You are on page 1of 12

Deneme Örnekleri

ÖLÇÜ
İnsan elinde ne illet var ki, dokunduğunu değiştiriyor; kendiliğinden iyi ve
güzel olan şeyleri bozuyor. İyi olmak arzusu bazen öyle azgın bir tutku
oluyor ki, iyi olalım derken kötü oluyoruz. Bazıları der ki, iyinin aşırısı olmaz
çünkü aşırı oldu mu zaten iyi değil demektir. Kelimelerle oynamak diyeceği
gelir insanın buna. Felsefenin böyle ince oyunları vardır. İnsan iyiyi severken
de, doğru bir işi yaparken de pekâlâ aşırılığa düşebilir. Tanrının dediği de
budur: Gereğinden fazla uslu olmayın, uslu olmanın da bir haddi vardır.
Okunu hedeften öteye atan okçu, okunu hedefe ulaştırmayan okçudan daha
başarılı sayılmaz. İnsanın gözü karanlıkta da iyi görmez, fazla ışıkta da.
Platon’da Kallikles der ki, felsefenin fazlası zarardır. Felsefe bir kerteye
kadar iyidir, hoştur; faydalı olduğu kerteyi aşacak kadar derinlere gidersek
çileden çıkar, kötüleşiriz; herkesin inandığı, uyduğu şeyleri küçümseriz;
herkesle doğru dürüst konuşmaya, herkes gibi dünyadan zevk almaya düşman
oluruz; kimseyi yönetemeyecek, başkalarına da kendimize de hayrımız
dokunmayacak bir hale geliriz; boş yere şunun bunun sillesini yeriz.
Kallikles, doğru söylüyor çünkü felsefenin fazlası bizim gerçek
duygularımızı körletir; lüzumsuz bir inceleme ile bizi tabiatın güzel ve rahat
yolundan çıkarır. (Kitap II, bölüm XXX) Düşüncede saplantı ve azgınlık en
açık ahmaklık belirtisidir. Canlılar arasında eşekten daha kendinden
emin, daha vurdumduymaz, daha içine kapalı, daha ağırbaşlı olanı var mıdır?

Kısa Deneme Yazısı Örneği

Bir ikilidir ağlamak ve gülmek. Ağlamak, sanılanın aksine


çaresizlik, zayıflık, güçsüzlük demek değildir bence. Gariptir belki… Ama
ben ne zaman ağlayan birini görsem, içim gerçekten acısa dahi bir miktar da
sevinirim. Çünkü üzülmeyi becerebilen bir kişi, sevmeyi de bir o kadar iyi
becerebilir. Çünkü, ağlayabilen bir insan gülmenin o mükemmel kıymetini
belki de daha iyi anlıyabilir.
Bilirim ki, ağlayan bir kişinin kalbi henüz nasır tutmamıştır. Yüreği
katılaşmamış, duyguları bitmemiştir. Hani derler ya, “Kalp ağlamazsa göz
yaşı da akmaz…” İşte böyle bir şey… Sevindiğinizde, mutluluktan uçacak
olduğunuzda nasıl kahkahalar atarsınız ya! Üzüldüğünüzde de dökülen
gözyaşları bir o kadar değerlidir. Sinirli ve kibirli olduğumuzda, öfke ve
intikam duygusu dolacağımıza, kalbimizi nasırlaştıracağımıza, gözlerimizle
ağlama olgusu yerine getirmek belki de en iyisidir. Belki hakikati
değiştirmez, ama… Kalbinizin doğru ateşi bularak yumuşamasına vesile olur.
Ağlayan bir kişi gördüğünüzde, ona samimi birkaç söz, birkaç dokunuş ya da
uzatılan bir mendil ona yapılacak en büyük destektir. Bunlar, bin türlü
sözcük, davranıştan belki de daha önemli, daha kıymetlidir..
Bence, ağlamak insanın insan olmasını gerektirdiklerinden biridir.
Ve… Ağlamakla gülmek olmazsa olmaz bir ikilidir. Tıpkı evrende bulunan
diğer zıtlıklar gibi.

Hayat ve Edebiyat

Hayatın en önemli gerçeği samimiliktir. Bu itibarla, hayat ile bağı olan


edebiyat, mutlaka samimi bir edebiyattır denilebilir. Hayatı en gizli, en
karışık yönleriyle anlatmayan, duygularımızı tıpkı hayatta olduğu gibi saf ve
derin bir şekilde duyurmayan, elemlerimizi, felaketlerimizi, açık açık
yansıtmayan bir edebiyat, hayat ile ilgisiz ve sahte bir edebiyattır. Öyle bir
edebiyat, kelimeleri dizip, onları işleyen pek hünerli kuyumcular çıkarabilir.
Belki onlar çok süslü, çok göz alıcı şeyler yapabilirler. Fakat, ne yazık ki
bütün bu sahte ürünler muntazam kış bahçelerinde yetişen iri yapraklı, parlak
renkli çiçeklere benzer. Uzaklığından dolayı bize çok çekici, çok harikulade
görünen o meçhul sıcak iklimlerin bu göz kamaştıran ürünleri nasıl açık bir
havaya, sert bir rüzgara dayanamazsa, hayat ile ilgisi olmayan böyle bir
edebiyat da zamanın sonsuz kasırgaları önünde süpürülüp gitmeye
mahkumdur. Halbuki bedii his, hislerimizin en ilahi ve en samimisidir.
Akşam rüzgarı ile inleyen bir çam ormanının karanlık hışırtıları ne kadar tabii
ise, ruhun güzellik karşısında duyduğu hisler de hayatın en derin ve
anlaşılmaz köşelerinden birdenbire fırlayıp çıktığı için, her şeyden çok
samimidir. İşte bunun gibi milletler için de “güzel” ve “iyi” telakkilerinden
daha “milli” hiçbir şey yoktur. Bir toplumu başkalarından ayırmak isterseniz
onun din ve ahlak hakkındaki, güzellik hakkındaki samimi duygularını
arayınız. Çünkü bunlar doğrudan doğruya ruhundan koptuğu için hayatının
en samimi taraflarıdır.

Yüksek ve hakiki sanat asıl ona derler ki, hayatı bütün genişliği ve bütün
samimiliğiyle okuyucuya duyurabilsin. Ancak yapmacığın bittiği yerde
sanatın başlayabileceğini, nedense, hala anlayamadık!
Mehmet Fuat Köprülü

Kısa Deneme Yazısı Örneği

Hayat dediğin nedir ki?Kısacık bir zaman dilimi.Bazen acılarla,bazen


mutluluklarla,bazen gözyaşı,bazen hüzünle dolu insan ömrü.Aslında hayatın
tarifini tam olarak yapamıyorum.Soruyorum kendime nasıl birşey…Daha dün
bu soruya çok güzel ona doyamıyorum derken bugün verdiğim cevaba
şaşıyorum.İkilemde kalıyorum.Mutlu olunca iyiki bu hayattayım iyiki evren
var diyorum.Peki yüreğim acılarla kavrulurken,gözlerim yaşla doluyken işte
o zaman keşke hayatta olmasaydım diyorum.Ama bazen çevreme bakıyorum
acıklı öyküler,çileli yaşamlar,acı çeken insanlar…O zaman kendime diyorum
ki ŞÜKRET haline!İyiki hayattasın,iyiki sevdiklerin yanında.İşte o zaman
anlıyorum ki hayat kısada olsa onu dolu dolu yaşayacaksın.Ve mutlu olmayı
bileceksin….

Kısa Deneme Yazısı Örneği

Çalışmak insan için çok faydalı bir eylemdir.Hem insanın zihnini hem


bedenini geliştirir.Atalarımızda ”çalışan demir pas tutmaz”diyerek çalışmanın
önemini vurgulamışlardır.Fakat günümüzde kimse çalışmaya hevesli
değil.Çoğu kişi çıkarcılık peşinde veyahut çalışmadan kazanmak
peşinde.Öğrenciler,memurlar,işçiler vs birçok kişi çalışmadan bazı şeyler
elde etmeye kalkıyor.Öğrenciler ders çalışmak yerine kopya
çekerek,memurlar rüşvet alarak,işçiler işlerden kaytararak…İşte
günümüzdeki durum bu.Aslında çalışmak insan için çok güzel bir
iştir.Döktüğün alın terinin verdiğin emeğin karşılığını almak insan için çok
gurur verici…Bu mutluluğu tadan insanlar çalışmaya daha fazla
hevesleniyorlar ve işlerine dört elle sarılıyorlar.Bazen düşünüyorum ben
yaptığım işin karşılığını alınca nasıl mutlu oluyorum.Neden insanlar bu
mutluluğu tadmaktan yoksun kalıyorlar diyorum.O zaman işin içinden
çıkamıyorum…Ama ben şunu biliyorum ki çalışmak insanı olgunlaştırır.Ve
bende o olgunlaşmış insanlardan birisiyim…

İyiliğin Anlamı
İyiliğin gerçek anlamını biliyor musunuz?
Ben biliyorum.Bence iyilik, insanların karşılık beklemeden yaptıklarıdır.

İyilik yapanlar her zaman karşılığını alırlar.Hatta bu düşünce atasözlerine bile


yansımıştır.Ben iyilik yapanların her zaman karşılığını aldıklarını birçok kez
gördüm.Hatta yaşadım bile… Bence iyilik yaparsan hayat sana da gülümser.

Bazı insanlar da yüzlerine iyilikten bir maske takarlar.Fakat bence bir gün o


maske, kişinin yüzünden düşecek. Ve maskenin düştüğü an, insanlar kişinin
gerçek yüzünü görecekler.

Eğer hayatın size de gülümsemesini istiyorsanız, yapmanız gereken ufak bir


şey var.Sizinde çevrenizdeki insanlara gülümsemeniz. Ada Gavremoğlu

Hayatı Yaşamayı Bilenler

Maceracı ruha sahip insanlara hep özenmişimdir. Ne güzel yaşamlarını


renklendirmeyi becerebiliyorlar. Hayatı zevkle yaşanır yapıyorlar. 

Yamaçlardan paraşütle atlayanlar, derin denizlere dalış yapanlar. Snow


boardçular. Hayatın tadını ne güzel çıkarıyorlar. Ben de onlar gibi olmayı çok
istiyorum. Ama şu an yaşım gereği onlar gibi yapamıyorum. Biraz daha
büyümem lazım. İnşallah ailem de beni ileride desteklerler.
Destekleyeceklerine inanıyorum. Çünkü onlar da kendilerince maceracı ruha
sahipler. Babam her yaz grubuyla birlikte akvaryumlara dalmaya
gider. Annem ise dağlarda yürümekten hoşlanır.

Yalnız bazı içi çürümüşler macera tutkunlarıyla dalga geçerler. Ben onlara


çok kızarım. Neden dalga geçiyorlar ki? Maceracılar adrenalini hep yüksek
tutarlar. Hayata daha canlı bakarlar. Böylece yaşlanmazlar. Sürekli heyecan
onları dinç tutar. Sizin gibi hayattan bezmiş, doğduğuna pişman mı
yaşasınlar? Siz onlarla alay ederken, sizin korktuğunuz ölümle de onlar dalga
geçiyor. 

Kalkın köşelerinizden! Silkinin. Maceraya bir adım atın ki hayat sizin içinde
yaşanır olsun.
Ece Bulut

Yalnızlık

Yalnız yaşamanın bir tek amacı vardır sanıyorum; o da daha başıboş, daha


rahat yaşamak. Fakat her zaman, buna hangi yoldan varacağımızı pek
bilmiyoruz. Çok kez insan dünya işlerini bıraktığını sanır; oysaki bu işlerin
yolunu değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bir aileyi yönetmek bir
devleti yönetmekten hiç de kolay değildir. Ruh nerde bunalırsa bunalsın, hep
aynı ruhtur; ev işlerinin az önemli olmaları, daha az yorucu olmalarını
gerektirmez. Bundan başka, saraydan ve pazardan el çekmekle hayatımızın
baş kaygılarından kurtulmuş olmuyoruz.
Montaigne

Kitap Korkusu

Kitaptan niçin korkarlar? Bunu bir türlü anlayamadım. Kitaptan


korkmak, in*san düşüncesinden korkmak, insanı kabul etmemektir. Kitaptan
korkan adam, insanı mesuliyet hissinden mahrum ediyor demektir.
“Bırak, senin yerine ben dü*şünüyorum!” demekle, “Falan kitabı okuma!”
demek arasında hiç bir fark yoktur. İnsanoğlu her şeyden evvel mesuliyet
hissidir ve bilhassa fikirlerin mesuliyetidir. Ondan mahrum edilen
insan, kendiliğinden bir paçavra hâline düşer.

Şüphesiz insanı korumamız lâzım gelen vaziyetler vardır. Fakat bu vaziyetler


daha ziyade ferdin kendi dışındaki vaziyetlerdir. Bir insanı kendi
içinde, düşün*cesinin mahremiyetinden korumağa hakkımız yoktur.

Ortaçağ’dan bugüne kadar gelen zaman içinde insanlığın belki en büyük


ka*zancı bu basit hakikati kendisine mal etmesidir.
(Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s. 58-59)

Sürü Adamı
Bir adam vardır ki, hiçbir düşüncesinde, hiçbir hareketinde “kendi kendisi”
olamaz. Ne düşünse, ne yapsa, ne söylese kendini değil, men*sup olduğu
sosyeteyi, ırkı, muhiti ve dışarıdan aldığı telkinleri dile getirir. Kendiliğinden
hiçbir şey bulmamıştır. Başka birinin sisteminden aldığı fi*kirleri ve akideleri
o sistemin sahibinden daha softaca müdafaa eder. İra*desi de böyle dışarıdan
gelme, yanaşma, iğreti bir hareket mihrakıdır. Bil*mez ki, asıl kendi
kendisi, kendi içi, sonsuz imkânların, keşfedemediği için körleşen ve tıkanan
istidatların tükenmez hazinesidir. Örneğini ken*dinde değil, hep dışarıda
aradığı bir muayyen bir fikre, bir akideye başka*sının kurduğu sisteme
bağlanır, kalır. Artık ölünceye kadar hiçbir hayatın her şeyi her gün değiştiği
hâlde o, sakallı feylesofundan yahut iktisatçı şeyhinden bellediği hiç
değişmeyen bir kaç âyet içinde kalmaya mahkûm, ilerlediğini sanarak
yerinde sayacaktır.
İçinde hep sürü insiyaktan teptiği için, şahsiyetten mahrum, insana en uzak
insandır bu. Bir ferttir, fakat şahıs değildir, çünkü onu teşhis için kendisine
bakmaya hiç lüzum kalmaksızın, çömezi olduğu ideolojinin, içinde uyuştuğu
telkin âleminin firmasını bilmek, onu iptonize eden sakal*lının adını
öğrenmek yetişir.
Bu sürü adamlarının yüz bin tanesi bir tek şahsa muadil değildir. Nüfusunu
gerçekten artırmak isteyen bir memleket, bunların sayısını azaltmakla işe
başlamalı ve fertlerden değil, şahıslardan mürekkep bir sosyete kurmanın
yoluna bakmalıdır.
Peyami SAFA 

TÜM SÖZLERİN BİTTİĞİ


YERDEYİM
Minik bir göçmen kuşun çığlığında yakaladım sabahı. Ne  gece ne sabahtı
zaman… Sonsuzluğun gri örtüsünü yırtmak üzereydi  güneşin ilk ışıkları.
Öylesine bir günü kucaklamak üzereyken  aydınlık, evrenin sonsuzluğunda
bir nokta gibiydim. Başımı  pencereye çevirince, göz göze geldik denizle ve
denizin eşsiz mavisi  ile… Henüz uyanmamıştı martılar, gemiler, balıkçı 
tekneleri,kayıklar… Her şey, her yer uykudaydı.
Güneşin ilk ışıkları, karşı tepenin bağrına saplandı birer  birer. Homurtulu bir
motor sesi duyuldu ana yoldan. Sabahın  alacakanlığında yitip gitti birazdan.
Ansızın sokak ışıkları söndü. Sessizliğin içinde, sessizce otururken buldum
kendimi.
“Bugün yeni bir gündü, yarın bambaşka bir gün olacak” diye  geçirdim
içimden. Her yeni doğan günün, yeni bir başlangıç  olduğunu, asıl gizlerin
yarınlarda gizlendiğini anımsattım, bir kez daha  kendime.
Gökyüzünün rengi, denizin mavisi, ağaçların yaprakları,  kaldırımın taşları
soğuktu. Aceleci adımlar yürümüyordu sahilde. Güneş, sonunda çekmişti
perdelerini tüm pencerelerinin. Ama ilk  ışıklar, silememişti camlardaki
buğuyu. İçimdeki sıcaklığa  rağmen üşüdüm sokağın ayazında. Yüreğimin
derinliklerinde birtelin ince ince sızısını duydum. Ve gezinirken
düşüncelerimde, bir şairin dizelerine rastladım.
“Şehre inince keyfim kaçıyor, Her yerde yüzüme çarpan bir tokat”
Şimdi, tüm sözlerin bittiği yerdeyim ve düşünüyorum hala…

YARINA İNANMAK
Sevgi, inanış, güven, acıma, saygı gibi varlığımızı ilgilendiren türlü insanlık
duygularının bozulmadığı her devirde ve her yerde sanat ve edebiyat ciddiye
alınmış, değer taşımıştır. Ciddiye alınmayan gerçek sanat hiçbir yerde
gösterilemez. İkinci savaş sonrası kuşaklarına giren yazarların çoğu,
ciddilikten yoksundur. Ünü ucuza mal etmek yüzünden çocuk denecek yaşta
olanların bile ağıza alınmaz deyimlerle yüz kızartacak sözde şiirler düzmeye,
iri iri laflar ederek eleştirmeler yazmaya kalkıştıklarını görmedik mi? Bıyıkları
yeni terlemiş bir delikanlının “dünya sanatında” diyerek eleştirmesine
başladığını okuyunca dünyanın avuca sığacak kadar küçüldüğünü görerek
içim burkulmuştu.
Bizim bildiğimiz medeniyetler sanatı ve edebiyatıyla ölçülür. Eski Yunan
medeniyetinden sanatını ve edebiyatını kaldırınız, geriye ne kalır? Yirminci
yüzyıl Türk medeniyeti, her halde yukarıdaki anlatmaya çalıştığım bu çeşit
eserlerle kurulmayacak. Şairlerimizin, eleştirmecilerimizin, bir kelime ile
bütün yazarlarımızın çoğunlukça öteden beri takip ettikleri Fransız
edebiyatı Dadaisme (Dadaizm)’den ve bir sürü “isme(izm)” ile biten
türedilerinden mi ibarettir? Bunlardan kaçının adı hatıralarda kalmıştır?
Ne şiirin, ne sanatın yenisi eskisi olur. Sadece sanat vardır. Hangi şiir
Baudelaire’inkilerden daha şiirdir? Yeni kelimesini ağızlarından
düşürmeyenler ya tükenmiş olanlar, ya da kendilerinde yaratma gücü
bulunmayanlardır. Yenilik diye ortalığı bulandırmakla gerçek bir şey
kazanılmaz. Bulanık suda balık avlandığı sanatta görülmemiştir. Gelecek
günlere, yarına inanmayan toplumların yaşamayacakları gibi yarını, yani
sürekliliği düşünerek yazmayanların, yazdıklarının yarın açısından
sorumluluğunu taşımayanların yaşayamadıklarını tarih ve edebiyat tarihleri
gösteriyor. Ama ne tarihin, ne de edebiyat tarihinin okunduğu var. Ölü
doğmuş, iddialı sanat ve edebiyat eserlerinin tarihi yazılsa ciltler
yetmeyecek.
Ben, sanatı ve edebiyatı insan varlığının en kutsal yaratışlarından biri
sayarım. Gerçek sanat eserlerinin de, yarına geçecek değerde olduğuna
inanan sanatçıların ellerinden çıkmış olanlar arasında bulunacağına
inanıyorum. Zaten bana bu satırları yazdıran da bu inanış oldu. Tabii yarını,
geleceği masal sayanlar, günü gününe yaşamakla yetinenler, diledikleri gibi
düşünüp yazarlar. Bu, onların bileceği iştir.

SEVGİ ÜZERİNE SÖZLER


Sevgi yalnız insana vergi olmasa da insanın gene en ulu duygusudur. Anamızı,
babamızı, kardeşlerimizi, çoluğumuzu çocuğumuzu görünce içimizin
titremesi, onları anarken yüreğimizin ya kaygılı bir sevinç, ya sıcak bir üzüntü
ile çarpması dünyamızı genişletiverir. Bir kendimiz için yaşamaktan, öz
tasalarımızın çemberinden kurtuluruz. Bir de gönülden kimseye bağlı
olmayan, kimseyi aramayan, özlemeyen bir kişi düşünün; akıllı olsun, doğru
olsun, acımak nedir, isterseniz onu da bilsin, siz gene bir ürpermez misiniz?
Bütün üstünlükleri o yalnızlığı ile sanki yok oluvermez mi?… Doğum ile ölüm
arasındaki yolu acılarla da, zevklerle de zenginleştiren hep o sevgi,
kendimizden başka kimselerle ilişiğimiz olduğu duygusudur. Yoksa var
olduğumuzu bile anlamaz, düşsüz bir uykudan uyanmaksızın geçer giderdik.
Sevgi özcülükten başka bir şeydir mi demek istiyorum? İnsanoğlunda ne
vardır ki kökü özcülükte olmasın? Anamızla babamızı, kardeşlerimizle
çocuklarımızı düşünürken, severken de kendimizi düşünmüş, kendimizi
sevmiş olmuyor muyuz? Hepimiz iki büyük korkunun, ölüm korkusu ile
yalnızlık korkusunun zincirlerine vurulmuş değil miyiz? Onları bir başımıza
taşımadığımız için, onları unutabilmek için türlü işleri, türlü duyguları
yaratmışız. Sevgi de kendimizi avutmak içindir. Seveceğiz, sevmeye
inanacağız ki sevilelim; yani bizi düşünen, ölmemizi istemeyen, bizim
ölmemizden belki bizim kadar korkan kimseler bulunsun. Böylece
korkularımızı birleştirirsek, önüne geçilmez diye titrediğimiz sona belki karşı
koyar, onu hiç olmazsa geciktiririz. Hiçbiri elimizden gelmese de bari bizi
ananlar, gerçek yaşamamız bittikten sonra da bizi düşüncelerinde yaşatacak,
varlığımızı kendi varlıklarında sürdürecek kimseler olur ya!…
(…) Yalnızlık korkusu ile ölüm korkusundan büsbütün kurtulmuş, toplum
içgüdüsünü yenmiş bir kişi bulunur da o başkalarını severse ancak onun
sevgisi gerçek bir sevgi, yalın bir sevgi olabilir. Bizimki bir yalandır,
kendimizin de irkildiğimiz asıl yüzümüzü kendimizden de saklayan bir
perdedir.

TARTIŞMALAR
Azgın tartışmacılar da keşke, diğer söz suçluları gibi ceza görselerdi. Hep
öfkenin alıp götürdüğü bu fikir çarpışmalarında, insanın etmediği kötülük
kalmaz. İlkin fikirlere çatarız, sonra da insanlara…
Tartışmada esas, karşımızdakinin düşüncesini çürütmek olduğu, herkes
çürütüp çürütüldüğü için, tartışmanın sonunda olan şey, gerçekten büsbütün
uzaklaşmaktadır. Onun için Platon, Devlet’inde akılca ve ruhça zayıf olanlara
tartışmayı yasak etmiştir. Doğru dürüst adım atıp yürümesini bilmeyen bir
insanla gerçeği aramaya çıkmanın anlamı var mı? Aradığımız şeyi bırakıp onu
nasıl bir yoldan arayacağımızı düşünürsek ondan hiç de uzaklaşmış olmayız.
Tartışma ile neye varılabilir? Biri doğuya gider, biri batıya; yolda rastladıkları
ayrıntılara saplanır ve konudan ayrılırlar. Bir saat cenkleştikten sonra, neyi
aradıklarını bilemez olurlar: Kimi konunun üstüne çıkmış, kimi altına inmiş,
kimi de kenarında kalmıştır. Kimi bir kelimeye, bir benzerliğe takılır; kimi
söylenene kulak bile vermeden bir şeyi tutturur ve yalnız kendi söylediklerini
dinler. Başka biri de kendine güvenmediği için her şeyden kaçınır, hiçbir fikri
kabul etmez; ta başından her şeyi karıştırır, yahut da söz kızışınca, büsbütün
susar ve bir daha ağzını açmaz; bilgisizliğini küskünlüğünün altında saklar;
mağrur bir küçümseme ya da budalaca bir alçak gönüllülükle tartışmadan
kaçar. Bazısı yalnız saldırmasını bilir, kendini korumak umurunda değildir.
Bazısı da yalnız saldırmasını bilir, kendini korumak umurunda değildir. Bazısı
da yalnız sesinin ve ciğerinin gücüne dayanır. Bakarsınız birisi tutar kendine
karşı dönüverir; başka biri kalkar ön sözler, yersiz hikayelerle kafa şişirir. Kimi
vardır, sıkıştığını görünce karşısındakini susturup kaçırmak için düpedüz
sövüp saymaya başlar ve Alman kavgası çıkarmaya çalışır. Başka bir türlüsü
de vardır, konuya hiç bakmadan sizi bir sürü mantık çemberiyle, diyalektik
oyunlarıyla kuşatıp boğmaya savaşır.

İÇİMİZDEKİ GÜZELLİKLER
Gönlümüzün güzelliği sevgi ise, beynimizin güzelliği de düşünebilme
yeteneğimizdir. O yeteneği her an, her dakika kullanalım. Unutmayalım ki
düşünen insan, özgür insandır.
Kişi düşünebiliyorsa pek çok sorununu çözümleyecek, pek çok şeyi bilecektir.
Herkesi dinleyin. Annenizi, babanızı, arkadaşlarınızı dinleyin. Sonra da
düşünün ve sorular sorun… Neden? Nasıl? Nerede?
Sonra da oturup kararlarınızı kendiniz alın. Kararları yalnız aldığınız zaman,
eziyetler de güçlükler de sonuçta bütünüyle size aittir artık. Karar alırken
sorumluluk almayı da bilin. İşte bu, büyümek ve olgunlaşmaktır; özgür insan
olma yolunda atılan ilk adımdır.
Büyüklerinizle, yaşıtlarınızla, kendinizden küçüklerle konuşun, tartışın.
Konuşarak pek çok şey öğrenildiği gibi, pek çok sorun da çözümlenebilir.
Toplumumuzda, bu tür konuşma pek yaygın değil ne yazık ki! Ya susuyor, ya
bağırıyoruz. Konuşmayı bilmiyoruz. Sizler bunu değiştirin.
İçimizin bir başka güzelliği de iyimserliktir. Yüreğinizin ibresi hep
iyimserlikten yana olsun.
Asırlardır kötümserler, köşelerinden dünyanın kötüye gittiğinin doksan dokuz
nedenini sayarlarken iyimserler epey yol almış; pek çok iş başarmışlardır. En
azından denemişlerdir.
Zaten yapılan araştırmalar, başarılı olanların üstün zekalılardan çok, sıradan
ama olumlu ve iyimser kişiler olduğunu ortaya koyuyor.

KÜLTÜR VE MEDENİYET
Alman tarihçilerinin dilinde kültür lafı, daha önce mevcut olan medeniyete
çok yakın bir mana kazanır. Bununla beraber bir takım ayrılıklar önerilir.
Kültür, insanoğlunun fizik dünyaya, fizik çevreye söz geçirmek için sahip
olduğu kollektif araçlar bütünüdür. Başka bir deyişle ilim, teknik ve
uygulamalarıdır. Medeniyet ise insanın kendini inzibat altına alması, fikirce,
ahlakça, ruhça yükselmesi için lüzumlu olan kollektif araçların tümü, güzel
sanatlar, felsefe, din ve hukuk gibi…
Ama bunun aksini ileri sürenler de var. Onlara göre, medeniyet toplum
yaşayışının maddi ve faydacı amaçlarına hizmet eder, akılcıdır: Emeğin,
üretimin, teknolojinin ilerlemesi için gerekli bir akılcılık. Peki kültür, o da
toplum yaşayışının daha hasbi, daha manevi yönlerini kucaklar, saf
düşüncenin, hassasiyetin, idealizmin meyvesidir.
Bu tekliflerden hangisine katılacağız? İki taraf da hem sayıca birbirine eşit
hem de birikim olarak. Amerikan sosyologları ise, belki de beğendikleri
Alman sosyologlarına uyarak ikinci anlayışı benimsemiş.
Fakat antropolog ve sosyologların çoğu böyle bir anlayışı lüzumsuz ve
karanlık bulmuş. Onlara göre ruhla madde, gönülle akıl, kavramlarla varlıklar
arasında böyle bir ikilik kurulamaz. Sosyolog ve antropologların yüzde
doksanı “medeniyet” kelimesini kullanmaz, “kültür” kelimesini tercih
ederler. Kimine göre bu iki kavram eş anlamlıdır. Kimine göre farklı.

You might also like