You are on page 1of 3

Poe ve Borges’in izinde

SUYUN VE ÖLÜMÜN KAPISINDA

Su kendi yatağında akıyordu.

Kıyıdan ufka kadar uzayan ovada, kurumuş ot, yemyeşil ağaçlar, tarlalar, bir avuçtan
savrulmuş buğday taneleri gibi etrafa yayılmış, öğle sıcağının altında kavrulurken, dedem
Abdullah, amcam Ramazan ve ağabeyim Aziz ile beraber balık avladığımız ırmağın kıyısında
bekliyorduk. Ağabeyim, gözlerini akan ırmağın suyuna dikmiş, ağları atacakları yeri
kestirmeye çalışırken, amcam, kum ve çakılların üstüne serdiği balık ağının yırtılmış yerlerini
elden geçiriyor, ben de genişçe bir poşetin içerisinde hala zıplayıp duran balıklarla
oynuyordum.
Yıllar önce bir çocuk olarak geldiği ırmağın kıyısında, şimdi yaşlı ellerini ve yüzünü
saran derin çizgilerle duran dedem, bir yaz sabahı babasıyla ata binip ırmağın kıyısına geldiği
günü hatırladı. Atı yine böyle sıcak bir günde, ırmağa yıkamak için getirmişlerdi. Babası,
kuzeyden, dağların arkasındaki şehirden getirttiği eyeri çakılların üzerine indirip, sıcaktan
köpük köpük olmuş atı ırmağın suyu ile yıkayıp serinletince, eyeri tekrar bağlayıp dedemi ata
bindirmişti.
Dedem ata o gün ilk defa tek başına binmişti. Babası, atın sırtında huzursuz olan
dedemin gözlerindeki tedirginliği görünce, “korkma oğlum, korkma ben buradayım” demiş,
bu sözleri ile küçük oğlunu cesaretlendirmeye çalışmıştı. Dedem üstünden düşmemek için
yularına tutunduğu atı, önce babasının yakınında yavaş yavaş sürmüş, birkaç tur sonrasında da
korkusunu yenebilmişti. Babası bodur bir ağacın gölgesine çekilip at süren oğlunu keyifle
izlerken, dedem ırmağın geldiği yöne doğru at sürüp kuzeydeki dağların ovaya vardığı yere
gitmiş ve suyun altından aktığı eski taş köprünün üstünden karşı yakaya, suyun öte yanına, ilk
defa geçmişti. Babası, bütün sevinci olan oğlunun, atın sırtında yavaş yavaş kendisinden
uzaklaştığı bir anda, bir kavalın nağmeleri gibi akıp giden suyun sesine kendi sesini katmış,
sağ elinin işaret parmağını kulağına götürüp bir şarkı söylemişti. Şarkı suyla akıp tekmil
ovanın dört bir yanında dolaşmış, sesi taş köprünün üstünden geçerken dedemin kulağında
yankılanmıştı;
“Weznemînim. Weznemînimsûwaro…”
Dedem, kıyıda durup suyun sesini dinledi bir süre.
Geçmişin acılarından damıttığı bilgeliğin izlerinin kırıştırdığı yüzüyle suya baktı, baktı,
baktı… Bir an, kısacık bir an, babasının gözleriyle suya baktığını hissetti. Suyun da ona.
Zihninde “Yaşam nehrinin sonu, bir denize karışmak mı, yoksa bir çölde kurumak mı?”
sorusu, ırmağın suyuyla birlikte bulanıklaşıp aktı. Babasının öldüğü gün, bir yıldırımla
gövdesi yarılan yaşlı dut ağacına dayadığı kanlar içerisindeki gövdesini ve sağ tarafa düşmüş
başını hatırladı.
Aziz, eliyle ırmağın bir yerini işaret ederek, dedeme seslendi.
“Dede şuradan da ağı atalım. Daha sığ gözüküyor.”
Dedem Aziz’in sesiyle irkildi birden. Bir düşten, kâbustan, kaygılı bir düşünceden
kalkar gibi irkildi. Bütün varlığını bir tedirginlik sardı. Suya girmeye hazırlanan Aziz ve
Ramazan’a,

1
“Kısmetimiz bu kadarmış, hadi toparlanın dönüyoruz.”
Gözümün nuru diye sevdiği, bıyıkları yeni terleyen Aziz,
“Dede son bir kez daha ağları atalım. İçimden bir ses balıkların üstümüze doğru
geldiğini söylüyor.”
Ruhunda çoğalıp taşan tedirginliğini bastırmaya çalışıp torununun hevesini kırmadı.
“Peki, Aziz’im ağı bu sefer de senin kısmetin için atalım.”
Ben kıyıda poşetteki balıklar ile oynamaya devam ederken diğerleri yavaşça suya
karışmaya başladılar.
Dedemin çocukken kıyısına geldiği ve şimdi yaşlı gövdesini saran bu su, bu ırmak, o
eski ırmak değildi. Irmak, eskiden dağlardan ovaya doğru taş köprünün altından geçip, kendi
yatağında kıvrıla kıvrıla özgürce akarken, birkaç yıl önce köprünün hemen yukarısında
ırmağın yatağı, büyük makinalarla karnından yarılarak kazınmış, demir ve betondan oluşan
büyük ve geniş bir setle önü kesilmişti. Kurulan baraj setinin arkasında su dağların arasındaki
vadilere doğru yükselerek çekilmiş, binlerce yıldır aktığı yatağına varmadan tutsak edilip
başka bir gücün eline geçmişti.
Suyun da belleği vardır, yatağını unutmaz.
Şimdi ırmağın çelikten kapaklarının kontrolünde akmasına izin verilen suyunun geçtiği
ovada, tarlalardan işçilerin ve makinaların sesleri yükseliyordu.
Öğleye doğru barajın açılan kapaklarından ovaya doğru akan su, esaretten kurtulan
öfkeli bir ordu gibi biraz öncesine kadar usulca akan ırmağı altına alıp, onu çiğneyerek
ilerlerken, suyun içindekiler ağlarını attıkları yerde, gelen felaketten habersiz bir şekilde
avlarına devam ediyorlardı.
Babasının o gün ırmağın kenarında söylediği şarkı dedemin dudaklarına, şimdi çenesine
kadar yükselen su ile birlikte geldi ve oracıkta susup kaldı. Dedem şarkıyı dudaklarında tuttu,
ardından, başka zamanda, başka bir mekânda söylemeyi içinden geçirdi.
Birden büyük bir öfke ile üzerlerine gelen ve geçen, geçerken de içindeki her şeyi, şimdi
kendisiyle birlikte taşıyarak akan su, Aziz’in gövdesini içine çekmeye başladı. O an Aziz’in
ruhundan dudaklarına, duyana ve duymayana, binlerce yıldır orada duran ovaya doğru bir
çığlık koptu. Su Aziz’i, gövdesine sardığı ağ ile birlikte içine alıp en derinine doğru çekmeye
başlamıştı. Kıyıda duran ben, dönüp baktım suyun içerisinde batıp çıkan Aziz’e.
Dede, amca, abim boğuluyor, Aziz boğuluyor!” diye haykırdım.
Aziz’in gövdesine bağladığı ağ, bir kayaya takılmış ve su kendisiyle taşıyamadığını
altına çekip dururken Aziz, tepesinden usulca akan güneşi yakalamak istercesine, batıp çıktığı
yerden göğe doğru sıçrayıp duruyordu.
Dedem ve amcam, bir anlık duraksamadan sonra suyun o en derin yerine doğru atıldılar.
Hınçla ve taşarak akan su onları şimdi boğulmaya başlayan Aziz’in yanına varmalarına izin
vermiyor, akıntı onları boğulanın yanına yaklaştırmadan sürükleyip aşağıda bir yerde kıyısına
savuruyordu. Savruldukları yerden koşarak tekrar Aziz’in olduğu yere gelip suya atlıyor ama
önlenemez bir felaket gibi üzerlerine gelen su, dedem ile amcamı biraz önce savurduğu yerin
daha da aşağısına atıyordu.
Çocuk bedenimin güçsüzlüğünün farkında, ırmağın kıyısını çevreleyen sazlıkların,
bodur ağaçların arasından sanki Aziz aralarına saklanmış da onu bulmamı bekliyormuş gibi
“Aziz abi, Aziz abi” diye bağırıp koştum bir süre. Yoktu, burada değildi Aziz. Neden sonra
Aziz’in suda olduğunu hatırladım ve hatırlamam ile birlikte etraftaki tarlalara doğru ağabeyini
sudan çıkarabilecek birilerini bulma umuduyla gittim. Çığlıklarımı duyan tarlalardaki ve yanı
başındaki köyden insanlar ırmağa doğru koşmaya başladılar.
Birazdan dağlar devrilecek, gök yırtılacak, yeryüzünde in, cin, ecinni ve cümle
mahlûkat donup kalacak ama su artan bir hınçla akmaya devam edecekti.

2
Suya düşen yüzeye en yakın yerde boğulur. İlk insandan beri bilinen bir gerçekti bu ve
suya düşen yüzeye en yakın yerde boğuldu.
Olan olmuştu. Suya düşen boğulmuştu. Düşmeyenler de.
Şimdi ağacın tepesinde kırılmış bir dal gibi sallanıyordu Aziz’in gövdesi suda.
Yardıma gelenler, ırmağın iki yakasında, yorgun ve bitkin bir halde kum, çakıl, toprak,
balçık karışımı zeminin üzerinde sara nöbetindeymiş gibi titreyip duran dedem ile amcamı
gördüler. Hayatlarının tam da ortasına sızan bu acının, kıyametin fikri, her ikisinin ruhunda
dolaşıp duruyordu.
Amcam, ölü gibi yattığı yerde, bu sabah ırmağın kıyısına birlikte geldiği Aziz olmadan
eve nasıl döneceğini, babam Mustafa’nın yüzüne nasıl bakacağını ve evde bıraktığı oğlunu
düşündü. Felaket kuşunun şimdi gelip ruhuna konup orada ötmesini, yerin tam da durduğu
yerden yırtılıp, onu içine alıp sonsuza dek kapanmasını ve evde bıraktığı oğlunu bir daha
görmemeyi diledi.
Dedemin gözlerinin önünden tam da o anda babasının dut ağacına dayadığı ölü bedeni
Aziz’in suretine bürünerek geçti. Aziz’i kaybettiğini anladı ama bunu kabullenmedi.
Torununun sudan çıkıp ona doğru gelmesi için imkânsız bir çare arayan dedem Abdullah, bir
yanardağ gibi parçalanıyordu, kül ve ateşi etrafına savurarak. Aradığı çareyi bulamıyor,
bulamayınca da gözlerinden akan yaşlar ateşi daha da harlıyor, ateş bütün dünyayı, evreni
kuşatıyordu.
Suyun etrafındakiler şimdi çoğalmıştı ama Aziz’in boğulduğu gerçeği, henüz hiç
birimizin hazır olduğu bir durum değildi. Irmağın Aziz’i gizlediği yere ulaşmak için
kıyıdakilerden bir kaçı ara sıra suya atlıyor, su içine dalan herkesi kendisiyle birlikte
sürükleyip sonra kıyısına bırakıyordu. Irmak hınçla, öfkeyle akarken, etrafında bekleyenler,
acıyla parçalanıp duran ruhlarının o son kapısında, imkânsız bir umudun kapısında, suyun
içindeki canı dışarı atmasını beklerken, annem Süveyda’nın geldiğini gördüm. Birden bire
cümle mahlûkat sustu. Bütün ovada sadece annemin ağıda dönüşen sesi ve hızla akan ırmağın
gürültüsü yankılandı.
Annem, “gitti, gitti, kalbimin dal fidanı gitti” diye feryat ederken, bir taraftan da
ırmağın suyuna, onu doğuran dağlara, içinde gezdiren ovaya, balıklarına, dalgalarına, sesine
ve sessizliğine, sesi büsbütün kısılana kadar beddua etti.
Ahh ki ölen çok gençti.
Bilmem kaç bin yıllık bekleyişin sonunda, Aziz’in bedeni amcam Ramazan’ın
kollarında kıyıya taşındı. Sedyenin üstüne yatırılan bedenine yaklaşan dedemin gözyaşları,
Aziz’in morarmış yüzüne dökülüyordu.
Mahşer bu gün, bu ırmağın kıyısına kuruldu. Burada, bu kıyıda koptu kıyamet.
Dedem, kıyıda Aziz’in cansız bedeninin etrafında, tutuşup parçalanan bir derviş gibi
döndü. Gövdesinin etrafını sarmış kalabalığa baktı.
Dedi: “Ey yiten can,
tenine değmemiş aşkın ateşi.
Ey annenin kokusu çocuklar…
Ey yokluk…
Ey rab!”
Babam o gün, şehir hastanesinin morgunda, Aziz’in çekilen ruhunun arkasında bıraktığı
cansız bedenine doğru eğildi. Kulağına doğru üç kere kalkacağına inanarak bağırdı. Aziz,
oğlum kalk, Aziz kalk, Aziz kalk…!
Aziz, kalkmadı…
2014 Çanakkale

You might also like