You are on page 1of 279

1917 yılında doğan Vlrich Im H of Basel Üniversitesi'nde okudu.

1965'den bu yana Bonn Üniversitesi'nde İsviçre tarihi ve genel


çağdaş tarihi dersleri vermekte, aynı zamanda Bern Üniversitesi
İsviçre Tarihi Bölümü Dekaru. Ana araştırma alanlannın
arasında entelektül tarih, 18. yüzyılın kültürel ve top�umsal
tarihi, üniversite tarihi, İsviçre ulusal bilinci ve dilbilimi
konuları bul unmaktadır. Eserleri arasında /saac Ise/in,
Aıtjkliinmg in der Sclıweiz vardır.
Das Europa der Aufkliinmg
adlı bu kitap
Jacques Le Goffun editörlüğü altında
farklı ülkeden beş yayınevinin inisiyatifiyle yayınlanan
TheMakingoJEurope (Avrupa'yıKunnak)
dizisinin bir parçasıdır.
© 1993: C.H. Beck Verlag, Münih
© 1993: Basil Blackwell, Oxford
© 1993: Editorial Critica, Bareelona
© 1993: Guis. Laterza & Figli, Roma-Bari
© 1993: Editions du Seuil, Paris

EVLAMA (S. R.L. Roma, İtalya) Ajansı aracılığıyla

Türkçe çeviri hakları

© AFA Yayıncılık A.Ş., İstanbul , 1995

Bu diziye katılan diğer yayınevlc ri:


Agor (Amsterdam), Archa (Bratislava)
Atlantisz (Budapeşte), Hci bonsha (Tokyo)
Krag (Varşova), Presença (Lizbon)

Yayına Hazırlayan

Özden Ankan

INTER:J!HI�4
katkılanyla

Baskı: Özener Matbaası


Cilt: Yedigün Ciltevi
Kapak: Temel Matbaası

ISBN 975-414-306-4
Ulrich Im Hof

AVRUPA'DA
AYDlNLANMA

Çeviren:

Şebnem Sunar
İçindekiler

Avrupa'yı Kurmak 9

Tarihsel Dönem ll
1. Aydmlanma ve Yeni Işık ll
2. Aydmlanma'nm Aıt Alam Olarak 18. Yüzyıl 17

II Dönüm Noktası 19

1. lliikiimdarfann Dünyası 19
2. Soylular 33
3. Rıılıban Smıf 40
4. Kentli Otta Smıf 54
5. Köyiiiler 66
6. Ila/k 72

III Avrupa ve Devletleri 83


1. Diinyanm Dımtmıı 83
2. Eskiyen Monar�iler ve Cımılııın)•etler 87
3. Devletler Üstü Dünya Vatandaşlığı 98

IV Aydınlanma'nın Taşıyıcıları 102

1. "Cemiyet" Jlm·ekete 102


2. A kademi 104
3. Salon 110
4. Okııma Topfıılıık/an 115
5. Gönüliii Haıy r Cemiyerieli "Ekonomik" Topfıılıık/ar 120
6. Tamnsal- EKonomik Topfıılıık/ar 126
7. Masonlar 136
8. Aydmlanmacı Harekelleki Cemiyetler 142
9. Dergiler ve Kitaplar 145
V Üıorya ve Reform 149
/. "/Jiizeltme ve Hayal/er" 149
2. Felsefi Çağın Felsefesi ve Filozoj1ar 153
3. Akılcı Htistiyanlık 160
4. Doğal Hukuk, İnsan Hakianna Giden Yol 1 72
5. Siyaset ve Yön elim 1 77
6. Ekonomi, İş Alılakı, Ekonomi Özgiidüğii 182
7. Doğa Bilimfeti - Tıp - Teknik 187
8. Eğitim - Okul - Halk Aydmlanması 1 95
9. E rdem ve Ywtseverfik 203

VI Geniş Dünyaya Büyük Açılım 210

VII Ba�ırnsızlık - Eski Baskılardan Ku rtuluş 222

1. Siyasal-Sosyal Bağımsızlık 222


2. Yahudiletin Bağımsızlaşma5ı 227
3. Cinsiyetietin Rolü üzetine Twtışma:
Kadınlw111 Bağımsızlaşmasına Giden Yolda 231

VIII Radikalleşen Aydınlanma'nın Geri Püskürtü lmesi 238


1. Radikal Aydınlwıma 238
2. Buynıkla Aydınlanma 245
3. E rken Romantizm: Aydınlanma'ya Tepki 250
4. Gelenekçiliğin ve Hükümetietin Tepkisi 253

IX 19. Yüzyıla Do�ru 260

1. Milliyetçilik Kozmopolitizme Kw-şı 260


2. Aydınlanma'dan Devtim/ere 266

Notlar 270
AVRUPA'YI KURMAK

Avrupa kuruluyor. Bu büyük bir umut. Bu umudun gerçekleşme­


si tarihi hesaba katmasına bağlı: Tarihten yoksun bir Avrupa ök­
süz ve geleceksiz olurdu. Dün bugünü belirler çünkü, bugün ya­
pılanlar ise yarın hissedilir. Ancak geçmişin belleği bugünü fet­
ce uğralmamalı, aksine bu anlayış temelinde yeni dostluklar ge­
liştirmemize yardımcı olmalı, ilerlemcmize rehberlik etmcli.
Atlas Okyanusu, Asya ve Afrika'nın çevrelediği Avrupamız,
coğrafyanın belirlediği, tarihin biçimlendirdiği şekliyle ve ta Yu­
nanlılardan kalma adıyla arularak, çok uzun zamanl ardan beri
varlığını sürdürüyor. Eskiçağdan, hatta tarih öncesinden bu yana
Avrupa'yı tam da sahip olduğu bu bütünlük ve çeşitlilik nedeniy­
le bu denli zengin bir kültürle donatan, olağanüstü bir yaratıcı­
lık gel iştirmesine olanak sağlayan bu miras, geleceğinin de da­
yanak noktası olmalıdır.
Farklı dillerden ve uluslardan beş yayınevinin girişimiyle do­
ğan " Avrupa'yı Kurmak" dizisi, devralınan güçlükleri de gözler­
den gizlemeden, Avrupa'nın inşasına ve belleklerden silinmez
üstünlüklerine ışık tutmayı amaçl ıyor. Avrupa, birlik sağlamaya
çalışırken anlaşmazlıklar, ça tışmalar, bölünmeler, iç çelişkiler
yaşadı . Bu dizi bunların üstünü örtmeyecek: Avrupa girişimine
katılmak, gelecek perspektifi içinde geçmişi bütünüyle bilmeyi
gerektiriyor. Diziye böyle etkin bir başlık konması da bu yüz­
den. Kanımızca Avrupa'nın bireşimsel bir tarihini yazmak için
henüz vakit erken. Sunduğumuz denemeler, Avrupalı olsun ol­
masın, tanınmış olsun olmasın, günümüzün en iyi tarihçil erinin
kaleminden çıkmıştır. Söz konusu yazarlar ekonomi, siyaset, top­
lum, din ve kültür alanlannda Avrupa tarihinin be lli başlı tema­
larını işleyecek, bunu yaparken de Herodotos' a kadar uzanan va­
kanüvislik geleneğinden olduğu kadar Avrupa' da gelişip 20. yüz-
yılda, i\zelli klc şu son birkaç on yılda tarih bilimini kökten değiş­
tiren yeni anlayışlardan da destc k alacaklar. Anlaşılırlık kaygı­
sıyla kaleme alınan bu denemeler, bu nedenle geniş bir okur kit­
lesinin crişcbi lcccği niteliktedir.
Amacımız, Avrupa'yı kuranların ve kuracak olanların kafa­
sında ki "Biz kimiz? Nereden gel dik? Nereye gidiyoruz?" sorusu­
na ve dünyada bu soruyla ilgilencnlcrc yanıt niteliğinde veriler
sunma k .
Jacques Le Goff
I

Tarihsel Dönem

1. Aydınlanma ve Yeni Işık

Aydmlannıa, 18. yüzyılın başarılı Alman sanatçısı Danicl Cho­


dowiecki'nin bakır üzerine yapılmış bi r gravürünün adıdır. Res­
min ön planında, ağaçların arkasında biri büyük, di ğcriyse daha
küçük iki kulesi görünen şato benzeri bi r yerleşime ail karanlık
ormanın gölgesindeki şose yolda bi r yaya ve Lek başına bir atlı­
nın peşi sıra bir yük arabası ilerlemektedir. Yerleşim yeri, uzak
sıradağların a rkasında ortaya çıkan güneşten, ışınlarını he nüz
ağarmakta olan gökyüzüne gönderen ve yerleşim yerinin ardın­
daki sis perdesini dağıtmak üzere olan sabah güneşinden gelen
aydınlığa bürünmüştür.
Chodowiecki kendi Aydmlannıa betimlemesini şu sözleriyle
yorumlamaktadı r:

Mantı�ın bu yüce yapıtının . . . şimdiye dc�in (belki de konunun ken­


disi haJa yeni oldu�u için) ufukta yükselen gü n eşten başka hiçbir
genel, anlaşılır ve alegorik simgesi olmamıştır. Bu simge, h er za­
man bataklıklardan, buhurdanlardan ve kurbanlık hayvanların pul­
perest sunaklarında yakılan kurbanlardan yükselecek ve böylece
bu nları kolayca gizleyebilecek olan sisten ötürü herhalde daha
uzu nca bir süre en uygu n simge olarak kalacaktır. Bu nunla birlikt e
1
sadeec güneş ufukta yükseldi�i zaman, sisin hiçbir zararı yoktur.

Konusu Aydmlanma'nın güneşi olan bu bakır üzerine yapılmış


gravüre il işkin bir başka yorum ol arak zamanın, çağın reformu­
na işaret eden başka bir anlatımını da seçebiliriz: "Her zaman
önce/ik/e - çoğunlıtkla tan kızıllığıyla birlikte serinlik getirir gibi
12 Ta�ilısel Dönem

gön'inen ve sommda iyiliksever sıcaklığı getirecek olan sıcaklığı ge­


tirdiği kamsmdayız. " Gerçekten de sıcaklık sonradan geliyorsa,
aklın güneşe benzetildiği İngilizce bi r karşılaştırma burada a rn­
labilir: "of wlıiclı tlıe liglıt is constant, ıınifomı and /asting" (ışığı
değişmez, birörnek ve kalıcı olan). Işık kavramı, 18. yüzyılda ye­
ni bir önem kazanmıştır. Işık şimdi, akıldan, özgürlükten ya da
mutluluktan her söz edilişinde tekrar tekrar kullanılmaktadır.
Işık, yüzyılı tanımlayan kavrarnla ra yansımıştır.
Gerçi İngilizce terim enliglıtenment, buna benzer biçimde an­
cak 19. yüzyılda Akıl Çağı ifadesiyle rekabet ederek ortaya çık­
mıştır. Örneğin filozof Berkeley o zamanlar tlıat ocean of liglıt,
wlıiclı lıas broke in and made lıis way in spite of s/avery and sıt­
perstition' dan (kölelik ve batı I inanca karşın ortaya çıkıp kendi
yolunu çizen o ışık okyanusu) söz etmektedi r. Bi r başka İngiliz
ise bu yüzyıl için is enliglıten'd beyond tlıe l ıopes and imaginati­
ons offomıer times (geçmiş zamanların ümitlerinin ve imgelem­
lerinin ötesinde aydınlanmış) demektedir. Sonuç olarak şai r Ale­
xander Pope, bütünlüğün büyük felsefi ve doğabilimsel bireşimi­
ne gururla işaret ederek şöyle de r:

Natw·e and Nature's laıvs lay lıid in niglıt.


Gad said, fet Newton be! and allıvas light.2

(Do�a ve yasaları gecede saklıydı.


Tanrı, "Newton olsun!" dedi ve her şey ışık oldu.)

O zamandan bu yana şöyle söylenebilir: Ex occidente /w:! Işık ar­


tık Doğu'dan değil, Batı'dan gelmektedi r - sadece özgürlükçü
Büyük Britanya'dan değil, aynı zamanda mutlakıyetten kurtul an
Fransa'dan da.
Lımıieres, Fransızca terimdir. Lumiere, ışık, intelligence, con­
naissance, c/arte d'esprit, yani " anlayış, bilgi ve tin açıklığı" anla­
mına gelmektedir. Lıımieres, zamanın özgül kavramına dönüş­
müştür:
Aydın/cuıma ve Yeni Işık 13

Les seules lumibl!s de la rcıison naturelle son/ capables de conduire


/es lıommes ala perfection de la science et de la sagesse hıımaine.
(Sadece do�al aklın ışı�ı. insan ları bilirnde ve beşeri bilgide mü­
kemmelli�e u laştırabilir.)

Filozof ve politikacı Turgot 1750' de şöyle demiştir:


Enfin toutes /es ombres sond dissipees; quelle lum iere de toutes
patts... quelle pe1jection de la sagesse humaine. "

(Sonunda bütün gölgeler da�ıldı, her taraftan bu ne güzel bir


ışık... insan mantı�ının bu ne kusursuzlu�u).

Şiirsel biçimiyle bunun anlamı:

Et ce qu 'avait produit l'ignorance grossiere


Disparrit au grcuıd jour d'un si eel e de lumiere.
(Ve kaba bilgisi7Ji�in üretti�i şey kayboluyor
ışı�ın bir yüzyılın aydınlık günün de.)

Alıntıların birçoğu, İngilizce alıntılardan daha geç tarihlidir. Bu


bir rastlantı olmasa gerek; çünkü büyük vaiz M assillon'un XIV.
Louis'nin tabutundaki "Bir tek Tanrı büyüktür" sözü etkisini yitir­
diği zaman, kraliyete ait tanrısal merhametliliğin dizginlemek is­
tediği her şey birden bire ortaya çıkmıştır. Fransız zarafetini, gö­
reneklerini ve dilini taklit etmeye başlayan Avrupa, hiçbir karan­
lık açı karşısında dur durak bilmeyen, kısmen çok soğuk bir ışı­
ğın aynı yollannda aydınlanmıştır. İster prenslikten Alman bir
metres aracılığıyla, ister tarikat mensubu olmayan Katolik İtal­
yan papazı aracılığıyla olsun, e n kötü ve dinsel inançlara karşı
en saygısızca şeyler artık Fransız usulünce ve Fransız örneğine
göre yapılmaktadır.
Önceleri sadece meteorolojik bir anlamı olan Almanca te­
rim Aıtjkliinmg ilk olarak ışık/andımza ve benzeri fıil biçimleriy-
ll T[{)i/ısel Danmı

k �ııll.ıııılıııı·1ııı. \d;�cııli yı ll a n J an
başlayarak - Aydınlanma
t, ;ı�•.ı'ıııLı olarak kavranabilmiştir. Yine de an­
lıiı t,·;ığ lanıını
r;ı� 1 •J. yıı1yılda kabul edil ebilmiştir. Buna koşul olarak ışık kav­
ı ;ı ııııııa d�:ği�ik birkşimkrde rastlanabil ir: Aydmlannıa ve ışık,
ıJ:�ıir/iik re ışık . "Aydınlanmak . .. çeşitli örtme ve gizlernele ri
giiz önünden kaldı rmak, akılda ve yürekte onu ışıklandıracak ve
bunu ısılacak olan ışığa yer vermek, insanın bel i rleniminin ger­
çek mutluluğu tehdit ettiği yerde doğruluğun ve düzenin alamna
gi rmek demektir." Wieland "gözlerimiz için ışık ne anlama geli­
yorsa, insan aklı için aynı anlama gelen düşünce ve yaym özgür­
lüğünden söz etmektedir. Genç He rder kendi çağının ayırt edici
özelliğini belirtirken onu "ışık/ andın/mış yüzyılmuz, bu en aydm­
lık yüzyıl" olarak adlandırmıştır.
Bu biçimiyl e JJ/unıiniso - İtalyanca teri m- ol dukça ycnidir,
ancak 20. yüzyılda yaygınlaşmıştı r. 18. yüzyılda Fransızcadan ak­
tarılarak kabul edilmiş gibi görünen /uci i lunıi illunıinato ile ye­
tiniliyordu. "Un seeo/o cosi illuminato conıe il nostro" (Bizimkisi
gibi aydınlanmış bi r yüzyıl) ya da "La /egislazione, il conınıercio,
la pubb/ica gloria e sic11rzm dipendono da '/ımıi del/e nazioni... "
(Yasa koyma, ticaret, resmi ün ve güvenlik, ul usların aydınJan­
masına (/umi) bağlıdı r.) "İtalya, bu akıl ve ışık yüzyılırun İngilte­
re, Fransa ve Almanyası'nın yanına bir çırpıda yerleştirilebilir
mi? İtalyancanın, kültürlü bir Avrupalının hala bilmesi ve İngi­
lizceden daha iyi hakim olması ge reken bir dil oluşu dikkate de­
ğerdir. İtalya'da Rönesans'ın özgür zamanlan hala unutulmamış­
tır! İspanya, eski terim //uminisnıo'nun yerini al an I//ustracion ' u
kullanmaktadır. Gerçi İspanya, Avrupa'da geri kalmışlığın örne­
ği ola rak görülmektedir; fakat Bourbon M onarşisi'ni n akıllı yö­
neticile rinden önemli aydınlanmacılar çıkarmış ve bunlann çaba­
l a rına sahne olmuştur. Ancak bir İspanyol o zamanla r aydınların
durumu hakkında "que... estudian a Newton en su warto y e.-:<pli­
can a Arislote/es en su catedra,"3 demek zorunda kalmıştır. Ev­
de, özel alanda, İngiliz doğabilimeisi Newton'ın yöntemine göre
araştırma yapılıyor, ancak gereksiz güçlüklerle karşılaşmamak
için resmi üniversite alanında sorunlar hala Aristotel es' e göre
/ıydmlanma ve Yeni Işık 15

açıklanıyordu. Bu, bazı Katolik ülkelerde genellikle rastlanan


bir durumdur. En azından Rousscau, Fransızlar, İngilizler ve Al­
manlarla karşılaştınldığında "Bu dörtlü içinde - yeniden yurtlan­
na döndüklerinde - gördüklerinden ülkeleri için bazı yararlı göz­
lemler getirenierin bir tek İspanyollar" olduğunu saptamıştır.
Aydınlanma, aklın ışığı, elbette başka dil çevre lerinde de ya­
yılmıştır. Hatta Cizvitleri ilk kez dava ede n Pombal M arkisi'nin
Porlckizi'nc bile. Reforme edilmiş - mantıklı Fransız ve Alman
olanaklarını devreye sokan İsviçre'den ya da İngiltere karşısında
bile çoktan beri yoğun bir düşünsel özgürlüğün dünyası durumu­
na gelen Hollanda'dan da söz edebiliriz. Fransız ve Alman tah­
riklerini bağımsız biçimlere dönüştürerek geliştiren kuzey kral­
lıkları ya da masonJuğun etkisi altında bulunan Polonya ve son
olarak I l . Katerina'run Rusyası da burada arulmalıdır. Işığın İs­
panyol, Portekiz ve Angiasakson tarzında yayılmaya başl adığı
yerde, her iki Amerika da unutuJmamalıdır. Söz konusu olan, be­
yaz adamın antik- Hristiyan bir temel e dayanan, gerçekteyse
yüzyıllardan bu yana ulus ve inanç düzeyinde farklılaşmış olan
dünyasıdır.
Yeni ışıkla artık - daha önce alıntıl adığımız yerleri bir kez
daha kaydediyoruz - "çeşitli örtme ve gizlemeler"i ortadan kal­
dırmak gerekiyordu. Işık, "köleliği ve batı! inançları" yok etme­
li, " gölgeleri" dağıtmalıydı. Ancak laik İtalyan Pilati'ye göre fa­
natikler "karanJığı, körlüğü ve bilgisizliği korumak istiyorlar, ışı­
ğın yükselmesinden nefret ediyorlar"dı.
Geriye dönüp 18. yüzyıldan önceki zamanJara bir göz atıldı­
ğında, daha önceki zamanlar bu ışıktan yoksunmuş gibi görün­
mektedir. İnsanJık tarihi artık dünyarun sonuna ve malışer günü­
ne giden bir yol olarak değil, gittikçe gelişen bir varoluş için il­
kel başlangıçların yavaş yavaş ilerleyişi olarak görülmektedir.
Yüzyılın ortalarında Voltaire, Ferguson ve Jselin, insarun ilerle­
mesinin tarihsel yönden incelenmesini geliştirme işine girişmiş­
lerdir. Bunlar, Wieland, Home, Herder, Lessing, Mably ve
Kant'tan Condorcet'ye değin uzanan tarih felsefesine ilişkin ben-
16 Taıi/ısel Dönem

zer şekilde düzenlenmiş bir dizi girişimin başlangıcında bulun­


maktaydılar.
Bununla birlikte ışık, sadece yüzyılın düşünsel imgelemlerini
yeni baştan aydınlatmakla kalmamalı, aynı zamanda insanın ya­
pabildiklcri ve yapamadıklannın tüm alanlarına da sızmalıydı.
Daha önce yasa koymanın, ticaretin ve resmi güvenliğin ulusla­
rın /ımıi'sine bağlı olduğuna ilişkin şu İtalyan düşüncesini alıntı­
lamıştık. Wieland da benzer şekilde " devlet ekonomisinin, siya­
setin, medeni ve askeri kanunun, dinin, göreneklerin, kamusal
eğitimin, bilimlerin ve sanatlann, sanayinin, tarımın ortak ana­
yurdumuzun her parçasında biraz ışık yaydığı"na ilişkin yazıyı öv­
mektedir. Burada Wieland biraz ışığın yayılması gereken sahala­
rın asıl tablosunu sunmaktadır.
Chodowiecki'nin şafak vaktinin havası olarak alıkoyduğu ale­
gorik simge, Montesquieu'yü mutlu kılmıştır: "Sabahl arı ışığı gör­
menin sevinciyle uyanıyorum. Bir tür büyülc runcylc ışığa bakıyo­
rum ve günün geri kalarnnda halimden hoşnut oluyorum."4
2. Aydınlanma'nı n Art Alanı
Olarak 18. Yüzyı l

Aydınlanma hareketi belirli bir çağa rastlar. Her hareket, çoğu


kez karşı yönde tarihsel bir dönemin gerçeklikleriyle birlikte he­
saplanmalıdır: Örneğin, her yerde hazır bulunan kilise ve onun
dinsel imgelemleriyle hümanizm, askeri - milliyetçi güçlerin şid­
det yanlısı hareketleriyle liberalizm, dünyevi ve ruhani egemen­
liğin öteden beri olagelen gelenekleriyle Aydınlanma'nın kendi­
si.
Bununla birlikte Aydınlanma, kendi yüzyılına tıpkı bir ruh ha­
li gibi etki etmiştir. Eskisinden daha farklı konuşulup yazılıyor­
du ve bir süre daha böyle konuşulup yazılacaktı. Ne denli despot
bir prens olursa olsun o, kendisini " tiran" olarak göstermektense
" öğretmen" olarak göstermeyi yeğleyip aydınlanmış davranmak­
la iyi etmiştir.
Aydınlanma hem eğitimde, hem bütçe yönetiminde, hem sos­
yal ilişkilerde hem de siyasette kurarndan uygulamaya, eleştiri­
den iyileştiren, reformcu eyleme geçişi getirmiştir. Mutlakıyeti
aydınlatmış, Kuzey Amerika ve Fransa'da iki büyük cumhuriyet
yaratmıştır.
Aydınlanma Barok'a, Ortodoksluğa, Karşı Reformasyon'a
karşı gelişen bir tepkidir. Erasmusçu etkinin, açık konuşma ve
yazmanın, yönünü Antik Çağ'dan alan eleştirinin hümanizminde
bilinçdışı düzeyde hala varlığını sürdüren akımları yeniden su yü­
züne çıkarmıştır. Örneğin Albrecht von Haller' in i fadesiyle, "öz­
gür düşünebilen, düşünüyor demektir".
Aydınlanma, öteden beri süregelen ve katılaşan adetlere alı­
şılmamış bir dinamik getirmiştir. Geriye değil, ileriye bakılmış
ya da geriye bakılsa bile Rönesans'ın ve yeni yeni keşfedilen An­
tik Yunan'ın örnek niteliğindeki gelişme dönemine, o da olmaz­
sa soylu vahşi'nin mutlu idiline bakılmıştır.
Hem ayrıca 17. yüzyılın bunalımlarından, son veba salgınla-
18 T01ilısel Dönem

rından ya da fa rklı inançtan kimselerin son kitlesel sürgünlerin­


den sonra yeni bir istikrar aranıyordu.
Bireysel ahlaktan devletlerin birbiriyle ilişkilerine kadar t oplumsal
ve siyasal yaşamın manııklı düzenlemeleri temeline dayandınlan ye­
ni bir istikrar arayışı başlamıştı. Daha önceden önerilen . tasarla­
nan ve geride bırakılan adunlar her zaman t ü müyle bir Aydınlan­
ma programı anlamında de�il. daha i}i bir gelenek bilgisi ve eleşti­
risi adına aıılıyordu. İşte farklı iıi<..i güçlerden oluşan böylesi adım­
ların çoklu�u , bunların gerilimli cıkileri ve bunun sonucunda orta­
ya çıkan dinamiklc birlikte Aydınlanma süreci oluşmuştur. 5

Aydınlanmış çağın düşüncesi, tarzı ve anlayışı sadeec yazıda,


ideolojik ve yazınsal anlatımlarda değil, aynı zamanda çağın sa­
natlarında da görülebilir ve işitil cbilir biçimde ortaya çıkmakta­
dır. Çağın müziği, her zamankinden daha f.ızhı olmak üzere bu­
gün hala canlıdır. Corclli, Vivaldi, Albinoni, Handcl, Bach ve
oğulları, Tclcmann, Ramcau, Stamitz, Haydn, Mozart, Gluck
ve Bocchcrini'nin yapıtları burada adı <ını lm.ısı gerekenlerden
s.ıdccc bazılarıdır. Bu yüzyılın gizli blmış notları, her yıl hir kü­
tüphancnin herhangi bir köşesinde ortaya çıkmaktadır. Konçcrto­
lar, scnfonilcr ve hafif, çoğu kez ş.ırkı ol<ır<ık söylenen ses yöneti­
mi ve açık yapılarıyla mcnucıtol<ır, hu çağı n en dolaysız büyüsü­
nü sunmaktadır.
ister Chardin'in natürmortları, ister Lmvrcns, Gainshorough,
Latour ya da G rafPın portrclcri, ister iç açıcı kesinliğiyle manza­
ra resimleri ve o da olmazsa Watleau ve Fragonard'ın neşeli
sahneleri olsun resim, izleni mciliğc giriş olarak görülebilir. Be­
timlcnen dünya, barok resimde olduğu gibi karanlık ve esrarlı,
olağanüstü ve aşırı değildir. Rokoko, aynı zamanda mimariyi de
dcğiştirmiştir; ancak biçim, görünüşte öncelikli olarak hala ba­
roktur. Kilisclerin temel yapıları aynıdır; ancak kiliseler tıpkı ka­
ra bulut kümelerinden yoksun, sonsuz güneşli akşam göğü gibi
ışıltılı renklcre boyanmıştır. Kanatlı küçük çocuk figürlcriysc al­
tın yaldızlı süslcrin çevresinde daha hafif, daha atak, daha pe rva­
sızca koşuşturmaktadırlar. Şakalaşarak trompet ve harp çalmak­
ta, kitaplarla, prensiere özgü rütbelcrle, taç ve hükümdar asası
ilc oynamaktadırlar.
II

Deği§en Toplum

1. Hükümdarları n Dünyal;jı

Krallar

Taç ve asalarıyla birlikte krallar, insanlığın hatıriayabildiği za­


manlardan bu yana bu dünyanı n kaderine hükmedcrler. Tanrı '­
nın yeryüzündeki çıkarlarını korumak için onun yeryüzündeki
temsilcisi ve sonunda Eski Roma i mparatoru' nun mirasçısı ola­
rak krallar hep buradaydılar. ı
1 8. yüzyılda Avrupa'da taçlar hakimdi. Bir dizi hükümdar,
krallık ya da imparatorluk tacı takıyordu. Bu işi en iyi yapan,
Fransa Kralı XIV. Louis'ydi; krallara layık gösterişli ve olağan­
üstü bir hayat yaşayarak örnek olmak ve gerçek güç gelişimiyle
bunu hissedilebilir kılmak için yarım yüzyıldan fazla zamanı var­
dı. O ve Vcrsailles' daki sarayı, bütün hükümdarlara olabildiğin­
cc iyi örnek olmuştu. Hükümdarlığı yüzyılın başında sona erdi.
Onun yerini alan XV. Louis, yine aynı şekilde yarım yüzyıl hü­
küm sürdü. O ölüp de yerine XVI. Louis tahta çıktığında, birçok
şey değişmişti; Fransa, Avrupa'da artık tek başına birinci güç de­
ğildi.
X IV. Louis kendi Bourbon Hanedanı'nın yeni bir imparator­
lukta hüküm sürmesini sağlamıştı. İspanya'da Habsburglar başa
geçmişti ( 1 700/1 714). V. Felipe'nin yerine VI. Fernando, l l l .
Carlos ve IV. Carlos geçmiştir. Son ikisinin rej imi, Goya'nın ya­
pıtlarında yaşamaya devam etmiştir. İspanyol - Bourbon yöneli­
minin parlaklığı, karşılığıru denizaşırı temsilci imparatorluklar­
da, Meksika, Peru, Yeni Granada, La Plata ve Filipinler'de bul­
muştur. İ kinci varis olarak Bourbonlar ayrıca II I. Carlos ve IV.
20 Değişen Toplum

Fernando'nun yılıll'lliği Napoli krallık sarayıyla birlikte İki Sicil­


ya Krallı�ı'ııı da dierinde bulunduruyorlardı.
1 H. yu1yılın lıa�ına dek Habsburglar, Viyana ve M adrid'den
dünyanın lıir biihimünü denetlediler. Gerçi şimdi eski parlaklı­
ı),ıyla Kulsa l Roma - G ermen İmparatorluğu'nun imparatoru ola­
rak Viyana'da hala bir Habsburglu oturuyordu. Her ne kadar
krallar uzunca bir süredir bu ayncalıkla ilgilenmeseler de, o im­
paralar, yani diğerlerinin hükümdanydı. Burgonya yüz yıldır
Fransa Kralı'nın elinde bulunmasına ve Viyana'dan İtalya'run sa­
dece elde kalan küçük topraklan denetlenmesine karşın, o hala
Almanya, Burgonya ve İtalya i mparatorluk taçlarını takıyordu.
Gerçek, Macaristan ve Bohemya krallık unvanıarında ve ayrıca
bugünkü Belçika'yı oluşturan Güney Felemenk ve toprak kaybe­
den Lombardiya ile Tascana üzerindeki egemenlikte yatmakta­
dır. Hala katı İspanyol protokolünün geçerli olduğu Viyana'da
bin bir güçlükle VI. Karl'ın bıraktıklan korunmaya ve öncelikle
de kızı Maria Theresia'nın onun yerine geçmesi garantilenmeye
çalışılıyordu. Ancak 1740'ta uzun süredir korkulan şey başa gel­
di; bir başka Alman prensi, imparator seçiminde seçme hakkına
sahip olan Bavyera elektör prensi, XVI I. Karl olarak imparator­
luğa seçildi ( 1742 - 1745). Böyle olmakla birlikte imparatorluk
tacı, ölümünden hemen sonra yeniden Habsburg'a, Maria Theri­
sa'ru n kocası I. Franz'a geçti. Ancak Maria Theresia kendi top­
raklanndaki yerini korudu; kraliçe olarak Viyana' da yeniden
önem kazanmalıydı.
Paris ve Viyana, güçlü devletlerin tartışmasız en büyük saray­
lanydı. Kısmen daha eski tarihli başka saraylar da onlara katılı­
yordu. İngiltere, İrlanda ve İskoçya taçlarını takan kralın yöne­
tim yeri Londra'ydı. 1 714'ten bu yana - Protestan Stuart Hane­
dam'nın soyunun tükenmesinden sonra - bu görevi Alman Han­
nover Hanedam'ndan George'lar almıştı. Burada ticari City, St.
James krallık sarayından daha önemli ve daha ilginçti.
Geçmiş kahramanlık zamanJannın Danimarkal: ve aynı za­
manda Norveçli krallan - VI . ve VII. Christian gibi IV. ve V.
Friedrich de - İsveçli hükümdarların, Kraliçe Ulrike Eleonora,
Hükümdar/ann Dünyası 21

Friedrich ve Adolf Friedrich'in Stokholm'de yaptıklan gibi Ko­


penhag'da dinleniyorlardı. Her iki devlet sarayında da Fransız
saray tarzının şık bir kuzeyli biçimi kurulabilmiştir.
Altmış yıl boyunca Madrid'den yönetildikten sonra 1640'ta
Lizbon' da, Braganza Hanedam' ndan kraliann yönetiminde yeni­
den bir saray yaşamı olmuştur. 18. yüzyılda bunlar V. Johan, I.
Joseph ve Kraliçe Maria'dır. 18. yüzyıl, iki yeni kral yaratmıştır:
Brandenburg Elektörü Prusya Kralı (1701) ve Savoia Dükü de
Sardinya Kralı (1720) olmuştur; artık Berlin ve Torino'da da
krallık sarayı bulunmaktadır.
Son olarak Polonya'da da hala bi r kral vardı. Yüzyılın ilk ya­
rısında Wettin Hanedam ve Saksonya elektör prensleri
(1697 -1763) krallık yapıyorlardı. Bunun sonucunda Dresden' de
bu duruma uygun bir ihtişam ortaya çıkmıştı. Ve çok uzaklarda,
kuzeydoğuda Rus imparatoru, Çar, gitgide bir Avrupa kuweti
durumuna gelmişti.
Bu imparator ve kraliçelerin arasında dördü bugün hala "bü­
yük hükümdar" olarak ünlüdür. Ünlüdürler, çünkü öncelikle mut­
lak kral XIV. Louis'den kalan tablodan vazgeçmişler ve bakan­
lan tarafından yönetilmeyip kendi kişilikleriyle etkili olmak iste­
mişlerdir. "Yükselen" II. Friedrich (1740 - 86), Prusya'mn " Bü­
yük"ü, "Sanssouci Filozofu" herkesi gölgede bırakmıştır. Pots­
dam'daki sarayı, saraydan çok kabine bürosu gibiydi. Öteden OO-·
ri olagelen monarşik gösterişle ve saray dünyasıyla alay ediyor­
du. Onun hakkında şöyle dcnebilirdi: "Kral ne avı ne de pahalı
eğlenceleri sever." " Birinci sıradaki devlet memuru" olarak hare­
ket ediyordu. Kendi başbakarn yine kendisiydi. "Akıl onun tanrı­
bilimidir ve kilise hukuku da silah ve cephane deposundadır"2 ;
çünkü kendi komutanı da yine kendisiydi. Buna koşut olarak İm­
paratoriçe Maria Theresia (1740 - 80) eski anlamıyla ülkenin an­
nesi olarak akıllıca yenilik yapmasını engellemeyen ve yine aynı
şekilde XI V. Louis'ninkine benzemeyen bir başka tarzda monar­
şiyi yürütmeyi başarmıştır. Monarşik otoritenin ve "demokratik"
tutumun kendine özgü karışımıyla oğlu " taçlı devrimci" Il. Jo­
seph (1765 - 90), tıpkı Il. Friedrich gibi çok çalışkan biriydi; an-
22 Değişen Toplum

cak Prusya Kralı 'nın akıllıca kendisini sakındığı al el acele re­


formlarıyla ondan daha hızlıydı. Son olarak Prenses Sophie von
Anslalt - Zerbst' in adı anı lmalıdır: Oldukça büyük bir Alman
prensliğinden Çar III. Petro'yla evlenerek St. Petersburg'a ulaş­
mış ve Il. Katerina adıyla hüküm sürdüğü dönemde (1762 - 96)
eşi benzeri olmayan aydınlanmacı bir programla Avrupa'yı şa­
şırlmıştır.
Adı geçen bu dört hükümdar bizzat yönetim uyguluyordu; To­
rino'da Savoia Hanedam'ndan krallar da, en azından Vittorio
Amadeo ve III. Carlo Emanuel, aynı şekilde çalışmayı dcnemiş­
lcr, ancak ataerkil tarzın dışına çıkamamışlardır. Aynı şeyi daha
aydınlanmış bir biçimde Polonya Kralı Stanislaus Augustus ve İs­
vcç Kralı III. Gustav da denemiş, ancak başanya ulaşamamıştır.
Büyük Britanya Kralı III. George da ( 1760 - 1 8 20) saltanatının
başlangıcında bizzat, yani doğnı dan yönetim' c geçmiştir. Bunun­
la birlikte Büyük Britanya, 1688'deki �antı Devrim'den bu yana
taelll parlamentoda bulunmasına ve hiçbir şekilde onun üzerinde
olmamasına alışmıştır. Hannover Hanedam'ndan gelen üçüncü
kral, " kralların dostları" programıyla başarısızlığa uğramaya
mahkum dur.
Hükümdarların birçoğu, iktidarı farklı nitelikteki ilk bakania­
rına ya da metres ve gözdelerine bırakıyordu. Bu durum özellik­
Ic Madame de Pompadour'un sahanatından söz edilebilecek
olan XV. Louis Fransası için geçerliydi. Aşağı tabakadan olan
Jeanne Antoinette Poisson, 1745'ten ölümüne kadar Maitresse
en titre olarak Fransa'nın tarihini belirlemişti. Politikada daha
az hırslı olan Madame Du Barry de onun peşinden geliyordu.
Bu yüzyılda veraset silsitesinin birçok monarşide rastlantısal
olarak kadınlan iktidara getirmiş olması dikkat çekicidir. İktida­
ra gelen kadınlar sadece Maria Theresia ve II. Katerina değil­
dir. Yüzyıl, Büyük Britanya'da Kraliçe Anne ( 1702 - 14) ve İs­
veç'te Kraliçe Ulrike Eleonora (1718- 20) ile başlamakla ve
Portekiz'de Kraliçe Maria ( 1877 -181 6) ile sona ermektcdir.
Rusya'da Il. Katerina, Anna ve Yelizavela hüküm sürmekteydi.
Bunun dışında İspanyol Kralı V. Felipe'ni n eşi Elisabeth Farne-
1liikiinıdadann Dünyası 23

se, Danimarka'da krallığa uygun olmayan IV. Christian'ın eşi


Karaline Mathilde ya da Napoli'de IV. Ferdinando'nun eşi Ma­
ria Carolina gibi nüfuz sahibi kral eşlerinin adları da anılmalı­
dır. Kral eşi, kral metresi ya da dul kraliçe olarak kadınlar, mo­
narşilerde her zaman önemli rol oynamışlardır; bununla birlikte
kadının özgürleşmeye başladığı bu yüzyıl, saraylardaki kadınla­
ra da yarar sağlamış gibidir.
Bir kral için devlet yönetmekten başka yapacak fa rklı şeyler
de vardır ve birçok kral, çaba gerektiren yönetim işlerindense
krallara özgü bu işleri yeğlemektedir. Böylece hükümdar kendi­
ni saray yaşamının eğlencelerine adamış oluyor ve ava gidiyor­
du. Sadece Berlin ve Torino'da krallara özgü böyle işlere daha
az önem veriliyordu; oralarda hükümdarlar çalışmak zorunday­
dı.
Üç hükümdar zeka özürlü olarak bu gerçekliklerin dışında
bul unuyordu. Bunlardan ikisi İ spanya kralları IV. Felipe ve VI.
Fernando, diğeriyse Danimarka Kralı VII. Christian'dı. İngilte­
re Kralı lll. George daha erkenden akıl hastalığı belirtileri gös­
termiş, ancak yerine çok geç (1 811) na ip - daha sonradan IV.
George - getirilmişti.
Hükümdarların büyük kısmı yönetim işlerinden ve yönetilen
halktan uzakta gösteriş içinde, ama eskisi gibi sadakat ve bağlılı­
ğın sarsılmaz geleneği tarafından taşınarak, Tanrı'nın yerine ge­
çerek ve sadece O 'na karşı sorumlu olarak yaşıyordu. Hepsi de
çok eski bir soyağacına gururla bakıyordu; her ne kadar birçok
devlette krallık hanedanı değişrnek zorunda da olsa, erkek varis
olmadığında, yeni soy ve evliliği garantilenmiş dengi soy da çok
eski oluyordu. Şimdi Alman Holstein - Gottorp İsveç'te mi, Fran­
sız Bourbonlar'ı İspanya'da mı hüküm sürecekti? Yerli hanedan­
la bağlantı anne, büyükanne ya da nine aracılığıyla korunuyor­
du. Böylece tahtlarda Avrupalı uluslararası bir karaktere sahip
olan büyük bir akrabalık söz konusudur. Sadece Jonathan Swift
Gii/liver de bir dizi krala " gerçek" atalarının ruhlarını çağırlacak
kadar küstah olabilmiştir. Böylece karşısında hanedanın birinde
bir dizi taç giymiş kimse yerine iki kemancı, iki dirhem çekir-
24 Degişen Toplum

dek giyinmiş üç saraylı, yüksek rütbeli İ talyan bir din adamı ve


bir diğer hanedanda bir berber, bir manastır başrahibi ve iki kar­
dinal görmüştür. Bununla birlikte Swift, bu güzel konu üzerinde
uzun uzadıya durmak istennişçesine taç giymiş başiara büyük
saygısı olduğunu ifade ederek bu tatsız görünümü noktalamış­
tır . . .
Swift bile öteden beri var olagelen kurumlan sarsmak isteme­
miştir. Sadece çok az kimse henüz 17. yüzyıl ortalarında parla­
mentonun idam ettirdiği İngiltere Kralı I. Charles'a olduğu gibi
hükümdarlardan hesap sormayı düşünüyordu. Bu korkunç olayın
anısı bastırılmaktaydı. Bundan ancak bir buçuk yüzyıl sonra,
1792/93'te iki kral öldürülmüştür. İsveç Kralı III. Gustav bir
maskeli baloda soyluların kamplosuna kurban gitmiş ve Devrim
Fransası cumhuriyetle birlikte tahtından indirilen Kral XVI . Lou­
is'yi halkın huzurunda idam etmiştir.
Fakat bu, 18. yüzyılın sonunda olmuştur. Krallar dünyası
Fransız Devrimi' ni n başlangıcına değin hiç sarsıntı geçinnemiş­
ti. Rusya'da 1762'de Çar III. Petro boğularak öldürüldüyse de
bu, normal olanın dışındaydı ve çok uzakta, barbar bir çevrede
gerçekleşmişti. Amerika Birleşik Devletleri 1776'da Kral III.
George' un yönetimine son verdiyse de bu, büyük denizin ötesin­
deki kolon i dünyasında gerçekleşmiş ve Kral, kendi üç Avrupa
İmparatorluğu'nda yine kral olarak kalmıştı.
Ancak bu monarşik dünya, bir dizi krallık tacıyla hiçbir şekil­
de tam anlamıyla temsil edilmemişti. İki ülkede, Almanya ve
İ talya'da, prenslikler çoğunluğu oluşmuştu. Bu çoğunluk özellik­
Ic Almanya' da hemen hemen sırursızdı. İ talya en azından küçük
birkaç hükümetle, Tascana Grandüklüğü, M odena, Panna, Pia­
cenza, Mantava düklükleri, İ ki Sicilya Krallığı ve papalığa ait
kilise devletinin aynlıklı durumuyla yetiniyordu. Buna karşılık
Kutsal Roma - Germen İmparalorluğu'ysa 250 prenslik sayıyor­
du: İmparatorun, Prusya Kralı'nın ve Saksonya, Hannaver ve
Bavyera elektör prensliklerinin yanı sıra bağımsızlık isteyen ve
bütçe, saray, av lar vb üzerinde hak sahibi olan prenslik başpisko­
poslarının ve prenslik başrahiplerinin dışında burada düklerin, sı-
Hükümdarfwm Dünyasi 25

nır beyle rinin, imparator temsilcisi şövalyelerin, prensierin ve


kontlann her çeşidi vardı . Bunla r eski imparatorluğa ait çok kü­
çük prensiikierin hükümdarlanydılar, bir başka deyişle en küçük
ölçüdeki prenslerdi. Siyasal açıdan öne mleri az da olsa ya da
Goethe Sachsen -Weimar Dükü hakkında aşağıdakile ri söylese
de, içlerinden bazılan küçük Versailles'larını hala çok zarif bi­
çimde donatacak kadar güçlüydü:

Germanya p rensleri arasında küçüktür benim prensim


kısa ve dardır ülkesi; vasattır gücü yetti�ince de.
Ama herkes güçlerini içeriye ve dışarıya döndürsün
Almanların Almanlarla olaca�ı bir bayram varmış.
Ve belki de hü rmeti rüşvetle alınmıştır
Çünkü büyüklerio ender olarak verdiklerini verm�tir o bana
Heves, boş zaman, güven, tarlalar ve bahçe ve ev.

Saray Erktim

Hükümdarlığa özgü gucun ve ihtişamın sureti saray erkamydı.


Bu, kendisini ilk olarak başkentteki sarayla belli ediyordu. Sa­
ray erkanı, başkentteki eski saraydan aynlırdı; çünkü ataerkil ya
da oldukça büyük bi r başkent çevresinde olabildiğinden daha ser­
best hareket etmek istiyordu. G e rçekte oldukça yapay biçimde
yeniden düzenlenen taşraya özgü doğa, bunaltıcı kente yeğlen­
mekteydi. Bu şekilde 17. yüzyılda Fransa Kralı Paris'teki
Louvre'dan ayrılıp Versailles' a taşınıyor, İmparator ve İmparato­
riçe Viyana Sarayı' ndan ayrılıp Schönbrunn'a, Hannover elektör
prensleri malikanelerine ve Württcmberg Dükü Stuttgart'tan
Ludwigsburg'a gidiyordu. Daha pek çok benzer örnek sayılabi­
lir. Taşrada istenen ölçüde planlama yapılabiliyor ve yapı inşa
edilebiliyordu; yapım sırasında fazla engelle karşılaşılmıyordu.
Versailles sadece yapı ve bahçe düzenlemesi olarak değil, he r
şekilde ve her yerde taklit ediliyordu. Yeni saray ve parkı, pe rso­
nel açısından bambaşka bi r donanım gerektiriyordu. Tüm saray,
26 Değişen Tapiımı

saray muhafızları tarafından denetleniyordu; Versailles ya da


başka bir yerde muhafızlar, Papa'nı n İ sviçreli askerlerden olu­
şan kırmızı etekli muhafızlarıydı. Ludwigsburg'da Dük'ün Jejyo­
nerleri, Il. Friedrich'in koruma görevlilerinin kıyafetlerine göre
giyiniyorlardı; siyah apoletleriyle kırmızı fraklı iri kıyım lejyo­
nerlcr, pudralı başlarında taş gibi sert saç örgülerinin üzerine sa­
rı madeni levhayla süslenmiş yüksek ve sivri uçlu piyade şapkası
l<ıkıyorlardı. Monarşilerin askeri gücünün göstergesi olarak res­
mi geçit töreni de elbette krallığa özgü saray yaşamına il işkin­
dir. Yan kısımlarıyla birlikte binanın içinde en üstün tutulan ye­
ri, katı protokolüyle gösterişe yarayan odalar alıyordu. Yine de
daha samimi bir eğlentinin olası olduğu daha küçük odalar da
vardı. Ö rneğin Versailles'da sarayın en önemli mensupları her
akşam Madame de Pompadour'un odasında toplanıyor ve kumar
oynayıp sohbet ederek uzun saatler ge çiriyorlardı. G ünün yeni­
likleri, özellikle de Paris'teki olaylar büyük bir ke yille konuşulu­
yordu. Hükümet kabİnesi dedikoduları çoğu kez sohbetin ana ko­
nusunu ol uşturuyordu. Samirniyet büyüleyiciydi, adabımuaşeret
ve sohbetler de zamanın deyişiyle "eldivensiz" cereyan ediyordu.
XV. Louis bu toplantılara " neşeli bir hava, kaygısız bir ruh ve sa­
de, açık bir uysallık" kalmıştı, " hi çbir şey ona konumunu hatırlat­
mıyordu" 4
Saray baloları özellikle parlak geçiyordu: Örneğin Schön­
brun'da İmparator ve eşi, saray balolarını eşyası boşaltılmış ye­
mek salonunda, mum ışığında bir me nuettoyla açarlardı. Ardın­
dan yüksek düzeyde konuklar, örneğin yabancı büyükelçiler dan­
sa davet etmeye başlardı. Orkestra uzun, oldukça dar salonun
bir ucunda duruyordu. Öbür uçta prens ve prensesiere ayrılmış
koltuklar bulunuyordu. Diğer konuklar - eğer dans etmiyorlar­
sa - banklara ya da alçak taburdere oturabiiiri erdi. Bayanlar
gösterişli bal o kıyafetleri giyerlerdi: Kollarındaki, boyunlarında­
ki ve kabartılarak yükseltilmiş s açlarındaki değerli mücevherler
mum ışığında ışıldardı. Kavalyenin elbise düğmeleri ve ayakka­
bı tokaları değerli taşlardandı. Dans etmeyi sevmeyenler kumar
masalarında eğlenirlerdi.
Hükümdar/ann Dünyası 27

Baloları çoğu kez oturma düzenine ilişkin katı kurallarıyla


kıskançlıklara ve rekabete yol açan büyük bir ziyafetle birle ştir­
mek adettendi. Majesteleri'yle büyükelçiler ve hükümdarlığa
mensup bayanlar ile baylar yemek yerdi. Saraylı hanımlar ve
genç insanlar için alt katta masa hazırlanırdı; burada her şey res­
miyetten daha uzak olmalıydı. Masa düzeni nal biçiminde ya da
- hükümdarın adı Friedrich'sc - "F' şeklinde farklılık gösterebi­
lirdi.
Saray erkanı, tiyatro oynamaktan hoşlanırdı; çünkü saraylar­
da çoğunlukla küçük bir saray tiyatrosu bile olurdu. Burada sa­
ray erkanı tarafından hale ler, komediler düzenlenip temsil cdi­
lirdi.
Müzik, çok önemli bir yer tutmaktaydı. Her yerde müzik sesi
i şitilirdi: " Müzik clektör prensi uyandırıyordu; müzik sofraya ka­
dar ona eşlik ediyor, müzik ona av hayvanlarını belli ediyordu,
müzik kilisedeki ibadetini hızlandırıyordu; müzik ferahlatan uy­
kusunda onu be şikteymi şçesine sallıyordu ve müzik bu ge rçekten
de iyi prensi kesinlikle gökyüzünde karşılamı ştı." Daniel Schu­
bart, kendi Mannhcim Sarayı'nı e şi benzeri bulunmayan bir mü­
zik merkezi haline getiren Rheinpfalz Etektör Prensi Cari The­
odor hakkında böyle diyordu. Ge org Friedrich H andel'in İngilte ­
re Kralı için bestelediği Su Müziği günümüze kadar gelmi ştir. I.
George ve çok sayıda İ ngiliz soylusu, 17 Temmuz 1717'dc üstü
açık tcknelere binip yemek yemek için Whitehall'dan Chel­
sea'ya gidiyordu. Bir tekne trompetleri, kornoları, obuaları, fa­
gotları, çaprak ve blok flütleri, kemanları ve bas çalgılarıyla elli
müzisyeni ta şıyordu. Üç süit, giderken iki kez tekrar e dilmi şti.
Kral süitlcri öylesine beğenmişti ki, ancak geceyarısından sonra
yapılan dönüş yolculuğunda üç k ez daha çaldırmı ştı. O halde sa­
ray erkanı sadeec sarayda eğle nmiyordu. Su oyunlarıyla park,
bir başka atraksiyondu. Gece her şey ı şıklandırılır ve olağanüstü
bir havai fi şek eğlencesiyle sona erdirilirdi. Würltcmberg Dükü
Karl U gen'in doğumgünü kı şa geliyordu ve her yıl dük Ludwigs­
burg'da:
28 Değişen Toplun.

Binbir Gece Masal/an'ndald gibi büyülü bir bahçe yaratır dı. Sonba­
harın ortasında gerçekten de varlı�ın ı koruyan en güzel portakal
bahçelerinin üzerine 1000 ayak uzunlu�unda ve 100 ayak genişli�in­
de, portakal a�açlarını kışın etkilerden koruyan dev bir sera yaptır­
mıştı. Seranın duvarlarındald sayısız soba, ısı yayıyordu. Büyük se­
ranın bütün kubbesi, en güzel yeşili taşıyor ve tek bir payandası bi­
le fark edilmeyecek şekilde adeta havada duruyordu. Portakal
a�açları, meyvelerinin a�ırlı�ı altında ezilmişlerdi. Tıpkı sonbahar­
da oldu�u gibi üzüm dolu ba�lardan geçiliyordu; meyve a�açları
zengin meyvelerini sunuyordu. D i�er portakal a�açları, kameriye
gibi bir ku b be oluşturuyordu. Bütün bahçe taze yaprakla doluydu.
Otuzdan fazla havuzun fısldyesinden so�uk su fışkırıyor, yukarıda
gösterişli, yıldızlı bir gökyüzü oluşturan 100.000 lamba, aşa�da en
güzel çiçek tarhlarını aydınlatıyordu.

Yeteri kadar kar yağdığında, kızak partileri düze nlenirdi. Tü­


müyle krallığa özgü olan büyük eğlence ise avdı. Bu konuda
özellikle İspanya Kralı III. Carlos başı çekiyordu.

M ajesteleri... gerek ö�len öncelerinin, gerekse ö�leden sonraları­


nın büyük bir kısmını alışkanlık edindikleri avda geçirirler; öyle Id
ne en kötü hava ne de tuza�a düşürdükleri bir avın firesi kendile­
rini bir gün olsun avdan u zaklaştırabilir. M ajesteleri akşamları geç
bir saatte eve geldikten sonra bütün krallık ailesiyle yarım saat ge­
5
çirirler.

Sarayda bir oyala rırnalar girdabımn içinde yaşanmaktadır. Özel­


likle kadınlar öncelikli olarak uygun bir dış görünüş için endişe­
lenirler: Telalı etekler ve daha akşam üzerinden oda hizmetçisi
tarafından yapılmaya başlayı p maşayla kıvrılarak tamamlanan
saç tuvaleti. Saatin te mizlenmesi ya da saray takımından bütün
insanl a nn, subayla nn, memurl a nn, başpiskoposun karşılanması
gerekmektedir. Hotozlar, manşolar ve yelpazelerle kralın hazır
bulunmayı alışkanlık haline getirdiği ayinlere tahtırevanlarla ta­
şınmaktadırlar. Dua kitabımn unutulmaması gerekmektedir.
Hükümdadamı Dünyası 29

Bundan sonra sarayın en yeni haberlerini bildirmek istedikleri


bay ve bayan arkadaşlara mektup yazmak için belki bir anlık bir
zaman vardır. Ancak ricacıla nn mektuplarını da yanıtlamak ge­
rekmektedir . . . ve İsviçreli muhafıziarın akşam yemeği zamanı­
nın geldiğini bildiren trampet sesleri duyulur. Yemekte " mükem­
mel bir sohbet ve büyüleyici bir gönül rahatlığına dalına bilir, cid­
di düşünceler kaygısızca açıklanabilir ve arkadan konuşulan her
türlü dedikoduya sevinilebilir" 6 Ne olursa olsun XV. Louis ve
Madame de Pompadour'un zamanında Versailles'da böyle olu­
yordu.
Bunun yanı sıra bir de hükümdarlık yapılıyordu. III. Carlos
geç bir saatte avdan döndüğünde, o günkü işleri hakkında rapor
vermesi gereken baka rn kısa süreliğine karşılamakla uğraşırd.ı.
Bu durum en azından, Schönbrunn'da bile büyük monarşinin yö­
netimini kollayan Maria Theresia için daha farklıydı.
Saray erkanı irili ufaklı bu işlerle uğraşma rlığında ne yapıyor­
du? Çok fazla kumar oynanıyor, kazanılıyor ve kaybediliyordu;
bir kişi birçok kez i flas edebiliyordu. 18. yüzyılda, 17. yüzyılda
olduğundan daha az içki içiliyordu. Eğlenceler daha rafıne,
zevkler daha ince olmuştu. Sadece kumar oynanrnakla kalmıyor,
hayır, aynı zamanda kitap okunuyor ve böylece yazınsal bir ya­
şam da olası kılınıyordu. Kültürlü prensler ve özellikle de kültür­
lü prensesler vardı. Leibniz, iki prenses tarafından himaye edil­
memiş miydi ya da Hessen Landgrafın'i* Karaline en iyi Alman
şairleriyle mektuplaşmamış mıydı? 18. yüzyılda prensesierin aka­
demi kurması, görgü kurallan dahilindeydi. Her büyük monarşi
böyle bir akademiyle gurur duyardı. Aynca saray kilisesi ve mut­
laka bir şarlatan olması gerekmeyen saray vaizi de unutulmama­
lıdır. Saray büyüklerinin modeli, küçük kardeşlerin ya da ania­
nn dul eşlerinin çevresindeki saray ileri gelenleri de dahil ol­
mak üzere en küçük saray mensupia nna kadar devam ederdi.

Landgriifin: Ortaç:ı�"da do�rudan imparatora ba�lı topraklara sahip bazı Germen


prenslerinin. özellikle Alsace, Hessen ve Thüringen kentlarının eşierine verilen
a d. /L andgmf: Kentluk ve düklük arasında bir unvan (ç.n.)
30 Değişen Tapiımı

Dul bir e şin çevresindeki saray ileri gelenle rine örnek ola­
rak 1 750 sonralarında Erlangen' da Brandenburg- Bayreuth sınır
kontunun dul e şi Sophie Caroline Maric'yi ele alalım: İdare, bir
mabeyincinin, Künberg Baronu'nun elindcydi. Sınır kontunun
e şinin çevresinde saraylı iki hanım, aynı zamanda üniversitede
öğrenim gören soylu iki paj ve Korsİkalı vekilharç Mattea Cella
vardı. Nedimeler, uşaklar, lakeler, ulaklar, hizmetkarlar, a şçı­
lar, fa ytoncular, yatakları toplayan ve gümüşleri pariatan hizmet­
çiler olmak üzere toplam 21 hizmetliye para sayılıyordu. Yakla­
şık 40 ki şiden olu şan bu saray ileri gelenleri, küçük suçlar için
dul kontesin insafına sığınırlardı. Bunların tümünün ücreti, arala­
rında orman idareleri ve ticaret lancaları da bulunan 14 resmi
dairenin verdiği vergilerden ödeniyordu.
Yolu Schwaben, Franken ve Vcstfalya'dan geçen bir İtalyan
yazar hayretle şöyle yazıyordu:

Almanya'daki tüm bu küçük p rens ve hcylcrin Büyük M abcyincilc­


rin i, Büyük Kilcrcibaşların ı, Büyük Sakilcrini, Büyük Avcılarını, Bü­
yük Aşçıbaşlarını, Büyük M uhafız Yüzbaşılarını ve de süvari ve pi­
yadclcrini - her ne kadar küçük kon ı un ya ua küçük baronun sü­
vari ve piyadeleri sadeec ü ç M acar süvarisi, dii rı humbaracı ve alıı
piyade erinden olu şuyor olsa da - alıko)ıııak zorunda olduklarına
7
inanmalarına neden olan dclilik

Mimari ve bahçe düzenlemesi için, tiyatro ve operadan port­


re ressamiarına kadar sanatın her türü için birçok şey yapmış
olan saray erkanı, küçük ve büyük sarayların gündelik hayatının
tekdüzeliğine hareket ve renk getiriyordu. Saray hizmeti, bu sa­
ray dünyasının zarafcti içinde bir meslek olarak aramyordu. An­
cak o zamanlar lüks, ihti şam ve ÖLellikle de kendilerine ait bir
i şleri olmaksızın prcnsliğc verilen vergilerle oldukça rahat bir
ya şam süren bu asalakların saraya özgü avarclikleri çoğu kez
şiddetle kınanıyordu.
Saraylar, Goethe'nin ya şadığı dönemlerde Düşes Arnalia ve
Dük August'un Weimar'ında olduğu üzere, incelikli kültürün
Hiikiimdarfamı Dünyası 31

merkezleri olabiliyordu. Öte yandan utanç verici a şk maceraları­


nın ve can sıkıcı entrikaların da geçtiği yerlerdi. Her türlü hırs
sahibi insan burada ucuza karİyer yapabilir, sadece Pompadour
değil, bütün kurnaz kadınJar en a şağı tabakadan en yüksek nüfu­
za çıkabilirdi! Sarayiara ilişkin skandal tarihi, kadın avcısı prens­
ler ve zina yapan prensesler yönünden bir hayli zengindi. Birçok
hükümdar ailesinin mensubu ayrı ya şıyordu; çünkü diplomatik
evlilikler iyi bir evlilik hayatından daha kazançlıydı. Burada acı­
masızlık ve mutsuzluğun yanı sıra Rokoko idili de vardı.
Kurbanlar elbette çoğunlukla kadınlardı. Bununla birlikte fe­
leğin si Ilesi, Braunschweig - Lüneburg Prensesi Sophia Doro­
thea'ya giderken yolda hançcrlenerek öldürülen Königsmarck
Kontu'na olduğu üzere, erkeklere de vurabilirdi. Geleceğin İn­
giltere Kralı I. George 'un e şinin i şlediği bu zina suçunun cezası,
prensesin ya şamının kalan kısmını - 32 yıl - geçirmesi için Ah­
Ic n �atosu'na sürülmcsi oldu. Sonraları biraz daha hoşgörülü
davranılır olmuştu. Gerçi zinaa I I . Friedrich Wilhelm'in aynı şe­
kilde zinaa e şi önce hapis tutul muş, ama kısa bir süre sonra ser­
best kalmasına izin verilmi şti.
Bazı tipik özelliklerin biraraya geldiği, ama yine de belirli
bir cgzotikliğc sahip ve vaktiyle bir hayli ünlü olan bir öykü, sa­
ray erkanına ili şkin bu bölümün kapanı şını yapabilir. Bu öykü,
sonraları Prosper Merimee ve T hornton Wildcr'ın yazınsal yapıt­
larına konu olan Camila Pcrricholi' nin öyküsüdür. Öykü, uzak
bir sömürgcdc krallık olan Peru'nun ba şkenti Lima'da geçmek­
tedir. Lima Tiyatrosu'nda a ktris olan Mariquita Villcgas
1 760'ta olağanüstü bir sansasyon yaratmı ştı. Kral vekili Don An­
tonio Amat, Orta ve Güney Amerika'nın hor görülen Kızıldcrili
ve melez karı şımı halkı Çolalar' dan bu güzel ve ate şli kadına tu­
tulmuştu. Villegas onun mctrcsi olmuştu ve bin türlü sanatçı kap­
risiyle ona hükmcdiyordu. Don Amat'ın bir keresinde onun tavır­
Iarına ili şki olarak "Pcrra Chola" (Çola kancığı ) nitelemesini ağ­
zından kaçırdığı söylenir. Kral vekilinin gözdesi bundan böyle
"' Pcrricholi" olarak anılmaya ba şl amı ştı. Sonunda bu ki şi, bir res­
mi gcçittc, kral vekilinin resmi arabasında bulunmak i stemi şti.
32 Değişen Toplum

Tüm Lima aristokrasisi ötkede n çılgına dönmüştü. Kral vekili,


bu aşk macerasında n Perricholi ' ye bir salta nat arabası armağa n
ederek kurtulabilmişti; Çola artık bu statü simgesiyle Lima'nı n
nddeleri nde resmi geçit yaparak caka satabiliyordu. Altında n
arabası, bir gezi nti dönüşünde ölüm döşeği ndeki biri ni kutsal
yağ sürerek kutsaya n basit bir rahiple karşılaşmıştı. Bu karşılaş­
ma Perricholi'ni n di ne dönmesi ne yol açmış, artık tövbekar bi r
kadın olarak ölüm döşeği nde kulsa na n kimseleri n vakur biçimde
taşı nabilmeleri içi n altı n salta nat arabası nı kiliseye bağışlamış
ve bunda n böyle ke ndi ni di ndarca işlere adamıştı.
Öykünün ge rçekte n bu şekilde gerçekleşip gerçekleşmediği,
saray yaşamı nı n tipik özellikleri ni , olası bir yükselişi, ilişkile rde­
ki özgürlüğü, sını f farklılıklarının rolünü ve son olarak da tüm
bu dünyevi uğraşıları n ardı ndaki di ndar art alanı netleştirmek­
ten daha az önemlidir; çünkü saray, Lima'da bil e katedrali n ya­
nı ndaydı.
2. Soylular

Toprak Salıibi Eski Soylular

Krallar ve prensler insanlığın, i l k sınıfı olan aristokrasinin başını


çekiyari ardı. Almanya' da soylula nn 250 bağımsız manarşİyle ge­
niş bir alana sahip olduğunu daha önce görmüştük Ancak bu kü­
çük Alman hükümdarla nm diğer manarşİleri n - tıpkı devasa şa­
to planlan ve Lordlar Kamarası 'ndaki sabit yerleriyle İngiliz ve
İskoç l ardia n, Fransa' daki büyük senyörler olan Robanlar ve
Condeler, İspanya'daki Grandeler gibi - yüksek soylula nndan
saymak gerekir. Kendilerini, deyim yerindeyse, krallarla aynı
düzeyde hissetmekteydiler; çünkü soyağaçla nnda hep krallık
mensubu prens ve prensesler g örünüyordu. Sahip oldukları bir­
çok mülk, kayıtlı saray unvanla n, ayrıca Kat alik devletlerdeki
piskoposluk payesi sosyal konumu garanti altına alıyordu.
Savoia hanedanı mn bir yan kolundan olan Savoia Prensi Eu­
gen - bir halk türküsündeki soylu şövalye - Avusturya'nın komu­
tanı ve devlet adamı olarak bütün yüzyıl boyunca yüksek bir soy­
lunun tartışmasız en parlak örneğini oluşturuyordu.
Ancak bütün bir unvanlar merdiveni, deyim yerindeyse bu se­
viyeden Avrupa sahnesinin sayısız nüfusunu oluşturan mütevazı,
küçük soylulara - baronlara - vanncaya değin aşağıya doğru ini­
yordu. Bunlar Ortaçağ kökenli son şövalyelerdi ve küçük, eski
şatola n ve b una dahil olan köyleriyle hala yerli yerinde duruyor­
lardı. Bu çevrede tıpkı Kitabı M ukaddes'te İ srailoğulla n' ru n soy
babası gibi yargının ve polis gücünün üzerindeydiler; bu ania nn
baba mirasıydı. Söz konusu bölgede eski dönemlerden kalma yö­
netimde geleneksel bir rolleri vardı. EyaJet parlamentoları ve
bölge meclisleri varlığını koruduğu ölçüde bu kurumlarda görev
yapıyorlardı. Köylülerinden eskiden beri belirlenmiş vergilerini
alıyorlardı. Din adamla nın tayin ediyorlar ya da onları piskopos­
lanna aday olarak gösteriyorlardı. Mülklerini idare ediyorlar ve
34 Değişen Toplum

prenslerinin ordusunda subay konwnunda bulunuyorlardı. Kendi


köy çevrelerinde komşu beylerle birlikte soyluluğa ilişkin adetle­
ri yerine getirirlerdi. Onlarla birlikte atla gezmeye çıkıyor, kız­
larıyla birlikte dansa gidiyor, kendileri gibi olanlarla eskrim ya­
pıyor ve ava çıkıyorlardı.
İşte av, lam da sosyal sınıfın asıl göstergesiydi. Wolf Herm­
lıard von Hohberg daha 1682' de Georgia cıtriosa oder Ade/iclıes
und Feldleben adlı yapıtında avın derin anlamına dikkat çekmiş­
tir. Söylediği şeyler, eski zamaıun sonuna kadar geçerlidi r.

Avcılık yapmak cesaret isıeyen, şövalyece bir talirndir ve soylular


için deyim yerindeyse bir Praeludiunı belli'dir (savaş denemesi );
soylular bunu n içinde vahşi bir hayvana hızla ve ku rnaziılda saldır­
mayı, onunla mücadele et meyi ve onu ycnmeyi; silah ve tüfeklerini
yaya ve at üzerinde beceriyle kuUanmayı; so�u�a. sıca�a. ya�mu ra,
fırıınaya ve güneşin sıcak ışınlarına katlanmayı; susu zlu�a ve bitkin­
li�e dayanmayı; kırları ve çevresini zararlı, yırtıcı h ayvanlardan te­
mizlemeyi ö�renirler. Bu nedenle av, büyük ve ünlü iktidar sahiple­
rince her zaman sevilen bir u�raşı olmuştur; bu nun dışında av, in­
sanı duygusal yönden rahatlatır, hüznü da�ıtır, avareli�in ve on­
dan kaynaklanan t ü m kötü huyların düşmanıdır, sa�lı�ı besler, bir
beden egzersizidir, savaşın denemesi ve aynasıdır, sofralarımızı iyi
ve leziz yemekieric donatan iyi ve zengin bir aşçıbaşıdır.

Çoğu kez köylülerle birlikte olmak üzere bu çevrede de - sade­


ce sarayda değil - sık sık toplantılar düzenleniyordu. Soylu genç­
ler kumara ve içkiye aşırı düşkünle rdi, ayrıca köylü kızlar ve soy­
lu genç haıumlar için çevreyi hiç de tekin kılmıyorlardı. Erkek­
ler centilmendi; eğitim ve kültür hesaba katılmıyor değildi . Gen­
tillwnınıe modeline göre kitap okunuyordu, yani soykütüğü ile il­
gili şeyler, ailenin ya da devletin mülkiyet ve imtiyaz tarihi, bi­
yogra filer ve askeri tarih. Geç dönem hümanizm açısından bilgi­
li, evrensel ya da ulusal düzeyde çalışan tarihçiler, 18. yüzyıl ba­
şına değin bu konuda dar görüşlü betimlemeler üretmişle rdi . Ba­
zı şatolar iyi düze nlenmiş bir kitaplığa sahipti; odaları tablolar
süslüyordu. Soyluların, yörenin din adamlarıyla araları iyiydi ;
Soylular 35

mürebbi olarak, oğullan ve kızl a n için özel öğretmen olarak bir


ilahiyatçı adayı tutuyorlardı.
Bununla birlikte, tümüyle ta nma dayalı olan mali kaynaklar
görece kattı. Son derece yoksullaşmış soylular vardı. Heinrich
Heine, "sıska ve aç" şövalyelikten söz etmektedir. Miras taksi­
minde bütün çocuklara çoğu kez zümreye uygun bir pay düşmü­
yordu. Başka türlü geçim olanağı azdı. Burj uva sınıfına özgü an­
lamda insania nn bir mesleği yoktu; sadece saray hizmeti ve as­
kerlik, bu zümreye uygun mesleklerdi. Katalik ülkelerde gere­
ğinden fazla erkek ve kız çocukları, manastır başrahibi ya da ra­
hibesi olabilecekleri manastıra yerleştirilebiliyordu. Soylu Pro­
testan Alman kızlan için vaktiyle kilise egemenliğinden aynlmış
olan kız yetiştirme yurtla n vardı. Pek çok subaylık göreviyle or­
du, en iyi ve en onurlu olasılıklardan birini su�uyordu; burada
kumandanlığa kadar yükselme şansı vardı.
Küçük soylular, elbette ülkeden ülkeye farklılık göstermek­
teydi. İngiltere'de tüm ülkede topraklan olan küçük soylular
gentry'di. Gentry, ekonomileri ta nma dayalı güçlü bir tabakaydı.
Bu tabakanın mal sahipleri artık rahat, şato benzeri manor
hoııse'lanna (malikane) kapanmıyor, Anglikan din adamlarıyla
içki içip sohbet ediyorlardı. Bu tabaka parlamentoda Avam Ka­
marası'nı oluşturuyordu. Gerçi Fransa'da sadece sınır eyaJetleri­
nin parlamentolarında belirli bir siyasal işlevi olan küçük soylu­
lann, Paris'e duyulan yoğun ilgi nedeniyle a ğırlıkla n azalmıştı.
Prusya Krallığı'nın büyük çiftlik sahiplerinin, Elbe'nin doğusun­
daki büyük toprak sahiplerinin (Krautjunker) siyasal ve ekono­
mik konumu özellikle güçlüydü. Polanya Krallığı'nda her soylu
- yoksul bile olabilirdi - Sınıflar Meclisi'nde görev yapıyor ve
bu soylular cumhuriyetinin saadet ve felaketi üzerinde karar veri­
yordu. Kendi küçük yargıçlar heyetiyle toprak sahibi İsviçreli
soylular - özellikle de Bern ve Freiburg'dakile r - cumhuriyetçi
değişim içinde gentry'ye ya da genç Alman soyluları jımkerlere
yaklaşmaktaydılar.
Şövalye ve baronların oluşturduğu tabakada hala güçlü bir
zümre bilinci egemendi. Baran olmak, küçük yerel çevrede yu-
36 Değişen Toplum

kanya ve a şağıya karşı özgür olmak demekti. Saraya girildiğin­


de ise gerçi karİyer yapabilen, fakat bağımsızlığım yitiren bir sa­
ray adamı olunuyordu.
Devrim, bu soyluların topraklarını kısmen ellerinden almış,
onları siyasal yönden e şitlemi ş olmalıdır. Buna kar şın soyluluk,
Fransa'da bile tam olarak tükenmemi ştir. Bu tabaka Almanya'­
nın doğusunda, Avusturya - Macaristan'da ve İngiltere'de muha­
fazakar tarım partisi olarak uzun bir süre daha tutunmu ştur. Fon­
tane'nin Steclılin' i, Glasworthy'nin üçlemesi End of the Clıap­
ter'daki (Bölüm Sonu) Charwell s of Condaford Grange'lı Cher­
rel'lar ve d'Ormessons'nun Au plaisier de Dieu'sü, 19. ve hatta
20. yüzyılda bile soyluların inatla ya şamaya devam ettiğini gös­
termektedir!

Yeni Bürokratik Soylular

Geli şen devletlerin gereksinimlerinden dolayı 16. yüzyıldan bu


yana, eski soyluların yanı sıra gitgide yeni bir soylu bürokrallar
sımfı olu şmuştu. Buıj uva sınıfından hukukçular yönetime nüfuz
etmeye ba şlamı şlardı; çünkü bunun için bir üniversite eğitimi ge­
rekliydi, gittikçe yetersizle şen örf ve adet hukukunu tamamlama­
ya ya da onun yerini almaya ba şlayan Roma Hukuku'nu anlaya­
bilmek için Latince bilmek zorunluydu. Bu hukukçulara soyluluk
unvanı vermek gerekiyordu; çünkü prensierin yanında böyle yük­
sek bir görevde soylu olmayan biri düşünüle miyordu. Böylece şö­
valyeliğe ili şkin eski soyluların, noblesse d epee nin (kılıç soylula­
' '

n) yamnda "türedi" olarak ortaya çıkan yüksek memur makamı­


mn cüppesi içinde yeni soylular, noblesse de robe (cüppe soylula­
n) oluşmuştu. Bununla birlikte eski soylular bazı durumlarda
kendi konumlannı konunak için oğullannı üniversiteye gönderi­
yorlardı; ancak bunlar çoğu kez Hukuk Fakültesi'nin içki içen
ve düello eden posasını olu şturuyorlardı. Fritz Wagner, bu geçiş
döneminin memuriyeti hakkında şöyle demektedir.
Soylular 37

Dinsel makamdan ücretli devlet hizmetine giden dolambaçh yol,


Prusya'da bile baba mirası karakterinden tam olarak kurtulama­
mıştır. Devlet memurlu�u tabakası her yerde ince olarak kalmıştır;
sadece İ ngiltere'de de�il, bütün kıtada, ço�u kez köreimiş türde
de olsa, özerkli�in sayısız biçimi kendini göstermekteydi. lnclige­
nats'ın istemiyle yerlilerin ve sakinierin kullandı�ı bölgesel etkilerin
büyük rol oynadı�ı devlet ve zümre memu riyetinin bir karışımı söz
konusuydu.

Yukarıda sözü edilen memuriyet öncelikle XIV. Louis Fransa'­


sında kendini göstermekteydi. Geç 18. yüzyıl gözlemcilerinden
biri Fransız yargıçlar heyetinden, parlaments'dan, "Parisli avu­
katların savunmalannda ortaya koydukları görgü, ağırba şlılık ve
seçkinlik savlarının güçlülüğü ve geli ştirmeyi bildikleri konuşma
sanatı"ndan8 hayranlıkla söz etmektedir.
BourbonJar İspanyası ve sonraları Maria Theresia Avusturya­
sı da Fransız örneğini izliyordu. Prusya'da geçi ş, I. Friedrich
Wilhelm (1713 -40) döneminde olmuştur. 18. yüzyılda memur­
lar için özel okullar kurulmaya ba şlamı ştı; imparatorlukta bunla­
ra şövalye akademileri ya da maliye okulları adı veriliyordu.
Württemberg Dükü Karl Eugen•in Solitude Şatosu'nda kurduğu
ve Friedrich Schiller'in firar ederek uzakla ştığı okul olan Hohe
Karlsschule bu konudaki ününü korumu ştur.
Soylu bir Alman memurunun mesleki gelişimi çoğunJukla şu
örneğe izl iyordu: Memleket yönetiminde bulunan soylu bir me­
murun oğlu olmak, üniversitede ve olası ba şka yüksekokullarda
- Göllingen tercih sebebidir- hukuk öğrenimi görmüş olmak,
ardından prensliğin hizmetine geçiş; mümkünse bir süre Viya­
na'da, imparatorluğun yönelim yerinde bulunmak ve son olarak
da bir Alman hükümda nnın yanında göreve gelmek. Burada
- bakan olarak - denenen şey eskiden kalma hukuk geleneğini
düzene sokmak, devlet bütçesini sağlam bir temele oturtmak ve
toplumsal reformları gerçekleştirmekti. Soylu memurun şansı
varsa, hükümdar ona karşı her zaman lütufkar davranırdı ve böy-
38 Değişen Toplum

lece soylu memur da başladığı günlük işlerini sona erdircbilirdi.


Ama şansı yoksa açık fikirli hükümda nn öldüğü, tahtın saray er­
kanı ve onun enlrikal a nndan etkilenerek ulamlası bir şekilde işi­
ne son veren yeni hükümdara teslim edildiği an gelir çalardı.
Böylesi bir memur yazgısının çeşitli biçimlerini özellikle Würl­
lembergli hukukçu Johann Jakob von Moser (1 701 - 85) yaşamış­
lı . Eski WürUembergİi soylu hukukçulardan gelen von Moser, il­
kin Tübingen ve Frankfurt'la kısa bir süre için hukuk profesörlü­
ğü yapmıştı. 1747'de Hesse n - Hamburg Landgrafı ' mn yanında
prensliğin hizmetine girmiş, ardından Stuttgarl'la Württembergli
zümrenin bölge hukuk müşaviri olmuştu. Bu konurndayken hü­
kümdarı Karl Eugen' in zorbaca eğilimlerini boşu boşuna durdur­
mayı denemişti. Anlaşmazlık öylesine büyürnüştü ki, eski huku­
ku modern memleket siyasetiyle birleştirme denemesi işine gele­
cekte inandığı yoldan ayrılmadan devam etmesi i çin imparatorlu­
ğun müdahale etmesiyle kurtulana değin Dük, onu 1 759'dan
1 764'e kadar Hohentwiel'de gözaltında tutmuştu. Hukukla ilgili
pek çok sayıdaki yayınında bu soylu hukukçular için ölçüt olabi­
lecek türnceler bulunmaktadır:

Görevierirnde ve yazılarımda asla bir parti yandaşı olmadun ve "ki­


min arabasına binersem, onun türküsünü ça�ırırım" ilkesini öm­
rüm boyunca hiç kabul etmedim. Bana göre haklılık haklılıktır, hak­
sızlık da haksızlık. Bu durum beylerime, şenerime ya da başkaları­
na, kime isterse ona denk düşebilir; bu yüzden ben ne beylerimin
ne de bölgenin hizmetine girdim, ne herhangi bir vaatte buluna­
rak h areket ettim, ne de haksız ya da abartılı buldu�um bir şeyi sa­
vunmak için emir alarak zorunluluk duydum ya da tehditlerden
korktum.
Burada dürüst bir adamdan istisnasız bütün eylemlerinde h e r za­
man namusuyla, do�ru ve samimi tanıklık eden, hiçbir zaman iki­
yüzlülük, ilgili ya da başka bir yan amacı olmaksızın, hatır ya da
korku olmaksızın en iyi bilgi ve vicdana göre hareket eden bir
adam anlıyorum.

Soylu memurların en önemli temsilcilerinin listesi uzundur. Kü­


çük ya da büyük hemen hemen bütün saraylarda böyle bir soylu
Soylular 39

memur vardır. Sadece Bourbonlar İspanyası'nda zaten gevşek


hükümdarlar olan III. Carlos ve IV. Carlos döneminde aydınlan­
macı bakanların sert ve nankör rolleri düşünülebilir. Örneğin,
masonluk, ilerici düşünceler ve aristokrasinin misyonuna olan
inancın biraraya getirildiği Sociedades de los Anıigos del Pais 'i
(Barış Dostları Derneği) canlandırarak ekonomide büyük re­
formlar gerçekleştiren, ancak eğitim ve maliye konularında kısa
bir etkinlikten sonra Paris' c büyükelçilik görevine sürülen Pcdro
Aranda ya da Campomancs aıul abilir.
Bir süre yüksek yargıçlar heyeti, Bordeaux Par/anıents'ı baş­
kanlığı yapan, uygulamalı ve kuramsal düşüncelerinin toplamım
1748'de Kımımiann Rıılııı Üzerine'de coşku dolu bir halka sunan
Montesquieu, soylu memurlardandır. Montcsquieu burada Fran­
sa için, kralın kişiliğine bağlı olmayan bir hukuki ve sosyal düLe­
nin taslağını yapmaya çalışmıştır.
Bir süre en yüksek maliye da nışmanlığı ve dışişleri bakanlığı
yapan, akıllıca düşünceleri ve saray entrikaları arasında hiç de
öyle mutlu olmayan, Parisli eski hizmet soylularından - babası
Paris polis müdürü, büyükbabası Colbert'in hükümet danışmanı
ve kendisi de hükümet danışmanı - olan bir başka Fransız, Re­

ne - Louis d'Argenson (1694 - 1757) anılabilir. Ölümünden son­


ra 1 764'te yayınlanan Considerations sıır le goııvenıement ancien
et preseni de la France' ı , ikinci bir Kımımiann Rıılııı Üzerine gibi
etki yaratmıştır. Burada tcbaamn yeri üzerine kralın bir görüşü
yer almaktadır.

Yasaların büyük girişimiere ilişkin olarak tebanın tüm do�al h are­


ketini ve hareket gücünü koruması için ona bırakmak zoru nda ol­
du�u ... özgü rlü�ün ölçüsü teba genel düzeni bozdu�unda kesinlik­
le hiçbir ölçüsüzlü�e tah ammül edemeyen bir ölçüsüzlü�ün ölçüsü
belki de hiç düşünülmemiştir.

Bu sadece Aydınlanma' nın düşüncesi değildi; bu, aynı zamanda


devlet memuriyetindeki soyluların ya da genel olarak soyluların
bağımsız düşünen bir üyesinin özgürlük anlayışına ilişkin ifade­
siydi.
3. Ruhhan Sınıfı

Rahipler, yani ruhhan sınıfı temel olarak dünya düzeninin ilk


zümresi dir. Oysa - Katalik rahiplerinin tabi olduklan evlenme
yasağı sonucunda - diğer zümrelerden oluşmak zorunda kaldığı
için, bu zümre düzeni çerçevesinden çıkmıştır. Gerek soylular,
gerekse burjuva ve köylü sınıfı, ruhhan sınıfının oluşumu için din­
sel zümrede, dindışı zümre düzeninin yeniden yansımasma çaba
harcıyorlardı. Bunun dışında ruhhan sınıfı Reform'dan bu yana
birçok konuda birbirinden aynlan, bununla birlikte ortak özellik­
ler de gösteren Katalik ve Protestan gruplara aynlmaktaydı.
Ruhhan sınıfı, her zaman siyasal dünyanın içine yerleşmişti.
Bu, hala var oldukları ölçüde sabit yerleriyle parlamentolarda
kendini göstermektedir. Alman Reiclıstag'ının ruhhan sınıfına ait
koltuklan piskopos ve manastır başrahiple riyle doluydu; durum,
imparatorluk çevrelerinde de aynıydı. Fransız zümreleri, ikinci
derecedeki sınıfı oluşturan rahiplerin etkinliğini taşra parlamen­
tolarında da tanımaktaydılar. İngiliz Lordlar Kamarası, ruhani
ve cismani lordlardan oluşuyordu, bir başka deyişle burada An­
glikan piskoposlannın vekilieri bulunmaktaydı. İster Katalik is­
ter Protestan olsun, her devletin toplum düzeni içinde belirli bir
yere sahip olan bir kilisesi vardı. Kilise her yerde sıkı bir biçim­
de örgütlenmişti; Kalvenci - Zwinglici reform kilisesi yandaşlan
bile, kilise cemaati başkanlığında piskopos benzeri bir yöneticiyi
tanımaktaydılar.
Reform'da değişikliğe uğramayan kilise vakfından sağlanan
gelirin parasal güvencesiyle her köyün bir papaz konutu ve bir
kilisesi vardı. Papazlar eskisi gibi cemaatlerinin koyun çobanı
olarak görülüyor, inanç sahipleri ve inançsıziarı denetliyorlardı.
Kiliseye gitmek, doğal bir görevdi. Okullar ve sosyal yardım, kö­
yün din adamının denetimi altındaydı. En aşağıdaki merci ola­
rak dinsel ahlak ve yargıyı sunmaktaydı. Her ne kadar çoğu kez
Ruhhan Smıfı 41

köy meyhanesi ya da soylulann konutlanyla rekabet etse de, kili­


se her iki tarafta da köyün merkeziydi. ikametgahların çeşitli ki­
lise cemaatlerindeki düzeni, kentlerde de yineleniyordu.
Din adamı, taşra çevrelerinde çoğunlukla tek aydındı. ilahi­
yat öğrenimi eskisi gibi ilk sırada yer aldığından, din adamları
eğitimin asıl desteğini oluşturuyorlardı; hukukçular az, hekimler
daha da azdı - sonuncular henüz bugünkü gibi görülmüyorlardı.
İlahiyatçılar orta ve yüksek okullarda öğretmenlik yapıyor, sade­
ce dinsel sınıfı değil, öğretmen sınıfını da ol uşturuyorlardı.
Birçok yapı her iki mezhepte benzer olsa da, Avrupa'nın
mezhepleşmesi yine de büyük farklılıklar yaratmıştı. Bu farklılık­
lar özellikle 17. yüzyılda vurgulanrnıştı; ancak mezhepleşme 18.
yüzyılda da halk arasında demir atmıştı. " Papacılar" ve "sapkın­
lar" eskisi gibi karşılıklı küçümseme içinde birbirlerine düşman­
dılar.
Birarada yaşamak zorunda kaldıkları yerlerde - Almanya, İs­
viçre ve 1685'e kadar Fransa gibi eşitlik ilkesine dayanan ülke­
lerde - örneğin köy kilisesine ikinci bir vaftiz suyu kabı ya da
ikinci bir kürsü yerleştirilerek, can sıkıcı durumun sürekli olarak
Protestanların gözünün önünde olmaması için Katalik korosunu
bir perdeyle cemaat odasından, vaaz salonundan ayırarak, tam
zamanında ve düzenli biçimde çan çalarak, mezarlığı ince bir ti­
tizlikle ikiye bölerek az çok Hristiyanca çözümler bulunana ka­
dar bir yığın yerel anlaşmazlık ortaya çıkıyordu.
Voltaire 17. yüzyıl Fransası' ndaki durumu şöyle betimlemek­
tedir:

Krallık Konseyi, köylerde her iki mezhebin u�runda savaştı�ı me­


zarlıklarla ilgili olarak öncelikle Kaıoliklere ait topraklarda bir re­
form kilisesi yapısı için, okuUar için, söz konusu egemenlik sahiple­
rinin hakları için, cenazeler için, çan sesleri için müzakereler çıkar­
9
malıydı; Protestanlar davalarını çok ender olarak kazanmışlardı.

XIV. Louis, bu duruma 1685'te Fransız Protestanlığının etki ve


heyecan uyandırmış kitlesel ilticalarına yol açan Nantes koruma
42 Degişen Tapiımı

fermanını feshederek bir son vermiştir. Savoie dükleri tarafın­


dan Valdoculann* sınırdışı edilmesi de buna koşut olarak ger­
çekleşmiştir. Mülıeciler Protestan komşu ülkelere, özellikle de
'Jelirli Alman prensiikierine sığınmışlardı; öyle ki Erlangen'da
Fransız Protestanlarının bulunduğu bir semt ve Hessen'de ticari
bir yerleşim birimi olan Karlshafen, onlar için kurulmuştu. Bu­
nun yakınlarında Landgraf, Gewissennılı (Temiz Vicdan) ve
Göttstreu (Tanrı'ya İman) adlı iki Valdo köyü kurmuştu. Diğer
Valdo yerleşimleri Würllemberg' de bulunmaktaydı.
Protestanlar 1 7 1 1 'de Polanya'dan sürülmüşkrdi. Heyecan
uyandıran son bir sınır dışı edilme olayı, I 732'dc Salzburg Baş­
piskoposluğu'nda Lulherci kalan Pinz ve Pongau'da gerçekleş­
mişti. Yaklaşık olarak 14.000 Salzburglu Protestan, öncelikle
Prusya Kralı tarafından Doğu Prusya' ya ycrlcşlirilmişli. Bir kıs­
mı, Hristiyan Bilgisini İlerietme Cemiyeli' nin çağrısı üzerine de­
nizaşırı İngiliz kolonisi Georgia'ya göçmüştü. Elbette Piemon­
te'de olduğu gibi Fransa'da da her türlü kovuşlurmaya karşın
Protestanlar kalmıştı ve bunlar gizliden gizliyc "Çöl Kilisesi" ve
"Alpl er İsrail'i" olarak yeniden örgülleniyorlardı. Papazları
Bern kantonundaki Lozan'da yetişiyordu. Fransa'da yüzyıl ortala­
rından başlayarak onlara karşı gittikçe daha hoşgörülü davranı­
lır olmuştu; 1781'dc II. Joseph ünlü hoşgörü yasasını çıkarmış ve
böylece Katalik olmayan tüm gruplar sığınaklarından dışarı çık­
mıştı. Bunun hemen ardından Viyana'da bir Lulherci kilise ve
bir reform kilisesi kurulmuştu.
İngiltere Krallığı'nın Kalalik İrlandalılara yaptığı baskı, Ka­
loliklerin bu kovuşturma dalgalarının bir eşidir. İ rlanda, Protes­
tanlaşmaya karşı büyük ölçüde direnmişti. 17. yüzyılda giderek
daha da serlleşmişli; çünkü İrlanda, İngiltere'deki tüm yeniden
Katolikleşme çabalarına destck olmaktaydı. 1 691 'de l l l . Willi­
am tarafından vaat edilen inanç özgürlüğü suya düşmüşlü. Kato­
lik okullar, Katalik mezhebine göre yapılan dersler ve yurtdışın-

Va/doculuk: 12. yüzyılda Petrus Waldus"un kurdu�u Kalvenci tarikat. ( ç. n. )


Rulıban Smıfı 43

da okula gitmek yasaklanmıştı. Hükümler ancak yüzyıl sonuna


doğru gevşeme ye başlamıştı: ı 778' de sadece kullanma hakkının
veraset konusu olduğu taşınrnaz malların mülkiyetine izin veril­
miş, ı783'te Katalik mezhebine göre ibadet hakkı geri verilmiş
ve Anglikan mezhebine göre ibadete katılma baskısı kaldınlmış­
tı. Ancak bu arada ülkenin kuzeydoğusu - Ulster - Proıestanlaş­
tırılmış ve böylece adanın geleceği üzerine büyük bir ipotek kon­
muştu.

Kato/ik Din Adamlan

Latin Amerika'daki büyük sömürgeleriyle İspanya ve Portekiz,


tüm İtalyan monarşi ve cumhuriyetleri, Fransa, Eski Avusturya
ve Polanya Krallığı hep birlikte Batı Katolik kilisesine bağlı ül­
keleri oluşturuyorlardı. Alman İ mparatorluğu' nda Ba"-ycra elek­
tör prensliği, Main ve Ren'deki piskoposluk daireleri ve özellik­
le de güneydeki birçok küçük hükümdarlık Katalik mezhebin­
dendi. Kantonların büyük bir çoğunluğunun - gerçekte daha kü­
çük ve ekonomik yönden daha güçsüz olanları n - hep birlikte
Katalik olduğu İsviçre de buna benzer renkli bir görünüm sunu­
yordu. Bu, Katalik Avrupa'ydı. Burada ilk Hristiyanlaşmadan bu
yana var olan en eski gelenek bilinçli olarak sürdürülmekteydi.
Aziziere eskisi gibi içtenlikle saygı gösteriliyordu. Senedikten
manastırlan Ortaçağ kültürünü yansıtıyor, şövalye tarikatlarının
şatoları Haçlı Seferleri'ni, Fransisken ve Oorniniken manastırla­
rıysa Geç Ortaçağ kentlerindeki sosyal yardım çalışmalarını
anımsatıyordu. Gerçekte Kapuçin tarikatı rahipleri köylü halka,
Cizvitlcr de kültürlü insanlara yeni bir soluk getirmiş, romantik
ve gotik üsluptaki pek çok kilise yerini barak üsluptaki kiJiselere
bırakmış ya da en azından üslup bakımından değişime uğramış­
tı. Bu, Kataliklik doğrultusunda yeni bir yönelimin dış kanıtıydı.
Ortaçağ'ın sonbaharındaki gevşek, göreec özgür ve oldukça
renkli dünyanın yerini daha katı, daha tek yönlü bir dünya almış­
tı. Ancak İskandinavya, Almanya ve İsviçre'nin bir kısmıyla İn-
44 Değişen Topfıını

giltere'nin tümü ve bununla birlikte kilisenin " halk psikolojisi"


yönünden büyük bir olasılıkla daha farklı olan belirli bir bölümü
kaybedilmişti. Fransız Protestaniarına yapılan haskılara karşın
Fransa' da Protestanların hala varlığını sürdürmesi, böylesine ke­
sin olan Fransız Aydınlanma hareketinde kendini gösteriyor ol­
malıydı!
iki İskandinav kralı, İngiltere ve Prusya krallan dışında kral ­
l arı n tümü Katolik mezhebindendi . Ancak tam da bu krallar, yö­
neti m yeri hala Roma olan kiliseyi sıkıntıya sokuyorlardı. Hü­
kümdarlar uzun zamandır istemeyerek Roma'ya itaat ediyorlar­
dı ve zamanla çeşitli imtiyazlar kazanmayı başarmışlardı. Ge rçi
Treoto Konsili'nde (ı563) Papa'ya ve papalık yönetimine eski
iktidarı geri verilmeye, piskoposlar disiplin altına alınmaya çalı­
şılmıştı; her yerde papalık yönetimine karşı oldukça itaatkar din
adamları kullanılıyordu. Ancak henüz ı 7. yüzyılda öncelikle
Fransa'da, Roma yasalarım halka bildirmeden önce sınama eği­
limi belirmişti . ıs. yüzyılda Lati n monarşileri de giderek bağım­
sızlaşmaya başlamışlardı. Hemen hemen tümü papalık yönetimi
karşıtı bilinçli bir süreç geçirmişti . Portekiz'de ilk olarak Pom­
bal, İspanya'da Aranda, İki Sicilya Krallığı'nda Tanucci olmak
üzere bazı bakanlar özellikle okulları kilisenin elinden almaya,
din adamlığı eğitimini denetlerneye ve aynca kiliseye ait malla­
rı sonunda devlet denetimi altına sokmaya çalışıyorlardı. Sonuç­
la M aria Theresia ll Joseph yönetimindeki Avusturya ve geniş
bir alana yayılmış olan bağımlı bölgeleri de bundan etkilenrniş­
ti. ll. Joseph sadece ı 781 'de hoşgörü yasası m çıkarınakla kalma­
mış, aynı zamanda gayretli ve itaatkar piskoposlann yardımıyla
Katolik Kilisesi 'ni devlet kıskacına al maya da çalışmıştı. Söz ko­
nusu olan, Protestan prensierin 250 yıl önce başlattıkları ve her
şeyden önce "işe yaramayan" manastırların feshedilmesiyle ken­
dini gösteren hareketin yinelenmesinden başka bir şey değildi.
Her ne kadar papalık yönetimi karşıtı bu hareketlerde devle­
tin kiliseyi kıskacına al mak istemesi söz konusuysa da, kilisenin
geleneksel yapısı dokunulmaz olarak kalmıştı. Buna göre Kato­
lik Kilisesi, bütün yüzyıl boyunca tümüyle bir önceki yüzyıldaki
gibi bir görünüm sunmuştu.
Rulıbcuı Sınıfı 45

Hiçbir tarikata bağlı olmayan Katalik din görevlilerinin en


alt basamağında köylerdeki papazlık ya da papaz yardımcılığı
makamında çalışan din adamları bulunmaktaydı. Deyim yerin­
deyse bu aşağı ruhhan sırufı çoğunlukla köy kökenliydi ve işte
tam da bu nedenle halka oldukça bağlıydı. Eğitimini piskopos­
luk dairelerinin din adamı yetiştirme merkezinde alıyordu. Birin­
cil görevi değişmeksizin ibadetti, bir başka deyişle günah çıkar­
marun önemli bir rol oynadığı Tanrı yolunu bulmak için dinsel
yol göstermeye bağlı olarak ayin yapmaktı. Latince ayin usulün­
de yetkinlik, entelektüel eğitimden daha önemliydi ve gerek kül­
türlü din adamları, gerekse ruhhan sırufından olmayanlar bunun
eksikliğinden yakınıyorlardı. Fransız Katoliği Charles Peguy,
yüzyılımızın başında bizzat şöyle demiştir: " Yahudiler üç bin yıl­
dan bu yana, Protestanlar dört yüz yıldan bu yana okuyorlar, ben­
se ancak büyükannemden bu yana." Bu acı saptama, köylü halk
ve kentlerdeki alt tabakalar için geçerlidir. Yüksek ruhhan sıru­
fında durum daha farklıdır.
Yüksek ruhhan sınıfı - piskoposlar, piskoposluk sarayındaki
ya da kentlerin kilise vakıflanndaki din adamları, kentlerde mer­
kez kiliselerdeki ya da hükümdarlık sarayındaki din adamları ­
daha iyi bir düzeyde olmak zorundaydılar. Bu yüzyıl kültürlü ve
akıllı abbe'lerle* doluydu; Fransız, İspanyol ve İtalyan yazımnın
önemli bir bölümü din adamlarınca yazılmıştı. Örneğin Abbe
Nollet, Paris'teki en iyi fizik öğretmeni sayılıyordu. Abbe
Mably, Fransız Devrimi'nin hazırlığında büyük bir önem taşımış
olması gereken devlet ve ahlak felsefesine ilişkin yapıtları kale­
me almıştı. Bu kültürlü ruhhan sınıfı, kent burjuva sınıfı ve soyl u­
lardan oluşmaktaydı. Buna ek olarak Almanya'da piskoposluk
daireleri, hala ruhani ve dünyevi egemenliğin çifte karakterini
ta�ıyorlardı. Piskoposluk ruhani daireleri içinde - ve bazen de
buranın dışında - eski zamanlardan bu yana Mainz, Köln ve Tri­
er seçmen başpiskoposlanrun durumunda, ayrıca Lüttich, Mün-

A bbe: Başkeşiş ( ç. n. )
46 Değişen Toplum

ster, Würzburg, Bamberg ve Salzburg' da orta derecedeki bir Al­


man prensliğinin, örneğin Kurpfalz ya da WürUemberg'in, niceli­
ğine sahip olan hükümdarlara özgü bir egemenliği ellerinde bu­
lunduruyorlardı. Örneğin Salzbuig Başpiskoposu Viyana'ya giui­
�inde, hükümdarlara özgü bir egemenliğin ihtişamıyla yolculuk
etmekteydi. "Yanında sadece kişisel hizmetkarlan değil, aynı za­
manda mabeyincileri, saray danışmanı, dinsel konulardaki danış­
manı da bulunuyordu; ayrıca ke ndi mutfak ekibi ve tatlıcısı da
unutulmamalıdır. Bunun dışında küçük bir müzik grubu da mai­
yete dahildi.'' ı o
Viyana'daki papalık elçisi - Jansenci inanca bağlı Domenico
Passionei - bir zamanlar Viyana' da "Episcopi Germaniae non
sunt episcopi, sunt Domini" (Alman piskoposları piskopos değil,
prenstir) de mişti. Bu sözler, Konstanz Kardinali ve Başpiskopo­
su Franz Konrad Kasimir von Rodt - Bussmannshausen'ı kendi
köylerinden birine bağlı bir din görevlisinin aşağıdaki hetimle­
mesine uymaktadır:

Bu yüksek rütbeli din adamı, ahiakın geniş bilgilili�i ve kutsallı�ıyla


oldu�undan ziyade yüksek makamı, do�uştan kibirsizli�i ve iri göv­
desiyle saygınlık kazanmıştı. .. kendinden öncekiler gibi o da pisko­
posluk dairesini, ziyareti hiç de alışılmışın dışında olmayan pisko­
pos yardımcısının kişili�inde denetHyordu ... körü körüne bir saygı
duydu�u C izvitlerin ço�unluk.la kendisini yönetmelerine ve kendisi­
ne yol göstermelerine izin veriyordu, öyle ki bu tarikatın feshedil­
mesine ilişkin mühürlü belge o n a takdim edildi�i için, Roma'dan
nasıl kaba bir ihtar almışsa, sofrada ikinci kez aynı şekilde bir köşe­
ye atılmıştı. Görülmemiş bir av meraklısıydı: Çok sayıda avcıya ve
av köpe�ine b akıyor, arka tarafına avianmış bir gcyi�in ba�landı�ı
bir faytonda Konstanz kentinin caddelerinden ve aç vatandaşları­
nın arasından geçerek zaferle piskoposluk merkezi M eersburg'a gi­
diyordu ... Astiarına papalı�a özgü terle sırılsıklam oldu�unu gös­
terseydi ve yoksullar da onun h ükümdarlara özgü gösterişinin ku­
rumundansa gere�in den çok olan gelirini elde etselerdi, hatırası
"
ne ola�anüstü olurd u .

Gerçekte burada taslağı çizilen papalığa özgü ideale yaklaşan


Rulıhan Smıfı 47

piskoposlar da vardı. XVI. Louis'ye kafa tutan ve Katalik bir re­


form hareketinin başında bulunan Fransız piskopos Fenelon, bu­
rada hepsi için örnekti. Münster Papaz Genel Vekili Franz Fri­
edrich Wilhelm von Fürstenberg ya da Mainz Elektö�ü ve Baş­
piskoposu Emmerich J oseph von Breidbach - Dürresheim gibi
kendilerini tebaasının daha iyi bir duruma gelmesine istekle ada­
yan ya da bağlı bulundukları piskoposluk dairelerinin dinsel dü­
zeyinin ilerlemesi için çok şey yapan piskoposlar vardı. Dindışı
hükümdarlıklarla karşılaştırıldığında, dinsel olanların durumu
genel olarak hiç de kötü değildi.
Ancak . . . swıt donıini sözü, sadece Alman piskoposları için
geçerli değildi. Gerçi örneğin Fransız piskoposları siyasal ege­
menliğe sahip değillerdi; fakat yine de ı 785'te zamanın en ünlü
mücevher parçasının kraliçe M a ri c - Antanielle için alınması ve
ona armağan edilmesi yüzünden Fransa ' nın en utanç verici sa­
ray skandallanndan biri olan G e rdanlık Skandalı'nın gerçekleş­
mesine yol açan süs meraklısı Strasburg Piskoposu Prens - Kardi­
nal Louis Rene von Rohan gibi büyük efendiler olabiliyorlardı.
Böylesi din adamlarının yaşamlarının temeli, Fransız Devrimi'­
nin, sonunda ı 793/94'te kilise ve Hristiyanlığı feshederek gider­
diği ölkeydi.
Yüksek ruhhan sınıfına mensup bu din adamları, düpedüz,
rastlantııun dinsel bir kılığa soktuğu, tıpkı kardeşleri ve kuzenle­
ri gibi sosyal sınıflarına uygun bir yaşam sürmek isteyen ve kili­
seye özgü sorumluluklarıyla çoğu kez zerre kadar i lgilenmeyen
soylulardı. Kiliseye ait yüksek makamlar, belirli ailelerin arpa­
Iıkiarına dönüşmüştü. Çok sayıdaki çocuklarının gereksinimleri­
ni bınalardan karşılıyor ve aile siyasetine ilişkin etkilerini bura­
larda genişletiyorlardı.
Önceleri piskoposluk dairesinin yönetimi için düşünülen, an­
cak şimdi iyi gelirli ;,sıl arpalıkları oluşturan din danışmanlığına
giriş için 17. yüzyıldan bu yana imparatorlukta artık sadece dört
soylu alanın, yani büyükanne ve büyükbabaların soyluluğunun,
eski ve basit ı,ısulle tescil edilmesi istenmiyordu; aksine bu, ı 6
alaya, yani büYükanne ve büyükbabaların anne ve babalarına ka-
48 Değişen Toplum

dar ve ara sıra da 32 ataya kadar çıkmıştı. Bazı başpiskoposlann


aile geleneğini bilmesi, başan sağlıyordu.
Hiçbir tarikata bağlı olmayan din görevlilerine karşılık ola­
rak bir de, manastırlarda çoğu kez soylu başrahip ve başrahibele­
riylc -Aimanya'da sıklıkla imparatorluğun belirlediği sınıfsal
derecelere göre - değişik tarikatiara özgü kurallann daha katı
biçi mlerinden, değişik gelenek ve sosyal değerlerden gelen, de­
ğişik kökenli keşiş ve rahibeleriyle tarikata bağlı din görevlileri
vardı. Karşı Reform'la birlikte manastırlann eski yapısı üzerine ,
Kapuçin manastıdan ve Cizvit kurul lannın sıkı örülü ağı atılmış­
tı. Bunların yanı sıra öncelikle Katolik inançlarına göre belirlen­
miş barok üsluptaki doğru yolun sıkı disiplinine hizmet eden Sa­
lezyon tarikatı rahibeleri, Kapuçin tarikatı rahibeleri, Eudesçi­
ler, vb gibi daha yeni tarikatlar da vardı. Üyelerinin üçüncü ve o
kadar da bağlayıcı olmayan bir kurala göre yaşadığı ruhban ol­
mayan Tersiyer Tarikatı'mn kendinden geçme ayinleri, bazı soy­
lulann şatosunda bulunan işkence aletleri içsel dindarlığın önce­
likle kadınlarda 18. yüzyılda ölmediğini göste rmektedir. Kadın­
lar için basit bir eğitimi Azize Ursula tarikatı veriyordu. Köy kö­
kenli, kaba Kapuçin tarikatı rahipleri, eskisi gibi taşralı çevreler­
de ya da kentli alt tabakalarda sade ve halka bağlı bir biçimde
hiçbir tarikata mensup olmayan din görevlileri için uygun yar­
dım olarak faaliyet gösteriyorla rdı. Ancak hala orta ve yüksek
okullan yöneten zarif ve kültürlü Cizvitlerin elinden yüzyılın
içinde güvenle sahip olduklan zemin alınmıştı; Papa 1773'te ta­
rikatın zaten bazı devletle rde ge rçekleştiği gibi olan feshedilme­
sini kararlaştırmıştı. Hiç şüphesiz bu, Katolik devletlerde Aydın­
lanma'nın geçici zaferi anlamına gelmekteydi. Bir Papa'ya - is­
temlerine karşı olsa da - papalık yönetimine verdiği desteği çek­
mesi için Katolik hükümdarlar tarafından baskı yapılabilmesi,
bu yüzyılda pa paların konumunun ne denli güçsüzleştiğini göster­
mektedir. Soylu ailelerden gelen bu sekiz İtalyan, papalık yöne­
timi karşıtı hareketlere boşu boşuna karşı koymaya çalışmışlar­
dır. Krallar onlarla saygılı bir ilişki içine giriyor, ancak papalık
yönetimi karşıtı bakanlannın ke ndilerine önerdikleri şeyi yapı-
Ruhbcuı Sınıfı 49

yorlardı. Bir tek XIV. Benedictus (1740 -58) dışında papalar, ya­
zınsal - bilimsel dünya tarafından da pek ciddiye alınmıyorlardı.
Papa, kendisine kilise devleti adını ve ren ve hükümdan da kili­
seye ait en yüksek unvaru taşıyan, kötü yönetilen, köhnemiş bir
dinsel prenslikteki İtalyan bir prensten başka bir şey değildi. Na­
poleon önce ihtiyar Papa VI. Pius'u, ardından da hale fi VII. Pi­
us'u cezalandırmaksızın Roma' dan sürdürdüğünde ve onlara sür­
güne gönderilen tutuklular gibi davranabildiğinde, en düşük nok­
taya ulaşmıştı.

Praestan Din Adamlan

Yapısal olarak dışanya kapalı Katalikliğin karşısında üç ana


mezhep grubuna ayrılan farklı, Protestan bir dünya bulunuyordu.
Luthe rci grup birçok Alman prensliğini ve imparatorluk kentini,
özellikle de daha büyük ülkeler olarak topluca Prusya Krallı­
ğı'nı, Saksonya ve Hannaver elektör prensliklerini ve Württem­
berg Düklüğü' nün; ardından iki kuzey krallığı olan, Norveç' le
Danimarka'yı ve Finlandiya'yla İsve ç'i ve son olarak da Rusya
tarafından yönetilen Baltık Bölgesi'ni, Estonya, Livonya ve Kur­
zeme'yi kuşatmaktaydı. Buna ek olarak Fransa' nın egemenliği
altındaki Alsace ve M acaristan Krallığı' ndaki azınlıklar da var­
dı.
İsviçre'nin büyük bir çoğunluğu, Ce nevre Cumhuriyeti ve Fe­
lemenk Cumhuriyeti - ve onunla birlikte sömürgeleri, özellikle
Güney Afrika - reformcu gruptan, bir başka deyişle Zwingli­
ci -Kalvenci mezheptendi. Bunların yanına Kurpfalz ve Hes­
sen - Nassau gibi bazı Batı Alman prenslikleri, ayrıca İskoçya
Krallığı'nda çoğunluğu, İngiltcre'deyse azınlığı oluşturan Presbi­
teryenler katılmaktaydı. Fransız Protestanlığının geri kalan bölü­
mü Fransa'da, özellikle de Güney Fransa' da bulunmaktaydı. Pi­
emonte'deki bazı Alp vadilerinde barınmaya devam eden Valdo­
culara 18. yüzyılda devlet tarafından tahammül göste riliyordu.
Vaktiyle Osmanlı egemenliğindeki Macaristan'da nüfusun çoğu
50 Değişen Toplum

Kalvcnciydi. Bu mezhep grubunda reformdan geçmiş devlet di­


niylc bağımsız devletler ve reformcuların azınlık durumunu aldı­
ğı devletler birbirini dengelemektcydi. G öç nedeniyle Kuzey
Amerika'daki yerleşimierin büyük bir bölümü Kalvenciliktcn et­
kilcnmişti; bununla birlikte Kalvenciler sadece bazı yerlerde
- özellikle Massachusctts'ta - her şeyi tek başlarına belirliyorlar­
dı.
Devlet kilisesinin üçüncü grubunu - İngiltere'de devlet kilise­
si, İrla nda'da gerçekte çok güç durumda, İskoçya' daysa azınlık­
ta olan - Anglikanlar oluşturmaktaydı. Anglikanlara elbette İn­
giliz kolonilcrinde de rastlanmaktaydı.
Reform bilindiği üzere, Reform'un devlet kiliselerinde bulun­
mayan daha radikal gruplarının küçük parçalara ayrılmasına yol
açmıştı. Bazı ülkelerde - örneğin İsviçre' de - hala Anabaptist­
lc r* vardı; ancak belirli aralıklarla kovuşturuluyorlardı. Sadeec
Fclcmenk ve İ ngiltere'de böyle nıezlıep/erc yavaş yavaş taham­
mül gelişti. Avrupa' nın geri kalanında böyle bir şey olanaksızsa
da, devletten bağımsız kiJiselerin Amerikan sistemine giderek
damgasını vurduğu İngiliz kolonilcrinde olasıydı. Her ne kadar
bunlar din ve toplum tarihinde önemli bir yer tutsalar da, 18.
yüzyıl Avrupası' ndan hala toplumla bütünlcşmcmiş, küçük grup­
lardı. 1 9 . yüzyılın geç dönemlerine kadar toplumsal olarak salt
devlet kil isesi gcçcrliydi ve burada da yalnızca üç olasılık vardı:
Luthcrci, reformcu ya da Anglikan.
Her ne kadar Reform Dönemi'nde ve özellikle de bağnaz
17. yüzyılda bu üç grup arasındaki dogmatik farklılıklar vurgu­
lanmış ve Romalı ortak düşmandan olduğu gibi karşılıklı olarak
birbirinden nefret edilmiş olsa da, bu üç grup bazı noktalarda
benzeşmektcdir.
Bu gruplar ulusal kilise biçiminde örgütlcnmişlerdi. Söz ko­
nusu devlet - cumhuriyet ya da prenslik olması o kadar önemli

• Anabaptist/cr. 16. yüzyılda. küçük çocuklara uygulanan vanizin her türlü kulsayıcı değc­
rini yadsıyan ve din bilincine varını§ yeti§ıdnlcrin yeniden vafliz edilmeleri (genellik­
le suya sokularak) gerektiğini ileri süren 1-Irisliyanlara ve tarikalianna verilen ad
(ç. n. ) .
Rulıban Smıfı 51

değil - ve Hristiyan hükümet makamlan olarak söz konusu hükü­


met makamları, aynı zamanda kiliseye karşı da sorumluydular.
Katalik kilisesinin devlete karşı özgürlüğü, pa palarının bağımsız­
lığı böylece ortadan kalkmış oluyordu. Din adamlan devlet gö­
revlilerinin bir parçası, hükümet makamlarının uzatılmış bir ko­
luydu. Hükümdarlığa ilişkin kararnameler, kilise kürsüsünden
duyuruluyordu. Din adamları elbette özel bir sta tüye, devlet için­
de büyük bir sorumluluk ve e tkiye sa hipti.
Papazlar çok büyük ayıncı özellikleri olan bir zümreydi. Ör­
gütlcnmişlcrdi ve kendilerine ait bir yönetime sahiptiler. Pisko­
posluğa özgü Katalik düzen, Angl ikanlıkta da sürdürülmekteydi.
Luthereilerde Protestan başpapazları ve yönetim dairelerini, re­
formcularda da başpapazları (antistes) ve kent papazları meclis­
lerini, bazı ülkelerde de - açıkça, örneğin Graubünden Cumhu­
riyeti ve Neuenburg (Neuchatc l) Prensliği' nde - zümre toplantı­
sı olarak bütün papazların ruhani meclislerini görmekteyiz. Ma­
nastırlar ve benzeri kurumlar ortadan kalktığı, din adamlarının
sayısı etkili bir biçimde azaldığı için bütün sorumluluk tek başı­
na papazın omuzlarına binmişti. G örevi vaaz vermek, bir başka
deyişle Kutsal Metinler'in tefsiri şeklinde metin açıklamaktı. Zo­
runlu Kateşizm dersleri, ilköğretim okullarının sıkılaştırılmasına
yol açmıştı; aynı zamanda bu dersler okur-yazar olmamaya karşı
200 yıldan bu yana sürdürülen savaşın da bir pa rçasıydı. Yoksul­
lara yapılan ve yeniden düzenlenen yardımla - sadece layık yok­
sııliara - yeni bir iş ahlakına uyulmaktaydı. Eski dinsel mahke­
meler, reform her papazlık bölgesindeki ahlak mahkemesinin
özel biçimini almıştı. Ruhhan sınıfından olmayanlar yoğun bir şe­
kilde buraya başvuruyorlardı; çünkü bu mahkemeler cemaat ile­
ri gelenlerinden oluşuyordu ve papaz sadeec üye olarak burada
bulunuyordu. Tüm sistem, entelektüel öğretime ve özel amaçlı
eğitime uygun duruma sokulmuştu. Pedagojİk itkileriyle birlikte
tüm bunlar 18. yüzyılda zahmetsizce yapılabiliyor ve pekiştirile­
bil iyordu.
Kataliklerde olduğu gibi, öğretmenlik yine din adamlarının
52 Değişen Toplum

clindcydi - ancak devlete ait okul sisteminde uluslararası ölçek­


tc izi sürülen Cizvillcrden daha güçlü bir şekilde yerleşmişlerdi.
,Eğit imde ağırlık Latin, Yunan ve İbrani filolojilerinde, bir
ba�ka deyişle Kitabı Mukaddes dillerindeydi. Liturji güçlü bir şe­
kilde aza ldığından, bilimsel öğrenim için daha fazla enerji har­
r;ınahiliyordu. Katalik eğilim ile birlikte genel, hümanist bir te­
md kalmıştı.
Din adamlarının 16. yüzyılda kısmen hala köy olan sosyal kö­
keni, giderek kenlleşmeye ve burjuvalaşmaya başlamıştı. Dinsel
meslek, zanaatkarların küçük burjuvalıktan terfi ettikleri bir
mcslekti. Kısa bir süre sonra gerçek papazlık hanedanları oluş­
muştu. Protestan ruhhan sınıfı, söz konusu memleketin bilgili
yüksek tabakasıydı. İlahiyatçılar sadece din adamı olarak değil,
aynı zamanda aydın olarak da saygı görüyorlardı. Kalalik geçmi­
şinden ötürü ihtiyatlı olarak sürdürülen dinsel makamlar, az çok
yelerli bir geçim ve enteleklüel çalışma için yelerli boş zaman
sağlıyorlardı.
Protestan kiliseleri - Karşı Reform'un Katalik din adamları
için daha da artırdığı - evlenme yasağı baskısını bilinçli olarak
ortadan kaldırdıklarında n, yeni bir sosyal kurum olan " Protestan
papaz konulu"nu, bir başka deyişle burjuva tarzının 16. yüzyılda
bir yenilik olarak gelişen, 17. yüzyılda sağlamlaşan ve 18. yüzyıl­
da da en parlak dönemini yaşayan bir örnek ailc yi, yani papaz
eşi ve papaz çocuklarıyla papaz ailesini yaratmıştı. Burada özel­
likle kadın için yeni bir konum yaratılmıştı; çünkü kadının, pa­
pazlık cemaali içinde dünyevi erdemierin örneğini oluşlurması
gerekiyordu. Çoğu kez kendisi de bir papaz konutundan gelen
papaz eşi, dengi bir eş olmalıydı. Her zaman birkaç yüz kişi ba­
şına, bir sürü çocuğuyla bir papaz ailesi düşüyordu,. Bu çocuklar­
dan en aLından bir tanesi, çoğunlukla yine pa paLlık mesleğini se­
çiyordu; kız çocuklarıysa papazlarla cvlcnebilirlcrdi. Böylece cn­
teleklüel bir miras, kuşaktan kuşağa aktarılıyordu. Daha önce
adı geçen papazlık hanedanları, bütün Protestan memleketler
için tipik bir olgudur. Yaşam tarzı ülkeden ülkeye farklılaşmak­
laydı. İngiltere'de Anglikan din adamları, çoğunlukla ge1ıtry ilc
Ruhhan Smıfı 53

kaynaşmıştı. Fransa'da 1695'te tasfiye edilen Protestan papazlık


zümresi, büyük buıj uva bir görünüme sahipti. İsviçre'de bu yapı,
özellikle başkent çevreleri ve kentin ileri gelenleriyle olatı rast­
lantısal ilişkilerle kentsel - burj uva çevretere dayanıyordu. Res­
ml görevli tipine Lutherci eğilimdekilerin daha yakın olduğu ve
her ne kadar sadece rastlantısal olarak soylutarla evienseler de
saray vaizleri ile Protestan başpapaztarının soylutarla toplumsal
bağlantı içinde bulunduğu Alma nya ve İskandinavya'da da ben­
zer bir durum yaşanıyordu.
Uzak ülkelerde açlık çeken papazlık görev bölgelerinin bu­
lunduğu ve papaz vekilliği döneminin soyluların yanında ya da
Latince ' ni n ana ders olarak okutulduğu okullarda çoğu kez sade
ve eziyc tli bir çömezl ikle uzun, sıkıntılı bir yol olduğu da elbette
unutulmamalıdır. Tanrı'nın sözüne dayandırılan bağımsızlığı
güçlü biçimde savunmaktansa, yöneticilere boyun eğilmesine şaş­
mamak gerek.
İster Cornwall ve Yorkshire arasındaki bir kontlukta, ister İs­
vcç'teki Dalerne'de, ister Brandenburg sını r beyliğinde, ister
Württemberg Düklüğü'nde, ister Waadt'taki Jura Dağlarında, is­
le r Graubünden Engadin'inde olsun; ister İngiliz, ister İsveçli, is­
ter Kuzey Almanyalı, ister Suebyalı, ister Fransız, ister
Raetia - Roman olsun, sonunda her yerde Vossens' ın Luisse' inde
idil tarzında yüceltilen ya da Goldsmith' in nezaketle espri konu­
su yapılan Wakejie/d Popazı ' nda espri konusu yapılan aynı papaz
konutu tipine rastlanır.
4. Kentli Orta Sınıf

Cımılıııriyette ve Monarşide Orta Sınıf

" Üçüncü sınıf' * kavramından insanlığın geri kalanı, bir başka de­
yişle ezici çoğunluk anlaşılmaktadır. Ancak üçüncü sınıf, uzun
zaman önce bölümlenmişti; kentlerde etkin olan buıjuvalar ve
toprağı işleyen köylüler, en azından ilk bakışta ayırt edilebiliyor­
lardı.
J erzy Wojtowicz, 18. yüzyılda kentler hakkındaki kitabında
şöyle demektedir:

Avrupa'da Aydınlanma Dönemi'nin kentleri, 18. yüzyılın ilk yarısın­


da bile hala görülen savaşlar, salgın hastalıklar ve kıtlıklar ça�ın­
dan sonra hızlı bir ilerleme evresine girmişlcrdi. Y cn.i sanayi kolla­
rının oluşumu, köylerden gelen büyük insan kitlelerinin akını, siya­
sal yaşamın ve ticaretin gelişimi - tüm bunlar, kentlerin gelişimini
teşvik ediyordu - uç noktasında 800 ila 900 bin nüfusla Londra'­
nın bulundu�u İ ngiliz kentleri, en hızlı gelişimi gösteriyordu. Dev­
rimden önce Fransa'da 1 1 75 kent vardı; bunlardan 60'ının n ü fusu
10 binden fazlaydı. En büyük k ent, 600 bin n ü fu sla Paris'ti. 160
bin n üfusuyla M adrid v e Lizbon, İ ber Yarımadası'ndaki en büyük
kentlerdi. Bunun dışında Büyük Sejm dönemindeki Varşova, Ber­
lin, Viyana, Amsterdam Avrupa'nın en büyük kentlerindendi.

Orta sınıf, daha 12. ve 13. yüzyıllarda, soyluların ve din adamla­


nnın hesaba katmalan gereken ekonomik ve siyasal bir etmen
durumuna gelmişti. Alman Reiclıstag' ında kentiilere ait koltuk­
lar ya da İngiliz Avam Kamarası'ndaki Boroııglı'lar vekilliği gi­
bi, monarşilerin parlamentolarında hala varlığını koruyan, sağ-

• Ortaçat boyunca sırasıyla üç önemli sınıf vardı: Soylular, din adamları ve kenlliler.
"Dördüncü sınır ise Fransız Devrimi'yle ortaya çıkmış olup, işçiler ve köyl üleri tem­
sil etmektedir (ç. n.).
Kentli Ona Smıf 55

lam, kentli lemsilciliklerin kökeni Geç Orlaçağ'dı. Kentler, Av­


rupa'nın sadece küçük bir kısmında bağımsız cumhuriyetiere dö­
nüşmeyi başarabilmişlerdir. 15. yüzyılda kentsel ve kırsal toplu­
lukların birliğinden dinsel ve siyasal amaçlı konfederasyonlar ve
16. yüzyılın sonunda da Birleşik Felemenk Cumhuriyeti oluşmuş­
lur. İtalyan kent hareketinden geriye şehir devleti olarak Vene­
dik, Ceneviz, Lucca ve San Marina kalmış, Ragusa 1 718'de Os­
manl ılara vergi ödemeyi bırakmıştır. Avrupa' nı n tüm diğer kent­
leri, bir ınonarşi nin ınaiyetinde bulunuyordu. En bağımsız olan­
ları, Alman imparatorluk kentleri yili. 1 803'le hala elli kent sayıl­
maktaydı. Frankfurt, Nürnberg, Augsburg ve öncelikle de Han­
sa * Birliği'ni oluşturan üç kent, Bremen, Hamburg ve Lübe _
hata önemliydi. Sonraları ve kentler Schwabisch - Hall gibi e n
azından hala gerçek b i r devlet toprağına sahip olan ya da deyim
yerindeyse, Federsee'dcki köyleşmiş Buchau gibi kentlerin karşı­
sında ağırlık kaybelmişlerdir. Örnek olarak burada el almak is­
tediğimiz Konstanz Gölü kıyısındaki Lindau gibi bir kent, orta
de receli ve hala oldukça güçlü bir pozi�yonda bulunmaktadır:
l\vusıuryalı devlet adamı Konl Karl von Zizenclorf' un 1 7fi4'le
bu kent hakkında kaleme aldığı betiınlcmeyi okuyal ı ın :

Özgür imparatorluk kenti Lindau, göldeki en e n i)i limana sah ip­


tir. Lindau, Konstanz Gölü'ndeki iki ada üzerinde bulun maktadır
Nüfusun ço�u Protestandır; bun unla birlikte orada, de�crli kadın­
larımız için Kutsal Roma-Germen İ mparatorlu�u'nun prensesi
olan manastır başrahibesinden ve yetiştirme yurdundan olanlarla
evlenebilen 1 2 soylu kadın kilise hukuku uzmanından oluşan Kata­
lik, ba�ırnsız, dindışı, aracısız bir kız yetiştirme yurdu vardır.

Kentte 500 yurttaş ve birkaç yüz bin n üfus hesap edilmektedir.


Reic/ıstag'da Schwaben grubunun imparatorluk kentleri arasında
on beşinci, Schawaben çevrelerindeki imparatorluk kentleri arasın­
daysa on ikinci sırayı almaktadır.
Lindau imparatorluk kentinin görülmeye de�er yerleri vardır. ..
Yüksek ve aşa�ı kent yönetimine ba�lı üç köy, daha küçük köyler

Jlansa: "Birlik", "grup" anlamına gelen erken dönem Yukarı Almanca sözcük; Orta·
ça�'da Almanya, İ ngiliere ve Fransa'nın kuzeyinde kurulan tücca r lar birli�i (ç.n. ) .
56 Değişen Toplum

ve şatolar bulunmaktadır; başka yerlerle birlikte dördüncü köyün


üzcrindcyse, kentin sadece aşa�ı yönetiminin otoritesi vardır.

Hcrmann Heimpel, kendi çocukluğuna bakarak bu küçük cum­


huriyetin olağanüstülüğünü şu sözlerle yazıya dökmüştür.

Lindau, küçük bir kentti; bununla birlikte kardeşi olan imparator­


luk kentleri gibi ruhsuzlaşmış ve köreimiş bir küçük kent de�di.
Göl ona genişlWn� esen�in� sınırındaki ve da� geçitlerinin etekle­
rindeki durumunu ve tarihini veriyordu . Yabancıların trafi� tahıl
ticaretinin zararını karşılıyordu. Lindau'lular yabancıları sevmedik­
lerini beUi etseler de, onlarla birlikte yaşıyorlardı. Ziyaretler çok
olurdu ve ikram zengindi. İ nsanlar kendilerini konuklarına adar,
işlerini sabahın erken saatlerind e tamamlar ve bayramlarını ö�le­
den sonra kutlarlardı. Zengin ve neşeliydiler; Pfander ve Geb­
hardsberg'de bol bol ve ölçülü şarap içerlcrdi. Kitap okundu�n­
dan daha fazla yaşanıyordu ...

Bu betimleme tümüyle, Lindau'nun henüz bir imparatorluk ken­


ti olduğu ve Bavyera hükümdanna bağlı olmadığı zamanlara
denk düşmektedir.
Mütevazı biçimi kavrayabilmek için, imparatorluk kenti Lin­
dau'yu, ona 20 kilometre uzaklıkta olan bir sonraki imparator­
luk kenti Buchhom'la karşılaştırabiliriz. Zinzendorf burada şöy­
le betimlemektedir:

Halkı Katolik Kilisesi'ne ba�lı olan Buchorn, Konstanz Gölü kıyı­


sında bir özgür imparatorluk kentidir. Yaklaşık 60 yurttaşı vardır.
Halkı, bütün Schwaben'daki en saf halk sayılmaktadır; arkaların­
dan M eissen'lı Schilda gıbi şıllık denmektedir. Kent çok yoksuldur;
ancak Bavyera tuzun u n satışları onlara bir parça kazanç sa�lamak­
tadır.

1803'te imparatorluk zümresini n tasfiyesinden sonra bu impara­


torluk kentinin, krallığa ait Württemberg'deki Friedrichsha­
fen'la birleşmesinde şaşılacak bir şey yoktur!
Ken tli Ona Sınıf 57

İngiliz borouglı 'lan, imparatorluk kentlerine benzer bağımsız


bir konuma sahipti. Burada da büyük bir eşitsizlik görülmektey­
di. Londra, dünya kentiydi ve parlamentoya ege me n olabiliyor­
du. Değerli katedral kentleri, e n azından hala bölgesel merkez­
lerdi. Ancak tümüyle köyleşmiş olan ya da eski devlet toprakla­
rında - örneğin bir çayırda ya da faaliyetle olmayan bir tuz oca­
ğında - hala parlamento üyesi atama yetkisi bulunan, ancak ar­
tık var olmayan kentler de vardı. 1832'de Reform Yasası'yla bir­
likte bu " kokuşmuş borough'lar"ın sonu gelmiş ve uzun zamandır
ilerleyen yeni kentler - örneğin Birmingham gibi - parlamento­
da yer alabilmişlerdi .
Diğer kentler sarayın egemen olduğu başkentlcr, krallığa ait
me muriyetleriyle yönetim merkezleri, garnizon kentleri, ticaret
metropolleri, bölgesel papaz merkezleri ya da geçip gitmiş bir
ihtişamın içinde neşelenilen küçük, uyuyakalmış taşra kentçikle­
riydi. Elbette bunlar, hala kendilerine ait bir kent yönetimine sa­
hiptiler. Ancak Fransa'da örneğin 1680'den bu yana kent yöneti­
cileri kent konseyleri tarafından değil, merkezi yönetim tarafın­
dan atanmaktaydı. Böylesi kentlerde öne mli olan he r şey, artık
yerel yurttaşların kentle ilgili kararianna bağlı değildi. Buralar­
da yurttaş olmakla gerçek anlamda gurur duyulmuyor, bundan
gerçek bir tat alınmıyordu; çünkü cwnhuriyetin eski büyüklük
duygusu, tarihsel bilinç yoktu ve soylular dünyası tarafından çe­
peçevre sanlmıştı.
İster cumhuriyet ister bağımlı kent olsun, nüfusun işleri ve
sosyal bileşimler benzerdi. Yurttaşla r hala, vaktiyle kentlere
damgasını vuran geleneksel zanaatlarla uğraşıyordu. Durum ve
koşullara göre ticaret, değişik de recelerde öne m taşıyabilir ve
zanaattan ticari özelliklerle birlikte sanayiye dönüşerek gelişebi­
lirdi. Yurttaşiann bir kısmı kent yönetiminde, çoğunlukla da ek
görevde, görevliydi. Din adamlan, yurttaşların hiç de önemsiz
olmayan bir kısmı, Zürich'te nüfusun altıda birini, oluşturmak­
taydı. Daha büyük kentler, birden fazla kiliseye sahipti; Katolik
Kilisesi, olağan manastıdar üzerinde hak sahibiydi: Fransisken,
Kapuçin, Dominiken, Yoksul Claris, Azize Ursula manastıdan
58 Değişen Toplum

ve Cizvitler kurulu üzerinde. Sonuncusu, Protestan kentlerinde


Latince' ni n ana ders olarak okutulduğu okulların yerini lulmak­
taydı. Bazı kentler, bir üniversitenin ya da bir yüksek okulun
merkeziydi. Böylece ruhban sımfımn yam sıra ilahiyatçılar, hu­
kukçular ve birkaç hekimden oluşan bir öğre tmenler sınıfı orta­
ya çıkmıştı. Avukatlar ve eczacılar, daha büyük kentlerin akade­
mik karaktcrini tamamlıyorlardı. Burjuvalar iyi bir öğrenim sa­
yesinde belirli bir kültüre sahipti. Çok kitap okunuyordu; dinsel
doğa a(,:ıklamalan, ahlak öğretisi ve de tüm dünyadan ilginç
olaylar üzerine kitaplar tercih ediliyordu. Siyasal görüşler, aynı
7" ınanda tarihe duyulan ilginin de çoğal masına neden olmaktay­
dı. Yönetimin çekip çcvrildiği k i':çük ya da daha büyük bir dev­
lu ... razi�i, gcncl likk kente a i tti. Vcncdik, çok üstün olmak üze­
r e cıı lıüyük devlet a razisine sa hipti: Como ( 1 ölü'ndc n Friuli'yc
kada ı wıakam, Adriyatik Ucuizi �ahil ve Balı Yunanistan açıkla­
rındaki İyon Adaları. Ccncviz, Lıgurya sa h i l l e r i n i e l inde bulun­
duruyordu; Lucca, orta büyüklükteki bir a rı l ıiilgcnin �ahibiydi.
Hall, Nürnberg, Rolhcnburg, U l ın ve Rollwcil, orta büyüklüktc­
k i bir İsviçre kantonunun hacmindcydi. Cenevre 'nin kapıların­
dan İsviçre'nin ortasına kadar Bem, Alplcrin en büyük şehir dev­
letiydi. Cumhuriyet armasında, Bcrn Ayısı'nın tepesinde bir taç
vardı ve belediye başkanına da bir taht verilmişti. Bem'i n devlet
arazisi, yaklaşık Württemberg Düklüğü kadardı.
14. ve 15. yüzyılların demokratik yaklaşımlanndan - lonca
hareketinde n - çoğunlukla sadece bir yansıma kalmıştı. Gerçi
lonca başkanları çoğu kez hala yönetirnde bulunuyordu; fakat
asıl iktidar, genellikle soylutara özgü bir yaşam süren ve çoğun­
lukla küçük çiftlikleri olan toprak sahibi kent ileri gelenlerine
ya da ekonomik yönden oluşturdukları kilit mevkileriyle ticaret
adamlarına ait oligarşinin elindeydi. Kentler tarihi içsel hareket­
lerle, toncaların tepkileriyle, tüccarlara karşı zanaatkarlarla ve
belediye meclisinde görev yapan kent ileri gelenlerine karşı tüc­
cartarla doludur. Bütün yüzyıl boyunca bu savaş, en sert biçim­
de, sanayileşmiş kentin büyük girişimcilerinin, kent yönetiminde
bulunan eski ailelere başkaldırdığı ve işçilerin de savaşa katıldı-
Kentli 011a Sınıf 59

ğı Cenevre Cumhuriyeti'nde yapılmıştır. " Cenevre yurttaşı"


Rousseau uğruna yapılan ideolojik tartışma, bu yerel anlaşmazlı­
ğın genel karakterini belirlemektedir. Kent ileri gelenleri, bazı
başanlardan sonra 1782 Fransa, Savoia ve Bern monarşi ve aris­
tokrasİlerinin birleşik, silahlı bir müdahalesiyle yeniden haklan­
nı kazanmıştır. Felemenk gibi Ce nevre de Paris Devrimi'ni n
provasıdır ama, karşı devrimin zaferiyle sonuçlanmıştır.
Ayrıca, yurttaşlar, hiçbir şekilde kentin tüm halkından oluş­
muyordu. 16. yüzyılda vatandaşlık hakları kapatılmaya ve yeni
kabuller pek yapılmamaya başlamıştı. Augsburg, 18. yüzyılda
30.000 nüfusta 6000 yurttaşa sahip olmalıdır. O halde yurttaşlık,
aşağıya doğru kapanmış, aristokratik ve oligarşik özellikler ka­
zanmıştı. Cumhuriyetçi eşitlik, sadece kentin - gerçekte zengin
ve yoksul için ola n - vatandaşlık haklarına sahip olanlar arasın­
da geçerliydi. Cumhuriyctçilerin kral karşısında çıkarınayıp baş­
lannda tutabildikleri simgesel başlık olan özgürlük şapkası, eski­
si gibi prens tacının bir eşiydi. Ancak bu arada taç ve özgürlük
şapkası eskimişti . ..

Tüccarlar

Tüccarlar, uzun zamandan bu yana kentlerdeki İlerlemeci öğeyi


oluşturuyorlardı. 18. yüzyıl, ticarete yeni olanaklar ve sanayiye
de geniş bir boyut kazandırmıştı. İnsanlığın gereksinimleri daha
iddialı olmuştu. Wojtowicz'i bir daha alıntılayalım:

Ticaret ve sanayi alanlarında da önemli de�işimler oluyordu. İngil­


tere, Yedi Yıl S<ıvaşları'ndan sonra deniz ve sömürge gücü olarak
ilk sıraya yerleşmişti; çünkü gemileri, yerkürenin hemen her nokta­
sına u l aşıyordu; Avrupa'da Fransa ve ardından Felemenk, ticaret­
te halil büyük önem taşıyordu. Deniz ve sömürge ticaretinin yanı
sıra iç ticaret de gclişmişti; ulu slararası ruarl<ır, özellikle de ünlü
Leipzig Fuarı büyük önem kazanmıştı. Kapitalist düzenin gelişimi
iyiye gidiyordu; kapitalist düzen, en güçlü biçimde İngiltere'de geli­
şiyordu. Bununla birlikte di�er Avrupa ülkelerinde de, ileri derece-
60 Değişen Toplum

de gelişen sanayi bölgeleri belirmişti, örne�in Belçika'da Verviers


Bölgesi, İ svi<,T e'nin bazı kantonları, Silezya'da keten sanayi bölgesi.
Devletin destek politikasının Yedi Yıl Savaşları'ndan sonra önemli
soıı u çhır verdi�i Almanya'da, öncelikle Saksonya ve de devlet ma­
kamlarının, bazı üretim dalların ın gelişimini teşvik eıti�i Prusya'da
sanayi, güçlü bir şekilde gelişmişti.

Avrupalı tüccarlar, giderek daha yoğun bir şekilde denizaşırı


bölgelere giriyorlardı; Avrupa'da 17. yüzyılın deniz yolu sistemi
ve daha uygun taşıma olanakları için gittikçe iyileşen yol ağları
yapılmaktaydı. Merkezi üretimden farklı olan üretim biçiminde
- bir başka deyişle tüccarlar için kentle rde yapılan örgü ve doku­
ma ürünlerinin taşraya taşınmasında - sanayileşme, yavaş yavaş
fabrikalaşmaya başlamıştı. Söz konusu olan, ilk önce tekstil fab­
rikasyonuydu; bununla birlikte eski saat sanayii üzerinden maki­
ne üretimi, giderek daha fazla önem kazanıyordu. Buhar gücü
keşfedilmiş ve 18. yüzyılın sonlarına doğru fabrikasyon için tek­
nik olarak kullanılabilir duruma gelmişti.
Orta derecedeki ticaretiyle önem taşıyan imparatorluk kenti
Lindau'yu bir kez daha örnek olarak ele alabiliriz. Heimpel,
özetle şunları söylemektedir:

Bu kent, yeniden bir Germen İ mparatorlu�u ortaya çıkmadan çok


önceleri bile, ticaretini Akdeniz'e kadar uzatmışıı. Lindau'da eski
belgeleri okumaksızın Livorno ve Trieste'den, Korfu ve Atina'dan
haber alınabildL Bu dünya ve memleket birbirine ba�lıydı. Kent,
küçük bir Zürich gibi renkli v e neşeli bir şekilde Konsıanz Gö­
lü'ne, mütevazı Ceneviz gibi Schwabe Denizi'ne göz kırpıyordu.

Lindau her şeyden önce ticarelle uğraşan, ancak kelende üreti­


mi licaretle birleştiren bir kent örneğidir. Zanaat ve ticaret, bir­
çok kentte girişime dönüşmektedir: Hammadde alımı, bir işlet­
me için taşrada, evde yapılan işin işlenmesi, yapı lan işin kentte
işlenerek değerli hale sokulması, yurtdışına satış.
Ticari işletmenin merkezi hala tüccarın depolarırun, bürosu­
nun ve evinin aynı çatı altında bulunduğu, kentteki eviydi. Çoğu
Kemli Ona Sımf 61

kez eşi tarafından desteklenen bir tüccar, bütün işi az bir perso­
nelle yürütmekte ve gözetim altında tutmaktaydı. Buna ek ola­
rak bir de - bu özellikle cumhuriyetler için geçerlidir - kent si­
yasetine bağlarum söz konusuydu. Cumhuriyete karşı duyulan so­
rumluluğun ve ticari ilginin bu ayrılması zor karışımı, zamanın
az ya da çok bir kısmını kente ayırmayı anlaşılır kılmaktaydı.
Friedrich Cari von M oser, tüccarlar için karanlık bir tablo çi­
ziyordu. Felemenk'teki bir ikametİnden şöyle söz etmektedir:

Yo�u n deniz havası altında sadece tüccarlar arasında de�il, aynı


zamanda daha çok, hoşnutlu�un, yüce gön ü llülü�ü n , be�eninin ve
gizlilikten arınmışlı�ın aranıp b ulun du�u sanılan insanlar arasında
da sahip olma ve verme, kaza n ma ve kaybetme, tasarruf etme ve
toplamaya dair bitmek tükenmek bilmeyen, günlük, genel ve tiksin­
dirici lakırdılardan başka derin bir soluk alınamıyor. .. kamu ruhu,
tüccarın ruhudur. Yönetimin efendileri hakkında, bir bayanın on la­
rı karakterize eden sözlerini söyleme}; henüz göze alamıyorum:
"Ce 11 'esr plus la Republique, c'esr w ı Co1ps d e marchands, sow11is
au P,ince d 'Orange" (Bu artık b ir Cumh uriyet de�il, Oranje Pren­
si'nin denetiminde bir limited şirkettir); ancak bu tablo, 30 ya da
40 yıl içinde buna daha çok benzeyecektir. Eski cu mhuriyetçiler ve
onlarla birlikte iizgürlü�e duydukları sevgi, eski ve do�ru ilkeleri
tamamıyla ölmüştür; devlete ait makamların ve kazançlı hizmetle­
rin hizmetindeki prensin iktidarı, daha şimdiden birçok ailenin
ö nünde e�ilmekte ve onlara dalkavukluk etmektedir; halefieri bu­
nu daha da iyi ö�reneccklerdir.

Ticarelle ilgilenen cumhuriyetçiler, Fe lemcnk'in bağımsızlığım


ilan etmesinden bu yana sadece Katalik İspanya'ya değil, aynı
zamanda bir o kadar da Oranj e Hanedam'na ve onun eklentisi
olan taşra soyluianna da karşı koyan Felemenkli tüccarlar, yöne­
timdeki Alman soyluianna eskisi gibi görünmemekteydiler. En
azından, bu eski cumhuriyetçiler 1785' de modern yurtseverler
olarak Oranje Prensi'ne bir kez daha başkaldırmışlardı. Ancak
bundan iki yıl sonra, tıpkı 1 782' de Cenevre tüccarlarının olduğu
gibi, Prusya kökenli karşı devrimci bir müdahal eni n kurbanı ola­
caklardı.
62 Değişen Tapiımı

İki aristokralİk rejimde görül en bu başarısızlıklara karşın tüc­


carların, her yerde giderek daha da zenginleştikleri bir gerçekti.
Zenginlikleri, küçük burjuva kentlerin ölçülerini zorluyordu.
Dar sokaklardaki eski ticarethan eler artık yetmemekteydi. Ge­
rektiğinde layık olduğu şekilde temsil edebilecek daha güzel ti­
carct haneler kurmak ya da yıkıp yerine ticari bir saray yapmak
istcniyordu. Tıpkı soylular gibi tüccarlar da, özgür ve toplumsal
ularak daha seçkin bir şekilde hareket edebilecekleri taşrada ev
sahibi olmak istiyorlardı. Tüccarlar, cumhuriyetin koşullarında
iktidarı ele geçirmiş ve toncalara girmişlerdi. Nüfuzlu ve saygın­
dılar. Ancak soyluların gözünde sonradan görme, "türedi" olarak
kalmışlardı. Tüccarların ince ve soylu uğraşlar için, av, kumar
ve kadınlar için zamanı yoktu. Çok yoğun çalışıp püriten bir ya­
şam sürüyorlardı.
Monarşiler, vaktiyle yüksek devlet makamlannı soyl uların
arasına yerleştirebilmiş, ancak tüccarları bu konuya sadece kü­
çük ölçüde dahil edebiimiştİ - çünkü "karabiber çuvalları", hu­
kukçulardan daha değersiz sayılmaktaydı. Eski kent ileri gelen­
lerine ve eski taşra soylutarına karşı verilen savaş, Cenevre ve
Felemenk'te başarısızlıkla sonuçlanmıştı; Fransız Devrimi' nden
başlayarak ticarelle ilgilenen sanayiciler tabakası - büyük burj u­
vazi olarak - , krallıkla birlikte ya da onsuz, tüm dünyada zafer
alayına çıkacaktı!

Zanaatkôrlar

Tüccarlar ve zanaatkarlar, kenti şimdiki durumuna getirmişler­


di. Ancak görmüş olduğumuz gibi, toncaların kente egemen ol­
duğu ve ilerici öğeyi oluşturduğu zamanlar geride kalmıştı. Lon­
calar, özellikle cumhuriyetlerde hala işler durumdaydı, ancak ço­
ğu kez sadece zanaatların eski i mtiyazlarının ürkekçe korunma­
sını amaçlayan lonca üyelerinin ve merkezlerinin toplumsal bu­
luşma yerleri olarak. Taşraya karşı kentlerin konumu korunma­
ya ve köylerde bağımsız zanaatların gelişmesi engellenmcye ça-
K entli Ona S ımf 63

lışılıyordu; öte yandan zanaat işletmelerini fabrikaya dönüştür­


me tehdidinde bulunan girişimcilerin yükselmesi büyük bir kıs­
kançlıkla izlenmekteydi. Tüccarlar sonunda kent yönetimlerinde­
ki toncalara sızmış ve nüfuz kazanmışlardı.
Zanaat, yenilikleri benimsernek üzere çoğunlukla geriye doğ­
ru yön değiştirmiş ve antipatİyle karşılanır olmuştu. Reformlar
monarşilerde, siyasal frenleme olanaklarının zanaat üzerinde
hak sahibi olduğu cumhuriyetlerde olduğundan daha kolay uygu­
lanabilmekteydi.
Zanaat, Geç Ortaçağ'da doğup geliştiği şekliyle hala lonca
düzenine bağlıydı. Zanaatkar, aynı zamanda kendi küçük işlet­
mesini de kapsayan evinde oturmaktaydı. Ustanın emri altında
birkaç kalfa bulunurdu. Vasıfsız işçi başvurusu yasal olarak sınır­
Iandınidığı için, işletmeyi genişletmek olanaksızdı. Büyük giri­
şimlerin gelişimi, büyük tüccarların yaptığı gibi, sadece hizme­
tin taşraya taşınmasıyla mümkün olabiliyordu. I 9. yüzyılda lonca
düzeninin feshedilmesinden sonra - örneği n- bir demirci dükka­
nından metal fabrikası oluşturulabilmişti .
Zürichli genç soylu Ludwig M e yer von Knonau, Zürich ken­
tindeki bu sınıfın durumunu anılarında kusursuz ve isabetli bir şe­
kilde şöyle dile getirmektedir:

İ şverenler sınıfı denen sınıftan kişilerin haksız istekleri, yurttaşlar


sınıfı adı verilen sınıfın yaşlı ve genç baiı;ımsız üyeleri tarafından
haklı olarak sert bir şekilde geri çevrilmiştir. Bir işveren ve vatan­
daş ve "Ben bir işveren ve bir vatandaşım" ifa deleri, inanç sahibi
kişilerle ve aynı şekilde taşralılarla ve yaban<..ılarla çatışma durumla­
rında işitilen güç göstergesi bir sözdü. Aşağı yukarı tıpkı bi7.Zat Po­
lonyalı bir soylu nun bir tüccarı ya da Varşova ve Krakovalı saygın
bir vatandaşı gururla aşaiı;ı görmesi gibi, bi?.zat Zürich vatandaşı­
nın da Winterthur'lu ve Stein'lı herhangi bir taşralıdan ya da va­
ta ndaştan yönetime da ha fazla yatkın olması gerekir. Anne ve ba­
b a mın ekmek satın aldıiı;ı fınncı I rmingcr yetenekli, ticari iş konu­
sunda deneyimli bir adam ve ben yu rttaşlık ilişkilerine girdi11;im za­
manlarda da çok saygın bir ]onca başka nıydı (ku rul üyesi) ve ona
saygıyla yaklaşılırdı. Diiı;er birçok insan için de durum buydu . Za-
64 Değişen Toplum

naatkiirların birço�u Büyük Kurul üyesi olarak saygı beklemekte


haklıydı. Lonca başkanları, ilk iki başkan, bütün lonca tarafından
scçilmcst:ydi ve böylece di�er vatandaşiara ba�lı olmasalardı, her
lonc<ının kurul üyelerinden ve büyük kurulundan seçilen Büyük
Kurul üyelerinin aristokratik s eçimi, bütün kent ileri gelenlerini
bir araya getirmek zorunda kalırdı. Lonca sistemini en çok kasap­
lar savunuyordu; 1798'e kadar her lonca başkanından biri kasap
ve her on iki loncadan altısı da kasaplar loncasıydı. Onların ardın­
dan fırıncı ve de�irmenci loncaları geliyordu; böyle olmakla birlik­
te ayakkabıı..ılardan ve terzilerden sadece bir zanaatkar, Büyük Ku­
rul'da görev yapıyordu, buna benzer loncalardaki zanaatkarların
Büyük Kurul'daki sayısı daha fszlaydı. En çok bazı toplumsal çev­
relerdeki ve kadın lokallerindeki bir tür kent ileri gelenleri kurulu,
göze çarpıyordu. Burada görünmez güçler, h ükümdara takdim
edilmeye layık olup olmama konusunda karar veriyordu. Sosyete­
den olmayan hiç kimse ve bu sınıftan daha aşa�ı olan bir kadın, gi­
riş iznini elde edemiyordu. Seksenli yılların sonunda bir aileye kon­
ser programı gönderilmesi, Ailesi'nin eline geçmesi, önemli bir iler­
lemeydi; yirm i yıl sonra bu aile ilk sırada bulunuyordu. Kadın loka­
li uzun süre kendi özel hakkını savunmuştu. Yurttaşlar sınıfı adı
verilen sınıf, hakkını en çok askeri ilişkilerde korumuştu. Hizmette
bulundu�um karargahta (alay) üç sepici, bir mücellit ve bir kilerci­
başı (fıçıcı), yüzbaşıydı: ilk girdi�irn bölükte yüzbaşırn taşrab bir
meyhaneci ve mübaşiriydi ( Eyalet İ dare M eclisi'nin ilk mübaşiri);
fakat işi bilen, akıllı bir adamdı.

Daha önce alıntılamış olduğumuz ve her şeyden önce transit tica­


retLcn ötürü gelişen Alman imparatorluk kenti Lindau örneği,
Zürich örneğine eklenrnelidir. Zinzendorf burada sözü zanaat­
karlara getirmektedir:

Kentte birçok sepici ve ince derici, altın ve gümüş işçisi, büyük ve


küçük saatc,.i; sekiz kadar dokumacı, birkaç şapkacı, çantacı, kumaş
boyacısı vb vardır. Lin dau'da sanatsal de�er taşıyan, yeşil çini kap­
lı sobalar üretilmektedir. Burada dört sandalyesi olan ve Augs­
burg'a kumaş satan bir ipek dokumacısı, kısa bir süre önce Zürich
için 50 top döken bir çan dökümh anesi ve sonuncusu yeteri kadar
üretim yapamayan bir barut ve ka�ıt fabrikası vardır.
Kentli 0!1a Smıf 65

Zanaatın küçük, gayretle işleyen dünyası burada sayısal olarak


yazıya dökülmüştür. Hermann Heimpel, amcası Ernst' in bir ko­
nuşmasını yazıya dökerken Lindau' daki zanaat anlayışı hakkın­
da bilgi vermektedir:

Sabahleyin müzeye gitt�imizde, sana atalarının yapmış oldu�u ta­


rak.ları gösterece�im. Onlar tarakçıydı ve tarakları, Rokoko döne­
mi kadınlarının yüksek saç modelleri oldu�u zamanlarda İtalya'nın
çok aşa�ısına kadar inmişti. Atölyeleri, bugün Bavyera Sarayı'nın
bulundu�u yerde, göle karşıydı. Son tarakÇl, dedenin vaftiz babası
Johann Jakob Cadixer'in kardeşiydi. Ama onun babası ve daha es­
ki ataları da tarakçıydı. Peki neden" Ç ünkü o zaman loncalar, ba­
badan oğula geçerdi. Atalarımızın basit insanlar, zanaatkarlar, ta­
rakçılar, Obbereits'ler gibi balıkçılar ya da Haberlins'ler gibi fırıncı­
lar oldu�unu bilmelisin; sadece büyükanne bir kent ileri geleninin
kızıydı ve büyükbaban o n unla a n cak iyi bir doktor olduktan sonra
evlenebilmişti. O, ailede yüksekö�renim görmüş olan tek kişiydi;
biz henüz tazeyiz, Protestan papazı ya da köy ö�retmeni gibi dü­
şünce soylularından de�iliz. Hadi bakalım!

Heimpel sonuçta sözü, diğer meslekle r için bir beceri kaynağı


olarak zanaatkarlar zümresinin işlevine getirmektedir. Zanaat­
karların bir kısmı atalardan kalarn korumak için eskisi gibi gu­
rurla ve inatla direnirken ve zanaatkarlar da birkaç kaHayla aile
işletmesinin küçük çevresinde kalmak isterlerken, hırslı ve iyi
üyeler zümre den çıkıp Protestan kentlerde öncelikle din adamı
oluyorlardı. 18. yüzyılda avukatların akademik mesleği, tı pkı
doktorlarınki gibi hala pek saygı görmüyordu. Onlar, ataları
olan zanaatkarların da bir rol oynadığı orta sınıf halka mensup­
turlar; 19. yüzyıl bur,ilda da umulmadık olanakla r sağlayacaktır.
Bu nedenle 19. yüzyıl, adaletin öneminin çok ötesinde dava ve­
killerinin de yüzyılı olmuştur. Küçük zanaatlar, 19. yüzyılın dev­
rimle riyle birlikte imtiyazlarının kaybolduğunu görmüşlerdir -
ancak yine de şaşılası bir inatla 20 yüzyılın ilerleyen dönemleri­
ne kadar dayanacaklardır.
5. Köylüler

Üçüncü sınıf, kentlerin ortaya çıkışından bu yana kentlerdeki


burjuvalar ve taşradaki köylüler olmak üzere ikiye ayrılmaktay­
dı. Sadece kendisi için değil, aynı zamanda onu koruması ve
onunla ilgilenmesi gereken zümreler, soylular, din adamları ve
kentlerdeki burj uvalar için de besin sağlamak, köylünün en do­
ğal göreviydi. Toprağı işleyen tabakada zamanla, kısmen arazi­
yi işleme türüne bağlı olan birçok farklılık oluştuğunu görmekte­
yiz: Bir dağ köylüsü, bir ova köylüsüyle aynı ekonomik yasalara
bağımlı değildir; her ne kadar ikisi de Avusturya egemenliğine
boyun eğse de, Tascanalı bir köylü, Tirollü bir köylüyle pek kar­
şılaştınlamaz; her ne kadar ikisi de Britanya Krallığı' ndan ayrıl­
ma girişimlerine aktif olarak katılmış olsa da, Virginia' daki bir
bitki yetiştiricisiyle Massachussetts'taki bir çiftlik sahibi arasında
farklar ortaya çıkmaktadır.
Köyiii'nün tammı bile güçtür. G ünümüz araştırmaları, topra­
ğı işleyenler arasında onları sadece, toprağını bir biçimiyle - do­
laylı ya da dolaysız- kendi toprağı olarak gören ve yerel çevre­
de görece bağımsız hareket eden köyiiiler olarak kabul ettikleri
varsayımından yola çıkmaya çalışmaktadır. Gerçekte köylüler sa­
dece bazı Alp Dağları ve Ön Alpler bölgelerinde bir başka de­
yişle İsviçre Konfederasyonu'nun beş kantonunda ve onunla bağ­
laşık (Grisons) ve Valais (Wallis) cumhuriyetlerinde siyasal öz­
gürlüğe sahiptir. Bu ülkelerde arazi sahibi aile reisi hala demok­
ratik koşullardan yararlanmaktadır. Köy halkı çevresinde ve
cumhuriyetin toplu devlet bölgesinde seçilmek üzere makamları
atama hakkına sahiptir ve köy halkı ile ülkeyi ilgilendiren konu­
larda özgürce yönetime katılabilir. Bu özgürlüğün en yüksek si­
yasal ifadesi, ülke birliği, yani sadece kendi ülkelerinde geçerli
olmak üzere hakka sahip olan herkesin katıldığı halk toplantısı­
dır. Schwyz Kantonu henüz 18. yüzyılın başında 26 maddelik
anayasanın 21. maddesini şöyle belirlemiştir:
Köyiiiler 67

M aien ülke birli�i en büyük güç ve hükü mdar olacak, kayıtsız şart­
sız atama yapabilecek ve işten el çektirebilecektir. Kim ülke b irli�i­
nin en büyük güç ve hükü mdar oldu� una, kayıtsız şartsız atama ya­
pabilece�ine ve işten el çektirebilece�ine karşı gelirse ya da buna
karşı b i r tavsiyede bulunursa, b ir delili�e kalkışmış olacak ve 100
altın sikke para cezasına çarptırılacaktır; hükümet makamlarının,
ceza mahkemesinin ve di�er mahkemelerin hakkı n eyse, onlara o
bırakılacaktır ve köylülerin hakkı n eyse, onlara da o b ırakılacaktır.

Bu, on dört köy ve koyağı kapsayan Schwyz'de bütün iktidarın


her şeye Kadir Tanrı'yla birlikte, ülke birliğinde toplanan ege­
men halka ait olduğu anlamına gelmektedir. Böylece her köylü,
kendi ülkesinde geçerli olan hakka sahip olduğu ölçüde egemen­
liğin bir parçasıydı ve "kendi kendini yönetiyordu." Gerçekte 21.
madde ülke konseylerinin ve büyük arazi sahiplerinin, yüksek
memurların, paralı askerlerin i leri gelenlerinin oluşturduğu ve
uzun zaman önce gelişen aristokrasinin gittikçe büyüyen gücüne
karşı bir bildirgeydi. Bununla birlikte hayvancılıkla uğraşan kü­
çük dağ köylüsü - her ne kadar kendi arazisi ve toprağı üzerin­
de oturuyor olsa da - ekonomik yönden büyük ölçüde, "büyük
Hansalar"a bağımlıydı; gerçekte gürültülü patırtılı ülke birlikle­
rinde bunları belirli aralıklarla azietmeyi ve gerekirse tutukla­
mayı alışkanlık haline getirmesi, en azından onun özgürlükçü gö­
rüşünün nasıl bir önem taşıdığını göstermektedir.
İsviçre'deki bu demokratik haklara dünyada başka hiç kimse
sahip değildi. Olsa olsa Felemenk'in taşra eyaletlerindeki köylü­
ler. Tecrit edilmiş imparatorluk köylerindeki köylüler, imparato­
ra karşı yükümlüydüler. Geri kalan tüm köylüler, bir şekilde,
aracısız bir derebeyinin emrindeydiler. Ortaçağ'dan bu yana mıl­
/e te"e sa/IS seigneıır (derebeyi olmayana toprak yok) i fadesi gc ­
çerliydi. Bu topraklar ya soylutara ya da kiliseye, sonraları burju­
valara ve öncelikle de devlete, yani krala aitti. Böylesi bir gü­
cün sahiplerine kısmen tarım ürünleri vererek ödenen bir vergi
olan toprak vergisinin ödenmesi gerekiyordu. Kademeler her za-
68 Değişen Toplum

man son derece farklıydı. Avusturya'da Tirol Kontluğu'ndaki,


Holstein'da Dithrnarschen'daki, Vestfalya'daki, Württemberg
Düklüğü'ndeki, Felemenk'teki, İsveç'teki, Norveç'teki ve İzlan­
da'daki köylüler, Alplerde yaşayan İsviçreliler gibi bağımsız köy­
lülerin konumuna yaklaşıyor. Buna ek olarak İsviçre kentlerinde­
ki tebaa gibi, İngiliz yeomen freeho/derlar da sayılmalıdır. Bu­
nunla birlikte Avrupa'daki bu az çok bağımsız köylülerin sayısı
bir hayli azdı. Ancak köylünün genel olarak Batı Avrupa 'da,
Fransa, İngiltere ve Almanya'da , özellikle doğudaki ülkelerde
- Elbe Irmağı'nın doğusunda, köylünün, tıpkı at ve inek gibi çift­
lik sahibinin malı olduğu topraklarda - olduğu üzere hiçbir şekil­
de köle olmadığın da kaydetmek gerekir. Köylü burada toprağa
bağlıydı; izinsiz taşınamazdı ve evlenme de hükümdarlığın ona­
yından geçmek zorundaydı. Bununla birlikte koşullar burada da
bölgesel olarak birçok farklılık göstermekteydi.
Ekonomik yapıya gelince, Orta ve Kuzey ve Avrupa'da işlet­
meden elde ettikleri asıl gelİrle büyük çiftliklerdeki büyük köylü­
ler, sonra şöyle bir yaşam sürmek için topraklanndan sadece ye­
teri kadar ürün alan orta dereceli köylüler ve son olarak da yan
geliriere muhtaç olan, ancak hala "kendi" topraklan üzerinde
oturan küçük köylüler fark edilmektedir. Hepsi de köy halkın­
dan sayılmaktaydı; ancak genellikle tek başlarına yörede çoğun­
luğu oluşturamıyorlardı. Daha varlıklı köylüler ve köklü köylü
ailelerinden gelenler, gerçek köy ileri gelenlerini oluşturmaktay­
dı. Bundan başka birçok köylü, toprağı kirayla işletmekteydi. Bu
kiracılar, Alman asıllı ünlü Amerikalı Cari Schurz'un anılannda
söz ettiği, anne tarafından büyükbabası Heribert Jüssen gibi güç
sahibi beyler olabilirdi. Adı geçen Heribert J üssen, Köln yakın­
lannda bulunan Lib lar' daki Gracht Şatosu'nda kiracıydı:

Büyükbabam... ilk h<ıtırladı�ırn yakJaşık altmış yaşındaydı. Boyu


1 .80'in üstünde, geniş o muzları ve güçlü bir gö�sü olan muazza m
yapılı bir adamdı. Öyle pek iyi bir e�itirn almış de�ildi. Okumayı ve
yazmayı biliyordu; ancak bunlar onun en sevdi�i u�raşlar de�ildi.
Kitaplarla pek ilgisi yokt u ; buna karşılık halk arasında büyük otori-
Köylüler 69

tesi olan bir adamdı. Ondan ö�üt almak ya da anlaşmazlıkları ko­


nusunda danışmak için ... köyden ve çevreden birçok insan getirdi.
Ama aynı zamanda iyi bir çiftçiydi de - becerikli, enerjik ve yorul­
mak bilmez. I rgatlarla birlikte sabahleyin erkenden tarlaya gider,
onlara işi ö�etmek ve onları yönetmekle kalmaz, aynı zamanda
e�er do�uysa, örnek olmak için en a� işleri onlarla birlikte ya­
pardı. Atların art arda koşuldu�u arabalardaki gibi birbiri ardı sı­
ra koşulan üç ya da dört attan birinin üzerindcı, elinde kırbaç,
adet gere�ce ilk ürün arabasını bizzat kendisinin tahıl ambarına
götürmesi, hala gözümün ö n ü n dedir. Meslektaşlarının sık sık on­
dan tarımla ilgili öneriler aldı�ını ve bu önerileri takdir ettiklerini
pek çok kez duymuşumdur. Elbette evinde bir kraldı; ama sadece
itaat edilen de�il, aynı zamanda sevilen ve hatalar, de�iştirileme­
yen bir tür do�al gereklilik gibi görülen bir kral.
Büyükannem onun yanında t u h af bir karşıtlık oluşturuyordu. Bir
zamanlar güzel, ama şimdi zayıf yüzlü olan, u fak, narin, çabuk has­
talanan, dindar, uysal, ev işlerin de becerikli, her zaman faal ve en­
dişesi bol bir kadındı. İ dare etti� ev işleri, ona gerçekten de pek
nefes aldırmayacak kadar fazlaydı. Çok sayıdaki kadın ve erkek hiz­
metkarın işbaşı yapıp yapmadı�ına ve kahvaltılarını edip etmed�i­
ne bakmak için yazın günün ilk ışıklarıyla, kışın da lamba ışı�ında
ay�a kalkardı. Ara sıra çalışan gündelikçilerin dışında, hemen he­
men iki düzine uşak ve hizmetçi vardı.

Köylülerin dünyası uzun ömürlü, dayanıklı bir dünyaydı, bu dün­


yaya doğanın koşullan ve keyfi egemendi. Bununla birlikte görü­
nüşte sağlam olan bu dünya, 18. yüzyılda sallanmaya başlamıştı;
çünkü şimdi, olayların geleneksel gidişine müdahale etmek için
çaba harcanıyordu. Topraktan daha fazla ürün almak gerekliydi.
Kötü ve iyi hasatlarını. oluşturduğu Tanrı vergisi çevrim, Eski
Abit'in yedi verimsiz ve yedi verimli yılı, akılcı edirne boyun eğ­
miş olmalıydı.
18. yüzyıl, köylüler için daha sakin bir dönemdi. Büyük iç sa­
vaşlar :... Fransa'da Protestanlarla yapılan savaşlar, Almanya'da
yıkıcı Otuz Yıl Savaşları, İngiltere'de iç savaş- geride kalmıştı.
Salgın hastalıklar sona ermekte, büyük kıtlıklar azalmaktaydı.
70 Değişen Toplum

Nekahet dönemine girilmişti. Güzel çiftlikler, bugün bile bazı


bölgelerde buna tanıklık etmektedir.
Bir savaş bir yöreden geçtiğinde, eski korkular yeniden ya­
şanrnaktaydı; çünkü köyleri koruyan hiçbir tahkirnal yoktu. Bir
asker, henüz yüzyıl sonunda Fransa'ya düzenlenen bir sefer hak­
kında şu notları almıştır:

Bu arada sonunda atlar için yem sa�lanması ve ilerideki köylerden


odunla saman alınması emredilmişti. Ekinler ço�unlukla haHi tarla­
daydı; çünkü devam eden ya�murlardan ötürü bu yıl ürünler, her
zaman oldu�undan daha geç kaldırılmaktaydı. Yem sa�lama işi,
tam da düşmanın tarzına göre yapılmaktaydı: Kesiliyor, çekip ko­
partılıyor, ortalıktaki bütün ekinler ayakla çi�neniyor ve sekiz ila
on köyün bir yıllık besinini sa�layabilece�i bir yöre, bir saatten da­
ha kısa sürede çöle çevriliyordu .
Köylerdeki durum daha da çirkindi. {Askerlerin odun ve saman al­
maya gitmesi gerekiyordu . } Ama bütün bunlar alınmadan önce,
ço�u asker evleri arıyor ve kendilerinin kuUanabilecekleri ya da
gezgin satıcılara satabilecekleri keten, giyecek, yiyecek ve buldukla­
rı başka uygun eşyayı yanına alıyordu. İ şe yaramayan şeyler ya kırı­
lıyor ya da hasara u�ratılıyordu.

Ve savaş olmadığı zaman da, derebeylerin aviarının verdiği bü­


yük rahatsızlık vardı. Hohberg Baronu, bununla ilgili olarak yer­
gici bir saptamada bulunmaktadır:

Bu nedenle bugün av sahası, son derece kötüye kuUanılmaktadır;


av etinin haddinden fazla korunması ve yı�ılmasıyla yoksul tebaa­
nın tarlaları, toprakları ve çayırları zarar görmekte ve azalmakta­
dır, öyle ki yoksul tebaa, inanılmaz büyük çabalar, yo�un kayıplar,
yararsız nöbetler ve hissedilebilir çöUeşmeyle gece gündüz rahatsız
edilmekte, büyük zarara u�ratılmakta ve daha da yoksuUaştırılmak­
tadır. Bu yüzden, aslında soylu ca olan ve resmi makamlarca izin
verilmiş, ancak aşırıya kaçmış bu çirkin talimin, bir parça etin çalış­
kan bir tebaa ve ikinci dereceden bir Hristiyan'dan daha ye� oldu­
�u görünüşünü kazanmaması için, Hristiyan hükü met makamları
tarafından sınırlandırılması arzu lanmaktadır.
Köyiiiler 71

Soylular, köylüler için askeri bir koruma olmalıydı; ancak çoğu


kez böyle olmuyordu. Yine aynı Hohberg şunları istemektedir:

Çok sayıda iyi, sadık ve zengin kiracının yerleşti�i malikanelerle


araziler aslında talihlidir - hele bir de kiracılar iyi çiftçiyse. Ama on­
lara Hristiyanlı�a yakışık biçimde davranılmalı, imtiyazları korunma­
lı, cidd iyeıle idare edilmeli, istek üzerine onlara hak ve hakseverlik
verilmeli ya da verilmemeli, eski adetlere karşı sorumluluk yüklen­
melidir. Tanrı'ya ve dünyaya karşı sorumlu bir toprak sahibi böyle
davranır.

Bunlar, 1 7. yüzyılın sonunda yazılmıştı. 18. yüzyılda bu, devle­


tin, iyice anlaşılan ilgisinden ötürü tarımın teşvik edilmesi ve dü­
zeltilmesi gerektiği, köyde görev yapan din adamlarının ve me­
murların, köylülerin ekonomik ve düşünsel durumu konusunda
endişelenmcleri ve yeni yöntemlere göre öğütlerle emirler vere­
rek eskiyen yapılara el atmaları gerektiği anlamına geliyordu.
19. yüzyıl bu anlamda yola devam edecek ve artık reşit olan köy­
lüler de bazı yerlerde kaderlerinj kendileri çizeceklerdi.
6. Halk

A lt Tabaka ve Toplunıla Bütünleşmiş Küçük Gruplan

Eski hiyerarşik düzende köylülerin ve yurttaşiann "altında", or­


tak özellikleri orta ya da yüksek zümrelerin emrinde bulunmak
olan ya da kenarda, yeni "toplum"un dışında kalan pek çok sos­
yal grup bulunuyordu. Bu, sonralan Romantizm'in yücelteceği
gibi ulusal anlamda " halk" değil, sosyal anlamda " halk"tı. Kent
nüfusunun yansından oldukça fazla bir kısmının burjuvalardan ol­
madığım ve köylerde de çoğunlukla köylülerin üçte birinin ger­
çek köylülerden sayıldığını bildiğimize göre, bu grubun, insanlı­
ğın, bölgesel farlılıklann elbette burada da dikkati çektiği en bü­
yük kısmını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Her şeyden önce birço­
ğu mal sahibi değildi ve ne okuma ne de yazma biliyordu.
Gerçekte her yüksek sınıf, hizmetini gören kendine ait bir
alt tabakaya sahipti. Kentlerdeki burj uvazinin - çoğu kez taşra
kökenl i - hizmetçileri ve uşaklan vardı. İşçi ustaları, sonradan
büyük olasılıkla usta olacak kalfalarla, girişimciler de işçi ve
evinde iş gören el işçileriyle çalışıyorlardı. Taşradaki varlıklı
köylülerin sadece hizmetçileri ve uşakları yoktu, aynı zamanda
taşralı bütün alt tabaka da onların emrindeydi. Bunlar gündelik­
çiler, ırgatlar ve kiracı küçük çiftçilerdi. Çoğu kez aynı çatı altın­
da birden fazla ailenin oturduğu basit evlerde, en iyi durumda
da az bir toprakla elverişsiz koşullarda, su basmış yerlerde ya da
toprağın lanmsal yönden verimsiz olduğu orman kenarlarında
yaşıyorlardı. Odun kömürü yapan işçiler ve çerçiler de bunlara
dahildi. Köylü, ürün toplamaya ya da ağaç kesmeye gittiğinde,
yardımcı elemanlarını yaruna alıyordu. Taşradaki zanaat pek
fazla saygı görmüyordu; ince zanaat kentlerdeydi.
Sadece asker soyluları düşünürsek, soylulann da belirli ölçü­
de kendi " alt tabaka"ları vardı. Subaylar, esas itibarıyla soylular-
Halk 73

dandı; askerlerse alt tabakadan g eliyordu. 18. yüzyıl, her zaman­


kinden daha fazla profesyonel ordulann, daimi ordulann yüzyı­
lıydı. Milisler, uzun zamandır kaybolmaya yüz tutmuıjlardı; sade­
ce bazı ülkelerde, özellikle de yoksul halkını askerlik hizmeti
için yabancı ülkelere gönderen İ sviçre'de varlıklarım sürdürüyor­
lardı. 18. yüzyılda askerlerin sürdüğü berbat yaljamdan söz edil­
mekteydi: Askerlik ağır, gamizon yaljamı tekdüze, cezalar - iki
sıra halinde duran 200 - 300 asker arasından belden yukarısı çıp­
lak geçip her birinden sırta sopa yeme gibi - onur kırıcı ve za­
limceydi. Koıjullan daha iyi olan seçkinler de vardı. Örneğin İs­
viçreliler kendi disiplin kurallarım uyguluyorrlu ve kendi arala­
nnda örgütlenmiıjlerdi. Bunun dııjında da ordular, kendilerini
fevkalade iyi sunuyarlardı ve soy) ularla burj uvazinin göz bebeğiy­
diler. Renkli, ıjık üniformalar bütün genç kızlara çekici gel iyor­
du. Askerlik, gamizon kentlerinde ve devlet saraylarında diğer
meslekler gibi bir meslekti. M a cera zevki, seferlerde tatmin bu­
luyordu. " Karargahta asker, bilindiği üzere canlı ve neıjelid.ir; za­
man geçirmek ve can sıkıntısını unutmak için ljarkı söyleyip her
türlü ljeyi yapar." 18. yüzyılda savaıjlar belirli bir ıjÖvalyelik duy­
gusuyla yapılıyordu. "Messieurs /es A nglais tirez /es prenıiers!" (İn­
giliz baylar, lütfen önce siz atelj edin); Fransız subayları, İngiliz
meslektaıjlarına Fontenoy'da böyle seslenmilj olmalıdır. Ancak
bunun dııjında ilk yaylım ateljinin, Fransız üniforması giyen, ama
Alman, İskoç ya da İsviçreli de olabilecek ve o anda savunmasız
olan askerlerden meydana gelen, güzelce dizilmili sıraya isabet
ettiğini, askerlik sefaletinin bazı anlatılarından, örneğin 1792' de­
ki ricattan biliyoruz:

O zamana dek oldukça temiz kalmıştık; ama şimdi yıkanamazken ,


hatta keten çamaşırlar sırt çantasında kokuşurken, savaştaki aske­
rin korkunç işkencesi, rahatsız edici hayvancıklar da dayanılmaz
bir şekilde bizimle birlikte hazır bulunuyordu. S ubaylar bile onlar­
dan kurtulamıyor ve savaşın bütün sefilli�inin ancak şimdi farkına
varıyorlardı. Fakat bizi h içbir şey ishalden, korkunç ishalden ve ar­
kasından gelen dizanteriden daha çok perişan etmiyordu.
74 Değişen Tapittm

Bir başka anlatı, Kuzey Amerika'ya gönderilen Alman paralı as­


ker birliklerini betimlemektedir:

Sonbaharda karargahta yaşam yeterince zordu; iyi gıda almıyor­


duk ve so�uktan dişlerimiz takırdıyordu. Taburumuz bütün alayla­
rın üniformalarından oluştu�u için, soytan ceketi gibi rengarenk
görün üyordu. Ne sanca�ımız ne de topumuz vardı...

Bu bakımdan askerlerin durumu, birçok askeri birlikte subaylığa


terfi etme imkansız olduğu için, ümitsizdi:

Böylece sonu nda bizim hiç istemedi�imiz barış haberi gelmişti; çün­
kü genç, atak insanlar ön lerine bir engelin çıkmasını istemezler.
Bana, subay olaca�ım ve kariyer yapabilece�im konusunda tatlı dil
dökülmüştü. Barışla b irlikte her şey sona erdi çünkü bizim eski, sö­
züm ona iyi düzenimize göre bir yurttaş, benim ömrüm boyunca
pek de gıpta etmedi�im onurlu görev olan başçavuşluktan daha
yüksek bir göreve atanmak için ço�unlukla başvuruda bul u na maz­
dı. Bizde devlet içinde önemli bir adam olmak için ya soylu ya da
çok paralı olmak gerekiyordu ; felsefi geçerlili�inin her mantıklı in­
sanın derhal gözüne çarpaca�ı iki yararlılık. Zaman zaman ilişkiler
ve tavsiyeler de iş yarıyordu; yetene�in rastlantısal olarak fark edil­
mesi ise, daha da ender görülen bir durumdu ... Görev için adam­
ların ve görev olmayan şeyler için de ada mcıkların arandı�ı savaş­
ta, sık sık istisnaiara rastlanmaktadır; zümre zihniyetinin büyük kız­
gınlı�a yol açtı�ı burada yeniden, herkesin de�eri kadar etkili oldu­
�u yolu ndaki eski, ilkel, densiz d oku nulmaz hak, hiç de ender ola­
rak ortaya çıkrnamaktaydı.

Bunlar, yüzyıl sonunda yazılmıştı ve bu eski, sözüm ona "iyi dü­


zen"e karşı - sadece askerlerin değil, aynı zamanda alt tabaka­
nın da duyduğu - bir tepkiyi açıkça dile getiriyordu. İnsanların
çoğu, alt tabakanın yazgısını tevekkül içinde taşıyordu. Alt taba­
kanın, diğer grupları temsil eden özel bir tipi olarak askerleri bi­
raz daha ayrıntılı inceledik. Alt tabakadan sayılan - bugün bam­
başka bir saygınlığı olan bir diğer zümre, öğre tmenl er zümresi-
Halk 75

dir; ancak Latincenin ana ders olarak okululduğu okullardaki ya


da liselerdeki değil, ilköğretim okullarındaki öğretmenler züm­
residir. Alıntılamış olduğumuz asker Johann Gottfried
Seume, taşralı yoksul bir aileden geliyor ve öğretmen olmaya
can atıyordu; danışmanı ona şöyle bağırmıştı: Keten dokuma
işçisi ol daha iyi, bir köy öğretmeni, acınası bir hayvandır. . . Ve
ardından bana, Thüringen ile Meissen'deki yoksul köy öğretmen­
ciklerinin korkunç tablosunu çizmeye koyulmuştu. Kendimi tuta­
mayıp her zümrenin kendi hizmeti ve huzuru olduğunu söyle­
dim."
Alman yazar Jean Paul Richter, büyükbabasının öğretmenlik
yaşamını alaycı üsl ubuyla şöyle betimlemektedir:

Babam, Kulm'deki Neustadt'ta başö�retmen olan Johann Ritter'in


o�luydu. Onun hakkında son derece yoksul ve dindar oldu�undan
başka bir şey bilinmiyor: Okul binası bir hapishaneydi, gerçi ka­
tıksız hapis de�il, ama biralı h apisti; çünkü kilise koro şeni�i ve
orgcu lukla birleşen bir başö�retmenlik bundan -ve buna ek ola­
rak en dindar hoşnutluktan - başka kazanç getirmiyordu; üç ma­
kamdan oluşan bu toplulu�a karşın yılda 1 50 guldenden fazla ka­
zanç sa�lamıyordu. Adam, e�itimcilerin Bayreuth'taki bu sıradan
kıtlık kayna�ında 35 yıl boyunca bulunmuş ve yaratmıştı. Elbette
bir köy papazlı�ına terfi edebilirdi. E�iıimciler giysilerini, örne�in
okul manlosunu papaz cüppesiyle de�iştirdikçe. tıpkı ipekböce�i­
n in her yeni deri de�iştirdi�inde daha zengin esin alması gibi, da­
ha iyi gıda alacaklardır; böyle bir adam, işlerinin ço�almasıyla gelir­
lerini öylesine ço�altabilir ki, açık maaşı ya da ba�ış paralarıyla.
beş nota çizgisinin müzik aletinin her esinde tuşlar tarafından mec­
lisin tüm partisyonlarıyla icra edildi�i yüksek devlet memurunu izle­
yeb ilir.

Sanatçıların dünyası, "toplum"un dışında olmasa bile, alışılmışın


dışındaydı. Ressamlar ve heykeltraşlar özel yetenekli zanaatkar­
lardı ve şatolarla burjuva evlerinin rafine biçimde dekare edildi­
ği bu rafine dekorasyon yüzyılda yeterince işleri vardı. Saygın
olan herkes, portesini yaptırmaktaydı.
Her ne kadar çoğu kez hizmetli ve müzisyenin çifte işlevini
76 Değişen Toplum

gören sıkıntılı bir iş de olsa, müzisyenler saraylarda, kiliseye ve


soylulara bağlı hizmetlerde çalışacak bir yer buluyorlardı. Bu­
nunla birlikte olanaklar genişlemekteydi; çünkü halktan çevre­
ler, konserlerle ilgilenmeye başlamıştı. Örneğin Londra'da mü­
zik şirketleri ve müzik aletleri yapımı gelişmekteydi. Konserler
herkese açık ve herkesçe ulaşılabilirdi. Kentin büyük salonlan­
na akın eden halk, sosyal olarak .başka bir yerde ol duğundan da­
ha geniş bir yelpaze oluşturuyordu. Doksanlı yılların Londra'sın­
da herkes tarafından sevilen ve şerefine törenler düzenlenen J o­
seph Haydn, son konseri hakkında güneesine şöyle not almıştır;
"Bu akşam dört bin gulden kazandım. Böyle bir şey sadece İ ngil­
tere'de olabilir."
Oyuncular, devlet saraylarında büyük saygınlık ve servet ka­
zanabilirlerdi. Perricholi'yle tanışmıştık. Küçük Alman prensleri
genellikle, sonralan Ansbach samr beyliği sarayında sınır beyi
Cari Alexander'an ona "anne gibi davranan kız arkadaşı" olarak
ülke için bütünüyle olumlu anlamda etkili olan Ciairan - eliili
yaliardan başlayarak Paris'teki e n büyük kadın oyunculardan bi­
ri - gibi, metres olarak bütün gereksinimleri karşılanan ve bir
yandan da sahnede rol almaya devam edebilen Parisli aktrisleri
sarayianna alıyorlardı. Ama G oethe'nin ıtlllıelnı Meister' indc
ölümsüzleştirildiği gibi, aynı zamanda tuhaf yazgalanyla gezici ti­
yatro toplulukları da vardı. Ve bu, hakkabaziara ve felaket ba­
ladlar söyleyen panayar şarkıcılarına, sokak müzisyenlerine ve
bu yüzyılda bütün zümrelere sevinç, eğlence ve değişiklik getir­
mek için üzerlerine düşeni yapan Savoia'lı çocuklara kadar aşa­
ğı doğru inmekteydi. Ancak nankör bir dünya, onlan toplumun
kenarına gönderiyordu; Aydınlanmacıların arasındaki acımasız­
lar, soytarıyı sahneden uzaklaştırmış ve böylece sanatsal dünya­
ya toplumsal bir aynm getirmişlerdi.
Etnik ve dinsel gruplar, çoğunlukla ne kendi suçları ne de
kendi seçimleriyle bu toplumun kenannda bulunuyorlardı. Bir­
çok Protestan ülkede gizliden gizliye hala Anabaptistler ve tari­
kat yandaşlığınan yeni biçimleri vardı: Katalik Fransa'da ve
Avusturya'nın Katalik bölgelerinde de gizliden gizliye Protestan-
Halk 77

lar. 1 8. yüzyıl bu konuda daha hoşgörülüydü; ancak bu gruplar


toplum içine yerleşmemişlerdi. Yüzyılın sonunda yeniden acıma­
sız bir dönem başlamıştı. Gerçekte sadece Felemenk'te, İngilte­
re'de ve onun sömürgeleri nde özgürce hareket edebiliyorlardı.
Buna ek olarak din mültecileri, Fransız Protestanları, Valdocu­
lar, Salzburglular, Bohemyalı Kardeşler; sürülmelerinden önce
normal bir yaşam sürmüş olan ve şimdi mülteci yazgısına katlan­
mak zorunda kalan insanlar vardı.
Kendilerine hala tahammül g österilen değişik özellikteki gel­
tolarda bile, Yahudilere karşı elbette hiç değişmeksizin etnik ve
dinsel aynm gözetiliyordu.
Oradan oraya göç etme, gezgin satıcılık yapma ve çalıp çırp­
ma özellikleriyle yüzyıla sıradışı pitoresk bir yön vermiş olan
Çingeneler, bir diğer etnik grup olarak nitelendirilebilir.
Çingenelerin çalıp çırpması, hala oldukça zararsızdı. Ancak
yüzyıl, yol kesen haydutları, soyguncuları, İngiltere'deki haydut­
ları, Abruzzi'deki eşkıyayı da tanımaktadır. İspanya da tekin sa­
yılmamaktadır: "Bu krallığın gerek kentlerdeki gerekse taşrada­
ki polisleri hakkıada bugüne dek dikkate değer bir şey söylenrne­
miştir. . . Burada halkın güvenliği hissedilir ölçüde azalmıştır ve
taşradaki soyguncular da hala çok fazladır. " DevriJip ve soyulan
yolcu arabaları, çağın romanlarının en sevilen konusudur ve en
gözü pek soyguncu olarak, Vilpius'un romanı Rina/do Rinaldi­
ni'yle bugüne kadar ününü koruyan Tommasa Rinaldini'ye de­
ğin soyguncu, roman kahramanı olarak büyük rağbet görmekte­
dir. Onun hakkında şöyle bir şarkı söylenmektedir: " Vahşi, ka­
ranlık topraklarda, mağaralann derinliklerinde . . . yüksek, karan­
lık yarlarda gizlenir" ; Rinaldini, kayaların içine oyulmuş eski şa­
tosundan kilise devletini tehlikeye sokmuştur.
Hırsızların ve soyguncuların arasında olmayanlar, dilencilere
dahildi. Dilenciler hep vardı. Yoksulluk, deyim yerindeyse Kut­
sal Metinler'de öngörülmekteydi. O zamana kadar bu sorun,
Hristiyan hayırseverliğiyle çözülmüştü. Aziz Martin, pelerinini
dilencilerle paylaşmıştı. Tanrı'mn yeterince geçim verdiği kişi,
onu uygun şekilde yoksullarla paylaşmak zorundaydı; uygun de­
mek, sadaka vermek anlamına geliyordu. Bu, köylüler için oldu-
78 Değişen Toplıım

ğu kadar kral için de geçerliydi. Bunun dışında bu iş için, dilene­


rek - özellikle yoksulların kentlerdeki koşullannda - yardım top­
layan Katalik dilenci tarikatlan da vardı. Fransiske n - Oornini­
ken geleneği, 16. yüzyıldan başlayarak Kapuçinler tarafından ya
da halk misyonunun sosyal yardımla birleştiği Lazaristler* ve Er­
miş Rabibeler Topluluğu * * gibi yeni tarikatlar tarafından de­
vam ettirilmiştir.
Reform, arı sadaka düşüncesinden kurtulmaya çalışmıştı.
Gerçekte sadece varlıklıların sadaka vermesi isteniyordu; ancak
koşullar düzenlenmeliydi. Özellikle reform kilisesi mensupları,
sadakayı "hak eden" ve "hak etmeyen" yoksullar arasında ayrım
yapıyorlardı. Sadaka artık körü körüne değil, özel bir amaçla ve­
rilmeliydi. Kilise cemaatlerinin bir "yoksullar sandığı" hazırla­
ması gerekiyordu: Cemaatlerin yoksullar için ödediği asıl vergi
yükseltilmeliydi. Bundan başka yoksulların bir iş için eğitilmesi
suretiyle, o zamana kadar doğal sayılan yoksulluğun üstesinden
gelmek isteniyordu. Tıpkı Eski Ahit'te dendiği gibi, çalışmaya­
na ekmek yoktu. Artık yoksulluk, Hristiyanca bir ideal değildi.
18. yüzyıl, nüfus arttığı için yoksulluğun da arttığı şekli nde
kavranan bir sorunun önünde duruyor ve kesin bir olgu olarak
bu soruna hiçbir şey yapmaksızın katlanmak istemiyordu. Bem' li
bir papaz, Bem Ekonomik Topluluğu'nun dilencilik hakkında
sorduğu ödüllü yarı�ma sorusunu şöyle bir düşünceyle yanıtlamış­
tır:

Ancak dilencilik iptilasının ve gerçek dilencil�in sıradanlaştı�ı yer­


de, yoksulluk vardır; çünkü bu şekilde tüm emekler, çalışkanlık ve
çabalar, yasal bir yolla kazanılmak üzere durdurulup buharlaştırıla­
caktır; bu na karşılık tembellik ve avarelik ekilip biçilecekıir. Dilene­
rek elde edilen şey, cs<ıs itibarıyla tıpkı kumardan kazanılan şey gi­
bidir; kolay kazanılan, kolay harcanır ve tüm bunların sonucunda
kaçınılmaz olarak yoksulluk ortaya çıkar.

Lazmüıler. ı625'ıc Parisic Aziz Vinccnl de Paul tarafından kurulan ve Hrisıiynnlığı


köylü kcsi muc yaymayı nmaçinyan uinscl topluluk (ç. n. )
•• Emıiş Ralıibeler Topluluğu: ı 633"tc yine Aziz Vinccnl de Paul tarafınuan kuruinn top·
luluk (ç.n)
Halk 79

Bu, Zwinglici - Kalvenci yönden düşünülmüştür. Dilenci, e meği


ve çalışkanlığı engellemektedir. Sadaka dağıtmak ve sadaka ve­
rilen yoksulun bunu "hak ettiği"ni belgelemek, artık yeterli değil­
dir. Yoksullan toplayıp başka yörelere sürmek de artık yeterli
bir çözüm değildir.

İşçiler

ilerleyen sanayileşmeyle birlikte öncelikle İ ngiltere, Fransa,


Hollanda, Almanya ve İsviçre gibi ülkelerde el ve imalat işçileri­
nin oluşturduğu yeni bir tabaka belirmişti. Görmüş olduğumuz
gibi - tek başına zanaat, toplumun bütün gereksinimlerini karşı­
layamadığı için - ne kentte ne de taşrada yeteri kadar geçimi
olan ve yaşamlarını kolaylaştıracak her türlü işe sevinen yedek
halka, yeni işte tam da bu yoksul tabakaya el atılmıştı. Yatırım
yapacak sermayesi olan kişiler, tckstil tüccarları, üretimlerinin
temel kısmıru böylece ucuza imal ettirebiliyorlardı. Çiftlik sahip­
leri, çalışaniarım zaman zaman imalatla, yani fabrika işiyle gö­
revlendiriyorlardı. Fabrika sahipleri, bazı parçalarını taşrada
imal ettiriyorlardı. Ancak evde yapılan cl işine giriş, çoğu kez in­
sanlara yardım amacıru taşıyordu. Öyle ki İsviçre Glarus kanto­
nundaki kilise görevlisi Heidegger ya da Alsace, Steintal'dcki
papaz Oberlin, kentlerde sanayicileric temasa geçerek iicra böl­
gelerde yaşayan yoksul halka yeni kazançlar sağlıyordu. Bağucu
ırgatlık ya da gündelikçilik yazgısından aslında sadeec göç ya da
askerlik yoluyla kurtulunabiliyordu.
El işçileri özellikle taşralı alt tabakalardan, ırgatlar ve gün­
delikçilerden oluşuyordu. Bunlar, ya köy ekonomisinin hizmetin­
deki basit mesleklerinin yanı sıra dokumacılık ve iplikçilikle uğ­
raşıyor ya da yalnızca sınai işlerle geçiniyorlardı. Johann Wolf­
gang von Goethe, ıtlllıelnı Meister'in Çıraklık Yıllan' nın üçüncü
kitabında, el işçilerinin yaşadığı bir bölgeyi ziyaretinde sözü bu
sınai işe getirmektedir.
80 Değişen Toplum

De�işik evlere girerek eski hobime kendimi verme v e iplik e�irme


konusunda bilgi alma fırsatını buldum. Özenle ve gayretle pamuk
tutarnlarını çekmekle ve tohumları, ceviz kabuklarının kıymıklarını
ve di�er pislikleri ayıklamakla u�raşan çocuklara dikkat ettim: Bu­
na "ayıklama" diyorlardı. Bunun çocuklara göre bir iş olup olmadı­
�ını sordum ve kış akşamlarında yetişkin erkeklerle a�abeyler tara­
fından da yapıldı�ını ö�rendim.

Konu, çocukların çalıştırılmasından yetişkinlere geçmektedir:

Daha sonra güçlü iplikçi kadınlar dikka timi çekti. İplik e�iren ka­
dınlar, fazla yüksek olmayan iplik çıkrı�ının önünde oturuyorlardı;
birço�u iplik çıkrı�ını, üst üste koydukları ayaklarıyla sabit durum­
da tutuyor, di�erleriyse bu işi, sol ayakları geride olmak üzere sa­
dece sa� ayaklarıyla yapıyordu. Sa� elleriyle kasna�ı döndürüp elle­
rini yetişebildi�ince ileri ve yukarı kaldırıyorlardı; böylece güzel ha­
reketler oluşuyor, vücudun zarif bir dönüşüyle ve kolların yuvar­
lak tombullu�uyla zayıf bir gövde, kendini pek uygun bir şekilde
gösteriyordu; özellikle son motifin yönü, çok resimsi bir kontrast
oluşturuyordu, öyle ki en güzel kadınlarırnız gitar çalmak yerine ip­
lik çıkrı�ı kullanmak isteselerdi, gerçek çekiciliklerini ve zarafetleri­
ni kaybedeceklerinden korkmalarına gerek kalmazdı.
Böyle bir çevrede içimde zorla yeni duygular uyanıyordu; gıcırda­
yan çıkrıkların az buçuk bir belagatı vardı; kızlar ilahi okuyor ve
daha ender olmakla birlikte başka şarkılar da söylüyorlardı.
Kafeslere asılmış iskete ve saka kuşları kendi aralarında şakıyorlar­
dı; birçok iplikçi kadının çalışt�ı odadan başka bir yerde, daha can­
lı bir yaşamın görüntüsü kolay b ul unamaz.

Goethe, evlerde yapılan el işinin öncelikle teknik yönüyle ilgi­


lenmekle ve tüm olayı estetik ve ne de olsa folklorik bir zevkle
incelemektedir. Ama işin sosyal yönünü de gözden kaçırmaz. Bu
yön, dinsel bir görünüm de alabiliyordu. Doğru yolu gösterme
amacını taşıyan cemaatler ve tarikatlar böyle çevrelerde bir kez
daha görülmekteydi; çünkü taşra kilisesine bağlı din adamları,
Kitabı Mukaddes'ten bilinip de öteden beri alışılmış olan örnek-
Halk Bl

!ere daha çok uyan köylülerle ili§kiye geçiyordu. Dokumacıla­


nn, çalışırken düşünmek ve düşüncelere dalmak için, ayrıca oku­
mak ve anlatmak için çok zamanlan vardı. Öteden beri bir yere
yerleşmiş olan köylülerden daha hareketliydiler. Ancak kök en
olarak yoksul insaniardı ve kazançlan çoğu kez, o zamana dek
olsa olsa zengin köylü oğullannın ve kızlannın hakkı olan sade
bir lükse gidiyordu. Çoğunlukla düşüncesiz kabul ediliyorlardı;
çünkü köylü ahlakı ve terbiyesinin sıkı kurallanndan kaçıyorlar­
dı. W ei mar'lı saray adamının betimlemediği şey ise, bir dünya
pazannın yok olup gittiği ve alt tabakanın taşralı sıradan parçası­
nın sıkıntılı yaşamına, hatta yoksulluğa ve dilenciliğe geri dön­
mek zorunda kalındığı zaman, bunalımiara dayanıklı olmayan
el işçileri tabakası üzerine belirli aralıklarla çöküp kalan sefalet­
ti.
Goethe girişte, yaşlı bir dokumacıya, eli kulağında başka bir
tehlikeden söz ettirir: " Makine sisteminin taşrada giderek çoğal­
dığı ve çalışan elleri işsizlikle tehdit ettiği yadsınamazdı." Yüzyı­
lın sonlanna doğru gittikçe daha çok fabrika ortaya çıkmış, bura­
da zorlu bir sosyal disiplin altında çalışıp yaşayan işçiler gitgide
çoğalmaya başlamıştı. Kısa bir süre sonra İngiltere'de sınai işin
bu etkili, yeni biçimine karşı el işçilerinin aciz ve ümitsiz isyam,
fabrika tahribatlan gerçekleşecektir.

Sonuç olarak Rudolf Vierhaus, "taşralı zanaatkarlar ve ima­


lat işleri" üzerine şöyle demektedir:

18. yüzyılın aydınlanmacı yazarları gibi hükümetler de fabrikaları,


halkın yoksullu�u n u ve işsizli�ini azaltacak, perişanlı�ını engelleye­
cek ekonomik ilerlemenin etkili bir yol olarak görüyorlardı. Bunun­
la birlikte bu beklenti, sadece sınırlı ve ne de olsa uzun, alışmanın
ve ö�renmenin daha kapsayıcı sanayileşmesiyle ve fabrika üretimiy­
le son bulan ve büyük sosyal masraflara yol açan bir süreçte ger­
çekleşmiştir. Halkın en alt tabakasının yoksullu�u, 1 8. yüzyılda ev­
lerde yapılan el işleriyle ve fabrikalarla ortadan kaldırılamamıştır;
ancak bu ikisi olmasaydı, yoksulluk daha da büyük olurdu. 12
82 Değişen Tapiımı

18. yüzyılda el ve fabrika işçileriyle birlikte köylülükleri son bu­


lan yeni bir sınıf ortaya çıkmıştı. Her şeye karşın hala katı olan
sosyal düzen nedeniyle taşıyıcılannki, kentteki tüccar için mal
getirip götüren aracılannki dışında onlar için yükselme olanağı
pek yoktu. Sonraları 19. yüzyılda )onca ve zümre engelleri en
azından resmi olarak ortadan kalktığı zaman, fabrikatörlüğe ka­
dar yükselme olanağı doğmuştu. Bir başka olanak da, başka
mesleklere ge çebilmeydi; ayrıca büyük, patlayıcı siyasal ve sos­
yal potansiyelleriyle 19. ve 20. yüzyıl işçileri ortaya çıkıyordu ar­
tık.
III

Avrupa ve Devletleri

1. Dünyanı n Durumu

18. yüzyıl, büyük bir savaşla başlamaktadır. Bu savaşın nedeni,


hem Fransa Kralı XIV. Louis'nin hem de Habsburg İmparato­
ru'nun, İspanya'da kendi hanedanianna bağlı bir yönetim kur­
mak ya da sürdürmek için İspanyol tahtında veraset hakkı iddia
etmesiydi. Hiçbir zaman tam sağlığına kavuşamayan Kral IJ .
Carlos'un ölümü, on yıllar boywıca beklenmişti. Hemen ardın­
dan hücuma geçilmiştİ - çok güçlü Fransa'ya karşı neredeyse
herkes tarafından. Büyük Britanya ve Avusturya, olağanüstü ko­
mutanları Marlborough Dükü ve Prens Eugen sayesinde sonun­
da zafer kazanmışlardı. İsveç Kralı Muhteşem XII. Karl'ın kom­
şularına karşı açtığı Kuzey Savaşı buna koşut olarak patlak ver­
di. Her ne kadar daha yapılacak birçok veraset savaşı varsa da
barış antlaşmalannın imzalanması, yüzyıla damgasını vuracak
olan dengeyi sağladı.
O çağda yaşamış ortalama insana göre, geçmişe bakınca du­
rum şöyle görünmektedir: Osmanlılar tarafından sıkıca tutulan
Viyana'nın 1683'te mucizevi bir şekilde kurtarılması, ona göre
büyük olasılıkla daha iyi zamanların başlangıcıydı. İspanya uğru­
na verilen veraset savaşı sona ermiş ve XIV. Louis, mükemmel
ordusunun yenilgisinden sonra ölmüştü. Tahkimatlı Frcdcriks­
hald Kalesi'nin önünde bir top mermisi ona isabet edip ölümüne
yol açtığında, Muhteşem İsveç Kralı'mn macerası sona ermişti.
Güçlü devletler bundan sonra Polonya ve Avusturya verasetleri
için savaşmış ve "büyük" Kral Il. Friedrich döneminde Prusya'­
nın kesintisiz yükselişi başlamıştı.
84 Avtupa Devletleri

19. yüzyılın başından kalma, Yukan Almanya kökenli kıssa­


dan hisseli bir (takvim) öykü(sü), dünyanın durumu konusunda
diğer noktalan betimlemektedir:

Bu arada Portekiz'deki Lizbon kenti bir depremle yıkılmış ve Yedi


Yıl Savaşları sona ermiş ve İmparator I. Franz ölmüş ve Cizvit ta­
rikatı feshedilmiş ve Polonya da�ılmış ve İ mparatoriçe Maria The­
rcsia ölmüş ve Struensee idam edilmiş, Amerika bağımsızlı�ına ka­
vuşmuş ve birleşik Fransız ve İspanyol askeri birlikleri Cebelita­
rık'ı ele geçirememişti. Osmanlılar, Macaristan'da Askerler M a�a­
rası'nda General Stein'ı kuşatmış ve İ mparator Joseph de ölmüş­
tü. İsveç Kralı Gustaf Rusya'nın egemenli�i altındaki Finlandiya'yı
ele geçirmiş ve Fransız Devrimi ve uzun savaş başlamış ve İ mpara­
tor I l . Leopold de mezara girmişti. Napoleon, Prusya'yı ele geçir­
ı
miş ve İngilizler Kopenhag'ı bombalamışlardı. ..

Ancien regilne açısından bakınca bu anlatı, bu iyimser yüzyılın


can damanna basan Lizbon depremiyle başlamış bir ölüm dansı
gibi gelmektedir. Sözü edilen (takvim) öykü(sü), 18. yüzyılın in­
sanı kendine çeken olaylar tarihi, uluslararası savaşlarda sonuna
kadar mücadele edilen veraset savaşlarından - trampetli profes­
yonel ordulann sıkı talime tabi tutulan saflanyla ülkeye yapılan
savaşl an n - ve borazan seslerinden, tam zamanında verilen geri
çekilme emirlerinden ve sıkı biçimde denetlenen yeni askeri bir­
liklerden ya da toplarla silahlandınlmış fırkateynler ve disiplinli
yelken ve dümen taktikleriyle gemicilerden oluşan bir kargaşayı
sergilemektedir; tıpkı o yıllardan birinde, bir 31 Ağustos günü
yapılmış deniz savaşım anlatan Fransız denizci şarkısı A u trente
et un du mois d'aout gibi: O gün, bir İngiliz fırkateyninin pupa
yelken Bordeaux'ya doğru yol aldığı görülmüştü. Fakat corsaire
ti pli - sadece altı topla silahlandırılmış- bir Fransız gemisi,
tam zamarnnda yapılmış bir manevrayla, en az otuz altı topla do­
nanmış " kötü ve hantal" İngiliz gemisini baltalarla, topçu mermi­
leriyle, sivri kazmalarla, palalarla ve fıtilli tüfeklerle fırtınada
ele geçirmişti. Yelken ve dümen taktiklerinin tüm evrelerini an­
latan her kıtanın sonundaki gözüpek nakarat şöyledir:
Dünyanm Dwumu 85

Bouvons un coup, la - la, bouvons en deux


A la sanlif des amoureux,
A la sallle du JVi de Fraııce
Et merde pour le roi d 'Angleterre
2
Qui nous a declaıi la guen-e.

(Bir kadeh içki içelim, la - la,


Aşıkların sa�lı�ına
Fransa Kralı'nın sa�lı�ına
İki kadeh içelim
Ve bize savaş ilan eden
İngiltere Kralı'na lanet edelim.)

Bu deniz ve kara savaşlarında her iki tarafta da zafer kazanılı­


yor ve yenilgiye uğramyordu; a ncak sonuçta karşılıklı elçilikler
ve öteden beri süregelen protokolle birlikte resmi barış antlaş­
maları imzalamyordu. G üçlerin dengesine inanıldığından, siya­
sal haritada bazı ülkelerin yerleri, üzerinde düşünülmeden değiş­
tiriliyordu: Örneğin İtalya'da ve Ren kıyısında ı 733'ten ı 735'e
kadar süren Polonya Veraset Savaşı'ndan sonra Polonya Kralı,
Lorraine Düklüğü'ne ve o zamana dek Lorraine Dükü olan dük
de Toscana Grandüklüğü'ne "getirilmişti", çünkü orada eski Me­
dici hanedamnın soyu, tam zamanında tükenmişti. Doğruluğu ka­
nıtlanmış monarşik feodal kurallarla ustaca oynanıyor ve Yedi
Yıl Savaşları' ndan sonra Avrupa 'ya hemen hemen otuz yıllık bir
barış dönemi bağışlanıyordu.
Olayların tarihi, şaşırtıcı ve çok yönlüdür. Bu tarih, orduları­
nı ya da paralarını, krallık hanedanlarının ya da aynı zamanda
ticari ve askeri güçlerinin çıkarları dahilinde kullanan bakanlık­
ların olayıdır.
Alıntılamış olduğumuz Yukarı Almanya kökenli (takvim) öy­
kü(sü), olaylar tarihi aracılığıyla bu gidişi şu sözleriyle noktala­
maktadır: " . . . ve çiftçiler tohum ekmiş ve hasat toplamışlardı. De­
ğirmenci öğütmüş ve demirciler demir dövmüşl erdi ve maden iş­
çileri, yeraltında maden darnan aramışlardı ." Bu, Fransız tarihçi-
86 Avntpa Devletiefi

lerinin lıistoire de /ongue duree olarak, ekonomik ve sosyal geliş­


melerin büyük bir kesinti olmaksızın sessiz sedasız yollanna de­
vam ettiği sırada siyasetin, savaşlann, ülkelerin yerlerini değiş­
tirmenin - her ne kadar bir deprem gibi korkunç olsa da - sade­
ce anlık olaylar olduğu, uzun süreli tarih olarak nitelendirdikleri
şeydir.
2. Eskiyen Monar§iler ve Cumhuriyetler

Avrupa bir bütün müydü yoksa ümitsizce parçalanmış mıydı? Bu


sorunun yanıtını, Aydınlanma dönemi İtalyan yazarlarından Car­
lantonio Pilati, değişik ülkeleri gezdikten sonra yetmişli yıllarda
vermektedir:

Sadece bir ülkeden di�erine koşturanlar, Avrupa'nın dc�işik bölge­


lerin deki önemli farklılıkları bu labilmek için çaba harcarlar. Her
yerde büyük bir tekdüzelik oldu�una inanırlar. Ama fena halde ya­
nılırlar. E�er aynı ahlak, aynı temel dinsel inanışlar, yasa koyuculu­
�un aynı ilkeleri gibi de�işik Av rupa ülkelerini birbirine yakınlaştı­
ran şeyler varsa, karakter, tutku lar, be�eni, yaşam tarzı ve gelenek­
ler aynı ulus içinde kesin farklılıklar do�uracaktır: İklim, yeme ve
içme, topra�ın türü, bazı temel dinsel ilkeler, yönetim biçiminin ba­
zı incelikleri ve son olarak bir u lusa az çok uyan, di�erineyse daha
az uyan az çok mükemmel bir yasa koyuculuk.3

1 785'te Siyasal Barometre adi altında elden ele dolaşan bir bro­
şür, buna benzer bir bilanço çıkarmaktadır.

Portekiz her şey için yalvarır,


İ spanya her şeyi verir,
Napoli her şeye katlanır,
Parma her şeyle uzlaşır,
Venedik her şeye sessiz kalır,
Ceneviz her şeye güler geçer,
Sardinya her şeyi gözler,
İ ngiltere her şeye yardım eder,
Fransa her şeye karışır,
İ sviçre her şeyi yorumlar,
Rusya herkesi korkutur,
Almanya her şeyi taklit eder,
İ sveç her şeyi yad eder,
Danimarka her şeye katlanır,
88 Avrnpa Devletieli

Polonya her şeyi kaybeder,


Pru sya her şeyi arapsaçına çevirir,
Osmanlı her şeye hayret eder,
Kutsal imparatorluk her şeye inanır,
İmparator her şeye heves eder,
Papa her şeye göz yumar,
Her şey birbirine karışır,
Ve böylece her şey da�ılır,
Ve de; Tanrı yardımcımız olsun,
Yoksa Şeytan parsayı toplar."4

Bu siyasal barometre, Versailles Banşı'nın Kuzey Amerika'daki


İngiliz kolonilerinin bağımsızlığı için yapılan uzun savaşı sona
erdirmesinden iki yıl sonra yayınlanmıştı. 1792'den başlayarak
"Şeytan" ın - krallar ve soylular dünyasının Napoleon Bonapar­
te'ı nitelendirdiği üzere - hemen hemen her şeyi alacağı bir dün­
ya savaşıyla sonuçlanan Fransa' daki devrimci olayların bundan
dört yıl sonra harekete geçeceği henüz bilinrniyordu.
Portekiz her şey için ya/vanr: Büyük olasılıkla bu, Bourbon' la­
şan İspanya'nın müdahalesinden kurtulmak için, Portekiz' in
1703'ten başlayarak Büyük Britanya'yla girdiği yakın ilişkiyi be­
lirtmektedir. Her iki ülke için de İspanyol ve Fransız saldırıları
karşısında Portekiz' in sömürge i mparatorluğunu korumak, Afri­
ka ve Hint sahil mevkileri ile Brezilya söz konusuydu. Böylece
Portekiz, Cizvit tarikatımn feshedilmesinden köleliğin kaldıni­
masına kadar esaslı ve kesin bir modernleşmeyi harekete geçi­
ren Başbakan Pombal Markisi bütün iktidar eline geçirdiğinde
yeniden kendinden söz ettirmek üzere, sessiz kalmıştı. Pombal
Markisi, ancak yirmi yılı aşkın bir süre sonra yeni kral III. Ped­
ro tarafından azledilmişti. Ülke yoksul kalmıştı; çünkü sömürge­
lerden gelen para saraya, soylulara ve yabancı tüccarlara gidi­
yordu. Portekiz, bundan sonra da İspanya'mn ve Büyük Britan­
ya'nın lütfuna muhtaç olacaktı.
İspanya her şeyi verir: Bu her şeyi vermek, büyük bir olasılık­
la 1 785'teki geçici durumla ilgilidir. İspanya, Kuzey Amerika'-
Eskiyen Manm-şiler ve Cumhuriyetler 89

nın kurtuluşundaki rolü sayesinde kaybettiği konumunu yeniden

kazanmış, Latin Amerika'da Portekiz'le olan anlaşmazlıklannı


çözmüş, onunla Fransa'nın da katıldığı bir ticaret antiaşması im­
zalamıştı. Akdeniz'de Osmanlılarla iyi bir anlaşma halindeydi.
İktidardaki Bourbonlar siyasetlerini, aym zamanda Aydınlanma
ve Fransız tarzında merkezileştirme anlamına da gelen Fran­
sa'ya yöneltmişlerdi. Bu, yüzyıl başında ileri derecede gelişmiş
Barak kilise üslubunun gerçekte Churriguera* ile oldukça abartı­
lı bir duruma geldiği, bütünüyle Katalik - Karşı Reformcu ola­
rak şekillenen bir ülkedeki tepeden inme Aydınlanma'ydı. Yüz­
yıl sonunda Goya, İspanya'da sanata hiç kuşkusuz vahşi realisL
bir üslup getirmişti. Latin Ameri ka'nın büyük bir bölümü hala İs­
panya'nın elindeydi ve İspanyol kral vekilieri ile Meksika'dan
Peru'ya kadar başpiskoposlar, M adrid' deki konseyden denetleni­
yordu. Büyük ortaklıklar, eskisi gibi sömürgelerin zenginliğ in­
den kazanç sağlıyordu; gittikçe daha hissedilebilir olan bir den­
gesiziikti bu. Orta ve Güney Amerika'da yaşayan Kızılderiliie­
rin ehlileştirilmesi, İspanyol denetiminin son bulmasını arzula­
yan İspanyol kökenli yerli sömürgecilere hal a zahmet veriyordu.
İber Yarımadası' ndaki iki monarşiyi, İtalya'daki devletler iz­
liyordu. İtalya, kültürel ve coğrafi bir kavramdır. Bir bütünlük,
bir gurur hala Roma'nın büyüklüğüne - Pompei kazılan başla­
mıştır - ve Rönesans'ın parlak zamanianna aracılık etmektedir.
İtalya'nın merkezileşmemesiyle kültürel bir çokyönlülük garanti
altına alınmıştı. Zeki bir İtalyan, o zamanlar şöyle bir saptama­
da bulunmuştu:

Bu bölge, sadece tek bir başkenti olan ülkeler karşısında avantajlı­


dır. Bu ülkelerde metropol, bilginin yönü ve düşünmenin türü
hakkında karar verir. Her zümreden tebaasının aynı kültüre bo­
yun eğmesini ve kendisi gibi düşünmesini ister. Ama İtalya, deği-

Churriguerizm: 17. yüzyıl başı ile ıs. yüzyıl sonu arasında İ spanyol mimarh�ıru ve süs­
leme heykelcili�ini etkileyen bir üslup ( 17. ve 18. yüzyılda üyelerinden birçoğu maran­
gozluk, mimarlık ve heykelcilik alarunda etkinlik gösteren İ spanyol Churriguera aile­
sinin adından). (ç.n.)
90 A v1upa Devlet/en"

şik devletler bölündüğü için, değişik başkentleri vardır. Böylece


düşünmenin türü, bilginin kon ularının seı,imidir ve b ilimlerle sa­
5
natlardaki beğeni de değişik ve renklidir

İtalyan devletleri, siyasal yönden tekrar tekrar hanedan birleşim­


lerinin kurbaru olmaktadır; özellikle her kabine savaşında Avus­
turyalı ve Fransız askeri birlikleri geçit düzenl cmektedirler.
Aandra'yla birlikte Yukarı İtalya, Avrupa' ıu n savaş alarudır.
Broşürde yazılanlar, hiç kuşkusuz doğrudur.
Napo/i her şeye kat/amr. Diğer Katalik monarşilcr gibi İki Si­
cilya Krallığı'ndaki İspanyol - Bourbon monarşisinin de hem ay­
dınlanmacı reformları hem de bunu izleyen tepkileri yaşadığım
anlatmaktadır.
Panna her şeyle uzlaşır; çünkü Sardinya, Picmonte, Ceneviz
Cumhuriyeti ve Avusturya'run egemenliğindeki Milana arasına
mıhlanmışken başka bir seçeneği yoktur; 1749'dan bu yana İs­
panyol Bourbon hanedaruna bağlıdır ve Napolcon'la birlikte re­
formlar ve tepkiler yaşamıştır.
Sardinya her şeyi gözler., bir başka deyişle: Sardinya - Piemon­
te halka bağlı, ama kültür düşmaru bir monarşiyle kendinden
güçsüz komşularıru gözetim altında tutmaktadır. 1748'den bu ya­
na sırurlarım Mi lana'ya kadar genişletebilmiş ve 1782'de öte­
den beri sevilmeyen Cenevre Cumhuriyeti'ni utanç verici bir du­
ruma düşürmek için diğerlerine yardım etmişti. Batı sınırı, Rho­
ne' a dayanmaktaydı.
Broşür, Grandük Pielro Leopoldo ve bakanı Rosenberg - Or­
sini dönemindeki aydınlanmacı etkili reformlar düşünüldüğünde
"her şeyi dener" gibi bir formülün uygulanabileceği Tascana
Grandüklüğü'nü unutmuştur. Toscana, 1735'ten - M edici soyu
tükendiğinden - bu yana Lorraine' lilerin yönetimi ve bununla
birlikte Habsburg Avusturyası' ru n boyunduruğu altındaydı.
Son olarak bunun dışında diğer iki küçük İtalyan devleti de
eksiktir. Birincisi, tıpkı Parma gibi "her şeyle uzlaşır" olan Mo­
dena Düklüğü' dür; çünkü - hala Estonyalı yerli hanedan tarafın­
dan ataerkil bir biçimde yönetilere k- Parma gibi Avusturya ve
Eskiyen Manarşiler ve Cumhuriyetler 91

Fransa devletleri arasında yönetime vekillik etmek zorundadır.


İkincisi Lucca Cumhuriyeti' dir. Burada Yenerlik'in " her şeye ses­
siz kalır" oluşunun anlamuu değiştirmek gerekir; çünkü bu kü­
çük cumhuriyet, - başka hiç bir cumhuriyetin cesaret edemedi­
ği - bütün sessizliği içinde gizlice yeni soylular yaratarak aristok­
rasinin yönetim temelini akıllıca ve ölçülü bir şekilde genişlet­
meyi bilmiştir.
Diğer cumhuriyet Ceneviz, her şeye güler geçer. Burası kili­
seye karşı kayıtsızdır, masoncu bir tarzda aydınlanmıştır ve ba­
ba - oğul Giacinto ve Pasquale Paoli'nin, adalarının bağımsızlığı
için boş yere savaştıkları Korsika' nın Fransa'ya bırakılmasından
sonra bile Ligurya kıyısını elinde tutabilmiştir.
Üçüncü cumhuriyet Venedik'tir. Venedik her şeye sessiz ka­
lır. Söz konusu olan, hala gururla kendi büyüklüğüne sanlan dev­
letin suskunluğudur. Venedik her ne kadar 17. yüzyılda Girit
Adası'nı ve Peloponesos' u kaybetmiş olsa da, İyon Adalan'ndan
başlayarak Adriyatik kıyılarını denediyor ve Friuli'den Como
Gölü'ne kadar anakarayı elinde bulunduruyordu. Henüz yüzyıl
başında - Girit Adası geçici olarak yeniden ele geçirildiğinde ­
bu zafer, Vivaldi'nin Juditha triımıplıans' ıyla kutlanmıştı. Bun­
dan böyle Venedik, akıllıca bir yansızlıkla kendini savaşlardan
uzak tutabiimiş ve ölçülü reformlar yapmıştı. Canaletto ve Guar­
di, bütün bir aristokrasinin olağanüstü kültürünü fırçalarıyla res­
me dökmüşlerdir.
Akdeniz ve Adriyatik arasında Orta İtalya'yı boydan boya
kat eden Papalık Devleti de unutulmamalıdır. Papa her şeye göz
yımıar, sadece aydınlanmacı Katalik hükümdarların kilise politi­
kası için değil, aynı zamanda "tarımın ihmal edildiği, devasa bir
düzlük bölgenin sürülmeden bırakıldığı ve diğer bir bölgenin, de
kimsenin kurutmayı akıl etmediği bir bataklık olduğu"6 kendi
devleti için de geçerlidir.
Broşür bundan sonra Alplerin kuzeyindeki barometre duru­
mu hakkında bilgi vermekte ve Sardinya' dan sonra hemen İngil­
tere'ye atlamaktadır.
İngiltere her şeye yardım eder: Her ne kadar 13 sömürgesini
92 Avmpa Devlet/en·

kaybetmiş olsa da, İngiltere azimli bir yükselişe geçmişti. İçeri­


de sanayileşme gerçekleşmekte ve Sritanyalı tüccarlar, Britan­
nia'nın* denizlere egemen olması için çaba göstermekteydi. O
zamana kadar saklı kalmış doğa yasalarını Newton'la gün ışığı­
na çıkaran, kansız bir "şanlı devrim" ile ilk meşruti monarşiyi ya­
ratan, Halklar Bildirgesi'yle yurttaş haklarını ülke yasası duru­
muna getiren, Hoşgörü Yasası'yl a farklı inançlara yönelik baskı­
lara son vermeye çalışan ve M a rlborough Dükü'nün askeri bir­
likleriyle XIV. Louis'nin gerici süper gücünün ilerlemesini en­
gelleyen, sağduyunun hükmüne girmekle onur duyan, en kayda
değer teknik buluşları Avrupa'ya taşıyan gururlu bir ulustu. Ger­
çi şimdi Birleşik Krallık'la birleşen, fakat kendi felsefe okulunu
'
yaratan Iskoçya Krallığı da unutulmamalıdır. Sadece, Protestan
Hannaver egemenliğine karşı Katalik Stuart yanlısı ayaklanma­
lardan duyulan korkudan ötürü Protestan hoşgörüsüzlüğün hü­
küm sürdüğü İrlanda, daha kötü durumdaydı.
Fransa lıer şeye kanşır: Avrupa' da, ister kolonilerde veya faz­
la bir başarıyla olmasa da XV. Louis'nin metresler rej iminde ol­
sun. Çok farklı bir başarıyla başlangıçta daha çok İngiliz köken­
li olan Aydınlanma hareketine de karışmıştır. Paris, anlatırnda
ve yazıda uluslararası republiqııe des /ettres' i n (edebiyat cumhuri­
yeti) tartışmasız merkeziydi. Voltaire, "düşünceleri açık bir bi­
çimde ifade etmeye İngilizceden elverişli olduğu" için de " Fran­
sız dili neredeyse evrensel dile dönüşmüştür" , diye bir saptama­
da bulunmuştur.
İsviçre lıer şeyi yommlar: Ç ünkü buradan, Alman, Fransız
- ve ara sıra da İtalyan- dilinde, Aydınlanmacı türde zengin bir
yazın çıkmıştır. Alaylı bir dille yorumlar ve açıklar; çünkü Avus­
turya ve Fransa büyük devletlerden birine angaje olmamak için
az çok rahat bir yansızlık içindedir ve 1536'dan bu yana toprak­
larında hiçbir Avrupa savaşı yaşanmamıştır. Bağımsız cumhuri­
yetierin ilginç ülkesi olarak ka bul edilmektedir, refah düzeyi

• Büyük Britanya ve sömürgelerini simgeleyen kaı.lın figürü: ba�ını.la miğfer, e l i nı.le ucu
ç:ııallı mızrakla temsil eı.lilir. (y. n . )
Eskiyen Monarşi/er ve Cumlıwiyetler 93

yüksektir ve sadece peynir değil, aynı zamanda tekstil ürünleri


ve saat de ihraç etmektedir.
Broşürde unutulan, Alplerin kuzeyindeki tek bağımsız cumhu­
riyet, İsviçre'nin yanındaki Birleşik Felemenk Cumhuriyeti'dir.
" Her şeyi yad eder"e ya da "her şeye tahammül eder"e örnek
olarak gösterilebilir. 17. yüzyılın güçlü ekonomik, siyasal ve dü­
şünsel gelişimi geride kalmıştır ve kısa bir süre sonra bu cumhu­
riyetler sistemi, Genel Vali'nin Lehine ve eski yurtsever özgürlü­
ğün aleyhine olmak üzere Prusya müdahalesinin kurbanı olacak­
tır. Ancak arkasında hala tüm dünyadaki sömürge imparatorlu­
ğu yatan "Amsterdamlı zengin adam" özdeyişi geçerliliğini koru­
yacaktır.
Alnıanya her şeyi taklit eder, çünkü yazında olduğu kadar sa­
ray yaşamında da hala Fransız ya da İngiliz örneklerini taklit et­
mekte ve "Alman ulusal ruhu"ndan henüz çekinerek söz etmekte­
dir. Almanya, hala Kutsal Roma - Germen İmparatorluğu' dur.
Modem anlamda bir devlet, hatta ulusal bir manarşİ bile değil­
dir; aksine Ortaçağ'dan kalma çekirdek bir kavramdır. " i mpara­
torluk" aslında Fransa, Prusya ve Avusturya arasına mıhlanmış
sadece birçok küçük ve çok küçük devletten, dinsel nitelik taşı­
yan ve taşımayan prensliklerden, kontluktan ve imparatorluk
kentinden oluşuyordu. Broşür Kutsal imparatorluk her şeye ina­
mr, dediğinde bu, Alnıanya her şeyi taklit eder'in bir yinelemesi­
dir. imparatorluk, Otuz Yıl Savaşlan'ndan ve onu izleyen Fran­
sız saldınlanndan bu yana hala travma durumundaydı. Mezhep­
ler bakımından ise durum, çok çeşitli olarak kendini göstermek­
tedir: Lutherciler çoğunlukta, Kalvenciler azınlıktaydı ve birçok
Katalik Kilisesi yandaşı vardı. Ancak broşür, birçok prenslikteki
- sadece Goethe döneminin Weimar'ındaki değil - ve bazı kent­
lerdeki - sadece Lessing döneminin Hamburg'undaki değil ­
ekonomik ve kültürel kalkınmayı gözden kaçırmaktadır. Alman­
ya, kültürel yönden bir hayli farklılaşmış dünyasında uyuklayan
ve yavaş yavaş uyanan güçlerle doluydu. Ortak olan şey, artık
bir birliğe ulaşmış yazı dili, buna uyan yazın ve imparatorluğun
bir zamaniarkİ gücünün ve olağanüstülüğünün anısıydı. Yüzyıl
94 Avrnpa Devletieli

sonlarına doğru Almanya, düşünsel a landa birçoklarım geride bı­


rakarak ilk sıralara oynamaktaydı. 18. yüzyılın bir yargısının ge­
leceğe yönelik olduğu ortaya çıkacaktır: "Almanların aşırı dere­
cede iş bağımiısı olduğu doğrudur." 7
Almanların iş bağımlılığı söz konusu olduğunda Prusya' ru n
düşünülmesi gerekir. Prusya' nın broşürde kendine a i t bir dizesi
vardır: Pnısya lıer şeyi arapsaçma çevirir. Bu, 1740'ta Avusturya
Veraset Savaşma, 1756'da Yedi Yıl Savaşları ' na ve 1772'de Po­
lonya ' ru n dağılmasına "sebep olan", Avusturya'nın egemenliğin­
deki Silezya'yı ve Polanya' nın egemenliğindeki Batı Prusya'yı
ele geçiren Prusya'nın huzursuz kralı l l . Friedrich'e işaret et­
mektedir. Ancak Il. Friedrich demek, aynı zamanda Potsdam'ı
ve Berlin'i Aydınlanma'nın merkezi durumuna getiren Büyük
Friedrich demektir.
Avusturya, kendi hükümdan olan imparator aracılığıyla anıl­
maktadır: İmparator lıer şeye lıeves eder. Avusturyalı Habsburg­
lar, 15. yüzyıldan bu yana Kutsal Roma - Germen İmparatorlu­
ğu'nu yönetmekteydi. Kendi başına buyruk bir büyük devlet duru­
muna gelen eski Avusturya, yine de hala Germen İmparatorlu­
ğu'na dahildi. " Her şeye heves e den" asıl imparator büyük, renk­
li devlet dünyasını birleştirmek, Osmanlı ve Polanya'ya doğru
gücünü genişletmek isteyen II. J oscph'tir. Avusturya, kozmopolit
başkenti Viyana'yla birlikte çoğulcu bir devletti. Sınırlan bura­
dan çok ötede Yukarı Ren kıyısındaki Flandre'ya dayanmakta
ve az çok Alman dilini konuşan eski Avusturya, Tirol'den başla­
yarak Burgenland ve Kürnten'e kadar uzanmaktaydı. Bohemya
ve Macaristan taçlan, Habsburgların elindeydi. Prag ve Buda­
pcşte, kendilerine ait kültürel bilinçleriyle önemli başkentlerdi.
Çokdilli ve çokmezhepli Macaristan, bağımsızlığına güveniyor­
du. Milano Düklüğü ve Tascana'daki ikili veraset, imparatorlu­
ğa bir, İtalyan havası katıyordu. Avusturya' nın egemenlik alanın­
da bir düzineden fazla dil konuşulup ve yazılıyordu. Yabancı ül­
kelerin etkileri başkent Viyana'ya yansıyordu; İtalyan, Bourbon­
lar döneminin İspanyol ve Lorraine'lilerin aracılığıyla yeni Fran­
sız etkileri; çünkü hanedan, Maria Theresia'nın eşi aracılığıyla
Eskiyen Manarşiler ve Cumlıwiyetler 95

imparatorluğun bu eski komşusundan geliyordu. Avusturya İm­


partorluğu kendini Katalik kilisesi yandaşı olarak ifade etse de,
gizliden gizliye her yerde Protestan azınlıklar bulunuyordu; Pro­
testanlannsa Macaristan'da resmi bir konumu vardı.
Siyasal Bammetre'de iki kuzey devletinin de yer aldığını gö­
rüyoruz: Danimarka lıer şeye kat/amr; çünkü İngiltere'nin, Rus­
ya'nın ve İsveç' in kara ve denizdeki çıkarlarının arasında nere­
deyse savunmasızdır. 1 7. yüzyılda "yüksek direkler" çıkan deniz­
ler fatihi IV. Christian' ın dönemi çoklan geride kalmıştı ve şim­
di son derece becerikli bir yansızlık politikasının yürütülmesi ge­
rekiyordu. Danimarka Krallığı hala Norveç Krallığı'nı, İzlan­
da'yı ve Schleswig ve Holstein d üklüklerini elinde bulundurmak­
taydı. Varlıklı bir burj uvazi, Norveç'ten gelen odunla ve tarım
ürünleriyle geniş kapsamlı bir ticaret yapıyordu. Kopenhag, ku­
zeyde zarif bir dünya kenti durumuna gelmişti. Yumuşak başlı
mutlakıyet tebaasına, sonraları geniş kapsamlı bir köylü kurtuluş
hareketine yol açacak eşitliği getirmişti. Non·eç her zaman ba­
ğımsız köylülerin merkeze uzak ülkesi olmuştu. Aydınlanma iler­
lemekteydi. Danimarka yazınının altın çağı başlamıştı. 1 770'te
sansür kaldırılmış ve Danimarkalılar bu özgürlüğü akıllıca kul­
lanmayı bilmişlerdi.
İsveç lıer şeyi ydd eder: Geçen yüzyılın büyük güç dönemini,
korku veren ordularıyla ve Otuz Yıl Savaşları' nda Baltık Denizi
çevresinde bir tanrı imparatorluğu yaratmaya çalışan Kral Gus­
taf Adolf yönetimindeki Fin süvarİ birlikleriyle İsveç'in heyecan
uyandıran müdahalesinin bu yüzyılını. Ancak bundan yarım yüz­
yıl sonra çılgın kral XII. Karl - 18 yıl boyunca kuzeye rahat ve
huzur vermeyen kral - kahramanca seferlerine karşın hemen
her şeyi kaybetmişti ve başka savaşlar da yapılmasına karşın bun­
dan sonra İsveç' in Ön Pomeranya'daki ve Baltık Bölgesi' ndeki
bağımlılıkları ve son olarak 1808'de en azından önemli bir
özerklikle bir Rus büyük prensliği durumuna gelen tüm Finlandi­
ya yitirilmişti. Fazla önemli olmayan demir ve odun ihracatı pa­
ra getiriyordu; ancak başarısız savaşların masrafı çoktu. İçeride
krallığa ait mutlakıycl ve soylulara ait imparatorluk Meclisi 'nin
96 Avmpa Devlet/en"

parlamento rej imi arasında gidip geliniyordu. Köylüler eskiden


beri, giderek genişletilen özerk köy yönetiminin tadını çıkanyor­
lardı. III. Gustaf, Prusya Kralı Il. Friedrich örneğine göre aydın­
lanmacı - mutlakıyetçi bir hükümdar olarak hareket ediyordu. Bi­
limsel bir yaşam filiz sümıekte ve Stockholm parlak bir saray
olarak ışıldamaktaydı.
Polanya lıer şeyi kaybeder: Karadeniz' den Baltık Denizi ' ne
kadar uzanan ve bir zamanlar bir Ortaçağ krallığı olan Polanya,
imparatorluk Meclisi'nin güçsüz krallarla birlikte mutlakıyetin
sıkılığım kaçırdığı Ortaçağ'dan kalma bir anayasaya takılıp kal­
mıştı. Rusya, Prusya ve Avusturya güçler birliğinin kurbanı ol­
muştu. İlk dağılma ı 772'de, i kincisi ı 793'te ve sonuncusuysa
ı 795' te gerçekleşmişti. Bir zamanlar güçlü olan, sonralan mez­
hep yönünden açık, ancak daha sonra Karşı Reformcu ve sonun­
da Reformcu - Aydınlanmacı olarak hareket eden bir ülke, hari­
tadan silinmişti. Ancak Protestan Prusya ve Ortodoks Rusya ara­
sında Polanya, Katalik dini ve diliyle varlığım sürdürmüş ve 130
yıl boyunca kendi devletinin yeniden dirilmesini beklemişti.
Rusya herkesi korkutur: ıs. yüzyılın başında Rusya - Polon­
ya'nın, Baltık Bölgesi'nin ve İsveç'in egemenliği altındaki Fin­
landiya'nın arkasında bulunan bu iç imparatorluk Çar Büyük Pet­
ro'yla birlikte siyasal yönden etkinleşip ve modernleşmişti. Baş­
kent, uzak Moskova'dan deniz kıyısındaki St. Petersburg'a taşın­
mıştı. Bir akademi kurulmuş ve Batı'nın en iyi yetenekleri geti­
rilmişti, ordu modernleştirilmiş ve daha da baskıcı olmuştu. Son
olarak aydınlanmacı Çariçe Il. Katerina Osmanlı İmparatorlu­
ğu'na, İsveç'e, Danimarka'ya ve Polanya'ya karşı her konuda ak­
tif bir politika uygulamaya başlamıştı. Korku uyandıran Kazak
süvarİ birlikleriyle Rusya şimdi gizemli, korkutucu, ama aynı za­
manda çekici bir şekilde Riga'dan Kırım Yarımadası' na kadar
geniş bir cephede yer alıyordu.
Broşür, siyasal barometre durumu hakkındaki verilerine Os­
manlı İmparatorluğu'yla son vermektedir: Osmanlı lıer şeye hay­
ret eder; çünkü imparatorluğunun sınır durumu saliantıdadır (Ma­
caristan, Erde!, Kınm Yarımadası kaybedilmiştir; Eflak ve Boğ-
Eskiyen Manarşiler ve Cımılııuiyetler 97

dan, Tunus ve Trablusgarp kendilerini özerk hissetmeye başla­


mışlardır) ve çünkü Avrupalıların bu heyecan uyandıran, yükse­
len Aydınlama dünyasnun dışında bulunulmaktadır. Osmanlılar,
Avrupalı olmayan bir güç olarak broşüre girmiştir; çünkü büyük
çoğunluğu Hristiyan olan Balkanlarla birlikte henüz özgürlüğe
kavuljmadığı halde ilk özgürlük kıpırtılarının baş gösterdiği Yu­
nanistan'a da hala egemendir.
Henüz kurulan federal Amerika Birleşik Devletleri'nin bro­
şürde adının geçmemesi, çok fazla şaşırtıcı değildir; çünkü dün­
ya hala Avrupa'dır. Avrupalılar sadece İspanyol ve Portekiz
Amerikası'nı, İ ngiltere'nin, Fransa' nın, Portekiz'in ve Hollan­
da'nın egemenliği altındaki Afrika sahillerini, büyük ölçüde İn­
giltere'nin egemenliğinde bulunan Hindistan'ı ve Hollanda'nın
egemenliğindeki E ndonezya'yı değil, diğer kıtaları da tarumak­
tadırlar. Hatta tüm egzotik ülkelerle derinden ilgilenilmekte,
bilgece yönetilen Çin'e hayranlık duyulmakla ve evleri gerçek
ve sahte egzotik sanatla süslemekten, Çin bahçeleri düzenlemek­
ten hoşlarulmaktadır. Bununla birlikte kararlar hala Londra, Pa­
ris, Viyana, gerektiğinde St. Petersburg'la birlikte, Berlin ve
Madrid arasında verilmektedir. Ancak Siyasal Bammetrenin ni­
hai bulgusu, H er şeyi birbirine kanşır şeklindedir.
3. Devletler Üstü Dünya Vatanda§lığı

İlk aydınlanmacı ansiklopedinin Protestan yazan Pierre Bayle


1700' de, "Ben bir dünya vatandaşıyım; ne İmparator'un ne de
Fransa Kralı' nın, aksine doğruluğun emrindeyim" diye yazmakla­
dır. Friedrich Schiller ise yüzyıl sonunda şöyle demektedir: " Ben
hiçbir prensin emrinde b�lunmayan bir dünya vatandaşı olarak
yazıyorum. Küçük yaşta anayurdumu kaybedip yerine büyük bir
dünyayı geçirdim.'' 8
18. yüzyılın devletler dünyası henüz milliyetçi değildi - her
ne kadar milliyetçilik her yerde gizliden gizliye uyku halinde bu­
lunsa ve daha sonra gürültüyle uyanacak olsa da. Aydınlanma
yüzyılı kendini kozmos olarak, toplu ilişkiler içindeki dünya ola­
rak kavramaktaydı.
Hükümdarlar, birbiriyle uzaktan akraba uluslararası bir top­
luluktu. Gerçekte sadece Prusya'daki Brandenburg, Parma'daki
Este, Tarina'daki Savoia hanedanlan "safkan"dı. Çoğunlukla bu
kraliann bakanlan da o ülkenin çocuklan değildi; Feldmareşal­
ler ve generaller arasında - örneğin Rus ordusunda - Alman kö­
kenli Baltıklılar, Fransızlar, Almanlar ve İsviçrelilerden oluşan
renkli bir karışım bulunuyordu. Kraliyel saraylan da bu uluslara­
rası görüntüyü yansıtıyordu; Kopenhag'daki Almanlar, Viyana'­
daki renkli dünya gibi. Örneğin İsveç'teki yüksek soylular Fran­
sız de la Grangelar'ı, iriandalı Hamilton'ları ve Alman kökenli
Baltıklı Wrangellar'ı kendilerinde.n sayıyordu. Soylular esas iti­
barıyla kozmopolitti. Zümre kurallan, subayların onur ilkeleri,
görev ve erdem, aynı zümreden olanlarla evlilik, her yerde ge­
çerliydi. Burjuvazinin dahil edilebileceği " halk", onların ayakla­
rının dibinde yer alıyordu.
Her ne kadar Tann'nın ve kralın bütün dilleri konuşabildiği
söylenmişse de Fransızca, soyluların ve sarayiann egemen dili
durumuna gelmişti; soylular yerel dili ve lehçelerini bilseler bi-
Devletler Üstü Dünya Vatandaşlığı 99

le, sadece hizmetkarlanyla o dilde konuşurlardı. Fransızca, o za­


mana dek çok konuşulan İtalyancamn yerini aldığı gibi, bilim di­
li olarak Latincenin de yerine geçmeye başlamıştı. Bütün saray­
lar, tümüyle Fransız örneğine göre düzenlenmişti. Sadece bu dil­
de mektuplaşılıyordu. Fransızca, aynı zamanda burj uva aydınlar
ve tüccarlar için de öğrenilmesi gereken bir yabancı dil olmuştu.
Fransız tiyatrosu genel olarak herkes tarafından seviliyordu -
halk tarafından da. Protestan ülkelere sığınmış Fransız Protes­
tanJannın varlığı da Fransızcanın yaygınlaşmasında etkendi. "Sö­
mürgeler"in Fransız kilisesi çoğu kez soyluların kilisesi durumu­
na kadar yükselmişti. Fransız ProtestanJan, dil özelliklerini 19.
yüzyılın başlangıcına değin korumuşlardı. Dünya vatandaşlığının
sözlü ve yazılı anlatımı artık Latince değil, Fransızcaydı.
Kent halkı daha az kozmopolit olarak yapılanmıştı. İnsanlar
dünyadan elini eteğini çekmiş kentlerde kendi aralannda yaşı­
yor ve evleniyorlardı. Daha açık bir anlatımla, aydınJanmacı çev­
relerde bir başka kente giderek yapılan evlilik olanaksız bir şey­
di. Büyük Kurul' da kent yurttaşi anna ait hakların yurttaş olma­
yanlara da verilmesi konusunda yapılan bir görüşme nedeniyle
Basel Belediye Başkanı, "değerli Basel kanının yabancı madde­
lerle kirletilmek" 9 istenmediğini söylemiştir. Dünya vatandaşlığı
burada düşünsel ve kuramsal bir olay olarak kalmıştır. Sırasına
göre ya tüccarlar ya da ülkeden ülkeye dalaşma alışkanlığında
olan zanaatkarlar arasında toplumsal hareketlilik daha fazlaydı.
Devletler dünyası eskiden getirilen bir doğallık olduğundan
ve öylece kaldığından, Aydınlanma hareketi için gerçek bir ör­
nek olamazdı. Bunun dışında soylulann kozmopolitliği, yine soy­
luların insanlar arasında eşitliği kabul etmemesiyle çelişmektey­
di. Belki de sadece İngiltere bazı Aydınlanmacı düşüncelere ko­
laylık sağlıyordu. Eski özgürlükçü, şimdiyse parlamentoda yeni­
lenmiş gelenek sayesinde, ge1ıtry ile orta sınıfın karışımı sayesin­
de, özgür bir basın ve dinsel sorunlarda hoşgörülü bir tutum saye­
sinde burada bir boşluk belinnişti. Bu nedenle İngiltere,
Beat- Louis de M ur alt'nın Lettres sur /es Angiais et /es François
et sur /es voiages'ıyla (İngiliz ve Fransız Deviellerinin Nitelik ve
1 00 Avmpa Devletieli

A detleri Üzerine Mektuplar) ve Voltaire'in verdiği bilgiler saye­


sinde - tam da Fransız dilinde - ideal bir ülke olarak stilize edil­
miştir. Hoşgörüsüz mutlakıyetin mirası tarafından Fransa'ya, san­
ki siyasal yönden bir örnek oluşturabilirmişçesine fazlasıyla yük
bindirilmişti.
Örnekler başka yerlerde de bulunabilirdi: Örneğin Kuzey
Amerika'daki "soylu vahşiler"de ya da Güney Denizi Adalan'n­
da ya da - eğer Avrupa' da kalmak isteniyorsa - İsviçre Alplerin­
deki çobanlarda; 18. yüzyılın başına değin İsviçre verimsiz bir ül­
ke olarak, hatta geri kalmış halkıyla barbar gelenekleri olan bir
ülke olarak kabul edilmekteydi. Bu son derece ilginç jeoloji par­
çasını şimdi ilkin doğabilimciler keşfediyordu.
Dağlar ve göller önce, romantik Chillan Şatosu ve Valais
Alplerinin olağanüstü dağ oluklanyla Leman Gölü'nün farkına
varan Sritanyalı gezgin lordlar için çekici olmuştu. Bunu tüm ül­
kelerden yolculuk eden baylar izlemekteydi ve bunla� coşku do­
lu gezi notlan kaleme almaktaydılar. Kısa bir süre sonra bu yü­
ce doğada Alpler insanı da keşfedilmişti. Doğa ve tıp bilgini
Albrecht von Haller'in Die Alpen adlı didaktik şiiri ve sonraları
Salomon Gessner' in tüm olası dünya dillerine çevrilen ldyllen'ı
bir rehber görevini görmekteydi. Rousseau, coğrafi görünümü si­
yasallaştınnıştı: Şimdiye değin aşağı görülen Alpler demokrasi­
si, ansızın ideal devlet biçimi olmuştu.
İsviçreli olan her şeye yönelik ilgide, bu ülkenin kentlerinde
uluslararası bir görünüme sahip olan, düşüncelerini Fransızca ve
Almanca olarak ifade edebilen aydınlanmacı seçkinleri n bulun­
masıydı. Ve Alplerin " özgür İsviçreliler" iyle birlikte bu cumhuri­
yetçi ülkenin tarihsel mitosu da keşfedilmişti: Rütliwiese'deki üç
orman bölgesinin ortak birlik yeminlerinin, tiran Gessler'i öldü­
ren Wilhelm Teli'in eşi görülmemiş kahramanlık öyküsü. Tarih­
sel mitos bu şekilde Alplerin mitosuyla birleşmiş, bir örneğe dö­
nüşmüş ve sonunda Friedrich Schiller'in genel, kozmopolit bir
geçerlilik iddiasındaki oyununda klasik bir biçime sokulmuştur.
İsviçreliler ve yabancılar, gerçekliğin bu denli ideal olmadı­
ğım, ancak Fransa'nın özgürlük ve eşitlik sloganıyla her şeyi göl-
Devletler Üstü Dünya Vatwıdaşlıgı 101

gede bıraktığı Fransız Devrimi dönemlerinde fark edebilmişler­


di.
Devletler arası barışçıl işbirliği sorusu, kozmopolitliğin açık
bir sorWlU olarak kalmıştı. Bu işbirliği eskiden olduğu gibi savaş­
lardan sonra barış kongreleri düzenlemekle, yeni savaşiann çe­
kirdeğini zaten içinde taşıyan ülkelerin yerlerini değiştirmeyi ga­
rantilemekle mi yetinecekti?
1517'de Quere/a pacis'iyle Erasmus, savaşların anlamsızlığı­
nı artık fark etmeleri için insanlığa yalvardığından bu yana hu­
kukçular ve ilahiyatçılar, yeni baştan bir tür dünya ve banş düze­
ni kurmaya uğraşıyorlardı. 1625'te Savaş ve Banş Hukuku'yla
G rotius, uluslararası düzeyde tanınan halklar hukukuna dayalı
bir hükümdarlar kongresi toplanmasını önermişti. XIV. Louis re­
j iminin Fransız yazar ve eleştinneni Charles- Irenee Cas tel, Ab­
be de S aint - Pierre, daha da i leri gitmişti. 17 13'te Projet de
Paix perpetuel/e'inde Ebedi Barış Projesinde, sırayla yönetilen
merkezi bir yönetimle, barış mahkemesiyle ve ortak bir orduyla
birlikte bir Avrupa birliği önennişti. Abbe de Sa i nt - Pierre 'in ta­
sarısı, yüzyıl içinde tekrar tekrar tartışılmıştır. Bu sorunlarla uğ­
raşan en son kişilerden biri, yeni bir barış kongresinin düzenlen­
diği 1795 tarihli Ebedi Banş Üzerine Felsefi Deneme makalesiyle
Kanl'tı. Fakat bundan sonra milliyetçi düşünce, kozmopolit dü­
şünceye giderek daha çok gölge düşürecekti.
IV

Ayd ın la n ma' nın Ta§ıyıcıları

1. "Cemiyet" Hareketi

Özgürlüğün yeni ruhu, hareket, her şeye merak demek olan Ay­
dınlanma, sadece düşünürlerin, filozoflann, yazarların ve zaman­
la uyum halinde ve onun içinde etkin olan tek tek herkesin ilgi­
lendiği bir konu değil, özellikle örgütlü ve örgütsüz toplulukla­
rın ilgilendiği bir konuydu. ı
Toplumsal birlikler çoğunlukla dost çevrelerindeki görüşme­
lerin bir sonucuydu. Aydınlanmacılar için dostluk, hakkında sü­
rekli yazılar yazılan çok önemli bir konuydu. Oldukça etkili bir
İngiliz dergisi olan Spectatordan bile "dostluğun nimeti", "bu ya­
şam iksiri" hakkında bilgi edinilebilirdi2 " Bir dostluk cemiyeti
kuruldu": 18. yüzyılda bir cemiyet kuruluşunun bildirimi bu ya
da buna benzer bir şekilde dile getirilmekteydi. " Bir dostluk ce­
miyeti" kurulduğunda söz konusu olan şey, bu dost çevresini za­
manın kültürel, sosyal ve ekonomik koşullannın reforme edilme­
si için verimli kılmaktı. Onlar için söz konusu olan şey, dünya­
nın daha iyi hale getirilmesinde işbirliği yapmak üzere emulati­
on' da, " teşvik"te bulunrnaktı. Yalnızca loncalardaki ya da mesle­
ki ve dini olarak sınırlanmış amaçları ve geleneksel örf ve adet­
leriyle kardeş topluluklanndaki gibi eski toplwnsal biçimlerde
takılıp kalmak istenrniyordu. Reformların yeni işlevi, gelişmekte
olan bilim, genişiernekte olan kültürel eğitim ve yetersiz sosyal
yardım alanlannda Aydınlanm a'nı n büyük ütopyası için başarı
sağlamaktı.
18. yüzyılda Avrupa ve Amerika'nı n gittikçe sıklaşan toplu­
luklar ağı tarafından, en iyi şekilde çağdaş "cemiyet" (Sozietiit,
"Cemiyet" Hareken· 103

societas, societe, society, societiı, sociedad) kavramıyla nitelendiri­


len topluluklar tarafından örtüldüğü göze çarpmaktadır. Örne­
ğin Almanya' da yüzyıl başında ancak iki bilimsel akademi var­
dır; ancak yüzyıl soruanna doğru bunların sayısı bir düzineyi bul­
muştur. 1723' te AVI"upa' da kamu yararına çalışan ilk cemiyet
(Edinburgh) kurulmuştur; Fransız Devrimi'ne kadar Avrupa'da
ve Avrupa dışındaki ülkelerde bunun gibi yaklaşık 150 dernek
saptayabiliriz.
Bu birlikler çoğunlukla aynı düşüncede olan bir dost çevresi­
nin bir etkinliği genişletmesiyle başlamaktadır. Çoğu kez çok kı­
sa bir zaman sonra etkili bir örgüt kendini belli etmektedir. Bu
örgüt çoğunlukla sade ve esas itibarıyla cumhuriyetçidir. Finans­
man sağlamaya ve ana hatları açıkça belirlenmiş bir tüzüğün
gerçekleştirilmesinde işbirliği yapmaya hazır olduğunu bildiren
üyeler toplanmaktadır. Bu üyelerden, en yüksek organı son ka­
rarları verme yetkisi bulunan ve tüm üyelerin eşit haklara sahip
oldukları üyeler kurulu olan bir dernek kurulmaktadır. Yönetim,
başkan, sekreter, sayman ve birkaç üyeden oluşan korniteye veri­
lir. Durum ve koşullara göre komisyonlar özel görevlere getiril­
mektedirler. Çoğu kez etkinlikler hakkında haberler veren ve
daha geniş bir kitleye yönelmeyi hedef alan bir yayın organı, bir
dergi ya da toplu makaleler yayınlanmaktadır.
2. Akademi

Cemiyet hareketi daha erkenden değişik tipte dernekler geliştir­


mişti. Bunların en eskisi bilimsel bir topluluk olan akademi' dir.
Model, Platon' un Atina'daki akademisiydi. Bu akademinin örne­
ği, İtalyan Rönesansı'nda yeniden ele alınmış ve değişik biçim­
lerde 18. yüzyılda da etkili olmuştu. Gocthc Eylül 1786'da İtal­
ya gezisindeyken Yenerlik'in Vicenza kasabasında akademinin
halka açık bir toplantısına katılmıştır:

Bu akşam, Olirnpia Akademisi'nin düzenlcdi�i bir toplantıdaydım.


Oldukça iyi b ir oyu ndu, insanlar arasındaki canhh�ı ve nü kteyi ko­
ruyordu. PaUadio Tiyat rosu'nu n yanında yeterince aydınlatılmış bü­
yü k bir salonda yüzbaşı, soylu ların b ir kısmı, bütünüyle kültürlü in­
sanlardan oluşan bir halk ve b irçok din a d amı olmak üzere yakla­
şık beş yüz kişi hazır bulunuyordu .
Bugünkü oturum için başkan tarafından sorulan soru şuydu: Kur­
maca mı yoksa öykü nme mi güzel sanatlara daha çok avantaj sa�­
lar? Buluş, yeterince başarılıydı: Çünkü soru nun içindeki seçenek­
ler birbirinden ayrıldı�ında, yüz yıl b oyunca bir ondan b ir bu ndan
konuşulabilir. Akademisyen baylar da bu fırsatı gerekti�i gibi kuUa­
nıyor, şiirde ve düzyazıda, aralarında çok iyi örneklerin de b u lun­
du�u türlü şeyler yaratıyorlardı.
Bu, en canlı dinleyiciler toplulu�uydu. Dinleyiciler "bravo" diye ba­
�ırıyor, all·.:ışlıyor ve gülüşüyorlardı. İ n san kendi ulusunun önünde
de böyle du rabilse ve onu kişisel olarak e�lendirebilscydi. ..

Akademiler her şeyden önce kendilerine bilimsel hedefler koy­


maktadırlar: Üniversitelerin başaramadığı şeyler, akademilcrin
gönüllü çalışmalarıyla sonuçlandırılmalıdır. Bu arada öncelikle
doğabilimleri, ama aynı zamanda dil, edebiyat ve tarih de ya­ -

ni her şeyi yapabilen ilahiyat ve hukuk fakültelerinin yanında


güç bela bir yan bilim dalı yaşamı sürdüren alanlar da söz konu­
sudur.
Akademi 105

Alpler'in kuzeyindeki Avrupa için Paris'teki akademi kuru­


luşları bir modele dönüşmüştür: Dilin korunması için 1635'te ku­
rulan acadbnie Française (Fransız Akademisi), doğabilimleri
için 1666'da kurula n acadbnie des sciences (Bilimler Akademi­
si) ve tarih bilgisi için 1663'tc kurulan acadbnie des inscriptions
et des bel/es lettres (Yazı ve Edebiyat Akademisi). Fransız akade­
mileri özel girişimiere dayanmaktaydı; ancak kısa bir süre sonra
devlet, bu akademileri devralmış, finanse etmiş ve ayrıca katı
bir örgütlenmeyle onlar için bağış toplamıştı. Başkentin dışında­
ki Fransız taşra eyaletlerindc sonraları birçok akademi kurul­
muştur.
18. yüzyıl içinde hemen hemen bütün monarşiler, bundan
böyle tıpkı tiyatro, saray balosu, saray karakolu gibi krallık sara­
yına dahil olan akademilerini kurmuşlardı. Merkezi bir sarayı ol­
mayan devletlerde, bağımsız bir örgütlenmeyle akademilerle ay­
nı hedefleri izleyen "aydın cemiyeteleri"ne yardımcı olunuyordu.
İngiltere, doğabilimi araştırmalannın örgütlenmesi alanında
biraz daha başka bir yol izliyordu. 1660'ta Royal Society of Lon­
don for lmproving Natural Knowledge (Doğa bilimlerinin İlerletil­
mesi İçin Londra Kraliyel Derneği) kurulmuştu. Bu örgüt gerçi
krallığın desteğinden yarariamyordu ama Fransız akademilerin­
den daha bağımsızdı. Royal Society, tüm kıtaya kendi yönünden
büyük etkide bulunmuştu.
Sanatsal amaçlı topluluklar da krallığın desteğini alabiliyor­
du. Örneğin İspanya'da. Aşağıdaki alıntı bunu ortaya koymakta­
dır:

Bu ülkede bilimler ve sanatlar haHi çocukluk yıllarındadır. Grimal­


di M arkisi'nin uyarısı üzerine burada bir mimarlık, heykeltraşlık ve
resim sanatı akademisi kurulm u ştu. En soylu ve en zengin baylar­
dan birkaçı üyedir ve bu mükemmel özgür sanatları daha ileriye
götürmek için biraz çaba harcamaları onlara yeniden söylenmeli­
dir. Kral, geçen yaz büyük bir rahatlıkla ... Don Pedro Davila'nın
yönetiminde bir do�a tarihi bölümünün de kurulaca�ı akademi
3
için para karşılı�ında bir saray satın almıştı
106 Aydınlanmanın Taşıyıcılan

ı8. yüzyıl akademısinin biçimi burada iki örnekle netleştirilecek­


tir. Önce Berlin Kraliyel Akademisi:4
Brandcnburg elektör prensi Friedrich'in Alman sııur prensli­
gini büyütme arzusu ve istenci, sadece askeri- siyasi bir prenslik
değil, aynı zamanda bilimsel bir prenslik sayılmak istemesi ota­
rak da ifade edilmelidir. Bununla birlikte ı 70ı'de bir Branden­
burg Cemiyeti'nin, yani Berlin Akademisi'nin kurulmasıyla so­
nuçlanan olayın arkasında Prusya Krallığı'ıun yeniden tasarla­
nan bir devlet sistemini, süsleme düşüncesi değil, gerçek bir bi­
limsel ilgi yatmaktadır. Bu akademinin kuruluşuyla görevlendiri­
len kişi Gottfried Wilhelm Leibniz'den başkası değildi; bu, yeni
kraliçe Sophie Charlotte' un ve Leibniz'in hizmetinde bulunduğu
annesi Hannaver elektör prensesi Sophie'nin canlı, genelde ente­
lektüel ilgileri sayesinde gerçekleşmişti.
Filozof sık sık dile getirdiği akademi düşüncesini, yani bilim,
bilimlerin korunması ve ilerlemesi yoluyla saygınlığa, Alman
ulusunun esenliğine ve kabulüne, engin bilgiye ve dile ilişkin
açık bir Hristiyan dünya görüşünün yayılmasına yönelik üç katlı
hedefini sonunda gerçekliğe dönüştürme fırsatını yakalamıştı.
Onun için söz konusu olan özellikle uti/itas, yani bilimlerin uygu­
lamaya dayanmasıydı. Akademi, sevindirici bir başlangıç yapmış­
tı. ı 710'dan başlayarak Misce//anea Bero/inensia'yı yayınlamış
ve daha geniş bir kitleye ulaşmıştı. Ancak durum, kısa bir süre
sonra farklılaşmıştı. Farklı ilgi a lanları olan ve ülke yönetimiyle
orduya yardım daha önemli göründüğü için akademiyi bilinçli
olarak ihmal eden 1 . Friedrich Wilhelm'ın otoriter rej imi başla­
mıştı. Akademi, kendini askerlikle ilgili yayınlara indirgemek
zorunda kalmıştı. Buna karşılık felsefeye ilgi duyan halefi ll. Fri­
edrich, kraliyel akademisinin rolüne karşı oldukça duyarlıydı.
ı 74ı 'den başlayarak akademi yeniden gelişmiş ve bilimsel dün­
yada başarıyla ilk sıraya ulaşınaya çalışmıştı. Matematikçi Leon­
hard Euler göreve getirilmişti. Fizikçi Maupertuis, kralın kişisel
olarak gözettiği idare meclisinin yönetimini ölünceye dek üzeri­
ne almıştı.
Akademi şimdi dört bölüme ayrılmıştı:
Akademi 107

Deneysel felsefe bölümü kimya, anatomi, botanik ve tüm de­


neysel bilimleri kapsamaktadır. Matematik bölümü geometri,
cebir, mekanik, astronomi ve tüm soyut bilimlerden oh�ur. Kur­
gusal felsefe bölümü mantık, metafizik ve ahlakı; güzel sanatlar
bölümü Eski Çağ bilimlerini, tarih ve dilleri kapsar.
O halde hemen hemen bütün bilimsel alaniann olduğu bir
akademi söz konusuydu. Yönetim, başkanın ya da sekreterin
elindeydi - sonuncusu on yıllar boyunca, Berlinli bir Fransız Pro­
testanı olan Johann He i nrich Samuel Formey'di. Her bölümün,
mali yönetimden sorumlu bir m üdürü ve bir denelçisi vardı.
Özellikle takvim satışlarından para kazanılıyordu. Berlin'de ika­
metgalu olan ve maaş alan ı6 a ktif üye vardı. Yazışarak üyelik
yoluyla akademiyle bağımsız bir ilişkisi olan - bütün Avrupa'ya
dağılmış- yabancı üyeler, bilimadamları, ikinci bir grubu oluştu­
ruyordu. Son olarak onursal üyeler atanabiliyordu. Akademiye
kabul, başkanın ve kralın işiydi. Üyeler özellikle, çoğu Protes­
tan olan Fransızlar ve İsviçrelilerdi. Kral, dünya dilini bilen bu
bilimadamiarım çoğunlukla Almanlara yeğliyordu. Onun, Les­
sing'in atanmasına karşı çıktığı bilinmektedir.
Aktif üyeler her yıl iki makale sunmakla yükümlüydüler.
Bunlar akademi toplantılarında okunmakta, sonra da Menıoi­
res'da yayınlanmaktaydı. Başka yayınlar da oluyordu. Yazışan
üyelerle olsun, başka akademilerle olsun, bütün Avrupa' daki ya­
zışma ağı önemliydi.
Akademi her yıl ödüllü bir yanşma duyumsuyla daha başka
bir kitleye yönetiyordu. Bu yanşmaıun konuları örneğin şöyley­
di: Matematİktc sonsuzluk, besin maddelerinin insan vücudunda
değişimi, "Her şey en iyiye yönelir" ilkesinin incelenmesi ya da
Doğu Almanya' da yerleşim hareketi.
Il. Friedrich zamanındaki akademi, 1 740 ve ı 770 yılları ara­
sında tipik bir Aydınlanma akademisi olmalıdır. Yayınlar Fran­
sızca olarak yapıldığından, etkisi daha en başından büyük oluyor­
du. Bu, Fransız dilinde Alman Aydınlanması'ydı. Akademi, kra­
lın fl ört etmeyi sevdiği daha özgür görüşlere önderlik ediyordu.
Akademi sekreteri Formay ı 745'te şöyle demektedir: " İnsan ze-
108 Aydınlannuuwı Taşıyıcılan

kası için açılabilecek her şeyi açan anahtarı pariatma ve iyileştir­


me, bizim doğal amacımızdı." Dilthey " eski felsefeden geçen"
çalışma yöntemini, bir başka deyişle olguların psikolojik - tarih­
sel yönden incelenmesini övmektedir. Akademi göreve ideolojik
olarak yaklaşıyordu: "Tannsal kişiliğin ve mantığına temelleriy­
le insanan ahlaki sorumluluğunun savunusu."
Akademi kralla birlikte yaşlanıyordu. 1770'ten başlayarak
başka güçler, Almanya'da düşünsel yönetimi devralmışlardı. Bu­
nunla birlikte akademi, bundan sonra da varlığııu korudu. Aka­
demi, Berlin'de üniversitenin kuruluşundan başlayarak 19. yüzyı­
lın bu yeni - hümanist örnek yüksekakuluyla sıkı bir ilişki için­
de oldu.
18. yüzyıl içinde akademiler giderek aydınlanmacı - yararcı
hedeflerin hizmetine girmiştir. Fransız Chalons sur Marne taşra
akademisi buna örnek gösterilebilir. 17. yüzyıl içinde ve özellik­
le de 18. yüzyılda Fransa'da çok sayıda taşra akademisi açılmış­
tır. Chalons, Champagne' ın eski yönetim merkezidir, ayrıca bir
piskoposun ve valilik merkezinin, çeşitli mahkemelerin, yönetim
kurumlarının ve de bir garnizonun bulunduğu yerdir. Burada
1 750' den bu yana var olan yazınsal bir topluluk 1775'te kraliyel
payesiyle akademiye yükseltilmiştir. Topluluk, Devrim dönemi­
ne değin varlığııu sürdürmüştür. Örgütlenme burada da alışılage­
len şekildedir: Pa ye bakımından yirmi akademisyen - aktif, or­
tak, ayrıca yazışan üyeler ve onursal üyeler. Krallık yönetimi ve­
kili olan vali ve piskoposluğun en yüksek dereceli din adamı baş­
kanlık makamııu işgal etmektedir. Etkinlikler, her şeyden önce
Aziz Louis yortusunda olmak üzere yılda bir tanesi halka açık
olan, müdür ve piskoposun nezdinde düzenlenen otururnlardan
oluşmaktadır. Oturumlarda konferanslar verilmektedir; bunların
dörtte biri bilimse l - deneysel konularla ilgilidir, beşte birinin pa­
yına yazınsal - sözbilimsel ve tarihsel konular düşmektedir, geri
kalanı ahlak felsefesi ve ekonomiden alınmaktadır. Akademinin
bir kütüphanesi vardır ve akademi özellikle sosyal sorunlar hak­
kında ödüllü yarışma duyurusu düzenlemektedir.
Bu akademinin sosyal birleşimi - Daniel Rochc' un inceleme-
Akademi 109

leri sayesinde bilindiği üzere bütün taşra akademileri için - şöy­


ledir: Onursal üyelerin % 24' ü din adamı, % 76'sı soyludur ve
üçüncü sınıftan (tiers etat) hiç temsilci yoktur; aktif üyelerin
%21'i din adamı, %33' ü soylu, % 45'i burj uvadır; ortak üyelerin
%30'u din adamı, %20'si soylu, %50'si buıjuvadır.
Akademi 1775'te l'uti/ite 'yarar' sloganını seçmişti. Bu, özel­
likle geç dönem aydınlanma'yı belirtmektedir. Akademi bilim­
lerde, taşra ekonomisinin gelişmesi için gelir kaynakları bu1mak
istemektedir; aym şey tarihsel incelemeler yoluyla da gerçekleş­
mektedir. Akademi Chalons'da, taşra yaşamını etkinleştirmek
için bir olanaktır; bu, Aydınlanma düşüncelerini bölgesel çerçe­
vede popülerleştirmek anlamına gelmektedir. Paris'te gerçekle­
şen şey, şimdi de taşrada gerçekleşmelidir.
3. Salon

Bir grubun bağımsız sohbet çevresi - başka bir örgütlenme ol­


maksızın - daha Eski Çağ' da bile saptanabilir; örneğin Sakra­
tes'in çevresi. Sohbetin bu biçimi, hümanizmde yeniden ortaya
çıkmıştır - ayırt edici özelliği Boccaccio'nun Decameron'unda
·
daha erkenden bulunabilir: İlginç konular hakkında ortak bir
sohbet için kadıniann ve erkeklerin yaptığı, bağımsız görüşme.
Çoğu kez örgütlü topluluk biçimini alan benzer bir şey ı 7. yÜz­
yılda da yaşamaya devam etmiştir - örneğin saraylardaki ya "a
kentlerdeki dil kurumlan gibi. Ama şimdi ı8. yüzyıl, keyifli solı­
betİn bağımsız biçimine özellikle hazırdır.5
Thomasius, ı 7 10 tarihli Kurzer Entwurf der politisclıen Klug­
heit (Siyasi Aklın Kısa Özeti) adlı yapıtında insanın topluluk içi­
ne girmekten hoşlaruna özelliğini, cemiyet yaşamına ilişkin bira­
raya gelme yetisini çözümlemiştir:

Thomasius'a göre insan yalnızlık için yaratılmış vahşi bir hayvan


de�, insanlara alışkın ve cemiyet yaşamından hoşlanan bir hayvan­
dır. Bütün toplumların temeli konuşmadır. Ancak konuşma ona
göre iki türlüdür; ö nümüze çıka n herkesle yapılan konuşma ve ar­
kadaşlarla yapılan özel konuşma. Thomasius sadece bir canversa­
rio privata ( özel sohbet) ve bir conversan·a publica ( h alka açık soh­
bet) arasmda ayrım yapmakla kalmaz, aynı zamanda con versatio
privata kavramının farklarını da vurgular. İyi arkadaşlarla can versa­
fio'nun konusu, conversan·a publica'nın düşmanlarla ve yabancılar­
la ilişkiyle sınırlandırılmasına göre açıkça bir karşıtlıktır. Thomasi­
us böylece düşün dükleriyle ve içinden geçenlerle geleneksel konuş­
ma öwetisinin kalıplarını yıkmış olur. Samimiyet, karşılıklı bireysel
ilişkilerin koşuluydu. Geleneksel konuşma idealine ve bununla bir­
likte bu konuşmayı taşıyan topluma getirilen eleştiri, sosyal yerini
aydınlanmacıların oluşum halindeki tabakasında ve arkadaşlı�ın
6
onu taşıyan sosyal kurumunda almaktadır.
Salon lll

Ancak konuşmanın bu yeni biçiminin geliştiği ve hızla yayıldığı


yer Almanya değil, Fransa' nın göz kamaştıran başkenti Paris' ti.
Henüz ·17. yüzyılın sonlarında soylu ve büyük burj uva kadınlar,
toplumsal iletişimin günlük boşboğazlıkianna dalarak değil, be­
lirli içerikleri olan konular hakkında tartışarak gevezelik etmek
ve konuşmak için özel kişileri, arkadaşları ve tanıdıklan belirli
tarihlerde evlerinde - salon'larında - kabul etmeye başlamışlar­
dı. Soyluların ve burjuvazinin arasından entelektüel ilgileri olan­
lar, bu bağımsız grubun üyelerini oluşturuyorlardı. Yurtdışı gezi­
lerini Paris'te geçiren arkadaşlar da beraberinde getiriliyordu.
Böylece başka bir örgütlenme olmaksızın küçük, gayriresmi bir
akademi oluşturuluyor, genel kültüre ve kültürlü insanlar arasın­
daki arkadaşiıkiara önemli katkılarda bulunuluyordu. Sohbete
her şeyden önce yazın, şiir sanatı, şiir yazmak ve giderek felsefi
konular ve felsefi yaklaşımlar egemendi.
XIV. Louis döneminde Madame de Sevigne'ni n evinde kül­
türlü aristokratlar, Ninon de Lenclos'nun evinde Epikuros ve
Montaigne hakkında sohbet eden kuşkucular ve St. Evremond gi­
bi çapkınlar, Madame de Sablenin salon'unda ise La Rochefo­
ucau1d gibi ahlakçılar, bir başka deyişle eleştirmenler toplan­
maktaydı. Le Rochefoucauld şöyle demişti: " Kültürlü insanların
sohbeti benim için çok özel bir zevktir. Ciddiyetle yürütülen ve
her şeyden önce ahlak sorunlannın ele alındığı sohbetleri seve­
rim." Ancak sadece ahlaki - psikolojik sorunlarla değil, aynı za­
manda fiziksel sorunlarla da ilgilenilmekteydi. Aynı şekilde Ma­
zarin Düşesi'nin - Londra' daki - evinde yazınsal konuların yanı
sıra felsefe ve doğabilimi konulan da işlenmekteydi: "Burada
dünyaıun en büyük özgürlüğü bulunabilir, burada aynı şekilde
bir gizlilikle yaşanabilir. Burada sık sık tartışıldığı doğrudur; an­
cak bu, öfkeden çok zekayla yapılmaktadır. Bu, ilgili kişilere iti­
raz etmek için sohbet konusunu açıklığa kavuşturma çabasından
daha az yapılmaktadır."
XIV. Louis'nin ölümünden sonra salon' lardaki konuşma tarzı
daha dobra, konular da daha felsefi olmuştu. Siyasetin, ekonomi­
nin ve sosyal yaşamın ilkesel sorunları tartışılmaktaydı. Salon 1a-
1 12 Aydmlanmanm Taşıyıcılan

rın sayılamayacak kadar çoğaldığı yüzyıl ortalarında Madame


de Tencin'in evinde Fontenelle, Montesquieu, M ably, Helvetius
ve diğerleri buluşmaktaydı. "Onun evinde mevkiiden ve sınıftan
söz edilmiyordu... ve sadece daha iyi savlar, daha zayıf olanlara
galip geliyordu... Böylece karşılıklı olarak anlaşılıyor, böylece
insanlar, (Madame de) Tencin'i n sa hip olduğu ve sihirli değneği­
nin bütün dünyayı filozoflar dünyasına dönüştürdüğü bu mantıklı
ve felsefi düşünme biçiminin etkisi altında onun yakınında olu­
yorlardı." D'Alembert, Marmontel, Condillac, Condorcet, Tur­
gol ve diğer Ansiklopedistler 1 764' den başlayarak Mademoisel­
le de Lespinasse'ın evinde buluştular:

Evinde çok sayıda, çok de�işik türden ve çok gayretli toplulukları


biraraya getirmeyi başarmıştı. Ç evresi, saat beşten akşam dokuza
kadar her gün de�işiyordu. Burada devletin, kilisenin, sarayın, or­
dunun her düzeyinden ola�anüstü adamlarla, çok önemli yabancı­
lar ve yazarlarla ... karşılaşılaca�ından emin olunabilirdi. Beceriklilik­
le ettigi bir sözle sohbeti yürütür, canlandırır ve be�enisine göre
de�iştirirdi. S iyaset, din, felsefe, anlatılar, en yeni haberler - hiç­
bir şey onun sohbetinin dışında de�ildi.

Akademideki seçimler olsun ya da başlamakla olan Devrim dö­


nemindeki siyaset olsun, salon'lar giderek kamuoyunu etkilerne­
ye başlamıştı. Her şeyin köklü değişikliğe uğradığı bu döneme
kadar salon'lar, rollerini oynamaya devam etmişlerdir. Salonlar
sadece Fransa' mn başkentiyle sınırlı kalmamıştır. Taşrada ve
Fransa' nın dışında da salon'lar bulunmaktaydı. Örneğin Rous­
seau, Neuchatel'e kaçarken sığınacak bir yer aradığında, Isabel­
le Guyenet - D' lvemois'nın çevresinde dostça bir kabul görmüş­
tü. Yine aynı prenslikte, bu küçük dünyanın sınırlarını aşarak
kendine bir çevre edinen Felemenk asıllı Isabelle de Charriere
vardı. Cenevre'deyse, Cenevre'li büyük bankerin ve sonraları
XVI. Louis'nin maliye bakanının eşi Suzanne Necker - Curc­
hord' un salon' u bulunuyordu. Bu nedenle bu çevre, Paris'te de
kendi evinde gibiydi. Kızlan Germaine Stiiel - Necker, oku Al­
manya'ya isabet ettirecekti.
Salon 1 13

Yüzyıl sonunda Almanya'da - özellikle de Berlin'de - birçok


salon vardı; bunların bazıları Yahudi kadınlar tarafından yöneti­
liyordu. Henriette Herz, " Berlin'de oturan ya da Berlin'i ziyaret
eden önemli genç delikanlılann ve genç erkeklerin hepsinin tıp­
kı bir sihirle içine çekildiği" çevresiyle gurur duyuyordu.
Viyana'da da birkaç salon vardı. Örneğin Mozart' ın kendini
evinde hissettiği Kontes Maria Wilhelmine von Thun salon'u. İn­
giliz misafirlerden biri, bu salon ve Kontes Thun hakkında şöyle
yazmıştı:

Kontes, bir toplulu�u kabul etme ve o toplulu�un birbiriyle soh­


bet etmesini sa�lama sanatına tanıdı�ım herkesten daha fazla va­
kıftır. Birçok nükte ve eksiksiz bir dünya bilgisinin yanında kendi
çıkarını düşünmeyen bir yüre�i vardır. Arkadaşlarının iyi özellikleri­
ni keşfeden ilk, onların za}'\Ilık.la rını fark eden son kişidir. E n bü­
yük e�lentilerinden biri tanıdıkları arasındaki önyargıları ortadan
kaldırmak, arkadaşlık kurmak v e onu geliştirmektir. Üzgünlerin gö­
zün e batmaksızın n eşelileri e�lendirerek beceriklilikle kullanmasını
bildi�i yenilmez bir ne şeye, yaşam sevincine sahiptir. Bunca arkada­
şı olan ve her birine böylesineoh oşgörülü bir arkadaşlık vermesini
bilen birini hiç tanımadım. Kendi evinde büyük mutlulu�un küçük
bir düzenini kurmuştur ve kendisi de çekici ve ba�layıcı merkez
noktasıdır. 7

Salon1ar uluslararası olmuştu ve bir sonraki yüzyılda da etkisini


sürdürecekti. Cemiyet yaşamından hoşlanan böylesi entelektüel
gruplar, buna uyan cemiyet yaşamından hoşlanmanın ve entelek­
tüelliğin yerleştiği her yerde bulunuyordu.
İngiltere'de özellikle erkeklere özgü kulüpler, salon'ların iş­
levini aynen devralmış ve yalın, sosyal yönden kapalı cemiyet ya­
şamının üstüne çıkmışlardı, örneğin Bolingbroke ve Alexander
Pope'la birlikte Jonathan Swift'i n Scriblerus Kulübü (1 7 14) gibi.
Bu kulüplerden bazılan son derece politik hareket etmekteydi.
Paris'teki eski Club d'Entresol de (1724-31) politik hareket
ediyordu. Bu kulüp hakkında şöyle söyl enebilir: " Bu, İngiliz tar­
"ında bir tür kulüp ve olup biten her şeye mırın kırın eden, ken-
114 Aydınlanmamn Taşıyıcılan

dilerini tehlikeye atmaktan korkmaksızın bu konudaki düşüncele­


rini söylemek isteyen insaniann biraraya geldiği oldukça bağım­
sız bir topluluktu." Club d'Entresol, bir din adamının, Abbe
Alary'nin yönetimindeydi. Sa int - Pierre manastırı başkeşişi d' Ar­
genson ve Bolingbroke üyeler a rasındaydı. Bu kulüp, cafe des
lıomıetes ge/IS - aydınlanmacı, soylu baylann kahve si - olarak
da nitelendirilmekteydi. Çünkü edebiyat kahveleri (cafe litte­
raire), felsefe yapan insaniann salon'lara oranla kamuya daha
açık ve daha az içrek olan buluşma yeri olarak her yerde kendi
önemli rolünü oynamaya başlamıştı. Edebiyat kahveleri, " oku­
ma topluluklan"nın art alanına dönüşecekti.
4. Okuma Topluluklan

Salon, örgütlü bir topluluk değildi. Ö rgütlü okuma topluluklan,


sa/on'larla benzer hedeflere ulaşmaya çalışıyordu. Okuma toplu­
luklan, 17. yüzyılda sıkı dil eğitimi ve buna uygun edebiyatla il­
gilenen daha eski eğitim topluluklarında önceden biçimlenmişti.
Dil kurumlan özellikle Felemenk'te önemliydi; çünkü burada
cumhuriyetin gelişme döneminde, ağızlardan toplu bir dil gelişti­
riirnek üzereydi. Danimarka, İsveç ve Almanya'nı n da önünde
benzer sorunlar vardı. Buralarda yazı diline genel bir geçerlilik
kazandırılması gerekiyordu. 17. yüzyıl içinde ve 18. yüzyıl başın­
da bu hedeflere ulaşıldığında, edebiyat topluluklannın işi olan
şey tek başına edebiyata adanacaktı. Artık sadece bilimsel ­
edebiyat olarak yönlendirilmeyen bir kamuoyunda genel bilgi­
nin yayılması için yüzyıl ortalanndan başlayarak kitapların ortak
kazanenun temel alındığı okuma toplulukları kurulmuştu. Oku­
manın ve tartışmanın, edebiyat kahvelerinin kuruluşuna değin gi­
debilen çeşitli biçimleri gelişmişti. Okuma topluluğu özellikle
Almanya'da yaygındı; ancak Fransa'da musee ya da cabinet de
/ecture olarak bilinmekteydi. Almanya'da zamanla bütün büyük
yerleşim birimlerinin - köylerde bile - rastlanabilen okuma top­
luluğunda, aydınlanmacı anlamda daha geniş bir kitle eğitimi­
nin ortak amacına ulaşılmaya çalışılıyordu. 8
İlk olarak dinsel bir elektör prenslikteki bir okuma topluluğu
örneğini vereceğiz: Mainz Bilgi Topluluğu. Mainz, Kutsal Ro­
ma Germen İ�paratorluğu'nun üç elektör başpiskoposunun yö­
netim yeri ve bir kilise merkezidir. 1770'ten başlayarak Başpis­
kopos Emmerich Josef ve Başpapaz Baran Anselm Franz von
Bentzel - Sternau döneminde özellikle okul sisteminde yapılan
reformlara değin burası sakin, Tridentin*, Katalik ve Baroktu.

• ı6. yüzyıldaki Trenlo Koıısili'ne dayanan Katolik akım (Y.N. ).


116 Aydınlanmanın Taşıyıcılan

)774'de Emmerich'i n ölümü, bütün yeniliklerin birdenbire kesil­


mesine yol açmıştı. Ancak yeni Başpiskopos Friedrich Karl Ert­
hal, kısa bir süre sonra gerici daıuşmanlannı geri çekmiş ve
1780'de Bentzel yeniden göreve atandıktan sonra Emmerich Jo­
zef i n yaratısıyla bir kez daha bağ kurulabilmişti. Böylece Ma­
inz, geç ama bir o kadar da enerjik Katalik reform hareketinin
tipik bir örneği olmuştu. Bunun bir belirtisi, 1782'de elektör
prensliğin onayıyla Mainz'ta kurulan bir okuma topluluğudur.
Topluluk, 1782'de Frankfurtlu kitapçı Hermann' la kitap ve
dergi teslimi üzerine bir sözleşme yapmıştı. Üyeler sadece oku­
mak için burada bulunmuyordu. Topluluk aynı zamanda kendine
Bilgi Topluluğu adını da veriyordu; üyeler, kendi çevrelerinin ta­
rihsel çalışmalar.ndan haberdardı. Topluluğun bir lokali vardı.
Fakat burada hemen toplumsal disiplin sorunları ele alınıyordu;
çünkü topluluğun bir kahveye dönüşmemesi gerekiyordu. Gerçi
çay, çikolata, kahve, badem sübyesi, limonata, panç gibi içecek­
lere kurum içinde izin veriliyordu ama, yüzyılın herkes tarafın­
dan sevilen alışkanlıklan kumar ve sigara kesinlikle yasaklı. Da­
ha da ileri gidiliyordu - din, devlet ve iyi adetlere karşı yakışık­
sız sohbetlere de izin verilmiyordu.
1782 listesine göre üyelerin yansı soylu, dörtte biri din ada­
mıydı. Hemen hemen hepsi prensliğin hizmetinde bulunuyordu.
Memur olmayan az sayıdaki üye ise yabancı diplomat, hekim,
hukukçu ve - sadece ikisi! - tüccardı. Ancak güzel sanatlara la­
yık şan öğretmeni Heidelofı - bir burj uva - büyük nüfuz sahibiy­
di. Kadınlar ve öğrenciler topluluğun dışında bırakılıyordu; öğ­
rencilerin dışlanması eleştiriyle karşılanmaktaydı - Mainz Top­
luluğu'nun ayırt edici özelliği belirli bir tutumla belirtilmişti:
Topluluk Cizvitlik karşıtı olarak, bir başka deyişle aydınlanmacı
reformcu olarak hareket ediyordu. On beş üye aynı zamanda 11-
luminatenorden* üyesiydi. Mainz Topluluğu göz açıp kapayınca­
ya kadar elektör Mainz'ın egemenliği altındaki Aschaffen­
burg'da (1783), Trier' de (1783), elektör Trier'in egemenliğin-

• 1/Juminaıenorrien: 1776'da kurulan, aydınlanmacı Alman gizli örgütü ( ç. n. ) .


Okuma Topluluklan 117

deki Kobienz'de (1783), aynca elektör Köln'ün egemenliği altın­


da bulunan Bonn'da (1787 ) okuma topluluklannın dolayımsız ör­
neği durumuna gelmişti.
Tıpkı birçok topluluk gibi Mainz Bilgi Topluluğu da gerçek­
te çok uzun ömürlü olmamıştı. Topluluk, 1790'da dağıtılmıştır.
Bununla birlikte aynı yıl mücellit Sartorius'un yanında yeniden
bir okuma topluluğu ve dokuz yıl sonra da Yazışan Okuma Gnı­
bu kurulmuştur.
Bir taşra bölgesinin yüksek tabakasına ilişkin birliğin baş­
kent olmaksızın cisimlendirdiği bir topluluk ola n Toggenburg
Reformcu Ahlak Topluluğu, ikinci örnek olarak gösterilecektir. 9
Toggenburg bölgesi 18. yüzyılda paye bakımından prens
olan St. Gallen başrahibinin ege menliği altında bulunmakla bir­
likte Zürich ve Bem'in korumasında büyük bir özerklikten yarar­
lanan, Doğu İsviçre' nin Önalpler'inde sınai yönde gelişmekte
olan bir köylü bölgesiydi. Bölge katibi Andreas Gieze ndanner,
1767 yazında burada, özenle seçilmiş tarih ve ahlak yazılannın
telifi için gelir sağlayacak ve bunun yam sıra "kamu yaranna ça­
lışacak, dostça ve güvenilir ilişkileri koruyacak" bir topluluğun
kuruluşu için çağnda bulunmuştu. Çağnya 24 Ağustos 1767 'de
Toggnburg Reformcu Ahlak Topluluğu'nu kuran 15 kişi uymuş­
tu; bunlardan dokuzu ruhban zümresindendi. Hiçbir zaman 40' ­
tan fazla üyesi olmayan topluluk, mezhep yönünden kanşık olan
bu bölgenin reformcu - Protestan çoğunluğunun aydın seçkinleri­
ni, bir başka deyişle papazlan, taşralı yüksek memurlan, tüccar­
lan, fabrikatörleri ve doktorları kapsıyordu. Buna ek olarak baş­
langıçtan bu yana bir de yazar olarak çalışan küçük köylü ve ara­
cı, Toggenburglu yoksul Ulrich Braker vardı. Gerçi burada taşra­
lı yüksek tabakanın bir te msilcisi söz konusu olmadığı için belir­
li bir direnişle karşılaşarak kabul edil mişti. Bununla birlikte Bra­
ker çok gayretli bir üye olmuştu ve yazar olarak Zürichli edebi­
yat çevreleri tarafından desteklenen ünü, kısa bir süre sonra ge­
reken prestiji ona sağlamıştı .
Sloganı ordine et concordia (düzen ve birlik) olan topluluk,
üyelerini sırayla ödünç alınan kitapları bağışlamaya zorunlu tutu-
118 Aydmlannıanm Taşryıcılan

yordu. Bölgenin merkezi Lichtensteig'da her yıl bir toplantı dü­


zenleniyordu. İki başkan ve bir yazman işleri yürütüyordu. Yıllık
toplantılarda her defasında ahlak felsefesi ya da kamu yaranyla
ilgili bir konu hakkında bir açılış konuşması yapılıyordu. Örne­
ğin 1 790'da Brii.ker yoksulluk hakkında konuşmuştu. Fakat ana
görev özellikle ilahiyat, tarih, doğabilimleri ve İsviçre konusun­
daki yapıtlan içeren kütüphanenin büyütülmesi ve çeşitlendiril­
mesiydi. Edebiyat kitapları daha azdı; ancak en azından Skakes­
pere'in yapıtlan mevcuttu.
Kaymakam katibi Josef Meyer, 1787'de kuruluşun o zaman­
ki etkinliğini ağır bir eleştiriyle sorgulayana değin topluluk, seç­
kin kalmış ve kendi kendine yetmişti:

Birbirimize yerlere kadar e�ilen iltifatlar ediyoruz ve tuhaf mıni­


danmalar arasında aynı şekilde tuhaflı�a kaçan b ir karmaşıklıkla
herkesin bir di�erinin neşeli ve sa�lıklı huzurunda yüre�inin derin­
liklerinden taşan en kibar ve en dostça arkadaşlık kanıtlarnalarını
takas ediyoruz. Önemsiz bir şeymişçesine unutmamamız gereken
ve hep aynı şekilde geçen çeşitli törenler arasında belirli bir konu­
ma göre sıralanıyor ve oturuyoruz. Bundan sonra görevli hesap
uzmanı, bütün yıl boyunca üstlendi�i yükü yine aynı şekilde ü rkek­
çe hafifletiyor. D e�erli Bay Başkan'ın hesaplarını her zaman layık
oldu�u be�eni ve teşekkürlerle kabul edip onu ve ayrıca şerefli
Bay İkinci Başkan ı da destekiiyoruz ya da daha çok onlar, kendile­
rini en iyi şekilde anmamızı rica ediyorlar. Sonra senelik tahsilatı­
mızı aklın, zekanın ve hayal gü cü n ü n oluşturdu�u hangi kitaplar
için kullanaca�ımızı ve kitaplı�ınıızı hangi Almanca ve Fransızca
başlıklarla güzelleştirip ço�altmak istedigimizi belirlemeye yarayan
danışma işlemi gerçekleşiyor. S o nunda de�er biçti�iz okuma pa­
ralarını kurban olarak yatırıyoruz ve başlangıçta birbirimizi karşıla­
dı�ımız gibi kibarca ve dostça kesin bir sonuç öneriyoruz. -Ancak
dürüstçe itiraf etmek gerekirse tüm bunlar, sadece topluluk üyele­
rinin çıkarları içindir . - Çünkü h er sene iyi hazırlanmış, Lukianos­
çu üslupta kaleme alınmış bir k onuşmayı dinleme e�lencesini sade­
ce biz yaşıyoruz. Kitap koleksiyonumuz sadeec bizim keyfimize ve
bizim yararımıza göre ço�alıyo r, tıpkı de�işen be�eninin giysi mo­
dalarını ço�altması gibi. Ve sonunda sadece bizim küçük toplulu­
�umuza yararı olan ve aynı zam anda onu rsal üyelerin düşünme bi-
Okuma Topluluklan 119

çimini her yönden tatmin ediyor gibi görünen şeyler danışmaya gö­
türülüyor ve kısa bir süre üzerinde düşünüldükten sonra u nutulu­
yor. Kısacası toplulu�un toplantılarında, tam da daha bilge, daha
akıllı ve daha mutlu olmak için kendimizi övmüş oldu�umuzda, sa-
dece kendirniz için çaba göstermiş oluyoruz.
·

Bu görüşler, topluluğun belirli bir siyasal bunalıma düşmesine


yol açmıştı. Özellikle ruhhan zümresinden olan üyeler, böyle bir
boşluğun sözünü bile ettirmiyorlardı. Henüz ı 79ı ' de on beş üye,
yıllık toplantıda en eğlenceli refah içinde . . . yoğun sigara duma­
nı altında dostça bir öğle yemeğinin tadım çıkardıktan sonra si­

yasal yönden hareketli bir dönemde yenilenmiş çalışmalara ge­


çilmek istendiği ı 797'ye kadar etkinliğe ara verilmişti. Fakat
ı798'deki genel köklü değişiklik bunu olanaksızlaştırmış ve ça­
lışmaları sonunda ı828'de yerine yeni, daha az seçkin bir Edebi­
yat Topluluğu kurulan eski topluluk, ancak ı820'den ı824'e de­
ğin yeniden caniandınimaya çalışılmıştı.
Toggenburg Ahlak Topluluğu aslında bir okuma topluluğu­
dur; fakat konferans etkinlikleri nedeniyle bir edebiyat toplulu­
ğunun ayırt edici özelliğine de sahiptir. Adındaki "ahlak" sözcü­
ğü, diğer ahlak topluluklannda, bir başka deyişle gönüllü hayır­
sever topluluklarında olduğu üzere uygulamayı kapsamayan ka­
mu yararı eğilimini belirtmektedir.
5. Gönüllü Hayır Cemiyetleri
ve " Ekonomik" Topluluklar

Bilimsel akademiler ve okuma topluluklan temelde çoğunlukla


sosyal uygulamaya dayanmıyor, aksine bilim ve edebiyatın karşı­
lıklı öğretimine ve korunmasına hizmet ediyorlardı; bu şekilde
geniş anlamıyla hayırseverlik, yoksulların bakımından tarım re­
formuna kadar sosyal yardımı ve ekonomiyi teşvik topluluklan­
ıun isteğiydi. Bilindiği üzere bu topluluklar, "ekonomik" ya da
"hayırsever" olarak nitelendirilmektedir. Bu türden dünyaca taru­
nan ilk cemiyet, ı 73ı'de İngiltere'nin egemenliği altında bulu­
nan İrlanda'da, Dublin'de kurulan Society for tlıe fmprovement
of Husbandry, Agricu/ture and Other Usefııl A1 ts'tı (Çiftçilik, Ta­
rım ve Başka Yararlı Sanatlan Geliştirme Derneği). Bunu
ı 754'te kurulan ve ayıu şekilde büyük başarılar kazanan benzer
bir İngiliz topltduğu izliyordu. Bu iki topluluk tüm kıtaya örnek
olmuştu. Kısa bir süre sonra her yerde bunun gibi cemiyetler fı­
lizlenmişti. Örneğin Fransa taşrasında societes roya/es d'agricu/tu­
re (kraliyet tarım cemiyetleri), Habsburg İ mparatorluğu'nda im­
paratorluk - Krallık Tan m Toplulukları, İspanya' da ve denizaşı­
rı bağımlı topraklannda Sociedades de los Amigos del Pais (Yur­
dun Dostları Dernekleri). Cemiyetler, bulundukları yere göre
daha çok kentsel altyapının ya da tarımsal durumun reforme
edilmesine yöneliyorlardı. 1 0
İlk başarılı hayır cemiyeti olarak, az önce adı geçen Dub­
lin'deki society örnek gösterilecektir. Kendisini bütçe yönetimi,
tanm ve diğer yararlı işleri geliştirmeye adamak isteyen Dublin
Society, ı724'te İrlanda'da baş gösteren bir kıtlığın sonucudur.
İngiliz politikasııun İrlanda'daki yıkıcı sonuçlarını, yerli Katalik
ekonomik yapıların kamulaştırma politikasıyla çöküşünü fark
eden ve İrlanda'ıun ilerlemesini sağlamak isteyen, yüksek İ ngi­
liz tabakasıydı. 1 1
Gönüllü Hayır Cemiyetleri ve "Ekonomik" Topluluklar 121

Ekonomiye ilgi duyan hayır Thomas Prior ve olağanüstü et­


kin Anglikan din adamı Samuel M adden, 1 73l ' de 12 düşünce ar­
kadaşıyla - sosyal yönden açık fikirli soylular ve din adamlan ­
birlikte başlangıçtan bu yana kendini uygulamaya yönelik olarak
gören bu topluluğu kurmuşlardı:

Toplulu�n üyeleri, kamuoyun u zarif ve ince spekülasyonlarla e�­


lendirmeyi ya da bilgi sahibi dünyayı yeni ve alışılmışın dışında göz­
lemler le zenginleştirmeyi de�il, aksine basit zanaatkarın eme�ini
en sade biçimiyle teşvik etmeyi, uygulamalı ve yararlı bilgileri kü­
tüphane ve kabinelerden h alka taşıma)ı istemektedir; kısaca bu h e­
deflere ister keşiflerle, ister yayın yoluyla zaten bilinen bu luşlarla
ya da daha geniş bir kitleye yayılınayla ulaşsınlar, bütün maksatları
hayırsever olmaktır.

Burada akademilerin önde gelenleri görülmekteydi - tam da


"sadece" bilimsel etkinlikte bulunan Royal Society. Kısacası on­
lar için söz konusu olan kurarn değil, uygulamaydı. Her üye, be­
lirli bir yön hakkında karar vermeliydi. Doğabilimlerinde olsun,
çiftçilikte, tarımda, bahçıvanlıkta, zanaatlerde ya da imalat dal­
lannda olsun, uzmaniaşmak ve sonra da topluluğun bu inceleme­
lerinin sonuçlarını bildirmek gerekiyordu. Bildirim, topluluğun
yayın organı olan Dııblin Society's Weekly ObseTVations'da ger­
çekleşmekteydi: "Dublin Society, en önemli görevinin sanayi ru­
hunu (yani zanaat emeğini) aranıızda teşvik etmekten ibaret ol­
duğunu görmektedir ve rehber yayınlarla çiftçilik ve diğer yarar­
lı işler sanatlarını teşvik etmeye devam edecektir." Weekly Ob­
se!Vations' da topluluğun tartışmaları da yayımlanmakta, sayım­
lar ve yeni buluşlar bildirilmekteydi. İ rlanda adasımn siyasal yal­
nızlığını kırmak için İrlandalıların dikkatini, Sritanyalı ve yaban­
cı incelemelere çekmek isteniyordu.
Ödüller ve nişanlar önemli bir rol oynuyordu. Belirli konular
hakkındaki ödüllü yanşma duyurulan, ilgi uyandırmak için her
yerde başvurulan bir yoldu. Önde gelen yabancılara en iyi öykün­
meye, en iyi tekstil ürünlerine, özel tohumlara, bataklık bölgele-
122 Aydınlanmanın Taşıyıcılan

ıin kurutulmasına, biraya, üzüm ve başka meyvelerden şarap


üretimine, en iyi ekmeğe ya da yeni balık aviama yöntemlerine
nişan veriliyordu.
Örnek bir çiftlik geliştirilmiş ve örnek sanayi işletmeleri ku­
rulmuştu. Son olarak İrlanda sanatının desteklenmesiyle ilgileni­
liyordu ve hatta Dublin'de bir sanat akademisi bile kurulmuştu.
Başlangıçtan bu yana, İrlanda' nın en önemli kütüphanesine dö­
nüşecek olan bir kütüphanenin kurulmasına çalışıyordu.
Topluluk, gelirini öncelikle İrlanda gentry'sinin gönüllü ola­
rak kaydolmalanndan elde ediyordu. Eliili yıllara doğru İrlanda
Parlamentosu, topluluğa büyük devlet yardımları sağiarnıştı ve
topluluk kısa bir süre sonra bir royal clıarter (kraliyet beratı) al­
mıştı. Böylece varlığı garantilenmişti. Topluluk ı98ı'de 250. yıl­
dönümünü kutlamıştır.
Başarı öyle büyüktü ki, ı754'te Londra'da İngiliz bölgesi
için benzer bir topluluk kurulmuştu: Society for the Encourage­
nıent of Arts, Manufacture, and Conınıerce (Sanat, imalat ve Ti­
careti Teşvik Derneği). Dublin Society etkili tabakalan hareke­
te geçirmeyi başarabilmişti. Ayırt edici özelliği, geniş anlamıyla
hayır etkinliği - sanayiden tanma hem teknik hem sosyal yön­
den - yüzyılın bütün yurtsever ve kamu yaranna çalışan cemiyet
hareketi için örnek olmuştu.
Birmingham'daki Lunar Society 12 (Ay Cemiyeti), özellikle
zanaate - sanayiye yönelik cemiyetlere bir örnektir. Cemiyet,
ı 754'te zanaatin, sanayinin ve ticaretin teşviki için kurulan
Londra'daki Society of Arts'la belirli bir ilişki içinde olmuştu.
Orta İngiltere'de Warwickshire'de bulunan Birmingham,
ı 700' de henüz küçük bir taşra kentiydi. Sonra burada püriten ça­
lışkanlıklannı ortaya kayabilen Anglikan mezhebinden olmayan­
Iann oluşturduğu Dissent çevrelerince taşınan sınai bir gelişim
başlamıştı. ı 760 dolaylarında Binningham 30.000 nüfuslu, olduk­
ça büyük bir kentsel yerleşimdi. Gerçek bir görülmeye değer
yer olarak her yerden ziyaretçi akınına uğrayan bir girişim olan
Boulton - Soho işletmelerinde bir makine fabrikasına sahipti. Bü­
yük girişimci Matthew Boulton' ın evinde yaklaşık ı 765'ten başla-
'";öniillü Hayır Cemiyetleri ve "Ekonomik " Topluluklar 123

jarak fabrikatörlerden, mucitlerden ve projecilerden oluşan bir


arkadaş çevresi bulunmaktaydı. Arkadaşların buluşması, her ay
dolunay zamanında gerçekleşiyordu.
Grup Lunar Society adı altında ancak 1 775'te kurulmuştu. So­
nunda kısa bir süre sonra tüzük çıkarmış, ancak örgüt dağııuk
kalmıştı; sadece üye seçimlerinde seçici olunuyor, bunun dışında
bir arkadaş çevresi olarak kalmak amaçlanıyordu. Üyeler ayıu
zamanda birbiriyle çok yönlü akrabalık ilişkileri içindeydi. Bi­
limsel standart dikkat çekecek ölçüde yüksekti.
Lımar Society'nin üyeleri erken sanayi döneminin girişimcile­
rinden, yani İngiliz orta sınıfından geliyordu. Boulton'ın dışında
önceleri Virginia'daki William and Mary College'da profesör­
lük yapan İ skoç doğabilimci William Small ve özellikle yine İs­
koç asıllı James Watt göze çarpmaktaydı. Watt, Boulton' la tica­
ri işbirliği yaptığı B inningham' a alet yapımcısı olarak gelmişti
ve buhar gücünün teknik amaçlar için kullanılmasına ilişkin çı­
ğır açan buluşunu burada gerçekleştiren yorulmak ·bilmez bir
araştırmacı ve deneyciydi. Lunar Society, William Withing'le
ilerlemeye inanan - bu yüzyılda başka bir şey nasıl mümkün
olurdu - bir tıp adamım da bünyesinde bulunduruyordu.
Bunun dışında topluluk, ayda bir kez toplanıyordu. Ayrıca
her yıl büyük bir toplantı düzenliyordu. Son olarak üyeler, geniş
bir yazışma ağım sürdürüyorlardı.
Lımar Socitey'nin etkinliği bilimsel bilgiler hakkında, özellik­
le de teknik, optik, astronomi, kimya, mineraloj i ve botanik ko­
nulannda karşılıklı damşmadan oluşuyordu. Deneyler herkesin
kendi işletmesinde yapılıyordu. İlk üyeler gerçek bir araştırma
ekibi oluşturuyordu. Gerçekleştirilen bu işler, aralanndaki ticari
bağlantılarla kolaylaşıyordu. Her ne kadar piyasa dalgalanmala­
rının gidişi ara sıra düşse de, gerçekte büyük ekonomik başan­
lar gösterilebiliyordu.
Aynı zamanda sürekli ·büyüyen Birmingham kentinin gelişi­
miyle ilgileniliyordu. Hastanelerin kurulması, cadde yapımı, cad­
delerin ışıklandınlması ve kanal binalarının kurulması için teşeb­
büse geçilmişti. İşçilerin beslenme sorununa varıncaya değin ba­
kım sorunları tartışılıyordu.
124 Aydınlanmanın Taşryıcılan

Yüzyıl sonlarına doğru etkinlikler gevşeme belirtileri göster­


meye başlamıştı. 1791 çatışmalannda - Fransız Devrimi'nin
uzak etkileri - bazı üyelerin evleri ve laboratuarlan yıkılmıştı.
Bu, şöhreti oldukça kısa süren bir etkinlik döneminin ötesinde
canlı kalan topluluğun sonuydu.
Lunar Society, sanayileşmekle olan bir kentin gelişimiyle iliş­
ki içindedir. Burada doğabilimiere duyulan ilgi, sosyal yükümlü­
lükler ve sınai yükselme el ele yürürnektedir.
Aydınlanmacı İspanyol manarşİsinin kamu yaranna etkinlik­
lerini biraraya toplayan ve yurdun dostlanndan oluşan Socieda­
des de los Amigos del Pais örgütleri üçüncü örnek olarak gösteri­
lecektir.
Bu hareket, Kral lll. Carlos'un 1762'den 1791'e kadar görev
yapan başbakarn Campomanes Kontu Pedro Rodriguez tarafın­
dan harekete geçirilmiştir. İlk topluluk, 1764'te Bask ülkesinde
oluşmuştu. Topluluğun Dax ve St. G audens'daki şubeleriyle bir­
likte Gaskonya Auch'da iki yıl önce kurulan Fransız tarım toplu­
luğunun yakınlığı bir rol oynamış olabilirdi. Rea/ Sociedad Bas­
congada de los Amigos del Pais (Bask Ülkesi Yurdun Dostlan
Derneği), göz açıp kapayıncaya kadar kraliyel beratıyla donatıl­
nlıştı.
Yaklaşık on yıl sonra - hazine m üdürü Campomanes ola n ­
Kastilya Konseyi, bölgesel soylular tarafından sociedades kurul­
masını önennişti. O halde burada, yüksek tabakamn özel inisiya­
tifler elde etme çabası söz konusuydu. Bu topluluklar eğitimi,
sosyal yardımı, tanmı (ayıu zamanda buna uygun okulları), sana­
yileşmeyi, ticareti hızlandınnalıydı. Örnekler Paris'teki A cade­
mie des sciences, Royal Society, Dublin ve Bem topluluklan'ydı.
1770 ve 1811 yıllan arasında a navatanda yaklaşık 70, 1780 ve
1822 yıllan arasında temsilci krallıklarda bir düzine sociedades
kurulmuştu. Fransız Devrimi'ne kadar etkinlikler yoğundu, son­
ralan cemiyetler gevşemişti; çünkü devrimin, karşı devrimin ve
son olarak da Fransız işgalinin ve savaşın ateş hattına düşmüşler­
di. Devrimden 20 - 30 yıl önce teşvik çi olarak taşıdıkları öneme
bir daha ulaşmaksızın 19. yüzyılda kısmen yeniden canlanmışlar­
dı.
Gönüliii Hayır Cemiyetleri ve "Ekonomik" Topluluklar 125

Sömürgelere sıçramak İspanya için çok doğaldı. Campoma­


nes'in çağrısı, 1780'den sonra hem Latin Amerika'daki - önce­
likle Lima ve Quito'da - hem de Filipinler'deki bütün temsilci
krallıklarda sociedııdes kurulmasım sağlamıştı. Li ma ' daki socie­
dııd, aynı zamanda da bir edebiyat cemiyeti ve basım topluluğuy­
du. 1812'den 1819'a kadar Buenos Aires'de, Caracas'ta, Porta
Riko'da ve Meksika, Chiapas'ta yurtsever ya da ekonomik cemi­
yetler kurulmuştu. Elbette bu topluluklar sömürge devriminin
art alanını oluşturuyordu.
Burada Latin Amerika cemiyet hareketinden bir örnek veril­
miştir. Santa Cruz de la Sierra Valisi Don Francisco de Vied­
ma, Peru valilik bölgesinde kendi eyaleti olan bugünkü Bolivya,
Cochabamba' nın coğrafi ve sayı msal betimlemesini kaleme al­
maya başladığında, İspanyol Sociedades de los Amigos del
Pafs' inden de söz eder. İlk Bask kuruluşuna işaret eder. Londra
ve Paris'teki doğabilim akademilerinin bu kuruluşa örnek oluş­
turduğu, bu toplulukların, bulundukları eyaletleri, kentleri ve
köyleri ne denli kalkındırdıkları bilinmekteydi. Quito' daki soci­
edad, yüksek rütbel i din adamı Jose Perez Calama'nın ywtsever
çabalan (del patriotico ce/o) sayesinde kendini özellikle kentteki
yoksullara yardıma adamıştı. Don Viedma, 19 Ocak 1792 tarihli
Mercıtrio Penıano da bununla ilgili bir makaleyi işaret eder. Bu
'

kuruluş, bakanların yönetimi altında genel bir etkinliğin gerçek­


leşmesini sağlamıştı. Herkes elinden geldiğince çalışıyordu. Ti­
caret ve sanayi teşvik edilmişti ve Quito'da sevindirici ilerleme­
ler kaydedilmekteydi. Son olarak Cochabamba'dan pek fazla
uzaklıkta bulunmayan Charcas'ta (bugünkü Sucre) başpiskopos
ve yönetim müdürü tarafından buna benzer bir cemiyet yaratıl­
mıştı. Don Viedma'nın yönetim yeri olan Cochabamba kentinin
de artık bu yönde bir şeyler yapmasının zamanı gelmişti.
Peru valilik bölgesinde And Dağları'nın uzak, ücra dağlık
arazilerindeki bu yansımalar, cemiyet düşüncesinin ne denli ge­
niş ve evrensel bir etkisinin olduğunu göstermektedir.
6. Tarımsal - Ekonomik Topluluklar

Kamu yaranna çalışan cemiyetlerin özel bir tipi, özellikle ya da


yalnızca tarımsal ekonominin sorunlarıyla ilgilenen ekonomik
cemiyetlerdi. Nüfusun kentli olmayan kısmı çoğunlukla tarım
alanında çalışıyor ve nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturuyordu.
Tarımın - yani temel olarak Orta Avrupa'daki çiftçiliğin­
durumu, 1 8 . yüzyıl içinde, önceki bunalımlardan daha açıkça his­
sedilen bir bunalıma girmişti. Çoğunlukla iklime, bazen de siya­
sal-askeri koşullara bağlı bereketsiz ürünlerin yokluk, açlık ve
sefaJet gibi sonuçlar doğurmasına alışılmıştı. 18. yüzyıl, bu dü­
zenli dönüşüme yaklaşmaya ve kazanç sağlamayan tanm sorunu­
nu bilimsel temellere dayandınlmış reformlarla çözmeye çalış­
mıştı. Bu arada 14. yüzyıldan bu yana gelişen tarımsal yapının
artık zamana uygun olmadığı ortaya çıkmıştı. Tarlada üç ekin
değiştirme usulü, işlenebilen toprağın üçte birinin hep sürülme­
miş kalmasına yol açıyordu. Kış ekini, yaz ekini, nadas düzenli
dönüşümü, toprağın daha iyi bir şekilde işlenmesiyle ortadan kal­
dırılabilirdi. Ancak bu, öteden beri süregelen köy yapısına siya­
sal bir saldın, ama aynı zamanda o zamanki vergi sistemine de
bir saldırı anlamına geliyordu. Gelirin kiliseye ya da derebeyine
verilen onda biri, ilk kez sürülen tarla için mi yoksa patates eki­
mi gibi yeni ürünler için mi vergilendirilecekti?
Söz konusu olan, devlet makamlanmn patlamalara izin verip
vermeyeceğiydi; bir başka deyişle otlaklardaki kazanç getirme­
yen tarımlık topraklann köklü değişikliğe uğraması, hiç kimse
toprağın iyileştirilmesiyle ilgilenmediği için fazla kazanç sağla­
mayan ortak malların azaltılması ya da ortadan kaldırılması söz
konusuydu. Ormanların korunması önem kazanmıştı . Bununla
birlikte yoksul halkın tek ineğini ya da keçisini serbestçe otlat­
ma ya da ormanda odun toplama olanağı elinden alınmış oluyor­
du; böylece daha sonra 19. yüzyılın üstesinden gelmesi gereken
yeni sosyal sorunlar ortaya çıkıyordu.
Tanmsal - Ekonomik Topluluklar 127

Bir başka sorunu, olası üretim fazlası pazar için oluşturuyor­


du. Nüfus artmaktaydı ve nüfu-.un besin bulması gerekiyordu. Ye­
me ve içmeye olan talep farklılaşmıştı. Burada toprağın ıslahı
yardımcı olabilirdi: Yem bitkileri ekilerek oluşturulan yapay ça­
yırlar, gübreleme ve sulama yoluyla üretimin artırılması. Talu­
lın yanı sıra patates ekimini teşvik etmek, sebze, meyve ve şara­
bı ama aynı zamanda küçük ve büyük baş hayvanlar ile süt ürün­
lerini de iyileştirmek isteniyordu. Zararlı bitkilerin yeni yollarla
ortada kaldırılması gerekiyordu. Bataklık bölgelerin kurutulma­
sıyla ilk kez sürülecek tarlalar kazanılabilirdi. Çok kollu nehir
yataklannın kanalize edilmesi gerekliliği kendini belli ediyordu.
Ürünlerin luzla bozulmasına karşı önlem almak için, örneğin ku­
rutma yoluyla depo etme sorunla rı, sonra teknik yönden iyileşti­
riimiş araçlar, modern pulluk ve diğer tarım aletlerinin oluştur­
duğu sorunlar ve son olarak da yeni türden cadde yapımıyla da­
ha yararlanılır duruma gelme sorunu baş gösteriyordu.
Her şeyden önce doğrudan doğruya bunalımı yenmeye çalış­
mak gerektiği açıktı. Kötü ürün a lınan bir yıl, çoğunlukla ekono­
mik bir topluluğun kuruluşuyla sonuçlanan enerj ileri harekete
geçiriyordu. Dolayımsız önlemler alınabilirdi; ancak gitgide
uzun süreli önlemler düşünülür olmuştu. Bir egemenlikten diğer
egemenliğe tekelci çekilmenin yerine ticaretin özgürlüğü kurtu­
luş vaadinde bulunuyor gibiydi. Ama aynı zamanda iklim sorun­
ları da halledilmeye çalışılıyordu; meteorolojik gözlemlere baş­
lanmıştı. Son olarak köy bütçesi, sağlık ve eğitim sorunları baş
gösteriyordu.
Çok tartışmalı ama sık sık işlenen bir konu da taşradaki sı­
nai çalışma sorunu, yani manüfaktür ve fabrikaların tarımsal ala­
na girmesiydi. Bazıları bunda geleneksel değerleriyle korunma­
ya değer ve gelişmeye yatkın bir dünyanın çöküşünü görüyordu;
diğerleriyse sadece bu sanayileşmeyle taşradaki sefaletin yok
edilebileceğine inanıyordu.
1767'de Paris'te yeni yayımlanan bir Fransız ekonomi ansik­
lopedisi, genel durumu - özellikle de toprak sahibi soylular ala­
nındaki reform hareketini - yazıya dökmüştür:
128 Aydmlwımamn Taşryıcılan

Toprakları ısiaha yönelik saygıde�er arzu ve taşradaki mü lkiyetleri­


mizi yeni fidanlıklarla güzeUeştirmeye yönelik özen, hızlı ilerlemeler
kayd.:tmı�tir Eskiden Fransa'da taşra ekonomisinin önemi üzerin­
de düşünen çok az insan vardı. Bugün bu bilim, soylu lar tarafın­
dan saygıyla karşılanmaktadır; bu bilimle tümüyle mesleki açıdan il­
gilenen ve kendi arazisinin yöneticisi olma durumuyla ü rünleri yok
pahasına satmanın yıkıntıya yol açmasının arasındaki ayrımı fark
eden birçok soylu bulu nmaktadır. Kişisel olarak topra�ı ekilebilir
duruma getirme iste�i gerçi bugün, e�er öyle denmek isteniyorsa,
bir moda olayıdır. Fakat burada son derece başarılı bir moda söz
kon usudur: Bu moda, sadece devamını arzulayabilece�irniz gerçek
avantajlar yaratmıştır. .. Eski Yunan'ı, Eski Roma'yı, Felemenk'i ve
İ ngiltere')i örnek aldık. Fransız tarzından güçlü bir şekilde etkile­
nen Avrupa'nın geri kalan kısmı, bize öykü nmekte acele etmiştir.
M odern be�enimizin önemi ve ciddiyeti fark edilmiştir. Biz, tarımı
yenilenen ve evrenin bu güzel parçasında iyileşen topraklara sahi-
. ı4
bız.

Yazar kısmen haklıdır. Tarım hareketi, gerçekten de Cato, Co­


I umella, vb. antik yazariara başvurmuştu. Benzeri bir sıkı ekono­
miyle ı7. yüzyıl Felemenk'i, aynı zamanda tam da etkileyici
manzara resimleri sayesinde örnek alınmıştı. İngiltere ve Büyük
Britanya, Fransa' nın birkaç on yıl önündeydi. Toprak sahibi çift­
çi, taşradaki gentry'nin siyasal yönden belirleyici tabakasını uzun
süre önce biçimlendirmişti. Bütün tarımsal boyutların ekonomik
bir toplulukta işbirliği yoluyla daha kolay çözümlenebileceği yo­
lunda ilk örneği veren, Dublin Society deki iriandalı gentry men­
'

suplarıydı. Dublin ve Londra, tarımsal ilişkide de örnek olmuş­


lardı. İngiliz tarım hareketi, Londra Topluluğu'nun kuruluşun­
dan kısa bir süre önce tüm kıtaya yayılmıştı: ı 753'te Floransa' da
A ccadenıia del/ agrico/tura ossia degli Ge01gojili, yani köylü dost­
ları, ı 754'te ele k tör Mainz'ın egemenliğindeki Erfurt'ta Akade­
nıie niitzliclıer Wissensc!ıaften (Yararlı Bilimler Akademisi),
1757'de Fransız - Breton Rennes'inde Societe d'aglicu/tllre,
ı759'da İsviçre Bem' inde Ökonomisclıe Gese//sclıaft (Ekonomik
Tamıısal -Ekonomik Topluluklar 129

Topluluk) oluşmuştu. Böylece yol gösterilmişti. 1764'te İspanya,


Bask ülkesi tarafından Rea/ Sociedad de los Anıigos del Pais e, '

1765'te Avusturya Kiirnten'daki A ckerbaugese//sclıaft'a (Tanm


Topluluğu) tabi tutulmuştu. Dublin' deki kuruluştan başlayarak
Avrupa ve Amerika'da yüzü aşkın kuruluş sayabiliriz.
Bu ekonomik topluluklann rolü, genel olarak tanmsal yoklu­
ğu, köhnemiş yönetim normlann ı ve köhnemiş üretim yöntemle­
rini saptamaktı . Böyle bilgiler nedeniyle teşvike, taklide, bir baş­
ka deyişle o zamanki durgunluktan çıkma denemesine yönelini­
yordu. Bu Aydınlanma, soy lo.: ın ve yurtsever toprak sahipleriy­
le köylülerin Aydınlanması anlamına geliyordu. Artık sadece
önemsiz ek işlerle, bütçe ve ekonomi reçeteleriyle yeti nilmiyor,
etraflıca düşünülen önlemler ve iyileştirme önerileriyle tarımın
kalkınması isteniyordu.
Özellikle tanm reformuyla ilgilenen topluluklar arasındaki
ilk topluluklardan biri Societe d'agricu/ture, de commerce et des
arts, etab/ie par /es Etats de Bretagne' dır (Bretagne Tarım, Tica­
ret ve Sanat Cemiyeti). 15
Bir zamanlar kendi dükalığına ve hala kendi zümreler kuru­
luna sahip olan Bretagne, merkezileşmekte olan Fransa' ıu n sıru­
nnda bulunuyordu. Tarımsal üretim durgundu. Yüzyılın ilk yan­
sında bazı küçük soyluların giriştiği tarımsal üretimi kalkındır­
ma denemeleri soyutlanmış durumda kalmıştı; çünkü zümre ar­
kadaşlanıun desteği eksikti ve çünkü gerekli kuramsal ve teknik
bilgileri yoktu.
Bununla birlikte uzun bir hazır lık döneminden sonra 17 57' de
Rennes'de Breton Tarım, Ticaret ve Zanaat Topluluğu kurula­
bilmişti. Topluluk eski ve yeni kökenli taşra soylularııun, tüm
Breton yüksek tabakasııun, en yüksek yargıçlar heyetinin etrafın­
daki soylu çevrelerin, par/anıents' ın, soylu ve burj uva asıllı tüc­
carlann gösterdiği şaşılası bir ortak çabaıun ürünüydü. Aralann­
da Rennes Piskoposu'nun bulunduğu birkaç din adamı da eksik
değildi. Bu gruplar bölge meclisinde egemen olduklarından, so­
ciete d'agricu/ture'ün resmen tanınması ve cemiyet için kredi alın­
ması kolay bir işti. Kuruluşta Breton gururu da belirli bir rol oy-
130 AydmJan m anm TClŞf)'lcılan

na mı ştı. Bir Breton cemiyetinin esas itibarıyla ulusal - bölgesel


nedenlerden ötürü hoşnutlukla karşılanması gerekiyordu - her
ne kadar eski Breton soyluları tarımsal yeniliklerle pek ilgili ol­
masalar da.
Topluluğun programı yararlı bitkilerin ekimi, sulama ve güb­
releme yoluyla yapay çayırlar yaratılmasını, aynca topraktan el­
de edilen ürünlerin yeni yöntemlerle artırılmasını, ticaretin can­
landırılmasını ve de verimsiz toprakların tarıma elverişli duru­
ma getirilmelerinin teşvik edilmesini öngörüyordu. Son olarak
tahıl ticaretinin serbest bırakılması da düşünülmekteydi. Prog­
ram, Bretagne'da Montaudoin ve topluluğun sekreteri Abeil­
le'le birlikte inanmış yandaşlara sahip olan fizyokratların Fran­
sa'da sert bir şekilde tartışılan düşünceleriyle özdeşleşiyordu.
Topluluk tarihsel değeri olan notlar ve ödüllü yarışma duyu­
rulan yayımlıyordu. Özellikle köylülere ulaşmak isteniyordu.
Dol, St. - MaJo, St. - Brieux, Treguir, St. - Pol de U on, Quim­
per ve Vannes'da olmak üzere çeşitli bölgesel merkezlerde bıı­
reau.x secondaires (şubeler) kurulmuştu. Ülke hakkında daha iyi
bilgilere ulaşmak için gerekli belgeler bir corps d'obse!Vation' da
toplanıyordu. Daha 1 757 - 58' de ilk ci lt yayımlanmıştı. Bunun
için özellikle Sekreter Abeille ve merkezi yönetim temsilcisi Ve­
dier çaba harcıyordu. Anca.k Vedier 1 762'de ölmüştü; bu, toplu­
luk için büyük bir kayıptı. Bundan üç yıl sonra topluluk yeni bir
felaketle karşı karşıya kalmıştı. Topluluğun sekreteri, krallığın
Bretagne'daki vergi hukuku hakkında yazılan ve eski Breton soy­
lularının öfkelenmesine yol açan bir yazıda parmağı olmakla
suçlanmıştı. Olay, Abeille'in Bretagne'dan ayrılmasıyla sonuç­
lanmıştı. Böylece topluluk, hem merkezi yönetimin hem de böl­
ge meclisinin gözünden düşmüştü.
Gerçi topluluk bütün gücünü yeniden biraraya toplamaya ça­
lışmıştı. Kentli üyelerin büyük ilgisiyle karşılaşan ticareti teşvike
daha çok yönelmek isteniyordu; 1 769'da kentlerden daha çok
üye getirilmişti. 1772'de hala corps d'obse!Vation'un ikinci bölü­
mü yayımlana biliyordu. Ama etkinlik felce uğramıştı. Ve sadece
siyasal nedenlerden ötürü değil.
Tanmsal -Ekonomik Topluluklar 131

Fransız taşrasında topraklarını kendileri ekilir duruma geti­


ren toprak sahipleri - bunlar soylulardı - çok azdı. Her ne ka­
dar tanmla ilgilenseler de, tanmın durumunu çok az biliyorlar­
dı. Bilseler bile, ilk olarak at yetiştiriciliğiyle ilgileniyorlardı.
Ama her şeyden önce köylüler k onusunda başarısızlığa uğramış­
tı. Yazılarla onlara ulaşmak isteniyordu. Ancak bu yeterli olma­
mıştı: Köylülerin bu yazılara sadece güldüğünü ve başka bir şey
yapmadığını itiraf etmek gerekiyordu. Kısa. bir süre sonra Bre­
tonların yoksulluğunun ve eğitimsizliğinin aşılmaz engeller oldu­
ğu ortaya çıkacaktı.
Societe d'agriculture, tek somut başansını verimsiz topraklan
tanma elverişli duruma getirme konusunda kaydetmiştir. Yapay
çayırlada ilgili olarak başanya ulaşmış sadece birkaç deneme
kaydedilmişti. Her ne kadar -belki de topluluğun son girişimiy­
di- krallık yönetimiyle ilişki içinde Amerikan Belle - Ile patates­
leri sipariş edilmiş ve tüm Bretagne'a dağıtılmış olsa da, patates
propagandasında yavaş bir ilerleme kaydediliyordu.
1 770'te bölge meclisindeki soylulann bir kısmı, gerekli kredi­
yi kabul etmemişti. O zamanlar krallığın yönetim müdürü bu­
nun, topluluğun yıkımı anlamına geldiğini kaydetmişti. Gerçek­
te etkinlik gitgide tavsamaya başlamış ve on beş yıl sonra toplu­
luğun uzun zamandan bu yana varlık göstennediği saptanmıştı.
Topluluğu yeniden canlandırma denemeleri başarısızlıkla sonuç­
lanmıştı.
Geriye kalan şey, tarımın canlandınlmasının en azından
uzun vadede etkisini göstereceği bir çabanın gerçekliğiydi. Bre­
ton Topluluğu, Bem Ekonomik Topluluğu'nun son derece başan­
lı kuruluşuna örnek olmuştu. 16
Bem, Alpler'in kuzeyindeki en büyük kent ve İsviçre'nin en
büyük kantonuydu. Yol ve orman politikasıyla ilgilenen, ancak
bunun dışında hemen hemen her şeyi olduğu gibi bırakan ve ba­
şansız bir sanayi politikasını anımsayan başkent eşrafı aracılığıy­
la çalışkan ama biraz otoriter bir yönetimin emrindeydi. Aslında
ticaret yapmak istemeyen bu eşraf toprağa son derece bağlıydı.
Çoğunlukla hala kendilerinin yönettiği küçük ya da daha büyük
132 Aydınlanmanın Taşcyıcılan

bir çiftlikleri vardı. Bunun dışında taşradaki idare memurlannın


- taşra yönetim bölgelerindeki resmi görevlileri n- birçoğu ken­
di yönetim bölgesini iyi tanıyordu. Refonn edilmiş eski bir iş ah­
lakı, Aydınlanma'nın görev kavramını yeniden belirlemekteydi.
Dublin ve Londra'daki, özellikle de Bretagne'daki topluluk­
lara ilişkin haberlerden, ayrıca Zürich Doğabilim Araştınnaları
Derneği'nin tanmsal eğiliminden cesaret alarak o zamanki taş­
ra idare memuru Samuel Engels ve toprak sahibi Johann Rudolf
Tschiffeli'nin yönetiminde ileri gelen birkaç kişi, 1759 yılında,
başlangıçta sadece Bem Kantonu için değil, tüm İsviçre için ta­
sarlanmış olan ekonomik bir topluluk kunna girişiminde bulun­
muşlardı.
Bern, tanmsal bir bunalımdan henüz çıkmıştı. 1757 kışı uzun
sürmüştü ve 1757 Temmuzu'na da soğuk ve yağmur egemendi.
Tahıl ıslak ıslak kaldırılmak zorundaydı ve biçimsiz bir şekilde
filiz sürmüştü. Gelirin vergi için kesilen onda birinin - devletin
geliri - getirdiği kazanç, kasım ayında bir hayli düşmüştü.
Hedef, başka yerlerdekiyle aynıydı: "Ziraate, besin düzeyine
ve ticarete rağbet kazandırmak, topluluğun amacı olmalıdır.
Toprak ıslah işini yaygınlaştırmak, ülke mallanrun işlenınesini
iyileştinnek ve aynı şekilde satışı kolaylaştınnak için bu gerekli­
dir." Bu amaçlar tek başına tanm ekonomisiyle ilgili olduğunda,
bunun anlamı şudur: "En iyi ekonomi, az tohumla, az toprakla
ve az iş gücüyle olabildiğince fazla ürün yaratmaktır."
Topluluğun örgütlenmesi üç · bölümden oluşuyordu: " Büyük
Topluluk", yılda bir kez düzenlenen resmi oturumda ödüllü yanş­
ma duyurusunu çıkarmalıydı. Ayda bir düzenlenen oturum lanyla
"Orta Topluluk" hesap konusunda yetkiliydi ve ödüll ü yarışma
duyurusunu kaleme almakla ve değerlendirmekle yükümlüydü.
Asıl yönetim " Küçük Topluluk"un elindeydi ve Küçük Topluluk
her hafta toplanıyordu (yazın her ay). Yazışmayı yürütüyordu.
1798'e kadar üye sayısı 184'tü; bunların yarısı, toplulukta aktif
olarak çalışmaktaydı. Özellikle ileri gelen toprak sahipleri, bu­
na ek olarak da papazlar, doktorlar, profesörler ve tüccarlar söz
Tanmsal - Ekonomik Topluluklar 133

sahibiydi. Genel itibarıyla sadece ilk yıllarda olmak üzere iki


köylü kabul edilmişti.
Yayın orgaıu Makaleler ve Gözlemler, Fransızca ve Almanca
olmak üzere iki türlü yürütülüyordu; kanton iki dilliydi ve ulusla­
rarası etkinlik amacı, Fransızca bir baskı düzenlemeyi de buyu­
ruyordu. Bu yayım Avrupa'da hemen tanınmış ve bundan yararla­
nılmıştı, İngiliz dergisi kadar olmasa da, bir o kadar etkiliydi.
Buna ek olarak İsviçre'ni n geri kalaıuyla, İngiltere, Fransa, İs­
panya, İsveç, Danimarka, Almanya, Felemenk, Polanya ve İtal­
ya'yla sürdürülen geniş kapsamlı bir yazışma yapılıyordu. Toplu­
luğun dergisi her şeyden önce ödüllü yarışmaların yanıtlan nı içe­
riyordu.
176l'de tüm kantondaki bölgeleri tek tek etkileyecek şubele­
rin kuruluşu için girişimde bulunulmuştu. Ondan fazla şube açıl­
mıştı. Böylece bölgenin yüksek tabakası - papazlar ve yüksek
memurlar - etkinleştirilmişti. Yeminle topluluğa bağlı komşu
kentler Freiburg, Solothurn ve B iel'de aynı zamanda, Bem'le sı­
kı sıkıya bağlı olan bağımsız ekonomik topluluklar oluşmuştu.
Makaleler' de tan m - doğabili mselleri - coğrafya bölümü, yak­
laşık %70 ağırlıktaydı: Tahıl ziraati, çayırların sulanması, şarap
yapımı, gübre hazırlama, toprak bilimi, hayvan yetiştiriciliği, or­
tak arazilerin bölüştürülmesi, yayla ekonomisi, verimsiz toprak­
ları tarıma elverişli duruma getirme. Yazıların sadece %8'inde,
Bern'e yabancı konular olan sanayi ve ticaret işleniyordu. Kanto­
nun ve İsviçre'ni n diğer bölümlerinin topografik ve demografik
özellikleri hakkında tam bilgi vermek önemliydi.
Buna ek olarak üyelerin genel bir etkinliği söz konusuydu:
Kendi işletmesini örnek çiftliğe dönüştürmek üzere daha iyi bir
duruma getirme, tarla çevresinde uygulamalı denemeler, mete­
orolojik gözlemler ve yeni tarım tekniklerinin propagandası.
Tüm bunlar her zaman bizzat taşralılarla sıkı bir ilişki içinde
gerçekleşiyordu. Fakat topluluğun kentli üyelerinin bizzat köylü­
lerle reformlar hakkında sohbet ettiği "köylü sohbetleri"ni düzen­
leyen ve yine 1759'da kurulan Zürich Doğabilim Araştırmaları
Topluluğu'nun ekonomi komisyonu kadar ileri gidilmemişti.
134 Aydmlcuımcuım Taşıyıcılcuı

Avusturya devlet bakanı Kaunitz adına bu gelişmiş komşu ül­


keyi gezen Kont Karl von Zinzendorfun 1 764'te kaleme aldığı
rapor, Bem Topluluğu'nun saygınlığının ne denl i büyük olduğu­
nu göstermektedir: " Bem EkonomiTopluluğu zamanla Fransa,
İngiltere, Almanya ve İsviçre' de de oluşan benzer tüm organizas­
yonlan n anasıdır." Her ne kadar bu saptama - özellikle de İngil­
tere'yle ilgili olanı - doğru değilse de, Bem'i n ne denli önde ge­
len bir topluluk olduğunu göstermektedir. Zinzendorf bundan
sonra bazı üyelerin etkinliklerinden söz etmektedir:

Topluluk Başkanın, Bay Sinner'in ve her iki Tacharner kardeşlerin


de dahil oldu�u çok beceriidi ve gayretli üyelerden oluşmaktadır.
Üyelerin bizz at kendileri deney yapmakta ve ödül da�ıtmaktadır.
Aralarındaki canlı ve yararlı adamlardan biri, başkan vekili olan ki­
lise katibi Tschiffeli'dir. Bu dürüst ve saygıde�er yurtsever, Kirch­
berg'deki küçük çiftli�inde çayırların sulanması konusunda son de­
rece büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Esas itibarıyla topra�a eşit öl­
çüde su vermeye dikkat etmektedir ve arklarının bazıları kısmen
suyu akıtmaya, kısmen de çayırlara - arklarla ayrılmış bölmeleri ye­
niden kapsamaya yönelik iki amaç taşımaktadırlar. Tscheffeli, çayır­
Iara gerekti�inden fazla su vermemeyi en büyük gereklilik olarak
görmektedir .17

Zinzendorf, Ekonomi Topluluğu'nu överken, gerçekte bu övgü­


yü sııurl!!ndıran bir notu araya kalmaktadır: "Ancak bugüne dek
bu topluluğun hükümet desteğinden bu denli az yararianmış ol­
ması, bu hükümetin yüzünü pek de ağartmamaktadır." Gerçek­
ten de bundan iki yıl sonra topluluğun devletle arası bozulmuş­
tur. İleri gelen kişilerin arasındaki muhafazakarlar, tüm bu eko­
nomik kışkırtmalan hiçbir zaman hoş karşılamamışlardı. Toplu­
luğun dergisinde Waadt kantonunun nüfusu üzerine yayımlanan
bir makale, bahane olmuştu. Nüfus sayımı, siyasal-askeri çıkarla­
ra kanşma anlamına geliyordu. Hükümetin çoğunlukla, özellik­
le de zümre başkanlan, topluluğun etkinliğini kesin olarak aksat­
maya çalışıyorlardı. İleri gelen kişilerin içindeki ilerlemeci ve
hareketsiz güçler arasında bir hesaplaşma söz konusuydu. Gerçi
Tanmsal - Ekonomik Topluluklar 135

başkanlığını politik dokunulmazlığı olan Albrecht von Haller' in


üstlendiği başkentteki topluluk kurtanlabilirdi. Fakat topluluğun
şubeleri kapanmıştı; çünkü etkinlikleri zamanın taşra idare me­
murunun emrine verilmişti - Bem'deki çalışma içten içe devam
ediyordu. Yine de bundan sonra su baskınına karşı önlem alma,
böceklerin kökünü kurutma ve dut dikimiyle ilgili olarak bilirki­
şi raporu oluşturmak için birkaç devlet görevi verilmişti. Devlet­
le birlikte 177l' de bir ürün sayımı ve 1787'de de bir hayvan sayı­
mı yapılmıştı. Ancak Haller'in yönetiminde topluluk, tehlikesiz
doğabilim görevleriyle uğraşmaya başlamıştı. Topluluk, yetmişli
yıllarda Nikolaus Emanuel Tscharner'in yönetiminde yeni bir
ekonomik hamle yapmıştı. Bununla birlikte devrimden önce ge­
nel olarak daha çok aydın - yurtsever bir topluluğu andırıyordu.
7. Masonlar

Masonlar, Aydınlanma'nın taşıyıcıları arasında ilk sıralardan bi­


rini almaktaydı. ı s Toplulukları, kurumsal bir çerçeveye Aydın­
lanma'nın genel arzu ve düşüncelerini kazandırıyordu. Ulll';lara­
rası - kozmopolit olarak yapılanmış lı. Kısa bir süre sonra ma son­
lar, önde gelen devlet kurullannda ve reformcu topluluklarda gö­
rülmeye başlamışlardı.
Bilindiği üzere masonluk, katedral yapılarının "serbest duvar­
cılar"ına, (free nıasons) kadar, Anglikan İngiltere'de Reform ve
Karşı Reform ötesinde varlığını sürdüren )onca benzeri topluluk­
lara kadar gitmektedir. İşçiler ı 7. yüzyılda soylu hamileri ve di­
ğer ilgilileri, özellikle de geometricileri ve doğabilirncileri ken­
di saflarına çekiyorlardı. Bunla r gitgide egemen olmaya başla­
mışlardı ve zanaat öğesi geri plana itilmişti. Geriye kalan ve ge­
lişen şey, topluluğun Accadenıia'nın İtalyan düşünce tarzından
etkilenen - mülteci İtalyan heretikleri bu gelişmede rol oynuyor­
du - örfleri, adetleri ve protokolüydü. Royal Society' nin (Krali­
yel Derneği) başarıları ve İngiliz Aydınlanması'nın hızlı yükseli­
şi daha fazla katkıda bulunmuştu. 24 Haziran ı 717' de, Aziz Yu­
hanna Yortusu'nda - İncil yazarı Yuhanna, masonların koruyucu­
sudur - Londra Joealannın birleşmesi, ı 723'te Andersoneu tü­
züklerle sıkı bir örgüt meydana getiren İngiltere Büyük Loca'sıy­
la sonuçlanmıştı.
İngiliz Büyük Loca'sının büyük üstadı, tüm locaların reisiydi.
Locaların hepsi aynı şekilde örgütlenmişti. Üyeler çırak, kalfa
ve üstat (ya da usta) olarak sınıflandırılmışlardı; bunlar, sırayla
geçilen derecelerdi.
Toplantılar ortaklaşa yenen bir yemekten, konferanstan, tar­
tışmadan ve bağış toplamadan oluşmaktadır. Özellikle Aziz Yu­
hanna Yortusu bir şölen havasında geçmektedir: "Üç ayda ya da
yılda bir, Vaftizci ya da İncilci Yuhanna Günü'nde en azından
Mason/w· 137

bir sevgi yemeği düzenleriz; bu yemekte bütün locaların üstatla­


n, kalfalan ve çırakları bulunur."

Kardeşler arasında bir eşitli�in oldu�u, bütün üstünlüklerin ve de­


rece kavgalarının sürgüne gönderildi�i gözlenmektedir. Burada
herkes sırası geld�i gibi hazır sofraya oturmakta, bizz.at bir zanaat­
kar, bir dükün yanına geçebilmekte, böylece o n unla kendi kardeşiy­
mişçesine samimi, alçakgönüUü ve dostça sohbet edebilmektedir.
Çok sayıda konuk (ço�u kez 500 civarında) olmasına karşın her şe­
yin bu denli sakin, ölçülü, barışçı ve dostça yü rümesi ve yeme�in
tam zamanında bitmesi şaşırtıcıdır. .. Yemek duasını ya Büyük Üs­
tat yapar ya da yemekten önce ve sonra dua etmesi için, bu işi din
adamı olan bir kardeşine ya da sekretere devreder.

Localar çoğu kez bir kütüphane işletmekLedir - tıpkı bir okuma


topluluğu gibi. Diğer localarla yazışmak önemlidir.
Masonlar arasında geniş kapsamlı bir dayanışma hüküm sür­
mektedir:

Kardeşlerden biri borçlarından ötürü tutuklandı�ında, dürüstlü�ü­


nün kanıtlanması için borçları ödenir.
Kendini zümre dışında gören hasta bir üye, e�er hastalığı sefahat­
ten ve düzensiz yaşamdan ileri gelmiyorsa, üyesi oldu�u loca tara­
fından bakımı için gerekli olanın verilmesi suretiyle haftada iki gi­
ne alır. Locanın hekimi, cerrahı ve eczacısı önlemler, yardırnlar ve
ilaçlarla onlara ücretsiz olarak yardım etmek için hazırdırlar. Bu üç
sa�lık görevlisinin maaşları loca tarafından ödenir.

Masonlar bilinçli olarak, Barak'la son bulan Ortaçağ'ın ve yeni


bir ışığın çağıyla başlayan takvimin başlangıcında bulunmakta­
dır. Tapınakların eski simgelerine yeni bir içerik vermek iste­
mektedirler. Bu, Hristiyan geleneğin insancıl - aydınlanmacı an­
lamda yeniden yorumlanması anlamına gelmektedir. Zümre ve
mezhep farklılıklarının azaltılması, yurttaş ve insan haklarının
vurgulanmasıyla birlikte Şanlı D evrim'in art alanı hissedilmekte­
dir. Masonluk, yeni yeni bir kardeşlik yoluyla katılaşmış dinsel
138 Aydmlanmanm Taş1y1cllan

bağlılıklara canlı bir anlam verme gereksinimini ifade etmekle­


dir. Kuruluş Yönetmenliği' nde, masonun lütuf ve insanlıkla do­
lu, sadık, "iyi bir insan" olması, şeref ve dürüstlükle tanımlanma­
sı gerektiği yazılıdır. Erdemli olmaları koşuluyla "zenginlerin ve
yoksulların dostu"dur. Bu, daha sonra ı746 tarihli bir savunuda
şöyle dile getirilmiştir: " Masonlar topluluğunun, insanlar arasın­
da barışı ve birliği sağlamaktan başka bir hedefi yoktur. Bütün
gelişmiş devletler, eğer esenlik ve mutluluklarııun devamıyla il­
gileniyorlarsa, bu topluluğu korumalıdır." Bu, masonların dilin­
de Süleyman Tapınağı'nın yapımına devam edilmesi anlamına
gelmektedir. Söz konusu olan " Tanrı'nın Yeryüzündeki Krallı­
ğı"dır.
Böylece bu hareket bir yandan eski Hristiyan düşüncelerini,
öte yandan da aydınlanmacı bir H ristiyanlığı ya da sadece doğal
dini savunm aktadır. Mezhep farklılıkları en aza indirgenmiştir:
Üyeler Anglikanlardan, devletçe tanınan dinsel topluluklardan
birine mensup olmayanlardan, Kataliklerden - ı 772' de Lord Ro­
bert Edward Pelre'la birlikte bir Katolik, İngiliz Büyük Locası'­
nın büyük üstadı olmuştur - oluşmaktadır; daha erkenden Yahu­
diler de kabul edilmeye başlamıştır.
Mason Joeaları böylece hoşgörü okuHanna dönüşmüştü. Ha­
reket, dar mezhep sııurlarının yıkıldığı ve bununla birlikte aynı
zamanda doğuştan getirilen mezhep geleneğinde kalmanın da is­
tendiği zamanın gereksinimini karşılıyordu.
Masonluğun eski ayinleri ve simgeleri, halk arasındaki dün­
yevileşme karşısında gizli tutma yeminiyle titizlikle korunmalıy­
dı.

Askerlerin, fark edilmek için kendi askeri ayrun iş<ıretleri vardı. Su­
bayların, savaş ve barış dönemlerinde birbirlerini tanımaları için
kendi parolaları vardı. .. Ve bizim de birbirimizi ayırt etti�irniz söz­
lerimiz vardı. Örne�in: Jachin, Boas, kadrat, pusula, Bleiwag, Kütt,
Hiram, Salomon vb. Tam da bu gizler, gittikçe daha yavan bir du­
ruma gelen dünyada çekici bir etki yaratıyordu.
Masonlar 139

Masonluk çabucak eşsiz bir başarı sağlamıştı. 1 725'te - kurulu­


şundan sekiz yıl sonra - Büyük Britanya'da 52 loca bulunuyordu.
Henüz 1730'dan önce bu düşünce - çoğunlukla yolculuk eden
Sritanyalı lordlar, ama yanı zamanda mülteci Stuart yandaşları
tarafından - Fransa ve İspanya'ya, onunla birlikte Fransız, İspan­
yol ve elbette İngiliz sömürgelerine yayılmıştı. Aynı zamanda bü­
tün İtalya'da - özellikle de Roma, Floransa, Milana ve Tari­
no'da - sonra da Felemenk'te, Batı İsviçre'de (1 732'de Cenev­
re'de) ve Hamburg'dan ( 1737) başlayarak Kuzey ve Orta Al­
manya 'da, Berlin ve Breslau'dan Viyana, Prag ve Dresden'e ka­
dar kendini göstermişti. Dresde n'den Varşova'ya gelmiş, daha
erkenden St. Petersburg'a ulaşmıştı. Bunu kırklı yıllarda İsveç
ve Danimarka, son olarak da G üney Almanya, Avusturya, Tran­
silvanya ve Macaristan izliyordu.
Yüzyıl ortalarında Avrupa bölgesinin ve denizaşırı bağımlı
topraklarının merkezleri kazanılmıştı. İlgili eyaJetlerde bir yayıl­
ma süreci gerçekleşiyordu. Yüksek ve orta tabaka etki altına gi­
riyordu. Sonraları imparator olacak olan Franz Stephan von
Lothringen (1731) ve sonraları kral olacak olan Prusya Prensi
Friedrich (1738) mason olmuşlardı; üst ve alt tabaka soylular,
birçok bilimadamı ve din adamı - özellikle de Anglikan ruhhan
sınıfından olanlar- masonluğa katılıyordu. "Gerçek Aydınlanma­
cıların D ünya Kardeşliği" gerçekleşmişti. Yüksek soylular, yük­
sek saray memur ları, kraliyel danışmanları ve arkadaşları, yolcu­
luk eden yabancılar, diplomatlar, bankerler, tüccarlar ve subay­
lar localarda buluşuyorlardı: Ahbaplıklar, kimi zaman da arka­
daşlıklar kuruluyordu; önemli kişilerin evlerinin kapılarını açabi­
len tavsiye mektupları alınıyordu. Localarda, başka yerde pek
bulunamayacak bir güvenle önemli sohbetler ediliyordu.
Gerçekte biri dış biri iç olmak üzere iki engel çıkmıştı. Kato­
lik Kilisesi 1738'de In eminemi fermanıyla, localara giriş için
175l'de yenilenecek olan genel bir yasak çıkarmıştı. Böylece ki­
lise, bu aydınlanmacı harekete karşı açıkça cephe almış oluyor­
du. Bu durum, gerçekte çok büyük bir etki yaratmamıştı. Her ne
kadar 1743'te İmparatoriçe Maria Thcresia Viyana Locası' nı
140 Aydmlanmanın Taşıyıcılan

feshetmiş ve başka yerlerde de müdahaleler gerçekleşmiş olsa


bile, diğer Katalik ülkeler bununla ilgilenrniyorlardı ve toplu­
luk, gizli bir topluluk olduğu için de feshedilen Joealar çoğu kez
başka bir ad altında varlıklanm sürdürüyordu. Tam da Ceneviz
Cumhuriyeti gibi Katalik devletler, masonların merkezi durumu­
na gelmişti ve masonlar belirli saraylarda büyük nüfuza sahipti­
ler. Hareket, Protestan ülkelerde de her zaman rahat bırakılmı­
yordu. Hamburg, Cenevre ve Bern cumhuriyetleri, Felemenk ve
İsveç ilahiyat - din konusundaki düşüncelerinden ötürü değil, dev­
let politikasıyla ilgili düşüncelerinden ötürü locaları, kısa ya da
daha uzun süreler için yasakla mışlardı. Devlet dışı, uluslararası
bir merci üzerine ant içmek, kızgınlığa neden oluyordu. Ancak
bu müdahaleler uzun vadeli bir başan sağlayamıyordu. Masonlu­
ğun kırklı yıllardan başlayarak özellikle ayin protokolünün geliş­
tirilmesi sonucu değişik yönelimlere ayrılması, masonluk içinde
karışıklığa neden olmuştu. Bu, aynı zamanda yüzyıla özgü arka­
ik düşüncelere dönüşle de ilintiliydi.
Bu ayrımiara karşın hareket çekiciliğinden bir şey kaybetme­
mişti. Yüzyılın sonunda yandaşların büyük bir kısmı, masonlukta
modern görüşlere sahipti.
Masonları cemiyetlerle birleştiren şey, toplumsal örgütlenme
biçimleri dışında olmak üzere bilimiere duyduklan canlı ilgidir:
"Burada üyelerinin farklı yeteneklere sahip olduğu ve birliklerin­
de dünyanın itirazsız en bilgili topluluğunu oluşturan bilgili bir
akademi, bilimlerin, sanatların ve iyi ahiakın okulu bulunabilir."
Gerçekten de birçok bilimadamı masonluğa üyedir. .
Ayrıca yoksullar için okul ve ev kurmakla olsun, çiçek hasta­
lığı aşısı gibi tıbbi yardımlarla ve daha pek çok şeyle olsun özel­
likle İngiltere'de, ama ayıu zamanda başka yerlerde de ekono­
mik - sosyal reform konusunda dalaylı (diğer cemiyetleri n etkinli­
ğiyle birlikte) ya da dolaysız olarak kendini gösteren hayırsever­
likle yükümlü olma durumu da sayılabilir.
Birçok cemiyettekine benzer biçimde uluslararası ilişkiler ko­
runmuştur.
Son olarak masonluk, topluluk içindeki eşitliğin vurgulanma-
Masonlar 141

sı yönünden cemiyetlere benzemektedir. Burada soylular ve yurt­


taşlar "kardeş" olarak yüksek bir idealin, tapınak yapımının, ay­
ıu ölçüde emrinde bulunuyorlardı.

Mozart'ın bestelediği " Kardeşler, el ele verip tek el olun"


şarkısı, masoncu düşünce tarzının localann ötesinde de popüler
olabildiğini göstermektedir. M ozart, son eserlerinden biri ola­
rak Kasım 1791'de Viyana' da büyük olasılıkla Schikaneder'in
sözleriyle "Duvarcı Şarkısı" bestelemişti. Bundan kısa bir süre
sonra bu ezgiye başka bir güfte yazılmıştı. Bu güfte "Duvarcı Şar­
kısı" ya da "Topluluk Şarkısı" olarak yayılmıştı ve tüm bu reform
hareketinin temel düşünce karakteri üzerindeki etkisini özetle­
mekteydi:

Kardeşler, hepimiz el ele verelim!


Bu büyük tören saati
Aydınlık zirvelere götürsün bizi!
Bırakın, dünyayla ilgili her şey geçip gitsin
Birli�irnizin güzel uyumu
Sonsuza kadar sa�lam kalsın.
Yüreklerimize ve ruhlarımıza
Sonsuz bir çabada birleşme gücü veren
Efendirniz Tanrı'ya övgü ve şükran o lsun !
Kutsal silahların do�rulu�uyla
Işık ve hak ve erdem yaratmak,
İ lahi işimiz olsu n .
Siz, bu gezegendeki
Do�udaki ve batıdaki
Kuzeydeki ve gü neydeki
En iyi insanlar!
Do�ruları aramak, erdemli olmak,
Tanrı'yı ve insanları yürekten sevmek,
Bizim parolamız olsun!" 19
8. Aydınlanmacı Hareketteki Cemiyetler

Yüzyıl, toplumsal birlikler tarafından gittikçe daha yoğun bir şe­


kilde sanlıyordu ve örgütlü cemiyetlerin bulunmadığı yerlerde,
özellikle de Doğu Avrupa'da mason toncalan boşluğu dolduru­
yordu. Bilimsel topluluklar, eğitim topluluklan ve kamu yaran­
na çalışan - ekonomik topluluklar yüzyılın ikinci yansındaki üç
ana topluluk biçimidir. Bu nedenle aydınlanmacı amaçlar taşı­
yan, değişik birleşimleriyle, bazen de dinsel ve -e nder olara k ­
siyasal türden başka birçok cemiyet toplanmıştı.
1694'ten başlayarak İngiliz Jane Leade Almanya, Fele­
menk, İsveç ve Finlandiya'da birçok yandaşı bulunan ve bağım­
sız olarak örgütlenmiş Philadelphia Cemiyeti'nde pietist - mistik
zihniyette olanlan topluyordu. İngiltere'de Hristiyanlık eğitimi,
öğretim ve okuma - yazma konulannda büyük başanlar elde
eden Society for Promoting of Ouistian Knowledge (Hristiyan Bil­
gisini Geliştirme Cemiyeti) kuruluşu Angiİkandı ve devlet kilise­
sine bağlıydı. Alt tabakalara en iyi şekilde dinsel örgütlerle ula­
şılabiliyordu. Cemiyet, kısa bir süre sonra Society fa the Propa­
gation of the Gospel in Foreign Parts (Yabancı Ülkelerde İncil
Yayma Cemiyeti) şubesiyle tamamlanmıştı. Şubenin hedefi, ko­
lonilerde - yani Kuzey Amerika'daki göçmenler arasında - İncil
bilgisini yaymaktı. Lutherci devlet kilisesine sahip olan İsveç,
1 771'de kurulan Societas Suecana pro Fide et Oıristianismo'yla
(İsveç İnanç ve Hristiyanlık Derneği) birlikte onu izliyordu. Bu
cemiyet de inanç ve Hristiyanlık için, geleneklerin çökmesine
karşı halk dindarlığının artıniması için mücadele ediyordu. Din­
dar Schwabenlılar, 1780'de Basel'de aynı amaçlan taşıyan
Deutsche Christentumsgesel/schaft'ı (Alman Hristiyanlık Toplulu­
ğui0 kurmuşlardı.
Ancak cemiyetlerin birçoğu temelde kiliseye bağlı hareket
etmiyordu; bununla birlikte kiliseye bağlılık, tıpkı devlete bağlı­
lık gibi çoğunlukla ikinci ses olarak etki yapacak kadar doğaldı.
Aydmlannıacı Hareketteki Cemiyetler 143

Cemiyetler çoğunlukla politik hareket etmiyordu; çünkü dar


anlamıyla politika, yetkili iktidann işiydi. Buna karşın tam da
ekonomik ve kamu yararına çalışan cemiyetler geniş anlamıyla
politik olarak hareket ediyordu. Onlar için söz konusu olan poli­
sin, kentin, devletin refahıydı. Devletin önceden tasariamadığı
ya da uygun olmadığı görevleri elinden alıyor ve boşluklan dol­
duruyorlardı. Örneğin Bretagne' da tanmsal bir topluluk kuruldu­
ğunda, tam da bu dükalık söz konusu oluyordu, Hamburg'da
yurtsever bir topluluk kurulduğunda, bu Hansa kenti söz konusu
oluyordu - ama dar ulusal anl amda değil, aksine Bretagne ve
Hamburg'un, insanlığın refahı için çalışması gerektiği ve çalıştı­
ğı yer olarak söz konusu oluyordu.
1761'de değişik kantonlardan İsviçreliler He/vetische Ge­
sel/sclıaft'ı (Helvetia Topluluğu) kurduklarında, Helvetia ve ay­
nı zamanda İsviçre Aydınlanması söz konusu olmuştu. Federal
dayanışmanın çökmesine karşı çalışmak isteniyordu. Ulusla poli­
tikaya ilişkin bu hedefe, o zamanlar sadece tüm kantonlardan,
federalİst olarak belirlenen bu ulusun tek tek devletlerinden bir
arkadaş çevresinin örgütlenmesiyle ulaşılabilirdi. Bu arkadaş
çevresi, bağımsız tartışmaların egemen olduğu birkaç gün süren
yıllık bir toplantıda buluşuyordu. Üyeler arasında çeşitli reform
hareketlerinin en önemli temsilcileri bulunduğundan, Helvetia
Topluluğu kanton cemiyetlerinin bir tür holdingi durumuna gel­
mişti. Gerçekten de topluluk, gönüllü temsilci bir kurul olarak
gelişmeliydi. Helvetia Topluluğu, 18. yüzyılın cemiyetleri arasın­
da emsalsizdi.2 ı
Tüm cemiyetlerin sorumluluğu soylulardan, din adamların­
dan, yüksek memurlardan ve tüccarlardan oluşan zamanın yerli
ya da dinsel seçkinleri tarafından taşınmıştır. Cemiyetin arkadaş
çevresinde, soylu saray memurları ya da papazlar ve burj uva giri­
şimcilerle taşra soylulan buluşuyordu. Bu cemiyetler, değişik
zürnrelerin -bazen de zanaatkar ve köylüleri n - üyeliğiyle kentli
lonca topluluğu 19. yüzyıla egemen ola�ak olan burjuva demok­
ratik topluluğa geçiş için önemli bir katkıda bulunmuşlardı. Mo­
narşik koşullar içinde "burjuvazinin liberalleşmesi"ni teşvik et-
144 Aydm lcuımanm Taşıyıcılan

miş ve cumhuriyetçi devlet sistemi içinde de ileri gelen kişileri


halkın geri kalaıuyla yeniden birleştinnişlerdi.
Cemiyetler tam da çoğunlukla arkadaş çevrelerinden oluştu­
ğu için, eşi görülmemiş bir "cemiyet yaşamı" kurmuşlardı. Tüm
reformcu kararlılığa ve tüm etkinliğe karşın toplantılannda ba­
ğımsız sohbetler etmek, yiyecek ve içecek, kahve, çay, tütün ya
da şarapla birlikte neşeli birliktelikler için her zaman yeterince
zaman bulunuyordu. Her ne kadar üye listelerinde adianna en­
der olarak rastlarısa da, kadınlara da açık olan cemiyetler vardı.
Ancak kadınlar sadece eğlenceli toplantılarda değil, cemiyet
çevresinde de çeşitli biçimlerde mevcuttular. Cemiyetler bu top­
lantılarda her defasında lonca rahatlığının içkiye dayanıklı hal­
ka özgü davraıuşı ve saray kültürünün yapmacıklı - seçkin ilişki
biçimleri arasında mantıklı bir orta yol bulunuyordu.
Topluluklara katılmak moda olmuştu. Çeşitli akademilerin
ya da cemiyetlerin üyesi olmak başarı sağlıyordu. Örneğin fız­
yokratlara yakınlığıyla tanınan Comte d'Albon (Prens d'Yvetot),
İngiltere, Felemenk ve İsviçre devletleri hakkında 1 779'da ya­
yımlanan genel çözümlemesinin başlık sayfasında " Lyon, Dijon,
Roma ya da Nimes akademilerinin; Floransa, Bern, Zürich,
Chambery, Hessen - Hamburg vs. vs. aydın topluluklarııun üye­
si" olarak görünmektedir. İki vesairenin eklenmesiyle bu Fran­
sız soylusu, daha başka cemiyetlere de üye olduğunu ve böylece
tümüyle aydınlanmacı hareketin içinde bulunduğunu i fade et­
mektedir.
9. Dergiler ve Kitaplar

Cemiyetler daha geniş bir etki yaratmak istediklerindc, çoğun­


lukla dergi çıkanyorlardı. Ama dergiler, kesinlikle sadece cemi­
yetlerin işi değildi. Geniş bir kitleye doğrudan doğruya yayılmak
üzere aydınlanmacı bildirimin yeni biçimi olarak genelde çok et­
kili bir rol oynuyorlardı. Sadece yeni haberleri, dünya haberleri­
ni, felaketleri ve işlenen suçla n değil, aynı zamanda aydınlan­
macı anlamda etki yaratma amacıyla taıunan çözümlemeleri de
ya yımlıyorlardı.
Bağımız girişimciler olarak matbaacılar ve yayıncılar önko­
şuldu. Önkoşul olan bir başka şey ise, olabildiğince geniş bir ya­
yın özgürlüğüydü. Bu basın özgürlüğü önceleri sadece Felemenk
Cumhuriyeti'nde, özellikle de özgürlüğün yalnızca İspanya 'dan
bağımsız olma anlamına değil, aynı zamanda Kalvencilik gibi
mezheplere hoşgörü gösterme anlamına da geldiği Hollanda
eyaletinde olanaklıydı. 17. yüzyılda yerli sansüre uymak istenme­
diğinde, Holland'a gidiliyordu. Uydurma bir basım yeri - Am­
sterdam ya da Felemenk Cumhuriyeti'ndeki başka kentler- bile
bir kitabı çekici kılmak için yeterliydi; çünkü o zaman eleştirel
ya da devlet düzenini sarsıcı bir şey bekleniyordu. Felemenk'i,
gittikçe daha özgür olan Büyük Britanya izliyordu. I l . Charles'ın
iktidarında İngiliz Restorasyon döneminde şu ilke geçerliydi:
" Herhangi bir gazetenin, yergi yazısının ya da herhangi bir yeni
haberin basımı ve yayım yasadışıdır." Ama sonra Şanlı Devrim
gerçekleşmişti. John Locke basın özgürlüğü isteminde bulunmuş­
tu ve 1795'te eski Licencing A ct (Ruhsat Yasası) - o zamana ka­
dar ruhsatlar, sansürü biraz olsun hafifletmişti - feshedildiği za­
man parlamento tam basın özgürlüğü vermişti.
Addison ve Steele tarafından yayımlanan ve izleyici anlamı­
na gelen Spectator, 1710'dan 1724'e değin geleceğin dergisinin
örneğini vermişti. Vıce and ignorance, yani kötü alışkanlık ve ce-
146 Aydmlannıamn Taşıyıcılan

halet İngiltere'den sürülmeliydi. Bunun yerine yayın yoluyla Ay­


dınlanma'nın etik programı duyuru1malıydı. Dergi spectator ola­
rak, izleyici ve gözlemci olarak Londra' yı ziyaret etmeye gelen
bir İ ngiliz taşra soylusunun, Sir Roger de Coverly'nin gözlemler
listesi olarak yayımlanıyordu. Yüzbaşı Sentry, tüccar Sir Andrew
Freeport ve kentin gözde simalarından yaşlıca bir adam olan
Will Court, ayrıca Yüksek Mahkeme dava vekillerinden biri de
onun yaıunda bulunuyordu.
Spctator'da tüm olası konular haftalık raporlar halinde tartı­
şılmaktaydı. Örneğin 24 Kasım ve 20 Aralık ı 714 tarihleri ara­
sında şu konular tartışılmıştı:
İnsanlığın Değişik Sınıflara Bölünmesi
Sonsuzluk Üzerine
Kilisede Uygunsuz Davranışlar
Temizlik Üzerine
Kusursuzluk Çabası Üzerine
Gelecekte Zihin Gücünün Genişletilmesi22 •
Bu makaleler hep antik yazarlardan a lıntılada donatılıyordu.
Haftada bir yinelenen bu kısa ve özlü raporlarla makaleler,
kendilerine uygun okurlar buluyordu; bundan böyle her türlü der­
gi için, değişik basım yeri ve değişik biçimleriyle, kısmen de be­
lirli bir konuda uzmanlaşmış " ha ftalık ahlak dergileri" adı veri­
len dergiler için çığır açılmıştı.
Kısa bir süre sonra bunu tüm kıta iziemiştİ ve şimdi hepsi de­
ğişik adlarla bu dergileri çıkarıyordu: Diario Tagebıtclı, Jouma/,
Gioma/e, Gazette, Zeitımg, Magazin, Memorimı� Mercıtre (Fran­
sa'da, Almanya'da ve İsviçre' de), Anzeigen, Beitriige, Alnıanac­
lıe. Ölçülü bir sansür önkoşuldu; çünkü kıta, sadece özgür İngil­
tere değildi. ı 778 dolaylarında Paris'ten şöyle bildirilmekteydi:
" Paris'te kitapları sansür edenler, tüm dünyadaki en mantıklı ve
en adil sansürcülerdir. . . Paris, en çok gazete basılan kenttir:
Joımıa/ des Sava1ıts, Jouma/ des Sciences et des Beaııı: Arts, Jour­
nal politiqıte et litteraire, Jouma/ dıt T/ıeiitre, Mercure de France
vb." 23 1 786'da İsviçre Bem'den şöyle duyurulmaktaydı: "Zaten
Dergiler ve Kitaplar 147

pek de sıkı olmayan sansür düzenimiz sakin bir uykuya dalı­


yor. .. "24
Uzun bir süredir her ülkenin, hatta her kentin kendi dergisi
vardı; bunların arasında bazılan aydınlanmacı anlamda geniş et­
kiye sahipti. Örneğin Almanya'da Hamburg' un, ı724'ten
ı726'ya değin çıkanlan ve beş yüksek düzeyde memur, iki profe­
sör, iki din adamı, ayrıca bir gazeteci ve akademik öğrenim gör­
müş bir tüccar tarafından yayınlanan Der Patriot (Yurtsever) adlı
dergisi vardı. Patriot - yayınları - İngiliz Spectator çizgisindeydi
ve bu çağın kanşıklıklannda bir tür yön gösterici olmak istiyor­
du. Yergiler, diyaloglar, fabllar, "düşler", kişilik betimlemeleri,
anlatılar, sahte ve gerçek okuyucu mektuplan içeriyordu. Bura­
da pratik aklın cehalete karşı üstünlüğü, uyum ve önyargı anlatı­
lıyordu. Bu derginin düşündüğü a nlamda bir yurtsever, ulusunun
refahı için pratik olarak çalışan önyargısız, dünya vatandaşlığına
özgü düşünceleri olan insandır. Yurtsever, güvenilirlikle ve ör­
nek olarak çalışır. Yurtseverlerin eleştirisi var olan toplumsal - ­
siyasal düzene değil, bu düzen içindeki sorunlara yönelir. Patri­
ot, ı8. yüzyılın ilk yansının yayıncılıkla ilgili en büyük başanla­
rından biri olmuştur. Baskı sayısı, ilk dokuz ayda 400'den
5.000'e çıkmıştır. Sonralan ı765'e kadar dört kitap baskısı da
yapmıştır.
Hemen hemen aynı zamanlarda bir başka ticaret kentinde,
Zürich'te kendilerine Ressamlar adını veren, Temmuz ı722'den
Ekim ı 722'ye değin biraraya gelen ve genç insanlardan, yarım
düzine ilahiyatçı, ayrıca iki doktordan oluşan bir grup, cemiyet
olarak birleşmişti. ı 721'den ı 723'e değin Diskurse der Maler i
(Ressamların Görüşmeleri) yayınlamışlardı. Bu dergi de Specta­
tor çizgisindeydi. Estetik edebi sorunların güçlü bir şekilde vur­
gu1anmasıyla birlikte aynı yurtsever - siyasal eğilimleri taşıyor­
du. Sansürün engelleyici olarak müdahale etmesi, derginin siya­
sal önemini göstermektedir. Cemiyetin ve derginin girişimcileri
ve baş taşıyıcıları, sonralan her ikisi de Zürich Yüksekokulu'n­
da profesör olacak olan Johann J akob Bodmer ve Johann Jakob
Breitinger' di.
İtalya'dan gelen üçüncü örnek olan ve Milana'da 1 764 - 66
148 Aydınlanmanın Taşıyıcılan

yıllan arasında faaliyet gösteren "yumruklar akademisi" anlamın­


daki A ccademia del Pugni, bu Alman ve İsviçreli örnekleri bir
kenara atmıştır. A ccademia del Pugni, tümüyle gelişmiş olan Ay­
dınlanma'nın ortasında yer almaktadır. Ancak o da kendini bir
cemiyet olarak gören ve II Caffe adlı dergiyle halka açılmak is­
teyen bir arkadaş grubuyla aynı ayırt edici özelliğe sahiptir. Bu
iki niteleme bile canlı ama "gayri ciddi" bir kuruluşun kendi ken­
disiyle alay ettiğini göstermektedir. Bu yıllarda Rousseau'nun,
Helvetius'un ve heyecan uyandıran diğer yenilikçilerin düşünce­
leri, zihinleri meşgul ediyordu. A ccademia del Pıtgni akıllı insan­
ların, Pietro Verri, Luigi Lombertinenghi, Alfonso Longo, Cesa­
re Beccaria gibi Yukarı İtalya Aydınlanması'nı n en iyi adamlan­
nın tartışma çevresiydi. Haftada bir kez Pietro Verri'ni n evinde
beyaz çini sobanın çevresinde diğer arkadaşlarıyla buluşuyorlar­
dı. Çağın gereklerini tartışıyor, an devlet anlayışı siyasetini yar­
gılıyor, reform ve uygulama ilişkisini ele alıyorlardı: Bel/e viltıl,
doveri - virtit senza noia - (değerli erdemler, görevler - can sı­
kıntısı olmaksızın erdem). Bu, İtalyan Coşkunluk (Stımn und
Drang) akımıydı; ancak Lombardiya mizahı ve Latin insancıllı­
ğıyla hafıfletilmişti. Ancak sadece tartışmak değil, II Caffe dergi­
siyle halkı biraraya toplamak ve mümkünse Yukan İtalya iktida­
nnın hatalı yönetimine müdahale etmek istiyorlardı. Markiz
Beccaria'nın sadece ceza hukuku sisteminde değil, tüm koşulla­
rın genel eleştirisiyle etki ve heyecan uyandıran kitabı Dei delit­
ti e del/e pene, (Suçlar ve Ceza) bu ortamda oluşmuştu.
Caffe'nin ikinci cildinden sonra etkinliği sona eren Pıtgni çev­
resi, daha şimdiden Cisalpina Cumhuriyeti ' ni hazırlıyordu.
Bunlar, egemen olan etik ve de estetik hedeflerle birlikte si­
yasal amaçlan olan dergilere üç örnekti. İyi beğeni de söz konu­
suydu. Birçok dergi, aynı zamanda yeni çıkan kitaplar hakkında
eleştirileri de içeriyordu. 18. yüzyılda özellikle saygı duyulan Es­
ki Abit'teki Süleyman'ın Meselleri nin (12/12) saptamış olduğu
'

gibi, "kitap yazmanın sonu yok"tu. Mürekkep hakkasının yazı


masasına egemen olduğu ve her kağıt tabakasııun tüy kalemle
aydınlanmacı tarzda işlenmesi gerektiği " mürekkep lekeli yüz­
yıl"da yaşanıyordu şimdi.
V

Ütopya ve Reform

1. "Düzeltme ve Hayall er"

Franco Venturi'nin Utopia e Rifomıa nell llluminismo adlı yapıtı


için başlık olarak kullandığı "reform ve ütopya" kavramlan, ı8.
yüzyılda Almancalaştınlarak "düzeltme ve hayaller" şeklinde ad­
landınlı yordu.
Alman filozof Christian Wolff ı 7 13 ve 1 720 yıllan arasında
düşüncelerini Vemiinftige Gedanken von den Kriiften des mensch­
lichen Verstandes, Vemürıftige Gedanken von Gott, der We/t und
der See/e des Menschen (İnsan Aklının G üçlerine İlişkin Mantık­
lı Düşünceler, Tann'ya, D ünyaya ve İnsan Tinine İlişkin Mantık­
lı D üşünceler) ya da Vemünftige Gedanken von des Menschen
Tun und Lassen (İnsaıun Yaptıklanna ve Yapmadıkianna İlişkin
Mantıklı Düşünceler) şeklinde akılcı başlıklar altında yayınlatır­
ken, İsviçreli Isaak Iselin de bir kuşak sonra ı755'te görüşlerini
Bir İnsan Dostunun Felsefi ve Ywtsever Hayalleri başlığı altında
yayınlıyordu. Reveries du promeneur so/itaire' de, (Yalnızgezerin
Hayalleri) Rousseau, yapıtım ve yaşamını . . . düşlemekteydi.
Gerçekten de ı8. yüzyıl, daha iyi bir dünyaıun hayalini kuru­
yordu. Ancak bunu sadece hayal etmekle kalmıyor, aynı zaman­
da gerçekleştirmek de istiyordu. Bu nedenle daha fazla sürdürü­
lemeyecek herhangi bir durumun reformuyla ilgilenen pek çok
yazıyla karşılaşmaktayız.
Dönemin başlıca dillerinde kaleme alınmış reformdan söz
eden az çok rastlantısal yazıları ele alacağız:
Trientinalı yazar Carlantonio Pilatı'nin ı 767 tarihli Di ıma ri­
fomıa d'ltalia'sı - İtalyan geri kalmışlığına bir eleştiri ve ruh­
hanlık eğilimi taşımayan devlet reformu için prensiere bir çağrı.
150 Ütopya ve Rej01m

Peru krallık topraklannda maliye memuru olan Victorian de


Villava'ıun ı797 tarihli Apuntes para una refomıa de Espan a'sı
İspanya ve sömürgeleriyle ilgili benzer bir yazı.
Orleans'da hukuk memuru olan Guillaurne François Le Tros­
ne'un ı779 tarihli De l'administration provinciale et de la refonne
d'impôt' su (Taşra İdaresi ve Vergi Reformu Üzerine) - vergi sis­
teminin standartlaştı nlması ve eyaJet yönetiminin yeniden düzen­
lenmesi konusunda önerilerle birlikte Fransa'daki imtiyazlar kar­
gaşasına eleştiri.
Anopim olarak yayımlanan ı 783 tarihli A dress to the People
of England on the fntendend Refonnation of Parliament (Tasarla­
nan Parlamento Reformu Konusunda İngiltere Halkına Hitap)
milletvekilliğinin modernleştirilmesi sorununa ilişkin makale.
Prusyalı memur Christian Wilhelm Dohm'un ı 78ı tarihli
Üb er die bı"irgerliclıe Verbessenuıg der Juden' ı Yahudiler'in yurttaş­
lık haklannın özgürleştirilmesi istemiyle birlikte Yahudiliğin
adaletsiz konumu üzerine bir çözümleme. Hannoverli saray va­
izi ve Kardİnaller Meclisi daıuşmaru Johann Christoph Sal­
feld' in ı80ı tarihli Beitriige zıır Kenntnis und Verbesserüng des
Kirchen - und Schulwesens in den königliclı Braunschweigisclı - ­
Liinebergischen Kurlanden' ı - Papazlık ve vaaz verme konusun­
da uygulamaya yakınlık ve derslerde yeni psikolojik ve pedago­
jik yöntemlerin kullaıumı konusunda önerilerle birlikte dogma­
tik kiliseyle ve buna benzer olarak az gelişmiş okul sistemiyle
bir hesaplaşma.
Papaz Albrecht Stapfer'in ı 760 tari hli Von der Notwendigkeit
des Landbaues und den besten Mitte/n dasu'su - Reform önerile­
riyle birlikte Bern tanmııun bir çözümlemesi.
Bu yedi yazı hoşnut edemeyen durumların reformu, yani iyi­
leştirilmesiyle ilgilenmekte, genel siyasal reformdan dinsel ve
teknik " iyileştirme"ye kadar reform hareketinin genişliğini gös­
termektedir.
Reform, o zamana kadar sınırlı bir anlama sahipti. Askeri
alanda bir savaştan sonra birlik sayısının azaltılması, tekstil ürün­
lerinin satışında bir top kumaşın kısaltılması ve son olarak da ki-
"Düzeltme ve Hayal/er" 151

liseye ait bir disiplin düzeninin değişimi anlamlarına geliyordu.


Refomıasyon kavramı yaygındı; ancak bu da tartışmalıydı; çünkü
Batı Katalik kilisesi, 16. yüzyılın kilise olaylarıyla ilgili olarak
bu kavramı yadsıyordu.
18. yüzyılın yetmişli yılianna dek enıulation, ame/ioration ya
da eğitim sözcükleri kullanılıyordu. " Reform" ya da "düzeltme",
hep banşçı yollarla yapılan değişiklikler olarak anlaşılıyordu.
"Devrim" kavramının bile böyle bir anlamı vardı. Re - vo/utio,
yani köken olarak daha iyi bir duruma geri dönme eğretilemesi,
bu kavramın içinde hala canlılığını koruyordu. İngilizler' in, yasa­
lann elverdiği ölçüde yerine getirilen 1688 Şanlı Devrim'inden
söz ettikleri gibi, " mutlu devrim" den söz ediliyordu.
Aydınlanma' nın bu hareketi değişik evrelerle gerekleşmişti.
Paul Hazard bu ilk dönem için bilincin, ama aynı zamanda
vicdanın da bunalımı anlamına gelebilecek Crise de la conscien­
ce europeenne nitelemesini seçmiştir. Bu evre tüm durumların
akılcı bir şekilde etraflıca düşünülmesiyle, geniş kapsamlı bir "e­
leştiri"yle nitelendirilmiştir. Bir Fransız Protestanı olan mülteci
Pierre Bayle'ın Dictiomıaire lıistorique et critique' i (1696/97 Ta­
rih ve Eleştiri Sözlüğü), bunun uluslararası anlamda etkili olan
bir göstergesidir. Seçkinler bundan böyle insanlığın "düzeltilme­
si" ni kendi görevleri olarak görmekteydiler. Hepsi de, aslında
- Leibniz böyle söylemişti - tüm olası dünyaların en iyisi olan
dünyanın yapılabilirliğinden esinleniyordu. Yüzyıl ilerledikçe da­
ha da iyimser ol unuyordu; çünkü - bunu Jan Huizinga'nın sözle­
riyle ifade etmek gerekirse:

ses, ilk kez şimdi geriye do�ru d c�il, ileriye do�ru tınlıyordu: Bu
ça�. kurtuluşunu ideal bir geçmişin sözüm ona yeniden üretilmc­
sinde dc�il. aklın ve tinin kendi güçlerine güven duymakta arıyor­
du. Hayal edilen bir geçmiş yerine hayal edilen dünycvi bir gele­
cek, ilk kez insanlı�ın gözünün ö n ünde bulun uyord u ! . . . i nsan uo­
�asının iyili�i, mükcmmclli�c olan yatkınlı�ı. c�itimin ilerlemesi
inanç kuralı olmuştu . Şimdi tanınan ve sevilen do�anın ... aklı, her
zamankinden daha arı bir sevgiyle izlc�ini izlcdi�indc, her şey da­
ha iyi olacaktı." 1
152 Ütopya ve Refonn

Hedef, Jeremy Bentham'ın ünlü greatest lıappiness of tlıe greatest


number (1 788) anlatımıyla tescil edilebilir. " En büyük sayıda en
büyük mutluluk" formülü, daha 1 764 dalaylannda Cesare Becca­
ria aracılığıyla Societiı del pugni de : la maggiore felicitiı divisa
'

sul maggiornumero passibi/e ve bundan altı yıl önce de lsaak Ise­


lin'de görülebiliyordu: " Büyük m utluluğun olası en büyük topla­
mının en doğru ve en adil oranlada [devlet içindeJ dağıtılmış ol­
ması". Bununla birlikte Bentham'ın tümcesi, daha 1726'da keli­
mesi kelimesine Hutcheson' da görülmektedir! 2
2. Felsefi Çağın Felsefesi
ve Fi lozoflan

18. yüzyılın düşünürleri, yüzyıllannı " felsefe yüzyıl"ı saym '1 alış­
• .

kanlık haline getirmişlerdi ve kendilerini de filozof olarak gör­


mekten hoşlanıyorlardı. Felsefeyle uğraşmak, Aydınlanma'da ha­
la eski Yunan'da olduğu gibi bilgelik eğilimi ya da sadece bilgi
sahibi olmak, bilimle uğraşmak, araştırma yapmak, düşünerek
bir _şeyler ortaya çıkarmak, insamn görevlerine ve doğaya ilişkin
bilgileri edinmek anlamlanm taşıyordu. Alaycı anlamda filozof,
gerçekliği taıumayan ama aynı zamanda şeyleri filozof sakinli­
ğiyle ele alan, şeylerin üzerinde bulunan biri olarak görülmekte­
dir. 18. yüzyılda felsefe her sorun ve her konu üzerinde özellikle
eleştirel ve özgürce fikir yürütme anlamına geliyordu - karalan­
maktan korkmaksızın. Bütün sorunlar felsefenin konusu olabilir­
di: Ahlak ve din, siyaset ve devlet, sanatlar ve bilimler. Ancak
tartışma çoğunlukla felsefi olarak kalıyor, genel, ilkesel ve ku­
ramsal düşünceler ileri sürülüyor, ad ve kurum adı vermekten
kaçınılıyordu. Çünkü felsefeyle uğraşmak, ülkeye ve o ülkenin
anayasasına göre tehlikeli olabiliyordu ve iktidardakilerin kendi­
si filozof olmadığı sürece kilisenin durum ve koşullanna göre
dikkat gösterilmesi gerekiyordu.
İnsanın erdemleri ve erdemsizlikleri, bunlann gülünçlüğü ve
gerçek değeri gibi daha iddiasız ve gündelik konular hakkında
da felsefeyle uğraşılabilirdi. Bu alanda modem psikolojinin ba­
şında bulunul �aktaydı. Felsefi söylem tek yönlü olarak değil, de­
ğişik noktalann göz önünde bulundurulmasıyla mantığa uygun öl­
çütlere göre gerçekleştirilmektedir. Felsefi söylem, etik yönden
bağlı olduğu daha iyi bir dünya yaratma amacıyla yaratılmışın
karşısında saygı duymalıydı. Burada bir Swift'in, bir Voltaire'in,
bir Lichtenberg'in kötülükçülüğ ünün, bir Shaftesbury ve Rous­
seau'nun duyarlılığıyla aynı ölçüde yeri vardı.
154 Ütopya ve Refotm

Son olarak hala - Eski Çağ ve hümanizmde olduğu gibi - te­


mel sorular söz konusuydu: Bilme, bilmeyi ne duruma getirir;
sezgi ve apaçıklık anlaşılabilir bildiriler midir? Bilginin kaynak­
lan nelerdir; duygu ve akıl adını verdiğimiz şeylerin ardında ya­
tan nedir? Konular çok çeşitli olabilirdi. Örneğin Fransız devlet
adamı Henri - François d'AgtL<>seau, 17. yüzyıldan 18. yüzyıla ge­
çerken yapıtlannda şu sorunlar hakkında felsefeyle uğraşmıştı:
İnsanın bilgisi, ruhun büyüklüğü, sadelik eğilimi, hukukçulann
bağımsızlığı, yüksek düzey memurların makamı, siyasal san­
sür. . . ve İskoç yazar David Hume 1742'de insan doğasının onuru
ve bayağılığı, çokeşlilik ve boşanma, güzel konuşma sanatı, ita­
at, Britanya partileri, ulusal karakterler. . . gibi konular hakkında
felsefi olarak kabul edilen küçük yazılar yayınlamıştı.
Ancak felsefe, öteden beri sıkı bir okul konusu olmuştu. Her
yüksek öğrenirnin başlangıcında, profesörlerin, öğrencilerin kafa­
sına mantık soktukları, matematiksel düşünmeyi ve geometrik
kesinliği öğrettikleri Felsefe Okulu' na gitme geliyordu. Fakat
bu mekanik bilgilerden, şimdi Aydınlanma'da yapısal bir düşün­
me için mantıksal kullanımı ışığında yararlanılıyor ve daha ge­
niş bir kitleye yayılması sağlanıyordu.
O zamanlar birçok ülke, büyük fılozollar yetiştirmişti. Fransa
Descartes ve Pascal'le başlamış, İngiltere Newton ve Locke'la
devam etmişti. Almanya Leibniz, Thomasius ve Wolff la, İtalya
Vico ve Muratari'ye sahipti, İspanya'ysa Graciıin'ı anımsayabilir­
di.
Yüzyıl ortalarındaki " fılozor'lardan söz edildiğinde, bundan
ilk olarak, Büyük Ansiklopedi'ye katılan Fransız yazarlar grubu
anlaşılıyordu. Bu girişim, ilk önce bir İngiliz ansiklopedisinin
Fransızca baskısı olarak tasarlanmış, ancak 1746'da Denis Dicle­
rol görevlendirilene kadar yayınevi ve yayıncılar arasındaki an­
laşmazlıklar yüzünden başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Diclerat'yla
birlikte bu görev için, ilgileri gerçekten de ansiklopedik genişlik­
le olan olağanüstü çok yönlü bir aydın kazanılmıştı. Anne ve ba­
bası tarafından ilahiyatçı olmasına karar verilmiş, ancak o daha
erkenden kilisenin bağlarından k urtulmuştu. Aydınlanmacı felse-
Felsefi Çağın Felsefesi ve Filozoflan 155

fenin oldukça eneıjik bir yandaşıydı. Diderot, kısa bir süre sonra
ansiklopedi girişimini tek başına ele almış ve ansiklopedi çıkma­
dan önce ısınarlama ve satın alma yoluyla ansiklopediyi parasal
yönden güvenceye bağlamıştı. İnsan bilgisinin sınırlarını bilen
ve bunu akla ve deneyime dayandıran akıllı bir matematikçi ve
ölçülü bir filozof olan d'Alembert, ona yardım ediyordu.
1 Temmuz 175l'de ilk cilt yayınlanmıştı: par ıme societe de
gens de /ettres (bir grup edebiyatçı tarafından yayınlanan) Encyc­
/ophlie ou Dictionnaire raisonne des sciences, des arts et des nıeti­
ers. Ansik/opedi'nin yayınlanması, göz açıp kapayıncaya kadar
büyük bir başanya dönüşmüştü - ruhhan çevrelerin, özellikle de
Cizvitlerin bu "Şeytan İncili"ne sövmelerine ve nüfuz sahibi siya­
setçiler ve öncelikle de Madame de Pompadour girişimi destek­
lediklerinden sadece geçici bir etki yapan bir kraliyel yasağı çı­
kartabilmelerine karşın (ya da tam da bu yüzden) Ansik/opedi,
çeşitli güçlüklere karşın 29 yıl sonra tamamlanmıştı ve 13'ü en
iyi nitelikteki tablo ve resimleri içeren toplam 36 cildi kapsıyor­
du. Bundan böyle - yetkili bir yönetirnde - bilginin her alanında
zamana uygun ve aydınlanmacı - mantıksal, gerçi oldukça laik,
fakat bütünüyle de din dışı olmayan bir şekilde bilgi sahibi olu­
nabilirdi.
Fransız Aydınlanması'nın önde gelen isimleri, 175 l'de n baş­
layarak Ansik/opedi'ye destek veren aydın ve filozoflar toplulu­
ğuna dahildi:
Bordeaux par/enıent'ının, bir başka deyişle bölgesel yargıçlar
heyetinin eski başkam Montesquieu, Ansik/opedi'nin ilk cildinin
yayınlanmasından birkaç yıl önce Avrupa hukukunun gelişiminin
felsefi bir çözümlemesi ve sistematikleştirilmesi olan Esprit des
Lois sı nı (Kanunların Ruhu) yayınlamıştı.
'

Olası tüm edebi, tarihsel ve felsefi alanlarda ustalıkla çalı­


şan Voltaire'in daima isabetli alaycılığından çekinilmekteydi.
Ansik/opedi'nin ilk cildinin yayınlanmasından beş yıl sonra, yep­
yeni bir şekilde tasarlanmış bir dünya tarihiyle kamuoyunu şaşır­
tacaktı.
Ters yöndeki felsefesiyle dünyayı hayretler içi nde bırakmaya
156 Ütopya ve Refonn

başlayan Rousseau 1 754'te eşitsizlik hakkındaki eleştirel maka­


lesini yayınlamıştı.
1770'te Systbne de la nature'ünde (Doğa Düzeni) herkese
duyurduğu evrene ve i nsanlığa ilişkin mekanik bir görüşü savu­
nan - her türlü spekülasyondan nefret ede n- Baran Holbach.
Sonraları önde gelen bir reform siyasetçisi olarak göze çarpa­
cak olan, edebiyat ve ekonomiyle ilgilenen Turgot. 1776'da Ref­
lexions sur la fomıation et la distribution des richesses'ini (Zengin­
Iikierin Oluşumu ve Dağılımı Üzerine Düşünceler) yayınlamıştı.
Zenginiikierin nasıl oluştuğu ve ne şekilde bölüşüldüğü, geniş
bir kitleyi ilgilendirmeye başlayan bir konuydu.
Fransız Aydınlanması'nın iki kuşağından bu beş isim, A nsik­
lopedi' de işbirliği yapaniann sadece en tanınmışlandır. Burada
tümüyle dünyadaki filozofların oynadığı role örnek gösterilmek­
tedirler.
Kısa bir süre sonra filozofların sayısı, sayılamayacak kadar
çoğalmıştı. Felsefe, dünyanın gidişine ilişkin bir "dünya bilgeli­
ği"ne dönüşmüştü; artık sadece kilise öğretisine uygun katı kural­
lann Katalik ve Protestan ilahiyatçıları tarafından· aktanlan La­
tince okul felsefesi değildi. Artık "ilahiyatın hizmetçisi" olmak is­
temiyor, aksine bağımsız bir yer istiyor, hatta ilk sırada hak id­
dia ediyordu. Artık sadece kurarn sunmak istemiyor, aksine "pra­
tik akıl" olarak, "sağduyu" olarak yararlı olmak istiyordu. Des­
cartes, henüz 1637'de Discours de la methode 'una (Yöntem Üzeri­
ne Konuşma) şu sözlerle başlamaktadır:

Sa�duyu, düyada en iyi bölüştürülen şt..-ydir; çünkü herkes, yeterin­


ce sa�duyusu oldu�unu düşünür. Do�ru karar verebilme ve do�­

ruyu yanlıştan ayırt edebilme yetisi, tam da sa�duyu ya da akıl adı


verilen şeydir... do�ru zihn e sahip olmak yeterli de�ildir, aksine
önemli olan, onu iyi kullanmaktır.

Bu, henüz 17. yüzyılın ortalarında yazılmıştı - ancak Desear­


tes'ın matematikse l - mantıksal olarak sağlam bir şekilde geliş­
tirdiği şeyin üzerine yenileri kurulabilirdi. Bundan yarım yüzyıl
Felsefi Çağın Felsefesi ve Filozoflan 157

sonra Leibniz, var olan dünyanın, olası en iyi dünya olduğu sap­
tamasında bulunmuştu. Dünya, Tann'run aklında önceden tasar­
lanmıştı. Akıl, insana kendi doğası olarak verilmişti. İnsan, dün­
yayı çözümleme, bütününde ve parçalarında onu taruma yetisine
sahipti.
Descartes'ı n ve Leibniz'in matematiksel - manbksal olarak
tarunabilir niceliklerin üzerine kurduğu bu düşünmeyle felsefe,
ilahiyatla aynı düzeye gelmişti. Yüzyılın ikinci yarısında Katolik
bir ilahiyatçırun kendini şu şekilde dile getirmesi doğaldı:
bir insanın yaptıklannda ve yapmadıklannda kendi aklından baş­
ka yargıcı olmaması ve bundan dolayı kendinden başka hiç kim­
seye hesap vermek zorunda olmaması, aklın içinde kurulmuş­
tur" 3 1783'de lmmanuel Kant, Was ist Aııfkliinmg? (Aydınlan­
ma Nedir?) sorusuna verdiği ünlü yanıtında bir bilanço çıkarmış­
tır:

Şimdi aydınlanmış bir ça�da mı yaşıyoruz, diye soruldu�unda, ya­


nıt şudur: Hayır, ama büyük olasılıkla Aydınlanma Ça�ı'nda yaşıyo­
ruz. Şimdi şeylerin oldu�u gibi, genel olarak insanların din kon ula­
rında bir başkasının yönetimi olmaksızın emin ve iyi bir şekilde
kendi akıllarını kullanabilmelerinin ya da sadece akılh olabilmeleri­
nin cksikli�i hala duyulmaktadır. Bununla birlikte şimdi özgürce iş­
lcyebilecekleri tarlanın açılmasına ve genel Aydınlanma'nın ya da
kendilerinin sorumlu oldukları ergin olmama duru mundan çıkışın
engellerinin azaldı�ına ilişkin belir§in belirtilerimiz var; bu bakım­
dan bu ça�, Aydınlanma Ça�ı'dır. ..

Kant'a göre felsefe, aklın ve bilgeliğin özerk bilimiydi.


Felsefenin gittikçe artan öne minin 18. yüzyıl içindeki sonuç­
ları, düşünme ve eğitim yarannaydı. Bu, aynı zamanda akademi­
lerdeki derslerle de ilgiliydi. Felsefe ke ndi alt konumundan sıy­
rıl malı, artık sadece yeni başlayanlar için öğreni m değil, idea­
list, akılcı ve eleştirel bi r bilim olarak üniversitenin önderi olma­
lıydı - hukuk biliminin, tıbbın, dil bilgisinin ve doğabilimlerinin
temeli ve yönlendireni. Bu eğitim hedefi, Almanya'da Hum-
158 Ütopya ve Refonn

boldt tarafından model olarak g eliştirilmiş ve Avrupa'daki tüm


yüksek okulları etkisi altına almıştı. Bununla birlikte felsefeni n
üniversitelerde önde geldiği zaman kısa sürmüştü. Metafizikten,
felsefi temellerden vazgeçen olguculuk, kısa bir süre sonra ege­
men olacak ve felsefe, arı bir uzmanlık dalına dönüşecekti. 20.
yüzyıl içinde fe lsefe, üniversite ve liselerdeki baş mevkiini yitir­
mişti. Bu, 18. yüzyılda daha farklıydı. Felsefi temel düşünme tar­
zı, kendini kabul ettirmişti. Felsefe eğitimi görmüş profesörler,
üniversitelerde modern ders kitaplarına göre ders veriyorlardı.
Üniversitelerin yanı sıra akademiler ve üniversitelerden ba­
ğımsız bilgili topluluklar da, felsefi özelliğin genel örneklerini
çiziyordu. Bu bağlamda Virginia'daki Amerikan William and
Mary College'da " Phi Beta Kappa" gizli topluluğu özellikle il­
ginçti. " Phi Beta Kappa", Yunanca plıi/osoplıia bioıt Kybenıetes
(felsefe, yaşamın önderidir)5 ilkesinin kısaltmasıydı.
Felsefe, Fransız salon' larını kesin bir şekilde ele geçirmişti.
Mantıklı düşünme biçimi, ana motif olmuştu. Salon ' lan ziyaret
edenler, kendilerini filozof olarak görüyorlardı. Bunun dışında
bağımsız bir şekilde felsefeyle uğraşan yazarlar, kitaplarıyla git­
tikçe daha fazla başarı kazanıyorlardı. İlahiyat kitaplannın üreti­
mi düşerken, felsefe kitaplannın üretimi iki katına çıkmıştır. Fel­
sefi bilgiler sadece bilimsel bilgiler için yararlı olmamalıydı. Ne­
denler felsefi olarak tanındığında, mantığa uygun ilkelere göre
hareket edileceği kanısı yaygınlaşmıştı. Bu nedenle felsefi düşün­
me halka indirilmeli, "popüler"leştirilmeliydi. Büyük filozofların
çoğu kez güç a nlaşılan dili de, popüler felsefeyle genel olarak
kavranabilecek şekilde değiştiril mişti. Özellikle Fransız ve İngi­
liz yazarlar, felsefi bilgileri zarif ve akılcı bir tarzda aniatmayı
başarabiliyordu; çünkü bu iki dil - her biri kendi tarzında - ken­
dini aşırı titizlikle olmamakla birlikte oldukça uygun bir şekilde
di.le getirme olanağına sahipti. İyi bir kitap - Voltaire'e göre ­
cwieux, anıusant, moral, plıi/osoplıique, yani çekici, eğlendirici,
ahlaki ve felsefi biçimde kaleme alınmalıydı.
Böylece daha geniş bir okuyucu kitlesi, felsefi düşünüşle ta­
nıştırılabilirdi. Metafiziğin genel tinsel ilişkiler hakkında, bilme
Felsefi Çağın Felsefesi 11e Filozoflan 159

ve inanç hakkında, tasarımlar ve onların doğruluğu hakkında ya­


rutlar verdiği biliniyordu. Etik - şimdi çoğunlukla ahlak felsefesi
olarak adlandırılıyordu- doğru yapma ve yapmama hakkında,
hangi mezhepten, ulustan ya da ırktan olursa olsun insarun asıl
görevleri hakkında bilgi veriyordu. Felsefi düşünme, bağımsız
düşünme anlamıru taşıyordu. Artık öteden beri var olan otoritele­
re inanılmamalıydı. Her şeyin - g ünümüzün kavramıyla söylenir­
se - soruşturulması gerekiyordu. İtaatle hareket etmek için şim­
diye değin kilisenin dogmatik ifadeleri ya da hükümlerin mutlak
bilgeliği yeterliydi. Ama artık otorite ancak felsefi ölçülerle sı­
nandıktan sonra kabul edilmek isteniyordu. Önemli olan, ifade­
deki yararlılık ve ahlak, açıklık ve doğallıktı.
3. Akılcı Hristiyanlı k

Protestanlık ve Aydınlanma

17. yüzyıl, önceki zamanların hepsinden daha çok ilahiyattan et­


kilenmişti. ilahiyat Fakültesi, 18. yüzyılda da başı çekiyordu ve
ruhhan sınıfı, görmüş olduğumuz gibi, düşünsel yaşamın taşıyıcı­
sı olarak kalmıştı. Bu nedenle reform hareketi ilk önce kilise ve
ilahiyat sektöründe incelendiğinde, haklı bir harekettir.
Protestan ilahiyatı, hala dinsel öğretimin ilkelerine tam ve
katı bir biçimde bağlılıkla sertleştirilen Reform' un yorumlarına
dayanıyordu. 17. yüzyılda bir ilahiyat Fakültesi genişletildiğin­
de, "tartışmalı ilahiyat" profesörlüğü, bir başka deyişle dogmatik
sııurlandırmalar için bir kürsü başkanlığı kuruluyordu. Bu sınır­
landırmalar dört hattı: Birincisi Roma'ya karşı, ikincisi diğer
Protestan sistemlere karşı, üçüncüsü kendi safianndaki heretikle­
re karşıydı ; çünkü Reform'dan bu yana Hristiyan öğretisini daha
liberal bir şekilde yorumlayan, hatta Sosinianlar gibi İsa'nın tan­
rısallığını kuşkulu gören gruplar vardı . Son olarak tarikat yandaş­
ları na, bir başka deyişle Anabaptistlerin ardılianna ve kişisel, iç­
sel bir dindarlığı amaçlayan ve devlet kilisesine ilişkin soğuk tu­
tumu yadsıyan bir grup olan yeni Pietistlere karşı sınırlandırma
getiriliyordu.
İbranice vurgulara değin İncil'in her sözünün doğrudan doğ­
ruya Ruhül Kudüs' ten esinlendiğini kabul etmek gerektiğini ve
İsa'nın sadece seçilmişler, yani aslında sadece Kalvenciler için
öldüğü yolunda bir kez daha aşırılığa kaçmış bir Kalvenciliğin
diğerleri arasında en üst dereceye çıktığı, 167�'te İsviçre Re­
form Kilisesi tarafından çıkarılan Fonnııla Consensııs, Protestan
katı biçimciliğinin son zaferi anlamına gelecekti. Gerçekte For­
mııla, İ sviçre' nin dışında (ve kısmen de içinde) birçok öfkeli tep­
ki uyandırmıştı. Böyle bir şey, köhnemiş ve arkaik olarak görülü­
yordu.
Akılcı Htistiyanlık 161

Daha atik olan İngiltere, 14 yıl sonra bütün Protestanlar için


Toleration Act'ini (Hoşgörü Yasası). Bundan böyle her konuda
oldukça hızlı bir değişiklik gerçekleşmişti. İlahiyatçılann incir
çekirdeğini doldurmayan şeyler yüzünden kavga etmelerinden gı­
na gelmişti; zaten akılcı bir şekilde tartışmak istendiğinde bu,
dinsel öğretinin ilkelerinin katı biçimciliğininki gibi akıldışı bir
şekilde yapılmak istenmiyordu. Gizli kalmış hümanist gelenek­
ler yeniden canlanıyordu. Bu Aydınlanma, reformculara, bu bü­
yük adamiann bütünüyle kurtulamadıkları papalığın kalıntıları­
ıun keşfedildiği reformculara biraz mesafeyle yaklaşıyordu. Son
olarak Almanya'ya Otuz Yıl Savaşları'nı, İngiltere'ye iç savaşı,
Fransa'ya ise Protestanların sürülmesi sonucunu getiren, yani sa­
dece mutsuzluğa yol açan mezhepçilikten bıkılmıştı.
Değişiklik, ilk önce İngiliz Anglikanizminde gerçekleşmişti.
Burada 1690'da Peterborough Piskoposu olan Richard Cumber­
land, İsa'nın öğretisinin sunıma benevo/entia aut amor universa­
/is'e, bir başka deyişle Tanrı ve komşu sevgisine, On Emir'e ve
İncil'e indirgenmesi savını ortaya atmıştı. John Locke, 1695'te
Tlıe Reasonab/eness of Cluistianity (Hristiyanlığın Akılcılığı) ki­
tabım yayınladığında daha da ileri gitmişti. Hristiyanlık, insan
aklının temellerine denk düşüyordu. Son olarak Dublin'deki St.
Patrick Kilisesi'nin cemaat başkaıu olan Jonathan Swift, üç oğlu
- Peter/Petrus (Katolik ), Martin (Lutherci ve Anglikan) ve
John/Jean (Kalvenci ) - vasiyetname (İncil) üç kardeş arasında­
ki uyum, arkadaşlık ve sevgiyle ilgili çok sıkı kurallar içermesi­
ne karşın babalarının (bizzat Tanrı'nın) vasiyetnamesi uğruna
mücadele ettirdiği Ta/e of Tub' ını (Fıçııun Öyküsü) yazmıştı.
Büyük Britanya'da mezhep savaşlarının acı deneyimlerinden
sonra açılan Anglikanlar, sonunda çeşitli Protestan gruplarla uz­
laşmak için ellerini uzatmaya hazırdılar, hatta ülkelerinin dışın­
daki Lutherci ve Kalvencilerle köprü kurmaya bile başlamışlar­
dı. Eğer iriandalı değillerse, Katalikler rahat bırakılıyordu. Bu,
hoşgörülü bir ilahiyat tutumu olan /atitudinariznı'c* dayanarak

Laıiıudo'dan. genişlik anlamına gelen Latince sözcükten (ç.n. ).


162 Ütopya ve Refoını

gerçekleşiyordu. O zamanlar Anglikan Kilisesi'nin herkesi vaf­


tiz ettiği, herkesi evlendirdiği, herkesi defnettiği söyleniyordu -
gerçi biraz pahalıydı ama bunu barışı bozabilecek uzun araştır­
ma ve soruJar olmaksızın yapıyordu. Öte yandan Kalvenci püri­
tenlcrde eski gayretin yerini tlıe could cialter of morality, yani
"ahlaklılığın soğuk gevezeliği'' a l mıştı.
Bunun dışında mülteci Fransız Protestanlarının zeminini ha­
zırladıkları kıtaya gösterilen tepki gecikmemişti. Şimdi Kalvenci
tarzda tek tarallı ilerlemek üzere Fransız Protestanları, kovuştur­
malardan çok çekmişlerdi. İlahiyatla, daha Nantes Fermanı'nın
feshedilmesinden önce bile çok serbest olmakla suçlanmıştı.
Haselli bir ılahiyatçı daha 1 709'da şöyle demektedir: "Nul­
lımıfondus lıabent argumenta nostra, si vita non doctrinae respon­
det ' (eğer yaşamımız dogmayı uymuyorsa, savımızın hiçbir öne­
mi yoktur). Bu, dogmatik inanışın Hristiyanca bir yaşam sürmek­
ten daha önemli olduğu anlamını taşıyordu.
İkircikli ve dikkatli bir şekilde de olsa İncil, bilimsel eleştiri­
ye tabi tutuJmaya başlamıştı. İkinci baskısı gerçekte sadece Rol­
terdam'da yayınlanabilen Eski AhiL'in Eleştirel Tarihi'ni
1678'de kaleme alan Oratoria n* keşişi Fransız Richard Si­
mon'un tahrikleri kabul görüyordu. Cenevre'den gelen ama Fe­
lemenk CumhuriyeU'nde çalışan gazeteci Johannes Clericus, Es­
ki Ahit'i n, eski Yunan edebiyatı gibi bir edebiyat olarak kabul
edilmesi gerektiğini öne sürüyordu. Gerçi hala herkes vahiy kav­
ramında ısrar ediyordu ama vahiy, "doğal din" in mükemmelleşti­
rilmesinden başka bir şey değildi. Her insanın, doğasından ge­
len dinsel bir gereksinimi vardı. Sadece bu eğilimi, Hristiyan öğ­
retisinin yardımıyla mükemmelleştirmek söz konusu�du. Böyle­
ce gerçekte vahyin öneminin azaltılması için, hatta ortadan kal­
dırılması, bir başka deyişle sadece tanrısal doğa yasalarını tanı­
yan ama kişisel bir Tanrı'yı tanımayan yaradancılık * * için, hatta

• Aziz Philippo Neri'nin 1 5 75'de Roma'da kurdu�u Congregazione de//'orotodon'nwı ruh


e�ilimi seanslarında kullamlmak üzere yazılmı§ oraloryoların adından (ç.n.).
•• Tanrı 'ya inanmakla birlikte, belli bir dinin dogmalarııu ve ilkelerini benimsemeyen,
Tanrı'run evreni yaranıklan sonra onu, kendi yasasına göre i§lemek üzere kendi ba§ı­
na bıraklı�ıru öne süren ö�reli (ç. n. ) .
Akılcı llristiyan lık 163

hiçbir dinsel dogmaya bağlı olmayan düşünme biçimi tanntanı­


mazlık için bir yol açılmış oluyordu. Bu yüzyılda birçok yaradan­
cı ve birkaç da tanntanımaz vardı; ancak bütünü dikkate alındı­
ğında dindarlık sağlamlaşmıştı ve her şeyden önce geleneksel ki­
liseye bağlı kalınmıştı. Bunun nedeni, sadece açıkça yaradancı
ya da tanrıtanımaz olmanın biraz riskli olması değildi: Gerçi ar­
tık insanlar heretik olduklan gerekçesiyle yakılmıyordu ama sı­
mrdışı edilme tehlikesi vardı. Sadece İngiltere'de, Hollanda'da
ve Il. Friedrich'in Berlin' inde özgürce hareket edilebiliyordu.
Protestan bir din adamı için yeni yönelim, gerçekte çoğu kez
bir vicdan çatışması anlamını taşıyordu; çünkü hala dinin ve mez­
hebin yeminle doğruJanması gerekiyordu. Aşın pietist görüş gibi
aşırı özgür görüşler, muhafazakar görev arkadaşlanyla sürtüşme­
ye, hatta görevden el çektirmeye bile yol açabilirdi. Bununla bir­
likte sonunda her konuda zamana uygun aydınJanmacı bir tutum
kendini kabul ettirmişti. Dinsel öğretinin ilkelerinin katı biçimci­
liğinden yana olanlar, azınlığa inmişti.
Bu yeni tutum güçlü bir uygulama ilişkisi gerektirdiğinden,
Noel'de kuru otJann korunması üzerine vaazlar verilmeye baş­
lanmıştı; çünkü yeni doğan İsa, yemlikte kuru atların üzerine ya­
tırılmıştı, Paskalya'nın ilk günü olan Pazar gününde "ölülerini
nasıl defnetmeleri gerektiği hakkında Hristiyanlar için akılcı ku­
rallar" üzerine, Pentekostes Yortusu'nun ilk günü olan Pazar gü­
nünde " fırtınalarda nasıl dindar ve dikkatli davramamız gerekti­
ği" konusunda vaazlar veriliyordu. Daha 1715'te İngiltere'de
Dinsel Dinlenme ve Balıçe Sanatmdan Sağlanabilecek Eğlence ve
Yarar başlıklı bir kitap çıkmıştı. Bugün böyle bir şeye gülünebilir
ya da ilahiyat düşüncelerinden ötürü kafa sallanabilir. Ancak
bu, din adamları ve dinleyicileri için dinsel öğretinin ilkelerinin
katı biçimciliğine ilişkin dogmatikten gerçekten de daha yararlı
olabiliyordu. Çoğu kez papazlar, kamu yararına çalışan topluluk­
larda ve diğer topluluklarda asıl destek kaynağı olarak görülü­
yorlardı.
İsa'nın mucizelerini akılcı bir şekilde açıklamaya çalışarak
vahiy, biraz zoraki de olsa kurtarılmaya çalışılıyordu. Dinsel hoş-
164 Ütopya ve Refonn

görüye özel bir değer veriliyordu. Bu hoşgörü sadece bir taham­


mül değil, aksine diğerleri için etkin bir anlayış olmalıydı. Bu,
çeşitli Protestan inanışlan içinde oldukça kolaydı; oysa Katolikli­
ğe karşı daha zor, ama aynı zamanda daha önemliydi. Mezhep
yönünden kanşık bölgelerdeki din adamlanmn insanca karşılaş­
masıyla tüm Hristiyanlan birleştirmeyi amaçlayan harekete iliş­
kin tarzda ilk ilişki yavaş yavaş kurulmaya başlamıştı.
Protestan kiliseleri aydınlanmacı düşünceleri kabul etmeye
eğilimliydi. İncil okuması akılcı bir eğitim ortaya çıkarmış, tilo­
lojik yollarla yorum yapmaya alışılmıştı ve ruhban sınıfından ol­
mayanla r da bundan yararlaruyordu. Mezheplerin çoğulluğu, po­
zitif bir değerlendirmeyle kurtuluşa giden yaliann çokluğu ola­
rak anlaşılabilirdi. Kilise yönetimindeki - özellikle de reformlar­
da - dayanışma, aynı düzeyde olanlar arasında tartışma konusu
olabiliyordu.
Eski düşünceleri kıracak olan sadece Aydınlanma - başlan­
gıçta " akılcı bir katı biçimcilik" gibi - değil, aynı zamanda da
dinsel öğretinin ilkelerinin katı biçimciliğine sıkı sıkıya bağlı
devlet kilisesinin dar ve katı inançlı, disiplinli, sonsuza kadar ku­
rulu düzeninden çıkışı doğuran7 " pietizm" in içsel - dindar hareke­
tiydi. Bu kırılma, daha 17. yüzyılda ortaya çıkmıştı. İngiltere'de
dissenterlann ya da non - confomıist'lerin chanel'lan, Anglikan
katedrallerinin ya da eski köy kiliselerinin gölgesindeydi: Re­
formcu Presbiteryenler ve Baptistler, Anabaptist hareketin anısı­
nı tazeliyorlardı. Buna ek olarak oldukça bireysel bir şekilde din­
dar ola n Quaker'lar* ve Anglikan modeline göre piskoposluğa
özgü bir şekilde örgütlenen, ancak pietist izler taşıyan Metodİst­
ler de yeniydi. Felemenk Cumhuriyet'nde reform merkez kilise­
sinin yakınlannda, arka avlularda gizlenen Mennonitlerin* *
- onlar da Anabaptistlerin ardıllarıdır - Sclıeenkerken' leri ve
başka kapalı dinsel çevreler bulunuyordu. Almanya'da Lutherci
Saksonya Halle'sinde, Almanya ' ru n başka birçok bölgesinde de

• Püriten hareketinden çıkmış bir Hrisıiyan mezhebi (ç.n. ) .


•• 1 6 . yüzyılda Felemenk'ıe Mcnno Simoıısz !arafından kurula n b i r Anabapı isı tarikal
(ç.n. ) .
Akılcı Hristiycuılık 165

görülen ve pietizm adını alan yeni bir Hristiyan hareketi patlak


vermişti. Hennhut'ta Kont von Zinzendorf, yeniden Katalikle­
şen Çekoslovakya'dan kaçan " Bohemyalı Kardeşler"le birlikte
" Kardeşler Birliği"ni kurmuştu. Pietistler her yerde resmi kilise
cemaatlerine alttan saldınyorlardı.
Pietistler, ortak deneyimin ve ortak yükümlülüğün dinsel top­
luluğu olmak istiyorlardı. İnanç değiştirenler ve değiştirmeyen­
ler arasındaki sınır çizgisini çekiyor, bireysel bir dindarlık ve
dertlerini atabildikleri "efendi"yle dolayımsız bir ilişki içinde bu­
lunuyorlardı. Katı bir sertlik ve hedefe yönelik sıkı bir disiplinlc
bir avuç gerçek Hristiyan, Angiasakson Metodİst John Wesley gi­
bi Metodİst bir şekilde ilerliyordu. Koşullara göre dindarlığın et­
kin enzimi olarak genel kilisede kalabiliyorlardı. Ancak devlet
kilisesi - ister dinsel öğretinin ilkelerine katı bir biçimde bağlı,
ister aydınlanmacı olsun - onlan çoğu kez anlayışsızlık ve ger­
çek bir kovuşturmayla karşılıyordu. Örneğin "Tanrı'nın sevgili ki­
lisesinin Senkretistler*, Pietistler, Quaker'lar, vb tarafından sap­
kınlan susturmaya koştuğu. . . " katı bir biçimde Lutherci olan İs­
viçre'de olduğu gibi. " Ülkemizde çok mutluyuz, sürü orada bura­
da biçimlenmesine karşın kendini gizli tutmak zorunda kalıyor,
tırnaklarım tıpkı kedininki gibi içeri çekiyor."
Böylece Pietist hareket ayrılık taraflısı, bir yerlerde gizlen­
miş, "görünmez bir kilise . . . azizierin cemaati, gizli, ama efendi­
sine görünür. . . yürekleri ve böbrekleri sınayan ve inancını gören
şeyden daha gizli olarak" kalmıştı. Hareket sadece İngiltere, Fe­
lemenk ve özgür kilise hareketiılİn dinsel yaşamı ve sonuçta tüm
yaşamı etkileyeceği Kuzey Amerika kolonilerinde - çünkü bura­
da aynı zamanda doğanın da yardımıyla kurulmuş özgür bir alan
vardı - bir dereceye kadar özgürdü. Burada Zinzendorfun sözü
geçerli olabilir: " Büyük olasılıkla dünyada yirmi din var ama
Tanrı'nın ailesi sadece bir tane.
Bu hayali, yani "Tanrı'nı n yeryüzündeki imparatorluğu"

• Birbirinden ayrı düşünce. inanış ya da ö�retileri kaynaştırmaya çalışan fe lsefe sistc·


mi. (ç. n. ) .
166 Ütopya ve Rej01m

ütopyasını aydınlanmacı Hristiyanlar da kuruyordu. İster Pietist


eeclesiola in ecc/esia (kilise içinde kilisecik) olsun, ister aydınlan­
macı devlet kilisesi olsun - her ikisi de dinsel öğretinin ilkeleri­
nin katı biçimciliğinden hoşnut değildi ve yeni yollar anyordu.
Her ikisinde de ortak olan, bireysel özgürlük ve etnik sorumlu­
luk savıydı. Böylece Lessing, Erzieluıng des Mensclıenge­
sclıleclıts'inde şöyle yazabiliyordu:
Yeni Ahil'in temel kitaplarında bize vaadedilen yeni, sonsuz bir İn­
cil'in zamanı mutlaka gelecektir. Belki de 13. ve 1 4 . dördüncü yüzyı­
lın bazı grupları bu yeni, sonsuz İ n cil'in bir ışı�ını yakalamışlar ve
sadece bunun ortaya çıkmasının birçok yakın oldu�unu müjdele­
mekle yanılmışlardı. . . Yeni Ahit'in, sanki Eski'si olmuşçasına antı"k'­
leşmek zorunda oldu�unu ö�retirken kesinlikle kötü bir niyetleri
yoktu. Aynı Tanrı'nın aynı tutumlulu�u da hep onlarda kalmıştı.
- Onları benim dilimle konuşturmak gerekirse - insan soyunun ge­
nel e�ilimine ilişkin hep aynı tasarı. 8

Lessing, Natlıan der Weise adlı oyununda Jonathan Swift'in Ta/e


of a Tub tasansını Hristiyan olmayan diniere yaymıştır. Ne olur­
sa olsun Hristiyanlık alemine giden yol, daha 17. yüzyılın sonun­
da Protestan Leibniz Katalik Bozzuet'yle ve daha sonra Zinzen­
dorf Paris Başpiskoposu Noilles'le yazıştığında belirlenmişti.
Böylece Pietist Gerhart Tersteegen şöyle yazabiliyordu:
Gerek Batı Katolik Kilisesi grub u n da, gerek Lutherciler, reformcu­
lar, Mennonitlerin arasında, bu grupların tüm özel adetlerine kar­
şın ruhlar, kutsallı�ın en yüksek doru�una ve Tanrı'yla birleşmeye
en az ayrılıkçılar kadar erişebileceklerdir.

Kato/ik Aydınlanma

Katoliklik, Aydınlanmacı harekette Protestanlıktan daha fazla


güçlük çekiyordu. Dinsel öğretinin ilkelerinin katı biçimciliğinin
Akılcı 1/iistı)•an/ık 167

sıkılığı, Trento Konsili'yle (1563) çok yoğun dinsel bir yaşama


yol açmıştı. İyi örgütlenmiş Cizvitler, duruma sıkı sıkıya egemen­
di. Ancak 17. yüzyılda Fransız Jansenciliğinde, papalık yönetimi­
ni fazlasıyla merkez alan ve İncil'in sadeliğinden çok fazla uzak­
laşan her şeye kadir Cizvitliğe karşı ağır bir eleştiri ortaya çık­
mıştı. Her ne kadar Janseneilik sıkı, kiliseye özgür bir biçimde
dindar ve başlamakla olan Aydınlanma'mn akılcılığından uzak
olsa da - sonuçta Roma ve kral tarafından kavuşturulduğu için ­
kovuşturulan Fransız Protestanlığına benzer bir etkiye sahipti.
Bazı Protestan hare ketler gibi sonunda kilise içinde dogmatik ol­
mayan bir şekilde "Protestan" olmaya çalışıyordu. Hatta yirmili
yıllarda Utrccht'te Cumhuriyet' i n himayesini elde eden Jansen­
ci - Katalik bir kilise ayrılaşmıştı. Jensencilik - Protestan Pietist­
lerdekine benzer biçimde - Hristiyanca yaşamda ve Hristiyanlı­
ğın komşu sevgisine yönelik hizmetinde gerçek bir görev yüklen­
me anlamını taşıyordu. Üst düzeydeki seçkin Fransız yargıçlar
ve üst düzeydeki Avusturyalı seçkin din adamları, Jansenciliğe
bağlıydı. Gerçi bu, akılcı anlamda Aydınlanma değildi ama yay­
gın, Cizvit talimli Kataliklik ten farklı olarak daha açıktı ve Hris­
tiyanca uygulamaya yönelikti. O halde Katoliklikte özellikle ye­
ni bir yönde çalışan, birleşik bir muhalefet, hümanist - hümani­
ter bir yönelimle bağıntılı olmak üzere devlet içinde devlet ola­
rak kiliseye karşı devletsel yönetimin muhalefeti söz konusuydu.
Cambrai Başpiskoposu olarak kilise ve krala muhalefet eden
Fenelon ( 1 651 - 171 5), 1R. yüzyılın bu Katolikliği için e n iyi ör­
nekti. 1 699'da Me ntar kılığındaki Tanrıça Minecva * tarafından
yönle ndirilen Odysseus'un oğlu hakkındaki gelişim romanı A ven­
tııres de Telbnaque, jils d'U�ysse' i (Telcmak/Ulysses'in Oğlu Te­
lemakhos'un Serüvenleri) yayınlamıştı. Fcnelon burada iyi hü­
kümdarın taslağını çiziyordu. Te/emaklıos, 1 R. yüzyılın en popü­
ler kitaplarından biri olmuştu. Doğal hukuk yanlısı Protestan
Baybeyrac - kaça k bir Fransız Protestanı - ondan şöyle söz et­
mektedir: " Ünlü Cambrai Başpiskoposu' nun maj estelcre özgü
belagati, yeteneği ve Kral'a bu kadar güzel öğütler verme cesa­
reti her zaman övülecektir". 9 Modern bir tarihçinin yargısı ı se
şöyledir:
168 Ütopya ve Refonıı

Bu esrarengiz Piskopos Fransa'nın en iyi yüreklerini ve kafalarını


sakin sakin ve üzerinde düşünmeksizin aydınlatırken , XI V. Louis'­
nin Versailles'da Kutsal İmparatorlu�u'nu kurması n eye yarar?
Endişelenmeyin arkadaşlar, tüm bunlar yıkılan bir binanın ön cep­
hesidir; heyecan duyalırn, sevgili arkadaşlar, ama kovuşturuldu�u­
muz ve buradan sürülece�imiz için de�il; bugün ve burada hiç kim­
se içsel imparatorlu�umuzu, Tanrı'daki yaşamımızı elirnizden ala­
maz.
Fenelon ayrıca kendi tarzında saldırıya geçmektedir: M adame de
Maintenon'un ve kraUarının aşırı dindar vakıl1arında, Aziz Louis'­
nin Kadınlan'nda ve Saint C ry ra hibelerinde yanlış bir çilecilikle
-

kibrin, kendini be�enmişli�in, yüre�in ruhsuzlu�unun dindarlık ola­


rak gizlcndi�ini açık bir eleştiriyle göstermektedir - Fenelon bura­
da manastır yaşamının başıbozu klu�una karşı Erasmus'un ve Eras­
musçuların verdi�i savaşı yeni bir doruk noktasında sürdürmekte­
dir. Öncelikle dünyanın orta yerinde Tanrı inancı içinde mutlu bir
yaşam sürmek için sıkı, istemli prosedürlere gerek olmadı�ını, aksi­
ne bunun açık bir yüre�e, kardeşli�e özgü zihniyete ve devlet va­
tandaşlı�ına özgü erdemiere b a�lı oldu�unu ruhban olmayanlara
göstermektedir. Söz konusu olan, manastır ve vakıl1ardaki, bir ru­
haniler meclisinin kapalı dünyasındaki kuşkulu kardeşlik de�il, dün­
yada yaşayan tüm insanlarla kardeşliktir: Tüm insanlar kardeştir.

Bu yüzyılda yeni yönde dikkatle ilerleyen bir papa bile vardı.


Bu, 1 740'tan 1758'e değin XI V. Benedictus adıyla papalık ya­
pan Prosper Lambertini'dir. Kiliseye uygun olan İncil okumaları­
na izin vermiş, kilisenin sayısız tatil günlerini azaltmış, kilise
sansürünü hafifJetmiş ve yasak kitaplar listesini denetlemişti.
Hatta Kopernik ve Galile'ni n yazıları hakkındaki yasağın feshe­
dilmesini yoluna koyarak araştırmanın özgürlüğünü tanımıştı.
Önde gelen aydınlanrnacılarla ilişki içindeydi. Voltaire ona de­
rin saygılarım bildirmişti. Gerçekte bu akıllı, yaşlı adam, papa­
lık yönetiminde yaradancılıkla suçlanıyordu.
Din erkçiliğin aynı şekilde büyük bir düşmanı olan İ talyan Pi­
lati, daha sonraki Papa XIV. Clemens hakkında şöyle demekte­
dir: "Yobazlıktan ve dindarlığın yüzeysel bir şekilde gösterilme-
Akılcı Hristiyanlık 169

sinden nefret ederdi." Roma kenti hakkındaysa şunları anlatmak­


tadır: " Heretikler kesinlikle taciz edilmez. Ne isterlerse onu yap­
malanna izin verilir. Ne Tanrı ' ıu n ne de Papa'ıun önünde diz çö­
kerler ve hiç kimse onlara bu yüzden sövmez." Sansür, özgürce
kullaıulmaktadır. Roma'da bütün kitaplar satın alınabilmekte-
.
dır. 10
Katalikliğin dışarıdan görülebilen en büyük başarısı, Cizvit
tarikatııun feshedilmesiydi. Cizvitler, orta ve yüksekokul sistemi­
ni ele geçinnişlerdi. İyi örgütle nmiş bir lisenin işleviyle birlikte
her kentte bir okulları bulunuyordu. Profesörler, uluslararası bir
karakter taşıyordu. Nüfuzlan okulların dışına çıkmış ve kral ve
kraliçelerin günah çıkarttığı papaz görevini yüklendikleri saray­
Iara değin yayılmıştı. Ancak Roma'ya sıkı sıkıya bağımlı olmala­
rı ve dinsel ve ekonomik güçleri, bağımsızlaşmakta olan sarayla­
ra ve bakanlıkianna artık uymamaya başlamıştı. Yeni bilimsel
akımlara bir biçimiyle uymak için hiç eğilim göstermemeleri
şansızlıktı. Condorcet - bizzat bir Cizvit yetiştirme yurdunun öğ­
rencisiydi - filozofların öğrettiği her mantıklı şeyin çürütüldüğü
felsefe derslerini ağır bir şekilde eleştiriyordu. Çocuklara öğreti­
len, Tanrı'nın rahmeti olmaksızın iyi bir işin başanlamayacağı,
biri yüzyıllar boyunca uğruna insaniann yakıldığı bedensel, diğe­
riyse sonsuzluğa mahkum olunan büyük günah olmak üzere iki
tür suçun bulunduğu. . . Aşağılama ve ayıplamanın Hristiyanların
doğal durumları olduğu1 1 yolundaki saçma ahlakı ihbar etmek­
teydi. Cizvitler hala, Protestanlığın uzun zaman önce bıraktığı
bir ilahiyatı öğretiyorlardı. İsviçre Katalikliğinin merkezi olan
Luzern'deki Cizvit okulu hakkındaki bir yargı daha az ağır ama
aynı şekilde olumsuzdur:

Okullarunızın niıeli�i ve e�iıim eski durumunu koruduğu sürece,


bilimler bizim yanımızda meraklısını bulamayacak. Okullar, Cizvitle­
rin elin dedir; ö�retim tarzları bildiktir ve bizde en i); ve en geniş
şekilde öğretilen ilahiyatın dışında olmak üzere temeli ve yararı az­
dır. Geri kalan ve aynı zamanda gerekli olan b ilimlerin ö�retmenle­
ri Luzern'de bulun maz.
170 Ütopya ve Refomı

Bunlar 1758' de yazıldığında, Portekiz'de bir süre önce korkunç


öir olay olmuştu. 1 757' de güçlü Bakan Pombal, krallıkta ve kral­
lıgın sömürgelerinde Cizvit tarikatının feshedilmesi hakkında
bir genelge yayınlamış ve Cizvitler sürülmeye başlamıştı. Aynı
rezalet 1 764' te Fransa' da, 1967'de İ spanya ve onun geniş sömür­
ge alanında, 1 768'de de Parma' da devam etmişti. 1 773'te Pa pa
XIV. Clcmcns sarayların - bunlar birleşik Bourbonlardı - baskı­
sına boyun eğmiş ve tarikatı bütünüyle feshctmişti. Kurala uygun
bir Cizvit kovuşturması başlamıştı - sınırdışı edilen bir gemi do­
lusu Cizvit, karaya yanaşamadan Akde niz'deki bütün limanları
dolaşmıştı. 1 773'tc öncelikle Almanya'dan olmak üzere ülkenin
sertliğine göre, geri kalan Katalik devletlerden de sürülmek zo­
runda kalmışlardı. Haleli yasaklayana kadar onları yeni ele ge­
çirdiği ve büyük çoğunluğu Katalik olan Silezya 'nın gelişiminde
görevlendirdiği tüm kralların en aydınlanmışı l l. Friedrich'e
özellikle sığınıyorlardı. Son olarak sadeec Ortodoks Rusya'ya ka­
çış yolu kalmıştı. Cizvitlcrin her şeyden önce Paraguay'da ve
And Dağları ülkelerindeki Kızılderililer arasında iyi işleyen bir
köy yapısı kurdukları Latin Amerika'da güçlü bir sistem, büyük
bir yapıt kesin olarak yok olmuştu.
Bu, gerçekte sadece Cizvit tarikatının feshedilmesine ilişkin
olumsuz eylemle sınırlı kalmamıştı. Katalik reform, o zamanki
sistemin içinde gerçek bir yapı değişikliği anlamını taşıyordu.
Bir yanda - buna daha önce işaret etmişti k - devlet, Protestan
devletlerin iki yüz yıldan bu yana yerine getirdiği denetim işlevi­
ni üzerine almıştı: Din adamı yetiştirme merkezlerine devlet de­
netimi, ister manastırların içinde olsun ister dışında, okulların
geliştirilmesi, modern bilimlerin kurulmasıyla üniversitelerin ge­
liştirilmesi.
Ancak Aydınlanma ruhu sadece devletin dinsel çıkarları ele
geçirmesi isteminde bulunmuyordu, aksine içsel bir değişim cl­
de etmek, Hristiyanlığın kaynaklarına geri dönek istiyordu. İba­
detin ve ayin usullcrinin, dinsel ritüclin, tatil günlerinin , hac yol­
culuklarının fazlalığının yerini bir içselleşme almalıydı. Esraren­
giz Latincenin yerine anlaşılır a nadilin geliştirilmesi de önemliy-
Aktlcı /Jrisriyanlık 1 71

di. Burada uygulamaya yakın Protestan savlarına rastlanıyordu.


Aniaşmış Katalik Kilisesi'ne bu şekilde Protestanları yeniden
kazandırabiirnek ümit ediliyordu. Hoşgörü doğallaşmıştı, Protes­
tanlada ilişki kurulmaya çalışılıyordu. Bu, köylerdeki din adam­
ları için olduğu kadar piskoposla r için de geçerliydi.
Ruhhan karşıtı hizbin güçlü bir şekilde savunuculuğunu ya­
pan Voltaire, geride Aydınlanma ' nın bu yeni, insanca Katalikli­
ğin belki de en güzel kanıtı ola n Pliere a Dieıı' sünü (Tanrı'ya
Dua) bırakmıştır. Bu Dua, Fransa' nın gördüğü son heretik dava­
sı olan 1 762 tarihli Calas olayından duyduğu dehşetten ortaya çı­
kan hoşgörü hakkındaki makalesi Traite de la To/erance'ı sona
erdirmektedir. Pliere iı Dieıı'nün mezhep sorunuyla ilgili en
önemli noktası şöyledir:

Sen bize birbirimizden nefret etmemiz için bir yürek ve birbirimizi


bol!;mamız için eller vermedin. Zahmetli ve gelip geı,i d bir yaşamın
yüküne katlanmak için birbirimize yardun et memizi ... insan adı ve­
rilen atomları ayıran küçük farkların, nefret \"C kovuşturmanın gös­
tergesi olmamasını; Sen'in şerefine tören yapmak için sapkınları
güpegündüz yakanların Sen'in güneşinin ışıl!;ıyla yetinmelcrini;
Sen'i sevmek gerekti�ini söylemek için giysilerini beyaz b ir ketenle
örtenlerin, aynı şeyi siyah bir yün mantonun altında söyleyen ler­
den nefret etmemelerini; çok yaşlı ya da yeni tarihli bir dille Sen'i
övmenin a)ııı şey olmasını. .. sal!;la.

Voltaire sözlerini şöyle bitirmektedir:

Bütün insanlar kardeş olduklarını, ruhun baskı<..ı egemenli�ini tıp­


kı barışçı çalışmanın ve emel!;in ürünlerini zorla gasp eden soygun­
culuk gibi nefretle karşıladıklarını anınısasalar. Savaş felaketi kaı,ı­
nılmaz da olsa, bizi birbirimize n e fretle yaklaştırmayuı ; barışın orta
yerinde birbirimizi parça parça etmeyelim! Yaşamımızın kısacık bir
anında, bize bu anı bahşeden Senin lü t ufkiirlılı�ına övgüye hep
birlikte bin dilde - Siyam'dan Kaliforniva'va kadar - katılmak için
• •
12
var olmamıza izin ver!
4. Doğal Hukuk, İnsan Hakianna G iden Yol

" Elik"i, yani ahlak felsefesini kendi yönlerinden etki altına alan
hukuksal görüşteki değişmeler, ilahiyat görüşlerindeki değişime
uymaktaydı. Bu olayların gidişi, birbirine koşut gerçekleşmekte
ve birbirini karşılıklı olarak etkilemekteydi. İlahiyatçılar hukuk
kuramlanyla ilgilenmekle ve hukukçular da ilahiyatın dünyasın­
da yaşamaklaydılar.
Örneğin On Emir gibi İncil'den çıkarılabilen bir hukuk bulu­
nuyordu. Bunun dışında Antik Çağ'da düzenlenmiş bir hukuk
vardı. Roma Hukuku'nda şöyle deniyordu: Jmis praecepta sımt
lıaec: lıoneste vivere, a/tenmı non /aedere, sıtıtm cıtiqıte tribıtere.
(Hukukun temelleri şunlardır: Dürüstçe yaşamak, hiç kimseye
zarar vermemek, kendine ait olanlan herkese vermek.) Her eği­
timli kişi, Cicero'un insarun ve yurttaşın " ödevler"ini geçerli ol­
mak üzere belirlediği De offıciis'le eğitiliyordu. Ortaçağ, Eski
Çağ'ın ve Hristiyanlığın hukuk tasarımiarım birleştirmeyi ve
tüm Hristiyan dünyası için geçerli olan bir sistem geliştirmeyi ba­
şarmıştı. Buna jus naturae, yani doğal hukuk adı veriliyordu.
Ancak Reform'la birlikte şimdiye değin her şeyden daha faz­
la yetkisi olan hukuk düşüncesi bölünmüştü. Protestan tasarımla­
rı, Katolik tasarımların karşısında duruyordu. Bütün taraflar için
savaşta ve barışta geçerli olabilecek kuralları n yokluğu hissedili­
yordu. Felemenkli Hugo Grotius, 1625'te be Jııre Belli ac Pa­
cis'in (Savaş ve Barış Hukuku) üç kitabında doğal hukuk ve dev­
letler hukuku için yeni bir temel yaratmayı denemişti. ilkin hu­
kuk yetkelerinin o anki durumunu çözümlemekteydi: İlk olarak
"devlet anlayışı" adı verilen güç ya da çıkar sahibinin hukuku
vardı. İkinci olarak sadece devlet düzeyinde geçerliliği olan örf
ve adetlere dayanan hukuk vardı. Üçüncü olarak her dönemin
birbirine uygun olmayan felsefi öğretici likirieri geliyordu. Dör­
düncü olarak Eski Çağ'ın erken Ortaçağ'a geçişle bir yasada
Doğal Hukuk, İnscuı Hakianna Giden Yol 1 73

derlenen, geçerliliğini yitirmiş ve sistemsiz olan Roma Hukuku


ve son olarak da İncil'den çıkanlan tanrısal hukuk vardı.
Grotius, genel bir temel aramış ve bunu doğal hukukta bul­
muştur. Bu �ukuk, insandan ve onun birarada yaşama gereklili­
ğinden hareket etmektedir. Tarihsel ve mantıksal - bugün, ruh­
bilimsel ve toplumbilimsel denirdi - çözümlemeler dolayısıyla
Grotius, insamn akıllı bir varlık olduğu ve ahlaki özgürlüğü bu­
lunduğu sonucuna varmaktadır. Akıl ve özgürlük ona Tanrı tara­
fından bahşedilmiştir; ancak gerçekte olanaksız olmakla birlikte
Tann olmasa da, doğal hukuk geçerli olabilirdi. Grotius, insan­
lar arasındaki appetitus societatis'ten, yani "sosyallik"ten hareket­
le doğal hukukun beş temel yasasını geliştirmektedir: İlk olarak
başkalannın zilyetliğinden kaçınma, ikinci olarak gasp edilen
malı geri verme yükümlülüğü, üçüncü olarak verilen sözleri yeri­
ne getirme yükümlülüğü, dördüncü olarak da bu doğal hukukla­
ra karşı işlenen suçun buna uygun olarak cezalandırılması.
Grotius'un De Jura Belli ac Pacis'inin önsözünde geliştirdiği
bu basit temel, öncelikle Alman hukukçu Pufendorf tarafından
"Büyük ve Küçük Pufendorf' olmak üzere gerçek bir sistem ola­
rak kurulmuştur: De Jure Natura/i et Gentiunı(1672), (Doğal Hu­
kuka ve Devletler Hukukuna Dair) ve De Officio Honıinis et Ci­
vis Jıata Legem Natura/em (1682), (Doğa Yasasına Göre İnsa­
nın ve Yurttaşın Ödevlerine Dair). (1682). Pufendorf, 18. yüzyıl­
da her hukuk eğitiminde temel oluşturan bir yapıt olmuştu. Bu
yapıtın çevresinde Almanya'da öncelikle Christian Thomasi­
us'un ve sonraları Christian Wolffun, İngiltere'de John Loc­
ke'un ve Anthony· Shaftesbury'njn yapıtları olmak üzere hukuk
düşünürlerinin benzer içerikli ve benzer eğilimli yapıtları sırala­
nıyordu. Mülteci Fransız Protestanı Jean Barbeyrac'ın çevirisiy­
le (1 706/07) PufendorPu geniş bir kitle tarumıştı.
Doğal hukuk okulunda söz konusu olan şey uluslararası ola­
rak taşınabilir bir hukukun, devletlerüstü bir hukukun yaratılma­
sıydı. Vniversilas cluistiana bölündüğü için - Pa pa, bir zamanlar
hakem kurulu üyesiydi - şimdi boşluğu devletler hukuku dolduru­
yordu. 1 8 . yüzyılın diplomatları Rostatt, Utre cht, Baden, Viya-
1 74 Ütopya ve Rej01m

na, Aachen ve Paris Barış konferansla rında "Avrupa Birliği" ola­


rak birarada bulunduklarında, kazanan ve kaybeden tarafların
birlikte çözüm bulmalarına olanak sağlayan doğal hukuka iliş­
kin düşünüşlerin etkisi altında bulunuyorlardı.
I K yüzyıl, doğal hukuka ilişkin düşünceyi uluslarüstü, kozmo­
polit olarak kabul ediyordu: Abbe de St. Pierre, genel barış hak­
kındaki 1713 tarihli incelemesinde bir uluslar cemiyeti ütopya sı
ıasarlamıştı. Fenelon Telenıak'ta hükümdarla ra yönelik olarak
şöyle demektedir:

Bir devlet için en iyi güvence, komşularına t opraklarının işgal edil­


meyece�ine dair ölçü, güven ve güvence veren adalettir. Önceden
görülemeyen koşullar nedeniyle en dayanıklı duvarlar yıkılabilir:
Savaşta şansın sa�ı solu belli olmaz. Ama komşularınızın sevgisi
ve güveni, devletin izin j�gal edilmemesini ve kendisine hemen hiç
saldırılmamasını sa�lar.

Bu - ll. Friedrich' in Silezya'yı zorla ele geçirdiği ve üç hüküm­


darıo Polanya'yı paylaşmaya koyulduğu - yüzyılın bir diğer ütop­
yasıydı. Bununla birlikte yüzyıl, bu taslağı çizilen daha iyi gele­
ceğe giden yolda bulunduğuna inanıyordu; sonraları 19. yüzyılda
evrensel uyurnun yerini yayılınacı politikasıyla ulusal devletlerin
alacağı önceden kestirilememişti.
Doğal hukuk yaniılan devlet anlayışı öğretisine karşı, Ma chi­
avelli'nin Hükümdar'da (1532), Hobbes' un Leviatlıan' da (1651)
geliştirdiği güçlü devletin sadece kendini düşünen zorba çıkarı­
na ilişkin öğretiye karşı savaşıyorlardı. 18. yüzyılda bu örnekle­
rin her ikisinin de saygınlığı lekelenmiştir.
18. yüzyıl içinde insanların ve yurttaşların " ödevler" inden in­
san ve yurttaş "haklar"ı öğretisi gelişmişti. Kişinin dokunulmaz­
lık hakkı, adil yargı hakkı, rahatsız edilmeksizin mülkiyet hakkı
ve - yeni ve önemli - vicdan özgürlüğü h;ıkkı. İnsana, onun bira­
rada yaşamasına olanak sağlamak için gerçekte bir kısmını top­
luma bırakması gerektiği belirli bir özgürlük verilmişti. Ancak
toplum ve devlet, bu bireysel haklara saygı göstermekle ve sistc-
Doğal llukuk, İnsan //ak/anna Giden Yol 1 75

mi bunun içine kurmakla yükümlüydü. Gerçekten de bu, �anlı


Devrim'in Bill of Riglıts'ında (Haklar Bildirgesi) ve V ir gina ana­
yasasının İnsan Hakları Bildirgesi' nde gerçekleşmişti. Böylece
hükümdarların keyfiliğine bir sınır getirilmiş oluyordu. Anayasa
olmaksızın da bazı genelgeler ve özel amaç taşıyan önlemlerle
yazılı olmayan bu hakiann dikkate alınmasını sağlamak, en azın­
dan aydınlanmacı hükümdarların ve aydınlanmacı bakanların is­
Leğiydi. Hristiyanlıkta öteden beri aynı fıkirde olunan başka in­
sanlara karşı saygı gösterme, burada yeni, daha kesin ve daha
bağlayıcı bir ifade bulunuyordu.
Yüzyıl, adaletsizliğin ve insanlık dışı tutumun özellikle kor­
kunç kabul edildiği özel bir alanda, ceza hukuku alanında, ger­
çek bir reform yapmak için çabalamıştı.
V. Karl' ı n 1532 tarihli " İşkenceli Yargı Düzeni" olan Caroli­
na'nın belirlediği gibi öteden beri denenen, sert bir ceza gelene­
ğine dayanılıyordu. Değişik biçimleriyle ölüm cezası, dayak ce­
zası ve kürek cezası gözdağı vermeliydi. Soyguncuların ve katil­
lerin ölüm cezasını göze almalan gerekiyordu. İtiralla-r işkence
yoluyla elde ediliyordu. Katolik devletler engizisyon davasını ta­
nıyordu. Cesare Beccaria 1 764'te heyecan uyandıran makalesi
Dei delitti e del/e pene'yi (Suçlar ve Ccza) ı 4 yayınlayana değin,
o zamanki sisteme getirilen e leştiri gittikçe belirginleşmişli.
Becccaria sadeec bedensel yönden zayıf olan suçsuzların mahku­
miyeline yol açan işkenceye ve isimsiz olarak dava edilebileceği
ve tanıklarla yüzleştirilmeyeccği için davalıya hiçbir hukuksal
güvence vermeyen engizisyona saldırmakla kalmıyordu. Ölüm
cezasını kuşkulu bir duruma sokacak kadar ileri gidiyordu: "İn­
sanlara, kendileri gibi olanlan öldürme cüretini veren nasıl bir
hukuk tur?" Cezanın inf azıyla hükümlülcrle kölelerin tutulduğu
ve Milano hapishanelerini gezerek gördüğü hapishaneler onu
özellikle ilgilendiriyordu. Beccaria sadece farkları belirlenmiş
bir ceza ölçüsü istemekle kalmıyor, aynı zamanda suçu tümüyle
engellemek için ilerisi düşünülerek koruyucu önl emler alınması­
nı da istiyordu.
Beccaria ceza hukukunu kötü düzenlemiş bir toplumun sonu-
176 Ütopya ve Refonıı

cu olarak gördüğü ölçüde devrimciydi: "Saygı gösterınem gere­


ken yasalar nedir? . . . Bu yasalan kimler koydu, zenginler ve güç­
lüler. Bu uğursuz zincirleri kırmamıza izin verin, adaletsizliği
kökünden sarsalım!"
Daha Beccaria'dan önce ll. Friedrich, ı 740'ta kendine bağlı
devletlerde İşkenceyi kaldırmıştı. "Sağduyu"nun etkisi altında bu­
lunan yargıçlar artık işkence uygulamıyorlardı. Yüzyılın sonlan­
na doğru daha insanca ceza yasalarıyla Fransa ve Avusturya onu
izliyordu.
Henüz ı 7. yüzyılda sefahat alemleri yapan cadılann idam
edilmesi, en azından yavaş yavaş sona eriyordu. Son idamlar
ı 7 12'de İngiltere' de, ı 718'de Fransa'da, ı 749'da Alman Pisko­
posluğu Würzburg'da ve ı 782'de İsviçre G larus' unda ayrıca Al­
man manastır bölgesi Kempten' de gerçekleşmişti.
5. Siyaset ve Yönetim

18. yüzyılın siyasetçileri ve yazarlan çağlarının siyasal gerçekli­


ği üzerine düşünürken, ütopyalar tasarlarken ve reform yapmaya
koyulmak isterken, onlara korkutucu bir şekilde geçerliliğini yi­
tirmiş olarak gelen bir siyaset - devlet varoluşu içindeydiler. Çık­
ınaza giren Geç Ortaçağ'da bul unuyorlardı. Her şey sıkılaşmış­
tı, mantıksızdı ve bir şeyi her yönüyle kavramak olanaksız gibiy­
di. G üvenli hükümdarlıklarıyla kralların görünüşte basit yapılı
monarşilerinde, her şey engelleniyordu. Kralların istenci, miras
kalan binlerce bağımsızlıktan rahatsızlık duyuyordu. Kentler ve
coğrafi bölgeler, bütün eyaletler, kilise, kurumlar, üniversiteler,
Ioncalar, dinsel vakıflar, küçük soylular - hepsi de eski zaman­
ların birinde elde ettikler imtiyaziara dayanarak özerk durumda
bir yaşam sürdürüyordu. İngiltere' de Everything, that is, is right,
if it can show a clıarter deniyordu: Bir imtiyaz, mühürlü bir mek­
tup gösterdiğinde, her kurum haklıdır.
Bu dururnda yenilik yapmak şöyle dursun, hükümdarlık yap­
mak ve yönetmek bile olanaksızdı. Bu nedenle krallar sarayları­
na ve bakanlarına, bu karışıklığa çekidüzen vermeye ve hareket­
siz düzensizliğin yerine açık bir merkezi iktidar getirmeye çalışı­
yorlardı. Buna mutlakıyet adı veriliyordu. Ancak öte yandan mut­
lakıyet - hükümdarın ve onun tarafından atanmış yönetimin ku­
ramsal mutlak kudretiyle birlikte - doğal hukukun savlarıyla çe­
lişiyordu. XIV. Louis'nin örnek oluşturduğu mutlak kral geçerli­
liğini yitirmiş adaletsiz imtiyazlar dünyasında artık bir iyi düzen
ilkesi değildi; artık halkından ötürü değil, sadece kendisi için
var olan bir despota, tirana dönüşmüştü. Fenelon, Telenıak' ta
şöyle demektedir: " Kral sadece halkın refahı için kendini kur­
ban etmek üzere kendi kendini unuttuğunda, kraliyete layık
olur." Ancak kendi kendini unutmak, 17. ve ayrıca 18. yüzyıl ku­
rallanrun pek tarzı değildi. Bu nedenle Fenelon, şu tümceyi de
1 78 Ütopya ve Refomı

eklemektedir: "Kralın mutlak gücü, tebaası kadar köleye sahip


olması sonucunu doğurur" ı5
Eleştiri, daha da ileri gidebiliyordu. Eski karşı koyma hakkı­
na, yani hükümdar görevlerini ununuğunda - devlet kadar eski
olan - karşı koyabilme, hatta ka rşı koymak zorunda olma hakkı­
na başvurabiliyordu. Doğal hukuk yanlısı Barbeyrac bu nedenle
hükümdarın büyük ve dayarnlmaz adaletsizlik le ve tebaasına kar­
şı yerine gelirmesi gereken yükümlülüklerin ihmaliyle tcbaasını,
kendisine karşı yerine getirilmesi gereken görevlerden alıkoydu­
ğunda, astiarın hükümdara karşı bazı haklara sahip olduğunu
söylemektedir.
Bütün yüzyıl boyunca, devrim ve anarşiyc yol açmaksızın bu
karşı koyma hakkının ne şekilde kullanılabileceği düşünülmüştü.
Büyük Britanya, Şanlı Devrim'de az çok yasal bir yol bulmuş­
tu. Gerçekte bu yol, devlet yönetiminde Geç Ortaçağ'a ilişkin
ikiciliğe geri dönüş anlamındaydı. Bu, kralcı ve muhafazakar
Tory'ler ilc liberal Whig'ler olmak üzere - her ikisi de aristok­
rat karakterli - iki partiye ayrılan parlamcnloyla birlikte karşı­
lıklı olarak birbirini denelleyen bir sisteme geri dönmek demek­
li. Bazı ülkelerde - örneğin bazı Alman prensliklerinde - bu par­
lamentolar hala Eyalel Meclisi olarak varlıklarını sürdürüyordu.
Bunları uyum içinde monarşik birlik ilkesine sevk etmek olası
mıydı yoksa bölgesel ve zümresel bencillikleri dikkate almak zo­
runda kalmaksızın devletin refahı için rahatsız edilmeksizin yö­
nclcbilmek üzere bunları uykularında bırakmanın daha iyi oldu­
ğu Fransız Etats Gbıera!LI: ya da İspanyol Cortes gibi yapıları es­
ki leşmiş miydi?
Ancak şimdi İngiliz örneği, Avrupa'yı etkiliyordu. Seçimleri
grotesk bir hal almış olan bu fazlasıyla demode ve kullanışsız
birleşik parlamento, 1688'den başlayarak bu sistemden çıkarılan
kurarnlardan daha az etkiliydi. Bu, özellikle John Lockc' un
1690'da gerçekleşen siyasal değişimden sonra çıkan Two Treali­
ses of Govemıen t'ıyla (Hükümet Üzerine İki Makale) gerçdlcş­
mişti.
Locke, bir doğal hukuk yanlısıydı. Devletin yönetim ve yöne-
Siyaset ve Yöntim 1 79

tilenler, bir başka deyişle kral ve halk arasındaki bir sözleşmede


ısrar etmesi gerektiğinden yola çıkıyordu. İnsanlar tümüyle öz­
gür bırakıldıklarında, bu, anarşiye, herkesin herkesle savaşına
yol açabilirdi. Burada mantıklı çözüm anarşiyi zor yoluyla düzel­
ten güçlülerin boyunduruğu altına girmek değil - bugün, totali­
ter ya da faşist çözümden söz e dilirdi - sözleşmeydi. Şimdi 18.
yüzyılda kral ve halk arasında yapılmış olan tarihsel sözleşmeler
sık sık anımsanıyordu. Örneğin İngiltere'de 1215'te imzalanan
Magna Cana vardı. Ortaçağ 'a ilişkin bu belgeleri yeniden yo­
rumlamak gerekliydi.
Böylece Locke, ikinci incelemenin 95. maddesinde şöyle yaz­
maktadır:

İ nsanlar, söylendi�i gibi, do�aları gere�i özgü r, eşit ve ba�ımsız ol­


duklarından, kendi rızası olmaksızın hiç kimsenin bu d u r um u elin­
den alınamaz ve hiç kimse bir b aşkasının siyasal gü cü n e ba�ımlı kı­
lınamaz. Bir kimsenin do�al özg ü rlü�ünün elinden alındı�ı ve top­
lumla ba�ının taahhüt cd ildi�i t ck yol, d i�er insanlarla bir cemiyet
kurarak biraraya gelmek ve bu cemiyete d a h il olmayan herkese
karşı büyük bir güvenlik sa�layarak ve kendi mallarını güvenli bir
şekilde kullanarak rahat, güvenli ve barış içinde b ir yaşam hedefiy­
le birleşrnek için anlaşma yoludur.

Siyasal gerekiilikle ilgili olarak bu, şu anlama geliyordu - 89.


maddede:

orada tek ve biricik b ir siyasal ya da sivil topl u m mevcu t t u r . Ve


bu, en yüksek yönetim erkin d e bir halk, siyasal bir birlik oluştur­
mak için do�al durumda b u l u n an herhangi bir sayıdaki insan top­
lulu�unun biraraya gelmesiyle ya da birinin önceden var olan h e r­
hangi bir yönetimin erkine katılmasıyla ve onun boyu n d uru�u altı­
na girmesiyle gerçekleşmektedir. Çü nkü böylece toplumu ya da
toplumun yararının gerektirdi�i şekilde yasalar çıkarmak iı,.i n aslın­
16
da ayn ı şey demek olan yasa koyucu erki yetkili kılmakt adır.

Toplum ve halk, halkın temsilcisi olarak yasaları koyan ve yöne-


180 Ütopya ve Refonn

tim erkioi, bir başka deyişle kral ve bakanlığım yürütmesi gere­


ken yasama meclisi aracılığıyla temsil edilmektedir.
İngiltere'deki bu tür düşüncelere ve buna uygun gerçeklik
- her ne kadar fazlasıyla mükemmel olsa da - Avrupa' da en
azından yönetimden sorumlu alaniann b i r kısmı i ç i n b i r ideale
dönüşmüştü. Aydınlanmacı bakaniann arkasında çok sayıda hu­
kukçu ve siyasal görüşlü yazar bulunuyordu. Aydınlanmacı siya­
sal düşünce, Fransızca' da 1 748'de Montesquieu'nün Esprit des
Lois'sıyla (Yasaların Ruhu) doğal hukuka ilişkin ve tarihsel ola­
rak geniş kapsamlı bir şekilde kurularak bir kez daha dile geti­
rilmesiyle doruğuna ulaşmıştı. Montesquieu, İngiliz sisteminde
güçler ayınınının gerçekleştiğini görüyordu: Yürütme erki ola­
rak kral, yasama erki olarak Avam Karnarası ve - yanlış bir bi­
çimde - yargı makamı olarak Lordlar Karnar ası. Bunun ardında
yatan düşünce, mutla kıyetçi yönetimin karışık mekanizmasının
denetlenmesine ve dizginienmesine olanak sağlama düşüncesiy­
di. Montesquieu böylece monarşiyi yasal yollara bağlamak isti­
yordu. Ona göre mutlakıyetçi sistem - o, buna "despot" sistem
adını veriyordu- "korku" ilkesi üzerine kurulmuştu. Gerçek mo­
narşi " onur" i lkesiyle yönetilmeliydi; çünkü soylular bunun hami­
siydi. Ancak cumhuriyet için veftu politique'i, yani siyasal ahlakı
temel i lke olarak kabul ediyordu. Bu, kulağa oldukça sivil geli­
yordu.
Ardından öncelikle 1762 tarihli Toplum Sözleşmesi'yle Rous­
seau kendini göstermişti. Yapıt devrimci bir etki yaratmıştı; çün­
kü cumhuriyeti ideal biçim olarak övüyor ve yurttaşların eşitliği
savını ortaya atıyordu. Volonte genera/e zümresel bir ilke değil,
kesin olmalıydı. Beccaria, Mably ve diğerleri siyasal bir ütopya
yönündeki bu düşünceleri kabul etmişlerdi.
Büyük Britanya'nın dışında yasal bir değişim uygulamayı ger­
çekte sadece Danimarka başarabilmişti. Danimarka Krallığı,
1665'te Lex Regia'yla birlikte anayurtta her şeyi, zümre temsilci­
liği olmaksızın ülkeyi yönetebilen krala bağlamıştı. Buna karşın
mutlakıyet, bütün tebaa arasındaki eşitliği sağlamıştı. Yüz yıl
sonra Danimarka mutlakıyeti, yasal yoldan yavaş yavaş ortadan
Siyaset ve Yöntim 181

kaldınlmıştı: Artık sansür yoktu, Danimarkalılann akdlıca kul­


landıklan bir özgürlükleri vardı ve köylüler de toprak sahiplerin­
den kurtulmuştu. " Uysal" bir mutlakıyet söz konusu olmuştu. Vol­
taire, İskandinavyalılardan peuples libres sous /es rois (krali ann
yönetimindeki özgür halklar) olarak söz etmekteydi. İsveç de
- her ne kadar daha az doğrusal olsa da - mutlakıyetini onan­
yordu.
Sadece yeni oluşanAmerika Birleşik Devletleri'nde hem üni­
ter devlette hem de toplu konfederasyonda " modem" bir cumhu­
riyetçi anayasa gerçekleştirilebilmişti. Anayasa, mülkiyete ve
eğitime dayanıyordu. Sonralan - kısa ömürlü ilk Fransız Devri­
mi anayasasıyla birlikte - 19. yüzyılın liberal devleti için bir mo­
dele dönüşmüştü.
Yurttaşlar için doğal hukuka ilişkin güveneelere dayanan bir
"anayasa" 18. yüzyıl Avrupası' nda bir ütopya olarak kalmıştı -
ancak zemin, düşünsel olarak çok güçlü bir şekilde yumuşamıştı.
6. Ekonomi, İş Ahlakı, Ekonomi Özgürlüğü

Aydınlanma öncesi dünya, büyük ölçüde hala Ortaçağ'a özgü


bir ekonomi sisteminin içinde yaşıyordu; köylü, kendi geçimi
için ve mümkünse kentsel pazar için üretimde bulunuyordu. Ta­
hıl, tıpkı tereyağı ve peynir gibi daha uzakta bulunan bölgelere
gönderiliyordu; bunun yam sıra peynir, denizaşın ülkelere sefer
yapan gemiler için kumanya görevini görüyordu. Köylülerin üre­
timi, çoğunlukla geleneksel bir şekilde düzenlenmiş olarak et­
kin değiştirme usulüne bağlıydı.
Benzeri bir şey !onca düzenine bağlı zanaatler için de söyle­
nebilir. Tüccarlar gerçekte bu hareketsiz sistemi aşmış ve ele ge­
çirmişlerdi. Mallarını yük beygirlerine, yük gemilerine ve gemi­
lere yükleyerek uzun zamandır Avrupa sınırlannın ötesine gön­
deriyorlardı. Tekstil sanayii üretimini, el işçilerinin dokuma tez­
gahlarında ve iplik çıkrıklarında çalıştığı taşraya naklediyordu.
Daha sonra dokumalar tüm dünyaya, geçiş parası alınan kapı ve
köprülerdeki sayısız bariyerlerle bir güzel çevrelenmiş bir dünya­
ya gönderiliyordu.
Yaşam tarzının bütün rahatlığına karşın gayretle çalışıyordu;
bununla birlikte bu çalışma her yerde aynı yoğunlukta değildi.
Özellikle de İncil tarafından belirlenen iş ahlakının reformcular­
la - özellikle de Calvin ve Zwingli'yle - güçlü bir ilerleme kay­
detmesinden bu yana. Calvin ve Zwingli işin bir Hristiyanlık gö­
revi, Tanrı ' nı n bağındaki neşeli çalışma olduğu savını ortaya atı­
yor ve keşişliği manastır duvarları arkasında örgütlenmiş bir ava­
relik olmakla suçluyorlardı.
18. yüzyılda ne olursa olsun Protestan ülkelerin genel olarak
daha çalışkan ve bunun sonucunda da daha zengin olduğu sap­
tanmıştı:

Protestanların zengin oldulı;u yerlerde Katolikler yoksuldur. . . Kato­


lik ü lkelerde halkın aşalı;ı tabakası her mcyh aned e dans edip içcr-
J:konomi, İş Alılakı, Ekonomi Özgürfiigü 183

ken, bu durum Protestan ü lkelerde ender olarak görülmektedir. . .


Aşırı derecedeki a�ırkanlılıklarına karşın Alman Katolikleri yaradı­
lıştan iyi tabiatlı yurttaşlar ve prenslik sarayına ender olarak gelen
soylulardır, gen ellikle a�ırkanlı bir uysallıktadırlar, duyuları iyi çalı­
şır, bir başka deyişle yeme ve içmeyle ilgilenirler. Ama Protestan­
lar k.ıbar, sakıngan ve biraz da şüph ecidirler. C emiyet hayatına v e
ncşeye Katoliklerden d a h a az ö n em verirler . . l7

Bir İtalyan Katoliğinin bu sözlerinde Max Webe r'i n ünlü Protes­


tan A lılakı ve Kapitalizm Anlayışı savı tümüyle önceden biçim­
lendirilmiştir. Ayrıntılarda Kalvencilerin Luthercilerden daha
zengin olduğu ve en zengin olarak da vaftizcilikten doğmuş olan
Hollanda'daki Mennonitlerin kabul edildiği saptanabilir.
Protestanların Fransa'dan sürülmesi İngiltere'nin, Fcle­
menk'in, Almanya' nı n Protestan kısmının ve İsviçre' ni n yararlan­
dığı bir durumdu ve bütün dünya için Kalvenci ekonomi tutumu­
nun sansasyonel bir göstergesiydi. Bununla ilgili olarak Volta­
ire, bir İngiliz eleştirmenine karşı öfkeyle şu saptamada bulun­
maktadır: " Kralın devletlerini terk eden Protestanlar, Fransa 'nı n
zenginliğini oluşturan bir sanayiyi size aktarmışlardır. Sizin ipek
ve porselen imalatımz ne güne duruyor? Sizin porselen imalatı­
nız bizim sığınmacılarımız tarafından mükemmelleştirilmiştir; Si­
zin kazandığınızı biz yitirdi k." ıs
Gerçi Fransız Protestanları geldiğinde, söz konusu bölgele­
rin çoğu çoktan sanayileşmişti - ama onlar yeni satış yöntemleri
ve yeni teknikler getirmişlerdi.
Fransız Protestanlannın etkinliği, hala eski ekonomik düzen­
ler çerçevesinde gerçekleşiyordu.
Merkantilist ekonomi sistemi - XIV. Louis' nin maliye baka­
nının adından " Colbertçilik" olarak adlandırılmıştır - 18. yüzyıl­
da monarşilerin uygulaması durumuna gelmişti. Devlet her şey­
den önce sarayların, yüksek soyluların, ruhban sınıfının ve zen­
gin burjuvazinin - örneğin globenler ve kraliye te ilişkin ayna
imaladarıyla birlikte - ya da ordunun ve top dökümü, tophane
ve tersaneyle birlikte bahriyenin lüks tüketimine hizmet eden
184 Ütopya ve Refomı

bir sanayiyi yeğliyordu. İhracatın gelişmesi ve ithalat için alınan


yüksek gümrük bedelleriyle başka ülkelerin paralan, kendi ülke­
sine çekilmek isteniyordu. İngiltere gibi denizlere egemen olan
bir ulus, denizierin serbest alanında ekonomik yönden harekete
geçen Felemenk Cumhuriyeti'ne karşı uyguladığı ithalat ambar­
gosuyla bunu gerçekleştirmeye çalışıyordu.
O zamanki ekonomi sistemine yöneltilen ilk eleştiri, kraliyel
doktoru de Quesnay yüzünden bir grup Fransız kurarncısı olan
jizyokrat/ar'dan gelmişti. Özellikle İngiltere'de bulunan ve daha
çok uygulamaya yönelen tanmcılardan daha da i leri gidiyorlar­
dı. OkuHanna jizyokrasi adı veriliyordu; çünkü "beden"in, "do­
ğa"nın egemenliğine, bir başka deyişle Colberçtilik tarafından
affedilmez bir şekilde ihmal edilen, üretimi ve vergileriyle hü­
kümdarlığa ve saraya ilişkin bütün sistemi ilk kez olası kılan tarı­
ma geri dönmek istiyorlardı. Fizyokratlar, İngiltere ve Fransa'­
daki tanıncıların ardıllan olarak soyluları, sermayelerini tarıma
aktannaları ve devlet için ekonomik imtiyazlann, gümrük bedel­
lerinin kaldırılmasına, bir başka deyişle üretimin ve ticaretin tü­
müyle serbest bırakılınasına dayanan ekonomik bir sistem yarat­
maları için yeniden topraklanıun işlenmesine çağınyorlardı. Ku­
ram, korkulacak kadar yeniydi ve bir sistem olarak bu kuramın
anlaşılması kolay değildi. Kısa bir süre sonra fizyokratlar, bir
mezhep olduklan yolunda kötü bir ün kazanana, soylular ve ruh­
han sııufı için vergiden muafiyetİn kaldırılması talepleriyle eski
monarşinin o zamanki siyasal ve ekonomik sistemini kökten teh­
likeye soktuklan anlaşıldığı için sonunda Fransa'da yayımları ya­
saklanana değin, muhalifleriyle yayım yoluyla şiddetli bir kavga­
ya tutuşmuşlardı.
Fizyokratlar köy! ü - muhafa zakar- birlikçi ya da derebey­
lik - ataerkil köylü düiiyasına yeni, aydınlanmacı tasarımlar sok­
muşlardı. M atematiksel - demografik, akılcı, hesaplanabilir yön­
temlerle çalışıyorlardı. Kurarnları kazanca yönelikti ve bugün
neredeyse ekolojik gibi gelen bilgilerle birleşmiş olmakla birlik­
te bireysel bir mülkiyet düşüncesini savunuyorlardı. Örneğin işle­
nebilir toprağın anlamsızca savurganlığına karşı yeni routes roya-
Ekonomi, İş Alılakı, Ekonomi Özgiifliigü 185

/es, yani kraliyel yolları sistemiyle muhalefet ediyorlardı. 18.


yüzyılın otuzlu yıllanndan bu yana " Fransa'da birkaç bin kilomet­
re uzunluğunda oldukça muazzam bir yol yapımı programı tasar­
lanmış ve eliili yıllardan başlayarak bu program gerçekleştiril­
mişti. Yeni routes royales, Paris'i tüm önemli eyaJet ve liman
kentlerine bağlamalı, yolculuk süresini yarı yarıya kısaltmalı ve
her mevsimde, yağmurda ve karda bile trafiğe elverişli olmalıy­
dı. Şoscler, taşraıu n içinden geçerek dümdüz uzıuyordu ve yakla­
şık olarak 20 metre, hatta yanlarında bulunan hendek ve bulvar­
larla birlikte 27 metre genişliğindeydi. İyi bir altyapıyla donatıl­
mış ve balast döşenmiş araç yoluna ve kenarlarına yan yana ra­
hatlıkla altı fayton ya da atlı yük arabası sığabiliyordu - otohan­
lar avant iı lettre'di ve Fransa'da geç dönemlerde otohanlar yapı­
lana değin, şoseler iki yüz yıl boyunca onların görevini en iyi şe­
kilde görmüşlerdi". ı 9 Fizyokratik muhalefet, onlara yakınlığıyla
tanınan Bakan Turgol' nun programı kesip yol genişliğini farklı­
laştınnasına kadar başanlı olmuştu.
Ekonomik yönden her alanda önde gelen Büyük Britanya' da,
bundan biraz daha sonra aynı şekilde fizyokratlannkine benzer
ekonomik bir kurarn gelişmişti. Bu, Adam Smith'in bugüne de­
ğin ününü koruyan Ulus/ann Zenginliği kitabıyla gerçekleşmişti.
Fizyokratlar gibi o da tekellerin ve imtiyaziann o zamanki siste­
mini geniş kapsamlı bir eleştiriye tabi tutuyor ve gelecek için çö­
züm olarak serbest ticaret savını ortaya atıyordu:

Bü tün u luslar arasındaki rekabet, böyle gümrüksüz bir ticaretle ne


yeni pazarda ne de yeni kazanç dalında kazanç payının ola�an dü­
zeyini n üstü n e çıkmamasını sa�layacaktır. Yeni pazar, kendi gerek­
sinimi ya da kendi arzı için var olan piyasanın elinde bir şey almak­
sızın yeni bir mal yaratacaktır ve bu yeni ürün de yeni sanayin in iş­
. . . 20
letmesi için yeni sermaye oluşturacaktır

Doğal hukuk yaniılannın özgürlük düşüncesinin ekonomiyle de


ilgisinin kurulması doğaldı. Dünya çapındaki yeni ekonomi ku­
ramcıları, doğal hukuk yanlıları gibi düşünüyor ve dünyayı, ken-
186 Ütopya ve Refonıı

di kendini düzenieyecek uçsuz bucaksız pazarda bir bütün ola­


rak görüyorlardı. O zamanki sistem hareketsizdi, bir merkanti­
list devletten diğerine anlaşma yapmaya neden oluyordu; savaşa
ve karşılıklı yıkıma yol açıyordu. Bunun yerine geleceğe yönelik
bir şeyin getirilmesi gerekiyordu. Bu da 18. yüzyılın kurduğu bü­
yük ütopyalardan biriydi.
Tıpkı doğal hukuk yanlılarını n, devlet kavramıyla uğraşan fi­
lozolların kitapları gibi ekonomistlerin kitapları da seçkinler ta­
rafından büyük bir istekle uğraşan kurarncıların ve ekonomistie­
rin öğretilerini o zamanki sistem içinde uygulama için yararlı kıl­
maya çalışıyorlardı. Danışmanlığını aydınlanmacı bakanların
yaptığı ülkenin modern zihniyetli babası olarak " iyi kral", mut­
lak despotun yerini almalıydı. Zeka ve dikkatle ülkelerinin du­
rumlarını iyileştirmeyc çalışan bu akıllı bakanların sayısı azımsa­
namayacak kadar çoktu. Örneğin Avusturya' da bir Kaunitz, M i­
lano'da bir Firmian, Tascana'da bir Rosenberg Orsini, İspan­
ya'da Enseiiada, Aranda ve Campomanes, Hannaver'de Münch­
hausen, Fransa'da d'Argenson, d'Aguesseau, şansı az da olsa
Turgot ve Danimarka'da da şansı Turgot'dan daha da az yaver
giden Struensee vardı. Bu bakanlar için yönetimin modernleşti­
rilmesi, imtiyaziann ve eşitsizliğin kaldırılması, paranın daha
adil bir şekilde dağıtılması söz konusuydu.
7. Doğa Bilimleri - Tıp - Teknik

Söz konusu olan ister Tann ' run yeryüzündeki akla uygun impara­
torluğu olsun, ister yurttaş hakianna dayanan monarşi ya da ser­
best üretim ve serbest ticaretle ekonomi düzeni olsun, ı8. yüzyıl­
da din, siyaset ve ekonomi alanlannda gelişen düşüncelerin hep­
si ütopik bir karakter taşıyordu. Doğa bilimleri ve teknik daha
az ütopik bir etki gösteriyordu; çünkü ı7. yüzyılla birlikte birbiri­
ni izleyen "keşifler", çağdaşlan taraf ında n çoğu kez anlaşılmasa
da, gerçeklikti. Gerçekte - ütopya - yani kurgu, doğabilimleri
ve tekniğe de yabancı değildi; o olmaksızın ona uygun keşiller
yapılamazdı ve - göreceğimiz gibi - hala bazı ütopyalar, yüzyı­
lın araçlanyla çözülemeyen sorunlar kalmıştı.
Doğa bilimleri, matematik ve teknik, halk arasındaki yerini
uzun zaman önce almıştı. Matematik ve fizik Eski Çağ'dan Or­
taçağ'a aktanlan ve üniversite kürsülerinde okutulan yedi eski
özgür sanatın arasındaydı; gerçekteyse daha çok kıyıda kalmış­
lardı ve uzun bir süredir ilahiyalın hizmetindeydiler. Çeşitli et­
kenler, her şeyden önce de gittikçe önem kazanan gemiciliğin
gerekleri ıs. ve ı6. yüzyılda büyümeye neden olmuştu. ilahiyat­
ta katı biçimciliğin sistemleri ı 7. yüzyılda birçok bakımdan tutu­
cu ve dizginleyici bir etki gösterirken, birçok eğlencesi ve yan
uğraşı olan bu bilim, sessizce ilerlemeye devam ediyordu.
ı8. yüzyılda ilerlemeye devam ediliyordu. Zürichli doktor ve
doğabilimci Johann Jakob Scheuchzer, bu oluşu ı 72l'de dikkate
değer bir şekilde yazıya dökmüştür. Scheuchzer (ı672 - ı 733),
birçok bakımdan bu çağın tipik bir doğabilimcisidir. Bir kere or­
ta tabakadan, !onca özelliği taşıyan Zürichli belediye meclisi
üyeleri soyundan olan iyi bir aileden gelmekteydi. Babası da
doktordu. Tıp eğitimini Utrecht'te, yani sadece doğabiliminde
değil, ayru zamanda düşün alarunda da açıklığıyla tamnan Fle­
menk Cumhuriyeti'nde tamamlamıştı. Kendi cumhuriyetinde
188 Ütopya ve Refonıı

devlet doktoru makamııu ve sonraları buna ek olarak yükseko­


kul profesörlüğünü işgal ediyordu. Yaşamı boyunca memleketi
olan küçük Zürich kentinde çalışmıştı. Burada ı697'den sonra
ı 709'a kadar varlığını sürdüren ve küçük bir cumhuriyetçi bilgili­
ler akademisi olan ayaklı doğabilimleri kütüphanesi Hayırsever­
ler Topluluğu'nu hayata geçirmişti. Ama aynı zamanda uluslara­
rası bilgililer cumhuriyetine de dahildi; Alman A cademia natu­
rae curiosonım, Londra Royal Society ve St. Petersbmg Akademi­
si üyesiydi. Yüksek dağlara ilişkin araştırmalar, Alp Dağlan je­
olojisi Scheuchzer' le birlikte bilimsel alana girmişti.
ı 72ı'de Zürich'te Jobi Physica Sacra oder Hiobs Naturwis­
sensclıaft vergliclıen mit der heutigen2 ı adında çift başlıklı kalın
bir kitap yayınlamıştı. Tipik bir yapıt. Temeli i lahiyat dünyasın­
da yatan bu yapıt, İncil'in gerçekliğini doğabilim keşifleriyle
bağdaştırmaya çalışıyordu.
Scheuchzer, doğabilimlerinin ilerlemesinden söz etmek için
Eyub Kitabı' nı n 28. babının üçüncü fıkrasına yer vermektedir.
Fıkra şöyledir: "Tenebris posuit (Deus) terminuro et ad omnem
perfectionem ipse scrutatur lapidem in caligine et denissima ub­
ra abditum" - (İnsan karanlığa nihayet veriyor ve koyu karanlı­
ğın ve ölüm gölgesinin taşlanru son sırura kadar araştınyor).
Scheuchzer buraya Tann 'yı yerleştirmektedir - yanlışlıkla
anlamına uygun olarak. Bununla birlikte bugünkü anlayışa göre
burada karanlığa nihayet verenin insan olduğu düşünülmektedir
- ki bu, aydınlanmacı düşüneeye daha çok uymaktadır.
Scheuchzer için söz konusu olan, başka bir yerde de söyledi­
ği gibi Tann'yı doğada fark edebilmek'tir. Böylece o zamanki ay­
dınlanmacı - katı biçimci ilahiyata önemli bir kamt belgesi gös­
termiş olmaktadır.
Eyub Kitabı'nın bu 28. babı, yeryüzünün derinliklerine giz­
lenmiş zenginiikierin araştıniması ve yararlı duruma getirilme­
siyle ilgili olarak Tanrı'nın ve insanın bilgeliğinden söz etmekte­
dir.
Scheuchzer ilk olarak daha eski tefsirleri tartışmaktadır. Bu­
nu yaparken diğerleri arasında karanlığın burada hiçlik anlamı-
Doğa Bilimleri - Tıp - Teknik 189

na geldiği yolundaki düşünceyi yadsımakta ve şöyle devam et­


mektedir: " . . . Eyub'un, Tann'nın her şeye kadir lütfuna göre ara
sıra şu ya da bu Saeculis'in insan toplumunun özel yaran için ka­
ranlıktan aydınlığa çıkanldığı çeşitli yeni buluşları belirttiği dü­
şüncesi daha çok hoşuma gidiyor."
"İnsan toplumunun yaran"yla çoğu kez ruhsal, düşünsel ve sa­
natsal hususlar pahasına gitgide yarar sağlayanın tek başına
önem kazandığı yeni tef sirin ortaya çıkacağı belliydi. Scheuch­
zer bundan sonra karanlığın sonuna gelindiği, daha iyi bir düze­
nin başlayacağı yolundaki tipik aydınlanmacı düşünceyi savun­
muştur: "Bu tefsir ne zaman gerçek olursa ve karanlığın sonu ne
zaman belirli bir yüzyıla denk düşerse, o zaman yeni buluşlarda
hiçbir yüzyılın, kısa bir süre önce geçip giden ve daha önceki on
yedi yüzyılın hepsinden daha fazla buluş yapılan XVI I. yüzyıldan
daha verimli olmadığını söyleyebiliriz."
Bunu 17. yüzyılın büyük fılozofu karşısında saygıyla eğilme
izlemektedir:

Yeni felsefesiyle Cartesius•, daha önce kimsenin yapmadı�ı n eyi


yaptı; çıkarıldı�ı tahtında kailp kalmaması, en azından kapı şimdi
hala egemen olan ve sadece do�abilimlerinin de�il, aynı zamanda
ecz:acılı�ın ve kısmen ah lak ö�retisinin de coşku nun temel bilgisine
ba�lı oldu�u ölçüde m i Plıiliosoplıia Matlıenıatica'yı açmaktadır?

Scheuchzer, Descartes'ın modern düşünme biçimi için oynadığı


kesin rolü takdir etmektedir. Descartes, ilkesel bir kuşkudan yo­
la çıkarak matematiksel düşünme biçiminde tek doğru yöntem
savım ortaya atmıştı. O zamandan bu yana bu matematiksel - ­
mantıksal düşünme biçimi, daha önceden düşünülmeyen doğabi­
limsel keşiflere olanak sağlamıştı.
İnsanın özü, mantıklı bir öz olarak kabul edilmişti. Sonraları
karşı görüşler ortaya çıkacaktı; ancak Scheuchzer'in zamanında
mekanik dünya anlayışıyla, bir başka deyişle Tanrı tarafından

• Cartesius: Desartes'ın Latince adı (ç.n.).


1 90 Ütopya ve Refomı

düzenlenmiş durağan yasalara göre seyreden saate benzer bir


dünya a nlayışıyla hala phi/osophia mathematica egemendi.
Bundan böyle insan vücudu bir " makine" olarak görülüyordu.
Montesquieu şöyle demektedir: "Makinem öyle başarılı tasarlan­
mış ki, acıya yol açmaksızın bana yeteri kadar eğlence verebi­
len tüm şeylerden yeterince güçlü bir şekilde etkilenebiliyo­
rum.'' 22
Gerçekten de insan vücudu şimdi tıbbi yönden çok daha ke­
sin bir biçimde çözümlenebiliyordu. Scheuchzer bir doktor ola­
rak ilk önce ı 7. yüzyılın tıbbi keşifleriyle ilgilenmektedir:

Tıpta G u ilelmus (Elmus) H a rv eus'un ( Harvey) aydın lattı�ı soy do­


laşunı... konusunda yeni keşillerimiz oldu ... Anat omide sayısız yeni
şey keşfedildi: Yeni ductus saliva/es ya da tükürük bezi boşaltunla­
rı, Willius'un ( Willis) ... en ince bezeikierin ya da daman.ıkların . . .
beynin, . . . kula�ın . . . kalbin biçimsel özellikleri. Özetle insan bedeni­
nin tüm anatomisi, yepyeni bir g örünüm kazanmıştır.

ıs. yüzyıl, tıbbı daha da ileri götürmüş ve bilimler arasında 20.


yüzyılda alacağı olağanüstü konumunun kapılannı açmıştı. Yeni
keşifler çok kısa bir süre sonra tıbbi uygulamayı değiştirmişti.
Fakültelerin yanı sıra uygulamalı tıp için yavaş yavaş yeni okul­
lar açılmaya başlanmıştı: Örneğin, ı 724'te Berlin'de Co//egiunı
Medico - Clıinırgicımı, ı 795'te yine Berlin'de askeri doktorlar
için Pepiniere.
Konusu insan olan tıp uygulamaya koyulurken, veterinerlik
de bilimdeki yerini alıyordu. 1762'de Paris'te Eco/e vetbinaire,
1 790'da da Berlin'de Veterinerlik Okulu açılmıştı. Bu da tarım
için önemli olacak refonnun bir parçasıydı.
Scheuchzer bundan sonra matematiğin ve rnekaniğİn büyük
alanına girmektedir. Newton ve Leibniz' i n yaptıkları St. Peters­
burg, Berlin ve Basel'de devam etmek üzere Hollanda'da ders
vermeye başlayan ve üç kuşakta önde gelen sekiz matematikçi
ve fizikçi yetiştiren Haselli eşsiz matematikçiler hanedam Berno­
ullis tarafından geliştirilmeye devam edecekti. ı9. yüzyılda dör­
düncü kuşak tekniğe geçmişti:
Doğa Bilimleri - Tıp - Teknik 1 91

Tüm dü nya, matematiksel ve m ekanik yeni b u luşlarla doludur. E n


yüksek noktaya ulaşan cebriyle b i r Cartesium'u ( D escartes) bir Le­
ibnitum'u (Lcibniz) yeni C urvis'iyle ve bunun özellikleriyle Berno­
u Uios'su (Bcrnou llis) yeni telescopiis'le ( t eleskoplar) Kopern ikçi ö�­
retinin başa rılı restoratörü GaWcum de Galilcis'i ( G alilco Galilei)
Roma ruhban sınıfı tarafından kovuşturulan bu ola�anüstü adamı
sah neye ça�ırabilirdim.

Şimdi Scheuchzer, Galileo Galilei'ye ve bununla birlikte de ye­


ni bilimlerin eleştirel noktasına ulaşmaktadır. Onun Roma ruh­
han sınıfı tarafından kovuşturulmasına dair notla Scheuchzer, o
zamanlar hala güncel olan Kopernikçi öğreti tartışmasına değin­
miş olmaktadır.
Kitabı Mukaddes' in Yeşua Kitabı'nda 10. babın 13. fıkrası
şöyledir: Seçilmiş halk İsrailoğulları'nın Amoritlere karşı Tan­
rı' nın buyruğu üzerine zafer kazanmaları için "ve güneş göklerin
ortasında durdu ve tam bir gün batmakta acele etmedi."
Dünyanın güneşin çevresinde döndüğü görüşü kabul edildi­
ğinde, tck başına aziz ilan eden kiliseleri ve Tanrı tarafından gö­
revlendirilmiş üst düzey din görevlileriyle bu dünya artık evrenin
merkezi olmaktan çıkmıştı. Böylece şeylerin göreceliğine izin
verilmiş oluyordu. Ancak Kopernik 16. yüzyılın daha serbest za­
manlarında gözlemler ve hesaplar yaparak - doğa ve matematik­
le öğretimin birleştirilmesi - yeni günmerkezliliği öğretisini ge­
liştirmişti. Galilei bunu daha sağlam bir tcmele dayandırmış ve
bundan ötürü kilise tarafından susmaya mahkum edilmişti. An­
cak sadece Latin Kilisesi değil, aynı zamanda tüm diğer kilise­
ler de eski öğretide diretiyorlardı .
Job yapıtı yüzünden Zürich sansür kurulu tarafından Scheuch­
zer'e de Kopernikçi öğretiyle ilgili tüm yerleri çıkarması emre­
dilmişti. Scheuchzer bu göreve alaycılıkla katlanmış, ruhhan ol­
mayanların anlayabileceği kısımları çıkarmıştı - ama burada
alıntılananlar kalmıştı: Zürichli sansürcüler bunu fark etmemiş
gibi görünüyorlardı. Bu sansür, eski katı biçimciliğe ilişkin karşı
1 92 Ütopya ve Refonn

koyuşun son göstergelerinden biriydi. Protestan kiliseleri o za­


man bile, eski ilahiyalın akılcı katı biçimcilikten ve /atitudina­
"iznı'den ayrıldığı yerde, açık gözüküyorlardı. Bilindiği üzere La­
ı ir. Kilisesi, yüzyıl ortalarından kısa bir süre sonra bunu izlemiş­
lİ.
Scheuchzer, Galilei'yi burada özellikle teleskoplanndan ötü­
rü anrnıştı. Onun tarafııu tutuyordu:

Jüpiter ve Satürn'ün çevresindeki yeni gezegenleriyle Cassinum


( Cassü) v e Hugenium ( H uygnes) ... micrascopialibus ve büyüteçle­
riyle Leuwenhoek . . . m ercekleriyle Tschirnhousen, tlı emwmetıis ' iyle
G u erike ve di�crleri, Toricellium (Toricelli) barometrisiyle Pas­
cal . . . n avigiis subaquaeis ya da su altında giden gemileriyle Drebbe­
lium ( D r ebbelius) . . .

Böylece Scheuchzer tekniğin dünyasına geçmiştir. Fakat uygula­


ma, kısmen daha bir süre gecikecekti. 1 7 . ve 1 8. yüzyıl hala ke­
şiflerle oynuyordu - örneğin elektrikle, kimyasal deneylede.
Denizaltı olarak teknik yönden ancak 20. yüzyılın başında olası
olan navigiis sıtbaqıtaeis'i yle Drebbelius iyi bir örnektir. Benzeri
bir şey hava gemileri için söylenebilir.
İlk sıcak hava balonları, gerçekte 18. yüzyılın sonlarında ha­
valanrnıştı. Goethe o zamanlar şöyle demektedir: " Balonun keşfı­
ni görenler dünya hareketinin doğmasırun, katılımın Zeplincile­
rc eşlik etmesinin, özlernin bu binlerce ruhtan taşmasırun. . . ta­
nıklığını edeceklerdir, her. . . başarılı deneme gazeteleri ne taze
ve ayrıntılı haberlerle dolduruyordu. . . "23 Uçaklarsa daha bir yüz­
yıl beklemek zorundaydılar.
Scheuchzer, teknik hareketin yeni olanaklarını doğru bir bi­
çimde görmekte ve büyük kanal yapılarıyla devam etmektedir:

Daha önce hiç işitilmemiş girişimleriyle büyük prensler ve krallar,


Akdcniz'i . . . okyanusa ba�layan Fransa Kralı XIV. Louis, Oder ve
Spree'yi ba�layan Brandenburg elektör prensi Friedrich Wilh elm,
Alman Denizi'ni Baltık D e nizi'ne ba�lamayı düşü nen bir Holstein
Dükü, Hazar Denizi'ni Pontus E uxinus'a ( K a radeniz) ve ayrıca Be-
Ooğa Bilimleri - Tıp - Teknik 1 93

yaz Deniz'i Baltık Denizi'ne ba�lama girişimiyle Rus Çarı Petro


Aleksiyeviç sahnede görü n m eyi hak ediyor.

O zamanlar Avrupa, özel likle de Fransa taşımacılık için büyük


kolaylık sağlayan bir kanallar ağı tarafından baştan başa dolaşılı­
yordu. Bunu daha iyi yollar izliyordu. Bu, olası bir durumdu; çün­
kü mühendislik gittikçe gelişiyor ve buna uygun okullar kurulu­
yordu.
Son olarak Scheuchzer bir kez daha resmi bir görevi olma­
yan sivil kimseler olan mucitlere dönmektedir:

İ ktidar sahibi hükümda rlardan bir kez daha resmi bir görevi olma­
yan sivil kimselere geliyor u m ve Seeher'in v e Drebbelius 'un
pelpe­
Illi m obilis ini Guerike'nin ve Boyle'un amliae pneumaticae ya d a
' ,

hava pompasmı, Huygens'in saatlerdeki pendulomm ' u n u , Pa pin'in


kemiklerin püre ya da pelte d u r u m u n a gelinceye de�in pişirilebildi­
�i aygıtını ( özütleme tenceresini) ... düşünüyorum.

Scheuchzer burada hemen, yüzyıl için büyük önem taşıyan iki bu­
luşu anmaktadır. O zaman bile bir hayli özenli mekaniğiyle, za­
manı tam olarak bölme ve böylece ondan gittikçe daha iyi yarar­
lanabilme olanağıyla saatler, yüzyılın asıl simgeleri olma duru­
muna yükseltile bilir; gerçekte bundan böyle eski dünyanın zama­
na bağlı olmayan rahatlığına veda edilmesi gerekiyordu. Özütic­
me tenceresi, sonunda 18. yüzyılda tekniği baştan aşağı değişti­
recek olan buhar makinesinin icat edilmesi sonucuna götürmüş­
tü. Buhar makinesi Lwıar Society nin teknisyen ekibi tarafından
'

altmışlı yıllarda Birmingham'da geliştirilmişti.


Scheuchzer, teknik buluşlar sıralamasını şu sözlerle bitirmek­
tedir: " Özetle Transctionibıts A nglicanis' de, Mbnoires de 1 'Aca­
dbnie Royale de, Alman Eplıemeridibıts'ta, Berlin Misce/­
'

/anaeis' te vb. . . rastlanan tüm yeni buluşları anlatmak istesey­


dim, zaman bana bile çok uzun gelirdi.
Böylece Scheuchzer, büyük bilimsel akademilerin oynadığı
role işaret etmektedir. Birer birer sayarken söz konusu olan şey
194 Ütopya ve Refonıı

Royal Society' nin, A cadbnie des sciences'ın Alman A cademia


Naturae Curiosonmı un ve Berlin Akademisi'nin yayım sırasıdır.
'

Sonraları kamu yararına çalışan - zanaat ve tarım - ekonomi top­


lulukları, bilimsel ve teknik buluşların propagandası, ilerietiime­
si ve kullanımı için çaba harcamaya başlamışlardı. Scheuchzer
tarafından alıntılanan resmi görevi olmayan sivil kimselerin - ço­
ğu kez doğabilimi koleksiyonu ve meteorolojik gözle mleriyle pa­
pazlar ve yaratıcı zanaatkarların - yardım ve teşvik bulabilecek­
leri cemiyetler.
Genellikle kuşkucu olan Voltaire, şaşılası bir iyimserlikle
XV. Louis Yüzyılı' nda, yani 1720 - 1750 yılları arasında insan
Zilıninin ilerlemesi hakkında şöyle yazmaktadır: "Akademiler,
genç insanları okumaya alıştırarak ve yeteneklerini ödül dağıtı­
mıyla teşvik ederek çok şey başarmıştır. Sağlıklı bir fizik, iki kor­
kunç savaşın devlette açtığı yaral arı çoktan sarmaya başlayan ge­
rekli sınai teknikleri geliştirmiştir." Tekstil ürünleri yeni yöntem­
ler sayesinde daha ucuza üretilebilmektcdir. Tarım, bilimsel
araştırmalarla iyileştirilmiş "ve aydınlanmacı bir bakan, çok
uzun süredir yasak olan tahıl i hracatının serbesl bırakılmasına
olanak sağlamıştır. . "24
.
8. Eğitim - Okul - Hal k Aydı nl anması

Sonradan teknik gelişime doğru geriye bakıldığında, akıllan şu­


na benzer bir soru kurcalamaktaydı: Hangisi önce geldi, modern
pulluk mu yoksa ilköğretim okuma kitabı mı?
Bu soru net bir şekilde yanıtlanamaz; ancak okuma kitabı­
nın, eğitim aracı olarak okul kitabının özellikle taşra tabakala­
rında oynadığı rol, ne olursa olsun azımsanmamalıdır. Belirli bir
okuma yetisi ve belirli bir öğretim sadece öğretİrnde değil, aynı
zamanda felsefi ve siyasal eğitimin de başlangıcında yatmakta­
dır. İster öteden beri olagelen değerleri aktarmak için olsun, is­
ter yeni bir çığır açmak için, eğitim önemlidir.
Aydınlanma, Reform'un ve Karşı Reform'un mirasına kon­
malıydı. Protestanlar her yerde papazlar zümresinin eğitimine
özel bir önem veriyor, ancak eğitimin daha geniş bir şekilde ele
alınması gerektiğini biliyorlardı; çünkü tüm halkın yeni inanca
göre eğitilmesi gerekiyordu. Ve bu da, bütün çocuklann genel
eğitim ve öğretimi anlamına gel iyordu. Kilise dersleri ilk olarak
doğru inanç ve doğru iş hakkında, İncil'den aktanlan tasan dün­
yasının ilahiyatta titiz biçimde toplanması hakkında bilgi veren,
herkesin anlayabileceği şekilde yazılmış soru - yanıt kitapçığı
(kateşizm) olan Hristiyanlığın temellerini öğreten ders kitabına
dayanarak yapılıyordu. Hristiyanlığın temellerini öğreten ders ki­
tabı aracılığıyla okuma, ezberleme, ezberden okuma öğreniliyor­
du. Öncede belirlenmiş yanıt - soru oyunuyla alıştırma yapılıyor,
doğru ve yanlış davranışlar hakkında talimat alınıyor, temel ila­
hiyat kavramları öğreniliyor, Avrupa'nı n oluşumunun lernciini
atan çok eski bir yüksek kültür olan İsrail halkının dünyası hak­
kında temel bilgilerle tanışılıyordu. Tüm bunlar yoğun bir İ ncil
okumasıyla pekiştiriliyordu.
Katoliklerin ders kitabı da benzer bir etki elde edebiliyordu;
bununla birlikte burada İncil okuması geniş ölçüde ortadan kalk-
196 Ütopya ve Rejo1m

mıştı ve Barok'un yoğunlaştınlmış kültür duygulara ve düşünüş


tarzına el koymuştu. Burada Hristiyan dünyasının büyüklüğü gö­
rülüyordu. Bilme ve okuma daha çok yüksek tabakanın ve din
adamlannın, özellikle de yüksek düzeyli dersleri okutma tekeliy­
le Cizvitlerin işiydi.
Ne olursa olsun, Aydınlanma, mümkün olan her yerde re­
formcu yaratımn üzerine birşeyler kuruyordu. Gerçi yine de bir
vurgu değişikliği gerekliydi. Locke, On Edııcation' ı (Eğitim
Üzerine) yazdığında, özgür insanlar yetiştirmek, bireyleri ve
yurttaşları eğitmek istiyordu. Bundan böyle pedagojİk yayımla­
rın ardı arkası kesilmez olmuştu. Rousseau çocuğu, le petit lıom­
me' u (küçük insan) merkez alıp Emi/e olarak eğitmek isterken,
yeni bir vurgu koymuş oluyordu. Pestalozzi öğrenilebilir teknikle­
ri düzenleme yerine insanlığın eğitimi isteminde bulunurken, bu
yönde ilerlemeye devam ediyordu.
Okulların reformu, Aydınlanma'nın ana ödevi durumuna gel­
mişti. Çünkü taşiaşmış ve dar olarak görülen bir okul sistemiyle
karşılaşılmıştı. Her alanda eski olanın değiştirilmesine dayanıl­
mıştı; ancak çoğu kez öğretmenlerden gelen bir karşı koymayla
karşılaşılıyordu. Örneğin Basel Ü niversitesi'nde büyük matema­
tikçi Jakob Bemouilli'den çıkan reform önerilerine Limites qııos
posııere Veteres 11011 moveto25 (eskilerin koyduğu sınırlar değişti­
rilemez) ilkesel anlatımıyla karşı koyuluyordu.
Bu, 169l'de söylenmişti. Bununla birlikte bir üniversite gele­
cekte yerini korumak istiyorsa, e n azından olabilecek e n küçük
değişikliklere katlanmalıydı. M ümkün olduğunca geliştirilmiş es­
ki matematik ve fizik disiplinlerinin yanı sıra hayvan, insan ve
bitkileri ama aynı zamanda yerbilim olarak yerkabuğunu oluştu­
ran cansız taşları da gözlemleyen doğa bilgisi ortaya çıkmıştı.
Coğrafya, üzerinde yaşanan ve keşiflerin birbirini izlediği bu ola­
ğanüstü yeryüzüne ilişkin bilgi veriyordu. Ama aynı zamanda ta­
rih bilgisi de -vaktiyle hükümdarların övgüsüne mazhar olan
sözbilimin bir parçası - şimdi yüzyıl içinde, yaptıkları ve yapa­
madıklarıyla insanın bilimi olarak, hiç değilse daha iyi bir gele­
ceği ilerleme olarak anlaşılıyordu. Şimdiye değin egemen olan
Eğitim - Okul - Halk Aydmlanması 1 97

Antik Çağ'ın yanı sıra daha yeni tarih ve a nayurt tarihi - Histo­
na Patriae - ortaya çıkmıştı. Doğal hukuk, hukuk fakültelerinde
kendi yolunu açıyor ve Aristoteteles etiğinin yerini alıyordu.
Bunun dışında üniversitelerde, her gün �e kadar bazı yerler­
de anadille ders verilse de, Latince egemendi. Üniversiteye gi­
den yol, on yaşlan dolaylarında başlanan ve derslerin Latince
olarak okutulduğu okullardan geçiyordu. Ders dili olarak ulusal
dilin ve yabancı dillere mesafenin ortaya çıkması, ancak 19. yüz­
yılla birlikte gelmişti. Bunun dışında üniversite ve liseler eski ya­
pılara sıkı sıkıya bağlı kalmışlardı: Önerilen ders kitapları, ders
biçimi olarak konferans türü, sınav yöntemi olarak bilimsel tar­
tışma. En geniş anlamıyla yazın üzerine sohbet, gerçekte genel­
likle profesörlerin egemen olduğu sa/on' ların, bilimsel cemiyet­
lerin ve okuma topluluklarının işiydi.
Ancak üniversiteler geleneksel üç akademik mesleğe hazırlı­
yor, eğitimli ilahiyatçılar, hukukçular ve az bir uygulama ilişki­
siyle hekimler yetişiyordu. Fakat uygulama, yüzyıl sonlarına doğ­
ru tıp fakültelerinde önemli değişikliklere yol açacaktı. O zama­
na kadar Doctor Medicinae, hastalığa teşhis koyan ve onu bilim­
sel olarak çözümleyen uzmandı. Doktorluğun a raç- gereç kul­
lanmayı gerektiren kısmı, doktorların yamağı olarak hiçbir aka­
demik eğitime sahip olmayan cerrahiann işiydi. Tıp bilimindeki
ilerlemeler, ya bizzat üniversitelerde ya da tıbbi - cerrahi toplu­
luklarda yeni yönelimlere zorluyordu. Modem doktorun yolu
açılmıştı.
Ancak şimdi toplum ve devletinin, titiz bir eğitim ve öğretim­
le başka mesleklere acilen gereksinimi vardı. Her şeyden önce
mühendislerin yetiştirilmesi gerekiyordu; çünkü teknik ilerime
her yerde kendini hissettiriyordu. Doğramacılar, inşaat ustaları,
köprücüler, mimarlar uzun zamandır vardı. Ancak şimdi mate­
matiksel - geometrik yollarla bunların sistematik eğitim ve öğre­
time başlanmıştı. Öncelikle Fransa mühendislik okuları geliştir­
mişti: 1 718'de Eco/e des lngenieıus, 1 747'de Eco/e des Ponts et
Clıaıtsees, 1765'te Eco/e du Genie marin, 1778'de Eco/e des Mi­
nes; tümü de Paris'teydi ve güçlü bir şekilde askeri çıkarlar için
1 98 Ütopya ve Refomz

düşünülmüştü. Matematik, topçu sınıfı için kesin bir rol oynuyor­


du.
Almanya'da ilk önce madencilik akademileri açılmıştı:
1 770'te Berlin'de 1775'te Clausthal - Zellerfeld'de, 1776'da
Saksonya'da Freiberg'de. Mühendislerin mesleği doğum halinde
bulunuyordu; 19. yüzyılda teknik meslek yüksekokullarıyla kesin
olarak kendini gösterecekti.
Henüz 18. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak zanaat okul­
larının, sanayi okullarının, matematik- doğabilimleri liselerinin
ve teknik öğretim kurumlarının habercisi olan "sanat okulları",
d ab.. geniş bir zanaat - teknik eğitiminin gerçekleşmesi için ça­
ba ;�!steriyorlardı.
Buna koşut olarak muhasebe ve özellikle de önemli yabancı
dil dersleriyle uygulamaya yöne lik " ticaret okulları" aracılığıyla
ticari, çoğalan memurlar için " maliye okulları" hukuksal - ulusal
ekonomi karakterinde hizmet veriyordu. XIV. Louis, geleceğin
subayları ve memurları için askeri okulları hayata geçirmişti. Ay­
dınlanma' nın bazı prensleri - sadece Ho/ı e Karlssclıııle 'siyle
Württemberg Dükü Karl Eugen değil - devlet görevlilerinin da­
ha iyi eğitilmesini sağlıyorlardı .
Ancak Aydınlanma burada mı kalacaktı? Meslek eğitimi el­
bette gerekliydi ve arzulanan bir şeydi - ama sadece teknikler
ve akılcı bilginin karşısında insanları ihmal etme tehlikesi orta­
ya çıkmıyor muydu? Burada Basedow' un Dessau'da, Martin
Planla ve Ulysses von Salis'in Graubünden' de gerçekleştirmeye
çalıştığı bütünsel bir eğitimin ilk denemeleri olan insansever
akım kendini gösteriyordu.
Ancak böyle bir şey sadece belirli seçkinleri etkiliyordu:
Kentsel koşullardan gele yüksek tabaka ve en iyi durumda da or­
ta tabaka çocuklarını. Bu yeterli miydi'? İster genel bir insanca
fikirden olsun, ister akılcı devlet politikası düşünüşünden müm­
kün olan herkesin yeni ışığa katılmasını sağlamak, yeni hareke­
tin özünde yatıyordu. Henüz yüzyıl başında basit gündelik sorun­
ların, tıpkı felsefenin büyük sorunl an gibi incelenmeye değer
olup olmadığı sorusu akıl ları kurcalıyordu: "İyi ve akıllıca ev ida-
Eğitim - Okul - Halk Aydınlanması 1 99

re etme sanatı, herkese değersiz ve üzerine ustalıklı birkaç öğre­


tici türnce yazılmaya değmezmiş gibi görünüyor."26
Eğer halk aydınlatılacaksa, bu ilk önce okuma - yazma bil­
mezlikle mücadele yoluyla ve daha iyi, daha geniş kapsamlı ve
olabildiğince kolay anlaşılır bir okul eğitimiyle olmalıydı. Bu da
alt tabaka için özel okulların, yeni fabrika okullarının ve yoksul­
lar için okulların kurulmasıyla yapılabilirdi - tıpkı Pestalozzi' nin
İsviçre Aargau' sunda, Neuhofta ya da genç soylu Rochow' un
köylü çocukları için sınır eyaleti Rkahn'da kurduğu okullar gibi.
O zamanki kent ve taşra okulları, her çocuğa açık olacak şe­
kilde daha demokratik bir biçime sokulabilirdi. O zaman ileri
gelenlerin çocukları, pis kokulu yoksul çocuklarıyla aynı havasız
yere kapatılmaya razı olmak zorundaydılar; böylece çoğu kez
ilahiyalın işsiz adayları tarafından verilen özel dersler, herkese
açık okula yeğleniyordu. Zenginin ve yoksulun aynı okul sırasın­
da oturmasına ilişkin hayali ancak 19. yüzyıl gerçekleştirecekti
- ama devletine göre az ya da daha çok başarıyla.
Bu önlemler çocuklarla ilgiliydi. Ama sınırlı okul bilgilcrini
sıkı günlük işleriyle kısa bir süre sonra unutan yetişkinlere ne
olacaktı? Var olan kitaplar çoğunlukla daha yüksek tabakalara
göre düzenlenmişse, nasıl okunacak şey elde edeceklerdi? Her­
kesçe sevilen ansiklopediler de bu konuda pek yardımcı olmuyor­
du; çünkü bu göste rişli yapıtiara kimin kesesi elverirdi? Özellik­
le insanlığın büyük bölümünün çalıştığı tarımsal sektörde bilgi­
nin yeni bir biçimi, halka özgü şekilde bilgi veren literatür bu­
lunmalıydı. Artık tck başına söz konusu olan, ahlaklılığın emirle­
ri, ahlak alanındaki - modern bir şekilde gözden geçirilmiş olan
Hristiyanlığın temellerini öğreten ders kitaplarından da öğrenile­
cek - bilgiler değil, aksine tümüyle uygulamayla ilgili somut du­
rumların somut bir şekilde öğretilmesiydi.
Bu öğretimin mutlaka yazılı olarak yapılması gerekmiyordu.
Köy papazlarının yeni bir görevi olabilirdi - özellikle de Protes­
tan bölgelerde. Papazlar sadece devlet fermaniarım okumaktan
daha fazlasını yapabilirlerdi. Vaazları, uygulamaya yönelik ola­
bilirdi. Din adamları, halkın öğretmeni durumuna gclebilirdi.
200 Ütopya ve Refomı

Sadece öbür dünyaya ilişkin kurtuluşu değil, aynı zamanda bu


dünyaya ilişkin olanı da göz önünde bulundurmaları gerekiyor­
du; sonraları Noel'deki kuru otlar ya da Tann'yı hoşnut eden yıl­
dırımsavartar hakkındaki vaazlarla bu nedenle alay edilmiştir.
Papazlar, bu bilgileri hayırsever ve ekonomik toplulukların yazı­
larından almaktaydılar. Ayrıca bu arada hep egemen sosyal dü­
zeni tehlikeye sokma endişesi taşınıyordu. Toprak sahipleri ve
yüksek memurlar için söz konusu olan şey sadece ülke ekonomi­
sinden yüksek bir üretim elde etmekti. Öte yandan bütünüyle
eğitimsiz olan yoksulların sayısını n azalması da çıkarlar dahilin­
deydi.
Papazların aracı rolü, kısa bir süre sonra belirli bilgilerle
doğrudan doğruya köylülerin - okuyabildikleri kadarıyla - eline
ulaşması gereken kısa popüler yazılar tarafından tamamlanmış­
tı. Ancak henüz kırklı yıllarda eski görüşlerle anlaşmazlığa dü­
şülmüştü.

1749'da bazılarının duruma göre to pralı;a yayılmış lanetle lanetlen­


diklerini v e bu n edenle de çiftçililı;in iyileştirilmesiyle ilgilenmenin
boşuna olacalı;ı yolun daki önya rgıyla mücadele edilmektedir. Kim
böyle karanlık düşü ncelere sahipse, ona ilahiyatı dilı;er bilimlerden
ayıramadılı;ı söylenir, ki böylece durum razla delı;işmeyecektir. Ha­
yırsever - ekonomik toplulukların yayımlarında gü nlü k işleri kolay­
laştıran ve daha etkili bir şekil de düzenieyecek olan buna uygun
sayısız pratik ö n er i okunabilir. Do!ı;a bilimi araştırmalarına ilişkin
yeni bilgilerden tarımda nasıl yararlanılır? Tarım - h em küçük
h em büyük anlamda - nasıl iyileştirilsin ki, sonucu bütün zümrele­
rin yararına olsun ? ... Hangi yeni yem bitkileri hangi tür toprakta
kuUanılabilir? Tahıl hastalıklarıyla nasıl mücadele edilir? Salgın h ay­
van hastalıkianna karşı n e yapılabilir? Okurlara domuz yetiştirme­
n in yararları ö!ı;retilmekte, bir gübre sözlü!ı;ü topralı;ı iyileştirmektc
ona yardırncı o lmakta, hatta yoksul insanlara nasıl ucuz sıcak yatak
salı;lanabilecelı;i bile tartışılmaktadır

1756'da ahlaksal - ekonomik haftalık dergi Der Wırt ıtnd Die Wır­
tin de şu istem okunabilirdi: "Bırakın, birleşmiş güçlerle kardeş-
'
Eğitim - Okul - Halk Aydmlanması 201

lerimizin refahı için çalışalım; bırakın sıradan adamın öğretme­


nini terk etmekten utanmayalım; çünkü eğer bizim gibi eğitilse­
lerdi, onlar da bizim gibi ve hatta daha iyi olacaklardı. Dünya
bizsiz yapabilir, ama onlar olmadan yapamaz."
Pedagojİk soru - yanıt oyunuyla Hristiyanlığın temellerini öğ­
reten ders kitaplarının da biçimini alabilen kısa bilgi literatürü
yazılarının yanında gazeteler, " aydın gazeteleri" ve elbette eko­
nomik ve doğabilimsel bilgilerin popüler bir şekilde eklendiği
geleneksel "takvimler" vardı. Takvim, dini - ahlaki içerikli - ör­
neğin ilahi kitabı ya da dua kill i iyatı gibi - birkaç kitabı daha
olan köylünün olabilecek en küçük kütüphanesine dahildi.
Elbette burada tıbbi el kitapların� n da yeri vardı. Başlangıcı,
bir düzineden daha fazla dile çevrilen 1761 tarihli Çiftçilik/e Uğ­
raşan İnsanlannıız İçin Sağlık Kı lavuzu 'yla Lozanlı doktor Au­
guste Tissot yapmıştı. Bu A vis au peııple sur la sallle'yi (Sağlık
Konusunda Halka Öğütler) sayısız tıbbi yazı izlemişti. 1768 'de
Almanca konuşulan bölgelerde çiçek hastalığıyla mücadele hak­
kında sekiz yüzün üzerinde yazı sayılıyordu. Buna ek olarak vete­
rinerlikle ilgili yüzlerce yazı vardı. Buna koşut olarak batıl
inançlarla mücadele ediliyordu. Daha 1755'te Leipzig'de Batı/
İnançlar ve Tavırlar Dizisini yayınlanmıştı.
Kentli Aydınlanmacılar yavaş yavaş örnek köylüler keşfedi­
yorlardı. Kent doktoru Johann Kaspar Hirzel tarafından kaleme
alınan ve Fransızcası Socrate nıstique (taşra/ı Sokrates) olan
Wirtsclıaft eines plıi/osoplıisclıen Bauers'le dünyaca tanınan Zü­
richli Jakob Guyer buna bir örnektir. Zürich kentinde Doğa Bili­
mi Araştırmaları Toplulıığunun Ekonomi Komisyonu, düzenli
olarak, burj uvaların ve köylülerin katıldığı "köylü sohbetleıi"ni
düzenliyordu. Burjuvazi ve soylular yavaş yavaş halk arasında da
sağduyuya ve kendi kendine düşünme yetisine rastlandığım fark
ediyorlardı.
Böylece Aydınlanma, halkı keşfetmiş ve onu burj uvazinin
dünyasının içine yerleştirmiş, her ülkede değişik şekilde ve deği­
şik başanlarla bir zümreden diğerine uzanan köprüler kurmaya
başlamıştı. Burada hareketin özellikle yoğun olduğu Almanya
202 Ütopya ve Refomı

ve İsviçre'den örnekler verdik. Söz konusu olan bir parça yurtse­


verlik, önyargılarıyla birlikte tecrit edilmiş zümre dünyasından
vazgeçmişti. Bu nedenle genç Goethe halkı kendi gözüyle gör­
m :yen bir yazarı eleştirmektedir: "Adamı ailesiyle, köylüyü çift­

liğinde, anneyi çocuklarının arasında, zanaatkarı atölyesinde, dü­


rüst yurttaşı bir testi şarabının yanında . . . görmek için kendini
aşağı indirseydi, yargıları nasıl da değişirdi! "
9. Erdem ve Yurtseverlik

Aydınlanma yeni, daha iy i bir insan yetiştirmek istiyordu. B u an­


lamda erdem öğretisinin eski anlayışım kabul etmişti: Eski Yu­
nan ve Roma etiğinin arete ve virtus öğre tisini, yani birçok çcş­
mede, belediye binasında ve kilisede halıi tasvir edilmiş olarak
bulunabilecek dört temel erdem ola n adaletin, bilgeliğin, ölçülü­
ğün, cesurluğun Uustitia, pnıdentia, tenıperantia, fortitııdo) tasarı­
mıyla sıkılaşmış olan öğretiydi. Erdemler, tanrısal kökenliyui.
Ama şimdi söz konusu olan şey, onları doğal hukukun ve aklın il­
kelerine uygun bir şekilde yeniden düzenlemek ve herkes için
geçerli kılmaktı.
Aydınlanmacı yazarlar çoğunlukla kendine özel yaptıkl<ırı ve
yapmadıklarında kişi için ölçüt olabilecek bireysel erdemieric
toplumda ve devlet yaşamında i nsanlar için geçerli olan erdem­
ler arasında ayrım yapıyorlardı.
Bireysel erdemler için belirli ilkelere uyan bir tutum şart ko­
şulmuştu. İ nsan, vicdanına karşı yükümlüydü ve etik ilkelere uy­
malıydı. l-ler ne kadar kişisel bir tamıyı tanımasalar da, yaradan­
cılar için doğa yasaları bağlayıcılık laşıyordu. Tanrıtanımazlar
kendi iç seslerini dinliyorlardı. Bunun dışında Aydınlanmacıların
birçoğu dinsel bir lutumla belirlenmişti. Elbcllc bu artık katı bi­
çimci bir yönelim anlamında değil, " cğitimlilcrin dindarlığı" 2 7
anlamındaydı. İnsanlar bir kiliseye bağlıydı, ibadetlerini yerine
getiriyorlardı, ayİniere ya da komünyona katılıyorlardı. Güne ki­
şisel bir duayla başlanıyordu. Ev halkı da bir ev duası için birara­
ya getirilebilirdi. Bunu yaparken odak noktası söz konusu mez­
hep yöneliminin dogmatiği değil, aksine daha çok genel bir ay­
dınlanmacı ve Jansenci ya da pietist yönelimli dindarlıktı. İnsa­
nın, Tanrı'nın sureli olduğu biliniyordu. Çoğu kez yazılı olarak
dile getirilen kendi kendini sınama yöntemiyle düşünce ve davra­
nı�lar dcnetleniyordu. İnsanın vicdanı, neyin doğru ya da yanlış
204 Ütopya ve Refomı

olduğunu söylemeliydi. Alman i lahiyatçı Spalding böylece " ken­


di kendimle daha çok il işki kunnayı öğrendim ve vicdan benim
için gittikçe daha çok önem kazandı" demektedir. Bu vicdan ay­
nı zamanda kilise bağlanndan kurtulmuş yaradaneılan ve tann­
tanımaz olduğunu ilan edenlere de yol gösterebiliyordu ve din­
darlığın yerini almıştı.
İnsanın genel ilgisi "insan sevgisi" ne ilişkin erdem olarak or­
taya çıkıyor, Aydınlanma'nın erdem öğretisinde ilk sıralardan bi­
rini alıyordu ve dinsel bir tutumun etkin bir çevrimiydi. Yüzyıl
buna, etkin insan dostluğu olarak anlaşılan ve Hristiyan inanışı­
nın "iyilik yapma" geleneğinde bulunan, ancak şimdi kilise dışı
kamu yararına olan yapıtlarda da ortaya çıkan "hayırseverlik"
ifadesinin damgasını vuruyordu. Her insamn içinde bulunan ben­
cillik, kendi kişiliğinde yoğuntaşma ve çıkarları bu şekilde diz­
ginlenmeliydi.
M ütevazılık erdemi, aynı zamanda dışarıya karşı ola n tavır­
larda da mütevazılık bununla birlikte ortaya çıkıyordu. Birçokla­
rı tarafından lüks e, sefahate karşı verilen savaşın, o zamanlar
dendiği üzere kişisel savurganlığı azaltılması buna ilişkindir.
Mütevazılığın yakınlarında sadece kişisel gereksinimlerde
değil, ayru zamanda öz disiplinde ve Barok Çağ' da salt sanatta
olmamak üzere hayatın tadını çıkaran tutkularla mücadelede de
"ölçülülük" erdemi bulunuyordu. Ölçülülük, bir İngiliz özdeyişi­
nin - he r iki parlamento partisine dayanara k- dile getirdiği gi­
bi orta yolun seçimi anlamına geliyordu: " I n moderation placing
all my glory, the Tories call me Whig and Whigs a Tory." (Bü­
tün o ölçülük erdemimden ötürü, Tory'ler Whig diyor bana,
Whig'lerse Tory).Orta yolu seçerek her iki partide de saygınlı­
ğın tekelenmesine razı olunmalıydı.
Son olarak çalışkanlık, yani gayretlilik de bireysel erdemler­
dendi. Tembellik bir kötü huy olarak kalmıştı ve onunla mücade­
le edilmesi gerekiyordu. Boş zamanın ve içe bakışın küçümsen­
mesiyle 19. yüzyıl ın disiplinliliği belirmeye başlamıştı bile.
Dindarlığa, insan sevgisine, mülevazılığa, ölçülülüğe ve çalış­
kanlığa ilişkin bireysel erdemler aslı nda sosyal alanda, aile ve
Erdem ve Yurtseverlik 205

devlet içinde gösterilen davranışiann koşuluydu. O ldukça güçlü


aile birliğine karşın, çocukların ve kuzenlerin bakırnma karşın,
soylulardaki ve bwjuvazideki sosyal konum iddialanna karşın:
Tam da başarı, gelenek ve çalışma yoluyla hayatta muvaffak olu­
nunca - insanlar için zaman, çaba ve para sağlamak, erdemli
bir davranıştı. Para ve konum bu lüks yüzyılda başka türlü de
kullanılabilirdi: Av, kumar ve kadınlar için soylular, başka ser­
vet yığınları ya da herhangi bir !onca odasındaki rahatlık için
tüccarlar, kilise vakfından sağlanan gelirler uğruna çevrilen en­
trikalar, yeme, içme ve olduğu yerde tembelce pineklemek için
din adamlan.
İster belediye meclisi üyesi, yargıç, taşra valisi, memur, bele­
diye reisi ya da prenslik bakanı olarak olsun, siyasal bir konum­
da bulunulduğunda, kendi çıkannı düşünrneksizin " ortak en iyi"­
nin emrine arnade olunmalıydı. Bu istihdam çoğu kez hayırsever
ve ekonomik topluluklarda gerçe kleşiyordu. 18. yüzyıl, her konu­
da böyle bir top! umsal elite sahipti - elbette ülkesine göre deği­
şik etkinlikle; ideal, yurtseverlikti. Yurtseverliğin değişik şekil­
lerde ifade edildiğini görüyoruz. Yurtseverlik kralları, bakanla­
rı, soylu çiftlik sahiplerini, taşralı idarecileri, belediye reisierini
ve belediye meclisi üyelerini, tüccarları ve zanaatkarları, papaz­
ları, öğretmenleri, doktorları ve aydınlanmış köylüleri canlandı­
rabiliyordu. Yurtseverliğe sadece cumhuriyetlerde hiç rastlanmı­
yordu; ancak şanın ve onurun yerel olarak sınırlandığı yerlerde
özellikle güçlü bir şekilde hissediliyordu. Ticaret birliği üyesi
Hamburg kentinde yurtseverlik vaktiyle şöyle tanımlanmıştı: O,
" Devlet için e n iyisini isteyen ve onun refahını mümkün olan her
şekilde ilerietmeye çalışan güçlü içgüdü. " 2 8
Birey için mümkün olduğunca büyük bir özgürlük güvencesi
halktaki, insanlardaki etkinliğin güvencesiydi. Her insanın belir­
li haklar üzerinde hakkı vardı . Bu haklar kişisel özgürlük, mülki­
yetİn güvencesi ve garantisiydi. Devlet, olabilecek en düşük dü­
zeydeki bu hakları saymalı ve korumalıydı. Bunu yaparken dev­
letin hangi siyasal biçime sahip olduğu, monarşi ya da cumhuri-
206 Ütopya ve Refonıı

yet olup olmaması ikinci derecede önemliydi. İnsan onuruna say­


gı gösterildiği sürece her şey yolundaydı.
Bireysel erdemiere şimdi yurtsever erdemler katılmalı ve in­
sanlar için yararlı kılınmalıydı. Burada eski temel erdemler yeni
bir yorumla hayatta kalmışlardı.
Pnıdentia, yani "bilgelik" doğal koşuldu. Burada stııltitia'ya,
yani "bilgisizlik"e karşı eski savaş bir Swift'in ve bir Voltaire' in
kusursuz zekasıyla sürdürülüyordu. Ancak Erasmus'un klasik ki­
tapçığı Delifiğe Övgü yeniden basılıyor, çevriliyor ve okunuyor­
du.
Temperentia'ya, yani "itidal"e ilişkin temel erdem şimdi hoş­
görü olarak yorumlanabiliyordu. Bu ilkenin ilk ifadelerinden bi­
ri, William Penn'in Pennsylvanya kolonisi için yazdığı Franıe of
Govenınıent'ta (Hükümet Çerçevesi) bulunmaktadır:

Her şeye kadir tek v e biricik sonsuz Tanrı'yı tanıyan v e O'nu d ü n­


yanın yaraııcısı, koruyu cusu ve h akimi olarak kabul eden, vicdanla­
rını O'na karşı yükümlü hisseden bu eyalctte yaşayan kişiler yurt­
taşlar toplumunda barış için de ve adil bir şekilde yaşamak için, h iç­
29
bir şekilde rahatsız edilemez ve ma�dur bırakılamazlar.

Stuart i ngilteresi' nd eki dinsel azınlıkların uzun yıllar gördüğü


baskılardan oluşan acı deneyim, bu hoşgörü yazısına geçmiştir;
bu yazı aynı zamanda Kızılderili siyasetçisi William Penn' in eş­
siz özelliğinin vurgulanmasına da önemli bir katkıda bulunuyor­
du. Bu yasa, salt bir tahammülün ötesindedir, dinsel inanışiara
özgürlük venneklir. Aydınlanrnacılar, Prusya ve Avusturya'daki
buna uygun buyrultular karşısında böyle düşünüyorlardı. Hoşgö­
rü, dinsel anlayışın bir ifadesiydi.
Jııstitia'ya, yani " adalet"e ilişkin temel erdem, Aydınlanmacı­
lar için doğal olarak kalmıştı. Bu ilke uygulamada, bir biçimiyle
devlet alanında sorumluluk taşıyan herkes için tarafsızlıkla yü­
kümlü olma anlamına geliyordu.
Fortitııdo'ya, yani " cesurl uk"a ilişkin temel erdem şimdi Ay­
dınlanma'nın davası için soruml uluk alma, tepkilcre razı olma
Erdem ve Ywtseverlik 207

cesareti anlamını taşıyordu. Bern Ekonomi Topluluğu'nun ya­


yım sırasında bir makale İnsaniann Yargılanndan Duyulan Kor­
ku'dan söz etmektedir:

i htiyattan ötü rü ender olarak yararlı girişim lerde bulunulmakta­

dır; şeyler, uzak bir gelecekte zayıf bir etki yaratmaktadır. Ancak
hastalık başladı�ında, o n u gerektiren ilaçlar düşünül mektedir. O
zaman da ürküt ücü hayal gücü n ü büyü ten bazı zorlukları aşmak
için bazen gayret ve istencin, bazen de sabrın eksikli�ini çekerek
gözü müzün önü nde birine verilen zararın önünü kesrnek üzere ço­
�u kez bir tutku dürtüsü n e yenilnıedi�i takdirde do�al bir cansızlık
bizi engellemektedir. Kendi güçlerimize güvensizlik de kusurlu b ir
ka)n aktan akabilir; bunun temelinde insanların başarıya ba�lı olan
yargılar karşısında duyulan kölelere özgü bir korku yatabilir; özsay­
30
gımız, yanılmış olma tehlikesini sürdürmek istemiyor .

Sabrın cansızlığı, kendi gücüne güvenin de başarısızlığı yenmesi


gerekiyordu. İnsanın sefaletiylc, doğa güçleri aracılığıyla gelen
felaket ve facialarla karşılaştırılınca, "sadece yorgun düşürmek;
bunu yapmamalı ve yapması da gerekmez" 3ı " i nc;an dostu" nu in­
citebilir. Cesurluk erdeminin en son sınırı, henüz Antik Çağ'da
bile anayurt için ölmek anlamına geliyordu. Alman yazar Tho­
mas Abbat, Anayurt İçin Ölmeye Dairi Yedi Yıl Savaşı'mn ara­
larında yazmştı. Bununla birlikte bu özveri özellikle subaylar ve
askerler için geçerliydi. Anayurt için tüm gücünü feda eden sa­
vaşçı olmayan bir yaşamın sürdürülebilmesi de, Aydınlanmacı
görüşe yakındı.
Peki, anayurt ne demektir? "Anayurt" insanın yerleştiği, bura­
da ve şimdi bir şeyler başarmanın gerektiği yerdir. Sınırları ulu­
sal değildir; çünkü memleket için yapılan şey, insanlık için yapıl­
mış demektir. Yurtsever kendi ülkesinin başaniarım ilerlcttiğin­
de, bütün insanlığın başarılarını ilerietmiş olur. Yurtseve rlik, he­
nüz milliyetçilik değildir.
Devletin emrine arnade olarak yurttaşın görevini yerine getir­
diği cumhuriyetlerde özellikle iyi bir şekilde gerçekleşcbilen "si­
yasal yurtseverlik" vardı. Ama aynı zamanda monarşilerde de te-
208 Ütopya ve Refomı

baa, emanet edilmiş hükümdarbğın sadakatle yönetiminde dev­


letle birlikte çalışma olanağına sahipti.
" Ulusal yurtseverlik", ulusal tarihin düşüncesiyle yönleniyor­
du. Savaşta ve banşta anayurdu koruyan kahramanlan örnek alı­
yordu. Tehdit altında bulunduklarında değerli mülkleri savunma­
yı biliyordu.
"Evrensel yurtseverlik", Lavater'in "Dua Şarkısı"nda bir ümit
olarak dile getirdiği gibi, "eğer tüm uluslardan bir ulus olmuş­
sa", ulusun geçici olduğunu, tarihinin evrenseki - i nsanca bir asıl
amaçla sonuçlanması gerektiğini kabul etmektedir.
"Tüm Hristiyanların birleşmesini amaçlayan harekete ilişkin
yurtseverlik", Hristiyan geleneklerini şimdi tüm dinsel inanışlar
için - aynı zamanda Hristiyanlığın dışındakiler için de - mezhep­
lerüstü anlamda, hoşgörüyle sürdürüyordu.
Ütopyanın reforma dönüşmesi "pedagojİk yurtscverliğin" in­
sanlık için insaniann eğitimiyle uğraşması, "sosyal yurtseverli­
ğin" sıkıntı çeken insanlara yardım etmekle ilgilenmesi ve "eko­
nomik yurtseverliğin" insaniann ekonomik geçimlerinin olabile­
cek en düşük oram için çalışması anlamına geliyordu.
Aydınlanma'nın erdem öğretisi, ödevin kolayca daha büyük
bir alana yayılacak küçük alanda gerçekleştirilmesi gerektiğinin
farkındaydı.

Her baba iyi çocuklar yetiştirerek anayu rdunun i)ili�ini sa�lar: H er


anne düzenli ev idaresiyle v e savurganlıktan kaçın arak: Gençlik

saygı ve itaatle: YaşWar deneyimle ve iyi örnek olarak: İ şveren dü­


zenli denetimle: Hizmetkarlar sadakatle: İ şçiler v e zanaatkarlar
emekle: Asker silahlarla: Tüccar u cuzluk ve iyi ina nçlarla: bilginler
yararlı bilimler, yazılar ve b u luşlarla: Din adamları arı ö�reti din­
dar bir yaşamla: Devlet görevlileri adaletin uygu lanmasıyla ve d ü n­
32
ya}ı yasalara göre yönetmckle

Bu, açık bir dille derinlemesine bir felsefe ve ilahiyat yüklen­


meksizin akıl çağının basit programı, yüzyıllardır hep istenegel­
diği - Sokrates ve Epiktetos'un uzak günlerinden bu yana anlaş ı-
Erdem ve Yunsevedik 209

lır olara k - ve dünyanın kötülüğüyle mücadelede yattığı gibi sa­


de bir etikti.
Erdem ve yurtseverlik kavramları, 19. yüzyıl içinde çoğu kez
kötüye kullanılmıştı. Erdem ikiyüzlülüğe, var olan koşullara ve
İstekiere göre düzenlenen bir davranış biçimine dönüşebiliyor­
du. Yurtseverlik haddini bilmez, körü körüne bir milliyetçiliğe
bürünerek yozlaşabiliyordu. Bundan başka psikanalizin yeni öğ­
retisi, tanrısal kökeni erdemin giysilerini çıkarmış ve onu salt do­
ğayla ilgili yaradılışa indirgemişti. Faşizm ve nasyonal sosya­
lizm, yurtseverlik erdemlerini kesin olarak saptıracaktı. Buna
karşın Aydınlanma'nı n programı, her ne kadar ütopik bir şekil­
de tasarlanmış olsa da, bireyler istediği sürece var olacaktı. Mi­
lano'da Accadenıia del Pugni deki insanlar, bel/e virtıl, doveri -
'

virtıl senza noia (güzel erdemler, görevler), titizlik olmaksızın er­


dem İsterierken haksız mıydılar? 33
Böylece mantıksal - açık zekası, katı cesurluğu ve ölçülü, tar­
tılı tavırlarıyla makul, nesnel, geleneksel düşüncelerin, tutkulu
katı inançlığın ve barok coşkunluğunun etkisi nde kalmayan Ay­
dınlanma insanı yetişmişti. Romalı Stoacılar yeniden dirilmiş gi­
biydi. Dürüstlük ve mertlik, kuru akılcılık madalyonun öteki yü­
züydü. Gelecek olan romantik kuşağın Aydınlanma'yı itharn etti­
ği, yüzeysel, basmakalıp, beylik akıl zırvalan. Bununla birlikte
18. yüzyılın portreleri keskin bakışları, dimdik duruşları ve - ço­
ğu kez kendi kendileriyle alay ettiklerini ele vere n - dostça gü­
lümsemeleriyle akıl kadın ve erkekler resimleri olmuştur.
VI

Ge ni§ D ü nyaya Büyük Açılım

Aydınlanma, öncel eri Avrupa merkezliydi. Eski Avrupa'da bir­


çok şeyin düzeltilmesi, yeniden incelenmesi, açıklanması ve et­
raflıca düşünülmesi gerekiyordu. Ancak Avrupalılar dünyada sa­
dece kendilerinin bulunmadığını biliyorlardı. Çoktandır diğer kı­
talara ağ atılmıştı ve yeni davranış biçimleri düşünülmel iydi. ı
Voltaire Diinya Tmilıi'nc De la Ciline'le (Çin Üzerine) başla­
dığında yeni, kesin bir \ourgu koymuştu. Böylece antik - Hristiyan
düşüncelerinin de geçerliliğini daraltmış oluyordu. O zamana de­
ğin okul ve kilise derslerinde İsrail kavimleri, eski Yunan, eski
Roma doğal tarihsel temel olarak veriliyordu. Eski Doğu'ya
uzun süredir alışılmıştı; ışık, bir zamanlar oradan doğuyordu.
Ge rçekte bu ilişkiler sıkıntı vericiydi. Osmanlılarla yapılan sa­
vaşların, Viyana Kuşalması' nı n üzerinden pek fazla zaman geç­
ınemiştİ ve 18. yüzyıl başında Ve nedikliler Akdeniz'de son de­
niz savaşlarını yapıyorlardı.
Bununla birlikte Kolomb'un keşfinden bu yana büyük denizin
ötesindeki büyük kıta hakkında bilgi sahibi olunmuştu. İspanyol­
lar ve Portekizliler 16. yüzyıl dünyasını ke ndi aralarında bölüş­
ınüşlerdi. Meksika'dan Şili'ye kadar ikinci bir İspanya uzanıyor­
du ve Afrika ve Hindistan' la birl ikte Brezilya da Portekiz' e aitti.
Ancak kısa bir süre sonra Felemenkliler, İngilizler ve Fransızlar
bu dengeyi bozmuşlardı. Atiantik kıyısındaki her ülke, 1 755'le
birkaç Virgin adasıyla Danimarka Batı Hindisl<ın' ını kuran Da­
nimarkalılar bile sömürge sahibi olmak istiyordu. Afrika ve Hin­
distan'ın önemli limanlarının hemen hemen tümü, Avrupa 'nın
egemenliğine girmişti. Keşfedilen topraklar o z.ımanki sömürge-
Geniş Dünyaya Doğn1 Büyük Açılını 211

ci devletlerin silah desteğiyle diğerlerine karşı sırurlandırılıyor­


du. Avrupalılar, yabancı kıtalara göçüyorlardı. Her iki Amerika,
özellikle de Kuzey, yoksulların ve inançları uğruna memleketle­
rini terk eden Bostonlu Presbiteryenlerin, Charleston'daki Fran­
sız Prolestanlarının, Ontario ve başka yerlerdeki Anahaplist ve
Mennanitterin göç ettiği klasik ülke olarak Avrupalıların yerleş­
tiği bölgeler durumuna gelmişti.
Böylece Aydınlanma, Avrupa'nın nüfuz ettiği bir dünya bul­
muştu. Amsterdamlı tüccar Cava'daki Batav'da, Londralı tüccar
Madras'la, Fransız tüccar Pondiçeri'de, Portekizli tüccar
Goa'da kendi memlekelindeydi. İspanyol kral vekilieri ile baş­
piskoposların yönelim yerleri M eksika'dan Lima'ya kadar uzanı­
yordu. Portekizliler, Brilanyalılar, Flemenkliler ve Fransızlar,
Afri ka kıyılarındaki sömürgeleri nde çalışıyorlardı.
Avrupalılar fatih, geleceğin hükümdarları, maceraperesl ve
tüccar olarak gitmişlerdi. Ekonomik kazanç elde etmek ve her
yerde eski sınırtarla bitişik olmakla birlikte Avrupa' da alışık ol­
dukları gibi siyasal güç uygulamak istiyorlardı. Bununla birlikte
sömürgeleşme, bütün yoksunluklara karşın çok kolay gelişiyor­
du. Üstün Avrupalılara göre yerliler, kendilerine eşdeğer insan­
lar değildi. Onlar barbardı. Arisloteles'le ayrıntılarıyla okunabi­
leceği gibi barbarlar, yaradılışlan kölelik için belirlenmişlerdi.
Önce boyunduruk altına alınmaları, sonra da ehlileşlirilmeleri
gerekiyordu. Bu sömürgeci yöntem, ilk olarak anlaşılmaz yük­
sek kültürleriyle çok çabuk ortadan kaldırılabilen Kızılderililere
isabel etmişti. 1780 - 8 l 'de İnka hanedam soyundan gelen T pac
Amaru'nun önderliğinde, Kolomb öncesi zamana ilişkin mitosu
bir kez daha geri getirmek isteyen ümitsiz bir ayaklanma dene­
mesinde bulunmuşlardı. Kızılderililer, Katalik Hristiyanlara dö­
nüştürülmüştü ve böylece en ücra dağlık bölgelere kadar göste­
rişli katedrallere sahip olmuşlardı. Kısa bir süre sonra sömürge
kuran Hristiyanların vicdanı uyanmıştı. Meksika'nın egemenli­
ğinde bulunan Chiapas'la piskoposluk yapan İspanyol Barlotome
de las Casas, fetihten hemen sonra bütün yaşamı boyunca Kızıl­
dcrilileri destekiemiş ve bir koruma yasası çıkarabilmişli. Bun-
212 Geniş Dünyaya Büyük Açılım

dan sonra 17. yüzyıl içinde Cizvitler, 1750 ve 1776 yılları arasın­
da iki sömürgeci devlet arasında bölüşülene ve yeniden köle ya­
şantılanna geri dönene değin Kızılderililerin 31 Redııcciones'de
himayenin keyfini çıkardığı Paraguay ve Yukarı Peru arasındaki
İspanyol/Portekiz sınır bölgesinde teokrasilerini kunnuşlardı.
İngiliz Quaker William Penn, Kızılderililerle yaptığı toprak
sözleşmelerini bu topraklarda gerçekleştirmişti. 1680 tarihli izin
belgesinde "vahşi yerlileri, iyi ve adil bir şekilde medeni toplu­
ma ve Hristiyan dinine yaklaştırma"yı üzerine alıyordu. Locke
ve Shaftesbury gibi İngiliz aydınlanma.cıları Penn' e danışıyorlar­
dı. İngi1t�re'de olduğu gibi hoşgörü sorunu söz konusuydu. " Kut­
sal deney" gerçekte uzun süre başanya ulaşamamıştı; bununla
birlikte Kuzey Amerikalı Kızılderililerin yazgısı çok iyi bilin­
mektedir.
Sömürgecilik, öncelikle 18. yüzyılda Amerika kıtasına zenci
köleler olarak getirilen Afrikalılan özellikle etkilemişti. Üç yüz­
yıl boyunca okyanusun öte tarafı na götürülen insan sayısı yakla­
şık 10 milyondu. Köle ticareti doğal bir şeydi; hatta başka yerler­
den gelen Afrikalılar, düşman komşulannı seve seve teslim edi­
yorlardı. Siyahlar Latin Amerika' da Katalik - Latin kökenli ve
daha az katı bir çevreye - özellikle Brezilya' da - bir dereceye
kadar entegre olurlarken, Protestan - Britanya damga lı Kuzey
Amerika' da kendi kültürel kimliklerini geliştirebilme leri bir
hayli zaman almıştı. Bu, ancak başlamakla olan 19. yüzyılda ha­
rekete geçen Hristiyanlaşmayla gerçekleşecekti.
18. yüzyılın ikinci yansında birçok Avrupalı ve beyaz Ameri­
kalı, asıl olup bitenin farkına varmıştı: Farklı renkli ve farklı kül­
türlerden insaniann korkunç bir şekilde yok edilmesi; sadece kö­
leleştirme ve aşağılama değil, aynı zamanda yerlilerin, karşısın­
da direnç gösterernedİğİ hastalıklann bulaştınlmasıyla gerçekleş­
tirilen bir soykınm. Böylece sömürgecilik karşıtı sesler yüksel­
ıneye başlamıştı. Las Casa'nın raporuna dayanarak Voltaire bir­
den fazla yerde durumu abartmış olabileceğini, ama geri kala­
nın hala birini dehşete düşürmeye yeterli olduğunu söylemekte­
dir. Sömürü anlayışı şimdi aydınlanmacı ateş altına ginnişti.
Geniş Dünyaya Dognt Büyük Açılım 213

Eğer Avrupa'da eşit haklardan, i nsanın kendi kaderini özgürce


belirlemesinden söz ediliyor ve bunlar hakkında yazılar yazılıyor­
sa, o zaman bu herkes için, "vahşiler" için bile geçerli olmalıydı.
Ve bir süredir bu vahşiler iyi ve "soylu" olarak görülmeye başla­
mıştı.
Bir Fransız maceraperesti olan Baron de Lahontan, ı 7. yüzyı­
lın seksenli yıllannda Kuzey Amerikalı Kızılderililerle tanışmış­
tı. ı 703'te Yazar ve Sağduyulu Bir Vahşi A rasındaki İlginç Konuş­
nıaları yayınlanmıştı. Lahontan, vahşi Adario'yla tartışmaktay­
dı:

Adario, zafer kazanmışçasına İ n cil ile do�a güçlerine tapmayı kıyas­


lıyordu. Sadece korku ve cezayı vahyeden Avrupa yasaları ile do­
�al ah lakı kıyaslıyo rdu . Top luma aynı zamanda hem mutluluk hem
d e eşitlik güvencesi veren basit bir komü n izmle karşılaştırıyordu
bunu . . . Adario'nun bilgisizli�i bile bir ayrıcalıktı. Okuma - yazma
bijmedi�i için kendisini sıkıntıdan kurtarıyo rdu ; çü nkü bilim ve sa­
natlar, ahlaki çökü n t ü n ü n kaynaklarından biridir. İ yi tabiat anası­
na boyun e�ordu o ve bu nedenle de mutluydu. Asıl barbarlar,
uygarlardır: Vahşilerin örne�i, o n lara özgü rlü�ü ve insan o n u ru n u
2
yeniden bulmayı ö�retsin.

Bu, yüzyıl ortalannda bu duygu değişmelerini Voltaire'in Essai


sur /es nıoeurs et /'esprit des nations'da (1756, Gelenekler ve
Ulusların Ruhu Üzerine Deneme), Rousseau'nun Discours sur
/'origine de /'inegalite panni /es honımes'da - (1754, İnsanlar
Arasında Eşitsizliğin Kaynağı ve Temeli Üzerine Konuşma) be­
lirtmesinden çok önceleri kaleme alınmıştı. Voltaire'in geniş
kapsamlı tarihsel yapıtı, ilk olarak Hristiyanlık merkezli evren­
sel bir tarihin ilk aşınmış temalarını terk etmektedir, ki bunun
yanında yüksek uygarlıklanndan ötürü Çin ve İslam kültürleri ya­
zardan özel bir saygı görür. Voltaire aydınlanmacı i lerleme dü­
şüncesine bağlı kalırken. . . Rousseau insanlığın gelişiminin yazı­
sız, " medenileşmemiş" evrelerine dikkat çekerek Avrupalının
son derece önemli sonuçlar doğuracak olan kültürel güvensizliği­
ne katkıda bulunmaktadır.
214 Geniş Dünyaya Biiyük Açılım

Rousseau'nun doğa insanına ilişkin varsayımsal kurmacası,


mutlakıyetçi saray toplumu karşısında bireycilerin usancından
çıkmıştı; ekonomik yönden bağımsız, siyasal özgür ve ahlaki yön­
den arı lıomme nature//e'in (doğal insan) o zamanki insanlan sı­
kıyor, ahlaki yönden çökertİyor ve kendi kendilerine yabancılaş­
tırıyor gibi görünen karşı fıgürüyle savaş, herkese duyurulmuştu.
Gezginin, uzayı katederek aynı zamanda köklerine ve mutlu ev­
relerine doğru gerisin geriye keşif yolculuğuna çıktığı düşüncesi,
Rousseau yandaşlarının yazılarında büyük popülarite kazanan ye­
ni ve önemli bir düşünceydi.
Bundan yirmi yıl sonra Royal Society Başkanı, Kaptan Co­
ok'un dünya yolculuğu için şu önerilerde bulunuyordu:
Bu h alkların kanını dökmenin çok a�ır b ir suç oldu�u her zaman
göz ö n ü n d e bulundur ulmalıdır; çünkü yan ı her şeye kadir yaratıcı­
n ın elinden çıkma insan varlı�ı ve en kusursuz Avrupalıyla aynı de­
recede, belki de bu arada daha az savaşçı v e Tanrı'nın lütfu n a da­
ha layık olarak sı�ınılan O'nun himayesi söz konusudur. O n lar
o t u r d ukları de�işik bölgelerin do�al ve kelimenin tam anlamıyla ya­
sal sah ipleridir. H içbir Avrupa u lusunun, o nların topraklarının bir
p arçasını işgal etmeye ya da gön üllü rızaları olmaksızın aralarına
yerleşmeyc hakkı yokt u r . Saldırgan olarak ortaya çıkm adı�ı için
böyle bir halkın boyu n d u ruk altına alınması, hiçbir hukuksal hak
kazandırmaz.

Bu, egzotik halkların haklarının doğal hukuk yönünden tanınma­


sı ve sömürgecilik ruhunun ilkesel olarak yadsınmasıydı. Farklı
ırktan ve farklı kültürlerden insanlara, türdeşlikleri içinde saygı
gösterilmesi gerekiyordu. Böylece eski misyon düşüncesi de ay­
dınlanmacı bir unsur kazanmıştı. Hristiyan misyonları uzun za­
mandır dcrisi farklı renkten i nsanları, Hristiyanlığın kurtuluş
beklentilerine dahil etmeye çalışarak kabul etmişti. Her ne ka­
dar bu tek taraflı olarak - tam da din değiştirme olarak - ger­
çekleşmiş olsa da, Cizvitler ve Kapuçinler, sonraları da pietist
Protestanlar onları Tanrı' nın yarattığı varl ıklar olarak ciddiye al­
mışlardı. Pictist misyon hakkında söylenebilecek olan şey, bütün
misyonerler için gcçcrliydi:
Geniş Dünyaya Doğ111 Biiyük Açılını 215

Birço�u en büyük özverilerin ve teh likelerin arasında, memleketle­


rinin gelenek ve uzlaşırnla güvenli hale getirilmiş, düzenlenmiş ve
çevrelenmiş kilise yaşamından çok uzakta hiç işitilmemiş bir öncü
performansı gösteriyordu. Sayıl amayacak kadar çok sayıdaki di�er­
leri, raporlar ve incelemeler ara cılı�ıyla Asya ve Afrika'daki misyon
macerasını yaşıyor ve bu şekilde sadece co�rafi ufuklarını dc�il, ay­
n ı zamanda geneDikle Avrupa içinde kalan dar u fuklu kilise bilinç­
lerini de genişletmeyi ö�reniyo r lardı. .. misyo nun arkasında bir ü l­
kC)i ve de nizi kapsayan evrensel Tanrı imparatorlu�u düşüncesi
3
yatmaktadır.

Buna ek olarak İngiliz Metodİstlerinin yetmişli yıllarda kölecilik


karşıtı hareketi başlatan ilk kişiler olduğu da unutulmamalıdır.
Ancak yabancı kültürlerle i lişkide söz kontL'iU olan sadece
Hristiyanlığa ilişkin insanlık değil, aynı zamanda da yeni olan
her şeye düşkün bu aydınlanmacı çağdaki merak ve bilimsel il­
giydi. Tüm dünya hakkı nda daha fazla bilgi sahibi olmak isteni­
yordu. Gezi notları en çok sevilen kitaplar, egzotizm de iç mc­
kan ve bahçe düzenlemelerine değin moda olmuştu.
İngiliz yazar Defoe'nun 1 7 19'da yayınlanan kitabı Robinson
Cnısoe, büyük başarı elde etmişti. Her ne kadar Britanyalı , zen­
ci Cuma'yı Avrupalılaştırmaya çalışsa da, ona küçümsenmesi ge­
reken bir barbar olarak değil, eğitilmeye yatkın bir insan olarak
davranıyordu.
Robinson, Defoe tarafından Pasifik Okyanusu'ndaki Juan - ­
Fernandez Adası' na yerleştirilmiştir. Güney Denizleri 'nin ada­
lar dünyası, yeni keşifler arasında en büyüleyici olanıydı. O za­
mana değin Aemenk'in egemenliğinde bulunan Endonezya'nın
dışında bu adalar, Avrupalılar için fazla bir çekicilik taşımıyor­
du. Dünyarun son parçası olarak ancak 18. yüzyılın ikinci yarısın­
da Avrupalıların bilincini harekete geçirmişti.
Bu on yıllık zaman dilimlerinde kaşifier eskisinden daha fark­
lı bir biçimde yolculuk ediyorlardı. ilişki kurmaya çalışıyor, yerli­
leri tammak istiyorlardı. Fransız doğa bilimeisi de Gerando
l800 dolaylarında şöyle yazmaktadır:
216 Geniş Dünyaya Büyük Açılım

Bugün gerçekten felsefi gezgin in beklentisi ve gayretinin kendini


vermesi gereken ana he def, tutumlarını son uçları ve ilişkileri için­
de anlamak için ortasında bulundu�u halkların düşünce dü nyasına
girmesine izin veren tüm yolları özenle biraraya getirmekten iba­
rettir. Bu araştırma hedefi sadece kendi içinde en ön emli şey de�il­
dir; aynı zamanda di�er bilgi alanlarına h azırlık ve giriş görevlerini
de görmektedir. E�er insanlar anlamıyorsa ve onlarla sohbet edile­
miyorsa, iyi gözlem yapmış o lmakla nasıl gururlanılabilir? Vahşileri
iyi tanımak için en iyi yol, bir d e receye kadar onlar gibi olmaktan
ibarettir - ve onların dilini ö�renerek onların yurttaşı olunabilir.

De Gerando şöyle bir eklemede bulunarak karşılaşmanın eski


şeklini ağır bir dille eleştirmektedir: " Kolomb Yeni Dünya'ya sa­
dece hırslı fatihler gönderdi . . . acımasız İspanyol maceraperestle­
ri beraberlerinde sadece yıkım getirdiler."
Şimdi Avrupa'nın kendi kendini eleştirdİğİ görülüyordu. İ kin­
ci yolculuğunda Cook'a eşlik eden Alman doğa bilimci Forster
şöyle demektedir:

Avrupalılar'ın G ü n ey Denizi adalarındaki yerWerle ilişkisinin, uy­


gar halkların bozulmuş gelenekler� bilgisizlikleri ve birlikleri içinde
b u rada mutlu bir şekilde yaşayan bu masum insanlara b u laşma­
dan önceki zamanlarda kesilmiş olması, gerçekten de arzu lanması
gereken bir şeydir. Ancak insan sevgisinin ve Avrupa'nın siyasal
sistemlerinin birbiriyle uyuşmaması, üzücü bir gerçektir

Gerçekte dirençli olarak görülen kültürlerle, uzun zamandır


- Avrupalıların kendisi henüz vahşiyken - yazıların yazıldığı,
okunduğu, devlet yönetiminin ve yasa koyuculuğunun daha kar­
maşık şekilde gel iştirildiği, kumazlıkla kurulduğu ve ufak kültür­
lerin doğal sayıldığı Mısır, İran, Hindistan, Japonya ve Çin gibi
yüksek kültürlerle çok önceleri karşılaşılmıştı.
Daha 17. yüzyılda bile Yakın D oğu, Avrupalı düşüncelerin
nesnesiydi: Le sage Egyptien (Bilge Mısırlı), daha Antik Çağ'da
Herodotos ve Strabon'da önceden biçimtendirilen Yukarı Mısırlı
Geniş Dünyaya Dogru Biiyiik Açılım 217

Kapuçi misyonerleri tarafından yeniden keşfedilmişti. Klasik


Fransa'nı n ilahiyatçısı Bossuet, bu figürü evrensel tarihinde yeni­
den ele almış, Müslümanlar hakkındaki yanılgılan düzeltmişti.
Bunu aynı zamanda Araplar hakkında da başka aniatılar izlemiş­
li. 1730'da Boulainvillers, İsa ' nı n Yahudilerin bilgeliğini yaşa­
ması gibi Muhammed' i n de Arapların bilgeliğini yaşadığını
onun yaşamında gösterdiği Vıe de Mahomet 'i (Muhammed' in
Hayatı) yazmıştı.
Ancak Cizvit misyonerlerinin Amerika ve Afrika'dakinden
çok başka koşullarla karşılaştıkları Çin, her şeyi gölgede bırakı­
yordu. Burada vahşilerle değil, derin bir sofra görgüsüyle birlik­
te Avrupal ılara ve örflerine karşı entelektüel bir ilgiye de sahip
olan çok kibar insanlarla ilgitenil mesi gerekiyordu. Bu çok eski
kültür yabancı gibi gelse de, toplumsal yönden bir aşağılık duy­
gusuna kapılıruyordu. Gerçi Çiniiter Avrupal ıları barbar olarak,
ama nezaketle davranılması gereken barbarlar olarak görüyor­
lardı. Kısa bir süre sonra Cizvitler ustalıkla uyum sağlamayı öğ­
renmişler ve bu dünyayı taruyarak Çin hakkında başkal�rına bil­
gi veren en önemli kişiler olmuşlardı. Rousseau yandaşlan çeşit­
li eğlence biçimleriyle kendilerini soylu vahşi kültüne verirken
Voltaire'ciler, özgür düşüneeli kişiler ve ilerlemeden coşku du­
yanlar özlemlerini, tam da erişilmesi güç ve deyim yerindeyse
uzaklarda kaldığı için ütopik düşünceler uyandıran Orta İmpara­
torluğa yöneltmişlerdi. Cizvitlerin anlatılannda hala eleştiri
alan şey, şimdi olumlu bir şekilde yorumlanıyordu. Böylece Av­
rupa'da Çin'i takdir eden ilk kişilerden biri olan Leibniz, bu ül­
kenin tahmin edilen askeri zayıflığını, burada yaygın olan ve
Hristiyanlığı düşünme biçimiyle i lişkilendirdiği Pasifik'e özgü te­
mel akıma bağlıyordu ve Voltaire de Çin'in hükümdarlık siste­
minin merkezinde ve tipik hiyerarşik derecelendirmesinde, ay­
dın despotluğun cisimlendirdiği gibi kamu yararı için duyulan bil­
gece bir endişenin ifadesini buluyordu. Kısa bir süre sonra Roko­
ko, Uzak Doğu sanatlarının süslemeci öğelerini ve yeni teknikle­
rini devralmış, sarayların iç mekanlarının düzenlenmesinde Çin..
işi'ne İslam'dan bu yana denizaşırı bir kültürün bir daha hiç hak
218 Geniş Dünyaya Biiyük Açılını

iddia etmediği özgürce gelişme olanağını vermişti. Bununla bir­


likte Uzak Doğu kültürlerine ciddi, düşünsel bir yaklaşım için
harekete geçirilen istekler, bu moda akımdan kaynaklanmıştır."
Tüm bu ilginç ülkeler hakkındaki değişik türden bilgiler ön­
celeri Cizvitlerin ve Kapuçinlerin misyon raporlarından, sonrala­
rı da 18. yüzyılda sayısı gittikçe artan gezi notlarından ediniliyor­
du. Anson' ın (1748), Byron'ın (1768), Bancks ve Solander' in
( 1 777) o zamana değin pek bilinmeyen Pasifik Okyanusu dünya­
sına ilişkin betiml emeleriyle, büyüleyen notları aracılığıyla dün­
ya yolculukları hakkında bilgi toplanabiliyordu. Asya hakkında
tam bilgiye sahip olmak istendiğinde Siyam için Choisy (1687),
Hindistan için de Chardin (17 1 1 ) ve Holwell (I 766) son derece
uygundu. Soylu vahşinin Kuzey Amerika'sını Lahontan daha
I 683'te betimlemişti. Bunu daha sonra California hakkında yaz­
dıklarıyla (1 757) Venegas izliyordu. Gumilla Güney Amerika'­
daki Orinoco hakkında (1738) ve de la Condamine de tüm kıta
hakkında (1 743) bilgi veriyordu. Afrika'yla ilgili olarak Kolb
Ümit Burnu hakkında (1 705), Coyer Altın Salıili hakkında
(1 7 14), Barbot Kuzey ve Güney Gine hakkında (1732) aniatılar
yayınlamıştı. Yakın Doğu hakkında çok zengin bir literatür var­
dı: Fırat Nehri hakkında Drummond'dan (1 754), İran hakkında
Hanway'den (1757), Mısır ve N übye hakkında (1755) Narden'­
den bilgi alınabil irdi. Maundrell (1 703), Pococke (1 745) ve Has­
selquist (1757) Kitabı M ukaddes'ten bilinen Filistin'i yakınlaştı­
rıyorlardı. 1765 ' te Shaw, Yakın Doğu hakkında bilgi veriyordu.
En uzaktaki Kuzey de yeni bir ilgi uyandırıyordu: Egede Grön­
land hakkında (1741), Hoegstroem Laponya hakkında (1747) ve
Horrebow da İzlanda hakkında ( 1 750) bilgi sağlıyordu. 1747'de
Prcvost'un tüm dünya hakkında bilgi verdiği bir külliyat olan
Histoire genera/e des voyages (Seyahatlerin Genel Tarihi) yayın­
lanmıştı.
18. yüzyılda egzotik ülkeler hakkında yavaş yavaş sistemli
bir açıklamaya ve çözümlerneye gidilebilecek kadar çok şey bili­
niyordu. İlk iş, coğrafyanın başlangıcını oluşturan ve hidrografı
çalışmalarıyla denizler ve kıyıların haritaya doğru bir şekilde
Geniş Dünyaya Dogm Biiyük Açılım 219

kaydedilmesiydi. James Cook'un gezilerinden (1768 - 79) sonra


Pasifik'in haritası doğru çıkarlılabilmişti.
Asıl araştırmacı gezginler, hiçbir Avrupa sömürgesinin bulun­
madığı art bölgelere gitmeye başlamışlardı. Mungo Park, Lon­
don African Association (Londra Afrika Derneği) adına Nijer va­
disine değin uzanmış, Lewis ve Clark Missisippi'den Pasifi k'e
ulaşmış, Antonio Ruiz de Pavon Peru - Şili And Dağları arazile­
rini ve Humboldt da Amazon havzasını keşfetmişti. 19. yüzyılda
sıra Afrika'nın içieriyle Avustralya'ya gelecek ve balta girmemiş
ormanlar tarafından istila edilen Meksika içlerindeki tapınak yı­
kıntılan kazılarla ortaya çıkarılmaya, Kolomb öncesi kültürlerin
izleri bulunmaya başlayacaktı.
Coğrafya sadece haritacılık a nlamını taşımıyor, yoğun bota­
nik ve zoolojik araştırmalarıyla kendini gösteriyordu. Her konu­
da koleksiyon yapma ve düzenleme çabası ortaya çıkmıştı. isveç­
li botanikçi Linnaeus'un öğrencileri çalışmalarına başlamışlardı:
Peter Kalm Kuzey Amerika'da, Adam Atzelius ve Andreas
Sparrmann Afrika'da, Karl Peter Thunberg Japonya' da, Karl So­
lander Güney Okyanusu'nda. Araştırmaları, Avrupa için bitki ve
hayvan türleri hakkında oldukça geniş bilgiler sağlamıştı.
1746'dan başlayarak Buffon çok ciltli Histoire na tııre//e iyle '

(Doğa Tarihi) en geniş kapsamlı yapıtı vermişti . Bu yapıtın giriş


yazısında vahşi hayvanlar bölümüne ilişkin olarak zooloj inin ne
denli evrenselleştiğini gösteren bir pasaj vardır:

Ev hayvanlarının ve insanın do�asının sadeec sınırlı. cndcr olarak


kusu rsuz, ço�u kez dc�işikli�i u�ramış, biçimsizlcşmiş ve her za­
man yabancı etki ve katkılarla çevrclcnmiş oldu�unu fark cdcbili­
yorduk. Şimdiden başlayarak bu do�a çıplak, kendi sadcli�i içinde
tck başına. ama saf güzclli�i, hafif yürüyüşü, özgür ve arı türü ve
zarafctin, bağımsızlı�ın di�cr özellikleriyle daha etkileyici ol:.ırak gö­
4
rün cccktir.

Burada gergcdan, zürafa, aslan ve panter gibi egzotik hayvanla­


rın yanında geyik, sincap, kirpi, kurt ve ayı gibi Avrupa'da bulu-
220 Geniş Dünyaya Büyük Açılım

nan hayvanlar da görülmektedir. Egzotik hayvanlar, Avrupa'da


bulunan hayvanlardan daha değerli değillerse de, onlar kadar
değerliydiler. Buffon, Academie des Sciences üyesi ve Paris'teki
lardin des Plantes'ın (Botanik Bahçesi) müdürüydü. Sonralan
Londra'daki Kew Bahçeleri canlı bir bitki koleksiyonu sunuyor­
du.
Sadece bitki ve hayvanlarla ilgilenilmiyor, aynı zamanda in­
sanın kendisiyle de ilgileniliyordu. Artık sadece garip şeylerin
bildirimi olarak değil, aksine bilimsel bir araştırma alanı olarak
etnoloji oluşmuştu.
Bundan böyle dünya tarihi yazılmak istendiğinde gerçekte ar­
tık uygar Çin'le (İsrail yerine) değil, örf ve adetlerine Afrika,
Amerika ve Güney Okyanusu'nda rastlanabilen " ilk insan"la baş­
lanması gerekiyordu. İ nsanlık tarihi, yüksek ve alt, bütün kültür­
leri dikkate almalıydı. ı759'da Antoine - Yves Goguet De l'origi­
ne des lois, des arts et de leur progres clıez /es anciens peuples'ü
(Eski Halklarda Yasalann, Sanatiann Kökenine ve Onlann İler­
lemelerine Dair) yayınlamıştı. ı 760'ta Nicolas- Antoine Boulan­
ger'nin Reclıerclıes sur l'origine du despotisme oriental'i (Doğu
Despotizminin Kökeni Üzerine Araştırmalar) çıktı. Ayru yıl Da­
nimarkalı Jars Kraft Va/ışi Halkiann En İyi Aletleri, Gelenekleri
ve Düşüncelerinin Kısa Tarihi'ni kaleme almıştı. ı 761' de Char­
les de Brosses'un Du cu/te des Dieu.x feticlıes' i (Fetiş Tannlar
Kültfıne Dair) yayınlanmıştı. ı 764'te Isaak ls elin, ana bölümleri
etnolojik olarak tasarlanmış Plıilosoplıisclıen Mutmassungen über
die Gesclıiclıte der Mensclılıeit'ını (İnsanlığın Tarihi Üzerine Fel­
sefi Tahminler) yayınlamıştı. Bunu 1766 yılında Essay on tlıe
History of Civil Society'siyle (Uygar Toplumun Tarihi Üzerine
Bir Deneme) Adam Ferguson ve Ve�uclı einer a//genıeinen
Besclıreibwıg von dem Zıtstand der wıgesitteten und gesitteten Vö/­
ker naclı ilırer moralisclıen und plıysika/isclıen Besclıaffenlıeit'ıyla
(Ahlaki ve Fiziksel Koşullanı::ıa Göre Uygar ve Uygar Olmayan
Halkiann Durumuna Dair Genel Bir Betimlemc Denemesi) J o­
hann Gottlieb Steeb izliyordu. Bu başlıkta bütün bir program
açıkça bellidir. Yeni bir çığır açiimıştır.
Geniş Dünyaya DoğiU Büyük Açılım 221

Dünya evrenselleşmişti ve e vrensel olarak kavranmalıydı.


Böylece büyük doktor, doğabilimci ve filozof Albrecht von Hal­
ler 1755'te şöyle söyleyebilmektedir:

İ nsanların fikir birli�i içind e olmadı�ı önyargıları bize kolay çabay­


la atmayı ve bütün h alkların birbiriyle anlaştı�! do�anın sesini ka­
bul etmeyi ö�reten bir de�işiklik h akkında, geleneklerin, yasaların
ve düşüncelerin de�işik oldu�u birçok halk hakkında bilgi sahibi
olmaktan başka hiçbir şey, önyargıları gideremez: Barışçı denize
da�ılan adaların yerlileri ne denli vahşi ve kabaysa, GrönlandWar
Brezilya'dan v e Ümit Burnu'ndan ne denli uzaktaysa, tüm halklar­
daki do�anın huku�una ilişkin ilk ilkeler d e o denli geneldir. Hiç
kimseyi incitmemek, herkesi kendi haline bırakmak, mcsle�inde ku­
sursuz olmak eski RomaWarda, Davis yolunun komşularında ve
5
Hotantola'da onura giden yoldur.
VII

Bağımsızlık - Eski Baskılard an Kurtulu§

1. Siyasal - Sosyal Bağımsızlık

Aydınlanma ctkinlcştiği zaman bağımsızlık, b i r başka deyişle es­


ki düzenierin ortadan kaldırılmasıyla yeni olanakların serbest
kalması anlamını taşıyordu. Emancipatio kavramı Roma Huku­
ku'nda "vclaycttcn çıkarma", bir başka deyişle 18. yüzyıl sonları­
nın bir ifadesinde olduğu anlamda atacrkil bağlardan kurtulma
yerine geçiyordu: "Tüm baskı yollarını ve tüm buyrukları gerek­
sizleştiren körü körüne itaatten kurtulmak, aynı zamanda davra­
nışlarımızın esasını kendi içimizde taşımamızı da gcrcktirir.'. ı
Kurtuluş, yani geleneksel dünyadan kopuş bireyler ve gruplarla
ilgiliydi: Burjuvaziyle, tcbaayla, alt tabakayla, scrllcrlc, köleler­
le, özellikle Yahudilerle ve özel bir anlamda kadınlarla.
Burjuvazi her şeyden önce imtiyazlı soyl uların yanında yer isteye­
rek hak iddia ettiği monarşilcrdc özgürlüğe kavuşmuştu. Sadeec
akadcmisycnlcrlc birlikte daha eğitimli değil, aynı zamanda tüc­
carlarla biriikti birçok soyludan daha varlıklı olmuştu. Ekono­
mik ve düşünsel özgürlükle devlet içinde yönetime katılma hak­
kı elde etmeye çalışıyordu. Bunu yaparken birçok engelin aşıl­
ması gerekiyordu ve bu engeller de çoğunlukla çok yüksekti.
Cumhuriyetçi koşullarda burjuvazinin kurtuluşu, başlangıçtan iti­
baren zincire vurulmuştu. Burada sadeec ileri gelenlerin imtiyaz­
lı konumlarının azaltılması amacına ulaşılabilirdi.
O zamana değin zenginleşen burjuvalar, günün birinde soyluluk
unvanı almayı ümit ediyorlardı. Voltaire hırslı bir anne - baba­
nın hayallerinden söz ederken, bu tutumla alay etmektedir:
Siyasal - Sosyal Bagımsızlık 223

Babası onun (o�lu n u n ) belagatte b u kadar usta oldu� u n u görü n­


ce. Latince ö�renmesine izin v e rmedi�i için derin bir üzüntü duy­
d u : çünkü o zaman ona cüppe (yani yönetim) soyluları içinde yük­
sek bir makam salın alım� o l u r d u . Daha kibar duygular besleyen
annesi ise o n a bir alay (yani yüksek bir subaylık rütbesi kazandır­
mak için) almaya hazırlamyo rdu _2

Ancak burj uvazi artık soyluluğa yükselrnek ya da ileri gelenle­


rin arasına kabul edilmek istemiyordu, aksine burjuva olarak
kalmak istiyor ve burjuva olmakla gurur cluyuyordu.
İster birçok monarşiuckilcr olsun ister cumhuriyctlcrdckikr,
kurtuluş tcbaayla çok genel olarak ilgiliydi. Burada söz konusu
olan, hak eşitliği sorunuydu. M onarşilcri devirmek istcnmiyor­
du; bunu sadeec Cromwell döneminde İngilizler ya da monarşik
tutumlarıyla Oranjc - Nassau hanedamndan Genel ve Ey alet Ge­
nel Vali'sine karşı yürüttükleri savaşta Flcmcnklilcr dencmişti.
"Bağımsız İsviçre 'de en azından 1653 ve 1 789 yılları arasında
bir istisnanın dışında hepsinin bastırılabilcliği bir düzineye yakın
tebaa ayaklanması gerçekleşmişti.
Çoğunlukla iktidardakilerin hedefi, efendilerinin aracılığıyla
gerçekleşen yardı mlar sayesinde tebaalarının aslında mutlu oldu­
ğunu kanıtlamaktı. Nüfusun çoğunluğu genellikle verili durum­
dan, ülkenin iyi babasının ya da " Merhametli Efendimil'in ege­
menliğinden hoşnutlu. Gerçe k tiranca despotluğa karşı - bazı Al­
man prenslikle rinde rastlandığı gibi - geniş tabanlı bir direniş
örgütlernek ne rdeyse olanaksızdı. Prensliğin polisleri ve paralı
orduları, olası tüm denemeleri daha oluşum halindeykcn bastır­
mak için her zaman iş başındaydılar. Bir Jakob von Moser ya da
bir Daniel Schubart eleştiriyi fazla ileri götürdüklerindc, Ho­
hentwicl ya da Hohc nasperg kalelerine hapsediliyorlardı. Fran­
sa' daysa bu görevi, Paris'teki Bastillc görüyordu.
H enüz 19. yüzyılda Prusya'da dar kafa!t yıkıcı zilıniyetten'ın­
dan söz edilcbiliyordu. Bununla birlikte bu tebaa çoğunlukla za­
vallı adamlar değil, aksine mülk sahibi köyl üler, tüccarlar, aka­
dcmisyenlerdi . . .
224 Bagınısızltk - Eski BaskılanJwı Kuıtuluş

"Zavallı adamlar"la da ilgili olarak kurtuluş yanlısı bir hare­


ket saptanabiliyordu. Fakat kurtuluş burada yukarıdan geliyor­
du; çünkü açlık onlan ümitsizliği sürüklemedikçe okuma - yaz­
ma bilmeyen insanlar, yan dilenciler ve yoksullar kendiliğinden
ne yapmaya kalkışırdı? Ancak yoksulların ve alt tabakanın soru­
nu, aydınlanmacılar tarafından fark edilmişti. Her ülkede - sadc­
ce sanayi ülkelerinde deği l - bir şeylerin yapılması gerektiği
inancı vardı.
Burada hayır cemiyetlerinin her şeyden önce yoksul sorunuy­
la ilgilendikleri İspanya örneğini ele alacağız. ilkin bu, Kastilya
Meclisi Sociedades de los Amigos del Pais'c ulaştıktan sonra so­
runun araştırmalar halinde çözülmesiyle kuramsal olarak gerçek­
leşmişti. Valencia'daki cemiyet 1755'te "işsizliği ve dilenciliği
sona erdirebilecek iyi Hristiyan ve yurttaş gelenekleri ni ortaya
koymak için yüksek sosyal sınıfın, halkın diğer sınıflarına cemi­
yet aracılığıyla yardım edebileceğini"3 saptamıştı. Valcncia'da
her yaştan tümüyle sağlıklı insanlardan, önce likle de " içlerinden
çoğunun öğrenci sıfatıyla okuma bile bilmediği " kız ve erkek ço­
cuklardan oluşan bir yığın dilenci saptanabiliyordu. Bu çocuklar
tam da yetersiz, kötü koşullarda yetişmişlerdi, yaşamları boyun­
ca işsiz olacaklardı ve suç işleyeceklerdi. Bu, Valencia'da bir­
çok ipek fabrikasının kapandığı ve yaklaşık 1 .600 ailenin sefale­
te düştüğü 1771 ekonomik bunalımının sonucuydu.
Bunun dışında tatil günlerinin çok fazla olmasının - tüm Ka­
tolik dünyasının, Protestan Reformu'ndan bu yana tarumadığı so­
run u - genel işsizliği teşvik ettiği saptanıyordu.
O zamanki denetimsiz, körü körüne ve keyfi sadaka verme
sistemine saldırılıyordu. İspanyollar sadaka vermenin bir erdem,
dindarca bir hayırlı iş olduğu yolunda yanlış bir düşüneeye sahip­
lerdi. Bakan Campomanes, İspanya'daki dilencilerin sayısını
140.000 olarak tahmin ediyordu.
Bunu çözüm önerileri izlemişti: Hatalı ve masum yoksulluk
arasında -bir zamanlar Reformasyon'un yaptığı gibi - ayrım ya­
pılıyordu. Nüfus artışının iş sağlanmaksızın sefalete yol açtığı gö­
rülüyordu. Bu nedenle yoksul evlerinin, Montepios ya da Casas
Siyasal - Sosyal Bağımsızlık 225

de nıisericordia'mn açılması önerisi ortaya atılmıştı. Ama o za­


manki yoksul evleri eğitim vermiyordu ve iş sağlamak için gerek­
li teknik donarumiardan yoksundu. İnsanlar bu evlere tıkılmışlar­
dı ve evlenemiyorlardı. Demek ki iş sağlanması bir yana, tem­
beller için gerçekte çalışma baskısıyla ağır hapse gerek vardı.
Aşevleri, muhtaç ailelerin beslenmesini sağlıyordu. ı 779'da
Madrid Sociedad' ı mn yönetiminin emrine verilen devlet deste­
ğiyle kraliyete ait Madrid'deki yoksullar evinde bir iplikhane ku­
rulmuştu. Yoksullar evi sakinleri Madrid'de üç ay çalıştıktan son­
ra, yine çalışma evlerinin kurulması gereken taşraya nakledili­
yorlardı.
Ancak kısa bir süre sonra güçlükler başgöstermişti. Yeterin­
ce para yoktu. Yoksullar istenen iş için çok az beceri gösteriyor­
du. Madrid'de çok yüksek ücret verilmesi gerekiyordu ve ham­
madde fiyatlan farklılık gösterdiği için, satış kesin değildi. (Bu­
nun dışında Pestalozzi ı 774 ve ı780 yılları arasında Brugge ya­
kınlarında bulunan Neuhoftaki yoksullar okuluyla aynı olumsuz
deneyimleri yaşamak zorunda kalmıştı.)
Bu nedenle daha çok öneri ortaya atılıyordu ve bu da kısmen
sistem değişikliği anlamına geliyordu: Lonca düzeninin değişti­
rilmesi, bir başka deyişle genişletilmiş bir çıraklık eğitimi, !onca
tekellerinin ortadan kaldınlması, bunalım dönemleri için fon
sağlanması, yoksullar için tasarruf kasaları. Her şeyden önce gi­
rişimcilere vergi kolaylıklarının sağlandığı bir sanayileşme iste­
minde bulunuluyordu. Sociedad'lar çoğaltılmalıydı ve böylesi gi­
rişimler onların önderliğinde yapılmalıydı. Son amaç occıtpacion
honesta y ıttil, yani dürüst ve yararlı işti.
Hala varlığım sürdüren serflik, bir başka deyişle efendi tara­
fından bir nesne gibi davrarulabilen kişinin mülkiyeti özel bir du­
rumdu: Ar abacı, at ve araba siyasal - ekonomik bir birliği ifade
ediyordu. Gerçekte Batı Avrupa'daki sertlik Ortaçağ'dan kalma
bir kalıntıydı ve çoğunlukla personel vergisine çevrilmişti. An­
cak hukuki bir durum olarak tüm aydınlanmacı ilkelerle çelişi­
yordu. Sertlik Rusya'da, Doğu Prusya'yla başlayan Doğu Avru­
pa'da ağır ve doğaldı. Bu ülkelerde zamanla köylülere "el koyu!-
226 Bağımsızlık - Eski Baskılardan Kımuluş

muştu" . Kölelik en azından biçimsel olarak ortadan kaldmiana


değin, kısmen 19. yüzyılın ortalanna kadar beklemek zorunda
kalınmıştı.
İnsanın en fazla aşağılanması kölelikti. Kölelik, öncelikle
Amerika'daki siyahlarla ilgiliydi. Siyahlann 18. yüzyıl sonların­
da kamuoyu tartışmasının kon\l.!iu olduğunu görmüştük. Kurtuluş,
bu alanda da ancak 19. yüzyıl içinde gerçekleşecekti.
2. Yahudilerin Bağımsıztaşması

Yahudilik, kurtuluşun çok özel bir durumunu ifade etmektedir.


Burada çifte bir kurtuluş söz konusuydu - Hristiyanlığa ve Orta­
çağ'a özgü geleneğin farklı biçimdeki egemen dünyasıyla birara­
da yaşama dönemleri almıştı. Yahudilik 18. yüzyıl başlarında ha­
la Ortaçağ durumundaydı;ister bir dereceye kadar korundukları
gettolara tıkılmış olsun ister tüccar olarak gezici ve dağınık bir
şekilde olsun Yahudiler, bütün Avrupa'ya ve Akdeniz Bölgesi ' ne
eşit olmayan bir biçimde dağılmıştı. Çoğunlukla aşağılaruyor,
kendilerinden korkuluyor ve nefret ediliyorlardı. Sonuçta Yahu­
diler vaktiyle İsa'yı öldürmii§lerdi ve bunun dışında ticarete yat­
kın ve çevrelerindekilerden çok daha akıllı ve farklıydı lar. Bu­
nunla birlikte küçük ve büyük ticaret için, para işleri, devlet fı­
nansı ve ordu tedarikleri için vazgeçilmezdiler. Yahudi cemaati
örf ve adetlerin arkaik biçimiyle korunabildiği Doğu Avrupa'da
özellikle ortada kalmıştır - ancak bu, tecrit ve ayrılık içinde
gerçekleşmiştir. imparatorluk kenti Viyana'da bile Yahudiler,
bir gettoda kendi yaşamlarını süremiyorlardı. Kent kapılarından
geçerken özel bir gümrüğe tabiydiler, yüksek hoşgörü ücreti öde­
meleri gerekiyordu. Sarı bir benekle işaretlenmiş özel giysiler
giymekle yükümlüydüler ve sadece onlara ayrılmış evlerde otura­
biliyorlardı. Hristiyanlann tatil günlerinde evde oturmak zorun­
daydılar ve önlerinden geçen dinsel alaya pencerelerinden kesin­
likle bakamazlardı. Herkese açık yerlere girmek, tiyatro ve kon­
seriere gitmek onlara yasaklanmıştı. Değişik biçimlerle hemen
her yerde böylesi sınırlarnalara tabiydiler. Çoğunlukla onlara
toprak sahibi olma izni verilmediğinden tam da başka etkinlikle­
re muhtaç olmuşlardı.
Yahudiler Batı Avrupa'da daha özgürce hareket ediyorlardı
- her zaman özel bir yasaya bağlı olsalar da. 1 5 . yüzyılda İspan­
ya'dan sürülenler Aemenk'e, İngiltere'ye ve çeşitli ticaret kent­
lerine yerleşebilmişlerdi. Tümüyle modern - aydınlanmacı bir
228 Bagınısızlık - Eski Baskılardan Kurtuluş

İtalyan olan Pilati'nin bir saptaması tipiktir: "Sadece Portekiz


Yahudileri aynı zamanda hem çalışkan hem de dürüsttür ve bu
nedenle halka zarar vermeksizin avantaj sağlamaya eğilim gös­
tennektedirler. Ancak öylesine akıllıdırlar ki, sadece İngiltere
ve Aemenk' e yerleşirler. "4 Bu iki ülkede - özellikle de klasik
anlamda bağımsız Aemenk'te - bir Yahudi büyük burjuvazisi ge­
lişmişti.
Bununla birlikte Batı'nın ticaret kentlerindeki açık ve dünya
çapındaki atmosferi, kapalı Yahudi cemaatlerinde etkisiz kalma­
mıştı. Genel gelişmeler şimdi onların yamndan geçip gitmiyor­
du. Mistik türden değişik eğilimler - pietizmle karşılaştınlabi­
lir - cemaatleri iç kopmalarla karşı karşıya bırakıyordu. Bazı ki­
şiler cemaatten çıkmaya başlamışlardı. Aydınlanmacı aydınların
akılcılığı onları rahat bırakmıyordu. Kelam tefsirine alışkın ilahi­
yat gelenekleri - tıpkı Protestanlık gibi - çağın akılcılığıyla bir­
leşmeye uygundu. Daha 17. yüzyılda Spinoza' nın - Portekiz' den
Aemenk'e göçmüş bir ailenin soyundan - Tractatus tlıeo/ogi­
co -politicus' u, Yahudi cemaatinden ayrılmaları haber veriyor­
du. Spinoza, Descartes'a dayamyordu; ancak dünya hakkındaki
açıklamaya ilişkin. daha radikal, psikoloj ik, akılcı bir sistem ge­
liştirmişti; bu sistem, adının tanrıtanımaza çıkmasına neden ol­
muş ve ancak Geç Aydınlanma onu bundan kurtarabilmişti. Spi­
noza, sadece yeni başlayan Aydınlanma için bir toplumdışı değil­
di - elbette aynı zama:ıda cemaatlerine kabul edilmediği Yahu­
diler için de öyleydi. Özgürlüğe, eşitliğe, hoşgörüye ve ahlak öğ­
retisine ilişkin önerileri dışianmış bulunuyordu.
18. yüzyılın ancak ikinci yansı düşünsel kurtuluşu getirebil­
mişti. Yahudi büyük burjuvazisi, gerekli hazırlıklar mevcut oldu­
ğunda, aydınlanmacı hareketi kabul etmek için, eğitime uygun
olarak gittikçe olgunlaşmışh. Bunu baskımn gevşediği Berlin' de
mükemmel bir felsefe yazarı olarak aydınlanmacı yazar ve aka­
demisyenlerin dünyasına kabul e dilen, Yahudi bir öğretmen aile­
sinden gelen Moses Mendelssohn başarmıştı. Ona göre Yahudi­
ler de artık doğal hukukun emrindeki dünyaya dahildi: "Gerçek
tannsal din, geleneğinde ne koliara ne de parmaklara gerek du­
yar, o sadece ruh ve yürektir."5 Mendelssohn, Yahudi gelenekle-
Yahudiler BağımsızlaşmaH 22')

rinden aynlmıyor, ama onlan basitleştirmek ve özelleştinnek is­


tiyordu. Dindar, ibadetini yapan bir Yahudi olarak kalmıştı. An­
cak dinsel öğretinin ilkelerinin katı biçimciliğine inananlar bunu
anlamak istemiyorlardı; liberal düşüneeli ilahiyatçılar her iki
Hristiyan kilisesi için ne anlama geliyorsa, Mendelssohn da on­
lar için aynı anlama geliyordu.
Elbette bu Yahudi, Berlin'deki aydınlanmacılar tarafından
seve seve kabul edilmişti. Üstün ve tümüyle akıllı ve zeki olma­
sa da, artık yardımcı ve düşünce arkadaşı olarak entelektüel an­
lamda eşdeğer bir Yahudi bile vardı. Aynca Mendelssohn yaşa­
mının sadeliği ve mütevazılığıyla örnek bir insandı; kibirli bir bü­
yük burjuva türedisi değil, aksine yaşamı boyunca mütevazı ka­
lan küçük bir tüccardı, dönemin siyasi konularda yazan pek çok
yazarı gibi o da meslek sahibiydi. Oyuncu lffland, Lessing'in
oyunundaki Natlıan der Weise'ye (Bilge Nathan) bu Yahudinin
karakter özelliklerini verdiğinde, Mendelssohn yüceltilmişti.
Mendelssohn' un Berlin'i düşünsel yönden Yahudi bağımsız­
laşmasının örnek kentine dönüşmüştü ve sadece Almanya'da ve
Doğu'ya karşı etki göstermiyordu. Yahudi cemaatleri okullannı
modernleştirmeye başlamışlardı, halıarnlar modern düşünceleri
savunuyorlardı. Ancak aydınlanmacı Yahudiler çoğunlukla Hris­
tiyanlık dinine geçiyorlardı; çünkü sadece bu, tam entegrasyona
olanak sağlıyordu. Buna karşın şimdi Tevrat tefsirinin tam da za­
mana uygun bir duruma geldiği ve (Kalvencilerde olduğu gibi)
org çalmaya alışıldığı sinagoglann birçoğu sadık kalmıştı. Akıllı
Yahudi kadınları - Rahel Varnhagen ve Henriette Herz gibi ­
kadın ve felsefi sohbetlere düşkün kişiler olarak bağımsızlaşarak
salonlanru açıyorlardı. Aydınlanmacı Yahudiler, iki müzik aleti­
ni ustaca çalınayı biliyorlardı: Burjuva dünyasına karşı açıklık,
aydınlanmacı anlayışın alımlanması ve aynı zamanda da geniş
bir alana dal budak salmış Yahudi dünyasıyla hala dayanışma
içinde olan eski cemaatteki aile yurdu. Böylece örneğin bir Al­
man Yahudisi hem Güney Fransa hem de Polonya'daki cemaat­
lerde her zaman kabul görüyordu.
178 1'de Christian Wilhelm D ohm - Mendelssohn tarafından
teşvik edilerek - Über die biirgerliclıe Emanzipation der Juden
230 Bafpnsızlık - Eski Baskılardan Ku11ufuş

(Yahudilerin Yurttaş Olarak Bağımsızlaşması) yazısını yayınla­


mıştı. Yahudilerin kurtuluşu sorunu böylece halka inmiş, bir öne­
riye dönüşmüştü.
Ancak Dohm'dan 67 yıl önce İngiltere'de John Toland Rea­
sons for Natıtralising tlıe Jews in Great Britain and lre/and (Bü­
yük Britanya ve İrlanda'da Yahudilere Yurttaşlık Verilmesi İçin
Nedenler) makalesini yayınlamıştı. Yahudilere tümüyle eşit hak­
lar değil ama bir yurttaşlık konumu verilmeliydi. İngiltere'de,
sonradan 19. yüzyılda hukuken olarak tanınacak olan, büyük ça­
balar olmaksızın yavaş yavaş oluşan bir kurtuluş gerçekleşmişti.
Yahudiler 1740'ta Britanya'nın Kuzey Amerika'daki sömürgele­
rinde yurttaşlık hakkı elde etmişlerdi. Federal bir ülkeye bağlı
olan bütün ülkelerde 1820'ye kadar eşitlik sağlanmıştı . I l . Jo­
seph'in reform yasası, kıta monarşilerinde - Il . Friedrich'in çok
sakıngan davrandığı - Avusturya ve bağımlılıkları için hukuki
kurtuluşun başlangıcım oluşturmuştu. Bu, anneleri İmparatoriçe
Maria Theresia'mn Yahudi düşmanı tutumunun kırılmasıydı ve
her iki tarafın da bunun için pek iyi hazırlanmadığı halkın içine
işlemişti. Bundan kısa bir süre sonra Fransız Devrimi siyasal so­
nuçlar doğurmuştu. 1787'de Abbe Grcgoirc Essai sıtr la regenera­
tion plıysiqıte, morale et politiqıte des jıtifs' ini (Yahudilerin Fizi­
ki, Manevi ve Siyasi Yeniden D oğuşu Üzerine Deneme) ve Mi­
rabeau da Sıtr Moses Mende/ssolm (et) sur la refonııe politiqıte
des juifs (Mendelssohn (ve) Yahudilerin Siyasi Reformu Üzeri­
ne) adlı yazısını yayınlamıştı. M endelssohn, Fransa'ya bile ör­
nek oluyordu! Sonraki yıllarda Fransa sorunları belirlediğinde,
Yahudiler tümüyle kurtulmuştu. Restorasyon burada da uzaklar­
da kalan önceki duruma geri dönüşü getirmişti. Acılar tarihi he­
nüz sona ennemişti. Kurtuluş gelecekte de bir proje olarak kala­
caktı. Heine, 1823'te şöyle yazmıştı: "Çağımızın (. . . ) büyük öde­
vi nedir? Özgürlük. Sadece İrlandalıların, Yunanlı ların, Frank­
furtlu Yahudilerin, Karayipli siyahların ve aynı şekilde ezilen
halkların değil, olgunlaşmış Avrupa'nın dışında kalan tüm dünya­
nın özgürleşmesi."6
3. Cinsiyetieri n Rolü Üzerine Tartışma:
Kadınların Bağımsızlaşmasına Giden Yolda

Heine özgürleşmeden söz ettiğinde ezilen ulusların, Yahudilerin


ve kölelerin kurtuluşunu düşünüyordu. Yoksa kadınlan unutmuş
muydu? Kadıniann bağımsızlığı belirli sosyal, etnik ya da siya­
sal grupların bağımsızlığından ilkesel olarak daha farklı türden­
dir. Kadınlann bağımsızlığı, herkesi ilgilendiren bir sorundur;
hangi ulustan, dinden ya da ırktan olursa olsun, çok eski bir an­
tropolojik bir sorun söz konusudur. Bu duruma göre siyasal - hu­
kuki bir sorunsal da söz konusu değildir.
Birçok kadının - veraset rastlantısı böyle istediği için - bü­
yük ve küçük imparatorluklar üzerinde imparatoriçe, kraliçe,
prenses olarak hüküm sürdüğü yüzyıl, kadının rolü üzerine ilk
tartışmaların yapıldığı yüzyıla dönüşmüştür. Poulin de la Bar­
re'ın 1673'te De l'egalite des deıa sexes (İki Cinsin Eşitliği Üze­
rine) adlı araştırmasını yayınlamasından bu yana cinsiyetierin
eşitliği hakkında bir kurarn vardı. Bu Kartezyen, ruh ve beden
ayrımı dolayısıyla ilk kez, kadın ve erkek arasındaki bedensel
farklılığın zeka üzerinde bir etki gösteremeyeceği savını ortaya
atmıştı: L 'esprit n 'a pas de sexe (Zekanın cinsiyeti yoktur). O gü­
ne kadar geçerli olan sav, Kitabı Mukaddes'in "Arzun kocana
olacak ve o da sana hakim olacaktır" (Tekvin I II,16) buyruğu
uyannca erkeğin yasalarının geçerli olması gerektiği yolunday­
dı. Gerçi uzun zamandan bu yana kadınlara ait bir alan vardı,
evin içi. Kadın burada köylü kadın olarak görevini yerine getiri­
yordu ve mutlak hakimdi. Kocasından bağımsız olarak evde yapı­
lan örme ve dokuma işlerinin küçük çaplı ticaretiyle, bahçesinin
meyveleriyle ilgileniyordu. Kadı nlar, ticari çevrelerde de önem­
li bir rol oyııayabiliyordu; 17. yüzyıl Zürich'inden bir örnek bunu
doğrulamaktadır:
232 Bağımsızlık - Eski Baskılardan Kurtuluş

Ev idaresinin işleri, tümüyle kadınların sadık özenlerine bırakılmış­


tı; ev halkını ve dostları eziyet e solınıayan temizlik, bayram kutla­
rnalarına ba�h tutumluluk, her şeyin zamanında ve düzenli olarak
yapılmasına, b izzat ev idaresi a racılı�ıyla çok çalışılması v e kirala­
nan işçilerin ücretlerinin biriktirilrnesine, gerekli olan her şeyin b o l
miktarda v e rahatlık sa�layan donanımların ölçü v e hedefe göre
mevcut olmasına ilişkin hazırlıklar, mutfaktan i�neyle işlenen sanat­
sal işlere kadar bütün ev işlerinde bilgi v e beceri sahibi olma ve
kendisinin ve kocasının e�lenmesi için müzik icra etme onun zev­
kiydi: Kocasına saygı göstermek, çocuklarını iyi yetiştirmek, on ların
herkes tarafından sevilmesini sa�lamak, kocasına işlerinde yardım­
cıolmak, yoklu�unda ona vekalet etmek ve bazı şeyleri onun ka­
dar iyi yapmak, en yüksek h ırsıydı. E�itim konusun daki endişeleri­
.p
ni kocasıyla payla ıyordu; ancak b u kon uda aynı planlara ve hazır­
lıklara uyuyordu.

Alanlar az çok ayrılmıştı, ancak erkeğin üstünlüğü tartışılmazdı.


Kadınlar, kentlerde erkeklere özgü etkinliklcrin dışında bırakılı­
yorlardı. Aynı dönemlerde İsviçre'yi ziyaret eden bir İngiliz hay­
retic şu saptamayı yapmaktadır:

Kadınlar bütün zamanlarını ve güçlerini ev işlerine ayırıyorlar.


Bem'deki yüksek makamlı m e m urların eşleri bile en basit bir köy­
lü kadından daha aşa�ı olmamak kaydıyla evin ve mutfa�ın t ü m iş­
leriyle ilgileniyorlar. Erkekler ve kadınlar aralarında ahbaplık etmi­
yorlar. Kadınlar ev işlerinde fazlasıyla doygunluk sa�lıyor ve aşk
ilişkilerine pek yanaşmıyorlar; ö n emli bir doktorun bana do�ruladı­
�ı gibi, o n u n avareli�e v e tlörte ba�ladı�ı ve başka yerlerde ola�an
8
olan keyifsizlik.Jer, on lara yabanadır.

İsviçre'de gözlemlenen şey, büyük olasılıkla Avrupa'nın diğer


kentli - burjuva ortamlarında da geçerlidir.
Bu durum saraylarda, soylularda (ve büyük burj uvazide) da­
ha farklıydı. Polin de la Barre her iki cinsin eşitliği hakkındaki
yazısım yazdığında, tam da blıte stockings*'in ilk örnekleri olu-

• Kadın edebi sohbeı Çl'Vreleri.


Cinsiyetierin Rolü Üzerine Tamşma 233

şum halindeydi. Paris'te Madame de Sevigne, felsefi tartışmalar


için çevresine akıllı erkekleri ve kadınları toplamıştı. Salon'lar
yeni yeni açılıyordu. Kadınlar diğer kadınlarla ve erkeklerle
mektuplaşmaya, hatta kitaplar yayınlamaya başlamışlardı. Leip­
zig'de yazın eleştimıeni Gottsched'in eşi Luise Kulmus, diğerle­
ri arasmda sadece bir örnektir. Yüzyıl sonlarına doğru toplumun
yüksek kesimlerinde eğitimli ve tartışan kadınlar doğal karşılaıu­
yordu.
Elbette kadının bu rolü, alay ve ironiye karşı güvenlikte de­
ğildi. Moliere'in Gülünç Kibarlar' ı tekrar tekrar sahneye koyulu­
yordu. Ancak öte yandan birçok erkek, birçok kadııun zekasını
ve özgül aklını övüyordu - sadece roman fıgürü olarak değil.
Bunun dışmda pietizm de kadına kendine özgü bir yönden değer
veriyordu - Yeni Ahit'in tefsirine dayanarak. Kadınlar bütün
sosyal sınıfların arasından geçerek dinsel toplantılarda önder ola­
biliyorlardı - papazlar artık belirleyici değillerdi.
Yüzyıl ortalannda Bayan Nordenflycht'in İsveç'i temsil eden
bir edebiyat topluluğu sunması mümkün olmuştu. Avusturyalı bir
diplomat geri kaldığı söylenen İspanya hakkında 1 785'te şu bilgi­
leri vermektedir:

M a rques de M ontealegre'nin on yedi yaşınd aki kızı geçen ayın altı­


s ında ... Aleala Ü n iversitesi'nin yaptı�ı sınaviara göre Aleahi'da
Ma­
gistTi ve Plıilosoplıiae Doctoris'e nail oldu. Aday çeşitli sınavlarda
sadece metafizik, fizik ve ahlak alanlarında de�il, aynı zamanda ge­
ometri, co�rafya ve mitolojide, ayrıca Yunanca, Latince, Fransızca,
İ talyanca ve anadilinde de bilgilerini kanıtladı 9

Kadm bir akademi başkam ve kadın bir felsefe doktoru gerçi is­
tisnaydı. Ama bunlar, kadınların eşdeğer bir eğitim üzerinde
hak iddia etmeye başladıklarının göstergesiydi. İster üniversite
öğrenimi yoluyla ister özel ders yoluyla olsun, gerçekte buna sa­
dece resmi okul kurumunun dışmda ulaşılabiliyordu. Gerçekten
de özel öğretmenler bundan böyle şatolarda soyluların oğulların­
dan çoğunlukla daha işlek zekaya sahip olan kız çocuklarıyla da
234 Bağımsızlık - Eski Ba�kılardan Kurtuluş

ilgilenıneye başlamışlardı. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren kız­


lara daha yüksek düzeyde eğitim vererek sıradan temel dersleri
tamamlamayı deneyen asıl kız okullarının kuruluş yolu açılmıştı.
rlu okullar gerçekte bilinçli olarak kadınlara özgü el işi ve şan
dersleriyle kendilerini gösteriyorlardı - ancak entelektüel yön­
den daha iddialı olan anadilde okuma - yazma ve yabancı dil, ço­
ğunlukla da Fransızca dersleriyle devam ediyorlardı.
Yüzyıl sonlarına doğru Parisli akademisyen Condorcct'nin
Sur l'admission des femmes aıt droit de cite'yi (1788, Kadınların
Yurttaşlık Hakkının Kabulü üzerine) ve Königsbcrg kent başka­
nı Theodor Gottlicb Hippel'ın Über die biirger/iclıe Verbessenmg
der Weiber' i (1792, Kadınların Yurttaşlık Haklarına Getirilen
Düzcltme) yazması mümkün olmuştu. Burada kadınların tıpkı
zenci köleler gibi tam yurttaşlar birliğinden sayılmadığı saptanı­
yordu. Ancak eğitimle yaşam içinde eşitliği ulaşabilirlerdi. Tar­
tışmaya katılabilirlerdi. Her ikisi de hem özel hem de siyasal
alanda tam eşitlik talebini ortaya atıyorlardı . Bu hala bir ütop­
yaydı; çünkü Fransız Devrimi'nin kurumlan bile bu kadar ileri
gitmek istemiyordu.
Onlar bunlan yazarken, kadının kurtuluşu sorunu çoktan fren­
lcnmişti. Yüzyılın ilk yansının akılcılığı sınırlarına ulaşmıştı. Bu
arada kadının "doğal mizacı" keşfedilmişti. Gerçi her insan - bu
artık biliniyordu - "akıllı bir hayvan" dı, ama biyolojik yönden do­
ğası, cinsiyetine göre farklıydı. Duygusal yaşamın, duyumculu­
ğun keşfi saf akılcılığı uzaklaştırmıştı.

Kadınlara şimdi hızlı bir kavrama yetene�i ve canlı bir fantezi veril­
miş, ama ayn ı zamanda psikolojik koşuUu, kadın cinsinin sinirsel
yapısının neden olarak ileri s ü rüldü�ü derinlemesine refleks ve
mantık yeten eksizli�i teşhisi ko n m uşt u . Buna göre akıkı refleksler
ve düşünsel Ç<Jbalar, daha güçlü olan erke�in organizmasına sak­
lanmıştı. Bu epistemolojik argü man, fizyolojik bir argümanla des­
tekleniyord u : Psikolojik m izaa kadına, anne ve eş olarak toplumda­
ki yerini göstermektedir. Bu n u n son u cu , kadın yaşamının cinselleş­
10
tirilmesidir.
Cinsiyetierin Rolü Üzerine Ta11ışma 235

Böylesi bir yeni kurarn yaygınlaşmış ve öncelikle de Nouvelle


Heloise' iyle Rousseau'nun aracılığıyla genelgeçerlik kazanmış­
tı. Rousseau, büyük ilahiyatçı Abaelardus'un eşi olan 12. yüzyı­
lın ilginç kadın ligürünü yeniden ele almıştır. Yeni Heloise, eri!
aklın yıktığı Altın Çağ'ın doğal durumunu yeniden ortaya çıkar­
malıydı. Onun kendiliğinden insanlığıyla kadın bundan böyle re­
kabet, güç, askerlik dünyasındaki yeni bir ahiakın taşıyıcısına dö­
nüşmüştür. Akıl tam da acımasız ve sınırsız iktidar ve saf yararlı­
lık için çaba harcamaya yol açmıştı.

Ahlaki cins olarak kadının rolü nün yazıya dökülmesi, Rousseau


sonrası döneme ilişkin kadınların e�itimi h akkın daki pek çok yazı­
da d a kabul görmektedir. Şimdi bura d a bu tasla�ın çelişikli�i belli
olmaktadır. Bir yandan kadınların e�itimi için h arcanan çabalar, so­
n u n d a kadınlara bilme h akkı verilmesinin bir son ucu d u r . Öte yan­
dan yerine getirilmesi sadece bilmeye karşı gerekli bir mesafe alın­
dı�ında mümkün olan kadınlara uygu n e�itim düşüncesiyle bu bil­
me h akkı hemen yine bastırılmıştır. Kadınların e�itimi - h emen ah­
lakın hizmetine girerek - asla kendine yeten bir gaye olamaz. Yal­
nızca zeka egzersizi olarak, tehlikeli can sıkıntısının s aptınlması ola­
rak ve kadınların aileleri üzerinde ahlakileştirici nüfuz kazanmaları­
11
nın koşulu olarak kabul edilmiştir.

Bu durum şimdi çift koldan ilerlemekteydi: Soylu kadınlar, saray


kadınlan ve aynı zamanda da büyük burj uvazinin kadınları, ken­
dilerini entelektüel tartışmalara adayabiliyorlardı; gerçi türedi
burj uvazinin kadınlan kız oktıllanna ve yatılı okullara gönderili­
yorlardı ama, eğitimlerinin dar bir çevreye, ailelerine yararı do­
kunuyordu. Eğitimli anneler, oğullarını önde gelen görevlere
gelmeleri için eğitiyorlardı. Onlara, kendilerinden beklenen her
şeyin, yani meslek, toplum ve devlet içindeki ödev ve sorumlu­
lukların önceden belirlendiği bir ilk dünya sağlıyorlardı . Asker
oyununu gözlüyorlardı; çünkü evin dışında çalışmak zorunda ol­
duğu için, babalannın çocuklarına ayıracak çok az zamanı var­
dı. Anneler çocuklarına din dünyası hakkındaki temel bilgileri
veriyor, ibadet etmeyi öğretiyor ve Kitabı Mukaddes'ten öyküler
236 Bagımsızlık - Eski Barkılardan Kwtuluş

anlatıyorlardı. Elbette kız çocuklan da buna katılıyordu. Onlar


da kurşun askerlerle oynayabiliyorlardı ve oyuncakçı dükkanıa­
nnda çoğunlukla erkek kardeşlerinden daha çok şey biliyorlardı.
İ/yada ve Odisseıts' u, Telemakhos'u, Richardson'ın Pamela'sıru
ya da Defoe' nun Robinson' nu okuyorlardı. Her ne kadar gerekti­
ğinde bilinçli olarak seçilse ve özellikle kızlar için yazılmış ki­
taplar istense de, okunacak kitaplar kız ve erkek çocukları için
genellikle aynıydı.
18. yüzyılda bu şekilde yayılan şeyi 19. yüzyıl tamamlamıştı.
Yüksek akademi eğitimi dünyasındaki, ekonomi ve devletteki
görevler, kadınlara kesinlikle çok görülmüştü. Ancak tıpkı koca­
sı gibi çalışma sürecine yerleştirilmiş işçi kadınlar da bir yurttaş
varlığı elde etmeye çalışıyorlardı . Artık çalışmak zorunda kalma­
dıklarında ve buna minnettar kalarak sadece kocalarırun karar
vermesine izin verdiklerinde bu, terfi anlaruma geliyordu. İmpa­
ratoriçeler ve kraliçeler 1 9 . yüzyılda kadınlık rolleriyle yetiniyor­
lardı. Condorcet Fransız Devrimi'nin başlangıcında İngiltere
Kraliçesi " Elizabeth, Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresia,
Rusya Çariçesi Katherina örneklerini boşu boşuna çağırmıştır.
Erkeklerin - e n aydınlanmışlarırun bile - tutumlarını teşhir dire­
ğine bağlamıştır: "İnsan soyunun yarısının yasaları düzenlemeye
katılma hakkını sakin sakin elinden aldıklarında, hakların eşitli­
ği ilkesini çiğnernemişler midir? " ıı
19. yüzyıl, kadın ve erkek dünyasını özenle ayıracaktır. İste­
sinler ya da istemesinler, bunun için uygun olsunlar ya da olma­
sınlar - erkekler evin reisi olarak, devlet adamı olarak ve emir
veren subay olarak erkek rollerine zorlaruyorlardı. Kimbilir kaç
çocuk düzeltilmemiş ve iyi yetiştirilmemiştir, kimbilir kaç tanesi
bu nedenle daha sonra mahrum kalmıştır. Fakat kadın dünyası
masum kız imgesine göre yaşıyordu; insanlığın özel hakiarım el­
de etmeye, i ffetin vahasını korumaya zorun! uydu - önceleri ro­
mantik - hayalcİ bir şekilde, sonraları Viktoryenliğe özgü gayret­
le. Ancak diğer yanda Amerika'nın Batısı' nda dilediği gibi hare­
ket edebilen öncü kadınlar ve daha sonraları Avrupa' da, öze llik­
le Anglosakson ve İskandinav ülkelerinde çoşkulu kadın hakları
Cinsiyetierin Ro/ii Üzerine Tarrışma 237

savunucuları bulunuyordu - Aydınlanma'nın başlangıcında ilk


olarak seçkinler tarafından ileri sürülen şeyi şimdi buıjuvalaşmış
ve demokratikleşmiş bir çevrede, gerçek bir siyasal kurtuluş an­
lamında devam ettiren kadınlar.
VIII

Rad ikalle§en Aydın lanma'nın


Geri P üskürtülmesi

1. Radikal Aydınlanma

On yedinci yüzyılın sonundan itibaren, kimi ülkelerde erken ki­


mi ülkelerdeyse daha geç olmak üzere, barok düşünce tarzını
sarsma, daha liberal bir bakış a çısını teşvik etme ve Akıl Çağı'­
nın ilk işaret taşlarını yerleştirme cesaretini gösteren, Aydınlan­
ma'nın ilk dönemleri oldu. Bu türden bir zihniyet değişikliği, ge­
leneksel bir çevre içinde gerçekleşmek zorundaydı. Yavaş ya­
vaş, bazen yalnızca bir vurgu kaymasından ibaret, tek tek deği­
şiklikler meydana geldi.
On sekizinci yüzyılın ortalanna doğru, Aydınlanmanın doru­
ğunu temsil eden yeni bir kuşak, böylece kurulmuş sağlam te­
meller üzerine kendi yapılanın güvenle yerleştirebilecek durum­
daydı. Bu kuşak çağın yeni ruhuyla okul sıralarında tanışmıştı.
Gelenekler rasgele imha edilmeden eski önyargılar ortadan kal­
dırılabilirdi. Hükümetler tedbiıi elden bırakmadan reformlar
yapmaya başladılar. Bunun en açık sinyalleri, 1740'ta Prusya
tahtına geçen Il. Friedrich'ten geldi.
Yüzyılın ikinci yansını kaplayan Aydınlanma'nın son aşama­
sında düşünceler farklılaşmaya başladı: Aydınlanma yıllar geçtik­
çe olgunlaşırken, destekçilerinden birçoğu hareketin geleneksel
ılımlılığına bağlı kaldı ama sabırsızlık gösterip daha cesur adım­
lar atılmasını isteyenler de vardı. Bu yeni eğilimin kontrolden çı­
ka bileceği yolunda belli bir anlayış oluştu ve böyle düşünenler
bu olasılığa karşı direnmek üzere hazırlanmaya başladılar.
Rouc;seau'nun İnsamn Eşitsizliği Üstüne Söylev'i (1754) böyle
Radikal Aydmlanma 2.i'J

bir radikalleşmenin ilk belirtilerinden biri olarak görülebilir. Ro­


usseau kimilerine göre daha doğal, daha özgür ve daha adil bir
dünyaıun peygamberi, kimilerine göreyse kafası kanşmış bir ide­
alist hatta tehlikeli ölçüde aşın biriydi. Çok geçmeden (ilk kez,
onun görüşlerine saldıran İtalyanca bir kitapta) " sosyalist" ola­
rak damgalandı. Ondokuzuncu yüzyıl ilerledikçe bu terim radi­
kal bir eşitliği savunan herkese uygulanır oldu.
Rousseau'nun eşitlik üstüne denemesinin politik sonuçlar do­
ğurması uzun sürmedi. Cenevrel i yazar kendi kentinde taraftar­
lar buldu, basının "Cenevre'deki karışıklık"tan söz etmesi de Ku­
zey Amerika ve Hollanda'da insanlara esin verdi. Bir süre sonra
Masoruann radikal fikirler benimseyerek Aydınlar adında gizli
bir topluluk oluşturması Alman hükümetini telaşlandırdı.
Aydınlar, belirsiz spekülasyonlarla ve toplumsal ilişkilerini
sürdürmekle yetinen Mason Joealarından daha sert bir politika
izlenınesini savunuyorlardı. Gizli bir dernek olarak, yaşadıkları
ülkelerde somut bir politik güç elde etmeye kararlıydılar. " Öy­
leyse topluluğun nihai amacı Aydınlığın yayılmasını sağlamak­
tır. Bizler karanlığa karşı mücadele eden savaşçılarız; ateşin ya­
ranndan söz etmemizin anlamı budur ... ı
Aydınlar hareketini 1760 dol aylarında Bavyera'da Ingolstadt
Üniversitesi'nden Profesör Adam Wcishaupt başlattı. Kısa süre
sonra Baron Adolf von Kniggc de ona katıldı. Derneğin amacı
Aydınlanm a'yı ve ahlakı Mason Joealanndan daha açık ve belir­
gin bir şekilde desteklemekti. Bu yeni topluluk kısa zamanda Al­
manya'nın diğer kesimlerine, önce Katolik eyaletlere sonra da
Protestan bölgelere yayıldı. Devlet memurlan, profesörler, din
adamlan ve soylular arasından seçilen üyelerin sayısı sonunda
700' ü buldu.
Aydınların hiyerarşik bir sıra içinde çömezlerden, Minerva'­
nın çocuklarından ve 1//ımıinatıts dirigeiiS'ten oluşan örgüt yapısı
Masonlannkine benziyordu. Bütün örgütü yöneten "Airopa­
gos"un kim olduğunu üyeler bile bilmezdi. Gizliliği sağlamak
için kod adlar kullanılırdı: Weishaupt'un kod adı Spartakiis,
Knigge'ninki Plıilo, Weimar dükü Karl August'unki Aisklıylos,
240 Radikalleşen Aydınlanma'nm Geri Püskünülmesi

Napolyon çağının önde gelen politikacıları Montgelas ve Dal­


berg'in kod adlan sırasıyla Musaeus ve Venılam'lı Baco, Pesta­
lozzi'ninkiyse Alfred' di.
Örgütün yönetim sistemini Baron von Knigge kunnuştu. Al­
manya bölgelere ayrılmış ve bunlara da kod adları verilmişti:
Yunanistan adıyla anılan Bavyera şu alt bölgelere ayrılıyordu:
Akhaia (Bavyera düklüğü), Kalabria (Salzburg başpiskoposlu­
ğu), Khaldaia (Regensburg, Passau, Ortenburg, vb. ) ve Delta
(Yukarı Pfalz). Bölgelerin yönetim organlan başkentlerde yer­
leşmişti: Atina (Münih), Nikosia (Salzburg), Korinthos (Regens­
burg) ve Thebai (Frcising). Diğer bölgeler Illyria (Franken) ve
Pannonia (Swaben) idi. Bütün Almanya dört "müfettişlik"e ayrılı­
yordu: Akhaia (Güney Almanya), Etiyopya (Ren boyu), Habeşis­
tan (Saksonya) ve Mısır (Avu.sturya). Böylece, Damİata'dan
(Stuttgart) başlayan bu hayal gücü yüksek şema Delphis'ten
(Karlsruhe) geçip Capua'da (Braunschweig) sona eriyordu. Bu
karmaşık örgütlenme planlama aşamasından öteye gitmemekle
birlikte, topluluğun ne kadar geniş bir coğrafi potansiyele sahip
olduğunu göstermektedir.
1778'de hazırlanan tüzükte örgütün amacı şöyle ifade edili­
yordu:

İ n sanların ilgisini ah laki karakterin iyileştirilmesi ve mükemmeUeşti­


rilmesi çabalarına çekmek; insani görüşleri toplumun yararına teş­
vik etmek; kötü n iyetli entrikaları boşa çıkarmak; adaletsizli�in ezdi­
�i erdemin yardımına koşmak; de�erli bireylerin ilerlemesini gözet­
mek ve son olarak, yetenekleri, zenginlikleri ya da toplumsal ko­
n u mları sayesinde örgüte ola�a nüstü katkılar yapabilecek kişileri
hem toplum için de hem de topl u m dışında ödüUendirmek, onlara
h akettikleri saygı, şöhret ve o n u ru kazandırmak.

Ne var ki örgütün liderleri kendi etkinlik alanlarındaki bireyleri


etkilemekten daha hırslı amaçlar peşindeydi. Kafalanndaki
plan, daha radikal bir Aydınlanma için çalışmak üzere mevcut
bürokrasiye sızmaktı. Cizvit tarikatının resmen dağılmasının he-
Radikal Aydmlanma 241

men ardından kurulan Aydınlar topluluğunun bir amacı da Kato­


lik gericiliğinin süregelen etkilerine karşı mücadele etmekti.
Dolayısıyla Aydınlar, bir orta sınıf ahlak derneğinin, entelektüel
bir topluluğun ve politik bakımdan etkin bir yeraltı hareketinin
kesişimini temsil ediyordu.
Aydınlar, üyelerini hükümet mekanizmasına sokma stratej i­
siyle, diğer Mason Joealarından çok daha luzlı ilerledi. Belirsiz
bir hayırseverlik açısından düşündükleri genel iyilik için çalışan
bu diğer locaların toplumu ve devleti dönüştürme yönünde hiçbir
niyetleri yoktu. Üyeleri bütün enerjilerini bireysel ahiakın düzel­
tilmesine harcıyordu. Aydınların etkinliği, politik görüşlerin kar­
şıt kutuplara ayrıldığı ve devrimci güçlerle karşıdevrimci güçler
arasındaki çatışmanın her geçen gün daha da belirginleştiği,
Fransız Devrimi arefesine rastlamaktaydı.
Aydınlar, baş düşmanlarının nerede olduğunu çok iyi biliyor­
lardı:

Ne var ki p apazlar, prensler ve mevcut politik yapılar sık sık bu ça­


balarımızın önüne dikilmektedir. Öyleyse ne yapaca�ız? Dü nyayı
tersine çev irmek, gücü güçle devirmek, böylece bir tiranın yerine
di�erini geçirmek üzere devrimi mi destekleyece�iz? Bu bizim yap­
mak isteyece�imiz en son şeydir! İ n san ve tutkuları de�işmedi�i sü­
rece hiçbir şeyi düzeltmeyece�i ve bilgeli�in zorbalı�a hiçbir i htiya­
cı olmadı�ı için, şiddete dayanan her türlü reformu reddediyoruz.

Örgüt, din adamı hasımları onun etkinliklerini engellerneyi başa­


rana kadar, ancak on yıl varlığım sürdürebildi. Ardından Alman­
ya'da hareketin birçok üyesine nispeten şiddetli cezalar verildi.
Aydınlarla örgütsel değil yalnız kişisel düzeyde ilişkileri olan
Mason Joeaları da bundan etkilendi.
Aydınların ortaya çıkışı, Aydınlanma'nın gerçekten birçok ge­
leneksel değeri sorguladığım gösteren kanıtlardan yalnızca bir
tanesidir. Aklın soğuk ışığı artık ortodoksluğun sağlam biçimde
yerleştirdİğİ birçok şeyin maskesini düşürüyordu. Krallığın Tan­
rı'dan geldiği, soyluların ve din adamlarının ayrıcalıklı olduğu
242 Radikalleşen Aydmlwıma'n m Gen· Püsküniilmesi

gibi genel kabul görmüş ilkeler sorgu1andı. Bilimsel ve felsefi il­


keleri bunların yerine dinsel ve din dışı batıl inançlar vaazede­
rek gizleyen barak perde kenara çekildi. Aydınlanma'nın orta
kuşağının çekinerek değindiği şeyleri, son aşamanın temsilcile­
rinden birçoğu artık tartışılmaz gerçekler olarak görüyordu.
Über die Aıtfkliinmg (Aydınlanma Üstüne) adlı kitabıyla 1 780'de
Almanya'da heyecan uyandıran tealog Andreas Riem de bunlar­
dan biriydi. Riem'e göre Aydınlanma şu demekti: İnsan zihninin
fikirler dünyasındaki her konuya, insanların bütün kamlarıyla
bunların sonuçlarına ve aslında insanlıkla herhangi bir ilgisi
olan her şeye, bütünüyle ussal bir öğretiyle uyum içinde ve bü­
tün insan ırkının yararına olacak şekilde ışık tutma çabası." 2 " Bü­
tün inançların en kutsalı" dediği Hristiyanlığa ışık tutmaya çalı­
şan Riem, Hristiyanlığın ussal bir din olduğunu, "Aydınlanma'­
nın saçtığı her yeni ışığın onun kurucusunu daha canlı bir şekil­
de" gözler önüne serrnekten başka bir şey yapmayacağım iddia
ediyordu. Aydınlanma'yı kabul etmeyen ve dinleri ussallık, ah­
lak ve yararlılık açısından değerlendirmeyen tealogları insan ır­
kııun başındaki belalar olarak görmekteydi. On altıncı yüzyılın
Reform hareketi ve Zwingli'nin yeni teolojisi ona göre "Aydın­
lanma"ydı. Bu düşünce çizgisini sonuna kadar izleyerek, İsa'dan
"Aydınlanmanın bilge öncüsü", İncil'den da salt "Aydınlanma" di­
ye söz etti. Bununla herhalde " İsa'nın saf etik öğretisi" dediği şe­
yi kastediyordu.
. Aydınlanma'mn "ışığı" burada " hoş bir şafağın hafif kızıllı­
ğı"ndan daha şiddetli görünüyordu. Riem'in görüşleri, bağlı oldu­
ğu kilisenin tarihinde, yüzyılın ilk yarısındaki çok daha sakımmlı
ortodoksluğun yerini almaya başlayan yeni ussal teolojiyle yakın­
dan ilişkiliydi.
Bundan daha da ileri giden, ussal bir Hristiyan kilisesine yol
açmaya çalışmakla kalmayıp dinin kendisini reddeden birçok ki­
şi vardı. Aydınlanma modern tarihte tanrıtanımazlığın insanların
zihnini meşgul ettiği tek dönem değilse de (tanrıtanımazlık her
zaman ateşli tartışmalara yol açan bir konu olmuştu) artık din­
den sapan görüşler her yerde açıktan açığa ifade edilmeye başlı-
Radikal Aydınlanma 243

yordu. Bunun ardından gelen tartışmada bilim adamları önemli


bir rol oynadı: Lamettrie L 'lıomme maciline'de (1748, Makine
İnsan) mekanik biliminden bütünüyle tanntanımaz bir materya­
lizm türetti. Holbach Sy steme de la Nature de (Doğa Düzeni)
'

evreni yaratan ve işleyişini o zamandan beri yöneten geleneksel


Tanrı'yı işe kanştırmayan bir doğa düzeni ortaya koydu.
Condorcetı Aydınlanma filozoflanıun çekingen formülasyon­
lannın ötesine giderek kendini açıkça tanntanımaz diye nitele­
di. Ona göre Tanrı fikri gereksiz, kilise ise gelişmeyi engelle­
yen fikirler yaydığı için zararlıydı. Kiliseden vazgeçmeye hazır
olduğunu söyleyen Condorcetı Katalik din adamianna karşı
amansız bir mücadeleye girişti. Fransa'da bunu yapmak devrim­
den önce bile mümkün olmakla birlikte, diğer Katalik ve Protes­
tan ülkelerde militan tanrıtanımazlık oldukça riskliydi. Gelenek­
sel tarihsel fikir ve inaıuşlan reddetmek daha kolaydı. Ussal
eleştirinin çağlar öncesine dayanan mitlere, destanıara ve söy­
lencelere aman verecek vakti yoktu. Kraliann ve tebaalanıun
kökenieri konusundaki efsaneler, özellikle de ilk Romalılar sayı­
lan Remus ve Romulus ile onların soyu hakkında anlatılanlar
sorgulandı. Voltaire Jeanne d'Arc'ı batı! inançları olan bir köylü
kızı olarak betimleyip onunla alay eLti. İsviçre' den çok uzak ül­
kelerde bile tanınan Wilhelm Teli'in aslında bir Danimarka ma­
salı olduğu ortaya çıkarıldı, zira çok daha eskiye dayanan söylen­
celerde e lmaya ok atan Toko adında birine rastlanmıştı. Bu he­
yecan uyandıran buluşun duyumlduğu broşür Bernli yurttaşlarca
yazılıp orada yayınlandı, ama U ri kantonu hükümetinin broşürle­
ri toplayıp yakınayı başarmasıyla Konfederasyon'un kökeni hak­
kındaki efsane kurtulmuş oldu - en azından bir süre için.
Avukatiann parolası qıtod n on est in actis, non est in nıımdo
(kayıtlarda olmayan şey dünyada da yok demektir) tarihçilerin
de yol gösterici ilkesi haline geldi. Yalnızca yazılı kayıtlara baş­
vurularak kaıutlanabilen şeyler tarihsel gerçek olarak görülebi­
lirdi. Bütün bunlara karşın, mitlere son verme çabası ancak ta­
rihçilerin ilgilerini politika ve hukuk konularına yönelttikleri 19.
yüzyılda doruğuna ulaştı. Ussal düşünce gerçekten de her alan-
244 Radikalleşen Aydmlannıa'nın Ge1i Piiskiiltülmesi

da büyük ilerlemeler göstermişti. İnsanlar artık Ortaçağ'da yaşa­


madıklannı anlamışlar ve "aydınlanmış" olmayan her şeye kü­
çümsemeyle bakmaya başlamışlardı. Aydınlanmış Protestanlar
"geri" Katoliklere artık daha da fazla tepeden bakıyordu. Fransa
ve İtalya'da ise aydınlanmış Katalikler kendi mezheplerinin "ge­
ri"lerini alaya almaktaydılar. Aydınlanmış Avrupa' nın bütünü,
bir zamanlar uluslann en mağruru olan İspanya'nın artık zama­
na uymadığı konusunda az çok hemfıkirdi.
Avu..c;turya'da yazılmış bir raporda şunlar okunur:

Bu bölgelerde sanat pek az ilerlemiş, bilimlerin du rumu da ondan


pek farklı de�il. Gerçekten seçkin birkaç yazarın yanı sıra, okunma­
ya de�mez, yazar geçinen sayısız kişi var. İ spanya'nın ünlü oku Uarı­
nın gençlere verilmesi gereken temel ö�elerden yoksu n oldu�u
söylenebilir. Ama gene de, yargı gücü ve be�eniden başka her şe­
ye sahip insanları aydınlatmaya yarayabilecek eleştirel yapıtlar ve­
ren yazariara seyrek de olsa rastlanabiliyor. Benim bild�im kada­
3
rıyla, yeni buluşlardan hiç söz edilrniyor.

O zamanlar bütün doğu Avrupa i çin de buna benzer değerlendir­


meler yapıldığı kuşkusuzdur. . .
2. Buyrukla Aydınlanma

inandıncı akıl yürütmelerle iş görmek Aydınlanma'nın doğasın­


da vardı. İnsanlan yönlendirenin eninde sonunda kendi akıllan
olduğuna inarulırdı. İnsanlığın a nlayış gücünü yükselterek orto­
doksluk engelinden kurtulup Aydınlanma'nın taze havasını solu­
maya başlayacağı umudu yaygındı. Bu, Janseneiliğin ve Kalven­
ciliğin mirasının hala etkili olduğu Fransa'da ve Protestan ülke­
lerde daha kolay ve zora başvumı adan gerçekleştirilebilirdi.
Bağnaz din adamlarıyla cahil yöneticilerin insanlan esaret altın­
da tuttuğu ülkelerde (hatta kimi Protestan ülkelerde) bu amaca
nasıl ulaşılabilirdi? Çoğu durumda bu sorunun akla gelebilecek
tek bir yanıtı vardı: Geri nüfusun yarar göreceği Aydınlanma'yı
yukandan aşağıya empoze etmek. Böyle koşullarda yeni kralın
tahta çıkıp gerici bir bakanı görevinden almasımn sonfrıu kökün­
den çözebileceği düşünülürdü.
Prusya tahtına çıkar çıkmaz babasımn tutucu ve patnarkal po­
litikalarını tersine çevirmeye girişen Il. Friedrich bunun ilk ör­
neklerinden biriydi. Il. Friedrich modern fikirlere kapıyı sonuna
kadar açınakla birlikte devletin yapısında ve kurumlarında pek
fazla değişiklik yapmadı, çünkü memurlannın bağlılığına ve su­
baylarırun ahlakına güveniyordu_ Ama tebaasından uzakta, Sans­
souci'de akşam yemeğini yerken, bir Fransız özgür düşünürü gi­
bi davranabiliyordu. Böyle zamanlarda kararnarnelere ekiediği
nükteli kenar notlannda, ülkesindeki herkesin inanç özgürlüğü­
ne sahip olduğunu ya da gazetelerin ilginç oldukları sürece san­
sür edilmemesi gerektiğini belirtirdi. Protestan bir devlet olan
Prusya'nın Aydınlanma için bazı bakımlardan zaten hazır oldu­
ğu söylenebilir. Katalik ve Latin devletlerde ise durum bundan
çok farklıydı. Örneğin Sardinya-Piemont Krallığında soyluların
Fransız aristokrasisinden daha dindar ve daha cahil olduğu söy­
lenmekteydi. Ama İtalyan devletlerinin çoğunda özgür düşünce
246 Radikalleşen Aydmlannıa'n m Ge1i Püskü1tülmesi

öğesi eksik değildi ve Rönesans' ın liberal gelenekleri bütünüyle


unutulmamıştı. İspanya ve Portekiz'de ise Karşı Reform disiplini­
nin silinmez damgası hissediliyordu.
1 750'de I. Jose'nin tahta çıkıp başbakanı Pombal Markizi Jo­
se de Carvalho e Mello'ya tam yetki verdiği Portekiz, bunlar
arasında eski düzeni değiştiren ilk ülke oldu.

Pombal ülkesini radikal reformlarla ça�daşlaştırma görevini üstlen­


i
di. M aliyeyi ve donanmayı yeniden düzenledi. malat, dış ticaret,
ka�ıt üretimi, tarım ve balık�ı teşvik etti. 1755 depreminin ha­
�ap etti�i Lizbon'u yeniden inşa etmeye girişıi. Yaptığı reformları
destekleyecek, Arcadia adında bir edebiyat derne�i kurdu. S a rayın
aşırılıklarını fren ledi, ö r n e�in saray aşçılarının sayısını 80'den 20'ye
indirdi. 1 773' t e Portekiz sınırlan içinde kölelik yasaklandı.

Ne var ki reform çabaları onun karakteriniı1 yalnızca bir yön ü n ü


temsil etmekiL')'di. Pombal başka bakırnlardan acımasız bir tirandı.
Junqueira hapishanesinin surları arasında binlerce politik mah­
ku m bulunuyord u . Pombal'a karşı çıkan Cizvitler o n dokuz yılı a.ş­
kın bir süre hapiste tutuld u ve Aveiro dükü n ü n krala suikast girişi­
mine (bu iddia hiçbir zaman kanıtlantnamıştır) yardırncı oldukları
gerekçesiyle l759'da tarikatları yasaklandı. 20 Eylül l 7 6 l ' d e yaşlı
Cizvit M alagrida vidalı demir halka ile bo�ulup yakıldı. Portekiz'de
yaşanan son kazıkta yakma olayının, kendini Aydınlanma'nın baş
mimarlarından biri sayan Pombal'in adıyla b irlikte anılması para­
doksal bir durum o rtaya çıkarmaktadır.
I. Josı!'nin ardından tahta çıkan kardeşi lll. P�.:dro l778'de Pom­
4
bal'i görevinden uzaklaştırdı.

Pombal, yukarıdan dayatılan Aydınlanma'nın iki yüzü olduğunu


bütün dünyaya gösterdi: Bir yandan ilerleme, yeniden yapılanma
ve modernleşme, diğer yandan vahşi ve acımasız bir zorbalık.
İspanya'da Kral III. Carlos döneminin bakanlan da peş peşe re­
formlar önerdiler, ama bunlar Pombal'in vahşi yöntemlerini içer­
miyordu. Bu girişimlerden biri, İ spanya'da Esquilache adıyla ta­
ıunan İtalyan kökenli Kont Squilace'nin, örgütlü haydut çetele­
riyle ıığraşırken, altında �ilah s;.ıklanalıilccek uzunlukta paltoları
Buymkla Aydınlanma 247

ve giyenin yüzünü gizleyen geniş kenarlı şapkalan yasaklamasıy­


dı. Görevlilere uzun giysileri kesme yetkisi verildi. Bunlann yeri­
ne daha güvenli Fransız giysileri giyilmeliydi! Halkın bu uygula­
madan ve yaşamın hızla pahalılaşmasından kaynaklanan tepkisi
23 Mart 1766'da Esquilache İsyanı adı verilen ayaklanmaya yol
açtı. Bunun üzerine lll. Carlos giysiyle ilgili düzenlemeyi iptal
etti ve Esquilache'nin görevine son verdi. O zamandan sonra,
pelerin ve geniş kenarlı şapka, halkın değer verdiği gelenekiere
devlet müdahalesine karşı direnişin si:ngeleri haline geldi - po­
lisiye düzenlemelere karşın (bu düzenlemeler kamunun yaranna
bile olsa) herkes istediğini giyebilmelıydi. Esquilache'nin uygu­
lamaya koyduğu önlemler, Madrid kentini modemleştirme prog­
ramının bir parçasıydı. Bourbon merkeziyetı;iliğini güçlendirme­
yi amaçlayan bu programın başka iki maddesi de sukaklann ışık­
landmiması ve çöplerin toplanmasıydı.
Merkeziyetçilik kendi içinde Aydınlanma'nın yararlı bir özel­
liğiydi. Modem yöntem ve hizmetlere önderlik etmek, katı bir
ulusal yönetim için kuşkusuz iyi bir şeydi. Seçkinler tabakasının
yönettiği bir toplumda halkın bu önderliği izlemeye hazır olup
olmadığının pek önemi yoktu.
İspanya ve Portekiz'de olanlar Avrupa'nın başka yerlerinde
fazla ilgi çekmedi. Ama Maria Theresia'nın politikasına gerek­
siz denebilecek bir acclecilikle hız ·,-eren İmparator II. Jo­
seph' in reformlan bütün kıtada önemli karışıklıklara yol açtı.
Aydınlanma'ya ayak uydurmak isteyen hüti.in devletlerde olduğu
gibi burada da birçok reform önerisi ortaya a tıldı: Scrfliğin kaldı­
rılması, imalat sanayiinin teşvik eılilınesi, gümrük tarifelerinin
indirilmesi, yol yapımı, yönelim yapısının iyileştirilmesi vb. Jo­
seph'in k!!!:.c"" b r_,, izlediği r�:!! � ;ı ! poli tika her şeyden daha
fazla §aşkınlıga yol açtı. Bu politika Protestanlara ve Yahudilere
daha çok hoşgörü göstermekle kalmıyor, Avusturya toprakların­
da yaygın yakınmalara yol açan Roma Katolik Kilisesi'nin örgüt­
Icnmesine kapsa mlı nıüdahalclcrei de içeriyordu. Cizvit tarikatı
zaten yasaklanmış, sıra çok sayıdaki manastırta mücadeleye gel­
mişti. Yalıuzca okullar ve tarım işletme leri gibi devletin hizme-
248 Radikalleşen Aydm lanma'nm Ge1i Püskünülmesi

tİndeki kurumlar ayakta kalacak, "yararsız" kurumlar ortadan


kaldınlacaktı. Aydınlanma'nın dua pratiğini ve sofuca ibadeti an­
lamadığının en açık göstergelerinden biri buydu. Ona göre yal­
nızca çalışma geçerliydi. Manastırlara reform uygulanması,
Avusturya Aydınlanması'nın programındaki maddelerden yalnız­
ca bir tanesiydi. Sıradan Katoliklerin özgürleşmesi ve kilisenin
yapısında radikal reformlar gerçekleştirilmesi de bununla aynı
ölçüde ilgi konusuydu. Viyana'ya özel bir ziyarette bulunan Pa­
pa bife Joseph ve daruşmanlarını dizginlemeyi başaramadı. Bel­
çikalılar ve Macarlar ancak birkaç yıl sonra başkaldırarak hükü­
metin önlemlerine karşı muhalefetlerini ortaya koydular.
İsviçre'nin Freiburg kantonundaki Valsainte Chartreuse ma­
nastınnın kapatılmasını örnek alabiliriz. İsviçre Kataliklerinin
kalesi olarak görülen Freiburg'daki bu manastırın neredeyse beş
yüz yıllık bir geçmişi vardı. Ama kantonu yöneten soylular tıpkı
Milano, Paris ve Viyana'dakiler gibi aydın kişilerdi. Chartreuse
manastıdan " yar�rsız" kurumlar arası nda sayılıyor, konuşmayı
sevmeyen papazlarsa bu geveze yüzyılda doğa dışı bir anormal­
lik gibi görülüyordu. 1778'de Valsainte manastın kapatılarak
malvarlığı daha yararcı kilise kurumlarına devredildi. Bunun ar­
dından, başka şeylerin yanında, kenti yöneten soyluların " aydın­
lanmış" politikalannı da hedef alan bir halk ayaklanması başla­
dı. Bütün kantona yayılan isyan, başkentin kuşatılmasıyla doruğu­
na ulaştı. Bu kuşatma ancak Protestan Bem kantonundan gelen
askeri yardımla kınlabildi. Valsainte manastırı 1886'ya kadar
kapalı kaldı, ama bu tarihte kantondaki genel Katalik canlaroşa
bağlı olarak yeniden açıldı. Hükümetlerin radikalizmi dinsel
inançları etkilemekle kalmadı: Ülkelerin dili de etkilenmeye
açıktı. Merkezi hükümetin dilinin ülkenin her yerinde geçerli ol­
ması gerektiğine inanan Aydınla nma bilginleri Avrupa'nın her
yerinde Jelıçelere ve azınlık dillerine karşı mücadeleye girdiler.
Bu noktada, ulusal birlik düşüncesi, barbarlığın bir kalıntısı ola­
rak görülen halk ağzına karşı bir küçümsemeyle ittifak kurmuş­
tu. Almancayı bütün topraklarında resmi dil olarak kabul ettir­
meyi başaran Il. Joseph bu konuda da örnek oluşturuyordu. Ma-
Buyrukla Aydmlanma 24fJ

car ve Çek kültürleri gibi diğer özerk kültürlerin dilleri ikinci


plana düştü. Halkın önemli bir kısmı imparatorluk merkezinin
buyruklarını artık yabancı bir dilden alacaktı. Rhaeto-Roman
halkın çok eski zamanlardan beri Latincenin bir lehçesi olan
" Ladince" konuştuğu Yukarı Inn Vadisinde görüldüğü gibi, kü­
çük azıniıkiann dilleri yok olma tehdidi altındaydı. Avusturyalı
yetkililerin okullarda Almanca ders yapılması konusundaki ısrar­
lı çabalan sonucunda Yukarı Inn Vadisi birkaç on yıl içinde bü­
tünüyle Almanlaştı. Ama Ladince, vadinin İsviçre sınırlan için­
deki kesimi olan Engadin'de varlığım sürdürdü, çünkü burada
hangi dilin kullanılacağım dikte eden merkezi bir otorite yoktu:
İsviçre'de dil konusundaki kararlar her idari bölgenin kendisine
bırakıldığından, Rhaeto-Romanlar G risons kantonunda politik,
edebi ve dinsel kültürlerini koruyabildiler.
Mutlakıyetçi hükümetlerin uzun süre iş başında kaldığı ülke­
lerde ise radikal Aydınlanma demirden bir süpürge gibiydi. Akıl­
cılık, hayırseverlik, açıklık ve çalışma disiplini yüceltiliyor, bar­
barlığın en koyusu olarak görülen eski adet ve gelenekler ise
- bütün hayırseverlik iddialarına karşın - göz önüne bile alınmı­
yordu.
Aydınlanma'nın Isaak Iselin gibi gerçek destekçileri, " batı!
inançlara karşı hoşgörü" talep etme gereğini duydular. Örneğin
Condorcet şöyle diyordu: "Yanlışın da doğru kadar özgürlük hak­
kı vardır. "5
3. Erken Romantizm: Aydınlanma'ya Tepki

Radikal Aydınlanma, aydınlanmamış dünyada yanlıştan, batıl


inançtan, karanlıktan ve barbarl ıktan başka bir şey görmüyordu.
Birçok kişi için, Aydınlanma'da güneşin yaşam veren sıcaklığım
hissetmek giderek güçleşti. Alman şair Novalis, "mucizevi ve gi­
zemli şeyleri ortadan kaldırmak için her şeyin matematiğe uydu­
rulma"sını isteyen "Aydınlanma'nın sert, soğuk ışığı"ndan söz
ediyordu. 6 Kasvetli bir ussallık her yerde egemen olmaya başla­
dı. Dünya büyüsünden sıynlmış, genç kuşaklar için giderek daha
sıkıcı bir yer haline gelmişti. Radikal Aydınlanma üstünkörü bir
şeydi: Derinlikten yoksundu, ruhun uyuyan güçlerini harekete ge­
çirmeye yetmeyen kısır eleştirilerle ve sığ ahlak öğütleriyle yeıi­
niyordu. Akıl çağının felsefi yıkım ve temizliklerinden sonra,
1770-SO'Ierde okültizm, simya ve büyüye ilginin yeniden canlan­
masıyla kendini gösteren ön-romantik bir hareketlenme yaşandı.
Oıassez le nature/, il revient au galop deyişi bu duruma şöyle
uyarlanabilirdi: "Büyüyü kovarsamz dörtnala geri gelir."
Akılcılık cephesindeki ilk gedik, erken bir aşamada, aydın­
lanmış, dengeli, ahlak düşkünü İngiltere'de açıldı. Daha
1708'de, Locke'un takipçisi olan ve İngiliz Yeni Platonculann­
dan kuwetle etkilenen Shaftcsbw-y, Letcer Cemceming Entlııısi­
asm'ında (Sarhoşluk Üzerine Mektup) tanrısal bir uyum içindeki
doğa karşısında duyulan yeni bir tür çoşkulu hevı.:sten söz e diyor­
du. Bir kuşak sonra, 1 740'larda, Anglikan bir din adamı olan
Edward Young, derin düşünceler içinde geçirdiği dokuz geceyi
anlattı - bir kilise bahçesinde y<ışadığı, gündüzleri koşuşturmay­
la geçmeyen, doğanın gizlerinin, tanrısallığın, sevginin, ölümün
ve ölümsüzlüğün kutsanmasıyla dolu, peş peşe dokuz gece. Bun­

lar Aydınlanma'nın muzafrer şampiyonlarının değil, acı çeken


bir kuşağın sözleriydi. Yoııng'ı NigJıt T!ıouglıt.l ' u (Gece D üşüncl:­
l c ri ) en büyük e t k i s i n i Al ımıny: ı ' da göst erdi B u t: l k ı l ı.ı�Lı nfr.ıçta.
Erken Romantizm: Aydın/all ma'ya Tepki 251

yazdığı Messias ile bütün bir kuşağı göz yaşianna boğan Klop­
stock aracılığıyla gerçekleşti. K1 opstock' un duygusallığına Rous­
seau da kendi kötümser kültür anlayışını ekledi: 7 " Yaratıcının
elinden çıkan her şey iyidir ama insanın elinde yozlaşır." Rous­
seau şunu da ekliyordu: '.' Bütün geçmiş yüzyıllar içinde, insanla­
rın bu kadar çok okuduğu ve bu kadar kültürsüz olduğu, bizim
çağımız gibi başka bir çağ daha yoktur." Lichtenberg bu çağ hak­
kındaki görüşlerini daha da sert sözcüklerle ifade etmekteydi:
" Fazla okumak içimizde bir tür öğrenilmiş barbarlık doğurdu.'' 8
İnsanlar çökmekte olan bir çağda yaşadıklannı hissetmeye başla­
mışlardı.
1 770' lerde Alman gençliği isyanım Stumı und Drang ( Çoş­
kunluk) hareketiyle gösterdi. Bu harekette her şey çılgın, kon­
trolsüz, egzantrik ve pariaktı - Aydınlanma'nın daha önceki
temsilcilerinin yaptığı gibi sıkıcı, ortalama, dengeli ve saygıde­
ğer değildi. Gençler hem sözcük anlamıyla hem de mecazi ola­
rak sarhoşluk içindeydi. Geceler boyunca eğleni yor, eski halk
türkülerinde sözü edilen bozulmamış köylü kızlannın çekiciliği­
ne övgüler düzüyordu. Tiyatro sahnelerinde, Aydınlanma ' nın ilk
zamanlannın duygusal ahlak öğütlerinin yerini Ortaçağ şövalye
ve haydutlan aldı. Uluslar, Ortaçağ'ı yeniden keşfettiler. Alman­
ya'nın abartılmış akılcılığa gösterdiği bu tepki daha sonra bütün
Avrupa'ya yayılacaktı. 1 8 10'da Almanya üstüne yayınlanan kita­
bında Madame de Sta 1 şaşkınlık içinde şöyle yazıyordu:

Şöv alyelik ru hu Almanlarda h ala yaşıyor . .. İ kiyüzlülük nedir bilmi­


yorlar, bütün ilişkilerinde sadakat parıldıyor. .. Fransızları taklit et­
mekte kararlı birkaç saray dışarıda bırakılacak olursa, Rejans d ö ne­
minden beri Fransa'nın yüzü n ü de�iştiren kibir, ahlaksızlık v e
9
inançsızlık Alma nya'yı eline geçirememiş.

Bu övgüler kulağa ne kadar abartılı gelirse gelsin, Fransa'nın


kendisini bütünüyle akla teslim e tmesi karşısında duyulan tepki­
yi açıkça ifade ediyordu. Krala VL: manasııra dönüş, romantik
gözlerle görülen Orta çağ'ın nostalj ik bir yüceltilişi biiyle başla­
Jı.
252 Radikalleşen Aydmlanma'nm Geri Püskünülmesi

Ön-romantizme ve romantizme bağlı bu tutum ve beğeni de­


ğişikliğinin mutlaka gerici ve reforma karşı olmadığım söyle­
mek gerekir. Bunun tek istisnası Napolyon çağım izleyen politik
restorasyon dönemiydi - o da yalnızca bazı bakımlardan. On se­
kizinci yüzyılın sonlannda, hem Voltaire'in keskin yergilerini
hem de Young'ın Niglıt Tlıouglıts'unu (birincisini açık bir zihin­
le, ikincisini ise duygusal bir rehavetle) okuyan birçok erkek ve
kadın vardı. Radikal Aydınlanma'yı ve gerici romantizmi redde­
derken, hem Aydınlanmaya hem de romantik duygusallığa yakın­
lık duymak elbette olanaklıydı. Aslında 18. yüzyılın bütün fikirle­
ri (nereden gelirse gelsin) özümseyebilecek kadar liberalleşme­
si, Aydınlanma sayesinde gerçekleşmişti.
4. Gelenekçil iğin ve Hükümetlerin Tepkisi

Aydınlanma kiliselerin, toplwnsal hiyerarşinin ve kralların dura­


ğan dünyasına bir rahatsızlık duygusu soktu. Bütün hareketlerin
olduğu gibi onun da yeminli düşmanları vardı . Ama politik ya
da entelektüel bir hareket değil de bir moda gibi görüldüğü ilk
aşamalannda ve doruğa ulaştığı sıralarda, yeni bir hareket ola­
rak hiç de hoşnutsuzlukla karşılanmadı. Kendini daha çok teorik
ve felsefi ifadelerle dile getiren Aydınlanma, yerleşik toplumsal
ve politik düzenin temellerini sarsacak gibi gözükmüyordu. Ama
gene de bazı çevrelerde belirgin bir rahatsızlık duygusu vardı.
Hanıburger Patrioten dergisi etrafında toplanan reformcular bile
tutucu hemşehrilerinin gözünde şüpheli insanlardı. Onlardan "T­
homasius'un kuşkuculuğunu almış ve özgür düşünce vebasına ya­
kalanmış," senatörleri ve memurlarıyla "şu rezil Yurtsever çete­
si" diye söz ediliyordu. ı o Özgür düşünceden hoşlanmayan tek ki­
şi Hamburg'un bölge papazı değildi - özellikle de dinsel konu­
larda.
Aydınlanma'ıun ünlü fılozofu Christian Wolfrun başına ge­
lenler başkalarının da başına gelebilirdi. Leibniz'in tavsiyesiyle
1707'de Halle Üniversitesi'ne felsefe profesörü olarak atanan
Wolff kısa süre sonra din adamları tarafından determinist ve din
düşmanı diye suçlandı. 1 723'te Prusya Kralı I. Friedrich Wil­
helm onu bütün görevlerinden aziedip sürgüne gönderdi. Ama
Hesse'deki Kalvenci Marburg Üniversitesi ona kucak açtı, böyle­
ce Wolff 1 740'a kadar aydın bir çevrede ders vermeyi sürdürebil­
di. Bu tarihte ll. Friedrich, tahta çıktıktan sonra yaptığı ilk işler­
den biri olarak, onu Halle'ye geri çağırdı.
G üvenli bir sığınak bulma konusunda herkes Wolff kadar
şanslı değildi. Kırk yıl sonra Jean-Jacques Roussea u Toplumsal
Sözleşme'yi yayınlamasının ardından Fransa'yı terk etmek zorun­
da kaldı. Doğduğu kent Cenevre'ye giden Rousseau burada barı-
254 Radikalleşen Aydmlanma'n m Geri Püskünülmesi

nama dı. Neuchatel ve Bem' den de kovuJduktan sonra nihayet


Londra'ya yerleşebildi.
Rousseau'nun dramatik kaçışından on yıl sonra, aydınlanmış
dünya Pa blo de Olavide davasıyla çalkalandı. Sevilla valisi olan
Olavide, 1 778' de dinden sapma suçlamasıyla mahkeme · önüne
çıkanldığında, yeni ve büyük bir yerleşim yerini planlamaya he­
nüz başlamıştı. Mahkeme sonunda bütün mailarına el kondu ve
sekiz yılını bir manastırda geçirmeye mahkum edildi. Olavi­
de'ye yöneltilen suçlamalar, müstehcen resimlere (Boucher'nin
birkaç tablosu) sahip olmak, kitaplığında Jansenci kitaplar bu­
lundurmak, Rousseau ve Voltaire'in izleyicisi olmak ve Koper­
nik'in evren kuramının propagandasını yapmaktı. Fransa'ya kaç­
roayı başaran Olavide, İspanya'ya 1 798'dc dönebildi.
Wolff, Rousseau ve Olavide yalnızca üç örnekti. Kişinin han­
gi ülkede düşünüp yazdığı çok şeyi dcğiştiriyordu. Elbette Ma­
sonlar gibi dernek ve topluluklar üzerinde de yasaklamalar var­
dı. Masonlar Büyük Britanya'da istediklerini yapmakta özgür ol­
makla birlikte, Katalik ülkelerde gizlenmck zorundaydılar. As­
lında Masonlukla ilgili yasağı papa koyduğundan, yerel hükü­
metlerin tutumuna bağlı olarak, Katalik ülkelerde bile etkinlik­
lerini sürdürebiliyorlardı . Ne var ki yüzyıl, gerici çevrelerin
1 784-85'te Bavyera hükümetini ikna ederek Aydınlar topluluğu­
nun etkinliklerini önlerneyi başarmasıyla sona erdi. Topluluğun
bilinen üyeleri devlet görevlerinden uzaklaştırıldı ve ağır cezala­
ra çarptırıldı. Konuyla ilgili kararnamede şunlar okunmaktaydı:

Aldı�ımız kesin bilgilere ve iddiayı do�rulayan reddedilmez kanıtla­


ra göre, bu kişiler toplantılarında dine, devlete ve hükümete karşı
en korkunç entrikaları planlamayı alışkanlık haline getirmişlerdir.
Konuşmaları ve gizlice basıp da�ıttıkları o n u r kırıcı yazılarıyla, i�­
rcnç sistemlerini yaymak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bu
kişiler kutsal dinimize, kilisemizin ayİn lerine ve bunlarla ilgili her
şeye kara çalmakta, dinimizi bütü nüyle ortadan kaldırmak istemek­
te, kabul ettikleri ilkelere ba�lı kalarak bu ve benzeri kötü amaçla­
rına u !aşmak için her türlü aracı kullannıaktadırlar.
Gelenekçiliğin ve Hükümetlenit Tepkisi 255

Kararname Bavyera'daki bütün okuma topluluklarını kapsaya­


cak kadar geniş tutulmuştu. ll. Joseph bile bu koşullarda Mason­
ları gözetim altında tutma zorunluluğunu duydu. Mason dernek­
lerini yalnızca " düzenbaz ve sahtekar" olarak niteleyen ll Ara­
lık ı785 tarihli kararnamede şöyle deııiyordu:

Bunlar dine, düzene ve ahlaka zarar verecek aşırılıklara kapılma­


maları için kontrol altında tutulmalıdır. Bu dern eklerden etkilenen
üst düzeydeki devlet görevlileri, kendi toplumsal ilişkileri için de
yer almayan astiarına karşı uygu nsuz davranışlarda bulun abilirler,
Y
bu da en azın dan mali yolsuzluklara neden olabilir

Mainz ve Köln'ün liberal fıkirli prens-piskoposları bile Aydın­


lar'ın görüşlerinden etkilendiğinden kuşkulanılan topluluklara
karşı önlemler almak zorunda kaldılar. Böyle kampanyalar, bu
yıllarda hüküm süren ve daha sonra da Fransız Devrimi'ne karşı
direniş biçiminde devam eden genel gericilik iklimi içinde ola­
ğan olaylardı. Trier (ı783), Düsseldorf (ı794), Zürich Gölü üze­
rindeki Stefa (ı795), Siebenbürgen (1798) ve başka kentlerdeki
okuma toplulukları da yasaklamalardan paylarını aldılar. Köln
ve Erfurt'taki gruplar sırasıyla ı 792 ve ı 795'te gözetim altına
alındı.
Gördüğümüz gibi, örgütlenme ve devletin kontrolünden ba­
ğımsız dernek kurup etkinlik gösterme hakkı mücadelesiz elde
edilmedi. Bu, basın özgürlüğü için daha da fazla geçerliydi. San­
sür görevlileri hala her yerde politik ve dinsel kurumların vazge­
çilmez elemanlanydılar - uzun süredir özgür devletler olan İn­
giltere ve Flemenk bu konuda da istisna oluşturuyordu. Birçok
yerde sansür işini aydın devlet görevlileri yapmaktaydı. Bir tarih­
çinin 1 786'da Bem'de yazdığı şu satırlar başka birçok yer için
de aynı ölçüde geçerliydi:

İ sted�ini yazma özgürlü�üne eskisin den daha fazla sahip oldu�u­


muz kesin. Aydınlanma'yı kovuşturmayı alışkanlık haline getirmiş
baş cahillerden b irkaçı bu arada öldü. Şimdi etkili ve yaşamını yaz-
256 Radikalleşen Aydmlanma'n m Ge1i Püskürliilmesi

dıklarıyla kazanmak zorunda olmayan yazarlar var. .. En iyi günle­


rinde o kadar da şiddetli olmayan sansürümüz artık yavaş yavaş
.
.
uyk uya geçıyor, reqwescat . pace. u
m

Bu anlatıda, etki sahibi alınayan ve yaşamını yazdıklanyla ka­


zanmak zorunda olan yazarların sansür ve müdahalelerle karşı­
laştıklarının ima edildiği gözden kaçmamalıdır.
Basın özgürlüğü Protestan ya da " aydınlanmış" sayılan ("Ay­
dınlanma'nı n iflah olmaz cahil kovuşturucularının bu dünyadan
göçtükleri" ) ülkelerde bile mücadelesiz elde edilmediyse, İspan­
ya gibi belli Katalik ülkelerde durum daha da vahimdi.
D urumun ne ölçüde vahim olduğunu gösteren bir örnek, Bec­
caria'nın ceza hukuku üstüne ünlü yapıtının İspanyakaya çevril­
mesinin yasaklanmasır. Viyana'ya gönderilen diplomatik bir ya­
zıda şunlar okunur:

En gizisyon izledi�i p o litikadan v azgeçmcmcyc kararlı. Kastilya Kon­


sili'nin karşı çıkmasına ve kendi o n ayladı�ı bazı kitapları savunma­
sına ra�men M arkiz Beccaria'nın Suçlar ve Cezalan kitabı başkala­
rıyla birlikte yasaklandı v e yayın iayacak olana en şiddetli cezaların
verilece�i duyu ruldu. Kitabı İ spanyolcaya çev iren ve mahkemede
uzun süre sav u n a n Peder D. ANarez de Caballeria ... patlamak
Y
üzere olan fırtınayı sezerek R oma'ya çekildi

Engizisyon'dan kaçan birinin Roma'ya sığınması, Katalik dünya­


sının değişik yerlerinde koşulların birbirinden ne kadar farklı ol­
duğunu ve İspanya'yı ne büyük karışıklıkların beklediğini göste­
rır.
Bu konuda İspanya yalnız değildi. İnsanlar elbette aydınlan­
mış bir Avrupa'da yaşadıklarım düşünmeye başlamışlardı, ama
gerici yetkililerin yaptıkları onları zaman zaman bu rüyadan
uyandırıyordu. Dinden sapma suçlamasıyla açılan davaların geç­
mişte kalmış şeyler olmadığını açıkça gösteren bir örnek, Kal­
venci Jean Calas'mn 1762'de Toulouise parlanıent' ı run, yani
Yüksek mahkemesinin kararıyla idam edilmesidir. Calas, Kato-
Gelenekçiliğin ve Hükümetlerin Tepkisi 257

lik inancına dönmesini engellemek için kendi oğlunu öldürmek­


ten suçlu bulundu. Oysa oğlu intihar etmişti. Oysa Fransa'da he­
retiklik mahkemeleri çağının kapandığı düşünülüyordu. Volta­
ire'in şiddetli protestolan sonucunda dava Paris'teki Yüksek
Mahkeme tarafından yeniden incelendi ve Calas ölümünden son­
ra ı 765'te aklandı.
ı782 gibi geç bir tarihte İsviçre' ni n G larus kantonunda bir
hizmetçi kız büyücülük suçlamasıyla idam edildi; onu efendisi­
nin çocuğuna büyü yaparken görenler vardı.
Bundan iki yıl önce Zürich'te (gene bir Protestan bölgesi), ki­
liseye rahat vermeyen aydın bir din adamı olan Heinrich Waser,
Zürich'e zaran dakunabilecek bazı şeyleri yurtdışında yayınladı­
ğı ve devlet arşivinden aldığı gizli dosyaları iade etmeyi savsak­
ladığı için vatana ihanet suçuyla idam edilmişti. Waser davası
popülist politik yargının uç bir örneğiydi.
Bundan on yıl önce de bütün Danimarka ülkenin ilk başbaka­
nı Johann Friedrich Struensee'ni n idamıyla doruğuna ulaşan kor­
kunç bir olayla çalkalanmıştı. Kraliçe Caroline Mathilda ' nı n ar­
kadaşı olan Struensee ı 770'te başbakan olmuştu (kralın akılca
sağlam olmadığı bilinir). Hemen bir dizi reformu uygulamaya
koydu: işkencenin yasaklanması, basın özgürlüğü, maliye refor­
mu, gümrük tarifelerinin indirilmesi, ticari imtiyazların ve tekel­
lerin kaldınlması, tarımın ve çiftçilerin desteklenmesi. Aydınlan­
ma ruhuyla uygulamaya konan bu reformlar anti-merkantilist,
fizyokrat bir yaklaşımın ürünüydü. Ama fazla acele edilmiş ve
eski düzende güç sahibi olanların etki alanianna açıktan açığa
el uzatılmıştı. Saray, yani dul kraliçe ve soylular, Struensee'yi iş
başına gelmesinden yalnızca ı8 ay sonra iktidardan uzaklaştırdı­
lar. intikamlarını (zira olayda kişisel motifterin de kuşkusuz rolü
vardı) fazla güçlenen bu başbakanı idam ederek aldılar.
Geleneksel pratiklere fazla sert müdahalelerde bulunan ba­
kanların alelacele görevden uzaklaştırılması alışılnıış bir durum­
du. Gene de XVI. Louis'nin maliye bakanı Turgol'nun ı776'da
görevden uzaklaştırılması heyecana yol açtı. Turgol ticaretin ve
zanaatlann serbestçe yapılabilmesi için ticaret özgürlüğünü ve
258 Radikalleşen Aydmfanma'nm Ge1i Püskünüfmesi

lonca imtiyazlarının kaldırıldığını büyük bir cesaretle ilan etmiş­


ti. Görevde yalnızca iki yıl kaldıktan sonra, bütün sınıfların en
imtiyaziısının birleşik saldırısı karşısında pes etti: Eski rej im Ay­
dınlanmaya ve temsil ettiği şeylere karşın ayakta olduğunu ve
her türlü ciddi reform girişimini boşa çıkarmaya kararlı olduğu­
nu göstermişti.
Reformlar başarılı olsaydı, eğer bir ülke içinde gerçekleşen
değişimler sonucunda modern bir hükümet iktidara gelseydi, ha­
la egemen olan eski düzen askeri müdahaleye başvurmakta te­
reddüt etmezdi. Yüzyılın ikinci yarısında bu duruma en az üç
kez tanık olundu.
Britanya Krallığı'nın Amerikan bağımsızlık hareketini bastır­
maya çalışması, tutucu bir iktidarın askeri müdahalesi olarak gö­
rülebilir. Britanya hükümeti, paralı askerlerden (daha çok Al­
manlardan) oluşan bir askeri gücün yardımıyla, liberal anayasa­
lar kabul eden kolonilerin aklını başına getirmek istiyordu. Bu
çabaları Amerika'daki Aydınlanma güçlerinin kararlı direnişi
karşısında başarısızlığa uğradı. İ ngiltere'ye bağlı kalan kolonici­
lcrden birçoğunun Amerika'yı terk edip Avrupa'da tutucuları
destekleyen göçmen grupları oluşturduğunu da unutmamak gere­
kir.
Cenevre Cumhuriyeti'nde tutuculada ilericiler arasında on­
larca yıl süren mücadeleler yaşandı. Sonunda 1 782'de liberal
güçler üstünlük sağlayıp reformlara girişince Cenevre oligarşisi
dış güçlerden yardım istedi. Bu isteği memnuniyetle karşılayan
Fransa, Sardinya-Piemonte ve Bern, soyluların eski haklarını on­
lara güç yoluyla yeniden kazandırmak için Cenevre'ye askeri
kuvvet gönderdi. Düşkırıklığına uğrayan liberaller ülkeyi terk et­
ti ve bazıları daha sonra Fransız Devrimi'nde hiç de önemsiz ol­
mayan roller oynadı.
Beş yıl kadar sonra, buna benzer şekilde, Flemenk'in gerici
güçleri yıllardır iktidarda olan Yurtsever partiyi devirmek için
Büyük Britanya ve Prusya hükümetlerinden yardım istedi. Prus­
ya birliklerinin müdahalesi ve Britanya'nı n diplomatik desteği
sayesinde tutucu parti iktidarı ele geçirip cumhuriyete karşı eski
Gelenekçiligin ve Hükümetlerin Tepkisi 2.'iC)

Oranje hanedam rejimini canlandırdı. Prusya'da IL Friedrich' in


ölümünden sonra kendisini göste rmeye başlayan kilise gericiliği,
başka ülkelerdeki bu gerici zaferiere uygun bir sonuç gibi gözü­
küyordu.
Büyük Friedrich'in ardılı I I . Friedricp Wilhem, büyük kralın
aydınlanma politikasını bozmak amacıyla Johann Christoph
Wöllner'i diyanet işleri bakanı olarak atadı. Wöllner 1788' de
Din Konusunda Tebliğ'ini yayınladı. Buna göre, üç büyük mez­
hep (Lutherciler, Kalvenciler ve Katolikler) Aydınlanma'nın
"dizginsiz aşınlıklan"na karşı polisiye tedbirlerle korunacaktı.
Ne var ki Aydınlanma'nı n Prusya'da bile sağlam biçimde kök
salmış olduğu ortaya çıktı: Wöllner' i n önlemlerine karşı direniş
o kadar şiddetliydi ki, kral dokuz yıl sonra, 1797'de, tebliği iptal
edip Wöllner'in görevine son vermek zorunda kaldı. Ama Wöll­
ner'in tebliği gerici güçlerin her yerde etkin olduğunu gösteriyor­
du. Hem kral hem de bakanı, otoriter bir zihniyetin egemen
olup otoriter bir hükümetin kurulması için Aydınlanma'nın arka
planında etkinlik gösteren Rosicrucian Mezhebi'nin üyesiydi.
Yüzyılın ikinci yarısı boyunca bütün Avrupa'da uygulamaya
konan başka otoriter ve baskıcı önlemler, kıtanın çeşitli yerlerin­
deki hükümetlerin Aydınlanma ruhuna karşı düşmanca politika­
lar izlediğini düşündürmektedir. Hükümet, kilise ve ekonomide
yapılması önerilen birçok reform, hiç de radikal ve kendi içinde
tartışma konusu olmadığı halde, züppe aristokratlann, tutucu
devlet memurlannın, din adamlannın, dar görüşlü profesörlerin,
eski usul zanaatçıların ve cahil köylülerin önyargılarına kurban
edilmiştir.
IX

19. Yüzyıla D oğru

Milliyetçi l i k Kozmopolitizme Karşı

Milliyetçilik ancak Fransız Devrimi'nin ardından siyasal bir ger­


çekliğe dönüşmüş ve milli bütünlüğe sahip bir halk düşüncesi an­
cak Romantik dönemde elle tutulur hale gelmişse de, bu sorun
üzerine tartışmalar 18. yüzyılda başlamıştır ve aslında bir yönüy­
le Aydınlanma düşüncesine tepki olarak bile değerlendirilebilir.
18. yüzyılın insanı ya köyünde yaşıyordu ya da malikanesin­
de, kentinde ya da sara�nda. İkametgii.lu belli bir devletin, belli
bir ülkenin sınırlaniçindeydi; insan, belli bir halkın parçasıydı.
Yalnızca kralının tebaası değil, aynı zamanda belli bir halk top­
luluğunun - gerçek olmanın ötesinde hayali olduğunu kabul et­
mek gerekse bile - üyesiydi de. Her birey doğduğu andan itiba­
ren daha büyükçe bir bütüne tabiydi ve bunu ancak devlet sınırla­
rı istediği gibi bozabilirdi. Söz konusu olan çeşitli halkların Avru­
pası'ydı, yalnızca çeşitli devletlerin Avrupası değil. Halk kavra­
mı son derece muğlaktı ve siyasi gerçekten çok duygulara sesle­
niyordu. İnsan kendini son derece arkaik bir haleyle sarılıp kuşa­
tılmış hissederdi.
18. yüzyılın ortalanndan günümüze gelmiş, halkları gösterir
bir albüm1 "Avrupalı halklar" konusunda bizi epeyce aydınlatır.
Bugünkü Avusturya'nın eyaletlerinden Steiermark'ta hazırlanan
bu tablo, halktaki yaygın anlayışı mükemmelen gözler önüne se­
rer. Buna göre İspanyollar kibirli, erkeksi, akıllı ve bilge, aynca
cömerttir. Fransızlar hafif meşrep, konuşkan, istikrarsız, ihtiyatlı­
dır. İtalyanlar sinsi ve kıskanç, ama çok da zekidir ve gevezelik­
le vakit öldürmeye bayılırlar. Almanlar açık yürekli, şakacı,
Milliyelçi/ik Kozmopolilizme Karşı 261

müsriftir, her şeyi taklit eder ve içerek gün doldururlar. İngiliz­


ler mezun yapılı, çekici, güngönnüş, huzursuzdur, bir efendiden
diğerine koşar, günlerini çalışarak geçirirler.. . vs, vs. İsveçliler,
Polonyalılar, Macarlar, Ruslar, Türkler ve Yunanlılar hep bir
bir tanımlanırlar. Steiennark merceğindeı;ı yansıyan yalın görüş
budur. Bu yörenin halkı için Avrupa, özellikleri yakından bili­
nen hepsi hepsi on halktan oluşmaktadır. Hemen fark edeceği­
miz gibi bir klişe ve önyargı yumağı. .. Tabii bu önyargının yal­
nızca halkta var olduğunu iddia etmek güç. İ ngilizlerin gurur
Fransızlann ise kibir önyargısına sahip olduklarını ileri sürmek
le Rousseau pek farklı bir tavır sergilemiyordu doğrusu. 2
Almanlar, İtalyanlar ve diğer bazı halklar dışında Avrupa
halkları genelde kendi devletleriyle çakışır. Halk kavramı dev­
let kavramının bir değişkeni olmanın çok ötesindedir. Akıllan
kanştıracak kadar çok anlamı vardır. Bu bağlamda elbette yal­
nızca alt tabakayı kastetmekten çok uzaktır; aksine her sınıftan
insanı kapsar. Orada yaşayanıann gözünde, özellikle komşulan­
nın gözünde her zaman bir bütünlük oluşturmuş, bir kralın, impa­
ratorun hakimiyeti altında olan, din birliğine sahip bir ülke ya
da bölge; işte halk öncelikle budur. İsveç halkı, örneğin, kralı
ve Lutherciliğiyle tanımlanır, Portekiz halkı kralı ve Katolikli­
ğiyle, Rusya halkı ise çan ve Ortodoksluğuyla . . . Ortak dil özelli­
ği talidir veya bazı yerde de doğal. Karşılıklı anlaşılması nere­
deyse imkansız bir lehçe karmaşasında ortak dil yok olup gitmiş­
tir sanki. Kaldı ki saray ve yüksek tabaka kendi aralarında yük­
sek dil ya da Fransızca konuşmakta, akademisyenler ve hukukçu­
lar bu konuda daha da ileri giderek Latince deyimiere dalmaya
özen göstermektedirler. Danimarka Krallığı'nda Danca, Aşağı
Almanca, Norveççe ve İzlandaca konuşulmaktaydı, gene de 18.
yüzyılın ortalanna kadar birlikte barış içinde yaşayıp gittiler. Ne
de olsa Tanrı ve Kral için dilin önemi yoktur. Devletle bütünleş­
rnek için ortak bir dile gerek yoktu. İsviçre için de bu geçerliydi,
Doğu Avrupa' daki pek çok dil azınlıkları için de; Fransa'da ya­
şayan Bretonlar da hayatlanndan memnundu, İspanya'da yaşa­
yan Katalanlar da ...
262 1 9. Yüzyıla Dof,ıu

18. yüzyılda, yani doğabilimleri çağında halkı doğal çevresi,


özellikle yaşadığı iklim kuşağı açısından bir bütün olarak ele al­
ma eğiliminin yaygınlaşması pek şaşırtıcı sayılmaz. Dini bile be­
lirleyen sanki iklimdi. Hernhuf yöresinden Kont ZinzendorPun
inancına göre Tann h"lkları yaratmıştı ki

kavrama yeteneklerine, ü lkelerinin iklim ve havasına göre insanla­


ra gerçe� iletebilsin , O�lu'na inancı aşılayabilsin. İ n gilizlerin dini
kendi iklim koşullarına uygu n d u r , Katolik dini İ spanya ve Porte­
kiz'in iklimine uygundur; aynı şey Fransa için pek söylenemez, bu
yüzden burada ecclesia gallicana, bir Katolik v e Rcfor kiliseleri kar­
gaşası hüküm sürer. . . Almanya için Protestanlık sanki biçilmiş kaf­
tandır, hele Kuzey ülkeleri için d a h a da ötesi. Ülkelerde bu kadar
3
din işte bundan vardır.

Devlet tebaasım egemenliği altında topladıkça sprit des Nati­


ons, yani milli ruh kavramı, ülkeye özgü milli karakter özellikle­
ri kavramı daha yakından tartışılır oldu - mesela merkezileşme­
ye doğru giden Fransa'da. La nation, tek bir devletin çatısı ve
tek bir kral altında toplaşmış insanları bütünüyle kapsayan Fran­
sız halkı anlamına gelmekteydi artık. Frank insanıyla ilgili Orta­
çağ imajı 17. ve 18. yüzyıla taşınmıştı. Diğer ülkelerin toprak
lursları, ayrıca genel olarak dış rekabetten krallık yönetimi ve
kraliyel ordusu sayesinde koruna n Fransızlar, bundan böyle bir
vatanın evlatları gözüyle baktılar kendilerine. Adada yaşamaları
nedeniyle bir ulusta bütünleşme sürecini daha önce tamamlamış
olan İngilizler, Fransızlara bu konuda örnek teşkil ettiler.
Bundan böyle halklardan beklenen, kendilerini tek bir bütün
olarak algılayıp düşünmeleriydi. Vatan sevgisi giderek önem ka­
zanıyordu. Artık yalmzca krala sadakat yeterli değildi, ülkenin
atalarıyla yekvücut olup onlarla aynı şeyleri hissetmek; işte ge­
rekli olan buydu. Herder bu düşünceyi tek bir cümlede özetler:
"Nasıl her kurşunun bir ağırlık noktası varsa her ulus da mutlulu­
ğunun odak noktasını kendi bağrında bulur."4 Ulusun ağırlık nok­
tası kendi içindeydi madem, öyleyse tamamen belirgin bazı özel-
Milliyetçilik Koznıopolitiznıe Kaışı 263

likler, diğer uluslardan kendini farklı kılan özellikler de sergile­


mek zorundaydı.
Bu noktada dil birden dini geride bırakarak ön plana fı rlayıp
birleştirici bir öğeye dönüşür. Ülkelerinde din olgusu ağırlığım
yilirirken kültür merkezi Paris'te konuşulan dil ortak bir ifade
aracı olarak giderek önem kazandığından Fransızların işi kolay­
dı. İsveç Krallığı, kendi dilini g eliştirmeye katkıda bulunması
için bir Akademi kurdu. Basit bir federasyon olmanın ötesine
geçme düşüncesiyle ortak bir dil geliştiren Hollandalılar bu ko­
nuda İsveç' e öncülük etti. Almanya'da yaşaşan Fransız Protestan­
larının çevreleriyle, yani üzerinde yaşadıkları Alman topraklarıy­
la daha iyi bütünleşebilmek amacıyla 19. yüzyıl başında Fransız­
ca konuşmaktan vazgeçmeleri de tipik bir göstergedir. Am:• '"'
yolda adım atanlar yalnızca yabancı dil konu;anlar Jcğildi. l H .
yüzyıl boyunca aydın insanlar da yazı dilini kıılla n:ııaya ba)ladı­
lar. Toplum basamaklarında yükselrnek ish:yl:n, k hçc�ini lc rk
etmek zorundaydı. Dil milliyetçiliği öncelikle yüksc >. lahakava
özgüydü. Aydın İtalyan, edebiyat dili gibi mükemmel hir draca
zaten ne zamandır sahipti, oysa sokaktaki basit Sicilyalıyla l nm­
bardiyalının birbiriyle anlaşması imkansızdı, nasıl ki Schwabcn
ağzıyla konuşan G üney Alman, Aşağı Almanca konuşan Aşağı
Saksonyalıyla pek anlaşamıyordu. Ama özellikle yüksek dil ara­
cılığıyla halk cehaletten ve aptallıktan kurtulabilirdi. Aydınlan­
ma idealini n özu de işte buydu.
Öte yandan bazı romantik görüşlere göre ulusal değerler asıl
halkın bağrında saklıydı. Şairler de bunun üzerine halka inip bu
hazineden eşeledikleriyle yüce ve eşsiz doğasıyla vatanı göklere
çıkaran kahramanlık destanları kaleme aldılar - tabii yüksek
dilde.
Ne kadar geriye gidilirse gerçek milli değerlere o kadar ya­
kınlaşılabilirdi. Almanlar tarihi kimliklerini Tacitus tarafından
tanımlandıkları şekliyle Germenlerde buldular. Büyük Britanya
ve İrlanda için İskoçyalı Macpherson eski Kclt şarkıları üzerine
kurulmuş Ossian adlı kahramanlık destarunı yarattı. Kuzey halk­
ları kahraruanlarıru Edda'da ve karmaşık yaşamiarım yalnızca
264 1 9. Yüzyıla Doğru

İrlanda topraklarında sürdürüyora benzeyen saga'larda aradılar.


Vatan, Donar ve Freia'run tanrılar dünyası yeniden parladı, Di­
etrich von Bern, Hildebrand, Siegfried, Brunhild ve Kriemhild
gibi kahramanlar yeniden doğdu. Hiçbir zaman değerini yitirme­
yen Yunan mitolojisinin yanı sıra yeoi ve özgün, milli bir tarihön­
cesi yeşerdi.
Ayrıca tarihi olarak karutlanabilen geçmişi, Aydınlanma'nın
geliştirdiği yeni yöntemlerle daha iyi kavramak mümkündü ar­
tık. Danimarka Kuzey Tarihi için bir Kraliyet Derneği bile kur­
maktan çekinmedi. Reform ve Karşı Reform hareketinin karan­
lıklara gömdüğü, yeniden tarihin odak noktasına yerleştiriliyor­
du: Fransa'daki Frank kralları, H ohestaufen imparatorları ya da
eski İsviçreiiierin savaş alanlarında gösterdikleri kahramanlıklar
ya da, Danimarkalılarla Hollandalılann daha yakın bir tarih dili­
mine ait olan deniz zaferleri, İsveçlilerin Otuz Yıl Savaşları'nda­
ki kahramanlıkları. Britanyalılar ise deniz hakimiyetlerinin övgü­
lerini düzcbilirlerdi rahatça. Rule Britamıia, Britamıia nı/es tlıe
waves (Hükmet Britannia, Britannia Dalgalara Hükmediyor) ad­
lı şarkı bunun tipik bir örneği.
Kısa zamanda her ulus efsaneye değil, gerçeğe dayalı oldu­
ğunu iddia ettiği kendi geçmişiyle ilgili bir tarihe sahip olmuştu.
Söz konusu olan hep muhteşem, kahraman, iyi ve güçlü bir halk­
tı ve bu halk kendinden daha zayıf olan düşmanları yenmesini
hep bilmişti. Ulus, artık şimdiki zamandan öte bir şeydi. Ölüler­
le canlıların bir birlikteliğiydi.
Ulusun bu şekilde yüceltilip geçmişe dayandırılmasırun görü­
nüşte Aydınlanma ile ilgisi pek yok gibi. Ama ataların erdemli
insanlar, adil krallar, fedakar savaşçılar, kendini düşünmeyen
yurttaşlar olarak gösterilmesiyle tarih Aydınlanma'run erdem ay­
nasında yansıtılmış oluyordu. Hem ayrıca zihinsel olarak kendi
içinde bütünleşmiş bir ulus, Aydınlanrna'run modern postulaları­
m uygulama becerisine sahip güçlü bir devletin arzusuna da uy­

gundu. Ulus monarşiden daha etkilidir.


Peki ama milliyetçilik düşüncesi Aydınlanma'run aslında koz­
mopolit yönüyle çelişmiyor muydu? Ortada 16. ve 17. yüzyıla,
Milliyetçilik Kozmopolitizme Karş1 265

hatta geç Ortaçağ'a bir dönüş yok muydu? Artık aşılmak istenen
geçmiş günlerin düşman görüntüleri yeniden canlandırılmıyor
muydu? Eşit bir doğa kanunu ve hangi ulustan olursa olsun her
insan için geçerli etik felsefesiyle Aydınlanma yeni ve ortak bir
tell).el yaratma amacından yola çıkmamış mıydı? Tek bir bütün
olarak insanlık; farklı ideolojileriyle her devletin karşısına çıka­
rılan güç bu değil miydi?
Vatan sevgisi Aydınlanma' nı n yurttaşlık bilinciyle kaynaştırı­
labilse kozmopolitizm düşüncesi kurtarılabilirdi. Yapılması gere­
ken, Montesquieu ve diğerlerinin izi ni sürüp insanları evrene yö­
neltmekti. İnsamn ilk ilgi alanı bu durumda ailesi, köyü, kentiy­
le içinde yaşadığı yurt olurdu. E n küçük bölgedeki bu yurttaşlık
bilincinin sınırlannı ulus belirler, ulus da böylece dar kapsamlı
varlıkların aşılmasını kolaylaştıran pek çok enerj i kaynağını ha­
rekete geçirirdi. Ne var ki ulusa da tüm insanlığın yalnızca bir
parçası gözüyle bakmak gerekirdi. Bir ulus ancak kendine hüma­
nizmanın yol göstermesine izin verdiğinde güvenilirlik kazanır­
dı. Aydınlanmacı yurtseverin amaçları işte bunlar olmalıydı.
Geç Aydınlanma'dan bu konuda iki görüş:

Aydın insanın yalnızca kendi yurttaşlarını tanınıası yeterli olur m u ?


Genel olarak insanb�ı tanıması kendisi i c.in d a h a önemli sayılmaz
5
mı?

Ya da:

Gerçek yurtseverlik saf insan sevgisinden başka b ir şey değildir.


6
Tek b ir ülkenin ya da ulusun sınırları içine h apsedilemez.
2. Aydınl anma'dan Devrimiere

Avrupa'da bir devrim olasılığı yüzyılın ikinci yarısında havada


asılı gibiydi. Amerika Birleşik Devletleri'nin Bağımsızlık Bildir­
gesi'ni ilan ettiği yıl, Aydınlanma Çağı boyunca gözlemlerinden
bir gezi rehberi gibi yararlanarak sık sık alıntı yaptığımız İtal­
yan Carlantonio Pilati Paris'ten şu satırları yazıyordu:

Ama bu dünyanın tüm olııylarının bir u çtan di�erinc sü rekli de�iş­


mesi gibi, rr:ükemmele u laşıldı�ı an çöküş de başlıyor. Yabancılar
devrimin çoktan başladı�ını, üstelik Fransa'da da hayli ilerledi�ini
7
fazlasıyla h issediyorlar.

Devrim denince .o günlerde gene de akla, İngiltere'deki Şanlı


Devrim örneği daha çok barışçı bir dönüşüm geliyordu.
Pilati'nin yazdığı mektubun üstünden on - on beş yıl geçmişti ki
be klenen şey gerçekleşti. Fransız Devrimi'nin ilk yılları gerçek­
ten de şiddete dayalı olmayan bir dönüşüm niteliği taşıyorrlu
ama ardından 1792 yılı tüm şiddetiyle geldi; tabii İngiltere, Prus­
ya ve Avusturya'daki eski hükümetlerden gelen tepkilerin bu ra­
dikalleşmedeki payını hiç göz ardı etmemek gerekir. Artık söz
konusu olan yalnızca devrim ve karşı devrimdi. Kampiaşma tüm
devletleri, tüm sınıfları kapsıyordu. Bu kutuplaşma tüm 19. yüzyı­
la, hatta yirminci yüzyıla damgasını vuracak, ayrıca bizim Aydın­
lanma ile ilgili yargımızı da derinden etkileyecekti.
Muhafazakarlar devrimin sorumluluğunu Aydınlanma'ya, en
azından yüzyılın ikinci yarısında görülen radikalleşmeye yükledi­
ler. Oysa asıl sorumlular, muhtemelen, bir an önce köklü re­
formlara gidilmesi gerektiğini bir türlü kavrayamayan gericile­
rin, geçmişte yeşamayı sevenlerin, korkakların, aşırı muhafaza­
kiiriarın karşı güçleriydi. Aydınlanmış insanı, reform yapmaya
hazır olanları radikalleşmeye zorlayan, asıl bu güçlerdi. Sabırlar
- yalnızca Fransa' da da değil - aşırı derecede zorlanmıştı.
Aydmlanma'dan Deviimfere 267

Karşı devrimin gücü ve uyguladığı taktik konusunda en tipik


örnek Katalik dünyada görülen kutuplaşmadır. Jakoben Devri­
mi'ni n zirvesinde Katalik Fransa rahiplerin peşine düşüp sonun­
da kiliseyi de dini de reddettiğinde tüm bu aşınlıklar Aydınlan­
ma'nın genel hesabına kolayı::a yazılabildi. G erçi birkaç on yıl
Aydınlanmacı zihniyet ağırlığım korudu. Ama bu arada Cizvit­
ler gene boy göstermeye başlamıştı. Ancak kısa bir süre için tas­
fiyeleri mümkün olabilmişti. 1 773'te getirilen yasaklamanın ar­
dından özellikle Kutsal Yürek Tarikatları'nda yeniden toplanma­
ya başladılar ve pek çok yerde - ortada başka kimse de olmadı­
ğında n - okullan sıradan ruhaniler olarak yürütmek zorunda kal­
dılar. Varlıklarını yeraltında sürdürüyorlardı. Aradan otuz yıl
geçti geçmedi ki tarikat 180l ' de Rusya'da, 1804'te Napali'de ve
en sonunda da 1814'te Papa VII. Pius tarafından tüm dünyada
eski kurallarından herhangi bir değişikliğe gidilmeksizin aynen
yeniden kuruldu. Artık Restorasyon işe koyulabilir, Aydınlan­
ma'nın her türüne, özellikle de Katalik türüne karşı uzlaşmaz in­
tikam duygulanyla harekete geçebilirdi.
19. yüzyılda gerçi azınlık bir liberal Katalik akım Aydınlan­
ma düşüncesini sürdürmekle görevlendirildi ama, bunu çoğunlu­
ğu liberal Protestanlar ya da 18. yüzyılın hümanist ruhanileri ta­
rafından ele alınan şeklinden çok daha sert, tavizsiz ve acımasız
biçimde gerçekleştirdiler. Aydınlanma ve onun Katalik öğeleri­
ne karşı daha doğal ve sağlıklı bir ilişki kurulabilmesi ancak IL
Vatikan Konsili'nde mümkün olabildi.
Öte yandan Avrupa'nın daha küçük devletlerinde, yani İskan­
dinavya, Belçika, Hollanda, İsviçre' de yüzyıl başında, Fransa
devrimle, Avusturya ve İngiltere' de karşı devrimle meşgulken
başlanan ve 1838 Avrupa devrim i sırasında devlet programı hali­
ne başarıyla getirilen bir deneyle, aydınlanmacı reformlar her
alanda uygulanıp monarşilerin hüküm sürdüğü yerlerde bile de­
mokratik koşullar hayata geçirildi.
Fransız Devrimi' nin sarsırtılarının Napolyon emperyalizmine
dönüşmesi, ayrıca 1815'de toplanan Viyana Kongresi' ni n devrim
öncesi eski koşulların restorasyonunu ilan etmesiyle Aydınlanma
268 19. Yüzyıla Doğru

Çağı da aslında sona ermişe benziyordu. Ama birçok konuda ge­


riye dönüş mümkün değildi. Dini hoşgörü, insan hakları, insanın
kendi karariamu verme hakkı, eleştirel düşünme yöntemi gibi
temel ilkeler aydın muhafazakarlar için olsun, ılımlı radikaller
için olsun c:ırtık vazgeçilemez olgulardı. Öte yandan bazı düzelt­
meler de yapmak gerekiyordu: Tek yönlü olan mantık tutkusu sü­
rekli ilerlemeye duyulan saf inanç. İki dünya savaşı, faşizm, nas­
yonal sosyalizm ve Stalinizm sonunda ürkünlüyle uyanışı getirdi.
Tüm bu geriye savrulmalara karşın umut tükenmedi . Ve umut
hala 18. yüzyılın Aydınlanma'sıy]a bağlantılı, ne de olsa resimle­
rine bakabildiğimiz, kitaplarını ellerimize alabildiğimiz ataları­
mızın dünyası o çağ. Onca umudun uyaklandığı dönem henüz o
kadar geçmişte kalmadı. Aydınlanma hala "modern dünyanın di­
namik bir öğesi ve karanlık dönemlerde insanlığa bir çağrı" 8
Aslına bakılacak olursa Aydınlanma hareketi insanlığın kal­
dırabileceğinden fazlaydı. Bu yeni ve güçlü ışık fazla göz almış,
Barak karanlığının içine umulmadık bir hızla dalmıştı. Bazı dü­
şünür ve aristokrat seçkin son derece saf bir inanışla ratio'ya, ak­
la davet etmenin insanlığı bu kutsal bilgiye çekmeye yeteccğine
inanmıştı. Gerçi genel olarak anlayışla karşılandıklan, keskin
kopmalara başvurmaksızın özellikle toplumsal alanda gerekli re­
formların hazırlanıp yürürlüğe konduğu ülkelere ve bölgelere
rastlamamış değillerdi, gene de pek çok yerde bu işi yürütmek
oldukça zordu ve genelde aşırı sabırsızlık gösteren aydın seçkin­
ler ne tür bir direnişi harekete geçirdiklerinin farkına bile vara­
madılar. Her şeye karşın bu yüzyılda ortaya çıkan onca entelek­
tüelizm bugün bile bizi etkilerneyi sürdürüyor. Bu fikir zenginli­
ği olmasaydı insanlık hala safdi1likten, hadi daha açık söyleye­
lim, aptallıktan kendini sıyıramayıp bir ot gibi yaşayıp gidecekti.
Bu hareketin abartma tehl.ikesini banndırdığını o günlerde de
pek çok kişi gördü. Swift Giilliver'de, Voltaire Candide'de bu
tehlikeye işaret ederken yalmz değildi. Ancak her ikisi de diğer
pek çoklanyla birlikte yeni ufuk1ar, her zaman yeniden kazanıl­
ması gereken, geri adımlara karşı her zaman korunmaya muh­
taç olan özgürlük için yeni bir dünya yarattı. Dini spiritualizme
Aydm/anma'dan Deviimiere 269

çok yakın olan Lavater bile yeni pietist Alman Hristiyan Cemi­
yeti hareketiyle karşılaştığında şöyle demekten kendini alama­
mıştır:

Niyetleri kötü de�il, ancak ışık eksik, ayrıca. da özgür, araşıırıcı bil-
9
gilenme r u h u .

Bu " özgür, araştıncı bilgilenme" Aydınlanma'nın kendine hedef


seçtiği birinci görevdi; ve bu görevin tüm insanlığa yararı dokun­
malıydı. Ben'in aileyle, ulusla, i nsanlıkla ilişkisi üzerine kısa bir
çözümlemeyle otobiyografısini tamamlarken Montesquieu bu dü­
şünceden yola çıkmıştı. Otobiyografınin son üç cümlesi Aydınlan­
ma Etiki üzerine kişisel bir itiraftır:

Kişisel olarak bana yararlı ancak aileme zararlı olacak bir şeyle ta­
nışırsam, hemen bunu gözü m ü n önünden çekip atarım. Aileme ya­
rarlı vatanıma ise zararlı olabil ecek bir şeyle karşılaşt�ımda o n u
u n u l m aya çalışırım. Ülkeme yararlı a m a Avru pa'ya zararlı olabile­
cek ya da Avrupa'ya yararlı o lm akla birlikte insan b�a zarar vere­
cek b ir ş rd'le karşılaştı�ımda ise b u n a kesinlikle bir cinayet gözüyle
1
bakarım.
Notlar

Tarihsel Dönem

1. Tarihsel Dönem bölümü için bkz. Im Hof, Licht, s. 1 1 9 - 121.


2. Willey. Background, s. 5.
3. Lopc, Madrid, s. 38.
4. Montesquieu, Caractere, s. 7.
"- Vierhaus, Prozess, s. 6.

De�işen Toplum

1. Değişen Toplum bölümü için bkz. Im Hor, Geselliges Jahrhunderı. s. 1 7 - 68.


2. Pilati, Voyages, ı, s. 62.
3. Goethe, Venezianische Epigramme (1790).
4. G. Maugras, Le Duc et la Duchesse de Choiseul, Paıis 1903, s. 108- 109.
5. Lope, Madrid, s. 36.
6. G. Maugras, Le Duc et la Duchesse de Choiseul, s. 106.
7. Pilati, Voyages, ı, s. 2.
8. a.g.e.
9. Voltaire, Louis XIV. , s. 1048.
10. Braunbehrens, Mozart, s. 12.
1 1. Im H of, Geselliges Jahrhundert. s. 38.
U. a.g.e.

Avrupa ve Devletleri

1. W. Altwegg (der.), J. P. Hebels Werke, Züıich 1943, Cilt 2, s. 80 - 81.


2. H. Davenson, Le livre des chansons, Neuchaıel 1943, s. 218- 220.
3. Pilati, Voyages, ı, Preface.
4. 1 785 Yılında Siyasi Barometre adlı bildiriden; W. Killy'nin (der.) Zeichen der
Zeit, Bir Alman Okuma Kitabı. l'den, frankfurt/Hamburg 1962, s. 25.
S. Pilati, Voyages, ı, s. 201.
6. a.g.e., Il, s. 45.
7. a.g.e .. I, s. 74.
8. P. Coulmas, Dünya Vatandaşı, Geschichte einer Menschensehnsucht, Ham·
burg: Rowohlt, 1990; U. Binerli'nin "Zur G eschichte des Weltbürgertums",
Schweizerisches Monatshefte'den, Eylül l990, s. 786.
9. P. Ochs, Geschichte der Stadt und Landschaft Basel. Base1 1822. S. s. 6.
Notlar 271

Aydınlanma'nın Taşıyıcıları

1. Aydınlanma 'nın Taşıyıcıları bölümü için bkz Im Hor, Geselliges Jahrhıın-


dert,
s. 216 - 225.
2. The Spectator, Sayı 68, 18. Mayıs 1711.
3. Lope, Madrid, s . 38.
4. H. H. Mü ller Akademie und Wirtschaft im 18. Jahrhıındert, Berlin 1975.
5. Salon bölümü için bkz. Dierse, Philosophie. s. 826 - 831.
6. Bödeker, A ujkliirımg. s. 93 - 94.
7. Braunbehrens, Mozart, s. 167.
8. Okuma Toplulukları bölümü için bkz. O. Dann. Lesegesel/schaften und biir-
gerliche Emanzipation. Ein europaiseher Vergleich, Münih 1981.
9. J. Dierauer, Die ıoggenburgische Mora/ische Gesellschaft, St. Gallen 1913.
10. Im Hor. Geselliges Jahrımdert, s. 1 34 - 157.
ll. The Royal Dublin Socieıy 1 731 - 1981, J. MeenanfD. Clarke (der.), Du bl in
1981.
U. R. E. Schofield, The Lunar Society ofBirmingham, Oxford 1963.
13. S har er, Societies.
14. N. Chomel/de la Mare, Dictionnaire oeconomique, 1767, s. Il.
15. J. Meyer, La Nob/esse Bretonne au )(1,11/ siec/e, Paris 1966, s. 576-585.
16. K. Guggisberg/H. Wahlen, Kımdige A ussaar, köst/iche Frucht. Zweihıındert
Jahre Ökonomische und Gemeinniitzige Gesel/schaft des Kanton Bern
1 759 - 1959, Bem 1958.
17. Zinzendorf, Schweiz. s. 303.
18. Im Hor, Geselliges Jahruhımdert, s. 1 64 - 166, 249.
19. L. von Köchel, Chronologisch -thematisches Verzeichnis siimtlicher Tonwer­
ke Amadeus Mozarts, Wiesbaden 1965/7, s. 724 - 726.
20. Die Basler Christentumsgesel/schaft, der.: M. Brecht, Pietismus und Neuzeit,
7, Göttingen 1982.
21. Im Hof/de Capitani. lle/rctische Gesel/schaft.
22. The Spectator, s. 882-897.
23. Pilati, Voyages, II. s. 327.
24. H. von Greyerz, Nation und Geschichte im bernischen Denken, Bem 1953,
s. 24.

Ut opya ve Reform

1. J. Huizinga, Nawrbild und Geschichtsbild im 18. Jalırhıınderı; Parerga, Ba­


sel 1945 içinde, s. 160. Ütopya ı·e Reform bölümü için bkz. Im Hor, Geselliges
Jahrhıındert. s. 75 - 102.
272 Avrupa'yı Kumıak

2. a.g.e.. s. 245.
3. Solothum'daki ( İsviçre) kilise başkanı F. Ph. Gugger'e göre alıntılayan Im
Hof /Capitani, Hlveıische Gsellschafi, /, içinde, s. 145.
"
4. !. Kanı, Was isı Aujkliirung? Berlinische Monaıszeitschrifi. Aralık. 1783.
5. M. Vorhees, The History ofPhi Beta Kappa, Washingıon. 1946.
6. S. Werenreıs. Opuscula theologica, philosophica et philologica. Basel
1782/2 - Il, s. 376.
7. Lindt. Pietismus, s. 152, 146, 158.
8. G. E. Lessing, Erziehımg des Menschengeschlechts, s. 81 - 91. Lessing Werke.
Rille (der.), Cilt 8, s. 611.
9. J. Barbeyıac (der.). De Juri Belli ac Paris de Grotius, Amstcrdam 1 729. Prefa-
ce. s. XXXIV.
10. Pilati, Vo}'ages, ı, s. 302, II, s. 37.
11. Badinter, Condorceı. s. 19.
12. Voltaire, Traite de la Tolerance, Lozan 1959, s. 152/153.
13. Fenelon, Telenıaque. 10. Kitap, s. 165.
14. F. Venıuri, Settecento riformatare da Murati a Beccaria. Torino 1969. s. 709.
15. Hazaro, Crise. II, s. 66/67.
16. J. Locke, Two trearises on government, 95. madde, 89. madde.
17. Pilati. Vo}'ages, ı, s. 77, 82, 83.
18. Voltaire, Louis Xl": . s. 610/611.
19. P. Hen;che, Die französche Physiokraten Vorliiufer der Griinen ader
Bahnbrecher desAgrobusiness?, Zeitschrififtir Agrargeschichte und Agrosozi­
ologie, 38 (1990), s. 147/148.
20. Im Hor, Geselliges Jahrundert. s. 94.
21. a.g.e . . s. 96 - 102.
22. Montesquieu, Caractere, s. 7.
23. J. W. Goethe, Maximen und Rejlextionen.
24. Im Hor, Geselliges Jahrımdert, s. 102.
25. A. Staehelin, Geschichte der Universitiit Basel /632- 1818, Basel 1957, s. 437.
26. H. Böhning, Vielfalt der literari�chen Formen, A lltag und "Volk" in der Pub­
lizitiit von Gebrauchsliteratllr der deutschen A ujkliirımg, Weimarer Beitriige
Il, 1990, s. 1758/1759, 1759/1760, 1763.
27. Bödeker, Religiositiit, s. 1 14.
28. Kopitzsch, Hamburg, s. 98.
29. Biıterli, Welt, s. 132.
30. A bhandlımgen und Beobachtımgen der ökononıischen Gesellschafi zu Ban,
3. yıl, Bem 1762, Ö nsöz. s. XXVII/XXVIII.
31. Kopitzsch, Hamburg, s. 193.
32. a.g.e. , s. 72.
33. Im Hor, Geselliges Jahrımdert, s. 159.

Geniş Dü nyaya Büyük AC{llım

1. Geniş Diinya}'a Biiiik Açılım bölümü için bkz. Bitter li. Welt, s. 130, 190, 167,
193. 177.
2. Hazard, Crise, s. 17/18.
Notlar 2 73

3. Lindt, Pierismus. s. 154.


4. Buffon, Hisroire natıırelle. 1 756. Cilt 6 (Giriş).
5. A. v. Haller, Rezension der "Sammlung neuer und merkwiirdiger Reisen zur
Was.�er und zu Lande" ( 1 750). Göllinger Gelehrte Anzeigen içinde. 1 755. (say­
falandınlmamış).

Ba�ımsızllk - Eski Baskılardan Kurtu luş

ı. G. Foster (1792). alıntılayan: Virhaus, Prozess, s. 10.


2. Voltaire. "Jeanot et Colin". Voltaire Romans et comes içinde. der. v. F. De-
loffre ve J. van den Huevel. Paris 1979. s. 274.
3. Shafer. Societies. s. 88.
4. Pilati. Voyages. II. s. 98/'Y:J.
5. Greive. Jude n. s. 141.
6. a.g.e.. s. 150.
7. Im H of, Geselliges Jahrwıdert, s. 49.
8. G.• Bumet, S ome Lerrers Comaining an A ccoımt. . . of Switzerland, ltaly and
Some Pam of Germany. Londra 172-t. s. 2 1 . 5 1.
9. Lope. Madrid. s. 48.
ıo. 8. Schnegg. Weiblicher Geist und Moral, Zeitsclırift (Reformatio), 1 Şubat
1990 . s. 72.
U. a.g.e . . s. 74.
12. Badinter. Condorcet. s. 296.

Radikalleşen Aydınla n m a ' n ın Geri Püskürtülmesi

ı. van Dülmen. llliminaten. s. 41. 1-t/35. 212.


2. Stuke, A ufkliirung. s. 27�/275.
3. Lopc. Madrid. s. 38.
4. Ziechmann. Panorama. s. 834/835.
5. Badinter. Condorcct. s. &S.
6. Im H of, Liclıt. s. 1 16, 131.
7. Rousseau, Emi/e. s. 145. 826.
8. Alıntılayan: R Vierhaus. Leseıfalırwıgen - Lebenserfahrwıgen, Euplıorion.
81. 1987, s. 13.
9. G. de Stael, De I 'A IIemagne, 1810/13. s. 48. 43.
10. Kopitzsch. Hamburg, s. 74.
ll. van Dülmen llliminat en . s. 93.
.

12 H. von Greyerı., Netian und Geschiclıte im bemisehen Denken. Bem 1953.


13. Lope, Madrid, s. 42.
274 Avnıpa)•ı Kımııak

19. Yüzyıla Do�ru

ı .. Halklar A lbiimii (Steiermark). Avusturya Etnografya Müzesi. Viyana (tarihi


bilinmiyor).
2. Rousseau. Emi/e. s. 828.
3. Lindt. Pieıism11s. s. 157.
4. Bitterli. Welı. s. I'Ji.
S. Rousseau. Emi/e. s. 827.
6. Jsaak Jsclin. alıntılayan: Im Hof/de Capitani. Helveıische Gesellschaft. s. 21.
7. Pilaıi. Voyages. Il. s . 330-331.
8. Vierhaus. Prozess. s. 7.
?. A. Lindı. 200 Jahre Christemumsgesellschaft in Basel, Basel Kiilliyatı, 1980. s.
1.:16.
10. Montesquieu. Caractere. s. 15.
Kaynakça

B. Baczko. Rousseau, Einsanıkeit und Gemeinsclıaft. Viyana/Frankfurt a.M.


1970.
B. Baczko Lumieres de l' Uıopie, Paris 1978.
.

E. BadinteriR Badinter. Condorcet (17.J3/179-I), un imclleclllel en politique. Pa­


ris 1988.
E. Balacs v. d. (der.). BeJOrderer der A ujkliirımg in Miuel - und U11europa. ller­
lin 1979.
I. Berlin. Wider das Geliiuftge. Au{siitze Zltr Jdeengesclıichte. dcr. 1 k n rv HarJ)
Frankfurt a. M. 1982.
U. Bitteri i, A lte Well - neue Well. Formen des europaise/ı - iiberseeüchm Kw
wrkomalas ı ·om 15. bis Zl/111 18. Jalırlıımdert. Münih 1986.
H. E. Bödeker, A ujkliirung als Kommıminikationsprozess. A ufkliiriing. 2· n ı ı ı icin­
de ( 1 987).
H. E. Bödeker. Die Religiositiit der Gebildeten, Wolfenbiiueler Swdien'in içi nde
( 1988) .
H. Böning. Die Genese der Volksaufkliirımg und ilıre Enrwicklımg bi s 1 780. S tut t-
gart/Bad Cannstaıı 1990.
C. Borghero (der.), La Polemica sul lusso net seuecenıo [ra1ıcese. Torino 1973.
V. Braunbehrens. Mozart in Wien, Münih 1986/2.
O. Brunner. A deliges Landieben und europaiseher Geist. Salzburg 1959.
J. B. Bury. The Idea ofProgress: An lnquiry inıo its Origil1 and Growtlı, (1920),
New York 1987.
E. Cassirer, Die Plıilosoplıie der A ufkliirımg. Tübingen 1 932.
R Charticr. Les origines culwrelles de la rı?I"Ollllion Française. Paris 1990.
P. Chaunu. La Cil"i/isation de l'Europe des Lım1ieres. Paris 1971.
M. Crampe - Casnabet. Condorcet, lecteur des Lım1ieres. Paris 1985.
O. Dann/J. Dinwiddy (dcr.). Nationalism and tlıe Age oftlıe Frl!nclı Rei"Ollllion.
Londra 1988.
R Dam ton, Thl! Business of Enliglıtenme/11: a pııblishing histoty oftlıe Enc:vcto­
pedie. 1775- 1800, Cambridge. Mass./London 1979.
F. Daz. Voltaire sıorico, Torino 1958.
R Dellsperger. Frauenemanzipation im Pietisnıus. Zwisclıen Maclıt und Dicnst.
Beirriige zıır Geschichte und Gegemmrr 1"011 Frauen im kirchlichen Lelıen
der Schweiz içinde. Bem 1991.
LT. Dierse, Plıilosophie. lnstllllllionelle Formen. Hisıorisclıes Wörterbuclı da Plıi­
losoppie içinde. Cilt 7. Basel 1989.
M. Duchet, A mlıropologie et Hisıoire au siecle des Lumieres. Paris 1971.
R van Dülmen, Der Gelıl!imbımd der lllım1inaten. Darsrcllımg, Ana�vse, Dokı t­
melllation. Stuttgarı/Bad Cannstatt 1975.
276 Avmpa'yı Kumıak

R. van Dülmen. Die Gesellsclıaft der A ujkliirer. Zur biirgerliclıen Emanzipaıion


und aufkliirerisclıen Kıılwr in Deuısclıland, Frankfurt a. M. 1986.
J. Ehrard. L 'idee de na/Url! en France dans la premiere moiıie du XVI/le siecle.
2 Cilt. Paris 1963.
J. Ehrard. La poliıique de .llomesquie. Paris 1965.
E. Erne. Die sclıweizerisclıen Sozieıiiıen. Lexikalisclıe Darsıellwıg der RI!formge-
sellsclıaften des 18. Jalırlıwıderıs in der Sclıweiz. Zürich 1988.
J. Fabvre. Sıanislas -A ugusıe Poniaıowski eı i'Europe des Lumieres. Paris 1 952.
Fcnclon. Les aı·enwres de TClemaque, fils d'UZvsse. Toulouse 1804.
E. François. Sociabiliıe eı sociı?ıe bourgeoise en France, en Allemagne et en Suis­
se ( 1750 - 1850). Paris J'J8(ı.
C Frank el. The Faiılı of Reason: The Idea of Progr�?ss in ılıe Frenc/ı Enliglııen­
mem. New York 1�8.
F. Furet (der.). Liı·re eı Socieıe dans la France du XV!lle siecle. 2 Ci lt. Paris/La
Have 1 975.
B. Ga., �ebin/M. Raymond (der.). J. -1. Rousseau. OEuı-res compli!tl!s. Cilt 4. Pa­
ris 196'J.
P. Gay. Tlıe Enliglııenmelll. New York I %7 - 6'); Cilt 1: The Rise of Modern Pa-
ganism . 1967: Cil ı. 2: 11ıe Science ofFreedom. l %'J.
L. Gen;hoy. From Di!spoıism ıo Rei"Oluıion 1 763 - 1 789. New York/London 19.:14.
J. Godechot. La Comre - Rci"Olıuion, docırine 1!1 acıion 1 789- 180-J. Paris I% 7.
J . - M. Goulemot/M. Launay. Le Siecle des Lumieres. Paris 1%8.
G. - G . Granger. Condorcl!t maılıemaıicien, economisıe, plıilosoplıe, lıomme po­
liıique. uluslararası kolok. der. P. Cripel/Ch. Gilain. Paris !98'J.
H Grcive. Die Juden, Grwıdziige ilırer Gesclıiclııe im miuelalıerliclıen und nea­
uzeiıliclıen Europa. Darmsıadı 1980.
A R. Hall. The scil!lllific rei"Olllfion 1500 - 1800. Tlıl! fomıaıion ofılıe modl!rn sci­
l!lllific auiwde. Londı·.ı 1954.
N. I Iammcn;ıein. A ufkliirwıg und kaılıolisc/ıes Rl!iclı. Umersuclıwıgen zur Uni­
ı-ersiıiiısreform und Politik kaılıolisclıer Terriıorien des Heiligl!n Römisclıen
Reiclıs Demseller Nation im 18. Jalırlıwıderı. Berlin 1977.
1\. Hampson. Tlıe Enliglııenmem. An inıerprl!tation. Pelican Histoıy of Europe­
an 'Thought. Cilt 4. New York 1 966.
P. Hazard. La crise de la consciencl! europel!nne (16S0 - 1 715). 3 Cilt. Paris 1 935.
P. llazard. La pensel! l!llropel!nne au XVIlle siecle di! .womesquil!ll iı Ll!ssing. 3
Cilt. Paris 19.J6.
P. Hoffmann. La Fmıme dans la pensee des Lumieres. Paris 1977.
V. Im Hof. Das gesellige Jalırlıwıderı. Gesellsclıaft und Gesellsclıaften im Zeiıal­
ıer der A ufkliirwıg. Münih 1982.
V. Im Hof. Enliglııenmelll - Lımıieres - Ellımıinismo - A ufkliirwıg Dil!
Ausbreiıwıg eines besseren Liclııs im Zeiıalıer der Vermmft. M. Svilar (dcr.).
"L'nd es ward Lichı". Zur Kulturgeschichıe des L ichts içinde. Univen;iıiiı
Bem . Kulturgeschichıliche Vorlesungen 1982/1983. Bem l'J83.
L'. Im Hof/F. de Capitani. Die Helı·eıisclıe Gesellsclıaft. Spiiıau(kliirwıg und
Vorrl!ı·olmion in der Sclıweiz Frauenfeld/Stuttgan 1983.
M. C. Jacob. The Radical Enliglııenmenı. Pamlıeisıs, Freemasons and Republi­
cans. Londra 1981.
T. Janson. Tlıe Age ofassociaıions. Principles and Forms ofOı·gani::aıion bl!nı-e-
Kaynakça 277

en Corporation and Mass Organization. A Comparatiı·e Nardie Swı·ey from


a Swedislı Vieııpoim. Scand. J. History 13 içinde.
E. Kaufmann. Arcllitecture in tlle Age ofReason. Baroque and Post - Baroque
in England, ltaly and France. Cambridge 1955.
F. Kopiızsch. Die Ham burgiselle Gesellsc/ıaft zıtr Befürderwıg der Kiinste und
niitzliclıen Gewerbe (Pan·iotisclle Gesellsclıa(l ı·on 1 765) im Zeitalter der
A ujkliirwıg. Ein Überblick. Wolfenbiilleler i·orscllwıgen 8 içinde. Mlinih
1980.
F. Kopitzsch (der.). Aufkliirung. Absolutimus und Bürgcnum in Deutchland.
Münih 1'mı.
R. Laufer. Sryle rococo, Sl)•le des Lıtnıieres. Paris 1%3.
A. Lindt. Pietismus und Ökımıene, Pietismus und moderne Welt. 12 içinde
( 1974).
H. J. Lope. Das kıılturelle Leben in Madrid :ur Zeit Kar/s lll. ( 1 759- 1788) im
Spiegd österreiclliscller Gesandtenb ericllte. Spanisehes Kıılwrinstitut in der
Residens 8 içinde. Münih 1987.
J. Lough. 71ıe Comribwors ofEncyclopedie. Londra 1973.
R. Mauzi. L 'idce de bonlıeur dans la liuerature eı la pensee française au XVTI/e
siecle.
Paris 2 1'!65.
Ph. Mcylan. Jean Barbeyrac ( l67J - 17-U) et /es debuts dı• l'enseignemem du droit
dans l'anciemıe A cadcmie de Lnusamıe. Comribution cl l'llistoire du droit
naturel. Lozan 1937.
Montesquieu. Caracti!re de, Pensees et jragmems int!dits de Jfomesquieu. Cilı 1
içinde. Bordeaux 189'J.
S. Moravia. Jl ıramomo de/1'/lluminismo. Filosofia e politica ne/la societiı jrance­
se 1770- 1810. Bari 1'!68.
C. A. Pilaıi. Voyages en differeli/s pays de / 'Europe en 177../, 1 775 ı•ı 1 776 ou Let­
tres ecrites de I'A IIemagne, de la Sııisse, de 1'/talie, de Sicilc eı de Paris. 2
Cilt. 1778.
R. Pomcau. La Religion de Voltaire. Paris 1956.
R. Pomcau. Politique de Voltaire. Paris 1%3.
R. Pomeau. CEurope des lımıieres. Cosmopolitisme et ımite europcemıe au
XVII/e siecle. Paris !Wı(ı.
J. Proust. Diderot et 1'/0:ncyclopMie. Paris 1963.
H. Reinalter (der.). Freimaurer und Gelleimbiinde im 18. Jalırlıwıdert in Miuele­
uropa. Frankfurt a. M. 1 983.
D. Roche. Le siecle des lumiercs en proı·ince. A cademies et academiciem pro­
rinciaux, 1680 - 1 789. 2 Cilt. Paris/La Haye 1'!78.
J. Roger. Bujfon: 1111 pllilosoplle au lardin du Roi. Paris 1'J8'J.
J. Roger. Les Sciences de la ı·ie dans la pe n see française au Xl/71/e sieele. l.a ge­
ncration des animaux de Descartes ii l 'encyclopedie. Paris 1%3.
J. - 1 . Rousseau. Emi/e o u de Nducation . OEurres completes. Cil ı. 4. der. v. B.
Gagncbin/M. R.aymond. Paris J'J(ıl).
J. Rykwen. Tlıe First Moderns. 71ıe A rclıitects of the IStil Century. Cambridge.
Mass./Londra 1980.
J. Sarrailh. L 'Fspagne cclairee de la seconde moitic du Xk1/le siecle. Paris 1'!54.
278 Avmpa yı Kumıak

R Shackleıon, Momesquieu. A criıical biograplıy. Londra ı961.


R J. Sh afer. The economic socieıies i n ılıe Spanis/ı World ( 1763 - 1821). Syracu­
se 1958.
The Specıaıor. tek cilııe derlenmiş. Londra ı832.
K. Sıarobinski. Jean -Jacques Rousseaı1. La n·ansparence el l'obsıacle, Paris
ı958.
J. Sıarobinski. Die Erfindımg der Freilıeit: 1700- 1789. Frankfurt a. M. ı988.
H. Sıuke. A ujkliirımg. Geschiclııliclıe Grımdbegriffe. Hisıorisclıes Lexikon :ur
poliıisclı -sozialen Spraclıe in Demsc/ıla nd. Ci lı ı içind. Sıuııgarı 1972.
H. R. Trevor- Roper. Religion, Reformaıion und sozialer Umbruclı . Frankfurt
a. M. ı970.
F. Venıuri. Seuecenıo riformaıore. 5 Cilı. Torino ı969 - 1990.
F. Venıuri. Uıopia e Rıforma nell'lllımıinismo. Torino ı970.
R Vierhaus (d e r. ) . A ufkliirımg als Prozess. A ujkliirımg 2 içinde (1987).
R l'terlıaus (der. ), Delllsche parrioıisclıe und gcmeinniiızige Gesel/sclıaften. Wol­
fenbiiueler Forsclıımgen 8 içinde. Münih ı980.
Vollaire, Le sii!Cle de Louis XIV . R Pomcau (dcr.). Vo/ıaire oe111·res lıisıoriques
içinde. Paris ı 957.
H. Vyverberg. Hisıarical Pessimism in ı he Frenc/ı Enlighıenme/11. ı '.158.
B. Willey. The Eiglııcemlı Cenwry Backgroımd. Swdies on ılıe Idea ofNawre in
ıhe Thouglıı ofılıe Period, Londra ı 950.
J. Zicchmann (der.). Panorama der Fridericianisclıen Zl!iı: Friedriclı dcr Gros.re
und seine Epoclıe - ein lfandbuclı . Bremen ı'JSS.
K. von Zinzendorf. Baiclıı des Crafen Karl ı·on Zinzendorf iiber se ine lıandels­
poliıisclıe Swdienreise durc/ı die Sclm·ei:: 1 76-1. der O. E. Deuısch. Basler
Zciısclırift fiir Geslıiclııe und Alıerwmskımdl!. 35 içinde. ı936.
S. Zurbuchen. Nawrreclıı und naıiirliche Religion. Zur Geslıiclue des Toleran:­
begriffs ı·on Samuel Pufendorfbis Jean -Jacques Rousseau. Wüızburg ı9'Jl.

You might also like