yapmayı zorlayan gereç gö­
züyle bakılmamalıdır. Temel metin için aralarından biri da­
ha doğru görünebilir. Ötekiler, yanlış da olsa, metnin yaşan­
tı tarihini, nasıl yorumlandığını, görüşlerin gelişmesini, v.b.
aydınlatan tanıklar olduğundan yine de önemlidirler.
Aynı parça, birkaç elyazmasında bulunuyorsa buna or­
tak ders denir. Bir yazmanın ötekilere üstünlüğünü tanıtla­
mak için dil ve imla doğruluğunu öne sürmek aksaklık yara­
tır. Yazar ile müstensihin değeri ayrı ayrı incelenmelidir (ö­
zellikle Ortaçağ metinleri için).
Elyazmasında eksikler olabilir: silinmiş kelimeler, yır­
tılmış yerler, kaybolmuş sahifeler, okunmayan deyimler. Fi­
lolog, bu gibi durumlarda yorumlar yaparak güçlüğü yenme­
ğe çalışır. Ama, boşluklara koyduğu kelime ya da ibarenin
kendi varsayımı olduğunu iyice belirtmelidir.
Eleştirili basım metni bu biçimde çoğaltmakla yetine­
bileceği gibi daha derine de inebilir. Metnin sesbilgisini, bi­
çimbilimini, sözdizimini ve vezin özelliklerini inceler. Keli­
me hazinesini ve her terimin metindeki anlamını verir. Güç­
lük gösteren kısımların anlaşılmasını sağlayacak bilgileri ta­
rih, felsefe, coğrafya, mitoloji, sosyoloji, v.b. alanlarına gi­
ren bilgileri notlarda açıklar. Bazı düşünce ve deyimlerin
kaynaklarını ve bunlara rastlanan başka metinleri gösterir.
Bu son saydığımız araştırmalar, kuşkusuz, özerk monografi­
lerin konusu da olabilir. Filoloji dergilerinde bu konular üze­
rinde açıklamalara, hazan da tartışmalı yazılara rastlanır.
Sözlükbilimi bu tür düzeltme ve tartışmalarla ilerler.
Eleştirili basım, yalnız matbaadan önce yayımlanmış
metinler için gerekmez. Yazarının sağlığında ve denetimin­
de basılmış eserler de türlü nedenlerden böyle bir çalışmayı
zorunlu kılabilir. Zamanla dil değişmiştir (zamanın ölçüsü
yoktur, hazan yüzyıl, bazan daha kısa bir süre bile açıklama-
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU , _______ 85

lan gerekli kılar). Sözgelimi, XVI. ve XVII. yy.'da yazılmış


Fransızca eserler, bazı kelimeler kullanımdan çıktığı, bazı ke­
limelerin anlamında kaymalar olduğu için eleştirili basımları
gerektirmektedir. Hatta, daha yakın dönemlerin (XVIII.,
XIX. yy.) yapıtları böyle bir işleme gereksinim gösterebilir.
Klasik edebiyat metinlerinin yanlış anlaşılmasına yol açabile­
cek birkaç güçlük üzerinde duralım: Moliere Kibarlık Budala­
sı adlı komedisinde şöyle der: les declarations sant venues
ensuite, qui apres elles, ant traine les serenades et les cadeaux
que les presents ant suivis. Çağdaş Fransızcada cadeaux ile
presents eşanlamlı sözlerdir. Oysa, XVII. yy. 'da cadeau mü­
zikli yemek ziyafeti demekti.
Moliere, bir başka oyunda (Bilgiç Kadınlar) okuyup
yazması olmayan bir köylü kadına grand'mere ile grammaire
kelimelerinin okunuşunu karıştırtır. Çağdaş Fransızca'da bu
iki terimin telaffuzu birbirinden ayrı olduğundan gülünç du­
rum sezilmez. Oysa, XVII. yy.'da söylenişleri birdi.
Metnin saptanması, bu gibi durumlarda söz konusu
olamaz. Ama, başka açıklamalara gerek duyulduğundan,
eleştirili basımlar zorunludur. Ayrıca, duygularım, düşünce­
lerini örtülü biçimde söyleyen yazarların (edebiyat eleştirisi
dışında) sözdizimlerini, yazılarındaki telmihleri çözecek
açıklamaları gerektirdiği bir gerçektir (Nerval, Mallarme,
v.b. ). Ancak bu alanda yapılan açıklamalı basımlar birer var­
sayım niteliği taşır.
D - Metinbilim (Tekstoloji)

Çağımızda, klasik filolojinin eleştirili basım sorununa


benzeyen, ama ondan kesin sınırlarla ayrılan yeni bir sorun
ortaya çıkmıştır: metinbilim. Daha çok anglo-sakson ülkeler­
de gelişmekte olan metinbilim, metinlerin durumlarını ince­
ler. Bir metin belli bir bildiri taşır ve onu insanlara ulaştır­
makla görevlidir. Metinlerin bu görevlerini nasıl yaptıkları
ve ne derece başardıkları önemli bir sorudur. Uygarlığı oluş­
turan etkenlerin en önemlilerinden biri yazılı belgelerdir.
Ne var ki, yazılı belgelerin dağılımında ayrıcıklıkların oldu­
ğu da bir gerçektir. Öneminde kuşku olmıyan metinlerin ba­
zılarını kitapçılarda, kitaplıklarda kolayca buluruz. Başkala­
rına ise çok daha az rastlarız. Onları ele geçirmek zordur.
Matbaa kolayca kitapları, metinleri çoğaltırsa da her met­
nin basılma olasılığı bir değildir. Tercihler neye göre yapı­
lır?
Klasik filolojinin titizlikle üstünde durduğu eleştirili
basım çok geniş bilgiye gerekseme gösterir. Zamanda çok
gerilere giderek eserler ele alır ve inceler. Özellikle, matba­
adan önce yayımlanmış metinler üzerinde çalışır. Eleştirili
basım konusunu açı�arken, matbaadan sonra yayımlanmış
metinlerin eleştirili basımını yapma ihtiyacının az duyuldu­
ğunu söylemiştik.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 87

Eleştirili basım kadar inceleme alanı gerilere gitme­


yen metinbilim, daha yakın tarihlerde yazılan eserleri kendi­
ne öz açılardan inceler. Yazarın sağlığında birkaç defa bası­
lan bir eserin baskıları arasında farklar olabilir. Yazar, ikin­
ci baskıda değişiklik ve düzeltmeler yapmış, üçüncü dördün­
cü onu tekrarlamış beşinci de yeni düzeltmelere girişmiş
ise, eserin yeni baskılarında hangi metin esas tutulur, baskı­
yı hazırlayan seçme yapabilir mi?
Bir yazarın hikaye ya da şiirlerinin toplanması, sıraya
konulması da sorular yaratabilir. Yazarın ölümünden sonra
hazırlanan baskılarda tipografi, ·sayfa düzeni metnin bildiri­
sine, yorumuna bir şeyler katar mı?
Yayım bir bildirişme organıdır. Bildirişme uygarlığa
yön vermede etkendir. Çok basılan ya da basımına önem ve­
rilmeyen metinleri araştırmak uygarlık sorunlarını aydınla­
tır. Bir bakıma metinbilim, Bibliyografya bölümünün sonun­
da sözünü ettiğimiz bibliyolojiye yakındır; metnin tanıtılış,
derleniş tarihini incelerken de eleştirili basım'a. Daha geniş
bilgi edinmek için. Bk. Roger Laufer, Introduction a la texto­
logie, Larousse, 1972.
E Sözlük
-

Filolojinin önemli çalışmalarından biri de sözlük hazır­


lamaktır. Sözlük vazgeçilemiyecek bir araçdır.
Aristoteles, nesnelerin betimlenmesiyle sözlerin be­
timlenmesini ayırmak gerekir, derdi. Nesneleri tanımlayan
ve genellikle, insanlığın belli bir dönemde edindiği bütün bil­
gileri özetleyip öğreten ansiklopedilerle kelimelerin anlamı­
nı ya da kökenini açıklayan sözlükleri karıştırmamak yerin­
de olursa da bu ayırım kolayca yapılamaz. Kelimelerin anla­
mı açıklanırken nesneler hakkında bilgi vermekten kaçınıla­
madığından iki türün kapsadığı alanların ortak bölgeleri ke­
sin bir sınırlamayı engeller.
Ansiklopedileri<67) bir yana bırakıp sözlükleri ele ala­
lım: dildeki birimleri, belli bir düzene göre toplayan bu eserle­
rin çeşitlerini sayabiliriz. Tek dilde olabilirler, yani bir dilde­
ki sözlük birimleri yine o dille (bazen üst-dil -metalangage­
ile) açıklanır, ya da bir dildeki terimlerin başka bir ya da

(67) Büyük Larousse üç tür çalışmanın toplamıdır: a) dil sözlüğü, b)


teknik terimler, c) bütün bilgiler. Ansiklopedi ve sözlük terimleri
birbirinin yerine devamlı kullanılmaktadır. Larousse basımevi, in­
san sözlüğü başlığını taşıyan bir dizi eser çıkarmıştır: psikoloji söz­
lüğü, mitoloji sözlüğü, sinema sözlüğü, v.b. Bu dizide her cilt, belli
bir konu hakkında bilgi veren küçük bir ansiklopedidir.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 89

birkaç dildeki karşılıklarını verirler. Bu öbeklerin içinde de


ayırımlar yapılabilir. (68)
Bir dildeki birimlerin her birinin başka bir dilde tek
kelime ya da deyimle karşılanamayacağı düşünülürse, söz­
lük hiç bir zaman bakışımlı listeler halinde ortaya çıkmaz.
Az ya da çok, üst-dile baş vurmak zorundadır.

E-1. ESKİ SÖZLÜKLER.

İki dil kullanılan yerlerde, basit de olsa çift dilli sözlük­


lerin, sözlük taslaklarının yapılması doğaldır. Bir iki örnek
verelim: halk Latincesinin Roman dillerine dönüşümünü iz­
lememizi sağlayan en eski kaynaklar arasında, bazı kelimele­
rin yazı dilinde karşılıklarını gösteren ya da yanlış söylenişle­
ri düzelten kelime listelerini sayarız: Reichenau sözlüğü, Ap­
pendix Probi, İngiltere'de 955- 1025 tarihleri dolaylarında
yaşamış olan Aelfric'in, Latince gramerine eklediği Latin­
ce-Saksonca sözlük.
Rönesans'ta bütün bilgi alanları, en başta, dünya yüze­
yi hakkındakiler genişlemiştir, denebilir. Amerika'nın bulun­
ması, gemicilerin yeni yollardan Afrika'ya, Asya'ya gidebil­
meleri Avrupa devletlerine denizaşırı ülkelerde sömürge
edinme olanağını açmıştır. Bu durumun sonucu olarak, as­
ker, tacir, din adamı birçok kimse, o zamana kadar ya hiç,
ya da az bilinen yerlere gidip yerleşmişler, yeni çevrelerle,
yeni dillerle karşılaşmışlardır. Özellikle din adamları, gittik­
leri yerlerde, halkın <filini öğrenmeğe çaba göstermişlerdir.
Avrupalılarm, o zamana kadar bilmedikleri töreleri, inançla­
rı, nesneleri ve hazan dilleri, yazdıkları kitaplarla, tanıtma­
ğa çalışmışlardır. Öte yandan, Hümanizm akımının başta ge­
len ilkesi, Avrupa kültürünün temeli sayılan metinleri (ister
(68) Kelime hazinesinde dereceleme yapılabilir: en yaygın üç bin, beş
bin kelimeyi veren sözlükler vardır. Eser, işe girişirken, hacmını sı­
nırlar.
90

edebiyat, felsefe ürünleri olsun, ister kutsal metinler olsun)


aracıya başvurmadan, kendi dilinde tanımaktı. Gerçekten
de, bu dönemde aydınlar, klasik Latinceden başka Yunan­
ca, İbranice, v.b. dilleri öğrenmeğe çalışırlar. Klasik ya da il­
kel denilen dillerin, daha yakından tanınması, düşünürleri
dil sorunu üzerine eğilmeğe zorlamıştır. Ama, onları ilgilen­
diren konular, en eski dil hangisidir, diller niçin ayrılık gös­
terir, aralarında benzerlikler var mıdır, gibi sorulardı. Orta­
mın koşulları, bizce, tarihsel görüşün doğmasına elverişli ise
de, sözünü ettiğimiz dönemde, bu yolda bir adım atılmadı.
Dil karşılaştırmalarında, iki sistem arasında (iki dil) bir ya­
kınlık olduğu savunulduğunda bile, bilginler savlarını, belirti­
lenlerde görülen benzerlikler Üzerine kuruyorlardı. Belirten­
lerde benzerlik ya da süreklilik aramıyorlardı. Yapı, deyim
ve kelimelerin belirtilen düzeyinde, klasik dillere benzerliği,
söz konusu dilin yetkinliğine işaret sayılıyordu (klasik dille­
rin kutsal olduğuna inanılmasından). Tarihsel dilbilimi yo­
lunda bir adım atmayan Rönesans dil konusuna duyduğu il­
giyi üstüste yayımlanan çok dilde (polyglotte) sözlüklerle be­
lirtir. En ünlülerini sayalım: Ambrogio Calepino'nun bu tür
sözlüğü, 1542-1592 tarihleri arasında 18 kez basılmıştır. Ön­
celeri bir terimin yedi dilde karşılığını veren eserin, 1586
(Lyon) baskısı on dili, 1590 (Basel) baskısı on bir dili kapsı­
yordu. Fransızca'da, ajanda anlamına gelen calepin sözü bu
eserden gelir. Conrad Gessner'in hıristiyan duası Pater Nos­
ter'i çeşitli dillere çeviren Mithridate, sive de differerites lingu­
arnm 'u, aslında bir sözlüktü. J. Megiser'in Thesaurns po"lyg­
lottus'unda dört yüz dilden söz ediliyordu. Megiser Türkçe
öğreten bir elkitabının da yazarıdır (Leipzig, 16 12). Tev­
rat'ın, yanyana sekiz, on dilde çevirilerini veren eserler vardır
(1645 Paris, 1657 Londra). İlk İngilizce-Fransızca sözlüğü
Randle Cotgrave 1632'de hazırlamıştır. Bu son saydığımız ya­
pıtlar XVII. yy.'ın ürünleridir. Fransızca-Latince sözlükler
arasında P. Goudin'in Tresor des deux (angues Française et
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 91

Latine (Fransız ve Latin Dillerinin Büyük Sözlüğü) adlı ese­


ri oldukça dar bir kelime hazinesini ve yalnız çağında kulla­
nılan terimleri verir. O dönemin önemli sözlüklerinden bir­
kaçını sayalım: P. Pomey deyimleri toplamıştır; daha önce
bir kafiye sözlüğü derleyen Richelet Fransızca-Fransızca bir
sözlük hazırlamıştır. Eserinde seçkin kişilerin dilinde yer
alan kelime ve deyimleri toplamağa çalışır. Yeni kelimelere
(neolojizm) ve halk dilinde kullanılanlara önem vermez. Fu­
retiere ise 1 660'da yayımlanan sözlüğünde yeni kelimelere
de yer verdiği gibi seçkin terimi.erin yanında halkın dilinde
yaşıyanları, eskimiş sözleri, :.... ..ıaat terimlerini de tanıtır.
XVII. yy.'da kurulan Fransız Akademisi, kendini, Fransız di­
linin sözlüğünü hazırlamakla görevlendirmiştir.<69) Daha er­
ken bir tarihte (1550'de) İtalya' da Diccionario deli 'Acade­
mia della Crusca (Crusca Akademisi'nin Sözlüğü) hazırlan­
mıştır. .
XVIII. yy.'da yayımlanmış ve sözlük adını taşıyan bazı
ünlü eserlerin özel tutumlarına değinmemiz gerekir: bu eser­
ler tarafsız birer öğretim aracı olacak yerde, zamanlarında­
ki yaygın fikirleri ve yerleşmiş kurumları yıkmağa, yeni gö­
rüş ve düzenler getirmeğe uğraşan polemik yazılar niteliğini
taşır. Bayle'in Sözlük'ü Voltaire'in Felsefe Sözlüğü bu türün
en tanınmış örnekleridir. Ayrı ayrı maddelerin alfabe sırası­
na göre dizilmeleri, her maddenin tek başına bir bütün ol-

(69) Fransa'da, XVI. yy.'da yayırnlanan sözlüklerin en önemlileri: Jacques


Toussaint'nin Yunanca-Latince sözlüğü (1552), Etienne Dolet'nin
Commentarii /inguae /atinae (1536-38), Robert Estienne'nin
Dictionnaire françois-/atin (1539-40), Henri Estienne'in ThesaulUS
linguae graecae.
XVII. ve XVIII. yy.'da hazırlananlar: Richelet (1680), Furetiere
(1687), Fransız Akademisi sözlüğünün 5. baskısı (1694) . Trevaux
sözlüğü denilen yapıt cizvitler tarafından hazırlanmıştır. Latince ve
Fransızca terimleri toplar (1704). Bayle'in eleştirili tarih sözlüğü
(Rotterdarn 1697), Louis Moreri'nin Tarih sözlüğü (Lyon 1674),
Diderot ve D'Alembert'in Büyük ansiklopedi'si (1751-1780).
92

ması gibi sözlük kurallarına uyan yazarlar, madde içinde sa­


kıncalı bir şey söylemeseler de, maddelerin birbirlerini ta­
mamlaması yoluyle birçok görüş ve inançları çürütmeyi deni­
yorlardı. Bu yöntemle eleştirilerine daha eğlenceli bir biçim
verebileceklerini, güldürdükleri oranda daha etkili olacakla­
rını düşünüyorlardı. (10)

E-2. SÖZLÜK BİLGİSİ (LEKSİKOGRAFİ).

Voltaire'in eseri, polemik karakteri bir yana, sözlü­


ğün, dildeki bütün terimleri kapsamına almak zorunda olma­
dığını, isterse belli bir konunun terimleriyle yetinebileceğini
gösterir. Bir tekniğin, bir bilim ya da sanatın özel kelime ha­
zinesini betimleyen yapıtların yanında, çoğunlukla, sözlük
ortak dili konu olarak ele alır. Ortak dil kavramını sınırla­
mak ise oldukça güçtür. Bugün orta derecede bilgili bir kim­
senin, ana dilinde, yirmi bine yakın kelimeyi, kullanmasa bi­
le, anladığı ileri sürülüyor (bu rakamın doğruluğunu kanıtla­
mak zordur, nesnel ölçütler yerine yakıştırmalara dayanır).
Oysa, büyük kültür dillerinde, diyelek ve teknik terimler dı­
şında, iki yüz binden fazla sözlük biriminin varlığı hesaplan­
mıştır. Aslında, bu ayırıcı tanımlar gerçeği zorlar: ortak dil­
de birçok teknik terimin sürekli kullanıldığım, h13pimiz, bili­
riz. Günün ilgisine göre, basımda, ilanlarda, eJ.�Jnyatta hel­
li bir bilimin ya da tekniğin deyimleri yayılır, ortak dilin �1at­
ta argo'nun malı olur. Bilgi dereceleri en basit kişiler bile
bunları kullanırlar. Ayrıca, dilin, belli bir tarihteki kapsamı­
nı kesinlikle bilmemizi güçleştiren başka konular da vardır:
neolojizmlerin dile girip girmediklerine ya da bir terimin or­
tak dilden çıktığına hangi ölçütlerle karar verilir?

(70) Voltaire'in Fe/sefe Sözlüğünden farklı bir amaç gütmesine, gerçekten


öğretime yararlı bir araç olmak istemesine karşın, Pierre Larousse'un
xıx. yy.'da yayımladığı yapıt da polemikten tam olarak arınmış de­
ğildir. Bazı görüşleri yerer, bazılarını heyecanlı bir üslupla savunur.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ---- 93

Yaklaşık bile olsalar, yukarıda verdiğimiz rakamlar­


dan çıkan sonuç, yabancı dil öğrenimi ya da çevirinin yanısı­
ra, kendi dilimizi kullanırken de sözlüklerden vaz geçemiye­
ceğimizdir. Ana dilinin bütününü tam bilen bir insan düşü­
nülemez. En bilgin sayılanlar bile, bir kelime yüzünden, ana
dillerinde bir cümleyi bazan anlıyamazlar. Bir dili bilen kim­
se, o dilin gramer kurallarına hakimdir. Yani onları uygula­
makta kararsızlık göstermez. Ama, ana dilinin kelime hazi­
nesini bütünüyle tanımaz. Grameri iyice bilinen bir dil, sınır­
lı bir keliı"!e hazinesiyle konuşulur, yazılır. Bunun tersi söy­
lenemez. Kişiler bir yana, sözlükler de bir dildeki bütün bi­
rimleri eksiksiz topladıklarını savunamazlar.
Kelime hazinesinin bu özelliklerini göz önünde tutan
bazı dilciler, onu dilbiliminin dışına atmışlardır. Bloomfield,
"kelime hazinesi gramere eklenmiş bir bölüm (appendice),
temel kuralların dışındaki hallerin listesidir" der.(71) Sweet
de "gramer genel olguları, sözlük özel olguları inceler" fikrin­
dedir.<72)
Sınırları belirsiz bir alan sayılan kelime hazinesinin iç
düzenini bulup, sistematik bir sınıflanmanın yapıldığı söyle­
nemez. Dildeki birimlerin belgelenmesi, hangi düzene göre
sıralanacakları, birçok soruna yol açar. Son yıllarda, dilbili­
mi yöntemlerinden ve yeni gelişmekte olan sözcükbilimi
(leksikoloji) araştırmalarından yararlanarak hazırlanan söz­
lüklere bile bir amatör işi (bricolage) gözüyle bakılmaktadır
hala. (73) Yine de bütün eleştirilere karşın, sözlük yapımının

(71) Bloomfield, Language, 1933, s. 274.


(72) Bk. D. Slakta, in Langue Française n. 2. Larousse, s. 87. Gramerle
söz hazinesinin birbirlerinden kesin ayrılması çok zordur. Gramer­
de görevli monemlerin bir kısmı sözlüğe girer, bir kısmı girmez.
Öte yandan, bazı sözleri kullanabilmek için gramer kurallarına uy­
mak zorunluluğu daha çoktur: filler. İsim, bazı dillerde gramerin
boyunduruğuna en az girendir. Çocuk dil öğrenirken ilk önce isim­
leri, sonra sıfatları, sonra fiilleri beller.
(73) Josette Rey-Debove, in Langages, n. 2, 1970, s. 37.
94

günümüzde, çok daha titiz ve bilimli ayrımlar yapmak yolu­


na girdiğini söyleyebiliriz.

Sözlük hazırlayanların işini güçleştiren önemli bir ol­


gu, dilcilerin ne kelime, ne de sözlük birimi için, herkesin
uygun bulduğu bir tanıma varmamış olmalarıdır. Sözlükle­
rin giriş birimleri hangi ölçütlere göre sıralanmalıdır? İsmin
hangi hali, fiilin hangi biçimi seçilmelidir? Geleneksel davra­
nış, yani özne ve mastarın seçimi yerinde midir? Tekil hali
mi, çoğul hali mi? (genellikle, dilde tekil işaretsiz olduğun­
dan tekilin alınması daha doğrudur). Kaldı ki, bazı dillerde,
tekil ile çoğulun ayrı birim sayıldıkları terimler vardır. Mor­
femler konusu birçok güçlükle doludur: bazı morfemler
özerk kullanılır, ama aynı görevi yüklenen başka morfemler
ek durumundadırlar. Ön ya da son takı olarak başka sözcük
ya da modemlerle bileşerek kelime kurarlar. Onların sözlü­
ğe girme olanakları yok mudur? Gramerde yeri olan öğele­
rin sözlüğe girmemeleri doğru mudur?

Genellikle, sözlüklerde birimler alfabetik sıraya göre


dizilir.<74> Bu usulün kullanımda kolaylık sağlamasına karşı­
lık sakıncaları da vardır. Bunlara kısaca değinelim: aynı kö­
kenden gelen sözler birbirinden ayrı, hatta çok ayrı düşebi­
lir. Fransızca gibi iki ayrı yoldan gelen kelimelerin bulundu­
ğu bir dilde (Fransızca'da, halk dili ve bilginlerin geç tarih­
lerde Latinceden aktarmaları) bir köken iki kelime verebi­
lir. Bu terimlerin yakınlığı gözden kaçar. Sözgelimi: frele­
fragi.le, etudiant-studieux, eau-aquatique, esprit-spirituel. Te-
(74) Az sayıda okuyucuya (dilcilere, yazarlara) seslenen bazı sözlükler­
de sıralama kelimenin ilk harfine göre değil de son hecenin ilk har­
fine göre yapılır: (son ek ya da kafiye). Ayrıca son yıllarda sistema­
tik sözlük deneylerine rastlanmaktadır. Konular, dosya halinde kita­
ba yerleştirilir (cilt bir kutu gibidir). Bazı konularda ilerleme, de­
ğişme kaydedildikçe, önce yayımlanan dosyanın yerine yenisi bası­
lıp dağıtılır. Yapıt, böylece, eskime, zamana uymama sakıncasın­
dan kurtulur (Clartes, Pleiade, Bordas, v.d.).
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 95

mel kelime ile bileşik kelimelerin yakınlığı da belirtilemez:


chasse ile garde-chasse.(75)

E-2-1. Sözlük Düzeni.

Sözlük birimleri iki türlü betimlenir:


a) autonyme tanını.
b) belirtilenin tanınıı.
Örnek: fırın, cins isimdir.
fırın, ekmek yapılan ve pişirilen yerdir.
Bir belirten tek bir belirtilene iletiyorsa yapılacak iş­
lem kolaydır. Ama, dilde birkaç anlama gelen terimler kaba­
rık bir küme meydana getirirler. Dikkatle incelenirse bu 'bir­
kaç' deyimi oldukça yüksek rakamlara varır. Kelimenin an­
lamlan neye göre sıralanmalıdır? En yaygın, en çok kullanı­
lan anlamlardan en seyrek rastlananlara mı gidilmelidir?
Ak.la yakın gelen bu sınıflama birtakını sorunlara yol açar.
Yaygınlık derecelerini eş saydığımız kelimeleri alfabe­
tik sıraya başvurarak dizmeğe karar versek bile güçlük yenil­
mez; çünkü anlamların yaygınlık derecelerini hesaplamakta
hangi ölçütlerin geçerli olacağı tartışma konusu olabilir. Ya­
pısal sözlükler, yaygınlık ölçütü yerine, gramer kategorileri­
ni esas tutmayı öngörürler: ismin gerçek anlamı, mecazi an­
lamı; fiilin geçişli, geçişsiz, çeşitli edatlarla kullanınıı gibi.
Bu gün dilbiliminin ana . ilkelerinden biri, sözlük birimleri­
nin bulundukları anlambilim şa da sözdizim örgütleri içinde

(75) L. Gilbert, (ih Langue fronçaise, n. 2, s. 18.) sözlüklerle ilgili yazı­


sında Grand Larousse Encyclopedique için şöyle diyor: "ibarede di­
zimsel (sentagmatik) bir sıralama ile ya da deyim parçalarını birleş­
tirerek ortaya Ç'kan birleşik anlam birimlerinin mantıklı bir sınıf­
lanmasını yapmaktan vaz geçilmiştir: bunlar değişik deyimler bölü­
münde toplanmıştır. · Örnek,. temps girişinde, deyimler bölümüne:
avoirfait son temps, · etre de son temps, gagner. du temps, v.b. alfabe­
tik sıraya göre dizilmiştir".
96

var olduklarıdır. Sözdizimi yapıları anlambilimsel ayrılıkla­


ra yol açtıkları oranda sözlüğü ilgilendirirler. Giriş kelimesi
bazı deyimlerde (lexie) yer alıyorsa, bu deyimlerdeki anlamı
nasıl gösterilmelidir? Maddenin içinde mi yoksa ayrı bir bö­
lümde mi ?<76> Bir birimin değişik kullanımları varsa, bunlar
bir girişte mi toplanmalıdır yoksa eşsesli ayrı kelimeler ola­
rak mı gösterilmelidir (aynı kökenden gelseler bile)? Öte
yandan farklı anlamlar hangi eşikten sonra ayrı kelimelere
dönüşürler? Fransızca'da conter ile compter, penser ile pan­
ser eşseslilerinin ayrı kelimeler sayılacağını imla belirtir. Oy­
sa, bu örneklerde, kelimeler hem eşsesli, hem de aynı kö­
kenden gelir. İmlası fonetik olan dillerde bu çareye baş vuru­
lamaz. Fransızca'da bile (imlası fonetik olmadığı gibi, keli­
menin kökeninden uzak düşmeme kaygısıyle birçok durum­
da, okunmayan harfler kullanılır), bazan ayrı anlamlı ve �yrı
kökten gelen kelimeler aynı yazılır: sac (çanta), sac (bir şeh­
rin yağma edilmesi); ya da sacre (takdis etme töreni) sacre
(kuş ismi). Bu durumlarda hangi ölçütlere uyulmalıdır?<77>
Tek dilde olan sözlükler, tanımlarında bir tür daire
çizmekten kaçınmalıdır. Pek çok yapıtta bu hataya rastlanır:
bir kelime eşanlamlı başka bir kelimeyle açıklanır. O kelime
de birincisi ile. Bu sakıncaya değinen Paul lmbs, Nouveau
Larousse Illustre'den bazı örnekler vermiştir. İşte bunlardan
birkaçı:
Humilier, rabaisser.
Rabaisser, amoindrir, humilier.
Ya da
Accueil, reception que I'on fait a quelqu'un.
Reception, maniere de recevoir, accueil.
(76) Paul lmbs, Au seuil de la lexicographie, in Cahiers de Lexicologie,
1960, n. 2. Didier, s. 6.
(77) idem, s. 15. Sözlüklerin bu konuda farklı tutumları vardır: Littre
bir 'girişe' pek çok anlam sokar. Bir kelimeye 150 ayrı anlam yük­
ler. Başka sözlükler ayrı 'giriş' yapmayı, eg sesli ayrı birimler (kö­
kenleri bir olsa da) olarak sıralamayı daha uygun bulurlar. Kaldı
ki, sıralamalarda, en eski anlam mı, en yaygın olan mı öne geçme­
li, bir tartışma konusudur.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ---- 97

Müzikte ses nasıl perdelere ayrılırsa, dilin de kendi


içinde tabakaları vardır. Burada bilim ya da teknik diller de­
ğil, ortak kullanım dili söz konusudur. Bunun çeşitlerini sa­
yabiliriz: saygılı, şairane, samimi, Hlubali, kaba, argo, v.b.
Yazı dili ile konuşma dili arasındaki ayrılığa değinen Sartre,
konuşma ana dilidir, ama yazı dili her zaman öğrenilmiş, ya­
bancı bir dildir, der.
Öte yandan, zaman da derecelenmelere yol açar. Di­
lin durmadan değiştiğini, tarihte birbirlerinden uzak iki dö­
nemdeki biçimini karşılaştırdığımızda açıkça görürüz. Bu
tür karşılaştırmalardan tarihsel dilbiliminin ortaya çıktığını
biliyoruz. Ama, tarih boyunca gelişmeyi bir yana bırakıp, za­
mandaş dili yani belli bir süre içinde kullanılan sistemi ken­
dimize konu yapmak istersek, yine de zaman boyutunu göz
önünde tutmalıyız: seçtiğimiz süre ne kadar kısa olursa ol­
sun, zamandaş bir dil tabakasını sınırlamak güçtür. Çünkü,
dilde, her an, eski deyimler, sözler, hatta yapılar, neolojizm­
lerin yanında yaşarlar. Eski ya da çok yeni diye bilinen te­
rimlerin yan anlam (connotation) bakımından zengin olduk­
ları gerçektir. Edebiyat da, günlük konuşma da onların bu
yanlarından yararlanmağa çalışır. Zamandaş dilde, silinmek­
te olan terimlerle, yeni türeyen terimler beraber bulunurlar.
Bu yüzden de tarihsel dilbilimi ile zamandaş dilbilimine ke­
sin bir sınır çizilemez.
Sözlüklerin bilim yöntemleriyle düzenlenmeleri iste­
nince, ölçütlerin açıkça belirtilmesi ve tartışılması gerekir.
Bir dilin bütün terimlerini, en sık kullanılanlardan en
ender rastlananlara kadar hepsini toplamak isteyen sözlükle­
rin yapımına, XIX. yy.'ın ikinci yarısında başlanmıştır. Ta­
rihsel dilbiliminin gelişmesi, bu tür yapıtların tasarlanmasın­
da, en önemli etken sayılır. Özellikle, bu tarihlerde, köken
araştırmalarında sağlanan başarı çalışmaların hızlanmasına
yardımcı olmuştur.
Kelimenin nereden geldiği bilinince anlamı daha ke-
98

sin belirir, inancı eskidir. Yunanlılar, kökene dayanarak söz­


leri açıklamağa çalışırlardı. Özellikle, dilin yansıtan kelime­
lerden (onomatopee) geldiğini savunanlar. Sözgelimi, Efla­
tun, Tanrı Dionysos'un adını, sözü parçalara bölerek açık­
lar: 'didous ton ofnon-şarabı sunan'.(78)
Sözün kökenine varmak, sözün gerçek anlamına var­
maktır diyenlere göre, kökenbilim hakikati bulma yoludur.
Ortaçağ'da kökenbilim ile felsefe terimlerinin, eşanlamlı sa­
yılmaları buradan gelir. Yunanlılar, Dionysos örneğinde gör­
düğümilz gibi, adları açıklamak için sözleri parçalara ayırır­
lar ya da onlar hakkında hikdyeler, menkıbeler uydururlar.
En başta, tarihçiler ve coğrafyacılar bir ulusun ya da şehrin
tarihine bir başlangıç vermek istediklerinde aynı adı taşıyan
bir kahraman tasarlarlar ve o kahramanın serüvenlerini an­
latırlardı.(79) ·

İskenderiye, Yunanistan'da görülen akımları, yani ke­


limeleri bölme ya da onları yansıtan kelimelere indirgeme
yönelimini sürdürmüştür. Kendi dillerinin daha eski ya da
başka dillerle ilişkisi olabileceğini hiç düşünmeyen Yunanlı­
ların tersine Romalılar, Latince ile Yunanca sözler arasında
benzerlikler bulmağa çalışırlardı. Bu davranışları, savaşlar­
da ve siyasal alanda üstünlüklerine karşın uygarlık konusun­
da Yunanlılara hayranlıklarını, onlara benzemek arzularını,
açıkça belirtir.
Dilleri karşılaştırma, aralarında yakınlıklar arama Or­
taçağ'da, Rönesans'ta, XIX. yy.'a kadar her dönemde rastla­
nan bir tutumdur. Fransız dilbilimi tarihinde de, bu tür de­
neylere rastlanır. Fransızca zaman zaman daha eski dillere
bağlanmak istenmiştir. Ancak Fransızca'nın Yunanca ya da
İbranice'den geldiğini savunanlar, bu görüşlerini sistemli bir
a�aştırmaya dayandırmağı düşünmezler, gelişi güzel seçil-
(78) Pierre Guiraud, Etymologie, P.U.F., s. 13.
(79) idem, s. 13.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 99

miş birkaç örneği ortaya atmakla yetinirlerdi. Yukarda da


söylediğimiz gibi, yakınlık, varsayımı öne süren bilginin za­
manında yazılan Fransızca ile Klasik Yunanca ilµ sözün, ha­
zan belirteninde, ama, genellikle de belirtilenlerin bir özelli­
ğinde bulunurdu. Gerçek amaç, iki dil arasında bir süreklili­
ği kanıtlamaktan çok, Fransızca'nın Latince, İbranice, Yu­
nanca gibi bir kültür dili niteliğini taşıdığını ortaya koymak­
tı: bu üç dile benzemenin, dillere bir soyluluk sağladığına
inanılırdı. Ses benzerliklerine dayanan ve hiç bir gerekçesi
bulunmayan bu uydurma köken açıklamaları yakın tarihlere .
kadar önemini sürdürmüştür: XVII. yy. 'ın ortalarında Samu­
el Bochart Britannica sözünün İbranice'den geldiğini öne
sürmüştü: barat-anac'dan (kalay ülkesi). Kökenin britan ol­
duğu, soµ ek icus'un Latince'den geldiği bilindiği halde. <80)
Uydurma benzetmelerle Britanya, daha önceleri Brutus'e
bağlanmamış mıydı? (Wace, Montmouth'lu Geoffroi). Ron­
sard, destanında Fransızların, Truvalı bir kahramanın, Fran­
cus'un soyundan geldiğini anlatmaz mı? Yine XVII. yy.'da
cins isimler, aynı yöntemle açıklanırdı: parlement (parlamen­
to) sözünün parle ile ment'nm bileşimi olduğu, chemise
(gömlek) sözünün chair ile mise'den, chapeau'nun (şapka)
ise echappe-eau'dan <?rtaya çıktığını savunanlar vardı. (81)

Uydurma etimolojilerden kurtulup, bilim yöntemlerin­


den yararlanarak gerçek kökenlerin aranmasını tarihsel fo­
netik sağlamıştır. Seslerin gelişi güzel değişmediği, ekleme
ya da eksilmelerin belli kurallara uyduğu anlaşılınca kelime­
nin daha eski biçimlerine sağlam yollardan varılabildi. Tarih­
sel sesbilgisi, değişme kurallarının kesinliğini abartmış olabi­
lir . Bugün kural dışı durumların, başka nedenlerle ortaya çı­
kan biçimlerin, Yeni-Gramercilerin sandığından çok daha
önemli bir küme oluşturduğunu biliyoruz. Yine de Yeni-

(80) idem, s. 20.


(81) idem, s-. 17.
100 ______ SÜHEYLA BAYRAV

Gramercilerin titiz çalışmalarıyle oluşan sözlükler başarılı


yapıtlardır. Bu sözlükleri kullanmayı sürdürdüğümüz gibi,
çağdaş eserlerin çoğunun temelinde bulundukları da gerçek­
tir. Tarihsel sesbilgisi, bu alanda, büyük ilerleme sağlamış­
tır. Ancak, bu sözlerimizden bütün kelimelerin kökeni, hata­
sız aydınlanmıştır, anlamı çıkarılmasın. XIX. yy. eserlerinde
birçok hata vardır ve bu hataların etkisiyle, en bilimli çağ­
daş sözlüklerde, asılsız hikayeleri, yakıştırmaları sürdüren
kökenlere rastlanılır. Bu yüzden, üzerlerinde çok çalışılmış
dillerin bile kökenleri tam aydınlanmış, kesin sonuçlara va­
rılmıştır, denemez. Batı dillerinde, kelimelerin çoğunun kö­
keni problemsiz ve açıktır. Ama, yüklü bir rakama varan
başka bir kümeninkiler araştırmalara ya da yeni baştan ele
alınmağa zorunludur.
Sözlüklerde tam çözümlenmemiş sorunlar belirtilir:
a) İleri sürülen kökene, yazılı belgelerde rastlanma­
mışsa, yani verilen terim bir varsayım ise, başına konulan
bir yıldız (fr. asterisque) işaretiyle (*) durum belirtilir.
b) Bazı sözlerin karşısına kökenin bilinmediği yazılır.
İlerde bu konuda yeni açıklamalar ortaya konabilir.
Sözlüğü hazırlayan tarafından önce kabul edilmiş bir
köken sonradan yanlış görünebilir. Daha doğrusu bir bilgin
onun doğruluğundan kuşkulanıp yeni bir köken önerir. Ger­
çekten, çok açık durumlar bir yana, köken araştırmalarında
konu, hiç bir zaman, kapanmış, çözümlenmiş sayılmaz. Dil­
bilimi dergilerinde kökenbilim tartışmalarına sık sık rastla­
nır. Öte yandan, kökenbilim sözlükleri, bir terimin dilde en
eski kullanımını verirler. Bu tarihler de kesin olamaz. Dergi­
lerde tarih düzeltmeleri (kelime daha eski bir metinde bu­
lunmuştur) bildirilir. Sözlüklerin yeni baskıları bu düzeltme­
leri derleyerek daha bilimsel bir hale gelirler.
Tarihsel sesbilgisi, bugün tam oluşmuş görünmektedir.
Bu nedenle ona yeni bir bilgi katamıyoruz. Ama kökenbilim
açık bir alandır, yeni incelemelere her zaman yer vardır.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 101

Öte yandan, XIX. yy. tarzında kökenbiliın çalışmaları,


yani bir kelimenin geldiği en eski biçimi bulmak, bize ne ka­
zandırır? Sözcükbilgisi çalışmalarına bir başlangıç sağlar.
Adeta zaman boyutu dışında, sıfır dereceye yerleşmiş bir te­
mel bilgidir. Böylece kelimeye o sıfır dereceden bugüne uza­
nan bir gelişme düzeyi tanınmış olur.(82)
XIX. yy. kökenbilim araştırmalarında; dilin nasıl oluş­
tuğu ve kaynağı sorunuyla ilgilenilirdi. Örnek olarak Fran­
sızcayı alalım: bu dildeki kelimelerin yüzde kaçının Latince­
den, yüzde kaçının Cermen dillerinden, v.b. den geldiği sap­
tanmağa çalışılırdı. Bir süre sonra Yeni-Gramercilere karşı
koyan akımlar (nesneleri ve adlarını inceleyenler, diyelekle­
ri derleyenler ve dilbilimi coğrafyası) köken aramasını eleşti­
rerek ilgiyi kelimenin tarihte gelişmesi üzerine çektiler. Po­
zitivist dilcilerin kurallara olan inançlarını sarsmak isteye­
rek, her kelimenin kendine öz bir durumu olduğunu, sesbil­
gisi yasalarının, burada gerekirci bir biçimde her zaman et­
ken olamıyacağını, başka nedenlerle (kelime çok kısa ise kü- .
çültmesi yerini alır, aynı anlam alanına giren başka bir keli­
meyle kanştırma sakıncası varsa, yani iki kelime fonetik ge­
lişme sonunda eş seslı olmuşsa, ikisinden birinin düşmesi ge­
rekir, v.b.) kelimenin biçim ve anlam değiştirebileceğini sa­
vunmuşlardır. <83>
Sözlüklerin çeşitli olduğuna daha başlangıçta değin­
miştik. Bir dilden başka bir dile iletenleri bir yana bırakıp
tek dildekileri göz önünde tutalım. Burada eserleri iki küme­
ye ayırabiliriz:
a) Zamandaş dildeki birimlerin anlamını verenler.

(82) Kelimenin zaman ve yüzeyde aldığı yoldan, anlamında az ya da


çok şey kalmaması ne kuram bakımından, ne günlük deney bakı­
mından düşünülemez. Kelimenin şimdiki halinde geçmişinden kala­
nı kökenbilim hatırlatmalıdır" P. Imbs, Cahiers de lexicologie, 1960,
sayı 2, s. ıs.
(83) Bk. Gillieron'un yazıları, v.b.
102 ______ SÜHEYLA BAYRAV

b) Kelimelerin kökenini ve dile giriş tarihini gösteren-


ler.
Zamandaş sözlük, bugünün dilini yansıtmağa zorunlu
değildir. Herhangi bir dönemin (Ortaçağ, XVI. yy., XVII.
yy., v.b.) dilindeki birimleri toplar ve açıklar. Belli bir döne­
min dilini tanıml�yan sözlükler, kuşkusuz kapsam bakımın­
dan aykırılıklar gösterir. En sık kullanılan üç bin ya da beş
bin terimle yetinenler, bu sayıyı derece derece aşan, bilim
ve teknik kelime hazinesinden de terimler alanlar (Petit La­
rousse 40000 terim), girişleri daha yüksek rakamlara yükse­
len ve dolayısiyle ansiklopedilere yaklaşanlar vardır.
Köken belirtmek amacında olmayıp kelimelerin anla­
mını açıklamak isteyen sözlüklerin bazıları, zaman boyutu­
nu hesaba katarlar. Sözgelimi, 1863'de yayımlanan Littre
sözlüğü Fransızca'da, klasik dönemden bu yana (özellikle
XVTT. yy. 'dan, ama XVI. yy.'dan da örnekler verir), her keli­
menin kullanımını, değişik ve değişen anlamlarını, büyük ya­
zarlardan aldığı parçalarla belirtir. Ağırlık klasik dile veril­
miştir. Littre'.yi yenileştirmek üzere hazırlanan Paul Ro­
bert'in Dictionnaire Alphabetique et AnalC?gique de la Langue
Française (Fransız Dilinin Alfabetik ve Orneksemeli Sözlü­
ğü) sözlüğü örneklerini XIX. ve XX. yy. yazarlarından alır.
Yöntemlerini Littre'ye oranla kesinleştirmiştir.
Günümüzde, ansiklopediler büyük rağbet görmekte,
yayımevleri durmadan yeni yapıtlar basmağa itilmektedir.
Kazanç düşüncesiyle girişilen bu yayımların yanında araştır­
ma merkezlerinin hazırladığı ve ordinatörlerle sürdürdükle­
ri büyük külliyatlardan, Fransızcayı ilgilendirenlerden en
önemlilerini hatırlatalım:
von Wartburg'un başkanlığında girişilen F.E. W.
Nancy üniversitesinde Paul Imbs'in başkanlığında ha­
zırlanan Le Tresor de la Langue Française, des Origines a nos
Jours (Başlangıçtan Bugüne Kadar Fransız Dilinin Büyük
Sözlüğü). Bu sözlükler kelimelerin hem kökenini, hem tarih­
çesini aydınlatarak anlamlarını verirler.
F Bibliyografya
-

Çağdaş bilim tekniğinde gitgide daha çok önemsenen


bir araç da bibliyografyadır. Belli bir konu üstüne yazılanla­
rı tanımadan, varolanı bilmeden, o konuda yenilik getirecek
bir çalışmaya girişilemez. İnsanlığın birikmiş kültür hazinesi
o kadar zengin, yazılı metinlerin sayısı, kayıplara karşın o
kadar yüksektir ki, bir kimsenin bütün yapıtları ne hatırla­
ması, ne de okumuş olması olanaksızdır. Hele günümüzde,
hem yayım alanı genişlemiş (dünyanın her köşesinden, her
bilim kolunu ilgilendirecek yayınlar gelmekte), hem hızı art­
mıştır (yayımlanan eser sayısı).
Her hangi bir konuyu incelemek isteyenlere aradıkla­
rı bilgi kaynaklarını kolayca verecek danışma kitaplarına ih­
tiyacın, gün geçtikçe arttığını biliyoruz. Bu danışma kitapla­
rının başka bir deyişle bibliyografyaların sayıları, binleri aş­
mış, ayrı bir bibliyografya eserini dolduracak hale gelmiştir.
Bibliyografyaların, belli bir konuda, çalışmaların son duru­
munu yansıtmaları, eski yazıları eksiksiz vermeleri gerekti­
ğinden, bu eserlerin günü gününe işlenmesi, bilimin ilerle­
mesi için en önemli koşuldur.
Biblion (kitap) ve graphein'den (yazmak) kurulu olan
"bibliyografya" sözü oldukça yenidir. Fransa' da bu terim, ilk
kez 1633'te, Gabriel Naude (kardinal Mazarin'in kitaplık
yöneticisi) tarafından kullanılmıştır. Ne Fransız Akademisi
sözlüğünün ilk baskısında, ne Diderot ile D'Alembert'in
104 _______ SÜHEYLA BAYRAV

1 75 1 'de çıkan Ansiklopedi'sinde bibliyografyaya rastlanmaz.


Bununla beraber, Ansiklopedi'de bibliographe terimi bulu­
nur: bu terim, eski yazmaları ve yazıları (ağaç, parşömen,
kağıt üzerine) okuyanlar için kullanılır (yani aşağı yukarı pa­
leograf sözüne verdiğimiz anlamı taşır).
Akademi bibliyografya (bibliographie) terimini 1762'
de sözlüğüne almıştır. Tanımını şöyle verir: bibliyografların
bilimi. Bibliyograr a gelince: basılmış ya da yazma kitaplar
hakkında bilgi sahibi, eski kitapları okuyabilen kişi.
Bibliyografya sözü, bugünkü anlamiyle dile yerleşmez­
den önce, onun yerine başka terimler kullanılırdı: repertoire,
catalogue, inventaire ve en önemlisi bibliotheque (Latince: re­
pertorum, catalogus, inventorium, bibliotheca).
Belli bir konu ile ilgili eserlerin listesini hazırlayıp
okuyuculara . sunmak işi terimden çok daha eskidir: II.
yy. 'da yaşıyan yunanlı doktor Galenos'un De libris propriis
başlıklı kitap listesi bilinen ilk bibliyografya sayılabilir. Da­
ha geç bir .dönemde Aziz Hieronymus'un (ölümü 420) hazır­
ladığı De Scriptoribus ecclesiasticus, VIII. yy.'da Bede le Ve­
nerable'ın tarih kitabına eklediği Notia de se ipse et de libris
suis listesi, Sevillalı İsidoro'nun ve öteki Ortaçağ filozofları­
nın eserlerinin sonuna ekledikleri kitap listeleri (yararlan­
dıkları kitapların adları) bu yolda atılmış ilk adımlardır.
Bibliyografyaların, çağdaş anlamda, ayrı bir tür haline
gelmesini iki olay etkilemiştir: a) matbaanın bulunması; b)
Fransız devriminden sonra kitaplıkların devletleştirilmesi.
a) Matbaa, eldeki kitapların çoğaltılmasını ve yeni
eserlerin basılmasını kolaylaştırmıştır. Piyasaya sürdükleri
malı çabuk satmak isteyen kitapçılar ellerindeki yapıtları bil­
diren kataloglar basarlar ve dağıtırlardı. Böylece, birbirlerin­
den haber alarak aynı eserleri yayımlamak sakıncasını da
önlerlerdi. Pazarlarda, eskiden, almanakların gördüğü göre­
vi şimdi kitapçıların katalogları yüklenmişti. İlk bibliyograf­
yalar basılmış kitapların listeleridir. Arkadan, daha dar bir
alıcı sınıfına seslenen, ama daha değerli bir mal satarak da-
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 105

ha çok kazanç sağlanacağı düşünülerek hazırlanan listeler


yayımlanmıştır; bu listeler değerli, az rastlanan eserlerin (el­
yazmalarının) satılığa çıktığını bildiren kataloglardır.
Kitapçıların ve yayımevlerinin bu tür kataloglarından
başka, yeni eserleri haber verme ve tanıtma görevini,
XVIII. yy.'da gazeteler (haftalık, aylık) yüklenmeğe başlar.
Voltaire, L 'Ecossaise (İskoçya'lı) adlı eserinin önsözünde
Avrupa' da 173 gazetenin basıldığını söyler. Gazetelerin
önemli bir görevi yeni sanat yapıtlarını, sanat havadislerini
yansıtmaktı.
b) Fransız devriminden sonra, Kralların ve Soyluların
şatolarında ve manastırlarındaki kitaplar devletleştirildi.
Halka açık kitaplıklar kuruldu. Değişik yerlerden gelen ki­
tapların dökümünü yapmak gerekiyordu. Kitaplar sınıflara
ayrılıp ve her birine bir kot numarası verilerek sıraya kon­
du. Kitapların dökümünü yapan bu kataloglar, bibliyografya
türünün gelişmesinde önemli etken olmuştur.

F-l. BİBLİYOGRAFYANIN ÇEŞİTLERİ.

En başta, kapsamlarını göz önünde tutarak Bibliyog-


rafyaları türlere ayırabiliriz:
a - Genel ve uluslararası olanlar.
b - Genel ve ulusal olanlar.
c - Belli bir konuyu ele alanlar.
İkinci bir sınıflama da gereçleri işleme biçimlerine gö­
re yapılır: Bazıları, kitap ya da makale başlıklarını (yazar,
başlık, yayımevi, basılan yer, forma, sahife sayısı, baskı tari­
hi) sıralamakla yetinir. Bazıları, tanıttıkları eserleri özetler.
Bir kısmı da daha ileri giderek, kitap ve yazar hakkında ay­
rıntılı bilgi verir, hatta eseri eleştirir.
Eski tarihlere gidersek, XVII. ve XVIIL yy.'da bibli­
yografya ile eleştiriyi ayırmanın ne kadar güç olduğunu gö­
rürüz. İki tür birbirine karışmıştır. Alanlarının birbirine ka­
rışmadığı çağımızda, bir küme bibliyografya yalnıt yeni çı-
106 _______ SÜHEYLA BAYRAV

kan eserleri bildirir; başkaları ise belli bir konu ile ilgili bü­
tün literatürü derler. Düzenleri de farklıdır: alfabe sırasına
göre, eserlerin eskiliğine göre, ya da sistematik bir sıralama­
ya göre.
Fransa' da ilk bibliyografya olarak hemen hemen aynı
tarihlerde yayımlanan ve birbirinden habersiz hazırlanmış
iki eser gösterilir: François de la Croix du Maine (yayım tari­
hi 1584 Paris) ile Antoine du Verdier'nin (yayım tarihi
1585 Lyon) Bibliotheque française (Fransız Kitaplığı) adını
taşıyan eserleri (ikisi de aynı başlığı seçmişlerdir). Her iki
eserde yazarlar soyadlarına göre değil de adlarına göre sıra­
lanmışlardır. Alınanya'da, bibliyografya alanında en tanın­
mış eski bilgin C. Gesner'dir. İngiltere'de Andre Maunsell
( Catalogue ofEnglish printed books [İngilizce Basılmış Kitap­
lar Kataloğu], 1595) gösterilebilir. Bu son eserde yazarlar
soyadlarına göre sıralanmıştır.
Jlk bibliyografyaları derleyenlerin ne güç bir iş başar­
dıklarını unutmamalıyız. Daha önce, bu alanda, ciddi bir ça­
lışma bulunmadığından, herşeyi kendileri yapmak zorunday­
dılar. Kitapçıların kataloglarından yararlandıkları bir gerçek­
se de bu katalogları toplamak bile oldukça güç ve zaman
kaybına yol açan bir çalışmaydı. En önemlisi de yetersiz olu­
şuydu. Verimli bir sonuç elde etmek, bibliyografyacıların
kültürüne ve genel bilgilerinin derinliğine bağlıydı.
Bibliyografya derleyicileri emeklerinin karşılığı olan
üne her zaman kavuşmazlar ama, bilime büyük hizmet ettik­
leri de bir gerçektir.(84)
(84) Apologie pour l'Histoire adlı eserinde Marc Bloch, bibliyografya ha­
zırlamakla bir ömür geçirenleri küçümseyenlere, bu işi ilginç bul­
mayanlara şöyle der: "Acele yargılardan çekinmeyen ve bilgiçlik tas­
layan bazı ukalalar, bilginlerin bu tür eserleri meydana getirmek
için, araştırmacıların ise bu eserlerin varlığını ve kullanımını öğren­
mek için zamanlarını esirgemediklerini gürünce şaşarlar. Kendine
öz bir çekiciliği. olmakla beraber gösterişsiz ve ikinci planda kalan
bu işlere sarfedilen emekler sayesinde çok değerli enerjilerin yersiz
harcanmasını önlenmiyormuş gıbi" (1961, s. 29).
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 107

Bibliyografyaların sayısı XVI. yy. 'dan sonra hızla art­


mıştır. B arthelemy d'Herbelot (1625-1695) Doğu devletleri­
ni tanıtacak bütün eserleri, Türkçe, Arapça, Farsça yazılmış
kitaplan, bu kitapların batı dillerine çevirilerini ve hakların­
da yayımlanan incelemeleri bir eserde topladığını ileri sürer.
Fransız edebiyatını ilgilendiren danışma eserleri ara­
sında, en başta Saint-Maur tarikatına mensup Benedikten
papazlarının 1733-1763 arasında yayımladıkları 12 ciltlik
Histoire litteraire de la France (Fransa'nın Edebi Tarihi) kül­
liyatı gelir. Eser, 1814 'ten sonra, Academie des lnscriptions
üyeleri tarafından sürdürülmüştür. 1965'de 39 cilt olan bu
eserde, XIV. yy.'dan önce yaşamış yazarlar ve eserleri hak­
kında geniş bilgi vardır. Querard'ın 1827'de yayımlamağa
başladığı La France Litteraire (Edebi Fransa) 1700'den son­
ra basılmış yazıların listesini verir. Querard, /es supercheries
litteraires devoilees adlı eserinde (2. baskı 1865) takma adlar­
la yazanları ya da başkasının eserlerini intihal (plagiat)
edenleri açığa vurur. Bu son kitabı, ölümünden sonra Bru­
net(BS) ve öteki bilginler tarafından sürdürülmüştür. <B6)
18 l O'dan başlıyarak Batı'da ulusal bibliyografya ya-
. yımları sürekli olarak basılır. Bugüne dek hazırlanan bibli­
yografyalar arasında edebiyatı ilgilendirenleri bile saymak
olanaksızdır. Bilginin hızla yayıldığı günümüzde, bibliyograf­
yaların zamanında hazırlanması, gerçek durumu yansıtması,
yeni bilgiler vermede gecikmemesi en zor sorunlardır.
(85) Brunet'nin Manue/ de Libraire adlı eserinin çeşitli baskıları sıralanıp
incelendiğinde, bazı kitapların fiyatının devamlı yükseldiği görülür.
Bibliyoloji'de belirttiğimiz gibi, bu tür bir ayrıntı, belli bir alan� ilgi­
nin arttığını belirttiğinden kültür tarihi bakımından önemlidir. Orne­
ğin, 1765'te basılan sekiz ciltlik Bibliographie lnstrnctive'. de ( G. F. de
Bure'ün eseri) Ronsard'ın adı geçmez. Brunet'nin yukarda sözünü
ettiğimiz eserinin ilk baskısında Ronsard'a 17 satır1* yer verilmiştir.
Beşinci baskıda ise küçük yazıyla on üç sütun. ilginin artışında
Sainte Beuve'ün Tab/eau de la Poesie Française au XVI. s. adlı kitabı­
nın etkisi olduğu bilinir. (Bk. H. Chamard, 1932, s. 12).
(86) Kitapçı Techner, 1834'de ''Bulletin des Bibliophiles" başlığını taşıyan
sürekli bir yayım organı kurmuştu. Koleksiyoncular satmak emelin­
de olmasalar da az rastlanan, pek bilinmeyen eserleri bu dergiye, bib­
liyografya ve edebiyat açısından betimleyen yazılarla bildirebilirler­
di.
G Bibliyoloji
-

Karmaşık bir kavram olan kitabın, eskiden beri, çeşit­


li işlemlere yol açtığı ortadadır. Kitabın insanlar arasında
bildirişimi sağlayan araçların başında geldiğini göz önünde
tutarsak bu duruma şaşmayız. Ancak, günümüzde, gelenek­
sel olanların dışında kitap başka açılardan da ele alındığın­
dan, yeni bir araştırma alanı olan bibliyoloji ortaya çıkmış­
tır. XX. yy.'ın başında, Belçika'lı Paul Otlet'nin kurduğu bu
disiplin son zamanlarda hızla gelişmektedir.
Kitap iki yönlü bir varlıktır: hem bir nesne, bir belir­
tendir; hem de bir içerik, bir belirtilen.
Belirten olarak baktığımızda, ortaya çeşitli sorunlar çı­
kar. Bunların bazılarını gözden geçirdik: yazı, yazıyı taşıyan
gereç, gereçin biçimi, kullanımı, baskı, v.b. Paleografi, kitap
tarihi bu gibi soruları aydınlatmağa çalışır. Ayrıca, bazı ki­
taplar, sanat yapıtı olarak değerlidir: Sözgelimi, yazının, diz­
ginin, cildin, resimlerin güzelliği bakımından. Bibliyofilleri il­
gilendiren bu özelliklerdir, ya da yapıtın zor bulunur olması­
dır (eskilik, az basılmış nüsha, az rastlanan baskı, v.b. ). Bun­
lar koleksiyon meraklılarının aradıkları nesne kitaplardır.
Belirtilen açısından ele alınınca, biçim sorunları yeri­
ne içerik söz konusu olur. Edebiyat ve bilimin taşıtı olan ki­
tapları tanımak ve tanıtmak önemli bir iştir. Bibliyografya,
yukarda da belirttiğimiz gibi, bu ihtiyacı karşılamak zorun­
dan gelişmiştir. Tarihe bakarsak, bibliyografya ve tanıtma
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 109

tekniğinde, belli bir dönemde, tutumun değiştiğini izleriz.


Çok eskilere. gitmeyelim: XVIII - XIX. yy.lar'da, eğilim,
okuyuculara, eleştiricilerin beğendikleri, ya da beğenmedik­
leri halde önemli buldukları yapıtları tanıtmaktı. Sözgelimi,
ünlü yazarların yeni kitaplarını, gençlerin yazılarını, v.b. Kı­
saca bir seçim söz konusuydu. Günümüzde, bibliyografya­
lar, çeşitli olmakla beraber, bütün basılan yapıtları toplayıp
sınıflandırarak okuyucuya duyurma kaygısındadır. Tam bir
haberleşme (information) sisteminin gerçekten işlemesine
çalışılmaktadır.
Bibliyografyaların çabuk ve eksiksiz hazırlanmasiyle iş
bitmez. Bibliyografyalar üzerinde de yeni araştırmalar yapı­
labilir. Bibliyografyalar, tarih açısından incelenince, belli bir
alanda ilginin zamanla nasıl yer değiştirdiği, zamandaş ola­
rak ele alınınca da, bir çağın ilgi alanları ortaya çıkar. Bu
tür araştırmalar bibliyolojinin konularıdır.
Bibliyoloji, kitabı nesne olarak alır ve çeşitli araştırma­
lara girişir. Gerçekte, bilimlerarası bir alandır. İktisat, sosyo­
loji, psikoloji, düşünce tarihi gibi değişik bilim dallarının yar­
dımiyle işler ve onlara gereç sağlar.
Kitap, geniş kitlelerin düşünce ve duygularını etkile­
yen radyo, sinema, plak, televizyon gibi bildirişme araçları
arasında yer alır. Bir alım-satım metaı olduğundan, yapılma­
sı, dağıtımı, sosyo-ekonomik koşullara uyar ve onları açık­
lar. Yapanlar, satışı artıracak nedenleri içerik ve biçim yö­
nünden bilmekte yarar bulurlar. Kitabın dağılımı, okuyucu­
nun tutumu, bu işe ayırdığı zaman, verdiği önem, okuma bi­
çimi sosyoloji ve psikolojiyi yakından ilgilendirir.
Edebiyat ve fikir değeri, düşünürlerin gözünde yüksek
olan yapıtların dışında, halkın en çok okuduğu yapıtları yaşa
ve ortama göre sınıflandırarak, doğru rakamlarla göster­
mek, onları istatistik yöntemlerle inceleyerek belirtmek, bel­
li çağların kültür düzeyi hakkında kesin bilgiler verir. Polis
romanları, resimli hikayeler, ilanlar, güldürücü fıkralar, kari­
katürler bugün ciddi araştırmalara konu olmaktadır.
H - Gramer

Ortaçağ'da Graınmatica sözü latince anlamına da ge­


lirdi. Çünkü, okullarda yalnız bu dil okutulur, yapısı incele­
nirdi. Latin grameri, daha önce söylediğimiz gibi, terminolo­
jisini dolayısıyle sınıflarını Yunan gramerinden aktardığın­
dan özgün bir sistem olmaktan uzaktı. Yunanistan'da dil in­
celemeleri belli bir düzeye, elbette, bir günde erişmemiştir.
Trakya'lı Dionysos'un (yaklaşık olarak M.Ö. 170-190) ünlü
eserinden önce gramer konusunda Eflatun, Aristoteles, Sto­
acılar, İskenderiye'li bilginler fikir yürütmüşlerdir. Saydığı­
mız adlardan da anlaşılacağı gibi bu işe ilkin filozoflar giriş­
mişlerdir. Gerçekten de, ilkçağ'da dile felsefe açısından ba­
kılmıştır, denilebilir (mantık anlamına kullanılan Logos sö­
zü "dil" demekti). Özellikle, iki ayrı dönemde, iki sorun, bil­
ginler arasında uzun tartışmalara yol açmıştı. Ortaçağ'da ye­
nilenecek olan birinci sorun, dilin ne olduğu, nasıl doğduğu
sorunudur; yani sözlerle gerçeğin ilişkileri araştırılır. Bir baş­
ka deyişle, sözcüklerle adlandırdıkları nesne ve kavramlar
arasında ses, kökenbilim, ya da bileşim bakımından kaçınıl­
maz bağlar var mı (Eflatun Kratylos'da soruya olumlu yanıt
verir), yoksa adlar rastgele bir anlaşmayla mı seçilmiş (Aris­
toteles'in görüşü) bu saptanmaya çalışılır.
Birincinin devamı olan ikinci sorun ise ( analogie-ano­
malie: örnekseme-kuralsızlık tartışması, M.Ö. II. yy.'da) gra-
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 111

meri daha yakından ilgilendirir: dilde kurallar mı ağır basar,


kurallara uymayan haller mi; ya da başka türlü belirtmek ge­
rekirse, dilde, gerçekten kural var mıdır, yoksa yapılar rast­
gele midir? Kuralların varlığını savunanlar ve bu kuralların
daha kesin uygulanmasından yana olanlar, genellikle, ayarla­
yıcı grameri (grammaire normative) tutan öğreticilerdi. Di­
lin özerk biçimlerden kurulu olduğunu ileri sürenler ise, sa­
natçılar, ayrıntılara değer veren estet aydınlardı.

H-1. GRAMERİN GELİŞMESİ.

Dilbilimini doğrudan doğruya ilgilendiren konulara


gelince, gramerin en önemli amaçlarından biri, söylevin bö­
lümlerini, başka bir deyişle, kelime çeşitlerini (parties du
discours) bulmaktır. Aristoteles'e göre, söylevin bölümleri
şöyle sıralanır: harf, hece, bağlaç, tanım edatı, isim, fiil. Ken­
disi, en başta, isim ve fiilin tanımını vermeğe çalışmıştır. Ne
var ki, (bu noktaya çok dikkat etmelidir) Aristoteles, konu­
yu, hep anlam açısından ele alır ve işler. Trakya'lı Dionysos
söylevi daha tutarlı biçimde böler ve sekiz çeşit sözcük bu­
lur: isim, sıfat, tanım edatı, zarf, fiil, bağlaç, edat, zamir. <87)
Bununla beraber, yöntemde değişiklik yoktur. Tanımlar an­
lama dayanmakta devam eder. Antik gı'!lmerin özelliği an­
lam-bilimsel ölçütlere baş vurması, dil yapılan ile mantık
arasında tam bir uyuşumun varlığına inanmasıdır.
Roma'lı bilginler, Yunan gramerinin bu tutumunu ke­
sintisiz sürdürmüşlerdir. Tarih olaylarının etkisiyle, Yunanlı­
ların geleneğine uyarak düzenledikleri Latin grameri, başka

(87) Söylevdeki kelime çeşitlerini belirtmek, kelime çeşitlerinin araların­


da uyuşumlannı ya da uyuşmadıklarını göstermek yerinde bir dav­
ranıştı. Ancak her dilin Yunanca gibi sekiz çeşit kelime kullandığı­
nı ileri sürerek her sistemde sekiz çeşit bulmak bir zorlamadır. La­
tincede tanım edatı yoktur. Gramerciler ünlem'i bir kelime çeşidi
sayarak bu boşluğu doldurmağa çalışmışlardır.
1 12 _______ SÜHEYLA BAYRAV

dillere (Avrupa dillerine) örnek olduğundan Yunan dilbili­


minin terminolojisi ve sınıfları ve en önemlisi bakış açısı
çok geniş bir alana uygulandığı gibi çok uzun bir süre de yü­
rürlükte kalmıştır. Gerçekten, Avrupa'da konuşulan dillerin
gramerleri Ortaçağ'da, değişik tarihlerde, ama hep Latince­
ninkine uyularak yazılmıştır. Avrupa'da, halk dilleri arasın­
da grameri yazılan ilk dil İrlanda dili olmuştur. Cenn Fae­
lad'ın (öl. 679) kaleme aldığı bu yapıtta latin dilcilerin, özel­
likle Donatus ve Priscianus'un, bir de adı geçmemekle birlik­
te Sevilla'lı İsidoro'nun etkileri, açıkça görülür.
Ortaçağ'da, yazı dili Latince dışında kalan dillerin
(halk dillerinin) biçimlerine o kadar az önem verilirdi ki, bu
sistemlerde yer alan sesleri tanımlamak, her ne kadar bilim­
de kullanılmasalar bile yine de yazılmak zorunda olan bu dil­
lerin imlasını kurallara bağlamak, uzun süre kimsenin aklı­
na gelmemişti. Bir halk dilindeki sesleri betimleme deneyi­
ne, ilk kez, Snorri Sturlusen'in ( 1 179-124 1) Edda'sında rast­
lanır. Oysa, daha VIII. yy. 'da Araplar, fonetik tanımlamalar­
da çok ileri giderek yetkin eserler vermişlerdi (Ebu Halim).
Batıdaki halk dillerinin en eski gramerleri ise şunlar-
dır:
1323-1356 yıllarında birkaç biçimi yayımlanan Leys
d'Amor (Sevginin Kuralları); şaşırtıcı adıyla bu yapıt, gerçek­
te, Provence dilinin grameri ve nazım kuramıdır. 1492'de
Antonio Nebrija'nın İspanyol dili grameri (Grammatica
Castillana).
Fransızca yazılmış en eski Fransız dili grameri bir ingili­
zin eseridir: John Palsgrave'ın Esclaircissement de la langue
francoyse (Fransız Dilinin Aydınlatılması) [1530]. Portekiz­
ce ilk gramer, 1536 tarihini taşır. XVI. yy.'da Fransızca ya
da İspanyolca öğrenmek isteyen ingilizlere hitap eden İngi­
lizce eserlerin yanında, aynı dilleri öğreten Latince yazılmış
kitaplar da vardı. İtalyanca için, Pietro Bembo'nun Le prose
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 113

della volgar lingue (Halk Dili Nesir Biçimleri) [15 16-1520]


adlı yapıtı ile Giambullari'nin Della lingua ehe siparla e scrive
a Firenze (Floransa'da konuşulan ve Yazılan Dil Üstüne)
[ 155 1] adlı eserini gösterebiliriz.
Rönesans, Latincenin övüldüğü ve bir bilim dili ola­
rak yaşatılmak istendiği bir dönem olmakla birlikte, yukarki
eserlerden de anlaşılacağı gibi halk dillerinin de önemsen­
meğe başlandığı dönemdir de. Gerçekten de, Fransa kralı 1.
François'nın devlet dairelerinde Latince yerine Fransızca' -
nın kullanılmasını istemesi bu tutumu kanıtlar. Çeviri bölü­
münde belirttiğimiz gibi, ana dillere önem verilmede, mat­
baanın büyük payı olduğunu unutmamalıyız. Matbaa ile ki­
tap endüstrisi yeni bir döneme girince, imlaya, fonetik be­
timlemelere önem verilmesi doğaldı.

H-2. KLASİK DÖNEMDE GRAMER.

Rönesans'ta aldığı hızla, gramer çalışmaları XVII. ile


XVIII. yy.lar'da da canlılığını sürdürmüştür. Dil sorunlarına
ünem verme XVII. yy.'da aydınlar ve hatta bazı soylular çev­
resinde de yaygın bir tutumdur. Moliere, gramer kuralları­
na boyun eğmeyen, daha doğrusu bu kuralların varlığından
bile habersiz ahçı kadını sırf bu yüzden işten çıkaran bilgiç
kadınlarla alay etmez mi? Bu dönemde yayımlanmış bir ese­
rin, dilbilimi tarihinde özel bir yeri vardır; bu eser Arnaud
ile Lancelot'nun birlikte hazırladıkları ve Port-Royal grame­
ri diye anılan yapıttır: Grammaire Generale et Raisonnee du
Port-Royal. (Port-Royal'in Genel ve Eleştirili Grameri).
Port-Royal öğreticileri, pedagoji sistemlerinde bazı yenilik­
ler yapmışlardı. O dönemde, genellikle uygulanan usul (öte­
ki okullarda, kurumlarda) Latince ya da başka yabancı dil
derslerinde yalnız öğrenilen dili kullanmaktı. Öğrenci, ha­
zan manzum, bazan de düzyazı olarak kaleme alınmış bir el­
kitabından, ama öğrenmeğe çalıştığı dilde yazılmış bir kitap-
1 14 ______ SÜHEYU BAYRAV

tan, dilin kurallarını ezberlerdi. Genellikle, ezberlediği ku­


ral kendi kendinin de örneği idi. Ders dolaysız olarak (met­
hode directe) verilir. Öğrenci, alıştırma ve tekrarlarla, tıpkı
çocukların ana dillerini belledikleri gibi, yabancı dili öğrenir­
di. Port-Royal'cılar bu yöntemi hatalı sayarlar ve dersin öğ­
renilen dilde değil de, öğrencinin ana dilinde verilmesinde
yarar bulurlardı. Onlara göre, öğrenciye bir dilin kuralları
öğretilirken kuralların nedenleri de açıklanmalıdır. Böyle
hareket edildiğinde öğrenci, edilgin durumdan çıkar, dilin
yapısı üzerinde düşünmeğe zorlanır. Gramer öğrenimi, bu
sistemde iki yönde yarar sağlayan bir çalışma olur:
a) Kuralları belletir.
b) Kuralların nedenlerini; dayanaklarını açıklar.
Port-Royal öğreticileri dillerde değişik yapıların varlı-
ğını yadsımazlar. Latince, domus patris deyiminde (Türkçe
"babanın evi"nde olduğu gibi) kelimenin sonuna koyduğu
bir ekle (is) belli bir ilişkiyi belirtir. Aynı anlamın karşılığı
Fransızcada La maison du pere'dir Latincedeki ekin görevi­
.

ni burada de (du = de le) yüklenmiştir. (İngilizce: Father's


house). Önemli olan ek, edat ya da başka bir yapının kulla­
nılması değil baba ile ev arasındaki ilişkinin belirtilebilmesi­
dir. Bu tür karşılaştırmalar sonucunda çeşitli dillerde deği­
şik biçimler gösteren bir üst-yapının (structure de surface
[sesler; kelimeler, sözdizimi düzenleri]) ortak bir alt-yapıyı
( structure profonde) gizlediği anlaşılır.
Port-Royal, sözünü ettiğimiz Genel ve Eleştirili Gra­
mer'i yayımlamadan önce, İspanyol, İtalyan, Latin dillerinin
gramerlerini kaleme almıştı. Arnaud ile Lancelot'nun eseri­
ne neden genel niteliği tanındığı, okuyucuyu düşündürebilir.
Her ne kadar bu eserde Yunanca, İbranice, İtalyanca ve İs­
panyolca'dan alınmış bir iki örnek varsa da, ağırlık Latince
ile Fransızca'ya yüklenmiş, bu iki dil zaman zaman karşılaş­
tırılmıştır. Kaldı ki, kitabın yazıldığı tarihlerde, eskiden beri
bilinenlerin dışında, dünyanın çeşitli bölgelerinde konuşu-
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 115

lan birçok dil hakkında, oldukça güvenilir bilgi edinmek ola­


nağı vardı. Adlarını saydığımız dilciler, bilinçle, çok sayıda
sistemi karşılaştırmak istememişler, iki dille yetinmişler, yi­
ne de eserlerine genel gramer başlığını vermişlerdir. Bu teri­
mi kullanmada kendilerini haklı bulmalarının nedeni, kitap­
ta, kuralları eleştirmiş olmalarıdır.
Zamanlarında başka dilcilerin, en başta Vaugelas'nın
yaptığı gibi, çağdaş kullanımı belirtmekle yetinmeyip, dilde
kurallar aramışlar ve bu kuralların dayandığı ilkeleri açıkla­
mağa çalışmışlardır. Onların görüşüne göre, tek bir dil (ye­
ter ki bu yöntemle incelensin) genel gramerin kurallarını be­
lirtmek için gereken gereci sağlar. Arnaud ile Lancelot'nun
eseri yayımlandıktan az sonra, Port-Royal'ın görüşünü B.
Lamy'nin Rhetorique (Belagat) adlı kitabının önsözünde bu­
luruz: "fikirlerimizi belirtmek için ne gerektiğini bilirsek bu­
nu yapmak için de doğanın bize verdiği olanakları iyi tasar­
larsak, öğrenmek istediğimiz dile kolayca uygul�yacağımız
genel bir dilbilgisine sahibiz demektir".(88)
Arnaud ile Lancelot, belli bir dilin kuralları yerine, bu
eserde, gramer sınıflarını, bir kimsenin farklı açılardan fikir­
lerini nasıl belirtebileceğini, kavramlara ne gibi yeni anlam­
lar (daralma, tanımlama, niteleme) katarak bunları derece­
lendirebileceğini, araştırmıştır.
Genel ve Eleştirili Gramer'de, dildeki kelimelerin birer
belirti olduğu söylenir. Ama, kitapta, belirti kavramı üzerin­
de durulmaz. Belirti kuramı, ayrı bir eserde Port-Royal'ın
Mantık kitabında ele alınmıştır. Gramerin ikinci baskısının
başında iki eserin yakınlığı açıkça belirtilerek şöyle denir:
"Bu gramerde üretilmiş ve bileşik kelimelerden söz edilme­
miştir... Çünkü bunlar genel bir gramerden çok genel sözlü­
ğü ilgilendirir. Kaldı ki, kitabımızın ilk baskısından sonra
Mantık ya da Düşünme Sanatı başlığını taşıyan ve aynı ilke-
(88) B. Lamy, La Rhetorique ou /'art de parlt;�, (1675).
116 _______ SÜHEYLA BAYRAV

ler üzerine kurulu olup, burada incelenen konuların birçoğu­


nu aydınlatacak nitelikte bir eserin yayımlandığını sevinçle
haber veririz". Gramerle mantığın eş ilkelere dayandığı inan­
cını, şu sözler kesinlikle açıklamaktadır. Eserin yazarlarına
göre, dillere yüzeyde kalınarak bakılırsa, her dilde değişik
kuralların bulunduğu sanılır. Ama bu kuralların nedenleri
incelendiğinde, belli zorunlukları belirtmeğe yaradıkları, bir
güçlüğü değişik biçimlerde çözümledikleri ortaya çıkar. Ke­
limelerin dilde bölüm değiştirmeleri, sözgelimi, bir ismin sı­
fat, bir sıfatın isim ya da zarf olarak kullanılması da insan
düşüncesinin işleme tarziyle açıklanır.
XVIII. yy.'ın sonlarına kadar felsefenin baskısı altın­
da kalan gramer, bu tarihten sonra yeni bir döneme girer.
Okullarda ise Port-Royal'ın yöntemi çok yakın zamanlara
kadar etkisini sürdürmüştür. İlerde de açıklayacağımız gibi,
bugün, yeniden dikkati üzerine çekmektedir.

H-3. TARİHSEL GRAMER.

Daha önce, doğuşunu anlattığımız tarihsel görüşün


gramer çalışmalarını nasıl etkilediğini özetlemeğe çalışalım.
Gerek, XIX. yy.'da, hangi dillerin birbirleriyle akraba
olduğunu ve bu akrabalığın derecelerini saptamağa uğraşan
karşılaştırmalı gramer, gerekse belli bir dili ele alarak onun
zaman içinde gelişmesini izleyen tarihsel dilbilimi konuya
hep tarih açısından bakar. Genetik görüş dışında bilimli ça­
lışma yapabileceği olumsuz görülen bu dönemde amaç, çeşit­
li dillerin tarih boyunca gösterdikleri biçimleri toplamak,
bunları karşılaştırmak ve değişmelerin kurallarını bulmaktı.
, Böyle bir çalışma dil olgularını, örneğin bir sesi, bir morfolo­
ji birimini tek başına incelemeyi gerektiriyordu. Bu yüzden
tarihsel dilbilimine atomist denir. Bu dilbilimi, konuyu kü­
çük birimlere böler. Dilin öteki olgularından ayırdığı biri­
min zaman içinde oluşumunu izler. Zamanda, birbiri ardın-
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 117

ca gelen iki olgudan birincisini ikincisinin nedeni olarak gös­


terir. Atomist yöntem, olguları bir akım, bir gelişim içinde
gördüğünden, dilbilimi kendini biyolojinin çekimine kaptır­
mış, mecazi olması gereken bazı imge ve deyimleri, gerçek
anlamlarında kullanmıştır. Dili canlı bir gövdeye benzetip,
doğuştan, gelişmeden, ölümden, ana dil, kız dilden kelimele­
rin çatışmasından, yaralanmasından söz etmiştir. Yüzde yüz
kaçınılması imkansız olan bu imgeler yavaş yavaş dilin, bu
dili konuşanların dışında, canlı bir yaratık olduğu kanısını
yaymış, yanlış değerlendirmelere, yorumlara, yargılara yol
açmıştır.
Bu dönemde dilbilimini biyolojinin yanısıra etkileyen
bir başka bilim de psikolojidir. Dil biçimlerinin zamanla de­
ğişmesi kısmen mekanik nedenlere dayanırsa da bir kısmı­
nın psikolojik nedenlerle açıklanacağı görüşü önem kazan­
mış ve bu yolda araştırmalara girişilmiştir. Kısacası, tarihsel
gramer dildeki oluşumları kimi kez tarihin (fikir, sosyoloji
ve siyaset açısından) kimi kez psikolojinin ışığında aydınlat­
ma çabasında o kadar ileri gitmiştir ki, eskiden edebiyatın
bir kolu halinde görülen dilbilimi, özerk bir bilim niteliğini
kazanamayıp, tarih ve psikolojiye gereç sağlayan yardımcı
bir bilim durumunda kalmıştır.
Öte yandan, dilde, yalnız değişmelere ilgi gösteren ta­
rihsel dilbilimin, çağdaş dilin öğretiminde tutumu ne olabi­
lirdi? Ayarlayıcı gramerin yapmağa zorunhı olduğu yanlış ­
doğru cetvellerini dizemez, bu biçim bir davranışı şu neden­
le yerer: bugün yanlış dediğimiz bir kullanımın elli yıl sonra
normal dilin malı olmıyacağını güvenle söyleyebilir miyiz?
Tarih, bize, bayağı, yanlış denilen sözlerin, deyişlerin bir sü­
re sonra yaygın dile girdiklerini, soylulaştıklarını göstermi­
yor mu? Ama, okullarda, gramer öğretiminden vazgeçile­
mez. Bu durum karşısında, Yeni-Gramerciler sakıncalı ko­
nudan kurtulma yolunu, sorunu yanıtlamayıp gramer öğreti­
minin yapılmasına göz yummakta buldular, denebilir. Ger­
çekten de, bu işle kendileri uğraşmadılar. Programları ayar-
118 _______ SÜHEYLA BAYRAV

lama, kitapları hazırlama çabalarını orta öğretimde görevli


olanlar yüklendiler. Bu dersin okutulmasında, adeta, onlar
sorumlu oldular. Öte yandan Yeni-Gramerciler, yazılarında,
geleneksel gramerin terminolojisini kullandıkları halde ona,
hemen hemen, hiç bir katkıda bulunmamışlardır. Tarihsel
yöntemin okul kitaplarına etkisi, geleneksel düzen içinde or­
taya konan olgulardan bazılarının hangi tarihsel gelişmeyle
oluştuğunu açıklamak olmuştur. Sözgelimi, Fransızcada al
ile biten kelimeler çoğul olunca al yerine aux alırlar. Fonetik
kurallarının ışığında bu olgunun nedenleri gösterilebilir.
Tarihsel dilcilerin ilk kuşağı geniş sentezlere atılmak­
tan çekinmeyen romantik bilginlerdi. Araştırma alanlarını
genişletmekte, çeşitli konuları ele almakta bir sakınca duy­
mazlardı. Onları izleyenler, tam tersine, pozitivist akıma gi­
rerler. Ayrıntıları iyice sınırlayıp bunları kesin yöntemlerle
incelemek isterler ve belli bir konuda uzman olmayı öngö­
rürlerdi. İşte bu pozitivist kuşağa Yeni-Gramerciler adı ve­
rilmiştir. Bu kuşağın temsilcileri, dünyada konuşulan dilleri,
hiç olmazsa bir çoğunu bilimle incelemedikçe ve iyice tanı­
madıkça genel dilbilimi kitabı yazmağa kalkışmanın serüve­
ne atılma olduğunu savunmuşlardır. Bu nedenle, böyle bir
işe girişmekten hem çekinmişler hem de bu yolda bir uğra­
şın neden başarısız olacağını kanıtlamağa çalışmışlardır.
Böylece, sentezlerden, genel kuramlardan vazgeçerek belli
dil olgularını tanıyıp betimlemeğe çalışmışlardır. Yeni-Gra­
merciler, yöntem bakımından Port-Royal'in, XVII. yy.'da
yenilgiye uğrattığı Vaugelas'ya yakındırlar.(89)

(89) Klasik çağlarda dilciler, belli mantık davranı§larına uyan yapılan


dilde bulmak istediklerinden, kullanıma girmi§ biçimlerden bazıları­
nı yeriyor, bazılarını tutuyorlardı. XVII. yy.'dan sonra Fmasizcanın
fikirleri en belirgin ve kesin tarzda ifade edebilme niteliğini kazan­
ması, klasik dönemde bu yanlara önem verilmesinden, bu yolda ça­
ba sarfedilmesinden ve Descartes felsefesinin etkisinden gelir.
XIX. yy.'da ise dile baskı yapılmaktan çekinilmi§tir. Dilin nasıl ge­
li§tiğini izlemek bilimli tutum sayılmı§tır. Doğa bilimlerinde oldu­
ğu gibi.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 119

H-4. ÇAGDAŞ GRAMER.

H-4-1. Yapısal Gramer.

Tarihsel görüşe en etkili tepkiyi Ferdinand de Saussu­


re gösterecek ve dilbilimine yeni bir yön verecektir. İsviçre'li
bilgin ( 1857-1913) Paris (Ecole des Hautes Etudes) ve Ce­
nevre Üniversitelerinde verdiği derslerle dilbilimi anlayışın­
da yepyeni bir çığır açmış ve getirdiği yeni görüşlerle kendi­
sinden sonraki dilbilimi uzmanlarını etkilemiştir. Ne yazık ki,
Saussure dilbilimi konusundaki düşüncelerini olgunlaştırıp
kitap halinde yayımlamağa zaman bulamadan ölmüştür. Bu­
gün adını taşıyan ve yarım yüzyıldan beri her sözü yorumlara
yol açan kitabını, üç öğrencisi, sınıfta tutulan notlardan yarar­
lanarak hazırlamışlardır. Bu kitap, Cours de Linguistique
Generale (Genel Dilbilim Dersleri) adıyla 1916'da yayımlanı:
dı. Saussure, işe, zamanında, herkesin savunduğu bir ilkeyi
yıkmakla başlar: bilimli araştırmalar, konuya, yalnız tarihsel
açıdan bakanlardır, kanısını eleştirir ve yanlış olduğunu gös­
terir. Dil sorununu yeniden tanımlamak dil olgusunun ne ol­
duğunu saptamak gerektiğini öne sürer: Bilimde, yöntem ile
konu arasındaki ilişkiye değinen bilgin "konunun (objet) ba­
kış açısından önce var olın:ası şöyle dursun; sanki görüş açısı
konuyu yaratır" der.<90> Dil konusuna yeni bir açıdan baktığı
için, Saussure bu konuyu gerçekten yenilemiştir. Memoires
sur le systeme primitif des voyelles dans fes langues indo-euro­
peennes (Hint-Avrupa Dillerinde Ünlülerin İlk Dizgesi Üs­
tüne İnceleme) [1879] adlı teziyle çok genç yaşta, tarihçi dil­
cilerin övgüsünü kazanan ve bu yolda en yetkin çalışmaları
yapacak güçte olduğunu gösteren bilgin, gün geçtikçe, tarih­
sel yöntemin yetersizliği ve tutarsızlığını sezerek kuşkuya
(90) F. de Saussure, Cours de liguistique Generale, Payot, 1931, s. 23.
120 _______ SÜHEYLA BAYRAV

düşmüştür.(91) Dil konusunu, alışkanlıklardan, önceden veril­


miş yargılardan sıyırarak ele almağa ve yeni baştan düşün­
meğe çalışmıştır. "İnsanda doğal olan konuşulan dil değildir,
bir dil yapmak; yani belirli kavramlara bakışımlı belirli belir­
tilerden kurulu bir sistemi gerçekleştirmektir"(92) kanısına
varan Saussure, derslerinde sistem kavramına dikkati çeker
(kurucusu olduğu kurama, sonradan yapısalcılık denmişse
de, Saussure "sistem" [dizge] terimini kullanmıştır).
Bir sistem açıklanırken, önemli işlem sistemin öğeleri­
ni bulmak, bu öğelerin aralarındaki ilişkileri belirtmek, çeşit­
li birimlerin nasıl kurulduğunu ve hangi kurallara göre hare­
ket ettiklerini göstermektir. İsviçre'li bilgin bir örnekle, dil
sisteminin ilişkiler, yani biçimler üzerine kurulu olduğunu
kanıtlamıştır: Satranç oyununda takımın fildişi ya da tahta­
dan oluşu oyunu etkilemez, ama, takımdan bir iki taş çıkarı­
lır ya da eklenirse, oyunun kuralları (grameri) alt üst
olur.<93) Dilde, bir birimi incelemek, tek başına önem taşı­
maz. Önemli olan birimlerin belli bir düzen içinde nasıl gö­
rev gördüklerini saptamaktır. Dilin belirtilerden kurulu bir
sistem olduğunu kabul ettiğimiz anda, tarihsel yöntemin
yanlış tutumu ortaya çıkar. Tarihsel dilbilimi, dil olgularını
(ses, kelime, morfoloji kuralı, v.b.) tek tek ele alıp, zaman
içinde oluşumlarını izlerdi, yine aynı dilbilimi atomist bir
yöntem kullanmakla dilin sistem niteliğini gözden kaçırmış
oluyordu. Saussure, bu bulguya dayanarak bir dil tabakasını
incelenmenin bilim dışı sayılamıyacağını, tersine, bu davra­
nışın gerçek bilimsel tutum olduğunu, hatta tarihsel dilbili­
minin bile ancak zamandaş dil tabakalarını bir bir inceledik­
ten sonra bunları karşılaştırarak ilerleyebileceğini savunu-

(91) ibid. Ônsözde Bally ile Sechehaye hocalarının bu tür kaygıları sık
sık belirttiğini anlatırlar.
(92) ibid, s. 26.
(93) ibid. "Dilde yalnız ayrılıklar vardır". s. 166.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 121

yordu. Tarihsel dilbilimi, gerçeği yansıtma kaygısından, sap­


tamada kullandığı yöntemleri, gitgide kesinleştirerek, sesle­
rin tam boğumlanma noktalarını, gerçek kullanımları bul­
mak istemişti. Bir dili konuşan toplumda ise söyleyiş (kulla­
nım farklarının eksik olmaması yüzünden) ortak dil kavra­
mından uzaklaşıp, sınırlı küçük grupların dilini kendine ko­
nu alma yoluna girmişti. Oysa, bilim özeli değil geneli kendi­
ne konu yapmalıdır.
Dil bir bildirişim sistemi olduğuna göre, onu yalnız ko­
nuşanın açısından ele almak hatalı bir davranıştır. Dinleye­
nin nasıl anladığını da incelemek gerekir. Araç ve deneyler­
le, tam boğumlanma noktalarını öğrenmek dil sisteminin na­
sıl işlediğini aydınlatmaz. Konuşan ile dinleyen arasındaki
anlaşmayı sağlayan ya da bozan halleri bilmek yararlıdır.
Saussure dilde iki şeyi, söylev (parole) ile dil'i (langue) birbi­
rinden ayırır. Gerçekte, elimizde hep söylev örnekleri var­
dır. Ama, bu söylevleri değerlendirmemiz, belli bir dili konu­
şanların bilinçle ya da bilinçsiz uydukları kurallara (langue)
hakim olmamıza bağlıdır. Gramer'in konusu, bir dili konu­
şan kişilerin, bölge, ortam, yaş ayrılıklarına karşın anlaşma­
larını sağlayan kuralları daha doğrusu şifreyi açığa çıkar­
maktır. Farklı ses duyma, ya da telaffuz etme önemli olma­
yıp hangi eşikten sonra farklı seslerin anlamı etkiledikleri
dilbilimini ilgilendirir. Kısaca, dildeki ayrılıkların fiziksel ya­
nı yerine bildirişimde görevsel olanlar incelenmelidir. Saus­
sure, dilin ses gerecine dayandığından tek çizgi üstünde iler­
leyen bir bildirişim sistemi olduğunu ve bu sistemin belirti­
lerden kurulduğunu öne sürer. Dilci, dili, gitgide daha kü­
çük birimlere bölerek, görevsel belirtileri bulmalıdır. Dil, ay­
kırılıklar (contrastes) ve karşıtlıklar (oppositions) üstüne ku­
ruludur. Bu ayrılışmalar biçim düzeyinde ortaya çıktığından
dil biçimsel bir sistemdir.
Saussure belirtiyi betimler. Belirti bir yaprak gibi, bir­
birinden ayrılamayan iki yüze sahiptir ve psişik bir kendilik-
tir (entite). Yüzlerinden biri belli bir ses imgesi öteki bu im­
genin çağırdığı kavramdır. Belirti rastgeledir, ama dilin için­
de belirten ile belirtilen birbirinden ayrılamaz.
Dilbilimi, genetik akımda, başka kolların, edebiyatın,
tarihin, psikolojinin, sosyolojinin hizmetinde yardımcı bir di­
siplin durumunda iken, şimdi özerk, konusu ve yöntemi bel­
li bir bilim olmuştur. Dilbiliminin özerkliği, başka bilimlerle
işbirliği yapmasını engellemez. Ancak onların baskısından,
onlara gereç yetiştirmekten kurtulmuştur. Saussure'ün kura­
mını yapısalcılık denilen akım geliştirmiş, gramerin çeşitli
bölümlerini (sesbilim, biçimbilim, sözdizim, anlambilim)
saydığımız sıraya uyarak ve eski gramer terminolojisini eleş­
tirerek, gerektikçe yeni terimler ortaya atarak, incelemiştir.
Yapısalcılık, kendi dil kuramını ve çalışmalarında kullanaca­
ğı yöntemleri eleştirmekle işe başlamıştır. Şu ya da bu dilin
özel tutumlarını açıklamayıp dil olgusunun ortak karakteri­
ni araştırdığından genel dilbilimi adını kullanmakta kendini
haklı bulur.
Dilci, incelemelerine girişmeden önce, üzerinde çalışa­
bileceği metinleri seçer. Bu metinler birer "corpus'tur" (ça­
lışma gereci). Değiştirme, dağıtma, katılma yöntemleriyle,
ilk başta dil düzeylerin� sonra da dil birimlerini saptamağa
çalışır.(94)
Tarihsel gramerin ayarlayıcı gramer konusunda ne ka­
dar verimsiz olduğuna, yukarda değinmiştik. Yapısal dilbili­
mi, genel kuramını saptadıktan sonra, bu kuramın ışığında,
belli dillerin gramerini, kendi terminolojisi, yani sınıflariyle
yazmayı denemiştir. Bugün, Batı'da, yapısal dilbilimi okul
kitaplarına girmiştir. Temel ilkeleri bütün dilciler tarafın­
dan uygulanmakla beraber, son yıllarda, daha ileri giden ve
yapısalcılığı bazı açılardan eleştiren yeni bir kuram ·ortaya
çıkmıştır.
(94) Bu yöntemlerin daha ayrıntılı tanımlanması için Bk. S. Bayrav, Ya­
pısal Dilbilimi, Multilingual, 1998.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 123

H-4-2. Üretici Gramer.

Yapısal dilbilimi kuramları, önce ses bilimine uygulan­


mıştır. Her dilin ses sistemindeki birimlerin sayıca az olma­
sı sayesinde, sesbilim (fonoloji), kısa zamanda kesin sonuçla­
ra vararak gelişmiştir. Sesbilimde elde edilen başarıdan ce­
saret alınarak, değişim ve dağılım yöntemleri, dilin başka
düzeylerindeki birimleri (1. boğum.lamaya girenleri) ayır­
mak işinde de, birimlerin ilişkilerini göstermekte de kullanıl­
dı.
Saussure, belirtilerin iki eksene göre sıralandıklarını
açıklamıştı. Belirtiler, tek hat üstünde ilerleyen dilde yanya­
na dizilerek daha büyük birimler (sentagm) kurarlar. En bü­
yüğü cümle olmak üzere sıralanma her dilin kendi kuralları­
na uyularak yapılır. Bu eksene dizimsel düzen denir. Şimdi,
örnek olarak, bir cümle alalım: Çocuk eve geldi. Burada ço­
cuk birimini çıkarıp, onun yerine başka birimler yerleştire­
rek, Türkçe'de doğru cümleler yapabiliriz: kadın eve geldi, eş­
ya eve geldi, komşu kadının kardeşi eve geldi gibi. Örnek cüm­
lenin öteki öğelerini de aynı yöntemle değiştirebiliriz: ev'in
sonuna gelen e yerine den koyarız.
Ne var ki, çocuk yerine geçebilecek belirtilerin ya da
birimlerin sayısı çoktur, ama e yerine yalnız den gelebilir.
Belli yapılarda, bir öğe, kendi yerin� geçecek başka öğe ve
deyimlerle bir paradigm kurar. Sistematik denilen bu ekse­
nin özelliği kapsadığı birimlerden biri ibarede varsa ötekile­
rin olmayışıdır: ev sözüne hem e hem den ekleyemeyiz. Ço­
cukla kadın eve geldi başka bir yapıdır.
Sistematik eksen, kelime, fiil çekimi, v.b. yani gelenek­
sel gramerin biçimbilim (morfoloji) adı altında topladığı bö­
lümleri ve kuşkusuz kelime çeşitlerini ayırmağa yarar. Yu­
nanlılardan beri, geleneksel gramerin dayandığı bu ayırımla-
rın doğru sezişlerden hareket ettiği bir gerçektir. Ama sapta­
ma ve çeşitli sınıfları tanımlamaya gelince, anlam-bilim ( se­
mantik) ölçütlerine fazla yer verildiğinden, yani kimi kez bi­
çime, kimi kez anlama başvurulduğundan sınıflamada tutar­
lılık olmadığı gibi, varılan kurallar da kullanımı açıklamak­
tan uzaktı. Hele Yunan gramerinden esinlenen öteki dille­
rin gramerleri, aynı ölçüleri saklamak kaygısiyle, birçok zor­
lamaya girişmişler, koydukları kurala uymayan halleri aykırı­
lık ya da özel deyim diye göstermişlerdir. Bloomfield ve onu
izleyenler, yazılarında dilin biçimsel ayrılıklar üzerine kuru­
lu olduğu ilkesine dayanarak, sınıfları yalnız biçimsel ölçütle­
re göre yapmayı denemişlerdir. Dil birimleri, doğa birimle­
rindeki gibi, belli yapılardaki tutumlarına, başka birimlerle
girdikleri ilişkilere göre ele alınarak kümelendirilmiş ve silsi­
le (taxinomie) görünümünde ortaya koyulmuştur. Bloomfi­
eld'ciler anlamı işe karıştırmaktan çekinir, davranış psikolo­
j isinin yöntemlerine, yani dürtü-tepki ilkesine uymağa çalı­
şırlar. <95>
Antropoloji ile ilgilenen Bloomfield ve bazı amerikalı
dilciler, yalnız genel dilbilimiyle uğraŞmayıp, kaybolmakta
olan Amerika yerlilerinin dillerini de saptama çabasındaydı­
lar. Bu dilciler, Avrupa' da konuşulan ya da eskiden beri bili­
nen dillerdeki biçimlerden çok farklı olanlarla karşılaştıkla­
rından, geleneksel gramer terminolojisini, bu dillere uygula­
mıyorlardı. Yeni bir terminoloji kullanmalarının, konuya,
alışkanlıklardan sıyrılarak bakmalarının ve diller arasındaki
farkları abartmalarının baş etkeni de bu durumdur.
Yapısal dilbilimi, genellikle, biçimbilim ve sözdizim
(sentaks) toplamına gramer adını verir ve bu iki bölümü bir­
likte inceler.
Biçimbilimdeki tutarsızlıklar bir yana, geleneksel gra­
mer, Yunan ve latinlerde olsun, klasik denilen XVII. ile

(95) Bloomfield'e göre bilimde doğrudan doğruya gözlemlenemeyen, öl­


çülemeyen veriler hesaba katılmaz.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 125

XVIII. yy. 'da olsun, sözdizimi konusunu hiç bir zaman inan­
dırıcı bir biçimde inceleyememiştir. Kullanımda görülen
uyuşumsuzlukları yeri kurallarla çözümlemeğe çalışmış, ade­
ta kural sayısı altında ezilmiştir.<96) Tarihsel gramer, sözdi­
zim bölümünde pek başarı elde edemez. Yapısal gramerin
bir silsile kurarak vardığı sonuçlar, geleneksel gramerinkine
oranla ciddi bir ilerleme sayılır. Yine yapısalcılığa sert tepki
sözdizimine gösterilmekle başlanmıştır. Yapısal dilbilimini,
özellikle de Bloomfield'çileri eleştirenler arasında, bugün sö­
zü en çok edilen amerikalı dilci Noam Chomsky olduğun­
dan onun düşüncelerini özetlemeğe çalışalım.
Chomsky, Bloomfield'çilerin mekanist görüşlerine
karşıdır. Dili açıklamak için doğa bilimlerinde (zooloji ve
botanik) yapıldığı gibi, gözlemleri toplayıp sınıflandırmayı,
yani bir silsile kurmayı yetersiz bir yöntem sayar. Dilin özel­
liği yaratıcılığıdır, der. Yapısal dilciler, incelemelerine ger­
çekten söylenmiş ya da yazılmış metinler seçerek işe başlar­
lar ve bu metinlerin hangi usullerle, hangi yollardan (proce­
dures) gidilerek en kesin ve en çabuk taranacağını tartışır­
lar. Ellerindeki metinler ( söylev-paroles) onlara dilin (lan­
gue) kurallarını buldurur. Chomsky, bu tutumun konuyu ay­
dınlatamıyacağı kanısındadır.
Bir dili konuşanlar, o dilde, yalnız, gerçekten söylen­
miş cümleleri değil, söylenebilecek, bugüne kadar belki hiç
kullanılmamış cümleleri de kurmak ve anlamak yeteneğine
sahiptirler. Gerçekleştirdikleri cümlelerin (yapım-perfor­
mance) yanında söyleyebilecekleri ve anlayabilecekleri (ye­
tenek-competence) cümleler de hesaba katılmalıdır.
Gerçekten, hesaba katmak deyimi yanlış yorumlara
yol açabilir, çünkü zayıf bir ifadedir. Göreceğimiz gibi,

(96) Yunanlılar, gramer denince en başta biçinıbilimi düşünürlerdi. La­


tinler ve Ortaçağ bu tutumu sürdürmüştür. Sözdizim gramerin en
geç ve en yavaş gelişen bölümüdür. Sözdizim üzerine pek çok göz­
lem yapılmışsa da bunlar bir düzene sokulmakta güçlük göstermiş,
çoğu kurala aykırılık olarak sıralanmışlardır.
Chomsky'nin kuramında ağırlık bu yetenek (competence)
kavramına verilmiştir: Dilbiliminin başta gelen görevinin,
belli seslerle anlam taşıyan bildirilerin nasıl ortaya çıktığını
açıklamak olduğunu hatırlatalım. Söz konusu yetenek, cüm­
le kurduğumuz zaman da, okuduğumuz ya da duyduğumuz
cümleleri anlamağa uğraştığımız zaman da bize bu işlemleri
yapma olanağını sağlar.
Bir bakıma, Chomsky'de bulunan yapım-yetenek (per­
formance-competence) ikiliği Saussure'ün dil-söylev ikiliği­
ne yakındır. Ama, ona eşit değildir. Saussure ve onu izleyen
yapısalcılar hep söylenmiş, yazılmış cümlelerden oluşan bir
corpus'ten hareket ederek dil dedikleri sistemi ortaya çıkar­
mağı denerler. Yani olan bir şeyin içinde bildikleri kuralları
ararlar. Chomsky, kapalı bir corpus'tan hareket etmez: anla­
mak yeteneği, şimdiye dek hiç söylenmemiş, yazılmamış
cümleleri de çözebilecek bir yetenektir. Aynca, bir cümleyi
anlamakla, cümlenin dil kurallarına uygun olduğunu kabul
etmek arasında fark vardır. Dilde, doğruluk ve yanlışlık açı­
sından dereceli durumlar gösteren yapılara rastlarız.
Aşağıdaki cümleleri ele alalım:
1 - Küçük kız komşunun kedisi ile oynuyor.
2 - Anne sevgisine sınır yoktur.
3 - Çocuk dün gece gelecekler.
4 - Yeşil filler saydamlık uykusuna pişmanlık duyu­
yorlar.
5 - Ben getirecek o sigara sen istiyor.
Bu cümlelerden ilki doğru bir cümledir, aniamı açık­
tır. İkinci cümle doğrudur, ama çift anlama gelebilir: anne­
nin duyduğu ya da anneye duyulan sevgi söz konusu olabilir.
Üçüncü cümle yanlış kurulmuştur, anlamı anlaşılmayan bir
cümledir. Dördüncü doğru kurulmuştur, ama ne demek iste­
diği belirsizdir. Beşincide ise cümlenin kuruluşu yanlıştır,
ama anlamı kolayca anlaşılır.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 127

Görülüyor ki, dilde anlam taşımadan ayrı olarak doğ­


ru ya da yanlış kuruluş, belirli ya da kaypak anlamlı, bazen
de anlamsız diye niteleyeceğimiz çeşitli yapılar bulunabilir.
Yabancı dil konuşanların yanlış kurma durumuna düşmeleri­
ne şaşılmaz. Ama, ana dilini kullananlaı: da, ara sıra kendi
kurdukları cümleleri yanlış kurulmuş olarak kabul etmezler
mi? Kendi söylediklerimizi, yazdıklarımızı, fikrimizi belir­
gin biçimde açıklamadıklarını, yanlış yorumlara yol açabile­
ceklerini görerek düzeltmez miyiz? Demek ki, kullanım dı­
şında, anlamlı olma dışında, bir de doğru cümle nasıl olmalı­
dır konusunda bilgimiz, o. dildeki yeteneğimizdir.
Bu yeteneğin ne dereceye kadar deneylerle elde edil­
miş olduğunu, ne dereceye kadar insan zeka.sına bağlı oldu­
ğunu, Chomsky aynca inceler.
Chomsky'de yapım (performance) da Saussure'ün söy­
lev kavramına tam uymaz. Yapım, yalnız güç halinde bir bil­
ginin edim haline getirilmesi değildir. Konuşanın içinde bu­
lunduğu durum ve cümlenin çevresi cümlenin yapımını etki­
ler. Aynca konuşanın belleği, dikkati, ilgi duyup duymama­
sı, sözlerinin yapısında rol oynar.
Chomsky'nin anladığı anlamda yapım sorunlarını çö­
zümlemek, bugün için, daha uzak bir basamak görünüyor.
Bir dili anadili olarak konuşanların yeteneğini tanımlamak,
bu işi yaparken uydukları yapı şemalarını (model) ortaya çı­
karmak, gerçekte, bir gramer yapmak demektir.
Chomsky'ye göre, dilcinin başlıca amacı gramer yap­
mak olmalıdır. Dilin, seslerle anlam bildirme sistemi olduğu­
nu söyledik. Ama, unutmamak gerekir ki, seslerin anlam ta­
şıyabilmeleri iki yüzü olan bir yapı biçiminde özetlenemez.
Bu işte, ağırlık, birimlerin birbirleriyle kuracakları ilişkile­
rin model ve şemalarının toplamı demek olan sözdizimine
yüklenmiştir. Başka bir deyimle, anlam yapmada, belirtile­
rin anlamı kadar sözdizimi düzenlerinin de payı vardır. Dil­
cinin çabası, en başta, sözdizimi incelemeleri üzerinde top-
lanmalıdır. Chomsky, bugüne kadar yazılmış gramerlerin ye­
tersizliklerini göstererek, bunları eleştirmiştir. (97)
Chomsky, grameri "incelenen dildeki cümleleri yapan
bir tür mekanizma" diye tanımlar. Yapmak, ortaya çıkar­
mak yerine, üretmek (fr. engendrer) kelimesini kullanır.
Üretme, burada matematikteki anlamında, olanları ve olabi­
lecekleri saymak, dökümünü yapmak, ayrıca, cümle yapımı­
nı düzenleyen kuralları açığa vurmaktır.
Dilciye göre, en iyi gramer nasıl olmalıdır sorusu ya­
nıtlanamayacak, yersiz bir sorudur. Ancak eldeki gramerler
arasında hangisinin en iyi olduğu tartışılır. Dilbilimi kuramı,
gramerleri değerlendirirken baş vuracağımız ölçütleri bize
vermelidir. Gramer, tekrar edelim, ideal olarak, dilde kulla­
nılmış ve kullanılabilecek bütün doğru cümlelerin ve yalnız
onların yapılarını açıklayan kuralların toplamıdır. Dilbilimi­
nin amacı, böyle bir bütüne varmak, cümlelerin hepsinin ya­
pılarını aydınlatacak bir kuramı gerçekleştirmektir. Yoksa
tarama ve sınıflandırma yollarının bulunması değildir. Görü­
lüyor ki, Chomsky, Bloomfield'çilerden yöntem (silsile-ku­
ram), gramer anlayışı (olanı sınıflandırma-açıklayıcı kuralla­
rı bulma) bakımından ayrılır. Chomsky başlangıçta dilbilimi­
nin özerkliğinden söz ederse de sonraları bu konu üzerinde
pek durmaz, çünkü, dilbilimin� bilgi psikolojisinin bir kolu
olarak görür. Üretici gramer, ona göre, insan zekasının na­
sıl işlediğini ve bu zekanın değişmez kalıplarını anlamağa
yardım eden bir bilimdir. Chomsky, böylece XVIII. yy.'ın
felsefeye dönük gramer anlayışına yaklaşır. Chomsky'nin
Descartes'çı (cartesien) dediği "lenguistik" kurama önem
vermesinin nedenini eskiye bağlılığında aramamalıyız. Yazı­
ları dikkatle okununca, bu görüşe, yavaş yavaş kendi fikirle­
rini eleştirerek vardığı sezilir. Kaldı ki, Descartes'çı dil anla­
yışını överken, amacı Port-Royal gramerini tanıtmak ya da
savunmak olmayıp, günümüzün bilim sorunlarına bu kitapta

(97) N. Chomsky, 1957-1969, s. 55 ve devamı.


FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 129

tutum benzerlikleri bulunduğunu göstermek, çağdaş bilime


katılacak yanların varlığını belirtmektir.<98> Dilci, çağdaş fi­
kir dünyasının metafizik diye nitelediği bazı ilkelere (doğuş­
tan varolan düşüncelere-inneistes) ve bu yüzden bilim dışı
saydığı görüşlere Descartes ve Port-Royal'cılardan apayrı
bir yoldan ilerleyerek varmıştır.
Bir bakıma Saussure de zamanında kabul edilmiş gö­
rüşleri yadsıyarak, tarihçi gramercilerin ilgilenmediklerin­
den başka küçümsedil9.eri zamandaş gramerin, dil inceleme­
lerinde, temel konu olduğunu savunmuştu. Demek ki, o da
eskiye bir dönüş yapmıştı: Chomsky günümüzde, daha da
ileri gider: XVIII. yy.'ın mantık ilkelerine uyan dil kuramı­
nı, yeniden canlandırmağa çalışır.
Yukarda, dilcinin gramer hakkındaki düşüncesini be­
lirttik ve gramer bir dilin işleme mek�mizmasını açıklayan
bir sistemdir, dedik. Eukleides geometrisi, bugün nasıl tek
geometri sistemi -olarak kabul edilmiyorsa; Einstein nasıl
Newton'unkinden başka bir fizikten söz edilebileceğini gös­
termişse, gramer de çeşitli açılardan ele alınacak bir konu- ·
dur. Chomsky, en yetkin gramerin tanımlanamıyacağını, an­
cak var olan yapıtlar arasında dildeki cümlelerin en çoğunu
üretecek güçte olanı seçebileceğimizi söyler. Chomsky; üç
tip gramer ele alır (bunlara biçimci gramer de denir):

1) Sonlu durumlu gramerler (grammaires a etats finis)


2) Dizimsel gramer (grammaire syntagmatique)
3) Dönüşümlü gramer (grammaire transformationnelle)

Bu gramerlerin verimlilik derecelerini eleştirerek, bu­


gün için en değerli olanı arar. Daha doğrusu dönüşümlü gra­
merin neden ötekilerden üstün olduğunu kanıtlar.

(98) Bk. Ph. Riviere et L. Danchin, 1971, s 106.


130 _______ SÜHEYU BAYRAV

1) SONLU DURUMLU GRAMER.

Sonlu durumlu gramer, soldan sağa giderek ve her du­


rakta bir seçme yaparak cümle kurar. Bu sistem Batı dilleri­
ne daha uygun göründüğünden örneğimizi Fransızca'dan
alalım. İlk seçeceğimiz bir sözden, örneğin le'den sonra bir
isim koyalım: garçon (buraya başka birçok isim gelebilir
ama ilk söz le olduğuna göre seçilecek kelime eril ve tekil ol­
malıdır), üçüncü durakta bir fiil gelebilir, sözgelimi ouvre (o
da ancak üçüncü şahıs ve tekil olabilir). Cümle belli bir şe­
maya göre ve ilk seçilenler arkadan gelenlerin bazılarını bel­
li koşullara uymağa zorlayarak ilerler: Le garçon ouvre la
porte. (Erkek çocuk kapıyı açıyor).
Duraklar arasına, sözcükler belli koşullar altında sıkış­
tırılabilir: Le petit garçon ouvre la grande porte (Küçük çocuk
büyük kapıyı açıyor).
Soldan sağa ilerleyen ve ilk seçilenlerin sonradan ge­
lenleri (bazı hallerde) etkiledikleri bu şema_ tekrarlanabilir.
Yani eş şemalı iki cümle birbirine bağlanabilir. Yine de böy­
le bir gramer, ancak çok basit yapılı cümleleri üretir. Dilde
çok yaygın başka cümleleri üretemez. Örneğin, Bence, bir in­
san, hiç bir zaman yanılmam, derse, o kendini beğenmişin biri­
dir tipinde bir cümleyi üretemez. Çünkü, üç bağımsız cümle
vardır:
Ben hiç yanılmam.
Ben hiç yanılmam diyen kendini beğenmişin biridir.
Ben şöyle düşünüyorum.
Bu cümleler birbirlerine bağlanarak (iç içe geçerek)
tek cümle haline gelmiştir.
Kelimelerin sıralanmasına göre hangi yere hangi çeşit
kelimenin gelebileceğini öngören bu gramerin yetersizliği
böylece açıklanır.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------ 131

2) DİZİMSEL GRAMER.

2. tip gramer yapısal dilcilerin dağılım yöntemiyle el­


de ettiği cümle şemalarını toplar. Dizimsel denilen bu gra­
mer, hiç kuşkusuz sonlu durumlu gramerden daha güçlüdür.
Sonlu durumlu gramerin ürettiği bütün cümleleri ve daha
başkalarını da açıklar. Çocuklar ödev hazırlıyorlar cümlesini
alalım. Bu cümlede üç kelime vardır: çocuk, ödev; hazırla­
mak. Ama, bu cümlenin yapısı, sözgelimi, işçiler ev yapıyor­
lar cümlesininkiyle birdir. Gramerciler, onu kelimelerden
başka bir düzeyde de incelerler. Cümle önce iki parçaya bö­
lünür: özne, yüklem. Her parça da daha küçük birimlere ay­
rılır. Dizimsel gramer, dağılım yöntemiyle, cümleyi daha kü­
çük birimlere ayırarak kurucu öğelere kadar gelir. İşlemleri­
ni, ayrı ayrı yazar. Soldan sağa, her simgenin neden kurulu
olduğu açıklanır. Örnek: :ı: -+ Z
1. Cümle = Özne + Yüklem.
(cümle yerine C, özne yerine Ö, yüklem yerine Y kul­
lanacağız).
Bu 1. kuraldır. İşleme devam edebiliriz. Özneyi de
öğelerine indirerek baştan yazabiliriz. (reecriture - bu işle­
me açım denmektedir).
il. Ö = isim + çoğul işareti.
Yüklem de bölünür:
111. Y - isim + fiil.
iV. Fiil -+ fiil + zaman işareti + şahış işareti
V. İsim -+ İsim + tekil işareti (sıfır işareti) + tümleç
işareti (sıfır işareti).
Kuralların sayısı ihtiyaca göre çoğalır. İncelemenin so­
nunda tek tek simgelerin yerine cümledeki monemler ko­
nur. Yapılan işlem, çeşitli usullerle belirtilebilirse de dağılı-
13� _______ SÜHEYLA BAYRAV

mı ağaç biçiminde bir diyagramla göstermek, açıklık yönün­


den daha yerinde olur.

, /�
/o"'- v
/ çog. ıu "'-.... v
isim
çoluk
ılr "i,<
J
'-.._.
fiil ......._
o<Jrv
..
1 ,
fiil işıJrt.
hatırlı z ;W\'ıan'-.._.
yAr sahıs
l�r

Cümleyi bu biçim incelemek, onun iki yüzünü ortaya


koyar: Kelimelerden kurulu yüzeysel yapıyı (structure de sur­
face), gramerin konusu olan alt.yapıyı (structure profonde).
Yukarda sözünü ettiğimiz dağılma işlemleri sonunda, keli­
meler, gerekli kümelere tam ayrılır mı? Fransızca bir örnek
alalım: deneylerden, ce, un, mon, ton, son, certain, quelque
.. v.b. nin le'nün yerine geçebileceği, bütün bu kelimelerin
.

bir kümede toplandıkları anlaşılır. Tanımlayıcı denilen bu


sözcüklerin aralarındaki ayrılıklar (örnek, mon, ton, son, ge­
leneksel gramerde iyelik sıfatı, ce işaret sıfatıdır) bu yöntem­
le belirmez. Bununla beraber, bu noktaya fazla önem veril­
meyebilir; aradaki farkın anlamdan geldiği, keµınelerin gö­
rev bakımından eş olduğu söylenebilir. Chomsky başka ye­
tersizlikler üzerinde durur.· Örnek:

Gençlik eğlenmeyi sever


cümlesi dilde olabilir de neden ''ka.tılık eğlenmeyi sever" ola­
maz.
Anlam uyuşumsuzlukları dışında, her dilde çift anlama gele­
bilen yapılara rastlanır:
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 133

Ava giden avlanır.


Ahmet Mehmed'i Hasan' dan çok sever
(Hasan'ın sevdiğinden)
(Hasan'ı sevdiğinden)
Anne sevgisi her şeyden üstündür.
Ahmed'in kaybı büyük bir zarardır.
Bazen eş yapılarda kelimenin görevi farklıdır:
Hırka örüyor. Dayak yiyor. Ceza çekmek.
Çabuk örüyor. Yemek yiyor. Araba çekmek.
ya da
Fırıncı gece pişirir.
Fırıncı ekmek pişirir (G. Mounin'in örneği).
Dizimsel gramer, bu gibi hallere, bir çözüm getire­
mez. Kaldı ki, kurucu öğelerin rastlanabilecekleri çeşitli ya­
pıları saptamak, aydınlatıcı sonuçlar yerine karmaşık durum­
lar ortaya koyar. Yine de, öğelerin sözdiziminde yüklenebi­
lecekleri görevleri tam aydınlatmamış olabilir. Dizimsel gra­
mer'in de iki çeşidi vardır.
Şimdiye dek verdiğimiz örneklerde I: Z biçiminde
-

yazılır denince Z'nin bir ya da birden çok öğeden kurulu ol­


duğu ve her hangi bir yapıda I: 'nın Z yazılabileceği anlaşılı­
yordu. Oysa, başka durumlar da vardır: :t Z oluşunun an­
-

cak belli durumlarda doğru.olduğu. O zaman � ' nıl). solunda


W bulunduğu hallerde Z yazılabileceği bildirilir.
Bu ikinci tip gramerlerin birincilerden et.aha güçlü ol­
dukları ortadadır. Bunlara çevreye göre gramer (grammaire
contextuelle) denir. Birinciler -çevreyi hesaba katmayan gra­
merlerdir. Demek ki, iki türlü dizimsel gramer düşünülebilir:
a) Örnek cümleler, bulundukları ibareden koparılıp
alınır.
b) Örnek cümleler, bulundukları ibareye yerleştirile­
rek ele alınır.
Tekrar edelim, ikinci tip gramer birincisinden daha güçlü ol­
makla beraber yukarıda saydığımız güçlükleri yenemez.

3) DÖNÜŞÜMLÜ GRAMER

3. tip, dönüşümlü gramer, aslında dizimsel gramerin


karşılaştığı güçlükleri yenecek yolları göstermeğe çalışır. Ya­
ni dizimsel gramer'i güçlendirmek kaygısiyle işe girişir. Çift
anlamlı, eş yapılı, v.b. gibi durumlarda bazı sorularla ya da
yapıları dönüştürmek usulüyle, alt yapı ayrılıklarını ortaya
koyar.
a) Soru sorarak:
Fırıncı ne pişirir? ekmek (olabilir).
Fırıncı ne pişirir? gece (olamaz).
Fırıncı ne zaman pişirir? gece (olabilir).
Fırıncı ne zaman pişirir? ekmek (olamaz).
Ne örüyor? hırka (olabilir) çabuk (olamaz).
Nasıl örüyor? çabuk (olabilir) hırka (olamaz).
b) etken ve edilgen yapıları birbirine dönüştürerek:
L 'enfant aime la mere, la mere est aimee par l'en­
fant haline dönüşür ama,
La lettre est arrivee par la poste cümlesinin La poste
arrive la lettre cümlesine dönüşümü olanaksızdır.
Dizimsel gramerde yalnız dizimsel kurallar yer alır.
Dönüşümlü gramerde dizimsel kurallarla işe başlanır. Bun­
ları denetlemek için dönüşüm kurallarına baş vurulur. Ver­
diğimiz örneklerden, yine de güçlüklerin yenilmediği anlaşı­
lır:
Dayak yemek edilgen, yemek yemek etkendir. Bu far­
kı nasıl belirtiriz;
başka bir dile çevirerek mi?
Bu durumlardan dolayı, Chomsky dili kapalı bir sis­
tem olarak ele almayı hatalı bulur. Humboldt'un deyimiyle
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 135

dil bir ergon (yapılmış iş) değil bir energein'dir (yapmak kud­
reti).
Harris ile Chomsky her dilde, sözdizimde, sayıları ol­
dukça az çekirdek - cümle (kernels) bulunduğunu savunmuş­
lardır. Öteki cümleler, dönüşüm işlemleriyle bu çekirdek
cümlelerden gelir. Üretici gramerin amacı, belli sayıda biri­
me dayanarak, belli sayıda kuralın yine belli sayıda dönüşü­
me sokularak, dildeki sonsuz sayıda doğru cümleyi üretebile­
ceğini gösteren sistemi bulmaktır. Üretim modelleri - çocu­
ğun ana dilindeki sözdizimi öğrendiği gibi - bütün söylenen
ve söylenebilecek cümlelerin yapısını açıklamalıdır. Bu
amaç gerçekleşirse dilin başlangıcı sorunu da aydınlanır.
Çünkü, Chomsky'ye göre, insan beyni, az sayıdaki çekir­
dek-cümleden hareket ederek tüm söylenebilecek cümleleri
kurma yeteneğini belli bir düşünme mekanizmasına, belli
kalıplara borçludur. Bunlar da insanda doğuştan vardır.
Chomsky'ye göre yapısal dilciler, betimleyici yöntemde di­
rendiklerinden, dilin ancak yüzeysel yapısını incelerler. Üre­
tici gramer ise, cümlelerin birbirine nasıl dönüştüklerini
ararken, gerçekte, dilin alt yapısını, alt mekanizmayı anla­
mağa çalışır, bu bakımdan, açıklayıcı ( explicative) bir ku­
ramdır. <99>
(99) Chomsky, geleneksel gramer kurallarının bazılarım yetersiz bulur.
Chomsky'nin kuramını açıklayan Ruwet Fransızca için aşağıdaki ör­
nekleri verir:
La secretaire aime le patron
Le patron est aime par la secretaire
Burada etken cümle doğru olarak edilgin cümleye dönüşmüştür.
Aynı kural ise başka bir örnekte yanlış sonuç verir:
Des ennemis entourent le camps
*Le camps est entoure de des ennemis
Türkçede de buna benzer durumlar gösterebiliriz:
Kedi fareyi tuttu Fare kedi tarafından tutuldu.
ama
Cesaret engeli yendi Engel cesaret tarafından yenildi
denmez
Engel cesaretle yenildi.
136 _______ SÜHEYLA BAYRAV

Yüzeysel yapının betimlenmesi bir sonuca varamaz.


Çünkü, dil durmadan karşımıza yeni cümleler çıkarır. Son­
suz olan ve değişik biçimler gösteren bu gereci, ancak dil ol­
gularının oluşumunu düzenleyen ilkeleri t:anıyarak; bilimle,
inceleyebiliriz. Chomsky, yapısalcılığın, bilime, pek çok şey
kazandırdığını tanımakla beraber, < 100) onu bazı sınırları aşa­
mamakla, kendi yöntem ve yollarının etkisinde kalarak, di­
lin dönüşüır 1ekanizmasını düzenleyen kurallara kadar gi­

dememekle suçlar.
Chomsky'nin, insanın düşünce kalıplarına doğuştan
sahip olduğunu savunmasını metafizik yani bilim dışı bir tu­
tum sayan bazı dilciler eleştirir. <101)
Chomsky, dürtü-etki ilkesiyle bazı dil yapılarının açık­
lanacağını yadsımadığı gibi, dönüşüm gramerinin tek başına
düşünme ve ifade etme psikolojisini aydınlatacağını da ileri
sürmez. Konuşma ile ilgili birçok konu, sözgelimi, bellek,
dikkat edebilme yeteneği, fizyoloji-psikoloji ilişkileri v.b. dil­
cinin alanına girmez; bunlar psikoloğun işidir. Ama, iki di­
siplinin açıları farklı olmakla beraber, üzerine eğildikleri or­
tak sorunlar da vardır. Her ikisi de birbirinden karşılıklı ya­
rarlanabilir. Sözgelimi, insan belleğinin belli bir gücü oldu­
ğu kabul edilir: psikologlar, hatırlama olayını, uzun vadeli,
kısa vadeli olarak ikiye ayırırlar. Uzun vadeli hatırlama pek
çok bilgiyi, bu arada, konuşurken uyduğumuz gramer kural­
larını (bilinçli, bilinçsiz) saklar. Ama, kısa vadeli hatırlama
çok daha sınırlıdır ve kapsamı deneylerle ölçülebilir. Bir ör­
nek verelim: birbiriyle ilişkisi olmayan sözler yüksek sesle
(100) "Yapısal dilbilimi, bilgi edinme alanımızı pek çok genişletmiştir ve
verileri daha kesin tanımamızı sağlamıştır. Dilde soyut olarak ince­
lenecek yapısal ilişkilerin varlığını öğretmiştir. Dil üzerinde konuş­
malarda kesinlik oranını yükseltmiştir" Chomsky, Langue et Pensee,
s 40.
.

(101) Bununla beraber, morfolojik betimlemelerden iç mekanizmaların


nasıl işlediği problemlerine geçildiği; başka bilim kollarında, örne­
ğin biyolojide de görülmüştür.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 137

söylense, dinleyenler bunlardan ancak bir kısmını akılların­


da tutabilirler. Akılda kalanların sayısı aşağı yukarı aynıdır
(Miller, bu deneyi açıkladığı makalesine "yedi artı iki eksi
iki" adını vermiştir) . <102) Eş yapıların tekrarlandığı (Hasa­
nın, halasının, kayın biraderinin, komşusunun kızının. . . kedi­
si), ya da eş yapıların iç içe sıralandığı (bana, benim fikrime
göre, bahçe bellenmelidir jemek yanlıştır dedi) hallerde, fi­
kir bir sınıra kadar izlenebilir. Gramer bakımından cümle­
nin kuruluşu doğru da olsa bildirişim olamaz ve cümlenin
anlamı kavranılamaz. (103)
Dilde, temelde olan cümle yapısı hangisidir sorunu da
tartışılabilir. Dilin çekirdek yapılarını, ve bu çekirdek yapı­
lardan ötekilere geçiş sırasını bulabilirsek, dilin nasıl gelişti­
ği, nasıl ayrımlaştığı da belki aydınlanmış olur. Bu yolda ya­
pılan ilk deneyler cesaret verici olmuştur. Örneğin, olumlu
etken cümlelerin edilgen veya olumsuz cümlelerden daha
kolay ve çabuk anlaşılıp akılda tutulduğu görülmüştür. Ne
var ki, konu oldukça karmaşıktır. İlk sonuçlar aldatıcı olabi­
lir. Araştırmaların genişletilmesi, değişik dillerin karşılaştı­
rılması, birçok etkenin hesaba katılması gerekir. Bugün
için, ancak, dönüşümlü gramerin dilcilere ve psikologlara ye­
ni araştırma alanları açmış bulunduğunu söyleyebiliriz.
Fransız dilci Martinet dizimsel gramere, bazı kurallar
ekleyerek, görevci bir sözdizim bilimi kurmayı denemekte­
dir. (104)

(102) Bk. John Lyons, Chomsky, 1971, s. 132.


(103) R. Flesh, 1930 ile 1950 arasında yaptığı deneylerle metinlerin oku­
nabilme derecelerini araştırmış, cümlenin ve kelimenin uzunluğu
ile anlama arasındaki oranı bulmağa çalışmıştır. Bk. How to test Re­
adibility, New-York, Harper, 1949.
(104) Andre Martinet, 1%2.
İ Filolojik Eleştiri
-

İlk ya da Ortaçağ'da, kısaca matbaadan önce yayım­


lanmış metinlerin başından geçen serüvenleri, eleştirili ba­
sımları neden zorunlu kıldıklarını, önceki bölümlerde anlat­
mağa çalıştık. Şimdi de, elyazmalarının aracılığıyle tanınan
bir edebiyat eseri okunur hale gelince, filolojinin görevi so­
na erer mi, bu soruna değinelim.
Edebiyat, bilim, felsefe, tarih, hukuk, gibi her türlü
söylevin ( discours) ortak taşıtı dildir. Saydığımız çeşitli türle­
re giren metinlerin saptanması eş güçlüklerin yenilmesini,
eş yöntemlerin uygulanmasını gerektirir. Bir eserin anlamı,
eksik, yanlış ibareler yüzünden olduğu kadar eklemeler,
uzatmalarla da değişir. Hukuk, tarih, v.b. eserlerin anlayışı­
nı kolaylaştırmak isteyen bilginlerin açıklamaları esas met­
ne karışınca, ortaya çıkan yapıtın yanlış yorumlara yol açtığı­
nı biliriz. Eleştirili basım ve genellikle filoloji taramaları,
metnin doğru anlaşılmasını engelleyen bu tür sakıncaları or­
tadan kaldırmaya çalışır. Şimdi, her hangi bir bilim kolunun
değil de bir edebiyat ürünü olan metni ele alalım. Yazmalar­
da saklanmış metin bilim yöntemleriyle incelenip basıldık­
tan sonra, genel olarak, edebiyat eleştirisi dışında, filolojik
bir eleştiri var mıdır, bunu inceleyelim.
Zaman zaman, aydınlar, ukalıkla suçlandırdıkları bir
filolojik eleştiriye karşı çıkarlar (Ezra Pound, örneğin). ( 105)
(105) Ezra Pound, Esprit des litteratures romanes, 10-18, s. 7 ve devamı.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 139

Bu terimle neyi amaçladıklarını araştıralım. Edebiyat yapıtı­


nın, öteki söylevlerden ayrıldığı önemli nokta, bazı fikir ve
duyguları açığa vurmakla yetinmeyip, onları güzel bir üslup­
la, değişik bir düzeyde söylemek amacında oluşudur. Bu söz­
lerden, başka bilim dallarında yazılmış yapıtların sanattan
yoksun olduğu sonucu çıkarılmamalıdır: büyük yazar sayılan
tarihçiler, filozoflar, bilginler pek çoktur. Ancak edebiyatçı,
belli fikir ve duyguları bildirmekle görevini yapmış sayıl­
maz. Daha doğrusu, eserinin özüne, iç dünyasına varmak is­
tersek, dile getirdiği fikir ve duyguları toplamak hatta önem­
lerine göre sıralamakla yetinemeyiz. Söylenenle söyleniş tar­
zının karşılaştırılması bizi eserin özüne götürebilir, ama ede­
biyat ürününün iyi değerlendirilmesi için bazı sorunların çö­
zümlenmesi de gerekir.
Filolojik eleştiri, edebiyat alanında, yapıtın tutarlı açıklan­
masına ya da yorumlanmasına yardımcı olacak araştırmalar
yapar. Eski eserler için en önemli sorun, ortaya çıkış tarihle­
rini, oluşlarını saptamaktır. Sözgelimi, Fransız destanları ne
zaman, hangi ortamda, ne yolda gelişmiştir? Avrupa lirik şi­
irinin kökenleri nedir? Belli bir destanda yer almıyan, ama
başka eserlerde sözü geçen serüvenlerden, resmi belgelerde
rastlanan bir ayrıntıdan (söz gelimi Roland ile Olivier adları­
nı taşıyan iki kardeşin imzası) belli edebiyat türlerinin orta­
ya çıkış ve dağılışlarını aydınlatacak bilgi toplanır. Geniş bir
alanda inceleme gerektiren bu çalışmalar, edebiyat metni­
nin değerlenmesinde payı olan, kültür tarihini aydınlatan,
eserin anlamına ışık tutan çalışmalardır. Yapıtı, belli bir or­
tama yerleştiren, böylece öğelerinin değerini aydınlatan ça­
lışmalar.

İ-1-1. Eksikler.

Elyazmasında bir iki yaprağın yok oluşu, ya da hik§.ye­


nin akışında sezilen tutarsızlık metnin tam olmadığını açık­
lar. Eksik, eserin başında, sonunda ya da arada olabilir. Ek-
140 ______ SÜHEYLA BAYRAV

sik parça yapıtın genel anlamını değiştirebilir. Bu bakım­


dan, eserin yorumlanmasında etken olur. Ortaçağ'ın en ün­
lü menkıbelerinden Tristan ile Iseult'ün serüvenlerini baştan
sona anlatan eski bir eser bize kadar gelmemiştir. Öykünün
tümünü, değişik yazarların eserlerinden kalmış parçalan,
başka dillere (İskandinav, alman) yapılmış çevirileri, düz ya­
zı ile daha geç tarihlerde uzatılarak düzenlenen rivayetleri
karşılaştırarak kurarız. Ama, bu işlemler sonunda varılan
taslak, bir varsayımdan öteye gidemez. Ve her zaman eleşti­
rilebilir. Eldeki parçalar değişik açılardan değerlendirilir,
daha doğrusu değişik bütünler içinde yer aldıkları ileri sürü­
lebilir. Eksikleri tamamlama, her zaman bir yoruma daya­
nır.

İ-1-2. Eklemeler.

Eklemeleri (interpolation-insertion) bulma daha da


güçtür. Kaldı ki, bu konuda şimdiye dek geçerli sayılan öl­
çütler, son zamanlarda tartışılarak çürütülmüştür: en başta,
çelişkiye düşmeme ilkesi.
Aristoteles mantığının temel taşını oluşturan bu ilkeye
örnek verelim: Odysseia'da, kahramanın sütninesine bir yer­
de Euryklea, başka bir yerde Eurynome adı verilir. Bu olgu iki
parçadan birinin ekleme olduğuna işaret midir? Homeros ad­
lı bir ozanın varlığını yadsıyarak, destanların zamanla birbiri­
ne eklenmiş parçalardan oluşmuş kolektif yapılar olduğunu
savunanlar bu tür ayrıntılara çok önem vermişlerdir. Oysa,
tek elden çıktıkları kuşkusuz bilinen yapıtlarda da buna ben­
zer yanlışlıklara rastlanır. Acele yazan Lamartine'nin düştü­
ğü çelişkileri Jules Lemaitre göstermiştir. Son zamanlarda
H. Guillemin de yeni örnekler bulmuştur: (Jocelyn)'nin fark­
lı zamanlarda kaleme alındığını bölümlerin yapımının kitap­
taki sıraya uymadığını, bu yüzden, eserin bölümleri arasın­
da sanat değeri bakımından ayrılıklar olduğunu, ayrıntılar-
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 141

da hataya düşüldüğünü ileri sürmüştür: sözgelimi, önsözde


kahramanın ölümünü anlatan şair, onu yaşlı bir insan ola­
rak tanıtır. İlk yazdığı sonuçta (epilogue) ise otuz üç yaşın­
da olduğunu söyler. Soıµ-adan, ikinci bir "sonuç" kaleme al­
mıştır. Ama, 184 1 baskısında, ilk sonuç'u düzelterek, esere
eklemiştir.(l06)
a) TEKRARLAR Bir olay ya da durum iki defa anla­
tılmışsa, birinin ekleme olması akla yakındır. Yine de acele
yargıdan çekinmelidir: yazıyla değil de sözlü gelenek yoluyla
yaşıyan türlerde, öze11ikle destanlarda, bütün öykünün bir
oturumda anlatılması beklenemez. Ara verilerek sürdürülen
anlatımda, belli bölümlerin özetlenerek hatırlatılması doğal­
dır.
Ancak, Ortaçağ fransız destanlarında, birbiri peşi sıra
gelen "laisse" lerde bir iki ayrıntı bir yana, aynı durum tek­
rarlanır. Bu hemen hemen eş parçalar çeşitli rivayetlerin
kaynaşmasından mı ortaya çıkmıştır, yoksa bir şiir tekniği
mi söz konusudur sorunu bilginleri uğraştırır.
b) ARASÖZ. (digression.) Bir öykünün anlatımı arası­
na yabancı bir hikAye ya da düşünce silsilesinin sıkıştırılma­
sı ekleme olma fikrini uyandırabilir. Bu tür parantez içinde
kısımların esere girmesi belli bir yapı tekniğidir de, Pika­
resk türü romanlar (örnek Lesage'in GiJblas'ı, Bin bir Gece
Masal/an) hikaye içinde hikayeye yer verirler.
Başta Victor Hugo olmak üzere romantikler anlattık­
ları hikayenin akışını keserek belli bir konu hakkındaki gö­
rüş ve duygularını, araya girerek, açıklamaktan çekinmez­
ler. Çeşitli edebiyat akımlarında arasöz'e az ya da çok yer
verilir. Sorun onların görevsel olup olmayışıdır.

(106) Bk. G. Germain, 1954, s. 654.


142 _______ SÜHEYLA BAYRAV

İ-1-3. İntihal.

Filologların önem verdikleri bir başka konu da, belli


bir parçanın (ya da eserin) intihal olup olmayışıdır. Orta­
çağ'da intihal kavramı yoktu. Yazılı metne bir özerklik, ken­
di başına bir varolma hakkı tanınırdı. Onu, her isteyen iste­
diği yere, kendi eserine yerleştirebilirdi. Yazılmış metin,
adeta, toplumun malı olurdu. Yazar, başka metinlerden ay­
nen ya da biraz değiştirerek aldığı kısımlan kopya etmekte
bir sakınca görmezdi. Bazı metinler, bu sayede, unutulmak­
tan kurtulmuştur. Örneğin, Chretien de Troyes'nın Philome­
na adlı serbest çevirisi (yaklaşık olarak 1 160) XIV. yy.'da ya­
zılmış Ovide moralise'ye alındığından bize kadar gelmiş­
tir. (107) Daha geç çağlarda tutumun değişmediğini görürüz.
Sözgelimi, XVII. yy.'da Scarron'u eleştirirken:
sa muse en campagne
vole dans mille auteurs les sottises d'Espagne.
diye yazılınıştı.< 108> Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, bu­
rada Scarron'a yöneltilen kusur başkalarından çalması, yani
intihal yapması değil, eserine saçma diye nitelenen şeyleri
aktarmasıdır. Moliere, ünlü piyesi Tartuffe ; ün konusunu sö­
zü edilen Scarron'dan mı almıştır, yoksa her ikisi de İspan­
yol yazar Geronimo de Salas Barbadillo'dan mı sorusu tartı­
şılır. ( 109)
Sanatta özgün olmak gerektiği, yeni görüşler, yeni duy­
gular getiren yazarın değerli olduğu fikrini Romantikler yay­
mışlardır. Klasik çağda, sanatçıdan ne konuda, ne kuramda
yenilik beklenmez, eserlerini işleyiş tarzına bakılırdı. Pascal

( 107) Paul Zumthor, Essais de poetlque medievale, 1972, s. 24.


( 108) Anatole France, La vie Iitteraire, Calmann-Levy, c. iV, s. 171.
(109) lbid.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 143

"yeni bir şey demedim, demesinler. Söylediklerimin metne


yerleşme düzeni yenidir. Top oynarken, iki taraf da aynı to­
pa vurur, ama biri ötekisinden daha ustaca" demez mi?
Bir metnin, ya da bir parçanın ekleme olduğunu, inti­
hal olduğunu göstermek için çalındığı eseri bulmak, benzer­
likleri göstermek en kesin yoldur. Ama, ekleme yazar tara­
fından değil de, sonradan, metni yenileştiren ya da müsten­
sih tarafından da yapılmış olabilir. Yani, bir ek'tir. Bir parça­
nın ekleme olduğunu kanıtlamak için başvurulan çare ise,
üslubun değişik olduğunu öne sürmektir. Üslup �yrılığı bulu­
nan yerlerde, genellikle, ciddi kısımların güldürücü, istihzalı
kısımlardan önce yazıldıkları, yani temelde oldukları kabul
edilir.
Görülüyor ki, filolojik eleştirinin, metni sınırlamak
için kullandığı ölçütlerin hiç biri fazla güven verici olmayıp,
her birini tartışarak uygulamak gerekir.
Filolojik eleştirinin ilgilendiği bir konu da, ele alınan
metnin kaynaklarını bulmaktır. Metin, başka bir metinle, da­
ha önce yazılmış bir ya da birkaç metinle açıklanmağa çalışı­
lır. Temalar, motifler, bazı imgeler bir akıma, bir geleneğe
yerleştirilmek istenir. Hangi kaynaklara dayandığı, nelerin
etkisinde kaldığı bilinince eserin kolayca anlaşılacağı sanılır.
Bu tür incelemeler, bir sonraki bölümde ele alacağımız, ede­
biyat tarihine geniş ölçüde yardımcı olmuştur.
Öte yandan, yazarları, ortam ve çevrelerindeki akım­
lar hakkında pek fazla bilgi bulunmayan eserleri incelemek
isteyen filolog, eserin dayandığı sanat kuramını, hatta türü­
nün koşullarını bulmak için çoğu kez eserden başka bir şeye
dayanamaz. Bu bakımdan kendini, eserde olanı ortaya koy­
maya zorlar. Başka bir deyimle içkinlik (fr. immanence) yön­
temini uygular.
Gerçekten, Ortaçağ edebiyatiyle uğraşan ilk bilginler,
inceledikleri eserlerde antik kültürün etkisini yok sayarlar-
dı. İki dönem arasındaki uçurumun sanıldığı kadar derin ol­
madığı bugün bilinse de, belirttiğimiz kanı filologlan metin
üzerinde ya da metinler üzerinde çalışmaya, metni dikkatle
okumaya zorlamıştır. Değişen duygusallığı, gelişen yeni tür­
leri, ortaya çıkan motif ve temaları saptamağa uğraşırken,
çağlarında, daha geç yayımlanmış eserlere uygulanan tarih­
sel yöntemin bazı tutumlarını, sözgelimi yazarın hayatı ile il­
gilenmeyi önemsememeleri gerekiyordu. Konunun koşulları
onları betimleme yöntemini benimsemeğe götürmüştür. Fi­
lolojik eleştiri, .bu bakımdan, hem edebiyat tarihine, hem es­
tetik-betmtleyici eleştiriye temel olmuştur. Örneğin, Joseph
Bedier'nin Fabliaux adlı eseri, çağdaş eleştiricilerin gözün­
de, yol gösteren en başarılı öncü çalışmalardan biridir.
J Edebiyat Tarihi ve Eleştiri
-

Metnin doğru saptanmasını sağlayan işlemleri gözden


geçirmiş olduk. Şimdi, edebiyat ürünleri üzerinde yapılan ça­
lışmalara değinelim. Eseri değerlendirme ya da eleştirme çe­
şitli biçimlere bürünebilir. Bunları, kısaca, ele almadan ön­
ce, bir soru üzerinde durmalıyız. Filolojiyi tanıtmak isteyen
bu kitapta eleştiriden söz etmek yerinde olur mu? Başka bir
deyişle, eleştiri filolojinin kapsamına girer mi? Dar anlam­
da filolojik eleştiri, sanat bakımından eleştiriden farklı oldu­
ğundan, soruyu hayır diye, yanıtlıyabiliriz. Ama, üniversite­
lerimizde, filoloji bölümlerinin başta gelen amaçlarından bi­
ri metin incelemesi ve bu incelemelerde izlenen yöntemle­
rin eleştirisidir. Ayrıca, şimdiye kadar gelişmesini anlattığı­
mız filolojik gelenekte gramer ile retoriğin yakın ilişkisini
düşünürsek, burada eleştiriden, özellikle çağdaş tutumlar­
dan söz etmede bir sakınca olmadığı ortaya çıkar.
Çağdaş eleştiri, eski retorik kuramından nasıl ayrılmış­
tır? Alanı, konu ve yöntemleri, günümüzde ne tür bir gürü­
nüm kazanmıştır? Bu soruları cevaplandırmağa çalışacağız.
XVII. yy.'dan önce, Batı'da, eleştiri alanına giren ça­
baların başında, öğrencilere okutulan retorik dersleri ve ün­
lü yazarların eserlerinden alınmış parçaların incelenmesi ge­
lirdi. Değerleri herkes tarafından kabul edilmiş bu metinler,
retoriğin kurallarına göre taranır, yapı ve sözlerinde bulu-
146 _______ SÜHEYLA BAYRAV

nan sanatlar belirtilirdi (bu sanatlar: figure ve trope diye iki


kümeye ayrılır. Yani birçok kelimeden oluşmuş bir ibarede
ya da tek sözde bulunan sanatlar). Sanatlar kendi kendileri­
ni -sanat oluşlarını- açıklardı. Yunanca ve özellikle Latince
metinler dışında ulusal dillerde yazılı eserler ise bu biçim
bir işleme konu olmazlardı. Bazı metinlerde, sözgelimi, tez­
kerelerde, Dante'de, belli sanatçılar için söylenmiş "en bü­
yük", "en önemli", "besteci olarak ünlü" gibi kısa yargılardan
başka, Ortaçağ'da yeni yayımlanan edebiyatın incelenmesi­
ne rastlanmaz. Rönesans ve Hümanizm ile edebiyat kuram­
larının tartışılması canlanırsa da, düşünürlerin amacı, özgün
görüşler ortaya koymak yerine İlkçağ aydınlarının fikirlerini
daha iyi anlamağa çalışmaktı. Sanatçıların birbirlerine yaz­
dıkları övgüler bir yana, çağdaş edebiyatın bilimsel eleştirisi
yapılmazdı.

Ulusal dillerde yeni yayımlanan eserleri değerlendir­


me XVII. yy.'da başlar diyebiliriz (Le Cid kavgası, Boileau'­
nun çağdaş yazarlar hakkında söyledikleri). Ancak eleştirici­
ler bir eseri beğenirken ya da yargılarken hep retorik kuralla­
rına, sağ duyguya, akıla başvurur ve sanatın, herkes tarafın­
dan benimsenmesi zorunlu, değişmez kurallara uyması gerek­
tiğine inanırlardı. XVIll. yy.'da klasik edebiyat anlayışı yanın­
da başka duyarlıkların olabileceğini düşündürecek olgular
(sözgelimi, Shakespeare tiyatrosunun varlığı) az çok bilinir
ve ayrıntılar üzerinde tartışmalara raslanırsa da (Voltaire,
Diderot) mutlak sanat ve güzellik kurallarının gerçekliği kuş­
ku uyandırmamıştır. Edebiyat alanı haritasında sınır değiş­
melerinin ortaya çıkabileceği, klasik sanatın egemen olduğu
dönemlerde yadsınmıştır. Bu tarihlerde, edebiyat türlerinin
biçimsel ayrılıklardan hareket edilerek tanımlandığı bir ger­
çektir. Ne var ki, türlerin değerinde olsun, birbirleriyle ilişki­
lerinde olsun bir gelişme, bir yenileşme görülebileceği düşü­
nülmemiştir. Gerard Genette'in de belirttiği gibi, Boileau, za­
manında, destan türünün önemini yitirdiğini, buna karşılık
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 147

roman türünün geliştiğini görecek durumdayken, romana


hiç yer vermeden türleri, geleneksel biçimde sıralamağa de­
vam etmiştir.<110> Görülüyor ki, klasikler, zaman boyutunu
(aslında ortamı da; klasikler kendilerininkinden ayn bir uy­
garlığın var olabileceğini düşünmezlerdi; yabancılar, onlara,
kendi kusurlarını abartarak yansıtan bir ayna görevini görür­
dü.) hiç hesaba katmamışlardır. Tekrar edelim: onlar edebi­
yat ve sanatın değişmez bir öz olduğuna inanırlardı.

Sanat kuramlarının, yani güzellik anlayışının zaman


ve ortama göre farklı görünümleri olabileceğini ilke olarak
yadsıyan ama ayrıntılara girince, örf ve törelerin değiştiğini,
sevilen motiflerin, konuların bir olmadığını kabul eden
XVII . yy., öte yandan, yukarıda da belirttiğimiz gibi, çağdaş
eserlerin eleştirilmesi çığırını açan dönemdir. Malherbe,
Boileau, v.b. gibi ünlü şair ve yazarlardan başka, eleştirinin
gelişmesinde gazetelerin payı büyüktür. Henüz günlük olma­
makla beraber, o dönemde yayımlanmağa başlayan gazette' -

ler, başkentlerin sanat olaylarını anlatırken yeni eserleri ta­


nıtmaktan, beğenilip beğenilmediklerini haber vermekten,
neden beğenildiklerini ya da eleştirildiklerini açıklamaktan
geri kalmazlardı. Böylece de, sosyete dedikodulariyle karı­
şık bir çağdaş sanat eleştirisinin doğmasına yol açmışlardır.
Gün geçtikçe, gazetelerin sayısı ve tirajı artmış, geniş okuyu­
cu kitlelerine yol gösterme, çağdaş ürünler arasında iyi ile
kötüyü ayırma görevini üstlenen bu tür eleştiri de önem ka­
zanmıştır. Fransızca, critique sözünün elemek, ayırmak de­
mek olan kökenini doğrulayan bu türe, "gazetelerin eleştiri­
si" de denir. Yeni piyesleri, yeni romanları, yeni sanat göste­
rilerini halka tanıtan gazeteci eleştiricilerin ayn yöntemler
izledikleri, konuya farklı açılardan baktıkları bilinmektedir.
Bu tür eleştiriciler, her dönemde (hatta günümüzde bile)
çok ün kazanmışlardır. Ama, yeni eserlerin çokluğu yüzün-

(110) Gerard Genette, Strncturalisme et Critique, in Arc, n. 26, s. 42.


148 _______ SÜHEYLA BAYRAV

den bu tür eleştiriciler uzun araştırmalara giremez ve konu


üzerinde fazla düşünmezler. İzlenimcilikten pek kurtulama­
dıkları gibi aldanma oranının yüksek olmasından da kaçına­
mazlar.
XIX. yy., eleştiride yeni bir çığır açar. Gerçekten de,
XIX. yy.'da eleştirinin yöntemlerini tümüyle yenileştirerek
karşımıza çıktığını görürüz. Geleneksel Yunan-Latin estetik
anlayışından kopan bu dönem, esere yeni bir açıdan, tarih
açısından bakmağa başlamıştır. Klasik dönemin dural dünya
görüşüne karşılık, XIX. yy.'da zamanla her şeyin değiştiği
düşüncesi yayılmıştır. Tarihselciliğin gelişmesini ve yönleri­
ni anlatmak konumuz dışında kalır. Bizi burada ilgilendiren
olgu, klasik sanat kurallarının, yani yunan-latin geleneğinin,
bu dönemde, yenilgiye uğramasıdır. Avrupa, o sıralarda, ta­
rihinin öteki dönemleriyle kıyaslanamıyacak ölçüde ayrıntılı
bir biçimde, yabancı uygarlıklarla karşılaşmıştı. Kendi kültü­
rünün tümüne aykırı kültürlerin, hiç tasarlıyamıyacağı sanat
duyarlıklarının var olduğunu öğrenmişti. Yalnız Hint, Çin,
v.b. uygarlıklarını tanımakla kalmayıp, bazı dürtülerin etki­
siyle uzun süre unuttuğu, hatta küçümsediği kendi geçmişi­
ni, Ortaçağ'daki sanatını anlamak çabasına girişmişti. Sanat
alanı böylesine genişleyince güzelliğin tek kuramı olamıyaca­
ğı, zaman ve ortama göre değişen ilkelerin varolacağı görü­
şü zorla kendini kabul ettiriyordu.
Yeni ufukların açıldığı, fikirlerin kaynaştığı bu ortam­
da, eski tutuma sert bir tepki gösterilerek kuralcı, öğretici
retorik, şimdi kuru, ruhsuz, bilgiçlik taslayanların sevimsiz
bir işgüzarlığı olarak niteleniyordu. Gerçekten de, retorik,
son yıllara kadar küçümsenmekten, hor görülmekten kurtu­
lamamıştır. Geleneksel ölçütlere duyulan güven kaybolunca
edebiyat ve sanatta değer, biçimin, yazının yetkinliğinden
çok, romantiklerin öne sürdükleri gibi, içerikte, duygusallık­
ta, içtenlikte, tutku ve hayallerin gücünde aranmıştır. Öte
yandan, retorik kurallarının yıkılmasıyla, türler eskiden ol-
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 149

duğu gibi kesin sınırlarla birbirlerinden ayrılmaz olmuştu


(trajedi ile komedi, düzyazı ile nazım artık birbirlerine karşı
olmaktan uzaklaşmış, uzun zaman edebiyat dışında bırakı­
lan roman bütün türleri kapsamına alma yönelimi gösterme­
ğe, edebiyatla neredeyse eşanlama gelmeğe başlamıştır) ve
en önemlisi; okuyucular artık belli bir gelenekte yetişmiş
dar bir çevrede toplanriııyorlardı. BÜtün bu nedenlerle
"zevk" bir ölçüt olmaktan çıkmıştı. Retoriğin değer verdiği
söz sanatları, oyun, doğadan uzaklaşma özenti sayılmış; yazı­
da sadeliğe, konuşma diline yönelme güçlenmiştir. ,Ölçüt ve
ilkeler böylesine yıpra11:ınca, eleştiricilerin değer yargıları
vermekten çekinmeleri doğaldı. Eleştirici, gerçek sanatçı ile
sanata özenenleri ve iyi ile kötüyü ayırmak işini yüklenmek­
ten; gün geçtikçe kaçınacaktır. İçlerinde en ünlü olanların
(Sainte-Beuve, Jules Lemaitre, Anatole France) ne kadar
yanıldıklarını zaman gösteriyordu. Kısaca, gazetecilerin eleş­
tirisi'nin tersinehtarihsel eleştiri değer yargıları vermeği gö­
revi dışında görür ve bu yargıyı anonim okuyucu kitlesine bı­
rakır. Yakın zamanlara kadar üniversitelerde çağdaş yazar­
ların okutulmaması, tez konusu seçilmemesi, bu çekimserli­
ğin sonucudur.

Tarihsel eleştiri akımının kollara ayrıldığı, bu akımın


temsilcilerinin farklı açılardan işe giriştikleri gerçekse de,
biz burada ortak tutumlarını belirtmeğe çalışalım: inceleme­
lerine sağlam bir temel arayan (üniversite profesörleri bu
akımın en önünde yer alır) eserleri yargılamak, başarılı yan­
lariyle yetersizliklerini göstermek yerine bunları zaman ve
ortamlarına yerleştirmeği daha bilimli bir davranış sayarlar;
başka bir deyişle eseri bir akımın içinde incelerler. İlke, kuş­
kusuz eseri açıklamak, gerçek anlamını (yani ne dediğini)
ortaya koymaktır. Tarihsel görüşü izleyen bilginler, eserin
oluşumunu aydınlatacak ve içeriğinin anlamını kesin ve nes­
nel bir biçimde ortaya koyacak yöntemler ararlar. Onlara
göre, eserin gerçek bildirisini açıklayacak en güvenilir yol,
150 _______ SÜHEYLA BAYRAV

yazarın kişiliğinden geçer. Yazarın kişiliğini tanımak için de


ailesini, yetişme biçimini, ortamını, karakterini ve en önem­
lisi yaşam öyküsünü, mektuplarına, onu tanıyanların anıları­
na, basılmadan bıraktığı denemelere, resmi belgelere daya­
narak incelerler. Bu yöntemin temelinde saklanan inanç,
eserde, yazarın yaşantılarını gerçektekine uygun biçimde bu­
lacağımız ve yazarın ne duyduğunu, ne düşündüğünü bilir­
sek, yapıtın ne demek istediğini kesinlikle ve doğru olarak
anlıyacağımızdır.
Yazarların, bu yöntemle yapılan monografileri çoğa­
lınca, tarihsel görüşün zorunlu kıldığı yeni bir tür ortaya çık­
mıştır: edebiyat tarihi. Yapıt, yazarın yaşantısının, içinde bu­
lunduğu koşulların ürünü olarak gösterilirken, yazarın da da­
ha geniş bir tarih akışının içinde yer aldığı belirtiliyordu.
Edebiyat tarihleri, sanatçıları akımlara göre gruplandırarak
tanıtır. Ama, dikkat edilecek nokta, bu tür yapıtların, birer
eserler tarihi değil de yazarlar tarihi oluşudur. Bu yöntem­
de (ister monografilerde, ister monografilere dayanılarak
oluşturulan edebiyat tarihlerinde) eser, temel amaç olmak­
tan çıkar, başka bir gerçeğe götüren araç haline gelir. Başka
bir deyişle, saydamlık kazanarak yazarın ruh halini ya da ya­
zarın içinde yaşadığı ortamın sorunlarını ortaya koyan bir
nesne olur. Eleştirici, metni değişik açılardan inceleyebilir:
yazarın psikolojisine, çevresine, inançlarına öncelik tanır.
Ama, bütün bu durumlarda ortak bir yan vardır: dikkat, içe­
rik üzerine çekilmiştir. İçerik ise yazarın yaşam deneyleri­
nin bir aynası olarak belirtilir. Eserin önemi, başarısı, getir­
diği bildiriye bağlanır. Şunu da belirtelim ki, ruhbilim psika­
nalize, çevrenin açıklanması ise siyasal ve iktisadi alt yapıla­
rın aranmasına dönüşebilir.
Tarihsel edebiyat araştırmaları, eserin oluşumunu et­
kileyen koşulları ortaya koymakla, görevini yani "eseri açık­
lama"yı tam olarak başarır mı? Ancak bu soruyu cevaplama­
dan önce bir noktaya dikkat etmeliyiz: yazarın yaşamında
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 151

yer alan olay ve durumların olduğu gibi eserde yansıtılacağı,


gerçekten kanıtlanmış mıdır? Böyle bir bakışımın doğrulu­
ğunu kuşku ile karşılayabiliriz. Eser, çoğu kez gerçek yaşan­
tının bir aynası olmaktan uzaktır, hatta ona bir tepkidir. İs­
tekleri, hayalleri, bastırılmak istenilen duyguları, başka bir
planda dile getirdiği düşünülebilir. Öte yandan, kaynak, et­
ki, çevre gibi sorunların önemini yadsımak, burada söz ko­
nusu değildir. Bunların düşünce ve uygarlık tarihini, psikolo­
jiyi ilgilendirdikleri, sanatçı hakkında bilgi verdikleri, met­
nin bildirisini açıklamağa yardım ettikleri gerçektir. Ancak,
metnin bildirisi ve en önemlisi sanat değeri bu yoldan tam
açıklanabilir mi sorunu tartışılmalıdır. Freud, bazı edebiyıı:t
ürünlerini incelerken psikanalize katkıda bulunmuştur, ede­
biyat bilgisine değil. < 11 1> Daha 19 19'da Roman Jakobson, bu
noktaya dikkati çekerek eleştiride eserin sanat yönüne
önem verilmesini istemiş, özelliğinin burada bulunduğunu
belirtmişti.< 112> Son yıllarda, edebiyat çalışmalarında, tarih­
sel görüşten uzaklaşma hızlanmıştır. Yazarın ve ortamın in­
celemelerde esas konu olarak ele alınmalarına karşı çıkıl­
makta, eseri bir akımın içine yerleştirmek, onun sanat yönü­
nü açıklamağa yeterli sayılamayacağı öne sürülmektedir.
Edebiyat ürününde içeriğin tek başına bir önem taşımadığı,
anlamın, biçimle içeriğin kaynaştığı planda saklandığı söy­
lenmektedir.
Tarihsel görüşün oluşturduğu edebiyat tarihine gelin­
ce, o da son zamanlarda, adına uygun görevi yerine getirme­
mekle suçlandırılıyor. Edebiyatın tarihi olacak yerde, sanat­
çı monografilerinin zamana göre sıralanmasından pek öteye
gitmediğine, sanatçıların aralarındaki bazı ·yakınlıkları gös-

( 1 1 1) Tarihsel eleştiri, ikinci, üçüncü derece yazarlara, büyük yazarlara


verdiği yer kadar yer verir ve aynı titizlikle onları da inceler.
(112) Son yıllarda birçok yazıda hatırlatılan bu düşüncenin Fransızca çe­
virisi şöyledir: "L'objet de l'etude litteraire n'est pas la litterature
toute entiere mais sa litteralite. (R. Jakobson).
152 _______ SÜHEYLA BAYRAV

terse de akımların geliştikleri ortamları tam aydınlatmadığı­


na, gerçekten beklenilen tarih bilgilerini vermediğine, sanat
duyarlığında beliren gelişmeleri yeterince açıklamadığına
değiniliyor.
Yeni edebiyat tarihlerinde, bir dönemin değişik alan­
larında oluşan önemli olayları tarih sırasına göre gösteren
tablolara rastlanmaktadır. Edebiyatı tarihin akışına yerleştir­
mek amacını güden bu deneyleri, eleştiriciler yetersiz, hatta
basit ve safdil buluyorlar. Eserin basıldığı yılda ortaya çıkan
siyasal bir olayla, bilimde elde edilen bir başarıyla söz konu­
su kitabın ilişkisini kurmak karmaşık bir iştir; kronoloji bu­
rada açıklayıcı olamaz.
Öte yandan, yazarların birbirlerini etkilemesi bir akışı
açıklarsa da, tarihle bu akış nasıl bağdaşır? Yazarı, yaşam
öyküsünü anlatarak ve gerçek ortamına yerleştirerek tanı­
tan tarihsel eleştiri, aslında kendi içine kapamış olmuyor
mu? Bu tür eserler, tekrar edelim, yazarlar tarihi olsalar da,
çağdaş düşünceye göre, edebiyat tarihi niteliğini taşıdıkları
tartışma �onusudur.(113)
Tarihsel niteliğini hak etmek için edebiyat tarihleri na­
sıl olmalıdır sorusunu, bu konuda öne sürülen düşünceleri
sıralayarak yanıtlamağa çalışalım. Nasıl davranmak gerekti­
ğine ilk değinenlerden biri olan tarihçi Lucien Febvre, Rabe­
lais'yi incelediği kitabında şöyle der: Rabelais'yi anlamak is­
teyenlerin, onu yaşadığı döneme yerleştirmeleri ve bu döne­
mi bütün düşünce akımları ve . tutumlarıyla tanımaları,

(113) Bk. R Barthes, Sur Racine, Seuil, s. 148-149. Barthes şöyle der:
"...que l'oeuvre est essentiellement paradoxale, qu'elle est a la fois
signe· d'une histoire et resistance a cette histoire... elle est autre
chose que son histoire meme, la somme de ses sources, de ses inf­
luences ou de ses modeles". Lanson bile, edebiyat tarihlerinin (his­
toire de la litterature), artık yeteri kadar var olduğuna, bundan
böyle edebiyat duyarlığı tarihlerinin (histoire litteraire) yazılması
gerektiğine dild(ati çekmişti (Bk. G. Genette, Figures III, s. 14,
1972).

__J
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 153

Rabelais'nin aracılığıyla bir dönemi değil, dönemin bütünü


içine yerleştirilmiş bir Rabelais'yi ele almaları doğru bir dav­
ranış olur.<114)
Febvre'in fikirlerini geliştiren Roland Barthes, bir
edebiyat tarihi, edebiyatı yapanlar yanında edebiyatı tüke­
tenleri de tanıtmayla görevlidir görüşünü savunur. Sözgeli­
mi, Racine'in akraba ve dostlarıyla ilişkileri, özellikle kavga
ve anlaşmazlıkları, eleştiriciler tarafından araştırılmıştır.
Çok dar ve özel olan bu ortamdan daha geniş bir çevreye ge­
çilemez mi? Racine'in yaşantısında üç çevre önemli yer tu­
tar: Port-Royal, Saray, Tiyatro. Bunları gerçekten tanıyor
muyuz? Araştırılması gereken bazı konulan sayalım: yaza­
rın toplumdaki yeri ne idi? Tiyatroya kimler giderdi? Tiyat­
rodan seyirci ne beklerdi? (Eğlence, vakit geçirme, kendini
gösterme, züppelik, hayal gücü, v.b. nedenlerden hangisi
ağır basardı?) Oyuna ne gibi tepki gösterilirdi? Seyirciler ağ­
lar mıydı? Kimler ağlardı? Roman okuyucusu kimlerdi? Se­
yirci ve okuyucunun öğrenim dereceleri ne idi? Hangi yön­
temlerle yetişmişlerdi? Ne zaman ve nasıl okurlardı?
Aynı eleştirici, bugün, insan bilimleri (tarih, felsefe,
edebiyat) arasında daha geniş ölçüde işbirliği yapılmasını
öngörür. Okuyucu ve seyirci iyi tanınmadan, edebiyat tarihi­
ni tam aydınlatamıyacağımız kanısındadır.(ııs)
Bir çağın edebiyatını tanımak için yalnız o dönemde ·

yaşamış yazarları incelemeği ise, Roman Jakobson yetersiz


bularak eleştirir. "Bir çağın özelliği, yetiştirdiği sanatçılar ka­
dar sevdiği, esinlendiği eski yazarlar ve eserlerle de açıkla­
nır" der. Geçmiş dönemlerden bazı sanatçılar, bir dönemde

(114) Lucien Febvre, Le probleme de l'incroyance au XVIe siecle. A.


MicheL
(115) Bk. Barthes, Sur Racine, s. 150 ve devamı. Aynı yazarın, Essais Cri­
tiques, Seuil.
"Aziz Ambrosius, geleneğe inanılacak olursa, içinden okuyan, yük­
sek sesle telaffuz etmeden okuyan, ilk aydındır" (Bk. G. Genette,
Arc, 26, s. 44).
154 ______ SÜHEYLA BAYRAV

etkili olurlar, sonradan az çok unutulup yerlerini başkaları


alır, ilgiyi onlar üzerlerine toplar. Öyle ki, belli bir dönemde­
ki sanat tarihinin sınırlarını kesin olarak çizmek güçtür; za­
man boyutu basit bir biçimde ölçülemez. Belli bir dönemin
tutumunu aydınlatmak için kimleri okuduğunu, beğendiğini,
onları nasıl yorumladığını hesaba katmak zorunludur. Yani
dönemin yaratıcılığı yanında kültürü de incelenmelidir. (116)
Çağdaş eleştiriye göre, bütün bu yöntemlerle yapıla­
cak araştırmalar toplandıktan sonra bir edebiyat duyarlığı
tarihi, gerçekten, yazılabilir. Hiç bir yazar adı anılmadan bir
edebiyat duyarlığı tarihinin yazılabileceğini ilk önce, Valery
savunmuştu. (118)
Yapısal ve biçimci yöntemleri benimseyenlerin gerçek­
leştirmek istedikleri edebiyat tarihi, yapısal dilbiliminin ilke­
lerine uyarak zaman boyutunu yanyana sıralanmış zamandaş
tablolarla açıklamayı öngörür. Edebiyat yapıtlarında buldu­
ğumuz birimleri tek tek ele alıp nereden geliyorlar, nasıl bir
gelişme gösteriyorlar diye değil de, belli bir dönemde birimle­
rin nasıl dağıldığını, hangi sistem içinde görev aldıklarını, ara­
larında ne gibi ilişkiler kurduklarını incelemeyi doğru yön­
tem sayarlar. Edebiyat tarihi bu sistemlerin tanımı olmalı, dö­
nemin yaşantısında sanatın yerini, sanattan ne anlaşıldığını
tam belirttikten sonra, o sırada geçerli olan sistemi açıklama­
lıdır. Birimlerin incelenmesinde uyulacak yöntem hakkında
bir fikir verelim: soytarı, dönem dönem başka şeyleri belirt­
miştir; klasiklerde güldürücü bir motif, romantiklerde ise tra­
jik bir motiftir. Soytarının nasıl anlam değiştirdiği yerine kla­
sik çağda neye karşı, romantiklerde neye karşı bulunduğu,
her sistemin içinde nelerle ilişki kurduğu belirtilmelidir.

(116) Roman Jakobson, Essais de lk1.t:ııistique generale, Minuit, s. 262.


(117) Bk. P. Valery, Pleiade, c. ı, s.1 l439.
'Une histoire approfondie de la litterature devrait done etre com­
prise, non comme une histoire des auteurs et des accidents de leur
carriere ou de celle de leurs ouvrages que comme une histoire de
l'esprit en tant qu'il produit ou consomme de la 'litterature' et cette
histoire pourrait meme se faire sans que le nom d'un ecrivain fut
prononce'.
K - Yorumcu Eleştiri ve Edebiyat Bilimi

Derin bilgi ( erudition) temeli üzerine kurulu tarihsel


eleştiriyi yetersiz bulan yeni akımların ortak yanlarının ba­
şında "içkinlik" (immanence) ilkelerine dayanmaları gelir.
Gerçekten, öngördükleri yöntem, metne yönelip içindekile­
ri ortaya koymak, onu betimlemek ve betimleyerek yorumla­
mağa çalışmaktır. Tarihçi eleştiricilerin tutumunda suçladık­
ları başlıca davranış, eseri birinci plana yerleştirmemeleri,
tersine onu başka insan bilimlerine ileten bir araç durumu­
na sokmalarıdır. Şimdi Roman Jakobson'un geçen bölümde
hatırlattığımız sözlerine bir daha dönelim: ünlü dilci, belli
bir çağın edebiyatını incelemeyi deneyenlere, seçtikleri ta­
rihler arasında yayımlanmış metinlerle yetinmeyip, o süre
içinde sevilen, esinlenilen eski eserlerle ve yazarlarla da ilgi­
lenmelerini öğütlüyordu. Araştırma alanının böylesin geniş­
letilmesi, dönemin kültür ortamını daha ayrıntılı yansıtaca­
ğından, kuşkusuz, yararlıdır. Ama, Jakobson'un sözlerini,
başka bir olguya da değindiğinden, ilginç buluyoruz: bir dö­
nemin, geçmişte yaşamış düşünür ve sanatçılardan hepsi ile
değil de bazılarıyla ilişki kurduğunu, onlarla bir konuşmaya,
alış-verişe giriştiğini belirtiyor. Dönem ve konular arasında
ortaya çıkan bu yakınlıklarda bir düzen var mıdır? Vico ve
bazı düşünürlerin savunduğu çevrim (eyde) varsayımına
inanmak gerekir mi, gibi sorular bir yana, anlaşılıyor ki, bel-
li bir dönemde ün yapmış bir eser, zamanla etkisini tüketebi­
lir, hatta unutulur. Öte yandan, başka eserler birden ilgi top­
layıverirler. Kısacası, eserlerin de iniş ve çıkışlar gösteren
bir yaşantısı vardır. Belli bir metnin, zamanla hep aynı bi­
çimde değerlendirilmediği gibi, ayni biçimde anlaşılmadığı­
nı da, edebiyat tarihiyle uğraşanlar bilmektedir. Doub­
rovsky "eleştiri tarihi, metinlerin kaybolan anlamlarının tari­
hidir" der ve şöyle devam eder: değersiz metin, tek bir öze,
büyük eser ise varoluşa, insanlar yaşadıkça sürekli oluşum
gösterecek bir öze sahiptir. Daha başlangıçta. esere verilmiş
ve yayımlandığı günden beri içinde gömülü duran bir anla­
mı meydana çıkarmak söz konusu olamaz: eleştiri arkeoloji­
nil\ bir kolu değildir. Eser, daha yapımı sırasında, değişik ve
karŞıt anlamları taşıdığı gibi - zaman geçtikçe - yeni görüş
açıları, ona başka anlamlar da kazandırır. (118)
Tarihsel eleştiri, metnin bir tek doğru anlamı olabile­
ceğini düşündüğünden, ortaya attığı her yeni açıklamanın,
sözlerle belirtilmese bile, kendinden, öncekileri çürütmeğe,
hiç olmazsa yetersizliklerini kanıtlamağa çalıştığını kabul
ederdi. Çağdaş eleştirinin temelinde, Doubrovsky'nin yuka­
rıda belirttiği gibi, metnin tek okunuşu yerine birçok okunu- -
şu bulunduğu inancı vardır (lecture plurielle-çoğul okunuş
deyimi artık iyice yayılmıştır). Edebiyat tarihi bir metnin de­
ğişik dönem ve ortamlarda farklı biçimlerde anlaşılıp değer­
lendirildiğini göstererek bu görüŞü_ doğrula�ıyor mu? Ger­
çekten, her okumanın farklı izlenimler bıraktığı bilincine
Varmak için, okumanın farklı kişiler tarafından yapılmasına,
ya da bir kişinin iki okuması arasında uzun bir zamanın geç­
mesine gerek yoktur. Hepimiz bu deneyi yapmışızdır: önce­
leri bizi etkileyen bir metni sonradan zevksiz ve kısır; ilk kar­
şılaşmada sıkıcı gelen bir başkasını da, daha dikkatle okudu-.
ğumuzda ilginç bulmuşuzdur.

(118) Serge Doubrovsky, 1966, s. 51.


FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 157

Okumada metin kadar okuyanın olgunluğu, ruhsal du­


rumu; zevki etkilidir. Okuma, her zaman, bir metinle bir
okuyucunun işbirliğidir, dolayısıyla bir yorumdur. Bu sözleri­
miz, aslında daha bilinçli bir okuyucu olan eleştiricinin, o
günkü ruhsal durumundan, izlenimcilikten, öznel yargılar­
dan sıyrılarak iş göremiyeceği anlamına mı gelir?
Çağdaş eleştirinin asıl amacı, kuşkusuz, metnin içinde
olanları, zenginliğini, bildirisini açığa çıkarmaktır. Pozitivist­
lerin yaptığı gibi, yazardan esere değil de, gerekirse, eser­
den yazarın başka türlü tanınamıyacak gizli "benliği"ne gi­
der, ama onun için ilk planda bir sanat ürünü diye ele aldığı
metin bulunur. Tarihsel eleştiriciler, eserden hareket edip
psikolojiye, fikir tarihine ilgi gösterdiklerinden iktisadi ve si­
yasal durumların ışığında sanat akımlarını açıklamak istedik­
lerinden büyük yapıtlarla ikinci, üçüncü derece yazıları aynı
titizlikle, aynı derine giden ve geniş bilgi toplamağa daya­
nan yöntemlerle incelemekte sakınca görmezler ve emekle­
rinin daha az Çeğerli metinlere harcanmasını hoş karşılarlar­
dı. Bugün, yapıtın sırrı, en başta sanatının sırrı olarak ele alı­
nıyor. Sanat eseri ise, yalnız bir bildirinin (fikir, duygu, felse­
fe) taşıtı olamaz. Bildiri, edebiyat dışı üslupla (kaldı ki böy­
le bir sınır çizmek çok güç, belki de olanaksızdır. Genette'in
dediği gibi, sanat olma niteliği nesnelerde değil görevlerde
bulunur(119l) belki daha da açık tanımlanabilir. Karmaşık gö­
rünüşü üstünde durduğumuz sanat eserinin birçok okunuşa
yol açmasını rastgele ya da beklenmedik bir olay sayamayız.
Bu durum, sanat eserinin birçok anlama gelebilecek yapısı­
nın sonucudur. Hiç bir zaman tüketilemeyen, söylediğinden
ötesini çağıran, üstüne eğildikçe derinleşen yanlarının varlı­
ğı onu sanat ürünü yapmaz mı? Başka türlü olsaydı, onun
ne demek istediğini en iyi yazarı bilirdi. Oysa, bu konuya de­
ğinen yaratıcılar, tam tersine, eserin kendilerine bir şeyler
buldurduğunu kanıtlarlar. Bernard Pingaud "bir yazarın
( 1 19) G. Genette, Stnıcturalisme et Critique Litteraire, in Arc, n. 26, s. 31.
söylemek istediği ile söylediği bir tutulamaz" der. Bernanos,
Valery, Gide de buna benzer açıklamalarda bulunmuşlar­
dır.<120)
Öte yandan, çağdaş eleştiri bir başka noktaya da
önem verir: eser yalnız yazarının malı olmayıp, oluşunda di­
lin payı büyüktür. Sanat ürünü bir "ben" ile bir dilin kaynaş­
masından ortaya çıkar. Valery, 'Edebiyat, dilin bazı nitelikle­
rinin genişletilmesi ve saptanmasıdır, başka bir şey olamaz'
der.
Böyle olduğu için de bir yazarın her eseri eş değer taşı­
maz: sanatçı, eserine uyacak dil tonunu, üslubu (hem de yapı­
yı) bulana kadar deneyler yapar. Bazen başarıya eriştikten
sonra yine dengeyi kaybeder. Dil ile içeriğin uyuşumu sorunu­
nu açıklayan bir örnek olarak Proust'un çabalarını gösterebi­
liriz. Yayımlamadığı roman denemesi Jean Santeuil' de, bü­
yük eserinde işleyeceği olay ve temaların çoğuna sahipti.
Eserin başarısız olduğunu sezerek onu yayımlamaktan ka­
çınmıştır. Üçüncü şahısla yaşanmakta olan bir hikayeyi yaz­
maktan vazgeçip, birinci şahısla anılarını anlatmağa karar
verince, gerecini daha bilinçle kurduğu bir yapı içine yerleş­
tirmiş ve çağımızın en önemli yapıtlarından birini gerçekleş­
tirmiştir. (121) Edebiyatın dille meydana geldiğini, gerecinin
dil olduğunu unutamayız. İşte bu olgu üzerinde duran çağ­
daş eleştiri "kitap", "eser" gibi terimler yerine "metin", hatta
"yazı" sözlerini kullanmayı daha yerinde ve doğru buluyor.
Eleştiri incelemelerinin ve kitaplarının çoğu, günümüzde,

( 120) Valery: "insan kendini ne kadar az tanıdığını, yazdığını okurken an­


lar" Bk. Rhumbs, N.R.F., 1933, s. 159.
Bernanos 'Ben bir romancıyım, yani hayallerini yaşıyan, ya da bilme­
den baştan yaşıyan bir insan. Demek ki önceden verilmiş bir kara­
nm yoktur... Karanlıkta el yordamiyle ilerlerim' der. Nathalie
Sarraute'da 'Sanat bir açıklama değil, aldatıcı görünümler altında
donup kalmış, basma kalıp sözlerin gizlediği duyulann doğıışu diye­
bileceğimiz halierini ortaya çıkannak girişimidir' diyor.
( 121) Gaetan Picon, 1960.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 159

başlıklarında saydığımız terimlere ya da gramer ve retorik


alanına giren sözlere yer verir. Kapalı ya da açık metin, bir
gösteri (temaşa) olan metin, edebiyat karşılığı olarak yazı
sık sık rastladığımız deyimlerdir. <122)
Geleneksel yaratıcı-okuyucu ilişkisi şimdi yazı-okuma
ikiliği olarak ortaya çıkıyor. Eleştiri terminolojisinde gra­
mer ve retoriğe yönelme, incelemelerde, eserin sanat yönü­
ne önem verildiğini, bu yönün başa alındığını açıklar. . Bu
sözlerden, eski retoriğe dönüldüğü, yeniden onun yönetimiy­
le, tek tek ele alınan sanatların belirtildiği, anlamını Çıkar­
mak yanlış olur. Eski retorik öğretimi kuralcı ve bağlayıcı
idi: nasıl yazmak gerektiğini öğretirdi. Bugün edebiyata ba­
kışımız değişmiştir. Ele alınan eser, yol gösteren bir örnek,
varılmak istenen bir erek olmaktan çıkmış, eleştirilen bir
nesne olmuştur. Ama, retorik sınıflamaları, bölümleriyle in­
celemelere yön verecek olan yeni alanlar açabilecek bir sis­
tem olarak değer kazanmıştır.
Benveniste "dilin yapısı bütün göstergebilim sistemle­
rine yön verir" der. Bu sözlere dayanan T. Todorov, çağdaş
insan bilimlerinde görülen yakınlığın, dilbilimi yöntemlerini
benimsemiş olmalarından değil de, hepsinin ortak malı olan
dille gerçekleşmelerinde bulunduğunu söyler. Bu nedenle
üslup özellikleri (dil) ile edebiyat biçimleri arasında benzer­
liklerin görülmesinin doğal olduğunu savunur, ve özellikle
dilbiliminin anlam yaratma usülleri üzerinde yapılan incele­
melerle edebiyat yorumlarına büyük katkıda bulunduğunu
hatırlatır. Edebiyat yapıtında dereceli büyüklükte birimler
vardır. Her birimin salt anlamı, daha büyük bir birimin için-
( 122) Le Degre Zero de l'Ecriture (Barthes), Figures ( G. Genette) Gramma­
tologie, L 'Ecriture et la Difference (Derrida), L 'Ecriture au travail (Cl.
Hodin, in Critique, n. 281), Textes en Representation (L. Marin, in
Critique, n. 282), "La clôture du texte, un texte ouvert" gibi deyim­
lere çok sık rastlanır. Valery: "edebiyat dilin bazı özelliklerinin uygu­
lanması ve genişletilmesinden başka bir şey olamaz" (Oeuvres
Completes, c. I, s. 1440).
de başka değer kazanır. Her birim, daha büyük bir birime
katılır, onun bir parçasıdır. Birimin girdiği sisteme göre,
eleştiricinin (bakış açısına göre) yorumlarının ayrı olmasına
şaşılmaz. Böylece metnin değişik okunuşları ortaya çıkar
(1971, s. 32 ve devam).

K-1. ÇAGDAŞ ELEŞTİRİ:

Çağdaş eleştiri biçimcidir. Edebiyatın özelliğini, met­


nin yalnız bildirisinde aramanın yetersiz olduğunu, eserin
değerinde biçimin başta geldiğini savunur. Amacı, biçimler­
den hareket ederek yapıtta, hemen göze çarpmayan, örtülü
ilişkileri ortaya koymak, kısaca onu yorumlamaktır. Birkaç
kez kullandığımız bu yorum sözü Uzerinde biraz duralım.
Metin açıklaması ile metin yorumlaması deyimlerini
eşanlamlı saymak yanlış bir tutumdur. Okullarda edebiyat
ve okuma derslerinde seçilen metinlerin, genellikle, açıkla­
ması yapılır: zor kelime ve deyimlerin anlamı anlatıldıktan
sonra temel düşünce bulunur. Metin (uzun ya da kısa) par­
çalara bölünür. Temel düşünceden sonra her parçanın taşı­
dığı düşünce ya da duygu aranır, düşünce ya da duyguların
birinden ötekine geçiş (metnin planı), şahısların (varsa) ka­
rakterleri belirtilir. Bu işlemlerin sonunda metnin düz diye­
ceğimiz anlamı ortaya çıkmış olur. Ama, böyle bir inceleme­
ye eleştiri diyemeyiz; çünkü metnin düz anlamını, gerçek­
ten, en iyi, en seçkin bir üslupla, yazar söylemiştir. Yorum,
dilz deyişin ötesinde, örtülü anlamları ortaya koymaktır. Or­
taçağ, özellikle dinsel metinlerin (ama başka metinler ve
hatta olaylar için de bu yöntemi uygulardı) ayrı ayrı düzey­
lerde taşıdıkları anlamları açıklamağa çalışırdı. Bir metnin
düz anlamı dışında mecazi, etik, mistik anlamları olduğunu
savunurdu. Akılcılığın ağır bastığı dönemlerde değişik dü­
zeylerde anlam aramaktan vaz geçilmiştir. Buna karşılık,
XVII. yy. Fransa'sında, roman ve tiyatro oyunlarında "analı-
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 161

tar" bulmağa uğraşılırdı: çağdaş yapıtlarda gerçek şahıs ve


olaylara telmihler yapıldığı kabul edilir ve ortaya atılan var­
sayımları doğrulayacak veriler aranırdı. Sözgelimi, Berenice,
XIV. Louis'nin Marie Mancini'ye aşkının hikayesi; Alceste,
duc de Montausier'nin portresi olarak tanıtılırdı. Bir bakı­
ma, pozitivist bilginler bu tutumu: yazarın yaşamı ile yapıtı
arasında basit bir denklem kurarak sürdürmüşlerdir, diyebi­
liriz. Sözgelimi Andromaque'da Oreste sevgilisini kıskanan
Racine'dir; Adolphe'un (Benjamin Constant'nın eseri) ka­
dın kahramanı Madame de Stael ya da Arına Lindsay'dır gi­
bi<I23) varsayımları savunarak. Çağdaş eleştiri, yorumların­
da, metnin içinçieki yapı ve figürleri dile getirerek anlamını
bulmağa çalışır. Jean Rousset "sanat bir fikir dünyası ile bir
duygusal yapının, bir görüş (vision) ile bir biçimin dayanış­
masıdır" der ve sanat ürününü kendi başına bir dünya diye
niteler: "eserin iklimine girmek, dünya değiştirmek, bir ufuk
çizgisini aşmaktır. Gerçek sanat eseri bir eşiğin varlığının
açıklanması, hem de o yasak dünyaya götüren köprü olarak
kendini tanıtır". (124ı
Eseri bir bildiriye, yaşantıların anlatımına indirgemek,
onun sanat yönünü, özelliğini görmemek, sanatçının çabasını
ve yaratıcılığını adeta hiçe saymaktır. Valery: ''yazar dünyayı
değil, eserini düzenlemekle görevlidir" kanısındaydı. Eleştiri­
ci, eserin değerini yapan bu iç düzeni ortaya koyarak onu yo­
rumlamağa çalışır. Tekrar edelim, yorum yalnız biçimin özel­
liklerini belirtmek olmayıp, her zaman bir içeriğin açıklanma­
sıdır. Ancak bu içerik, düz anlamın ötesinde, ayrıntıların top­
lanmasıyla oluşan, aranılınca bulunan bir içeriktir. Kaldı ki,
iki okunuşun farklı olması, metne ayrı anlamlar vermelerine
bağlı değildir: belli bir anlama varmak için değişik yollardan
gidilmesi bugün ayrı okumalar sayılıyor.

(123) Benjamin Constant,Adolphe, Garnier (önsözde, J.H. Bomecque'in


varsayımı).
(124) Jean Rousset, Fonne et Signification, Corti, s. 9, 10.
162 _______ SÜHEYLA BAYRAV

Shakespeare'in bir dizesini ele alarak on iki ayrı bi­


çimde yorumlanabileceğini gösteren Empson'a, Gaetan Pi­
con şöyle der: "Bu olgudan bir istiare, gerçek bir yaşantının
anlatımından başka bir şeydir sonucunu çıkarmakla yetine­
meyiz. İndirgenemez bir dil olayı diye nitelenen eserin, onu
oluşturan yapılar üzerine kapalı olmayıp, sonsuz bir titre­
şim, sayımı yapılamayacak kadar çok şeyi kendine çeken,
onlari belirten açık bir yapı olduğunu söylemeliyiz".<125>
Bir metnin, eşdeğerde çeşitli yorumları, okunuşları ola­
bileceğini kabul etmek, eleştirinin öznellikten kurtulamıyaca­
ğını mı açıklamaktır? İkinci kez sorduğumuz bu soruyu yanıt­
lamağa çalışalım. Edebiyat ürününün değeri, biçimle içeriğin
uyuşmasında, dile getirdiği dünyanın tutarlığında, bir bütün
oluşundadır. Biçimlerin ilişkilerini açıklayan yorumun değeri
de aynı ilkelere dayanır; yani tutarlı bir bütün olması gerekir.
Öyle ki, değerli bir yorum, her zaman nesneldir. İzlenimci
olamaz. Görüşlerini kanıtlamak zorundadır. Ama, metin bir­
birinden ayrı birçok nesnel yoruma yol açabilir.
Yorumla eser; yalnız bu tutarlık ilkesinde benzeşmez­
ler. Yapımlarında da yakınlık vardır. Eser, yazarın hayalin­
de canlandırdığı, uydurduğu olay ve kişileri anlatsa da, yine
yaşama, gerçek dünyaya iletir. Kavramlar üzerinde yükselir.
Eleştirinin ilettiği şey ise eserdir. Yani eleştiri, eser üzerine,
belirtiler üzerine kurulu, ikinci bir yapıdır; bir başka deyiş­
le, eserin "söylevi"ne, "yazı"sına dayanarak ilerleyen bir "söy­
lev", bir "yazı", bir 11üst-dil11dir. Bu duruma dikkati çeken dü­
şünürler, günümüzde, eleştirici, başka bir düzeyde, edebiyat
metnine oranla ikinci bir düzeyde yer alan bir yazardır, di­
yorlar. Eleştirici, bakış açılarına göre metnin okunuşunu ye­
nileştiren ve her defa nesnel bir okunuşu gerçekleştiren bir
yazar, bir yaratıcıdır. İncelemesinin değeri, tekrar edelim,
tutarlığında ve, doğruluğundan çok sağlamlığındadır <126) Sa-
,-
(125) Gaetan Picon, 1960, s. 16.
(126) R. Barthes, 1964, s. 255.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 163

natçının yaşam öyküsünden hareket ederek eseri açıklama­


ğa uğraşmanın sakat bir yol olduğu, tam tersine, yapıttan sa-.
natçının gerçek "benliği"ne gidilebileceği, bugün yaygın bir
inançtır. Bu görüşü, Proust, Sainte-Beuve'ü eleştirdiği maka­
lesinde savunur ve kitap, "alışkanlıklarımızın, toplum içinde­
ki davranışlarımızın, kötü huylarımızın tanıttığı "ben"den
bambaşka bir "ben"in ürünüdür" der.(121ı
Demek ki, kişiden metne gitmek şöyle dursun, sanatçı­
nın hayalleri, istekleri, tepkileriyle oluşturduğu gizli kişiliği­
ne ancak yazısından hareket edilerek varılır. Bir yazarın
eserleri arasında görülen benzerlik, iklim, üslup birliğinin
kaynağı, sanatçının bu gizli "benliği"nde saklıdır. Yine Pro­
ust, bu düşünceyi romanında, kahramanının aracılığı ile
açıklamıştır: "Vinteuil"ün (romandaki bir müzisyen) eserle­
rindeki yeknesaklıktan söz ederek, Albertine'e büyük sanat­
çıların "gerçekte, yalnız bir tek eser verdiklerini, daha doğru­
su dünyaya tanıttıkları tek güzelliği, değişik ortamlara göre
yansıttıklarını anlattım". (12sı Yazarın bu gizli dünyasına,
eserlerinin birliğini yapan iç alemine girebilmek, onun özel­
liğini kavramak için en güvenilir yolu da şöyle tanımlar
Proust: "Bir yazarın tek kitabını okumak, onunla bir defa
rastlaşmağa benzer. Bir defa konuştuğumuz kimsenin deği­
şik yanları olduğunu sezebiliriz. Ama, birbirlerine benzeme­
yen durumlarda tekrarlanan yanlar ancak ayırıcı ve özel­
dir". (129)
Yazarın bu sözlerini hatırlatan Georges Poulet'ye gö­
re Proust, tematik eleştirinin kurucusudur. < noı

(127) Marcel Proust, Contre Sainte-Beuve, Gallimard, s. 157.


(128) Marcel Proust, Le Temps Retrouve (La Prisonniere) (Livre de
Poche, s. 401).
(129) Marcel Proust, La Bib/e d'Amiens, (Bk. G. Poulet, in Les Chemins
actuels de la Critique, s. 19, 1968).
(130) G. Poulet, ibid., s. 22.
164 _______ SÜHEYLA BAYRAV

K-1-1. Tematilc. Eleştiri (İzleksel Eleştiri).

Pozitivistlerin yazar metin ilişkisini şaşmaz bir denk­


lem gibi kurmalarını ve biyografiden esere gitmelerini ye­
ren çağdaş eleştiri bu ilişkinin karmaşık, ama var olduğunu
kabul eder. Ancak incelemenin ters yönde ilerlemesini, ge­
rekirse eserden (ve yalnız eserden) sanatçının başka türlü
tanıyamıyacağımız "benliği"ne gidilmesini öngörür. Bu "ben­
lik", esere, başkalarınkinden ayrı bir çeşni, bir süreklilik sağ­
ladığı için önemlidir. Sanatçının bütün eserlerinde görülen
özelliğin, ayırıcı yanların kaynağı "benlik"tir diyenler,
Freud'un: "dilde bütün bir yaşamın yatırımı bulunur" düşün­
cesini paylaşırlar. Heidegger de: "ben, söylediklerimim" der.
Çağdaş eleştiride en önemli tutumların başında, yaza­
rın iç dünyasına, kişiliğine götüren, aynı zamanda eserin
özel iklimini oluşturan yanların, can damarlarının yani tema­
lar'ın aranması gelir. Temalar toplanıp sınıflandırıldıktan ve
boğumlanma biçimleri bulunduktan sonra, eserin tematiği
.ortaya çıkar. Tematik, temalar demeti, temalar ağı demek
olduğuna göre yapmamız gereken ilk iş, bu tema (izlek) teri­
mini açıklamaktır.
Tema sözünün değişik anlamlara geldiğini biliyoruz.
Kimine göre tema adı altında, aşk, ölüm, kahramanlık gibi
sayılan sınırlı büyük konular toplanır; ancak, insan dünyası­
nın temeli olan bu duygu, ya da davranışlara biçim veren
motifler zamanla değişir (Bk. Todorov: Theorie de la littera­
ture). Kimine göre de, her şey bir tema olabilir. Vigny'de sa­
at, Valery'de kuğu kuşu birer tema olarak ele alınıp incelen­
miştir. Kelimenin, geleneksel kullanımı ile bugünkü kullanı­
mını karşılaştıran Manuel de Dieguez, eskiden beri edebi­
yatta tema araştırmaları yapıldığını, sözgelimi, La Harpe'ın
Corneille'de onur temasını araştırdığını hatırlattıktan son­
ra, aradaki fark üzerinde durur: Eskiden tema, ahlak, ya da
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 165

psikoloji alanına giren bir konuydu: La Harpe, onur teması­


nı ele alırken onur'dan ne anlamak gerektiğini hem kendisi,
hem de okuyucuları bilirdi. Bugün eleştiriciler tema' dan bel­
li bir konu değil başka bir şey anlarlar: zaman, ortam, göz,
daire temaları açısından metinleri tararlar. Bu son saydığı­
mız temalar (saat, ya da kuğu kuşu örneklerinden ayrılır),
yazarların sık sık kullandıkları, hatta kurtulamadıkları bir
imge, bir duyu olmaktan uzaktır ve yazarın değil de eleştiri­
cinin sorunu olarak karşımıza çıkar; açıklama bekleyen,
araştırmaları zorunlu kılan konulardır: iç zaman, ya da ba­
kış 'tan ne anlamak gerekir? İç zaman'ı nasıl tanımlayabili­
riz? Bakış ya da gözü hangi yöntemlerle izleyebiliriz? Şimdi
artık herşey (iştiha, yiyecek v.b.) bir tema olabiliyor. (131)
Barthes ise temayı şöyle tanımlar: "kişinin üstünden
atamadığı, kurtulamadığı düşünce ağı, takınak". Görülüyor
ki, burada tema bilinçle seçilmemiş, ama tekrarıyla kendini
yazarın özelliği olarak belirten tutum/tutumlardır. (132)
Temaya, bütün eleştiriciler, bilinçaltını açığa vuran ifa­
de yolları, ya da konular gözüyle bakmaz. Psikanaliz konu­
sundaki görüşlerine (psikanaliz anlayışları ve bu bilime ver­
dikleri değer) göre temayı tanımlama biçimleri de ayrılıklar
gösterir: psikanalize en büyük yeri verenlerde tema, bilinçal­
tını açıklayan yönelmeler, ötekilerde ise az ya da tam bilinç­
le geliştirilen yazı biçimleri ve konulardır. Öte yandan, eleş­
tiricinin tema arama usulleri de ayrılıklar gösterir. Eleştiri­
ci, dikkatle okuduğu eserin içinden tematiğini çıkarmağa ça­
lışır ya da önceden seçtiği bir tema açısından eseri tarar. Bu
iki yöntem de geçerlidir. Öte yandan çağdaş tematik akımı­
nın kaynağını, Proust'un, yukarıda hatırlattığımız düşüncele­
rinden çok, Gaston Bachelard'ın yazılarında aramak daha

(131) Manuel de Dieguez, Jean Pien-e Richard et la critique thematique,


in Critique, n. 193.
(132) R. Barthes, (Bk. Dominique Noguez, les chemins actuels de la cri­
tique, s. 300).
166 _______ SÜHEYLA BAYRAV

doğru olur. Bachelard, her ne kadar kendini hiç bir zaman


edebiyat eleştiricisi saymamış, edebiyat metinlerini, ortaya
koyduğu varsayımı doğrulamak amacıyla ele almışsa da, dü­
şünceleri edebiyat eleştiricilerini etkileyerek, onlara çeşitli
araştırma alanları açmıştır.
Bachelard filozoftu. Bilgi Kuramı (epistemoloji) konu­
sunu işlediği La Formation de I'esprit scientifique (Bilimsel
Düşüncenin Oluşumu) adlı eserinde, nesnel bilgiye karşı ko­
yan tutum ve dürtülere eğilmek zorunluğunu duymuştu. Ne
var ki, başlangıçta, karanlık güdüler diye nitelediği ve karşı
koyduğu bu duygusal tutumları inceledikçe, bunlar hakkın­
daki görüşleri değişmiştir. Bachelard, imge yaratma yetene­
ğini, imgelerin insan yaşantısındaki yerini daha ayrıntılı tanı­
mağa başlayınca, önceleri nesnel düşüncenin ilerlemesine
engel olduklarını ileri sürerek yerdiği bu davranışların insa­
na mutluluk veren, yaşamı değerlendiren, zenginleştiren
öğeler olduğu kanısına varmıştır. Filozofun çalışma yönte­
minde de, zamanla, bir gelişme sezilir: Önceleri, bilim ola­
rak, her zaman değer verdiği psikanalizin etkisinde çok faz­
la kalmışsa da, sonradan bu bilimden oldukça uzaklaşmıştır.
Bununla beraber, ilk denemelerinde bile, psikanalizin ilkele­
rine tam uyduğu söylenemez. Çünkü, araştırmalarına taban
olarak seçtiği düzey, psikanalizinkinden farklıdır. Bilindiği
gibi, psikanaliz bilinçaltını açığa vuran düşleri, Bachelard
ise uyanıkken dalınan, yarı bilinçli imgeleri inceler. Hayal
kurma, kendini hayale kaptırma üzerinde durduğundan,
edebiyat metinlerini, özellikle şiiri gereç seçmiştir. Düş, kişi­
nin ötesinde, kişisel olmıyan bir köke, ilkel yaşamın çocuk­
luk dönemine, doğal yaşantılara iletir. Bachelard bilinç yüze­
yine daha yakın bir basamakta, "uygarlığın doğayı etkiledi­
ği" basamakta yer alan imgeleri inceler. Ancak bu düzeyde,
yani uygarlığın doğaya aşılandığı yerde "kültür karmaşala­
rı"ndan söz edilebilir. Bu karmaşalar birer hastalık belirtisi
olmayıp, kişilerin düşünce ve duygularına sezilmeden yön
veren etkenlerdir kanısındadır.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 167

İmgeleri, imge gücünü üç açıdan ele alabiliriz: biçim,


gereç, dinamizm. Bunlardan ilkinin yani, biçimin incelenme­
sine en geç girişilmesi doğaldır. Bachelard, bunun üzerinde
pek durmamış, yazılarında, gereç ve harekete daha çok yer
vermiştir. İmgelerin, gerecin tözüne gelince, Bachelard, bu­
rada Antik çağdan beri bilinen bir sınıflamayı esas tutar. İm­
gelerin dört öğeye dayandığını söyler: toprak, su, hava, ateş.
Bilim verilerine uymayan bu sınıflandırmanın psikolojik bir
gerçeği açıkladığını savunan filozof, her insanın bu dört un­
surdan birine, hayalinde, daha büyük yönelme duyduğuna
inanır. Dört unsurun çeşitli görünüşleri bulunduğundan
(sözgelimi tatlı, acı, yumuşak, durgun, güçlü su gibi) imge di­
zileri karmaşık ve zengindir. İ şte Bachelard, imgeleri, bulun­
dukları metinden, çevrelerindeki ibarelerden kopararak sı­
ralama işiyle uğraşmıştır.

Töz kadar önemli başka bir konu da imgelerin dina­


mizmidir: imgenin gelişmesi ve hareket gösteren imgeler.
Bachelard imge ile kelimenin ilişkisi sorunun;a yani düşlerle
sözlerin bakışımına da eğilmiştir. Bu konuda şöyle der: "dil
her zaman düşüncemizin biraz ilerisinde bulunur, sevdiği­
mizden biraz daha ateşlidir". Bachelard'ın düşüncelerine
bağlı kalarak tematiği, hem bir yöntem, hem bir ideoloji (i­
deoloji: tekrarlanan önermeler, bilgi ve davranışları o öner­
melere dönüştürme işlemleri) sayan akım çalışmalarına, ön­
ce ortak bir yan gösteren imgeleri (istiare, benzetme, meca­
zi anlamlar) toplamakla başlar. Gerekirse onları öbeklere
ayırır. Her birinin hangi deyimlerle, imgelerle boğumlandık­
larını, hangi kavram, ya da belirtilerle karşıt ya da özdeş ol­
duklarını araştırır. Daha sonra, ortaya çıkardığı imge dizile­
rini ya da eksenlerini (birbirlerine karşıt olanları) bir siste­
me yerleştirmeğe, aralarındaki ilişkileri belirterek bunları
yorumlamağa ve tümünü ortak bir temele indirgemeye çalı­
şır. Proust ile Bachelard'ın tematik anlayışları arasındaki
farkı, bu kısa özet bile açıklamaktadır. Günümüzde temati-
ği savunan eleştiricileri ele alırsak tematiğin bir yelpaze gibi
açılıp birbirinden farklı tutumları kapsayan bir eleştiri açısı
olduğunu görürüz. Tematiğin ortak niteliğini metnin havası­
na girmek, içindekileri ortaya koymak, metni bir çeşit betim­
lemek (bir çeşit diyoruz, çünkü gerçek ve tam bir betimle­
me ancak metni okuma olabilir. Metnin içinde olan her şeyi
belirten, ama bu işi öğelerin yerlerini değiştirerek yapan bir
betimleme bile bir yorum olmaktan kurtulamaz), yazarın iç
dünyasına sokularak, onunla özdeşleşmek çabasında bulabi­
liriz. Georges Poulet "iki bilincin (yazar-eleştirici) kaynaş­
ması olmadan gerçek bir eleştiri düşünülemez" der.(133) Te­
matik araştırmasına girişen kişi, hem metinle, hem yazarıy­
la bir anlaşmaya, bir kaynaşmaya varmağa çalışır.
Tematiğe yakın bir tutum Schleirmacher ve Dilthey'in
"hermeneutique" dedikleri okuma biçimidir. Metnin (ese­
rin) içinde olanı, metni betimleyerek ve metni okumayı öğ­
renerek açıklama amacını güden "hermeneutique" metnin
(eserin) özüne, biçimde görülen ayırıcı bazı ayrıntılardan gi­
dileceğine inanır. Okumanın "filolojik bir daire" çizdiğinin
söylenen bu yöntemde, kimi kez ayrıntıdan bütüne kimi kez
bütünden ayrıntıya gidilerek metnin tam anlamı ortaya ko­
nulmaya çalışılır. Gidiş-gelişlerle ilerleme hareketini başlan­
gıçta Schleimacher'de bir önsezi, bir içine doğma kolaylaştı­
rır. Metindeki tüm güçlükleri, sezgisi sayesinde yazarla öz­
deşleşen eleştirici çözebilir. <134> Edebiyat eleştirisinde, bu
akımın en seçkin temsilcisi olarak Leo Spitzer'i gösterebili­
riz. Spitzer, kendi yöntemini, edebiyat ile dilbilimi arasında

( 133) G. Poulet, Les chenıins actuels de la critique, 10-18, s. 8.


Hermeneutique için: bu deyim Dilthey'a göre "psişik bir yapım bü­
tününü (dil, hareket gibi) ifade biçimlerini yorumlayarak açıkla­
maktır. Bkz. Atsuko Hosoi ve Jacqueline Pigeot, in Critique, sayı
308, 1973 ve E. Clemens, Volonte d'interpretation, in Critique, sayı
277.
( 134) Jean Starobinski, Leo Spitzer et la lecture stylistique, in Etudes de
Style, de Spitzer, Gallimard, s. 31.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 169

bir köprü olarak nitelemiştir. Burada metni incelemek için


asıl işlem okumadır. Okurken, metinde yaygın dil yapıların­
dan ayrılan, özel çarpıcı kullanımları bulup toplamalı ve on­
ların ışığında metni yorumlamağa çalışmalıdır; çünkü biçim­
de görülen bir özellik, içeriği açıklar. Bu yöntemin temelin­
de saklanan inanç ayrıntıların, aralarında aykırıklık göster­
miyecekleri, tersine hepsinin, metnin birliğini oluşturan bir
odakta, bir "etymon"da, bir kökte toplanacaklarıdır. Spit­
zer'e göre, metinde dikkati çeken bütün yanlar, başta dil ol­
mak üzere, eserin planı, kelimelerin anlamı, başka ayrıntı­
lar, birbirlerini tamamlayan yanlardır. Öyle ki, esere hangi
açıdan bekılırsa bakılsın, eğer inceleme doğru yürütülmüşse
aynı sonuca varılır. Aykırılığı sezilen bir ayrıntının gerçek­
ten açıklayıcı olup olmadığını, öteki 'ayrıntılarla karşılaştır­
ma belirtir. Birbirlerini güçlendiriyorlarsa bunların metnin
özelliğini yapan ayrıntılar olduğuna güvenebiliriz. Spitzer,
kuramsal yazılarında ve çeşitli uygulamalarında stilistik (üs­
lupbilim) adını verdiği bu yöntemi savunmuştur. Biyografya
araştırmalarına karşı çıkmış, metni kendi yöntemiyle incele­
menin, yazar ve yapıt hakkında doğru bilgi vereceğini ve bu­
nun bilimsel bir çalışma olacağını kanıtlamağa çalışmıştır.
Yazarın kişiliğini hayat öyküsünde değil de eserinde aramış,
her zaman eseri ön plana almak gerektiğini usanmadan tek­
rarlamıştır. Yayımladığı üslup incelemelerinde, bir süre psi­
kanalize geniş yer verdiğini görürüz, ama daha sonra bu tu­
tumdan uzaklaşmıştır. Ne var ki, eserin bir kök, bir etymon
çevresinde geliştiğine inandiğından, iyi seçilmiş bir parçanın
yorumlanması, yazarın sanatı, görüş ve tutumu hakkında ye­
terli bilgi sağlar düşüncesini hep savunmuştur. Öte yandan,
tematik araştırmalarında başarıya götüren yolun yazara ya­
kınlık duymak, onunla özdeşleşmek olduğunu gördük. Bu
davranışla eleştirici, yaratma deneyini paylaşma olanağını
kazanır. Metni, dil ve sanatçı işbirliğinin ürünü sayan bazı
düşünürler bu ikiliği bile yadsıyarak şaşırtıcı sonuçlara var-
170 ______ SÜHEYLA BAYRAV

mışlardır. Yaratma deneyine katılına, sonunda, sanatın ken­


disiyle başbaşa kalma, sanatçıyı da, okuyucuyu da sanki yok
saymağa dönüşmüştür. Mallarme öyle bir eser vermek ister­
di ki, kendisini aşsın, dilin bütün güzelliklerini ortaya koyan
"kitap" olsun. Aynı yoldan ilerleyenlerden Maurice Blanc­
hot da: "konuştuğum zaman söylediklerimin varlığını yadsı­
maktayım, ama, aynı zamanda konuşanınkini de . . . Bundan
dolayıdır ki hakiki dilin başlayabilmesi için bu dili söyleye­
nin hayatın içtenliğini denemesi gerekir" der.(135)
Çağdaş eleştiriyi, psikanaliz-psikokritik, varoluşçu,
marksçı, sosyolojik, biçimci, tematik, yapısalcı diye öbeklere
ayırma eğilimi vardır. Bizce, bakış açısı ile yöntemi birbirin­
den ayırmak gerekir. Bakış açıları, başlangıçta da söylediği­
miz gibi değişik okunuşlara yol açar. Yöntemlere gelince,
önemini göstermeğe çalıştığımız tematiğin yanında, bugün
sözü en çok edilen akım yapısalcılıktır.

K-1-2. Yapısal eleştiri.

Tematiği, metnin havasına girerek, onunla kaynaşa­


rak sırrını, özelliğini anlamak, gizli yapısını ortaya çıkarmak
diye niteleyebiliriz. Bu yöntemle yapılan eleştiri metnin bir
okunuşunu gerçekleştirmek amacını güder. Hemen göze
çarpmıyan yapı ya da yapıları aramakta tematiğe yakın görü­
nen yapısalcılığın yöntemi, usülleri ise başkadır. Yapısalcılık­
ta eleştirici, ne metinle, ne de sanatçı ile bir olma, özdeşleş­
me güdümündedir. Tersine, metne karşıdan bakar, kurduğu
bir modelle karşılaştırarak onu incelemeği dener. Bu yön-
(135) Maurice Blanchot, La Pa11 du Feu, Gallimard, s. 327. Bk. Georges
Poulet (J. P. Richard, in Litterature et Sensation kitabına yazdığı
önsözde) der ki: "Rien n 'existe plus, pourle critique que cette consci­
ence qui n 'est meme plus d'autmi, qui est solitaire et universelle...
La premiere, peut etre la seule critique qui soit c'est la critique de la
conscience. " Tematik eleştiri, eserin getirdiği bakış açısını belirtme­
ğe en büyük önemi verir denebilir.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 171

tem de, tematik gibi biçimci bir yöntemdir. Ancak, araştır­


ma usülleri ve gerçekleştirmek istediği sınıflamalar (bazıları­
na göre edebiyat bilimi) yönünden tematik eleştiriden ayrı­
lır. Yapısalcılık akılcı bir tutumu öngörür. Bildiğimizi, buldu­
ğumuzu, kelimelerin, alışkanlıkların aldatıcılığından kurtara­
rak daha kesin belirtmeğe çalışan bu yöntemin özelliği, bir
buluştan çok, bir iş, bir çaba, bir araştırma olarak ortaya çık­
masıdır. İncelemesine, hangi usülleri, hangi sınıfları kullana­
cağını kararlaştırdıktan sonra girişir. Yapısal eleştiri, sonuç­
tan çok çalışmasında gösterdiği kesinliğe, bilimsel tutumuna
önem verir; yöntem olarak yapısal dilbilimini izler, onun
kavramlarını benimser. Onun gibi, belirti diye ele aldığı bi­
rimlerde belirtenle belirtileni ayırmağa, belirtenden (biçim­
den) belirtilene (içeriğe) gitmeğe çalışır. İki işlem lizerinde
durur: eserde birim sayılacak unsurları bulmak, birimlerin
aralarında kurdukları ilişkiyi ortaya koymak. Birimleri, para­
digmalar halinde sıralar; aynı görevi yüklenebilecek birimle­
ri saptamağa uğraştığından yapısal eleştiriye "görevci" de
denmektedir. Farklı durumlarda farklı bileşimlerde eş gö­
revli öğelerin, işlerdeş (homologue) olduklarını kabul eder.
Sözgelimi, Levi-Strauss, mitoslarda "mytheme" adını verdiği
birimlerden hangilerinin değişik bileşimlerde eş görevleri
yüklendiklerini, yani bir paradigma kurduklarını göstermiş­
tir. Bu usül başka tür yapıtlara da uygulanmaktadır. İkinci iş­
lem, birimlerin ne şekilde birbirlerine bağlanıp burçlar, fi­
gürler kurduklarını ortaya koymak, başka bir deyimle, ese­
rin dizimsel planını �çıklamaktır. Tarihsel görüşün zamanda
...
oluşuma verdiği önemi burada mekanda dağılım ve bağlılık
alır. Yapısal eleştiri, ortaya koyduğu birimleri birer belirti
saydığı için hep belirtenin belirtilene ilettiği düzeyde çalışır.
Salt biçimci bir yöntem edebiyata taşıt olan ses gerecini sı­
nıflandırmakla uğraşır ve anlamıyla ilgilenmediği ses biçim­
lerini boş kalıplar olarak ele alır. Sonunda da bir yere vara­
maz. Bir biçime (ses, yapı) tek bir anlam vermek, o ses, ya
172 _______ SÜHEYLA BAYRAV

da yapının hep ayni şeyi belirttiğini düşünmek ise yanlıştır.


Bir motif değişik bileşimlerde ayn anlamlara gelir. Yapısal­
cılık, önceden verilmiş yargılardan sıyrılarak, belli bir metin­
de birimlerin (belirti saydığı ve belli bir görevi yüklenmiş bi­
rimlerin) ne belirttiklerini, hangi anlamı taşıdıklarını araştı­
rır. Sonra da, yazıda birimlerin oluşturduğu figürü ortaya
koyar. Bu işlemleri yaparken tematik gibi metnin içindeki
can damarlarını arayacak yerde kendi kurduğu daha doğru­
su eserden çıkardığı bir şemaya metnin ne derece uyduğunu
bulmağa çalışır. İşlemlerine, belli varsayımlar öne sürerek
girişir. Sezgilere değil akıl yoluyla vardığı ölçülere, kafes bi­
çiminde kurduğu şifre anahtarına değer verir. Metin üzerin­
de, tasarladığı kategorilerin deneylerini yapar. Elde ettiği fi­
gürleri yorumlar, onlara bir anlam verir.

Dilbiliminin anlam (sens) ile anlam taşıma (significa­


tion) ayırmasına koşut olarak, edebiyat metninde de birim
diye ele alınan öğelerin, dar anlamlan dışında, yapıda, öteki
öğelerle (biri ya da birkaçı ya da eserin bütünüyle) kurduğu
sistemde bir anlam taşıdıklarını hatırlatalım. Metnin bütü­
nünde, görevlerin/öğelerin dağılımı, kelimelerin söylediğin­
den başka şeyleri belirtebilir. Tıpkı bir deyimin, çevresine
göre değişik anlamlara gelmesi gibi. Sözgelimi: "Ahmet gel­
di." cümlesi, dar anlamda, Ahmet'in geldiğini bildirir. Ama,
belli bir durumda, bir sevincin, bir kaygının, bir hayretin, bir
beklentinin, bir başarının, bir can sıkılmasının, v.b. ifadesi
olabilir. Eserdeki birimleri bulup kurdukları sisteme dikkati
çekme, bir okuma deneyidir. Birimler üzerine deneme yöne­
limi, yalnız eleştiride değil, bugün edebiyat metinlerinde de
rastlandığı için günümüzde yapısal bir edebiyattan da sôz
ediliyor: aynı olayı birbirinden farklı biçimlerde anlatmak,
eş bir çıkış noktasından hareket edip düşünülebilecek çeşitli
gelişmeleri yanyana sıralamak (Queneau'nun alıştırmaları,
Alain Robbe-Grillet'nin bir kitap kapağındaki resmi çıkış
noktası alıp resmin yer alabileceği çeşitli durumları yanyana
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 173

dizmesi, bunu yaparken de bir tasarıdan ötekine geçtiğini


açıklamak şöyle dursun, hikayeleri birbirine karıştırmağa
önem vermesi gittikçe yayılan tutumlar olarak karşımıza çı­
kıyor). Geleneksel anlatımda izlenen sıra, yaşantının sırası­
na uymasa da tek çizgi üzerinde ilerler. Bugün bir kökten
fışkıran bitki dalları gibi, bir veriden, yanyana ve birbirin­
den habersiz türeyen taslakların karmakarışık okuyucuya su­
nulduğuna tanık oluyoruz.
Çağdaş eleştiride en büyük yeri iki yöntemin, tematik
ile yapısalcılığın tuttuğunu söylemiştik. Paul Ricoeur, bu iki
yöntemin ikisini de değerli bulmakla beraber uygulama alan­
larının bir olmadığı düşüncesindedir. Bu yüzden bir iş ayırımı
yapılmasını: bize yakın edebiyatın, yani duygularımızı, fikirle­
rimizi etkileyen eserlerin tematik, ya da "hermeneutique"
yöntemle yorumlanmasını, ama, değişik nedenlerden dolayı
yabancılık duyulan bazı konuların yapısal yöntemle taranma­
sını öngörür.(136) Gerçekten; yapısal eleştiri, Ricoeur'ün görü­
şünü doğrulayacak biçimde, önceleri uzak ya da eski uygarlık­
ların ürünleri oldukları için yabancılık duyulan ya da edebi­
yat dışı sayılan türlerin incelenmesinde denendi: mitoslarda,
halk için yazılmış edebiyat dışı romanlarda, güldürücü hikaye­
lerde, sözlü geleneklerle süregelen öykülerde, reklamlarda,
uzak dönemlerin yapıtlarında. Ama, son yıllarda yapısal eleş­
tirinin alanı genişlemiş, en değerli metinler, yaşantımızda
önemli yer tutan yazılar (roman, şiir) bu yöntemle incelenme­
ğe başlanmıştır.
Yapısal eleştiri, şimdiye dek birçok kez tasarlanan,
ama bir türlü inandırıcı biçimde gerçekleştirilemeyen bir
edebiyat bilimini kurmayı denemektedir. Türlerin doğan, ge­
lişen, biçim değiştiren birer varlık olarak ele alındıkları süre
içinde (genetik açıdan ele alındıkları), örneğin Bruneti­
ere'in yöntemiyle incelendikleri dönemde, gerçekten bilime

( 136) Paul Ricoeur, La sttucture, le mot, I'evenement, in Esprit, mai 1967.


174 ______ SÜHEYLA BAYRAV

konu olacak ayrı, özerk birimler oldukları kanıtlanamamış­


tı. Yapısal yöntem, belli görevleri yüklenen birimlerin bulun­
masiyle, edebiyat yapılarının yeni sınıflaması yapılabilir mi
sorununu ele alarak bu konuyu derinleştirmeğe çalışmakta­
dır.(137)
Yapısal yöntem yapıttaki birimleri ayırıp, birimlerin
birbirlerine nasıl boğumlandıklarını ve her birinin belli bir
kompozisyonda ne görev yüklendiğini araştırırken, iki amaç
güdebilir: ele aldığı yazının, G. Genette'in deyimiyle iskeleti­
ni(138) ortaya çıkararak o yazıyı betimler, ya da yazının aracı­
lığı ile (ve ona benzeyen başka çalışmalara dayanarak) ede­
biyatın özelliğini, yapılarını bulmağa çalışır. Edebiyatın, sı­
nırları belli bir alan olmadığına, yukarıda değinmiştik. Ede­
biyat söylevi, edebiyat olmayan söylevlerden nasıl ayrılır?
Rus formalistleri, 1 9 16'larda, edebiyat diline özel bir diye­
lek gözüyle bakmak eğilimindeydiler. Bu görüşün sakatlığı
ortadadır. Yazarlığa hiç özenmeyen, bilinçle bir sanat kaygı­
sı gütmeyen kişilerin bugün büyük yazar sayıldıklarını biliyo­
ruz. Sözgelimi Cardinal de Retz, Saint-Simon gibi siyaset
alanında önemlerine inanarak anılarını yazan kişiler, üslup­
ları övülen filozoflar, bilim adamlarıdır. Her hangi bir yazı,
yazarının ereği ne olursa olsun, edebiyat ürünü niteliğini ta­
şıyabilir. Michael Riffaterre "içeriği ve söyledikleriyle okuyu­
cuda olumlu ya da olumsuz tepkiler yaratması bir yana bıra-
(137) Bir oyunda kişilerin görevlerinin ne olabileceğini (bir şey isteyen,
istenilen, verici, kıskanç, yardımcı gibi) saptayan Etienne Souriau
Les Deux cent mille situations dramatiques adlı eserinde bu görevle­
rin küçük sayıda olduklarını öne sürerek, tiyatroda kaç konunun iş­
lenebileceğini hesaplamayı denemiştir. Semantique strncturale baş­
lıklı eserinde A. J. Greimas'ın açıkladığı actants kuramı, Souriau'
nun düşüncelerine yakındır. Propp, Rus halk hikayelerinde görev
birimlerini bularak, bu hikayelerin şemalarını ortaya koymııİ\ur.
Freud'ün nükte, açık hikaye üzerine araştırmaları da, bu -,o1da ya­
pılmış deneylerdir (Bk. Communications, n. 8).
(138) Gerard Genette, Stmcturalisme et Critique litteraire, in Arı:, n. 26, s.
39.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 175

kıldığında bir metin biçimiyle okuyucunun dikkatini çekiyor­


sa, o bir edebiyat ürünüdür" der. ( 139) Bilindiği gibi, edebiya­
tın kullandığı bütün biçimler, yazı kalıplan, söz sanatları
edebiyat olmıyan yazılarda ve sözlerde bulunur. Özellikle
edebiyatın ve yalnız edebiyatın malı olan bir üsluptan söz
edilemez. Böyle olduğuna göre, bir edebiyat biliminin ger­
çekleşmesi olanağı yok mudur?

Üslup incelemelerinde, yani dilden öze gitme deneyle­


rinde (sözgelimi Uo Spitzer'in yönteminde) eleştiricilerin
bazıları yaygın kullanımdan sapma (norme' dan ayrılma) olgu­
larını hareket noktası olarak ele almayı önerirler. En büyük
güçlük de bu kavramın tanımlamasındadır. Yaygın kullanım
nedir? Kimisine göre bilim dili bu düzeydedir, edebiyat dili
sapma ( deviation) gösterir. Ama, başkaları gazete dilinin or­
tak ve yaygın dil olduğunu savunurlar; onlara göre bilim dili
de, edebiyat dili de, bu kullanımdan uzaklaşır, sapma göste­
rir. Bu farklı görüşler karşısında ''sapma "nın varlığını kabul
eden, ancak onun saptanmasını bir önseziye, kişiden kişiye
değişen görüşlere bırakmak istemeyen Riffaterre, metnin
kendi dilini esas (norme) almayı öngörür. Bu taban üzerin·
de göze çarpan değişik kullanımların sapma sayılarak ince­
lenmesini doğru bulur. Bugün yapısal eleştiriyi benimseyen­
leri öbeklere ayıran konulardan biri de bu "sapma" kavramı­
dır. "Sapma"nın dil incelenmesinde giriş noktası olduğunu
ve ondan vaz geçilemiyeceğini savunanların yanında, met­
nin dilini "sapma" konusuna değinmeden inceleme yolları
arayanlar da dikkati çekmektedir.

Antik retorik, edebiyat dilini, varlığı kuşkusuz kabul


edilen yalın ve günlük bir dilin süslenmiş biçimi diye tanım­
lardı. Sanki, söz sanatlarıyla oluşan bir edebiyat dili, o yay­
gın kullanım denilen anlatım biçimine giydirilen göz alıcı bir
giysi idi. Üslup ve biçim incelemelerinin ciddiyetle ele ve

(139) Michael Riffaterre, 1971, s. 65.


176 _______ SÜHEYLA BAYRAV

öne alınmasının gerekliliğini savunanların başında gelen


Leo Spitzer'in yöntemine yapılan eleştirilerin çoğu bu "sap­
ma" kavramı çevresinde toplanır. Seçilen ayrıntıların bir ön­
seziye, eleştiricinin kendi beğenisine bırakılmış olması yeri­
lir. Spitzer, dikkati çeken bir dil olgusunun bizi metnin özü­
ne götüreceğini, tüm ayrıntıların hep bir odakta birleşeceği­
ni, çünkü metnin bir kök, bir "etymon" çevresinde geliştiğini
söylüyordu. Metin uzun ya da kısa olsun, daha doğrusu bir
metnin bütünü ya da iyi seçilmiş bir parçası ele alınsın, ince­
lemenin gerçeği ortaya çıkaracağına inanıyordu. Bundan
ötürü de metne hangi açıdan bakılırsa bakılsın, inceleme bi­
limle ilerletilmişse sonucun değişmiyeceğini, değişmemesi
gerektiğini savunuyordu. Georges Poulet'ye yazdığı açık
mektup bu görüşü iyice belirtir. Mektupta sıralanan düşün­
celeri özetleyelim: birbirlerine yakın olduklarını söylediğiniz
yöntemlerimiz, bir metne uygulanınca eş sonuçlara varmalıy­
dı, oysa metni ayrı biçimlerde yorumluyoruz. Demek ki iki
yöntemden biri yetersizdir.< 140> Spitzer'in çoğul okumaya
karşı olduğu; böyle bir olguyu kabul etmediği bu sözlerin­
den anlaşılır. Bütün ayrıntılar bir odakta toplandığı için ese­
re bakma açısının ayrı olmasının ve metnin her hangi bir kıs-·
mının ele alınmasının sonuçları etkilemiyeceğine inanmak,
yazarın sanatını yalnız bilinçaltı ile açıklamağa getirmez
mi? Eser (ister esin densin, ister otomatik. yazı) bilinçaltı
dürtülere indirgenince, metnin bir parçası yazarın bakış açı­
sını, sanatının özelliğini açıklamağa yeterli görülünce, uzun
bir yapıtın kuruluşundaki çaba, birimlerin oluşturduğu fi-

(140) L. Spitzer, 1971, s. 367.


Metnin özel yanlarını toplamak metini betimlemeği zamandaş dü­
zende sağlar. Ancak dil "sapma"lan üzerine kurulu bir yöntemin
karşılaştığı bir güçlük de bu "sapma" sayılan ya da eleştiricinin dik­
katini çeken yanların hangilerinin yazara, hangilerinin eserin içinde
bulunduğu uygarlığa özgü olduğunu ayırmaktır. Böyle bir ayırım
eleştiriye tarih boyutunu da getirir. Femand Lion, Les reves de Ra­
cine ba§lıklı eserinde bu yöntemi denemiştir. Ancak bu ayırımları
yaparken uyulacak ölçütlerin saptanması güçlük doğurur.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 177

gürler, birbirine boğumlu ya da birbirlerine karşı birimlerin


açıkladığı anlamlar gözden kaçmış olur. Çağdaş eleştiri, sa­
natçının, bilinçle sürdürdüğü çalışmalara, deneylere değer
verilmesini doğru davranış sayar. Metnin sistemini ortaya
koymadan, bir yanın seçilip incelenmesini, tarihsel görüşün
atomistik yöntemine dönüş diye niteler. Bir yazının, tek açı­
dan taranması sakıncalıdır. Çünkü her ayrıntı bütün içinde
değer kazanır. Neye karşı ve neyle beraber olduğu bilinmez­
se eserdeki görevi bulunamaz. Her parçanın kuşkusuz bir
anlamı vardır. Ama, bu anlamların matematiksel toplamı ya­
pıtın genel anlamına eşit değildir. Sanatçı, görüşlerini arka
arkaya sıralayarak bildirmez. Geliş gidişler, dereceli açıkla­
malarla onu bize buldurtur. Metnin bir parçasını seçerek in­
celemek, sanatçının dünyasına götüren bazı ipuçları verirse
de, bütün'ün zenginliğini, genellikle, yansıtmaz. Sanatçının
yaratma yeteneğine, sisteme en büyük önemi verdiği için
de, yapısal eleştiri mekanik yöntemlerden, dar anlamda ista­
tistik yöntemden çekinir. Tekrar edilen bir kelime ya da ke­
lime kümelerinin açıklayıcı olduğunu savunmak, yine, bilin­
çaltına en büyük payı tanımak değil midir? R. L. Wagner,
az rastlanan bir kelimenin bazan pek çok tekrarlanan bir te­
rimden daha anlamlı olabileceğini belirtmişti. Kaldı ki, dilin
yapısı, ya da konu, bazı kelimelerin tekrarını zorunlu kılabi­
lir: istatistik yöntemde döküm yaparken ölçüt ne olmalıdır?
Metinde rastlanan kelimeleri fark gözetmeksizin hesaba ka­
tıp en çok tekrarlananlar üzerinde mi durmalı, yoksa imge
sayılacaklarda mı? Ayrıca, imge kavramı da kaypaktır. Gele­
neksel retoriğin yıldızı söndükçe, eskiden okullarda kesin
olarak tanımlanarak öğretilen söz sanatları: trope ve figure' -

ler birbirlerine karıştırılmış, aralarındaki farklar gözden ka­


çarak, istiare, benzetme, mecaz, v.b. tek bir başlık altında
toplanarak hepsine imge denmiştir. Ama, bu söz sanatları­
nın yanında, bir de düz anlamda kullanılan kelimeler vardır:
deniz, gök, yıldız, v.b. Onları belli metinlerde imge saymak
178 _______ SÜHEYLA BAYRAV

gerekir mi, gerekmez mi? İstatistik dökümlerden hareket


ederek üslup incelemeleri yapılması bazı eleştiricilerin dü­
şüncesine göre kısır bir yoldur. En başta belli bir sanatçı ile
o sanatçının ortam ve döneminin kelime hazinesini, tutumla­
rını birbirinden ayırmaya olanak tanımaz. Valery, şiir için
"ses ile anlam arasında uzun süren bir kararsızlık" derdi. ( 141}
Jakobson bu sözü, sesleri, kelimeleri, imgeleri tek başlarına
inceleyen, yani esere bir tek açıdan bakan bütün yöntemler­
den daha gerçekçi ve daha bilimsel bulur.( 142}
Yapısal eleştiri metni birim olarak ele alacağı parçala­
ra bölerek işe başlar dedik (sequence). Bu parçaları üç dü­
zeyde inceleyebiliriz: anlambilim, sözdizimi, söyleniş biçimi
(semantique, syntagmatique, verbal). Her parçanın bir içeri­
ği vardır, ve bu içeriklerin sayısı sonsuzdur. Ama bu içerikle­
ri, ortak yanlarını açıklayan bir ad altında toplayabiliriz. Ör­
neğin: durum değişmesi adı altına babanın ölümü, iflas, oğ­
lun dönüşü, tren hattının geçişi, v.b. Bu kümeye verdiğimiz
durum değişmesi başlığı parçanın sözdizimi görevini açıklar,
oysa saydığımız özel durumlar anlambilim yanını. İçeriğin
belirtilme biçimi söylenişi ilgilendirir.
Birey olarak ele alınan eserlerin incelenmesi yapısal
eleştirinin alanına girer. Yapısal eleştiri, metnin bireysel ve
özgün yanlarını araştırıp yorumlar.
Yapısal eleştirinin belli eserlere uygulayacağı yöntem­
leri, metnin hangi açılardan taranabileceğini, yani söylevin
olasılıklarını, çeşitlerini gitgide daha kesin ayırımlara gide­
rek toplayan dala 'Poetika' deniyor. Geleneksel retorik belli
kuralları öğretirdi ve o kuralların aşılamıyacağına, ancak tek­
rarlanabileceğine inanırdı. Çağdaş 'Poetika' ise kapalı bir bi­
lim olmayıp açık bir arama ve bulma alanı olarak kendini gö­
rür. Dilbilimi, üsluphil imi, semiotik, anlatımbilim, tür ve dö­
nem tematiği gibi çeşitli daUarın yardımıyle gerçekleşir.

( l 4 L ) f,e poeme, /ıesitation proloııf!.ee entre le son et le sens. (Rhumbs,


N.R.F., 1933, s. 217).
( 1 42) R. Jakobson, 1963, s. 233.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ------- 179

K-1-3. Poetika.

Edebiyat metnini edebiyat yapan yanların (litteralite)


aranması demek olan "poetika" çalışmaları, bir yazarın üslu­
bunu betimlemeye girişmeden önce söylevlerin sınıflandırıl­
masını ele almayı önerir. Poetika başlığı altında toplanan ve
yapısal yöntemleri uygulayan araştırmalar, yazının biçimleri­
ni, söylev çeşitlerini, söz perdelerini (registres de la parole)
inceleyerek edebiyat olgusunu daha bilimsel, daha doğru ta­
nıtacaklarını umarlar. Türler (tiyatro, hikaye, şiir, v.b.) ge­
niş anlamda, kimilerince yadsınamıyacak gerçeklerdir.
Ama, büyük sınıflardan daha ayrıntılı öbeklere geçildiğinde
sınırlar kesinliklerini yitirir. Hikaye şiire, şiir hikayeye dönü­
şebilir. Çağdaş edebiyatın, tür ayrımlarını hiçe saydığını,
eserlerini belli kategorilere yerleştirmekten çekindiğini göz
önünde tutarsak, türleri temel bilgi olarak ele almanın sakın­
calarını kolayca anlarız. Öte yandan, türlerin kesin tanımı­
nın yapılamayacağını, birbirlerinden tam ayrılamıyacakları­
nı kabul etmekle beraber adlarını kullanmaktan vaz geçebi­
lir miyiz? Belli başlıkların anlaşmayı kolaylaştıran bir tarafı
olduğu gerçektir. Bu nedenle, bütün eleştirilere karşın tür
başlıklarını kullanma sürdürülüyor. Ancak geleneksel eleşti­
rinin birer vücut (organizma) saydığı türleri, yapısalcılık bel­
li biçimlerden kurulu nesneler olarak görür ve iç yapılarının
şemalarını ortaya kaymağa uğraşır. Aslında, türlerden çok,
ya da türleri bir yana bırakarak yapmak istediği şey, metinle­
rin tipolojisini ortaya koymaktır.
Bir edebiyat biliminin kurulması için bu tür inceleme­
lerin çoğalmasını zorunlu gören yapısal eleştirinin yeni araş­
tırma dalına "poetika" adını verdiğini söyledik. Bakış açıları­
nın farklı olmasına karşın, Aristoteles'in ünlü eserinin adı
seçilmiştir. Aristoteles Poetika'da yalnız şiirin değil, tüm
edebiyat ürünlerinin kurallarını toplamak istiyordu (gerçek-
180 _______ SÜHEYLA BAYRAV

te, eserde yalnız destan ile tiyatro türünün kuralları bulu­


nur). Yeni poetika da yazının biçimlerini tanıtmayı dener.
Alam, nazım ya da lirik şiir diye sınırlanmaz. Tüm edebiyatı
kapsayan poetika biliminin konusu, yazının sanat yönünü be­
lirtmek, yeni bir retorik kurmak daha doğrusu; retorik sınıf­
lamalarını yeni açıdan değerlendirmektedir. Jakobson
1933'de yayımladığı Şiir nedir? başlıklı yazısında şöyle der:
"şiir kavramının içeriği iyice yerleşmiş bir şey değildir, za­
manla değişir. Ama, edebiyat olma niteliği (poeticite) ... ken­
dine öz bir öğedir. O, mekanik bir işlemle başka bir şeye in­
dirgenemez. O öğeyi açıklamak ve bağımsızlığını belirtmek
gerekir. Tıpkı, sözgelimi, kübist tabloların teknik usüllerinin
açıkça ve birbirinden bağımsız gösterildikleri gibi... Genel­
likle, edebiyat olma, yani "poeticite" karmaşık bir yapının
bir bileşim öğesidir. Ama, öyle bir birleşim öğesi ki, öteki
öğeleri zorunlulukla dönüştürür ve onlarla birlikte bütünün
davranışını belirtir. (143)
Eleştirici, artık en önemli sorunu ele alarak ortaya ko­
yar ve onu çözümlemeye çalışır: "Bu edebiyat olma niteliği
kendini nasıl tanıtır? Kelimenin adlandırdığı şeyin yerine ge­
·çen bir belirti, bir heyecanın coşması olmaktan kurtulup ke­
lime olarak kendini duyurmasıyla.<144ı Sartre da Qu 'est-ce
qu 'ecrire (Yazmak Nedir?) başlıklı yazısında aynı düşünceyi
savunmuş, şairin kelimeleri birer belirti olarak değil de, bi­
rer nesne diye kullandığını söylemiştir.
Bununla beraber, Jakobson, ileri sürdüğü görüşün yan­
lış anlaşılmasından korkar ve ne kendinin ne de düşünceleri­
ni paylaştığı öteki eleştiricilerin XIX. yy.'da sözü pek çok
edilen "sanat sanat içindir" ilkesini benimsedikleri sonucu­
nun çıkarılmamasına dikkati çeker. "Sanat sanat içindir" di­
yenler yalnız biçimde yer alan, adeta içeriksiz bir güzelliğin

(143) R. Jakobson, Qu'est-ce que la poesie, in Poetique, sayı 7, s. 307.


(144) Ibid, s. 308.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 181

varlığını savunurlardı. Sanat ürününün bir bildirisi olabilece­


ğini yadsırlardı. Oysa, çağdaş eleştiride, bir edebiyat bilimi­
nin (poetik:a) kurulmasını isteyen akım, sanat eserinin top­
lum hayatındaki etkisini kabul etmekle kalmaz, eserin içeri­
ğini, bildirisini, savunduğu düşünce ve duyguları araştırma
konuları olarak görür. Ne var ki, kendine seçtiği çalışma ala­
nı, metnin bütün cepheleri değil de, onu sanat ürünü yapan
yanlarıdır. Yine Jakobson: "sanat görevinin iletme görevine
üstünlüğü, iletmeyi (burada dolaysız anlam denotation) orta­
dan kaldırmaz. Ancak onu birçok anlama gelebilecek biçi­
me sokar (ambigu)" diyor.(145)
Demek ki, iki şeyi birbirinden kesinlikle ayırmak zo­
runluğu vardır: eserin dile getirdiği bir gerçek, bir duygu,
bir görüş ile bu gerçeğin, duygunun, görüşün anlatımını sağ­
layan usülleri, davranışları ve onların bütüne kattığı anlamla­
rı. Klasikler, hakikat ile hakikata benzerliği ayırırlar, ama
sanat eserinin başarısını hep bu düzeyde aralardı. Bugün sa­
nat eseri, Eskilerin savunduğu gibi, gerçek dünyanın taklidi,
yani bir "mimesis" olarak değerlendirilmiyor. Aksine soyut
kategoriler üzerine kurulu bir nesne diye ele alınıyor. Poeti­
ka, eserin yapımında yararlanılan usülleri, davranışları, bu
usül ve davranışların oluşturduğu anlamları ortaya çıkarma­
·

yı kendine konu seçmiştir.


Jakobson, büyük ilgi uyandıran bir makalesinde, ede­
biyat metinlerinde gelişme ya istiare ( metaphore) ya da me­
cazı-mürsel (metonymie) ile olur, demişti. İstiare'ye daya­
nan ilerleme lirik şiirin yoludur. Olay, hikfrye eden her türlü
metininki (narration) ise mecazı-mürsel'dir. Yazıda, ilerle-

(145) Bk. Poetique, sayı 7, s. 277. Bk. Litterature, sayı 4, Giriş. H. Mitte­
rand eleştiri anlayışını şöyle tanımlıyor: 'Burada eserlerin anlamı
söz konusu olacaktır. Yani biçimleri. Çünkü, Hjemslev'in önerdiği
ayırıma uyarak diyebiliriz ki, burada betimlemek istediğimiz eserle­
rin içeriğinin tözü değildir - o vesika ve kaynaklara dayanan edebi­
yat tarihinin işidir - bu içeriğin biçimidir'.
182 _______ SÜHEYLA BAYRAV

menin uyduğu usüllere göre yapılan bu ayırımın kesin olma­


sı beklenemez. Yani bir öbekte yalnız bir usülün kullanılaca­
ğı, ötekinde ise bu usüle hiç rastlanmayacağı düşünülemez.
Ancak bu usüllerden birinin bazı yazıların yapısını daha iyi
açıkladığını söyleyerek, birim saydığımız parçaların birbirle­
rine bağlanmasında başlıca rolü oynadığını gösterebiliriz.
Bugün, istiare/mecazı-mürsel karşıtlığı, nazım/düz yazı kar­
şıtlığından daha verimli bir ikili yapı ( dichotomie) olarak gö­
rünüyor. Her türlü öğretici eser (felsefe, tarih, teknik, v.b.)
manzum yazılabildiği gibi, düz yazıyla şiir dizildiği de bir
gerçektir (Baudelaire, Lautreamont, v.b.). Vezin, metinleri
iki öbeğe bölecek bir ölçüt olmaktan uzaktır. Lirik şiirin
özelliği daireler çizerek ilerlemesi, tekrarlar üzerine kurulu
olması (veznin bu işte önemi küçümsenemez, ama, tekrar
duygusunu uyandıran tek usül de sayılmaz) hikayenin ise ba­
şı ile sonu arasında birden fazla olayın geçmesidir.

Yapısal yöntemde hep ikili yapılara önem verildiğini


biliyoruz: dil/ söylev; belirten/belirtilen; örneksel/ dizimsel,
v.b. Bu akıma giren edebiyat eleştirisinde en önemli ikili ya­
pı ise, anlatılan ile anlatılış karşıtlığıdır ( enonce/ enonciati­
on). Anlatılan, en ayrıntılı ve seçkin olarak dille anlatılır.
Ama, işaret, resim, v.b. gibi başka yollar da vardır. Sorunu
şöyle ortaya koyabiliriz: belli bir konuyu, sinema, plastik sa­
natlar, edebiyat işleyebilir. Gerçekten de, bir romandan fi­
lim, bir tiyatro oyunundan bale, bir mitosdan tablo yapılmı­
yor mu? İşte bu değişik anlatım biçimlerinin temelinde bulu­
nan ve her birinin kendi olanaklarıyla açıkladıkları şey anla­
tılan'dır. Öte yandan, anlatılanı dile getiren ise anlatılış'tır.
Bildirilenle bildirişi, anlatılanla anlatılışı birbirlerinden ayı­
rıp incelemek, gerçekten güç bir iştir. (Buna benzer bir güç­
lüğe üslupbilimden söz ederken rastlamıştık: yaygın kulla­
nımla sapmaları birbirinden ayırmanın zorluğuna, hatta bel­
ki olanaksızlığına değinmiştik). Uzunca bir olayı, bir hikaye­
yi, ne kadar yalın, ne kadar kuru bir dille anlatmağa uğraş-
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 183

sak, bir anlatış biçimine baş vurmaktan geri kalmayız. Ro­


land Barthes'ın deyimiyle yazının (ya da sözün) "sıfır dere­
ce" diyeceğimiz bir düzeyi saptanamaz. Anlatılan hikayede
birden fazla kişi varsa, kronolojik zaman tam olarak izlene­
mez. Çünkü aynı andaki iki duygunun, iki düşüncenin, iki
hareketin birini ötekinden önce bildirmek zorunluğu vardır.
Buna benzer başka birçok durum düşünülebilir. Yaşantıya,
gerçeğe ne kadar uyulmak istenirse istenilsin, yazı, önüne çı­
kan olanaklar arasında sürekli bir seçme yapmak zorunda­
dır. Anlatılanın gerçeğe tam uyması diye bir şey söz konusu
olamaz. Elimizde hep anlatılış vardır. Biz ancak onu betim­
leyebiliriz. Poetika'nın konusu, görülüyor ki, anlatılışı betim­
lemek, anlatışın kullandığı usülleri toplayıp sıralamaktır.
Poetika, henüz kurulmakta olan bir bilim dalıdır. Ko­
nuyla ilgili çeşitli araştırmalar yapılmakta ise de sentez eser­
lerinin yayımlanması için henüz erkendir. Bu başlık altında
yazılan denemeler poetika'nın nasıl olması gerektiğini, so­
mut örneklerle tartışan çalışmalardır.
En yaygın oldukları için, önce olay ya da duyguların,
düşüncelerin gelişmesini dile getiren metinler (narration)
üzerinde biraz duralım. Bu alanda yapılacak işlerin başında,
hikayenin serilişi ile söylevin özelliklerini belirtmek gelir.
Bir hikayenin serilişinde, olayların sıralanması, kişilerin bir­
birleriyle ilişkileri ve davranışları ağır basar. İçinde kişi ol­
mayan ya da kişilerin tiplere, hatta sadece bir ada, bir harfe
indirgendiği eserler varsa da, hiçbir olayın gelişmediği (en
azından bir kişinin düşünce ve duygularında) bir hikaye dü­
şünülemez. Demek ki, bir hikayede kişilerle olaylar buluna­
bilir. Uçlarda yer alan bileşimler bir yana, en yaygın haller­
de, kişilerle olayları birbirlerinden kopararak inceleyebilir
miyiz? Kişileri psikolojilerine, kişiliklerinin özelliklerine gö­
re sınıflandırmak güç belki de olanaksız bir iştir. Yeni bir tu­
tum, onları eserdeki görevlerine göre ele almaktır. J. Grei­
mas, onlara actant adını verir: eserdeki "actant"ları sapta-
mak işinden sonra onların metnin ekonomisinde ne yaptıkla­
rını; ne ile görevlendirildiklerini, araştırmayı öngörür. Her
kişinin belli bir görev yüklendiğini kabul etsek bile olay ile
kişileri ayrı ayrı incelemenin sakıncaları tartışılmalıdır. Çok
defa olaylar, kişileri tanıtmaya yarayan durumları yarattıkla­
rı için seçilmişlerdir. Olaylar, kişilere hareket olanağını sağ­
larlar. Başka yerlerde ise olaylar önemlidir. Metnin bildirisi­
ni onlar yüklenmiştir. Eserde şahıs ve olaylar çeşitli şemalar
ortaya koyabilir. Örneğin, Marivaux'nun oyunlarında, aynı
durum, çoğu zaman iki kez tekrarlanır: efendilerin serüven­
leriyle uşaklarınki tam bir bakışım gösterir. Belki söylevin
üslubunda, perdesinde ( registre de la parole) ayrılık vardır;
efendilerinki bir az daha duygulu, daha şairane, uşaklarınki
daha neşeli, daha güldürücü bir dille anlatılır. Bu koşut iler­
leme usülünden farklı olarak yeni romanda daire çizen dü­
zenlere rastlıyoruz. Kitabın sonunda başlangıçtaki duruma
dönülmüştür (Robbe-Grillet'nin Les Gommes'unda olduğu
gibi). Olay ve kişilerin çeşitli şemalar kurdukları eserleri bu­
rada, saymakla bitiremeyiz. Bir olayı, küçük ayrımlarla iki
üç defa tekrar edenler (Madame Bovary) aynı olayı değişik
kişilere yaşatanlar (A la recherche du temps perdu [Geçmiş
Zaman Peşinde]); v.b. Klasik retoriğin yaptığı gibi olay ile
betimlemeleri birbirinden ayırarak incelemek de sakıncalı­
dır. Henry James, kitaplarındaki betimlemelerin kişileri ta­
nıtmağa yaradığını, hikayenin anlaşılmasına katkıda bulun­
duğunu söylemez mi?. (146)
Değerli bir metinde hiçbir ayrıntı, hikayeye en ilgisiz
görünenler bile, rastgele olamaz. Belli bir kişinin, bir yerin,
bir eşyanın betimlenmesi sırasında verilen bilgi, ya o kişi,
yer ve eşyayı açıklamakla görevlendirilmiştir (informant) ya
da daha sonra gerçekleşecek olay ve durumların habercisi,
hazırlayıcısıdır (indice). Le Rouge et le Noir (Kırmızı ve Si-
(146) Henry James, The Art of Fiction, in The Future of the Novel, Vin­
tage, 1956.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 185

yalı) ın başında Julien Sorel bir kiliseye girer. Sahne, Kahra­


manın geleceğini haber verecek şekilde kurulmuş olmasına
karşın, ancak romanın sonunda simgesel değeri ortaya çı­
kar. Flaubert'in un Coeur simple (Saf Bir Yürek) adlı hikaye­
sinde, çocuklara hediye olarak verilen bir coğrafya kitabı
da, sonradan, kahramanın, duygusal yaşamında (olayları se­
zişinde ve tasarlayışında) önemli rol oynar. Görülüyor ki,
bir eserin kuruluşundaki şemaları ortaya koymak, planını
belirtmekten büsbütün ayrı bir şeydir. Betimlemeler, araya
sıkıştırılan düşünceler, hatta başka öyküler ( digression) ba­
şarılı bir yazıda, görevlidirler, aydınlatıcıdırlar. Yazarın sa­
nat gücünü ya da bakış açısını belli bir konu karşısında tutu­
munu, düşüncelerini açıkladıklarından bunlara önem ver­
mek gerekir.
Şimdi, olayların dağılımınclan ve kişilerin birbirleriyle
ilişkilerinden başka sorunlara değinelim. En başta, öykünün
kimin tarafından ve nasıl anlatıldığı. Anlatan, öykünün kişi­
lerinden biri mi, yoksa eserde yeri olmayan ama, her şeyi bi­
len yazar mı? Bu soruya olumlu yanıt verirsek şu noktalar
üzerinde durmak gerekir: yazar, arasıra, öykünün akışını
durdurarak kendi adına araya girip fikir yürütüyor mu
(Notre Dame de Paris 'de Victor Hugo'nun yaptığı gibi); ano­
nim ve dışarda kaldığı durumlarda, her kişinin içinden ge­
çenleri biliyor mu; yoksa olaylara yalnız bir kişinin gözüyle
mi bakıyor; öykü süresince, o içinden tanıttığı kişi hep aynı
mıdır; yoksa zaman zaman değişiyor mu; roman ya da öykü­
de ön planda diyebileceğimiz kişiler var mı; yoksa bütün kişi­
lere aynı değer mi veriliyor?
Anlatımda birinci şahıs mı yoksa ikinci, üçüncü şahıs
mı kullanılmıştır? Bu açıdan da metinleri sınıflandırmak ola­
nağı vardır. Jakobson'a göre "üçüncü şahıs çevresinde olu­
şan epik şiir en büyük önemi gerçeğe iletmeğe verir. Birinci
şahıs kullanmağa yönelmiş lirik şiir, duygusallığa bağlıdır.
İkinci şahısla yazılmış metin harekete geçirmek görevini
yüklenmiştir. Birinci şahsın ikinciden üstün ya da daha al-
çak bir basamakta olmasına göre yalvarma, öğüt verme ya
da emretme durumları ortaya çıkar. (147)
Anlatımda kullanılan fiil zamanları ve kipleri de
önemlidir. Proust bir yazısında, Flaubert için: "bazı fiil za­
manlarını (passe defini, passe indefini, participe present),
bazı zamirleri ve edatları kullanış tarzıyla eşyayı görüşümü­
zü, belki Kant'ın kategorileri, bilgi ve gerçek kuramları ka­
dar yenileştirmiştir" der. (148)
Edebiyat sanatlarının her çeşidi; örneğin, anlam ve
ses sanatları "poetika" biliminin konuları arasındadır. Met­
nin yapısını açıklayan, metnin anlamına götüren araştırma
konularıdır. Yine Jakobson'un kaleminden bir cümle ile söy­
lediklerimizi özetleyelim: "şairlerin seferber ettikleri bütün
usüller, dili, eşya ya da düşüncelerin yerine geçen olarak de­
ğil de kendisi olarak algılamamızı sağlar. Söz sanatları, za­
man ve mekan oyunları, özel bir sözlük, cümle yapıları, sıfat­
hır, kelime üretimi, şairane bir kökenbilim, ses uyumu, eşan­
lamlılık, eşseslilik, kafiye, kelimenin bölümü ... ".<149) Burada
( 147) Bk. Poetique, sayı 7, s. 280.
( 148) Bk. Communications, sayı 4, s. 34 (notlarda Todorov tarafından ha­
tırlatılıyor).
(149) Bk. Poetique, sayı 7, s. 279.
Dil ile edebiyatın yakınlığını, eş şemalar üzerine kurulu olduklarını
Rus Formalistleri diye anılan bilginler belirtmeğe çalışmışlardır.
Edebiyat metninin yapısında, gramer yapılarını ya da retorik figür­
lerini bulmuşlardı. Sözgelimi Chklovski, bir hikayenin açık ya da
kapalı bir düzen içinde geliştiğini, birinci halde ona yeni bir serü­
ven eklenebileceğini, ikinci halde ise başlangıçta belirtilen duruma
sonunda varıldığını gösterıneğe çalışmıştır. Birinci küme için örnek
olarak Tarzan'nın serüvenlerini, ikinci kümeye örnek olarak Oidi­
pus mitos'unu verebiliriz: Oidipus'a kahinler geleceğini haber verir­
ler. O bu akıbetten kurtulmak için elinden geleni yaparsa da sonun­
da kaderinden kurtulamaz. Açık sistemin karşılığı, gramerde bağla­
ma (coordination), ikinci sistemin karşılığı güdümlülük (subordinati­
on) olarak gösterilir. (Bk. T. Todorov, Poetique de la prose, s. 32).
Daha önce verdiğimiz örnekler, koşut yapılar, tezat, tekrar hep re­
torik figürleriyle adlandırılabilirler. Ancak Todorov'un işaret ettiği
gibi, Rus Formalistleri gramer ve edebiyatta değişmez biçimler-ka­
lıplar arıyorlardı. Gene Chklovski, Roland destanında Kahramanın
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 187

bir noktaya daha değinelim: metin yalnız gerçek dünyaya


(yazarın hayalinde kurduğu bir düzen de olsa) iletmekle kal­
maz. Onu, dış dünya ile ilişkileri ve iç yapısı açılarından ele
alarak tüketemeyiz. Çünkü, metnin önemli bir yönü de baş­
ka metinlerle olan ilişkileridir. Yazar, metni belli bir eser ya
da akıma nazire olarak ya da karşı olarak tasarlamıştır. Di­
linde, yapısında, anlattığı olaylarda belli metinlere telmihler
(ciddi ya da alaylı) bulunur. Ya bazı tutumlardan yanadır ya
da onlara karşıdır. Metne bu açılardan bakıldığında, onu ta­
rihsel bir akıma yerleştirdiğimiz gibi, dil ve sanat anlayışın­
da etken olan birçok olgu da ortaya çıkar. Görülüyor ki, de­
ğişik planlarda gelişen ilişkilerin çokluğu metnin değerlendi­
rilmesini karmaşık bir işleme dönüştürür. Tekrar edelim,
çağdaş eleştirinin ve özellikle yapısalcılığın ana ilkesi, eseri
bütün olarak ele almak, biçimden hareket ederek taşıdığı
anlamları, daha doğrusu anlamlar sistemini ortaya koymak­
tır: eleştiri, artık geleneksel deyimiyle, eserin bildirisini açık­
lamakla yetinmez. Tersine, eserin topyekün anlamlarını ara­
ma görevini yüklenir (sens/ sens global karşılığı üzerinde
durulur).

K-1-4. Semiotik (Göstergebilim).

Anlam bildirişmesinin nasıl sağlandığı ise, son yıllar­


da sözü pekçok edilen bir dalın, semiotiğin (göstergebilim)
konusudur. Semiotiği, kurucuları Saussure ve amerikalı Pe­
irce, insan dünyasında anlam bildiren belirti sistemlerinin in­
celenmesi olarak tanıtmışlardı. Belirti sistemleri arasında,
kılıcını üç defa kırmayı denemesini folklor şiirlerinde bir terimin
üç defa tekrarlanmasına benzetir. (Bk. Todorov). Görülüyor ki, bu­
rada değişmez, sürekli var olan biçimlerin (forme) aranıp ortaya
konması söz konusudur. Çağdaş eleştiri biçim yerine yapı kavramı­
na önem vererek duraksa! bir edebiyat anlayışından uzaklaşır; ede­
biyat yapıtını zaman ve ortamına yerleştirerek incelemeyi daha doğ­
ru bulur.
188 ______ SÜHEYLA BAYRAV

insan yaşamında, en önemlisinin dil olduğunu söyleyen Saus­


sure, yine de onu semiotiğin bir bölümü ilan ediyordu. Dilbi­
liminin daha geniş bir bilim olan semiotiğin içinde yer alma­
sını öngörüyordu. Bugün, öteki semiotik sistemlerde dilin
aracılığından vaz geçilemiyeceğini söyleyenler, semiotik dil­
biliminin bir bölümüdür, diyorlar. Biz bu tartışma üzerinde
durmayarak, genel olarak semiotiğin konusunu, edebiyat
eleştirisindeki yerini belirtmeye çalışacağız.
Semiotik, bütün belirti sistemlerini, işaretle bildiriş­
me, nezaket kurallarİ, örfler, moda, mutfak, v.b. gibi toplum­
da kabul edilmiş sistemleri ele alır ve bu sistemlerde anlam
bildirişmesinin izlediği yolları araştırır. Kısaca, diyebiliriz
ki, semiotik anlam bildirişme kiplerini ve bu kiplerin genel
bir kuramını kurmayı dener. ( 15 0)
Dil belirtileri üzerine kurulu semiotik sistemler arasın­
da, b�lli bir düzeyde anlam yapan bir sistem olarak edebiyat
da yer alır. Edebiyat, Hjelmslev'in terime verdiği değerle,
bir dolaylı anlam (connotation) sistemidir: yani, onun belir­
ten planı dildir, belirtilen planı ise başka bir düzeydedir.< 151 )
Bu durumu şöyle de açıklayabiliriz: edebiyat metninin dili­
ni, gramerin kurallarını saptamağa uğraştığı dil gibi inceleye­
meyiz. Çünkü bu dil yalnız gerçeği tanıtmak, gerçeğe ilet­
mek amacında olmayıp, hareket halinde bir gerçeği, dönüş­
mekte olan bir gerçeği yansıtmağa çalışır.<152> İşte metnin bu
açıklığı onun belirtilen planıdır. Edebiyat eleştirisi, bu son
plan üzerine eğilir; ve semiotik bu planda anlam taşıma kip­
lerini araştırır.

(150) J. Kristeva, Semiotique et Linguistique, in Semiotica, 4. 1972, s.


331.
(151) Edebiyat, Hjelmslev'in deyimiyle bir 'connotation ' dilidir. Hjelms­
lev'e göre denotation dilinin belirten planı da belirtilen planı da
tek başlarına dil değillerdir. Connotation dilinin özelliği ise belir­
ten planının bir dil oluşudur.
( 152) J. Kristeva, Semiotike, s. 9 - Semiotica, 1972, sayı 4, s. 325 ve de­
vam.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 189

Kesin bir yöntemle iş görmeği öngören semiotik eleşti­


ri, kendini, edebiyat metnini başka deyimlerle yansıtan yo­
rumcu eleştiriden ayrı, bazan ona karşı olarak tanımlar. Ke­
sinlik, bilimsellik niteliklerine önem verir. (Yorumcu eleşti­
rinin, çoğu kez zevkli eserler ortaya koyduğunu kabul et­
mekle beraber).< 153)
Semiotik sistemler arasında, özellikle dil üzerine kuru­
lu olanların, dilbilimine yakınlık duymaları doğaldır. Gerçek­
ten de, semiotik edebiyat eleştirisi, kendi yerini, günümüz­
de, dilbiliminin hemen sınırında görüyor. Dilbilimi-üstü bir
çalışma olduğunu savunuyor. Dilbilimi, bilindiği gibi, en bü­
yük birim olarak cümleyi tanır. Çalışma alanının cümle ile
fem (pheme) arasında bulunduğunu söyler. Cümleden hare­
ket ederek, onu gitgide daha küçük birimlere bölmeye ve bu
birimlerin aralarında kurdukları yapıları bulmağa çalışır. Se­
miotik (yalnız edebiyat incelemelerinde değil, dili gereç ola­
rak alan her biçim bildirişim sisteminde) cümle-üstü alanı
(transphrastique) inceler. Cümle yerine söylevi ele alır. Bu
düzeyde anlam taşıma olgusunu kendine konu seçer. Her bi­
çim söylevi, edebiyat niteliğini taşımayanları da inceleyen se­
miotiğin amacı, söylevlerin bir tipolojisini yapmaktır. Çeşitli
söylevler içinde en ilginçi, en zengini, en geniş araştırmalara
yol açanı yapısal eleştiride söylediğimiz gibi kuşkusuz edebi­
yat söylevidir. Edebiyat üzerine çalışmalar iki öbekte topla­
nır:
(153) J. Greimas: 'Varlığı artık şüphe götürmeyen bir yorumlayıcı anlam­
bilim yanında, herhangi içerik birimlerinin boğumlanmalannı ve
ele alınmalarını (manipulation) ortaya çıkarmağa uğraşan biçimci
bir semiotiğin yer alacağı, her gün bir az daha beliriyor'. (1970, s.
17) .
'Bilginin ilerlemesi iki yoldan gerçekleşebilir: 1- bilimin yeni semi­
otikler kurup onları kendi alanına alınasıyle. Bu yüzeyde bir geniş­
leme olur. Bilimin hedefi, bu halde, anlam dünyasının boyutlarıyla
bilim dünyası boyutları arasında izotopiler bulmaktır. 2 - ilerleme
dikey de olabilir. Daha önce betimlenmiş semiotiklerin karşılaştırıl­
masiyle. Betimleme yeni bir dilin yapımı dışında düşünülemez (i­
bid., s. 23).
190 _______ SÜHEYLA BAYRAV

a) belli bir metnin anlam taşıma açısından nasıl işledi­


ğini bulmak.
b) söylevlerin bir tipolojisini yapmayı denemek.
Bu işte dilbiliminin önderlik ettiğini belirttik. Çağdaş
dilbiliminde iki tutum göze çarpmaktadır: yapısalcıların ço­
ğunun yaptığı gibi, cümleyi daha küçük birimlere indirerek
birbirine eklenen birimlerin toplamı olarak göstermek ya da
"bütünün anleımı parçaların anlamının toplamından daha ge­
niştir" diy1:m Gestalt' çıların görüşüne çok yakın bir açıdan
konuya bakan Chomsky'nin fikirlerini benimsemek. Dilbili­
mi bölümünde, anlam taşıma konusunda, Chomsky'nin,
cümleyi incelerken, ses ve anlam düzeyleri arasında, bir de
sözdizimi planı bulunduğunu ileri sürdüğünü, anlam taşıma­
da sözdizimi kalıplarının (model) çok önemli rol oynadıkla­
rını savunduğunu görmüştük. Dilbiliminin, Chomsky'ye gö­
re, başta gelen amacı, bu sözdizimi kalıplarını bulup bir gra­
mer yapmaktır. Edebiyat metinlerini inceleyen semiotik bir
bakıma, Chomsky'nin görüşlerine uyar: anlatılan hikayenin
ayrıntılarından, serilişinden çok, o hikayede birimlerin bir­
birlerine nasıl boğumlandıklarını, nasıl bir sözdizimi şeması
oluşturduklarını araştırır. İncelediği metnin uyduğu modeli
belirtir. Bu model ya da kalıp, başka bir bilim dalının (ha­
zan dilbilimi, genellikle mantık ya da matematik) formülle­
riyle belirtilir.
Edebiyat göstergebiliminin özelliği, her çalışmasında,
o çalışmanın ortaya çıkardığı kalıbı, modeli aramasıdır. Baş­
ka bir deyimle, semiotik, başlangıçta kabul ettiği bir kuramı
yeni alanlara, yeni konulara uygulamaz, her inceleme kendi
formülünü arayıp bulmak zorundadır. Bu durumdan dolayı,
bazı semiotikçiler, eleştirilerinin bir bilim niteliğine sahip
olamıyacağı kanısındadırlar. Hatta bir edebiyat bilimi kur­
mak isteyenlere karşıdırlar.
Cümle-üstü bir inceleme olan göstergebilimde işe na­
sıl başlanacağı, nelere dikkat etmek gerektiği tartışılır. Met-
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 191

nin bütünü düzeyinde bir sözdizimi, burada söz konusudur.


Bu işte, tekrar edilen yapılar (ses, deyim, cümle düzeyinde)
eleştiriciye yol gösterip, metnin kuruluşunda yazarın uydu­
ğu tutumları, eğilimleri açıkladıklarından önemle ele alınma­
lıdırlar� Çünkü tekrarlanan birimler yerdeşlikleri (isotopie)
belirtir. Söylevlerin eleştirisinde önemli işlemlerden biri de
yerdeşliklerin ortaya çıkarılmasıdır.
Greimas, yerdeşliği "ele alınan söylevin içinde tekrar­
lanan anlam kategorileri demeti" olarak tanımlamış, birbiri­
ne biçim bakımından benzemeyen iki söylevin yerdeş olabi­
leceklerini göstermiştir.<154> Rastier bu tanımı ayrıntılara gi­
rerek geliştirmiş, bir yerdeşliğin varlığından söz edilmesi
için bir birimin en az iki kez tekrar edilmesi gerektiğini,
ama tekrar sayısına bir sınır çizilemeyeceğini belirtmiş­
tir. <155) Yerdeşlik, cümle, cümleden küçük, cümleden büyük
birimlerde bulunabilir. Metnin her düzeyinde de yerdeşliğe
rastlayabiliriz (fonolojik düzeyde, sözdiziminde, anlamda).
Fonolojik düzeyde: yarım kafiyede, ses yinelenmesinde, kafi­
yede. Sözdiziminde; uyuşum işaretlerinin tekrarı; anlambi­
lim düzeyinde: eş değer taşıyan ibareler. Sözgelimi, belli bir
olayın ya da durumun bir defadan çok anlatılması. (156) Ör­
nek verelim; bir isimle o ismin tanımı yerdeşlik gösterir: bi­
rincisi daha kısa ikincisi daha uzun birer ib�re olabilir, ama,
anlam bakımından aralarında eşitlik vardır.
Anlambilimde en yeni akım olan yapısal-anlam bilim,
kelimelere (fr. lexeme) semem (fr. sememe) adını verir. Bir
/eksem, bazan birden fazla semem olarak ortaya çıkabilir.
Her semem'i sem denilen yanlara, çekirdeklere ayırır. Tek
sem' den ortaya çıkan terimlerin yanında birkaç sem'den olu­
şanlar bulunur. Tıpkı fonolojinin en küçük birim olarak ka­
bul ettiği fonemleri, tek başlarına dilde yerleri olınıyan;
(154) J. Greimas, 1970, s. 10.
(155) F. Rastier, in Essais de Semiotiques Poetiques, s. �2.
(156) lbid, s. 83.
192 _______ SÜHEYLA BAYRAV

ama fonemi oluşturan yanlara, femlere (pheme) ayırdığı gi­


bi. Bir örnek verelim : b fonemi bir konsonanttır: kapalı, du­
daksal, tınlı. Bu son saydığımız yanlar b fonemini oluşturan
femlerdir. Aynı biçimde dildeki sözler de, yani sememler,
birçok sem'den kurulu olabilir. Pottier'nin verdiği örneği
tekrarlayalım: koltuk, üzerinde oturulabilen, arkalı, kollu
sem'lerini kapsar. Bir sem, örneğin kollu sem'i eksilse kol­
tuk yerine iskemle terimini kullanırız.

Yerdeşliğin, semem'ler değil de sem'ler düzeyinde


aranması, istatistiklere dayanan çalışmalardan çok ayn so­
nuçlar verir. İstatistik yöntem bir kelimenin tekrarlarını ya
da bir anlam alanına giren terimleri toplar. Yazarın ilgi alan­
larını saptamağa uğraşır. Mekanik bir işlemle metnin anla­
mını ortaya çıkaracağına inanır. Oysa, ayrı semem'lerin
sem'leri arasında ortak olanlar saptanınca, göstergebilim,
bu ortak yanları ele alarak izotopiler ortaya çıkarır. Bazan
bir metindeki kelimeler, bu açıdan taranınca bir değil, bir­
kaç izotopinin yanyana ilerlediği görülür. Düz anlamla me­
cazi anlam birbirine bakışımlı iki yerdeşlik sistemi durumun­
dadırlar. Benzetmeler, imgeler, deyimler, sem'ler düzeyinde
incelenince, ilk bakışta görülmeyen yapılar, dolayısıyla an­
lamlar ortaya koyar. Metnin birbirinden farklı okumalara
nasıl yol açtığını da açıklar. Gerçekten, çoğul-okumanın sır­
rı bu yerdeşliklerin kuruluşuna bağlı görünür. Levi-Strauss,
bir mitos'u ele alarak (Oidipus) zaman dışı ( achronique) bir
açıdan şemasını bulup, bu şemanın zaman ve ortama göre
(yani yorumcunun açısına göre) ayrı yorumlara yol açacağı­
nı kanıtlamağa uğraşmıştır: Oidipus'ta birbirine karşıt birim­
lerin birbirleriyle nasıl boğumlandıklarını ve yapıda örnek­
sel diziler (paradigma) kuran birimleri saptayarak mitosun
değişik yorumları, nasıl ürettiğini (matematiksel anlamda)
göstermiştir. <157>

( 157) Levi-Strauss, Anthropologie structurale, c. 1.


FİLOLOJİNİN OLUŞUMU ______ 193

Anlam yaratma sistemlerinin eleştirisi olan semioti­


ğin kökleri, çok eskilere gider: Stoa'ya, Ortaçağ iskolastikle­
rine, v.b. Ortaçağ, anlam sistemlerini ayırırdı: moda essendi,
modo intelligenti, modo significanti. Modistler, sözlerin akıl­
la ilişkili olduğunu, bir ismin töz gibi düşünülen bir kavramı
adlandırdığını bilirlerdi. Descartes ve Port-Royal düşünürle­
ri, anlam sistemiyle anlama işlemini birleştirerek öznenin
anlama ve düşünme sistemi diye tek bir sistem yaptılar. Ye­
ni semiotik, anlamın bir plandan başka bir plana dönüşüm
olduğunu söylüyor ve edebiyat ürününün bu dönüşümü na­
sıl yaptığını araştırıyor.
Eleştiride çağdaş tutumları tanıtmağa çalıştığımız bu
bölümün sonunda, özelliklerini daha iyi belirtmek amacıyla,
ayrılıkları üzerinde durduğumuz akımların, gerçekte birbir­
lerine karşı olmadıklarını, tersine birbirlerini tamamladıkla­
rını söylememiz yerinde olur. Tematik ve yapısal eleştiri bir­
biriyle işbirliği yapmaktan çekinmez; çünkü aralarında ke­
sin sınırlar yoktur.
Hatta, en son yazılarda, belli tutumlu bir eleştiriye ya­
pısal denmesi bile yerilmektedir. Yapısalcılık, dilbilimi tari­
hinin bir dönemine verilen addır. Bugün ise, geçen bölümde
söylediğimiz gibi Chomsky'nin dönüşüm grameri, araştırıcı­
lara daha verimli bir kuram görünmektedir. Öte yandan, po­
etika, ya da semiotik başlıkları altında toplanan çalışmalar,
kuşkusuz, dilbilimi tekniklerini, belki de en çok, Chomsky' -
nin görüşlerini edebiyat eleştirisine uygulamaktadır. Bun­
dan dolayı, yapısal yerine dilbilimsel eleştiri deyiminin kulla­
nılması daha yerinde olur. < ıss)
Dilbilimsel eleştiri, edebiyat metninin her yüzünü
açıklayamazsa da, edebiyat olma yanını, daha kesin teknik­
lerle aydınlatır. Birçok yanlış tutumu, bulanık kavramları or­
tadan kaldırır. Özellikle şiir açıklamalarında, cümle-üstü bir

(158) N. Ruwet, Langages, sayı 12, 1972.


194 _______ SÜHEYLA BAYRAV

çalışmadır; ama, cümle-üstü, herhangi bir grameri değil,


edebiyat olına niteliğini taşıyan, yani günlük dilin cümle-üs­
tü gramerinde bulunanlara eklenecek yapıları araştırır. ( 159)
Ancak, bu çalışmaların en ayırıcı yanı, her metin için geçerli
yapıların bulunmaması, tersine, her metnin özel şifresini
aramak zorunda olınasıdır. Çünkü yapı, deyim, ya da sesle­
rin topolojik değerini belirtmekle görevlidir. Bu değerler ise
metinden metine değişir.
Çağdaş eleştiri, kendini birçok sakıncadan korumak
zorundadır denilebilir. En başta, yukarıda belirttiğimiz gibi,
psikanaliz, felsefe, ahlak ve benzeri kollara gereç sağlamak
durumuna düşmemek; öte yandan, yazının nedenini, yeni
bir dünya yaratma özleminde bulduğundan, (160) eserin getir­
diği bakış açısını, yaratıcısının bilinci ile kaynaşarak açıkla­
mak ister. Ancak bu sonuca varacak yolları incelerken çok
dikkatli ve titiz davranmak gerektiğini bilir; aksi halde, bir
edebiyat dili tarihine, ya da hayal gücünün tümel kavramla­
rı (universaux de l'imaginaire) dizisine dönüşecektir. İçerik
ile biçimi ayırmadan, birinden ötekine giderek değil de, ese­
ri bir bütün olarak ele alarak incelemenin sağlamlığına ina­
nır. Meschonnic, Valery'nin sözünü başka bir biçimde belir­
terek, edebiyatı şöyle özetler: "Birbirinden ayıramıyacağım
teknik kaygısıyla fikir kaygısı, değeri yapar" . <161) Eleştiri, iş­
te, her defa yeni bir bileşimde karşımıza çıkan yapımların
sırlarını, en nesnel yöntemlerle açıklamağa çalışır.

(159) lbid.
(160) J. P. Richard, 1954, s. 14.
(161) H. Meschonnic, 1970.
BİBLiYOGRAFYA
Auerbach, Erich Literary Language and its Public, Pantheon books,
-

1965.
Boulanger, A. et Grenet, L. - Le Genie Grec dans la religion , A. Michel,
1932.
Bal, Willy Introduction aux etudes de linguistique romane, Didier, 1966.
-

Bedier, Joseph La Chanson de Roland, Commentaires, H. Piazza, 1927.


-

Bonnot, J. - Humanisme et Pteiade, Hachette, 1959.


Brunot, Ferdinand - Histoire de la langue française, A. Colin, cilt il.
Bloch, Marc L'apologie pour I'Histoire, A. Colin, 1961.
-

Barthes, Roland - Essais Critiques, Seuil, 1964.


» » - Sur Racine, Seuil, 1963.
» » Critique et Vlrite, Seuil, 1966.
-

» » articles in Communications, n. 4, 8, 16.


-

» - articles in Langages.
»

Carcopino, Jerôme La vie quotidienne a Rome, Hachette, 19...


-

Chabrol, Claude, Semiotique narrative et textuelle, Larousse, 1973.


-

Chamard, H. Les origines de la poesie française de la Renaissance,


-

Boccard, 1932.
Chomsky, Naom - Structures syntaxiques, Seuil, 1957-1969.
» » - La linguistique cartesienne, Seuil, 1969.
» » - Le Langage et la Pensle, Payot, 1970.
Coquet, Jean - Claude, Semiotique litteraire, Mame, 1972.
Cohen, Jean Sl!Ucture du langage poetique, F1ammarion, 1966.
-

Curtius, E. R. - European Literature and the /atin Middle ages, Routledge


and Kegan, London, 1948.
Danchin, Laurent et Riviere, Philippe - Linguistique et Culture Nouvel/e,
Editions Universitaires, 1971. ·

Delas, Daniel et Jacques Filliolet Linguistique et poetique, Larousse,


-

1973.
Dawson, Christopher The making of Europe, Meridian Books, 1956.
-

Dieguez, Manuel de - L'ecrivain et son ombre, article in Critique, n. 193.


Doubrovsky, Serge Pourquoi la nouvelle critique? Mercure de France,
-

1966.
Duby, G. - R. Mandrou, Histoire de la civilisation française, A. Colin,
1958.
Febvre, Lucien - Le probleme de I'incroyance au XVI. siecle. A Michel,
1942-1968.
Febvre, Lucien et Martin, H. J. Apparition du Livre, A. Michel, 1958.
-

Fontanier, Pierre les Figures du Discours, F1ammarion, 1968.


-
196 _______ SÜHEYLA BA ı KA v

Genette, Gerard - Figures, Seuil, 1966. Figures il, Figures III, 1972,
Seuil.
Genette, Gerard - article: in Les chemins actuels de la critique, 10-18.
Genet, Louis - Bk. Boulanger.
Germain, Gabriel - Genese de l'Odyssee, P.U.F., 1954.
Greimas, A. Jullen - Semantique strncturale, Larousse, 1966.
» » - Du Sens, Seuil, 1970.
» » - Essais de semiotique poetique, Larousse, 1972.
Greimas, A. Jullen - articles, in Communications.
Guilbert, Louis - Dictionnaires et Linguistique, in Langue Française, n. 2.
Guiraud, Pierre - L'etymologie, P.U.F. (Que sais-je?).
Henry, A. - La stylistique litteraire, in Français Modeme, janvier 1972.
Higounet, Charles, - L'Ecriture, P.U.F. (Que sais-je?), 1955.
Imbs, Paul - Au seuil de la lexicogmphie, in Cahiers de lexicologie, n. 2,
1960, Didier.
Jakobson, Roman - Essais de Linguistique Generale, Minuit, 1963.
Jakobson, Roman - Qu'est-ce que la Poesie?, in Poetique, n. 7.
» » - Questions de poetique, Seuil, 1973.
Kuentz, P. - La Rhetorique ou la mise a l'ecart, in Communications, n. 16.
Kuentz, P. - Rhetorique Generale ou Rhetorique tMorique, in Litterature,
n. 4.
Ker, W. P. - The dark ages, Mentor Books, 1958.
Kristeva, Julia - Semiotike, Tel quel, 1969.
» » - articles in Semiotica.
» » - articles in Critique.
Labarre, Albert - Histoire du Livre, P.U.F. (Que sais-je?), 1970.
Laufer, Roger - Introduction a la textologie, Larousse, 1972.
Le Guem, Michel - Semantique de la metaphore et de la metonymie,
Larousse, 1973.
Leroy, Maurice - Jlistoire de la Linguistique, P.U.F. et de Belgique, 1964.
Lyons, John - Linguistique generale, Larousse, 1970.
» » - Chomsky, Seghers, 1971.
Macles, Louise Noelle - La Bibliogmphie, P.U.F. (Que sais-je?), 1956.
Martinet, Andre - Langue et Fonction, Denoel, 1962.
Masson, Andre et Salvan, Paul - Les Bibliotheques, P.U.F. (Que
sais-je?), 1970.
Meschonnic, Henri - Pour la poetique, Gallimard, 1970.
Mounin-Gabriel - Histoire de la linguistique, P.U.F., 1967., 1972 (2. cilt).
Mounin-Gabriel - C/efs pour la linguistique, Seghers, 1971.
Peignol, J. - De J'ecriture a la typogmphie, Gallimard, ldees, 1967.
Picon, Gaetan - Usage de la lecture, Mercure de France, 1960.
» » - Lecture de Proust, Gallimard, ldees, 1963.
Poulet, Georges - Les chemins actuels de la critique, 10-18, 1968.
Proust, Marcel - Contre Sainte-Beuve, Gallimard, ldees, 19.
» » - Le temps retrouve.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 197

Rey-Debove, Josette Langages, sayı 19, Didier-Larousse.


-

Richard, Jean Pierre - Litterature et Sensation, Seuil, 1959.


Riche, Pierre Grandes invasions et empires, Larousse, 1968.
-

Ricoeur, Paul Strncture, le mot, J'evenement, in Esprit, mai 1967.


-

Riviere - Bk. Danchin.


Rousset, Jean Fomıe et Signification, Corti, 19.
-

Riffaterre, Michael - Essais de stylistique strncturale, Flammarion, 1971.


Riffaterre, Michael - article in Poetique, n. 4.
Rhı!torique Generale, Larousse, 1970.
Ruwet, Nicolas Introduction a la grammaire generative, Plon, 1967.
-

Ruwet, Nicolas - Langage, musique, poesie; Seuil, 1972.


Slakta, Denis - in Langue Française, sayı 2, Larousse.
Spitzer, Leo Linguistics and literary history, Princeton university press,
-

1948.
Spitzer, Leo Etudes de Style, Gallimard, 1971.
-

» » - article in Critique.
Starobinski, Jean Introduction aux etudes de style de Uo Spitzer,
-

Gallimard, 1971.
Todorov, Tzevetan Thiorie de la litterature, Seuil, 1965.
-

» » -Poetique, in Qu'est-ce que le structuralisme?, Seuil, 1968.


Todorov, Tzevetan Litterature et Signification, Larousse, 1967.
-

» » Poetique de la prose, Poetique/Seuil, 1971.


-

» » articles in Communications.
-

Todorov, Tzevetan articles in Critique.


-

» » articles in Poetique.
-

» » articles in Tel Que/.


-

Varvaro, Alberto - Scuo/a et cultura in Francia ne/ XII. secolo, Libreria


antiquaria Palmaverde, 1963.
Wellek, Rene et Austin Warren Theory of Litterature, Harvest book,
-

1948.
Wolff, Philippe - L'eveil inte//ectuel de I'Europe, Seuil, 1971.
» » -Westem languages, Ad 100-1500, 1971.
Zumthor, Paul Histoire litteraire de la France midieva/e, P.U.F., 1954.
-

Zumthor, Paul - Essais de poetiques medievales, Seuil, 1972.


DERGİLER
Cahiers de Lexi.cologie, Didier.
Communications, Seuil.
Critique, Minuit.
Français Modeme, A. d' Artrey.
Langages, Didier-Larousse.
Langue Française, Larousse.
Poetique, Seuil.
Semiotica, Mouton, LaHaye.
Litterature, Larousse.
198 ______ SÜHEYLA BAYRAV

ÖZEL AD DiZİNi
Abelard, 52. Carcopino (J. ), 49.
Aelfric, 89. Cassiodorus, 18 !9, 20, 21, 22, 50.
Aeskhylos, 19. Cavalcanti (dei �ıvı.), 48.
Alemtiert (D'), 91, 103. Celestinus nı 54.
Alexandre de Villedieu, 34. Chamard (H.), 107.
Alfonso (Aragon'lu\ 56. Charlemagııe, 38, 50, 55, 75, 76.
Ambrosiua (Aziz), :iı.
Amyot, ss,,, �-
Anselme \�on'lu), 41.

Charles V: 55.
Charles (K l ,_ ŞS.
Chklovski . v. ), 186.
Antonius, 13. Chomsky . ), 125, 126, 127, 128, 129,
Appianos, 58. 132, 134, 135, 136, 137, 190, 193.
Anstophanes, 19. Chretien de Troyes 142.
Aristophanes (Bizans'lı). 77. Cicero, 27, 30, 33, 40, 43, 44, 48, 58, 71,
Aristoteles, 9, 11, 27, 28, 29, 36, 37, 42, 76.
110 111 140 179. Claudel (P. ): 70.
Amaud1 113, 11� 115. Clemens'Vlı, 56.
Athalanch, 18, bı. Clemens (E.1_168.
Atticus1 48, 49. Coeurdoux, C>.t.
Augustınus (Aziz), 33. Constant (B. ), 161.
Aufus Gellius, 33. Constantinus, 17, 61.
Bachelard (G.), 165, 166, 167.
Bai'f (A. ), 61.
Corneille
Cotgrave
�-�
Corax, 24, 25 28.
, 164.
100
Bally (eli.), 120. Curlius, 1 , ıK
Barthes (R.), 25, 152, 153, 159, 162, 165,
183. Dahi (S. ), 56.
Bayle (P.), 91. Danchin (L.}, 129.
Baudelaire (Ch.), 182. Dante 44 146.
Bede le Venerable, 104. Derrida (l), 13, 159.
Bedier (J\ 831 144. Descart� 11�)281 }29.
Bembo (P'. J, 4_, 112. �
Diderot, �1 lu_,, 1%.

Benveniste IB.), 159.
Bemanos G.), 158.
Blanchot .), 170.
Diegucz
Dilthey, 68.
.de), 164, 165.
Diodorus (Şicilya'lı), 49 58.
Bloch (M. , 81, 106. Dionysos cı:ral{va'li), llO, 111.
Bloomlield (L.), 93, 124, 125, 128. Dolet (E.), 58, 91.
§
Boccaccio 44, 48.
Bochart S• bn99.
Badin (J. , oo.
Domitıanus, '1:7.
Donatus, 34, 112.
Doubrovsky, 156.
Bodley .), 57. Du Fresne (Ch.), 81.

�·J,
Boethıus, 20, 33.
Boileau, 29, 146 147. Ebu Halim, 112.
Bomecque .H.'l.z. 161. Eflatun, 9 13, 22, 26, 27, 37, 39, 98, 110.
Borromeo s·ı. Einstein, i29.
Boulanger A. , 45. Empedokles (Agrigento'lu), 24.
Briçonnet ( 1 , 59. Empson 162.

�l'

Brunet, 107. Ennius, Ti.



Brunetıere (F.), 173.
Bruni (L , 58.
Brunot .), 58ı.,,Ş9.
Erasrnus, 59, 80.
Estienne
Estienne
91.
, 91.
Bude ( . ), 61, ısu. Etienne ( h. 61.
Eukleides 1 .
Caesar, 4� 58. Eumenes İl, 47.
Calepino \A.), 90. Euripides, 11 19.
Calvın, 59. Evrard de B�thune, 34.
Capella (M. ), 20, 21, 22, 33, 40, 42.
FİLOLOJİNİN OLUŞUMU _______ 199

Faelad (C.� 112.


Febvre (L. 48, 52, 152, 153.
Jakobson (R.)_.ı�l51, 153, 154, 155, 178,

ı80 181, f&.:>, ı86.
Fiaubert ( . ). ı85, ı86. James .), 184.
Flesh (R), ı:rt. Jean em ve Poitou dükü), 55.
Foerster, 83. Jones (\\'. ), 62.
Fontanier, ·30. Juan de H'errere, 57.
France (A.), ı42 149. Justinius, 80.
François I 60 ı i3. Juvenalis, 33.
Freud, 15l, 164, 174.
Fulgentius 20. Kant, ı86.
Furetiere (A.), 91. Kilwadby (R. ), 36.
Kleopatra, 11
Galenos, 104. Ksenophon 58.
Gedoyn (Keşiş), 58. Kristeva (J.), 188.
Genette (G.J, 146, 147, 152, 153, 157, 159,
174. Labarre, 46.
Geoffroi (Mountmouth'lu), 99. Lagl!S, 10.
Germain_(G.), 12, 141. LaJ-Iarpe, ı64 165.
Geron1 23. Lamartıne <A.\ 140.
Geronımo de Sa!as Barbadillo, 142. Lamy (B. ), li.5.
Gessner (C.). 90, 106. Lancelot.;., ı13.t-.114, 115.
Gide (A.J, 158. Laufer (K.), ısı.
Gilbert (UÖ 95. Laurentıus (Aziz), 56.
Gillieron, fı ı. Lautreamont, 182.
252
Gorgjas, � 27, 30.
Gouain (P. �.YV.
Lefevre d'Etaples, 59.
Lefebvre (G.), 81.
Gregorius A, 54. Lemaitre (J.), ı40, 149.
Greımas (A.-J.), 174, 183, ı89, 191. Le Pogge, 44.
Grenet (L.), 4S: Lesage, 141.
Guillaume d'Ockam, 37. Uvi-"Strauss (C.), ı71, ı92.
Guillemin @.), 140. Lion (F. ), 176.
Guiraud (P.), 35, 98. Littre, Hız.
Guy le Fevre de La Boderie, 58. Louis XIV, ı61.
Lucanus, 33.
Harris (Z.S.), 46, ı35. LucretiusJ.. 51.

Hazreti Omer, 113.
Heide er, ı64.
Helie . ), 34.
Luther, 5�.
Lyons (J.), 137.
Herbe ot (B.), 107. Mabillon, 81.
Hermogenes, 28. Malherbe, 147.
Herodes Attıkos, 28. Mallarme (S. ), 85.
Herodotos, 70. Mancini (M.). 161.
Hieron, 23. Mari� (L.)1�159.
Hieronymus (Aziz), ı04. Martıalıs 'lö.
Higounet 72, 76.
Hippias CElise'li) 22.
Hjefmslev (L.\ısı, ı88.
�1
Martin (H.), 48, 52.
Martinet A. 137.
Maunsell A. , ı06.
Hodin (C) ıs�. Mazari17. 7, 03.
Homeros, 9, ı2 33. Medici lGiulio de), 56.
Horatius, ı6, 33, 63. Medici'lerJ 55.
Hosoi (A.), ı68. Megiser (J.), 90.
Hugo (Y.), 141, 185. Meschonnic (H. ), 194.
Humboldt, 134. Michelan_gelo, 56.
Miller, 137.
Imbs (P.), 96, 101,ı }03. Mitterand (H.\ ı81.
lnnocentius, III, :>'!. Moliere, SS, ıh
Jsa, 17. Montaigne, 67, 81.
Jsidoro (Sevilla'lı), 2ı, 34, 35, 74, 112. Montausier (duc de), ı6ı.
Jskender (Büyük), 10. Moreri (L.), "91.
Jsokrates, 9. Mounin'(G.)J.. 133.
Iustinus, 58. Mililer (f.), ıs2.
Naude (G.) 103. Salutati 44.
Nebrija (A.), 113. Sartre Ö.P.), 180.
Neıval (G.\ 85. Sassaefti, 62.
Newton, 12\1. 8f
Sau �e (F.de), 119, 121, 126, 127, 129,
Nicolaus 58.
Noguez (D.), 165. Scarron, 142.
Schleirmache1,,_ 168.
Sechehaye, 1..w.

Octavianus, 49.
Orosio 20. Seneca, 28, 58.
Otlet (P.1 ıcıs. Severus (S , 16.
Ovidius, .j3, 34. Seyssel (C. 'J. 58.
Sforzalar, :>.
Palatinus, 49. ShakesP.eare.J46, 162.
Pals�ve (J.), 112. Slakta (D.). Y.j.
Pascal, 66. Sokrate� 22, 25, 27.
Solon, b.
Peirce (Ch. S.), 187.
Perseus, 33.
Petrarca, 44, 45.
Philostrates, 28.
Soler (P�lO.
Sophokles, 19, 58.
Souriau .), 174.
Piccolomini (A.) 56. Spitzer ( ), 168, 169, 175, 176.
Picon (G.), 158, i62.
·
Slael (Mme de), 161.
Pierre (Lc)mbardiya'h), 41. Starol:iinski (J. ) , 168.
Pingauo (B.) , 157. Statius 33.
Pius il, 56. Stenge1, 83.
Plutarkhos, 58, 59. Stra6on, 11.


Pollio (A. 49. Sturblusen (S.), 112.

J
Pomey . , 91. Sylla, 11.
Poulet G. , 163, 168, 170, 176. Sytvester il, 42.
Pound . , 138.
Priscianus, 34, 112. Tacitus, 19, 43, 51, 81.
Prophyı:o�,. 40. Taylor, 76.
Propp, 17'1. Terentıus, 33.
Proust (M. ), 161 165, 167, 186. Theodorich, 19, 50.
Pscudo-Dic ın
Pseudo-Dares, .j3.
33.
Ptolemaios h. )i 11.
1JtukyQide_ş,, 25, 58.
1 ıro (!".), 11.
Titus-Livius 19, 51, 56.
Ptolemaios 1 1 . Todo�v CT\ 36. 159, 164, 186, 187.
Ptolemaios VIİI, 46. Toussaınt (J.J. 81.
Trajanus, 49.
8uerard,
ueneau (R.), 172.
Valery (P.). 30, 154, 158, 159, 161, 164,
107.
Quintilianus, 27, 28. 178, 19'f.
.
Valla (L.), 61, 80.
Rabelais F. ), 152, 153. Vaug_elas, 62, 115, 118.

J ıl.
Racine (J. İ 153, 161, 176.
Ramses, 1 ı..46.
Ramus, 23,
Vednne, 58.
Vegenere �.de) 58.
Verdier (Adu) i06.
Vergilius, 11, 1,ı..j.
Rastier' (F.), 191. Vico, 155.
Rene <Kra!), 55, 56. Vincı (Leonardo da), 22.
Retz (Cardınal de), 174. Viscontiler 55.
Rey-Debove (J.). 93. Voltaire, 9i, 92, 105, 146.
Richard (J.P. J, 165, 170, 194.
Richelet, 91.
M.
Ricoeur (P.), 173.
Riffaterre \ 174, 175.
Wace, 99.

Wagner (R.L), 177.
J
Riviere (P. 12,.
Robbe-Gn 1 et (A. ), 172, 184.
Robert (Paul), 101.
Wartbur <Von), 102.
Willis (J. , '76.
Wolff (P. , 20, 51.
Ronsard, 99, 107.
Rousset (J.), 161. Yuhanna (Padmos'lu), 16.
Ruwet, 193.
Zenotos, 13.
Sainte-Beuve, 107. 149, 163. Zeyyad ibn Salih, 12.
Saint-Simon, 174. Zumthor, 142.

You might also like