You are on page 1of 24

AHİ EVRAN VE MEVLANA CELALETTİN MÜCADELESİ

Yazan: Fahrettin Öztoprak

ÖNSÖZ

Ahi Evran ve Mevlana Celalettin aynı dönemde, aynı dönemde Selçuklu


Anadolusunda yaşamışlardır. Biri Kayseri’de, diğeri Konya’da. Hatta Şemsi
Tebrizi Mevlana’dan önce Ahi Evran’la tanışmıştır. Ancak Şems’in bir sözüne
bakılır ise Ahi Evran ona pek yüz vermemişe benziyor. İkisi de Horasanlı. Ahi
Evran Ahmet Yesevi Tekkesi’ne mensup iken Mevlana’nın babası bu tekkeye
mensup değil. Biri Türkçeyi ön planda tutarken, Moğollara destek vermezken,
Mevlana Celalettin Farsça konuşup, Farsça yazıyor. Moğollara da destek
veriyordu. Ahi Evran Türkmendir. Ama Mevlana Türkmen değil. Mevlana’nın
anası Türk ama, babası Türk değil, sanırım Farisi.
Ahi Evran Babai ayaklanmasının liderlerinden. Hatta o ve hanımı Kadıncık Ana
bu yüzden hapsedilmişler. Ahi Evran Anadolu’da Ahiliğin kurucusu. Ahi
teşkilatlarının şeyhi. Ahi Evran’ın diğer Babai liderlerinden Hacı Bektaş’la da
yakınlığı var.

1- MEVLANA VE ÇEVRESİNDE GELİŞEN OLAYLAR

a) Bahattin Veled

Mevlana, yalnız doğuda değil, batı da en çok ilgi uyandıran bir kişilik sahibi.
Her iki kesim de onu bir şair, bir mütefekkir, bir mutasavvıf olarak nitelemekte.
Mesnevi adlı eseri asırlardır Mevlevi dergahlarında okutulan ve okunan baş yapıt
bir eser. Mevlana hakkında yazılmış, kitap olarak bunlar yayınlanmış. Onun
tanınmasında en büyük etken Ahmet Eflaki. Yabancılar da Mevlana hakkında
eserler kaleme almışlar. Ancak hepsi bu. Amatör yazarlar da bu hususa el atmış
ama, orada kalınmış. Oysa gerçek Mevlana’nın ne olduğu üzerinde pek
durulmadığından, ancak sempozyumlar, kongreler hep bilinen konuları ele
almakta. Bu da Mevlana’nın övülmesi ve yüceltilmesinden başka bir şey değil.
Mevlana’nın fikir ve düşüncesi babası Bahattin Veled’e dayanır. Onun
devrinde Horasan’da, bilhassa Belh’de büyük tartışmalar başlamıştı. “Akılcılar”
ve “Sezgiciler” olarak adlandırılan gruplar neredeyse birbirine girecektiler.
Fahrettin Razi akılcıları, Bahattin Veled de sezgicileri temsil etmekteydi. Bu
Tuğrul Bey devrinde Ebu Nasır el-Kunduri’yle İmam Kuşeyri ve onu destekleyen
Cüveyni arasındaki tartışmalardan kaynaklanmıştı. Akılcılardan el-Kunduri
tutuklanıp öldürülmüş, sezgicilerden olan Kuşeyri ve Cüveyni Selçuklu sultanının
nazarında itibar kazanmıştı. Cüveyni’nin talebesi Gazali sezgiciliğin akılcılığa

1
muzafferiyetini ilan eden “Tehafütü’l-Felasife” adlı kitabını yazdı.1 Bahattin Veled
Gazali’nin hayranıydı. Onun kitaplarıyla büyümüştü. Bu nedenle akılcılığı
savunan Fahrettin Razi’ye karşı çıktı. Muhammet Harzemşah’ın, Fahrettin
Razi’yi, yani akılcıları tutması ile Bahattin Veled, Belh’i terk ederek, Anadolu’ya
geldi. Mevlana da babası gibi akılcılıktan çok sezgiciliğe önem verdi.2
Ahi Evran, Horasan’dan, Fahrettin Razi’nin talebelerinden biriydi. Fahrettin
Razi’nin diğer talebesiyse Konya’ya yerleşen Şerefettin Herevi’dir. Bahattin Veled
ve oğlu Mevlana Celalettin bu büyük a’limin düşmanıydılar. Aralarında Hora-
san’dan gelen bir anlaşmazlık vardı. O nedenle bu baba ve oğul, Fahrettin
Razi’nin talebelerine de düşman oldular, Fahrettin Razi’yi kim severse,
çizgisinden giderlerse onu düşman bellediler. Ancak Mevlana’nın oğlu Alaattin
Çelebi, öyle değildi. Ahi Evran’nın ve Ahilerin yanında yer almıştı3
Fahrettin Razi ile Bahattin Veled arasında, bir ilim meclisinde tartışma
geçmişti. Bu tartışmanın mahiyeti hakkında pek bilgi verilmez. Çünkü bu
tartışmanın ne olduğunu bilmek için Fahrettin Mübarekşah’ı tanımak lazım. Tabi
işin içinde Fahrettin Mübarekşah söz konusu tartışma muallakta kalmaya
mahkumdur.
Fahrettin Mübarekşah’ın 1130-1206 yılları arasında yaşadığı söylenir.
Genellikle Hindistan’da bulunmuştur. Onun Lahor’da vefat ettiği söylenir. Onun
1205 yılında yazılmış olan Şecere-i Ensab adlı kitabının önsözünde “Türkçenin
Arapçadan sonra en üstün dil olduğu” yazılıdır.4 Fahrettin Mübarekşah eserini
Lahor Sultanı Kutbettin Aybek’e sunarken söz konusu ifadelere yer vermiştir.
Onun yaşadığı bu yıllar “Arapçanın yerine Farsça’nın etkin olarak kullanılmaya
başlandığı dönemdir”. Hatta Şecere-i Ensab da Farsça olarak yazılmıştır.5
Fahrettin Mübarekşah’ın 1206 yılında Lahor’da öldüğü söylenir. Ancak sanırım o,
1206 yılında şehri terketmiş, Muhammet Harzemşah’ın yanına, Belh’e gelmiş,
onun da bulunduğu ilmi meclis toplantısına iştirak etmiştir. Bu toplantıda Türkçe
mi üstündür, Farsça mı üstündür tartışması yapılmış, Fahrettin Mübarekşah
Türkçenin Farsçaya üstünlüğünü savunmuş, Bahattin Veled buna itiraz etmiş, o
Farsçanın Türkçeye üstünlüğünü savunmuş, bu ilmi meclisi yöneten Fahrettin

1 Dr. Mikail Bayram; Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, Konya 2006, s. 197-199.
2 M. Bayram; a.g.e., s. 199-200. Fahrettin Razi, Rey şehrinde 1149 yılında dünyaya gelmişti. Herat’a yerleşti.
Harzemlilerin şeyhülislamlığına kadar yükseldi. Muhammet Harzemşah ona itibar göstermekte ve desteklemekteydi.
Fahrettin Razi’nin “Tefsir-i Kebir” adlı Kur’an tefsiri vardır. Bahattin Veled ile anlaşamamış, yeri geldikçe de tartışmışlardır.
Bu nedenle Bahattin Veled, Horasan’dan ayrılmasını ona bağlar. Fahrettin Razi’nin “Esasü’l-Takdis” ve “Mefatihü’l-Gayb”
adlı eserleri de vardır. (Şemsi Tebrizi; (Çev: Mehmet Nuri Gençosman), Makalat, İstanbul 2007, s. 466-467.) Bu Türk alimi
Fahrettin Razi, tefsirinde, Kürtleri Yecüc-Mecüc olarak belirtmiştir. Bunlar dünyadaki laf anlamayan tek kavimdir, biri bir
yere gitse yüzlercesi, binlercesi peşinden gelir, demiştir. Fahrettin Razi bu görüşünde haklıydı. Aradan yüzyıllar geçmiş,
2000 yılının ilk çeyreğindeyiz. Kürtler günümüzde de laf anlamaz tavırlarını sürdürmektedirler. Yecüc Mecüc gibi, 25 yıl
önce bir milyon nüfusları bile yokken, şimdi onların 30 milyonluk nüfuslarından bahsediliyor. Kehf’ten sonra Enbiya
suresinde ne deniyor: “Seddi açılıp da her tepeden saldırdıkları”nı görünce vaad ettiğimiz yaklaşır, onlar “Vah, biz bundan
gaflet”teydik, doğrusu kendimize zulmetmişiz diyeceklerdir.
3 M. Bayram; a.g.e., s. 199.
4 Hakan Cucunel, Türk Dil Devriminin Ulus Devlet Olma Sürecine Katkısı, TC. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Ensititüsü Türkçenin Eğitimi ve Öğretimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2004, s. 53
5 H. Cucunel, a.g.e., s. 55

2
Razi Fahrettin Mübarekşah’ın haklı olduğunu kabul etmiş, böylece Muhammet
Harzemşah’ın huzurunda Türkçenin Farsçaya üstünlüğü teyid edilmiş, Bahattin
Veled bunu itiraz etmiş, hatta o Fahrettin Mübarekşah’ı ve Fahrettin Razi’yi
kafirlikle itham etmiştir.
Bahattin Veled’in Belh’ten ayrılma tarihi 1208’tir. Hatta bir yerde 1207 olarak
belirtilir. Bu yıllarda Mevlana’nın 5/6 yaşında bulunduğu söylenir. Bahattin
Veled’in Belh’te ayrılması 1209 yılında vefat ettiği söylenen Fahrettin Razi’nin bu
vefatından öncedir.6
Şimdi kaldığımız yere dönelim:
Şems-i Tebrizi’nin öldürülmesi bir cinayet işi değildi. Onu öldürten şahıs Emir-
i Dat Nasrettin, adından belli olduğu gibi, Anadolu Selçuklularının Adliye
nazırıydı. Bu görevi yerine getirmeyi de Alaattin Çelebi üstlenmişti 7 Mikail
Bayram, bunu A. Gölpınarlı’ya anlatır. O şaşırır. Demek öyle, der. Düşünür ve
“Yahu, sen beni hayzettin” der. Sonra da ilave eder: “Mevlana Celalettin kitabımı
yazdım. Bir defa para kazandım. Birileri onu elli kılığa soktular, elli defa para
kazandılar” 8

b) Şems-i Tebrizi

Şems-i Tebrizi, Celalettin Rumi'yi Mevlana yapan şahıstır. O olmasa idi


Mevlana adlı birini kimse tanımayacak, Mesnevî adlı kitabını kimse eline alıp da
okumayacaktı. Babaîler hadisesinden 3-4 yıl sonra Şems-i Tebrizi, Celalettin'le
karşılaşır. Aralarında bir muhabbet başlar. Mevlana Celalettin her an onunla
beraberdir.
Mevlana Celalettin Rumi’ye neyin ne olduğunu açıklayan Şems-i Tebrizi bir
gün Konya'yı terk eder. Bir buçuk yıl sonra onun Şam'da bulunduğu haberi gelir.
Mevlana, oğlu Bahattin Veled’i onu getirtmek için gönderir. Daha sonra Şems,
yine terk eder. Bir daha da görünmez. 9 Onun için öldürüldü de denir.
Şems’in adına ilk olarak 1230 yılında Hacılar Suyolu Vakfiyesi’nde
rastlamaktayız. Burada Şems-i Tebrizi adı ile imzası vardır. Kitabında Evhadettin
Kirmani’den de bahsetmektedir. Şems, Yesevi erenleri gibi Horasan’dan
gelmiştir. Ahmet Eflaki, ona Kamil-i Tebrizi de demektedir. Evhadettin Kirmani’yle
Kayseri Battal Mescidi’nde görüştükten sonra, şehre gelerek onun aleyhinde
bulunan Kamil-i Tebrizi, her halde bu Şems-i Tebrizi olmalıdır.
Şems’in 1234 yılında Şam’da bulunurken arkadaşlık kurduğu Cemalettin Savi,
Kalenderiye Tarikatı’ndan olduğu gibi, bu tarikatın Cavlakiye kolunu da kuran
şeyhtir. Şems, Mevlana ile Konya’da 1243 yılında temasa geçmişti. Ancak o,
1247 yılında Konya’da bir suikast sonucu hayatını kaybetmiştir. 10 A. Eflaki bu
olayın baş sorumlusu olarak Vezir Nasrettin’i göstermektedir. A. Gölpınarlı gibi

6 Sultanu’l-Ulema Bahaeddin Veled (Ö. 628/1231), Medar (Mevlana Düşüncesi Araştırma Derneği),
http://www.medar.org.tr/bahaeddin_veled.html
7 M. Bayram; a.g.e., s. 154.
8 M. Bayram; a.g.e., s. 157.
9 Şems-i Tebrizi; a.g.e., s. 16-22.
10 M. Bayram; a.g.e., s. 128-129.

3
araştırmacılar söz konusu vezirin kimliğini bilmediklerinden konunun üzerinde
pek durmamışlardır. Ancak Şems’in öldürülmesinde Alaattin Çelebi’nin rolü kabul
edilmektedir. Vezir Nasrettin’in Ahi Teşkilatı’nın kurucusu Ahi Evran Nasrettin
Mahmut olduğunu tespit etmemizle konu nispeten aydınlanmıştır.11

c) Kimya Hatun

60 yaşlarında bulunan Şems-i Tebrizi Konya’ya geldiğinde Mevlana 15


yaşında bulunan cariyesi Kimya Hatun’u onunla nikahlamıştı. Oysa Kimya
Hatun’un Şems’te gönlü yoktu, Alaattin Çelebi’yi seviyordu. Şems ve Kimya
Hatun, Mevlana’nın ders verdiği medresenin bir hücresindeydiler. Alaattin Çelebi,
babasını görmek için geldiğinde bu hücrenin önünden geçmek zorundaydı. Bir
gün Şems, Alaattin Çelebi’nin önünü kesmiş, bir daha burada görünmemesini
ona söylemişti. Kimya Hatun, Şems’ten sıkılıyordu. Arada sırada hücreden ayrılıp
bir yerlere gidiyor, Mevlana ve yakınları onu alıp hücreye getiriyorlardı. Birinde bir
gün Kimya Hatun yine evden ayrıldı, uzun süre dönmedi. Mevlana ve yakınları
yine onu bulup getirdiler. A. Eflaki’ye göre, o gün bu kadına bir şeyler olmuş,
boynundan rahatsızlanmıştı. Boynunu bile döndüremiyor, şiddetli bir ağrı
çekiyordu. Üç gün sonra vefat etti. Acaba Şems, onu döverek mi öldürmüştü.
Şems 16 Aralık 1246’da birden kayboldu. Çekip gitmesi akla gelen bu ihtimali
kuvvetlendirmektedir. Ancak çok geçmedi Şems yine Konya’ya geldi ve bir yıl
sonra onun cesedi bulundu. A. Eflaki’ye göre onu Alaattin Çelebi öldürmüş,
babası Mevlana da oğluyla arasındaki irtibatı kesmişti. Ancak A. Eflaki eserinin
bir yerinde Şems’in Emir-i Dad, yani Adliye nazırı olan Emir Nasrettin’in adamları
tarafından öldürüldüğü belirtilmektedir.12
A. Eflaki, kitabında öyle şeyler söylemektedir ki, bunlardan ikisi Mevlana ile
ilgilidir. Bizim terbiyemiz böyle şeyleri kaldırmaz ama, konunun anlaşılması ve
netliğe kovuşması için az da olsa bazı bilgiler vermek zorundayız.
Mevlana bir gün hücrenin kapısını aralar ve içeri girer. O anda Şems ile Kimya
Hatun sevişmektedir, kapıyı kapar ve çıkar. Sonra bunu Şems’e sorar. O,
gördüğün Allah’tı der. Devam eder: Ben Allah’ın sevgili kuluyum. Allah ta o gün
Kimya Hatun suretinde bana geldi, seviştik. Şems’in bu sözleri Mecusi
inancından kaynaklanan Hululiye akidesinden gelmektedir.
Yine bir gün Mevlana, oğlu Sultan Veled’i Şems’e getirir. Oğlum temizdir.
Şimdiye kadar livata fiilinde bulunmamıştır, der. Peki, Mevlana’nın bu sözleri sarf
etmesindeki maksadı nedir? Çünkü Şems uzun süre Şam’da bulunmuştur. Orada
Ali Hariri adlı biri vardır. O adam livata fiiliyle tanınmıştır. Şems’le de yakın
muhabbeti vardır. Bu Şeyh Hariri, Mevlevi çevrelerce ulu bir kişi olarak
yansıtılmaktadır. Olanlardan Konya halkı ve Anadolu Selçuklu Devleti rahatsızdır.
Şems-i Tebrizi’nin “Konuşmalar” adlı kitabına bakınca onun Konya’nın fikir
muhitinde, özellikle Ahiler ve Türkmenlerle bir mücadele içinde olduğu
görülmektedir. Ahiler Ahi Evran’a, dolayısı ile Evhadettin Kirmani’ye bağlıydılar.
Evhadettin’in vefatından sonra onun yerine Zeyneddin Sadaka geçmişti. Bunun
hanikahında Anadolu Bacılar Örgütü faaliyet göstermekteydi. Mevlana’nın kızı

11 M. Bayram; a.g.e., s. 133


12 M. Bayram; a.g.e., s. 147-149

4
Melike Hatun da bu örgüte dahildi ve bilfiil bu örgütle ilgilenmekteydi. A. Eflaki’ye
göre, bir gün Şems uzaktan, örgüt faaliyetini icra eden Bacıları görmüş,
Mevlana’ya, içlerinde bir nur var, diyerek kızının da bunların içinde bulunduğunu
ihbar etmiş, Mevlana adamlarına zorla da olsa kızını alıp getirmeleri söylemiş, bir
daha da eve getirilen kızının dışarı çıkmasına izin vermemişti. Kimya Hatun bile
bu Bacılar Örgütü’nün bir üyesiydi. O da dışarı çıktığı günler buraya gelir, örgüt
faaliyetlerini icra ederdi13 denmektedir.
A. Y. Ocak, Bacıyan-ı Rum’dan yalnız Aşıkpaşazade’nin söz ettiğini, başka
herhangi bir kaynakta bundan söz edilmediğini söylemişti. Görüyoruz ki başka
kaynaklar da var.

d) Şems’in Öldürülmesi

Şems-i Tebrizi Konya’da katıldığı sohbetlerde hep kendi fikrini kabul ettirmek
için çalışır, bu nedenle tartışmalar yapardı ve sürekli Ahilerle sürtüşme
halindeydi. Bu nedenle A. Gölpınarlı onun için atak olduğu kadar da mücadeleci
bir kimliğe de sahipti der. Şems’in kitabında Nasuh’un tövbesinden
bahsedilmektedir. Onun nazarında Nasuh, Ahi Evran’dı. Mevlana da aynı şeyleri
söylemektedir.14 Nasuh’un “nasihat veren” anlamını çağrıştırmak için elinden
geleni yapar. Bunu yapmasının sebebi: Nasihatçının Ahi Evran olduğunu ortaya
koymak, Şems’in Nasuh hikayesini Cuha hikayesiyle birleştirmek, böylece
Selçukluların bu büyük şahsiyetini karakter yapısını ayaklar altına almak…
Konya sultanı İkinci İzzettin Keykavus’la bozuşan Dördüncü Ruknettin
Kılıçarslan taraftarlarını da alarak, Kayseri’ye gitmiş, kendini orada Selçukluların
ikinci sultanı ilan etmişti. Bu durumun ülkeyi böleceğini düşünen devlet büyükleri
Kayseri’ye bir nasihatçı heyetin gönderilmesine karar vermiştiler. Bu heyete
Kırşehir’de bulunan Ahi Evran da dahil edilmişti.15 O nedenle Mevlana, Nasuh
adının nasihatçılığı çağrıştıracağını çok iyi bildiğinden bu kurgu hikayeye çok ö-
nem vermişti. Mevlana ayrıca Nasuh’un bir dönemde saray muallimi, yani hace
olduğunu, böylece Hace Nasrettin denen Ahi Evran’ın o olacağının daha iyi
anlaşılacağını hesap etmiş, Alaattin Keykubat dönemini çağrıştırmasına da
bilhassa dikkat etmişti. 16
Şems- Tebrizi, Ahi Evran’a karşı olduğu kadar Birinci Alaattin Keykubat’a bile
karşıydı. Bu büyük Selçuklu hükümdarına Ahileri ve Türkmenleri tuttuğu ve onları
desteklediği için; “O hiçbir işe yaramaz, cimrinin biriydi. İki hüneri vardı. İyi ok atar
ve satranç oynardı” diyor.17
Şuna dikkat edelim. A. Eflaki diyor ki: Selçuklu sultanları Türkmen ileri
gelenlerine değer vermiş, bu nedenle Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmıştır.18 Oysa
Anadolu Selçuklu Devleti Birinci Alaattin Keykubat devrinde en ihtişamlı devirle-
rinden birini yaşamıştı. Bu dönem Selçukluların en parlak ve en güçlü

13 M. Bayram; a.g.e., s. 149-151


14 M. Bayram; a.g.e., s. 151-152
15 M. Bayram; a.g.e., s. 105
16 M. Bayram; a.g.e., s. 108
17 M. Bayram; a.g.e., s. 152
18 M. Bayram; a.g.e., s. 245

5
dönemidir.19 Herşey onun Saadettin Köpek ve İkinci Gıyasettin Keyhüsrev
tarafından zehirlenip öldürülmesinden sonra oldu. Babailer isyanı çıktığı gibi, o
güne kadar Anadolu’ya adım atamayan Moğollar Kösedağ’da Selçukluları
mağlubiyete uğrattılar. Sonrası da malum: Kardeş kavgaları. Dördüncü
Kılıçarslan, Moğollarla mücadele eden kardeşi İkinci İzzettin Keykavus’a vakt-i
zamanında, Mevlana ve çevresinin sözlerine kapılmayıp destek verseydi,
Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmazdı.
A. Eflaki, kitabında Şems’in öldürülmesiyle ilgili çok önemli bir olayı
nakletmektedir: Vezir Nasrettin’in hanıkahında önemli kişiler ve devlet adamları
da toplanmışlardı. Bu mecliste şeyhler, a’limler, filozoflar bile bulunmaktaydı.
Bunlar konuşuyordular. Şems de oraymış. Bir ara dayanamamış ve konuşmaları
bölerek şu sözleri söylemiş: “Ne zamana kadar onun bunun sözlerini nakledip
duracak ve bununla övünecek”siniz. “İçinizden kalbim bana Rabbim’den bu
haberi veriyor diyecek yok mu?” Meclistekiler donup kalmışlar. Şems açık açık
vahiyden söz ediyormuş. “O bu sözleriyle kendisini vahye mazhar görmekte ve
hulul inancını dile getirmekte”ydi. (Aynısını daha sonra Mevlana da dile getirecek,
yazdığı eseri Mesnevi için diyecekti ki: “Şu Mesnevi ne faldır, ne remildir, ne rüya.
Doğrusunu Allah da biliyor ki, o Allah’tan vahyedilmiştir.”) Hanikahın sahibi Vezir
Nasrettin ise Ahi Evran’dı. O İkinci İzzettin Keykavus’un veziriydi. A. Eflaki,
kitabının bir başka yerinde, buna benzer olaya temas ederek Vezir Nasrettin’in
Şems-i Tebrizi’nin sözlerine karşılık verdiğini, neredeyse bir kavganın çıkacağını,
o sırada Mevlana’nın Şems’in koluna girip, onu götürdüğünü söylemektedir. Bu
olaydan sonra Şems öldürülmüş. A. Eflaki’nin ikinci olayda bahsettiği Vezir
Nasrettin, Adalet bakanı Nasrettin Ahmet’tir. Sahipata Fahrettin Ali’nin bir
oğlunun adı da Nasrettin Hasan’dır, ancak o 1277 yılında ölmüştür. Otuz yıl önce
o, bir çocuk idi. Babası da Türkmenlere muhalifti. Adalet bakanı Nasrettin Ahmet,
Şems’in öldürülmesinden bir yıl sonra öldürüldü. Ancak buna rağmen Mevlana
ve çevresi Şems’in ri olarak Ahi Evran ve Alaattin Çelebi’yi bildiler. Aslında Şem-
s’in katlini Nasrettin Ahmet’in gerçekleştirdiğini Mevlana da biliyordu: Bunu bir
şiirinde açık açık belirtmişti.20 Ama o, buna rağmen Ahi Evran’a çamur atmaktan
vazgeçmedi.

e) Ahmet Eflaki ve Yanlışları

A. Eflaki’nin “Ariflerin Menkıbeleri” yanlışlıklarla doludur. Bu yanlışlığın biri de,


Şems’in Bedrettin Gevhertaş’ın kabrinin yanına defnedildiğini söylemesidir.
Gölpınarlı bu yanlışın farkına varmış, Bedrettin’in Şems’in kabrinin yanına
defnedildiğini söylemiş, böylelikle yanlışı düzeltmiştir. Bedrettin Gevhertaş da
Şems’i öldürenler arasındaydı.21 Mevlana’nın Gevhertaş’a yazdığı iki mektup
vardı. Bu mektuplar, ondan uzaklaşan Alaattin Çelebi’nin küskünlüğü unutup eve
dönme hususundaydı. Ancak bu gerçekleşmedi. B. Gevhertaş vefat ettiğinde,
serveti ve malı devlet tarafından müsadere edildi. Mevlana, ilgililerden, bu
servetin talebelerinden biri olan Cemalettin’e verilmesini istedi. Dediğini yaptılar.

19 M. Bayram; a.g.e., s. 152


20 M. Bayram; a.g.e., s. 152-154
21 M. Bayram; a.g.e., s. 161.

6
Bu mal ve servet böylece ona ve çevresindekilerin hizmetine sunuldu.22
A. Eflaki’nin anlattığı olayda da yalan ve haddinden fazla abartmalar var ama,
onun verdiği bazı bilgilerin araştırmamıza fayda teşkil edecek yönü de yok değil.
Ancak “Ariflerin Menkıbeleri”nde Hacı Bektaş için öyle bir yer var ki, orada ifade
edilen çok çirkin olduğu gibi çok da yakışıksız. A. Eflaki’nin Hacı Bektaş’ı
sevmediği gibi onun düşmanı23 olduğu da kesin. Bunu o kadar ustalıklı ve o kadar
hince yapıyor ki, Şeyh İshak’ın Hacı Bektaş’ın yanına dönmesi ile, Hacı Bektaş’ı
konuşturup, onun ağzından; “Aynı gün Mevlana hazretleri kükreyen bir aslan gibi
içeri girdi ve bana ‘bacısı fahişe’ deyip gırtlağımı sıktı. Öleceğimden korktum, baş
koyup istiğfar ettim, yalvarıp yakardım ve kendi aczimi itiraf ettim. Bir anda
gözden kayboldu”24 diyor.
Peki “İran kültürü ve zevkine hayran yüksek tabakanın daha çok rağbet ettiği”
ve zihninde İran felsefesinin daha ziyade yer ettiği Mevlana25 Celalettin, Hacı
Bektaş Veli’nin kızkardeşini nereden tanıyor? Belki babası Bahattin Veled
tanıyabilir ama, çünkü Belh’ten geldiklerine göre, orası da bir Horasan sayılır,
tanıdığına da pek ihtimal vermiyoruz. Hacı Bektaş’ın kızkardeşinin olup olmadığı
da meçhul, böyle bir durumda öyle çirkin bir kelimenin kullanılması ancak A.
Eflaki’ye yakışır, başkasına değil. O bu çirkin kelimeyi kullanacağı yerde
Mesnevi’deki eşek ile kabak hikayesini sorgulasaydı. Bir de utanmadan
arlanmadan birileri kalkmış, Mevlana’nın Mensevi’sine ikinci Kur’an diyor. Onlar
halt etmişler. Bir Tanrı kitabından öyle şeyler bulunmaz.
Mevlana Celalettin’in ne olduğunun farkına Türkiye’de ilk defa kıymetli
yazarlarımızdan Necdet Sevinç varmıştır. Bir gün gazetedeki köşesinde bu
hususta bir makale yayınlar. Mevlevilerden tenkit üstüne tenkit alır. N. Sevinç bu.
Umursamaz. Aradan biraz zaman geçer. Arayan rahmetli Prof. Dr. Mahmut Esat
Coşan’dır. Bunun pek çok dini kitabı ve ayrıca Hacı Bektaş’ın olduğu ileri sürülen
“Makalat” adlı eserin üzerinde kapsamlı bir çalışması da vardır.26 Ayrıca
tarikatçıdır. Bu tarikatın da Allah’ın rahmetine kavuşmuş şeyhidir. Der ki; Necdet
Bey, gazetedeki yazınızı okudum. Mevlana Türk diline ve kültürüne çok zarar
vermiştir. Mesnevi adlı eseri de edep dışıdır. Az bile yazmışsınız.
Mevlana Celalettin, bırak taa Konya’dan Kırşehir’e bir anda gelmeyi, evinin bir
odasından diğerine bile bir anda geçmeyi beceremez. A. Eflaki bu. Ona
olağanüstü güçler verecek ki, birileri Mevlana’nın veli olduğuna, keramet sahibi
olduğuna inansın.

2- KADINCIK ANA

22 M. Bayram; a.g.e., s. 162.


23 Ethem Ruhi Fığlalı; Milli Bütünlüğümüz ve Hacı Bektaş Veli, Ankara 1997,., s. 6.
24 A. Eflaki; a.g.e., s. 372
25 Abdullah Tekin; Babalılar Ayaklanması (Hacı Bektaş’ın Aykalnmadaki İşlevi ve Babalığı Bektaşiliğe Dönüştürmesi,
Ankara 1978, s. 59-60.
26 A. Y. Ocak; Hacı Bektaş-ı Veli İslam Ansiklopedisi 14. Cilt, İstanbul 1996, s. 457.

7
a) Mücadeleci Bir Kadın

Selçukluda iktidarı değiştiren güçler, yeni sultanın fermanı ile Ahilerin ve


Türkmenlerin ne kadar mal-mülkleri, medrese-tekkeleri varsa, müsadere
ettirmişler; şeyhlerin, dervişlerin de Mevlana’ya bağlanma zorunluluğunu
getirmişlerdi. Hülagu’nun bizzat, Mevlana’ya “Rumun Şeyhi” unvanını verdiği27
söylenir. “Menakıb-ı Evhadettin Kirmani” adlı eseri yazan Sivaslı Muhammet, bu
kitabında Fatma Hatun’dan söz açmakta, onun Ahi Evran’ın hanımı olduğunu,
Kayseri’de Moğollara esir düştüğünü, 14 yıl kadar hapis yattığını, esaretten
dönünce kocası Ahi Evran Hace Nasrettin’le yine bir araya geldiğini, ölümünden
sonra evlendiğini ve çocuklarının olduğunu söylemektedir.28 Fatma Hanım Ahi
Evran’la her halde Babailer isyanından çok önce evlenmişlerdi. Çünkü Ahi Evran,
Birinci İzzettin Keykavus ve Birinci Alaattin Keykubat’ın devlet adamlarından
biriydi. Birinci İzzettin Keykavus devrende de evlenmiş olabilirler. İkinci Gıyasettin
Keyhüsrev, tahta oturunca, Ahi Evran ona karşı mücadeleyi başlatıyor. Bunun
için de Adıyaman’da bulunan Baba İshak’la da bir ilişkiye girmiş olabilir.
Türkmenler 1239’da ayaklanıyorlar. Bu yıl isyanın başlangıç yılı. 1240 Ekim
ayının sonarına doğru Malya Ovası kırımı meydana geliyor. Ahi Evran, Hacı
Bektaş ve Menteş’le Kayseri’ye varıyor. Her halde eşi Fatma Hatun burada. Ama
o, 1241’de Selçuklular tarafından tutuklanıyor.
Fatma Hanım, 1243 yılında hapse atılıyor. Fatma Hanım 1254 yılında hapisten
çıkıyor. O yıl İkinci İzzettin Keykavus tek başına iktidar koltuğuna oturmuş-.29 Bu
sırada kocası Ahi Evran, Selçuklu sultanı İkinci İzzettin Keykavus’la birlikte
Moğollara karşı mücadele vermekte. Ahi Evran 1261’de öldürülüyor. Fatma
Hatun’a Kadıncık Ana denmesinden belli olduğu gibi, onun bir evladı var. Bu Ahi
Evran’ın vefatından önce de söyleniyor. Demek ki onun bir çocuğunun olması
doğru. Kadıncık Ana, herhalde oğlunu Kayseri’den alıp Kırşehir’e,
Sulucakarahöyüğe getiriyor. Hacı Bektaş, Kadıncık Ana gibi onu da evlatlık
olarak kabul etmiş.30 Olay bu.

b) Bacıyan-ı Rum

Birinci Alaattin Keykubat Ahiyan-ı Rum Teşkilatı’nı Ahi Evran’a kurdururken,31


Kayseri’de Ahi Evran’ın hanımı Kadıncık Ana Fatma Bacı’ya da Bacıyan-ı Rum
Teşkilatı’nı kurdurmuştu. Bu iki teşkilatın yanında bir de Abdalan-ı Rum Teşkilatı
vardı ki, kurucusu Abdal Musa’ydı. Ahi teşkilatının Ahileri, yani esnaf ve sanatkar
kuruluşlarını, Bacılar teşkilatının kadınları, kızları örgütlemesi gibi bunun gayesi
de dervişleri, gezginleri, kimsesizleri, yardıma muhtaçları örgütlemekti. Abdal
Musa’nın Hacı Bektaş ve Ahi Evran devrinde yaşadığı kesindir. Onun Orhan Bey

27 M. Bayram; a.g.e., s. 253


28 M. Bayram; a.g.e., s. 239.
29 M. Bayram; a.g.e., s. 39
30 M. Bayram; a.g.e., s. 239
31 Ahi şecerenamelere ve fütuvvetnameleri Ahi Teşkilatı’nın Kırşehir’de kurulduğunu belirtirler. Ancak ilk Ahi teşkilatı
Kayseri’de kurulmuştu. Moğolların Kayseri katliamından sonra Ahi teşkilatı yeniden kuruldu. Bunun kurulduğu yer de
Kırşehir’dir. M. Bayram; a.g.e., s. 38

8
devrinde yaşadığı32 tamamen uydurmadan başka bir şey değildir. Hatta Abdal
Musa Osman Bey devrinde bile yaşamamıştır. Ancak o, Ertuğrul Gazi devrinde
yaşamış, hatta Kırşehir’den ayrıldıktan sonra Söğüt civarına varmış ve bu beyle
görüşmüş, hatta onun seferlerine yardım etmiş, ölümü ve beyliğin başına 1281
yılında, Moğol yanlısı Dündar Bey’in geçmesiyle Antalya’ya gitmiş, orada şimdiki
tekkesini açmış ve yol erenleri yetiştirmeye devam etmiştir. O, Osmanlı
Devleti’nin kuruluşuna erişmiş de olabilir ama, bunu kanıtlayacak elimizde
herhangi bir belge yok. Ancak onun 1300 yılına varmadan vefat ettiğinden eminiz.
Rivayetlerden biri Bursa’da, diğeri de Antalya’nın Elmalı kazasında iki Abdal
Musa’nın bulunduğu görülmektedir.33 Bu doğru olabilir. Herhalde Orhan Bey
devrindeki Abdal Musa, Bursa’da türbesi bulunan kişidir.
Kadıncık Ana Bedrettin İdris’le evlenmiş olabilir. Belki onun bu evliliğini şer
güçlerden korunma nedeniyledir. Çünkü Anadolu’da bir kadının kocasının
ölümünden sonra evlenmemesi mümkün değil diye bir kaide yok. Bunu Mecdettin
İshak’ın hanımı ile Muhittin Arabi’nin nikahlanmasında34 görüyoruz. Hacı Bektaş
1271’de vefat etmiş. Vilayetname’de Hızır Lale, onun ölümüne yakınken yedi
yaşında.35 Burada yetmiş yaşındakiler yedi yaşındakinin elini öpsünler deniyor.
Bu bize uydurma gibi görünüyor. Çünkü Türk töresi ve geleneğinde yaşlıların yeri
her zaman baş köşe. Yetmiş yaşındakinin yedi yaşındakine tabi olması pek
mümkün değil. Eğer öyle olsa idi; Kınık Hatun, oğlu Tuğşad’ın yerine Buhara
melikesi36 olmazdı. Oğuz töresinde, çocuk hükümdar bile olsa, erişkin, yani
rüştüne ermedikçe, emri dinlenmez. Demek ki, devlet görevlileri Vilayetname’yi
değiştirirlerken buraya da el atmış, Hacı Bektaş çizgisini bozmak için böyle bir
ifadenin kullanılmasını gerek görmüşlerdir. Burada dolaylı yoldan Hacı Bektaş’ın
Fatma Hatun ile, evli bile olsa, cinsel ilişki kurduğu ima edilmek istenmektedir.
Bunu anlamamak için aptal olmak gerek. Vilayetname’yi ve Hacıbektaş’ın
Makalat’ını İkinci Beyazıt’ın Hacıbektaş Dergahı’nda okuttuğunu düşünün.
Ancak, Kadıncık Sultan’ın Bedrettin İdris adlı biriyle evlendiğini, Hacı Bektaş’ın
Kadıncık Sultan’ı bu halde bile, evlatlık olarak gördüğünü37 kabul edebiliriz. Bunu
zaten Aşıkpaşazade, eserinde söylemektedir:
“Hacı Bektaş Kayseri’den Karahöyüğe geldi. Şimdi mezarı şerifi ordadır.
Misafirler ve seyyahlar arasında anılan, Rumda dört taife vardır. Biri Gazıyan-ı
Rum, biri Abdalan-ı Rum, biri Ahiyan-ı Rum ve biri de Bacıyan-ı Rum’dur. İmdi
Hacı Bektaş hazretleri bunlar içinde Bacıyan-ı Rum’u ihtiyar etti. Kim Ana Hatun
ona derlerdi. Geldi, onu kız edindi ve keşf-ü kerametini ona teslim etti.. Ondan
sonra, ol aradan sonra Allah’ın rahmetine vardı.”38
“Geldi onu kız edindi, keşf-ü kerametini ona teslime etti” sözünden, Hacı
Bektaş’ın Kadıncık Ana’yı kutsadığı, onun Amazon, yani mücadeleci kadın
ruhunu daha da bilediği, bu işi tamamlayacağı söylenmek istenmiştir. Başka türlü

32 Orhan Köprülü; Abdal Musa, İslam Ansiklopedisi 1. Cilt, 1stanbul 1988, s. 64


33 O. Köprülü; a.g.m., s. 64
34 M. Erol Kılıç; İbnülarabi, Muhyiddin, İslam Ansiklopedisi, 20. cilt, , İstanbul 1999, s. 494
35 Esat Mahmut Coşan, Hacı Bektaş Veli -Makalat-, s. XXIII.
36 Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı; Türkler Nasıl Müslüman Oldu, Konya 2004, s. 108-109
37 E. R. Fığlalı; a.g.e., s. 17.
38 Kutluay Erdoğan; Alevilik Bektaşilik, İletişim Yayınları, İstanbul 1993, s. 17

9
yorumlanamaz. “Ancak, Hacı Bektaş’ın elini yıkadığı ve burun kanının karıştığı
suyu dökmeyip içen Kutlu Melek’in gebe kaldığı, Timurtaş adında bir oğlunun
olduğu ve neslin bu evlattan yürüdüğü iddiası inandırıcı değildir.” 39

c) Uzun Firdevsi

Bektaşiler, bilhassa Hacı Bektaş soyundan geldiklerini söyleyen Çelebiler


Kadıncık Ana’ya dair dedikodulardan çok rahatsız olmuşlardı. XX. Yüzyılın
başına kadar da aynı rahatsızlık devam etmiştir. Çelebi Ahmet Celalettin Efendi
Hazretleri dayanamamış, 1912 yılında “Müdafam” adlı bir kitap yazmıştır. O bu
kitabında demiştir ki:
Bizim Hacı Bektaş nesli olduğumuz doğrudur. Seyit Ali Sultan’dan
gelmekteyiz. Resul Bali ve Mürsel Bali de bizim atalarımızdır. Ceddimiz olan
Timurtaş, yani Seyit Ali Sultan için, İstanbul Üsküdar Himmetzade Dergahı’ndaki
“Tarih-i Selatin Osmaniye” adlı kitabın 49. Sayfasında “İdris Hoca’nın kerimeleri
Fatma Nuriye Hatun’dan mütevellit ve Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin sülb-ü sahih
ve nesl-i pak” denilmekte ve neslimizin bundan geldiği tamamen doğrulanmakta-
dır. Orhan Gazi devrinde Yeniçerilere, yani saray görevlisi askerlere de “Akbörk”
giydiren bizim bu atamızdır.40
Ahi Evran’ın 1220’den, yani Birinci İzzettin Keykavus vefat etmeden çok önce
Kadıncık Ana ile evlendiği41 söyleniyor. 1261’den bu yılı çıkaralım. Kırkbir kalır.
En az onsekiz veyahut 20 yaşı da ilave edelim. 59 eder. 4 yıl da buna ekleyelim.
63 eder. Buna 65 diyelim. Şimdi elinizi vicdanınıza koyun, bu yaştaki bir kadının,
bırak Bedrettin İdris’i, Hacı Bektaş’tan bile oğlunun olması çok ama, çok zor.
Hemen hemen imkansız. Ahi Evran’ın hanımı Kadıncık Ana’nın 1220’den önce
Kayseri’de Bacıyan-ı Rum Teşkilatı’nı kurduğu ve bu teşkilatı idare ettiği42 de
söyleniyor. Böyle biri, 1220 yılında en az 20 yaşında, hatta daha fazla yaşta biri
olmalı.
Vilayetname’de anlatılan Hacı Bektaş’ın Kadıncık Ana ile evlenmesi ve ondan
Timurtaş (Hızır Lale -Lala-) adlı çocuğunun olması demek ki, doğru değil.
Böylelikle Vilayetname’nin Balım Sultan’dan sonra (bu İskender Çelebi de olabilir)
değiştirilmesi meselesinde gerçeklik payı var. Bektaşilerin Babağan kolunun
haklılık payı yüksek. O zaman şunu söyleyebiliriz. Bu Hızır Lale, Hacı Bektaş’ın
değil de kimin? Bir evlatlık olabilir. Ahi Evran’ın evladı da olabilir diyeceğiz ama,
onun çocuğu olmadığı43 söyleniyor. Buna rağmen Hızır Lale’nin Kadıncık Ana’nın
oğlu olduğu belli. Ahi Evran, yoksa tutuklanmasınlar, öldürülmesinler diye
evladının olduğunu gizlemiş olabilir mi? Bunu bilmiyoruz. Bütün şüpheler o yön-
de. Hacı Bektaş’ın “Makalat” adlı eserinde, bunu incelen Mahmut Esat Coşan’ın
yazar hakkında verdiği malumatta olduğu gibi, Hızır Lale’nin Hacıbektaş
Dergahı’nın başına geçirildiğine göre, demek ki bu çocuğun yaşı yedi değil, çok
daha fazla, hatta yetişkin biri.

39 K. Erdoğan; a.g.e., s. 17
40 K. Erdoğan; a.g.e., s. 17-18
41 M. Bayram; a.g.e., s. 35
42 M. Bayram; a.g.e., s. 35-36
43 M. Bayram; a.g.e., s. 249.

10
Zaten İkinci Beyazıt’ın Mevleviler, Ahiler ve Bektaşiler arasında mevcut olan
ihtilafı gidermek için harekete geçtiği, bunun için bir çalışma başlattığı, çalışmanın
en önemli kişilerinden birinin de Fidevsi-i Rumi adlı Acem olduğu, bunun Hacı
Bektaş Menakıpnamesi’ni alıp yeniden yazdığı, yazdığı Menakıpnamede, Ahi
Evran ve Hacı Bektaş ile, yani bu iki liderle Mevlana arasında gerginliğin
giderilmesine çalıştığı, bu liderler arasında dostane ilişkilerin mevcut
bulunduğuna ilişkin kısımlara yer verdiği44 söylenmektedir. Uzun Firdevsi’nin bu
tahrif işi doğrudur. Çünkü Mikail Bayram bunun için, “Uzun Firdevsi bunu yapmak
için özel olarak görevlendirilmişti” diyor ve ekliyor: Hayali çok geniş olan bu adam
tarihi gerçeklerle bağdaşmayan bu hikayeyi uydurmuştur. 45
Demek ki, Ahmet Eflaki’nin kitabında Mevlana’ya söylettirilen o çirkin
yakıştırmada Mevlana’yı haklı çıkarmak için, Vilayetname’de tahriflere gidilmiş,
burundan kan damlama meselesi eklenmiş, Hacı Bektaş’ın Kadıncık Ana ile zina
yaptığına dair bir ima da araya sokuşturulmuş. Bunu yapanlar kaş yapayım
derken göz çıkarmışlardır. Ne Balım Sultan’ın, ne İskender Çelebi’nin, ne de Şah
Kalender’in bu işte suçu olmayabilir. Suç Sultan-ı Beyazıt-ı Veli denen padişahın
işidir. Onun bu pisliğini oğlu Yavuz Sultan Selim, torunu Kanuni Sultan Süleyman
zor temizleyeceklerdir. Bu iki padişah, bilhassa Yavuz, babasının bir haltlar
çevirdiğinden şüpheliydi ama, tam olarak çözememişti. Kanuni’nin isyancılar
üzerine gönderdiği Frenk İbrahim Paşa da olayın bu yönde çıktığını padişaha
bildirmemiş olabilir. Daha doğrusu isyancı Baba Zünnun ve Şah Kalender46
boşuna başkaldırmamışlardı. Onlar Vilayetname’de, ya da Makalat adlı eserlerde
bu gibi imaları okuyunca, binlerce-onbinlerce Hacıbektaş yoldaş ve gönüldaşları
ile herhalde boş durmayacaklardır.
Kur’an’da ayet var. Deniyor ki: Kim ölmüş bir kardeşinin etini yemek ister?!
Bundan tiksindiniz, değil mi?! Allah bu. Kaybı biler. İleride neler olacağını da bilir.
Kanaatimce Allah bu ayetle Ahi Evran’ı kastetmiş. Onun etinin yenmesini de
eşine atılan çirkin iftira ile ifade etmiş. Bir Müslümanın bunu çok iyi düşünmesi
gerek. Yoksa vebalden kurtulamaz.
Mevlana, vefat eden Selçuklu devlet adamlarının veyahut zengin şahsiyetlerin
malını mülkünü kendinin veyahut yakınlarının üzerine devlet kanalı ile birer birer
geçirtmiş.47 Mevlana, Konya sultanlarının bir numaralı el etek öpücüsü, Mo-
ğolların da destekçisi;48 Konya sultanı Moğollara karşı olmadıkça, o sultana bir
şey demiyor, olursa öldürtenler listesine dahil oluyor.49 Mevlana, Hacı Bektaş’a
hitap ederken ona “Bacısı Kahpe” diyor.50 Dil uzattığı ise Bacıyan-ı Rum ör-
gütlenmesinin başındaki kadın,51 Kadıncık Ana’dan başkası değil. Ancak bunu
daha önce belirttiğimiz gibi Ahmet Eflaki, Mevlana’ya mal etmiş. Onun ruhunun

44 M. Bayram; a.g.e., s. 226


45 M. Bayram; a.g.e., s. 226
46 Mücteba İlgürel, Şah Kalender İsalm Ansiklopedisi 24. Cilt, İstanbul 2001, s. 249
47 M. Bayram; a.g.e., s. 239-240.
48 M. Bayram; a.g.e., s. 202-205.
49 M. Bayram; a.g.e., s. 208-211.
50 M. Bayram; a.g.e., s. 239-240.
51 M. Bayram; a.g.e., s. 239.

11
ağzından söyletiyor. Mevlana demiş mi, dememiş mi, bunu bilemeyiz. Peki, Mev-
lana’nın kızı da o örgütte? Bunu düşünen yok. Demek ki Kadıncık Ana temiz,
Bacıyan-ı Rum örgütlenmesi de temiz. Bunlar Mevlana’nın kalbinden,
düşüncesinden daha saf, daha duru, daha berrak... Anlaşılan Kadıncık Ana’ya
Mevlana’nın öfkesi korkunç boyutlarda. Peki, Mevlana’yı o kadar kızdıran ne?
Kızının Bacıyan-ı Rum’dan vazgeçmek istememesi. Başka ne olabilir?

d) Evhadettin Kirmani’nin Kızı

Kadıncık Ana basit biri değildi. Asıl adı Fatma’ydı. O, Türkmenlerden ve


Mevlana’nın baş düşmanı olarak kabul ettiği Evhadettin Kirmani’nin kızıydı.
Babailer isyanı ve Moğollara karşı olması nedeniyle 13 yıl göz altına alınmıştı.52
Onu Moğollar Kayseri’de tutuklamıştılar. Her an öldürülme ihtimali vardı. O bir
yandan Moğollardan kaçarken, diğer yandan halkı Moğollara karşı mücadele
vermek için örgütlemekteydi.
Şimdi böyle bir Türk kadını var. Daha önce demiştik, Ahmet Eflaki, kitabında
Mevlana’nın ağzından niye öyle bir çirkin kelimeyi kullanıyor diye. Hacı Bektaş’ın
bacısını nereden tanıyorlar diye de sormuştuk. Evet; demek ki, durum buymuş.
Mevlana da böylelikle Hacı Bektaş’ın Kadıncık Ana’yı bacı olarak yanına aldığını
kabul ediyor. Ama, A. Eflaki o çirkin kelimeyi kullanmış. O bunu Kadıncık Ana
denen Fatma Hatun’un Evhadettin Kirmani’nin kızı olması ve Moğollara karşı
mücadele vermesi nedeniyle yapmış olabilir. Daha doğrusu Mevlana da sanıldığı
gibi değil. O emperyalizmin, sömürünün bir maşası ve insanlıktan da nasibini
almamış, çıkarından başka bir şey düşünmeyen biri. Bir kadının, bu öyle bir kadın
ki, Moğol emperyalizmine başkaldırmış, Moğol sömürüsüne başkaldırmış,
yıllarca bu uğurda hapis yatmış, böyle birinin namusuna dil uzatıyor. Demek ki
efendilerinden bu hususta gerekli emri almış. O Moğollardan korkuyor ama,
Allah’tan korkmuyor.
İslam ne diyor, kendi gözünle görmeden, bunu gözüyle gören iki de şahidin
olmadıkça, kimsenin namusuna dil uzatamazsın. Çünkü İslamda namus çok
mühim. Moğollar Kadıncık Ana’yı hapsedebilirler ama, asla namusuna
dokunmazlar. Çünkü bu, Cengiz Yasası’nın önemli kuralıdır. Cengiz Han’ın da
anası kaçırılmış, uzun süre Merkitlerin elinde kalmış. Namusa dokunmazlar ama,
birilerine emredip onlara şu şekilde laflar söyleyin diyebilirler. Peki, Mevlana’nın
bu tür bir plana gelmesi neden? XX. Yüzyıl’da Mevlana’yı bir büyük, bir düşünür
olarak, cümle aleme tanıttılar, acaba bunu XXI. Yüzyıl’da yapabilecekler mi?
Çünkü Mevlana eski Mevlana değil. Mevlana, XX. Yüzyıl’da topluma tanıtılandan
başka bir Mevlana. Mevlana, kızının Bacıyan-ı Rum örgütlenmesindeki yeri ve
onu vazgeçirememesi nedeniyle öfkeden küplere binen biri.
O çirkin iftirayı, 1261 yılından önce yaptığı belli. Şeyh İshak’tan bahsediyor,
bunun Baba İshak olduğunu biliyoruz. Hem şeyh diyor hem de bunun Hacı
Bektaş’ın müridi olduğunu söylüyor. Bir kavgadan, gürültü-patırtıdan da söz
açıyor. Onun bu sözlerle Babai isyanını kastettiği açık. Ancak bu isyan 1239’da
başlamış, 1240’da sona ermiş. Baba İshak, veyahut Baba Resul de öldürülmüş.
Hacı Bektaş çok daha sonra Sulucakarahöyük’e gelip yerleşiyor. Kadıncık Ana

52 M. Bayram; a.g.e., s. 251-252.

12
ancak Ahi Evran öldürüldükten sonra, 1261’de buraya geliyor. Aradan 21-22 yıl
geçmiş. Ahi Evran ile Mevlana düşmanlığı da Şems-i Tebrizi’den sonra daha çok
artıyor, 1244 ile 1247 yılarında. Peki, Ahmet Eflaki bunu bilmiyor mu? Kendince
kitabında neden o çirkin cümleyi kullanmak lüzumunu hissediyor?
Bektaşilerin Babağan koluna göre, Hacı Bektaş neslinden bir kişinin bile
olmadığı, Hacı Bektaş’ın Kadıncık Ana’nın oğlunu manevi evlat edindiği, bu
nedenle Çelebilerin kendilerini Hacı Bektaş’ın neslinden geldikleri fikri mantıklı
olduğu kadar da, gerçekçidir. Ancak onun fiziki evladı olduklarını söylemekte
mantık yoktur; bu gerçek de değildir.
Sersem Ali Baba, Kalender Çelebi isyanında Babağan kolunun başındaydı.53
Yalnız onlardaki mücerretliği halen çözemedik. Genellikle Rumeli Bektaşileri, yani
Dimetoka’daki Kızıl Deli Hacı Bektaş Dergahı’na bağlı olanlar Babağan koluna
mensupturlar. Dedebabalar olarak da bilinirler. Sonradan bu kol Anadolu
Aleviliğine sıçradı. 1826 yılından sonra Bektaşilerin Dedeğan kolu, diğerlerini,
yani Çelebileri döneklikle suçladılar. Çünkü İkinci Mahmut’un
Nakşibendilileştirme hareketine bazı Çelebilerden dahil olanlar vardı. Ancak
bozulmamış Çelebilerden Çelebi Ahmet Celalettin Efendi, Türk Kurtuluş
Savaşı’nda Mustafa Kemal’e Hacıbektaş’tan destek verdi.54

3- MÜCADELENİN BAŞKA YÖNÜ

a) Ayna

Mevlana, Şems’in etkisiyle kadınları önemsemez, onları cinsel olarak


değerlendirirken,55 Ahi Evran, kadınlara Türklerdeki eski kimliklerini, yani harpçi,
iş görücü, neyin ne olduğunu bilir, ona göre davranır kimliğini vermişti. Bu nedenle
Melike ve Kimya Hatunlar Ahi Evran’ın safında yerlerini almıştılar. Alaattin
Çelebi’nin Ahi Evran’ın safında yer almasının sebebi, iki yüzlülüğü sevmemesi,
yurtsever oluşu, yani Moğollara karşı oluşu; edebiyattan ziyade askerliğe elverişli
bulunmasındandı. Çünkü şairlik gücü olmayan Alaattin, babasının yanında bir
hiçti.
Mevlana, Ahi Evran düşmanlığında o kadar ileri ve o kadar aşırı gider ki, o
zamanki halkın nazarında bu muteber adamı, alabildiğine küçültmek için aklın ve
hayalin alamayacağı iftiralara baş vurur, onu Türk milletinin bir ferdinde bile
bulunmayan, ancak Farslılarda yaygınlık kazanmış olan bir nitelikle, eşcinsel
olarak tanımlamak ister. Evet, maalesef bu çirkinliği de yapar. Onun bunda tek
gerekçesi ise Ahi Evran’ın çocuğunun olmamasıdır.56 Peki, bir insanın çocuğunun
olmaması suç mudur? Veyahut çocuğunun olmaması nedeniyle bir insan
eşcinsel olarak suçlanabilir mi? Demek ki suçlanabiliyormuş. Oysa Kur’an’da şu
ayet var: Biz ona yanında bulunan ve kendine hizmet eden evlatlar verdik. Daha

53 K. Erdoğan; a.g.e., s. 20
54 K. Erdoğan; a.g.e., s. 20-21
55 M. Bayram; a.g.e., s. 202.
56 M. Bayram; a.g.e., s. 97-99

13
ne ister? Evet, ayetin kendisi bu. Her şeyin hakimi olan Allah’ı bile gına
getittiriyorlar.
Cemalettin Savi’nin talebesi Ali Hariri’nin Şems’ten sonra yakın dostu Mevlana
bunu söylüyor. Devrin tertemiz bir insanını homoseksüellikle suçluyor. Evhadettin
Kirmani’nin Menakıbında Ali Hariri ve çevresinin livata fiilini işledikleri, yani
homoseksüel ilişkide bulundukları belirtilmektedir.57 Oysa Mevlana’ya Ahi Evran
düşmanlığı ona Kur’an’daki, bir kavme olan düşmanlığınız diye başlayan ayeti
bile unutturmuştur. Söz konusu kavim ise Türkmenlerdir. Bakın onu doğru yola
sevk etmek için gönderildiğini söyleyen Şems-i Tebrizi, bakın Mevlana’ya ne
demektedir:
“Ey dost, aynayı elime ver de bakayım diyorsun! Buna bir bahane
bulamıyorum, sözünü kıramıyorum, ama gönülden bir bahane bulayım da aynayı
sana vermeyeyim diyorum. Çünkü senin yüzünde bir kusurun var desem, belki
ihtimal vermezsin, eğer ayanın yüzü kusurludur desen, daha beter olur.” “Şimdi
diyorum ki, aynayı eline vereyim, ancak ayanın yüzünde bir kusur görürsen onu
aynadan bilme; aynada sonradan olmuş bil! Bari benim yanımda aynaya bakma.
Şart odur ki aynanın yüzünde kusur bulmayasın. Eğer kendinde bir kusur bulamı-
yorsan, bari o kusuru bende bul ki, aynanın sahibiyim. Aynayı kötüleme!”.58
Bunu diyen ve ona bağlı olanlar, Şems’in neden ortadan kaybolup bir daha
görünmediğini sorgularlarken, akıllarına bunu Ahi Evran’ın Alaattin Çelebi’ye
Kimya Hatun için yaptırdığı geliyor.59 Ahi Evran ve Alaattin Çelebi’nin de öldürül-
meleri60 bunu doğrular gibi. Burada, katiller için Seyfettin Tuğrul’a sığındılar
deniyor ama, işin içinde bir karışıklık var sanırım.

b) Muhittin Arabi

Mevlana’nın kindarlığı yeni değildir. O hem Ahi Evran’ı hem de Hacı Bektaş’ı
kötülemek, karalamak; böylece bir taşla iki kuş vurmak isterken, babasının
karakter yapısından esinlenmiş olabilir. Çünkü onun Muhittin Arabi’yle araları iyi
değildi. 1228 yılında Konya’ya geldikten sonra Muhyittin, neden eskisi gibi
Konya’ya gelip gitmemiş ve sarayla irtibatını sırf mektuplaşma seviyesinde
bırakmış, İkinci Gıyasettin Keyhüsrev’in tahta geçmesiyle bu irtibatını da kesmişti.
Gerçi Muhyittin, Malatya’da idi. 1218 yılında Mecdettin İshak’ın dul hanımı ile
evlenmiş,61 ondan iki çocuğu dünyaya gelmişti. Çocuklarından birinin adı
Saadettin, diğerinin adı İmadettin idi. Muhittin Arabi’nin Fahrettin Razi’yle arası
iyiydi.62 Ayrıca Evhadettin Kirmani’yle de görüşmüş idi.63 Bu Endülüslü
mutasavvıfı Bahattin Veled Konya’ya geldikten sonra, onu Konya’da bir daha
niçin görmediler? Bahattin Veled, 1220 yılında Anadolu’ya geldiğinde, bir süre
Malatya’da kalmış, -herhalde burada Muhyittin’le tanışmış- sonra Larende’de

57 M. Bayram; a.g.e., s. 158


58 Şems-i Tebrizi, a.g.e., s. 34.
59 M. Bayram; a.g.e., s. 147-149.
60 M. Bayram; a.g.e., s. 134.
61 M. E. Kılıç; a.g.m., s. 494
62 Mustafa Ertuğrul Kaan, Büyük Mutasavvıf Muhyiddin-i Arabi, İstanbul 1952, s. 2- 3
63 M. E. Kılıç; a.g.m., s. 494

14
yedi yıl ikamet etmişti. Ahmet Eflaki’nin kitabında bir kere bile olsun Muhyittin’in
adı geçmez. Şems-i Tebrizi bile ondan “Makalat” adlı kitabında bahsetmek
istemez. Demek ki aralarında bir şeyler var. Muhyittin’in Fahrettin Razi ve Evha-
dettin Kirmani’yle görüşmesi onun bunların fikrinde olduğunu gösteriyor ve bu
nedenle Bahattin Veled ve oğlu Mevlana, Muhyittin’i anladığımız kadar pek
sevmiyorlar. Çok söz edebilirlerdi, ama… Ancak işin içinde Sadrettin Konevi var.
Bu nedenle Ahmet Eflaki kitabında suskun kalmış olabilir. Sadrettin Konevi’nin
eserlerinde Muhittin Arabi erdemli, faziletli biri olarak geçer ve Sadrettin Konevi
onu daima saygı ile anar. Hatta bize Muhyittin ve tasavvufunu tanıtan da odur.
Şems-i Tebrizi’nin “Konuşmalar” kitabının şahıslar hakkında bilgi verilen
kısımda, Muhittin Arabi’den de bahsediliyor, onun bu kitapta yeri geldikçe söz
edilen Şeyh Muhammet olduğu64 söyleniyor. Herhalde bu ibare kitabı tercüme
eden tarafından konmuştur. Doğru mudur, değil midir; bilmiyoruz ama, elimizde
aksine bir belge olmadığına göre, bunu kabul etmek zorundayız. Bir nevi zamanın
kutbu gibi de diyebiliriz. Kitaptan anladığım kadarı ile, Şems’in ona saygısı ve
hürmeti var. Şems kitabının birinci kısmını bitirirken ondan bahsederek bitirir.
Peygamberin bile gerçeklediği kerametinin bulunduğunu da açık açık
söylemektedir. Onun hakkında kötü düşünenlere bile işaret etmekte, o kimselerin
böyle düşündükleri için pişman olduklarını da belirtmektedir. Daha doğrusu Şems
onu gerçeklemektedir. Şems-i Tebrizi, Muhyittin’e böyle saygısı varken,
Mevlana’da ve A. Eflaki’de o saygı neden bulunmaz? Bu da önemli bir husustur.
Şems-i Tebrizi, Bahattin Veled ve Mevlana Celalettin’in baş düşmanlarından
Evhadettin Kirmani’yle de arası iyidir. Şeyh olarak tanır ve ona hürmeti vardır.
Evhadettin Kirmani, içki içmektedir. Şems’i de sofraya davet eder. Şems bunu
kabul etmez. Der ki: Sen bahtiyar bir günahkar olursun, ben ise bahtsız bir
günahkar, o nedenle bu sofrada oturmam.65 Ancak Evhadettin’le araları sonradan
bozulmuşsa, onu bilmem ama, Mikail Bayram’a göre bu bozuşma düşmanlık
aşamasına kadar varmış gibi.

c) Ejder Hikayesi

Mevlana’nın tasavvufu Hint mistizmine dayanmaktaydı. Çünkü Belh


Hindistan’a yakındı.66 O zaman şu soru aka gelir: Peki, onun karşıtları nereden
etkilendi? Ahi Evran’a “Ejder” deniyor, buna göre tabii ki Çin’den. Ancak şu var:
Hunların bayrağında da ejder vardı. Peki Çin bayrağındaki ejder? Bu normaldir.
Nedeniyse: Türkler Çin’i Cengiz Han’dan bile önce, birçok defa işgal etmiş,
Çinlileri etkilemiş, onlar da Türklerden bir çok şey almıştılar. Bunlardan biri Gök
Tanrı inancı, diğeriyse “Ejder” bayrağıydı. Çinliler Tanrı’ya Tiyen diyorlardı. Bu
kelime Tanrı kelimesinden gelmekteydi.67 Yalnız Çinlilerin Ejder bayrağını ne
zaman kullandıklarına dair şimdilik her hangi bir fikrimiz yok. Bunun araştırılması
gerek. Yalnız şunu söyleyebilir: Çinliler Ejder bayrağını Büyük Hun
İmparatorluğu’ndan sonra Türklerden almış olabilirler.

64 Ş. Tebrizi; a.g.e., s. 282-283


65 Ş. Tebrizi; a.g.e., s. 434
66 M. Bayram; a.g.e., s. 200.
67 Prof. Dr. Abdurrahman Küçük;; Türkistan’dan Türkiye’ye Alevilik Bektaşilik, Ankara 2009, s. 28.

15
“Ahi Şecerename” ve “Ahi Fütuvvetname” adlı eserlerde Ahi Evran’ın gerçek
adının Nasrettin Mahmut olduğunu söylemektedirler. Dabbağ, yani derici olduğu,
yılan beslediği, bu yılanları yakalamakta mahir olduğu, yılanların ona boyun eğ-
diği, bu nedenle Nasrettin Mahmut’a “Evran”, yani “Ejder” adını verdiklerini
söylemektedir. Ahi Evran’ın eserlerinden de, kendisinin yılan zehirlerinden
panzehir yaptığını, yılanların derisinden de kemer ve kırbaç yaptığını da
öğrenmekteyiz. Mevlana’nın “Mesnevi” adı kitabında bir hikaye anlatılır. Bizim için
önemlidir.
Nakledelim:
“Yılancı kendi san’at ve maharetiyle bir yılan avlamak için dağlara çıkar, kar ve
kış günleri yılan aramaya koyulur. Nihayet yılan ararken büyük bir ejder bulur. O
yılan dostu, direk gibi olan o ejderhayı yakalayıp gösteri için Bağdat’a götürmeye
kalkar. O ejder canlıydı fakat soğutan ve kardan dolayı büzüşmüş ve sakin idi.
Bu yılancı ejderhayı keçe ve kilimlere sararak bağlayarak Bağdat’a getirir.”
Gösteri yapıp para kazanmak ister. Fazla para hırsına tutulmuş ki Irak (yani
Basra) güneşinden ejder ısınınca canlanır ve oraya seyir için gelmiş halkı
yutmaya başlar. Yılancı da donup kalmıştır. Ejder onu da yutar.
Mevlana, sözünü şöyle bitirir:
O yılancı donmuş ejderi Bağdat’a (yani Basra’ya) getirmeseydi, Ejder
canlanmaz, o kadar insanı ve yılancıyı da yutmazdı. Defalarca söyledim. Ejderi
öldürmek için Musa olmak lazım diye. Dinlemedi.68 O bununla, diğer anlamda Ahi
Evran’ın akılcılıkta bile Fahrettin Razi’yi geçtiğini söylemek istemektedir.69

d) Mevlana Ne Demek İstiyor?

Mevlana Celalettin’in, günümüz bakımından, anlattığı Yılan hikayesiyle, Ahi


Evran hakkında ne demek istediğini çözmeye ve bunu anlamaya çalışalım:
Mevlana, o günün insan aklı ve düşüncesi seviyesinde, belki Ahi Evran’ı
yılancılığı, yılan zehrinden serum yapma, derisinden de kemer ve kamçı yapma
sanatını ima ederek, onu halkın nazarında küçük düşürmek, daha doğrusu
ahmak yerine koymak istemiş70 olabilir ama, günümüzde panzehirin faydalarına
tıp alemi şahittir, bunu Ahi Evran o zaman tespit etmiştir. Onun “Tabsira” adlı
eserine baktığımızda bunu görürüz:
“Bilge ve alim kişi yılanın zehirini defetmek için gene yılandan istifade eder;
ilmin gerektirdiği ölçü ve usulle yılanı avlar, baş ve kuyruk tarafından belli bir
miktarını kesip atar, kalan kısmını kaynatır; tıp ilminin kurallarına uygun bir tiryak
(panzehir) imal eder ve bununla yılan zehirinin zararını defedebilir. Kaba cahil, bu
hekimin yaptığını görse yılanın nasıl avlanacağını detaylı olarak bilmediği, bilge
kişinin maksadını da kavrayamadığı için yılanın güzel cildine ve renklerine kanar,
cahilce elini yılana uzatır, bir anda ısırması ile elini çeker ama hayatını da
kaybeder.”71 Bunu Ahi Evran eserinde yazmaktadır. O bir devlet adamı,

68 M. Bayram; a.g.e., s. 199.


69 M. Bayram; a.g.e., s. 97.
70 M. Bayram; a.g.e., s. 93-94.
71 M. Bayram; a.g.e., s. 94.

16
teşkilatlandırma adamı olduğu kadar da bir Tıp adamıdır. Tıp ilminin simgesi de
bu nedenle yılandır. Ahi şecerenameleri ve fütuvvetnamelerinde Ahi Evran’ın Tıp
bilgisinden söz edildiğinde bazı kimseler belki o kısımları önemsememiş, bir
efsane anlatılıyor zannetmiş ama, demek ki anlatılanlarda bir gerçek payı varmış.
Anadolu Selçuklularının tababet ilminde ileri düzeyde bulundukları günümüzde
bilinmektedir. Çankırı’da Atabeylerden Cemalettin Ferruh Darüşşifası’nın
sembolü olarak çifte yılan çizimi kapı alınlığındaki taşa kazınmış bir haldedir.
Mevlana varsın “Yılan hikayesi”ni Mesnevi’nde anlattığı yetmezmiş gibi “Divan-ı
Kebir” adlı eserinde de anlatarak, Ahi Evran’la kendince hicvetsin, alay etsin! 72
Bu onun ne biçim bir karakter sahibi olduğu gösterir.
Mevlana, yılancı hikayesini anlatırken, bir konumuza da değinmekte, Arap
işgalcilere karşı Maveraünnehir ve Horasan’da başlayan Türk ihtilallerini de söz
konusu etmekte, ejder olarak Hülagu Han’ı misal göstermektedir. Moğolların Ahi
Evran’ın bir gün canını alacağını da açık açık söylemektedir. Ama onda, Hacı
Bektaş’ta ve Türkmenlerde ölüm korkusu yoktu, asla da olmamıştı. Çünkü
ölümden korkmamayı Orhun Abideleri’nden öğrenmişlerdir. Türk Bilge Kağan:
İnsan ölmek için yaratılmış. Sonsuzu Tanrı yaşar, diyor; bu hikmetli, o kadar da
akılda tutulması gerekli olan sözü söylüyor ama, Konya sarayına sığınıp da
ölümden korkanlar var. Ve kırsal kesimde halkın dertlerine eğilmekten ziyade,
rahat bir hayat sürmeyi kendine amaç edinen bunu bilmiyor!
Mevlana, yılan avlayan Ahi Evran’ı İblis olarak niteleyerek der ki:
“Önceleri bir İblis benim üstadım idi. Daha sonra o İblis önümde bir hiç oldu.”73
Mevlana bunu derken, çocukluk günlerini, Evhadettin Kirmani’yi, babasının
düşman bildiği Fahrettin Razi’yi ve bu vatanını ve milletini canından daha çok
seven insanların sahip olduğu Türk kültürünü, Tanrıkut Mete Han’ın ejderli
bayrağını hatırlamış, Moğollara karşı göstermiş bulunduğu iki yüzlülüğü unutup,
bu sözleri sarf etmiş, bir hiç olan İblis’i de Ahi Evran olarak nitelemiştir.
1018 (1019) yılının başlangıcında Haça tapan Hıristiyanlar Tanrı’nın gazabına
maruz kaldılar. Öldürücü bir canavar olan ejder, kasıp kavuran bir ateşle beraber
belirdi ve üçlü teslisi sembolize eden putlara tapınanları vurdu. Peygamber
kitaplarının temelleri sarsıldı. Çünkü kanatlı yılanlar gelmişti. Kana susamış
canavarların zuhuru böyle oldu. İşte böyle bir zamanda Türkler Ermenistan’a,
Vaspurakan eyaletine girdiler. Hıristiyanları acımadan kılıçtan geçirdiler.74

e) Ejder Türklerin Simgesidir

Mateos, 5 Mart 1064 (4 Mart 1065) tarihide Sultan Alpaslan’dan bahsederken


nihayet ağzından baklayı çıkarıyor. “İranlıların ejderi olan Sultan, büyük zaferle
Ermenistan’a girdi. O, Allah’ın gazabı olan öfkesini Şark milletinin üzerine çevirdi
ve… acısını bütün Ermeni milletine tattırdı. Hıristiyanlar ölüm aleviyle sarsıldılar,
Ermenistan kanla boyandı, kılıç ve esaretle tahrip edildi, Sultan, bir kara bulut gibi
ilerleyerek krallık şehri olan Ani’ye geldi ve korkunç bir yılan gibi şehri her taraftan

72 M. Bayram; a.g.e., s. 95.


73 M. Bayram; a.g.e., s. 97.
74 Hrant D. Andreasyan; Urfalı Mateos Vekayinamesi (952-1136), Ankara 1987, s 48.

17
kuşattı.”75
Mateos, “Ejder” derken ve Türk hakanını “Ejder” olarak nitelendirirken,
Türklerin bayrağındaki kanatlı ve ağzından alevler fışkıran yılanvari canavarı
kastetmektedir. O bir masal anlatmamış, gerçekleri söylemiş. Yoksa Mevlana,
Mateos’un bu eserini o zaman ele geçirip de okumuş muydu? Ermenistan’ı yerle
bir eden, binlerce Ermeni’yi kılıçtan geçiren Türklere, Türkmenlere olan bütün
öfkesi ve kini o nedenle miydi? O bu nedenle mi Selçuklu sultanı İkinci İzzettin
Keykavus’a düşmanlık yapmıştı. Sırf bu nedenle mi Şems-i Tebrizi, kitabında
Birinci Alaattin Keykubat hakkında fikrini beyan ederek, zehrini okuyanlara
vermek istemişti. Avrupalılar bunu bilseler, Oskar Edebiyat ödülünü Orhan
Pamuk’a vermezler, Mevlana Celalettin’e verirlerdi. Bir kere o haltı karıştırmışlar,
bunun dönüşü yok.
1915-1918 arasındaki Ermeni Tehciri’nde bir milyon Ermeni’nin, hatta 200 bin
Ermeni’nin bile öldürülmediğini hem Ermeniler hem de onları destekleyen Avrupa
devletleri bilmektedirler. O işin görünür tarafı. Onların demek istedikleri başka.
Tarihle hesaplaşmak istiyorlar. Türkler Anadolu’ya girerken Ermenistan’ı yerle bir
ettiler, binlerce onbinlerce Ermeni öldürdüler, ondan sonra Anadolu’ya girdiler
demektedirler. Bu katliamın da yarım asır boyunca sürdüğünü söylemek
istiyorlar. Ama tarihle hesaplaşmak onların işine gelmiyor. Çünkü Anadolu’da bin
yılından önce de Türkler var. Türklerin Anadolu’daki sayısı az da değil. Bu
nedenle yalana, iftiraya baş vuruyorlar. Kimse çıkıp da, onlara ne demek isti-
yorsunuz, XX. Asrın ilk çeyreğinde bir milyon Ermeni katledildiyse, Anadolu’da
kalan, Lübnan’a göçen; Rusya’da, İran’da kalan, Fransa ve Amerika’ya göçen
Ermeni nüfusu ne oluyor, diyemiyor. 1915-1917 Türk-Rus Harbi’nde Ermeniler
tarafından öldürülen Türklerin sayısı öldürülen veya ölen Ermenilerin sayısından
en az iki misli, üç misli daha fazla. Bunu ben söylemiyorum, Doğu Anadolu ve
Van’da görev yapmış Rus generalleri söylüyor.

f) Cuha Hikayesi

Arap kültüründe Cuha adı meşhurdur. Aslında o, gülünç, kendisiyle alay edilen
bir kişi olmaktan ziyade, yaşadığı dönemde Arapların bildiği ve tanıdığı bir tiptir.
Ancak Mevlana’ya göre, o Ahi Evran’dan başkası olamaz. Oysa Cuha Türk değil,
Araptır, Mevlana döneminde de yaşamamıştır. Ama ona göre bunun önemi yok.
Nasıl olsa bu karakteri biraz değiştirir, kılıktan kılığa sokar, homoseksüel tavrı da
ekleyince, iş olur, biter.
Mevlana bunu niye yapmıştır? Çünkü Ahi Evran’ın herkes tarafından sevilen,
sohbetine doyum olmaz, şakacı bir karakteri de vardır. Onun bu karakteri
Mevlana’nın canını sıkmaktadır. Hem düşmanını anlattığı hikayelerle küçük
düşürecek, halkın nazarındaki itibarını ona kaybettirecek, hem de Türkmen
toplumunun haremsiz yaşamını, kadın erkek birlikte iş görmelerini ve günlük
çalışmalarını yerecektir. Daha doğrusu o, bu hikayeyle bir taşla iki kuş vurma
amacını gütmüştür. Bir de Cuha hikayesini okuyanlar, aslında Arap olan Cuha’nın
Türkmen olduğunu zannedecekler, bunu yazan kişinin ne kadar temiz ve faziletli,
Türkmenlerin de ne kadar aşağılık bir toplum olduğunu düşüneceklerdir. Bu da

75 H. Andreasyan; a.g.e., s 118-119.

18
işin yan faydasıdır.
Mevlana bu hikayeye Cuha olarak Ahi Evran’ı dahil ettiği gibi, onun hanımını,
Kadıncık Ana’yı da bu hikayeye Cuha’nın karısı olarak dahil eder. Kadıncık Ana’yı
hikayeye dahil etmekle, hem Ahi Evran’ın namusunu kötülediği gibi hem de baş
düşmanı Evhadettin Kirmani’yi de bir yönde ailecek lekelemiş olur. Çünkü
Kadıncık Ana, bu büyük mutasavvıfın kızıdır. Kadıncık Ana’yı lekelemekle, Ahi
Evran’ın Ahiyan-ı Rum Teşkilatı gibi Moğollara karşı büyük tehlike teşkil eden
Bacıyan-ı Rum Teşkilatı’nı da gözden düşürmüş olacaktır.76 O herhalde bu
hikayeyi uydurmak için günlerce düşünmüş, kendisine ve Moğollara nasıl
faydalar getireceğini hesaplamıştır.

g) Sultan Bile Öldürülüyor

Mevlana Celalettin, Moğolları müşrik olarak nitelendirmiyordu. Onları Tanrı’nın


ordusu olarak telakki etme gibi bir tutumu vardı.77 Ahi Evran, Babailerin para ile
kiralanan Haçlılar tarafından katledildiklerini görmüş, Mevlana ise duymuş,
aldırmamıştı. Birinin malda mülkte gözü yoktu ama, diğerininki doymak
bilmiyordu.78 Mevlana’nın Moğol yandaşlığı o kadar ileriydi ki, Moğolların
Anadolu’da yapmış oldukları zulmü bizzat gören Dördüncü Ruknettin, anında
Moğollara cephe almış, bu nedenle Türkmenlerden, bir ara Kırşehir’de kadılık da
yapan Baba Merendi’yi kendine danışman edinmişti. Baba Merendi ve müritleri
Dördüncü Ruknettin’i alkışlarla karşılamış, ona destek vereceklerini vaad
etmişlerdi. Bu durum, Mevlana Celalettin’i gücendirmiş, Dördüncü Ruknettin’e o,
“Öyle ise biz de başka birini kendimize oğul ediniriz” demişti. Nitekim bu olaydan
çok geçmemiş, Pervane Süleyman ve Tacettin Mutez’in Moğollarla anlaşması ile
Dördüncü Ruknettin de öldürülmüştür.79 Bu işin içinde Mevlana’nın olmaması
imkansız. İşte Mevlana Celalettin böyle biridir. İşgalcilere destek vermek için
onun gerekirse devlet başkanının öldürülmesini bile planlayacak bir karakteri
vardır. Ahmet Eflaki’ye göre, bunun sebebi gayet basit: Selçuklu sultanları
Türkmen ileri gelenlerine değer vermiş, bu nedenle Anadolu Selçuklu Devleti
yıkılmıştır. O bunu kitabında diyor.

h) Ye Kürküm, Ye

Nasrettin Hoca’nın Akşehir’de yaşadığı inkar edilmez. Ancak Ahi Evran da


Akşehir’de bulunmuş. Ahi Evran’ın asıl adı Nasrettin Mahmut. Nasrettin Hoca adlı
şahsın Timur döneminde değil, Moğol işgali döneminde yaşadığı, bunun da Ahi
Evran olduğu80 söyleniyor. Ahi Evran, Hace Nasrettin olarak da anılmaktaydı.81
Nasrettin Hoca’nın Akşehir’de yaşadığı doğru. Ancak Ahi Evran da Akşehir’de
bulunmuş.

76 M. Bayram; a.g.e., s 100-101.


77 M. Bayram; a.g.e., s. 202-205
78 M. Bayram; a.g.e., s. 208-211.
79 M. Bayram; a.g.e., s. 208-211.
80 M. Bayram; a.g.e., s. 255-257.
81 M. Bayram; a.g.e., s. 249.

19
Ahi Evran’ın asıl adı Nasrettin Mahmut. Burada Nasrettin Hoca adlı şahsın
Timur döneminde değil, Moğol işgali döneminde yaşadığı, bunun da Ahi Evran
olduğu82 söyleniyor. Ahi Evran, Hace Nasrettin olarak da anılmaktaydı. 83
Nasrettin Hoca’nın “ye kürküm, ye” fıkrası meşhurdur. Ahi Evran, Birinci Alaattin
Keykubat’ın elçilik görevini de yapmıştı. Bu sultanın onu Selçuklu Devleti’nin
siyasetini kuvvetlendirmek için bazı ülkelere ve beylere diplomatik faaliyetleri icra
etmek için84 gönderdiğini biliyoruz. Ahi Evran, Irak’ın doğusunda bulunan
Zağaros dağlarındaki Kürtlere de gönderilmiş olabilir. Çünkü o dönemde Selçuklu
Devleti’nin sınırı Urumiye’ye kadar genişlemişti. “Ye kürküm ye” fıkrası bu sırada
çıkmış olabilir.85
Sivaslı saygıdeğer hemşerim Ekmel Albay anlatmıştı:
Rusya’nın dağılmasından sonra vakıf olarak Ötüken’e gitmiştik. Aramızda İgor
adında Orkun alfabesini bilen bir Rus üniversite öğretim görevlisi vardı, ona
Yenisey ve Eleşkirt Yazıtları’nı da okutmuştuk. İgor, bir taşın üzerindeki Orkun
yazısını “Ben Kürklü Kağan Alp Urungu” diye okumuştu. Duramadım, sordum:
Hani bu, “Ben Kürt Kağanı Alp Urungu” diye okunuyordu. Ben Türkiye’de öyle
duymuştum. İgor, Kürt adını nereden çıkarıyorsun? Burada okunan Kürt değil,
Kürklü dedi. Biz o gün bunun ne anlama geldiğini bir türlü çıkaramamıştık. Sonra
anladık ki, “Kürklü” demekle kastettiği başka imiş..
Ahi Evran’ın Hace Nasrettin olarak İran sınırındaki Kürtlere elçi olarak
gönderilmesinin ne demek olduğu da bu anı ile her halde anlaşılır. Ancak, o Rus
öğretim görevlisi -o sırada Sovyetler yeni yıkılmıştı- bu kelimenin Kurt olduğunun
farkındaydı ama, Bozkurt kelimesini çağrıştırır diye söylememiş, çok güzel bir
espri yapmıştı.86

ı) Hindi ve Papağan

Nasrettin Hoca’nın hindisini yüz akçeye satma fıkrası meşhurdur. Soranlara


Hoca, geçen hafta bir papağan yüz akçaya satılıyordu, benimki niye etmesin, der.
Ama o konuşuyordu, derler. Hoca da, “bu da, bakın haline, düşünüyor”, der. Bu
fıkra mantıkta, “konuşmak düşünmenin seslendirilmiş şeklidir” diye açıklanır. Ahi
Evran, “Letaif-i Gıyasiyye” adlı eserinde bunu belirtmektedir. Nasrettin Hoca’nın
fıkralarında, onun bilge bir kişi olduğu, Arap bilginleriyle çeşitli tartışma ve
münazaralara girdiği anlaşılmaktadır. Nasrettin Mahmut’un da Selçuklular
döneminde ünlü bir kişilik sahibi olduğu için diplomaside görevlendirildiğine dair
latifeleri vardır.87

82 M. Bayram; a.g.e., s. 255-257.


83 M. Bayram; a.g.e., s. 249.
84 M. Bayram; a.g.e., s. 233.
85 M. Bayram; a.g.e., s. 241.
86 Bulgar Hanlarından birinin adı, Kurt Han’dı. Bunu bazı dilciler Kürt Han diye okumak isterler. Macar ve Rus
filologları müdahale ederler. Neden “Kurt” olarak okunduğunu açıklarlar. “Kürt” olarak okumak isteyen dilciler de susar.
Daha doğrusu bunu kabul etmek zorunda kalırlar. Yukarıda belirtilen yazıtta “Ben Kurt İli Kağanı Alp Urungu” yazısı
doğrudur. Bu yazı “Ben Kürt Kağanı Alp Urungu” değildir.
87 M. Bayram; a.g.e., s. 233

20
i) Letaifü’l Hikmet

Nasrettin Hoca’nın hanımı eli sopalı biridir. Kavga yapar, bağırır. Ahi Evran’ın
hanımı Kadıncık Ana da aynı karakter yapısına sahiptir. Nasrettin Hoca’ya ilişkin
fıkralarda anlatırlarken, yerine göre biraz abartmış olabilirler.
Ahi Evran’ın “Letaifü’l Hikmet” ve “Ahlak-i Nasiri” adlı eserleri de vardır.
Nasrettin Hoca’yı fıkralarına konu edinenler, Ahi Evran’ın bu eserlerinden de
faydalanmışlardır. “Elini ver kurtarayım” fıkrası… bu fıkrada Nasrettin Hoca, “Ona
elimi ver demeyin, elimi tutun deyin” diye kalabalığa müdahale etmiş, sonra da
şöyle demiştir: “Çünkü o hayatında kimseye bir şey vermemiştir, size de elini
vermez.” Bu aynen Ahi Evran’ın “Letaif-i Hikmet” adlı eserinde vardır88 ve
kanatimce o bu sözüyle Mevlana’nın babası Bahattin Veled’i kastetmektedir.
Ahi Evran’ın “Letaif-i Hikmet” adlı eserinde, hekimin dostuna yemek yedirdiği,
o anda karısının gelip tabakları önlerinden aldığı ve bağırdığı; bunun üzerine
hekimin dostuna daha önce onun evinde yemek yediğini, bu sırada bir kuşun
gelip sofrayı darmadağın ettiğini söylediği; sonra da “karımın yaptığını o kuşun
yaptığına say” dediği anlatılır. Bu Nasrettin Hoca’da aynen belirtilmiştir. Yine
fıkraların birinde Hoca’nın çift sürdüğü, sürerken kayışın koptuğu, Hoca’nın
sarığını çözüp kayışın yerine bağladığı, sarığın paramparça olduğu; bunun
üzerine Hoca’nın “Meğer zavallı kayış ne işkence çekermiş” dediği anlatılır. Ahi
Evran, bir dabbağdır. Dericilik yapar. Kayış da onun eseridir. Bu kayışın kayış
olmak için ne gibi ameliyelerden geçtiğini çok iyi bilir. Fıkrada bu anlatılmıştır.89
Letaifü’l Hikmet adlı eserde çok güzel konulara da değinilmiştir. Bunlardan biri
“Müellifetü’l Kulüb” başlığı taşır ve kalplerin nasıl İslama ısındırılacağını, bu
nedenle Müslüman kişiliklerin tanınmasının gerektiğini, bunun da üç çeşit oldu-
ğunu belirtir. Yine aynı kitabında Ahi Evran, eğitimci ve toplum bilimci olarak da
karşımıza çıkar. Onun şu sözlerine dikkat edelim:
Tanrı insanı medeni yaratmıştır. Tabiatı böyledir. O ihtiyaçlarını gidermek
zorundadır. Bunun için yemesi, içmesi, giyinmesi, evlenmesi, mesken edinmesi
şart. İhtiyaçlar kendiliğinden giderilemez. Bunun için insanın çalışması, bir iş gör-
mesi gerek. O da ancak meslekle olur. Mesela, demircilik, marangozluk… gibi.
Bu mesleklerden birini öğrendikten sonra insana işini yapmak için alet ve edavat
gerek. Bunlar temin edilmeli. Kullanacak, satın alacak insanlara da ihtiyaç var.
Toplum hayatı buna göredir. Toplum mesleksiz, sanat kollarsız olmaz. O nedenle
bunlar devam etmeli. İnsanlar bu mesleklere ve sanat kollarına yönlendirilmeli.
Böylece bir sanatla, bir işle uğraşılmalı ki, o insan sanatı veyahut işi kendine
meslek edinsin ve ihtiyaçlarını gidersin.90

j) Danişmend-i Rumi

Ahi Evran’a “Danişmend-i Rumi” demektedirler. Sadrettin Konevi, Ahi Evran’a


yazdığı mektuplardan, onun bilge bir kişi olduğu anlaşılmaktadır. “Menakıb-ı
Evhadettin-i Kirmani” sözü edilen “Danişmend-i Rumi”nin Ahi Evran olduğu tepit

88 M. Bayram; a.g.e., s. 238-240


89 M. Bayram; a.g.e., s. 240-241
90 M. Bayram; a.g.e., s. 194-195

21
edilmiştir. Fıkraların birinde Nasrettin Hoca için de “Danişmend-i Rumi” denilir.
Fıkralarında Nasrettin Hoca için, “her fende kamil imiş” denir. Ahmet Eflaki,
kitabında Ahi Evran için, “O her ilimde mahir idi” der ve bilmeden çok önemli
gerçeğe ışık tutmuş olur.91
İsimleri de aynıdır. Yani Nasrettin’dir. Birine Nasrettin Hoca, diğerine Nasrettin
Hace denir. Sadrettin Konevi’nin Ahi Evran’a yazdığı mektuplarda, ona Hace
Nasrettin olarak hitap edilmektedir.
Nasrettin Hoca’nın kadılık yaptığı, hatta vezir bile olduğu fıkralarında
görülmektedir. Ahi Evran, Kayseri’de kadılık yapmış, Konya’da ise vezirlik
makamına getirilmiştir. Mevlana’nın babası Bahattin Veled, Ahi Evran’dan
“kendisine muhalif bir Kadı Nasr”ettin’den söz etmekte, Ahmet Eflaki de ondan
Vezir Nasrettin olarak bahsetmektedir.92
k) İmadettin
Nasrettin Hoca fıkralarında “İmad” adı geçir. Bir çok fıkrasında bu isme tesadüf
ederiz. Ahi Evran’ın aleyhinde bulunanlardan biri olan Şems-i Tebrizi’nin
“Makalat” adlı kitabında bir İmad’dan söz edilir. Bu İmad’ın, yani İmadettin’in Ev-
hadettin Kirmani halifelerinden Zeynettin Sadaka’ya yakınlığının bulunduğu yine
bu kitapta ifade edilir. Ahi Evran Nasrettin Mahmut’un da bir yakını vardır. Kimi
zaman onunla beraberdir. Bu İmad, Şems-i Tebrizi’nin aleyhinde bulunmak is-
tediği İmad’dır.93 Muhittin Arabi’nin de Saadettin adlı oğlundan sonra İmadettin
adlı bir oğlu olmuş, vefatından sonra, ondan bahseden pek kimse olmamıştı.
Çeviren şahıslara dair verdiği bilgide onu XII. Yüzyıl’ın ilk çeyreğine götürmek
istese de -bu bilginin gelişigüzel verilmiştir-, “Makalat”taki İmad ile, Ahi Evran’ın
İmadettin adlı arkadaşı, pek yaşlı görünmüyor. Herhalde bu İmad’lar aynı kişi
olduğu gibi, Muhyittin’in de oğlunun birinin adı İmadettin’dir.
Hekim olan Saadettin Mesut, Canik taraflarında bulunan İmadettin adlı birine
yazdığı mektupta, Seyfettin Tuğrul’dan ve Ahi Evran’dan bahsetmektedir. Şems-
i Tebrizi ise “Konuşmalar” adlı kitabında, “İmaddettin, Nasrettin’den mektup al-
mış, onu okuyup ağlıyordu” diyor. Şems’in kitabını tercüme eden M. N.
Gençosman, şahıslar hakkında her zamanki yaptığı hatayı, yine tekrarlamış,
Nasrettin’in Nasrettin Tusi olduğunu söylemiştir. Oysa bu Nasrettin Ahi Evran
diye anılan Nasrettin Mahmut’tan başkası değildir.94
Bütün bunlardan sonra Nasrettin Hoca’nın, Timur değil, Cengiz Han devrinde
yaşadığını, onun Ahi Evran Nasrettin Mahmut’tan başka biri olamadığını
söyleyebiliriz. Böylece meçhul bir kimliğin de kim olduğunu açıklamış oluyoruz.

SONUÇ

Görüyoruz ki Ahi Evran ile Mevlana Celalettin arasındaki kavga çok ileri
boyutlarda. Bu kavga 1244- 1261 yılları arasında uzun süre devam etmişe

91 M. Bayram; a.g.e., s. 234-236


92 M. Bayram; a.g.e., s. 236-237
93 M. Bayram; a.g.e., s. 236
94 M. Bayram; a.g.e., s. 16-161

22
benziyor. Söz konusu kavga bir an bile dinmemiş. Mevlana Celalettin Mesnevi
adlı eserinde Ahi Evran’ı Cuha olarak niteleyip, onu bir nevi alaya almış. Bu bile
Ahi Evran’ın Nasrettin Hoca kimliğine ışık tutar vaziyette. İşin tuhafı şimdiye kadar
hiç kimse Nasrettin Hoca’nın Ahi Evran olduğu hususunda bir görüş ileri
sürmemişti. Bunu Prof. Dr. Mikail Bayram, açığa çıkardı. Çünkü Ahi Evran’ın
latifeler içeren bir iki kitabı vardı. O bunları buldu ve latifelerde yazılanları
Nasrettin Hoca fıkraları ile karşılaştırdı, benzerlik haddinden fazlaydı. Nasrettin
Hoca Timur zamanında yaşamamış, Anadolu’ya Moğol istilası zamanında
yaşamıştı. Ayrıca bu hususta önemli bir delil de, Ahi Evran Akşehir’de kadı olarak
vazife yapmıştır.
Mevlana’nın kızı Melike Hatun ve Şemsi Tebrizi’nin hanımı Kimya Hatun, her
ikisi de Kadıncık Ana’nın örgütlediği Bacıyan-ı Rum’a bağlıydılar. Mevlana
Celalettin ve Şemsi Tebrizi bundan memnun değillerdi. Ayrıca Mevlana’nın oğlu
Alaattin Çelebi de Ahi Evran’a mensuptu. O, Şemsi Tebrizi’nin ölümünden sonra
1261’de, Ahiler katliamında öldürülmesine kadar sürekli olarak Kırşehir’de, Ahi
Evran’ın yanında bulunmuştur. Bu katliamda Ahi Evran da öldürülmüştür.
Çalışmamızda önemli bir tespitimiz de, Selçuklular Anadolu’ya girerlerken o
dönemde Vaspuragan denen Ermenistan’ı işgal etmiş, buradan Anadolu’ya
girmişlerdir. Bayraklarında da Büyük Hun İmparatorluğu’nun bayrağı gibi Ejderha
figürü vardı. Yine Mesnevi’deki Ejderha hikayesine göre bu figür Bağdat’ı
zapteden Hülagu Han’ın bayrağında da vardı.

İstanbul 2014

KAYNAKLAR

- A. Yaşar Ocak; Hacı Bektaş-ı Veli İslam Ansiklopedisi 14. Cilt, İstanbul
1996, Türkiye Diyanet Vakfı
- Prof. Dr. Mikail Bayram; Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana
Mücadelesi, Konya 2006, NKM Romantik Kitap
- Esat Mahmut Coşan, Hacı Bektaş Veli -Makalat-,
- Ethem Ruhi Fığlalı; Milli Bütünlüğümüz ve Hacı Bektaş Veli, Ankara 1997,
Selçuk Yayınları
- Abdullah Tekin; Babalılar Ayaklanması (Hacı Bektaş’ın Aykalnmadaki
İşlevi ve Babalığı Bektaşiliğe Dönüştürmesi, Ankara 1978, Karacan Matbaası
- Hakan Cucunel, Türk Dil Devriminin Ulus Devlet Olma Sürecine Katkısı,
TC. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensititüsü Türkçenin Eğitimi ve Öğretimi
Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2004,
- Hrant D. Andreasyan; Urfalı Mateos Vekayinamesi (952-1136), Ankara
1987,
- Kutluay Erdoğan; Alevilik Bektaşilik, İletişim Yayınları, İstanbul 1993, Türk
Tarih Kurumu Yayınları
- M. Erol Kılıç; İbnülarabi, Muhyiddin, İslam Ansiklopedisi, 20. cilt, , İstanbul
1999, Türkiye Diyanet Vakfı
- Mustafa Ertuğrul Kaan, Büyük Mutasavvıf Muhyiddin-i Arabi, İstanbul 1952,
Gayret Kitabevi

23
- Mücteba İlgürel, Şah Kalender İslam Ansiklopedisi 24. Cilt, İstanbul 2001, -
Türkiye Diyanet Vakfı
- Orhan Köprülü; Abdal Musa, İslam Ansiklopedisi 1. Cilt, 1stanbul 1988,
Türkiye Diyanet Vakfı
- Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı; Türkler Nasıl Müslüman Oldu, Konya 2004, Yedi
Kubbe Yayınları
- Sultanu’l-Ulema Bahaeddin Veled (Ö. 628/1231), Medar (Mevlana Düşüncesi
Araştırma Derneği), http://www.medar.org.tr/bahaeddin_veled.html
- Şemsi Tebrizi; (Çev: Mehmet Nuri Gençosman), Makalat, İstanbul 2007, Ataç
Yayınları

24

You might also like