You are on page 1of 16

Faşizm, Propaganda ve

Dışlama Pratikleri Üzerine


Sevilay ÇELENK

İster toplumsal ister bireysel ölçekte olsun cinayet, katliam ya da dehşet anlatıları
duygusal mesafenin aşındığı, anlatımın zaman zaman coşkuya varan bir duygusallık ve
hatta müzikalite içerdiği lirik bir dilden geçmeyi getiriyor çoğu kez. Faşizmin, kitlesel
katliamların ve toplama kamplarının anlatıldığı eserlerin bir kısmı için de bunu söylemek
mümkün. Mesela Agamben’in Tanık ve Arşiv: Auschwitz’den Artakalanlar[1]adlı eseri
bile, geçmişin acılarını istismar eden bir dilden uzak durmaya yönelik bütün ihtimamına
ve mesafesine rağmen bu lirik dilden kaçamıyor. Art arda akan cümleler insanın kalbinin
en derinine lirik bir sızı olarak işliyor. Şu cümleyi lirizm değilse başka ne tarif eder? “…
kamp kimsenin gerçekten kendi yerine ölmesinin veya hayatta kalmasının mümkün
olmadığı bir yerdir.”[2]Muselmann’ın kendi yerine ölemeyen ama kendi yerine hayatta da
kalamayan askıdaki hayatı. Bir kabuk olarak hayat. Ölünmemiş bir yaşam ya da
yaşanmamış bir ölüm ardı ardına dizilen satırlarla birlikte hücum eder zihninize. Sanırım,
faşizme karşı bir bellek oluşturmaya ya da Tanık ve Arşiv’de olduğu gibi tanıklık ve bellek
imkânını irdelemeye çalışan eserlerin bile kaçamadığı bu lirik ton biraz da geçmişi yakına
getirme, hissettirme gayretiyle ilişkili. Bu gayret tanıklıklarda, belgesellerde, filmlerde ve
her tür anlatısal malzemede var.

İnsanlığın ortak acıları çoğu kez lirizmini inkâr edemeyeceğimiz böyle bir dille aktarılır
kuşaklar arasında. Bir daha yaşanmasın diye öznel, yoğun, içten bir dile, bir yakına
getirme ve acıyı hissettirme diline tutunur bu anlatılar. Oysa lanet sürer. Yıkım da, acılar
da, faşizm de hep geri döner…Bu yüzden de Avrupa faşizmleri üzerine yaptığı önemli
çalışmada Michael Mann şöyle der:[3]

Faşistlerin geri dönebileceği iddiasını ciddiye almalıyız. Eğer faşistleri ortaya çıkaran
koşulları anlarsak, dönüp dönmeyeceklerini ve buna nasıl engel olabileceğimizi daha iyi
anlayabiliriz. Faşizmi ortaya çıkaran koşulların bir kısmı hala mevcut. Organik milliyetçilik
ve etnik ya da siyasi temizliğe adanmış paramiliter biçimlerin benimsenmesi, dünya
çapında binlerce insanın ‘düşman’ saydıkları komşulara ve siyasi muhaliflere karşı sözde
‘idealist’ ama gerçekte cinai eylemlere girişmesine neden olabiliyor. Bu bizi dehşete
düşürebilir ama içimizdeki ilkele dönmemize engel değildir.
Mann’ın Faşistler kitabı Avrupa’da faşizmi ortaya çıkaran koşulları inceler ve konuya
“faşistleri ciddiye almak” başlığıyla giriş yapar. Bu bölümden yukarıda yer verdiğim
paragraftaki, “sözde idealist ama gerçekte cinai eylemler” tanımını hak ettiği bir dikkatle
düşünmek lazım. Çünkü faşizm Mann’ın altını çizdiği gibi moderniteye ait bir vaka.
Dolayısıyla “modern insanların” desteğini ve katılımını gerektiriyor ki bu destek bazen
aktif bir işbirliği olabileceği gibi bazen de cinai eylemler sürerken sadece başını başka
yöne çevirmekten ibaret bile olabilir.

Faşizm, toplumların alt üst oluşlardan, büyük ekonomik krizlerden, toprak kaybından ya
da çeşitli biçimlerde “küçülme”den ve güçten düşmeden, dış dünyadan kendilerine
yöneldiği düşünülen çoğu kez farazi bir hor görüden ve tehdit algısından beslenen,
eksiklik halinin karşısına uygun idealler çıkararak bir nevi tamlık vaat eder. Söz gelişi bu
tamlık ideali Nazi Almanya’sı bakımından tek ırk, tek devlet, tek lider (ein folk, ein reich,
ein führer) sloganı etrafında örgütlenmişti. Eksiği, krizi ya da bir parçalanma tehdidiyle
fazlasıyla iç içe duyumsanan parçalılığı telafi edecek bu “teklik” vaadi bugün de farklı
ülkelerde iktidar arayan ya da iktidarını sürdürmeye uğraşan sağ partilerin tek bayrak,
tek dil ya da tek millete yaptığı vurgularla dile gelen bir vaattir.

Aslında faşizmin propaganda dilinin farklı ülkelerde, farklı zaman dilimlerinde aynı
kuşatılmışlığa ve düşmanla çevrili olmaya yaptığı vurgu dikkate değerdir. Bunun yanında,
geçmişin görkemini canlandırma, ulusun yeniden doğuşunu müjdeleme, ırksal, dilsel ya
da dinsel saflığı (purity) “millet” olmayla eşleştirme bakımından da bu dilde ilginç ve
düşündürücü benzerlikler söz konusudur. Burada şaşırtıcı olan şey insanlığın tarihsel
deneyimden yeterince ders çıkaramadığına ya da bu dersi toplumlar ve kuşaklar arasında
yaygınlaştırma veya kalıcılaştırmada bazen son derece başarısız olduğuna tanık olmaktır.
İnsanın ders çıkarmaktan bu denli uzak bir varlık olması dehşete düşüren bir şeydir.
Avrupa’da faşizmin yükselişini takip eden İkinci Dünya Savaşı’nın üzerinden elli yıl bile
geçmemişken, aynı yüzyılda, çok ağır kayıpların, göçün ve yıkımın yaşandığı Yugoslavya
iç savaşına tanık olunmuştur. Bu savaşta da tarihle birlikte ırksal, etnik veya dinsel farka
saldıran faşizmler tekerrür etmiştir.

Bu yazıda faşizm ve propaganda ilişkisi üzerine düşünmeye çalışıyorum. İçinden


geçtiğimiz –ya da aslında bir türlü geçemediğimiz- süreçlerde ve kutuplaşma ikliminde
hayatiyet kazanan eleştirel düşünme çabalarına sadece küçük bir katkı olmasını umarak
kaleme alınmış değini mahiyetinde bir yazı. Faşizm ve propaganda konusuyla
ilişkilendiğim nokta bugüne kadar daha çok film ve medya çalışmaları üzerinden oldu. Bu
yazıda da yer yer bu alandaki birikimden ve biraz serbest bir yazma tarzı ile
yararlanıyorum. Yazının kapsamının bu olduğunu belirterek, eksikler ya da
derinleştirilmeksizin geçilen tespitler konusunda anlayış göstermenizi diliyorum. Faşizm,
derginin bu sayısının dosya konusu olduğu için zaten konu farklı odaklanmalar etrafında
ele alınacaktır.

Faşizmi Anlamak

Mann, “faşizmi anlamak, görünüşte büyük modern ideallere sahip insanların nasıl
nihayetinde örselenemeyen bir kötülüğe sebep verecek biçimde davrandıklarını
anlamaktır” der.[4] Yazar, kitlesel faşizmin, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki ideolojik,
iktisadi, askeri ve siyasi krizlere bir cevap olduğunu ve faşistlerin bu krizlerin tümüne
birer çözüm önerdiklerini belirtir. Mann şöyle sürdürür:[5]

Faşist örgütler ayrıca (genelde propaganda denilen) büyük ideolojik yenilikler, kitlesel
siyasi elektoralizm [seçimcilik] ve paramiliter şiddetle hemhal oldular. Hepsi duygusal
bağlılığı artırmak için büyük ölçüde ritüelleşti. Faşist liderler, iktidarı elde etmeye
çalışırken iktisadi, askeri, siyasi ve ideolojik seçkinleri (özellikle de kiliseyi) de etkisiz hale
getirmeye çalıştılar.

Bu tespitleri bir faşizm tanımı takip ederse de Mann’ın burada söylediği ilk şey faşizmi
tanımlamanın kolay olmadığı ve bu anlamda da birçok zaman ve mekâna uygulanabilecek
bir genel tanımı aramadığıdır. Mann benimsediği tanıma faşistlerin temel değerleri,
eylemleri ve iktidar örgütlenmeleri üzerinden ulaştığını belirtir: “Çok kısaca, faşizm aşkın
ve arındırıcı bir ulus devletçiliği paramilitarizm üzerinden gerçekleştirme arayışıdır. Bu
tanım daha ayrıntılı açıklama gerektiren beş temel koşul içerir. Her biri de kendi içinde
çelişkiler taşır.”[6] Mann’ın genişçe açıkladığı bu koşullar Milliyetçilik, Devletçilik, Aşkınlık,
Temizlik ve Paramilitarizm’dir.[7]

Henri Michel de faşizmin milliyetçiliğin vardığı bir doruk noktası olduğunu belirtir. Yazara
göre faşizm çıkarı gereği toplumsal, etnik ve siyasal bir iç tutarlılık aramakta ve efsanevi
bir geçmişi model almaktadır. Geçmişin düşlenen bu altın çağında millet her türlü yabancı
unsurdan arındırılmıştır. Yazara göre milleti yeniden arındırmak amacındaki faşizm bu
nedenle“yabancı düşmanı, ırkçı ve son tahlilde antisemitiktir. Böylece halk, millet ve ırk
aynı tarihsel gerçekliği ifade etmektedirler.”[8] Michel ayrıca faşizmin kibrininin altını
çizer. Bu kibir hep daha fazlasını isteyen, sınırını hep ileri taşımayı düşleyen ve kaçınılmaz
olarak emperyalizmde son bulan bir hırsla iç içe geçmiştir:
Faşist milliyetçilik mağrur ve haristir; geri çekilmeyi amaçladığı hiçbir sınır yoktur; her
zaman için gözden geçirmek istediği bir anlaşma ve geri almayı düşündüğü bir alan
vardır; geçmişte, aynı düzeye ulaşmayı amaçladığı bir büyüklük dönemini kolayca bulur.
Ordu tarafından desteklenen eski muhariplere dayanan, sınır dışı edilmiş memleketlerini
toplama peşinde koşan faşizmin sonu doğal olarak emperyalizme çıkmaktadır.[9]

Faşizmi anlamanın yaşamsal önemi hiç azalmıyor. Modern insan defalarca izlemiş olduğu
bir filmin bir anda başrol oyuncusu haline gelebiliyor ve sanki içinde insan olma
haysiyetiyle ilişkili her şeyin yitip gittiği o korkunç zulüm ve katliamlara dair anlatılardan
ve imge dağarcığından hiç nasiplenmediği intibaını veren konumları bir anda
sahiplenebiliyor.

Lider, Kitle ve Propaganda

Dünyanın farklı coğrafyalarında yaşamakta olanlar, “modern insanın” sebebiyet verdiği


soykırım gibi büyük kötülükleri çoğu kez ortak bir imge dağarcığı içinden tahayyül eder.
Bu imge dağarcığının yoğun biçimde Nazi Almanya’sından dünyaya yayılan imgeler
olduğu söylenebilir. Çok sayıda kurmaca filmin, belgeselin, romanın, öykünün ve haberin
kaynağında Alman toplumunun faşizm deneyimi ve onun imgeleri vardır. Bu ortak imge
dağarcığının oluşmasına sinemanın kurmaca ya da belgesel filmlerinin katkısı büyüktür.
Bu sinema malzemesi arasında ise Leni Riefenstahl’in İrade’nin Zaferi adlı belgesel filmi
ayrı bir öneme sahiptir. Hitler’in emriyle hazırlanarak 1935 yılında yapımı tamamlanan bu
film “modern” insanın faşist ideallerin peşindeki “şehevi” yürüyüşünü anıtsallaştırır.

Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin Nürnberg’de 5 Eylül 1934 yılında düzenlediği 6.
kongre etrafında örülen anlatıya, Adolf Hitler’in uçağının göklerden süzülerek inişiyle
başlanır. Uçak inişe geçmeden önce kentin üzerinden takip edilir. Aşağıda erkeği ve
kadınıyla yüz binlerce genç ve yaşlı Alman, görkemli bir karşılama için Hitler’in geçeceği
yol kenarlarına birikmekte, binlerce asker ip gibi bir yürüyüş düzeni içinde aynı
güzergâha ilerlemektedir. Film bu günü tarihe altyazılarda şöyle kaydeder:

5 Eylül 1934 günü, Dünya Savaşı’ndan 20 yıl sonra, Almanya’nın ıstırabından 16 yıl
sonra, Alman yeniden doğuşunun başlamasından 19 ay sonra, Adolf Hitler sadık
takipçilerinin toplanmalarını denetlemek üzere yeniden Nürnberg’e uçtu.

Altyazı ile yapılan bu kaydın dışında filmin neredeyse ilk 20 dakikasında sadece Hitler’i
karşılamaya gelen büyük kalabalıktan yükselen “Heil! Heil! Heil Hitler!…” (Hitler’e Selam!)
sesleri duyulmaktadır.[10] Hitleri karşılayan asker, sivil, kadın, erkek ve çocuk
kalabalığının en dikkat çekici yönü yakın plan çekimlerde yüzlerde belirdiğini
görebildiğimiz şehevi coşkudur. Zaman zaman histerik ağlamalarla dışa vurulan bir
coşku. Tipik karizmatik lider figüründen oldukça farklı, orta boylu ve epeyce itici olduğu
rahatlıkla söylenebilecek bir liderin, bir ırk yüceltmesi üzerinden yarattığı bu “şehevi
birlik” hali oldukça ilginçtir. Hitler’e gösterilen bu tutkulu bağlılık, aynı zamanda, çeşitli
biçimlerde incinmiş bir ulusal gururun geçit verebileceği irrasyonelliğin de çarpıcı bir dışa
vurumudur. Leni Riefenstahl’in filmi sinematografik başarısı üzerinde geniş ölçüde
tartışılmış olan bir kült filmdir; sinema boyutuyla hak ettiği kadar konuşulmuş ve
incelenmiştir. Fakat en önemlisi bu film propaganda sineması tarihinde özel bir yere sahip
bir filmdir. 6. Kongrede yapılan konuşmaların her biri faşizmin “kitle ruhu”na seslenişi
olarak, teklik, birlik ve güç ideali etrafında bu ruhu harekete geçirmeye ne kadar katkıda
bulunduysa, bir propaganda filmi olarak İradenin Zaferi bu kongrenin etkisini fazlasıyla
aşan ve çoğaltan ölçülerde bir propaganda kabiliyetine sahiptir. Bu boyutuyla da birçok
incelemenin konusu olmuştur.

Filmin ve 6. Parti Kongresi’nin açılışını yapan Hitler’in o dönemki Nazi vekili ve sağ kolu
Rudolf Hess:

“Liderim, nasyonal sosyalizmin flama ve bayraklarıyla kuşatıldınız. Ancak birgün bunların


kumaşları çürüyüp yok olduğunda, insanlar dönüp geriye baktıklarında zamanımızın
büyüklüğünü anlayacaklar! O zaman sizin, Liderim, Almanya’ya ne ifade ettiğinizi
anlayacaklar. Siz Almanya’sınız! Siz harekete geçtiğinizde Almanya harekete geçiyor. Siz
hâkim olduğunuzda millet hâkim oluyor. İyi günde kötü günde yolumuza ne çıkarsa çıksın
yanında duracağımıza şükran duygularıyla söz veriyoruz. Liderliğiniz sayesinde Almanya
“evde olma,” dünyanın her köşesinde Almanların “evde olma”sı amacına ulaşacaktır. Siz
zaferin garantisisiniz. Siz barışın garantisisiniz. Adolf Hitler! Yaşasın Zafer, Yaşasın Zafer!”

demektedir. Rudolf Hess’in “Almanya Hitler’dir, Hitler Almanya’dır” vurgusu, faşizmin


olduğu kadar tüm otoriter ideolojilerin nerede görsek tanıyacağımız türden lider
tapıncının ifadesidir. Hess, 6. Parti Kongresi’nin kapanışını -ki bu aynı zamanda Leni
Riefenstahl’in filminin de kapanışıdır- yaparken bu sözlerini bu kez “Parti Hitler’dir!
Almanya Hitler’dir Hitler de Almanya’dır! Hitler, Yaşasın Zafer!” biçiminde tekrar eder.

Faşizm tüm totaliter rejimler gibi örgütlenebilmek için liderlere ihtiyaç duyar. Lider ise
kalabalıklara, kitleye. Bu ikisini birbirine bağlayan unsur propagandadır. Hiç kimse ve
hiçbir düşünce aynı anda birçok yerde olamayacağı ve dile gelemeyeceği için faşist
endoktrinasyonun kişileri, liderleri ve düşünceleri çoğaltıp yayması gerekir. Bu, medya ve
propagandayı faşizme bağlayan hattın ciddi biçimde işletilmesi ve işlevselleştirilmesi
anlamına gelmektedir. Nazi Almanya’sında bu anlamda propagandanın gücü çok erken
fark edilmiştir. Hitler, propaganda faaliyetine olağanüstü önem atfetmiş ve 13 Mart 1933
tarihinde kurulan Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı aracılığıyla bu faaliyeti güçlü
bir kurumsallaştırmaya kavuşturmuştur.

İradenin Zaferi filminde yer alan konuşmalarda Adolf Hitler liderliğindeki Nazi
Almanya’sının başarılarının sıralanması büyük yer tutar. Bu konuşmalarda yollara,
köprülere, inşaatlara diğer bir deyişle gücün, büyüme ve gelişmenin görülebilir
göstergelerine yapılan vurgu dikkat çekicidir. Konuşmacılardan biri:

“İmparatorluk 51 farklı yerde otobanlar inşa ediyor. Çalışmanın henüz erken bir
aşamasında olmamıza rağmen burada 52 bin işçi çalışıyor. 100 bin işçi de destek
malzemesini sağlama işinde istihdam edildi. Nereye başımızı çevirsek orada bir inşaat işi
devam ediyor. Kıymetli binalar yaratılıyor, geliştiriliyor. Bu geçtiğimiz yılın en önemli
faaliyetiydi. Bu faaliyet gelecekte de sürdürülecek.”

demektedir. Filmin ilerleyen sahnelerinde Hitler’in sözü edilen bu 52 bin işçiyle buluşması
vardır. Bir Alman düzenliliği ve disiplini içinde sıralanmış işçiler, kazma ve küreklerini
toprağa saplayarak teatral bir yoklama verirler. Buluşmayı tertipleyen kişi 52 bin işçinin
yoklama için hazır olduğunu söyler. Almanya’yı yeni bir döneme taşımak için hazır
olduklarını haykırır. Sonra bu askeri nizam ve gamalı haçlarla omuzları süslenmiş
üniformalar içindeki işçiler, Almanya’nın birliğini, tekliğini ve kudretini seslendirir:

“- Yoldaş nerelisin?
– Freisland
– Ya sen?
– Bavyera
– Peki sen
– Kaiserstuhl
– ve Sen?
– Pomerania
– Köningsberg, Silezya, Kıyı Şeridi, Kara Orman, Dresden, Tuna kıyısı, Ren, Saar..
– Tek Millet, Tek Lider, Tek Devlet, Tek Almanya!”

Filmde ve 6. parti kongresinde propagandanın gücü de kuşkusuz dile getirilecektir. Bu


konuşmayı yapan kişi, Nazi propaganda stratejilerini şeytani aklıyla hayata geçiren
Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’dir.

İçinizdeki coşkunun parlak ateşi hiçbir zaman sönmesin. Modern politik propagandanın
yaratıcı sanatına ışık ve sıcaklık veren sadece budur. Bu sanat insanın derinliklerinden
yükselir ancak köklerini aramak ve iktidarını pekiştirmek için yeniden ve yeniden bu
derinliklere dönmelidir. Silaha dayalı iktidar sahibi olmakta sorun olmayabilir fakat
insanların kalbini kazanmak ve bu yeri korumak daha önemli ve daha tatmin edicidir.

Bir tümlük/teklik, güçlülük ve “arılık” ideali etrafında Holocaust’a (Yahudi Soykırımı) yol
açmak, kuşkusuz silahlardan çok sözcüklere ve sembollere, diğer bir deyişle etkin
propagandaya dayanmayı gerektirir. Adolf Hitler’in propagandaya verdiği önem bunun
anlaşılmış olmasıyla ilişkilidir. Bu propagandanın yararlandığı sembolleri, filmleri,
haberleri ya da diğer malzemeyi inceleyen pek çok çalışma vardır. Hitler’in bilhassa
filmlere ve belgesellere verdiği önem de iyi bilinmektedir.[11] Hitler’in Kavgam adlı
eserinde propagandaya iki bölüm ayırdığı ve burada propagandanın öneminin
anlaşılmaması ya da yanlış anlaşılmasıyla ilişkili şikâyetlerini dile getirdiği de
bilinmektedir.[12]

O’Shaughnessy, propagandanın Nazizm bakımından yönetici felsefe olduğunu,


propagandanın nihai bir amaca ulaşmak için bir yol değil, kendisinin başlı başına nihai bir
amaç olduğunu ifade eder. Yazara göre, Hitler imgelemde kurduğu ve demirlediği faşist
rejimin evrensel müellifiydi. Makinelerden belgesellere, kitaplardan binalara her şeye bir
tek soru aracılığıyla yaklaşıyordu: “İkna değeri nedir?”. O’Shaughnessy, Nazi
propagandasının Dr. Goebbels gibi üstün bir yönetmene ve Hitler gibi üstün bir stara
sahip olduğunu ekler.[13]

Faşist İdealler ve Cinai Eylemler

Almanya örneğinde olduğu gibi, İtalya’da, İspanya’da ve Avrupa’nın diğer ülkelerinde iki
savaş arasında yükselen faşizmlerin tümü propaganda faaliyetine olağanüstü bir önem
atfetmiştir. Zira faşist diktatörlüklerin güçlü bir propaganda faaliyeti üretilmeksizin
sürdürülmesi mümkün değildir. Bu dönemde en güçlü propaganda malzemelerinden biri
de canlı renklere sahip afişler olmuştur. İnternet ortamında kolaylıkla bulunabilecek olan
bu örnekleri incelemek faşizmin değişmez mantığını ve istismar konularını görebilmek
için önemlidir. Hitler Almanyası, Mussollini İtalyası veya Franco İspanyası’nda üretilmiş
propaganda afişlerinde yer alan sloganların vurgularının birbirlerine olduğu kadar, faşist
söylemleri dillendirmekten imtina etmeyen günümüzün bazı sağ partilerinin ve
politikacılarının söylemlerine benzerliği de çok ilginçtir.[14]

Genel söylemdeki benzerliklere rağmen propaganda faaliyeti her zaman kültür içinde
sürdürülür ve kültürel farkı da dikkate almak zorundadır. İletişim bilimci Harold Dwight
Laswell neredeyse bir asır önce, iki savaş arası dönemde kaleme aldığı çalışmasında,
propagandanın ve propaganda stratejilerinin kültürel boyutuna dikkat çeker. Nesneler ve
semboller kültür içinde konumlanır ve kültürel tutumlar bu konumlanışlar etrafında
örgütlenir. Laswell propaganda faaliyetinin de bu kültürel çerçeveler içinde nesnelerini
sunduğunu ifade eder.[15]

Jowett ve O’Donnell,[16] propagandanın en nötr anlamıyla, belirli fikirleri yaymak ya da


teşvik etmek anlamına geldiğini ifade ederler. Sözcüğün Latincede yaymak (propagate)
ya da (tohum) ekmek/saçmak anlamına geldiğini belirtirler. 1622’de Vatikan’ın, Roma
Katolik Kilisesi inancını yaymak için kutsal cemaat anlamına gelen Sacra Congregatio de
Propaganda Fide‘yi kurduğunu ve bu propaganda faaliyetinin hem Roman Katolik Kilisesi
inancını dünyaya yaymayı amaçladığı hem de Protestanlık karşıtı olması nedeniyle
sözcüğün nötr karakterini yitirerek pejoratif bir anlam kazandığını ifade ederler. Bir
mesajı propaganda olarak tanımlamak, bu nedenle, negatif ve dürüstlükten uzak bir şey
önermekle eşleşir. Propagandayla eşanlamlı sözcükler yalan, çarpıtma, aldatma, maniple
etme, zihin kontrolü, psikolojik savaş, beyin yıkama ve palaver’dir (palavra). Yazarlar
ikna ve propaganda arasında ayrım yaparlar ve propagandayı iknanın bir alt kategorisi
olarak değerlendirirler. Jowett ve O’Donnell bu bilgiler ışığında propagandayı,
“propagandacının niyet ettiği şeyi ileri götürecek bir yanıt elde etmek için algıları
şekillendirmeye, bilişleri manipüle etmeye ve davranışı yönetmeye dönük maksatlı
sistematik girişim” olarak tanımlarlar.[17]

Propagandanın gündelik dildeki karşılığının da pozitif ya da yansız bir tanıtım ve belirli bir
konuda başkalarının desteğini talep etme ya da bu desteği yaygınlaştırma faaliyetini
anlatmaktan ibaret olduğunu söylemek pek mümkün değil. Bunun yanında
propagandanın ilk elden çağrıştırdıkları da siyaset alanıyla ilişkilidir. “Siyaset”in zaten
gündelik dildeki kullanımlarına da maniple etme, düşünce ve tutumları belirli bir
doğrultuda yönlendirmek gibi anlamlar eşlik eder. Dolayısıyla propagandanın çağrıştırdığı
negatif anlamların siyaset alanının kavranış biçimiyle de ilişkili olduğunu eklemek gerekir.

Stanley[18]propaganda ile ilişkili olarak başta insana mantıklı gelen iki varsayım
olduğundan söz eder. Bunlardan biri propagandanın yanlışlık koşulu (falsity condition),
diğeri de propagandanın samimiyetsizce yaygınlaştırılmasından hareketle samimiyetsizlik
koşulu (insincerity condition) olduğunu söyler. Yazar aslında bunların ikisinin de zorunlu
koşullar olmadığını savunur. Bir şey hem doğru hem de propaganda niteliğine sahip
olabilir. Burada verdiği örnek ilginçtir. Örneğin ABD’de Müslüman olmayan bir politikacının
konuşmasında, “aramızda Müslümanlar var” dediğini düşünelim, der. Bu bir iddia olarak
doğrudur; ABD’de pek çok Müslüman vardır. Ancak aynı zamanda bu bir uyarıdır.
Müslümanları bir tehdit olarak algılatmaya dönük bir cümle olarak propaganda
niteliğindedir. Yine de yazar bunun kolaycı bir çıkarsama olduğunun iddia edilebileceğini
belirtir. Zira “aramızda Müslümanlar var” sözünün doğru olmakla birlikte, yanlış bir
iletişimi yönlendirdiğinin söylenebileceğini hatırlatır. Stanley, yanlış yönlendirme ile yanlış
olma arasında bir fark olduğunu ve yanlışlık koşulunun propagandanın ayırt edici
karakteri olmadığını söyler. Bunun gibi samimiyetsizlik koşulunun da her durumu
açıklayan bir ifade olmayabileceğini belirtir. Sözgelimi der Stanley, Hitler, Yahudileri
“çürüyen cesetteki kurtçuklar”a benzetirken oldukça “samimi” bir anti-Semitizm içinden
konuşmaktadır. Burada elbette düz anlamıyla Yahudilerin kurtçuk olduğunun
düşünülmediğini ve bir metafor kullanıldığını belirtir. Ancak Stanley’e göre bu metafor
yine de Yahudilerin toplum sağlığına ölümcül bir tehdit olarak görüldüğünü ifade etmekte
olan “samimi” bir düşmanlığı dışa vurmaktadır. Özetle değindiğim bu tartışma
çerçevesinde yazar, propaganda ile ideoloji arasındaki bağlantıyı anlamak için
propagandanın samimi de olabileceğini anlamak gerektiğini belirtir.

Özetlemeye çalıştığım bu kısa tartışma bile propaganda faaliyetine sanıldığından da


karmaşık toplumsal, ideolojik ve psikolojik süreçlerin eşlik ettiğini açıklıyor. Bundan da
öte, propagandanın siyasetin çıkarları doğrultusunda yalan, yanlış ve samimiyetsiz bir
biçimde bilgi ya da düşünceleri yaymaktan ibaret olmadığını kavramaya yardımcı oluyor.
Politikacılar ve siyasi partiler bize dehşet verici gelen politika uygulamaları için kitleleri
yanlarına çağırırken illaki inanmadıkları bir şeye onları ikna etmeye çalışıyor
olmayabilirler. Fakat aynı biçimde, büyük bir “inandırıcılıkla” kitlenin desteğini istedikleri
konuya kendileri hiçbir biçimde inanmıyor da olabilirler. Bu çelişkili ifadeden yapılabilecek
çıkarsama da propagandanın tümüyle bir inanma ya da inanmama meselesine
indirgenemeyeceğidir.

Siyaset alanında son zamanlarda sık kullanıldığına rastladığımız post-truth kavramı da


propaganda incelemelerinde dikkate alınması gereken bir kavram. Post-truth, gerçeğin,
hakikatin ve olguların siyaset alanında özellikle ikna ve/veya propaganda faaliyetiyle
ilişkili olarak önemsizleşmesini ifade eden bir kavram olarak kullanılıyor. Öyle ki, belirli bir
konuda bir hakikat ne kadar etraflıca ortaya koyulmaya ve açıklanmaya çalışılırsa
çalışılsın bu hakikate önem kazandırılamayabiliyor ve hakikatin bir kez önüne geçen
duygu, kavrayış ya da intiba kamuoyunu belirlemeye devam edebiliyor.

Sağ Popülizm ve Faşizm Karşılaştırmaları

“Faşizm” ve “faşist” ifadeleri durum tespiti adına kendilerine en çok ihtiyaç duyulduğu
dönemlerde pek bir etki yaratamayacak ölçüde yerli yersiz kullanılmış ve yıpratılmış
ifadelerdir. Bu, Türkiye’de özellikle böyledir. Faşizm zor kullanımının, kaba kuvvetin,
hukuksuzluğun, otoriterleşmenin, cinai eylemlerin her biçiminin adı olabilmiştir.
Dolayısıyla gerçekten açıklayıcı olabileceği yerlerde takatten kesiliverir.

Sağ popülist politikaların faşizm olarak adlandırılması sadece Türkiye’ye özgü de değil.
Sözgelimi, “Popülizm faşizm değildir: Fakat faşizmin habercisi olabilir”[19] başlıklı bir
makale kaleme alan siyaset bilimci Sheri Berman yakın tarihli bu yazısında sağ-kanat
hareketlerin Avrupa ve Kuzey Amerika’da politik alanda giderek daha etkili olmaya
başlamalarıyla birlikte bu durumu 1920’lerden 1930’lara Avrupa’da faşizmin yükselişiyle
paralellikler kurarak yorumlayanların arttığını belirtir. Berman’a göre bugünün sağ kanat
popülistleri iki savaş arası dönemin faşistleriyle benziyor olmakla birlikte farklılıkları daha
belirgindir. Üstelik yazara göre, sağ kanat politikalar faşizmle kıyaslayan bu
karşılaştırmalar, tehlikeli politikaların ve partilerin, iki savaş arası dönemde olduğu gibi
demokrasiyi kökten biçimde tehdit eden ihtilalci hareket türlerine nasıl dönüştüklerini
açıklamada genellikle başarısız kalmaktadır. Berman, bu süreci anlamak için sağ kanat
aşırılıkçı partilerin cazibelerini ve programlarını ya da destekleyicilerinin eğilimlerini
incelemek yeterli değildir der. Bunun yerine daha geniş politik bağlama bakılması
gerektiğini söyler. Avrupa’da, faşistleri marjinal aşırılıkçılar olmaktan çıkararak iktidara
gelmelerini sağlayan şey, demokratik seçkinlerin ve kurumların, kendi toplumlarının iki
savaş arası dönemde yüzleştiği krizle uğraşmakta başarısız olmalarıdır. Berman bugün
gerçek problemlere rağmen, Batı’nın hiçbir yerde 1930’larda yaşananlarla aynı türden
kırılmalarla yüz yüze olmadığını da ekler. Ona göre Le Pen’i, Trump’ı ve diğer sağ-kanat
popülistleri “faşist” olarak tanımlamak bir şeyleri açıklamaktan çok iyice anlaşılmaz hale
getirmeye yaramaktadır.[20]

Berman’dan yukarıda yaptığım bu uzunca özet sağ popülizmin faşizm olarak


adlandırılmasının yol açtığı bu anlaşılmaz hale getirme konusunu iyi açıklamaktadır.
Politik Sağ’ı Berman’ın söylediği gibi demokratik değerleri, parlamenter demokrasiyi,
liberalizmi aşağıladığı ve ulusal birliğe tehdit olarak gördüğü, ulusu dinsel ve ırksal
çerçevede tanımlamaya yatkın olduğu ya da haklar ve özgürlükler alanını daralttığı için
“faşist” olarak tanımlamak faşizmin ciddiye alınması gereken biçimiyle karşılaşıldığında
onu tanımlayacak kavramları güçten düşürmeyi gerçekten de getirebilir. Elbette
baktığımız anda gözünden tanıyacağımız tek biçimli ve katmansız bir “faşizm” yoktur;
faşizmler vardır. Faşizmin farklı biçim ve düzeydeki uygulamaları maruz kalanlar
bakımından birbirlerinden farklı noktalarda ve farklı derecelerde mağduriyetlere ve
yıkıma yol açabilir. Üstelik Berman’ın makalesinin alt başlığında söylediği gibi her
popülizm faşizm olmasa da faşizmin habercisi olabilir. Nitekim söz konusu makalesinde
Berman, bağlamın önemine dikkat çekmiş ve iki savaş arası dönemde yaşanan 1930
ekonomik bunalımının faşizmin bağlamı olarak önemini açıklamaya çalışmıştır. Ancak
Büyük Bunalım, Almanya’yı Nazizme yenik düşürürken aynı sertlikle bu bağlama maruz
kalan ABD’de demokrasi yaşamaya devam etmiştir. Berman, bunu her iki ülkede o
dönemin hükümetlerinin ne yapıp ne yapamadıklarına, alternatif yaratarak işsizlik altında
ezilen kesimleri sahiplenip sahiplenmediklerine ve demokrasi kurumlarının ömrüne ve
direncine bakarak açıklamaktadır. Almanya’da faşizmin büyük şansı bütün bu noktalarda
o dönemin yönetimlerin başarısız kalmaları olmuştur.[21]

Kısacası, Batı demokrasilerinin günümüzde deneyimlediği krizlerin ya da bunalımın


niteliği iki savaş arası dönemden farklıdır. Ancak yine de özellikle Suriye’deki savaş başta
olmak üzere Ortadoğu coğrafyasında yaşanan çatışmalar ve bu çatışmalarla ilgili olarak
iyi yönetilmesi gereken bir uluslararası güç dengesi sorunu ve ciddi bir “mülteci” sorunu
vardır. Dolayısıyla bu bağlamın etkileri iç politikaların şekillenmesinde belirleyici sonuçlar
doğurabilecektir. Kısacası bu bağlamdaki farklı etkileşimlerin popülizmin ötesine geçen
ırkçı, milliyetçi politikalar için elverişli bir zemin sunmayacağının ya da faşizmlerin geri
dönmesi için koşulların dönüşümünün hızla gerçekleşmeyeceğinin sonsuz bir garantisi
yoktur.

Türkiye’ye gelince buradaki durumu okumak giderek daha da güçleşmektedir. Siyasal


iktidarın “toplumsal hassasiyet” olarak işaretlediği belirli konuları güçlü bir propaganda
dili içinde “biz” ve “onlar” biçimindeki bir dışlama pratiğinin malzemesi olarak kullanması
otoriterleşme eğilimleri karşısındaki suskunluğu güçlendiriyor. HDP’li milletvekillerinin
dokunulmazlıklarının kaldırılması olayında olduğu gibi kimi çatışmalı konular bir tartışma
imkânını bile tümden dışlayan bir biçimde ele alınıyor. Siyasi iktidarın tanımlama
özgürlüğü çerçevesinde, yandaşlıkla vatanseverlik, muhaliflikle hainlik el çabukluğuyla
eşitleniyor. Bu dil, akıl almaz ölçülerde dışlayıcı bir dil. Öyle ki muhataplarını en başından
suskunluğa mahkûm etmeyi başarabiliyor. Türkiye’de yakın tarihlerde yaşanan hak
ihlalleri ve hukuksuzlukların muhasebesinin yapılamamasının, dış politikanın izana
sığmayacak bir biçimde iç politikanın malzemesi haline getirilmesinin ve uluslararası
alanda kaybedilen kazanımların ya da itibarın görmezden gelinmesinin, uluslararası
alanda patlak veren tüm krizlerde kendi hata payımızın üzerinden tümüyle atlanarak
yaşanan problemin “milli bir mesele” olarak kodlanmasının bu dışlayıcı dilin gücü
karşısındaki bir geri çekilme olarak okunabileceği birçok durum yaşanıyor.

Bu gelişmeler, neredeyse tümüyle AKP lehine partizanlaşmış ana akım medyayla baş
başa kalınan bir dönemde yaşanıyor. Partizanlaşmış bir ana akım medya esasen ana akım
medyanın yok edilmiş olduğu anlamına gelir. Bunun yanında zaten erişen kesimin sınırlı
olduğu alternatif medya ortamlarının bile sık sık kapatılması, artık çetelesini tutma
imkânı kalmayacak sayıda televizyon, radyo, dergi, haber portalının susturulmasından
sonra enikonu bir internet ansiklopedi olarak adlandırabileceğimiz Wikipedia’ya erişimin
yasaklanmasının anlamını da düşünmek gerekiyor. Üstelik bu yasaklamanın terör
faaliyetine destek mahiyetinde olduğu iddia edilen içerikler gerekçe gösterilerek yapılması
ayrı bir sorun. Zira rahatsız edici her kurumun, yayın organının ve internet ortamının
kapısına aynı gerekçeyle kilit vurulabilir ya da erişim yasaklanabilir. Aynı gerekçelerle her
bireyin hak ve özgürlük alanları ellerinden alınabilir. Nitekim alınıyor da. Bugün (29 Nisan
2017) yayınlanan yeni bir KHK ile yine çok sayıda Barış Akademisyeni üniversitelerden
ihraç edildi. Yaşanan gelişmeleri sadece İslamcı-sağ politikalar veya popülizm tanımına
sığdırmak, bu ağır otoriterleşmeyi anlatmak için kafi gelmiyor. Bu noktadan
savrulacağımız yerin neresi olacağı konusunda da bağlam çok ümit verici değil.

Sonuç Yerine

Bu yazıyı bitirirken, Umberto Eco’nun[22]ur-fascism ya da eternal fascism olarak


adlandırdığı faşizmin on dört özelliğiyle ilgili makalesini yeniden okumanızı önermek ve
burada da sadece iki maddeye yer açmak istiyorum. Eco “kök faşizm ya da ebedi faşizm
diye adlandıracağım olgunun bir dizi tipik özelliğini ortaya koymanın olanaklı olduğunu
düşünüyorum” der.
1. (Eco’da 3. madde). İrrasyonalizm, eylem için eylem kültüne de dayalıdır. Eylem kendi
başına güzeldir, öyleyse hiçbir biçimde önceden üzerinde düşünülmeksizin
gerçekleştirilmelidir. Düşünme, bir tür kısırlaşmadır. Bu yüzden eleştirel tavırlarla
özdeşleştiği sürece, kültür kuşkulu bir olgudur. Goebbels’e atfedilen “ne zaman
kültürden söz edildiğini duysam, tabancamı çekerim” sözünden, “domuz
entelektüeller,” “yumurta kafalılar,” “radikal züppeler” ve “üniversiteler komünist
yuvasıdır” gibi sık sık kullanılan ifadelere varıncaya kadar, entelektüel dünyaya karşı
güvensizlik, her zaman kök-faşizmin bir belirtisi olmuştur. Resmi faşist entelektüeller,
modern kültürü ve liberal aydınları geleneksel değerleri terk etmekle suçlamayı görev
bilmişlerdir.
2. (Eco’da 7. madde). Kök-faşizm, toplumsal bir kimlikten yoksun insanlara biricik
ayrıcalıklarının herkesin paylaştığı ayrıcalık olduğunu –aynı ülkede doğmuş olmak-
olduğunu söyler. “Milliyetçilik”in kökeni budur. Ayrıca, bir ulusa kimlik verebilecek tek
bir grup vardır: düşmanlar. Bu nedenle, kök-faşizm ideolojisinde, olasılıkla uluslararası
nitelikli bir komplo saplantısı vardır. Faşizmin yandaşları kendilerini kuşatılmış
hissetmelidir. Komployu açığa çıkarmanın en kolay yolu da, yabancı düşmanlığına
başvurmaktır. Ama komplonun köklerinden biri de içeride olmalıdır; çoğu zaman
Yahudiler, aynı anda hem içerideki hem dışarıda olmak gibi bir avantaja sahip oldukları
için, en iyi hedefi oluştururlar. ABD’de komplo saplantısının son örneği, Pat
Robertson’un The New World Orderadlı kitabıdır.

Bu iki madde aracılığıyla Türkiye’deki ahvalimize baktığımızda gördüğümüz nedir? Yakın


tarihlerde, başta ve yoğunlukla sosyal bilimler alanına yönelik olmak üzere üniversitenin
(dolayısıyla eleştirel düşüncenin) uğradığı ağır saldırı, tetikçi basının ve onlar aracılığıyla
suç örgütlerinin liderlerinin insafına terk edilen akademisyenler, sık sık hortlatılan
entelektüel düşmanlığı bir taraftadır. Diğer tarafta ise milliyetçi kimlik kurgusunun
pekiştirilmesi için ihtiyaç duyulan düşmanlar konusunda hiçbir zaman sıkıntı çekilmediği
gerçeği vardır; Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Eşcinseller, Ateistler ve büyük düşman olarak
Batı. Hatta yeri geldiğinde bütün dünyanın Türklere düşman olduğu ilan edilir.

Bu süreçlerin yaşandığı bağlam bir rejim/sistem değişikliğinin el çabukluğuyla


gerçekleştiği bir bağlamdır. Parlamenter sistem İslamcı sağın propaganda dilinin önemli
hedeflerinden birini oluşturmuştur, iki maddeyi kısmen aşarak yeniden Umberto Eco’ya
dönersek, 13. maddenin sonundaki şu cümle kaygılanmamız gereken şeyi çok net olarak
söylemektedir. “…ne zaman bir siyasetçi artık halkın sesini temsil etmediği gerekçesiyle,
parlamentonun meşruluğuna kuşku düşürürse, kök-faşizmin kokusunu duyabiliriz.”
Propaganda faaliyeti, kokusu duyulan tehlikeyi, toplumun çok geniş bir kesimine tümüyle
başka bir şey olarak sunabilir ve gösterebilir. Daha da fenası, toplumun çok geniş bir
kesimi için ifade ve haber alma özgürlüğünün sınırlanmasının, üniversite özerkliğinin ve
akademik özgürlüklerin altının oyulmasının, medyanın partizanlaşmasının ve güçlü bir
muhalif gazetecilik pratiği sergileyen bütün gazetecilerin hapiste olmasının hiçbir önemi
olmayabilir. Bunların önemini anlatabilmek için kullanabilecek imkân ve ortamlar
muhalefetin elinden tümüyle alınabilir. Bu imkânlara erişme çabaları kriminalize edilebilir.

Bütün bunlar ağır bir propaganda faaliyeti eşliğinde yürütülebilir ki medyanın siyasi
iktidar tarafından neredeyse tümüyle yeniden yapılandırıldığı bir ortamda bu faaliyete
direnç gösterme imkânı da oldukça sınırlı olacaktır. Yine de bu tablo üzerine düşünmek,
tartışmak, konuşmak, yazmak ve demokratik bir toplum hayatı için demokratik yollarla
mücadeleden vazgeçmemekten başka yol yok. Bu yazı da bu çabanın bir parçası olsun…

DİPNOTLAR

[1] Agamben, Giorgio, Tanık ve Arşiv: Auschwitz’den Artakalanlar, Çev., Ali İhsan Başgül,
Dipnot Yayınları, 2010.

[2] a.g.y., s. 104.

[3] Mann, Michael, Faşistler, Çev., Ulaş Bayraktar, İletişim Yayınları, 2015. s.17.

[4] a.g.y., s.17.

[5] a.g.y., s.19.

[6] a.g.y., s. 29.

[7] a.g.y., s. 29-35.

[8]Michel, Henri, Faşizmler. Çev. Füsun Üstel. İletişim Yayınları, 2011. s. 9.

[9] a.g.y., s. 9-10


[10]Kongreden uzunca bir zaman öncesinden başlayıp giderek kurumsallaşmış olan Nazi
selamlaşmasının ifadesi olan Heil sözcüğü aynı zamanda “Kurtuluş” anlamına gelir ve
buna elin özel bir biçimde kaldırılması hareketi eklenir. Faşizmlerin belki de tüm totaliter
rejimlerin selamlaşmalarını el işaretleriyle ya da diğer bedensel ifadelerle
ritüelleştirmeleri ve kurumsallaştırma çabaları üzerine düşünülmesi gerekir.
[11] Bkz. Hoffmann, Hillmar, The Triumph of Propaganda: Film and National Socialism,
1933-1945, Oxford, Berghahn Books, 1996.
[12] Stout, Michael J., The Effectiveness of Nazi Propaganda During World War II,
Master’s Theses and Doctoral Dissertations. Paper 314. 2011. Eastern Michigan
University DigitalCommons@EMU. s. 9.

[13] O’Saughnessy, Nicholas, Selling Hitler: propaganda and the Nazi brand, Journal of
Public Affairs 9: (2009). s.55-56. (www.interscience.wiley.com) DOI: 10.1002/pa.312.

[14] Şu linkte yer alan Hitler Almanyası propaganda afişlerine bir göz atmak bu afişlerin
neye benzediğini hatırlamaya yardımcı olabilir. https://onedio.com/haber/milyonlarca-
insanin-katili-adolf-hitler-in-17-propaganda-afis-ve-pankarti-714214

[15] Lasswell, Harold D., “The Theory of Political Propaganda”The American Political
Science Review, Vol. 21, No. 3 (Aug., 1927), pp. 627-631. s.629.

[16]Jowett, Gart S & O’Donnel, Victoria, Propagandaand Persuasion (fifth edition). USA:
Sage : 2012. s.2-3.

[17] a.g.y., s. 7.

[18] Stanley, Jason. How Propaganda Works, Rrinceton University Press, 2015. s. 3-5.

[19] Berman, Seri, “Populism is not Fascism: But It Could be a Harbinger” Foreign Affairs
November/December 2016, 39-44.

[20] a.g.y., 39.

[21] a.g.y., 41.

[22] Eco, Umberto, “Ur-Fascism”, New York Review of Books, 22 June 1995, pp.12-15.
(Türkçe çeviri için bkz. http://postdergi.com/umberto-eco-ve-kok-fasizm/ Editör, 16
Temmuz 2016). Erişim tarihi: 1 Mayıs 2017.

 Yazdır  E-posta  Facebook  Twitter  WhatsApp  Telegram  Google

İlgili

Sayı 21 (Mayıs-Haziran 2017) Kapitalizmin Enkazı, Enikonu Faşizm...


Neofaşizmin Yükselişi

Sayı 21 (Mayıs-Haziran 2017) Kapitalizmin Enkazı, Enikonu Faşizm...


Neofaşizmin Yükselişi

You might also like