Professional Documents
Culture Documents
‘MEKAN’IN DENEYİMLENMESİ:
YERLEŞTİRME (ENSTALASYON) ÇALIŞMALARI
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
FEN BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ
EYLÜL 2006
ANKARA
Burcu AYÖZCAN ATALAR tarafından hazırlanan SANATTA ‘MEKANIN
DENEYİMLENMESİ: YERLEŞTİRME(ENSTALASYON) ÇALIŞMALARI
adlı bu tezin Yüksek Lisans tezi olarak uygun olduğunu onaylarım.
Tarih : 27 / 09 / 2006
Bu tez, Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü tez yazım kurallarına uygundur.
TEZ BİLDİRİMİ
Tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde
edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu
çalışmada orijinal olmayan her türlü kaynağa eksiksiz atıf yapıldığını bildiririm.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
FEN BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ
Eylül 2006
ÖZET
GAZİ UNIVERSITY
INSTITUTE OF SCIENCE AND TECHNOLOGY
September 2006
All in all, works of installation art designs space - the backbone of architecture-
independent of aesthetical necessities, considerations on stability, requirements
of utility, economic restrictions, social responsibilities, ideological orientation
and put forward studies creating spaces merely with conceptual and visual
intentions. Hence; these studies create opportunities to present different spatial
experiences.
TEŞEKKÜR
İÇİNDEKİLER
Sayfa
ÖZET ......................................................................................................................... iv
ABSTRACT .............................................................................................................. vi
İÇİNDEKİLER .......................................................................................................... vi
1. GİRİŞ ................................................................................................. 1
3.2.1. Soyutlama ve kolaj ile sanatta mekansal gerçekliğe ulaşma arzusu ...... 24
Sayfa
ÇİZELGELERİN LİSTESİ
Çizelge Sayfa
RESİMLERİN LİSTESİ
Resim Sayfa
Resim 3.5. Kasimir Malevich– süprematist resim, beyaz üzerinde büyük haç …….28
Resim 3.9. Giacomo Balla – dynamism of a dog on a leash (leash in motion) ….....31
Resim Sayfa
Resim 4.14. Frank Halmans - the bedrooms in which i still wake up ………...........75
Resim 4.15. Alan Wexler - vinil milford evi - vinyl milford house ………….........75
Resim 4.16. Alan Wexler - vinil milford evi - vinyl milford house …………........76
Resim Sayfa
Resim 4.34. M. Goeritz Luis Barragan ve Mario Pani–Ciudad Sateliti kuleleri .......89
Resim Sayfa
Resim Sayfa
1. GİRİŞ
Üçüncü bölümde ise, ‘Seyredilen sanat yerine deneyimlenen sanat’ başlığı altında
artık 20. ve 21. yüzyılın kaide üzerindeki sanat eseri kavramının, Jonathan Crary’nin
deyişiyle kişinin ‘algısal deneyimini’ konu alan, ‘deneyimlenen’, mekân, nesne ve
gözlemci özne ve zaman’ birlikteliğini savunan bir sanat eserine dönüşmesinden
bahsedilmektedir.
20. yüzyılın sonuna gelindiğinde, artık sanatta, iki boyutlu düzlem üzerindeki
anlatımın sınırlarının aşılmasıyla, üçüncü boyutun ötesine ulaşılması, ‘zaman’ ve
‘hareket’ kavramlarıyla birlikte dördüncü boyutun ortaya çıkması durumu
incelenmiştir. Kaide üzerinde tanımlanmış, Aykut Köksal’ın deyimiyle ‘seyirlik
nesne, 20. yüzyıl başında yerini endüstri ürünü nesnelere bırakmıştır [Köksal, 1994].
Artık 21. yüzyılın sanatı, ‘çağdaş sanat’, kavramsal alt yapısıyla, mekân-nesne-
gözlemci özne ve zaman öğelerini sanatçının belirlediği anlam üzerinde bir araya
getirerek yeni okumalar, mekânsal deneyimler ortaya koymaktadır. Sanatta bu
mekânsal arayışlar, resim ve heykel düzleminden giderek insanın algısal deneyimini
3
18. ve 19. yüzyılda endüstrileşmeye karşı sanatta tepkilerle değişen sanat biçimi ve
gelinen son noktada ‘Yerleştirme,’ çalışmalarının yeri ele alınıp bu çalışmalarda
‘mekan, nesne (sanat eseri), gözlemci-özne ve zaman’, birlikteliğinden
bahsedildikten sonra, ‘Yerleştirme’ kavramının temeli olan ‘mekan’ kavramının
ortaya atıldığı Kübizm anlayışı ile başlayarak ‘mekan, nesne (sanat eseri), gözlemci-
özne ve zaman’ kavramları üzerinden ‘mekan’ kavramını konu alan diğer sanatsal
dönüşümler ve mimarlığın konusu olan ‘mekan’ ve bunun modern sanatın konusu
olması 20. yüzyılda değişen sanatsal anlayışlar üzerinden örneklenerek incelenmiştir.
Bu örneklemede, soyutlama ve kolaj ile sanatta mekansal gerçekliğe ulaşma arzusu
ile Kübizm; sanatta değişmez kıldığı ‘hız, hareket, dinamizm’ kavramlarıyla,
Futurizm; sanatta inşa etme yaklaşımıyla Konstruktivizm ve tüm bu anlayışları
reddederek yalnız nesnenin kendisinin bir anlam ifade edebileceğini, sanat eseri
olabileceğini ortaya koyan ve hazır nesneyi sanat ortamı ile buluşturan ve 20. yüzyıl
sonu ‘Yerleştirme’ çalışmalarındaki ‘nesne’ kavramın altyapısını oluşturan Dadaizm
incelenmiştir. Bu incelemeler yapılırken, Bülent Özer, Enis Batur, H.Harold
Arnason, Ulrich Conrads, Nancy Troy, Norbert Lynton, Semra Ögel’in
çalışmalarından yararlanılmıştır. 20. yüzyılın sonuna gelindiğinde, sanat eserini
mekanla, çevreyle bütünleştirme isteği ile ‘mekan, nesne, gözlemci-özne ve zaman’
birlikteliği ile ‘Yerleştirme’ çalışmalarına varılmıştır.
kurguya dâhil edilen gözlemci ve bunun adı olan ‘yerleştirme’ eylemi, İngilizce
tanımıyla ‘installation’ incelenmiştir [Atakan,1998; Schenkenburger, 2000].
‘Mekan, nesne ve gözlemci özne ve zaman’ı içine alan çalışmalar yapan ikisi de
mimar olan sanatçılar Frederick Kiesler ve Gordon Matta Clark yaptıkları
çalışmalarda ‘mekan’ı tasarımın önemli bir öğesi olarak veya ‘mekan’ı mimari
eleştirinin bir aracı olarak kullanmaları açısından çalışmanın sonunda detaylı olarak
incelenmiştir.
Gordon Matta Clark ise, mimari ve kentsel mekandan seçtiği terkedilmiş yapıların
bulundukları bağlamdaki anlamlarını sorgulayıp dönüştürerek, ‘mekan’ ve ‘gözlemci
özne’ aracılığıyla ve sunduğu mekansal deneyimlerle ‘mekan’a dair yeni anlamlar,
kavramsal anlatımlar ortaya koymaktadır. Matta Clark’ın çalışmalarına konu olan
‘mekan’lar ‘yapı’lar, bulundukları bağlamda, kentte geçici, yıkılmak üzere olan
yapılardır. Dolayısıyla burada yapılan çalışmanın kendisinde de mimarlıktaki
‘kalıcı’lığın aksine ‘geçici’ olma durumu incelenmiştir.
Mimarlığın ürünü olan ‘mekan’, 20. yüzyılın başından beri sanatın içine zaman
boyutu ile birlikte dâhil olmuş, sanatta deneyimleme, dâhil olma anlayışını
getirmiştir. Bu mekansal çalışmalar 20. yüzyılın sonunda ise ‘yerleştirme’ başlığı
altında değerlendirilmiş ve ‘mekan, nesne, gözlemci-özne, zaman’ kavramları
üzerinden incelenmiştir. Bu çalışma biçimlerinin mimarlığın ana ürünü olan
‘mekan’ı, ‘estetik’ ve ‘anlatımsal’, ‘kavramsal’ araç durumunda ve ‘geçici’ bir
deneyim olarak kullanmaları örnekler üzerinden detaylandırılarak anlatılmaktadır.
‘Estetik’, ‘anlatımsal’, ‘kavramsal’ nedenlerle ‘mekan’ın kullanılması durumu, bu
çalışmaların farklı mekansal deneyimler sunmalarını sağlamaktadır.
7
Jonathan Crary’ye göre, 19. yüzyılda Avrupa’nın geçirdiği modernleşme süreci, yeni
dolaşım, iletişim, üretim, tüketim ve rasyonelleştirme tarzları, yepyeni bir gözlemci-
tüketici talep etmiş, sonuçta da onu biçimlendirmiştir. Yine Crary’ye göre,
‘modernleşme’, yeni ihtiyaçlar karşısında bitmek bilmeyen yeni tüketim ve yeni
üretim oluşmaktadır. Bir insan, ‘özne olarak gözlemci’ bu sürecin kesinlikle dışında
kalamaz, onunla iç içedir. Crary’ye göre, ‘19. yüzyıl boyunca gözlemci, tanıdık
olmayan, dağınık kent mekanlarında, gerek algı gerekse zaman açısından onu belirli
bir bağlamdan koparan tren seyahatleri, telgraf kullanımı ve endüstriyel üretimde,
tipografik ve görsel bilgi akışlarının içinde giderek daha fazla işleve sahip olmak
zorunda kalmıştır.’ [Crary, 1992]
Crary, 1820 ve 1830’larda gelişen, yeni bir gözlemci türünü yaratmış olan, görmenin
soyutlaşması sürecini ve bu süreci oluşturan olay ve güçleri ‘Gözlemcinin
Teknikleri’ adlı kitabında ortaya koymaktadır. Crary’ye göre, 1870’lerde ve
1880'lerdeki modernist resim ve 1839’dan sonra fotoğrafın geliştirilmesi, 1820’lerde
yaşanmakta olan sistemdeki temel bir kaymanın sonraki belirtileri ya da sonuçları
olarak görülmektedir. Bilgisayar grafik tekniklerinde gerçekleşen hızlı gelişme,
‘gözlemci özne’ ile ‘temsil tarzları’ arasındaki ilişkinin geçirdiği köklü dönüşümün
bir parçası olmuştur. Bu dönemde, ‘gözlemciyle görsel temsil arasındaki ilişki’ köklü
bir biçimde yeniden konumlandırılmıştır. [Crary, 1992]
Crary’nin sözünü ettiği üzere, fotoğrafın görsel temsildeki yerini almasından önce,
‘camera obscura (karanlık oda)’ ve ‘stereoskop’ ile gözlemci ve nesneler arasındaki
ilişki dönüştürülmüştür. Son olarak ‘fotoğraf’ ise, bu çoğaltılan nesneler ve
görüntüler dünyasının bir sonucu olmuştur. Crary, 19. yüzyılın görme biçimini
etkileyen, endüstrileşmenin getirdiği seri üretim mantığında, seri halinde görsel
imgeler üreten fotoğraf için şöyle demektedir [Crary, 1992]:
8
“Bu yeni seri halinde üretilen nesneler alanında sosyal ve kültürel etki açısından en
önemlisi, fotoğraf ve imge üretimini sanayileştiren ilgili bir dizi tekniktir. Fotoğraf,
yalnızca tüketim mallarına dayalı yeni bir ekonominin değil, aynı zamanda gösterge
ve imgelerin dolaşıma girdiği ve çoğaldığı bir alanın tümüyle yeniden
biçimlendirilme sürecinin de merkezi bir öğesidir. Fotoğraflar merkezi perspektifin
kullanıldığı tablolar ya da camera obscura (karanlık oda) yardımıyla yapılan çizimler
gibi daha eski imge türleriyle belirgin benzerlikler gösterir; ancak fotoğrafın da bir
parçasını oluşturduğu o devasa sistemsel kopuşun yanında bu tür benzerlikler son
derece önemsiz kalır. Fotoğrafçılık, gözlemcinin içine yerleştirildiği, yeni ve
homojen tüketim ve dolaşım alanının bir öğesidir.”
Norbert Lynton’a göre ise, fotoğraf, 19. yüzyılda görme biçimimizi, gözün ağ
tabakasından beyne giden uyarıları değerlendirmemizi değiştirmiştir. Lynton,
fotoğrafın duyumlarımız üzerinde yarattığı etkileri şöyle eleştirmektedir [Lynton,
1982]:
“İnsan gözü ise algıladığı şeylerle her türlü önbilgiyi birleştirir. Başka bir deyişle,
insan hem uzağı, hem yakını, hem serti, hem yumuşağı; hem sıcağı, hem soğuğu;
hem rahatlık vereni, hem korkutanı; hem güzeli, hem çirkini; hem hızlıyı, hem
yavaşı, hem de durağan nesneleri görürken görsel verilerle, kavramsal yorumlar
arasında bir ayırım yapmaz. İnsan gözünün özellikle dokunma duyusuyla yakın bir
bağı vardır; sanatçının görmesi ve yapması gözüyle elinin yakın bir iş birliğini
gerektirir. Duyularımız arasındaki bu iş birliği sürekli olarak fotoğrafçılıktan
yararlanmamız yüzünden zayıflamıştır.”
Bu zayıflama da, Lynton’a göre, bir şeyi doğrudan doğruya yaşamak yerine onunla
aramıza araçlar koyma (sadece fotoğraf makinesi ve sinema kamerası değil, ses kayıt
aygıtları, ışık, ısı ve ulaşım için kullandığımız görünmeyen enerji, hatta belki de
barut ve matbaa makinesi) eğilimimizin bir sonucudur. Lynton’un deyimiyle, bu
araçlarla, doğrudan yaşanan bir deneyim olma rolü sanata bırakılmış; bazı sanatçılar
görünen dünyayla ilgisi olmayan nesneler yaratırlarken, bazı başka sanatçılar da gene
bu araçların etkisiyle görünen dünyayı o araçlardan çok daha güçlü ve aslına bağlı bir
biçimde betimlemeyi başarmışlardır. Görsel soyutlamanın başlangıcını bu şekilde
açıklayan, fotoğraf ile görsel soyutlamanın başlangıcını ilişkilendiren Lynton
görsellikteki soyutlama sorununu ilk olarak, Picasso ile Braque'ın, 1909 ile 1911
yıllarında yaptıkları betimlemeye (Figuration) karşı olan resimlere tarihlendirmiştir.
[Lynton, 1982]
9
19. yüzyılda, üretim sürecinin belirli kuralların hakimiyetine girmesi gibi, görme ve
algılama biçimleri de artık endüstrinin ürünü olan makinelerin hakimiyeti altına
girmiştir. Bu süreç, Crary’nin yukarıda sözünü ettiği yeni ‘gözlemci özne’ modeli
doğurmuş; bu gözlemci özne tarafından ‘gerçek biçimler’, gözlem ve algılamanın
ürünü olan, sınırlandırılmış ‘hayali biçimler’le ifade edilmeye başlanmıştır. Bu yeni
ifade tarzı, sanatın her dalında etkilerini göstermiştir.
Artık biçimler, oldukları gibi değil, ifadenin bir aracı olacak şekilde, sanatçı
tarafından gösterilmek istendiği şekliyle, sınırlandırılmış ve gerçekliğinden
soyutlanmış ‘hayali biçimler’ olarak gözlemciye sunulmaktadır. Bu ilişkide de,
‘gözlemci’ ile ‘görsel temsilin öğesi olan nesneler’, biçimler, diğer deyişle ‘sanat
eseri’ arasında tarih içinde, sosyal, politik, ekonomik dönüşümlerin bir yansıması
olarak, iç içe geçişli, dönüşen bir ilişki söz konusu olmuştur.
10
“Değişik parçalanmış eğilimler ancak yeni bir mimarlığın kanatları altında tek bir
birliğe dönebilirler, böylece her bir disiplin yapıda rol oynayacaktır.”
“Görsel sanatların yöneldiği esas nokta yapının bütünüdür. Söz konusu sanatlar
eskiden mimariyi yücelten bir fonksiyona sahiptiler. Bugünse birbirlerinden ayrılmış,
kopmuş durumdadırlar. Bir araya getirilmeleri bütün sanatçıların yeni baştan el ele
vermelerine bağlıdır. Mimarlar, ressam ve heykeltıraşlar bir yapıyı bütün olarak
görmek, değerlendirmek zorundadırlar. ‘Salon Sanatı’ haline gelerek mimari
esprisini kaybeden yapı ancak bu yoldan tekrar adı geçen ruha kavuşabilecektir.
Mimarlar, heykeltıraşlar, ressamlar! Hepimiz zanaata dönmek zorundayız.”
“Ben bunu gördüm, bunu düşledim, bunu yaşadım, bu bana böyle göründü, bununla
ilgili olarak bunları hissettim. Ben, sanatçı olarak size bu yaşantıyı sunuyorum,
çünkü sanatçı olarak özel bir duyarlığa sahibim ve hayatımı sizin için, siz insanlar
için, bu yaşantıyı kavrama yollarını aramaya ve onu duyarlı biçimde algılamaya
adıyorum. Ben insanlığın bir parçası olmakla birlikte, tekim, benzersizim. Sizse çok
sayıdasınız; boş saatlerinizin değilse bile, vaktinizin, öğreniminizin, çalışmanızın
çoğu bir yaşantıyı algılamanızı dizginleyecek, duyarlığınızı köreltecek biçimde
ayarlanmıştır. Size nasıl sesleneyim? Aşırı kullanımla aşınmış Avrupa sanatının
kalıplarıyla olamaz bu; bunların artık hayatla hiçbir bağları yok ve benim hayatı
kişisel kavrayışımı dile getirmeme izin vermiyor. Çarpıcı renkler, figürleri
resmederken asıllarına bağlı kalacak yerde, etkili betimlemelerden yararlanmam ve
özellikle onları çarpıtmam dikkatinizi çekebilir, ama fazla saldırgan oldukları için de
tepkilerinizi köreltebilir. Ben her gün bu renklerle haşır neşir olduğum için beni
ürkütmüyorlar; sizin beceriksizce çizilmiş gibi gördüğünüz desen, ben öyle istediğim
için öyle. Ama siz onu okumayı, ona karşılık vermeyi öğrenebilir misiniz, hele benim
davranışlarımı sürekli olarak içinde bulunduğum durumda ve kendimdeki
değişimlere uyarlamam gerektiğine göre? Ben sizin sanatımı kullanmanızı, onunla
şehir hayatının öldürücü baskısına karşı koymanızı istiyorum. Aslında, benim
kendimi odak noktası alan bir sanatta direnmem, bu sanat ancak sizin gerçek
kimliğinizi bulmanıza yardım ediyorsa anlamlıdır. Ama benim kendimi
açıklayabilmem için, aramızdaki bağı sağlayan o ortak görsel dilden vazgeçmem
gerekiyordu.”
Fovizm adlı hareketle, gerçekçi biçimciliğe tepki görülmeye devam etmiştir. Fovlar,
çevrenin getirdiği sınırlandırmalardan kaçmak ve renk düzenlemelerine dönmek
istemektedir. Nesnel dünyayı -peyzaj, portreler- resmetmeye devam etmelerine
rağmen, bu nesneleri betimlemeci resimden kopararak soyutlaştırmışlardır. Renk
öğesi, bu sanatçıların ifadesinde yapısal -resmin temel öğesi- olarak kullanılmaya
başlanmıştır. Henri Matisse’in çalışmalarıyla başını çektiği Fovizm akımı, Arnason’a
göre, Ekspresyonizm’in (Dışavurumculuk) bir biçimi olarak tabir edilebilir.
Arnason’un deyişiyle, tüm bu çabalarda, aslında, biçimlerde ve onların içinde yer
aldıkları mekanlarda bozulmalar (distortion) gözlenmektedir. Renk, Gaugin ve
Fovlar tarafından, tanımladığı nesnelerin gerçek halinden bağımsız ve keyfi olarak
kullanılmıştır. Seurat ve Gaugin, sabit perspektifi değiştirmiş ve biçimlerinde belli
bir dereceye kadar geometrik distorsiyona yer vermişlerdir. [Arnason, 1985]
13
İfadeler ‘renk’lerle ortaya konmuş, ‘gerçek dünya’, ‘hayali renk’ler ile ifadelere
dönüşmüş ve soyutlaştırılmıştır. Sanatçı, renkleri dünyada oldukları gibi değil, kendi
hayalindeki gibi ortaya koymuştur. Gerçek olan görselliğin reddedilişi ve hayali renk
kullanımlarıyla yaratılan yeni görsellikler, sanatçıları bir parça da olsa
endüstrileşmenin getirdiği tek düze, çoğaltılmış görüntüler dünyasından kurtarmıştır.
Ancak halen, biçimlerde betimlerde sürmektedir.
Jonathan Crary’ye göre, son birkaç yüzyıldır Batı görsel sanatlarının en etkili
eserleri, genellikle, insanın algı deneyimine eleştirel bir gözle yaklaşan, bu
deneyimin sınırlarını sınayan sanatçıların eserleri olmuştur. Yüzyıllardan beri,
perspektif ve baskı gibi anlatımsal teknikler, standartlaşmayı olduğu kadar algısal
deneyimin çoğaltılması, saklanması ve dolaşıma sokulmasını da örneklemektedir.
[Crary, 2006]
Nicholas De Oliveira’ya göre, 20. yüzyılda, kitle üretimine karşı bireysellik, sanatın
‘estetik mekanı’ ve dünyanın ‘sosyal mekanı’ arasındaki fark değişik yüzlerle ortaya
çıkmıştır. Modernizmin tarihinin geniş bir kısmında, bu iki alan arasında bir eşdeşlik
yaratma isteği görülmektedir. Marcel Duchamp’ın hazır nesne (ready-made)’leri kitle
üretimi (seri üretim) olan, hiç bir estetik değeri olmayarak, galeriye ‘sanat
çalışmaları’ olarak getirilmiş, De Oliveira’ya göre sanatı çevresindekilerden ayırt
etme zorluğu ortaya koymuştur. [De Oliveira ve ark.,1994]
O’Doherty’ye göre, duvarlar ve onları çevreleyen hacim, 20. yüzyılda iki resimsel
gelişmeye bağlıdır. Birincisi, iki boyutlu resim düzleminin araştırılması; ikincisi
kolaj tekniğinin detaylandırılmasıdır. [De Oliveira ve ark.,1994]
aslında yapılan eylemin tam da karşılığı olmaktadır; çünkü yapılan bir bağlama,
‘yer’e bir nesnenin ‘yerleştirilmesi’dir. Tez kapsamında yararlanılan İngilizce
kaynaklardan dilimize çeviri yapılırken, ‘installation’ terimi ‘yerleştirme’ olarak
çevrilmiştir.
Sanatın her dalını ifade aracı olarak kullanması, malzeme kullanımındaki sınırsızlık,
izleyicinin de katıldığı eylemsel, deneyimsel bir ‘olay’ oluşu, yerleştirmeyi,
mimarlık, müzik, şiir, resim, heykel, performans, tiyatro dallarından beslenen bir
çalışma biçimi olarak ortaya koymuştur.
İngiliz sanatçı Keith Tyson, bir çağdaş sanat eseriyle karşılaşmanın, izleyiciye ’Bu
eser ne hakkında?’ sorusunu değil, ‘Ben nasıl duygular içindeyim?’ sorusunu
sordurması gerektiği görüşündedir. Tyson'a göre, tutarsız gerçekliklerle baş etmenin
bir yolu, öznel okumalara yönelmektir. [De Oliveira ve ark., 2006]
Jonathan Crary’ye göre, sanat tarihi, algının tarihiyle çakışmakta, zaman içinde sanat
yapıtlarında yaşanan biçim değişiklikleri, görmenin kendisinin uğradığı
dönüşümlerin kaydı olmaktadır. Crary, ‘gözlemci’ tanımını, görmenin tarih içinde
19
Crary’ye göre 20. yüzyılda, ‘camera obscura (karanlık oda)’da, stereoskop’ta var
olan ‘nesne ve gözlemci-özne arasındaki sınır’ kalkmıştır; artık gözlemci-özne ve
nesne, mekan içinde iç içe geçmektedir. Dışarıdan bakılan, ‘seyredilen sanat’ın
yerini, ‘deneyimlenen sanat’ almıştır. Sanat, mekan, nesne, gözlemci-özne ve zaman
kavramlarının etkileşimlerinin bir sonucu olarak deneyimlenmektedir. Crary’ye göre,
yerleştirme (enstalasyon), cephedenlik estetiğine, Köksal’ın tanımıyla ‘seyredilen’
olmaya meydan okumaktadır. Cepheden izleme estetiğinin irdelenişi, ifadesini,
izleyicinin onunla kaynaşarak çalışmaya katılması ölçüsünde, izleyici (gözlemci-
özne) ile yapıt (sanat eseri) arasındaki ilişkide bulmuştur. Burada önemli olan nokta,
izleyicinin figür ya da nesne etrafında dolaşma becerisi değil, tam tersine, izleyicinin
seyirciliğe meydan okuma yeteneğidir. Crary’ye göre, bu yerleştirmelerin
(enstalasyon), durmaksızın bakışımızı bize geri yansıtan, izleyici ile izleneni aynı
kılan yüzeyler işlevi gördüğü ileri sürülebilir. Benzer biçimde, bu çalışmalarla eserin
yaratıcılığı da sanatçıdan izleyiciye geçmiş olmaktadır. [De Oliveira ve ark., 2006]
olmakta; sanat eseri ise, yerine göre, tüm fiziksel ve zihinsel deneyimlere açık oluşu,
dokunulabilir, oturulabilir, içinde dolaşılabilir oluşuyla gözlemci-özneye daha yakın
konumda yer almaktadır. Yerleştirme çalışmalarıyla, sanat, mekanına gözlemci-
özneyi etkin bir öğe olarak dâhil etmiş olmaktadır.
“Birinci boyut aşamasında, mekansal anlayış çizgisel izlerden ibarettir. Biçimin bir
belirtimi yoktur. Uzaklıklar, yönsel farklılıklar vardır. İki boyutlu anlayış ise, iki
büyük zenginlik getirmektedir. Öncelikle mekanda bir uzantı ve dolayısıyla boyut ve
biçim çeşitlilikleri sunmaktadır: küçük şeyler ve büyük şeyler, yuvarlak ve köşeli ve
düzgün olmayan biçimler. Bunlar ‘gestalt’ olarak tanımlanan duyumlarımızın
önceden bildiğimiz biçimlere göre yeni formları anlama becerisidir. İkinci olarak,
yönsel ve yönelimsellikleri ortaya koymaktadır. Biçimler, farklı yönlerde
algılanabilmektedir ve birbirlerine göre olan konumları çeşitlenmektedir. Üç boyutlu
mekan, son olarak, tam bir özgürlük ortaya koymaktadır: biçim algılanabilir her
yönde uzanmaktadır, objelerin limitsiz bir düzenlemesi söz konusudur. Bu üç
mekansal boyut dışında bir yere görüntü ulaşamamakta, buradan sonrası artık
zihinsel yapımlarla genişletilebilmektedir .”
Yine sanat tarihçisi Johanne Lamoureux, ‘mekanı, yapıyı kavrama, sezme ve yaşama
olguları öznesiz düşünülemez’ söylemiyle mekan içerisinde öznenin değişmez yerini
tanımlamaktadır [Lamoureux, 1996]. Yerleştirme çalışmasının deneyimleyicisi, ise,
mekanın deneyimleyicisi olarak tanımlanan bu öznedir, gözlemcidir. Gözlemci,
mekanda fiziksel ve zihinsel bir hareket, devinim sergilemektedir. Sanat yapıtının
varlığı, sanatçı ile sınırlanmamakta, gözlemci özne sanat yapıtını fiziksel ve zihinsel
anlamda deneyimleyerek mekan içerisinde ‘algısal süreç’ten geçmektedir.
“Öznel mekan modelleri, tüm 20. yüzyıl boyunca görsel sanatlarda önemli bir rol
oynamıştır. Bunun çarpıcı örnekleri arasında Piet Mondrian’ın stüdyosunu, Kurt
Schwitters’in evini, Marcel Duchamp’ın sergi düzenlemelerini ve Brian
O’Doherty’nin ‘beyaz küp’ tarifini sayabiliriz. Söz konusu örneklerin hepsi de,
mekansal kavramlara dair, Enstalasyon sanatı açısından büyük önem taşıyan
okumalar sunmuşlardır. Her örnekte de, gerçek mekanın bir ideal model anlayışıyla
birleştirildiğini görürüz. Alman sanat tarihçisi Oskar Batschman, yerleştirmenin kilit
önemdeki karakteristik özelliklerden birisinin, izleyicinin varlığına göre düzenlenmiş
ya da modellenmiş, algılanabilir bir mekan oluşturma becerisi olduğu görüşündedir.
Dolayısıyla, yukarıdaki örnekler canlı mekan ile, deneyimlenen, yani temsil edilen
mekan arasında farklılığı hatırlatan örneklerdir.”
24
Görüldüğü gibi, 21. yüzyılın başlarına gelindiğinde, 18. ve 19. yüzyıllardan bu yana
süregelen mekan, nesne, sanat eseri, gözlemci-özne ve zaman, üzerinde yapılan
tanımlamalar, çalışmalar kendini bunların bir arada kurgulandığı ‘yerleştirme’
çalışmalarında bulmuştur. Yukarıda ’Sanatta Seri Üretim Tekniklerinin Getirdikleri’
başlığı altında kısaca incelenen bu mekan, nesne, gözlemci-özne, zaman
kavramlarının sanat çalışmaları üzerindeki etkileşimleri aşağıdaki başlıklarda detayı
olarak açıklanacak,ve bu sürenin sonunda yerleştirme çalışmalarının yeri
incelenecektir.
Bu anlayış adını, 1908 Sonbahar Sergisi’nde Henry Matisse'in kübik biçimli evlerle
dikkati çeken bir tabloyu görüp, alaylı bir şekilde ‘küpler’ sözcüğünü kullanmasıyla
ve eleştirmen Louis Euxcelles'in aynı etkiyle ‘kübist’ sözcüğünü geliştirmesiyle elde
etmiştir [Flam, 1989].
25
“Tek bakış açısından gördüğüm bir nesneyi, örneğin bir kutu ya da bir masayı
betimliyorum. Kutuyu elime alıp döndürsem ya da masanın çevresinde dolaşsam,
bakış açım değişecek ve nesneyi her yeni bakış açısından betimlerken, o bakış
açısından yeni bir perspektifini çizmem gerekecek. Böylece, artık nesnenin
gerçekliği perspektife dayanan üç boyutlu bir betimlemeyle anlatılmıyor. Onu bir
bütün olarak yakalayabilmek için, sonsuz bakış noktasından sonsuz sayıda perspektif
çizmem gerekiyor.”
Norberg Lynton’un anlatımıyla sanatçı, tuvale, sandalye hasırı desen basılmış bir
muşamba parçası yapıştırarak, sandalyeyi anlatmayı denemiştir. Ahşap mermer gibi
malzemeleri temsil eden kâğıt kolaj gibi elemanları, gazetelerden kesilmiş yazı
parçaları ve harfleri görsel bir biçim olmak ve ortak bir anlam oluşturmak üzere bir
araya getirmiştir (Resim 3.1) [Lynton, 1982].
“Ön dönem kübist ressamlığında sandalye, bir sandalye olarak kalmıştır ama bu
sandalye günlük yaşamdaki bağlamından koparılmış ve ressamın ürünü olarak
tanımlanabilecek yeni bir yapı taşı olarak görülmüştür.”
27
Resim 3.2. Georges Braque– Oyun kağıtları ile natürmort, 1913 [Lynton, 1982]
Braque ve Picasso, bu dönemde birlikte etkileşim içerisinde çalışmış iki sanatçı olup,
‘gerçek mekan’ın kolajlarını yaratmışlardır. Bu gerçekliğin elemanlarının soyut kübist
resimlere katılmasınında sanatçıların merkezi sorununu H. Harold Arnason şu şekilde
tariflemiştir [Arnason, 1985];
“Yanılsama nedir ve gerçeklik nedir? Gerçeklik, izleyicinin gözü müdür? Veya salt kanvas
mıdır?”
göre değil, değişen bakış açısı ve ışık durumlarına resmedilmiştir. Mekan ve nesnenin
‘zaman’ içinde değişen durumları ortaya konmuş, bu şekilde ‘mekan’ ve ‘nesne’
deneyiminin tüm anlık görüntüleri tuval düzleminde ve heykelde kaydedilmiştir. Kübizm,
‘mekan’ı ve ‘zaman’ boyutunu, diğer deyişle, mekandaki ‘deneyimleme’ sürecini ortaya
koymuş olması bakımından önemli olmuştur.
1910’da İtalya'da Torino'da Umberto Boccioni, Luigi Russolo, Gino Severini, Carlo
Carra, Giacomo Balla sadece plastik sanatları ilgilendiren ikinci bir manifesto
yayınlamıştır. Bunu Ögel şu şekilde özetlemektedir [Ögel, 1977];
“Yaşam harekettir, her parça evrende hareket eder. Statik Kübizme karşı Dinamik
hareket tepkisi. Hareketin kendini tasvir etmek, zamanda oluşan hareketi resim veya
heykelin oluşumu içinde göstermek. Hareket halinde objeler devamlı değişir, biçim
değiştirir, mekanda gelip gidişler, titreşimler birbirini izler. Israr dinamizm
üzerindedir (Bu çağımızın karakteristik heyecanıdır) Ressamın görevi, değişimi
resimde dinamik ritim ile vermektir. Kuvvet çizgileri seri halinde hareketi verir.
Sanatçı evrensel dinamizmi ifade etmelidir. Mekan yoktur, gövdelerin içinde hareket
ettiği ve birbirleriyle kesiştiği atmosfer vardır.”
30
Resim 3.8. Carlo Carra – Penceredeki kadın, eşzamanlılık, 1912 [Lynton, 1982]
Resim 3.9. Giacomo Balla – Dynamism of a dog on a leash (leash in motion), 1912
[Arnason, 1985]
“Picasso’nun taşı ya da ağacı yontma, çamur ya da alçıyla çalışıp daha sonra bronz
döküm yapma yerine eline geçirdiği her türlü malzemeyle heykel yapma düşüncesi
resimde de resimle ilgisi olmayan malzeme kullanımıyla başlayan bu tutum-
günümüze kadar sürüp gelen Konstrüktivist heykel geleneğinin başlangıç
noktasıdır”.
33
1920’de ise ikisi de heykeltıraş olan Naum Gabo ve Antonio Pevsner kardeşler,
Konstrüktivizmin temel ilkelerini, yazdıkları Realist Manifesto'da ortaya
koymuşlardır. Gabo ve Pevsner, mekan içindeki yapılarla ilgilenmektedir. Bu
sanatçıların endüstriyel malzeme kullanarak inşa ettikleri tasarımlarında, değişik
malzemelerin mekansal konstrüksiyonlar içinde bir araya gelmesiyle ortaya çıkan
dokunsal ve görsellikler önemli bir rol oynamaktadır (Resim 3.10–3.12) [Conrads,
1991].
İnsanın hareketi için yeterli ölçekte mekan oluşturan neredeyse her şeyin yapı
olduğundan bahseden Antonio Pevsner, ‘mimarlık’ teriminin yalnızca estetik bir
yaklaşım sergilemek üzere tasarlanmış yapılar için geçerli olduğunu söylemektedir.
Pevsner’e göre de bu estetik ancak sanat kollarının birliktelikleriyle mümkün
olacaktır ve bunu şu sözleriyle belirtmektedir [Pevsner, 1943];
Resim 3.14. Antonio Pevsner – Mekana taşma – projection into space, 1938-39
[Arnason, 1985]
Bezeme unsuru olarak çizgiyi reddediyoruz. Sanat yapıtındaki her çizginin yalnızca
betimlenen cismin içindeki kuvvet yönlerini tanımlamak için kullanılmasını
istiyoruz.
Plastik sanattaki statik biçim öğeleri artık bizi tatmin etmiyor. Yeni bir öğe olarak
zamanın katılmasını istiyoruz ve salt yanılsamacı değil, devinimsel ritimlerin de
kullanılabilmesini sağlamak için, plastik sanatlarda gerçek devinime yer vermek
gerektiğini ileri sürüyoruz”.
“Mekan ve zaman hayatın üzerine kurulduğu tek formlardır ve bu yüzden sanat inşa
edilmelidir”.
Bu anlamda kentsel ölçekte bir tasarım olan Tatlin’in Kulesi, 1919-1920 yıllarında
gerçekleştirdiği, savaşın yol açtığı düşmanlıkları ortadan kaldırmayı ve uluslararası
sosyalizmi birliğe kavuşturmayı amaçlamaktadır. “Üçüncü Enternasyonal'e bir Anıt”
olarak ısmarlanmış olan yapı 400 metre yüksekliğiyle Paris'teki Eiffel Kulesi’ne
rakip olmayı hedeflemiştir [Lynton, 1982].
Nikolai Punin, Konstrüktivizm akımının önemli isimlerinden biri olan Tatlin için şöyle
demektedir [Punin, 1997];
“Çağımızın en sağlam ve canlı beynine sahip büyük üstat Tatlin, bugün inşa edilen
büyük yapıların hiçbirinin sanatsal bir değeri olmadığı esasına tam anlamıyla
temellendirilmiş olan yeni bir form öneriyor. Tatlin’e göre artık insan figürlerini kesin
olarak bir yana atmak gerekir. İdeal anıt, her şeyden önce, bugün sanatta
gözlemlediğimiz özel formların sentezine yönelik özleme cevap vermek zorundadır.
Mekânsal ve kimi zaman da plastik form anlayışı olmadan, resim diye bir şey olamaz.
Nitekim resim ve mimarlık kültürü olmadan heykel; resim ve mekân olmadan da
mimari söz konusu olamaz. Modern bir anıtın tasarısına ve gerçekleştirilmesine,
mimar, ressam ve heykelci eşit ölçüde katılmalıdır. Ama bu, mimarın evi yapması,
ressamın bunu boyaması ve heykelcinin de süslemesi demek değildir. Bu durumda,
bir sentez söz konusu olmaz. Plan ve anıtın tasarısı, parçalarında değil bütününde,
hem mimarın, hem heykelcinin hem de ressamın isteklerine cevap vermelidir.”
“Proun düz yüzey ile başlar, üç boyutlu konstrüksiyona ve oradan günlük yaşamın
bütün unsurlarına geçer. Tüm mekanın konstrüksiyonudur, boyutları organize eder,
mekanı hareketlendirmek, başlıca özelliğidir. Proun, yeni değerlendirilen malzeme
ile mekanın yaratıcı biçimlenmesidir, bütünü içeren sanat kavramıdır... Proun
resimlerinde, mimari özellikler taşıyan açık-seçik biçimler belirsiz bir boşlukta
sallanıp durmaktaydı. Bu biçimlerin üç boyutlulukları hem gösterilmekte, hem de
biçimler aksonometrik olarak düzleme yerleştirildiği için, perspektif özelliklerle bir
yanılsama önlenmiş olmaktaydı. Biçimler sınırsız bir boşlukta özgürce yüzer
gibidirler” .
Nancy Troy, The De Stijl Environment (De Stijl Çevresi) adlı kitabında, sanatçıların
resmin sınırlarını ortadan kaldırmaya ve onu çevresiyle bütünleştirmeye
çalıştıklarından bahsetmekte ve bunu Theo Van Doesburg’un çalışmasıyla
örneklemektedir. Troy’a göre, Van Doesburg bu çevre ile bütünleşme isteğini
yansıtmak üzere yaptığı bir çalışmasını doğrudan duvar yüzeyi üzerinde yapmıştır.
Van Doesburg’a göre bu ‘rengin mimari düzlemin kendisine uygulanmasıyla, resim
ile çevresi arasında kesin, maddesel anlamda bir bağ oluşturmak amacı’ taşımaktadır.
Van Doesburg’a göre, resim mimarlıkla doğrudan, ritmik ve dengeli bir ilişki halinde
olmalıdır [Troy, 1983].
Resim 3.19. Duchamp - Mil Uzunlukta İp-The Mile Long String [Fitzpatrick, 2004].
“Çok açık seçik olarak ortaya koymak istediğim bir nokta var; diyeceğim, bu ready-
made'lerin seçimini ben kesinlikle estetik nitelikli herhangi bir büyük zevkin etkisiyle
zorla benimsemedim. Bu seçim, aynı andaki tam bir zevklilik ya da zevksizlik
yokluğuyla... aslında tam bir uyuşukluk olgusuyla uygunluk içinde olan görsel bir
kayıtsızlık tepkisi üstünde temellenmişti. Önemli bir özellik vardı: Yeri geldiğinde
ready-made'in üstüne yazdığım kısa tümceydi bu.”
Tristan Tzara’ya göre, yeni anlayıştaki ressam, öğeleri aynı zamanda araçları da olan
bir dünya yaratmakta, yenilikçi sanatçı karşı çıkmaktadır. Ona göre sanatçı, artık resim
yapmamaktadır, çünkü resim simgesel ve yanıltıcı kopyadır; sanatçı doğrudan
malzemeyi kullanarak Tzara’nın deyimiyle “bir anlık heyecanın duru rüzgarıyla her
46
yana dönebilen hareket ettirici organizmalar” yaratmaktadır. Ona göre, her resimsel ya
da plastik yapıt yararsızdır [Tzara, 1997].
Marcel Duchamp’in sanat ortamı ile buluşturduğu hazır nesne ile sanat,
biçimsellikten kavramsallığa doğru yönelmiş; sanatın malzemesi değişmiş, günlük
hayatın içinden birçok malzeme sanata konu olmaya başlamıştır. Bu yeni çalışmalar,
fikirlerini ortaya koymak üzere araç edindikleri malzemelerle anılmışlardır; Yeryüzü
Sanatı, Vücut Sanatı, Yoksul Sanat… Joseph Kosuth, 1969 tarihli ‘Art after
Philosophy’ (Felsefeden Sonra Sanat) başlıklı makalesinde ‘Kavramsal Sanat’
teriminin netleştirilmesi gereği üzerinde durmuştur. Kosuth'a göre kavramsal sanatın
en ‘arı’ tanımı, ‘sanat’ kavramının, temellerinin irdelenmesi’ olmuştur. Kosuth,
makalesinde estetiği sanattan ayırmış ve nesnelerin fiziksel niteliklerini biçimlere
bağlı olarak açıklama eğiliminde olan Biçimcileri eleştirmiştir. Ona göre,
Duchamp'ın hazır-nesnelerinden sonra, sanatın odak noktası biçimbilim sorunu
olmaktan çıkarak ‘işlev’ sorununa dönüşmüş, bir başka deyişle, vurgu görüntüden
kavrama kaymıştır. [Atakan, 1998]
nesne, nesnenin yer aldığı mekan ve deneyimleyen gözlemci özne ile kullanılmakta,
deneyimlenmekte, Kosuth’un tanımıyla işlev sorununa dönüşmekte, ancak bu
‘düşünsel bir işlev’ olmaktadır.
Karl Schenkenburger de, ‘Art of the 20th Century’ adlı kitapta 1960’lardan yayılarak
gelen yeni sanatsal anlayışı irdelemektedir. Schenkenburger’e göre, sanatın dünya
düzenini temsil ettiği veya sanatçının iç dünyasını yansıttığına dair inanç artık
1960’larda kabul gören anlayış olmaktan çıkmıştır. Yeni sloganlar, Rusya’da kırk yıl
öncesinde olduğu gibi, tuval resmin sonuna çağrı yapmakta, onun yerine ‘nesne’
üzerine yoğunlaşmaya çağırmaktadır. Yeni amaçlar, toplum, yaşam, gerçeklik,
teknoloji, kent yaşamının büyüsü ve medya dünyası olmuştur. 1910’lardaki ‘biçimsel
heykel’ bu amaçlarla farklı yönlere doğru gitmiştir. Bu duruma, Schenkenburger’e
göre üç temel güç sebep olmuştur. İlk olarak ‘Nouvelle Tendance’ adıyla gruplar,
Güney Amerika, Britanya, Fransa, Hollanda, Almanya ve İtalya’da ortaya çıkmıştır.
Bu gruplar, farklılaşan odaklarıyla, sanat, teknoloji ve doğanın uzlaşmasını
savunmaktaydı. Düsseldorf’da Futurist hayal üzerine ‘Zero Group’ ortaya çıkmış;
Paris’te ‘Groupe de Recherche d’Art Visuel’ (GRAV) bu hayali hareket, ışık, hava,
parlaklık ve tinsel enerjinin titreşimsel yapılarıyla birleştirmiştir. Heykelde, ‘hareket,
kinetisizm’ sanatın merkezine kadar ulaşmıştır. İkincil güç olarak, Marcel
Duchamp’in çalışmaları bu döneme yön vermiştir. ‘Asamblaj- montaj (Assemblage -
William Seitz tarafından düzenlenen bir sergide kullanılan terim) sanatçıları
nesnelerini, günlük sosyal gerçekliğin dizelerinden, kentsel folklordan, kent
siluetinden, kitle iletişimden çıkarmaktadır. Üçüncü olarak, ‘Minimalist Sanat’,
temel olarak, Schenkenburger’e göre, ‘gözlemci’, ‘nesne’ ve ‘mekan’ arasındaki
ilişkiyi yeniden tanımlamıştır. Minimalist Sanat, bireysel algılama güçlerimizi ortaya
çıkarmış; gözlemcileri gördüklerine karşı kendi tepkilerini vermeye yönlendirmiştir.
Bu güçlerin etkisiyle 1960’ların sonlarında, heykelin yüzü değişmiş; Duchamp,
50
Schenkenburger’in deyimiyle hazır nesneyi bir ‘saatli bomba’ gibi ortaya koymuştur.
Tatlin ‘gerçek’ mekana, ‘gerçek’ nesneleri yerleştirmiştir. Heykelin görüntüsü
temelde değişmiş, ancak özünde biçime, nesneye halen bağlı kalınmıştır. Hepsinden
öte, yaratılan, halen görünür, somut sanat, dokunulabilir sanat olmuştur.
Schenkenburger’in tanımıyla, heykel; yeni malzemelere, ortamlara, mekanlara
dönüşmeye başlamıştır. Heykel artık bir gaz bulutu, bir yeryüzü parçası, bir eylem,
bir düşünce, bir video düzenlemesi olabilmektedir. Galeride, sokakta, çölde,
gökyüzünde, insan vücudunda veya yalnızca akıllarda vücut bulabilmektedir. Yeni
terimler ve kavramlar birbirini hızla izlemektedir – nesneden sürece, kavramdan
eyleme, durumdan modele açılımlanmakta; kinetik sanat, yeryüzü sanatı, vücut
sanatı, yoksul sanat, fluxus, oluşumlar, minimal sanat ortaya çıkmaktadır.
[Schenkenburger, 2000]
Kinetik sanat
1955’te ‘Le Mouvement’ adlı sergide, Yaacov Agam, Pol Bury, Tinguely, Vassarely,
ve birçok başka sanatçı yer almaktadır. 1967’de ‘Lumiére et mouvement’ adlı
sergide karanlık geçitler, aynalı labirentleri deneyimlemiştir. 1957’de Otto Piene ve
Heinz Mack, Zero Group’u kurmuştur. 1961’de Günther Uecker de bu ekibe katılmış
olup; daha birçok sanatçıdan oluşan grubun başını bu üç kişi çekmektedir. Bu grup
tarafından ışığın ritmini, farklılaşmalarını ortaya koymak üzere, resimler, rölyefler ve
nesnelerin tümü gereç olarak kullanılmıştır. Sonraları Piene, -gökyüzü sanatının
kurucusu olarak- büyük ölçekli havasal (aerial) projeler yapmıştır. Milan’da 1959’da
Gruppo T, Gruppo N, Gruppo Espacio, yine ışığın kinetisizmi üzerine çalışmıştır.
Doğa, ışık, hareket, teknoloji yeni slogan haline gelmiştir. [Schenkenburger, 2000]
Bu yaklaşım Zero Group’un veya genç lideri Yves Klein’in biricik sloganıdır.
1955’lerde, Norman Kricke ayna yüzeyler olarak su heykelleri tasarlamaktaydı.
Nicolas Schöffer’in ‘Space dynamic sculpture’ (mekansal dinamik heykelleri) yine
bu anlayışın yansımalarıdır. [Schenkenburger, 2000]
51
“Bizim sanatsal ilgi alanımız yalnızca hareket ve ışık üzerine değil, sıcaklık, ses,
optik yanılsana, manyetizma, malzemelerin yoğuşması ve genleşmesi, su,
kum,köpük, alev, rüzgar, dumanın hareketi ve diğer doğal ve teknik görüngülerdir.”
Fluxus: Nesne ve kavramın ortaya konması, ortamlar arası (intermedia) bir oluşum
“Fluxus grubu uluslararası bir nitelik taşıyan bir grup olmuştur; inter-medyadan
yararlanmıştı (farklı geçmişleri olan sanatçılar bedensel gösteriler, ses, imge, müzik,
edebiyat, dans kadar görsel sanatlar dilini birleştiren gösteriler yapmışlardı);
52
Oluşumlarla, izleyici kendini olayın, sanatın bir parçası olarak onun içinde
bulmuştur. Ancak burada, bu felsefi anlatılı olayın kurgusunu katılımcı/izleyici
kurmak zorunda kalmıştır.
53
Atakan’ın deyişiyle, tipik bir oluşum, sözsüz, kesintili, çok odaklı, açık uçlu
olduğundan, birbirini izlemediğinden ve tekrarlanamadığından izleyici, gerçek bir
sahnede yer alan bu doğaçlamanın yarattığı etkileşimle olayın anlamını kendi
üretmek zorundaydı. Oluşumların, avangard sanatı, estetik bir etkinlik değil doğruyu
arayan felsefi bir araştırma olduğunu düşünmekte ve bu yönde eylemlerini
gerçekleştirmektedir. Bu sanatçılar alışkanlıkların yerine deneyi ve araştırmayı
koymak istiyorlardı. Atakan’ın değerlendirmesine göre, oluşumlar ile Fluxus temelde
birbirine benzemekle birlikte bir noktada ayrılmaktadır; Fluxus'un gerçekleştirdiği
işler tekrar tekrar sahnelenebilirken ve izleyici bu olaylara ya hiç katılmamakta veya
sınırsal bir katılım sağlamaktadır.[Atakan, 1998]
1960’larda ‘nesne’ sanatının hâkim olduğu dönemde, yeni bir radikal hareket New
York’da ortaya çıkmıştır. Bu anlayış, Rauschenberg, Kienholz, ve pop sanatçıların
sanat dünyasından sokaklara yığdıkları malzemelere karşı bir anlayış ortaya
çıkmıştır. Minimalist sanat, Gregor Stemmrich’in deyimiyle, ‘ilk salt Amerikan sanat
hareketi’dir. Schenkenburger’in deyimiyle, Minimalist Sanat ‘içeriği’ reddederek
‘biçimsel’ sanat olamazdı. Değişimdeki gerçek sebep başka bir yerdeydi,
‘gözlemcinin nesne ile ilişkisinde’, değiştirilmiş ‘estetik deneyim’deydi.
[Schenkenburger, 2000]
Kasimir Malevich’in ‘Black Square’ veya Piet Mondrian’ın dik açılı çalışmalarından
farklı olarak, bu küplerin ve strüktürlerin yalınlığı, biçimsel dünyanın toplamının,
‘biçimsel olmayan dünya’da olduğu inancından, veya evrensel uyumun ‘basit
biçim’de yoğunlaştığı fikrinden ortaya çıkmış değildir. Schenkenburger’e göre,
bunlar kendilerini ‘nesne’, ‘mekan’ ve ‘gözlemci’nin ilişkileriyle ve dolayısıyla
kişinin ‘deneyim’iyle tanımlamakta; dikkatimizi malzemenin yapısal iskeletine
çekmekte ve bu şekilde duyumlarımızı, algılarımızı güçlendirmektedir.
Schenkenburger’in yazısında belirttiği üzere, 1967’de Fransız düşünür Roland
Barthes, ‘yazarın ölümünü ve okuyucunun doğuşunu’ ilan etmiştir. Bu durum da, bir
54
Donald Judd, Robert Morris, Carl Andre, Dan Flavin, Sol Le Witt akımının önde
gelen sanatçılarındandır. Tüm minimalistlerde ortak olan kompozisyonel dengeyi
reddedişleri, ve temel geometri üzerinde, dizisellik ve ilerleme üzerinde
yoğunlaşmalarıdır.
1960’ların sonlarına doğru, bir grup sanatçı galerinin beyaz duvarlarından dışarıya
taşarak Nevada, Utah, Arizona ve New Mexico dağlarında ve çöllerinde çalışmaya
başlamıştır. Sanatçılar bu büyük ölçekli çalışmaları için kazıcılar, traktörler
kullanmış; yapılan bu çalışmalar sanatın ölçeğinin genişlemesine neden olmuş;
peyzaj, yeryüzü oluşumları, gökyüzü, doğa olaylarının tümü ‘gerçek malzemeler’
olarak karşımıza çıkmıştır. [Schenkenburger, 2000]
Yeryüzü Sanatı'nın önemli temsilcilerinden biri olan ABD'li Robert Smithson (1938-
73), düşüncelerini, kaleme aldığı bir dizi denemeyle geliştirmiştir. Smithson 1967’de,
‘yer olmayan’(nonsite) düşüncesi ile iç mekan ile dış mekan arasındaki diyaloglarına
başlamıştır. 1968'de gerçekleştirdiği ‘Yer Olmayan’ adlı çalışmasında Smithson,
belli bir yerden çektiği hava fotoğraflarını, içinde toprak, taş ya da çakıl bulunan
ikizkenar yamuk biçimindeki kutuların yanına, duvara asmıştır. Atakan’a göre,
Smithson çalışmalarını galeri mekanın dışına taşıyarak, sanatın ticari değerini
sorgulamıştır. Sanatçı yalnızca galeri sisteminin dışında çalışmakla kalmamış, aynı
zamanda sergilerinin parametrelerini kendisi belirlemiş ve çalışmalarıyla ilgili
belgeleri kendisi seçerek, sergi düzenleyicisi rolünü de üstlenmiştir. Smithson, hem
galeri, hem de sergi düzenleyicisini saf dışı bırakarak, müzelerin, sanatçıların
yapıtlarını nasıl nesnelere ya da yüzeylere dönüştürdüğünü, dış dünyadan kopardığını
ve geçmişin anıları olarak kutsallaştırdığını göstermiştir. Sanatçı ayrıca, temsil
etmekten uzaklaşarak doğal güçlerle iletişime geçen bir tür ‘diyalektik bir sanata’
yönelmiştir. Robert Smithson, doğayı, bütün kavramları biçimlendiren bir ‘temel’
olarak görmeye başladığından, modernist sanat kuramı ile endüstri dünyası
arasındaki iç içe geçmiş ilişkileri açığa çıkarabilmek için ‘yeryüzü’nü araştırmaya
başlamıştır. [Atakan, 1998]
ABD’li Dan Graham 1973’te ayna ve videodan yararlanarak bir gösteri sanatçısı ile
izleyicinin rollerini karşılaştırmıştır. Sanatçı ‘İki Bilinç’ adını taşıyan bu çalışmada
iki kişi, izleyici önünde birbirlerinin fiziksel görüntülerini nasıl algıladıklarını
anlatırlar. Yüzünün yansıdığı bir video ekranı önünde oturan kadın kendini tarif
ederken, video kameradan bakan erkek kadının yüzü yorumlar. Böylece, ikisi de bir
yandan bir gösteride etkin rol alırken, bir yandan da kendilerini edilgen biçimde
gözlemlemişlerdir. [Atakan, 1998]
gerekli malzemenin, kişinin bedeni, dili, gırtlağı, ciğerleri, ayrıca hava, ses dalgaları
ve başkasının kulağı olduğuna inanmıştır. Beuys’a göre bir insan bir şey ürettiği
zaman bir başkasına bir mesaj iletmektedir [Atakan, 1998].
Beuys, dilin anlamını, insan üretimi ile yaratıcılığını ve bunların heykel ve kültür
alanında sundukları olanakları tartışmaya açabilmek için 1963’te ‘Yağ İskemlesi’ni
gerçekleştirmiştir. Sanatçı bu çalışmasında her ne kadar gerçek nesnelerden
yararlanmışsa da, bu işin, Duchamp’ın hazır-nesnelerine bir gönderme olmadığını
vurgulamıştır, iskemlenin, arkalığı ile oturma yerinin köşesine yerleştirdiği katı yağ,
insan bedeninde, cinsel, sindirim ve boşaltım işlevlerinin kimyasal süreçlerinin
oluştuğu bölgeye dikkat çekmektedir. Beuys’a göre bedenin bu bölgesi, psikolojik
açıdan irade ile ilişkilendirilebilir. Beuys’un yaşamsal önemi olan bir parça katı yağ
kullanmasının nedeni, yağın, ısı değişikliklerine olan duyarlı tepkisidir. Beuys’a göre
yağın düzgün olmayan kaba dokulu kesiti, bu maddenin kaotik yapısını
göstermektedir. Sanatçı, izleyicilerin, bu biçimde sergilenen yağ parçasını, içgüdüsel
olarak çalkantılı içsel süreçler ve duygularla ilişkilendireceğini düşünmüştür.
[Atakan, 1998]
Bu anlayışta, İtalyan sanatçı Mario Merz, sanatçının kültür ile organik dünya
arasındaki aracılık işlevini gösterebilmek amacıyla, doğal öğeler ile kentsel kültürü
kaynaştırmıştır. Merz, doğadaki sürekli değişimi simgeleyebilmek için, her sayının
önceki iki sayının toplamına eşit olduğu Fibonacci dizisi biçimindeki neon
ışıklarından yararlanmıştır. Merz, bu sayı dizilerini 1971 tarihli ‘İguana’da olduğu
gibi, iguana, timsah ve gergedanla birleştirerek, ilk çağı dile getirmiştir. Merz
çalışmalarında bütün simgelerin doğaya eşit olduğunu göstermeye çalışmıştır
[aktaran Atakan,1998].
‘malzeme, kütle, hacim, kompozisyon ve ritim’ terimleri yerine; ‘yol, yön, yer ve
merkez, alan ve dönem, iç ve dış’ terimleriyle tanımlanabilmektedir.
[Schenkenburger, 2000]
Değişen sanat ve mekan anlayışıyla, 20. yüzyılın sonuna geldiğinde, ortaya koyduğu
‘yerleştirme’ çalışmalarıyla gerçek ‘mekan’ ve ‘mekansal deneyim’ kavramlarını
yakalamıştır. Bu yeni sanat De Oliveira’ya göre, en iyi şekilde ‘yer, yerine özgülük,
galeri, kamu, çevre, mekan, zaman, süreç (site, site- specifity, gallery, public,
environment, space, time, duration)’ tanımlarıyla açıklanabilmektedir. [De Oliveira
ve ark., 1994]
Sonuçta kendi ‘yer’ini tanımlayan sanat, bir ‘ifade’ ortaya koymakta ve bu ifadesini
‘deneyimlenen mekan’lar aracılığıyla anlatmaktadır. Yeni anlayış, ‘yerleştirme’,
kendisini ‘mekan, nesne, gözlemci-özne ve zaman’ın bir oluşumu olarak
tanımlarken, kendine ‘mekan’ olarak ‘doğa’yı veya ‘mimari yapıları’ yer
edinmektedir. Mimarlıktaki Norberg-Schulz’un yer tanımı için belirlemiş olduğu,
mimari mekanın duyumsal nitelikleri olan ‘malzeme, şekil, doku, renk ve ışığın’
öğelerinin kullanımı, mekanı yaşama yani zaman ve dördüncü boyut kavramını
ortaya koyuluşu, ölçek olarak mimarlığa yakın çalışmalar (bkz. Resim 4.35 - 4.37),
Oldenburg, Van Bruggen– Tersine yaka ve kravat (Inverted Collar and Tie), De
Oliveira’nın sözünü ettiği ‘yerine özgü’lük (site-specific) (bkz. Bölüm 5.2). Gordon
Matta Clark), bu yeni sanatın mimarlıktan ilham aldığı özellikleridir. Bu benzeşimler
yanında, mimarlıkta, mekanın duyumsal niteliklerine ek olarak, Vitruvius’un
‘venustas, firmitas, utilitas’ (estetik, sağlamlık, kullanım) olarak açıkladığı mekanın
kullanıma, sağlamlığa yönelik nitelikleri çok önemli birer unsur olarak göz önüne
alınmak durumundadır. Bu durum, disiplinler arası etkileşimin gözlendiği 20.
yüzyılda, tüm sanatların birlikteliğini savunan ve buna mimarlığı da dâhil eden
Bauhaus’a rağmen, mimarlığı her zaman diğer sanatlardan ayıran en önemli
özelliktir. Mimarlığın sanattaki gibi estetik, duyumsal niteliklere yönelik kaygılar
olsa da, bu diğer sanatlardaki gibi birincil önemi taşımamaktadır.
62
20. yüzyılın başlarında Bauhaus ile başlayan bu disiplinler arası etkileşimin, 20.
yüzyılın sonuna gelindiğinde şekillendirdiği yeni yüzünü, ‘yerleştirme’ çalışmalarını,
yukarıda mimarlıkla ilişkisini de değerlendirmiş olduğumuz etkileşimi
açıklayabilmek bakımından Rosalind Krauss, ‘Art Since 1900’ adlı kitapta bu ilişkiyi
Klein Group’un ortaya koymuş olduğu ‘siyah ile beyaz arasındaki ayrımı
bulanıklaştıran’ şemasını kullanmaktadır. Bu şemada, Klein diyagramdaki oluşumu
dönüştürerek, Krauss, yaratılan mekanı ‘doğal mekan’ ve ‘mimari mekan’(landscape
- architecture) olarak tanımlamış, bunları ‘doğal mekan olmayan’ ve ‘mimari mekan
olmayan’ (not landscape – not architecture) tanımlarıyla bulanıklaştırmıştır. Krauss
bu dörtlü kurgu içinde, heykel, alan yapıları (site construction), tanımlı alanlar ve
aksiyomatik yapıları yerleştirmiştir. Krauss, 20. yüzyılın heykelini ‘mimari mekan
olmayan’ ve ‘doğal mekan olmayan’ (not landscape – not architecture) arasında
konumlandırırken; işaretli alanlar (marked sites) altında Robert Smithson’un Spiral
Jetty çalışması gibi yeryüzü çalışmalarını ‘doğal mekan’ ve ‘doğal mekan’ olmayan;
Sol Lewitt’in, Michael Asher’ın Pomona College aksiyomatik çalışmalarını ‘mimari
63
mekan’ ve ‘mimari mekan’ olmayan; alan yapılarını (site construction) ise ‘doğal
mekan’ ve ‘mimari mekan’ arasında konumlandırmıştır. [Foster ve ark., 2004]
‘installation art’ olarak bir çalışma biçimini anlatmak üzere değil, yapılan eylemin
kendisi olarak ‘yerleştirme’yi ifade etmek üzere kullanılmıştır.
“Lissitzky, 1923'te Berlin'de açacağı bir sergi için Proun Odası adını verdiği küçük
kare biçiminde bir hücre tasarlamış ve kurmuştur. Üstten aydınlatılan bu oda,
duvarları, döşemesi ve tabanıyla bunların üstüne resmedilen ya da kabartma olarak
eklenen biçimlerle (bu biçimler, beyaz üstüne siyah, gri ve doğal tahta rengindeydi)
boyutları sınırlı, fakat etkisi güçlü bir sanat yapıtı oluşturuyordu. Proun biçimleri,
mimari verilerle uyumlu ve ters olarak bir araya geliyor, her yüzey böylece değişik
gruplaşmalar meydana getiriyordu. Bu yapıttaki bazı öğelerin köşeleri de aşarak
öteki duvara geçtiği de oluyordu. Resimlerde olduğu gibi duvarlar hem destek, hem
de coşku duygusu yaratıyordu. Böyle bir odanın içine girip arkasını girişe dönen bir
insan, kendisini ilk kez açık, seçik, dingin fakat enerji dolu ve salt yapı öğelerinden
oluşan bir dünyanın içinde hissedecekti.”
Kurt Schwitters ise, mekan- eşya nesne düzenlemeleri yapmaktadır. Küçük ölçekli
mekan-nesne düzenlemelerine örnek olarak sanatçının ‘Merz yapıtı’ verilebilir
(Resim 4.1). Yaptığı kolaj resimlerine, ‘commerz’ (ticaret) sözcüğünden türemiş olan
‘Merz’ adını veren Schwitters, evinin tüm mekanını, heykel, tüketim artıkları ve
resim birleşimiyle bir yapıt durumuna getirmiştir. Sanatçı, gördüğü bütün uygarlık
nesnelerini seçerek, dağıtarak, biçimlerini değiştirerek, insanın yaşadığı mekanın
içine, günlük yaşamın akışı içinde, rastlantıya yol açarak yerleştirmiştir [Madra,
1991].
Yine mekansal yerleştirmelere bir örnek, mekan sınırlama kavramı üzerinde duran
Jesus Raphael Soto'nun ince çubuklardan meydana getirdiği ‘oda’lardır. Sınırları
kesin olmayan bu mekanlara, çubukların aralarından girilip çıkılmaktadır (Resim 4.5-
4.6). Yaratılan bu özel çevre ile dışı devamlı bağlantılıdır. Burada sanatçı, özel ve
kamusal olanın tezadını ve birleşimini göstermeye çalışmıştır. Asılı duran, çubuklar,
alışılagelmiş mekan sınırı kavramını, arkalarındaki duvarı görsel olarak çözerek yok
etmektedir. Ögel, bu yapıttaki titreşen çubukların optik etkisi ile önlerindeki kütlesel
cisimlerin yoğunluğunun yok olduğundan bahsetmektedir [Ögel, 1977].
“Bir zamanlar sanatçı dünyaya dıştan bakan bir tanık idi. Bugün kendimizi sudaki
balık gibi buluyoruz. Artık sadece seyirci değiliz, gerçeği oluşturan parçalarız. İnsan
burada olup dünya da orada değildir. Tam içindeyiz ve insanı çeviren, içine alan ya-
pıtlarımla bunu duyurmak istiyorum... mekan-zaman-madde üçlüsü içinde nasıl
yüzdüğümüzün bilincine vardırmalıyız.”
69
Resim 4.7. Eduardo Chillida – Space modulation IV, 1966 [Arnason, 1985]
Aynalar ile mekan etkisi üzerine yapılmış bir çalışma Lucas Samaras'ın, aynadan
yapılmış mekanlarıdır. Mekan ayna ve ışık ile sınırsızlığıyla seyirciyi içine
almaktadır [Ögel, 1977]. Ekspresyonist çalışmalarda bulunan sanatçı Lucas Samaras,
sandalyeleri iğnelerle kaplamakta ve aynalarla oluşturduğu yapıyla bu nesnenin
sonsuz görüntülerini içeren mekanlar üretmektedir (Resim 4.8) .[Arnason, 1985]
Resim 4.8. Lucas Samaras – Room no:2 (Oda no:2), 1966 [Arnason, 1985]
71
Mekan ve hareket kavramını ele alarak, yeni mekansal ilişkiler yaratmaya örnek,
Marina Apollonio'nun ‘Aspazi’leridir (mekan olmayan mekan). Bu mekanlarda,
siyah bir odanın şeffaf zemini altında bir disk yerleştirilmişti (Resim 4.9). Siyah ve
beyaz çemberli yüzeyli bu döner disklerin dönmesiyle, görsel yanılma ile ayak
altında değişken hareketli bir zemin yaratılmaktadır [Ögel,1977].
Mekanın hareket ile olan değişken etkisinin ortaya konduğu bu çalışmada, görsel
yanılsama (op-art) olgusundan faydalanılarak, mekanın zaman içerisinde hareketle
değişen karakteri ortaya konmaktadır. ‘Yerleştirme’ sanatı, mekan kurgulama
açısından bu serbestliğiyle ‘barınak’ olan ‘mekan’ kavramını ‘hayali’, ‘değişken’
mekan kavramına dönüştürmektedir.
Mekan ve mekansallıkla ilgilenen bir diğer sanatçı olan Lucio Fontana, 1947'de
Fontana Movimento Spaziale (Mekansal Hareket) sanatçı grubunu kurmuştur.
‘Mekan çevreleri’ yapan Fontana’nın, 1949'da Milano'da ilk defa gösterdiği çevre,
siyah bir odayı siyah tahta lambalardan meydana gelen ışığın aydınlatması ile
oluşmaktadır [Ögel,1977]. Fontana'nın asıl mekan anlayışı, ‘mekansal’ resimlerinde
kendini göstermektedir. Lucio Fontana’nın Mekansallık (Spatialismo) fikri,
sanatçının 1946’da yazdığı Beyaz Manifesto (Manifesto Blanco - White Manifesto)
da geçmektedir. Sanatçının delikli ve yarık kanvaslarında, “mekansallık”, geleneksel
sanat çalışmalarının aldatıcı mekanını aşmayı ve sanatı mimarlıkla ve daha geniş bir
çevre ile birleştirmeyi amaçlamaktadır (Resim 4.10-4.11). Burada delikler ve
72
Gruppo T grubunun üyesi olan Gianni Colombo ise yarattığı kübik mekanına ‘Esnek
mekan’ adını vermektedir. 4 metre duvar uzunluğu olan bu mekanın içine elastiki
şeritlerden bir ağ gerilmiştir (Resim 4.12). Elektromanyetik gerilimlerle bu strüktür
düşey ve yatay yönde biçim değiştirir. Duvarlara aksettirilen ışıkla, seyirci elektriğin
sebep olduğu hareket yanında optik bir hareket algılamaktadır. Mekanda
yüründüğünde zeminin meyilli olduğu izlenimi yaratılmaktadır. Sanatçı bu
mekanlarını “psikolojik olarak içinde yaşanabilir’ tanımıyla tabir etmektedir [Ögel,
1977].
Robert Morris’in Green Gallery’de yaptığı “Four Cubes” adlı yerleştirme çalışması,
mekan içerisinde her yüzü ayna olan dört adet küpten oluşmaktadır (Resim 4.13).
Gilles A. Tiberghien bu çalışmayı şöyle tariflemektedir [Tiberghien, 1995];
“Zeminde duran bu küpler, tavanı yansıtmakta ve adeta tavan bu küp yapıların içine
uzanırmışçasına bir his uyandırmaktadır; bu şekilde küplerin keskin sınırları
çevreleriyle kaynaşmış ve ortadan kaybolmuştur”.
74
Hollandalı sanatçı Frank Halmans’ın ‘The Bedrooms in Which I Still Wake Up’
(1996-2002) başlıklı minyatür halindeki yerleştirmeler, sanatçının içinde yaşadığı bu
mekanların aslına uygun kopyalarını yaratmaktadır (Resim 4.14). Mekanların
sunduğu özel detaylar (kitaplar, oda duvarlarındaki minik el izleri) izleyicide, mekanı
neredeyse tamamen gerçek kılmaktadır. Oliveira, bu çalışmanın ilginç olan tarafını
şu şekilde açıklamıştır [De Oliveira ve ark., 2006].
“Bu çalışmaları çekici kılan, izleyicinin eşzamanlı yerlerde (apaçık taklitle onun
gerçek muadiliyle) karşı karşıya gelmesidir. Bu mekanlar, başka bir yerin
75
simülasyonları olarak tanımlanabilir. Gerçek ‘yer’ fiilen vardır, ancak onun yerini
başka bir versiyon almıştır”.
Resim 4.14. Frank Halmans - The Bedrooms in Which I Still Wake Up 1996-2002
[De Oliveira ve ark., 2006]
Resim 4.15. Alan Wexler - Vinil Milford Evi - Vinyl Milford House
[De Oliveira ve ark., 2006]
76
Resim 4.16. Alan Wexler - Vinil Milford Evi -Vinyl Milford House
[De Oliveira ve ark., 2006]
Yeni sanat akımı olan yerleştirme ‘mekan’ sorunu ile yakından ilgilidir diyen Hakkı
E. Giderer, kitabında Canan Beykal’ın yerleştirme çalışmaları ile ilgili şu görüşlerine
yer vermiştir [Giderer, 2003];
Beykal’ın belirttiği gibi yaşam alanı kurgulayan Absalon, 1990’lı yılların başında,
izleyicinin mahrem mekanlardan nasıl etkilendiğine dikkat etmiştir. Sanatçının, her
biri Cellule adını taşıyan yerleştirmeleri, sanatçının, dünyanın belli başlı kentlerinde
kurmayı planladığı arkitektonik mekanların kabataslak maketleridir. Kare ve daire
şeklindeki bileşimlerle tasarlanan her Cellule kendine yeterli bir ev olup beyaza
boyanmıştır (Resim 4.17). De Oliveira’ya göre ‘Le Corbusier’in ideallerinden
alınmış öğeleri Bauhaus’un kuralcılığıyla birleştirmiş’ olan sanatçı yarattığı dar iç
mekanlar için şöyle demektedir [De Oliveira ve ark., 2006];
Yapıtlarda ışık öğesinin kullanımı için Nino Calos şöyle demektedir [aktaran Ögel,
1977];
“Işığı alıp renk ve biçim gibi plastik sanatların bir unsuru olarak kullanmak kolay
değildir. Ben ışığı ancak yeni bir estetikte zaman ve mekanı ahenkle birleştirerek,
bağdaştırarak biçim, hacim, işaret, renk veya ritme oluştuğu zaman geçerli sayarım.
Başka türlüsünün sanatla ilişkisi yoktur.”
Resim 4.20. Dan Flavin– Pembe ve altın rengi (Pink and gold) [Arnason, 1985]
James Seawright, dış dürtülere karşı hareketi ses ve ışık veren elektronik teknoloji
kullanımına çalışmıştır [Arnason, 1985]. Seawright'a göre ışıklar, mekansal
düzenlemelerde, sınırsız strüktür alanları açmıştır. Seawright'in 1971'de yaptığı
Network III elektrikli beyinin programladığı bir çevrede, seyirci, altına ince basınç
levhaları yerleştirilmiş bir halı üstünde yürürken, bu levhalar, üzerine telden bir ağ
gerilmiş olan tavanda ışıklandırılmalara yol açmakta, böylece mekan içinde yürürken
her an değişen bir mekan örtüsü yaratılmakta ve deneyimleyici de bu sürece dâhil
edilmektedir (Resim 4.22) [Ögel,1977].
80
Charles Simonds
Kent mekanı, geniş çevrelere hitap eden çalışmalar yapılmasını sağlamıştır. ‘Estetik’
ve ‘kavramsal’ iletinin bir aracı olarak, bu büyük ölçekli çalışmalarla, sanat galeri
mekanından taşmış, kentsel mekanda bir iletinin aracı durumuna gelmiştir. Bu
çalışmalarla, mimari-kentsel mekanda, içine girilip çıkılabilen, yaşanabilen, kentsel
siluetin bir parçası olan yapılar ortaya konmuştur. Bu başlık altında verilen
örneklerden kimisi mimari-kentsel siluette ‘geçici’ (Christo–Wrapped Reichtag)
81
Belçikalı sanatçı Ann Veronica Janssen’in ‘Blue, Red and Yellow’ (2001) adlı
çalışması da Diez’in çalışmasına benzer olarak, özel bir şekilde kurgulanmış içine
buhar verilen pleksiglas mekandan oluşmaktadır (Resim 4.24 ve 4.25). Dış duvarları
odaya doğal ışığın girmesini sağlayan şeffaf renkli bir filmle kaplanmıştır. Mekanın
sınırlarını görüp algılayamayan izleyici, değişken renkli ışık huzmeleri yayan yoğun
sisle sarılmış olur. De Oliveira sanatçının yaratmış olduğu mekanı şöyle
belirtmektedir [De Oliveira ve ark., 2006];
“Blue, Red and Yellow, izleyicinin ‘kendini salma’ ve böylece eserde ‘kaybolma’
becerisine dayanan bir atmosfer doğurmaktadır. Renk sahasındaki geleneğe
göndermede bulunan sanatçı, izleyicinin algısını, sınırları olmayan dâhil edici bir yer
olmayanla karşı karşıya bırakır”.
82
Resim 4.24. Ann Veronica Janssen – Mavi, Kırmızı ve Sarı-Blue, Red and Yellow
[De Oliveira ve ark., 2006]
Resim 4.25. Ann Veronica Janssen – Mavi, Kırmızı ve Sarı -Blue, Red and Yellow
[De Oliveira ve ark., 2006]
Kentsel mekanda yer alan bir başka yapıt, Bashi’nin yapıtı Villa Victoria
çalışmasıdır. Dış yüzeyi şantiyeye benzeyen bu otel odasının içerisinde rahat bir iç
mekan kurgulanmıştır (Resim 4.26-4.27). De Oliveira bu yapıyı şöyle
tanımlamaktadır [De Oliveira ve ark., 1994];
83
Resim 4.26. Bahsi - Villa Victoria, dış görünüm [De Oliveira ve ark., 2006]
Resim 4.27. Bahsi - Villa Victoria, iç mekan [De Oliveira ve ark., 2006]
Bu örnekte, farklı ölçeklere farklı bağlamlara ait öğelerin bir araya getirilmesi
sonucunda, bu iki bağlam diğer bir deyişle özel mekan ile kamusal mekan arasındaki
farklılıklar ortaya koyulmuştur.
EAT adlı grup mimari ölçekte sanatsal girişimlerde bulunmuşlardır. 1970 Osaka
(Japonya) Dünya Fuarındaki Pepsi Cola Pavyonu bunlardan biridir (Resim 4.29). Bu
tasarımda, mühendis, mimar, sanatçı ve bilim adamları pavyonun yapımında
çalışmışlardır [Arnason, 1985]. Pavyon küresel bir strüktür olup 30 metre
yüksekliğindeki kubbesine seyircileri devamlı olarak yansıtan dev ayna
yerleştirilmiştir. Burada da seyirci yansımaların ve ses düzeneğinin oluşturduğu
sanatsal olayın içine davet edilmiştir [Ögel,1977]. Mekanın boyutlarıyla ve
derinliğiyle oynayan bu çalışma, özneyi de bu çok boyutlu mekana dâhil etmektedir.
“Ben sizin için bir pavyon yapmayacağım, elektronik bir şiir, ve şiir, ışık, renk,
görüntü, ritim ve sesin organik bir sentez içinde bütünleşeceği bir kap yapacağım.”
87
“Sanatın tarihi boyunca, kumaşın kullanımı sanatçılar için cazibe olmuştur. Antik
dönemlerden günümüze, kumaş, resimde, fresklerde, rölyefte ve ahşap, taş veya
bronz heykellerde önemli bir rol oynamıştır. Reichtag üzerindeki kumaş kullanımı da
bu geleneği takip etmektedir. Kumaş, bir giysi, bir deri gibi narindir. O, kalıcı
olmama durumunu ifade etmektedir”
88
Sanatçı, yapıdaki tüm detayları ortadan kaldırarak yapının tek bir bütün kütle olarak
algılanmasını sağlamış bu da yapının bulunduğu bağlamda olduğundan daha büyük
ölçekli görünmesine neden olmuştur. Objeyi dönüştürerek kentle olan ilişkisine yeni
bir anlam getirmiş, beyaz beze sarılan yapının kentsel bağlamdaki algısı değişmiş,
yapı mimari-kentsel çevrede tüm detaylarından soyutlanarak büyük beyaz bir kütle
olarak algılanmaya başlanmıştır (Resim 4.33). Buradan yola çıkılarak, Christo’nun
mimari-kentsel mekanda ve doğal çevrede mekan-nesne-özne ilişkisinde, mekansal
ölçeklerde algısal yanılsamalar yaratarak yapılı ve doğal çevrede görsel oyunlar,
yerleştirmeler yaptığı söylenebilir.
Mathias Goeritz'in Mexico City'nin uydu şehrine 1957'de diktirdiği beş kule de
anıtsal ölçekteki mimari çalışmalardır (Resim 4.34). Goeritz'in duygusal mimari
tasarımını anıtlaştıran plastiklerdir. Kulelerin yüzeyleri sarının çeşitli tonlarına
boyanmıştır. Goetriz bu tasarımını şöyle tanımlamaktadır [Ögel,1977];
Resim 4.34. Mathias Goeritz Luis Barragan ve Mario Pani – Ciudad Sateliti kuleleri,
1957 [Arnason, 1985]
Goeritz’in bu açıklamasından da anlaşıldığı üzere, sanatçı, mimarlık çalışmasına
sanatın inceliğinin dâhil olduğu bir sanatsal yaratı ortaya koymak istemektedir.
90
“Kravat üzerindeki renk ve desen seçiminde, şerit fikrinde ısrarlı olduk, çünkü
şeritler, gökdelen inşasının seri katlarını temsil etmekteydi, sonra asıl yapıların arka
fonuna bir uyum oluşturmak üzere çapraza dönüştü. Kravatın renkleri, kentten
esinlenilerek karar verildi: iki gri ve yeşil... Burada çalışma merkezi olana alanda bu
kravat iyi bir düşünceydi, yorgun bir günün ardından gevşetilen kravatı
çağrıştırıyordu... Gökdelen, bir güç sembolü olarak New York ve Frankfurt arasında
bir bağ oluşturmaktaydı...Genellikle heykeller yapıların önlerine yerleştirilir. Bu
sefer, bu yerleştirme, kendini o yerden ayırmaya meyilli olup kentle birleşmekteydi.
Gösterilen konumunda, kaidesinden kayacakmışçasına, ve sanki bir süreliğine
ordaymışçasına ve tepeye doğru ikiye ayrılarak orada duruyordu.”
91
1976’da Oldenburg ve Van Bruggen’nin gerçekleşirdiği bir diğer proje olan “Pool
Balls” (Bilardo Topları) kentsel peyzajda tasarlanmış, mimari-kentsel mekanın
arkitektonik değerlerini etkileyen bir çalışmadır (Resim 4.38–4.41). Kente bu topları
yerleştirme fikri, Coosje’nin Munster kent duvarlarında gördüğü gömülü bir gülle
toptan başlamıştır. Fikrin gelişmesi süresince, eskizler yapılmış kent siluetinde
toplar, fotoğraflar üzerinde yerleştirilmiştir. Farklı renklerde küresel yapıların,
yavaşça rasgele desenler, rotalarda hareket etmeleri düşünülmüştür. Her gün, toplar
farklı konumlarda olacak, bu değişim parka bakan bir apartmandan ancak
izlenebilecektir. Sürekli olarak hareket eden bu topların, süper-yavaş harekette bir
bilardo oyunu meydana getirmesi planlanmıştır. Beton malzemeden yapılan toplar,
parkın ortasına planlana yerlerde yerleştirilmiş, çalışma, halk ile kaynaştırılmış,
parkta hareket edenler, bisiklete binenler aynı zamanda yapıyı da deneyimlemekte,
onun mekanına dâhil olmaktadır. Toplar, insan ölçeğinde oyunların oynana geldiği
bu alanda, dev bir oyun olmuşlardır. Bilardo topları halk tarafından birer cansız
heykel değil de, canlı, yaşayan, renkli halka ait ilan tahtaları olmuşlar, diğer deyişle
‘kamusal anlatım’ için mekan oluşturmuşlardır. Toplar, bu alanın kentin bir parçası
haline gelmiştir [Oldenburg ve Van Bruggen, 1994]
93
“Neden sanatsal çalışmayı dış mekana yerleştirip, daha da ileri giderek koşulları
değiştirmiyoruz? Mimari olarak tasarlanmış heykel avluları bu soruya bir cevap
değildir; yapılan çalışmanın dış mekanda kübik mimari biçimler arasına
yerleştirilmesi de cevap değildir. İdeal olan, çalışmanın, bir referans veya arka fon
teşkil eden mimari olmaksızın var olan mekanda yerleştirilmesidir.”
Sanatçıların artık galeri mekanından doğal çevreye taşmış olan yerleştirmeleri, kimi
zaman geçici kimi zaman ise kalıcı olmaktadır. Sanatçılar, geçici olan yapıtlarını ise
dijital ortamda belgeleyerek yerleştirmelerini dijital ortamda ileriki yıllara
taşımaktadırlar.
amaçlamış, ve onu sonlu kılmıştır. Ancak bu projeyi, 1968'de yalnızca çölün tebeşirli
zeminine iki paralel çizgi çizerek uygulayabilmiştir [Ögel, 1977; Lynton, 1982].
“Ölçek değil, boyut da değil. Boyut gerçektir, ölçek ise hayal edilen boyuttur. Ölçek,
estetik bir ölçüdür denilebilir, bunun yanında boyut gerçek bir ölçüdür”.
97
Sanatçı, 1970'te Utah'taki Büyük Tuz Gölü'nün ücra bir köşesinde yapmaya başladığı
Spiral Jetty (Sarmal Anafor) için 6650 ton malzeme, taş ve toprak taşıyarak, göle
doğru uzanan bir sarmal biçim yaratmıştır. Göl suyunun doğal hareketi ile
bozulmadan önce ancak birkaç kişinin görebildiği bu iş, sanatçının fotografik ve film
belgelemeleriyle kalıcı hale getirilmiştir. [Atakan, 1998]
Doğal mekanda, doğal çevrede yaratılan bu çalışmaların hemen hepsinde bir ‘geçici’
olma durumu vardır. Diğer yandan bu yapılar ‘yerine özgü’, De Oliveria’nın
deyimiyle ‘site-specific’ yapılardır. Bu yapıların geçiciliğini kalıcılığa dönüştüren ise
çalışmanın çekilen fotoğrafları ve filmleri olmaktadır. Bu çalışmalar, sanatı ‘meta’
olarak gören, alınıp satılan nesne olarak gören galeri ortamına bir tepki olarak
sanatçıların kendilerine yeni ortamlar ve malzemeler aramasının sonucu olarak
gelişmiş, sanatta ‘mekan’ kullanımına yeni bir boyut getirmiştir. Çalışmalar giderek
ölçek olarak büyümekte, önceleri ‘seyredilen’ durumundaki sanat, içine girilip
deneyimlenen sanat olmuştur. Doğal mekan ölçeğinde deneyimlemenin biçimi
değişmiş, deneyimleme bazen arazide yapılan yürüyüşler, bazen de yapılan çalışmayı
ancak uçakla seyretmek gibi eylemlere dönüşmüştür.
99
Frederick Kiesler
100
Frederick Kiesler, 20. yüzyıl başında, sanat ve mimarlık alanında yaptığı bir çok
çalışma ve ilklerle sanat ve mimarlıkta mekan olgusu anlamında farklı yaklaşımlara
yön vermiş bir sanatçı olmasından dolayı bu çalışmanın yapılanmasındaki yeri
önemlidir. Bu bakımdan Frederick Kiesler’in yapıtlarına ve yapıtlarındaki mekansal
endişelere yer verilmiştir.
“Herkesin temel bir fikri vardır” diyen Kiesler için bu fikir, ‘mekansal devamlılık
kavramı-sonsuzluk’ olmuştur. Sanatçı, alışılagelmiş grid düzenlemesine karşın
serbest biçimli mekanlı modeli öne koyan çalışmalar yapmıştır. Kiesler, aynı
zamanda iç mekan ve sanat arasında bütünleşik ve uyumlu bir bütünlük yaratma
fikrini yorumlamakta ve şöyle belirtmektedir [Philips, 1989]:
“İlkel insan sanat ve yaşam arasında hiçbir sınır bilmez, hiç bir çerçeve veya sınır
onun yapıtını mekandan veya hayattan ayırmamaktadır.”
“Geleneksel sanat nesnesi, resim, heykel veya bir mimarlık ürünü, tek başına değil,
genişleyen çevresiyle birlikte düşünülmelidir. Çevre, objenin kendisiyle eşit
değerdedir, çünkü obje çevresinde teneffüs etmekte; yakın veya uzak, açık veya iç
mekanda, hangi mekanda olduğu fark etmeksizin çevresel gerçeklikleri içine
çekmektedir.”
Kiesler, 1933 de ‘Space House’ projesinin tam ölçekli modelini yapma şansını elde
etmiştir. Bu yapı New York’daki Modernage Furniture Company adına tek bir aile
102
için tasarlanmış bir yapıdır. ‘Space House’ organik olarak, sonsuz gerilim üzerine
temellendirilmiş aerodinamik kabuktan, yumurta kabuğunu model olarak kullanarak
tasarlanmıştır. Burada sürekli ve kıvrılan biçimlerle çalışılan köprüler, su kemerleri
ve planetaryum yapılarından esinlenilmiştir (Resim 5.2-5.3). Bu kıvrılma ve
yüzeylerdeki süreklilik, zemin, duvarlar ve tavan arasında destekler olmaksızın iç
mekanın akışkanlığını sağlamıştır. İnşa edilmiş tam ölçekli modeli teknik
imkansızlıklar dolayısıyla kabuk sistemiyle (shell construction) inşa edilmemiştir
ama onu anımsatmaktadır. Space House içindeki konumu için Kiesler, izleyicinin
vücut hareketiyle onu çeviren mekan arasındaki dinamik ilişkiden bahsetmektedir
[Philips, 1989].
Kiesler, ‘Blood Flames’ adlı yapıtında, resim ve heykelin, mimari sahne ile birlikte
sergilenerek nasıl birleştirilebileceğini göstermiştir. Sanatçı, bu çalışmasında mekanı
kurgulamış ve mekana bütünlük olgusunu getirmek üzere tavan, zemin ve duvarlar
arasındaki sınırları kaldırmıştır. Bunu yaparken, galeriyi geniş kıvrılan renk
bantlarına boyamıştır geleneksel boyama yöntemlerinin aksine burada renkler bir
mimari bileşenden diğerine geçişkendir. Burada sanatçı, geçici bir sergilemede
herhangi bir inşa etme yoluna gitmeden, en ucuz yolla (boyama yaparak) mekanın
dönüştürülebileceğini göstermektedir. Kiesler’in söylemiyle, ‘renk-formları, bir
odayı dönüştürmek için basit, en az pahalı ve en hızlı araç’ olmuştur. Bu çalışmada
renk, mekana anlam katma yolunda bir öğe olarak kullanılmıştır. Renk olgusu, sanat
yapıtlarının bir parçası olabildiği gibi aynı zamanda, kentsel bağlamda mimari bir
yapıtı kentsel bağlama kazandıran bir öğedir [Goodman, 1989].
104
Ad Reinhardt, ‘ Neo Surrealists Take Over a Gallery’ adlı yazısında Kiesler için,
“görüş alanını, olumlu sihirbazlıkla mimarlık, heykel ve resim arasında bir
bütünleşme sağlamak amacıyla yeniden düzenlemeye çalışmıştır” diye ifade
etmektedir [Philips, 1989].
Kiesler sanat ve sanatın algılanması için şöyle demektedir [aktaran Goodman, 1989];
107
“Bir kişi bir sanat çalışmasıyla karşılaştığında, kişi görme eylemini yeniden
düzenlemeli, organize etmelidir - kişinin yaratıcı süreçte bir katkı olarak “algılama”sı
sanatçının kendisinden daha az gerekli değildir.”
Sonuç olarak, Kiesler, izleyici ile izlenecek sanat yapıtı arasında olası bütün engelleri
kaldırmak istemektedir. Kiesler, bunu şöyle açıklamaktadır [aktaran Goodman,
1989];
Lisa Phillips, Kiesler hakkında yazdığı, ‘Environmental Artist’ adlı yazısında, ‘The
Art of This Century’ yapıtıyla Kiesler’in üç önemli olayı başardığını yazmaktadır
[Philips, 1989];
“İlk olarak, gerçek mekanı, heykelsi çevre yaratmak için beceriyle kullanmıştır.
İkinci olarak, izleyicilere aktif bir rol vermiş ve mekan, izleyici ve sanat yapıtı
üçlemesini tamamlamıştır.”
“Geleneksel sanat objesi, resim, heykel veya bir mimarlık parçası, artık bağımsız bir
varlık olarak görülmemeli, bu genişleyen çevrenin bir parçası olarak düşünülmelidir.
Objenin çevresini soluması ve çevrenin gerçekliğini teneffüs etmesi sebebiyle, hangi
mekanda olduğu önemli olmaksızın, yakın veya uzak, dış mekan veya iç mekan;
çevre, objenin kendisi kadar önemli olmuştur.”
“Doğanın veya sanatın hiç bir objesi, çevresi olmadan var olamaz. Bir gerçeklik
olarak, obje kendisi kendi çevresi olana kadar genişleyebilir.” Aslında, Kiesler, tüm
yaşamı boyunca çevresel heykel yaratmaktaydı”
Frederick Kiesler anlayışı olan ‘Birliktelik (Correalism)’ ile insan ve onun doğal ve
teknolojik çevresi arasındaki devamlı etkileşimini temel almıştır. Sanatçının ana
terimleri, mekansal devamlılık, sonsuzluk, dinamizm ve birliktelik olmuştur.
Çalışmalarında, sanat eserini yalnız ‘seyredilen’ değil, aynı zamanda ‘deneyimlenen’
durumuna getirmek üzere çalışmalar yapan, ‘mekan’ ve ‘sanat eseri olan nesne’yi bir
arada kurgulayan mimar sanatçı, çalışmalarıyla mekan içinde farklı deneyimler
sunmuştur. Mekan, nesne ve gözlemci-öznenin birlikteliğini sağlayan mekansal
düzenlemeler yapmıştır.
Gordon Matta-Clark
Gordon Matta Clark, yine Kiesler gibi mimarlık eğitimi almış bir mimar-sanatçı olup
çalışmalarında mimari mekanı ‘estetik’ ve ‘kavramsal’ iletinin, ‘mimari eleştirinin’
bir aracı olarak kullanmıştır.
110
Corinne Diserens’e göre, Matta Clark’ın yapıtları, her zaman üç boyutlu düşünen ve
karanlıktan aydınlığa cehennemden cennete olan hareketle ilgilenen, pencere ve
duvar, ışık, ağaçlar ve yeraltı kentleri üzerinde süregelen saplantısal araştırmalarını
yansıtmaktadır [Diserens, 1993].
Terkedilmiş veya yok edilmek üzere olan yapıları kullanan sanatçı, Diserens’e göre,
‘sosyal olarak gizli kalmış mimari anlamları’ açığa çıkarmaktadır [Disserens, 1993].
Bunu yaparken de mekansal dönüştürmeleri, mekana ait öğeleri kullanmaktadır.
Kentteki yok olmayı, yıkılmayı bekleyen bu yapılar için Matta Clark, bu bekleme
sürecinde bu yapıları kullanıma sokabilmek düşüncesi taşıdığını belirtmektedir [Lee,
2000]. Sanatçı, bu yapıları, şekillendirerek onlara yeni anlamlar yüklemektedir.
Yapılarda, boşluk, doluluk ilişkileriyle oynayarak yapı bağlamında yeni ifadeler
getirmeye, kimi zaman yapının iç yapısını göstermeye yönelik çalışmalar
yapmaktadır.
Pamela M. Lee’ye göre, Matta Clark’ın yapı kesitleri, sanat ve yer arasındaki en
temel ilişkiye dayanmaktadır. Yapı kesitleri, mimari yerin ve soyut mekanın şiddetle,
nesnenin yapılı çevredeki durumuna dönüşümünün dışavurumudur. Matta Clark,
eleştirel olarak yapılı çevrenin geçiciliğine, günümüz mimarisinin materyalistik
kurallarına değinmektedir. Yapıtlarının, hem kentsel hem de banliyö mekanlarına
dâhil olmasını onları sosyalleştirmektedir. Yapının yakın tarihte yıkılacak oluşu,
geçiciliği, onun ulu ve kalıcı bir sanat eseri olmayacağını göstermektedir [Lee,
2000].
“Yapının geri kalan yarısı köşelerde dört nokta üzerinde durana kadar temeli
güçlendiren her türlü parçayı kaldırdık. Sonrasında krikolar kullanarak, final
parçalardan yükü , ortalama yükün 15 ton kadarını, dağıttık ve alçalttık.”
saatlerini ve rotasını belirlemektedir. Lee’ye göre, bir diğer açıdan yapının içerisine
sızan ışık, banliyö evi ‘konteynerini’, ‘bu sosyal olarak yalıtılmış mekan’ı
aydınlatmaktadır. Yapı, banliyölere göçün altını çizen eleştiriyi ifade etmektedir
[Lee, 2000]
Resim 5.15. Matta Clark – A W Hole House – Datum Cuts [Lee, 2000]
“Bir yapıyı yıkarak (undoing) karşıt olarak işaret ettiğim sosyal koşulların birçok
durumu vardır... Birincisi, sadece fiziksel gereklilikten dolayı değil aynı zamanda
banliyö ve kent kutularını bağlam, izole edilmiş bir alıcı, hemen hemen tutsak bir
dinleyici sağlamak için bir bağlam haline getiren endüstri tarafından yaratılan bir
kapalılık durumunu açmak”
116
Sanatçı, kent ile banliyö, kamusal olanla, özel olan arasındaki hayali ayrımın altını
çizmekte, yapıtında bu durumu dile getirmektedir. Matta Clark, yapıyı kesme işini
‘sözdizim ile oynamak’ olarak tanımlamaktadır. sanatçı, yapılardan kestiği parçaları
da ‘yapı fragmanları’ olarak tanımlamaktadır [Lee, 2000].
Sanatçının ‘Days End’ adlı çalışması, terk edilen bir rıhtımda yer almaktadır. Bu
yeni ‘kesim’ çalışmasında, diğer projelerdeki dikdörtgensel açıklıkların aksine
yuvarlak ve oval formlar olup toplamda beş kesik yer almaktadır. Bunlardan biri
zeminde 2,70 metre genişliğinde, 21 metre uzunluğunda olup mekanın genişliğini
ikiye bölmekteydi. Farklı biçimlerde açılan bu yarıklar, yapıyı yer yer
şeffaflaştırmakta, karanlık iç mekanlı yapının da ışık kaynaklarını oluşturmaktadır.
Sanatçının kedi gözü adını verdiği badem biçimli açıklıktan günün belli saatlerinde
mekanın içine farklı miktarlarda ışık süzülümleri gerçekleşmektedir. Dolayısıyla bu
açıklık, bir ışık ve zaman çizelgesi gibi de işlemektedir. Yapının içerisindeki ışık ve
gölge koreografisinden ötürü, Pamela M. Lee kitabında, bu yapıt için ‘adeta geç
kapitalist Panteon’ tanımını kullanmaktadır [Lee, 2000].
Thierry De Duve ‘Ex-Situ’ adlı makalesinde, Dan Graham’ın Matta Clark ile ilgili
düşüncelerini aktarmıştır. Dan Graham, Matta Clark’ın karamsarlığından ve inşa
etmeyi reddedişinden bahsetmektedir. Yapımdansa Matta Clark var olanları
parçalamakta veya kesmektedir. De Duve, Matta Clark’ın bu kesim eylemini yapının
geçmişini araştıran bir arkeologa veya ameliyat esnasındaki bir cerraha
120
Matta Clark, 1975 Paris Bienali için yaptığı ‘Conical Intersect’ adlı çalışmasında,
Tiberghien’e göre, kişinin geleceğin müzesini görebileceği konik bir kesit
açmaktadır. Bu durumda, Tiberghien’in tanımıyla, yapı ‘kendini boşaltarak, kendini
kütlesinden kurtararak, aydınlanmış ve yükseltilmiş’tir. Yapının içerisine giren hava
ve ışık yapının nefes almasını sağlamaktadır [Tiberghien, 1995].
Lee’ye göre bu konik kesik, iki 17. yüzyıl yapısını, caddeden görünen spiral, koni
biçimli kesitle birleştirmektedir. Hovagimyan’ın belirttiği üzere, bu çalışmadaki koni
biçimi, Anthony McCall’un ‘Line Describing a Cone” adlı filminden de
esinlenilmiştir. Film, bir ışık noktasıyla başlamakta, projektörün odaya tutulması
odada bir ‘ışık konisi’ ortaya çıkarmaktadır. Bu ışık konisi, Matta Clark’ın
çalışmasındaki konik kesit fikrini ortaya koymuştur. Hem Mccall’un filmi hem de
Matta Clark’ın bu çalışması bir ‘görüş konisi’ ile optik olaylara referans vermektedir
[Lee, 2000].
6. SONUÇ
Sonuçta 20. yüzyılla birlikte sanat, bir ‘ifade’ ortaya koymakta ve bu ifadesini
yarattığı ‘deneyimlenen’ ‘mekan, nesne, gözlemci-özne’ etkileşimleri aracılığıyla
124
20. yüzyılın başlarında Bauhaus ile başlayan disiplinler arası etkileşimin, 20. yüzyılın
sonuna gelindiğinde şekillendirdiği yeni yüzünü, ‘yerleştirme’ çalışmalarını,
Rosalind Krauss, Klein Group şeması ile ‘doğal mekan’ (landscape) ve ‘mimari
mekan’(architecture) (architecture-landscape); ‘mimari mekan’ (architecture)
olmayan , doğal mekan’ (landscape) olmayan (not-architecture-not landscape)
arasında konumlandırmaktadır. Bu şemanın anlatısına göre yukarıda bahsettiğimiz
gibi, bu ‘yerleştirme’ çalışmaları ‘mimarlık’ değil; ‘mimarlık’ ile ‘mimarlık
olmayan’ veya ‘mimari mekan’ ve ‘mimari mekan olmayan’ arasında
tanımlanmaktadır.
125
KAYNAKLAR
1. Arifoğlu R., “Mimarlık Yapıtı ve Sanat Yapıtı”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul
Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul, 23-37 (2000).
2. Apollonio U., “Futurist Manifestoes”, Thames and Hudson Ltd., London, 43-48
(1973).
3. Arnheim R., “Art and Visual Perception”, Princeton Architectural Press, New
York, 218 (1995).
5. Arnason H., “A History of Modern Art”, Thames and Hudson ltd., Japan, 45, 80,
81, 90, 117, 129, 130, 224, 221, 324, 325, 413, 586, 602, 605, 610, 664, 665,
668, 644, 645, 670, 671, 673 (1985).
8. Beşgen A., “Kübist Sanat Akımının Modern ve Modern Sonrası Mimarlığa Etkisi
Üzerine Bir İnceleme”, Yüksek Lisans Tezi, Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen
Bilimleri Enstitüsü, Trabzon, 1-80 (1996).
10. Bogner D., “Kiesler and the European Avant-garde”, Frederick Kiesler, Safran
Y., Whitney Museum of American Art, New York, 50 (1989).
12. Conrads U., “20. Yüzyıl Mimarisinde Program ve Manifestolar”, çeviren Dr.
Yavuz S., Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları, İstanbul, 4, 28, 33, 43 (1991).
14. Crary J., “Önsöz”, Yeni Milenyumda Enstalasyon Sanatı, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul, 1-10 (2006).
127
16. De Duve T., “Ex Situ”, Art and Design Magazine, 30: 26 (1993).
17. De Oliveira N., Oxley N., Petry M., “Yeni Milenyumda Enstalasyon Sanatı”,
Akınhay O., Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 28- 57, 95, 128, 167 (2006).
18. De Oliveira N., Petry M., Oxley N., “On Instalation”, Art and Design Magazine,
30: 11-18, 30, 34, 56, 95 (1994).
19. De Oliveira N., Petry M., Oxley N., “Installatıon Art”, Thames and Hudson
Ltd., London, 11-31 (1994)
20. Diserens C., “Gordon Matta Clark”, Art and Design Magazine, 30: 35-39
(1993).
21. Duchamp M., “Marcel Duchamp ve Ready Made”, Almanya’da İki Savaş Arası
Modernizm: Dışavurumculuk, Bauhaus, Die Brücke, Rıfat S., Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 91 (1997).
22. Erk E., “Yirminci Yüzyıl Sanatında Mimari-Heykel Yakınlaşmasına İlişkin Bir
İnceleme”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri
Enstitüsü, İstanbul, 45 (1995).
23. Fitzpatrick M. D., “The Interrelation of Art and Space: An Investigation of late
Nineteenth and Early Twentieth Century European Painting and Interior Space”,
Washington State University Department of Interior Design, Washington, 2,
24-26 (2004).
25. Giderer, H.E., “Resmin Sonu”, Ütopya Yayınları, İstanbul, 187 (2003).
26. Goldberg, R., “Space as Praxis”, Studio International, New York, 1-30 (1975).
27. Gombrich E. H., “Sanatın Öyküsü”, Erduran E., Erduran Ö., Remzi Kitabevi
Yayınları, İstanbul, 557-592 (2004) .
28. Goodman C., “The Art of the Revolutionary Display Techniques”, Frederick
Kiesler, Safran Y., Whitney Museum of American Art, New York, 58-69, 83
(1989).
29. Göktan Z. Z., “Ephemerality in Contemporary Art”, Yüksek Lisans Tezi, Bilkent
Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 1-15(1999).
128
31. Kahvecioğlu, H., L., “Mimarlıkta İmaj: Mekansal İmajın Oluşumu ve Yapısı
Üzerine Bir Model”, Doktora Tezi, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri
Enstitüsü, İstanbul, 87 (1998).
32. Kiesler F., “Frederick Kiesler- Selected Writings”, Gohr S., Luyken G., Verlag
Gerd Hatje, Stuttgart, 1-25 (1996).
33. Kim, Y.C., “Space, Place and Home: An Integrative Theory of Architectural
Space” ,The University of Edinburg, Edinburg, 29 (1985).
34. Köksal A., “Zorunlu Çoğulluk: Mimarlık ve Sanatta Dilin Süreksizliği”, ATT
Yayınları, İstanbul, 49, 50 (1994).
36. Krauss R., “Sculpture in The Expanded Field”, MIT Press, Massachusetts, 287
(1985).
37. Lamaroux,J., “The Museum Flat, Thinking About Exhibitions”, Greenberg R.,
Ferguson B. ve Nairne S., MIT Press, London and New York, 37 (1996).
38. Lang, J., “Creating Architectural Theory, The Role of Behavioral Sciences in
Enviromental Design”, Van Nostrand Reinhold, New York, 86-110 (1987).
39. Lee P.M., “Object To Be Destroyed”, MIT Press, Massachusetts, 104-106, 56,
73, 14-31, 68-85, 118-131, 170-176, 182 (2000)
40. Lesak B., “Visionary of the European Theatre”, Frederick Kiesler, Whitney
Museum of American Art, New York, 37 (1989).
41. Lynton, N., “Modern Sanatın Öyküsü”, Çapan C., Öziş S., Remzi Kitabevi
Yayınları, İstanbul, 38, 56, 61-63, 77, 80, 92, 95, 96, 102, 105, 107, 118, 128,
132, 224, 322 (1982).
43. Meecham P., Sheldon J., “Modern Art: A Critical Introduction”, Routledge,
USA, Kanada, 1-80 (2000).
129
44. Morgan C. R., “Between Modernism and Conceptual Art – A Critical Response”,
McFarland&Company Inc. Publishers, USA, 90-99 (1997).
45. Morgan C. R., “Art into Ideas: Essays on Conceptual Art”, Cambridge
University Press, USA, 1-60 (1996).
46. Norberg-Schulz C., “Existence, Space and Architecture”, Studio Vista, London,
6-8 (1971).
47. Ögel S., “Çevresel Sanat”, İstanbul Teknik Üniversitesi Matbaası, İstanbul, 5,
20, 21, 29-37, 64-72, 78, 80, 92, 93, 104, 133 (1977).
48. Oldenburg C., “Large Scale Projects”, Monacelli Press, New York, 260-268,
275, 536-540, 551 (1994).
49. Özen, A., “Sanal Ortamlarda Mekansal Okuma Parametreleri ve Sanal Müzeler”,
Y. Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Ankara, 1-50 (2004).
50. Özer, B., “Kültür Sanat Mimarlık”, Yapı Yayın, İstanbul, 54, 56, 149 (2004).
51. Özseçen E., “Signification of Artwork in Relation to its placement with space”,
Yüksek Lisans Tezi, Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara, 1-15(1996).
53. Philips L., “Environmental Artist”, Frederick Kiesler, Safran Y., Whitney
Museum of American Art, New York, 117, 119, 159 (1989).
54. Philips L., “Architect of Endless Innovation”, Frederick Kiesler, Safran Y.,
Whitney Museum of American Art, New York, 13, 17, 24-30, 48, 49, 68 (1989).
55. Punin N., “Anıtlar”, Modenizmin Serüveni, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 157
(1997)
56. Reiss H. J., “From Margin to Center: The Spaces of Installation Art”, MIT Press,
Cambridge, xiii (1999).
57. Sanouillet M., “Dadacılığın Kökleri: Zürih ve New York”, Almanya’da İki
Savaş Arası Modernizm: Dışavurumculuk, Bauhaus, Die Brücke, Ilgaz T., Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul, 74-84 (1997).
58. Scheler M., “İnsanın Kosmostaki Yeri”, Mengüşoğlu T., Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul, 1-35 (1968 ).
130
59. Schenkenburger M., “Painting, Art of the 20th Century”, Sculpture, F. Walther,
Taschen, London, 499, 501, 522-524, 543-550, 598, 556-563 (2000).
60. Suner S., “Duyarlılığın Tenkidi Adı Altında Immanuel Kant'ın Açıklaması”
Düşüncenin Tarihteki Evrimi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 32 (1967).
63. Tansuğ, S., “Türk Resminde Yeni Dönem”, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul
1-80 (1995).
64. Tansuğ, S., “Resim Sanatının Tarihi”, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1-70
(1999).
68. Turani, A., “Çağdaş Sanat Felsefesi”, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1-65
(2003).
69. Troy N., “The De Stijl Envrionment”, MIT Press, Cambridge, 22, 23 (1983).
70. Tzara T., “Dada Hiç Bir Anlama Gelmez”, Almanya’da İki Savaş Arası
Modernizm: Dışavurumculuk, Bauhaus, Die Brücke, Rıfat S., Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 85, 86 (1997).
71. Vickery J., “Dış Dünya ve Nesnelerden Kurtuluş: Soyut Sanat”, P Yirminci
Yüzyıl Sanatı, 16: 12 (2000).
72. Walker S., “Gordon Matta-Clark: Drawing on Architecture”, Grey Room, Inc.
and Massachusetts Institute of Technology, New York, 108, 117, 120, 124
(2004).
74. Yılmaz M., A., “Sanatın Felsefesi, Felsefenin Sanatı”, Ütopya Yayınları,
İstanbul, (2003).
75. Yılmaz N., “Resim Sanatında Mimari Sembolizm”, Yüksek Lisans, Karadeniz
Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Trabzon, 1-45 (1995).
77. Zevi B., “Architecture as Space”, Barry A. J., Horizon Press, New York, 26
(1974).
79. Internet : Pennstate School of Music, “Space Calculated in Seconds: The Philips
Pavilion, Le Corbusier, Ergard Varése”, http://www.music.psu.edu/Faculty%20
Pages/Ballora/INART55/philips.html (2006) *
80. Internet : Pennstate School of Music , “Space Calculated in Seconds: The Philips
Pavilion, Le Corbusier, Ergard Varése”, http://www.music.psu.edu/Faculty%2
Tezi0Pages/Ballora/INART55/philips.html (2006) *
*
Konu ile ilgili yazının mevcut kaynaklarda bulunamayışından dolayı elektronik ortamdaki verilerden
yararlanılmıştır.
132
ÖZGEÇMİŞ
Kişisel Bilgiler
Soyadı, adı : AYÖZCAN ATALAR, Burcu
Uyruğu : T.C.
Doğum tarihi ve yeri : 27.12.1979 Ankara
Medeni hali : Evli
Telefon : 0 [312] 286 67 91
e-mail : burcu.atalar@gmail.com
Eğitim
İş Deneyimi
Yabancı Dil
İngilizce