Professional Documents
Culture Documents
Dusler Kuyusu Son
Dusler Kuyusu Son
Hogwarts’tan beş yüz kilometre uzakta, karanlık bir sokakta iki adam sessizce
bekliyordu. Ancak bu iki adam da normal sayılmazdı. Zaten sokağın şimdi bomboş ve
ıssız evlerinden bakan biri olsa bile bu dolunayın ışığında onları göremezdi. Çünkü
bu iki adam da görünmüyordu. Görünmez olmuşlar, tedirginlik içinde etraflarını
kolluyorlardı.
Dumbledore derin bir iç çekti. Kendisi gibi görünmez olmuş arkadaşına bakmaya
çalışarak “Sence kandırabilmiş midir?” diye sordu.
“Kendi başının çaresine bakar” dedi Legrand. Ancak söylediğine kendi de inanmıyor
gibiydi. Çevrelerindeki sokak lambalarını söndürmüşlerdi. Ancak bunu kendilerini
meraklı Muggle gözlerden uzak tutmak için yapmamışlardı. Çünkü birkaç ay önce, Ruh
Emicilerin saldırısına uğramış olan Grimming Bulvarındaki ufak sokaktaydılar şimdi.
On beş numaranın karşısında pusuya yatmışlardı. Sokak ölü bir kasabayı andırıyordu.
“Sence lahitin yerini bulduğumuzu biliyor mudur?” diye sordu pos bıyıklı Legrand,
Dumbledore’a.
Legrand birden Dumbledore’u şaşırtarak “Geçen sene onu öldürseydin hiçbir sorunumuz
kalmayacaktı” dedi sessizce.
Bir şak sesiyle, siyah cüppesine bürünmüş uzun dağınık saçlı bir cadı önlerinde
belirdi. Dumbledore asasını salladı ve birden ortaya çıktı.
Bembeyaz bir cüppe ve açık mavi gözleriyle sokağın başından kadının yanına geldi.
Ona gözlüğünün üstünden bakarak “Ne oldu, öğrenebildin mi?” diye sordu.
“Yalnız takviye kuvvet gerekecek” diye ekledi Kadın. “Bütün ordu orada, Vampirler,
Ruh Emiciler, Ölüm Yiyenler…
“Hayır orda değildi. Sığınaklarında olmalı” dedi Kadın sert bir yüz ifadesi ile.
“Biliyorsun onu öldürmen hiçbir şeyin çözümü değil” dedi Dumbledore. “Biliyorum-
“Bilmiyorsun” dedi Kadın tehditkar bir sesle. Gözlerine yaşlar dolmuştu birden.
“Fırsatım olursa onu öldüreceğim. Bunu biliyorsun”
Şiş göz kapaklı kadın ona dönerek “Grimming Bulvarı on altı numaradan bahsetti
şansımıza” dedi.
“Şimdi ne olacak?” diye sordu Legrand tedirgin hali tekrar ortaya çıkmıştı.
Kadın bir süre onu süzdü ve sonra gülerek “Ne olacağı açık” dedi. “Çok özlü iksirin
daha vakti var mı?”
Dumbledore cüppesinin cebinden on iki kollu bir saat çıkardı. Onu yarım ay
gözlüğünün ardındaki açık mavi ışıl ışıl görünen gözlerinden kontrol ederek “Yarım
saatin var daha” dedi.
“İyi” dedi Kadın sertçe. Grimming bulvarı On beş numaranın önüne geldi. Bu ev de
sokaktaki bütün evler gibi terkedilmişti.
Legrand “Bunu tek başına yapmana izin veremem” dedi onu omzundan tutarak.
Kadın koyu renk gözlerini ona dönerek ve daha önce bu yüze neredeyse hiç ait
olmayan içten bir gülümsemeyle “Voldemort’un karşısına çıktım. Alt tarafı iki Ölüm
Yiyenden mi korkuyorsun şimdi” dedi ve abisinin yanağına bir öpücük kondurdu. Sonra
neşeyle “Voldemort kendi taktiğini kullandığımızı bilse öfkeden kudururdu.
Zihinbend’ imde iyiydi yani. Övünmek gibi olmasın” diye ekledi. Evlere doğru döndü.
Dumbledore biraz gülerek “Eh seni boşuna mı okulumda hoca yaptım” dedi.
Şiş göz kapaklı karalara bürünmüş kadın biraz duraksadı ve On beş numara ile On
Yedi Numara arasına gelince birden ortadan kayboldu.
***
Harry, bu gece başına gelenlerin bir kabus olduğunu düşünmeden edemiyordu. Neyse ki
kimse zarar görmeden her şey eski haline dönmüştü. Ron ve Hermione’nin endişeli yüz
ifadeleri herkes hala şölende olduğu için boş ortak salon’a geldiklerinde dahi
silinmemişti. Sırlar odasından geleli iki saat geçmiş, Fawkes gitmişti. Ancak hiç
kimse şu saate kadar konuşmamıştı.
“Harry, iyi misin?” diye sordu Hermione temkinli bir sesle. Kaşları kalkık bir
halde Harry’nin yüzünü ve vücudunu gözleyen Ron’a katıldı. O da Harry’yi tepeden
tırnağa inceliyordu. Harry, ortak salonda şömine başında bir koltuğa çökmüştü ve
sakinleşmeye çalışıyordu. Olanların hepsi gene onun suçu muydu?
“Senin suçun değil” dedi Ron sanki onun içini okurmuş gibi. Kızıl renkli saçlarının
altındaki kahverengi endişeli gözlerini, Harry’nin vücudundan ayırmış şimdi
gözlerine odaklanmıştı.
“Çünkü- dedi ve Ron’a döndü. Ron boğazını temizlemeye çalıştı ama sanki bunu nasıl
söyleyeceğini şaşırmış gibi boğazı tekrar tıkandı. Ama Hermione ondan umduğunu
bulamayarak olaya el attı.
Harry onlara saçmalamayın der gibi bir bakış attı ama onların yüzlerinin çok ciddi
olduğunu görünce, konuşmayı yeni öğrenmiş gibi “Na-na-na-s-sıl y-ya-ya-n-n-ni?”
diye sordu.
“Gözlerin- gözlerin kıpkırmızı olmuştu. Sanki- sen, sen değildin. Sonra yüzünde
ellerinde yemyeşil damarlar çıkmıştı” diye cevap verdi Ron, Harry’nin tepkisinden
daha da tedirgin olarak.
Harry, onların ne demek istediğini kestiremedi ama tedirgin olmuştu, bir kere.
“Nasıl?” diye sordu. Soluğu kesilmişti.
“Öyleydi, Harry. Çok korktum. Sana bir şey olacak diye” dedi Hermione ve gözlerini
Harry’ninkilerden kaçırdı.
Harry, hala şaşkınca onlara bakıyordu ki; birden yara izi korkunç bir şekilde
acımaya başladı. Çılgınca gülmeye başladı. Çok mutluydu. Öyle ki; hayatının en
büyük armağanına kavuşmuş gibi hissediyordu kendini. Başkasının duyguları
damarlarında akarken yaşadığı büyük coşkuyla koltuğuna yapıştı. Onu gören kriz
geçirdiğini düşünebilirdi. Gözleri acıdan körleşmişti ama, Ron ve Hermione’nin
seslerini duyabiliyordu. Ellerini yara izine bastırmak istedi ama yapamadı.
“Harry… HARRY!”
Ama sonra Harry kendi ağzının da kıpırdadığı hissederek, ölüm soğukluğu karışmış
sesi duydu. “Karanlığın Ordusu! İmparatorunuz Karanlık Lord olarak çok mutluyum. Bu
gece yarısı yapacağımız ayinle, eski gücüme kavuşacağım ve eskisinden daha da güçlü
olacağım. Yolumuza çıkan asileri de ortadan kaldırmadıkça”- Konuşmayı birden
durdurdu. Şimdi ise çok hiddetlenmişti.
Nefretle bağırdı birden “Potter yaşıyor. Onu hissedebiliyorum. Bella! Bana yalan
söylemiş. Onu öldürememiş. Nereye gitti bu? Çabuk onu yakalayıp getirin. Hesabını
verecek. Sığınakta olmalı. Malfoy da orada olmalı. Onu da uyarın buraya gelsin”
Ölüm soğukluğu içeren sesin hiddetinden titreyen üç tane ölüm yiyene “SİZ! ONU
BULUP GETİRİN!” diye kükredi. Yüzleri kukuletayla kaplı adamlar hızla
koşuşturdular.
“Şimdi sana gelelim” dedi Harry, kapkara cüppesinden bir asa çıkardı. Ama tam o
sırada, görüntü kayboldu ve Harry, kendini Ortak Salonda tavana bakarken buldu.
Acıdan görmeyen gözleri şimdi, düzelmişti. Yara izi de azalmıştı, ama Harry,
Voldemort’un çok sinirlendiğini biliyordu. Yara izi ona bu acıyı yaşatırken artık
anlayabiliyordu. O, git gide güçlenmeye başlamıştı.
“Ne oldu?” diye sordu Ron yavaşça, Harry’nin koltuğunun yanına gelerek. Elini
Harry’nin alnına koydu. Harry terden sırılsıklam olmuştu. O Ruh Emicilerin
gerçekten yanındaymış gibi hissetmişti kendini. Kusmamak için kendini zor
tutuyordu.
Harry, “İyi-yim” diye mırıldandı. Ama bunu daha çok kendi kendine söylemiş gibiydi.
“Voldemort’u mu gördün?” diye sordu Hermione merakla ama sesi çok kaygılıydı.
Ama Harry “Hayır ben iyiyim” dedi. Battaniye geldiği için şimdi kendisini biraz
daha iyi hissediyordu. On dakika geçtikten sonra Harry, titremelerine son verdi.
Şimdi kendisini daha iyi hissediyordu.
“Ne gördün?” diye sordu Ron, Harry’nin iyi olduğunu gördüğü için konuşmaya daha
istekli gibiydi, şimdi.
Kısa süren sessizliği bu sefer Hermione bozdu. “Demek ordusu hala var”
“Evet ama başka bir şey daha oldu” dedi Harry sessizce. “Bellatrix, Snape’in
elinden kaçmış”
Harry, onların şok olmasına aldırmadan “Voldemort, şimdi onu aratıyor. Voldemort’a
benim öldüğümü söyleyip kaçmış. Voldemort beni hissedince onu araması için Ölüm
Yiyenlerini yolladı” dedi.
“Gidip Dumbledore’a haber vermeliyiz” dedi Ron ama daha yerinden kalkamadan
Hermione “Daha dönmemişlerdir” diye ekledi. “Voldemort’un sığınağına bakacaklardı”
Fakat Ron yılmadı. Elini cüppesine atıp aranmaya başladı. Ancak gözleri donuk halde
“Aynalar da gitmiş. Ölüm Yiyenler almış olmalı” dedi.
Hermione o öyle söyleyince kendi cüppesine bakındı ama “Evet” diye karşılık verdi.
Harry, çöktüğü koltuktan kalkıp Snape’i veya başka bir Yoldaşlık üyesini bulmak
isterken, ellerini koltuğa dayadı. Elleri cüppesinin cebine denk geldiğinde yerinde
doğruldu ve hatırladı. Cüppesinin cebinden, Harry’ye Sırlar Odası’na gitmesini
söyleyen kağıdı çıkardı. Harry kağıdı eline aldığında Ron ve Hermione, oturdukları
yerden şaşkınca Harry’ye baktılar.
Harry önce cevap vermedi. Bir süre kağıdı elinde tuttu. Sanki ağırlığını ölçmek
istermiş gibi, elinde tarttı. Ancak her şey gayet normal görünüyordu.
“Bu gece beni uyaran şey” dedi Harry. “Sanırım bu da Voldemort’un oyunlarından
biriydi”
“Neden ki?” diye sordu Hermione. Harry, onlara kağıdın nasıl eline geçtiğini, nasıl
rüyasındaki adamla konuştuğunu, kağıtta onunla konuşan bir yılanın onu uyardığını,
ancak yolda Ölüm Yiyenlere yakalandığını beş dakikada anlattı.
“Ama beni uyarmıyordu” diye mırıldandı Harry yavaşça. “Beni sadece tuzağa götürdü”
Kağıdı birden yırtacakken Hermione onu eliyle durdurdu. “Onu bir versene, Harry”
dedi sessizce.
Harry itiraz etmedi. Hermione’ye kağıdı uzattı. “Şimdi sen bu kağıt seni uyardıktan
sonra şölene giderken yakalandın, değil mi?” dedi Hermione Harry’nin
söylediklerinin izinden giderek. Bir yandan da kağıdı inceliyordu.
“Evet” diye fısıldadı Harry. Sonra neden fısıldadığını anlamayarak sesini yükseltti
ve “Evet” dedi.
“Eh o zaman bu kağıt seni gerçekten uyarmış, Harry” dedi Ron, Hermione’nin ne demek
istediğini anlayarak.
Hermione hiç vakit kaybetmeden kağıdı tekrar Harry’ye uzattı ve Ron’un yanındaki
koltuğa oturdu. Sonra “Çünkü biz Ortak Salon’un girişinde yakalandık” diye cevap
verdi. “Seni aramaya gelmiştik”
“Yani seni de gelip buradan çıkarken kolayca yakalayabilirlerdi” dedi Ron onu
onaylayarak.
“Yani bence seni gerçekten uyarmış” dedi Hermione kendinden emin bir edayla. “Yoksa
bu kağıt eline nasıl geçebilecek ki? Voldemort bile sana bu kağıdı veremezdi. Tabii
Hogwarts’tan birinden yardım almadıysa” diye ekledi şüpheci bir edayla, kaşlarını
kaldırıp olayı biraz tartar gibi düşündükten sonra “Ama az önce neler olduğunu
dinledik. Öyle bir şey olsaydı, Bellatrix denen kadın bilirdi,”
Birden Ortak Salonu korkunç bir ses doldurdu. Ses, koltukta öne doğru uzanmış
Harry’nin elindeki parşömen kağıdından geliyordu. Harry, yüksek sesten irkilerek
kağıdı elinden düşürdü.
“Sana direk Sırlar Odası’na gitmeni söyledim. Ama sen yapmadın, bu senin hatan aynı
zamanda başarın. Çünkü bir hayat kurtardın” dedi odayı dolduran ses, yılan gibi bir
tıslamaydı. Harry önce ürkmüştü ama otomatikman eğilip kağıdı aldı. Ron ve
Hermione’ye bakmadı. Ama Harry onların neler söylendiğini anlamadığını bilmiyordu.
“Ancak anahtar’ı elinden kaçırdın. Sonumuzu hazırlamış oldun” diye tısladı yılan.
“Beni tuzağa gönderdin” dedi Harry inatla. “Sen de onun için çalışıyorsun”
“Çalışmak mı?” dedi yılan. “Ben kimse için çalışmam zaten kimse de benim için
çalışmaz”
“Tom’u durdurmanı” dedi yılan. “Düşler Kuyusu’na girerse, orayı ele geçirebilir.
Onu durdur”
“Nasıl?” diye sordu Harry, şüpheci tavrını bırakmıştı. Nedense yılanın yalan
söylemediğini anlamıştı. “Nereye gittiğini bile bilmiyorum”
“Ben biliyorum. Delbarath’ın mezarına gitti, ancak senden başkasının oraya girmesi
çok tehlikeli” dedi yılan sapsarı gözlerini kısarak.
“Yılanla konuşuyorum” dedi Harry, sanki çok normal bir şeyi açıklarmış gibi. Tekrar
yılana döndü.
“Her çeşit. Beslediği bir sürü canavar vardı. Ancak çok azı şimdiye kadar yaşama
fırsatı buldu” dedi Yılan sonra hızla devam etti. “Tom bu gece saat tam on ikide
Ayini yapacak. Kapı açıldığında orada olmalısın. Kapının içinden sen geçmelisin.
Yoksa onu bir daha durduramayabilirsin. Beni Dolunay’a götür. Zamanın azalıyor.
Sana yolu göstereceğim. Kapı içine sadece bir kişiyi alır” derken birden
kayboluverdi.
Harry, yılanın ona ne söylediğini idrak etmeye çalışıyordu. “Beni dolunay’a götür”
derken, ne demek istemişti.. Ron ve Hermione çok tedirgin olmuş gibilerdi. Harry,
uzun süre düşündü ama aklına öyle parlak fikirler gelmiyordu.
Ron hemen ayağa kalktı ve pencereye gitti. “Ne demek istediğini anladım, sanırım,
Harry” dedi heyecanla. “Çabuk kağıdı getir”
Ortak Salon hafif loştu ama Harry, Ron’un ne yapmak istediğini anladı. Pencereden
gökyüzüne baktı. Dolunay bulutların arasındaydı şimdilik, ama sonra yavaş yavaş
ortaya çıkıverdi.
Kağıdı açıp ayın ışığına tuttular. Ay ışığının değdiği parşömenden bir buhar
tabakası yükselmeye başladı. Buhar yavaş yavaş yükseldikten sonra Harry, onun buhar
değil bir ışık tabakası olduğunu fark etti. Gittikçe de büyüyordu.
Birden çok ışıktan hepsinin gözleri kamaştı. Işık azalınca gözlerini açan Harry, ay
ışığı gibi parlayan ışık kütlesinin, Ortak Salon’un ortasında bir kapı meydana
getirdiğini gördü. Ay ışığından oluşmuş bir kapıydı bu.
Bir iki dakikalık şaşkınlık anından sonra Hermione ışıktan yapılmış kapıya
yaklaşarak “Bir çeşit geçit bu” dedi hayretle.
“Evet. Ama tehlikeli olabilir” diye onayladı Ron kapıdan gözlerini ayırmayarak.
ıÜü Harry ise şaşkındı ama sonra yavaş yavaş geçidin önüne geldi.
Ron, Harry’ye dönerek “Ne yapmamız gerekiyor?” diye sordu belli belirsiz. “İçine mi
girelim?”
Harry, ruhsuz bir sesle homurdandı ama sonra, Yılan’ın ona ne söylediği aklına
geldi. “Hayır siz giremezsiniz” dedi Ron ve Hermione’ye bakarak.
Ron ve Hermione geçide yaklaşıyorlardı ama Harry öyle söyleyince durdular. Hermione
nihayet gözlerini geçitten alarak “Neden?” diye sordu.
“Yılan öyle söyledi. Sadece benim gitmem gerekiyormuş” diye cevapladı Harry ama
sesi çok ciddiydi.
Ron biraz yutkundu ve Harry’ye dönerek “Çıldırdın mı?” diye sordu. “Çok tehlikeli”
Hermione ona itiraz kabul etmeyen bir bakış atarak “Tek başına hiç bilmediğin bir
yere gitmene izin vereceğimizi mi sandın?” dedi iğneli bir şekilde.
“Ama Hermione-
“Saçmalama” dedi Ron neredeyse haykırarak. “Bizsiz hiçbir yere gidemezsin. Hele bu
akşamdan sonra-”
“Gelemezsiniz, zaten çok tehlikeli olduğu için gelemezsiniz. Ayrıca içinden sadece
tek kişi geçebiliyormuş” dedi Harry onları ikna etmeye çalışarak.
Hermione onu omzundan tuttu ve gözleri hafifçe dolmuş bir şekilde ona sarıldı. Ron
da gözleri hafif yaşlı bir şekilde onun yanına geldi. Harry onlara “Lütfen. Bu
benim yapmam gereken bir şey” diye fısıldadı. Hermione itiraz edemeyecek kadar
üzgün görünüyordu.
Etrafını saran soğukla, gözlerini tekrar açtığında, çok yüksek tavanı ve duvarları
Harry’nin bilmediği kan kırmızısı sembollerle süslenmiş, boş, dev bir salonun
ucunda duruyordu. Yer ise siyah mermerden yapılmıştı. Hiç pencere yoktu. Bu
Harry’nin az önce gördüğü salondu. Salon aydınlıktı ama Harry salonu neyin
aydınlattığını göremiyordu. Bir ucundan diğer ucuna kadar uzanan sütunlar vardı.
Ancak temkinli olmasının nedeni sadece bu değildi.Yaklaşık yirmi dakika önce burası
Vampirler, Ruh Emiciler ve Ölüm Yiyen kaynıyordu. Nedense şimdi bomboştu. Harry
ister istemez bir tuzağa düştüğünü sandı. Yara izi karıncalanıyordu. Sanki
tehlikeye daha da fazla yaklaştığını haber verir gibi.
Salonun diğer ucunda bir Lahit gördü. Öyle büyüktü ki; salon sadece bu Lahit’e
giriş için hazırlanmıştı sanki. Harry bunun mümkün olabileceğini düşünmüştü.
Lahit’in önünde de salon kadar geniş merdivenler kapkara kapısına çıkıyordu.
Arkasını dönüp geldiği ışıklı kapıya baktı. Korkuyla nefesini tuttu, çünkü kapı yok
olmuş onun yerine sadece boş bir duvar bulunuyordu. Geriye tek bir şey kalmıştı.
İçerisi o kadar soğuktu ki; Harry yapabileceği en iyi şeyin yürümek olduğunu
düşünüyordu. Soğuk yüzünden buhara dönüşen nefesi, yüksek tavana doğru giderken,
Harry titriyordu. Yavaş yavaş Lahit’e doğru ilerlemeye başladı. Her yandan bir
şeyler gelebilir diye, adımlarını çok temkinli atıyordu. Sütunlar o kadar
gerçekçiydi ki; Harry her an daha fazla tedirgin oluyordu. Ve bu tedirginliği soğuk
yüzünden onu titretiyordu.
Ufaltılmış bir ejderha heykelinin yanından geçerken ejderhanın ona göz kırptığına
yemin edebilirdi. Ne yapması gerekiyordu? Ejderha heykeline daha da dikkatle baktı
ama, Harry bunu hayal ettiğini düşündü.
Hiç bilmediği bir yerde tek başına kalmıştı. “Keşke arkadaşlarımı dinleseydim” diye
düşündü. “Ama sonra gelmemeleri gerekiyordu” dedi kendi kendine. Yara izi daha
fazla karıncalanmaya başladı.
Dört metre boyunda, sarı upuzun saçları aslan kafasına yayılmış, keçi vücudunun
altındaki ayakları yere sağlam basan bir canavardı bu… Kimera…
Harry, Ruh Emici veya Ölüm Yiyen beklerken buna gafil avlanmıştı.
Harry’ye bakarken iki keçi ayağı üzerine kalkmış olmasına rağmen, yavaş yavaş
yaklaştığı sırada dört ayak üstünde geliyordu. Harry onun hiddetli sapsarı
gözlerini gördü. İçini büyük bir korku kaplarken sanki bu korkudan cesaret alır
gibi asasını daha sıkı kavradı. Kaçışı yoktu. Burada kapana kısılmıştı. Ya canavarı
öldürecek ya da kendisi ölecekti.
Harry’nin geldiği yerde duruyordu. Bir daha kükredi. Daha da yaklaşmıştı. Onunda
ağzından buharlar çıkıyordu. Ancak o Harry gibi titremiyordu. Aslan kürkünün keçi
vücuduyla bileştiği yer sapsarıydı ama canavarın asıl ilgi çeken yanı gözleriydi.
Göz bebekleri yoktu.
Harry ilk hamlesini yapmadan, kendisini sakinleştirmeye çalıştı. Daha önce de böyle
durumlarda kalmıştı. Ama Harry, daha mantığını konuşturamadan, hayvan çığlıklar
atarak, dört ayak üstünde süratle, Harry’ye doğru koşmaya başladı.
Harry çaresizce tek elini kulağından çekti. Asasını sıkıca kavrayıp, canavarın
ağzına nişan alarak “Silencio!” diye bağırdı. Canavar birden durdu. Sesini yutmuş
gibi şaşkındı. Büyü yapması gerekeni yapabilmişti. Canavarın sesi kesilmişti. Harry
de heyecanla yerden doğruldu. Ancak canavar şaşkınlık anını çabucak üzerinden
atmış, tekrar Harry’ye doğru yönelmişti. Harry, mantıklı düşünemiyordu ama, önünden
bir şekilde çekilmezse canavarın onu öldüreceğini biliyordu.
Asasıyla etrafında süratle döndü ve “Carpe Portus!” diye bağırdı. Sıcak bir esinti
ve bir renk karmaşası ile kaybolup aniden canavarın arkasında belirdi. Canavar
sersemlemiş gibi durmuştu şimdi, Arkası Harry’ye dönük iken Harry kendisini başka
bir tehlikenin daha beklediğini gördü. Canavarın tırtıklı dev bir kuyruğu vardı.
Harry onun ejderha kuyruğuna benzediğini düşündü. Canavarı daha önce sadece
kitaplarda görmüştü ama onu nasıl öldüreceğini biliyordu.
Daha sonra Harry geri geri giderken, canavar birden nefesini içine çekti ve aniden
dönüp Harry’yi gördü. Harry onun çılgın bakışlı dev gibi sarı gözlerine bakıp içine
düştüğü korkudan bir anda sıyrılarak, “Chimaerio!” diye haykırdı. Asasının ucundan
fırlayan mor bir ışın canavarı tam iki gözünün ortasından vurdu. Işın bir süre
Harry’nin asasında sabit kalırken, canavar gürültüyle yere düştü ve Harry onun dört
metre boyunda olduğunu düşünmekle yanılmadığını apaçık gördü. Ölen canavar
merdivenlerin önünde yere yığılmıştı. Harry bir an alçak sesle küfretti.
Heyecandan kalbi yerinden çıkacak gibi çılgınca atıyordu hala. Canavara yaklaşıp
gerçekten ölüp ölmediğini kontrol etti. Canavara bir tekme attı yaptığının aptalca
olduğunu bile bile. Zaten yapacak başka bir şeyi de yoktu. Ancak Kimera
kıpırdamadı. Sapsarı gözleri açık haldeydi ancak az önceki gibi hiddetli değildi.
Harry rahat rahat nefes almak için birkaç basamak yüksekteki merdivenlere çöktü.
Sonra gene soğuğun verdiği uyuşukluk kafasına dank edince buradan en kısa zamanda
çıkmazsa donacağını düşündü. En azından, ateş yakmayı biliyordu. Yakacak bir şeye
ihtiyacı da yoktu. Hermione’den bir sürü büyü öğrenmişti ateş yakmayla ilgili.
Harry sağlıklı düşünebilir ve ısınırken aşması gereken Dev Kapı’ya baktı. Üst
kısmında bir yazı görünüyordu. Yazı bütün kapıyı kaplamış ve beyaz mermerden
kakılmıştı sanki. Harry hangi dilde yazıldığını bilmiyordu ama onu okuyabiliyordu.
Nasıl olabilirdi ki? Daha önce böyle bir yazı görmemişti.
“Karanlığın Tek Lordu, Ulu büyücü ‘Delbarath’ın mezarı. Girmek istiyorsan konuş”
“Ne demek girmek istiyorsan konuş” diye düşündü Harry. Çözmesi gereken bir bulmaca
mıydı? Bir iki dakika düşündükten sonra “Girmek istiyorum” dedi yüksek sesle, ama
bunun kendi kulağına da aptalca geldiğini biliyordu. Hiçbir şey olmadı.
Zaten büyü dünyasında öyle bir şeye emir verdiğin zaman sonuç elde edemezdin. Harry
“kaçırdığı bir şey var mı?” diye tekrar kapının üstündeki yazıya baktı.
Bu sefer tekrar okudu ama yüksek sesle “Karanlığın Tek Lordu, Ulu büyücü
‘Delbarath’ın mezarı. Girmek istiyorsan konuş”
Yazıda bir değişiklik yoktu ama Harry yazıyı okurken ağzının yılan gibi tısladığını
duydu. Bu sefer aklına bir şey gelmişti. Çılgınca, oturduğu sıcak merdivenden ayağa
kalktı. Gözlerini kapayıp kendisini zorlayarak “Girmek istiyorum” dedi bu sefer
çatal diliyle. Ağzından soğuk yüzünden nefesi tekrar buhara dönüşürken kapıdan
gelen bir gıcırdama duyuldu. Harry biraz geriye çekildi. Dev kapı iki yandan yavaş
yavaş aralanıyordu. Biraz sonra tamamen açıldı.
Yüzlerce kara siluetin bir çemberin etrafında durduğu, Harry’nin bulunduğu salondan
da büyük, yarım daire şeklinde bir salondu bu. Salonun tavanındaki büyük
pencerelerden, içeriye dolunayın ışığı geliyordu. Ancak salon havada uçan binlerce
mumla aydınlatılmıştı.
Salon sanki bir anfitiyatro gibi, ortasındaki büyük heykeli çevreleyen küçük
heykellerin oluşturduğu çemberden itibaren kat kat yükseliyordu. Ancak yerler düz
ve pürüzsüzdü. Yani merdiven şeklinde yükselmemişti.
İçeride gölgeleri yerlere düşen, yüzlerce kara siluet vardı. Havadan birkaç santim
yüksekte süzülen kapkara pelerinleriyle, dehşet saçan, kukuletalarının altında
ellerinin de yüzlerinin de görünmediği yaratıklar, Harry’ye doğru gelmeye
başladılar. Harry birden vücudunu sarmalamış soğuktan başka bir soğuk daha
hissetti. Ciğerlerinin bu soğukla dolduğunu hissedebiliyordu. Git gide
yaklaştıklarını da görüyordu. Vücudu git gide daha fazla soğurken,.Kapkaranlık
siluetlerin kapıdan çıkıp onu yakalamasına fazla zaman kalmamıştı. Güçlükle
soluyordu ama, nefesinin buharlaştığını da görebiliyordu. Onu korkuya düşüren sesi
duymuştu, kafasının içinde:
Harry, panik içinde neler olduğunu anladı ve geri geri gitti. Mutlu bir anı
düşünmek istedi. Yıllar önce Sirius’u ölümün elinden kurtardığı gün geldi aklına,
ama karşısında dev gibi kapkaranlık siluetleri görünce, panik içini doldurmaya
devam ediyordu. Yara izi de karıncalanmayı bırakmış, şiddetle yanmaya başlamıştı.
Bir kahkaha sesi yankılanıyordu salonda ama Harry “Expecto Patronum” diye bağırdı,
kendinden geçmeden önce son gücünü de tüketmişti bu. Asanın ucundan fırlayan ay
gibi parlak çatalboynuzlu geyik, Ruh Emicilerin üzerine gitti. Parlaklıktan kamaşan
gözlerini kapattı. Kafasında o korkunç kahkaha yankılanıyordu tekrar, “Hizmetkarım
sonuncu parçayı da bulacak”
“Hayır!” diye bağırdı Harry. Yaptığı Patronus duman olup yok olmuştu. Nasıl olurdu
bu? Ruh Emiciler yaklaşmaya devam ediyorlardı. Harry tekrar asasını salladı ve
“Expecto Patronum” diye haykırdı. Sesi çatlak çıkmıştı ama büyü etkili oldu,
zihnini açık tutarak Patronus’unu tekrar yok eden şeyi gördü.
Ter içinde kalmış vücudu sırılsıklamdı. Gözlerini açar açmaz tüyleri diken diken
olmuştu. Bu sefer ayaktaydı ancak Ruh Emiciler hala yanındaydı. Kukuletayla kapalı
yüzleri Harry’ye doğru dönük değildi. Harry kafasını zorla çevirip bakınca upuzun,
ölü gibi, tebeşir beyazı ve kabuslarından eksik olmayan yüzü gördü.
Voldemort konuşmaya devam etti, ancak Harry onun ne dediğini anlamadı. Sonra
Harry’nin yanındaki iki Ruh Emici Harry’nin yanından uzaklaşıp ön sırada Ölüm
Yiyenlerin bulunduğu kalabalığın arasına karıştılar.
Harry o sırada etrafını tamamen saran büyük ordunun aslında, yarım metre
yüksekliğinde taş kaidelerden oluşan bir çemberin etrafını da sardığını gördü.
(Harry onları heykel sanmıştı) Üstlerinde sanki bir şeyi tutma görevi görecek
çuk***ar vardı.
Harry kaidenin tam ortasındaki heykele bağlıydı. Harry onun ne heykeli olduğunu
bilmiyordu. Büyük salondaki uğultu Voldemort’un örümceklere benzeyen beyaz
ellerinden birini havaya kaldırmasıyla sustu.
“Ordumu gördün mü, Potter?” dedi Voldemort. Bu soru değil daha çok bir takdimdi.
Harry bir şey söyleyemedi. Hala şokun etkisindeydi. En azından Ruh Emicilerin
etkisi gitmişti şimdi. Ancak yara izi de kusacak kadar başını zonklatıyordu. Terden
sırılsıklam olmuştu.
Büyük bir ses kalabalığı geldi arkalardan. Coşku dolu bağrışlar, Voldemort’un
tehditkar ve yılan gibi tiz sesinin “SESSİZLİK!” diye kükreyişiyle, duruldu.
Harry’den hala gözlerini ayırmamıştı, “Gördün mü, Potter? Ordum ne kadar hırslı.
Ancak onların seni öldürmesine izin vermeden önce sana bir şey söylemek istiyorum”
diye tısladı ölüm soğukluğu karışmış sesiyle.
“Bayılmak çözüm değil. Bugünün geleceğini sende biliyordun, değil mi?” diye tısladı
Voldemort. Harry ona güçlükle soluyarak, belli belirsiz bakarken, Voldemort’un
yüzüne pis bir gülümseme yerleşmişti. Az önceki yerinde duruyor ve asasını hala
Harry’nin kalbine doğrultmuştu.
Harry onun da üzerinde belli bir heyecan sezinledi. Biri sanki kulağına
fısıldamıştı: “Geliyorum. Sakın ölme”
“Ne kadar çok konuşursan o kadar çok yaşarsın. Ama senin konuşmana gerek yok, şimdi
öğrenirim” dedi memnun bir gülümsemeyle.
Harry, gözlerini ondan kaçırdı. Başına ne geleceğini anlamıştı. Bir şey düşünmemeye
hissetmemeye, çalıştı. Yara izi böyle şiddetle acırken bunu yapmak çok zordu ama
gene de denedi.
Harry, birden anılar içine gömüldü. Gözlerinin önünde, elinde asası Bellatrix’e
Cruicatius Lanetiyle işkence ediyordu. Snape, Harry’ye “Onu öldürmediğin iyi oldu,
Potter” dedi ama sonra görüntü değişti. Dumbledore Snape’in hikayesini anlatıyordu.
Görüntü tekrar değişti, Harry kendini zorladığını biliyordu ama yapacak başka bir
şeyi de yoktu. Sırlar Odasında idi, yorgundu Basilisk tarafından ısırılmıştı. Tom
Riddle karşısında onunla alay ediyordu. Harry son sefer görüntü değiştiğinde Harry
Voldemort’un gözlerini kapadığını gördü. İşte karşısındaydı. Bir şeyler
mırıldandığını duyuyordu. Yara izi hiç acımıyordu şimdi.
Bir şeyler yapıp vakit kazanmalıydı. Asasına bir ulaşabilseydi. Hemen taş
kaidelerden birinin yanında yerde duruyordu. Gözlüğü gözünde olamadığı halde
rahatça onu fark etmişti. Voldemort hala Harry’nin zihnine girmeye uğraşıyordu.
Gerçi asasını alsa bile koskoca bir orduya karşı ne şansı olabilirdi ki? “En
azından kaçarım” diye düşündü.
Harry pervasızca ilk kez konuştu. “Boşuna uğraşma Tom. Zihnime giremezsin”
Tedirgin edici bir sessizlikten sonra Voldemort gözlerini açtı. Çok sinirlenmiş
gibiydi. Harry artık kendisine ne olacağını umursamıyordu. Voldemort’un siniri
Harry’nin duyduğu kızgınlıkla karşılaştırılamazdı bile.
En önde olan yüzü kukuletalı Ölüm Yiyenlerden biri asasını ona doğru tutarak “Seni
pis melez, Efendimin adını-
“Kes sesini Rookwood” diye tısladı Harry nefretle. Adam Harry’nin onu tanıdığını
anladığında şaşkın şaşkın efendisine baktı. Harry tekrar nefretle konuştu:
“Efendisi varken köpeğine laf düşmez” (Daha sonra bu söylediklerinin kulağa ne
kadar aptalca geleceğini bilmiyordu)
“KES SESİNİ!” diye kükredi Harry, bütün salon birden inlemiş ve sarsılmıştı sanki.
Tavandaki pencerelerin titrediği belliydi.
Harry, daha da pervasızca büyük bir kahkaha patlattı. “Şu haline bir bak”-
“Bu yüzden buradayız ya, Potter gücümü kazanmam için” dedi Voldemort şiddetli bir
gülümsemeyle. “O zaman seni öldüreceğim”
Büyük salonu gömüldüğü sessizlikten kurtaran Voldemort’un “Bu zaman kaybından başka
bir şey değil. Malfoy nerede?” diye sorması oldu, Ölüm Yiyenlerine dönerek.
“İyi o zaman töreni başlatın” diye hırladı Voldemort. “Gerekli her şey burada
zaten. Gücümün doruğuna ulaşacağım bu gece. Hiç kimse beni durduramaz”
Altı ayrı ölüm yiyen öne çıktı ve taş kaidelere doğru gittiler Harry arkasını
göremiyordu ama, arkasında da kaidelerden olduğunu anlamıştı. Ölüm Yiyenlerin
ellerinde, birer şişe ve birer kristal duruyordu. İçlerinde Harry’nin gördüğü
kadarıyla kan vardı.
“Yüce Delbarath, sesimizi duy! Lordumun, değersiz olan düşmanının kanı seni ortaya
çıkaracak”
“Yüce Delbarath, yakarışımızı duy! Lordumun, safkan olan düşmanının kanı seni
ortaya çıkaracak”
Bir diğeri şöyle bağırdı. Bu Ölüm Yiyen Harry’nin sağındaydı. Harry onun ne
yaptığını gördü. Kaidenin üzerine yerleştirilen kristalin üzerine, şişedeki kanı
döküyordu.
“Yüce Delbarath , çağrımızı duy! Lordumun, en büyük düşmanının kanı seni ortaya
çıkaracak”
Harry tepesinde birleşen ışığa bakmak istedi ama, onun beyaz renk olduğunu hafif
loş olan büyük salonun aydınlanması ile anladı.
Az sonra bütün her şey işaret verilmiş gibi kesiliverdi. Tek duyulan Voldemort’un
tiz kahkahası ve onun mutluluğunun Harry’ye verdiği yara izinin acısıydı.
Karanlık Ordudakilerin hepsini bir uğultu kapladı. Bazı Ölüm Yiyenler coşkuyla
bağırıp yüzlerini açtılar. Kaidelerin üzerindeki kristaller yok olmuştu.
“Zaferime tanık ol, Harry. Ölmeden önce” diye tısladı Voldemort kahkahayla. Harry,
onun içindeki büyük heyecanı kendi içinde de hissederken midesi bulandı. Yara izi
korkunç bir şekilde acı vermeye başlamıştı.
Birden geçidin içinden kara dumanlar içinde bir siluet çıktı. Havada süzülerek
Voldemort’un yanına geldi. Salondaki bütün bağırışlar birden kesildi. Öndeki Ölüm
Yiyenler yerlere kapandılar. Harry çıkan şeyin ne olduğunu tam olarak gördü. Sesini
kabuslarında ve ölüyken de duymuştu.
Aslan başı gibi olan sapsarı saçları, göz bebekleri ve akı olmayan alev renginde
korkunç gözleri vardı. Yıpranmış simsiyah cüppesinin altından gözüken ve
kapkaranlık vücudunu örten pullu derisi, Harry’nin gördüğü kadarıyla yılan derisine
benziyordu. Ama rengi siyahtı. Daha çok gölgeyi andırıyordu.
O gelince Voldemort yerlere kadar eğilerek selam verdi ve doğruldu. Harry yaratığın
yüzünün neye benzediğini ilk şaşkınlığını atınca fark etti. Bir Kimera’ya
benziyordu. Gerçekten de onun gibi, uzun ejderha kuyruğuna benzer bir kuyruğu
cüppesinin ardından taşmıştı. Ancak Harry bir şeyi fark edince soluğunu tuttu.
Yaratık puslu bir camın ardından yürüyor gibiydi. Katı değildi. Yani Harry’ye göre
hayalete de benzemiyordu. Hatları çok silik gibi gözüküyordu.
“Ah dostum! Voldemort, Bana o isim ile hitap etmemelisin. O sadece bir korkaktı.
Delbarath bana kendi ismini vermişti” diye yılan gibi bir sesle tısladı. Nedense
salonda Harry ve Voldemort hariç herkes sesten korkmuştu. Harry, Ölüm Yiyenlerin
kapalı yüzlerinden dehşet ifadesini okuyabiliyordu.
Voldemort arkasını döndü, bir iki adım ilerledi ve sonra tekrar döndü.
“Sen kimsin?” diye sordu Voldemort kin ve nefret karışmış sesiyle. “Rüyalarıma
nasıl girebildin?”
Yaratık gözlerini kıstı ve Voldemort’a baştan aşağı baktı. Sanki onu süzüyordu.
Harry bunu tam olarak anlayamadı çünkü Yaratık’ın göz bebekleri yoktu.
“Peki neden benden öncekilerle hiç konuşmadın?” diye sordu Voldemort, Yaratığı aynı
derecede soğuk gözlerle inceleyerek.
“Evet” dedi Voldemort. “Kadim sihirlerinden birini yapmaya çalıştık, ama büyü
çalışmıyor. Kanına ve yardımına ihtiyacım var” diye tısladı Voldemort, çatal
diliyle.
Ama Yaratık buna cevap vermedi. Başını Harry’ye doğru döndü. “Buna ne olacak?”diye
sordu.
“Potter sadece gücümü yeniden kazandığımı görene kadar yaşayacak” dedi Voldemort
kıpkırmızı gözlerini Harry’ye dikerek. Harry kendisine bakan alev gibi gözleri tam
olarak göremedi çünkü yara izi korkunç bir biçimde acıyordu.
“Güzel, çok güzel. Çok güçlü bu çocuk, beni vücudunda barındırmadı. Onu ele
geçiremedim” dedi Yaratık. “Ölecekse yazık olacak”
Sonra Voldemort’a döndü. “Seninle bir olacağım. Sen de Delbarath gibi aptallık
yapmayacaksın değil mi?”
“Düşler Kuyusu’nu ele geçirmeni” dedi Yaratık gözlerini Harry’ye doğru çevirerek.
Harry’nin başının üzerindeki bir noktaya bakıyordu.
“Bu tehlikeli değil mi? Sonsuza kadar ikimiz beraber içinde kalabiliriz” dedi
Voldemort ciddi bir tonla.
“Hayır. Öyle olsa tekrar girmek ister miyim, sanıyorsun. Benim cismim yok, yani
ölümsüzüm ama tek başıma bir hayalet gibiyim. Ama bu gücü kullanan biri olursa, o
da ölümsüz olur. Ve Düşler Kuyusu hemen önümüze açılır” dedi Yaratık.
“Güzel. İstiyorum” diye tısladı Voldemort biraz düşündükten sonra, kararlı bir
edayla.
Yaratık, Voldemort’a doğru döndü ve korkunç gözlerini kapadı. Sanki içinden bir
şeyler fısıldıyor gibiydi. Voldemort ise asası elinde hazır bekliyordu.
Salonun penceresiz duvarlarında yankılanan korkunç ses şunları söyledi. Gene bir
tıslamaydı.
Midesi korkuyla ve heyecanla sıkıştı. Ölmek üzereydi bunu iyi biliyordu. İçinde
bulundukları Salon hızla sallanmaya başladı sanki deprem oluyordu. Aynı zamanda
korkunç bir hava akımı etrafını sarmıştı. Harry en son böyle ürperdiğini ölümden
döndüğü zaman hissetmişti. Ölümün buz gibi nefesi gene ensesindeydi sanki. Gene o
dipsiz kuyuya düşüyor gibi hissediyordu.
Sallantı yavaş yavaş kesilirken, gözlerini açtı, salonda ışık tekrar ortaya
çıkmıştı. Voldemort yere eğilmiş güçlükle soluyordu. Yaratık yok olmuştu. Ve bir
kahkaha attı. Artık sesi eskisi gibi değildi sanki.
“İşte” diye bağırdı birden hızla yerden doğrularak. Gözleri gene kıpkırmızıydı ama
normalde dikine duran gözbebekleri yok olmuştu.
Ölüm Yiyenler yavaş yavaş bir çember oluşturarak, Voldemort’un etrafını sardılar ve
cüppesinin eteklerine kapandılar.
“Müthiş bir şey bu!” dedi Voldemort kertenkeleye benzemiş deriyle kaplı ellerine
hayranlıkla bakarak. Sonra Harry’ye döndü. Ona bakan gözleri nefretle kısılmışken
asasını kaldırdı. “İşte zamanın geldi” dedi Harry’ye. Ancak asasını tam
sallayacakken gözleri endişeli bir şekilde, bakmaya başlamıştı. Güçlükle nefes
alıyordu sanki.
“Potter, hiç- hiç- hiçbir fa-ni böyle bir güce- sahip olmamıştır. Onları
hissediyorum” dedi kesik kesik nefes alarak sesi de sürekli azalıyordu. “Evet
hissediyorum. Nedir bu böyle?” diye ekleyip yüzünü kastı. Sanki tiksinmiş gibiydi.
“Ne oldu efendimiz?” diye sordu Ölüm Yiyenlerden biri yavaşça. Başını yerden
kaldırmaya dahi cesaret edemiyordu.
Eliyle alnını tutmuştu ve aynı zamanda başını sağa sola sallıyordu. Kendi kendine
bir şeyler mırıldanıyordu. Gören çıldırdığını düşünebilirdi.
Harry, bir şey yapacaksa şimdi tam zamanı olacağını biliyordu. Yara izinin acısı
yok olmuştu. Çılgınca etrafa bakındı. Başının üzerindeki geçidin kapanmamış
olduğunu gördü. Yaratık’ın getirdiği şaşkınlık yüzünden bunu daha önce fark
edememişti. Voldemort güçlükle derin nefesler alıyor ve Ölüm Yiyenler onun
etrafında toplanmaya başlamıştı. Ancak Voldemort tekrar kendine gelirken, Harry’nin
tedirginliği arttı. Kalbi göğüs kafesinde çılgın gibi atıyordu. Çok sıkı bağlandığı
için hareket edemiyordu.
“Ah güç. İşte onu kontrol etmek zor olacak ama-Büyük bir sınavdı. Şimdi sıra geldi-
Harry’nin kalbi neredeyse yerinden oynayacaktı sanki. Midesinin buz gibi bir suyla
dolu olduğunu hissetti sanki. Bellatrix ve Snape iplere dolanmış halde, asasıyla
onları uçurarak gelen Ölüm Yiyen Malfoy’un önünde baygın bir halde oraya
geliyorlardı.
Malfoy asasıyla uçurarak onları yavaşça yere indirdi. Voldemort’un yüzüne pis bir
sırıtış yerleşmişti, şimdi.
Snape gene Sırlar odasındaki gibi iplerle sarmalanmıştı. Malfoy ona asasını
sallayarak, “Çözül” dedi.
“Çok güzel” dedi Voldemort sonra Snape’e döndü ve “Selam Severus. Seni öldürmeden
önce bilmen gereken bir şey var” diye ekledi.
Sonra yüzünde gene o manyakça sırıtış ortaya çıktı. Başını ona doğru eğerek “Senin
hain olduğunu baştan beridir biliyordum. Kendi karınla çocuğunu öldürdüğün masalına
inandığımı mı sandın?” diye bağırdı nefretle, sesi her zamankinden de tehditkardı.
“Dumbledore’a karşı seni kullandım hep. Sana bir iki gerçek bilgi verdik tabii ki.
Dumbledore’u şüphelendirmemek için. Bellatrix’le ne işler çeviriyordunuz? Söyle
çabuk”
Onun susmasından olacak daha da sinirlenen Voldemort asasını ona doğru salladı ve
“Crucio!” diye haykırdı.
“Bununla sonra ilgileneceğim” dedi Voldemort yumuşak bir sesle ve süratle Harry’ye
döndü. Kıpkırmızı gözleri ona odaklanmıştı, ancak ağzını açacakken dona kaldı.
Büyük Salon’un duvarlarında Harry’nin içini kıpır kıpır eden o ses duyuldu. Müziğin
sesi gitgide yükseliyordu. Ürpertici, tüyleri diken diken eden müzik sanki başka
bir dünyadan geliyordu; Harry’nin saçları elektriklenmiş gibi dikildi. Kalbi göğüs
kafesinde şişip iki misline ulaşmıştı. Harry bu şarkıyı iyi biliyordu. Müziğin
sesinin bedeninden çıktığını düşünürken, Salonun dev giriş kapısından, bir alev
fırladı. Göz alıcı parlaklıkta, bir Anka Kuşu havada süzülerek onlara doğru
geliyordu.
Harry heyecanla “Fawkes” dedi ve uzun zamandır ilk defa yaptığı bir şeyi yaptı.
Gülümsedi. Başı ve pençeleri altın renginde diğer her yeri baştan aşağı kıpkırmızı
olan kuş şarkısını daha da kuvvetlendirirken, Salondan çığlık sesleri gelmeye
başladı. Vampirlerin hepsi kulaklarını kapatmışlar. Birer yere düşüyorlardı. Fawkes
yaklaşırken Voldemort ona doğru döndü. Ancak Harry içinin daha önce de aniden
ortaya çıkan güçle dolduğunu hissediyordu. Yakıcı güç damarlarında süratle akarken
Voldemort asasını zarif bir bilek hareketiyle Fawkes’a doğru salladı ve öldürücü
bir yeşil ışın yolladı.
Ancak Fawkes ışın ona çarpmadan bir parıltıyla yok oldu. Voldemort şaşkın şaşkın
etrafına bakıyordu. Kuşun şarkısı tekrar gelmeye başlarken Harry’nin bedeninde
düğümlenen müthiş bir güç elektrik akımı gibi güçlendi.
Harry, bütün gücüyle konsantre oldu ve her nasıl yaptıysa gözlerini açtığında
vücudunu saran ipler yok olmuştu. Voldemort’un hala arkası dönüktü. Ölüm Yiyenlerse
bir şey söyleyemeyecek kadar korkmuşlardı.
Harry, Malfoy’un kendisine baktığını gördü ve sonra Harry’ye göz kıptı. Harry çok
şaşkındı ama bunu düşünerek vakit kaybetmedi. Asasını görmüştü tekrar konsantre
oldu ve daha önce bir iki kez denediği asasız çağırma büyüsünü yaptı. Asası yavaşça
ona doğru uçtu. Malfoy hala hiçbir şey yapmıyordu. Harry’ye gülen gözlerle baktı.
Ama bu gözler, sanki ona ait değil gibiydi. Harry onun soluk renkli gözlerinde bir
sevgi pırıltısı gördü. Ne demekti bu?
Harry, şaşkınlıktan açık kalan ağzını çok zor da olsa kapadı. Malfoy gözleriyle
Harry’nin başının üstüne baktı. Harry şaşkınlıkla onun baktığı yere döndü. Ay gibi
parlayan geçit hala açıktı. Düşler Kuyusu’na açılan geçit…
Malfoy, ağzını neredeyse hiç oynatmadan Harry’ye kapıdan içeri girmesi için işaret
etti. Harry bir ona bir kapıya bakıyordu. Ölüm Yiyenlerden bazıları kafalarını
kaldırmıştı. Ama Anka’nın şarkısı daha da güçlendi. Harry’nin bağlı olmadığını
görünce bağırıştılar. Voldemort hala gözleriyle kuşun nerede olduğunu ararken
Malfoy’a “Şu kuşu bul” diye böğürdü ve nefretle Harry’ye doğru döndü. Harry’nin
asası elindeydi ama yüzü konsantrasyondan kaskatı kesilmişti.
Voldemort asasını salladı ama Harry daha hızlıydı, kayboldu. Hemen kendi etrafında
dönerek, bir alacalı renk cümbüşü ve esintiyle giriş kapısının önünde ortaya çıktı.
Bütün ordu karşısındaydı ve onlara karşı tek başınaydı şimdi. Malfoy’un ne yapmaya
çalıştığını anlamamıştı.
Voldemort salonun çökük ortasında bir sahne gibi duran daire biçimindeki boşluktan
büyük bir kahkaha patlattı. Ancak Anka’nın şarkısı içinde cılız bir kahkaha
gibiydi.
Harry ne yapacağını bilemez halde geriledi. Çünkü Ruh Emiciler ona doğru gelmeye
başlamıştı. Asasını salladı ve “Expecto Patronum!” diye böğürdü. Işıl ışıl gümüşten
Çatalboynuzlu bir geyik, Ruh Emicilerin üzerine doğru gitti. Voldemort asasını
salladı ve Patronus’u yok etti. Çılgınca gülmeye başladı. Yüzlerce Ruh Emici
yaklaşıyordu.
Voldemort “ÖLDÜRÜN ONU” diye emretti ordusuna. “Benim yapacak daha önemli işlerim
var”
Harry daha da fazla gerilerken, Voldemort arkasını döndü ve ışıktan yapılmış geçide
yöneldi. Geçit birden gene titreşmeye başlarken, Harry başının içinde çığlıklar
duymaya başladı. Çünkü Ruh Emiciler yaklaşmıştı.
Kafasının içinde bir ses yankılanıyordu şimdi. “Ne olursa olsun kapıdan geçmesine
izin verme. İlk önce sen geçmelisin”
Ancak Voldemort’la havada duran ay gibi parlak geçit arasında bir metre kalmıştı. O
geçide girmeden önce zamanında oraya nasıl gidecekti. Sonra aklında şüpheye düşmüş
halde sorunun yanıtı geldi.
Asasıyla kendi etrafında süratle dönerek “Carpe Portus!” diye haykırdı. Yarım
saniye sonra Voldemort’un önünde ortaya çıktı. Voldemort gördüğü sahnenin
şaşkınlığından bir iki saniye kaybedince, Harry arkasını döndü ve daha önce bir kez
daha yaptığı gibi sıçradı. Ama bu öyle bir sıçramaydı ki; üç dört metre yukarıda
duran ay gibi parlak geçide ulaştı ve arkasına baktı. Geçitten girmeden önce
gördüğü son şey Voldemort’un dehşet dolu bakışlarıydı.
Bembeyaz bir ışık topluluğu arasından hızla uçuyordu. Öyle ki sanki bu dünyaya ait
bir yere gitmiyordu. Kulaklarında dış dünyadan gelen muhteşem bir müzik çınlıyordu.
Işık o kadar fazlaydı ki gözlerini aldı. Bembeyaz bir ışık tabakasının içinde
yolculuk ediyordu. Kulaklarındaki şarkı Harry’ye fırtınaları hatırlatacak kadar
hızlı esen bir rüzgarın büyüsüne kapıldığını söylüyor gibiydi. Birden her şey sustu
ve Harry kapalı gözlerinden hafiflediğini hissetti.
Sanki çok uzun bir uykudan yeni uyanmış gibi gözlerini ovuşturdu. Etrafını saran
huz***u sessizlik içerisinde uçarken bütün kaygıları ve dertleri ruhundan ve
bedeninden silinmişti. Artık hiçbir şeyin önemi yoktu.
Mükemmel denebilecek kadar büyük bir mutluluk ciğerlerine dolarken Harry bir sisin
içinde olduğunu fark etti. Buraya daha önce iki kez gelmişti ama o zamanlar her şey
çok silik gözüküyordu. Şimdiyse bir düşten çok, gerçek gibiydi.
“Merhaba” diye karşılık verdi çok ince bir ses. “Geldin demek”- şimdi ses daha
kalınlaştı ve yankılandı.
“Başardın” diye seslendi bir Adam’ın sesi. Ama Harry sesi tanımıyordu. “Beni
göreceksin ve Düşler Kuyusu’nu”
Harry heyecandan titremeye başladı. Ama gene de kendisini çok mutlu ve hafiflemiş
hissediyordu.
Birden sislerin arasında bir kulübe belirdi. Yemyeşil cüppesi ve pelerini olan
yirmi beş yaşlarında bir Adam kulübenin önünden ona el sallıyordu.
Sisin arasından süzülerek Adam’ın önüne kondu. Harry, yemyeşil çimenlerle kaplı
ufak bir bahçesi olan ve bacasından ince bir duman yükselen minik kulübeden başka
bir şey göremiyordu. Bahçenin etrafı alçak çitlerle çevriliydi.
Adam yüzünde içten bir gülümsemeyle “Buraya herkes gelir. Yaşamında bir kez de
olsa” diye cevap verdi. Adam’ın sesi artık hayatından bezmiş gibi çıkmıyordu. Yüzü
çok sevecen fakat düşünceli görünüşlü yaşlı bir yeni yetme gibiydi. Gözleri de
cüppesi gibi koyu yeşildi ve asırların hatıralarını taşıyordu. Bu Harry’ye bir
yerden aşina gelmişti.
Adam’ın yüzünde ise sanki çok kiloluymuş da yeni zayıflamış gibi duran çökük
yanaklarından biri hafif ezilmişti.
“Sen de kimsin?” diye sordu Harry şaşkınca.
Adam “Özür dilerim kendimi tanıtmadım” dedi sessizce. “Ben Düşler Kuyusu’nun Onuncu
Bekçisi, Eski İmparator Delbarath”
Harry için o kadar büyük bir şaşkınlık anıydı ki; nefesini tuttuğunu çok sonradan
fark etti. Şaşkınlığını da adamdan gizleyemezdi.
“Boş ver bunları, Yaratık’ın getirdiği huzursuzluk için özür dilerim. Onu gençken
aptalca bir nedenden çağırdım. Güç elde etmek için. Ama sonra hatamı telafi
ettiğimi sanıyordum. Onu buraya kapattım. Özür dilerim. Karanlık güç tekrar
güçlendi. İmparator Voldemort geri döndü gene benim yüzümden. Çok üzgünüm.
Kefaretimi Düşler Kuyusu’na bekçilik ederek ödüyorum” dedi Delbarath üzgün bir
sesle. Aradan kısa bir zaman dilimi geçti.
“Bana soracağın daha önemli şeyler olmalı. Ama ben sana bu geceyi anlatacağım. Bu
arada Frigma’yı geri alabilir miyim?” diye ekledi.
“Sormak istediğin çok şey var. Ama önce sana bu geceyi anlatacağım” dedi Delbarath
yavaşça.
“Nasıl?”
ıÜü“Çok özlü iksiri Legrand’ın kardeşi Sally içti ve içinde Bellatrix denen cadının
saçından bir tel vardı. Böylece Voldemort’un karşısına çıkıp, Seherbazların yerini
öğrendi. Voldemort güçlerini kaybettiği için kolay oldu”
“Eh öyle. Devler, vampirlerin hepsi törene katılmadı. Karanlık Ordu’nun gücünü
görünce ona katılacak yüzlerce daha Karanlık yaratık olacak. Dumbledore aptal adam
değil, o kadar büyük bir orduya tek başına saldıracak değil elbet. Ama arkadaşların
senin Delbarath’ın mezarına gittiğini Dumbledore’a söyleyince işler değişti.
Dumbledore, Sally’nin yakaladığı ve Sally’nin kocasını öldüren Ölüm Yiyenler’den
birinin yerine geçti, çok özlü iksir kullanarak. Böylece Voldemort’un elinden seni
kurtarabileceğini düşünüyordu. Zaten yeterli zaman yoktu. Dumbledore Malfoy
kılığında, Bellatrix’i ve sahte Snape’i getirmese ölmüştün”
“Efendim. Anlayamadım?”
“O Snape değildi. Çok özlü iksir içirilmiş gerçek Malfoy’du. Dumbledore konuşmaması
için büyü yaptı ve hafızasını kurcaladı biraz. Snape’i getirirse Voldemort senden
ve kendisinden aklını uzak tutacaktı. Şu Dumbledore çok zeki adam valla”
Harry’nin kafası iyice karışmıştı şimdi. Ama Malfoy’un neden böyle tuhaf davrandığı
anlaşılmıştı şimdi. “Peki ya şimdi ne olacak?” diye sordu Harry endişelenerek.
“Dumbledore onun yanında ve kocaman ordusuna karşı tek kaldı”
“Dumbledore için endişe etme. O başının çaresine bakabilir. Dumbledore senin için
kendisini az feda etmedi. Seni çok seviyor gerçekten. Sen öldüğün zaman senin
zihnine girmişti hatırladın mı?”
“Orada aldığı çok büyük bir risk idi. Kendisi de ölebilirdi. Bunu bile bile zihnine
girip seni kurtardı. Ama bundan sonra seni kendi öz torunu gibi sevse de
Dumbledore’un sana pek yardımı olamayacak. Çünkü Voldemort eskisinden de güçlü hale
geldi. Korkunç güçler edindi. O Yaratık dünyaya karanlık gücün gelmesini sağladı.
Voldemort artık çok güçlü ama ölümsüz değil. Yani henüz değil. Sen yaşadığın sürece
de ölümsüz olmayacak” dedi Adam.
“Neden?” diye sordu Harry. Bütün bunları dinlemek midesini sıkıştırıyordu ama
merakına yeniliyordu.
“Çünkü sen onu yenebilecek tek kişisin. Hayat her zaman kendisini dengeler, Harry.
Bir yerde bir kötülük varsa başka bir yerde de onu durdurabilecek bir güç vardır”
dedi Adam. Çok hızlı konuşmasına rağmen Harry, Adam’ın her söylediğini yutuyordu.
“Bütün bunları yaşamayı ben seçmedim” diye patladı Harry hiddetle. Sanki bunca
zaman içinde kalan bütün bu yaşadıkları tutarsız bir öfke nöbetine dönüşmüştü.
Kehanet’in varlığı, Sirius’un ölümü…
“Neden hepsi benim başıma geldi? Neden beni seçti?” diye bağırdı Harry Adam’a. Ama
Adam gayet sakin görünüyordu. Kırılmış veya gücenmiş değildi.
“Ona karar veren düşmanın Harry, yani Tom” dedi Adam başını iki yana sallayarak.
Kısa kahverengi saçları hafifçe kıpırdandı.
“Ama”-
“Aması şimdi karar verme sırası sende, Harry” dedi Delbarath, şaşkınca bakan
Harry’ye. Adam elini salladı ve Harry birden anılar içine boğuldu. Adam’ın
görüntüsü gözden kayboldu. Şimdi başka bir yerdeydi. Çılgın gibi etrafına baktı.
Her yerinde Noel süsleri olan bir yemek odası gözüne çarptı. Burada ne arıyordu ki?
Kahverengi ve çok rahat görünen sandalyelerle çevrelenmiş, uzun yemek masasında bir
pasta duruyordu. Odada başka her şey çok silik gözüküyordu, sanki bir çeşit
rüyadaymış gibi.
Odaya minik bir kız girdi. Kısa koyu kızıl renkleri saçlarını, hoplata zıplata
masaya oturdu. Üzerinde her yerini mavilere bürümüş bir cüppe duruyordu. Masanın
üzerindeki yüzlerce çeşit yemek arasından en büyük pastaya elini uzattı. Zümrüt
yeşili gözleri Harry’ye bir yerden tanıdık geliyordu. Kendi gözleri gibiydi. Ama
kız odanın ortasında duran Harry’yi fark ettiğine dair bir işaret vermemişti. Harry
gene bir anı içinde olduğunu anladı. Ama bilmek istediği kimin anısı olduğuydu.
O sırada Harry’nin güçlükle nefes almasını sağlayan şey, Harry’nin annesinin içeri
girdiğini görmesiydi. O da minik kız gibi mavilere bürünmüştü. Harry donup kalmıştı
ama kulakları ve gözleri işlevini yerine getiriyordu.
“Jennifer!” diye kızdı Lily küçük kıza. “Baban gelince oturacağız. Bak abine
söylerim. Seni böyle görürse”-
“Anne ne olur abime söyleme” dedi Jennifer kendisi gibi minik bir sesle. Lily
hoşgörüyle başını salladı ve kızı kucağına aldı. Birlikte Harry’nin daha önce fark
etmediği fıstık yeşili koltuklara geçtiler.
Harry de onların yanına geçecekti ki; tekrar donup kalmasını sağlayan bir şey oldu.
Harry içeri kızgınca giren kendisini gördü. Önce masaya sonra koltuklara yöneldi.
Yeşil cüppelere bürünmüştü şimdi.
“Bana Jenny deme abi” dedi Jennifer. Korkuyla gözleri açılmıştı. “Kız arkadaşın ne
zaman gelecek?”
Bu son sözü duymazdan gelerek “Babam gelene kadar pastaya el sürmek yok” diye
tembih etti Harry ve Jennifer’ın yanağına bir öpücük kondurdu.
Ama Harry kendisine bakarken gördüğü bir şey daha da tuhafına gitti. Kendisinin
şimdi ki aksine bakıyordu ancak çok belirgin farklar vardı. Mesela boyu biraz daha
uzundu ve Harry’nin asıl dikkatini çeken şey yara izinin olmayışıydı.
Tam o sırada bütün her şey silinip yok oldu. Harry kendisini midesini kaybetmiş
gibi hissediyordu. Bütün bunlar da neydi? Bir kardeşi vardı ve annesi babası
hayatta idi. Kendini gene sisin içindeki kulübenin önünde, aynı genç Adam’ın yüzüne
bakarken buldu. Çok uzun süren bir sessizlik olduktan sonra Harry, “Bu da neydi?”
diye sordu Delbarath’a. Sesi kızgın çıkmıştı. “Bir çeşit oyun mu?”
Delbarath onu bir süre süzdü ve sonra “Eğer Voldemort seni seçmeseydi, senin
hayatın bu olacaktı” dedi yavaşça. “Şimdi bir seçim yapman gerekiyor, Harry”
“Burası yani Düşler Kuyusu, bir çok gücü içinde barındırır. İnsanların düşleri ve
kabuslarının aynası gibidir burası. Bir çok insan burayı aramıştır. Düşlerinin
gerçekleşmesini isteyenler tabii ki. Ama sadece sen ve birkaç kişi burayı buldu.
Kendi gücünü arttırmak için bulmaya çalışmadınız. Sadece düşmanınızı yenmeniz için
buraya girdiniz. Yapanlardan biri de Nicolas Flamel idi. Biri de ben”
“Yani buraya geldiğin için ödülü kazandın. Ödülün kalbinin en derinliklerinde yatan
büyük arzun; yani hiç olmayan ailene kavuşmak. Bunun için bazı şartlar var tabii
ki”
Harry sesindeki heyecanı bastıramadan “Şart mı? Aile mi?” diye haykırdı.
“Evet” dedi Delbarath sakin bir tonla. “Şimdi eğer ödülünü kabul edersen, olacaklar
şu: Voldemort seni hiç seçmemiş olacak ve biraz önce sana gösterdiğim, kendi
ailenin yanına gideceksin ve daha önceki yaşantına ait hiçbir şeyi
hatırlamayacaksın. Ne Düşler Kuyusu ne de Voldemort’a dair hiçbir şey. Voldemort
seni seçmediği için Annen ve Baban hiç ölmemiş olacaklar tabii ki. Yara izin hiç
olmayacak. Hiç kimse sen de dahil yaşananları hatırlamayacak. Ama”-
“Ama ne?” dedi Harry gözlerine yaşlar dolmuştu şimdi. Gerçekten de ailesiyle
yaşabilecek miydi? Hayatı boyunca en büyük arzusu buydu. Kalbi yerinden çıkacak
gibi atıyordu.
Tedirgin edici kısa bir süre geçti. Bu süre içinde Harry düşündü.
“Evet ne yazık ki” dedi Adam. “Onu durdurması gereken kişi Neville olacak”
Harry bütün bunları çok dikkatle dinliyordu ama Neville’in Voldemort’un karşısına
çıkmasını dahi düşünemiyordu. Sadece düşünseline baktı diye şok geçirmişti çünkü.
Kendi başına gelenlerin bir başkasının başına gelmesini asla istemezdi.
“Öyle olmak zorunda, kehanete göre iki kişi Karanlık Lord’u durdurabilecek güce
sahip idi. Biri sendin, biri Neville… Ama kendisini yenebilecek kişiyi Voldemort
seçti, yani seni”
“Neville olmaz” dedi Harry. “Onu görmediniz. Sadece düşünseli’ne baktı diye”-
“Başka bir şart daha var. Legrand ve bütün Yoldaşlık üyeleri de. Hepsi Karanlık
Lord ile savaşmak zorunda kalacak. Ama sen onlarla savaşmayacaksın. Sadece Annen ve
Baban savaşacak” dedi Delbarath. “Sen hiçbir şeyi hatırlamayacaksın. Arkadaşların
gene senin arkadaşların olacak. Ron ve Hermione… Daha bir sürü şey… Ailen olsun
istemiyor muydun? İşte bunu sana veriyorum”
“Evet ama”-
“Bu ödülü kabul etmezsen. Geri döndüğünde, hafızan silinmeyecek ve sen ailenle
yaşama şansın olduğunu ama bunu geri teptiğini hep hatırlayacaksın. Voldemort yani
Tom her zamankinden de büyük bir gücü elde etti. Onunla tekrar savaşmak zorunda
kalacaksın. Kimse senin güvenliğini temin edemez. Ama ödülü alırsan hiçbir şey
hatırlamayacak ve gayet mutlu bir şekilde annenle, babanla ve kardeşinle
yaşayacaksın. Ne diyorsun?”
Sonra ağlamaya başladı. Delbarath yanına gelip Harry’ye sarıldı. Çok içten bir
kucaklamaydı bu.
“Ben”- hıçkırıklarla boğulmuş halde de olsa bir açıklama yapma gereği duydu- “Ben
hep-hep ailem olsun istemiştim. Bu be-be-be-nim en büyük arzum. Ger-çekten annem ve
baba-mın ölmemiş olmasını hep diler-dim. Ama b-b-bu oldu ve ben- ben- seçilmiş
oldum. Bunu Neville’e yapa-mam. Ona bir yara izi veremem. Bu yük bana istemediğim
halde verildi. Ben başka-sının bu-bu yükü taşımasını isteyemem. Aynı onun bana yap-
ma-yacağı gibi. Arkadaşlarımın ve sevdiklerimin hayatını riske atamam. Artık onlar
benim ailem”
Uzunca bir süre ağladı. Tekrar konuşmak istedi. Ancak hıçkırıklara gömüldü.
“Eh” dedi Adam, Harry’nin çenesini eliyle tutup hafifçe kaldırarak, yaşlarla dolu
gözlerinin içine baktı. “Tom gerçekten de en büyük düşmanını seçmiş”
“Gönlündekini görüyorum. Neyi feda ettiğini biliyorsun değil mi?” diye sordu
Delbarath onun içini okurmuş gibi.
Harry belli belirsiz gülümsemeye çalışarak başını salladı. Ama sonra tekrar
ağlamaya devam etti.
“Dostlarının yanına geri dönüyorsun. Senin gibi birini daha önce hiç görmemiştim”
Harry birden kendini ışıklar içinde buldu. Süratle ilerliyor ve kulaklarına gelen
dış dünyaya ait şarkı yavaş yavaş azalıyordu.
Her şey aniden susunca gözlerini açtı. Harry kendi evine yani Karargah’a gelmişti.
Odasında idi. Odasındaki kreton koltukların üstüne yığılmış iki şekil gördü. Ron’la
Hermione’yi birbirlerine sarılmış ikisini de ağlarken buldu.
Harry, uzunca bir süre onlara baktı ve kendi gözyaşlarını sildi. İkisi de Harry’nin
geldiğini görmemişti anlaşılan. Ama sonra Ron kafasını kaldırınca Harry’yi gördü.
“Harry!”
Sonra Hermione, Harry’yi görünce nefesini yutmuş gibi cikledi ve Ron’a daha da sıkı
sarıldı. Sevinçle haykırdılar.
Son