You are on page 1of 264

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ (SİYASET BİLİMİ)
ANABİLİM DALI

MICHEL FOUCAULT’NUN YÖNETİMSELLİK


SERÜVENİ

Doktora Tezi

Özge YALTA YANDAŞ

Ankara – 2010
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ (SİYASET BİLİMİ)
ANABİLİM DALI

MICHEL FOUCAULT’NUN YÖNETİMSELLİK


SERÜVENİ

Doktora Tezi

Özge YALTA YANDAŞ

Tez Danışmanı
Prof.Dr.Aykut ÇELEBİ

Ankara - 2010
TEŞEKKÜRLER

Elinizdeki çalışma, her doktora tez çalışması gibi, kolektif bir çabanın

ürünüdür. Çok çeşitli tartışmaların, fikir-alış verişlerinin, literatür

değerlendirmelerinin yoğurduğu bir hamur. Bu ürünün gelişmesinde, yönümü ve

yordamımı bulmamda en derin kuramsal katkıyı sağlayan tez danışmanım, sayın

Prof. Dr. Aykut Çelebi’ye, zihin açıcı yorum ve eleştirileri, değerli önerileri için en

içten teşekkürlerimi sunarım.

Literatür değerlendirmesi sırasında, tez danışmanımın önerisi ile,

Yönetimsellik serüveninin yankılarına dair fikir edinmek üzere, TÜBİTAK’ın 2214

Yurtdışı Doktora Tez Araştırma Bursu’nun sağladığı destek ile, Oxford

Üniversitesi’ne yaptığım tez araştırma ziyareti boyunca, fikir alış-verişinde

bulunduğum Dr. Andrew Barry’ye, Yönetimsellik Okulu’nun izleklerini ayrıştırmam

konusundaki içten yardımları ve Oxford’da bulunduğum süre boyunca eksik

etmediği yakın ilgisi için, TÜBİTAK’a da desteği için teşekkür ederim. Tez izleme

komitesinde ve savunma jürisinde yer alan değerli hocalarıma, çalışmama

gösterdikleri ilgi ve verdikleri destek için teşekkür ederim. Doktora çalışmalarımın

belirli bir dönemini kapsayan, Ocak 2006 – Eylül 2008 tarihleri arasında,

TÜBİTAK’ın, 2211 Yurtiçi Doktora Bursu çerçevesinde sağladığı destek için de

ayrıca teşekkür ederim.

Son olarak, sevgili eşim ve dostum Gökhan Yandaş’a teze yaptığı kritik

katkılar ve sonsuz desteği için müteşekkirim. Doktora çalışmalarımın oluşturduğu

uzun maraton boyunca destekleri ile her an yanımda olduklarını hissettiren aileme ve

dostlarıma da sonsuz teşekkürlerimi sunarım.


İÇİNDEKİLER..........................................................................................................vi

GİRİŞ...........................................................................................................................1

BİRİNCİ BÖLÜM

MICHEL FOUCAULT’NUN YÖNETİMSELLİK SERÜVENİNİN

KOORDİNATLARI ve TEMEL KAVRAMLARI................................................13

I. KOORDİNATLAR.................................................................................................16

A. Biyo-iktidar: İktidar ilişkilerinin mikro-fiziği ile makro fiziği arasındaki

bağıntılar.........................................................................................................16

B. Yönetimsellik: “Güvenlik – Toprak - Nüfus” Üçgeninden “Güvenlik –

Nüfus – Yönetim” Üçgenine...........................................................................20

II. TEMEL KAVRAMLAR........................................................................................25

A. Yönetimsel Üçgen: Nüfus, Ekonomi-Politik, Güvenlik............................25

B. Yönetim Sanatı Tarihi................................................................................30

C. Biyo-siyasetin Genel Çerçevesi Olarak Liberalizm...................................34

D. Tarihsel bir Tikellik ve Tikel bir Genellik.Olarak Yönetimsellik..............40

İKİNCİ BÖLÜM

DEVLETİN YÖNETİMSELLEŞMESİ..................................................................43

I. YÖNETİM ÇAĞINA GİRİŞ..................................................................................48

A. Pastoral İktidar ve Krizi.............................................................................48

B. Yönetim Sanatının Kavram ve Stratejileri: Anti-Machiavellici Literatür..57

vi
II. DEVLET AKLI: Yönetim Sanatının Kristalleşmiş İlk Hali..................................70

A. Devlet Aklı’nın Rasyonelleri.....................................................................70

B. Devlet Aklı’nın Yönetim Teknolojileri......................................................74

1. Avrupa Dengesi ve Askeri-Diplomatik Aygıt...................................76

2. Polis..................................................................................................82

III. EGEMENLİK ve AİLE MODELLERİ ARASINA SIKIŞAN YÖNETİM

SANATI.....................................................................................................................91

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

LİBERAL YÖNETİM SANATI:............................................................................ 98

I. NÜFUSUN DOĞAL SÜREÇLERİNİN KEŞFİ...................................................104

A. Ekonomi Kavrayışının Dönüşümü...........................................................104

1. Fizyokratların Yararcı Yaklaşımı..................................................104

2. Ekonomi-Politik............................................................................112

B. Sivil Toplum.............................................................................................120

II. LİBERAL YÖNETİM SANATI ve GÜVENLİK..............................................131

A. Güvenlik – Özgürlük İlişkisi....................................................................131

B. Güvenlik Mekanizmaları ve Norm...........................................................135

III. YENİ BİR AVRUPA FİKRİ..............................................................................141

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

YÖNETİMİN YÖNETİMSELLEŞMESİ: NEO-LİBERALİZM......................145

I. ORDOLİBERALLER ve TOPLUM SİYASETİ .................................................148

II. CHICAGO OKULU ve BEŞERİ SERMAYE KURAMI.................................. 155

vii
BEŞİNCİ BÖLÜM

YÖNETİMSELLİK SERÜVENİNİN YANKILARI...........................................166

I. YÖNETİMSELLİK OKULU: Yönetim Analitiği.................................................166

A. İngiliz Ekolü: Yönetimin Yönetimselleşmesi Üzerine Söylemsel/Ampirik

Araştırmalar..................................................................................................170

B. Avustralya Ekolü: İktidar İlişkilerinin ve Yönetimin Heterojenliğini

Vurgulayan Çalışmalar................................................................................174

C. Yönetimsellik Okulu’nun Analitik ve Siyasal Yönelimleri Üzerine........180

II.REFAH DEVLETİNİN SOYKÜTÜĞÜNÜ ORTAYA KOYAN

ÇALIŞMALAR........................................................................................................194

III. ULUS-DEVLETİN ÖTESİNE ODAKLANAN ÇALIŞMALAR......................201

IV.FOUCAULT’NUN BAZI TEMALARINI SORUNSALLAŞTIRAN

ÇALIŞMALAR........................................................................................................207

A. Biyo-iktidar..............................................................................................208

1. Yaşamın Siyasallaştırılması ve Giorgio Agamben........................208

2. Yaşamın Ekonomikleştirilmesi ve İtalyan Otonomistler..............212

B. Denetim ve Özgürlük...............................................................................218

GENEL DEĞERLENDİRME...............................................................................227

KAYNAKÇA...........................................................................................................239

ÖZ...................................................................................................................................

ABSTRACT...................................................................................................................

viii
GİRİŞ

Düşünce, kendi tarihini (geçmiş),


kendisini, düşünmekte olduğu şeyden (şimdi)
özgür kılmak ve sonuçta ‘farklı düşünmek’
(gelecek) üzere düşünür. (Deleuze, 2007:119)

Michel Foucault’nun çalışmalarının özgün izleğinin, kendimiz ve yaşam

tarzımız hakkındaki bakış açımızı şekillendiren mevcut şeyler düzeninin içersinde

yer edinmiş kendinden menkullüklerin çeşitli biçimlerini sorunsallaştırmak ve

mevcut hakikat rejimlerine meydan okuyan tarihsel çalışmalar ile günümüzü

biçimlendiren tarihsel olumsallığı kucaklamak olduğu ileri sürülebilir. (Foucault,

2000a: 89) Foucault’nun kendisi de, “benim rolüm - ki bu çok şatafatlı bir terim -

insanların sandıklarından daha özgür olduklarını, belirli bir tarihsel dönemde

yaratılmış temaları, hakikat ve apaçıklık olarak kabul ettiklerini ve bu sözde

apaçıklığın eleştirilebileceğini ve yok edilebileceğini göstermektir” (Foucault,

2005a:100) diyerek bu değerlendirmeyi destekler.

Foucault’nun ‘cüretkâr bir iyimserlik’ olarak adlandırabilecek olan bu

yaklaşımının ardında, onun ‘güncel bir müdahale’ olarak değerlendirdiği tarih yer

alır. Foucault için, “(tarih) yoğunlukları, eksiklikleri, gizli öfkeleri, büyük coşku

nöbetleriyle birlikte, oluşun gövdesi”dir. (Foucault, 2004b: 235) Foucault, bu tarih

kavrayışına dayanarak, bize en doğal gelen şeylerin, karşılaşmalar ve şansın ağında,

en kırılgan tarihin içersinde biçimlendiğini gösterir. Geçmiş ile bugünü birbirinden

1
koparıp, bugünün meşruluğunu yerinden etmeyi amaçlar. Geçmişin yabancılığını

göstererek, günümüzde kendinden menkul kabul edilen fenomenlerin göreceliğine

ışık tutar. Bir başka deyişle, olaylar ve süreçlerin düzensizliğini ve heterojenliğini

etkili bir biçimde serimler; pratikler ve kurumların hiç bir biçimde kaçınılmaz

olmadığının iyimserliğini taşır. (Fylnn, 2005) Bu iyimserlik, bu çalışmanın

Foucault’nun çok çeşitli araştırma eksenlerine yönelen ilgisinin ardında yatan

sebeplerin başında gelir.

Foucault, düşüncesinin içersinde serpildiği, tarihsel, sosyal ve siyasal

bağlamlar ve ilham perilerinin mührünü taşıyan tarih kavrayışından beslenen

cüretkâr iyimserliğinin kılavuzluğunda çok çeşitli araştırma eksenlerinde yol alır.

“Foucault’nun araştırma temaları, bir yandan, aşırı çeşitlilik gösteren ve ilk bakışta

aralarında bir geçiş yokmuş gibi birbirini izleyen alanlar olarak belirir - delilik,

klinik, hapishane, cinsellik, yönetimsellik, etik - diğer yandan, her bir temanın

diğerleri ile kronolojik ardışıklığın ilkelerine uyum sağlamayan bağıntılara sahip

olduğu görülür.” (Revel, 2006: 14)

Foucault’nun çalışmalarının sunduğu bu çeşitliliği konvansiyonel kategoriler

çerçevesinde değerlendirme zorluğu, ikincil Foucault literatüründe, sıklıkla,

Foucault’nun çalışmalarının genel niyet ve hedeflerini dile getirdiği röportajlara

yaslanarak aşılır. 1 Foucault’nun çalışmalarının seyri boyunca bir dizi kavramsal

dönüşümün meydana geldiğine dair bir uzlaşım karşımıza çıkar. Bu uzlaşımın

1
Foucault, 1969’da, Bilginin Arkeolojisi’nde, o ana dek yayımladığı tüm çalışmaların (Deliliğin
Tarihi, Kliniğin Doğuşu, Şeylerin Düzeni) arkeoloji yöntemiyle analiz edilen söylemsel
formasyonların ‘kusurlu taslakları’ olduğunu ileri sürer. 1977’de, ‘geri dönüp baktığımda, Deliliğin
Tarihi’nde ve Kliniğin Doğuşu’nda, iktidardan başka neden bahsediyordum ki diye soruyorum’
diyecektir. 1982’ye gelindiğinde ise, ‘araştırmamın genel teması, iktidar değil öznedir’ diye ekler.
(Foucault, 2000a)

2
taslağını, Foucault’nun kitapları dışındaki metinlerini tematik biçimde bir araya

getiren ve İngilizce konuşulan dünyaya belirli eksiklerle de olsa tanıtan üç ciltlik

derlemenin paralel sistematikleri örneklendirir. (Rabinow, 1997; Fabion, 1998, 2000)

Foucault’nun erken dönem çalışmalarında, arkeolojik bir araştırma yöntemi

izleyerek, akıl ve delilik, tıbbi bakış ve kliniğin oluşumu ve modern epistemolojik

konfigürasyonun ve beşeri bilimlerin belirişine; daha sonraki çalışmalarında

soykütüksel yaklaşımla disiplinci bilgi-iktidar ilişkileri, yönetimsel rasyonaliteler ve

teknolojiler, cinsellik ve kendiliğe odaklandığı kabul edilir.

Bu çalışma ise, Foucault’nun çalışmalarında beliren dönemeçleri, birer

soluklanma ve yeniden değerlendirme anı, de facto atılım momentleri olarak

değerlendirir. Bir başka deyişle, bu çalışma, Foucault’nun çalışmalarının, daha

yüksek bir bilinç düzeyine doğru kat edilen çizgisel bir entelektüel gelişim haritasını

çıkarmaktan ziyade, her defasında yeniden başlayan ancak önceki çalışmaları ile

kronolojik ardışıklığın ilkelerine uyum sağlamayan bağıntılara sahip olmayı sürdüren

araştırma episodlarının çeşitliliğine vurgu yapılmasının önemli açılımlar sağlayacağı

kanısından hareket eder. Foucault, çalışmalarını, bilinçli bir fark edişin, düşünümünü

taşıdığı daha ileri bir aşamaya evrilmek yerine, araştırma zeminini de facto

atılımlarla yeniler, tazeler, yoğunlaştırır. Foucault’nun çalışmalarında beliren kavram

seti değişimlerini, Foucault’nun düşüncesinin bir ileri aşamasına yol açan bir

kopuştan ziyade, bir yoğunlaşma pratiği (intensification) olarak değerlendirmek,

Foucault’nun özgün izleğini gözden kaçırmamak açısından daha uygun olacaktır.

(Nealon, 2008: 38-41) Bu özgün izlek, Judith Revel’in ifadesi ile, “tutarsızlık

olmayan bir süreksizlik, çözülme olmayan bir çizgisel-olmama ve dağılma olmayan

bir birlik olmama hali arayışıdır.” (Revel, 2006: 62)

3
Bu çalışma, bahsi geçen yoğunlaşmanın en güzide örneğini yönetimsellik

çalışmalarında gördüğümüzü ileri sürer. Foucault’nun yönetim sorunsalına yönelik

analitik ilgisi, geç dönem çalışmaları ile sınırlı değildir ve Foucault’nun tarihsel

nominalizminin 2 etkileri, yönetimsellik serüveni boyunca da iş başındadır. Bir

yandan, yönetimsellik serüveninin çeşitli elemanlarının, Foucault’nun, 1970’lerde

ortaya koyduğu normalleştirme pratikleri ve bölgesel tarihlerin içersinde karmaşık

korelasyonlar ve öncelleri bulunur. Deliliğin Tarihi’nde analiz ettiği kurumlar,

yönetimsellik serüveninde işlenen polisin birer enstrümanını oluşturur.

Hapishane’nin Doğuşu’nda incelenen Bentham’ın panopticon’u güvenliğin liberal

yönetim sanatındaki elemanlarından biridir. (Gordon, 1990:11; Gordon, 1986: 297-

298) Hapishanenin Doğuşu’nda bireyin, iktidarın hem etkisi, hem de ifade edilme

elemanı olarak belirmesi, Foucault’nun takip eden tartışmalarında, Toplumu

Savunmak Gerekir ve Cinselliğin Tarihi Cilt 1’in son kısmındaki biyo-iktidar

analizlerinde biraz daha netlik kazanacak, henüz Türkçe’ye çevrilmemiş bulunan

1977-1978 Güvenlik, Toprak, Nüfus ve 1978-1979 Biyopolitiğin Doğuşu derslerinin

belkemiğini oluşturduğu yönetimsellik serüveninde ise açıklığa kavuşturulacaktır.

Diğer taraftan, Foucault, nasıl sorularına odaklanmak konusundaki

ısrarlılığını burada da sürdürür. Foucault’nun üçlü zemin kaydırma yöntemi,

kurumları, teknolojiler perspektifinden analiz etmek üzere iktidar ilişkilerini

kurumlardan ayırmak; kurumları, stratejik bir analiz çerçevesinde ele almak üzere
2
Foucault’nun tarihsel nominalizmi, anti-Platonik, stratejik ve problematiktir. (Rouse, 2005: 96;
Foucault, 2008: 42) Foucault’nun tarihsel nominalizmi, anti-Platoniktir, çünkü çok çeşitli tarihsel
soruşturmalarında, öze ve doğaya, benzer bütünleyici, birlikleştirici ve dışlayıcı düşüncelere yüz
vermez; evrenselleştirici kategorilerden özenle kaçınır. Kurucu prensipler ve temel nedenler, onun
çalışmalarında dağılıp gitmeye mahkûmdur. Foucault’nun tarihsel nominalizmi stratejiktir, çünkü,
tarihin olumsallığının kendi üzerine kapanma zorunluluğu olmayan heterojenliğini kucaklar.
Foucault’nun tarihsel nominalizmi problematiktir, çünkü bugünün tarihini, bugünün somut, acil
sorunsalları açısından ele alır. (Foucault 1979: 23)

4
işlevlerinden ayrıştırmak; kurumları, analiz nesnesi ayrıcalığından koparmaktır. Bu

dışa doğru üçlü zemin kaydırma pratiğini, disiplinler için uygulayan Foucault,

yönetimsellik serüveninin ekseninde, aynı zemin kaydırma pratiğini, devlete,

ekonomi ve sivil topluma dair işletmeyi dener. (Foucault, 2007:119)

Bir başka deyişle, yönetimsellik çalışmaları, öznelerin, belirli kurumlar içinde

tabi tutulduğu teknik ve pratikleri incelerken başvurulan analiz tipine, bütün bir

toplum üzerindeki siyasi egemenlik düzeyinde, nüfusun yönetimi incelenirken de

başvurulabileceğini ileri sürerek iktidarın mikrofiziği ile makrofiziği arasında hiçbir

metodolojik fark olmadığını örneklendirme denemesidir. (Foucault, 2008: 186)

Foucault, yönetimsellik çalışmalarını, mikro iktidar analizinin herhangi bir ölçek

kriterine göre şekillenmediğini, bir bakış açısı olarak makro fenomenlerin

bağıntılarını deşifre etmek üzere de kullanılabilecek bir araç seti olarak düşünülmesi

gerektiğini örneklendiren bir köprü olarak inşa etmeye girişir.

“Foucault’yu yönetimsellik serüveninin davet çıkardığı oyuna cezbeden,

çeşitli yönetmelerin yönetmeye giriştikleri alanları aktüalitede nasıl yönettiklerinin

gölgede kalmış gündelik pratikleri” (Nealon, 2008: 317) olarak karşımıza çıkar.

Foucault, bu çerçevede, ‘bu toplumsal sistem nedir?’ diye sormaktan ziyade, ‘bu

sistem fikri nereden gelir, nasıl işler ve bu sistemin iktidar etkileri nelerdir?,

sorusunun peşine düşer. Foucault, demokrasi ya da anayasal yönetimlerin

otokrasiden daha iyi olup olmadığı ile, yönetimin en az yönettiğinde en iyi yönetim

olup olmadığı ile, sosyal refah devletinin piyasa yönelimli devlet ya da sosyalist

devletten daha iyi olup olmadığı ile ilgilenmez. Klasik siyaset felsefesinin ve modern

siyaset biliminin kadim sorusu, ‘en iyi yönetim biçimi nedir?’ biçimindeki sorusunun

peşine düşmek yerine, Foucault bu sorunun üzerinden atlar ve yönetme işinin

5
aktüalitede nasıl yapıldığını araştırır. (Gordon, 1991:7) Foucault, bu çalışmalarında

da, meşruluk meselesinin boş olduğunu söylemez ancak buna odaklanan bir kuramın,

iktidarın aktüel olarak nasıl kullanıldığını tasvir etmekte bir araç olamayacağını ileri

sürer. (Gordon, 1991:7) Gerçekliğin bir hesaplama ve manipülasyon nesnesi olmasını

mümkün kılan teknik bilgiler ve uzmanlıklar ve toplumsal teknolojiler nelerdir?

Gerçekliği yönetme girişimlerinin bağlamı olarak hizmet gören program ve

stratejiler, toplumsal ve siyasal ittifaklar nelerdir? gibi sorular bu minvalde belirir.

(Walters, 1999: 314)

Bu bağlamda, Foucault, biyo-iktidar sorunsalının açtığı alana yerleştirdiği

yönetimsellik çalışmalarında, ekonomi ve siyasetin, devlet ve toplumun, bunlar

arasındaki simetri dışı iki kutupluluğun nasıl var edilip bir doğru yanlış oyununa

sokulduğunu araştırır. Savaş modelini geride bırakıp, çalışmalarını içersine

yönlendirdiği yönetim modeli sayesinde, yaşam üzerinde uygulanan iki temel iktidar

formu – anatomo-politik ve biyo-politik - arasındaki ayrımı, yönetimsel

rasyonalitenin bireyselleştirici ve bütünleştirici biçimlerinin analizi ile geliştirir;

bireylerin diğerleri tarafından yönetilme biçimlerinin, kendilerini yönetme

biçimlerine bağlandığı arayüzün alanı üzerinde gezinir. Yönetimsel rasyonaliteler ve

pratikler ile kendiliğin toplumsal organizasyonu arasındaki, iktidarın makro fiziği ile

mikro fiziği arasındaki çok çeşitli bağıntıları, yönetimsellik serüveni boyunca bizlere

sunar.

Üstelik, Foucault için her iktidar formunda öncel analiz nesnelerinin,

pratiklerin bir araya gelerek toplanması ve katılaşması olduğu akılda tutulduğunda,

yönetim, henüz katılaşmamış, oluş halindeki bir iktidar formu olarak baskı ve

stratejik ilişkiler arasında yerini alır. Foucault, iktidar ilişkilerinin bu son ve

6
tanımlayıcı çalışmasında, tek bir kategori gibi düşünülen üç farklı kavram ortaya

atar: stratejik ilişkiler, yönetim teknolojileri ve baskı durumları. Foucault için

yönetimsel teknolojiler, iktidar ilişkilerinde merkezi bir rol oynar çünkü, bu

teknolojiler üzerinden stratejik oyunların açık ya da kapalı olacağı, kurumsallaşmış

baskı durumlarına dönüşmek üzere katılaşıp katılaşmayacağı belirlenir.

Bu çerçevede, bu tezin, Foucault’nun çok çeşitli serüvenleri arasından

yönetimsellik serüvenine odaklanmasının temel sebebi, bu serüvenin, onun düşün

serüveninin kritik bir yoğunlaşma momentine karşılık gelmesi ve böylelikle onun

düşüncesinin eleştirel değerine dair elverişli bir değerlendirme zemini sunmasıdır.

Daha da önemlisi, Foucault’nun bu çalışmalarının, sosyal ve siyasal analizde

kullandığımız temel kategorileri yeni bir konfigürasyonda bir araya getiren çok-

boyutlu bir kavramsal hazine sunmasıdır. Foucault’nun yönetimsellik serüveninin

sunduğu kavramsal hazine, devlet, sivil toplum, ekonomi-politik, egemenlik,

özgürlük, güvenlik, biyo-siyaset, nüfus, liberalizm, neo-liberalizm gibi pek çok

kategori üzerine, günümüz sosyal ve siyasal analizinde önemli yansımalar uyandırır.

Foucault’nun yönetimsellik çalışmaları ile sunduğu çok-boyutlu kavramsal

hazine, takip eden ikincil literatürde, ya teorik literatüre katkı sağlamak üzere çeşitli

sistematikleştirme denemelerine konu edilmiş ve bir alt-disiplin olmaya doğru

meyletmiştir, ya da bu serüvenin kavramsal hazinesinden çok çeşitli kullanım

alanlarında faydalanılmıştır. Bu çalışma, Foucault’nun yönetimsellik serüveninin

kavramsal hazinesini, Foucault’nun diğer çalışmaları ile kronolojik ardışıklığın

ilkeleri ile uyum sağlamayan bir yoğunlaşma momenti olarak değerlendirerek, sosyal

ve siyasal analizdeki yansımaları çerçevesinde ele alır.

7
Bu çalışmanın tezi, Beşinci Bölümde ele alınan ve İngilizce konuşulan

dünyada, Foucault’nun yönetimsellik serüveninin hakim yorumu konumuna

yerleşmiş bulunan Yönetimsellik Okulu’ndan farklılaşır. Yönetimsellik serüveninin

belkemiğini oluşturan 1977-1978 Güvenlik, Toprak, Nüfus ve 1978-1979

Biyopolitiğin Doğuşu başlıklı derslerinin, sosyalist ve komünist partilerin, Fransız

parlamento seçimlerinde oluşturdukları ittifakın yenilgiye uğramasıyla aynı zamana

denk düştüğü, Margaret Thatcher’ın İngiltere’nin Başbakanı olmasından birkaç hafta

önce sona erdiği ve “1968 sonrasının sosyal militanlığının filizlenişinin Fransa’da

yok olmaya yüz tuttuğu ...ve neo-liberal siyasal düşüncenin yayılmaya başladığı bir

zamanda şekillendirilmiş” oldukları sıkça vurgulanır. (Gordon, 1991:6) Foucault’nun

yönetimsellik serüveni ile yapmaya çalıştığı şeyin, refah devletinin çöküşe ve neo-

liberalizmin yükselişe geçtiği tarihsel-siyasal dönemece dair elverişli bir araç seti

sunmak olduğu varsayımından hareketle, bu araç setinden, günümüzün çok çeşitli

yönetim alanlarının sorunsallaştırılması yönünde faydalanılır.

Bu çalışma, Foucault’nun yönetimsellik serüveninin sunduğu çok-boyutlu

kavramsal hazinenin bu tarihsel-siyasal dönemecin tarihini ve siyasetini anlamak

üzere çok önemli katkılar sunduğunu ancak yönetimsellik serüveninin kavramsal

hazinesinin potansiyellerini sadece bu tarihsel-siyasal dönemece özgülemenin, bu

kavramsal hazinenin çok-boyutluluğunu indirgemek sonucunu doğurabileceğini ileri

sürer. Foucault’nun yönetimsellik çalışmalarının eleştirel ve siyasal değeri, ne bu

tarihsel-siyasal dönemeç, ne de yönetimsellik çalışmalarının takipçilerinin araştırma

eksenlerinin ortaya koyduğu tarihsel kesit ile kısıtlıdır. Bu çalışma, Foucault’nun

yönetimsellik serüveninin, kendi koşulları içersinde başlayıp biten bir katkı

sunmanın ötesine geçen başka önemli yansımalara sahip olduğuna dikkat çeker.

8
Bu yansımalar, Foucault’nun yönetimsellik nosyonunun tarihsel bir tikellik

olarak kavranmasının sunduğu açılımları - egemenliğin kullanımına dair ilişkilere,

polisin kameralist nosyonları ve merkantilizmde dışavurulan hanehalkı yönetimleri,

bu yönetimlerin liberal yönetim sanatı ile ilişkileri gibi – dikkate aldığımızda

belirginleşir. İkinci ve Üçüncü Bölümlerde ayrıntılı biçimde inceleneceği üzere,

Foucault’nun 16.yüzyıldan 19.yy’a uzanan dönemin tarih yazımına ve bu tarihin

siyasetine dair önemli açılımlar sunduğunu ileri sürmek mümkündür.

Ne var ki, Foucault’nun önemli katkılar ve açılımlara gebe olan yönetim

modelinin, kendisinin yola çıkarken ortaya koyduğu vaatlerden bir kısmını hayata

geçirmediği de gözden kaçırılmamalıdır. Bu çalışma, Machiavelli, Hobbes ve Locke

ile Foucault’nun yönetimsellik çalışmaları arasında yürütülen kritik diyaloglar

ışığında, Foucault’nun, modern yönetimselliğin kuruluşu açısından kritik olduğunu

ileri sürdüğü, 16.yüzyıl ve 17.yüzyıldan 18.yüzyıla uzanan döneme dair, örneğin

devlet aklının, teolojiden koptuğu momentte, kendine özgü mekanizmaları

aktüalitede nasıl edindiği ve bunu egemenlikten koparmayı nasıl başardığı gibi bazı

hususları tarihselleştirmemek dolayısıyla, devlet aklı - polisbilim birlikteliğinin

oluşturduğu yönetim sanatı ile liberal yönetim sanatı arasındaki ilişkileri muğlak

bıraktığını ileri sürer. Bu sebeple de, Foucault’nun yönetimsellik serüveninin, bu çok

verimli bir biçimde yakaladığı alanda, bazı kayıp halkalara sahip olduğuna dikkat

çeker.

Bu bağlamda, Foucault’nun yönetimsellik serüveninin sosyal ve siyasal

analizdeki yansımaları, çeşitli yankıları ve içersinde barındırdığı kayıp halkalara

işaret eden bu tez, beş bölüm olarak tasarlanmıştır. İlk bölümde, Foucault’nun

yönetimsellik serüveninin belirişi, Foucault’nun çok çeşitli araştırma vektörleri

9
arasında bir yoğunlaşma momenti olarak konumlandırılır, Foucault’nun önceki ve

sonraki çalışmaları ile ilişkilendirilerek, koordinatları ve temel kavramları

belirginleştirilir.

Çalışmanın ağırlık merkezini tezin yazım süreci boyunca giderek ele geçiren

ikinci bölümde, Foucault’nun yönetimsellik serüveninin temel izleklerinden devletin

yönetimselleşmesi sürecine giriş yapılır. Foucault’nun 16.yüzyıl ile birlikte, Batı

Avrupa toplumlarının bir yönetim çağına girdiğine yönelik iddiasını nasıl geliştirdiği

izlenir, pastoral iktidarın nasıl seküler ve siyasal bir pastoralliğe dönüştüğü, devlet

aklı, merkantilizm ve polisin rasyonalite ve pratiklerinde nasıl şekillendirildiği

incelenir.

Üçüncü bölümde, ikinci bölümde yapılan girişi tamamlamak üzere,

Foucault’nun siyasal-epistemolojik bir devrim olarak adlandırdığı nüfusun doğal

süreçlerinin keşfi – ekonomi ve sivil toplum - ve biyo-iktidarın güvenlik

mekanizmaları dolayımıyla gelişen liberal yönetim sanatı incelemesi ile neyi

amaçladığı ve devlet aklına karşı adım adım bu pozisyonu nasıl geliştirdiği irdelenir,

Fizyokratlar ve ekonomi-politik üzerine yaptığı değerlendirmeler incelenir.

Foucault’nun devlet aklı ve aynı zamanda polis-biliminin yerine ekonomi-politiğin

hangi noktada ve hangi zaaflara cevaben geçtiği meselesini nasıl ele aldığına dikkat

çekilmesinin ardından, onun anlatısında, liberal yönetim sanatının güvenlik

formülasyonunda, özgürlük ve norm’un nasıl düzenlendiği üzerinde durulur.

Foucault, bu çerçevede, toplumsal alanları – devlet, piyasa ve nüfus – çoklu

iktidar sistemleri, kontrol ağları ve direniş stratejileri ile ilişki içersinde kurulmuş

heterojen alanlar olarak değerlendirir. Bir başka deyişle, devleti, kamusal ve özel

alan, devlet ve sivil toplum arasındaki sınırları tanımlayan siyasal stratejilerin

10
enstrümanı ve etkisi olarak değerlendirir. Sivil toplumun ise, iktidar ve kontrolün

dışsallıkları tarafından yukarıdan ele geçirilen a priori bir alandan daha ziyade,

gündelik yaşam, iktidar ve kontrol tarafından kurulduğuna işaret eder. Diğer yandan,

yönetimin, aksi takdirde özgür olacak olan özneler üzerinde uygulanan dışsal bir

kuvvet olarak da değerlendirilemeyeceğini, bireylerin, daha ziyade, toplumsal

ilişkiler içersinde ve üzerinden kurulduğunu ileri sürer. Bu pozisyon, liberalizmin,

bireyleri rasyonel, otonom özneler olarak değerlendiren felsefi geri planı ile zıtlık

taşır.

Dördüncü bölüm ise, yönetimsellik serüveninin, yönetimin yönetimselleşmesi

temasını değerlendirir. Bu minvalde, Foucault’nun Alman neo-liberalizmi ile

Amerikan neo-liberalizminin temel izleklerine dair görüşleri serimlenir, bu bahislerin

neo-liberalizm hakkında konvansiyonel yaklaşımlardan farklı olarak ne gibi açılımlar

sunduğundan bahsedilir.

Beşinci bölümde, Foucault’nun yönetimsellik serüveninin kavramsal

çerçevesinin ne gibi yankılar uyandırdığı, nasıl ve hangi izlekler doğrultusunda

kullanıldığı, bu yankıların çeşitli araştırma vektörlerine nasıl ayrıştırılabileceği

üzerinde durulur. Son bölümde, diğer bölümlerin ışık tuttuğu değerlendirmelere

yaslanarak, tez sonlandırılır.

Çalışmanın kısıtı, Foucault’nun yönetimsellik serüveninin omurgasını

oluşturan, Güvenlik, Toprak, Nüfus ve Biyo-politiğin Doğuşu adlı iki dersinin, henüz

Türkçeye çevrilmemiş bulunmasından kaynaklanır. Bu dersleri en yetkin biçimde

Türkçe literatüre tanıtırken, eş zamanlı olarak tartışmak, teze, tez önerisi döneminde

11
planlanan yoğunlaşma (tematik sorunsallaştırma 3 ) yerine, alansal çevrelemenin

(yansımalar ve yankılar 4 ) hakim olması yanında, özenle kaçınmaya çalışılmakla

beraber, Foucault’nun yönetimsellik serüveninin bir ölçüde sistematikleştirilmesi

sonucunu doğurmuştur. Bu kısıta rağmen, son kertede, bu tez, Foucault’nun

yönetimsellik serüveninin sosyal ve siyasal analizdeki yansımalarına istinaden

derinlikli bir düşünüm yolunda güçlü bir adım oluşturmayı hedefler.

3
Tez önerimi yazdığım sırada, Foucault’nun “mevcut yönetim rejimi nasıl mümkün oldu, bu yönetim
kendisini bir problemin çözümü olarak nasıl sundu?” sorusu yanına, “mevcut yönetim rejimi nasıl bir
mekansallık sorunsallaştırması ortaya koyarak, kendisini bir çözüm olarak sundu?” sorusunu eklemeyi
hedeflemekteydim. Bu minvalde de, tez danışmanımın da onayı ile, Foucault’nun yönetimin
mekansallığına dair ortaya koydukları ile Schmitt’in nomos kavramsallaştırması arasındaki bağıntılara
odaklanmayı planlıyordum. Foucault’nun yönetimsellik serüveninden hareketle, yönetimin
mekansallığı temasına odaklanacak, sorunsallaştıracak ve bu temayı derinleştirmeye gayret edecektim.
Ne var ki, 2. ve 3. bölüm şekillendikçe, tezin ağırlık merkezini ele geçirdiler. Foucault ile klasik
siyasal kuramın ana araçlarından - Machiavelli, Hobbes ve Locke - arasında bir kıyaslama yapılması
giderek bir zorunluluğa dönüştü. Klasiklerin sunduğu merceklerle, Foucault’nun konfigürasyonunun
sosyal ve siyasal analizdeki yansımaları yanında kayıp halkaları da belirginleşmeye başladı.
4
Foucault’nun yönetimsellik serüveninin sunduğu kavramsal hazinenin tetiklediği çok çeşitli yankılar,
araştırma vektörleri ele alınırken bahsi geçen çalışmalar, hiç bir biçimde tüketici ve kapsayıcı olduğu
iddiası taşımayan ancak genel eksenlerin koordinatlarını tespit etmeye çalışan bir kategorizasyonda
sunuldu. Bu kategorizasyonda, Yönetimsellik Okulunun İngiliz ve Avustralya ekollerinden, refah
devletinin soykütüğünü ortaya koyan çalışmalardan, ulus-devletin ötesine odaklanan çalışmalardan ve
Foucault’nun çeşitli temalarını derinleştiren çalışmalardan bahsedildi. Kadın çalışmalarının ve çevre
çalışmalarının, yönetimsellik serüveninin kavramsal hazinesi ile içine girdikleri çeşitli diyalogların
ürünlerinden burada bahsedilememiştir.

12
BİRİNCİ BÖLÜM

MICHEL FOUCAULT’NUN YÖNETİMSELLİK SERÜVENİNİN


KOORDİNATLARI ve TEMEL KAVRAMLARI

Foucault’nun araştırma temaları bir yandan, aşırı çeşitlilik


gösteren ve ilk bakışta aralarında bir geçiş yokmuş gibi birbirini
izleyen alanlar olarak belirir - delilik, klinik, hapishane, cinsellik,
biyo-siyaset, yönetimsellik, etik - diğer yandan, her bir temanın
diğerleri ile kronolojik ardışıklığın ilkelerine uyum sağlamayan
bağıntılara sahip olduğu görülür. (Revel, 2006:14)

Bu çalışmanın konusunu oluşturan yönetimsellik teması, Foucault’nun

serüvenleri arasındaki, kronolojik ardışıklığın ilkelerine uyum sağlamayan

bağıntıların en güzide örneklerden birisini sunar. Yönetimsellik serüveni,

Foucault’nun serüvenleri arasındaki tazelenme, yoğunlaşma, soluklanma anlarından

birisi olarak değerlendirilebilir; hem önceki serüvenlerin araştırma programları ile

çeşitli süreklilik ve süreksizliklere sahiptir; hem de Foucault, bu temanın sunduğu

açılımlar sayesinde yeni serüvenlere yelken açar. Bu bağlamda, Foucault’yu

yönetimsellik çalışmalarına yönelten entelektüel patika kendine özgü bir tutarlılığa

sahiptir.

13
Foucault, yönetimsellik serüveni ile, bir yandan, iktidar ilişkilerinin mikro

fiziğini çeşitli temalar üzerinden işlerken yaslandığı metodolojik yönelimleri aynı

kalmakla beraber, eleştirisinin dilini savaş modelinden yönetim modeline kaydırır.

Bir başka deyişle, Foucault, yönetimsellik serüveni çerçevesinde, iktidarın mikro-

fiziğini ortaya koymasını mümkün kılan metodolojik yönelimlerinin perspektifine,

iktidar ilişkilerinin makro-düzeyinin nasıl yerleştirilebileceği sorunsalını ele alır ve

böylece iktidar ilişkilerinin mikro-fiziği, siyasal rasyonalite ve yönetim teknolojileri

yanında liberalizm ve neo-liberalizmin belirişlerine yönelik odaklara sahip bir

‘yönetim’ soykütüğüne dönüşür. Bu süreklilik-süreksizlik aralığında, yönetimsellik

serüveni, bir yanda, uzlaşma ve irade, diğer yanda savaş ve mücadele olan sorunsalın

ötesine geçmek üzere bir köprü olarak inşa edilir. Bu köprü, makro-mikro ayrımını

yerinden etme, ya da en azından bunlar arasındaki ayrımın göreli doğasını tanıma

çabasıdır.

Diğer yandan, Foucault, yönetimsellik serüvenin açılımları sayesinde,

cinsellik tarihi, etik pratikler, kendilik teknolojileri ve varoluş estetiğine yönelik

odaklara sahip araştırmalara yelken açar. (Dean, 1994:174) Bu zeminde, baskı

ilişkilerine karşı direnişin nasıl mümkün olabileceği yanında özgürlük ve otonomi

sorunsallarına odaklanma şansı edinir. (Dean, 1994:175) Foucault, yönetimsellik

serüveninin açtığı zeminde, hümanist bir çerçeveye düşmeden özneyi bağımsız bir

davranış alanı olarak değerlendirmenin yollarını araştırmaya koyulur. Yönetimsellik

serüveni, bu çerçevede, otonom bireylerin kendilerini yönetme biçimlerinin nasıl

siyasal yönetim ve ekonomik sömürünün biçimleriyle bağlantılandırıldığını

göstermek üzere girişilmiş bir projeye meyleder. İktidar ilişkilerinin mikro-fiziği,

ulusların, nüfusların ve toplumların yönetimi ile, bir etik formu olarak kendiliğin

14
yönetimi arasında bir süreklilik tanıma çabasına karşılık gelmeye başlar.(Dean, 1999:

176) Foucault, “başkaları üzerinde uygulanan egemenlik teknikleri ile kendilik

teknikleri arasındaki buluşmaya yönetimsellik adını veriyorum” dediğinde, iktidar

sorunsalını, hukuk ile disiplinci baskı arasında saptanan yönetimsel formlar üzerine

düşünmekle ilişkili olarak yeniden formüle ettiğinin ipuçlarını sunar. (Foucault,

1988a: 19) Bu çerçevede, yönetim sanatı, nüfus, liberalizm ve neo-liberalizm, devlet,

sivil toplum, ekonomi politik, egemenlik, özgürlük, güvenlik, biyo-siyaset gibi

temaları yer aldığı bir kavramsal hazine sunan Foucault, bir kaç yıl sonra “şimdinin

ontolojisi” olarak adlandıracağı çabaya imza atması yanında, özgürlük ve direniş

tartışmalarına da kapı aralar. (Foucault, 2005c, 2005d)

Yönetimsellik serüveni sunduğu bu açılımlarla, Foucault’nun daha önce

ortaya koyduğu çalışmalara (özelde Hapishane’nin Doğuşu) yöneltilen eleştirilere

verdiği bir yanıtlar demeti olarak belirmesi yanında, siyasal analizin konvansiyonel

formlarına da meydan okur. Foucault, yönetim pratiklerinin analizini devlet

kuramlarına karşı ve kendilik pratiklerinin analizini özgürleşme anlatılarına karşı

ortaya koyar. (Gordon, 1991: 4)

Bu bölümün amacı, Foucault’yu yönetimsellik serüvenine yönelten

entelektüel patikanın serimlenmesidir. Bu amaçla, ilk olarak, yönetimsellik serüveni,

Foucault’nun önceki ve sonraki çalışmaları arasında konumlandırılacak, bunlarla

ilişkilendirilerek, koordinatları belirginleştirilecektir. Ardından, Foucault’nun

yönetimsellik serüveni çerçevesinde sunduğu kavramsal hazinenin temel kavramları,

daha sonraki bölümlerde ayrıntılandırılmak üzere açımlanacaktır.

15
I. KOORDINATLAR

A. Biyo-iktidar: İktidar ilişkilerinin mikro-fiziği ile makro fiziği


arasındaki bağıntılar

Foucault, 1970’lerin başından ortalarına dek, Marksist ve liberal iktidar

kavrayışlarından farklı bir eksende yer alan bir iktidar kavrayışı geliştirir. Liberal ve

Marksist iktidar kavrayışlarının ‘ekonomizm’inden kaçınmak üzere, iktidarın

ilişkiselliğini vurgular. (Foucault, 2003a: 13-14) İktidar ilişkilerini, eşitsiz güçler

arasında gerçekleşen ve güçlerden bazılarının diğerleri üzerinde hakimiyet kurması

ile sonuçlanan bir mücadele olarak değerlendiren Foucault, bu mücadelenin net

etkisini, toplumsal kontrolün sürdürülmesini hedefleyen stratejilere sahip iktidar

ilişkileri toplamının üretimi olarak ele alır. Bu iktidar kavrayışı, Foucault’nun

‘Nietzscheci hipotez’ olarak adlandırdığı savaş modelidir. Foucault, 1970’lerin

başından 1975-1976 Toplumu Savunmak Gerekir başlıklı derslerinin sonuncusuna

dek, egemenlik sorunsalından uzaklaşmak, kendi deyişi ile siyasal analizde ‘kralın

kafasını kesmek’ üzere, bu savaş modelinin dilini kullanır. 1

1
Foucault, bu çalışmasında, Locke ve Hobbes’un kuramlarına meydan okur. Klasik siyasal
kuramcılar, iktidarı statik, sahip olunabilecek, bir egemenden diğerine geçen bir şey olarak ele alırken,
Foucault, Nietzscheci hipotezi izleyerek ve Heraclitos’un hiç bir şeyin sabit olmadığına dair öğüdünü
dinleyerek, sözleşmenin sabitlik görüntüsü verdiğini ileri sürer. Foucault, burada savaşı, toplumsal
ilişkilerin kalıcı bir unsuru olarak değerlendirir. (Kelly, 2009a: 50) Foucault’ya göre, savaş ve siyaset
birer iktidar stratejisidir. Foucault için, sivil toplumun kuruluşu, insanlar arasında savaşı sonlandırmak
üzere varılan bir uzlaşı değil; savaşta ifade bulan kuvvet ilişkilerinin, giderek siyasal iktidarın
düzenine yayılmasıdır. Foucault, sivil toplumun, Hobbes’un genel savaşını ikame etmekten ziyade
kapsadığını ileri sürer. Foucault, bu iddiasını, sofistike bir Hobbes okuması ile destekler. Buna göre,
Hobbes’un değerlendirmeleri sıkça ileri sürüldüğü gibi, İngiliz İç Savaşı’nın şiddetine karşı
düzenlenmemiştir. Daha ziyade, Toplumu Savunmak Gerekir’in araştırma nesnesini oluşturan tarihsel
söylemlere karşı ortaya atılmıştır. Bahsi geçen söyleme göre, İngiliz toplumunun ardında, Norman
işgalinden bu yana süren bir mücadele vardır: Saksonlar ile Normanlar arasındaki bu mücadele halk
ile asiller arasında sürmeye devam etmektedir. Hobbes’un argümanları, eşitlikçi Diggers’ların
söylemlerine karşıdır. Diggers, her tür toplumsal düzenin şiddet yoluyla empoze edildiğini ileri
sürerken; Hobbes, ister şiddet, ister uzlaşma yoluyla olsun, Leviathan’ın kuruluşunun aynı etkiyi

16
Toplumu Savunmak Gerekir dersinin başında, Foucault son beş yılda (1970-

1975) ortaya koyduğu çalışmaları gözden geçirir ve bu çalışmalarında yaslandığı

savaş modelini yeterince özümsenir bulmadığını zira bu hipotezin iktidarın

geleneksel baskıcı kavrayışını örtük bir biçimde barındırmayı sürdürdüğünü ima

eder. Foucault, savaş modelinin dilinden, Avrupalı mutlak monarşilerin premodern

iktidarının hukuksal formu olarak egemenlik ile modern, normalleştirici disiplinci

iktidar arasında bir dikatomi olduğu izlenimi yaratmaktan tam olarak kaçınamaması

dolayısıyla hoşnutsuz olduğunun ilk ipuçlarını sunar. Savaş modelinin dili, uç

noktasına götürüldüğünde, iktidarın baskıcı yanlarına işaret etmeye devam etmekte

ve Foucault’nun işaret etmek istediği iktidarın performatif yanlarını yeterince

belirginleştirememektedir.

Foucault, bu hoşnutsuzluğun ivmesi ile Toplumu Savunmak Gerekir’in

sonuncu dersine vardığında, de facto bir atılım ile savaş modeli ile arasına önemli bir

mesafe koyar: toplumun savunulması odağını, tümüyle ortadan kaldırmamakla

birlikte, daha genel bir soykütüksel perspektif içerisine yerleştirir. Toplumun

savunulması temasını, 19.yüzyılda beliren “iç savaş” yani, toplumsal bünyenin

kendisinden kaynaklanan tehlikelere karşı savaşılması ile bağlantılandırarak, ilk kez

burada, mücadele-baskı şematiğinin ötesine, biyo-iktidar nosyonunu tanıtarak

geçmeye, iktidarın mikro-fiziği ile makro fiziği arasındaki bağıntılara bu nosyonun

açılımları sayesinde kapı aralamaya çalışır. (Thierney, 2008: 90)

Foucault, burada, egemen iktidarın, modern dönemde, iki yeni teknoloji ile,

disiplin ve biyo-iktidar ile eklemlendiğini ileri sürer. Bu iki teknolojinin, farklı

vereceğini, yani barışı getireceğini ileri sürer. Bu bağlamda, Hobbes, Foucault’ya göre, Locke’dan hiç
de farklı değildir. (Foucault, 2003a)

17
düzeylerde işlediklerinden, herhangi bir çakışma olmadan birbirlerini

tamamladıklarına dikkat çeker. (Kelly, 2009a: 44) Foucault, disiplini, insanların

bedenlerinin hapishane, fabrika, okul vs. çerçevesinde kontrol edildiği ve eğitildiği,

gözetim üzerinden işleyen bireylerin teknolojisi; biyo-iktidarı, kitle gözetimi,

censuslar, sağlık kampanyaları vs. üzerinden işleyen ve nüfusların, modern ulusun

kurulmasından sorumlu teknolojisi olarak belirginleştirir. Foucault, Batı Avrupa

toplumlarının, bu yeni eklemlenme dolayısıyla, “biyolojik modernlik eşiği”ni

atladıklarını, “türün bir amaç olarak, kendi siyasal stratejileri içinde yer almaya

başladığına” işaret eder. (Foucault, 1993: 147) Aristoteles’ten bu eşiğe dek, kendisini

yaşayan ve buna ek olarak siyasal bir varlık olarak gören insanın, bu eşiği geçtiği

anda, yaşayan bir varlık olma sıfatıyla da yaşamını siyasetine konu etmeye

başladığını, zoē’nin bios’un konusu edildiğini ileri sürer. 2

Foucault, bu iki teknolojiye yaslanarak işleyen siyasetin; biyo-siyasetin ilk

nesneleri ve denetim hedeflerinin, doğum, ölüm, uzun yaşama oranlarına ilişkin

süreçler olduğunu dile getirir. Nüfusbilim ve istatistiğin evliliğince desteklenen

denetleme teknikleri, doğum kontrol görüngülerinin saptanması, 18. yüzyıl sonunda

kamu sağlığı görevini üstlenen tıbbın kuruluşu, 19. yüzyıl başında sanayileşme

döneminin dışında kalanlar, çalışamaz durumdaki figürlerin belirişi, kilise yerine

farklı yardım mekanizmaları, sigortacılık sistemleri vs. biyo-siyasetin ilgi alanlarını

oluşturur. (Foucault, 2003a: 250) Bu alanlar, Foucault’ya göre, biyo-siyasetin, bir

biyolojik süreçler bütünü olarak kavranan nüfusa odaklandığına işaret eder.

2
Giorgio Agamben’e göre, Foucault bir kırılma saptamakla yanılmaktadır. İnsan, Aristoteles’ten beri
zoe ve bios arasında dışlayarak içleyen bir ilişkiyi sürdüregelmiştir. Bu orijinal ilişki yeni değildir,
modern zamanlara özgü değildir. Agamben’e göre, aslında bu ilişki siyasetin orijinal ilişkisidir. Ona
göre, siyaset, zaten hep biyo-siyasettir. (Agamben, 1998: 11-18, 149) Bu meseleye 5.Bölümde
dönülecektir.

18
Bu çerçevede, Foucault, siyasal iktidarın, insanların, belirli bir ihtiyaç

dolayısıyla, bir araya gelerek yaptıkları fiili ve ya hipotetik bir sözleşmeye dayanarak

ortaya çıktığını, egemen ve devlet organizasyonunun bu sözleşmeye yaslandığını

kabul eden klasik kuramlara yeni bir argümanla meydan okumaya devam eder. Buna

göre, klasik kuramların, 18. yüzyıl sonundan itibaren Kıta Avrupası’nda geçerli

iktidar ilişkilerini açıklamaktan aciz kalmasının sebebi, bu tarihten itibaren iktidar

tekniklerinin esas nesnesinin, bir topluluk değil, bu modellerin kavrayamadığı

biçimde, yaşam olarak belirmesidir.

İktidar ilişkilerinin temel nesnesinin yaşam olduğunun yeter kanıtını,

Foucault’ya göre, “egemen iktidarın simgelediği ölüm gücünün artık titizlikle

bedenlerin yönetimi ve yaşama dönük işletilmesine yerini bırakması” sunar.

(Foucault, 1993:143) Foucault, Cinselliğin Tarihi 1. Cilt’in son kısımlarında,

egemenliğin ölüm hakkının, bu dönüşüm anından itibaren yaşamı yöneten bir

iktidarın gerektirdiklerine doğru kaydığını, yaşam üzerinde olumlu biçimde etki

gösteren, yaşamı yönetmeyi, yükseltmeyi, çoğaltmayı ve bu yaşam üzerinde kesin

denetimler yapmayı iş edinen bir iktidarın tamamlayıcısı olarak belirdiğini vurgular.

…iktidar, artık üzerilerinde kullanılacak son hakkın ölüm olduğu hukuk


nesneleriyle değil, canlı varlıklarla muhatap olacaktır ve bunların üzerindeki
en son etkisi yaşamın öz düzeyine kaymak zorunda kalacaktır. İktidara
bedene kadar yaklaşma hakkını veren, ölümle tehditten çok, yaşam
sorumluluğunu yüklenmesidir. (Foucault, 1993: 146)

Foucault, bu bağlamda, Toplumu Savunmak Gerekir ve Cinselliğin Tarihi 1.

Cildin son kısımlarında, egemenlik ile disiplinci iktidar mekanizmaları arasındaki

19
farklar üzerinde durmak yerine, hedefine yaşamı alan modern iktidar

teknolojilerinden ve bu teknolojilerin yoğunlaşma süreçlerinden bahsetmeye başlar.

Foucault’nun çalışmalarının odağına, “...beden üzerindeki bir çalışmayla

gerçekleşecek bireysel terbiye” yerine tür insanın biyolojik süreçlerini düzenleyen

iktidar ilişkileri yerleşir. (Foucault, 2003a: 252)

Foucault, Cinselliğin Tarihi 1. Cilt’nden itibaren, siyasetin savaşı sürdürdüğü

sonucuna varmaktan kaçınması bu bağlamda dikkat çekicidir. (Foucault, 1993: 102)

Foucault, 1977 yılında yayınlanan bir röportajında da, siyasetin savaş benzeri kuvvet

ilişkilerinden menkul olup olmadığına net bir cevap vermediği görülür. (Foucault,

2003b) Bu yanıtsızlık/kararsızlık anı, Foucault’nun savaş modelinin dili ile arasına

koyduğu mesafenin dışa vurumu olarak değerlendirilebilir. Foucault’nun 1977-1978

derslerinden bir buçuk yıl önce, devleti, iktidarın etkisi olarak görmeye başladığını

dile getirmesi de bu mesafeyi destekler. (Foucault, 2000b)

Foucault, özetle, biyo-iktidar nosyonunu tanıttığı bu de facto açılım

sayesinde, iktidar ilişkilerini, savaş modelinin sunduğu dilden farklı bir model

çerçevesinde yeniden düşünmenin yollarını araştırmaya girişir. Bu yönelim,

Foucault’yu savaş modelinden yönetim modeline taşıyacaktır.

B. Yönetimsellik: “Güvenlik – Toprak - Nüfus” Üçgeninden “Güvenlik –


Nüfus – Yönetim” Üçgenine

Foucault, savaş modeli ile araştırmasının izlekleri arasına koyduğu mesafe

zemininde, 1977-1978 Güvenlik Toprak Nüfus başlıklı derslerinde nüfus ve güvenlik

temalarıyla ilgili sorunsallaştırmalara odaklanır. Foucault’nun 1978 dersleri,

derslerin başlığı ve Foucault’nun dersin başında açıkladığı araştırma izleği

20
doğrultusunda, ilk bakışta, Toplumu Savunmak Gerekir’in çıkarımlarından

başlayarak, Cinselliğin Tarihi 1. Cilt’te tanıtılan biyo-iktidar temasının genişletilip,

derinleştirildiği zemin olarak değerlendirilebilir. 1977-1978 derslerinin ilk üçünde,

Foucault, başlığın da ilk bakışta çağrıştırdığı üzere; Toplumu Savunmak Gerekir’de

serimlenen ‘toplumun savunulması’ için geliştirilmiş mekanizmalar ile nüfusun (tür-

insanın) güçlerinin geliştirilmesine odaklı biyo-iktidarın nasıl olup da belirli bir

momentte kesiştiğine ışık tutmak üzere yola çıkacağını açıklar. Toplumu Savunmak

Gerekir ve Cinselliğin Tarihi 1. Cilt ile Güvenlik Toprak Nüfus arasında önemli

bağlantılara işaret imkanı bulur.

Buradaki araştırma soruları, ilk elde, ‘nüfusları kendisine nesne alan ve 18.

yüzyılda Batı Avrupa toplumlarında beliren iktidar teknolojisi neler içerir’, ‘Batı

Avrupa toplumları, bir toprak parçası üzerindeki egemenlikten, nüfusların

düzenlenişine nasıl geçer, bu mutasyonun yönetimsel pratikler üzerindeki etkileri

nelerdir’, olarak belirir. Foucault, araştırmasının intervallerini, ‘toprak parçası

üzerindeki egemenlik’ ile ‘nüfusları düzenleyen güvenlik mekanizmaları’ olarak

belirler. (Foucault, 2007: 1-3)

Egemenliğin yasal mekanizmaları, disiplinci mekanizmalar ile güvenlik

mekanizmalarını, odaklandıkları nesne, sahip oldukları hedef ve başvurdukları

araçlar açısından bu minvalde kıyaslar. Egemenlik, toprağa, disiplin, bireysel bedene

odaklanırken, güvenlik, nüfuslara odaklanır. İzin verilen ve yasaklanan arasında

egemenliğin ve disiplinin öngördüğü mutlak ikili ayrım yerine, biyo-iktidar optimal

noktayı saptayarak, kıyaslamalı maliyetler hesabı üzerinden nüfusların yaşamına

müdahale eder. Egemenlik hukuka, disiplin gözetime yaslanırken, Foucault’nun

burada bahsettiği güvenlik teknolojisi, sınırlayan, sabitleyen, merkezde toplayan,

21
engelleyen, tanımlayan disiplinden farklı olarak, merkez-kaç yapıdadır, genişler,

durmaksızın iktidar ilişkilerine yeni elemanlar ekler, ayrıntılarla meşgul olur.

Foucault, bu kıyaslamada eksik kalan noktanın, öncelikle, eski modların daha

yeni modları içermesi noktasında karşımıza çıktığını da belirtir. Disiplinci

mekanizmaların, 18. yüzyılda bir anda belirmediklerini, yasal-hukuki sistemin

hâlihazırda içinde yer aldıklarını ileri sürer. Bu çerçevede, bir disiplin pratiği olan

işkencenin, suçlunun en azından nüfusun geri kalanı üzerindeki düzeltici etkisi

düşünülerek yasal sistem içerisinde de kullanıldığına değinir. Aynı şekilde,

disiplinci sistemde, güvenlik alanına ait olan bir dizi boyutu sezmemizin mümkün

olacağına işaret eder. Bu çerçevede, bir mahkumun, disiplinci mekanizmalar

üzerinden, düzeltilmek istendiğinde, aslında bu kişinin, bir süre sonra tehlikelilik

olarak adlandırılacak olan riske göre düzeltildiğine değinir. Son olarak, güvenlik

mekanizmalarının da, bu mekanizmalar kadar eski mekanizmalar olduğuna dikkat

çeker. Foucault’ya göre, güvenlik mekanizmalarının gelişmesi, yasal sistem ya da

disiplinci mekanizmalardan ne vazgeçilmesine, ne de parantez içine alınmasına

neden olur. Aksine, güvenlik etkisini garantilemek üzere gözetim tekniklerine,

bireylerin zihinsel yapılarına göre kategorilenmesine olanak sağlayan araçlara vs.

tüm bu disiplinci mekanizmalara başvurmak güvenlik mekanizmalarının işleyişini

pekiştirilir. (Foucault, 2007: 6-8)

Foucault’ya göre, bu nedenle, birbirini takip eden, yeninin eskinin ortadan

kaybolmasına neden olduğu elemanlar söz konusu değildir. “Bir yasal çağ, disiplinci

ve daha sonra da güvenlik çağı söz konusu değildir.” 3 (Foucault, 2007: 7) “Aslında,

3
Foucault’nun, henüz Türkçe’ye çevrilmemiş bulunan Security, Territory, Population 1977-1978, ve
The Birth of Biopolitics 1978-1979 çalışmalarından yapılan alıntıların çevirileri bana aittir. Çeviriler,

22
tekniklerin içinde değişip mükemmelleştirildiği, ya da her şekilde daha karmaşık bir

hal aldığı bir dizi kompleks yapı söz konusudur ama bu yapılarda değişen, yasal-

hukuksal mekanizmalar, disiplinci mekanizmalar ve güvenlik mekanizmaları

arasındaki baskın özellik, daha net söylersek korelasyon sistemidir.” (Foucault, 2007:

8)

Foucault, öyleyse, buraya dek, Toplumu Savunmak Gerekir’in son

kısımlarında taslağını çizdiği plan ile uyumlu adımlar atar. Foucault, hatırlanacağı

üzere, Toplumu Savunmak Gerekir’de de, 18. yüzyıl sonunda, egemenlik ve disiplini

ikame etmemekle beraber bunların mekanizmalarını yeni bir konfigürasyonda bir

araya getiren biyo-siyasetin müdahale alanlarını üçe ayırıyordu: ilk olarak doğum ve

ölüm oranları ve süreçlerine; ikinci olarak bireylerin kapasitelerini değiştiren yaşlılık,

kazalar vs gibi fenomenlere; üçüncü olarak, canlı varlıklar olarak insanlar ile

çevreleri arasındaki ilişkilere dikkat çekiyordu. Ne var ki, Foucault, Toplumu

Savunmak Gerekir’de, 1977-1978 Güvenlik, Toprak Nüfus derslerinde bahsettiği ve

1978-1979 Biyo-Politiğin Doğuşu derslerinde, kıtlık meselesinden bahsetmiyordu.

Senelart’a göre, Toplumu Savunmak Gerekir’de formüle edilmemiş olan tahılların

dolaşımı/kıtlık meselesi, Foucault’nun ‘nüfusun biyolojik süreçleri’ yerine ‘nüfusun

doğal süreçleri’ne (ekonomi ve sivil toplum) zemin kaydırmasına sebep olur.

(Senelart, 2007: 397, dipnot 76) Foucault, bu de facto tematik eklemlenme ile,

iktidarın performatif yanlarına ışık tutmak amacıyla, savaş modeli ile araştırma

izlekleri arasına koyduğu mesafe zemininde şekillenen araştırma odağını, bahsi

yapılırken İngilizce versiyonlarından faydalanılmış, Fransızca orijinalleri (Foucault, 2004c; 2004d) ile
de karşılaştırılmıştır.

23
geçen korelasyon sisteminin, bir başka deyişle, yönetimselliğin tarihine

kaydıracağının ilk ipuçlarını sunar.

Bu tematik eklemlenmeyi, 1 Şubat 1978 dersinde netlikle görebiliriz. 4 “1

Şubat dersi, Foucault tarafından ilk üç dersin mantıksal gelişminin bir ürünü olarak

sunulsa da, aslında, derslerin genel yönelimlerinde de facto bir atılıma işaret eder.”

(Senelart 2007: 379) Bu derste, Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir’in son

derslerinde temelleri atılan araştırma programının zeminini kaydırarak dönüştürür.

Güvenlik – toprak - nüfus üçgeni, güvenlik – nüfus – yönetim üçgeni ile yer

değiştirir. Foucault’nun, burada, “bu yıl ki derslere daha uygun bir başlık vermek

istesem, kesinlikle ‘güvenlik, toprak, nüfus’ başlığını seçmezdim. Gerçekten ele

almak istediğim bir ‘yönetimsellik tarihi’ olarak adlandıracağım şeydir” (Foucault,

2007:108) ifadesine yer vermesi de bu dönüşümü netleştirir. Foucault, artık iktidar

ilişkilerini, yönetim modeli üzerinden kavramaya çalışacaktır.

4
1 Şubat 1978 dersi, 1977-1978 Güvenlik, Toprak, Nüfus derslerinden, Foucault hayattayken
yayımlanan tek derstir. İlk olarak, Aut Aut isimli İtalyan dergisinin Eylül/Ekim 1978 sayısında,
ardından, Pasquale Pasquino tarafından yapılan İngilizce çevirisi ile, Graham Burchell, Colin Gordon
ve Peter Miller’ın editörlüğünü yaptığı The Foucault Effect: Studies in Governmentality
(Hertfordshire: Harvester Wheatsheaf, 1991), ss. 87-104’de yayımlanır. Bir diğer İngilizce çevirisine
ise, Michel Foucault, Power: The Essential Works of Foucault: 1954-1984 Vol.3, (ed.) James D.
Faubion, New York: The New Press, 2000, ss. 201-222’de rastlanır. Türkçe’de ise; M. Foucault,
‘Yönetimsellik,’ Seçme Yazılar 1: Entelektüelin Siyasi İşlevi, (çev.) Osman Akınhay, Ferda Keskin,
1.B., Ayrıntı Yayınları,İstanbul, 2000, ss.264-287.

24
II. TEMEL KAVRAMLAR

A. Yönetimsel Üçgen: Nüfus, Ekonomi-Politik, Güvenlik

Foucault, yönetim modeli çerçevesinde, egemenlik, disiplin ve yönetim

üzerine düşünmenin yeni yollarını keşfeder. Bu perspektiften, hukuk, egemenliğin ve

onun hukuksal ve siyasal kurumlarının aracı olarak görülmediği gibi, disiplin de artık

modern iktidarın önde gelen formu olarak görülmemeye başlanır. Sorun; egemenlik

ile disiplinci iktidar arasında saptanan yönetimsel pratikler ve rasyonaliteler üzerine

düşünmekle ilişkili olarak tasarlanır.

Foucault, bu çerçevede, iktidar ilişkilerini üç düzeyde yeniden tanımlar.

(Foucault, 1994: 1-20) Buna göre, stratejik ilişkiler, kişilerin birbirlerinin

davranışlarını şekillendirmek üzere karşılıklı girişimleri ve bağlantılı kontrol ve

direniş oyunlarıdır. Bu tip iktidar ilişkileri değiştirilebilir, tersine çevrilebilir ve sabit

olmayan nitelikler gösterir. Stratejik ilişkilerin zıddında baskı/hakimiyet durumları

yer alır. Hakimiyet durumları asimetriktir; örneğin sömürgeci ile sömürülen, erkek

kadın arasındaki etkileşim modellerinin kurumsallaşmış biçimleri vs. Stratejik iktidar

ve hakimiyet, olası iktidar ilişkilerinin iki kutbunu oluşturur. Yönetimsel teknolojiler

ise, bu iki kutup arasına konumlanır; bireylerin, birbirleriyle baş ederken

kullandıkları stratejileri kuran, tanımlayan, organize eden ve araçsallaştıran pratik

setleri olarak belirir. Yönetimsel teknolojilerin kullanılmasıyla, stratejik ilişkiler

asimetrik kurumsallaştırılmış ilişkilerde sabitlenir ya da bu stratejik ilişkiler akışkan

ve yeni öznelliklerin yaratılışının olasılıklarına kapı aralar. Yönetimsel teknolojiler

üzerinden, bireyin öznelliği, bireyin diğerleri tarafından kontrol edilişine bağlanır.

25
Foucault, bu bağlamda, iktidar kullanımının, davranışın olasılığını yönlendirmek ve

olası sonucu düzene koymayı içerdiğini ve iktidarın bir yönetim sorunsalı olarak

belirdiğine işaret eder.

Yönetimsellik nosyonu 5 , bu bağlamda, ilk kez tanıtıldığı 1 Şubat 1978

dersinde, şu biçimde tanımlanır:

“hedefi nüfus, temel bilgi biçimi ekonomi politik ve esas teknik


araçları güvenlik aygıtları olan (bu) çok spesifik; karmaşık iktidar biçiminin
uygulanmasını sağlayan kurumlar, prosedürler, analizler, düşünceler, hesaplar
ve taktiklerden oluşan bütün”
“Bir yanda tüm spesifik yönetim aygıtları dizisinin oluşumu, öte
yanda da tüm bir bilgi kompleksinin gelişimiyle sonuçlanan ve yönetim
olarak adlandırılabilecek bu iktidar türünü uzun bir süre içinde ve Batı’da
diğer tüm biçimler üzerinde üstünlük kurmaya götüren eğilim”
“15. ve 16. yüzyıl idari devletine dönüşmüş olan ortaçağ adalet
devletinin yavaş yavaş yönetimselleştiği süreç ya da sürecin sonu.” (Foucault,
2007: 108-109)

İlk iki tanım bir arada ele alındığında, yönetimsellik, “Avrupa kıtasının Batı

yakasında, antik çağın son dönemlerinde ortaya çıkan toplumlar”da yeni bir iktidar

kullanımı ve iktidar üzerine yeni bir düşünme biçimini imler. (Foucault, 2005f: 31)

Modern yönetimselliğin belirişi, kendisine nüfusu nesne alan bir yönetim rejimi

olarak tanımlanabilir. Bu yönetim rejimi, ‘her bir ve tüm’ün (omnes et singulatim)

yönetimidir. Bu tanımda dikkat çekici olan, Foucault’nun 1977-1978 Güvenlik,

Toprak, Nüfus derslerinin dördüncüsünde ortaya attığı “yönetimsel üçgen”dir.

5
Yönetimsellik neolojizmini, ilk olarak Roland Barthes, devleti, tüm sosyal ilişkilerin efektif merkezi
olarak sunan idelojik mekanizmaya işaret etmek üzere kullanır. Bakınız; Barthes, 1957. (Gudmand-
Høyer & Hjorth, 2009: 105 dip not 27)

26
(Dillon, 2007: 41-47; Ruelle, 2005: 27-34; Tellmann, 2009: 5-24; Tierney, 2008: 90-

100.) Foucault, nüfus, ekonomi-politik ve güvenlik arasında bir yönetimsel bir üçgen

öngörür ve bu üçgen biyo-siyasetle ilgili önceki görüşlerini ikame etmek yerine, bu

bahisleri yeni bir çerçeve içerisine toplar.

Yönetimsel üçgenin ilk köşesinde daha önceki biyo-siyaset tartışmalarında

yer alan nüfus kavrayışına göre kapsamı genişletilmiş bir nüfus kavrayışının yer alır.

Nüfus, yönetimin biyo-siyasal hedefi olarak yeniden değerlendirilir. Foucault’nun bu

noktadan itibaren, tür insanın 18. yüzyıldaki belirişini, sadece biyoloji ile

ilişkilendirmediğini, aynı zamanda kamu (public) alanının açılması ile birlikte ele

aldığını görürüz. (Foucault, 2007: 75) Nüfus, görüşleri, inançları, arzuları, yapıp

etme biçimleri, gelenek ve alışkanlıkları, davranış kalıpları, gereklilikleri, korkuları

ve önyargıları ile ele alındığında, kamu alanı, nüfusun, kampanyalar eğitim, teşvikler

vs üzerinden yönetilmesini mümkün kılan birim olarak belirir. (Foucault, 2007: 367)

Bir başka deyişle, Foucault’nun yönetimsel üçgeninin iç alanından menkul biyo-

siyasal müdahale alanı, biyolojik bir habitata karşılık gelmez: daha ziyade, içerisinde

nüfusun kendisi tarafından üretilen farklı olay dizilerinin yer aldığı bir biyo-sosyal

alanı da içermeye başlar. Güvenlik – toprak – nüfus üçgeni, güvenlik – nüfus-

yönetim üçgeni ile yer değiştirdiğinde, nüfus artık sadece biyolojik bir tür, bir grup

haklar öznesi ya da disiplinin bireysel bedenler toplamı olarak görülmez: nüfus,

kendisine içkin bir mantık ortaya koyar, nasıl ki, iklim, ticaretin yoğunluğu,

zenginliğin dolaşımı, yasalar ve geleneklere göre çeşitlilik gösteriyorsa, farklı

olasılıklar, belirsizlikler, geçicilikler, tehlikeler, riskler ve olumsal olaylar tarafından

da şekillendirilir. Foucault, böylelikle, 1977-1978 derslerinde, yönetimselliğin

hedefindeki nüfusu yeni bir biyo-siyasal odak olarak kavramsallaştırır. Bu şekilde

27
kavranan nüfus, yeni bir siyasal nesne sunar zira nüfus, bir yandan, yönetim

sanatlarının yöneltildiği zemin olarak belirir, diğer yandan, bu nüfus, belirli bir

biçimde davranmaya çağrılır. (Foucault, 2007: 20, 70; Gudmand-Høyer & Hjorth,

2009: 106)

“Yönetimsel üçgen”in bir diğer köşesinde ise, ekonomi-politik yer alır.

Foucault, ekonomi-politikten bahsetmek üzere, 18.yüzyılda tahılların dolaşımı

meselesinin merkantilist ve fizyokratik perspektiflerden ortaya konan farklı

kavranışları üzerinde durur. Foucault’nun daha önce belirttiğimiz üzere, Toplumu

Savunmak Gerekir’de yer almayan bu meseleyi tartışarak, nüfus nosyonunu

genişletmesine paralel olarak, biyo-siyaset için gerekli yönetimsel bilgi formunu,

sosyal tıp, kamu hijyeni, istatistik ve demografi gibi disiplinler yanında, ekonomi-

politiği de kapsayacak şekilde genişlettiği görülür. Buna göre, ekonomi-politik,

bireysel arzuların toplum içerisindeki dolaşımı üzerinden kolektif çıkarın

üretilmesini analiz eden bir araştırma alanı olarak belirir. (Foucault, 2007: 72)

“Yönetimsel üçgen”in son köşesinde ise, güvenlik

dispozitifleri/mekanizmaları yer alır. Foucault, nüfusun kendine içkin süreçlerinin

ekonomik kavranılışı için gerekli olan yönetim sanatının, hukuk ya da disiplinin

mekanizmalarından menkul olmadığını belirtir. Hukuk, belirli bir egemenlik alanında

hak özneleri ile ilişkilerinde yasaklar üzerinden işlerken, disiplin, belirli bir gözetim

mekânında yer alan bireylerin bedenleri ile ilişkilerinde reçeteler üzerinden yol alır.

Bunlardan farklı olarak, güvenlik dispozitifi ile uygun adım işleyen yönetim, nüfusun

doğal çevresi içerisinde üretilen açık uçlu olaylar dizisini düzenlemeye çalışır.

(Foucault, 2007: 21; Valverde, 2007: 159-178) Güvenlik, bu bağlamda, zaman

zaman yasaklamalar ve reçetelerden faydalanır, ne var ki, bunları, hedefine –

28
gerçekliğe öyle bir biçimde tepki vermeli ki bu tepki gerçekliği iptal etsin, sınırlasın,

düzenlesin - ulaşmak açısından araçlar olarak görür. Güvenlik, gerçekliğin işleyişini

rastlantısallığa, keyfiliğe teslim etmez, şeylerin düzenini, kendi doğallıkları

düzeyinde işlemesi için düzenler. Güvenlik dispozitifinin bu temel prensibi, devlet

yönetimi için şu anlama gelir: Yönetim, nüfusun doğal süreçlerine saygı göstermek

üzere kendisini sınırlamalı; yasaklar ve reçetelerle çok fazla müdahale etmemelidir.

(Foucault, 2007: 353)

Yönetimsellik nosyonu, bu minvalde, diğer yönetim formları ile, egemenlik

ve disiplin ile belirli ilişkilere sahiptir. Egemen iktidar, devletin yargı ve yürütme

güçleri üzerinden hak ve ödevlere sahip özneler üzerinde otorite kullanımı; disiplinci

iktidar, aynı toprak parçası üzerinde insanların bedenleri ve kapasiteleri üzerinde

iktidar kullanımı olarak değerlendirilebilir. 17. ve 18. yüzyıllarda, disiplin

rejimlerinin yayılışı – okullarda, hastanelerde, ordularda vs. – devletin bürokratik ve

idari aygıtlarının gelişmesi sürecine paralel bir seyir izler. Yönetimsellik ise, hem

egemenlik, hem de disipline özgü teknik, rasyonalite ve kurumlardan faydalanmakla

beraber, bunları yeni bir konfigürasyona yerleştirir. Yönetimsellik, nüfusu, güvenlik

mekanizmaları içerisinde çerçevelemeyi amaçlar; egemenlik ve disiplini ikame

etmek yerine, onların teknik ve rasyonalitelerinden yeni bir düzenlemede faydalanır.

(Dean, 1999: 20) Bu düzenleme, temel nesnesi nüfusa içkin süreçlerin ya da

ekonomik süreçlerin doğallığının güvenliğini sağlamayı hedefler. (Foucault, 2007:

353)

29
B. Yönetim Sanatı Tarihi

Foucault’nun üçüncü yönetimsellik tanımı, 17.yüzyıl Batı Avrupa

devletlerinin idari aygıtlarının, nüfusun yönetimi ile ilgilenen çok çeşitli alanları

biraya getirip kendi bünyelerinde toplamasının; dağınık ve yayılmış yönetim alanları

ile devletin yargı ve idari aygıtlarının bitişmesinin uzun sürecine karşılık gelir.

Foucault, bu süreci ‘devletin yönetimselleşmesi’ olarak adlandırır. (Foucault, 2007:

109, 110, 122, 382) Yönetimsellik, bu noktada, herhangi bir iktidar ilişkisini

tanımlamaz; modern devletin oluşumunu mümkün kılan yönetim sanatını, bir başka

deyişle, yönetim teknik ve rasyonalitelerini tanımlar. Foucault, bu tanım

çerçevesinde, iki noktayı açıklığa kavuşturmak yönünde istekli olduğunu ortaya

koyar. Bunlardan ilki, Batı Avrupa toplumlarında, ‘yönetim fikri nasıl

doğdu?’sorusuna; ikincisi de, ‘bu fikir, nasıl olup da 16. yüzyılda beliren devlet aklı

modelinin altında devlete tanıtıldı?’ sorusuna cevap vermekle ilgilidir.

Foucault’nun, araştırmalarının bu momentinde, daha önceki çalışmalarında

yaslandığı metodolojik yönelimleri, yani ‘üçlü zemin kaydırma deneyi’ konusundaki

ısrarcılığını korumaya devam ettiğini hemen belirtelim. Foucault, bu sayede, iktidar

ve yönetim analizlerinin devlet kurumlarının tarihsel gelişimi, meşruluk, hukuk ve

egemenlik dili çerçevesinde yapılamayacağını ileri sürmeye devam eder. Foucault,

böyle bir dilin kullanımını mikro-iktidar uygulamalarının analizinde

sorunsallaştırmıştı, şimdi de aynı dili, devlet açısından sorunsallaştırmaya girişir.

Foucault, geçmiş yıllarda, disiplinler, ordu, hastaneler, okullar ve

hapishanelerden bahsederken yaslandığı metodolojik yönelimlerinden üçlü zemin

kaydırma deneyi (displacement) çerçevesinde, ilk olarak, kurum odaklı analizlerin

30
dışına çıkma gerekliliğini (extra-institutional) vurgulamıştı. Kurum-odaklı

yaklaşımlar, örneğin psikiyatrik hastaneleri incelerken, bu hastanenin yapısı,

kurumsal yoğunluğu, iç yapıları, her bir kurucu parçasının mantıksal gerekliliği, ne

tür bir tıbbi iktidarın burada yer aldığı ve nasıl belirli bir psikiyatrik bilgi

geliştirdiğini araştırırken, Foucault, bu yaklaşımın dışına çıkarak, psikiyatrik

hastanenin, toplumun tümüne yöneltilen bir kamu hijyeni projesi ile nasıl bağlı

olduğunu belirginleştirmeye çalışmıştı. Psikiyatrik düzenin, çocukların eğitiminden

yoksullara yapılan yardımlara uzanan bir skalada nasıl çeşitli teknikler ağı ile

koordine edildiğinden bahsetmişti. Bir başka deyişle, psikiyatrik hastaneyi, genel bir

iktidar teknolojisinin perspektifi içerisine yerleştirerek incelemişti. (Foucault, 2007:

117)

Foucault, ikinci olarak, işlev odaklı analizlerden kaçınmak (non-functional)

gerektiğine işaret etmişti. İşlev odaklı analizler, örneğin hapishaneyi analiz

ettiklerinde, hapishanelerin hangi amaçla kurulduklarını ve sonuçta bu amaca ne

ölçüde yaklaştıklarını inceleyip kıyaslarken, Foucault, hapishanenin, iktidarın genel

ekonomisi içinde nerede durduğuna, genel iktidar ekonomisinin taktik ve stratejileri

açısından neye karşılık geldiğine odaklanmıştı. (Foucault, 2007:118)

Foucault, üçüncü olarak, verili analiz nesnelerinden yola çıkan yaklaşımların

dışına çıkmak (non-objective) gerektiğinin altını çizmişti. Verili araştırma

nesnelerinden, tümellerden (universals) yola çıkan, örneğin delilik, suç, cinselliğe

odaklanan analizler, bu nesnelerin sunduğu kriter ve normlar çerçevesinde kurum,

pratik ve bilgileri ölçerken, Foucault, kurum, pratik ve bilgiler üzerinden, bilgi

nesneleri ile birlikte bir hakikat alanının kurulduğu anı tespit etmeye çalışmıştı.

(Foucault, 2007:117-119)

31
Foucault’nun, bu zemin kaydırma işlemleri sayesinde, iktidar ilişkilerinin

soykütüklerini yani, kurulma yollarını, birbirleri ile nasıl bağıntılandıklarını, nasıl

gelişip, çoğaldıklarını ve kendileri dışında birşeylerin zemininde dönüştüklerini

ortaya koyması; iktidar ilişkilerini kurum ve işlev odağından kaçırarak analiz

ettiğinde, bu ilişkilerin nerede ve neden istikrarsız olduklarını görebilmesi mümkün

olmuştu.(Foucault, 2007: 120) Foucault, şimdi aynı operasyonu devlet için işletir.

Farklı kurumlar için kolaylıkla yaptığımızı, devletin dışına çıkmak


üzere de yapabilir miyiz? Yerel ve belirli kurumlar için mümkün olan
kapsayıcı bakış açısını devlet için de harekete geçirebilir miyiz? ...Sonuçta,
tüm bu genel iktidar teknolojileri, global, bütünleyici bir kurum olan devletin
altında toplanmıyor mu? (Foucault, 2007:118)

Foucault, böylece, ilk adımını biyo-iktidar nosyonunu tanıtarak attığı, mikro-

iktidar düzeyi ile makro-iktidar düzeyi arasında köprü kurma çabasında bir adım

daha atar. (Foucault, 2007:366) Mikro iktidarlar düzeyinde uyguladığı perspektifin

aynısını devlete uygulayarak, iktidarın mikro ve makro düzeyleri arasındaki düğümü

kesmeye, makro-mikro ayrımını yerinden etmeye, ya da en azından bunlar arasındaki

ayrımın göreli doğasını tanımaya gayret eder. Foucault için bakış açısının, ölçeklerle

ilgili olmadığı belirginleşir. Foucault’ya göre, iktidarın ‘nasıl’ına, mekanizmalarına

tekniklerine, stratejilerine, hedeflerine ve etkilerine dair sorular, nasıl ki mikro-

iktidarlara dair sorulabilmişse, şimdi de, iktidarın küresel formları için sorulabilir.

(Foucault, 2007: 358) Öyleyse, Foucault, burada, metodolojik yönelimlerini

sorunsallaştırmaz. Bu yönelimleri Hapishane’nin Doğuşu’nda serimlenen disiplin

32
analizlerinde yeri olmayan yeni bir alana doğru genişleterek uygular. Böylelikle,

devlet meselesi, mikro-iktidar analizine davet etmiş olur.

Bu davet, kuşkusuz, Foucault’nun iktidar analizinde devleti görmezden

geldiğine dair, Hapishanenin Doğuşu’nu takip eden eleştirilere bir cevap

niteliğindedir. Bir başka deyişle, Foucault’nun yönetimsellik serüveni bu

momentinde, Foucault’nun teknik ve pratiklerin mikro-incelemesinin, siyasetin daha

global konularını, özellikle de toplum ve devlet arasındaki ilişkileri ortaya

çıkarmakta başarısız kaldığına dair Marksist itirazlara bir yanıt niteliğindedir. Ne var

ki, bu yanıt, yukarıda anlatılanlar ışığında, Foucault’nun bir devlet kuramı ortaya

koyacağı anlamına gelmez. İkinci Bölümde ayrıntılı olarak incelediğimizde

belirginleşeceği üzere, Foucault, çeşitli yönetim alanları ile devletin yargı ve idari

aygıtlarının bitişmesinin uzun sürecine dair ortaya koyduğu tarihsel araştırmalarla,

alışageldiğimiz konvansiyonel anlatılardan oldukça farklı bir tablo ortaya koyar.

Alışageldiğimiz konvansiyonel anlatıya göre, ulus devletler, çeşitli yönetim

alanlarının az çok merkezi bir otoriteye boyun eğmesi sonucunda tarihsel olarak

kurulmuştur. Bir toprak parçasının pasifize edilmesi, meşru vergi ve şiddet

uygulanması üzerinde tekel kurulması, ortak para kullanımının yasalar ve yasal

otoritelerin ortak bir setinin, belirli dil ve edebiyat standartları ve sabit ve sürekli

zaman-mekân sistemleri empoze etmesi, devletin oluşma sürecine içkindir. Devletin

sosyal bilimlerdeki kuramları, devletin iktidarının kaynağı, bu iktidarı kimin elde

tuttuğu ve bu iktidarın meşruluğu gibi soruların peşine düştüklerinde, devletin birlikli

bir bütün olduğunu varsayarlar. Demokratik, liberal, çoğulcu, elitist, Marksist,

feminist devlet kuramları bu soruları sorar, farklı cevaplar verirler. Devlet kuramları,

Batı Avrupa devletlerinin feodal ve monarşik yönetimden parlamenter demokrasiye

33
geçtiğine dair egemenlik problemini hatırda tutar. Egemenliğin kökleri ilahi iradede,

yasanın gücünde, yönetilenlerin rızasında vs. bulunur. Bir yanda, yönetenlerin

meşruluğu, otoritesi ve yasa yapma gücü, diğer yanda bu otoriteye nesne olan

yönetilenlerin rıza ve boyun eğişi incelenir. (Singer ve Weir: 2008: 49-71)

Foucault’nun sunduğu yönetimsellik serüveni ise, bu kavrayışlara kökten bir

sorgulama yöneltir. Devlet kuramından ziyade, Foucault, yönetimsel iktidarın

operasyonlarını, bu operasyonların işlemesini mümkün kılan teknik ve pratikleri ve

bunların içerdiği rasyonalite ve stratejileri analiz etmeyi önerir. Foucault’nun

anlattığı ve takip eden bölümlerde ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz hikâyede, tarih

içerisinde gelişerek sivil toplumun üzerinde tehditkâr bir organizma, ‘soğuk canavar’

benzetmesine layık görülen devletin böyle bir birliktelik ve işlevselliğe sahip

olmadığı gözler önüne serilir. A priori iktidar ve otorite bölüşümleri, merkezi

aktörler ve meşruluk yerine, yönetme işinin aktüalitede nasıl yapıldığının

incelenmesi üzerinden devletin nasıl yönetimselleştiği serimlenir. Bu perspektiften

bakıldığında, devlet ve toplum, siyaset ve ekonomi, özel ve kamusal alan arasındaki

ayrımlar, evrensel ve zorunlu sınırlar olarak işlev görmeyecek, yönetim

teknolojilerinin etkileri olarak değerlendirilecektir.

C. Biyo-siyasetin Genel Çerçevesi Olarak Liberalizm

Foucault, 1978-1979 Biyo-politiğin Doğuşu derslerine, 1977-1978 Güvenlik,

Toprak, Nüfus derslerinde söylediklerine devam etmek yönündeki eğilimlerini ilan

ederek başlar. Ne var ki, Foucault, biyo-siyaseti, liberalizmin doğuşu ile

bağlantılandırır ve liberal yönetim sanatını, ‘her bir ve tümün’ çıkarları ile uyumlu

34
olacak risk hesaplaması olarak tanımlar. (Senellart, 2007: 385) 1978-1979 Biyo-

politiğin Doğuşu derslerinin ikinci seminerinde, 1977-1978 Güvenlik, Toprak, Nüfus

derslerinin ilk üçünde, biyo-siyaset tartışmaları minvalinde ele alınan güvenlik

mekanizmaları incelemesi, 1978-1979 derslerine bakıldığında, liberal yönetim

sanatının güvenlik sorunsalını formüle etme biçiminin dışavurumları olarak yeniden

yerleştirilir.

Hatırlanacağı üzere, Foucault, biyo-siyasetten ilk defa, 1974 yılında Kliniğin

Doğuşu’nda, sosyal tıp bağlamında söz etmiş, biyo-siyasetin, insanların biyolojik

yönlerinin siyasal düzenlemesine karşılık geldiğini ima etmişti. Cinselliğin Tarihi

1.Cilt’in kapanış kısmında ise, cinsellik, insan bedeninin, disiplinci anatomo-siyaseti

ile nüfusun (tür bedenin) düzenlemeci biyo-siyasetinin kesişim noktası olarak

sunulduğunda, kavram daha net bir nitelik kazanmıştı. Disiplinci sosyal teknoloji,

insanlar çokluğunu, bireylere ayrıştırıp, bu bireylerin bedenlerini organize edip,

gözlemleyip, eğitip, bu bedenlerden yararlanırken; biyo-siyaset, insanlar çokluğunu

bir nüfus olarak bütünleştirip, bu nüfusu, belirli bir çevre içerisinde yer alan canlı bir

kaynak olarak düzenliyor ve işletiyordu. Bu çerçevede, Foucault’nun çalışmalarında,

biyo-siyaset nosyonu, sadece klasik hukuk ve egemenlik dispozitifinden değil, aynı

zamanda, gözetim ve disiplin dispozitifinden de farklılaşan bir toplumsal dispozitife

karşılık geliyordu. Foucault, bu yeni düzenlemeci dispozitif sayesinde, genel iktidar

ekonomisinde egemenin ölüm ve yaşamaya bırakma hakkından, yaşamı geliştirmenin

biyo-siyasal kapasitesine geçildiğini dile getirebiliyordu. Biyo-siyaset, bu bağlamda,

siyasal düzenin merkezine insan yaşamını yerleştiren yeni bir dizi siyasal teknikler

içermesinin yanında, bu tekniklerin, egemenlik, devlet, demokrasi, hukuk, ekonomi,

sivil toplum vs. gibi diğer siyasal nosyonlar ve kurumlar üzerindeki etkilerini

35
kapsıyordu. (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009:104) 18. yüzyılın ikinci yarısında,

biyo-siyaset, tam da bu minvalde, siyasal modernitenin eşiği olarak belirirken, nüfus

da kendi kaynak ve potansiyellerinin kullanımı ile refah üreten bir odak olarak

şekilleniyordu.

Foucault’nun 1978-1979 Biyo-politiğin Doğuşu başlıklı dersleri, başlığın ilk

bakışta çağrıştırdığı bu alışıldık imalar ile doğrudan ilişki kurmaz: Sosyal tıp,

cinsellik, ölüm hakkı versus yaşam üzerinde iktidar, 19.yüzyılın biyo-siyasal ırklar

savaşı ya da devlet ırkçılığı ve modernlik eşiği temaları ile cepheden tartışmaz.

Bunun sebebi, 1978-1979 Biyo-politiğin Doğuşu derslerinde mevzu bahis olan biyo-

siyaset nosyonunun, bir önceki kısımda incelediğimiz, 1977-1978 Güvenlik, Toprak,

Nüfus derslerinde Foucault’nun giriştiği kapsamlı yönetimsellik tarihinin içinden

geçip gelmesidir. Ancak, bu biyo-siyaset nosyonunun çağrışım alanlarının,

yönetimsellik tarihi içerisinden geçip gelirken ikame edildikleri, gözden çıkarıldıkları

anlamına gelmez. Bu imalar, yönetimsellik kavramsallaştırmasının içinde erir, ona

eklemlenir. (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009:105)

Bu eklemlenme, Foucault’nun 1978-1979 Biyo-politiğin Doğuşu derslerinin

ilkine düştüğü not dikkate alındığında belirginleşir: “ekonomi-politiğin belirişi ile,

yönetimsel pratiğe, sınırlayıcı prensibin tanıtılması ile, ...üzerinde siyasal

egemenliğin kullanıldığı hak öznesi, yönetimin işletmesi gereken bir nüfus olarak

belirir. Bu, biyo-siyasetin organizasyonel hattının başlangıç noktasıdır.” (Foucault,

2008: 48, dipnot 22) Foucault, bu başlangıç noktasının çok daha geniş bir şeyin, yeni

yönetimsel aklın sadece bir parçası olduğuna işaret ederek, derslerinin genel amacını,

liberalizmi, biyo-siyasetin genel çerçevesi olarak çalışmak olarak netleştirir.

(Foucault, 2008:49)

36
Bu bağlamda, liberalizm ve biyo-siyaset, Foucault’nun araştırmalarında eş

yapılara karşılık gelmemekle beraber, birbirlerinden tümüyle de ayrıştırılamazlar.

Liberalizm ve biyo-siyaset, 18. yüzyıl sonundan itibaren, liberalizm sorunsalı

tarafından ele geçirilen bir yönetim teknolojisi içerisinde yaşam ve nüfusa özgü

sorunsalların ortaya atılma biçiminin birbiri ile kısmen örtüşen döngüleri olarak

belirir. (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009:106) Başka türlü söylersek, Foucault, 1977-

1978 Güvenlik, Toprak, Nüfus dersleri çerçevesinde, ‘yönetimsel üçgen’ tasviri ve bu

üçgenin devamı olarak biyo-siyasal bir çerçeve geliştirir ve bu çerçevenin dış çeperi

olarak, 1978-1979 Biyo-politiğin Doğuşu başlıklı ders dizisinde, liberal yönetim

sanatını inceleme fırsatı edinir. (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009:105-106)

Foucault, ne var ki, 1978-1979 Biyo-politiğin Doğuşu derslerinin özetinde,

biyo-siyasete sadece bir giriş yapabildiğinden yakınır. “Bu yılın dersi, (biyo-siyasete)

bir giriş olması gereken şeye tümüyle odaklanmakla sonuçlandı” (Foucault, 2008:

317) ve dersler sırasında neredeyse özür dileyen bir ifadeyle, “inanın, her şeye

rağmen, gerçekten de biyo-siyaset hakkında konuşmayı amaçlıyordum ve sonra süreç

böyle gelişti, kendimi uzunca ve belki de fazlasıyla neo-liberalizm hakkında

konuşmuş buldum” (Foucault, 2008:185) diyen Foucault, pek çok yorumcunun, bu

derslerin biyo-siyaset yerine liberalizmin uzun tarihini serimlediğini vurgulamasına

sebep olur. (Kelly, 2009b: 46-49; Gane, 2008: 353-363; Sardinha, 2005: 89-99;

Jeanpierre, 2006: 87-111; Fassin, 2006: 35-48; Andrieu, 2004: 1-20)

Bu okumaya yönelik pek çok sebep olmakla birlikte, liberalizm ve neo-

liberalizm üzerine odaklandığı kabul edilen bu dersler, biyo-siyaset tartışmalarına bir

giriş olmaktan ziyade, liberal yönetimsellik çerçevesinde, biyo-siyasetin geniş bir

teşhiri olarak da değerlendirilebilir. (Gudmand-Høyer & Hjorth 2009:103) Burada

37
girişi yapıldığı ileri sürülen biyo-siyaset, 18.yüzyıldan itibaren, bir nüfusu oluşturan

canlı varlıklar dizisine özgü fenomenlere istinaden yönetimsel pratiğe yöneltilen

sorunsalları akılsallaştırma çabası olarak belirir. Bu özet, yaşamın bilindik

fenomenleri olan sağlık, ölüm, hijyen, doğum, ömür beklentisi ve bakımdan bahsetse

de, derslerin tümüne bakıldığında, biyo-siyasal fenomenler arasında rekabet, tehlike,

eğitim, aile hayatı, girişim, özgürlük, insan davranışı, yenilik, çıkarlar, sınırlılıklar

doğa, haklar, riskler, irade ve çalışmanın yer aldığı görülecektir. Bu çerçevede, 1978-

1979 Biyo-politiğin Doğuşu derslerindeki biyo-siyaset kavrayışını, biyo-siyasetin

önceki alanlarına – sosyal tıp, cinsellik ya da yaşam ölüm hakkı – istinaden

değerlendirmek yeterli olmaz. Bunun yerine, buradaki biyo-siyaset kavrayışı,

yönetimsellik tarihinin ve nüfus, ekonomi-politik ve güvenlik dispozitifleri üçgeninin

önemli bir faktörüne dönüştüğünü ve bu dönüşümün, Foucault’nun klasik ve daha

güncel liberalizm formlarının yönetim sanatları incelemesine kapı araladığını ileri

sürmek de mümkündür. (Gudmand-Høyer & Hjorth 2009:101)

Bu bağlamda, klasik liberalizmin biyo-siyaseti, modern ekonominin biyo-

siyasal doğası etrafında şekillenir. (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009:125) Ekonomi-

politikçilerin laisser-faire stratejisi sayesinde, bir yandan, toplumsal yararlılık,

piyasanın sunduğu hakikat çerçevesinde tespit edilip, nüfusun refahını arttıran

ekonomik gelişme süreçlerinin, bireyler ve kolektivitenin çıkarları arasındaki

etkileşim ile birleştirilmesi mümkün olurken, diğer yandan, yönetim, aktivitelerini

bireyler ve kolektivitenin çıkarları arasındaki birleşimi sağlamak üzere, kendisi için

hayati olan bir özgürlük elemanını işleterek sınırlandırmak durumunda kalır.

(Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009:126) Liberal yönetimselliğin, özgürlük ve güvenlik

arasında öngördüğü döngüsel ilişki çerçevesinde, nüfusun kendine özgü süreçlerinin

38
seyrini mümkün kılacak düzenlemenin yaratılması hedeflenir. Özgürlük elemanını

dikkate almayan yönetimin, sadece yanlış değil, aynı zamanda nüfusun kendi

düzenlemelerini dikkate almamış olmak dolayısıyla kötü de yönettiği düşünülmeye

başlanır.

Foucault, bu bağlamda, daha önce 18.yüzyıldaki özgürlük talebi ile ortaya

çıkan liberal siyasaların disiplinci gözetim geri planında kurulduğuna dair iddiasını

gözden geçirir. (Foucault, 2007: 48; Foucault, 1979: 221-224.) Yönetimselliğin biyo-

siyasal tarihinde, özgür davranışlar üzerinde eylemenin toplumsal teknolojisi,

güvenliği sunar. Özgürlük, güvenlik mekanizmalarının gelişiminin bağıntısı

içerisinde yerini alır. Foucault’nun burada keşfettiği özgürlüğün modern formudur.

Bu form, insanlar ve şeylerin hareket olasılığı, yer değişikliği ve dolaşım süreçlerini

gerektirir. Bu form, liberal yönetim sanatlarının, nüfusun eylemleri üzerinde

eyleyerek (conduct of conduct) ortaya çıkarmaya ve garanti altına almaya çalıştığı

özgürlüktür. (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009:108)

Foucault, liberal yönetim sanatının elemanlarını serilmemesinin ardından,

araştırmasının sorunsalını giderek yönetimsellik krizlerinin günümüz dünyasını

niteleyip nitelemediğine ve liberal yönetim sanatında ne gibi yenilenmelere yol

açtığına doğru yönlendirir. 1978-1979 Biyo-politiğin Doğuşu’nun dördüncü

dersinden itibaren, Foucault, liberalizmin radikal biçimde yenilenmesini öneren, her

ikisi de aşırı yönetmeye içkin gördükleri irrasyonalitenin eleştirisini sunan Alman

Ordo-liberalizmi ile Amerikan neo-liberalizminin doktrinlerine odaklanır.

Foucault’nun anlatısında, klasik liberalizmin doğallık argümanından

uzaklaşan Alman ve Amerikan neo-liberalizmlerinin yönetimselliği, nüfusun her bir

bireysel öznesinin ekonomik olarak girişimci kılınması etrafında şekillenir ancak her

39
biri bu girişimciliği farklı yönlere doğru çeker. Alman neo-liberalizmi, bu

girişimciliği “dikey bir hareket” içerisinde, devlet ve piyasa arasındaki ilişkileri

tersine çevirerek kurgular ki rekabetin içinde serpileceği koşullar mümkün olabilsin.

Ordo-liberaller, piyasanın fiyatlarının düzenlemesinin çok kırılgan olduğunu

öngörerek, piyasanın desteklenmesi ve yönetilmesi konusunda hemfikirdir.

Amerikan neo-liberalizmi ise, bireysel girişimciliği, “yatay bir hareket” içerisine

yerleştirir. Bunu, ekonomiyi, tüm toplumsal formlara genişleterek, ekonomik

olmayan tüm aktiviteleri rekabet araçlarına dönüştürerek yapar. Ekonominin sunduğu

analiz ve karar verme kriterlerinin pek çok alana genelleştirilebilir olduğudan son

derece emin görünürler. (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009:126)

D. Yönetimsellik: Tarihsel bir Tikellik ve Tikel bir Genellik

Foucault’nun, savaş modelini geride bırakarak yöneldiği yönetim modelini,

üç ilişki düzlemi ile ilgili gördüğünü ileri sürebiliriz: siyasal egemenliğin

kullanımına dair ilişkiler, toplumsal kurumlar ve topluluklar içerisindeki ilişkiler;

kendinin kendi ile ilişkileri. Bu çerçevede, Foucault için, yönetim ilk olarak,

‘insanların (her bir ve tümünün) davranışlarının uygun amaçlara yönlendirilmesi’

anlamında belirir. Ardından, polisin kameralist nosyonlarında ve merkantilizmde

dışavurulan ‘düzenleyici’ ve ‘hanehalkı’ yönetimlerinin, ekonomi, psikoloji, biyoloji,

demografi ve sosyal olarak belirli süreçlerle dönüştürüldüğü sürece devletin

yönetimselleşmesi sürecine göndermede bulunur. Daha sonra, devletin yönetiminin

azaltıldığı, tamamlandığı ya da yerinden edildiği süreç olan yönetimin

yönetimselleşmesi serüveni içerisinde işler. Bu sürecin 20. yüzyılın sonundan sonraki

40
versiyonu ise, ‘sosyal’in, yarı-market biçiminde, yeniden şekillendirilmesi olarak

karşımıza çıkar. (Gordon, 1991: 2-3)

Yönetimsellik nosyonunun bu tarihsel olarak spesifik anlamları yanında,

1978-1979 Biyo-Politiğin Doğuşu derslerinin burada kısaca özetlenen izlekleri

bağlamında genel bir anlam edindiği de görülür: farklı yönetim zihniyetleri

çerçevesinde, yönetmek üzerine nasıl düşündüğümüzle ilgili kılınır. 1978-1979 Biyo-

Politiğin Doğuşu derslerinden itibaren, yönetimsellik nosyonu, iktidar ilişkilerini ve

iktidarın operasyonları ile öznellikler arasındaki ilişkileri analiz etmeye hizmet

edecek olan analitik bir perspektife dönüşme potansiyelleri de taşıdığının ipuçlarını

verir. Artık, belirli bir iktidar rejiminin (polis devlet ya da liberal minumum yönetim)

kurucusu olan yönetimsel pratiklere karşılık gelmesi yanında, “yönetimsellik, ele

alınan analiz düzeyi her ne olursa olsun (ebeveyn-çocuk, birey-kamu düzeni, nüfus-

tıp, vs.) mikro-iktidarlara içkin rasyonalite olarak (da) belirir: Tikel bir genellik

olarak yönetimsellik.” (Senellart, 2007: 389) Yönetimsellik nosyonu, tarihsel olarak

spesifik bir iktidar formu olmaktan, kendisi bir genellik düzeyi olmaya doğru yol

alır. (Foucault, 2005e: 252)

Foucault’nun, yönetimselliğin edindiği bu genel anlam zemininde,

araştırmalarının odak yüzeyini, zamanla, yönetimin, siyasal iktidar

uygulamalarındaki rasyonelleştirilme biçimlerinden, diğerlerinin yönetimi ile

kendinin yönetimi arasındaki ilişkilere ve ardından kendinin kendi ile ilişkilerine

kaydırdığı görülür. İktidarın stratejik alanı, kişilerin kendileri ile ilişkilerini de

kapsayacak biçimde genel bir anlamla ele alınmaya başlar. (Kelly, 2009a: 63)

“1970’lerin başından itibaren kullanılan ‘savaş’ söylemi ile ipleri koparan yönetim

41
kavramı, 1980’lerin başından itibaren daha fazla dile getirilen, iktidar analitiğinden

kendilik etiğine doğru yönelişin ilk dönüşümünü işaretler.” (Senellart, 2007: 370.)

Yönetimsellik nosyonunun genel anlamı doğrultusunda, Foucault, 1980’den

itibaren, kendilik teknolojilerinin (bireylerin kendi bedenleri, ruhları, düşünceleri ve

davranışları üzerinde kendilerini dönüştürmek üzere uyguladıkları operasyonların

araçları) de incelenmesi gerektiğini daha sık dile getirir. (Foucault ve Sennett,

1982:10) Foucault’nun, 1979-1980 Dirilerin Yönetimi derslerinde, yönetimi, bu

bağlamda, insanların ya da grupların davranışlarını yönlendirmek üzere, bu

davranışlar üzerinde eylemek (conduite de conduite; conduct of conduct) olarak

tanımladığı görülür. Bu tanımlamaya göre, yönetmek “çocukların ya da vicdanların,

bir evin, bir devletin ya da insanın kendisinin yönetimi” olarak belirginleştirilir.

(Foucault, 2001:119) Foucault, 1979-1980 Dirilerin Yönetimi derslerinde, erken

dönem Hristiyanlığına doğru yola çıkar: Pastoral iktidar ile hakikat pratikleri

arasındaki ilişkileri incelemeye koyulur. (Foucault, 2005a) Gordon’a göre, Foucault,

tam da bu noktada, siyasetin tarihi ile etiğin tarihi arasındaki bağıntıyı gündeme

taşımaya girişmektedir. (Foucault, 2005ı; Gordon, 1991: 6; Gordon, 1996: 266)

42
İKİNCİ BÖLÜM

DEVLETİN YÖNETİMSELLEŞMESİ

Devletin kendisinin bir soykütüğünü yapmayı ya da devletin


tarihini ortaya koymayı amaçlamıyorum. Bunun yerine yapmak
istediğim, 16.yüzyıl sonu 17.yüzyıl başında devlet sorunsalının
içerisinde belirdiği düşünsel prizmanın dış hatlarını serimlemek.
(Foucault, 2007: 276)

Foucault, “Avrupa kıtasının Batı yakasında, antik çağın son dönemlerinde

ortaya çıkan toplumlar”ın modern devlet olarak adlandırdıkları birimler içinde

birleştirdikleri iki oyun (iktidar teknikleri diyagramı) - site-yurttaş oyunu ve çoban-

sürü oyunu - sayesinde ‘şeytani’ olduklarını ileri sürer. (Foucault, 2005f: 31, 41)

Site-yurttaş oyununa göre, yurttaş olarak değerlendirilen birey, diğer yurttaşlarla

eşitlik temelinde kurulmuş bulunan siyasal bir cemaatin yasal ve siyasal yapısı

içerisinde özgürlük ve haklarını kullanır. Çoban-sürü oyununa göre ise, yaşayan bir

varlık olması temelinde refahı, hem bir birey hem de nüfusun bir parçası olması

dolayısıyla gözetilen bireyin karmaşık toplumsal dayanışma formları ile

bütünleşmesi hedeflenir. (Dean, 1999: 84)

Foucault’ya göre, bu iki oyunun kesiştiği zeminde, bireysel yaşam

kaygılarının devlet için bir görev haline gelmesi ile kolektif katliamların eşzamanlı

olarak belirmesi; benzer biçimde, İkinci Dünya Savaşı’nın kıyımı ile toplumsal refah,

43
kamu sağlığı ve tıbbi yardım programlarının aynı evrenin ürünleri olması, Batı

Avrupa devletlerinin ‘şeytani’ niteliğini gözler önüne serer. Foucault’ya göre,

bireyselleştirme ve bütünleştirme tekniklerini birleştiren seküler bir siyasal

pastoralliğin keşfinin imlediği, Kıta Avrupa’sının modernlik eşiğinde, şu slogan

çınlar: “Siz kendinizi katlettirin, biz size uzun ve hoş bir yaşam vaat ediyoruz. Hayat

sigortası, ölüm emriyle at başı gitmektedir.” (Foucault, 2005g: 108)

Foucault’ya göre, bu ikili ölüm ve yaşam oyununu mümkün kılan, devleti

donatan yönetim sanatı ve modern siyasal rasyonalitenin bireysel ve kolektif varlık

formlarının kurulma biçimleri ile ilgilidir. Modern siyasal rasyonalite, yönetenlerin

çıkarları ya da rasyonel seçimleri yerine, tarihsel olarak geliştirilmiş ve

dönüştürülmüş rasyonalite formları ile şekillenir. Başka türlü söylersek, modern

siyasal rasyonalite, insanların hem kendilerini yöneten vatandaşlar, hem de

yönetilenler sürüsünün üyeleri olarak değerlendirildiği, siyasal bireyselleştirme ve

siyasal bütünleştirmenin iki zıt formu arasındaki korelasyon olarak belirir; karşılıklı

olarak birbirlerini kuran ancak bir o kadar da uyumsuz olan durumları - hukuk,

haklar ve ödevler, katılım, vatandaş ve özgürlük ile güvenlik, refah, nüfus - devlet

pratikleri içerisinde düzenleme sorunsalı ile ilgilidir.

Bu bağlamda, modern devlet, Foucault’ya göre, ne Hobbes’un öncüsü olduğu

sözleşme ya da rızaya bağlı bir iktidar pratiği, ne Hegel’in iddia ettiği gibi aşkın bir

yapı, ne Ortodoks Marksistlerin öngördüğü gibi ekonomik sömürünün üstyapısal

yansıması, ne de Weber’in tanımıyla şiddet tekelini elinde bulunduran meşru

tahakküm aracıdır. Foucault, devletin doğası, yapısı ve işlevlerinden başlamak,

devleti bir tümel olarak kabul ederek, pratikleri bu tümelden türetmek yerine,

metodolojik yönelimleri kılavuzluğunda, tam da bundan kaçınır. Daha önceki

44
serüvenlerinde, mikro-iktidar analizlerinde kullandığı yaklaşımı yeni bir alana,

modern devletin yönetimselleşme serüvenine genişleterek, hukuksal özneler üzerinde

kullanılan siyasi iktidar ile herkesin yaşamını güvence altına almak, yaşamın

devamlılığını ve düzeyinin yükseltilmesini sağlamak olan pastoral iktidar arasındaki

yapay uyumun görünümlerini inceler. (Foucault, 2005f: 37) Devlet pratiklerinde

gözlemlenen düzenleme sorunsalını kuran siyasal rasyonalite ve teknolojileri

kavramak üzere, bütünleyici site-yurttaş oyunu ile pastoral iktidar adını verdiği,

bireyselleştirici çoban-sürü oyununun erken modern dönemden itibaren Batı Avrupa

toplumlarında nasıl olup da birleşebildiğinin tarihsel analizini serimlemeye girişir.

Foucault’nun anlatısının orijinalliğini tesis eden bir husus, siyasal analizde,

‘kralın başını kesmek’ yönündeki ısrarı doğrultusunda, Batı Avrupa toplumlarında

gelişen siyasal iktidarın belirişine ilişkin süreci, egemenlik odaklı analizlerin peşine

düştüğü, ‘siyasal iktidarının kaynakları, içeriği nedir’ sorusunun ontolojik boyutları

ve meşruluk sorunsalı zemininde beliren imaları üzerinden takip etmek yerine;

‘insanların içkin yönetiminin nesneleri, araçları nelerdir ve bu yönetme işi

aktüalitede nasıl gerçekleşir’ soruları çerçevesinde incelemesidir. Foucault, bir

‘egemenlik çağı’ yerine bir ‘yönetim çağı’na girdiğimizi, bu zemin kaydırma işlemi

sayesinde ileri sürer.

Bu çerçevede, devlet, Foucault’ya göre, 17. ve 18. yüzyıllardan beri siyaset

pratiğinin temelini oluşturan ‘yönetimselliğin’ bir taktiği, toplumsal iktidar

ilişkilerinin dinamik bir biçimi ve tarihsel olarak istikrar kazanması süreci olarak

belirir; “çoklu yönetimsellik rejimlerinin hareketli etkilerinden başkaca bir şey

değildir.” (Foucault, 2008: 77) Kendi sözleriyle özetlendiğinde, “devletten kendinde

45
bir şey, kendine dayanarak gelişen bir şey olarak bahsedemeyiz. Devlet bir pratiktir.”

(Foucault, 2007: 276)

Foucault’nun bu kavrayışı ile, Kant’tan bu yana siyasal tiyatroda oynanan,

devletin toplumsal bedenden ayrı bir aygıt, toplumsal bünye üzerinde bir yük olarak

görüldüğü oyundan farklı bir düşünme fırsatı sunduğu açıktır. (Pasquino, 1991: 116;

Donzelot, 2008) Tarihsel Materyalizmin İskoçya’da doğuşunun ardından, siyasal

tiyatro’da toplum ile devlet arasındaki tartışmayı konu alan bu oyuna göre, devlet,

özsel olarak erdemli bir varoluşa sahip olduğu kabul edilen toplumsal bünye üzerinde

baskıcı ve negatif bir iktidar uygulayan, bireylerin özgürlüğünü kısıtlayan ve

toplumsal güçlerin gelişimini tehdit eden bir aygıt olarak değerlendirilir. (Pasquino,

1991: 108) Modern siyaset biliminin temel tartışma zemini, bu bağlamda, devlet ile

toplum arasında iktidarın nasıl bölüşülebileceği meselesinde düğümlenir. Foucault

ise, “devletin alanına giren ve girmeyen şeyleri, neyin kamusal neyin özel alana ait

olduğunu, neyin devletin yetkisinde olduğunu sürekli bir biçimde tanımlayan

yönetim taktikleri” tarihi üzerinden, devletin birlikli tek bir aktör olduğuna dair

kanıyı yerle bir eder. (Foucault, 2007: 109) Foucault’nun anlatısı, bu yanıyla, devlet

kuramlarının odaklandığı toplumun devletleşmesi üzerine değil, devletin

yönetimselleşmesi süreci üzerinedir.

Foucault’nun bu zeminde şekillendirdiği analizinde, modern siyasal

rasyonalitenin soykütüğünü biçimlendiren elemanlar, vatandaşlık, pastoral iktidar,

devlet aklı ve polis olarak karşımıza çıkar. (Foucault, 2005f: 56) Devletin

yönetimselleşme serüveni, bize, devlet aklının, Hristiyan pastoralliğinden

doğduğunu; Avrupa Dengesi’nin diplomatik-askeri modelinden destek aldığını ve

polis üzerinden işlediğini gösterir. Foucault’nun askeri-diplomatik aygıt ile polis

46
teknolojilerine dayanan bir yönetme sanatı olarak değerlendirdiği devlet aklı,

devletin gücüne uygun olarak yönetmek olarak değerlendirildiğinde, hem pastoral

iktidar, hem de biyo-iktidar, bu gücü çoklaştırmaya hizmet edecek olan bütün araçlar

ve teçhizatlar toplamı; yönetme sanatının mekanizmaları olarak karşımıza çıkar.

Polis, devlet aklı, pastoral iktidar, yönetim sanatının egemenlik ve aile arasında

salındığı dar alanın hem kurucuları, müsebbipleri, hem de toparlayıcıları olarak

belirginleşir.

Foucault, ne var ki, devlet aklının, siyaset ve teolojiden koptuğu yerde

kendine özgü mekanizmaları nasıl edindiği ve bunu egemenlikten nasıl koparak

başardığını; egemenliğin dar çerçevesinden sıyrılırken pastoral iktidarın daha seküler

biçimleri ile nasıl ilişkiler kurduğunu; pastoralliğin seküler biçimlerinin nerelerde, ne

zaman yeşerdiğini ve son olarak, devlet aklı, pastorallik ve bunun polisle beraber ne

tür bir yönetim zihniyetine doğru götürdüğünü tarihselleştirmediğinden, bir sonraki

bölümde ele alınacak olan liberal yönetim sanatını, tarihselleştirmeden bıraktığı

süreçler toplamının mirasçısı olarak mı, yoksa bu tarihsel evrimi dönüştüren bir şey

olarak mı tahayül etmemiz gerektiği konusunda açıkta bırakacaktır. (Bu muğlaklığın

ipuçlarını, Foucault’nun önce Machiavelli, ardında da Hobbes değerlendirmelerinin

sahip olduğu çeşitli boşluklar ele verir.)

47
I. YÖNETİM ÇAĞINA GİRİŞ

A. Pastoral İktidar ve Krizi

Sosyal ve siyasal bilimlerde, ‘yönetim’ nosyonu hakkında belirli biçimlerde

düşünmeye alışkınız. Bu düşünme biçimleri, çoğu zaman, devlet aygıtları ve siyasal

otorite etrafında şekillenir: Devletin sahip olduğu iktidarın kaynaklarına, bu iktidarı

kullanan öznelere ve iktidar kullanımının meşru olup olmadığına odaklanılır.

Foucault ise, bu tablonun bahsi geçen odaklarından - meşruluk, ideoloji, iktidarın

kaynağı ve kimin bu iktidara sahip olduğu vs.- farklı odaklara sahiptir. Foucault’nun

farklı odakları, onun ‘yönetim’ nosyonunun çok çeşitli anlam ve imalarını dikkate

almasından kaynaklanır.

Foucault, Frédéric Godefroy’un, 1885 tarihli Dictionnaire de l’ancienne

langue française et de tous ses dialectes du IX au XV başlıklı sözlüğüne referansla

‘yönetmek’ (gouverner, to govern) sözcüğünün, 16.yüzyılda siyasal anlamını

kazanana dek, 13, 14 ve 15.yüzyıllarda çok çeşitli anlamlarda kullanıldığına dikkat

çeker. (Foucault, 2007:132, dipnot 11) Yönetmek sözcüğünün, bu yüzyıllarda, ilk

olarak, maddi, fiziksel ve mekânsal anlamları üzerinde durur. Buna göre, yönetmek,

yönlendirmek (de diriger, to direct), ileriye doğru atılmak (de faire avancer, to move

forward), ve bir yolda öne doğru ilerlemek (d’avancer soi-même sur un chemin, to

move forward neself on a road) olarak tanımlanır. Foucault, bu anlamları, bir yolu

takip etmek (faire suivre une route, to follow a path) olarak özetler ancak bu yolun

iki kişinin yürümesini mümkün kılamayacak denli dar olduğunu da ekler. Ardından,

yönetmek yükleminin daha geniş bir maddi anlamına işaret eder. Buna göre,

48
yönetmek, desteklemek (d’entretenir, to support), doyurmak (de nourrir, to provide

for means of subsistence) anlamlarında kullanılır. Bu anlama yakın bir diğer anlamı

ise, kişinin kendisini belirli bir aktiviteye dayanarak geçindirmesidir (de tirer sa

subsistance de quelque chose, to get means of subsistence from an activity.)

(Foucault, 2007:121)

Foucault, yönetmek sözcüğünün 13-14-15.yüzyıllarda, maddi anlamları

yanında, ahlaki anlamları da olduğuna işaret eder. Buna göre, yönetmek, hem ilahi

düzlemde, hem de bir hastaya belirli bir rejim uygulamasını öneren bir doktorun

örneğinde olduğu gibi, birine rehberlik etmek (conduire quelqu’un, to conduct

someone) anlamında kullanılır. Rehberlik edilen kişinin, rejimi uygulaması, uygun

davranması (conduire, to conduct oneself) anlamlarına da gelir. Bunların yanında,

yönetmek, insanlar arasında pek çok biçim alabilen ilişkilere de karşılık gelir.

Foucault, örneğin, birisini yönlendirmek (diriger quelqu’un, to direct someone) birisi

ile baş etmek (traiter quelqu’un, to deal with someone) birisi ile konuşmak (parler

avec quelqu’un, to speak with someone) birisi ile cinsel ilişkiye girmek (un

commerce sexuel, a sexual relatinship) anlamlarında kullanıldığına rastlandığına

dikket çeker. (Foucault, 2007:121-122)

Sözlüklerden ve bahsi geçen yüzyıllara ait diğer referans metinlerinden yola

çıkmanın hem fazlasıyla empirik hem de bilimsel olmayan bir yol olduğunu kabul

eden Foucault, ne var ki bu yaklaşımın yönetmek sorunsalını yerli yerine

yerleştirmesini mümkün kıldığını belirtir. Foucault’nun bu geniş semantik alanda can

alıcı gördüğü nokta, bu tanımların hiç birinde, devletin bir toprak parçasının ya da

siyasal bir yapının yönetiminden bahsedilmemesidir. Burada yönetmenin nesneleri,

insanlar, bireyler ya da gruplar ve onların davranışlarıdır. Foucault için, bu çeşitli

49
tanımların ortak paydasını, yönetmenin devlet, toprak ya da siyasal bir yapı ile ilgili

olmaması, esas vurgunun ‘insanlar, bireyler ya da gruplar’ın yönetimi üzerine

düşmesi oluşturur. (Foucault, 2007:121)

Foucault, ‘insanların yönetimi fikri’ne, bir kaç istisna dışında, Antik Yunan

ve Roma siyasi literatüründe rastlamadığımıza dikkat çeker. Antik Yunan siyaseti,

“site-yurttaş” oyununu tercih eder. Antik Yunan’da kral, şehrin insanlarını değil,

siteyi yönetmektedir. Burada, insanlar, dolaylı olarak yönetilmekte; doğrudan

yönetimin nesnesi olarak karşımıza çıkmamaktadır. (Foucault, 2007:123) Platon,

Devlet Adamı’nda, yönetim sanatının doğasına ilişkin diyaloğunda, sürüsündeki her

bir bireyi düşünen bir çobanın yönetim sanatının olasılığını tartışır. Bu fikri pratik

bulmaz çünkü ona göre, yöneticinin bilgisi ve ilgisi asla her bir bireye dek uzanamaz.

Ancak bir tanrı böyle bir kapsama sahip olabilir. (Foucault, 2005f: 32-36; Gordon,

1991: 8)

Foucault’ya göre, Antik Yunan ve Roma düşüncesine yabancı olan

‘insanların yönetimi fikri’ kaynağını, Hristiyanlık öncesi doğuda bulur. Bir çoban

olarak görülen kral, tanrı ya da şef nosyonuna - Mısır, Asur, Mezopotamya’da ve

özellikle de İbranilerde rastladığımıza işaret eder. Pastoral iktidar 1 olarak

adlandırdığı bu çoban-sürü oyununun, İbranilerdeki uygulanışında göze çarpan

1
Foucault, pastoral iktidara, Anormaller başlıklı 1974-1975 derslerinde de değinir. Burada, Foucault
yönetimden anlaşılması gereken üç noktanın altını çizer: ilk olarak bireysel iradelerin transferi,
yabancılaştırılması ya da temsilî üzerine kurulan yeni bir iktidar fikri; ikinci olarak, 18.yüzyılda
kurulan devlet aygıtları ve son olarak, diğer tarafında yasal ve siyasal temsil yapıları ve bu aygıtların
verimlilik ve işlevselliği bulunan genel bir insanların yönetimi tekniği. Foucault, altını çizdiği bu üç
noktanın kesişiminde beliren normalleştirme sürecinin iki yüzünü, bedenlerin disiplini ve ruhların
yönetimi olarak tanımlar.( Senellart, 2007: 380) Ancak, Senelart’ın dikkat çektiği üzere, 1975 dersleri
ile 1977-1978 dersleri arasında önemli farklar vardır. Bu farklardan ilki, Foucault’nun 1975
derslerinde, Reforma bir tepki olarak 16.yüzyıla yerleştirdiği pastoralin, 1978 derslerinde
Hristiyanlığın ilk yüzyıllarından itibaren belirdiğine işaret etmesidir. İkinci fark, Foucault’nun
yönetim sanatlarına siyasal anlamları ile devletin işleyişi çerçevesinde yeniden odaklanmasıdır.
Üçüncü olarak, Foucault, 1975 derslerinde iktidarın efektif mekanizmalarının analizine odaklanırken,
1978 derslerinde, yönetimin kendisi üzerine düşünümüne zemin kaydırmasıdır.

50
özellikleri sıralamaya girişir.

Bu özelliklerin başında, çobanın iktidarının bir toprak parçası yerine, hareket

halindeki bir sürü, çokluk üzerinde uygulanıyor olması yer alır. (Foucault, 2007:125-

126) “Yunanlıların Tanrıları, toprağın da sahibiydi ve insanlar ile Tanrılar arasındaki

ilişkiyi esasen bu temel mülkiyet belirliyordu. Oysa burada esas ve temel özellik,

çoban-tanrı’nın kendi sürüsüyle kurduğu ilişkidir.” (Foucault, 2005f: 29)

İbraniler’deki pastoral iktidar uygulamasının dikkat çeken ikinci özelliği olarak,

Foucault, çobanın, sürüsünü bir araya topladığına, onlara yol gösterip, önderlik

ettiğinin altını çizer. İbranilerde, çoban dağınık haldeki bireyleri bir arada tutan

tutkaldır. Çobanın ortadan kaybolması, sürünün de dağılması demektir. Kuşkusuz,

Antik Yunan düşüncesinde de rastlanılan bu kılavuzluk teması, ne var ki,

İbranilerdekinden oldukça farklıdır. “Solon gibi iyi bir Yunanlı yasa yapıcı, bütün

çatışmaları çözünce geride bıraktığı kendisi olmadığı zaman da ayakta kalmasını

sağlayacak yasaları olan kuvvetli bir sitedir.” (Foucault, 2005f: 30) Foucault, üçüncü

olarak, İbranilerde çobanın rolünün, sürüsünün selametini sağlamak olduğunu

vurgular. Buradaki selamet, Antik Yunan’daki gibi sadece bir tehlikenin eşiğine

gelindiğinde sürünün hepsini kurtarmak değil, sürekli, bireyselleştirilmiş ve erekli bir

şefkat ile sürünün tümünü ve her bir üyesini eşanlı olarak gözetmeyi gerektiren

sürekli bir kurtuluş temasıdır. (Dean, 1999: 77) Foucault, son olarak, İbranilerdeki

pastoral iktidar uygulamasında, çobanın kendisini sürüsünün tümüne ve her bir

üyesine adamasını gerektiren, gözeten bir iktidara vurgu yapar. “Sadece iyi otlakların

nerede bulunduğunu, mevsimlerin yasalarını ve şeylerin düzenini bilmesi yetmez;

bunun yanında, hepsinin özel ihtiyaçlarını da bilmesi gerekir.” (Foucault, 2005f:31)

“Herkes uyuduğu zaman çoban onların başında bekler.” (Foucault, 2005f: 31) Her bir

51
koyun ve tüm sürüyü eş zamanlı olarak gözetir. Çobanın gözü, her an her üyenin ve

tüm topluluğun üzerindedir. (Foucault, 2007:128)

İbranilerde bu biçimde deneyimlenen pastoral iktidar, Foucault’ya göre,

Avrupa’ya Hristiyanlık ve kilise tarafından dönüştürülerek girer. Çoban-sürü oyunu,

Chrysostom, Cyprian, Ambrose, Jerome, Cassien ve Benedict tarafından kuramsal

olarak geliştirilir. (Foucault, 2005f: 37) İlk olarak, İbranilerde, çoban bütün sürünün

ve tek tek her koyunun kaderinin sorumluluğunu üstlenirken, Hristiyan pastoralliğine

göre, çobanın bütün sürünün ve tek tek her koyunun attığı iyi ve kötü adımlar adına

hesap vermek zorunda olduğuna dikkat çeker. Çoban ile sürü arasındaki bağ,

yalnızca bireylerin yaşamlarıyla değil, aynı zamanda bireylerin eylemlerinin

ayrıntıları ile de ilgili hale gelir. (Foucault, 2005f: 37-38) İkinci olarak, İbranilerde,

çoban-sürü oyunu, tanrı ve insanlar arasındaki ilişkilerin sadece bir boyutunu

oluştururken, Hristiyanlıkta, çoban-sürü oyununun, tanrı ve insanlar arasındaki

ilişkilerin esas ve zaruri boyutunu oluşturup, diğer tüm boyutları tek bir potada

erittiğine işaret eder. “(Çobanın) Musa’nın fedakârlığı, İsa’nın kendisini tüm insanlık

için feda edişinde merkezileştirilir.” (Foucault, 2007: 152) Üçüncü olarak,

İbranilerde, çoban tanrı olduğundan onun peşinden giden sürü de, Tanrı’nın

iradesine, yasasına uymuş kabul edilirken, Hristiyanlıkta, çoban ve sürünün üyeleri

arasındaki ilişkinin tam bir bağımlılık, itaat ilişkisi olarak düşünüldüğünü vurgular.

Foucault, burada, Hristiyan pastoralliği ile Antik Yunan’daki site-yurttaş oyununu

kıyaslar. Buna göre, “...itaat etmek, Yunanlılarda olduğu gibi bir amaca ulaşmak için

başvurulan bir aracı değil, tersine, başlı başına bir amacı gösterir.” (Foucault, 2005f:

38) Hristiyan pastoralliğinde, çobanın iradesine, yasayla tutarlılık gösterdiği için

değil, bizzat çobanın iradesi olduğu için uyum sağlanır, itaat etmek temel erdem

52
kabul edilir. Foucault, dördüncü olarak, Hristiyan pastoralliğinin, papaz ile sürünün

üyeleri arasında özel bir bilgiye ihtiyaç duyduğunun altını çizer. Helenistik dünyada

da etkili olan vicdan muhasebesi ve vicdan yönlendirmesi araçları kilise tarafından

da sahiplenilir. (Foucault, 2005f: 39) Tam itaat, kendine dair bilgi ve başka birine

itiraf arasında yeni bir bağ düzenlenir. Bu iktidar biçimi, insanların ruhlarına nüfuz

etmeden, onların derin sırlarını öğrenmeden uygulanamaz. (Dean, 1999: 77) Beşinci

olarak, Hristiyan pastoralliğinin geliştirdiği ruhlar ekonomisinin amacının, sürünün

üyelerinin bu dünyada “kendi nefislerini köreltmeleri” için çalışmalarını sağlamak

olduğuna işaret eder. (Foucault, 2005f: 40) Buradaki pastoral iktidarın sonul amacı,

bireyin öte dünyadaki selametini garanti altına almaktır. Son olarak, İbranilerde,

pastoral bir kurum mevcut değilken, Hristiyan pastoralliği, yasaları, kuralları, teknik

ve prosedürleri ile birlikte kilise kurumunca şekillendirilir. Kilise, bir grup, bir şehir

ya da bir devlet ölçeğinde değil, tüm insanlığı diğer dünyadaki sonsuz hayata taşımak

zemininde, insanların bu dünyadaki günlük hayatını yönetme iddiasında bir kurum

olarak belirir. (Foucault, 2007:148) Kilise, pastoral iktidarın temalarını, titiz

mekanizmalar ve belirli kurumlar içerisinde dönüştürerek bir araya toplar. Bu

çerçevede, Hristiyan pastoralliği, kendisine özgü çeşitli teknik ve prosedürlerden

faydalanarak, bir ruhlar ekonomisi oluşturur. Buradaki ekonomi, Aristoteles’te

gördüğümüz, ailenin, mülk ve zenginliğinin, eşin ve çocukların yönetiminden farklı

olarak tüm Hristiyanları ve her bir Hristiyanı kucaklar. (Foucault, 2007: 192)

(Foucault, ekonominin 17.yüzyılda ikinci kere dönüştüğüne tanık olacağımızı da

ekler.)

Bu değişikler üzerinden Hristiyan pastoralliği, unsurları yaşam, ölüm,

hakikat, itaat olan papaz-sürü oyununu icat etmiş olur. Bu oyun, yurttaşlarının

53
canlarını feda etmeleri sayesinde ayakta kalan site-yurttaş oyunuyla hiç ilgisi

olmayan bir oyundur. “Bu iktidar biçimi (siyasi iktidara zıt olarak) selamete

yöneliktir. Kendini adayıcıdır (egemenlik ilkesine zıt olarak); bireyselleştiricidir

(hukuksal iktidara zıt olarak), yaşamla eş kapsamlıdır ve yaşamla süreklilik taşır; bir

hakikat – bireyin kendisi hakkındaki hakikat – üretimiyle bağlantılıdır.” (Foucault,

2005h: 66)

Foucault, Hristiyan pastoralliğinin İbranilerdeki uygulamayı dönüştürerek

oluşturduğu ruhlar ekonomisinin unsurlarını bu biçimde serimlemesinin ardından,

Hristiyan pastoralliğinin nasıl krize girip yönetimsellik boyutu edindiği üzerinde

durur. Foucault, unsurları yaşam, ölüm, hakikat, itaat olan papaz-sürü oyununa dışsal

ve içsel karşı-davranışların mevcut olduğunu belirtir. Dışsal engeller arasında,

Hristiyanlığa devşirilen insanların kendilerine dayatılan çeşitli pratiklere (itiraf gibi)

direnişi, cadılık müessesesi, pastoralliğin siyasal iktidar ile ilişkileri ve Ortaçağ’ın

son dönemlerinde gelişen ekonomik yapıları sayar. (Foucault, 2007:194) İnsanların

davranışlarının yönetilmesine, başka türlü bir yönetim adına karşı çıkan, farklı bir

biçimde, farklı liderlerce, farklı hedeflerle, farklı prosedür ve yöntemlerle kurtuluşa

doğru yönlendirilmeyi öneren karşı-davranışlar topluluğu olarak değerlendirdiği,

Hristiyan pastoralliğinin sınırında duran içsel engeller arasında ise, çilecilik,

cemaatler, mistisizm, kutsal kitabın sözüne dönüş ve soncul inanışları (İsa’nın geri

döneceği inanışı) inceler. (Foucault, 2007:195-215)

Foucault, bu ihtilafları, pastoral iktidarın yeniden düzenlenmesinin etkileri

olarak değerlendirir. Foucault’nun bakış açısından, Hristiyanlığı yüzyıllarca bölen ve

ruhani bilgi etrafında dönen tartışmalar, pastoral iktidarı uygulama modeli etrafında

oluşan bir anlaşmazlığın ürünü; din savaşları ise, kimin insanları gündelik

54
yaşamlarının en ufak ayrıntısına dek yönetme hakkına sahip olacağına dair

mücadelelerin sonucudur. Kim papaz olacak? Hangi biçimde, hangi hakla, ne

yapmak üzere nasıl yönetecek? soruları bu tartışmanın merkezi sorularını oluşturur.

(Foucault, 2007:149) Reform ve ardından Karşı-Reform ile, insanların selamete

kavuşmak üzere dünyada manevi olarak idare edilme biçimini sorgulayan bir hareket

giderek belirginleşir.

Reform, pastoral iktidarın uygulanma biçiminin ne olacağına dair bir


oluşum idiyse, bu durumda reformdan doğan iki dünya, Protestan dünyası ve
karşı-reform pastoral iktidardan yoksun dünyalar değildi. Protestanlıkta,
papazlık, daha titiz ancak hiyerarşik olarak daha esnek formüle edilirken;
Katoliklikte, papazlık tümüyle kontrol altına alınmış, piramit hiyerarşisine
tabi tutulmuştu.(Foucault, 2007:149-150)

Foucault için buradaki temel mesele, bahsi geçen karşı-davranışların ve takip

eden ayrımın, 16.yüzyılda belirecek olan yönetimselliğin içsel derinliğini ve geri

planını oluşturmasıdır. Foucault, Ortaçağ’da beliren siyasal ve ekonomik sorunların

(şehir isyanları ve köylü isyanları), feodalizm ile burjuvazi arasındaki çatışmaların,

nasıl ve neden çeşitli dini tema, biçim ve kaygılara çevrildiğini ve sonuçta Reforma

yol açtığı ile ilgilenir. Foucault, ruhların pastoralliğinden, insanların siyasal

yönetimine geçişin, direnişler, isyanlar ve karşı davranışlar bağlamına yerleştirilmesi

gerektiğinin bu çerçevede altını çizer. (Foucault, 2007: 228) Pastoral iktidarı dikkate

alarak, bütün bu olup biteni, düşünümlerin sonuçları olarak görmek yerine, strateji ve

taktiklerin oyunu olarak değerlendirmesi mümkün hale gelir. (Foucault, 2007: 216)

Foucault’nun anlatısında, pastoral iktidar, 15. ve 16.yüzyıllarda, dini

ihtilaflarla yenilenirken, kalıtsal bir statü ve buna bağlı sadakat ve bağlılık ağlarına

55
yaslanan bireysel kimlikler üretebilen feodal düzenin erozyonu, bireylerin dinî

sorunsallaştırılışı ve pastoral kılavuzluğun tazelenmesi taleplerini kışkırtan Reformun

etkisi ve din savaşlarının özel ve kamusal yaşamı yaygın bir biçimde yerinden etmesi

ile, kendinin (Stoacılığın yeniden canlanışı) 2 , ruhların (Katolik ve Protestan

pastoralin sorunu) çocukların (pedagojinin 16.yüzyıldaki belirişi), nasıl, kim

tarafından, hangi biçimde, hangi hakla, hangi yöntemlerle ve hangi amaçlarla

yönetilmesi gerektiği konusunda pek çok sorunsal, çok çeşitli biçimler alarak serpilir.

(Foucault, 2007: 149) Kişisel ahlak üzerinde seküler bir biçimde düşünmenin

gelişmesi, bahsettiğimiz bu yoğun dönüşümlerin sonuçlarından biri olarak karşımıza

çıkar. Bu çerçevede, Foucault’ya göre, “16.yüzyıl ile birlikte davranışlar, kılavuzluk

ve yönetimin çağına gireriz.” (Foucault, 2007: 231)

Davranışların yönetimine dair seküler bir biçimde düşünülmeye başlanması,

ne var ki, Foucault’ya göre, insanların her bir ve tümünün yönetimine odaklanan

2
Felsefenin Helenistik dönemdeki işlevinin, yani kişinin kendisini nasıl yönetmesi gerektiğine dair
sorulara cevap aramak yönünde bir çabanın yeniden canlanışı ile karşılaşırız. (Gordon, 1991: 12-13)
Roma Stoacılarının çalışmaları, bahsettiğimiz sarsıcı dönüşümlerin koşulları ile antik Roma arasında
algılanan benzerlikler dolayısıyla bu dönemde dikkat çeker. Antik Stoacılık, dışardaki kaos ve
içerdeki karışıklıktan kaynaklanan ahlaki yönelimlerin tedavisi için kaynak aramak üzere felsefeye bir
silah ve bir ilaç olarak yönelir. (Oestreich, 1982; Brunschwig, 2003) Eski Stoacı düşüncelere tazelik
ve yeniliklerini daha önce sahip olmadıkları gücü, modern ruh ve dünyayı biçimlendirmek için
taşıdıkları önemi kazandıran nedir? Stoacılık, dinsel ve ahlaksal dünyanın belirli bir odağı yokmuş
gibi görünen bu momentte, insanın kendi kendisine yüklediği değere dayanan bir doğal yasalar
dizgesinin temelini sunar. Neo-Stoacılar, Antik öncellerine benzer biçimde felsefeye pratik bir bilgi
formu, bir düzen yöntemi olarak yaklaşır. Neo-Stoacılık, bir dünya düzeni, devlet aklı ve özellikle de
polisin düzenlemeciliği ile ahenkli bir öneri sunar. Neo-Stoacıların önde gelenlerinden Justus Lipsius,
hem yöneten hem de yönetilen için ortak bir ihtiyatlı istikrar etiğinden bahseder. Buna göre, hem
yöneten, hem de yönetilen, kendi alanlarında aynı yaşam davranışının temel erdemlerini geliştirmeye
gayret etmelidir. Neo-Stoacılık, bu sayede, yönetim-itaat eşleniğinin ilk seküler etiğini sunar: İtaat
etmek iradenin köleliği anlamına gelmeyecek, yaşam davranışının aktif bir biçimi olarak belirecektir.
(Oestreich, 1982) Neo-Stoacılık, bu çerçevede, Hobbes’un da dile getirdiği kavrayışa oldukça uyumlu
bir katkı sunar: “İnsan, doğası gereği topluma uygun değildir, disiplinle uyumlaştırılmalıdır.” (De
Cive) (Gordon 1991: 13) Neo-Stoacılık hızlı bir gelişme içinde İtalya’dan Fransa’ya, Fransa’dan
Hollanda ve İngiltere’ye geçer. Pierre Charron’un De la Sagesse’i (Bilgelik Üstüne), du Vair’in De la
Constance et consolation es calamitez publiques (Halkların Yıkımlarının Sürekliliği ve Bunların
Geliştirilmesi Üstüne) adlı denemesi, Justus Lipsius’un Philosophia et physiologia Stoica (Stoacı
Felsefe ve Fizyoloji) adlı yapıtı ahlaksal bilgelik alanında bir tür laik dua kitapları haline gelir.
(Cassirer, 1984: 168-171)

56
pastoral iktidarın, 16.yüzyılda, Batı Avrupa toplumlarının içine girdiğini ileri

sürdüğü ‘Yönetim Çağı’ ile ortadan kaybolduğuna işaret etmez. Ona göre, pastoral

iktidar ortadan kaybolmak yerine, ‘kosmos’un yönetimsizleştirilmesi’ ile

yoğunlaşacaktır. “Kozmos’un kilise ve imparatorluğa yaslanan yarı-emperyal birliği,

bu bağlamda kırılmışken, doğa daha az dramatikleşip, olay ve trajediden

özgürleşmişken, tam zıttı, siyasal düzende vuku bulmaya başlayacaktır.” (Foucault,

2007: 236) Ancak henüz, siyasal alternatifin yönetim rasyonalitesini (ratio

gubernatoria), pastoral iktidarın rasyonalitesinden (ratio pastoralis) ayırt edenin ne

olduğu belirgin değildir. Dinsel kurumsallaşma canlılığını yitirmekle beraber bu

kurumsallaşmanın işlevi, daha sonraları, hem kilisenin ötesine yayılacak, hem de

katlanarak çoğalacak, devlet aklı üzerinden yaygınlaşacaktır. (Foucault, 2005h: 66)

Bu çerçevede, Foucault’nun pastoral iktidar üzerinde uzun uzadıya

durmasının sebebi belirginleşir: “Yahudi-Hristiyan ahlakının yanlış bir birlik

olduğunu ortaya koymak için (ve daha da önemlisi) Batı toplumlarında din ile siyaset

arasında gerçekten bir ilişki var ise, bu ilişkinin kilise ve devlet arasında değil,

pastorallik ile yönetim arasında olduğunu göstermek için.” (Foucault, 2007:191)

Foucault, bu çerçevede, pastoralliğin siyasete tanıtılmasının, 16.yüzyıldan 18.

yüzyılın ikinci yarısına, Batı Avrupa toplumlarında ne gibi hakikat ve pratik

rejimlerini işler kıldığının ve devletin, bu hakikat ve pratik rejimlerini nasıl

kaptığının serüvenini aktarmaya koyulur. (Foucault, 2007: 165)

B. Yönetim Sanatının Kavram ve Stratejileri: Anti-Machiavellici


Literatür

Foucault, Avrupa’nın içerisine girdiğini ileri sürdüğü yönetim çağının, 16.

57
yüzyıl sonunda, egemen için bir kaç önemli sorun yarattığından bahis açar. Kendinin,

ruhların, çocukların, devletin, davranışların yönetimi ile ilgili görevlerin nasıl ve ne

ölçüde egemen tarafından ele alınacağı sorunsallaştırılır. ‘Egemen, hangi rasyonalite,

hangi hesaplama ya da hangi düşünce biçimine göre, insanları yönetecektir?

Egemenin yönetiminin, kilisenin, dinî pastoralliğin olmayan ve özel alandaki

yönetimden de farklı olan, kendine özgü nesne ve alanı ne olacaktır? Yönetimsel

pratikler, siyasal egemenlik uygulamasında nasıl rasyonalleştirilecektir?’ Bu sorulara

verilen yanıtlar, bir başka deyişle, devlet aklı doktrinleri, Foucault’ya göre modern

yönetimselliğin otonom bir rasyonalite olarak belirmesinin başlangıç noktasını

oluşturur.

Foucault’ya göre, 16. yüzyıla dek bu soruların cevapları oldukça kolaydır. St.

Thomas’ın egemenlik ve yönetim arasında süreklilik tasvir ettiği metinlerde,

Foucault, egemenin yönetiminin, egemenliğinden farklı olmadığına işaret eder.

(Foucault, 2007: 232-233) Yönetim, tüm bir yasalar sistemine, insani, doğal ve kutsal

yasalara bağlı olmalıdır. Burada üçlü bir süreklilik söz konusudur. Thomas’a göre,

“kralın kendi krallığını yönetmesi, Tanrı’nın doğayı yönetmesi ya da ruhun bedeni

yönetmesini taklit etmelidir.” (Foucault, 2005f: 45) Kral, birebir Tanrı’nın düzenini

kopyaladığı durumda yönetim sanatını uygulamakta başarılı kabul edilir. İkinci

süreklilik, doğa ile egemenin yönetimi arasında öngörülür. Thomas, organizmacı bir

perspektiften, kralın, canlı bedenleri bir arada tutan bir kılavuz güç gibi, yönetimiyle

topluluğun bütünlüğünü sağlaması gerektiğini ileri sürer. Üçüncü analoji ise, aile

babası ile egemen arasında kurulur. Thomas’a göre, insanların bu dünyadaki esas

hedefi, ne zengin ne de mutlu olmaktır; Tanrı’nın sonsuz şefkatine ulaşmaktır. Kral,

bu yolda sürüsünü kurtuluşa taşıyan bir aile babası gibi, yönetimindeki insanları

58
Tanrı’nın sonsuz şefkatine taşımalıdır.

16.yüzyılda ise, egemenin yönetimini meşrulaştıran bu süreklilikler yerle bir

olmaya başlar.

Kopernik ve Kepler’in astronomisi, Galileo’nun fiziği, John Ray’in


doğa tarihi, Port Royal grameri gibi pek çok söylemsel ve bilimsel pratik,
Tanrı’nın dünyayı sadece genel ve evrensel yasalar üzerinden kurallara
bağlayarak yönettiğini ve bu kuralların ancak ölçümler ve matematik
analizlerle öğrenilebileceğini ileri sürer. (Foucault, 2007: 234)

Bu iddia, Tanrı’nın dünyayı pastoral anlamda yönetmediğini, prensipleriyle

yönettiğini söylemek, ‘kosmos’u yönetimsizleştirmek’ anlamına gelecektir.

Foucault’ya göre, doğa’nın bu biçimde yönetimsizleştirilmesini takiben, egemenin

tebaası üzerindeki iktidar uygulamaları, ilahi egemenliğin dünya üzerindeki bir

uzantısı olarak değerlendirilmemeye, egemenin kendine özgü görevleri olduğu ileri

sürülmeye başlanır. 3 Din Savaşları’nın ardından, egemenin, kutsal yasaların yerine

artık fiziksel düzlemini diğer egemenlere karşı koruduğu bir toprak üzerinde

hükmettiği kanısı yükselir ve egemenin toprağını yönetmesi için ek bir iktidara

ihtiyaç duyduğuna dair kanı da bunu izler. Bu ek iktidar, yönetimdir. Bir başka

deyişle, egemenden, egemenliğini tamamlayan, ona eklenen yeni bir görev

beklenmeye başlanır: yönetim.

3
Eski düzen ile yeni siyasal düzen arasında bir köprü oluşturan Jean Bodin, egemenin yasasının
Tanrı’nın ve doğanın yasasına saygılı olması gerektiğini vurgular. Evrende kozmik bir düzen, uyum
öngörür: egemenin yasasının Tanrı’nın yasasının modeline göre oluşturulması gerektiğini ileri sürer.
(Beaud, 2003: 275-278) Bodin’in egemenlik kuramının modern devletin doğuş sözleşmesi olduğu
sıkça dile getirilse de, aslında sürekli olarak doğalcı bir metafiziği referans göstererek, egemenliğin
birliğini kozmik bir düzen nosyonu ile ilişkilendirir. Bu sebeple, Hobbes’a atfettiği, Galileo’nun
mirası olan siyasal yapaycılığı çılgınlıkla mahküm eder. (Goyard-Fabre, 2003: 146-148)

59
Bu bağlamda, “16.yüzyıl sonu, 17.yüzyıl başında beliren siyaset (la politique,

politics), doğa bilimleri için mathesis ne olmuş ise, yönetim sanatları için o

olacaktır.” (Foucault, 2007: 286) Bu ortaklığa tanıklık eden Chemnitz’den alıntılayan

Foucault, devlet aklının belirginleşmesinin de, bilimsel pratikler ve söylemler kadar

yaygara kopardığına, Papa 5. Pius’un ‘devlet aklı, şeytanın aklıdır’ ifadesine bu

bağlamda dikkat çeker.

Eğer (devlet aklından) devletlerin işleyiş mekanizmalarını anlıyorsak,


kuşkusuz devlet aklı (ratio status) her zaman mevcuttu ancak onu tespit ve
analiz etmek için yeni bir entelektüel enstrümana ihtiyaç vardı ve daha önce
görmediğimiz ancak var olan yıldızları görmemize imkan sağlayan
teleskopların belirmesini beklediğimiz gibi bu enstrümanın belirmesini
bekledik. Nasıl ki modern matematikçiler, teleskoplarıyla, yeni yıldızlar ve
güneşte noktalar keşfettiyse, yeni siyasetçiler (les politiques) de Antik
Yunan’ın bilmediği ya da bizden sakladığı şeyi (devlet aklı) keşfettiler.
(Foucault, 2007: 241)

Foucault’ya göre, egemenden beklenen ek iktidar olarak yönetimin hayat

bulacağı ve devlet aklı olarak kristalize olacağı zemin, St. Thomas’ın örneklendirdiği

Hristiyan gelenek yanında, bir başka gelenekten de farklılaşır: Machiavelli’nin

kuramı. (Foucault, 2005g: 110) Foucault’ya göre, ilk ifadesini devlet aklında bulacak

olan yönetim sanatı, Machiavelli’nin düşüncelerinin değil; onun çalışmalarının açtığı

tartışmalardan türer. (Foucault, 2007: 245) Kendi uğraştıkları sorunsalları onda

göremeyen devlet aklı kuramcılarının, Machiavelli’den uzak durmaya çalışırken,

devlet aklı eleştirmenlerinin, yönetim sanatını, Machiavelli ile ilişkilendirerek

yıkmaya çalıştıklarına dikkat çeker. (Foucault, 2005f: 46)

60
Foucault’ya göre, devlet aklı kuramcılarının, kendi sorunsallarına dair

Machiavelli’nin düşüncelerinde işlerine yarar herhangi bir şey bulamamasının

sebebi, Machiavelli’nin temel meselesinin, prensliğin sürdürülmesi ve toprak

üzerinden tanımlanmış bir ahaliye/tebaaya, prensliğin sürmesi için uygulanan

taktiklerden, iç ve dış düşmanlara karşı prensliğin nasıl elde tutulacağına dair

hamlelerin tasarlanmasından ibaret olmasıdır. (Foucault, 2007: 243) Foucault’ya

göre, Machiavelli’nin tüm analizi, prens ile devlet arasındaki bağı neyin

sürdürdüğünü ya da pekiştirdiğini tanımlamaya yöneliktir. (Foucault, 2005f: 46)

Foucault, bu noktada, egemenin ek iktidarı olarak yönetimin kavram ve

stratejilerini, içerisinden derleyeceği Anti-Machiavellici literatürün Machiavelli

okumasını takip ederek, Machiavelli’nin prensinin, prensliği ile bir dışsallık ilişkisine

sahip olduğunu vurgular. Dışsallık ile kastettiği, prensin, ister fetih, ister miras, hangi

yolla olursa olsun ele geçirdiği prensliğinin bir parçası olmaması, ona dışsal

kalmasıdır. Prens ile prensliği arasında, hiç bir temel, zaruri, doğal ve yasal bağ

olmamasıdır. Üstelik, Foucault, prens ile prensliği arasındaki ilişkinin dışsallığı

ölçüsünde kırılgan olduğuna ve her an tehdit altında bulunduğuna da dikkat çeker.

Hem dış düşmanlar, prensin prensliğini ele geçirmek istemektedir; hem de içerdeki

tebaanın prensin egemenliğini ve yasalarını kabul etmemesi olasılığı vardır.

(Foucault, 2007: 91-92) Foucault, bu çerçevede, Machiavelli’nin temel derdinin,

prensliğin korunması ve güçlendirilmesinin nasıl mümkün olabileceğinde

düğümlendiğini, korunması gerekenin, prensin, prensliği ile bu dışsal ve kırılgan

ilişkisi olduğunu vurgular. Foucault, Machiavelli’nin egemenliğin geleneksel

sorununu paylaştığını, yeni topraklar elde etmek ya da kazanılmış toprakları elde

tutmak meselesine odaklandığını, toprağın ve bu toprağa egemen olanın güvenliğini

61
hedeflediğini ileri sürer. Machiavelli, ona göre, siyasal düşüncede yeni bir alan

açmak bir yana, bir çağın sonunu; egemenliğin zirvesini işaretler. (Foucault, 2007:

64-65)

Foucault, bu çerçevede, anti-Machiavellici literatürün Machiavelli okumasını

veri kabul ederek, Machiavelli’yi ‘prense öğütler’ cephesinde değerlendirir.

Machiavelli’nin sıklıkla devlet aklı ile ilişkilendirildiğini, oysa, onda, siyasallar (les

politiques/anti-Machiavellici literatür)’da rastlanan pozitif anlamda bir yönetim

sanatı kavrayışının mevcut olmadığını iddia eder. Machiavelli’nin kuramının

üzerinden atlayıp, kendilerini, ‘prense öğütler’ ile ‘siyaset bilimi’ arasında, “yönetim

sanatları” olarak sunan risaleler dizisinin yönetim kavrayışının peşine düşer.

(Foucault, 2007: 88) Foucault, anti-Machiavellici literatürün kavramsallaştırdığı

yönetim sanatı çerçevesinde, dini pastorallikten diğer davranış formlarına doğru bir

geçiş olduğunu ileri sürer. (Foucault, 2007: 231) Foucault’ya göre, bu risaleler

dizisinde çarpıcı olan, prensin prensliğini elde tutmak üzere seferber ettiği

yeteneğinin, yeni bir şeyle, kendisini ilk olarak devlet aklı biçiminde dışa vuracak

yönetim sanatı ile ikame edilmek istenmesidir. 4 Burada, Foucault’nun önemli

bulduğu husus, siyasallar’ın, yönetimi planlamak konusunda, egemene odaklanan

görüşlerden farklı bir kavrayışa sahip olmaları; ortak bir düşünme, hesaplama, analiz

etme biçimleri olmasıdır.

Foucault, bu literatürde, yönetimin, Machiavelli’nin kavradığından çok farklı

bir biçimde kavramsallaştırıldığına, bu minvalde işaret eder. Foucault, bu farkı ortaya

4
Foucault, bu literatürün açık ve üstü kapalı biçimleri olduğundan, açık biçimleri arasında Katolik ve
Cizvit çevrelerden gelen Ambrogio Politi, Innocent Centillet ve daha sonra da II. Frédéric’in
eleştirilerini, üstü kapalı biçimler arasında ise, Thomas Elyot, P. Paruta ve Guillame de la Perrière’nin
çalışmalarını sayar.

62
koymak üzere, Machiavelli’nin, prense öğütler silsilesi içerisinde değerlendirdiği

Prens’i ile Anti-Machiavellici literatürün değerlendirmelerini kıyaslayarak yol alır.

16. yüzyıl sonunda gelişen anti-Machiavelci literatürden, La Perrière’in Siyaset

Aynası (Le Miroir Politique) adlı çalışmasındaki spesifik nesne, kavram ve

stratejiden bahsederek yönetim sanatının özgünlüğünü serimlemeye girişir.

(Foucault, 2007: 91)

Foucault, ilk olarak, yönetimin içkinliği ve yönetimin dışsallığı meselesinden

hareketle, Machiavelli için prensin yönetiminin nesnelerinin, toprak ve dolaylı olarak

onun üzerinde yaşayan tebaanın oluşturduğu prenslikten menkul olduğunu, bu

çerçevede, Machiavelli’nin kamu hukukunda egemenliği karakterize eden prensibi

aynen koruduğunu ileri sürer. Oysa, Foucault’ya göre, anti-Machiavellici literatürde,

yönetim biçimlerinin topluma içkin olması dolayısıyla, yönetimin odağında,

insanların zenginlik, kaynaklar, toprak, iklim, doğurganlık vs gibi şeylerle kurdukları

ilişkiler, gelenekler, alışkanlıklar, davranış ve düşünme biçimleri ile kurdukları

ilişkiler ve kazalar, talihsizlikler, açlık, salgın ve ölüm ile kurdukları ilişkiler yer

alır.(Foucault, 2007: 96)

Foucault, ikinci olarak, Machiavelli’nin, prensin iktidarı ile diğer iktidarlar

arasında hep bir süreksizliğin altını çizmeye çalıştığına işaret eder. Foucault’ya göre,

aynı şeyin, egemenin yasal kuramı için de geçerli olması bir rastlantı değildir.

Avrupa siyasal düşüncesinde oldukça önemli bir yere sahip olan Bodin’in

çalışmalarında karşımıza çıkan egemenlik, “yüce otorite” (majestas) olarak

tanımlanır ve devlete mal edilen birlikli, bölünmez ve yüce bir iktidarı belirtir. 5

5
Holmes, Foucault’nun, Bodin’in ve diğerlerinin kazanımlarına ivme veren, erken modern dönem
Fransa ile geç antik dönem Roma arasındaki bağlantılardan haberdar olmasına rağmen, egemenliğin
ancak sınırsız otorite ile desteklendiği durumda anlamı olacağı, ancak sınırsız otoritenin ancak,

63
(Franklin, 2006: 301-302) Bodin, Les Six Livres de la République (1576)’de

Hobbes’un Leviathan’da öne sürdüğü gibi, egemenliğin egemeni sivil yasaların

üstünde yer alan (legibus solutus) bir hükümdar olarak belirlediğini belirtir. Bodin’in

egemenlik kavrayışının önemli bir parçasını oluşturan, egemenliğin bölünmezliği

nosyonu, 6 yönetimin yüksek iktidarlarının pek çok farklı yönetici arasında

dağıtılamayacağına, bu iktidarların tümüyle tek bir kişi ya da grupta toplanmasına

vurgu yapar. 7

Foucault, Monarkomaklar gibi yönetimin çeşitliliğini vurgulayan anti-

Machiavellici literatür için ise, prens/egemenin, pek çok yönetenden sadece birisi

olduğuna dikkat çeker. Bu literatürün, yönetim biçimlerinin çoklu doğasını ve

yönetenlerin çeşitliliğini tanıdığına işaret eder - ailede baba, manastırda başrahip,

kendisini sınırlamaya hazırsa sürdürülebileceğinin düşünüldüğünü atladığına işaret eder. Bir özgürlük
alanı – sınırlı toplum – bu bağlamda, Holmes’a göre, mutlakiyetçi egemen iktidardan çıkarsanıp
yaratılmıştır. (Holmes, 1988: 6-7)
6
Bodin, iktidar uygulamasında, tekliği kamusal gücün bölünmezliğinin sürdürülmesinin koşulu yapar:
karma yönetim (res publica mixta) fikrini dışlar. Egemenliğin mutlak ve sürekli oluşu onun bir
olmasını gerektirir. Egemenlik, parçalanmamak ve bir bütün olarak kalmak koşuluyla bir prenste, bir
azınlıkta ya da toplumun tümünde olabilir. Parçalandığı durumda karma yönetim gibi karışıklıklar
ortaya çıkar. Düzensizliğin ve bölünmenin kaynağı egemenliğin bölünmesidir zira bu bölünme
işleminden dolayı egemenlik yok olur. Egemenliğin tekliğinin bir uzantısı, egemenliğin devredilemez
oluşudur. Bodin, egemeni egemenlikle sınırlar. Egemen kişi ya da topluluk, bu üstün erki bir başka
kişiye ya da kuruma devredemez. (Goyard-Fabre, 2003:143-144)
7
Bu tez, özellikle zamanının Almanya’sında geniş bir literatürün filizlenmesine yol açmış, pek çok
eleştiriye de zemin hazırlamıştır. Bodin’in tezi, Fransa, İspanya ve İngiltere gibi güçlü krallıklara
sahip yerler için bile sorunludur ve Alman İmparatorluğu ve diğer doğu Avrupa ve İskandinavya
monarşilerinin kuruluşu ile uyumsuzdur. (Franklin, 2006: 298) Bu dönemde, Alman İmparatorluğun,
Danimarka, İsveç, Polonya, ne bir monarşi, ne bir karma yönetimdir, hâlihazırda birer prensliktir.
Buradaki prens, aristokratik devlet içerisinde baş otoritedir ancak Fransa’da olduğu gibi egemen bir
kral konumunda değildir. (Franklin, 2006: 311) Bu bağlamda, hem monarşi, hem de prensliklerin
haklarından bahseden Almanya’daki literatür; Monarkomaklar, Bodin’in egemenliğin bölünmezliği
tezi ile karşıtlaşır. (Franklin, 2006: 313) Monarkomaklar, Polybos’un karma yönetim kuramından
ilham alarak, Bodin’in merkezileşme eğilimli egemenlik kavrayışını eleştirir. Althusius, Clemens
Timpler, Alsted’e göre, siyaset, pek çok simbiyotik birliği kapsar: aile, kent, eyalet ve res publica. Res
publica bu bağlamda en önemli birlik formu değildir ancak, tüm diğer birliklerin bir yasa altına
toplandığı uzlaşma ve rızanın sonucudur. Yönetimdeki temsilcilerin otoritesi, egemen (summus
magistratus) de dahil olmak üzere, hizmet ettikleri birliklerden kaynaklanır. Monarkomaklar, bu
çerçevede merkezi yönetim yönelimine karşı temsilci meclislerden taraf olurlar. Mutlakiyetçi
territoryal devlet yerine, res publica mixta’dan yanadırlar. (van Gelderen, 2002: 195-218)

64
öğretmen vs. Üstelik, bu literatürün, yönetimler arasında bir süreklilik öngördüğünü

de vurgular. Yönetim sanatlarında, hem yukarı hem de aşağı doğru bir süreklilik söz

konusu edilir. Yukarı doğru süreklilik ile kastedilen, devleti yönetmek isteyenin önce

kendini, ailesini, mallarını, mülklerini yönetmekte başarılı olması, bunun için ise,

prensin iyi bir eğitim almış olması gereğine işaret eder. Aşağı doğru süreklilik ile

kastedilen ise, eğer devlet iyi yönetilirse, babanın da aileyi, bireylerin de kendilerini

iyi yönetecekleri varsayımına yaslanır. Aşağı doğru süreklilik çok geçmeden ‘polis’

olarak adlandırılacaktır. Aile, yani oikos/oekonomi, bu süreklilikler arasında bir

merkez konumu edinir. Yönetim sanatı, babanın özenli ilgisini devlet yönetimine

nasıl yaygınlaştırabiliriz sorunsalından hareket edecektir. (Foucault, 2007: 93-95)

Son olarak, Foucault, geleneksel egemenlik kuramlarında, egemenin iyi bir

egemen olması için ortak iyiliği ve herkesin kurtuluşunu amaçlaması gerektiğini ve

bu ortak iyiliğin içeriğini insanların ister dünyevi egemenin yasalarına, isterse de

Tanrının yasalarına uygun ve uysal davranmalarının oluşturduğunu, öyleyse, genel

iyiliğin herkesin yasalara boyun eğmesi ile mümkün olduğunu ileri sürer.

Foucault’ya göre, Machiavelli için de, egemenlik, döngüsel bir hedefe sahip olmayı

sürdürür. Bu çerçevede, Foucault, Machiavelli’nin sorununun, bu boyun eğmeyi

sağlayabilecek olan prensin sıfatları, nitelikleri ile ilgili görüldüğüne işaret eder.

Oysa, Foucault’ya göre, genelde Anti-Machiavellici literatür, özelde La

Perrière için, sadece prensin prensliğini elinde tutması ile sınırlı olmayan bir amaçlar

çokluğu söz konusu olduğundan; yönetimin, en yüksek oranda zenginliğin

yaratılmasını, insanların her birinin gerekli oranda ürüne ulaşmalarını ve böylece

nüfusun artışını sağlaması gerektiği düşünüldüğünden, bu spesifik amaçlara

ulaşmaya çabalarken, egemen, Machiavelli’nin öngördüğü gibi insanlara yasaları

65
dayatmak yerine, yasaları taktikler olarak kullanmalıdır. (Foucault, 2007: 99)

Yöneten kişinin sabırlı, bilgili ve özenli olması, öldürmek yerine bilgisi ile hareket

etmesi gerekir. Ancak bu bilgi, geleneksel bir bilgi değildir, yani insanların ve ilahi

yasaların, adaletin, eşitliğin bilgisi değil, daha ziyade, ‘şeylerin’ (yukarıda Anti-

Machiavellici literatürün öngördüğü iktidar nesneleri) bilgisi, ulaşılabilecek

hedeflerin ve bu hedeflere ulaşma yöntemlerinin bilgisi olmalıdır. Üstelik yöneten

yönetirken, bir babanın ailesini yönettiği gibi yönettiklerinin hizmetinde olduğu saikı

ile hareket etmelidir. (Foucault, 2007: 100)

Foucault’nun yönetim sanatının kavram ve stratejilerini serimlediği bu

kıyaslama, ne var ki, çeşitli kısıtlılıklara sahiptir. Foucault, Pocock’un, yönetimin

olumsallığına, içkinliğine ve çatışmacı doğasına işaret eden ilk büyük düşünür olarak

değerlendirdiği Machiavelli konusunda, anti-Machiavellici literatürün Machiavelli

değerlendirmelerine yaslanmakla yetindiğinden, pek çok boşluğa sahip olan bir

değerlendirme sunar. (Pocock,1975:156-219)

İlk olarak, Foucault, Machiavelli’nin sorunsalını çok kısıtlı bir biçimde ele

alır. Aristoteles’in doğa ve amaçsallığa dayanan klasik ontolojisi yerine, rastlantı ve

gerekliliğe dayanan yeni bir ontoloji ortaya koyan Machiavelli, gerçek insani düzenin

kökeninin korumakta değil; edinmekte (acquistare) yattığını ileri sürdüğünden, anti-

Machiavellici literatürün varsaydığı gibi ‘dışsal’ bir ilişkinin muhafazasını

amaçladığını iddia etmek uygun olmayacaktır. Machiavelli’nin Prens ve Söylevler’de

ortaya attığı temel soru, ‘yaşamı ve insanın kendisini ifade ettiği edinme eylemini

savunan düzenin modu nedir ve nasıl değişir’ olarak karşımıza çıkar. Foucault’nun

kıyaslamasına konu olan Prens’te, çoğu zaman ‘işgal etmek’ fiili ile karşılanmakla

66
beraber, ‘edinmek’ fiilinin nesnesi, iktidar olmak yanında, sevgi, lütuf, şan, şöhret vs

de olabilen insanlık durumunun temeli olarak belirtilmiştir.

Machiavelli’nin Roma Cumhuriyeti’nde bulduğu sır da burada yatar:

Roma’nın önemi, “kurumsallaşmaya en fazla karşı olan şeyi, sürekli edinme

eylemini, kurumsallaştırmayı başaran tek örnek olmasıdır.” (Manent, 2003: 556)

Üstelik, Roma, Aristoteles’in, yüce bir kişi tarafından kurulan iyi sitesinden farklı

olarak, mükemmelliğine zincirleme kazalarla, rastlantılarla ulaşmıştır. Bu çerçevede,

Foucault’nun ‘prense öğütler’ cephesine attığı Machiavelli’nin yönetimin

olumsallığını kucaklayan ilk düşünür olarak değerlendirilmesinde büyük payı olan

fortuna kavrayışını yeterince dikkate almadığı gözden kaçmaz. Pocock’a göre,

Machiavelli, siyaseti, olumsal olaylarla baş etme sanatı olarak tanımlar ve bu sanat,

saf, kontrolsüz ve meşrulaştırılmamış olumsallığı sembolize eden ve bu olumsallığı

yönlendiren fortuna ile baş etmekle ilgilidir. (Pocock, 1975: 156) Bu bağlamda,

Machiavelli’nin yönetimin olumsallığını, anti-Machiavellici literatürün kısıtlı

yorumlarından taşan pek çok boyutu ile ele aldığını ileri sürmek mümkündür.

İkinci olarak, anti-Machiavellici literatür ve onu takip eden Foucault, Prens’in

IV. Bölümünde, prensin, üzerinde iktidar sahibi olduğu topluma dışsal olmaktan

ziyade içkin bir ilişkiye sahip olduğunun vurgulandığını gözden kaçırmasının

yanında, (Pocock, 1975: 167-168) Machiavelli’nin bütün cumhuriyetlerde iki farklı

karakter tanımladığını; bunlardan ilkinin, önde gelenlerin egemenlik arzusu;

diğerinin ise, halkın egemenlik altına girmeme arzusu olduğunu ileri sürdüğünü atlar.

Prens’in 9. Bölümü’nde, ‘halkın arzusu önde gelenlerinkinden daha saygındır’ diyen

Machiavelli, Söylevler’in 5. Bölümü’nde, bunun sebebini, halkın özgür yaşama

konusunda daha istekli olmasına bağlar. Tam da bu çerçevede, Machiavelli, Roma’da

67
halk ve soylular arasında sıkça rastlanan ve halkın özgürce “arzularını dile

getirebildiği” çatışmaların, Roma Cumhuriyeti’ni zayıflatmak bir yana, tam tersine

özgürlük ve gücünün en önemli nedeni olduğunu ileri sürer. Bu bağlamda, yönetimin

stratejisi, egemenin prensliğine yasalarını dayatmasından ziyade, Machiavelli için,

arzuların özgür ifadesini mümkün kılacak düzen modları yaratmak olmalıdır.

Son olarak, anti-Machiavellici literatür ve Foucault, yurttaşlık kültürünün

Machiavelli’deki yerini dikkate almaz. Oysa, Machiavelli, insanların, yurttaşlığa

layık olabilecekleri noktaya dek doğalarını dönüştürebilecek toplumsal araçların

peşindedir; (Pocock, 1975: 193) paralı askerlik karşısında yurttaşlığı tercih eder

(Pocock, 1975: 200) ve Hristiyanlığı, insanları, kendi ruhlarını, şehirlerinden,

anavatanlarından daha çok sevmeye yönlendirdiği için siyaseten eleştirir; geleneksel

bir cumhuriyetçi olarak yöneticiler ile halk arasında iki farklı yönetim biçiminin bir

arada işleyeceği karma yönetim fikrini ileri sürer. (Pocock, 1975: 202)

Foucault, anti-Machiavellici literatürün Machiavelli okumasına

yaslandığından, Machiavelli’nin düşüncesinde yer alan bu ve bunun gibi kritik

noktaları dikkate almayan bu literatürün değerlendirmesini veri kabul ettiğinden,

Machiavelli’yi basitçe ‘prense öğütler’ cephesine atıp, kendi rasyonelliğinin

prensiplerini ve özgün uygulama alanlarını arayan anti-Machiavellici yönetim sanatı

dolayımıyla, artık, adaleti sağlama erdeminden de, Machiavelli’nin kahramanından

da uzaklaşmakta olduğumuzu ileri sürer. Foucault’ya göre, yönetim sanatına

ivmesini veren Anti-Machiavellici literatür, 16.yüzyıl sonunda, kamu alanı ya da

devlet yani res publica adıyla beliren yeni yönetim alanının dış hatlarını çizer ve

egemene aradığı kendine özgü yönetim nesnesini sunar. (Foucault, 2007: 18, 236)

68
Devlet yönetiminin ilke ve yöntemlerinin, Tanrı’nın dünyayı, babanın ailesini

ya da bir çobanın kendi topluluğunu yönetiş biçimlerinden nasıl farklılaştığını

tanımlamaya çabalayan siyasallar, devleti, düşünce ve pratik zeminlerinde hayati bir

siyasal mesele halinde belirginleştirir. Anti-Machiavellici literatürün derdi, res

publica’nın rasyonel temellerini atmak ve egemenin yeni iktidarlarının meşruluğunu

sağlamak olarak belirginleşir. (Tribe, 1995: 17-18)

Bu çerçevede, devlet aklı (hikmet-i hükümet, raison d’etat, reason of state),

kozmosa, doğaya ya da kutsala ilişkin hiç bir şey taşımamasıyla, sonul amacın

mesihçi beklentilerinden arınma iddiasıyla, belirsiz bir zaman ve yönetimsellik

perspektifi sunar. (Foucault, 2007: 18, 236) “Siyasal aklın sandalyesini prensin

altından çekip devlete tutmanın önemi, devletin seküler bir kalıcılık biçimine sahip

olduğunun düşünülmesidir.” (Gordon, 1991: 9) Foucault, devlet aklının, devletleri,

Babil’in, Roma İmparatorluğu’nun kurtulamadığı ‘doğum, gelişme, mükemmelleşme

ve çürüme’ döngüsünden korumak üzere, bu döngünün motoru olarak kabul ettiği

devrimlere karşı bir hamle olarak değerlendirilebileceğine de dikkat çeker. 8 Devlet

aklı, bir yandan, devletin kendisine içkin olan ve doğal ya da ilahi yasalardan

8
Bu kalıcılık nosyonunun Hristiyan öncellerinin incelikli bir araştırması için, bakınız: (Kantorowicz,
1957) Kralın İki Bedeni (The King's Two Bodies) adlı çalışmasında, Ernst Kantorowicz, Ortaçağ
boyunca, siyasal otorite kavramında yaşanan derin bir dönüşümü tasvir eder. Değişim, İsa’nın
bedeninin iki bedene evrilmesi ile başlar: ilki, corpus naturale, sunakta kutsanan beden (kutsanmış
ekmek), ikincisi ise, corpus mysticum, idari yapısı ile kilisenin toplumsal bünyesidir. İkinci nosyon,
siyasal varlıklara, siyasal bünyeye transfer edilecektir. Kantorowicz, ardından, geç Ortaçağ’da kralın
iki bedeninin belirişini tasvir eder. Ona göre, Shakespeare'in II.Richard’da canlandırdığı bu beliriş,
erken modern dönemde beliren siyasal bedene uyarlanabilir. Kralın doğal, ölümlü bedeni, ölüm ile
yok olabilirken, kralın, siyasal bedeninin mistik şerefi ve adaletini temsil etmek dolayısıyla doğa üstü,
kalıcı, yok edilemez olduğu düşünülür. Erken modern Avrupa’da beliren siyasa, Kantorowicz’in tasvir
ettiği kolektivitenin/egemenliğin niteliklerini -tek, birlikli, topraksal sınırlarla çevrili, tek bir çıkarlar
setine sahip ve tek bir yüksek otorite tarafından sahip olunan.- gösterir. Devlet olarak bilinen modern
siyasa ve onun otoritesinin temel niteliğini oluşturan egemenlik, Ortaçağ’da papaların, imparatorların,
kralların yoksun olduğu otorite olarak belirmektedir.

69
çıkarılamayacak olan rasyonel ilkeler doğrultusunda yöneltilmesini salık verecek;

diğer yandan ise, 18.yüzyılın başına dek, yönetim sanatının kendi boyutunu bulması

önünde bir engel oluşturacaktır.

II. DEVLET AKLI: Yönetim Sanatının Kristalleşmiş İlk Hali

A. Devlet Aklı’nın Rasyonelleri

Rasyonel olarak yönetmeli çünkü bir devlet var ve bir


devlet olmalı. (Foucault, 2007: 287)

Foucault, günümüzde, keyfiliği ve şiddeti çağrıştıran devlet aklının,

17.yüzyılda bir sanat, belirli kurallara uyan bir teknik sayıldığına, devletleri yönetme

sanatına özgü bir rasyonalite olarak kavrandığına dikkat çeker: Devlet aklı’nın

17.yüzyıldaki, yönetim sanatının kristalleşmiş ilk hali olan kavranışının ilke ve

yöntemleri üzerinde durur. (Foucault, 2005f: 45)

Foucault, Botero ve Palazzo’nun tanımlarını ele alarak, devlet aklının,

devleti, hem kendisinin prensibi ve hedefi, hem de temeli ve niyeti olarak

betimlendiğini vurgular. (Foucault, 2007: 87) Devlet aklı, Foucault’ya göre, bir veri

olarak kabul edilen devlet ile, kurulması, inşa edilmesi gereken, ulaşılması gereken

bir hedef olarak devlet arasına yerleşen yönetimsel pratiğin rasyonelleştirilişidir.

“Yönetimin ne yapması gerektiği, devletin ne olması gerektiğinden çıkarsanır.”

(Foucault, 2008: 4) Bir başka deyişle, devlet, 17.yüzyıl başında, yönetimselliğin

düzenleyici fikri, pek çok diğer sorunun anlaşılabilirlik kriterini sunar. “Kral nedir?

Yasa nedir? Toprak nedir? Egemenin zenginliği nedir? Devlet, pek çok mevcut

70
kurum için bir anlaşılabilirlik şeması olarak belirir.” (Foucault, 2007: 286)

Devlet aklı ile birlikte, yönetimin amacı, artık Tanrı’nın şefkatine, sonsuz

kurtuluşa ulaşmak olmadığı gibi, prensin prensliği ile kurduğu dışsal ilişkinin

sürdürülmesi de değildir; devletin kendisi ile ilgili hale gelir; devlet ile ilişkiselliği

içinde anlam kazanır. (Gordon, 1991: 9) Bu yeni yönetimsel rasyonalitenin hedefi,

Foucault’nun değerlendirmesinde, sadece devletin iyi düzen içerisinde korunmasını

sağlamak değil; devletin güçler dinamiğinin korunması ve geliştirilmesini de

sağlamak olarak belirginleşir. Başka türlü söylersek, “devlet aklı, ilahi doğal ya da

insani yasalara göre bir yönetim sanatı değildir. Dünyanın genel düzenine saygı

göstermesi gerekmez. Bu, devletin gücüne uygun olarak yönetmektir. Amacı geniş

kapsamlı ve rekabetçi bir çerçeve içinde bu gücü arttırmak olan yönetimdir.”

(Foucault, 2005f: 47)

Egemenin, artık devleti kuran elemanları bilmesi, bu bilgi sayesinde devletin

kalıcılığını, gücünün geliştirilmesini sağlaması, diğerleri tarafından devletin ele

geçirilmesini önleyebilmesi gerekecektir. Öyleyse, egemenin yalnızca yasaları

bilmesi yetmeyecek, artık yasaların değil, şeylerin doğal düzenlilik prensiplerini

bilmek durumunda kalacaktır. Devletin kuvvetini kendisine uygun olarak

arttırabilecek bir rasyonel yönetim olarak anlaşılan devlet aklının, belirli bir tipte

bilginin oluşmasını öngördüğü görülebilir. Yönetim ancak devletin ne kadar güçlü

olduğu bilinebilirse, mümkündür: yönetimin kalıcılığı ancak böyle sağlanabilir.

Devletin kapasitesi ve bu kapasiteyi genişletmenin araçları mutlaka bilinmelidir.

Bunun yanında, başka devletlerin güçleri ve kapasiteleri hakkında da bilgi sahibi

olmak gerekir. Devlet aklının ortaya koyduğu yönetim sanatı, ya siyasi istatistik ya

da aritmetik diye adlandırılan disiplinin gelişmesiyle iç içe geçmiş durumdadır.

71
(Foucault, 2005f: 47) Böylelikle, “siyasi bilgi halkların hakları veya insani ya da

ilahi yasaları değil, yönetilecek olan devletin doğasını ele alır.” (Foucault, 2005g:

112.) Etimolojik olarak istatistik, devletin bilgisi, devletin güçleri ve devleti belirli

bir anda karakterize eden kaynakların bilgisidir. (Hacking, 2005)

Devlet, bu bağlamda, feodal yapıları yerinden ederek, toprağa bağlı, idari ve

kolonyal devletlerin organize edilmesine yol açan süreçlerle yavaş yavaş

merkezileşecektir. Bu noktada, Foucault’nun devlet aklı ile ilgili meselede doğrudan

tartışmadığı bir yan karşımıza çıkar. Foucault, aslında 1977-1978 seminerlerinin

ilkinde, toprak ile yönetimsel devlet arasındaki ilişkiye dair verimli ipuçları sunmuş

ancak bu hattı sonuna dek takip etmemişti. Burada, egemenlik, belirli bir toprak

parçasında kullanıldığına göre, egemenliğin mekân sorunsalına sahip olduğunu

tekrara lüzum olmadığının altını çizen Foucault, Le Maître’nin 1682 tarihli La

Métropolitée adlı çalışmasına dayanarak, egemenlik perspektifinden, bir başkentin ne

olması, nasıl işlemesi gerektiği üzerinde duruşuyla, egemenliğin kentten ne

anladığını ortaya koymuştu.

Foucault için, burada ilginç olan, Le Maître’nin egemenliğin siyasal

etkinliğini mekânsal bir bölüşüme bağlamasıdır. İyi bir egemen, ister kolektif, ister

bireysel bir egemen olsun, belirli bir toprak parçasına iyi yerleşmiş birisidir ve bu

toprak parçası egemene itaat konusunda iyi idare ediliyorsa, iyi de bir mekânsal

plana sahiptir. Üstelik, Le Maître’nin hayal ettiği siyasal etkinlik, düşüncelerin,

iradelerin, emirlerin ve ticarî dolaşımın yoğunluğu ile ilişkilidir. Le Maître,

Foucault’ya göre, toprak devleti ile ticaret devletini birbirine bağlamak ve karşılıklı

olarak kuvvetlendirmek çabasındadır. Bu dönemin, kameralizm dönemi olduğu

hatırlandığında, buradaki sorunsalın, ‘katı egemenlik sistemi içerisinde nasıl ticaret

72
yoluyla maksimum ekonomik gelişme sağlanabilir?’ sorusu çerçevesinde şekillendiği

belirginleşir. (Foucault, 2007:15) Özetle, Foucault, Le Maître’nin probleminin,

egemenin mekânı olarak tasarlanmış, siyasal ve ticarî dolaşımın merkezi noktasını

oluşturan bir başkentin etrafında düzenlenen bir devlet nasıl garantilenebilir”

sorusuna cevap bulmakla ilişkili olduğuna dikkat çeker.

Maître, her ne kadar metropolü tarif ediyorsa da, her mekânın bir

sınırlandırma, çerçeveleme ve bununla ilişkili olarak bir düzen kurma faaliyeti

olduğunu ortaya koyması, bizi, Carl Schmitt’in nomos kavramsallaştırması ile

paralellikler kurmaya götürür zira Schmitt, mekânı, her zaman fethedilen,

düzenlenen, çerçevelenen ve bununla ilişkili olarak bir düzen kurulan yer olarak

kavrar. Maître’nin anlatısında, devlet aklının, sadece bürokrasi ya da devleti

idareleştirmediğini, aynı zamanda, egemenliği arazi üzerindeki hakimiyetle

sınırlamayıp, egemenliği bir nomos olarak kavradığının ipuçlarını veren pek çok

eleman mevcuttur. Nomos, Carl Schmitt’in tanımları ile - fethetmek ve kadastro

yapmak ve temellük etmek (Landnahme, ‘land-taking’, ‘land-appropriation’ 9 ) - ile

birlikte düşünüldüğünde (Schmitt, 2003: 328) modern devletin idari aygıtının, basit

bir egemenlik meselesi olmadığı gibi, aynı zamanda, sadece bir araziye, toprağa

sahip olmakla da ilgili olmadığı belirginleşir. Modern devlet, bütün kurumlarını

biçimlendirip, bu biçimlendirdiği kurumları değişik yollarla sık sık fetheder. Feodal

devletler de görülen toprağa bağlılık, burada, toprağı ekip biçmekle ilgili bir gelir

transferi meselesi değildir; o toprak üzerinde dil de dahil olmak üzere kamu

9
Nomos, Schmitt’in kullanımında, 3 anlama gelir: ilki, Almanca, nehmen ve Nahme köklerinden
türetilen, fethetmek ve kadastro yapmak ve temellük etmek; ikincisi, Almanca, teilen sözcüğünün
karşıladığı bölmek, bölüştürmek (to divide, to distribute) ve sonuncusu da, Almanca weiden
sözcüğünün karşıladığı bir ev halkını yönetmek, üretmek (to run a household, to produce) (Schmitt,
2003: 326-328; Dean, 2006a: 4-6)

73
otoritesinin onun üzerinde işletip bir yönetim sanatı zemini haline getirme becerisi

olarak karşımıza çıkar. Merkezileşmenin kriterlerinden birisi, sadece düz anlamda

toprağa bağlılık, arazi üzerinde oturma ya da yerleşme değil; araziyi tahkim etme,

fethetme ve buradaki ilişkileri düzenleme ile ilgilidir. (Stuart, 2007) Özetle, devlet

aklının olmazsa olmaz koşullarından bir tanesi egemenlikse, egemenliğin olmazsa

olmaz koşullarından bir tanesinin de, bu dönem için, çıplak araziyi kadastro haline

getirmek olduğu belirginleşir.

B. Devlet Aklı’nın Yönetim Teknolojileri

Foucault, devlet aklının, devletin güçlerinin muhafaza edilmesi ve tümü

bozmadan bu güçlerin büyümelerini sağlamak üzere, biri askeri-diplomatik aygıt ve

diğeri de, anlamı, bugün bizim yüklediğimiz anlamdan oldukça farklı olan polis’ten

oluşan iki teknolojiye yaslandığına dikkat çeker. Bir yandan, savaş, diplomasi ve

askeri aygıtları enstrümanlaştırırken, diğer yandan, istatistiki bilginin gözetim ve

kontrolünü içselleştirir. Devlet aklı, her devletin kendi yasası ve amacına sahip

olduğu, bir devletler çokluğundan menkul bir dünya resmeder. Devleti, diğer

devletlerle kalıcı bir çatışma koşulu içerisinde tanımlar ve sonuç olarak, bu

yarışmada tutunabilmek üzere, kalıcı bir güç ve zenginlik arttırımı içerisinde

resmeder. Polis, bu amaca yönelik olarak nüfusun ayrıntılı bir yönetimini önerir.

Foucault, erken modern dönemde, devlet aklı ve polisin kesiştiği bu zemini hem

epistemolojik hem de etik açıdan oldukça orijinal bulur. Bu kesişim ona göre

yönetim aktivitesini kendi ayrı ve indirgenemez rasyonalitesi ile bir sanat olarak

kurgulamasının yanında egemenlik uygulamasına, siyasal pastoralliğin - seküler

74
güvenlik ve refah hedefiyle, toplumun tümü ve her bir üyesinin yönetimi – pratik

formunu sunar. (Gordon, 1991:14)

Bu iki teknolojinin kesişiminde her ikisine ortak olan enstrüman, ticaret ve

parasal dolaşımdır. Ticaret dolayımıyla, nüfusu, iş gücünü, üretimi ve ihracatı, geniş

orduları sağlamanın mümkün olacağı hesaplanır. Merkantilizm ve kameralizm

döneminde, nüfus-zenginlik çifti, yönetimsel aklın ayrıcalıklı nesnesi olarak belirir.

“merkantilizm ile birlikte, ilk defa bir yönetim taktiği olarak yararlanılabilecek bir

devlet bilgisinin gelişmesine tanık oluruz.” Siyasal ekonomi, böylece, para, ticaret ve

insanla ilişkili olarak devletin güçlerini arttırmaya uygun programları belirler.

(Walter, 2008: 98)

Foucault, Avrupa dengesi ve polisin, sorunsalları açısından benzeştiğine, bu

çerçevede, dikkat çeker. “Avrupa dengesinin temel meselesi, devletin büyümesine

rağmen dengenin sürdürülmesinin nasıl sağlanacağına ilişkinken; polis’in sorunsalı

iyi bir iç düzeni sürdürürken nasıl olup da aynı anda devletin güçlerinin

arttırılmasının mümkün olacağına ilişkindir.” (Foucault, 2007: 314) İşlevler

açısından; Avrupa dengesi, her devletin içinde iyi bir polis düzeninin tesis edilmiş

olup olmadığını görme hakkına karşılık gelir. Avrupa dengesi ancak bu biçimde

işleyebilir. (Foucault, 2007: 315) Son olarak, ticaret ve dolaşım sorunsalları, polis ve

Avrupa dengesinin uyumlu çalışmasını gerektirir. Polis’in, Avrupa Dengesi’nden

özgün, spesifik işlevi ise, Foucault’ya göre, devletle ilişkili her tür insan davranışının

mükemmelleştirilmesini, insanların meslekleri ve aktiviteleri zemininde kamusal

yararın üretilmesini hedeflemesidir. (Foucault, 2007: 323)

Foucault’ya göre, bütün bu devlet aklı analizinde hem mevcut olan hem de

olmayan bir eleman vardır: nüfus. Devletin hedefi nedir sorusuna devletin mutluluğu

75
ve refahı denildiğinde aslında mutluluk ve refah nüfusundur. Ayaklanma

olasılığından bahsedildiğinde, bu olasılığa sahip insanlardan söz edilmektedir.

Kamuoyundan insanların davranışlarını şekillendirmek üzere bahsedildiğinde aslında

nüfustan bahsedilmektedir. Ancak, Foucault’ya göre, bütün bu bahsedişlerde nüfus

üzerine açıkça düşünülmez; bu eleman gizil kalmayı sürdürür. (Foucault, 2007:277)

Devlet aklı, içerisinde gizli bir gönderme ile nüfustan bahsedilen bir yönetim sanatını

tanımlamıştır ancak nüfus henüz düşünsel prizmaya eklenmemiştir. 17.yüzyıldan 18.

yüzyıl ortasına dek gelişen pek çok dönüşüm sayesinde nüfus siyasal hayata

eklenecektir. Bu dönüşümlere zemin hazırlayan gelişmelerin başında, devlet aklının

işlemesi için geliştirilen polis aygıtı gelir. Polis olarak adlandırılan pratikler alanının

müdahaleleri, nüfusun siyasal bir özne olarak belirmesine zemin hazırlar. (Foucault,

2007: 278)

1. Avrupa Dengesi ve Askeri-Diplomatik Aygıt

Foucault, yönetim sanatının yukarıda serimlenen kavram ve stratejilerinin,

havada kalmadığını, gerçeklikle önemli bağlantılara sahip olduğunu bu bağlamda

tespit eder. (Foucault, 2007: 100-101) Feodalizmin sonunda, kişinin kendisini

yönetme biçimlerine dair gelişen genel arayışa, yeni ekonomik ve toplumsal ilişkiler

yanında yeni siyasal yapılar eşlik eder. Bir başka deyişle, 16.yüzyıldaki Protestan

Reformuna varan isyanları kontrol altına alamayan feodal yapılar ile birlikte, kilise

ve imparatorluk izlekleri de zayıflar. İmparatorluğun ve kilisenin saf dışı edilmesiyle,

Avrupa, devletlerin, bekalarını sağlamak üzere birbirleri ile mücadele içerisinde

olacakları sonsuz zamana açılır. Egemenin bir toprak üzerindeki haklarının

76
meşruluğu sorunundan ve hanedanlıklar arası çatışmalardan oldukça farklı olarak,

Avrupa ve küresel alanda, devletler arasında cereyan eden rekabete girişilir.

Egemenin hesabı, devletin güç ve zenginliğini arttırmayı hedefleyen merkantilizm ve

kameralizm ile bağlantılandırılır.

Foucault, devlet aklının, egemenlik uygulamalarında yönetimi

rasyonalleştirme biçiminin, Avrupa’nın kendi hukukları ve hedefleri kendi içlerinde

olan bir devletler çokluğu olarak tasarlanmış bulunması ile şekillendiğini ileri sürer.

Bu devletler çokluğu, birliği yeniden tesis edecek bir imparatorluğa giden yolda

geçici bir durak olarak değerlendirilmek yerine, sonsuza dek açık kalacak olan bir

zamana göndermede bulunur. Foucault’ya göre, Roma İmparatorluğu’nun sonu, bu

bağlamda, 1647-1648 yıllarına yerleştirilmelidir. (Foucault, 2007: 291)

Foucault, Ortaçağ boyunca siyasi düşüncenin ana çizgilerinden birinin,

İsa’nın bu dünyaya geri dönüşünden hemen önce yeryüzündeki bütün krallıkların son

bir imparatorluk içinde bir gün birleşmiş olacakları düşüncesi olduğunu, 17.yüzyıl

başından itibaren bu düşüncenin bir düşe dönüştüğüne işaret eder. “Roma

İmparatorluğu’nun yeniden inşası projesi ebediyen yok oldu. Bundan böyle siyaset,

sınırlı bir tarihin içinde mücadele eden ve rekabet halindeki, ortadan kaldırılamaz

çoklukta devletle meşgul olmak zorundadır.” (Foucault, 2005g: 113) Bu siyaset ve

tarih arasında yeni ilişkilerin tesis edildiğine işarettir.

Foucault, Westphalia Antlaşmasını, bir yandan, imparatorluğun, tüm

devletlerin peşine düştüğü bir çağrı olmaktan çıkarılmasını; diğer yandan da

Reformun kabul edilmesini imlemesi bakımından kritik bulur. (Singer ve Weir,

2008: 53) Bu tarihsel momentte, imparatorluk ve kilise’nin, evrenselliğin bu iki

büyük biçiminin çağrılarının anlamını yitirdiğinin altını çizer. “Westphalia

77
Antlaşması’nın tescil ettiği, temelde, yüzyıllardır Avrupa’ya empoze edilen Roma

İmparatorluğu ve onun mirasının eski evrensellik formlarının ortadan

kaybolmasıdır.” 10 (Foucault, 2007: 307, dipnot 13) Westphalia’nin iması, bir

yandan, kilisenin Reformasyondan bu yana geçirdiği dönüşümün yarattığı ayrımları

kabul edilmiş kılması, diğer yandan devletlerin, artık ticarî rekabet ve hakimiyet,

parasal dolaşım, kolonyal keşifler ve denizlerin kontrolü üzerinden yarışacaklarına

işaret etmesidir. Westphalia antlaşması, devletler çokluğunun bu rekabetinin

tanınmasıdır.

Foucault’ya göre, tarih boyunca, pek çok çekişme, karşı karşıya geliş ve

rekabet söz konusu olmuştur ancak, devletlerarası bir rekabet mekânının açılmasının

ayırt ediciliği, çatışmaların artık bir rekabet stratejisi ve düşüncesi çerçevesinde

kodlanmaya başlamasında yatar. Foucault, 16. ve 17. yüzyıldan itibaren,

devletlerarası ilişkilerin artık hanedanlar arası çekişme biçiminde değil, rekabet

biçiminde değerlendirilmeye başlandığına işaret eder. Öncesinde, prensler,

hanedanlar arası çekişmelerin merkezinde -ister hazine ister finansal kaynakları

anlamında - prensin zenginliği yer alırken artık, prensin zenginliğinin sadece bir

faktörünü oluşturduğu, devletin zenginliğinden bahsedilmeye başlanır. Prensin sahip

olduğu mülklerle ölçülen zenginlik, devletin doğal kaynakları, ticarî kapasiteleri,

ticarî dengesi vs. üzerinden ölçülmeye başlanır. Prensler arası çekişmelerde prensin

gücü, içerisinde yer aldığı ittifaklar ile karakterize edilirken, artık ittifaklar geçici
10
Westphalia Antlaşması, 24 Ekim 1648 yılında, Otuz Yıl Savaşlarının ardından Münster’de
imzalanır ve Avrupa’nın büyük güçleri arasında 5 yıl süren yoğun ve zorlu müzakerelerin sonucudur.
Tarihçiler, antlaşmanın imzalanmasına üç temel aşama saptar:
1) Ocak 1643-Kasım 1645: prosedürel sorunlar tartışmaların merkezindeydi
2) Kasım 1645-Haziran 1647: Almanlar ve Hollandalılar arasındaki farklılıkların çoğunun
çözümüne ulaşılması
3) 1648 de iki ayrı anlaşmanın imzalanması: ilki İmparatorluk ile Fransa arasında Münster’de
imzalandı. ( Instrumentum Pacis Monstieriense) ve diğeri İmparatorluk ile İsveç arasında
Osnabrück’te imzalandı (Instrumentum Pacis Osnabrucense.) (Senelart, 2007: 307 dipnot 13)

78
çıkarlar kombinasyonlarının bir ürünü olarak belirir.

Foucault, devletlerin rekabetçi bir ilişki içerisinde yan yana varolmaları için,

devletlerin hareketliliğini, hırslarını, büyümesini ve gelişmesini sınırlayan ancak aynı

zamanda her devlete, rakiplerini kışkırtmadan ve kendini yok oluşa sürüklemeden

gücünü en çoklaştıracağı yeterli açık alanı da sağlayan bir kuvvetler dengesi

hesaplaması tespit eder. (Foucault, 2007: 296-297) Bu güvenlik sistemi, hem

emperyal rüyanın hem de ruhani evrenselciliğin sonunu imleyen Otuz Yıl

savaşlarının hemen arkasından yerleştirilir. Bu sistemin adı Avrupa Dengesi’dir.

Siyaset bahsi geçen güçlerin dinamiğinin hesaplanmasına odaklanır. Foucault,

siyaset ile güçlerin dinamiği arasındaki bu ilişkiyi Leibniz’in oldukça netlikle

kavradığını aktarır. Leibniz, Avrupa dengesi ne demektir? sorusuna istinaden;

“devletlerin siyasi-askeri fiziği”...”kesinlikle statiğe değil, dinamiğe dair bir

sorunsal” cevabını vermektedir. (Foucault, 2007: 295, 308)

Foucault’ya göre, 17. yüzyılın ilk yarısında, ‘Avrupa’ fikri tümüyle yenidir.

Hristiyanlık gibi evrensel bir iddiası olmayan bir birimdir. Diğer yandan, o zaman

Rusya’yı kapsamayan ancak ilginç bir biçimde Westphalia Antlaşmasına taraf

olmayan İngiltere’yi kapsayan coğrafi imalara da sahiptir. (Foucault, 2007: 297)

Avrupa, coğrafi imalara sahip olsa da, dünyanın geri kalanından da kopuk değildir:

dünyanın geri kalanı ile Avrupa’nın ilişkisi ekonomik hakimiyet, sömürgeleştirme,

en nazik ifade ile, ‘ticarî açıdan faydalanma’ olarak belirecektir. (Foucault, 2007:

298)

Avrupa, devletlerin hiyerarşik bir diziye yerleştiği ve zirvesinde

imparatorluğun parladığı bir yapıdan ziyade, her egemenin kendisinin imparatoru

olduğu bir yapının mekânı olarak belirir. Westphalia anlaşmasına taraf olan devletler,

79
(İngiltere istisnası dışında) yeni bir Avrupa sistemi kurar. Foucault’ya göre, bu

sistemin tüm dış hatlarından ve çizgilerinden bir denge ihtiyacı sorumludur: sorunlar,

artık, bir miras, zafer, evlilik, transfer, yasalar ve gelenek adına çözülmez.

Egemenlerin hakları yerine, bir devletler fiziği söz konusu olur. En güçlü devletin

diğer devletler için yasa koymasını, devletler arasında eşitliğin hakim olması için

herhangi birinin diğeri üzerinde hakimiyet kurmasını engellemeyi amaçlayan sınırlı

sayıdaki güçlü devletlerarası bir denge hedeflenir. Bu dengenin işlemesi için, küçük

devletlerin birleştirilmiş güçlerinin, bir ya da daha çok güçlü devletin gücüne eşit

olması, koalisyon olasılığının açık bırakılması gerekir. Westphalia sisteminin amacı

bu çerçevede netleşir: “her bir devletin kendi güçlerini verimli bir biçimde,

diğerlerinin ya da kendisini yok oluşuna mahal vermeden arttırmasına imkan tanıyan

güvenliği sağlamaktır.” (Foucault, 2007: 300)

Kendi aralarında bir Avrupa toplumu kurdukları, diğerleri ile yasa ile

kodlanmış ilişkilere sahip bireyler gibi oldukları düşünülen devletler, zamanla,

uluslararası hukukun (jus gentium) gelişmesine yol açar. Foucault, Avrupa

Dengesi’nin, barış kavrayışını da dönüştürdüğünün altını çizer. Barışın, artık

imparatorluk ya da kilise etrafında birleşmiş bir yapıdan değil; birlikten değil,

devletler çokluğunun sürdürülmesinden umulduğuna dikkat çeker. (Foucault, 2007:

299-300)

Foucault’ya göre, Avrupa Dengesi’nin kurulması ve sürdürülmesi sürecinde

üç enstrümandan faydalanılır: Savaş, diplomasi ve askeri aygıt. İlk olarak, savaşın

hedeflerinde, işlev, biçim ve meşrulaştırılışında değişiklikler meydana gelir.

Foucault, hakların dünyası ile savaşların dünyası arasında bir süreksizliğin

öngörülmediği Ortaçağ’da, adaletsizliğe, bir hakkın çiğnenmesine karşı savaş

80
açıldığına, 16.yüzyıldan itibaren ise, savaş başlatmak için artık yasal bir sebebe

ihtiyaç duyulmadığına, saf diplomatik bir nedenin de öne sürülebileceğine dikkat

çeker. Bu sebep ise, ‘denge tehlikede, yeniden tesis edilmeli, bir tarafta çok fazla güç

birikti; bu daha fazla tolere edilemez’ argümanından türetilecektir. (Foucault, 2007:

300) Dengenin korunması için savaş açılması mümkündür, üstelik zorunludur. Savaş,

yasa ile sürekliliğini kaybetmektedir. Foucault’ya göre, bu, savaşın yeni bir süreklilik

kurmasından ileri gelir: savaş ve siyaset arasındaki süreklilik. “İşlevlerinden birisi

Avrupa çerçevesindeki ülkeler arasındaki dengeyi korumak ve sürdürmek olan

siyaset, şu ya da bu devlete savaş açılmasını salık verecek(tir).” (Foucault, 2007:

301)

Diplomasi de, savaş kadar eskidir kuşkusuz ve onun kadar derinden yenilenir

bu dönemde. 11 Kalıcı diplomatik elçiliklerin açıldığını görürüz. Aslında kalıcı elçiler

kurumunun tesisi, 15.yüzyıl sonu 16.yüzyıl başına denk gelir ancak Foucault, tam bu

sırada, 17.yüzyıl başında, sürekli pazarlığın diplomatik organizasyonunun üzerine

etraflıca ve bilinçli olarak düşünüldüğüne işaret eder. Bu çerçevede, “Venedik’te,

tartışmalı durumları denge prensibine göre karara bağlayıp çözecekleri saikiyle tüm

prenslere kayıtsız ve nötr olduğu iddiasında, kalıcı bir elçiler grubu oluşturulur.”

(Foucault, 2007: 303)

Foucault’ya göre, savaş ve diplomasinin yanında, Avrupa Dengesi’nin

destekleyici enstrümanlarından üçüncüsünü, kalıcı askeri aygıtın tesisi ve askerin

profesyonelleşmesi oluşturur. Savaş zamanında kullanılmak üzere, kalıcı bir silahlı

yapı, askeri malzeme ve ulaşım için gereken altyapı, saldırı ve savunma şemaları,

11
Foucault, diplomasi bahislerinde, Clausewitz’in adını anar ancak, Toplumu Savunmak
Gerekir’dekinden farklı olarak, savaş ve siyaset arasındaki ilişkiye dair görüşünü tersine çevirmeden
kullanır. (Thierney, 2008: 96) Bu kullanım, Foucault’nun savaş dilini geride bıraktığını bir kere daha
görmemizi mümkün kılar.

81
manevra tipleri üzerine taktiksel bir düşünümden oluşan bilgi formu, bütün bu askeri

aygıtı oluşturan elemanlar, sadece savaş zamanında başvurulmayacak olan bir aygıtın

yerleştiriliş konfigürasyonu hakkında bize fikir verir. “Barış pratiğinin tam ortasında

kalıcı, maliyetli ve bilimsel bir askeri aygıt yükselir ve Avrupa dengesi açısından

tamamlayıcı rolünü oynar.” (Foucault, 2007: 305)

Özetle, Foucault, bize, Avrupa Dengesi’nin kuruluşu için zaruri bir

siyasal(diplomatik)-askeri kompleks tasvir eder. Bu kompleks, devletler çokluğunu

sabitleme amacıyla, Avrupa’nın tümünün birleşmesinin emperyal biçimlerinin

üretimi olmadan da sürdürülebilen bir dengeyi koruma işlevini görür. Westphalia

Anlaşması’ndan Yedi Yıl Savaşları’na, askeri diplomatik siyasa, devletin kendisini

sınırlaması prensibine ve farklı devletler arasında zorunlu ve yeterli rekabetin

sürdürülmesi prensibine göre düzenlenmiştir. (Foucault, 2008: 6.) Bu düzenleme,

devlet aklının, Newton fiziğinden feyzaldığına işaret eder. Buradaki sorunsal, sadece

devletlerin genel bir düzen içerisinde korunması değil, kuvvetler dinamiğinin

korunması, sürdürülmesi ve geliştirilmesidir. Devlet aklının güvenlik sistemi bu

kuvvetler dinamiğinin hesabı üzerinden Avrupa düzlemine yerleştirilir. (Thierney,

2008: 96) Bu düzenlemenin diğer teknolojisini ise polis oluşturur.

2. Polis

Salt devlet rasyonalitesinin ilk polis projesinin ne


olduğuna bakmak bile, en başından itibaren, devletin hem
bireyselleştirici hem de bütünleştirici bir nitelik taşıdığını
sergilemeye yeter. (Foucault, 2005f: 56)

82
Foucault, devletin kendi kendisinin ereği olduğu devlet aklı denkleminde,

devlet güçlerinin korunması, sürekli olarak güçlendirilmesi ve geliştirilmesi hedefine

sahip hükümetlerin bireyler için kaygı duymadığını, duyduklarında ise, devletin

gücünün arttırılmasıyla ilgili olduğuna dikkat çeker. “Ne yaptıkları, yaşamları,

ölümleri, faaliyetleri, bireysel davranışları, çalışmaları vb. birey ile devlet arasındaki

ilişkilerin bu tip analizinde birey, sadece devletin güçlülüğü için bir şey yapabildiği

ölçüde devleti ilgilendirir.” (Foucault, 2005g: 113)

Foucault, bireylerin devletin gücüne yapabilecekleri katkılar doğrultusunda

değerlendirildiği bu yeni siyasi rasyonelliğin, o dönemde polis denilen çok özel bir

teknoloji yardımıyla işlediğine dikkat çeker. 12 (Foucault, 2005g: 114) Foucault’ya

göre, Avrupa toplumlarında, polis sayesinde, ilk kez bireylerin refahı ve yaşamı,

yönetimsel müdahale ile ilgili hale gelir. (Foucault, 2007: 339) Polis, 17.yüzyıl ve

18. yüzyılda, toplum ile bireyler arasında kurulan yeni bir ilişki biçiminin aracı

olarak şekillenir. Foucault, feodal iktidarın, doğuştan hukuki ilişkiler içinde yer alan

öznelerin bu hukuki ilişkileri ile ilgilenirken, polis ile birlikte yönetimin bireylerle,

hukuksal statülerine göre; ama aynı zamanda da insan olarak, çalışan ve ticaret yapan

canlı varlıklar olarak ilgilenmeye başladığının altını çizer. (Foucault, 2005g: 117)

12
İngiltere’den tümüyle farklı olarak, hem Almanya, hem de Fransa’da, polis terimi, 15.yüzyıldan
17.yüzyıl sonuna dek, kanunlarda düzenin kurulması ve sürdürülmesi amacı ile karşımıza çıkar.
Knemeyer’e göre, 500 yıllık bir tarihi olan ve Yunanca ’dan türetilip, Latince’ye
‘politia’ olarak adapte edilen polis terimi, Pollicey, Pollicei, Policey, Policei, Pollizey, Pollizei ve
Polluzey olarak da yazılarak, Otuz Yıl Savaşlarının ardından, Almanca konuşulan bölgelerde yönetim
sorunsalı üzerine düşünümün önemli bir parçası olarak belirir. Bu yabancı terim, ilk olarak ‘hak’ ya da
‘barış’ kavramları üzerinden kavranamayan ortak iyilik alanları üzerinde yönetimsel hakimiyeti
nitelemek üzere kullanılır ve 18.yüzyıl ‘polis devletleri’nde zirvesine ulaşır. Bu çerçevede, Paris için
‘lieutenant de police’ makamı, 14.Louis tarafından 1667’de yaratılır ve Paris borsasını, gıda arzını,
sokaklarının temizliğini, çöplerin toplanmasını, yangın önlemlerini, fahişelerle ilgili düzenlemeleri ve
devriyelerin aktivitelerini yönetme yetkisine sahiptir. 1727’de Friedrich Wilhem I’in emriyle
Oeconomie, Policey and Kamer Sachen adlı bir kürsü, Halle Üniversitesi çatısı altında kurulur. Çar
Peter, 1718’de St. Petersburg’da emperyal bir polis idaresi kurar; II. Friedrich, 1742’de bir polis
direktörlüğü, Maria Theresa ise, 1751’de bir polis komiserliği oluşturur. (Knemeyer, 1980)

83
Tam da bu çerçevede, “bin yıldan fazla bir süre için, tanımlı bir dinsel kuruma bağlı

kalmış olan pastoral türden bir iktidar, aniden tüm toplumsal bünyeye yayılır ve

birçok kurumda destek bulur.” (Foucault, 2005h: 67)

Foucault, 17. ve 18. yüzyılların yazarlarının polisten anladıklarının, bizim bu

terime yüklediğimiz anlamdan çok farklı olduğunu belirtir. “Bu yazarların polisten

anladıkları, devlet bünyesi içinde işleyen bir kurum ya da mekanizma değildir.”

(Foucault, 2005f: 48) “O dönemde ‘polis’ten söz edildiğinde, bir yönetimin insanları

dünya için önemli ölçüde faydalı bireyler olarak yönetmesini sağlayan spesifik

tekniklerden söz ediliyordu.” (Foucault, 2005g:114) Foucault, bu yönetim

teknolojisinin kavram ve stratejilerini üç biçim altında serimler; ilk olarak polisin bir

düş ve ya bir ütopya olarak belirdiği metinlerden (o zamanın çoğu Avrupa ülkesinde

dolaşan muazzam genişlikteki literatürün örneklerinden); ikinci olarak gerçek

kurumlar için bir kurallar bütününe dönüştüğü evreden (idari uygulamalardan) ve son

olarak, akademik bir bilim dalına dönüştüğü aşamadan (Alman ders kitaplarından)

bahseder. (Foucault, 2005f: 52-53; Foucault, 2005g: 115)

Foucault, polis teknolojisinin ütopik aşamasını, Louis Turquet de Mayerne’in,

“Aristo-Demokratik Monarşi” adlı metni üzerinden inceler. Bu metinde, “polisin

görevi, yurttaşlığa saygı ve kamusal ahlakı kollamak olarak görülür.” (Foucault,

2005g: 115) Foucault’nun bu metinde ilgisini çeken temel nokta, polis’in “herşeyi”

kapsıyor olmasıdır. Polisin görevleri oldukça heterojen bir ilişkiler sahasını idare

etmeyi öngörür. Ürünler ve hizmetlerin düzenlenmesi, ticaret ve mesleklerin

performansları, gösterişli kıyafetlerin giyilmesi, vatandaşların kiliselerde ya da

festivallerdeki davranışları, hizmetkârların efendilerine karşı davranışları, bunların

hepsi, polisin alanına girer. Benzer biçimde, polisin din, ahlak, sağlık, arz, yollar,

84
kasana inşaatları, kamu güvenliği, liberal sanatlar, ticaret ve fabrikalar, işçiler ve

yoksullarla ilgilenmesi beklenir. Polis, topraksal alanı, doğal kaynaklar, zenginlik,

ticarî aktiviteler vs. ile eldeki nüfusun uyumunu sağlamak üzere çaba harcar.

(Foucault, 2007: 323) Hayatın zorunlulukları zemininde, gıdanın tedariki ve tarım

siyasetinin düzenlenmesi, sağlıkla ilgili konular, hastalıklarla baş etme yöntemleri,

havanın atmosferin kalitesi, şehrin havalandırılması, başıboşluğun önlenmesi,

insanların aktivitelerinin ve ürettikleri ürünlerin dolaşımı, kanal, nehir ve yolların

düzenlenmesi, sınır düzenlemeleri gibi sorunlar da polis’in alanında kalır. (Foucault,

2007: 325)

Bir başka deyişle, polis, sivil hayatın sürdürülmesi için gerekli herşeyin

sürdürülmesine göndermede bulunur ve insan hayatının toplumsal olarak organize

edildiği her yerde mevcut olduğu düşünülür. “Toplumsal ahlak kendiliğinden

belirmez, ayrıntılı bir düzenleme ile inşa edilmelidir...düzenleme olmazsa toplumsal

düzen ya olduğu yerde sayar ya da çöker.” (Tribe, 1995: 24) Knemeyer, bu noktayı

destekler biçimde, polisin, düzensizliğin defedilmesine odaklandığını belirtir.

(Knemeyer, 1980: 172-196.) Polisin esas kaygısı, toplulukta düzenin kurulması ve

sürdürülmesinin sağlanması olarak karşımıza çıkar.

“Polisin ilgilendiği, canlı, etkin, üretken insandır” ve bu insanın ilişkili

olduğu her şeydir. (Foucault, 2007: 49; 2005g: 116) Polisin nesneleri, 18.yüzyıl

başına, Fizyokratların eleştirisine dek, insanların bir aradaki yaşamı ve iletişimi

olarak karşımıza çıkar. Polisin nesnelerine bakıldığında, bunların hep kente dair,

yoğun bir arada yaşamakla ilgili nesneler olduğunu, hepsinin de piyasanın sorunları

ile ilgili konular olduğunu görürüz. (Foucault, 2007: 335)

85
“İnsanlar üzerinde siyasi iktidar kullanan rasyonel bir müdahale
biçimi olarak polisin rolü, insanlara biraz daha fazla güzel bir yaşam sunmak
ve böylece devleti de biraz daha fazla güçlendirmektir. Bunu yapmanın yolu
ise “iletişim”i yani bireylerin ortak faaliyetlerini (çalışma üretim, mübadele
yerleşim) denetlemekten geçer.” (Foucault, 2005f: 50)

Foucault’ya göre, idari uygulamalar da bu noktayı destekler niteliktedir.

Devletin küçük memurlarının kullanımına sunulan bir elkitabı yazan N. De

Lamare’ın, polisi, Turquet’nin ütopyasında olduğu gibi, ordu, adalet ve dolaysız

vergiler gibi istisnalar hariç herşeye göz kulak olmakla görevli gördüğünü belirten

Foucault, de Lamare’ın Turquet’den bir adım öteye giderek, insan mutluluğunu

siyasi bir nesne olarak değerlendirdiğini ileri sürer. Üstelik, bu mutluluk, devletin

ayakta kalması ve gelişmesi için bir gereklilik olarak görülmektedir. (Foucault,

2005g: 117-118) Kameral Bilimler, (Cameralwissenschaft) 13 bir önceki yüzyılın

Protestan devlet adamlarına danışmanlık yapan yargıçlarının kaleminden çıkan

metinlerin, egemen ile tebasının mutluluğu arasında öngördüğü ilişkiden farklı bir

ilişki resmetmeye başlar. (Tribe, 1995: 8) “Eski adalet ve barış sloganına bir yenisi

eklenir: refah.” (Pasquino, 1991: 113) “Mutluluk ya toplumsal olacaktı(r) ya da

mevcut olamayacaktı(r).” (Pasquino, 1991: 114) Polis, öyleyse, özetle, toplumla

ilgilenir. Ancak buradaki toplumsal yaşam, devletin güçlerinin kuruluş ve

gelişiminde etkin biçimde yararlı olmayı gerektiren bir yaşamadır. (Foucault, 2007:

326-7) Polis, devletin gücü ile bireylerin mutluluğunu bitiştirmelidir. Polis, nüfusun

13
Kavramlara netlik getirmek üzere, Tribe’ın tanımlarına değinmek uygun olacaktır. Tribe, polisi
(polizei) bir devlet içerisinde hakim olan düzenin genel koşulu, hukuka dayanmayan düzen formu
olarak tanımlar. Kameral bilimleri (Cameralwissenscahft) iyi polisi teşvik eden devlet idaresi (the
promotion of gute Polizei) olarak tanımlar. Ekonomi (oeconomy) ise, mutluluğun idaresi (the
administration of happiness) anlamına gelir. (Tribe, 1995:11-12)

86
mutluluğu, devletin kuvveti, topluluğun iyi düzeninin sürdürülmesi üzerine bir dizi

genel tanım ortaya atar: davranışlar, kıyafetler, toplumsal sınıflar arasındaki ilişkileri

kamu hijyeni, pazarlar, yoksullar, dilenciler, yollar, meydanlar, ahlak kurallarına dair

düzenlemeler geliştirir. (Tribe, 1995; Dean, 1994: 184) Bireylerin özgürlükleri, ortak

iyiliğe bağlanır: kişilerin güvenliği başlığı altında, intihar, kürtaj ve çocukların

öldürülmesi gibi yasakların belirmesi, bireysel ahlak ya da etik zemininde değil,

nüfusun sayısını azaltacağı için söz konusu olur. (Tribe, 1995:23)

Polisin özgün görevlerinin bilgi ve mutluluk olduğu düşünüldüğünde, nüfus

olarak algılanan toplumsal beden üzerinde işleyen ve onu yavaş yavaş kurup

geliştiren, 17.yüzyılda beliren ve 18.yüzyılda gelişen bir dizi bilgi ve pratiğin

başlangıç noktasını kurduğunu görebiliriz. Bu bilginin başında demografi ve istatistik

(siyasal aritmetik) gelir. Zaten polis, istatistiği zorunlu kılmanın yanında onu

mümkün de kılar. Polis, nüfusun, doğal kaynakların, üretimin, ticaretin parasal

akışların çetelesini tutarak istatistiki verinin girdilerini hazırlar. Devlet, istatistik

yoluyla sadece kendi bilgisini değil, diğer devletlerin de benzer kriterler üzerinden

durumlarını gözler. “İstatistik, bu iki teknolojik bütünlüğün (Askeri-diplomatik aygıt

ve polis) menteşesidir.” (Foucault, 2007: 315)

Son olarak, Foucault, polis’in bir bilim dalı haline gelişinden bahseder.

Foucault, Kıta Avrupası’nın devlet aklının, Machiavelli’nin sınırlarını aşarak,

devletin kuvvetlerinin hesaplanması hakkında bir bilgiye dönüşmesine olanak

sağlayanın, Otuz Yıl Savaşlarının ardından, Almanya’da, “Polizeiwissenschaft” ya

da “polis bilim” olduğunu ileri sürer. Bir başka deyişle, polisin, kameralizm

(Cameralwissenschaft) ve polis bilimin (Polizeiwissenschaft) yükselişinin bir parçası

olduğunu ileri sürer. Kameralizm, dönemin mutlakıyetçi egemenlerinin

87
merkezileştirici eğilimlerini meşrulaştırmakla ilgili fikir ve argümanlara referansla,

yönetimsel eylemlerin işlevlerini kurmayı amaçlar. Bu amaç, bir dizi pratik ve bu

pratikler üzerine ortaya atılan kuramı bir araya getirir ki liberal yönetim sanatı, daha

sonra, bu bir araya getirilen pratikler ve kuramlardan ayrılacaktır. Kameralizm aynı

zamanda, izlenecek rutinin içeriğine ve kanunlar yoluyla kurulan düzenin doğasına

odaklanan bir polis bilimi de bünyesine katar. (Neoclous, 1998: 45) Bu çerçevede,

16.yüzyıl ortası ile 18.yüzyıl sonu arasında, öyleyse, polis kavramı ve bu polisin

bilimi, Kıta Avrupa’sındaki siyasal tartışmaların merkezinde yer alır.

Foucault, bu bağlamı serimlemek üzere, II. Joseph ve Katerina’nın

reformlarını tamamlayacak olan Prusyalı, Avusturyalı ve Rus devlet adamlarının ve

Napoléon’un çevresindekilerin Göttingen Üniversite’sinde aldıkları polis bilim

eğitiminde temel başvuru kitabı olan el kitabının sayfalarını karıştırır. (Foucault,

2005g: 119) Von Justi’nin, “Polisin Genel Bilgileri” başlıklı bu metni, bir kaç açıdan

Foucault için öne çıkar.

İlk olarak, Von Justi, siyaset (die Politik) ile polis (die Polizei) arasında bir

ayrım yapar. Buna göre, ilki, devletin, yasaları aracılığıyla, iç düşmanlarına ve dış

düşmanlarına karşı orduyu kullanarak savaşmasını gerektiren olumsuz görevidir;

ikincisi ise, spesifik ve sürekli müdahaleler üzerinden, yurttaşların yaşamını ve

devletin gücünü sağlamlaştırıp geliştirdiği olumlu görevidir. (Foucault, 2005f: 53-54;

Foucault, 2005g: 119; Tribe, 1995) İkinci olarak, Von Justi, başka hiç bir polis bilim

kitabında yer almayan bir kavramdan bahseder: nüfus. Foucault, Von Justi’nin bu

değerlendirmesinden itibaren, 18. yüzyıl başında, polisin nesnesinin nüfus haline

geldiğini, devletin insanlara nüfus olarak göz kulak olması gerektiği belirginleşir.

Polis bilim yönetim sanatına yeni ve partiküler bir hedef atar: bireyin bedeninden

88
farklı olarak, canlı bireyler çokluğu olarak anlaşılan nüfus, tür beden. (Foucault,

1988b: 82-83) Foucault, istatistiği, yönetim sanatıyla birleştiren Von Justi’nin,

“Polizeiwissenschaft(ın), aynı zamanda hem bir yönetim sanatı hem de belirli bir

toprak parçasında yaşayan bir nüfusun analizi için yöntem” sunduğunu belirtir.

(Foucault, 2005f: 54)

Bunun önemli imaları vardır. İlk olarak, “devlet kimi kez bireyden

yaşamasını, çalışmasını, üretmesini ve tüketmesini ister kimi kez de

ölmesini.”(Foucault, 2005g: 113)

(Devlet), canlı varlıklar üzerindeki iktidarını onların canlı varlıklar


olduklarını kabul ederek uygular ve siyaseti, sonuç olarak ister istemez bir
biyo-siyasettir. Nüfus, devletin kendi çıkarı için göz kulak olduğu şeyden öte
olmadığından, gerek duyduğunda nüfusu katledebilir. Böylece, biyo-siyasetin
tersi thanato-siyasettir. (Foucault, 2005g: 121)

İkinci olarak, Foucault’ya göre, Von Justi’nin metnine bakılırsa, ekonomik

idare ve polisin, kameralizm için ayrı araştırma alanları olmadığı belirginleşir.

(Neoclous, 1998: 46) Neoclous, polis üzerine yazanların, devlet ve sivil toplumu

birbirlerinin yerine kullandıklarına işaret eder. “Polis üzerine metinler, ‘yüce toplum

devlettir’ ve ‘yönetenin refahı ile yönetilenlerin mutluluğu birbirinden asla

ayrılamaz’ gibi cümlelerle dolup taşar.” (Neoclous, 1998: 45) Aynı şeyi, devlet ve

ekonomi arasındaki ilişki için de söylemek mümkündür. Polis için, ekonomi otonom

bir düzlem olarak değerlendirilmiyordu ve bu sebeple yönetimsel müdahaleye

potansiyel olarak muhattaptır, ya da daha ziyade, ekonomi her zaman siyasaldır.

(Neoclous, 1998: 45) Ekonomik idare ve polis ayrı araştırma alanları değildir.

Burada ekonominin yönetimsel teması, oikos/oekonominin antik bağlamını

89
çağrıştırır. Bu ekonomi kavrayışı, oikos (hanehalkı) etrafında şekillenir. “Oeconomy”

hanehalkının, kadınların, çocukların, hizmetkârların, ev hayvanlarının vs yönetimi

anlamına gelir ve “siyasal oeconomy” de, devletin bir hanehalkı gibi yönetilmesi

demektir. (Tribe, 1995: 8-12) Eğer kameralizm, devletten, toplumun tüm bünyesi

olarak bahsedebiliyorsa, bu devletin oekonomik niteliklerinden kaynaklanır. Devlet

ve sivil toplumun özdeş görülmesi bir yandan, polisin kaygıları ile ekonominin

kaygılarının özdeş görülmesi diğer yandan, kameralizm ve polis bilimin hedefinin,

devlet iktidarının sürdürülmesi ve piyasanın polisliği olduğu netleşir. (Neoclous,

1998: 46)

Polis, bu bağlamda, Foucault’ya göre, bir ekonomi doktrini olarak okunan,

genellikle merkantilizm olarak etiketlenen yönetimsel teori ve pratikten ayrılmaz.

“Merkantilizm ve siyasal aritmetiğin bilgileri ile ittifak içinde olan polis bilim ve

kameralizm, ilk modern ekonomik egemenlik, ekonomi olarak anlaşılan yönetim

sistemidir.” (Gordon, 1991: 11) Devlet aklının tamamlayıcısı olarak merkantilizm,

her ülkenin en geniş nüfusa sahip olmasını ve tüm nüfusun çalışır kılınmasını ve bu

nüfusa ödenen ücretlerin mümkün olan en düşük seviyede tutulması ve daha fazla

miktarda ürünün dışarı satılması ile altın birikiminin sağlanmasını hesap eder.

(Foucault, 2007: 237) Merkantilizm, üretimi ve ticarî devreleri, devletin sermaye

birikimi, nüfus çokluğu üzerinden zenginleşmesi ve dış güçlerle rekabet içinde

varlığını kalıcı kılması sonuçlarını doğurmak üzere düzenlemesidir. (Foucault, 2008:

5) Merkantilizmin ekonomik tavrını paylaşan polis, devletin gücünün, esas olarak,

nüfus ve nüfusun “her bir ve tüm” üyelerinin sahip olduğu güçler ve üreticilikte

yattığını vurgular. (Gordon, 1991: 10)

Devletlerarası rekabet, bu düzlemde, sınırlı dış kuvvet ve polis üzerinden

90
sınırsız iç müdahaleleri birleştiren bir menteşe görevini görür. Diğer devletlerle

eşitsiz ve rekabetçi bir ilişki içinde olma hali, yönetime öznelerinin hayatını

düzenleme fırsatı verir. Yönetim, öznelerinin ekonomik faaliyetlerini, üretimi, hangi

fiyattan ürünlerini satacaklarını ve satacaklarını vs ancak bu sayede ileri sürebilir.

Yönetmek neden gerekecek ki sorusuna verilen yanıt burada nettir: diğer devletlerle

eşitsiz ve rekabetçi ilişkide dengeyi korumak üzere yönetmelidir. (Gordon, 1991:7)

Özetle, devlet ve sivil toplumun özdeş görülmesi bir yandan, polisin kaygıları

ile ekonominin kaygılarının özdeş görülmesi diğer yandan, kameralizm ve polis

bilimin, devlet iktidarı ve egemenliğin düzeni üzerine söylemler olduğu açıklığa

kavuşur: üstelik devlet iktidarının sürdürülmesi ve piyasanın uygun polisliği son

kertede aynı hedefe karşılık gelir. Bu anlamda, polisin temel ilgisi, ticaret gelişmesi

ve zenginliğin üretilmesine dairdir. Bu amaçla, devlet, gelişen bir ticareti

garantilemeli ve güçlerini, ticaretin temellerini denetleyerek, özelde özel kişilerin

kaynaklarının, genelde de devletin refahının korunması ve arttırılmasına adamalıdır.

Para arzının, nüfusun, dış ticaretin büyümesini kolaylaştırmak üzere tasarlanan

siyasalar, bu bağlamda devletin kendisinin gelişiminin bir parçasıdır. Refah durumu,

16.yüzyıl ortası ile 18.yüzyıl sonu arasında devletin refahı ile özdeştir. (Necleous,

1998:46)

III. EGEMENLİK ve AİLE MODELLERİ ARASINA SIKIŞAN YÖNETİM

SANATI

Foucault, yönetim sanatının kristalleşmiş ilk ifadesini devlet aklında

bulduğunu, 17.yüzyıl boyunca devlet aklına yatırılmış yönetim sanatının, ne var ki,

91
Otuz yıl Savaşları (1618-1648), köylü ayaklanmaları, finansal kriz ve kıtlık gibi

tarihsel sebeplerle olduğu kadar, 17.yüzyıla hakim kurumsal yapılar dolayısıyla,

18.yüzyıldan önce istikrar sağlayamadığını; idari monarşilerin formları içerisinde

hapis kaldığını ileri sürer. Kurumsal yapılar ile kastedilen yönetim sanatlarının, iki

kutup arasında - egemenlik sorunu ve kurumunun geniş, soyut ve katı çerçevesi ile

aile modeline yaslanan bir ekonomi anlayışı - hareket yeteneğini kaybetmiş bir

durumda bulunduğuna dikkat çeker. (Foucault, 2007:102)

Foucault’ya göre, yönetim sanatı, merkantilizmin kısır döngüsü içinde

yeterince hareketli değildir, zira, merkantilizm, ekonomi bir aile için ne ise, devlet

için de onu ister; ‘her bir ve tüm’ aile fertlerine yönelmiş aile babasının titiz ilgisini,

topluluktaki herkesin refahı için akılcı bir yönetime yansıtır, devletin iç ve dış

güvenliğini sağlamayı ve gücünü arttırmayı hedefler. Egemenin, devleti, bir ailenin

yönetilebileceği kadar kesin, titiz bir biçimde yönetebilmesi için neler yapması

gerektiğini araştırır. Bu sayede, ekonomi kavrayışı ailenin oluşturduğu küçük

bütünün ötesine geçemez ve toplumun refahı, ev halkları arasında mümkün olan

dolaşım bağlamında düşünülür. Akılcı devlet idaresi, soylu ev halklarının

zenginliğini, ulus içindeki diğer ev halklarına doğru azaltmayı hedefler yani bir

tanzim öngörür. Topluluğun üyeleri, devletin gücüne yaptıkları olumlu ya da

olumsuz katkılar üzerinden değerlendirilmektedir. Malthus’un “Essay On

Population” adlı çalışması bu anlayışın bir örneği olarak okunabilir. Burada,

heterojen varlıkların, hiyerarşik düzenlere yerleştirilmesi söz konusudur. (Curtis,

2002: 508)

Foucault’ya göre, bu bağlamda, yönetim sanatı, merkantilizm çerçevesinde,

temel amaç olarak egemenin gücünü benimsemiş, egemenin servet biriktirmesinin,

92
hazinesini kurmasının, iktidarını uygulamak üzere kullanacağı orduyu oluşturmasının

yollarını aramıştır. Üstelik, merkantilizmin benimsediği araçlar, yasalar,

kararnameler ve düzenlemeler, egemenliğin geleneksel silahlarından derlenmiştir. Bu

sayede, merkantilizm, yönetim sanatının kendine özgü bir alana sahip olmasını,

doğası gereği bunu engelleyici olan bir egemenlik yapısına sokmaya çalışmıştır. Bir

başka deyişle, yönetim sanatı, kurallarını egemenlik kuramlarının yenilenmiş bir

versiyonundan türeterek, egemenlik kuramı ile uyumlaştırmaya çalışmıştır.

Böylelikle, yönetim sanatı dar alanda salınır. “Bir yanda ev ve aile babası, diğer

yanda devlet ve egemen; yönetim sanatı, bu ikisi arasında kendi boyutunu bulamaz.”

(Foucault, 2007:103)

Foucault’ya göre, 17.yüzyıl boyunca, kamu hukuku, yönetim sanatının kendi

boyutunu bulamayışına bir çare sunamaz, zira 17.yüzyıl boyunca, devlet aklının ya

da herhangi bir yönetimsel pratiğin sorguya açamayacağı temel kurucu kurallardan

bahis açmakla yetinir. Bu kurucu prensipler, Foucault’ya göre, devleti

kurduklarından, egemenin gücü ne kadar mutlak olursa olsun, bu kurucu prensiplerle

uğraşmaması gerektiğini vurgulamaktan öteye gidemez.

Doğal hukuk kuramının temsilcilerinden Grotius, insanın, toplumsal ve

siyasal bir hayvan olarak kavranışından farklı olarak, insanların kendilerini koruma

yöneliminin doğallığını evrensel bir hak olarak değerlendirir. Res publica, Grotius’a

göre kendilerini koruma eğilimlerini, karşılıklı yardım ile geliştirmek ve yaşamın

gereklerini elde etmekte birbirlerini desteklemek üzere bir araya gelen insanlar

çokluğundan oluşur. İnsanlar, bu kavrayışa göre, kendi iradeleri ile sivil bir sözleşme

yaparak birlikli ve kalıcı bir bünyede bir araya gelirler. (van Gelderen, 2003: 203)

Sözleşme kuramcılarından Thomas Hobbes’a göre ise, doğa durumunda, bir

93
iktidarın yokluğunda, arzuların ve doğal hukukun sınırsızlığında, güçlerin

vasatlığında, savaş ve ölüm tehlikesi karşısında eşitlik olan bir eşitlik söz konusudur

ve bu eşitliği tutkular ve akıl destekler. (Leviathan, XIII, 76-78; Spitz, 2003) Bu

duruma son vermek üzere, yapay olarak, egemenliği, yani itaati bir gerçeklik ve hak

yapacak olan bir iktidarı, Leviathan’ı yaratmak gerekir. (Leviathan, XVI: 79-82)

Bunun yolu, eşitlerin bir araya gelerek uzlaşması, her birinin haklarının bir

bölümünden vazgeçerek, sözleşmeye taraf olmayan bir üçüncü bir kişiye aktarması

ve bireylerin bu sözleşme ile egemen güç altında bir devlet kurmak üzere halkın

üyelerine dönüşmesidir. Bu bağlamda, bireylerin sivil eşitliği, doğal eşitliğin yerini,

sivil barış, savaşın yerini alır. Böylece, egemenin kişiliğinde, bireylerden oluşan

kitle, tek bir kişi gibi konuşan siyasal bir topluluk yaratır; egemene yetki vererek ona

tabii olan bireyler, uyruğa dönüşür. (Leviathan, XVIII: 107-114; Malherbe,

2003:368-378; Ağaoğulları ve Köker, 2000: 188-197)

Ne var ki, insanlar bir egemenin uyruğu da olsalar, özel yaşamlarının doğal

haklarını devredilmez olarak koruyan bireyler olarak kalmayı sürdürürler. Bu

çerçevede de, egemen, sivil bir yasaya karşı sorumlu olmasa da, akıl ve doğal yasa

karşısındaki eylemlerinden sorumludur. Hobbes, Leviathan’da sadece devletin özünü

tanımlamakla ve egemen-uyruk arasındaki siyasal ilişkinin doğasını belirlemekle

yetinmez; aynı zamanda, bu tür bir siyasal topluluğun gündelik yaşamı nasıl

sürdürdüğünü de açıklamaya çalışır. Siyasal topluluk içindeki bireylerin (yurttaş

insan) özgürlüklerinin kapsamını iyi anlamak gerekir. (Jaume, 2007: 199-216)

Buradaki özgürlük zorunluluk ile bağdaşan bir özgürlüktür ancak, bir yurttaşın, doğal

insan olmayı sürdürmesi sebebiyle, egemenin buyruğu üzerine kendisini öldürmeyi

ya da yaralamayı, yaşamına gerekli olan şeylerden kendisini yoksun bırakmayı,

94
affedilmesi garanti edilmesiyle işlediği bir suçu itiraf etmeyi, devlet buyruğu ile bir

başkasını öldürmeyi, gönüllü yazılmadıysa savaşa gitmeyi reddetme hakkı vardır.

Yurttaşın gerçek özgürlüğü olan bu yapmama özgürlükleri, tek bir haktan doğar;

yaşam hakkı çünkü insan, devleti yaşamını sürdürebilmek için yaratmıştır.

(Malherbe, 2003: 373-378)

Foucault’nun, bu görüşler üzerine değerlendirmesi, doğal hukuk kuramının,

egemenin hiç bir koşulda ihlal edemeyeceği doğal haklardan söz ettiğine, sözleşme

kuramının ise, “kurucu sözleşmenin, egemen ile tebaanın karşılıklı taahhütlerinin,

yönetim sanatının genel ilkelerinin türetilmesi için bir tür kuramsal matris olarak

işlev görmesini sağla(dığına)” dikkat çeker. (Foucault, 2007: 102) Foucault’ya göre,

bu çaba, kamu hukukunun genel ilkelerinin formüle edilmesinin ötesine gidemez.

Foucault, kamu hukuku, her ne kadar polis devlete muhalefet ettiyse de, bu

muhalefetin, devlet aklı ve polisin kesişiminde beliren yönetim sanatının, egemenlik

ve oikos/oekonominin modellerinin ikili kıskacından kurtulmasını sağlamaya

yetmediğini ileri sürer.

Foucault, 18.yüzyılın ilk yarısı boyunca ve 19.yüzyılda, iktidar kullanımının

sınırlandırılması sorununu çözmek üzere, Fransız Devrimi’nin takip ettiği

Rousseau’nun devrimci yolu ile 17.yüzyıl doğal hukukçuları ve sözleşme

kuramcılarının dışsal eleştirisi arasında bir süreklilik saptar. Buna göre, her ikisi de,

meşruiyet sorunsalına yaslanır ve kamu otoritelerinin nasıl düzenlenmesi gerektiğine

dair soruya ‘benim orijinal haklarım nelerdir ve bu hakları egemene karşı nasıl öne

sürerim?’ sorusunu sorarak cevap verir. Her bireyin sahip olduğu doğal ve orijinal

hakları üzerinde, hangi koşullar altında, hangi nedenlerle ve hangi ideal ya da tarihsel

sürece göre bir sınırın kabul edilebileceği tanımlanmaya çalışılır. Böylece, hiç bir

95
koşulda sona eremeyecek, dokunulamayacak olan haklar ile sonlandığı kabul edilen

haklar arasında bir ayrıma gidilmesinin yanında, egemenliğin alanı ve egemenlik

hakkının sınırları da tanımlanmış olur. (Foucault, 2008: 39-42)

Foucault, bu tip muhalefetin her türünün, devlet aklına, orijinal yasaya ya da

uzak tarihin eski bir anısına yaslanarak sınır çekmekten öteye gidemediğini ileri

sürer. Foucault’ya göre, devlet aklına göre biçimlenen yönetim sanatını sınırlamayı

amaçlayan kamu hukuku, yönetim sanatına dışsal kalır. Üstelik, Foucault’ya göre, bu

dışsal sınırlar çok kalındır: devlet, yasal sınırları ihlal ederse, hukuk, en fazla, bu

faaliyetin meşru olmadığını ilan edecek; ona tabi olan özneleri, boyun eğme

yükümlülüğünden serbest bırakabilecektir. (Foucault, 2008: 9-10) Bu çerçevede,

Foucault’ya göre, kamu hukuku, devlet aklı ve polisin kesişiminde beliren yönetim

sanatının egemenlik ve aile modellerinin ikili kıskacından kurtulmasını sağlamaya

yetmez. Kendisi de bu ikili kıskacın zeminine hapsolur.

Yönetim sanatının ikili kıskaçtan kurtulmasını sağlayan, Foucault’ya göre,

Fizyokratların yararcı yaklaşımı ve merkantilizmin tüm temalarının silinip gitmesini

sağlayan 18.yüzyılda beliren bir dizi genel sürecin - demografik genişleme, para

bolluğu ve tarım üretimindeki artış - ivmesi ile ekonomi ve toplumun yeni bir

biçimde kavranması olacaktır. “Bir yönetim sanatından siyaset bilimine, egemenlik

yapılarının hakim olduğu bir rejimden yönetim teknikleriyle yönetilen bir rejime

geçiş, 18.yüzyılda nüfus teması ve sonuçta ekonomi politiğin doğuşu çerçevesinde

olmuştur.” (Foucault, 2008: 13) Hukukun dışsal sınırı yerine ekonomi-politiğin içkin

sınırını yerleşecek, modern yönetimsel aklın, kendi kendisini sınırlamasına imkan

sağlayacaktır. Eleştirel yönetimsel akıl, kamu hukukunun argüman ve araçlarını bir

96
kenara bırakacak: ‘polis devletin sınırsız yönetimi nasıl sınırlanabilir’ sorusu yerine

artık ‘nasıl aşırı yönetmeyiz’ sorusunun peşine düşülecektir. (Foucault, 2008:10-13)

97
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

LİBERAL YÖNETİM SANATI

Liberalizmin, devlet aklının en az yönetim prensibi


etrafında şekillenmiş biçimi olduğunu ileri sürebiliriz.
(Foucault, 2008: 28)

Toplum, ekonomi, nüfus, güvenlik ve özgürlük,


günümüzde de biçimlerini hâla çıkarabildiğimiz yeni
yönetimselliğin elemanları olarak belirir. (Foucault, 2007: 354)

Foucault’ya göre, 18.yüzyılın ikinci yarısında, Batı Avrupa toplumlarında,

yeni bir “şeyleri düzenleme programı” belirir. Nasıl ki, Hristiyan pastoralliği Reform

ile; Ortaçağ’ın doğal düzeni modern bilimler ile kırıldıysa, devlet aklı, merkantilizm

ve polis-bilim (polizeiwissenschaft) tarafından yaratılan devlet düzeni de,

18.yüzyılda liberalizm tarafından kırılır. Buradaki kırılma, Foucault’ya göre,

liberalizmin gündeme taşıdığı ‘sade yönetim’ nosyonundan kaynaklanır. Bu

prensibin nasıl bu kadar merkezi bir öneme sahip olabildiğini kavramak için,

öncelikle, liberalizmin, Foucault’nun devlet aklı ile ilişkilendirdiği yönetimsel pratik

ve rasyonalite ile ilişkilerine yakından bakmalıyız.

Foucault, klasik liberalizmi, devlet aklı, merkantilizm ve polis arasında

kurulmuş bulunan ve bir önceki bölümde ayrıntısı ile incelediğimiz yönetim

98
uygulamasının nasıl rasyonelleştirileceği sorunu bağlamına yerleştirir. Devlet aklı -

merkantilizm - polis bağlamında beliren yönetim pratiğinin kendinden

menkullüğünden ve sürekli müdahale alanını genişletmesinden hoşnutsuz olan liberal

eleştiri, en iyi yönetim biçiminin neden bu kadar ayrıntılı biçimde yönetmek

olduğuna dair verdiği döngüsel cevaplara itiraz eder. Yönetimin sürekli olarak alan

genişletmesi prensibine karşı olan liberal eleştiri, yönetimin, yönetilenlerin

kendilerine özgü süreç ve düzenlemelerini dikkate alması gerektiğini ileri sürer.

Böylelikle de, Foucault’ya göre, yönetimin kendi kendisini sınırlamasına ön ayak

olur. (Foucault, 2008:10) Liberal eleştirinin, devlet aklının rasyonel ve pratiğini

içeriden sorunsallaştırdığını ileri sürer. (Foucault, 2008: 27, 20-22)

Foucault, siyasal-epistemolojik bir devrim olarak değerlendirdiği bu

gelişmede iki aşama ayırt eder. Her iki aşamada da, yönetimin yetki alanı, orijinal

hakların dayattığı sınırlardan ziyade, neyi yapmasının yararlı olup olmayacağı

üzerinden belirlenerek, polis devlet eleştirilir. (Foucault, 2007: 40) Bu eleştirinin

zeminini ise, nüfusun sahip olduğu kendine özgü süreçlerin keşfi kurar. Bu

aşamalardan ilki, Fizyokratların, bir güvenlik dispozitifinin ilk örneğini sunan kıtlık

kavramsallaştırmaları ile, nüfusun, devletin gücüne katkı sağlayan sayılardan ibaret

kavranışı yerine, doğal süreçlere sahip bir gerçeklik olarak kavranmasına zemin

hazırlaması (Foucault, 2007: 37); ikincisi ise, yönetim sanatlarından siyaset bilimine

geçilen bu zeminde, ekonomi-politiğin belirmesi ve liberal yönetim sanatının

yönetim ve bilgi arasında kurduğu yeni ilişkiyi şekillendirmesidir. Bir başka deyişle,

Foucault, devlet aklı ve polisin yönetim ve bilgi birliğinin, Fizyokratların ekonomiyi

nüfusun doğal süreçlerinden biri olarak öne sürmesi ile koptuğunu, bu kopuşu

takiben, devlet aklı ve ekonomi-politiğin birleşiminde liberal yönetim sanatının

99
belirdiğini ileri sürer. (Foucault, 2008:13-17) Devlet aklının eski mekanizmalarının,

18.yüzyıldan bu yana çok az değişen diplomatik-askeri aygıta eklenerek dönüştüğüne

dikkat çeker. (Foucault, 2007: 354)

Böylelikle, liberal yönetim sanatı çerçevesinde, “nüfus, egemenin gücünden

ziyade, yönetimin amacı ve aracı olarak belirir.” (Foucault, 2007: 105) Foucault,

nüfusun, yönetim için öncelikli yönetim hedefi olarak belirmesi ile devlet aklının,

polis ile yönetim ve bilgi birliğinin koptuğundan bu bağlamda bahis açar. Bu kopuş,

Foucault’ya göre, siyasetin yapaylığı yerine, nüfusun kendine özgü süreçlerinin

doğallığının geçmeye başlamasına olanak sunar. Buradaki doğallık, ekonominin ve

toplumun doğallığıdır. (Foucault, 2007: 349)

Liberal yönetim sanatı için, yönetilecek gerçeklik, çeşitli otonom süreçlere

sahiptir. Bu otonom süreçlerin örneklerini, ekonomi ve sivil toplum oluşturur.

Siyasal otoritenin dışındadırlar ve kendilerine içkin kuvvet ve ilişkilere sahiptirler.

Siyasal otoritenin bu alanların otonom süreçlerine saygılı olmaları iyi bir yönetimin

gereğidir. Liberalizm, tam da bu çerçevede, siyasal olmayan çeşitli alanların varlığı

ile bu alanların yönetimin amaçları için gerekliliğini tanıması dolayısıyla bir başka

deyişle, sadece devletin rolünü sınırlandırdığı için değil, siyasal alanın dışında kalan

alanların yönetimin amaçları için gerekli olduğunu ileri sürdüğü için Foucault

açısından bir yönetim sanatına karşılık gelir.

Bu bağlamda, ‘iyi yönetim’, otomatik olarak ayrıntılı ve kapsamlı yönetime

karşılık gelmek yerine, müdahalelerini hedefleri ile orantılamaya gayret eden ve

yönettiklerinin doğasını dikkate alan bir yönetime karşılık gelecektir. Bir yönetim

sanatı olarak liberalizmin temel elemanlarından biri, bu alanları kuran süreçlerin

bilgisinden türetilebilecek, rekabet içindeki gereklilikler arasında bir denge

100
kurabilecek siyasal normlar dizisine ulaşabilmektir. (Dean 1999: 50) Klasik

liberalizm, bu çerçevede, müdahalelerini minimum ve maksimum arasındaki skalada

ekonomikleştirerek, nüfusun doğal süreçlerine uygun olarak minimum müdahaleyi

optimum düzey olarak saptayan bir yönetim sanatı olarak belirir. (Gudmand-Høyer

& Hjorth, 2009:111)

Foucault, 18. yüzyıl sonunda beliren liberal yönetim sanatının laissez faire

formülünü bu çerçevede değerlendirmek gerektiğini ileri sürer. “18.yüzyılın ikinci

yarısında şekillenen liberal yönetim rasyonalitesi ve teknolojisinin, minimal yönetim

idealine hayat veren laissez faire formülüne indirgenemeyeceği açıktır.” (Dean 1999:

123) Burada, yönetimin müdahaleleri, düzenlemeleri tümden reddedilmemekte;

düzenlemenin gerekli ve doğal kipleri arasındaki etkileşimin garantilenmesine

yönelik düzenlemelerin yapılması amaçlanmaktadır. Bu bağlamda, nüfusa dâhil

süreçlerin – ekonomi ve toplum – doğallığının keşfine dayalı liberal yönetim sanatı,

kendisini nüfusları düzenlemek; özgürlüklere saygı gösterecek bir yasal sistem

organize etmek ve son olarak polisi bu anlamıyla düzenlemekle anlamlandırır.

Yönetimin üzerlerine yaslanacağı bu siyasal olmayan süreçlerin güvenliğini liberal

güvenlik sorunsalı olarak tanıtır ve bu çerçevede hukukun rolünü yeniden düzenler.

(Dean, 1999: 113)

Foucault, modern siyasi rasyonalitenin bireyselleştirici ve bütünleştirici

etkilerin devlet aklını dönüştüren yeni bir versiyonu olan liberal yönetim sanatının

özgün nitelikleri arasında; piyasanın bir hakikat alanı olarak belirişini, yönetimsel

yararın hesaplanması ve kamu otoritelerini sınırlamasını, homo economicus ve sivil

toplumun, liberal yönetimselliğin iki birbirinden ayrılmaz elemanı/tekniği olarak

karşımıza çıkmasını (Foucault, 2008: 296) ve son olarak da dünya piyasası ile

101
ilişkisinde sınırsız ekonomik gelişme bölgesi konumuna yerleşen Avrupa tahayülünü

sayar. (Foucault, 2008: 51, 61)

Liberalizm, bu çerçevede, Foucault’ya göre, bir ideoloji değil, her şeyden

önce ve öncelikle bir iktidar teknolojisi olarak belirir. Liberalizmin, Foucault’nun

gözünden bakıldığında, devlet aklı ve ekonomi politiğin birleşiminde, yönetimin

nihai amacı olarak değerlendirdiği nüfus üzerinde, daha az güç kullanımıyla daha

çok etki hedefleyen düşünüşü ve bu düşünüşe zemin hazırlamak üzere icat ettiği

devlet-sivil toplum ayrımıyla, yönetim sanatını, egemenlik ve aile modelleri arasına

sıkıştıran devlet aklı-polisbilim birlikteliğinin bir eleştirisi olduğu ileri sürülebilir.

Foucault’nun bu orijinal değerlendirmesinde dikkat çeken önemli bir nokta,

Foucault’nun, bir önceki kısımda serimlediğimiz yönetim sanatının elemanlarını,

proto-liberal bir gelişmenin değil de, liberal yönetim sanatının devlet aklı’nın

ekonomi-politik ile birleşerek, bunlardan koptuğu geleneksel mantığın elemanları

olarak değerlendirmesidir. Foucault, her ne kadar 16. ve 17.yüzyıldan 18.yüzyıla

uzanan süreci, modern iktidarın performatif yanlarının gelişimi için kritik önemde

olduğunu belirtse de ve 16. ve 17.yüzyılı, 18.yüzyıl ile bağlantılandırmak üzere

tarihsel nominalizminin bizi alıştırdığı çabayı göstermez. 1 (Wickham, 2008: 30)

Foucault’nun ortaya koyduğu anlatı, tarihsel bir tasvirden ziyade kuramsal bir

pozisyonun dışavurumuna dönüşür. (Saunders, 1997: 103) Foucault, akıl ile iktidar

arasındaki ilişkiyi, (mutlakî ve liberal) yönetim rasyonaliteleri ve formlarına dair

gözlemlerinin ışığında yeniden düzenlemeye girişir. (Hunter, 1998: 250)

1
Gary Wickham, Foucault’nun, bu iki dönemi birleştirseydi, yapmak istemediği bir seçim yapmak
zorunda kalacağı ileri sürer. “Foucault, iktidarın iki formunu – egemenlik ve biyo-iktidar ayrıştırıp,
bunları eleştiren “iktidarın eleştirel filozofu” mu olacaktı, yoksa, iktidarın tüm pozitif karmaşıklığının
tarihçisi mi olacaktı? Foucault, bu ikisi arasında seçim yapmadı, çünkü belli ki her ikisi de olmak
istiyordu. Ne var ki, bu (seçimsizlik) ancak, ilkinin, ikincisine hakim olması sonucunu doğurdu.”
(Wickham, 2008: 41)

102
Foucault, liberal yönetim sanatının kaynaklarını, 18.yüzyılda Fizyokratlara ve

ekonomi-politikçilere götürür. Fizyokratlar’ın ve ardından ekonomi-politikçilerin çok

önemli katkıları olduğu kuşkusuz olmasına rağmen, onların görüşlerinin içerisinden

filizlendiği önkabulleri daha çok dikkate aldığımızda, Foucault’nun, Hobbes’u,

Leviathan’ın yapaylığını vurgulayarak ve devlet aklı - polis-bilim birlikteliğinin

ürettiği yönetim sanatı cephesine atarak, liberal yönetim sanatının, proto-liberal

Hobbesçu kökenleri konusunda suskun kaldığını fark ederiz.

Bu bağlamda, Foucault, önemli bir noktayı açıkta bırakır. Liberal yönetim

sanatının Leviathan’dan bir kopma mı, yoksa Leviathan’ın başka araçlarla

tamamlanması mı olduğu belirgin değildir. Foucault’nun değerlendirmesine

bakıldığında, liberal yönetim sanatının, Leviathan’daki güvenlikten kaynaklanan ve

bunu egemenliğe bağlayan zincirin kopması mı yoksa, güvenlik ile özgürlük

arasındaki genişlemeden bağımsız olarak, Hobbes’tan baştan aşağı bir kopuşun mu

söz konusu olduğu sorusunun yanıtı açıkta kalır. Hobbes, devlet aklı literatürünün bir

parçası değilse, liberal yönetim sanatının söylemde ve eylemde dile gelme

biçimlerinin ilk ne zaman başladığına dair bir problem belirir. Son kertede,

Foucault’nun bahsettiği, liberal yönetim sanatının, Hobbes’un güvenlik devleti ile

Locke’un parlamenter yönetiminin intervallerini kurduğu salınım aralığında

kurulduğunu ileri sürmek mümkündür.

103
I. NÜFUSUN DOĞAL SÜREÇLERİNİN KEŞFİ

A. Ekonomi Kavrayışının Dönüşümü

Foucault’nun anlattıkları ışığında, polis bilim/kameralizm, belirli bir ekonomi

kavramsallaştırması ile bir arada varlığını sürdürüyordu. Bu ekonomi kavrayışı,

oikos (hane halkı) etrafında şekilleniyordu. “Oikos” hane halkının, kadınların,

çocukların, hizmetkârların, evcil hayvanların vs yönetimi anlamına, “siyasal

oekonomi” de, devletin bir hane halkı gibi yönetilmesine karşılık geliyordu. (Dean,

1994: 185) Ne var ki, bu kavrayış, Foucault’ya göre, 18.yüzyılın ilk yarısından

itibaren dönüşür. Fizyokratların kıtlık sorunsalına dair sunduğu yeni yaklaşım, polis

devletin eleştirilmesinin kamu hukukunun dışsal eleştirisinden farklı bir zeminini

hazırlar. Babanın aile mülkünü idare etmesini karşılayan ekonomi, nüfusun keşfinden

itibaren artık kabul edilemeyecek bir modele dönüşür.

1. Fizyokratların Yararcı Yaklaşımı

Foucault, bir topluluğun varlığını sürdürmesi için gereken ürünlerin

miktarında aktüel bir yetersizlik olduğu durum olarak kıtlığın, 17. yüzyıl ve

18.yüzyılın ikinci yarısına dek, kısa vadede bir isyan olasılığını önemli ölçüde

arttıran bir olay olarak görüldüğünü, nüfus açsa, hükümeti kriz ve isyanın

beklemekte olduğunun düşünüldüğüne işaret eder. (Foucault, 2007:30) Egemenliğe

karşı isyan başlatma olasılığı olan kıtlığın, hiç bir zaman vuku bulmamasının

sağlanması bu çerçevede zaruri görülür ve kıtlık kendini üretmeden önüne geçilmeye

104
çalışılır. Bunun için ise, kıtlık karşıtı yasal ve disiplinci bir sisteme başvurulur. Bir

başka deyişle, kıtlığın engellenmesi norm olarak belirlenip, bu norma göre normal

davranışlar ve anormal davranışlar arasında bir ayrım yapılır; anormal davranışların

ortadan kaldırılması için ise, ürünlerin en düşük fiyattan satılması, köylünün en

düşük kâra sahip olması, kenttekilerin en düşük maliyetle doyurulup en düşük ücretle

çalıştırılması, stok yasağı ve ihracat karşıtlığı gibi kontrol ve gözetim mekanizmaları

harekete geçirilir. Ne var ki, Foucault, bu kıtlık karşıtı sistemin, fiyat dibe vurduğu,

köylünün kârı maliyetin altına indiğinde, daha az kârın daha az ekimi getirmesini,

daha az ekimin ise, iklimdeki en ufak değişime duyarlı hâle gelmesini ve kıtlığın baş

göstermesini engellemeyi başaramadığını da vurgular. (Foucault, 2007:32-33)

Foucault, Fizyokratların, bu yasal-disiplinci sistem yerine, kıtlık gibi

olayların arzulanır olmamakla beraber vuku bulduklarını, bu gibi olayları, doğaları

düzleminde kavramak ve onlardan faydalanmak gerektiğini öneren ve bu bağlamda,

güvenlik mekanizmalarının bir örneğini sunan ilk kişiler olduğunu belirtir. (Foucault,

2007: 37) Foucault, Fizyokratların bu argümanının hamlelerini serimlemek üzere,

Louis Paul Abeille’in “Letter d’un négociant sur la nature du commerce des grains”

(1763) adlı çalışmasını inceler. Foucault, Abeille’ın, yasal-disiplinci sistemin ilk elde

engellenmesi gerektiğini düşündüğü şeyin, yani kıtlık ve yüksek fiyatların, temelde

kötücül olmadığını, kıtlığın kötü kaderin cilvesinden ziyade, ne iyi ne kötü bir olay

olarak düşünülmesi gerektiğini ileri sürdüğüne dikkat çeker. Abeille’a göre, kontrol

altında tutulması gereken olay, obsesif bir kıtlık korkusundan ziyade, ürünün

gerçekliğidir. Ürünün tohum olduğu andan tüm kârı yarattığı ana dek geçen süredeki

salınımlarını doğal kabul etmek ve bu salınımların, gerçekliğin diğer elemanları

105
üzerinde oynanarak kontrol edilebilir, sınırlanabilir ve sonuçta elenebilir olduğunu

dikkate almak gerekir.

Fizyokratların yasal-disiplinci sistem yerine önerdikleri, Abeille’in

görüşlerinde örneklendirilen güvenlik mekanizmasının araçları, bu bağlamda, “yasal-

disiplinci sistem için imkânsız ve arzulanmayan bir sonucun belirmesi için, bolluk ve

yüksek fiyatların bir arada bulunması için, en düşük fiyat yerine, fiyatın serbest

bırakılması 2 , fiyatların artması ile ekimin genişlemesi; stok yasağı yerine, stoklama

olasılığına yeşil ışık yakılması, serbest ticarete izin verilmesidir.”3 Bu uygulamalarla,

yasal-disiplinci sistemin ekonomik analizi üç yönde genişletilmiş olur: üretim, dünya

pazarı ve nüfusun (üretici ve tüketiciler) ekonomik davranışları hesaba katılır.

(Foucault, 2007: 40-41)

Hukuk ya da disiplinden farklı olarak, birey ve kolektivite arasındaki ilişki,

baştan sona farklı bir biçimde kodlanmaya başlanır. Bundan önce, nüfus, egemenin

gücünü belirleyen faktörlerden biri olarak ele alınıyordu; ne kadar çok nüfus o kadar

çok ordu, o kadar yoğun kentler, o kadar dolu pazarlar. Yani nüfus uysallığı ve

zenginliği ölçüsünde egemen açısından önemli sayılıyordu. Bu geleneksel nüfus

değerlendirmelerinin, 17.yüzyılda kameralizm ve merkantilizm ile değişmeye

2
Ürünün fiyatının istediği kadar yükselmesi serbest bırakıdığı durumda, bu fiyatın sonsuza dek
yükselemeyeceği, ne çok yüksek ne çok düşük fiyat arasında bir yere yerleşeceği ve bu aralığın adil
fiyatı oluşturacağı ileri sürülür (just price) Eğer ürünün fiyatı yüksekse, çiftçiler, kâr etmek için
ekebildikleri kadar çok ürün ekmek isteyeceklerdir. Fiyat yüksekken ürün bol olursa, ürünü stoklama
yönelimi düşer. Ürünler pazara çıkar. Pazarda ürün fiyatı yüksekse dışardan da bu pazarda ürün
satmak isteyenler olur: fiyat bir dengeye ulaşır. (Foucault, 2007: 343)
3
Hatırlanacağı üzere, polis sisteminde, bir ülke diğerine en yüksek miktarda ürün göndermeye
çalışıyordu ki hazinesi altın ile dolsun ve devletin kuvvetleri arttırılmış olsun. Fizyokratlar için ise,
amaç diğer ülkeleri, her ülkenin içindeki düzenleme mekanizmalarına bir faktör olarak sokmakla ilgili
hale gelir. Bir ülke diğer ülkelerdeki yüksek fiyatlara ürün yollamalı ve aynı anda kendi yüksek
fiyatlarına da dış ülkelerden ürün gelmesine izin vermeli ki rekabet oluşsun. Nasıl bir rekabet bu?
Avrupa dengesini ayakta tutan devlet aklının öngördüğü rekabet değil bahsettiğimiz. Artık rekabet
özel bireyler arasında öngörülüyor. Bu bireylerin çıkarları doğrultusunda rekabet etmesi ve maksimum
avantajı sağlamaları, devletin adil fiyattan tahıla sahip olmasını, en arzulanır ekonomik duruma
kavuşması umuluyor. (Foucault, 2007: 346)

106
başladığını gördük. Nüfus bu çerçevede, egemenin gücüne pozitif katkı yapan bir

faktörden öte, devlet ve egemenliğin temel kaynağı olarak düşünülmeye başlanmıştı.

Bu çerçevede, “nüfus, tarım için işgücü ve bol hasat demekti, manifaktür için iş gücü

demekti, bol işgücü rekabet, rekabet ise düşük ücretler demekti. Düşük ücret ise,

ihracat olasılığını arttırıp devlet gücünü yükseltecekti.” (Foucault, 2007: 68)

“Nüfusun zenginlik kaynağı, üretici bir güç olarak değerlendirilişi ve disiplinci

gözetim, merkantilizmin siyasal pratik, proje ve düşüncesinin bir bütün oluşturan

parçaları olarak belirdi.” (Foucault 2007:69) Ne var ki, kameralistler ve

merkantilistler, nüfustan bahsettiklerinde onu bir zenginlik kaynağı ve üretici bir güç

olarak tahayül ediyorlardı etmesine ancak sonuçta konuştukları egemenin tebaasına

karşılık gelen bir çokluktan başka bir şey değildi. Merkantilistler, Foucault’ya göre,

nüfus sorununu egemen ve tebaası ekseninde görmeye devam ediyorlardı. (Foucault,

2007: 70)

Foucault, 18.yüzyıldan itibaren işlerin değişmeye başladığını ileri sürer.

Fizyokratlar, bu nüfus kavrayışından ayrılır. Nüfusu, bir doğal süreçler toplamı

olarak değerlendirip, bu doğal süreçler temelinde ve düzeyinde işletilmesi gereken

yarı-doğal bir gerçeklik olarak kavramaya başlarlar. Bir başka deyişle, Foucault’ya

göre, Fizyokratlar, Leviathan’ın yapay, icat edilmiş aklını, insan toplumlarının

ilişkilerinin yarı-doğal bir nitelikle kurulduğunun keşfi ile yerinden eder.

Buradaki doğallık, devlet aklı ve polisin, siyasetin yapaylığının


doğallığı da değildi. Buradaki doğallık, doğa süreçlerinin doğallığı değil,
insanlar arası ilişkilere özgü doğallık, insanlar bir araya geldiklerinde,
alışveriş yaptıklarında, çalıştıklarında ve ürettiklerinde spontan bir biçimde
gelişen ilişkilerin doğallığıdır. (Foucault, 2007: 349)

107
Foucault’nun bu noktada, Hobbes’a dair yaptığı değerlendirme de önemli bir

boşluk dikkat çeker. Foucault, sadece Leviathan’ın değil, aynı zamanda insan

toplumlarının ilişkilerinin de yapay olduğunu ima etmektedir. Ancak, Hobbes’un

Leviathan’ına yakından bakıldığında, toplumsal ilişkilerin yapay aklın bir parçası

olmadığı, Hobbes’un Leviathan’ın hayatın her alanını düzenlediğini ileri sürmediği

görülecektir. Yapay olan Leviathan, insanları doğa ya da gerçek doğalarına davet

eden bu düzenin güvenlik çerçevesini sunar. Yasaların suskun olduğu yasaların

düzenlemediği her türlü alanda – ekonomik ilişkiler ve özel mülkiyet ile özel yaşam

biçimi- birey istediği gibi davranır. Hobbes’ta direnme hakkı olmamakla birlikte,

yasa ile düzenlenmemiş alanlarda insanlar özgürdürler: inançlarına müdahale edilen,

gelirine ve ticaret yapma hakkına, temel varoluşuna ve özel hayatına müdahale

edilen bireylerin karşı koyma, düzeni reddetme ya da oradan gitme hakları vardır.

Foucault, bu hususu ihmal ederek, Hobbes’u, Fizyokratların geride bıraktığı yönetim

sanatının bir parçası olarak değerlendirir; onun düşüncesinin ilerleyen kısımlarda da

irdeleyeceğimiz proto-liberal yönleri konusunda suskun kalır.

Foucault, Hobbes ile ilgili bu değerlendirmesinin ardından, Fizyokratların

vurguladığı yarı-doğal insan ilişkilerinin, yeni bir nüfus kavrayışını ortaya

çıkardığına işaret eder. Buna göre, nüfus, bir toprak parçası üzerinde yaşayan

bireylerin toplamı olmadığı gibi, bu bireylerin üreme iradesinin de sonucu değildir

artık: Nüfus, iklim, maddi çevre, zenginlik dolaşımında ticaret ve aktivitelerin

yoğunluğu, vergi, evlilik gibi konularla ilgili yasalar, gelenekler, doğum oranı,

çocukların yetiştirilme biçimleri, ahlaki ve dini değerler vs. gibi çeşitli değişkenlere

bağımlıdır. (Foucault, 2007: 71) Nüfus, statüleri, yerellikleri, ürünleri, sorumlulukları

üzerinden ayrıştırılan haklar özneleri toplamından farklı olarak, yani ‘insanlık’

108
(mankind) tan farklı olarak, diğer canlılar arasında bir “tür” (human species) olarak

anlaşılmaya başlanması yanında, kamu (public) olarak da görülmeye başlanır.

Kuşkusuz birbirinden oldukça farklı ve çeşitli arzulara sahip bireylerden oluşan

kamu burada, görüşleri, şeyleri yapma biçimleri, davranış kalıpları, gelenekleri,

korkuları, önyargıları, gereklilikleri açısından belirginleşir. (Foucault, 2007: 75)

Bu haliyle ele alındığında nüfus, egemenin, yasa formundaki iradi

eyleminden kaçar. Foucault’ya göre, yararcılığın matrisi, bu minvalde, egemenin

yargıçlarının, doğal hukukçuların, Hobbes ve Rousseau’nun, hak öznelerinin bireysel

arzularına verilecek ‘hayır’ cevabını meşrulaştırma girişimleri yerine 4 , nüfusu

oluşturan çeşitli bireylerin çok çeşitli arzularına nasıl ‘evet’ denilebileceğinin

planlanmasının sonucu olarak karşımıza çıkar. (Foucault, 2007: 73; Hindess, 1997:

258) Yönetim, nüfusun keşfiyle birlikte, insanı yönlendirme sanatı olmaktan ziyade,

insanı özgür bırakan, güvenliğini ve geçimini sağlayan doğal ve ekonomik yasaları

gözlemlemeye dönüşür. Nüfus artık, bir yandan canlı varlıkların genel düzenine

bağlı, (insan türü) ve diğer yandan hesaplanmış müdahalelere konu olan bir öğeler

topluluğu olarak çözümlenmeye başlanır. (Foucault, 2001:104)

Ancak, Foucault, Fizyokratların, nüfusun yasalarla dönüştürülemeyeceğini

söylemesinin, ona hiç erişilemeyeceğini ileri sürmek demek olmadığının da altını

çizer. Nüfusun doğallığı, ona uygulanacak tekniklerin aydınlanmış, üzerine

düşünülmüş, iyice hesaplanmış olması ile dönüştürülebilir; yönlendirilebilir.

(Foucault, 2007: 71) “Eğer nüfus herhangi bir konuda teşvik edilmek isteniyorsa,...o

4
Hobbes ve Rousseau’nun hak öznelerini, egemenlik açısından meşrulaştırma biçimlerini aynı
görmek yanlış olacaktır çünkü Hobbes’ta, Leviathan esasen aklî olarak imal edilmiş bir güvenlik
aygıtıdır. Oysa Rousseau’da genel iradenin bir parçası olan halk ya da toplum, herhangi bir aygıta
ihtiyaç duymadan, bir devletten bağımsız olarak, doğal istek ve arzularının ürünü olarak kolektif bir
irade olarak belirir. Foucault, aralarındaki bu farkı ve bu farkın siyasi sonuçlarını ihmâl etmektedir.

109
zaman nüfustan oldukça uzak görünen faktör ve elemanlar üzerinde eylemde

bulunulmalıdır.” (Foucault, 2007:72) Bu uzak görünen faktörler üzerinde eyleyerek

nüfus üzerinde etkin olunabilir. Yönetim bilgisinin kuruluşu, nüfus etrafında dönen

tüm süreçlerin bilgisinin edinilmesinden ayrı düşünülemez olmaya başlanır.

(Foucault, 2007:106) Nüfus sorunsalı bu çerçevede, sadece yönetim teknikleri

ekseninde değil, çok geniş bir bilgi alanında ele alınmaya başlanır: ekonomi-politik,

biyoloji, filolojide. (Foucault, 2007: 78)

Fizyokratik doktrinde bu laissez faire siyasasına bir teknik öneri eşlik eder;

François Quesnay’in Tablosu. (Foucault 2007: 351) Bu tablo, egemenin bir devlet

içerisindeki tüm ekonomik süreçleri gözlemlemesini mümkün kılmak üzere

tasarlanır. (Gordon, 1991:15) Tablo, egemeni, toplumdaki ekonomik süreçler

hakkında aydınlatmak ve kanıtlara dayalı bilimsel bilgi ile donatmak üzere ortaya

konur. Egemenin, Tabloyu okuyarak toplumdaki ekonomik aktiviteleri

gözlemlemesinin mümkün kılınması amaçlanır. Tablo, değerin oluşumu ve

zenginliğin dolaşımını, kanıtlara dayanarak görünür kılmayı hedefler. Bu çerçevede,

egemen, merkantilizmde olduğu gibi zenginlik ve ticaretin kurucu çerçevesi olarak

değerlendirilmek yerine, artık egemenin davranışlarına dayanmadığı, kendine has

dönüşüm ve hareket yasaları olduğu düşünülen ekonomik aktivitelerin bilgisine

kuşbakışı göz atabilecek bir özne olarak kavranmaya başlanır. (Dean 1999:114)

Bu çerçevede, Fizyokratlar, Tablo’nun bilimselliğinin görünür kıldığı doğal

süreçlerin bilgisine yaslanarak polis devletin müdahalelerini sınırlamaya çalışır.

Bilimsel yöntemlerle ele geçirilmiş bilgiye dayanan Tablo’yu dikkate almayan

yönetimin başarısızlığı ilan edilir. Fizyokratlara göre, polis, düzenlemeleri ile, işleri

daha çok bozmaktan başka bir şey yapmaz. Düzenlemeler bu durumda yalnızca

110
zararlı değil aynı zamanda anlamsızdır. Bir başka deyişle, tüm kanıtlara karşın, tahıl

ticaretini kontrol eden ve maksimum bir fiyat belirleyen yönetim kör

davranmaktadır, kendi çıkarına karşı davranmaktadır, (Foucault, 2007: 350-351), bu

sebeple de kötü yönetmektedir.

Foucault’ya göre, Fizyokratlar, bu önerileri çerçevesinde, Ortaçağ ve

16.yüzyıla hakim olan kozmik-teleolojiden ayrılmayı öneren anti-Machiavellici

literatürün (les politiques) bu ayrılma için gerçeklik alanından bulup çıkardığı devlet

aklını, ekonomi adlı yeni bir doğallık alanı dolayımıyla dönüştürür. 17.yüzyıldaki

yönetimsellikten bir yüzyıl sonra, 18.yüzyılda Fizyokratlar, bize yeni bir

yönetimselliğin nüvelerini sunar. “(Anti-Machiavellici literatürün) yönetimselliği

bize polisi vermişti; Fizyokratlar ise, bizi, sanırım modern ve günümüz

yönetimselliğinin bazı temel hatlarıyla tanıştırır.” (Foucault, 2007: 348)

Böylelikle, 17.yüzyıl boyunca yönetim sanatlarının, bir yanda, bir sorunsal ve

bir kurum olarak egemenlik; diğer yanda aile modeli arasındaki salınıma son verilmiş

olur. (Foucault 2007:103) Nüfusun doğallıkları ile belirmesi, aile modelini, nüfusun

içerisinde bir kesite dönüştürerek, yönetim sanatının ikili kıskacından kurtulmasına

fırsat sunar. Nüfusun doğal süreçlerinin keşfi sayesinde, yönetim sanatlarından

siyaset bilimine geçilir.

Ne var ki, Foucault, yönetim sanatlarından siyaset bilimine geçildiğini

söyleyerek, egemenliğin ya da disiplinin artık hiç bir rol oynamayacağını söylemeye

getirmediğinin hemen altını çizer. Tam tersine, bu geçişin egemenlik sorunsalını

keskinleştirdiğini, egemenlik toplumunun, disiplin toplumu ile ve disiplin

toplumunun, yönetim toplumu ile ikame edildiğini ileri sürmediğini vurgular. Bunun

nedeni egemenliğin artık, 16.yüzyıl ve 17.yüzyıllarda olduğu gibi, bir egemenlik

111
kuramından bir yönetim sanatı çıkarma girişimini değil tersine, böyle bir sanat var

olduğu ve yayılmakta olduğu için, bir devleti niteleyen egemenliğe hangi hukuksal

ve kurumsal biçimin yükleyebileceğini anlama girişimini içermesi ile ilgilidir.

Disiplin de, egemenlik gibi ortadan kalkmaz. Disiplinin örgütlenme kipleri olan,

16.yüzyıl ve 17.yüzyıl içerisinde gelişen kurumlar – okullar, atölyeler, ordular vs –

büyük idari monarşilerin gelişmesi temelinde anlaşılabilirse de, nüfusun keşfinden

itibaren, nüfusun yönetilmesi açısından çok daha önemli hâle gelmişlerdir. Nüfusun

yönetilmesi nosyonu, egemenliğin temeli sorununu olduğu gibi, disiplinlerin

gelişmesinin zorunluluğunu da daha şiddetli hâle getirir. (Foucault, 2007; Nealon,

2008: 70) Öyleyse, Foucault’ya göre, ortada bir üçgen vardır: Köşelerini egemenlik,

disiplin ve yönetimsel düzenlemelerin oluşturduğu, hedefinde nüfusun yer aldığı,

araçlarını ve mekanizmalarını güvenlik mekanizmalarının oluşturduğu bir üçgen.

(Foucault, 2007: 107-108) Foucault, egemenlik, disiplin ve yönetimin birbirlerini

takip ve ikame eden dönemler olarak görülmemesi gerektiğine karşı bizleri uyarır.

Bundan farklı olarak, egemenlik, disiplin ve yönetimin birbirleri ile bağlantılanarak

bir yönetimsellik üçgeni oluşturduğunu, bu üçgenin nüfusu yönetimi üzerinden

güvenliği amaçladığını ileri sürer. Bu bağlamda, yeni iktidar ifadelerinin belirişi,

eskileri yerin silinip gitmesi anlamına gelmez. Ekonomi-politik de bu üçgenin

yönetim-bilgi birlikteliğini yenilemek üzere belirir. (Foucault, 2007: 106)

2. Ekonomi-Politik

Adam Smith’in ‘görünmez el’ eğretilemesi, Foucault’nun 18.yüzyılın ikinci

yarısından itibaren yükseldiğini belirttiği kapsamlı yönetim biçimlerinin

112
imkânsızlığını vurgulayan eğilimin ikinci ayağını oluşturur. Adam Smith, görünmez

el metaforu ile sadece polis devletin değil, aynı zamanda Fizyokratların Tablo’sunun

da radikal bir eleştirisini sunması ve böylelikle yönetim ve bilgi arasındaki ilişkiyi

yeniden düzenlemesi dolayısıyla ayırt edici bulunur. 5

Smith, Ulusların Zenginliği başlıklı çalışmasında, ekonomi-politiğin amacını,

hem halkı, hem de egemeni zenginleştirmek olarak tanımlar. 6 Bu hedefin en iyi

biçimde ekonomik öznelerin özgür eylemlerini teşvik ederek gerçekleştirilebileceğini

ileri sürer. (Hindess, 2004) Bu argüman, ekonomik aktiviteyi, katılımcıların

davranışlarının, yine katılımcıların özgür kararları ile kurulmuş olan mallar ve işgücü

fiyatları tarafından düzenlendiği etkileşim sistemi olarak değerlendirir.

Ne var ki, Smith, ekonomik etkileşimlerin bilgisinin, ne kendi çıkarını en

çoklamayı amaçlayan ekonomik özneler, ne de egemen tarafından bilinebileceğini

ileri sürer. Smith’e göre, kapsamlı yönetim biçimleri imkânsızdır çünkü, toplumsal

bünyedeki pek çok süreç gözlemlenebilir değildir ve bu sebeple de ayrıntılı biçimde

bilinebilir değildir. (Walter, 2008: 95) Bu çerçevede, polis-bilimden ve

Fizyokratlardan farklı olarak, ekonomi-politik için, ekonomik bir egemen söz konusu

olamaz; egemen, ekonomik özneler arasındaki tüm etkileşimi belirleyerek zenginliği

arttıramaz. (Dean 1999:114) Smith, egemen tarafından bilgisine ulaşılamayacak olan

etkileşimlerin ürünü olan süreçler, örneğin fiyatlar, sistem içerisinde kurulduğundan,

5
Foucault, Adam Smith’ten daha önce, Kelimeler ve Şeyler, ss. 233-238 ve Şeylerin Düzeni, ss.221-
226. da bahsetmiştir.
6
Kameralizm ve polis bilimde olduğu gibi, Smith refah durumunu anahtar sorunsal olarak tanımlar
ancak Ulusların Zenginliği’nde, refah durumu, devletin kendisinin değil, sivil toplumun bir koşulu
olarak yeniden değerlendirilir. (Neocleous, 1998: 47) Böyle bir kavramsallaştırmada, devlet
minimuma indirilir ve sivil toplum, devlet iktidarından bağımsız otonom bir alan olarak
değerlendirilir. Refahı, bu otonom alanda çıkarlarını en çoklamaya çalışan ekonomik öznelerin
görünmez el tarafından düzenlenen aktiviteleri üretecektir.

113
ekonomik etkileşime dışsal müdahale (devletin fiyatları ya da asgari ücreti

belirlemesi gibi örneğin) olduğu takdirde, sistemin genel verimliliği düşer. Smith,

ekonomik aktivitenin, polis düzenlemelerini incelediğinde ya da merkantilist

sistemin işleyişini, bu sistemlerin, genel zenginlikten eksilttiğini göstermeye çalışır.

Ulusların Zenginliği (1776)’nde, Adam Smith, polisten bir kaç kere bahseder. Bu

göndermelerin çoğunun olumsuz imaları vardır ve devletin kasaba ya da ülkenin

endüstrisini kayırdığı ekonomik sistemlere işaret eder. Bu bağlamda, polis, yanlış

yönetim biçiminin bir parçasıdır. Polis bir ürünün piyasa fiyatını, doğal fiyatın

üzerinde tutabilir ve ‘aptalca’ kurallarla birlikte anılır. Avrupa yönetimi bağlamında,

polis, işgücünün serbest dolaşımına bir engel oluşturur ve Çin Mısır, Antik Yunan ve

Antik Roma yönetimleri bağlamında ise tarımı kayıran ya da işgücü hareketini

kısıtlayan şiddet içeren siyasalar olarak tanımlanır. 7 (Neocleous, 1998: 47)

Smith’e göre, kendi çıkarının peşine düşen böylece diğerlerinin de refahını

arttıran, yönetimin yalnız bırakması, dokunmaması gereken ve 19.yüzyılda silüeti

netleşen homo economicus, bu bağlamda, 18.yüzyılın homo juridicus’undan çok

farklıdır. Egemene kendisine dokunmamasını söylediğinde, homo juridicus gibi

sahip olduğu haklara yaslanmaz; bunun yerine ‘bana dokunamazsın çünkü süreçler

bütünlüğünü bilmen imkânsız’ diyecektir. (Foucault, 2008: 283)

7
Smith, Lectures on Jurisprudence (1762-1764) da, polis kavramını olumlu bir anlamda hatta
kameralist bir biçimde kullanır. Yönetimin temel görevini, devletin zenginliğini teşvik etmek
anlamında polis olarak tanımlar. Ulusların Zenginliği’nde ise, Smith’in polis kavramını kullanışı
dramatik biçimde dönüşmüştür. Polis kelimesi, Ulusların Zenginliği’nin, kendi kendine kurulan ve
düzenlenen bir piyasa kavrayışı doğrultusunda, karşısında olduğu merkantilizm gibi devlet
düzenlemesi sistemlerine işaret etmek üzere negatif anlamda kullanılır. Böyle bir
kavramsallaştırmada, devlet minimuma indirilir ve sivil toplum, devlet iktidaırndan bağımsız otonom
bir alan olarak değerlendirilir. Derslerde refah durumu, devletin zenginliği iken, Ulusların
Zenginliği’nde, refah durumu, devletin kendisinin değil, sivil toplumun bir koşulu olarak yeniden
değerlendirilir. Böylelikle, devlet otoritesinin, ekonomiyi planlamak ve idare etmek üzere
kullanılmaması gerektiğine işaret edilir. (Neocleous, 1998: 47)

114
Ekonomi politik, ekonomik süreçlerin bütünlüğünün egemen tarafından

bilinemezliğini ve ekonomik egemenliğin imkânsızlığını ilan ederek, hukukun,

adaletin, hakkın dışsal sınırı yerine, polis devletin yönetimsel müdahalelerine içkin

bir sınır getirmiş olur. (Foucault, 2008: 281-282) Foucault’ya göre, Adam Smith’in

Ulusların Zenginliği adlı çalışması, temelde, egemenin her yerdeliğinin

imkânsızlığının altını çize ve devlet aklı - polis bilimi karakterize eden bilgi ile

yönetim birlikteliğinin tam anlamıyla son bulmasını bu çerçevede simgeler. Foucault

için, Smith’in görüşleri, Kantçı anlamda, siyasal iktidara kendi bilme kapasitesini

gösterme çabasına karşılık gelir. (Gordon, 1996: 256)

Foucault, vurguladığı yönetim-bilgi birliğinin kopuş ile, egemenin artık kritik

bir mesele olmaktan çıktığını zira egemenin olabilmesi için her şeyin bilgisini

toplayan bir merkez fikrinin olması gerektiğini ileri sürer. Liberalizmin marifetinin,

basitçe bir kuruma karşı çıkmaktan ileri gelmediğini, her şeyin bilgisini toplayıp

koordine edecek egemen bir merkezin imkansızlığını ileri sürmesinde yattığını

vurgular. Bu çerçevede de, Hobbes’un Leviathan’ını, sözleşme ile egemenin var

edildiği, her durumda totaliter bir devlet olarak tahayül ederek, görünmez elin ifade

ettiği imkansızlık ile geride bırakıldığını ileri sürdüğü geleneksel mantığın; anti-

Machiavellici literatürün bir parçası ve devlet aklının bir tür savunucusu olarak

değerlendirir. Oysa, Hobbes’un Leviathan’ı, şeyler hakkında bilgi üretme düzenine

ilişkin değildir. Bireylerin özel hayatları ile inançları, ticaretleri, gündelik hayatları,

devletin, dolayısıyla egemenliğin konusu olmadığı gibi, egemenin filozofu olmaktan

ziyade egemenliğin ilk formüle edicisi olan Hobbes’a göre, Leviathan öncelikle

güvenlik meselesi ile ilişkili bir tasarımdır.

115
Hobbes’u bir kere daha devlet aklı-polis bilim birliğinin ürettiği yönetim

sanatının içerisinde konumlandırarak yoluna devam eden Foucault’ya göre,

yönetimsel pratiğin kendini sınırlaması ile, yönetmek artık hükmetmek, kuvvet

kullanmak demek değildir, yönetimin sorunsalı ‘çok fazla ya da çok az’ yönetmek

arasında bir dengeye ulaşmakla ilgili hâle gelir. Bu sınırlamanın düşünsel prizmasını,

“ahlaki, doğal ve ilahi yasalara uygun yönetiyor muyum?” sorusundan, “devleti en

yüksek gücüne ulaştırmak için gereken yoğunluk, derinlik ve detaylılıkla yönetiyor

muyum?”sorusuna ve bu dönemeçte, “şeylerin doğası tarafından benim için

kurulmuş olan maksimum/minimum aralığında yönetiyor muyum?” sorusuna geçiş

sunar. (Foucault, 2008: 20)

Foucault, Smith’in görünmez el metaforunun havada kalmadığını, gerçeklikle

önemli bağlantıları olduğuna işaret etmek üzere, piyasanın, 18.yüzyılda geçirdiği

dönüşümden bahis açar. (Foucault, 2008: 37) Buna göre, Ortaçağ’da ve 16.,

17.yüzyıllarda katı düzenlemelere tabi olmasıyla bir adalet alanı olarak

görüldüğünden, polis devletin, sınırsız düzenlemeci yönetimselliği ile dolup

taştığından bahis açar. Piyasaya getirilen ürünler, üretim tipine, kökenine, ürüne göre

ne kadar gümrük vergisi ödenmesi gerektiğine, satış prosedürlerine, sabitlenen

fiyatlara dek düzenlenir; pazardaki satış fiyatı bu düzenlemelere istinaden adil

bulunur. Pazardaki fiyatın, yapılan işi, tüccarın ve tüketicinin ihtiyaçlarını dikkate

alarak belirlendiği varsayılır. En düşük gelir grubunun da pazardan her şeyi alamasa

da bir şeyler alabilmesi böylece hırsızlık ve suça yönelmemesi tasarlanır. (Foucault,

2008: 31)

Bu biçimde kavranan piyasa, Foucault’ya göre, 18.yüzyıl başında önemli bir

dönüşüm geçirir. Devlet aklının haklar karşısındaki kırılganlığı yerine, ekonominin

116
içsel limiti boyunca esnediğine tanık oluruz. Pazarların pozitif kuramı, adli

çerçeveden kurtulup, yüksek verimlilik esasına ayarlı yararcı yan anlamlar kazanır.

Bir yandan, Avrupa’ya bu dönemde akan altın ile gelişen finansal


düzlem ve kurların göreli istikrarı, diğer yandan sürekli ekonomik büyüme ve
nüfus artışı, artan tarım üretimi; bir grup teknisyenin yönetimsel pratiklere
giriş sağlaması ve yanlarında yeni yöntem ve araçlar getirmeleri, kuramsal
biçim almış ekonomik sorunsallar...bütün bunlar arasındaki çok-köşeli
(polygonal) ilişki dolayımıyla piyasa bir hakikat alanına dönüşür. (Foucault,
2008: 33)

Piyasa, bu bağlamda, doğal mekanizmalara göre, kendiliğinden işleyen bir

nitelikle anılmaya başlanır. Piyasanın yarı-doğal mekanizmalarının, kendi işleyişine

bırakıldığında doğal hakikati verecekleri, doğal, iyi ve normal fiyata ulaştıracakları

varsayılır. Üretimin maliyeti ile arzın miktarı arasında uygun bir ilişki kurulması

yeterli olacaktır. Piyasa, yönetimsel pratiklerin nerede doğru ve yanlış olduğunun

süzgeç kriterini sunmaya bu çerçevede başlar. (Foucault, 2008: 31-32) Bir başka

deyişle, piyasa, zenginlik üretmek yanında, görünmez elin kılavuzluğunda,

yönetimin aşırı kuralları ve düzenlemelerinden de özgürleşmeyi mümkün kılacak

hakikati sunmakla görevlidir. Piyasa, yönetimsel pratiğin onaylanma rejimi haline

gelir: Yönetim, kendi yönetimsel pratiklerinin hakikatinin prensiplerini piyasaya

bakarak bulacaktır. Foucault, liberalizm için fiyatı meydana getiren pazar

mekanizmasının, yönetimin yetkinliğinin ölçüsü ve arabulucusu haline geldiğini

vurgular. Bu modelde, toplumun temel mekanizması – piyasa – yalnızca zenginlik

üretmez aynı zamanda toplumsal gelişmenin ardındaki temel motiftir, yönetimin aşırı

117
kuralları ve düzenlemelerinden özgürleştirildiği ve gizli elin kılavuzluğuna

bırakıldığında en etkin biçimde çalışan bir mekanizmadır. (Neocleous, 1998:48)

Başka türlü söylersek, liberal ekonomi politik, yönetimin kaynak ve

meşruluğu sorunsallarından, yönetimin etki ve verimliliğine yönelir. Ekonomi

politiğin yükselişiyle, artık herhangi bir yönetim müdahalesi, verimli bir hamle

olduğunu ‘piyasa testi’ni geçerek kanıtlamak durumundadır. “Neden yönetmek

gerek?”, “Dokunmazsak pazar sorunsalı kendi kendine çözebilir mi?”, “çok mu fazla

yönetiyoruz?” işte bu soru kümesi, Foucault için, bir yönetim sanatı olarak

değerlendirdiği liberalizmin özgünlüğünü belirginleştirir: “yönetim müdahalesinden

şüphe duyan yönetim tarzı.” (Guala, 2004: 431)

Liberal ekonomi politik, nüfusun, nüfus-kaynak bağıntısı içinde kalınarak,

“kaynakların arttırılması için nüfusun arttırılması gerekir” düşüncesine mahkum

olunmadığı anlaşıldığında gelişebilmiştir. (Senellart, 2007: 382) Ekonomi-politikle

beraber, yönetimin amacı artık, merkantilizm işbirliğinde, devlet aklı modelinde

olduğu gibi egemenin ek iktidarı ve polis uygulamalarında karakterize edildiği

haliyle nüfusun nicel yanı ve onun zenginliği değildir. Ekonomi-politik, nüfusun

nitel yanını öne çıkararak, yarı-doğal kabul edilen toplum ve onun yarı-doğal bir

işleyişe sahip ekonomik süreçleri ile ilgilenecektir. (Donzelot, 2008: 122)

Devletin rolünün temel prensibi, bu çerçevede, piyasanın doğal süreçlerine

saygı göstermek, bu süreçlerin güvenliğini tesis etmek olacaktır. Devlet, bu

çerçevede, her bir üyenin iyiliğinin kaynağı olarak görülmez artık. Devlet, artık,

bireysel çıkarlar arasında rekabetin işlemesini sağlamaktan sorumlu olacaktır. Bu

yaklaşım, kamu otoritelerinin nasıl düzenlenmesi gerektiği sorusuna ‘bu yönetimsel

müdahale, yararlı mı, yararlı ise ne için yararlı, hangi sınırlar içinde yararlı, ne zaman

118
yararlı olmaktan çıkıyor ve zararlı hâle geliyor?’ sorusunu sorarak cevap arayacaktır.

Egemenin görevi, iç ve dış güvenliğe, hiç bir bireyin arz etmeyeceği kamu işlerinin

sağlanmasına daraltılacaktır. (Foucault, 2008: 285) Ekonomi-politik ve Smith’in

görünmez el kavramsallaştırması, bireysel çıkarların özel belirlenimini ve bu

çıkarların, hukuk prensipleri ve egemenliğe atfedilen evrensellik ve aşkınlıktan

tümüyle farklı bir kip içinde işleyen toplum içerisinde uyumlaşmalarını niteler.

(Gordon, 1991: 21) Artık, herkesin mutluluğu, mekânı, toprağı ve nüfusu kontrol

eden polis formundaki devletin otoriter müdahaleleri yerine, her bir bireyin

davranışları tarafından garantilenecektir. Devlet sorunsalının bu biçimde denklemden

çıkarılması, aynı zamanda polis sorunsalının da elenmesi anlamına gelecektir. Polis

kurumu da, modern anlamını alacak ve belirli düzensizliklerin belirmesini engelleme

işlevine indirgenecektir. (Foucault, 2008: 354) Böylece, polis bilim ile ekonomi-

politik arasında herhangi bir bağ kalmaz. Bu bağlamda, ekonomi politik bir bilim

haline gelir ve polis bilim, suçla ilgili yasal sorunsallara indirgenir. “Böylece, polisin

kaygıları ile ekonomi politiğin kaygıları birbirinden ayrılır ve zenginlik bilimi, polis

bilimden kopar.” (Neocleous, 1998: 48)

Foucault, piyasanın sunduğu hakikat rejimi ile yönetimin yararlılığı

sorunsallarının menteşesini çıkar kategorisinin sunduğunun altını çizer. (Foucault,

2008: 44) Ancak buradaki çıkar, devlet aklında olduğu gibi kendine referanslı

devletin büyümesi, zenginliği, nüfusu ve gücü değildir. Buradaki çıkarlar, birey ve

kolektifin çıkarları arasında, toplumsal yarar ile ekonomik kâr arasında, piyasanın

dengesi ile kamu otoriteleri arasında, temel haklar ile yönetilenlerin özgürlükleri

arasında cereyan eden karmaşık karşılıklı etkileşim olarak değerlendirilir.

“Yönetimin, düzenlemesi gereken artık toprak ve üzerindeki tebaa değil, yönetim

119
artık sadece çıkarlarla ilgileniyor. Yönetimsellik, siyaseti ve onun paylarını

kurgulayan şeyi, çıkarları düzenlemelidir.” (Foucault, 2008: 45)

Bu çerçevede, Foucault, ekonomik fenomenleri tasvir etmenin bu yeni

biçiminin, siyasalın formunu tanımlayan güçleri de yeni biçimlere göre organize

ettiğini ileri sürer. Ona göre, “modern toplumların yönetim biçimi, Locke,

Montesquieu ya da Rousseau’dan daha ziyade, Adam Smith’e borçludur.” (Meuret,

1988: 225)

B. Sivil Toplum

Liberalizmin gerçek başlangıç momenti, “Foucault’ya göre, çıkar öznelerini

niteleyen çokluğun bütünlenemez oluşu ile...egemenin bütünleyici birliği arasındaki

uyumsuzluğun formüle edildiği andır.” (Gordon, 1991: 22) Foucault, yeni yönetim

sanatının, devletin bilme ve eyleme kapasitesini, bir yandan piyasa gerçekliği ile

sınırlarken, diğer yandan ise, şu soru ile boğuştuğuna dikkat çeker: “eğer bir

ekonomi-politik varsa, buna uygun kamu hukuku nasıl olmalıydı? Piyasanın

serbestliği ile kamu otoritelerinin iktidar uygulamaları nasıl uyumlaştırılmalıydı?”

(Foucault, 2008: 38) Kamu hukuku sorunlarının, Adam Smith’in Ulusların

Zenginliği adlı çalışmasını baştan aşağı dolaşması bu bakımdan Foucault için hiç de

şaşırtıcı değildir. 8 Çıkarların ekonomik öznesinin, siyasal ve yasal haklar öznesi ile

bir biçimde uyumlaştırılması gerekir.

8
Ekonomik mantığın nasıl akıl yürüttüğüne baktığımızda, nüfus artışını üretkenlik artışından
koparmanın, böylece üretkenliği arttırmanın ve iş gücünü ucuzlatmanın, son kertede, devlete daha çok
kaynak aktarma çabasının parçaları olduğu görülür. Adam Smith’in ve ekonomi-politikçilerin
egemenlikle hiç bir sorununun olmaması, ancak ekonomik özne ve siyasal özne arasındaki ilişkileri
uyumsallaştırma ve devleti sınırlama noktasından yola çıkması, proto-liberal olarak

120
Devlet, ne ile ilgilenmeli, neden sorumlu olmalıdır, neyi bilmeli, neyi

düzenlemeli, neyin doğal düzenlemelerine saygı göstermelidir? Eğer yönetim

ekonomik süreçlerle ilgilenmeyecekse, neyle ilgilenecektir? (Foucault, 2008: 286)

Foucault’ya göre, bu soruya iki yanıt bulunur: “egemen ya piyasa dışındaki her alana

müdahale edebilecekti ya da Fizyokratların önerisine göre, egemen piyasada o ana

dek kullandığı siyasal iktidardan farklı bir iktidar kullanacak, ekonomik tablonun

verilerine, kanıtlarına göre yönetecekti.” (Foucault, 2008: 293) Foucault, her iki

olasılığın da pratikte vuku bulmadığını, bunun yerine, yeni bir referans alanı

yaratıldığını belirtir: sivil toplum. (Foucault, 2008: 295) Sivil toplum, bir egemenin

iradesine boyun eğen ve düzenlemelerine uyan özneler toplamına odaklanan polis

rasyonalitesindeki devlet aklından başka bir devlet aklı formuna geçişin

işaretlerinden biridir. (Foucault, 2007: 350)

Hem hakkın özneleri, hem ekonomik öznelerle dolu olan alanı ikiye bölüp,

yönetim sanatını bölmemek için, bir başka deyişle, yönetim sanatının birlik ve

genelliğini korumak üzere, bir siyasal müdahale, yeni bir yönetim tekniğinin

enstrümanı olarak sivil toplum nosyonundan faydalanılır. Ancak, Foucault’ya göre,

Locke’un siyasal-yasal bir bağa karşılık gelen sivil toplum nosyonu, 18.yüzyılın

ikinci yarısından sonra ekonomi politik ve ekonomik süreçler ve öznelerin

yönetimselliği soruları çerçevesinde ele alınmaya başlanacaktır. (Foucault, 2007:

298) Bu farkı ayırt etmek üzere, Locke’un siyaset felsefesinin bir kaç kritik noktası

üzerinde kısaca durmak verimli açılımlar sağlar. Locke’un, ikincisinde; sivil

hükümetin sınırlarının ve gerçek amaçlarının sergilendiği ve ilkinde; mutlakçı

değerlendirilebilecek olan Hobbes’un sunduğu temellere istinaden mümkün olabilir. Oysa, Foucault,
bu zemini ihmal etmektedir.

121
savların eleştirildiği, ‘Yönetim Üzerine İki İnceleme’ başlıklı çalışmasında ortaya

koyduğu argümanlar, bu minvalde oldukça önemlidir.

Locke’un siyaset felsefesi, özel alanın varlığını ilksel bir veri olarak

değerlendirir. (Raynaud, 2003: 535) Sivil yönetimin sınırlarını, bireylerin

haklarından ve bireylerin mutlaka peşinde koşmak zorunda oldukları amaçlardan

çıkarsar. Locke’a göre, sivil yönetim, insanlara, kendi doğal haklarından

yararlanabilmelerini güvence altına almak için ortaya atılmıştır; bu haklar da doğal

yasa üzerine kuruludur. Doğal yasa, sivil yetkeye uygulanmaya devam eder ve

pozitif yasaların yaptırımından destek alır. (Yönetimin İki İncelemesi, II/XI: 135)

Locke’ta yönetimin işlevi, kendisinin yapmadığı bir hukuk ve ilişkiler bütününü

güvence altına almaktır. Bu çerçevede, yönetim, katı sınırlar içinde tutulmalıdır:

temelde koruyucu bir işlevi vardır ve doğal özgürlüğe ve eşitliğe saygı göstermek

zorundadır. (Raynaud, 2003: 548) Yönetim, ancak birleşmiş bireylerin aracı

durumuna gelirse ve onların “haklarına” saygı gösterirse yasallık kazanır.

Başka türlü söylersek, Locke’u sözleşmecilerden ayıran kendine özgü yan,

sözleşme yapma nedeninin devleti kurmak değil: toplumsal ilişkileri aklileştirmek ve

yönetimi sınırlandırmak olmasıdır. Bireylerin refahı, devletin yaratılmasının

nedenidir. Locke’a göre, devlet toplumu ne kurar, ne de bireylerin haklarını

bahşeder. Toplumun üyeleri, yönetimin kuruluşuna öncel haklara sahiptirler, bu

haklar devletin yasası tarafından verilmiş haklar değildir; pozitif hukuka önceldirler.

Locke’a göre, tüm sözleşme süreci, insanların kendini ve kendi türünü koruma

zorunluluğundan; doğal yasanın zorunluluğundan türeyen özgürlükler ile başlar ve

biter. Doğal yasadan kaynaklanan bu haklar, bireylerin iyeliklerini – kendini koruma

hakları, özgürlük ve kişisel zenginlik – kapsar. (Jaume, 2007: 202)

122
Locke’a göre, geniş anlamda mülkiyet; yaşam hakkı, özgürlükler ve bireyin

mülkiyetini, dar anlamda mülkiyet ise mal-mülkü ifade eder. Locke’un, Hobbes’un

bireyciliğini aşan bir yöne sahip olduğunu da bu çerçevede söyleyebiliriz. Hobbes’un

kuramında, bireye mülkiyet hakkını tanıyan devlettir. Locke’a göre ise, birey,

mallarının mülkiyeti için siyasal topluma bağlı değildir. Kendi yaşamını ve

özgürlüklerini sürdürebilmek ve mallarının mülkiyetini elinde bulundurmak için

devlete gereksinim duymaz. Locke’un kuramında siyasal toplum mülkiyeti yaratmaz;

özel mülkiyet hakkı doğal bir haktır ama mülkiyeti başkalarına karşı korumak için

devlete gerek vardır. (Raynaud, 2003: 547-550)

Devlet işlevlerini betimlemek için, Locke İngilizce’de bulunan trust

kavramına başvurur. Locke, bu kavramı, halkla kamu yetkeleri arasındaki bağın bir

sözleşme olmayıp bir güven misyonu ya da halkın, kendisini yönetenlerin ellerine

bıraktığı bir görev anlamında kullanır. Hobbes’ta da karşılaşılan bu kavram,

Locke’un kullanımında yeni bir anlam kazanır. Hobbes’a göre, egemen, doğa

yasasının gereklerini yerine getirmede ancak Tanrı’ya hesap verir: Locke’a göre ise,

tersine, trust, egemen için gerçek bir tüzel yükümlülük getirir ve hükümdarlar

başarılı olamazlarsa, onları görevlerinden el çektirebilecek halk temsilcileri söz

konusudur. Locke’un, trust kavramının, temsilî yönetim kuramına ilişkin daha özgün

bir kuram sunmasına olanak sağlayan daha genel bir erimi daha vardır. Temsile

ilişkin Lockeçu anlayış, yalnızca egemen irade düşüncesine dayanmaz: aynı zamanda

Léon Duguit’nin daha sonraları egemenlerin “kamu hizmeti” görevi olarak

adlandıracağı şeyi de vurgular. (Raynaud, 2003: 548-549)

Siyasal otoritenin, insanların kolektif olarak sözleşmesinden kaynaklanması,

yöneticinin, ortak yararın temsilcisi olarak değerlendirileceği anlamına gelir. Bir

123
başka deyişle, yönetim kurumunun temel sonucu, bireylerin özgürlüğünü,

güvenliğini ve iyelik haklarını, bunları keyfiyete karşı koruyarak güvence altına

almaktır: Bu da ancak hükümetin bir kişinin ya da bir grup insanın egemenliğini

değil, yasanın üstünlüğünün güvence altına alınmasıyla olanaklıdır. Halkın çıkarına

yönelik olması gereken yasalar toplumu oluşturan bireyleri temsil eder. Kamu

otoritesi, toplumun, yasalarla ilan edilmiş olan iradesinin dışavurumu olan yasanın

gücü ile donatılmış kamusal bir figürdür. Bu sebeple, yasaların kendisine verdiğinin

dışında bir iradesi, iktidarı yoktur. Kamu otoritesi, yasalarda ifade bulan toplumun

iradesine aykırı hareket ettiği durumda, otoritesini kaybeder, toplumun üyelerinin

artık boyun eğmek zorunluluğu bulunmayan özel bir kişiye dönüşür. (Yönetimin İki

İncelemesi, II. Kitap/XIII: 386) Bir başka deyişle, Locke’a göre, toplumsal olarak

hayata geçirilmiş yasalar, kamu otoritelerinin iktidar kullanımına sınırlar getirir ve bu

limitler aşıldığı durumda, yönetici otoritesini kaybeder ve otorite, tüm siyasal

otoritenin orijinal kaynağına, yani topluma döner. (Ashcraft, 1994: 230)

Locke’a göre, yasamanın kuruluşu, toplumun ilk ve en temel eylemidir.

Yasama, toplum tarafından seçilen temsilcilerden oluşur. Locke, yasamanın, kolektif

makamlarda – ister senato, ister parlamento olsun – düzenlenmediği takdirde, halkın

ne güvenli, ne huzurlu hissedebileceğini, ne de sivil toplum içerisinde yer aldığını

düşünebileceğini ileri sürer. (Yönetimin İki İncelemesi, II/VII: 347-348) İyi

yönetilen bir düzende, toplum ile yönetim arasında, halkın temsilcileri tarafından

yürürlüğe konulan yasalara rıza verdikleri seçimler aracılığıyla sürekli bir bağlantı

öngörülür. Yürütme ise her zaman yasama gücüne ikincil kılınır. (Yönetimin İki

İncelemesi, II/VIII: 356-357; II/III: 360-361) Meşruti yönetim, iktidarların

dengelenmesini hedefleyen anayasal yönetim, bu bağlamda, seçime dayanan

124
yasamayı içerir ve böylece, para-değişim (money-exchange) ekonomisinde yaşayan

bireylerin iyeliklerinin güvenliğini, monarşinin sağlayamadığı şekilde sağlar.

Bu çerçevede, Locke, yönetimin amacını, siyasal iktidarı toplumun ortak

iyiliği için kullanmakla eşleştirmek, siyasal otoritenin kökenlerini, toplumun

rızasında bulmak; yönetimin iktidarının çeşitli parçalarını farklı ellere vererek

dengelemek dolayısıyla, devletin yönetimselleşmesi meselesindeki en önemli bir kaç

adımdan birini atar.

Ancak, daha önce ifade edildiği üzere, Foucault’ya göre, Locke’un, siyasal-

yasal bir bağa karşılık gelen sivil toplum nosyonu, 18.yüzyılın ikinci yarısından

sonra ekonomi politik ve ekonomik süreçler ve öznelerin yönetimselliği soruları

çerçevesinde ele alınmaya başlanacaktır. (Foucault, 2007: 298) Buradaki sorun, sivil

toplumun, kameralizm ve polis-bilim tarafından işletilen toplumu niteleyen yasalar

yapısının yokluğunda nasıl düzenleneceğine dairdir. Bu soruna cevaben, sivil

toplumun kendi yasalarına, kendisini kuran öznelerin etkileşimleri üzerinden

gelişimini düzenleyen hareket yasalarına sahip olduğu keşfedilir. Sivil toplumdaki

ekonomik aktiviteler ise toplumsal düzenin kurucusu olarak öne çıkarılır. (Tribe,

1995: 30)

Foucault, bu minvalde, Adam Ferguson’un Sivil Toplumun Tarihi (1793)

çalışmasında, toplumun dört özelliğinden bahsettiğinin altını çizer. Bunlardan ilki,

toplumu kuran hiç bir tarihsel eylem tanımamasıdır. Ferguson’a göre, doğadan tarihe,

ya da toplumsuz bir konumdan topluma geçiş diye bir şey söz konusu değildir.

İnsanlar her zaman gruplar içerisinde yer almıştır. Toplum olgusundan ayrılabilir bir

insan doğasından bahsetmek mümkün değildir. (Foucault, 2008: 299) İkinci olarak,

Ferguson’a göre, insanlar, sivil toplumu, duyu organlarının ve konuşma

125
kuvvetlerinin kullanımında nasıl doğal ve kendiliğindenlerse, o şekilde bir araya

gelip organize etmişlerdir. Sivil toplum, insanları kendiliğinden bir sentez içerisinde

bir araya getirir: hiç bir sözleşme, hiç bir doğal hakkın aktarımı söz konusu değildir.

(Foucault, 2008: 300) Ne var ki, Ferguson, sivil toplumun içindeki ekonomik

bağların, sivil toplumun kendiliğinden bağını yerinden etme eğilimi gösterdiğine de

dikkat çeker. Ekonomik bir devlete meyledildikçe, sivil toplumun zayıfladığını da

belirtir. (Foucault, 2008: 302-303) Üçüncü olarak, Foucault, Ferguson’un sivil

toplumun kalıcı bir siyasal iktidar matrisi sunduğunu dile getirdiğinden bahseder.

Bazı bireyler otoriteyi ele alır ve diğerleri de bu kişilerin otoriteyi almasına izin verir

ve böylece egemen ve yargısal yapı hayata geçer. Bunun dışında belirli hakların

aktarımı gibi süreçler söz konusu olmaz. Ferguson’a göre, egemen, insanlar arası ani

boyun eğişlerin, somut ilişkilerin ürünüdür. (Foucault, 2008:304) Son olarak,

Ferguson, sivil toplumun tarihin motoru olduğunu, sivil toplumun sonsuz bir

dönüşüm deneyimlediğini de ekler. (Foucault, 2008: 307)

Foucault’ya göre, Ferguson’un analizi, 18.yüzyılın ikinci yarısındaki sivil

toplum analizlerinden sadece birisidir. Ne var ki, bu sivil toplum kavrayışı, bu dört

özellik, Hobbes, Locke, Rousseau ve Montesquieu’nun sivil toplum kavrayışlarından

oldukça farklıdır. (Foucault, 2008: 308) 17.yüzyılın ve 18.yüzyılın ilk yarısında,

sorun, toplumun kökeninde yer alan yasal bir formun nasıl bulunacağıyla ilgiliyken

ve bu yasal formun toplumdan önce gelerek, iktidar kullanımını sınırlayacağı

hesaplanırken, burada, toplum hâlihazırda mevcuttur ve bu mevcutluk tahakküm ve

iktidar ilişkilerini bünyesinde barındırmaktadır. Ferguson‘un sivil toplum

kavramsallaştırması, sorunun, tahakkümün hâlihazırda işlediği bir toplumda iktidarı

126
nasıl düzenlemek ve sınırlamak gerektiği ile ilgili olması dolayısıyla Foucault

tarafından vurgulanır.

Foucault, Ferguson’un, Sivil Toplumun Tarihi (1793) adlı, ruhu ve

argümantasyonu açısından Uluslararın Zenginliği’ne benzer bulduğu çalışmasında,

sivil toplumu, hukuksal sözleşme toplumundan daha geniş, bireysel ekonomik özneyi

yönetilebilir bir düzen ile kapsayabilecek bir siyasal çerçeve keşfetmekle ilgili olarak

yorumladığını ileri sürer. (Gordon, 1991: 37) Burada, Smith’in düşüncesinin özel

ekonomik çıkara atfettiği kamu refahının motoru olma rolü, toplumun genel

kuruluşuna genişletilir. (Gordon, 1991:22) Foucault’ya göre, sivil toplumun erken

liberal kavranışı her şeyden önce bir yönetim teknolojisinin enstrümanı olarak

anlaşılmalıdır. Toplumsal bir yönetimin, yani, ekonomi ötesinin ekonomisidir. “Sivil

toplum, yönetimin arzusuna zıt değildir; sivil toplum yönetimsel ilişki üzerine

çatışmacı bir mücadelenin vektörüdür.” (Gordon, 1991: 23) Toplumsal, her zaman

ekonomi ve toplumun uyuşmazlıkları içinde ve üzerine işleyen yönetimsel eylem

alanını tanımlar. (Burchell, 1991:134) Devlet, bu durumda artık toplumsal

ilişkilerdeki bir mesele değildir: devlet toplumsal ilişkilerin dışında durur ve

ilerlemenin garantörü olmaya soyunur. Siyasetin temel meselesi, artık devlet

eyleminin meşrulaştırılması değil toplumun yönetilebilirliğidir. (Gordon, 1991: 34)

Sivil toplum, devletin bağlaşığı olarak öne çıkarılır.

Bütün bunlar teoride mümkünse de, pratikte işler böyle yürümez: Devlet,

düzeni tesis etmek üzere müdahale eder. Ekonomi-politik, toplumun kendinden

menkul düzeni ile devletin yasası arasındaki ayrım arasında kendi sınırları ile

yüzleşir. (Tribe, 1995: 31) Bu yüzleşmeyi, Hegel üzerinden değerlendirmek

mümkündür. Foucault da, sivil toplum - devlet ilişkisinin uzun tartışmalara yol

127
açtığına dikkat çeker. Jung-Stilling, Bensen, Schlözer ve Hegel’in isimlerini bu

minvalde anar. Almanya’da sivil toplumun, sivil toplum-devlet ile ilişkisi

çerçevesinde değerlendirildiğine; devletin, sivil toplumun bir elemanı, sivil toplumu

dışa vuran ve son kertede hakikatini hayata geçiren bir şey olarak okunduğuna işaret

eder. Foucault, İngiltere’de ise, sivil toplumun, devlet yerine yönetim ile ilişkisi

çerçevesinde ele alındığını zira devletin İngiltere için hiç bir zaman bir problem

oluşturmadığını ileri sürer. Paine’in sivil toplumun gerçekten bir yönetime ihtiyacı

olup olmadığı konusunda cevap aradığına dikkat çeker. Fransa’da ise, sivil toplumun,

bir insan hakları bildirgesine ihtiyacı olup olmadığı sorusu ekseninde tartışıldığına

işaret eder. (Foucault, 2008: 310) Foucault, bu konuları tartışmaya ayrıntılı olarak

girişmemekle beraber, Hegel’in sivil toplum kavramsallaştırması üzerinde durmakta

yarar vardır.

Hukuk Felsefesinin alt başlığı olan ‘Doğal Hukuk ve Siyaset Biliminin

Taslağı’nda, bu başlıklara standart yaklaşım, ya aile ya da bireylerden başlar ve özel

mülkiyetin varlığını meşrulaştırmak üzere ardından devlete yönelirken, Hegel bu

standart yaklaşımdan kopar ve aile ile devlet arasına, en aktif güçlerinden biri olarak

piyasayı içeren sivil toplumu yerleştirir. Hegel üzerine ikincil literatürde, Hegel’in

piyasa konusundaki fikirlerinin büyük oranda Adam Smith’in Ulusların

Zenginliğinde sunduğu değerlendirmelere yaslandığı ileri sürülür. Hegel’in Smith’in

piyasa değerlendirmesini önemli çekincelerle birlikte kabul ettiği çünkü Hegel için

piyasanın sürekli bir istikrarsızlığa muhatap olduğu da hemen eklenir. Hegel bu

sebeple polisi tanıtır. Ahlaki hayatın üç momenti – aile, sivil toplum ve devlet –

arasında, Hegel, sivil toplumun bütünleştirici mekanizmaları arasında polisi tanıtır.

Polisin amacı, birey ve evrensel arasında arabuluculuk yapmak, belirli bir çıkarı

128
ortak çıkar gibi kollamaktır. Bu biçimde, polis, bireylerin, mülklerin, refahın, sokak

aydınlatmasının, köprü yapımının, günlük ihtiyaçların fiyatlandırılmasının, kamu

sağlığının, koloniler kurmanın güvenliğini sağlar. 9 (Neocleous, 1998:43) Bu

çerçevede, Neocleous’un Hegel’i iki geleneğin kesişimine yerleştirme girişimi

manidardır: piyasanın kendi kendini kuran bir mekanizma olduğuna işaret eden

ekonomi politik geleneği ve toplumsal düzenin şekillendirilmesinde devletin rolü ve

onun siyasa mekanizmalarının rolünü vurgulayan gelenek arasına.( Neocleous, 1998:

44)

Kameralizm için, gördüğümüz üzere, devlet ve sivil toplum arasındaki ayrım

söz konusu değildi. Bu görüşe göre, sivil toplumun polisi, devletin polisi demekti:

Devlet ve sivil toplum eş anlamlı kullanıldığından hiç bir siyasal sorun

öngörülmüyordu. (Tribe, 1995: 29) Smith için ve takip eden liberal kuram için,

devlet ve sivil toplum arasında bir ayrımın yapılması, açık siyasal sebeplerle

9
Neocleous, Hegel’in sivil toplumun doğası, ihtiyaçlar ve işgücü, işbölümü, eyaletlerin zenginliği,
yoksulluk, polis, vergi vs. üzerine görüşlerinin Steuart’ın ekonomi politik üzerine ortaya koyduğu
kitabın Almanca çevirisine dayandığını söylemenin argümanını çok ileri götürmek olacaksa da, yine
de, Hegel’in Steuart’tan aldığı piyasanın modern özgürlük açısından önemi yanında her an çökmenin
eşiğinde bulunması nosyonuna dikkat çeker. Hegel’in Hukuk Felsefesinde taslağını ortaya koyduğu,
piyasanın güvenliğini sağlamak üzere önerdiği polis mekanizmalarının kaynağını Steuart’ta
bulabileceğimizi ileri sürer. (Neocleous, 1998: 50) Neocleous’a göre, Hegel’in piyasanın bir özgürlük
alanı olduğuna dair kabulü, Smith’ten ziyade Steuart’tan esinlenir çünkü Steuart, piyasanın hem bir
özgürlükler alanı hem de en yüksek düzeyde siyasal kontrolü – Hegel’in polis dediği şeyi -
gereksindiğine dair bir argüman önerir. Ne var ki bu iddiayı kabul etmenin, Hegel’in Hukuk
Felsefesi’nde, ekonomi politiği modern bir bilim olarak tanımlarken neden Smith, Say ve Ricardo’ya
göndermede bulunduğunu ancak Steuart’a göndermede bulunmadığını açıklamakta az bir yol kat
ettiğini de kabul eder. Her durumda, Neocleous, Smith’in Hegel üzerindeki etkisinin, Steuart’ın
etkisinin anlaşılmasını engelleyecek ölçüde abartılmış olduğunu, Hegel’in, Smith ile Steuart’ın
argümanları arasında aracılık etmekten ziyade, Steuart’ın argümanlarını daha çekici bulduğunu, çünkü
Steuart’ın sunduğu argümandan hareketle, Hegel’in piyasanın varlığını sürdürmesi için polise ihtiyacı
olduğunu ileri sürdüğünü iddia eder. (Neocleous, 1998: 51-53) Ancak, Steuart ile Hegel ilişkisine
dikkat çekmesinin, Hegel’in ihtiyaç sistemleri üzerine görüşlerinin tümüyle Steuart’a indirgenmesi
anlamına gelmediğini de ekler. Steuart’ın kamu otoritesinin temel amacı piyasanın düzenlenmesidir.
Hegel’in polisinin temel amacı ise, buna karşıt olarak, bireyin zarar gördüğü tecridin, sistemin
çökmesine yol açmaması için, bireysel ekonomik öznenin, toplumsal ve siyasal bağlar ağı ile
bütünleşmesini sağlamaktır. (Neocleous, 1998:53)

129
gerekliydi. Bu görüşe göre, sivil toplumun bir polise ihtiyacı vardı ve burada polis,

yasa ve düzenin minimal sistemine karşılık geliyordu. (Tribe, 1995:30) Hegel için

ise, hem kameralizm, hem de liberal doktrine karşıt olarak, devlet ve sivil toplum

arasındaki ayrım, modern dünyanın ayırıcı özelliği idi. Hegel, devlet ve sivil toplum

arasında öngördüğü ayrıma felsefi bir ifade vermeyi arzuluyordu. Smith için piyasa,

düzen ve özgürlüğün hayata geçirilmesi için rasyonel bir sistemdi. Hegel için ise

piyasa her an düzensizliğin uçurumundaydı ve ciddi sınırlılıkları vardı. Bu sebeple

polisin varlığını, kelimenin en geniş anlamıyla, bütünleyici bir düzenleyici bir

mekanizma olarak düşünüyordu. (Neocleous, 1998: 53) Hegel, öylelikle, kendi

kendisini kuran ve kendi kendisini düzenleyen sivil topluma dair liberal mitin altını

oyuyor ve polis olmadan, piyasanın varlığını sürdüremeyeceğinin altını çiziyordu.

(Neocleous, 1998: 53) Neocleous, bu çerçevede, Hegel’in siyaset felsefesini

dönüştürmesinin, esasen modern olan sivil toplum kavramını geliştirmesinde

yattığına dair iddiayı kabul etsek de, aynı zamanda Hegel’in, polisi, siyasal düzenin

merkezi bir parçası olarak kabul eden geleneksel söylemle de tümüyle bağlarını

koparmadığını kabul etmemiz gerektiğini ileri sürer.

Foucault’nun bakış açısından ise, sivil toplum, yönetimselliğin modern

teknolojisine ait bir şey olarak değerlendirilir: Ne kendinde bir gerçeklik ne de

varolmayan bir şeydir. Tıpkı cinsellik ya da delilik gibi belirli etkileşimlerin ortaya

çıkardığı bir alandır. Toplum, içerisinde hem egoist ekonomik çıkarların, hem de

aile, cemaat ya da ulusa yönelik ekonomik olmayan çıkarların bir alaşımından oluşur.

Bir yanda, toplumun her bir üyesine uygulanan tek-tip norm setlerini, diğer yanda

sınıf din ya da cinsiyet tarafından farklılaşmış siyasal alanı bulmak mümkündür.

Toplumun bu yapısı homoeconomicus’un doğmasını mümkün kılar. Çıkarlar öznesi,

130
sivil toplumun somut ve gerçek ilişkileri içerisinde soyut ve ideal bir nokta oluşturur.

Ekonomik özneler toplumsal bir bütünün içerisinde yönetilebilinir kılınır. Bir başka

deyişle, homo economicus, hukuki yönetime indirgenebilir bir eleman olarak

anlaşılmak yerine, ekonomik prensiplere dayalı, mümkün olduğunca az yönetmek

amacıyla tanımlanan liberal yönetim sanatının kendi kendini sınırlaması ve

düzenlemesine izin veren belirli bir özne tipi olarak karşımıza çıkar.

II. LİBERAL YÖNETİM SANATI ve GÜVENLİK

A. Güvenlik – Özgürlük İlişkisi

Foucault, liberal yönetim sanatının, bireysel ve kolektif çıkarları dengeleme

çabası çerçevesinde, 1977-1978 Güvenlik, Toprak, Nüfus derslerinde bahsettiği

güvenlik ve özgürlük arasındaki ilişkileri, 1978-1979 Biyo-politiğin Doğuşu

derslerinde tartışmaya geri döner. Foucault, liberal yönetim sanatı için özgürlüğün,

güvenliğin koşuluna (condition) dönüştüğünü vurgular. Bu tam olarak ne anlama

gelir? Düzgün yönetmek ve güvenliği sağlamak için, nasıl ki ekonomi ve nüfusun

doğal süreçlerine uygun davranılması gerekiyorsa, yönetilenlerin özgürlüklerine de

saygılı davranılması gereğine işaret eder. Bir başka deyişle, çıkarlara sahip ekonomik

özneler ve mülk sahipleri olan bireyler, güvenli bir düzenin koşulunu oluşturur;

liberalizm açısından teşvik edilen yaşam biçimi, düzenleyici bir ideal olan kişisel

otonomiyi merkeze alır.

Liberal yönetim sanatı açısından, özgürlük, sadece meşru biçimde iktidara

direnen bireylerin haklarına göndermede bulunmaz artık; yönetimselliğin

131
vazgeçilmez bir elemanı haline gelir. Burada bahsi geçen özgürlükler, hukuki

prensiplere göre kurulmuş özgürlükler olmaktan ziyade, güvenlik mekanizmalarına

göre dengelenmiş özgürlüklerdir. (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009: 114) Liberalizm

için özgürlük, güvenlik mekanizmalarının eşleniği, olmazsa olmaz parçası olarak

karşımıza çıkar. Özgürlüğe saygı göstermekte başarısızlık, iyi yönetilemediğinin de

kanıtını sunar. (Foucault, 2008: 353) “Özgürlüğün görmezden gelinmesi, basitçe,

gayrimeşru olarak hakların çiğnenmesi değil, nasıl yönetileceğinin bilinmediğine

işarettir.” (Foucault, 2008: 20) Foucault’ya göre, liberal yönetim sanatı, bu

minvalde, belirli özgürlükler aktüel olarak mevcut olmadan işleyemez: piyasanın

özgürlüğü, tartışma özgürlüğü, ifade özgürlüğü. Bu şu anlama gelir: Liberalizm

sürekli olarak özgürlük üreten bir yönetim sanatıdır zira ancak bu biçimde nüfusa ve

piyasaya içkin doğal kapasitelerden faydalanabilir.

Foucault, liberalizmin özgürlüğü üretmesi ve özgürlüklerden

faydalanmasının, bir takım sınırlar, müdahaleler ve kontrollerden ayrılmadığına da

dikkat çeker. Liberalizmin koşulunu oluşturan güvenliğin, çıkar mekanizmalarının

bireysel ya da kolektif tehlikelere yol açmaması ile ilişkili olan pek çok tedbire

karşılık geldiğine işaret eder. (Foucault, 2008: 65) Bir başka deyişle, liberal yönetim

sanatının, özgürlükten belirli biçimde faydalandığı için önceki yönetim kiplerinden

daha hoşgörülü ve esnek olduğunu söylemek abesle iştigaldir. (Nealon, 2008:71)

Böyle bir kavrayıştan kaçınılmalıdır. Foucault, liberal yönetim sanatının ‘özgürlüğün

tüketicisi’ olduğuna dikkat çeker. Özgürlüğün üretilmesi ve tüketilmesi ile

ulaşılmaya çalışılan denge, nüfusun genel refahının, özgürlüklerin aşırıya kaçması ile

tehlikeye girmesini engellenmekle ilgilidir.

132
Foucault, aslında, 1977-1978 Güvenlik, Toprak, Nüfus adlı derslerinde,

disiplinci teknikler ve bireysel özgürlükler arasındaki ilişkiye dair Hapishane’nin

Doğuşu’nda sunduğu analizi dönüştürmüştü. Bu dönüşmüş hali netleştirmek üzere,

bu argümanın altını, burada bir kere daha çizer. (Foucault, 2008: 72, dipnot 24)

Foucault’ya göre, ekonomik özgürlük ile disiplinci teknikler, liberal yönetimin

hakikat ve pratik rejimleri içerisinde, birbirleri içine geçmiş durumdadır. Bentham’ın

Panopticon’u bunun net bir örneğini sunar. Foucault’ya göre, Panopticon, bireylerin

aktivitelerini, bu aktivitenin kârlılık ve verimliliğini arttırarak gözlemlemek üzere

tasarlanmıştı. Yönetim, gözlemlemek dışında, doğallığın mekanizmalarına müdahale

etmeyecekti. Foucault’ya göre, Bentham için Panopticonizm, belirli kurumlara

yönelik bölgesel bir girişim olmaktan ziyade, genel bir siyasal formüldü ve belirli bir

tip yönetimi öneriyordu. Liberal yönetimin güvenlik formülünü sunuyordu. Bu

çerçevede, Foucault’ya göre, liberal yönetim sanatında, kontrol, özgürlüğün

ürünüdür. (Foucault, 2008: 68)

Burada, güvenlik ile özgürlük arasında döngüsel bir ilişki tespit edebiliriz. Bir

yandan, güvenlik, belirli bireyler ve grupların özgürlüklerini disiplinli ve sorumlu bir

biçimde kullanmaya yönlendirmelerini sağlamak üzere öne sürülür. Diğer yandan, bu

sorumlu özgürlük, devletin iyiliğini garanti altına alan, ekonomi ve nüfusun doğal

süreçlerinin güvenliği için zorunlu bulunur. Liberalizm, bu çerçevede, devletin

düzenine dair polis devletin kaygısını sürdürür ancak yönetilen gerçekliği, nüfusun,

sivil toplumun ve ekonominin otonom süreçlerine kaydırır. Liberal yönetim sanatı,

güvenlik sorunsalını, bir yandan bu süreçlerin işleyişi ile sorumlu, disiplinli, tedbirli

özneler arasındaki ilişkilerle ilgili olarak tasarlar: Diğer yandan, siyasal ve ekonomik

özgürlük kullanımının yönetimin operasyonlarını tehlikeye atmasına engel olmak

133
üzere düzenler. (Dean 1999: 118) Liberal devletin taahhüdü şudur öyleyse:

“özgürlüğünüzü kullanmanıza yardımcı olacağız, yeter ki özgürlüğünüzü bizim

istediğimiz gibi kullanın.” (Dean 1998: 217) Bu çerçevede de, liberal yönetim

sanatının sorunu, düzenlemeden el çekmek değil, ekonomik süreçlerin ve nüfusa

içkin süreçlerin güvenliğini garanti altına almak üzere işleyecek olan güvenlik

mekanizmalarını yerli yerine yerleştirmek olarak belirecektir. (Dean 1999: 117)

Foucault’nun özgürlük, güvenlik ve disiplin arasındaki yakın ilişkilere dair

ileri sürdükleri dikkate alındığında, güvenliği düzenleyen Leviathan gibi bir aygıtın,

liberal yönetim sanatının güvenlik formülasyonuna hiç bir katkıda bulunamayacağını

söylemesi, Foucault’nun düşüncesindeki önemli bir boşluğa işaret eder. Şayet,

liberalizmin güvenlik ile ilgili meselesi, hem piyasaların güvenliği anlamında, hem

de, devlet, inanç ve piyasa üçgeninin birbiri ile ilişkisini kuran unsur olarak güvenlik

meselesi ise, bu meselenin Hobbesçu bir temeli olduğunu ileri sürmek mümkündür.

Hobbes’a göre, devlet, inanç ve piyasa üçgeninin köşelerinden her biri diğerini

tamamlar ama devlet bütün bunların varoluşunu güvence altına alır.

Hem erken modernler, hem de onların mirasçıları için, devlet, egemenlik gibi

sınırlayıcı mekanizmaların bir koleksiyonu, toplamıdır. Devlet şemsiye başlığı

altında toplanan bu sınırlayıcı mekanizmalar, her ne kadar modernlerde, erken

modernlere göre daha sofistike bir halde bulunsalar da, hem toplumu kurmak ve

korumaya, hem de barışçıl ve sınırlı bir alan olarak üretmeye hizmet eder. Devlet,

şiddet ve ölümü sınırlama aracı olarak tasarlanır ve bu alanda bireyler kendi

etkileşimlerini sürdürürler. (Wickham, 2008) Hobbes için, toplumsal, devlet

tarafından empoze edilen bir alandır. Leviathan’ın görevi, “insanların evlerinde barış

içinde olmasını sağlamak ve dışarıdan işgallere karşı korumaktır.” [XXV] Barret-

134
Kriegel bu bağlamda, Hobbes’un öznel hakların ya da insan haklarının modern

doktrininin esas kurucusu olduğunu ileri sürer. Doğal güvenliğin kalbinde, bireysel

yaşamın korunması yatar. (Barret - Kriegel, 1995: 38–9) Weiler’a göre ise,

Hobbes’un devletçi toplum kavrayışı, toplumsalı güçlü bir devletin kontrolü altına

yerleştirip, bu tip devlete hizmet etmek değil, bireyleri korumaktır. (Weiler, 1994:

37–8) Ne var ki, Foucault, Hobbes’u liberal yönetim sanatının geride bıraktığı

geleneksel mantığın bir parçası olarak değerlendirdiğinden, Hobbes’un bu

bağlamdaki önemli katkılarını göz ardı etmeye devam eder.

B. Güvenlik Mekanizmaları ve Norm

Foucault, güvenlik-özgürlük arasındaki döngüsel ilişkinin etkilerinin başında,

bireylerin her an tehlikede oldukları, bugünü ve yarını hep tehlike içerdiği kanısıyla

deneyimleyeceklerine dair fikrin yaygınlaşmasının geldiğinin altını çizer. Ona göre,

Ortaçağ’ın, hatta 17.yüzyılın siyasal ve kozmolojik hayallerinden beslenen kıtlık,

ölüm ve savaş gibi şiddetli tehditlerden oldukça farklı, geniş bir tehlike kültürü

19.yüzyıl boyunca serpilir. Gündelik tehlikeler ortaya çıkar. İlki, 1818’de Paris’te

kurulan tasarruf bankaları, alt sınıfların giderek kötüleşen koşullarına çare olmak

üzere kurulur. (Foucault, 2008: 72 n22) 19. yüzyıl ortasında, Kıta Avrupa’sında

beliren dedektiflik ve casusluk romanlarına artan ilgi, hastalıklar ve hijyen etrafında

şekillendirilen kampanyalar, Foucault’nun gözünde, bir tehlike korkusunun

uyaranları olarak belirir. “Tehlike kültürü olmayan liberalizm yoktur.” (Foucault,

2008: 67)

135
Foucault, bu tehlike kültürünün içerisinde işlediği düzeneği aydınlatmak

üzere, bir başka deyişle, liberal yönetim sanatının peşine düştüğü dengenin

aktüalitede nasıl hayata geçirildiğini ortaya koymak üzere, 1977-1978 derslerinin ilk

üçünde, güvenlik mekanizmaların örnekleri üzerinde durur. Foucault’nun burada

verdiği örneklerden kıtlık sorunsalı üzerinde daha önce durduk. Diğer iki örnekten

bahsedelim.

Foucault, güvenlik mekanizmalarından, ilk olarak, 18.yüzyılın ikinci

yarısında, kentin sunduğu dolaşım sorunsalıyla bağlantılı yeni ekonomik ve siyasal

yönetim problemleri zemininde dikkat çeker. 18. yüzyılda ticaretin büyümesi, kentsel

nüfusun artışı, askeri tekniklerdeki gelişmeler, kent ile kırsal alan arasında kalıcı

ekonomik alışveriş ihtiyacı, Foucault’ya göre, Vigné de Vigny’nin kenti geliştirme

planı örneğinde görüldüğü üzere, hijyen, havalandırma, mikropların yerleştiği aşırı

kalabalık yerleşim alanlarının, semtlerin ferahlatılması; kent içindeki ticaretin

garantilenmesi ve cadde ağını dış yollara bağlayarak, dışarıdan gelen ürünlerin

gelişini ve sevkini kolaylaştırmak; serseriler, dilenciler, suçlular, hırsızlar, katiller vs

gibi kişilerin gözetiminin mümkün kılınması gibi sorunsallar doğurur. (Foucault,

2007: 19) Güvenlik mekanizmaları, kent içerisinde dolaşımı ve hijyeni sağlayacak

olumlu elemanların maksimize edilmesi ve olumsuz elemanların minimize

edilmesini amaçlar; en iyi ve olası dolaşımı sağlayacak olumlu elemanları maksimize

etmeye çalışırken, hırsızlık ve hastalık gibi riskli ve uygunsuz dolaşımı, ne olursa

olsun tam olarak bastırılamayacaklarını bilerek, minimize etmeye çalışır ve

olasılıkları düzenleyerek işler. Güvenliğin özgün mekânı, bir dizi olası, geçici ve

belirsiz olaya göndermede bulunan ve milieu olarak adlandırabileceğimiz tam

anlamıyla kontrol edilemeyen, ölçülemeyen, belirsiz bir dizi hareket halinde eleman,

136
olay ve birimden oluşur. (Foucault, 2007: 20) Kent açısından ortaya konan bu teknik

sorunlar ile birlikte, yapay bir çevre (milieu) içerisinde, insan türünün doğallığı

sorununun aniden belirdiğini görürüz. Foucault’nun sözleriyle söylendiğinde, “bir

iktidar ilişkisinin siyasal oyunu içerisinde türün doğallığının ani belirişi…biyo-

siyaset, biyo-iktidar.” (Foucault, 2007: 22)

Foucault, ikinci olarak, disiplinci mekanizmaların ve güvenlik

dispozitiflerinin farklı yönetme modellerine göre su çiçeği salgını ile baş etme

çabalarına değinir. Disiplinci mekanizmaları, salgın karşısında, önce normu

(hastalığın engellenmesi) tespit edip, buna göre normal (hastalığa yakalanmamış

olmak) ve anormali (hastalığa yakalanmış olmak) tayin edip, karantina tekniğine

başvurur. Güvenlik mekanizmaları ise, durum, risk, tehlike ve kriz nosyonları

sayesinde, normun saptanmasından önce, istatistiki araçlarla, nüfusun belirleyici

değişkenlerinin doğal işleyişinin sunduğu beklenti optimumlarını saptar: Yani

normal (hasta olma riski düşük grup) anormalden (hastalığa yakalanma riski yüksek

durumlar) ayrıştırır ve ardından normal olan norm kabul edilerek nüfusun

değişkenleri üzerinde etkide bulunarak, nüfusun her elemanını bu optimum noktaya

yaklaştırılmaya çalışılır. Foucault, burada hasta olan ile olmayan ayrımı yerine,

herkesin nüfus içerisine yerleştirilmiş bireysel durumları (case) olduğunun altını

çizer.

Foucault, örneklendirdiği güvenlik mekanizmaları ile bize, liberal yönetim

sanatının, ‘iyi yönetim’in normlarını kurmaya çalıştığını, en genel normunu ise, çok

fazla yönetim ile çok az yönetim arasında değişen dengeden menkul olduğunu

gösterir. Bu bağlamda, Foucault, bize, liberal yönetim sanatının, hukuktan çok norm

ile ortak noktası olduğunu göstermeye çalışır. Foucault, bu perspektifin bir örneğini,

137
Cinselliğin Tarihi 1. Cilt’te sunmuştu. Orada, yaşam üzerinde iktidarın gelişmesinin

hukukun yasal sisteminin aleyhine, normun önemini arttırdığını ileri sürmüştü. Bu,

hukukun artık önemli olmadığını ileri sürmekten ziyade, hukukun giderek norm

biçiminde belirdiğini ileri sürmek anlamına geliyordu. Hukukun, tıbbi, idari vs

düzenleyici aygıtlar çokluğunun içerisine yayılarak, norma dönüşmesine işaret

ediyordu.

Burada ele alındığı şekli ile norm, basitçe varılan bir değer olmaktan çok,

belirli bir yargılama kuralı ve bu kuralın üretilme aracı olarak karşımıza çıkar. Norm,

şeylerin kendisine bakılarak değerlendirileceği, sıralanacağı, şeyler arasındaki

farklılıkların ve eşitsizliklerin belirleneceği kriter olarak belirir. Bu çerçevede, bir

düzenleme ve sabitleme aracıdır. Normun ayırt edici yanı, kozmos hakkındaki genel

bir kanıdan ya da insan doğasına dair genel bir görüşten kaynaklanmak yerine,

uygulandığı şeylerin aktivitelerin olguların ya da nüfusların niteliklerinden

türetilmesidir. (Dean, 1999: 120) Bu çerçevede, hukukun bir norm formuna

bürünmesi ile kastedilen, hukukun egemenliğin iradesi ya da toplum sözleşmesinin

dışavurumu değil, bahsi geçen topluluğun ortak bir standardı ile ilişkisidir.

Bir başka deyişle, Foucault, her fırsatta, liberalizmin, sözleşmesel bir ilişki

üzerine kurulmuş bir siyasal toplum fikrinden doğmadığını ileri sürdüğünden:

hukukun, liberalizm için siyasal egemenlik açısından değil, yönetimsel eylemin

teknik biçimi olması dolayısıyla önemli olduğunu bu minvalde vurgular. Foucault,

liberalizm, hukukun üstünlüğü ve temsilî demokrasi arasında zorunlu bir ilişkinin

olmadığını söyler. Foucault’nun, liberalizm değerlendirmesi ile, Lockeçu siyasal

kuram (sivil toplum, toplum sözleşmesi ve bireysel mülkiyet haklarının

dokunulmazlığı) ve ekonomi-politikçilerin ticari toplum kavramsallaştırması

138
arasında kurulduğu varsayılan liberal bir harmoninin, 18.yüzyıl liberalizmini ve

kapitalizmin artı değer belirlenimlerini hazırladığına dair teze meydan okuduğu

açıktır. (Foucault, 2008: 18) Foucault, bu tezin, liberal düşüncede hukukun yerini

yanlış değerlendirdiğini düşünür.

Foucault, liberalizmin, hukuk kurum ve pratiklerini bünyesinde, yönetimin

hesaplanabilirlik mekanizmaları ve gözden geçirme enstrümanları olarak

barındırdığını ileri sürer. Bürokratik karar verme mekanizmalarında ve okullardan

hapishanelere uzanan disiplin rejimlerinde belirmesi mümkün suistimâllere karşı,

hukukun genel dilinden ve prosedürlerinden faydalanır. (Dean 1999 123) Hukuku,

süreçlerin yönetimi ile ilgilenen düzenleyici mekanizmalar dizisinin bir elemanına

dönüştürür: Egemenlik uygulamalarının bir enstrümanı olarak işlev görürken,

liberalizm, hukuku disiplinci mekanizmalar ve yönetimsel aygıtlar ile

bağlantılandırır. Liberal yönetim sanatı, nüfusun yarı-doğal süreçlerinin, içerisinde

garantilendiği siyasal yapılar, hukuk ve egemenliğin dil ve kurumlarını kullanmayı

yararlı bulur. (Dean, 1999: 123) Bir yönetim rasyonalitesi ve teknolojisi olarak

kavranan liberalizmin hukukun üstünlüğünü uyarlamaktaki amacı hukukun

genelliğidir; temsilî kurumları uyarlamasındaki amacı ise, yönetilenlerin yönetimsel

ekonomiye katılımını sağlamaktır.

Foucault, bu çerçevede, liberal yönetim rasyonalitesinde bir döngüselliğe

işaret eder. Liberalizm için yönetilenler egemenliğin kaynağı oldukları için

yöneticilerinin seçimine katılmazlar; yönetim onların özgürlüklerine ve

kapasitelerine dayandığı için bunu yapmak zorundadırlar. Temsilî demokrasi, bu

çerçevede, siyasal iktidarın kullanımının, yönetilenlerin özgürlüklerini kullanımına

göre sınırlanması ve rasyonalize edilmesinin mekanizmalarından biridir. Temsilî

139
demokrasi, aynı zamanda, yönetilenlerin yönetimin operasyonlarına katılımının

kendisinin sınırlanması ve düzenlenmesinin de aracını oluşturur. Temsilî kurumlar,

bu anlamda, egemenliğin demokratikleştirilmesine verilen yönetimsel tepki olarak

karşımıza çıkar. Yönetimin operasyonlarını sekteye uğratabilecek aktivitelerin

yönetimi, seçilen temsilcilere ve kamu çalışanlarına aktarılır. (Hindess, 1997: 264-6)

Liberal yönetim sanatının güvenlik sorunsalının bu çerçevede beliren özgün yanı,

yönetilen nüfusun, siyaset yönelimli aktivitelerinin devlet aygıtlarının düzgün bir

biçimde işlemesini sekteye uğratmasını engellemekle ilgilidir. (Hindess, 1997) Bir

başka deyişle, yönetilenlerin siyasal aktivitelerinin nasıl düzenlenip sınırlandırılacağı

liberal yönetim rasyonalitesinin önemli bir parçasını oluşturur.

Liberalizm, vatandaş nosyonu üzerinden özneye yaklaştığında, liberalizmin

sorunu, vatandaşın hakları ve özgürlükleri ile uyumlu bir devlet formu tanımlamak

ve vatandaşların farklı çıkarlarını uyumlaştıracak siyasal bir form kurmakla ilgilidir.

Normalleştirilmiş özne figürü üzerinden değerlendirildiğinde, liberalizmin sorunu,

öznenin özgürlüğünü sorumlu ve disiplinli bir biçimde kullanmasının nasıl mümkün

kılınacağına ilişkindir. 19.yüzyıl liberalizmi, sadece vatandaşların hakları ile uyumlu

temsilî kurumların geliştirilmesi ile değil, aynı zamanda belirli bir nüfusun üyeleri

olarak bu hakları doğru düzgün bir biçimde kullanmayı bilmelerini garantilemekle

ilgilidir. (Dean 1999: 122)

Bireyler, özgürlük ve otonomileri tanınır tanınmaz uzmanların dili ve

değerlendirmeleri ile bağlı hâle gelirler. “Otonom kılınınca, hesaplanabilir de

olursunuz.” (Hindess, 1996: 301) İnsanlar nasıl ki ekonomik özgürlüklerini sorumlu

bir biçimde kullanmalılarsa, siyasal özgürlüklerini de bu biçimde kullanmalı, bunun

için kurumsal araçlar dolayımıyla eğitilmelilerdir. (Dean 1999: 118) Bu tarz

140
yönetimsel aktivitenin belirmesi, Foucault’nun 1979 derslerinde yönetimselliği daha

formel olarak yeniden kavramsallaştırmasına da katkıda bulunur. Bu yeni

kavramsallaştırmaya göre, yönetimsellik, tikel bir genellik anlamını, birinin diğerinin

davranışları üzerinde eyleme biçimi anlamı kazanır. Burada davranış (la conduite) iki

anlama gelir; bir yandan kılavuzluk etme, yönlendirme aktivitesi, diğer yandan,

kişinin kendisini belirli bir davranışa göre yönetmesi, davranması. (Foucault, 2007:

193) Yasa belirli davranışları yasaklar ve diğer bazı davranışları ile meşrulaştırırken,

disiplin gözetim altında zorunlu bir davranış salık verirken, yeni formel

yönetimsellik ile ilişkili iktidar ekonomisi, hem diğerlerinin siyasal davranışları ve

hem de kendiliğin etik davranışları arasında güvenlik stratejileri ile düzenlenmesi

hedeflenen bir dengeye ulaşılmaya çalışılır. (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009: 115)

Ancak, eğer mülklerin ya da devletin güvenliği tehlikeye düşerse, liberalizm de polis

devlet gibi, nüfusun belirli kısımlarının ayrıntılı düzenlenişini önermeyi sürdürür.

Tek bir farkla, kuşkusuz: Bu ayrıntılı düzenlemenin, ekonominin ve nüfusun doğal

yasaları ile uyumlu olması kriteridir. (Dean, 1999:116-117)

III. YENİ BİR AVRUPA FİKRİ

Avrupa’nın ilk kez dünya ve kendisi üzerine düşündüğünü


söylemiyorum. Ama ilk kez, kendisini dünya içindeki bir ekonomik
birim olarak tahayül etti. Dünya, artık Avrupa’nın ekonomik
sahasıydı.(Foucault, 2008: 55)

17.yüzyıl devlet aklı, içerde polisin sınırsız yönetimsel müdahalesini serbest

bırakırken, diğer devletlerle ilişkilerinde devletler arası rekabetçi dengeyi kollayarak

141
kendini sınırlıyordu. Foucault’ya göre, liberalizm ise, içerdeki müdahaleyi azaltırken,

uluslararası hedefleri sınırsızlaştırıp imparatorluğa (empire) değil, emperyalizme

(imperialism) yelken açar. (Foucault, 2008: 21) Bunu, rekabeti, devletlerarası

ilişkilerden, bireyler ve şirketler arasındaki ilişkilere aktararak yapar.

Foucault, yeni Avrupa tahayülünün dışa vurumu olarak Viyana Kongresi’ne

(Ekim 1814 – Haziran 1815) yakından bakmayı önerir. (Foucault, 2008: 59)

Napolyon ile birlikte yeniden hayat bulan emperyal düşünceye bir son vermek ve

Napolyon Savaşlarının ardından Avrupa haritasını yeniden çizmek üzere toplanan

Kongre’de, Fransa’nın karşısında Rusya, İngiltere, Avusturya ve Prusya vardır.

Kongrede, Avrupa Dengesi’ni yeniden tesis etmek üzere iki senaryo ortaya atılır. Bir

yandan, Metternich’in temsil ettiği Avusturya, polis devletler çokluğunun dengesini

önermekte, diğer yandan Castelreagh’in temsil ettiği İngiltere, İngiltere’nin, Avrupa

ile dünyanın geri kalanı arasında siyasal ve ekonomik bir aracı rolüne soyunduğu bir

Avrupa bölgeselleşmesi önermektedir.

Avrupa devletlerinin yeni hesabı, ‘komşumun ilerlemesi benim de ilerlemem

demektir. Komşumla ticaret yaparak ben de zenginleşirim. İkimiz arasındaki ticaret

karşılıklı bir doğal fiyatta buluşur; bu doğal fiyat hem tüccara maksimum kâr, hem

de tüketiciye minimum harcama sağlar’ olarak özetlenebilir. Artık ortada

paylaşılacak bir kek yoktur: Avrupa’nın ancak hep beraber (en bloc)

zenginleşebileceği kanısı yükselir. (Foucault, 2008: 54) Bu kavrayış, Foucault’ya

göre, yeni bir Avrupa fikrinin belirdiğine işaret eder. Ne Roma İmparatorluğundan

miras alan bir Carolingian İmparatorluğu, ne de bir Avrupa Dengesi

hedeflenmektedir. Artık, Avrupa’nın kolektif zenginleşmesi gündemdedir. Foucault,

tam da bu noktada, ne kolonyalizmin başlangıcını gördüğümüzü, ne de

142
emperyalizmin ivmesini bulduğumuzu ileri sürer. Kolonyalizm ona göre, çoktan

başlamıştır ve emperyalizm için 19.yüzyılı beklemek gerekecektir. Foucault’nun

burada gördüğü, “Avrupalı yönetimsel pratiğin küresel hesabının yeni bir tipinin

belirişi”dir. (Foucault, 2008: 56)

Foucault, bu yeni Avrupalı yönetimsel pratiğin küresel hesaplamalarının

örneklerinden bu çerçevede bahseder. İlk olarak denizin hür rekabetin alanı olarak

tahayül edilmeye başlandığından söz eder. İkinci olarak, tüm gezegeni hedef alan

uluslararası barış projelerine değinir. 17.yüzyılda bu tarz projeler, Avrupa dengesini

hedefliyorken, 18.yüzyılda, piyasa ne kadar genişlerse o kadar az sınır ve limit,

böylece o kadar çok kalıcı barış garantisi tahayülüne yönelir. Foucault’ya göre,

Kant’ın Kalıcı Barışı bu minvalde değerlendirilmelidir. Kalıcı barışın garantisi,

aslında ticari ilişkiler, ticari küreselleşmedir. (Foucault, 2008: 57-58)

Foucault, ne var ki, 18.yüzyılda Fizyokratların, Adam Smith’in ve Kant’ın

çalışmalarında, yeni bir uluslararası ölçek fikrinin ortaya çıktığını söylerken, diğer

tüm yönetimsel pratiklerin ortadan kaybolduğunu ya da bir Avrupa barışının

serpildiğini ileri sürmediğinin de altını çizer. Tersine, 19.yüzyıl iki dünya savaşına

sürüklenen sonun başlangıcıdır. Liberalizm, özgürlük üretme çabasında olduğunu

sıkça dile getirirken, tam tersini üretmiştir. Foucault’ya göre, bunun sebebi, bir

önceki kısımda üzerinde durduğumuz üzere, liberalizmin, özgürlük ile hem üretici

hem de yıkıcı bir ilişki sürdürmesinden ileri gelir. (Foucault, 2008: 64, 69)

Foucault’ya göre, “biyolojik modernlik eşiği”nin geçilmesiyle, yönetimsel

devletin bireyselleştirme ve bütünselleştirme tekniklerinin bir araya geldiği alanda

etkinlik göstermeye başlamasıyla, yaşam üzerinde konumlanan ve onun üzerinden

işleyen iktidar, egemenin varlığının sürdürülmesi yerine herkesin varlığının

143
sürdürülmesi adına pek çok kanlı savaşın yapılması, devletlerin kendi halkları

üzerinde Holocaust uygulaması, sayısız insanın işkence görmesi, öldürülmesi

sonucunu da doğurmuştur. (Foucault, 1993: 149-151) Foucault, bu bağlamda, iktidar

ilişkilerinin, egemenlik olgularının, uyruklaştırma uygulamalarının totalitarizmlere

özgü olmadığını, demokratik diye nitelenen toplumlara da nüfuz ettiğini belirtir.

144
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

YÖNETİMİN YÖNETİMSELLEŞMESİ: NEO-LİBERALİZM

Piyasa üzerinden değil, piyasa için yönetmeli.

(Foucault, 2008:121)

Neo-liberalizm, özgürlük-güvenlik ilişkisinde yeni bir düzenleme yapar, bu

ilişkiyi yeni bir düzleme taşır. Neo-liberal yönetimsellik çerçevesinde, güvenliğin

ekonomik süreçlere bağımlı olduğu liberal güvenlik sorunsalı, toplumsal ya da

ekonomik süreçlere bağlı bir güvenlik anlayışı yerine, yönetim mekanizmalarının

güvenlikleştirilmesi sorunsalı ile ikame edilir. Mitchell Dean’in, 20.yüzyılın sonunda

belirginleşen neo-liberal yönetimsel düzenlemeleri, devletin yönetimselleşmesi hattı

yerine, yönetimin yönetimselleşmesi serüvenini başlatan yeni bir yönetimsellik

formu olarak değerlendirme önerisi bu yeni düzenleme çerçevesinde anlamlıdır.

Foucault, neo-liberalizm sorunsalının kabaca iki eleştiri çerçevesinde ele

alındığını ileri sürer. (Foucault, 2008:130) Bunlardan ilkinde, neo-liberalizm, klasik

liberalizmin eski temalarının canlandırılışı olarak değerlendirilir. İkincisinde, neo-

liberalizm, topluma katı piyasa ilişkilerini kaydetmekle eleştiren sosyolojik

yaklaşımdan beslenerek ele alınır. Buna göre, neo-liberalizm Keynezgil refah

devletine karşı duran siyasal-ekonomik bir proje olarak değerlendirilir. Siyasalarını

özelleştirme, serbest ticaret ve piyasalaştırma oluştururken, kurumlarını IMF, WTO,

145
aktörlerini ulusötesi şirketler, alanını küresel finans piyasaları oluşturur. Foucault, bu

değerlendirmelerden farklı olarak, neo-liberalizmi, tikelliği (singularity) içinde ele

geçirmek, “geçmişin bilgisini, bugünün deneyimi için işletmek” istediğini ifade eder.

(Foucault, 2008: 131) Foucault, neo-liberalizmi bir ideoloji olarak değerlendirip

basitçe kınamak yerine neo-liberalizmin, yönetimi mümkün kılan çeşitli teknik ve

teknolojilerle ilişkilerine dikkat etmemiz gerektiğini ileri sürer. “Foucault, kesinlikle

bir neo-liberal değildi(r), ancak, liberalizm ve neo-liberalizmin, yönetmenin

aktüalitede nasıl mümkün olduğuna dair hesaplamalar geliştirdiğini kavramanın

önemli olduğuna dikkat çeker.” (Barry, 2000: 201) Foucault, bu çerçevede, neo-

liberalizmi, “piyasa ekonomisinin formel prensiplerini genel yönetim sanatına

yansıtması” ile ayırt edici bulur. (Foucault, 2008: 131) Neo-liberalizm, klasik liberal

kabulleri canlandırmak yerine, onları dönüştürür. Foucault, neo-liberalizmin, toplum-

ekonomi ilişkisi ve devletin rolü konusunda tümden klasik liberalizmden farklı bir

perspektife sahip olduğunu ileri sürer. (Donzelot, 2008: 128) Onun gözünde, neo-

liberalizm, liberalizmden güvenlik sorunsalını tanımlayışıyla (toplumsal ve

ekonomik süreçlerin güvenliği yerine yönetim mekanizmalarının güvenliği)

farklılaştığı ölçüde yeni bir yönetimselliğe işaret eder. Foucault için, neo-liberalizm,

kendinden önceki liberalizm pratiklerinde büyük ölçüde piyasa dışı olarak algılanan

alanlara piyasa ilişkilerini dahil ederek bireysel ya da organizasyonel davranışların

etkinliğini hedefler; piyasa düzenlemesini, toplumun düzenlenme prensibi olarak

tanıtır. Foucault’nun neo-liberal yönetimsellik kavrayışı, toplumsal yaşamın çeşitli

alanlarında işleyen yönetim teknolojileri ve rasyonalitelerini kuşatmak üzere laissez

faire ekonomik siyasalarına odaklanan popüler tanımlarının ötesine geçer.

146
Foucault, 1978-1979 seminerlerinde, liberal yönetim sanatına dair

tartışmaları, Birinci Dünya Savaşı sonrası düşünce akımlarını gözden geçirerek

sürdürür. Foucault, bu düşünce akımlarını, “hemen şimdinin somut aktüalitesinin

içerisinde liberalizmin bizim için yükselttiği sorunsalla ilgili” bulur. (Foucault, 2008:

22) Bu düşünce akımları, ona göre, liberal yönetimselliğin krizinin yansımalarıdır ve

bu yansımalar kendisini refah devleti sisteminin eleştirisi üzerinden dışa vurur.

“18.yüzyıldan beri meydana gelen krizler kapitalizmin krizleri olarak okundu oysa,

bu krizleri kuşkusuz kapitalizmin krizleri ile ilişkili olan liberalizmin krizleri olarak

da okumak mümkün. 1930’lardaki sorunsallar bunun kanıtını sunar.” (Foucault,

2008: 70)

Foucault, 1978-1979 Biyopolitiğin Doğuşu başlık derslerinin dördüncüsünden

itibaren, liberal yönetim sanatının, özgürlük ve güvenlik arasında kurduğu ilişkinin

etkileri olan ‘yönetimsellik krizleri’nin gerekli kıldığı revizyonları serimler. Bu

çerçevede, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Batı Almanya, Amerika Birleşik

Devletleri ve Fransa’nın neo-liberal deneyimlerini inceler. Liberal yönetim sanatının

krizlerini imleyen “neo-liberal kritik, belirli kurumlara bir saldırı olmaktan çok

yönetimin belirli ideallerinin, yurttaşlık diyagramının, yönetim formüllerinin

sorunsallaştırılması” olarak karşımıza çıkar. (Dean, 1999: 32) Daha ziyade, Alman

neo-liberalizmi ile Amerikan neo-liberalizmleri üzerinde duran Foucault,

liberalizmlerin çoklu olduğundan ve her birinin beraberinde, entelektüel bir oluşumu

getirdiğinden bahseder.

Buna göre, Alman tarzı neo-liberalizmin anahtar kavramlarını, Weimar, 1929

bunalımı, Naziler, Nazizm kritiği ve savaş sonrası yeniden yapılanma çabaları

sunarken; Amerikan tarzı neo-liberalizmin öne çıkan kavramlarını, New Deal ve

147
Roosevelt eleştirisi, savaş sonrasında Truman (1945-1953), Kennedy (1961-1963) ve

Johnson’un (1963-1969) yardım ve diğer programlarına ve federal müdahalelere

yöneltilen eleştiriler şekillendirir. (Foucault, 2008: 79, 217) Bu iki formun ortak

düşmanı, Foucault’ya göre, Keynes’dir; ortak amacı devlet tarafından kontrol edilen

ekonomiden duydukları rahatsızlık doğrultusunda, devlet müdahaleciliğine son

verilmesidir. Devlet tarafından tanımlanan ve göz altında tutulan bir piyasa yerine,

piyasanın devletin organize etme ve düzenleme kriterini sunması gerektiğini ileri

sürerler. Foucault’ya göre, Ordo-liberallar ile Chicago Okulu’nun arasındaki fark, bu

noktada belirginleşir. Foucault, Amerikan neo-liberalizminin, somut bir siyasadan

ziyade ‘ütopist bir çekirdek,’ bir düşünme biçimi olduğunu ileri sürer. (Foucault,

2008: 224) Oysa Ordo-liberaller’in verimli piyasaların varlığının koşullarını

yaratmak üzere gayet net bir programları vardır. (Guala, 2006: 437)

I. ORDOLİBERALLER ve TOPLUM SİYASETİ

Devlet tarafından gözlemlenen piyasa yerine, piyasa


tarafından gözlenen devlet... (Foucault, 2008:116)

1920’lerin sonlarında, Freiburg Okulu ile ilişkilendirilen Ordo-liberallerin -

Walter Eucken, Franz Böhm, Hans Grossmann-Doerth, von Hayek ve Freiburg

Okulu içerisinde yer almamakla beraber 20.yüzyılda Almanya’da serpilen liberal

düşünceye etkisi olan Wilhelm Röpke, Alfred Müller-Armack, Alexander Rüstow -

çalışmaları, neo-Kantçı felsefe, Husserlci fenomenoloji ve Weber’in sosyolojisinin

kesişim kümesinin ürünü olarak değerlendirilir. (Vanberg, 2004: 1-21) Bu

çalışmaların odağında, ekonomik süreçler ile hukuki yapılar arasındaki bağıntıların

148
tarihi yer alır. Çoğu, Üçüncü Reich zamanında göç eden bu figürler, savaştan sonra

döndüklerinde, Adenauer ve Ludwig Erhard hükümetinde önemli pozisyonlarda

bulunur. (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009: 116)

Foucault’nun Ordo-liberallere dair tartışmaları, devletin giderek

faşistleştiğine yönelik değerlendirmelerin yanında ve altında, İkinci Dünya Savaşı

öncesi ve sonrasında, Almanya’daki yönetim sanatını yenilemek önerilerine yol açan

daha temel bir sorun görmesinden kaynaklanır. (Jeanpierre, 2006: 87-111; Kelly,

2009b: 46-49; Lemke, 2001: 190-207) Foucault, nasıl ki Hapishane’nin Doğuşu’nda,

ceza pratiklerinin insanileştirilmesinin, toplumsal bünyenin genel disiplini içinde

yerini aldığını göstermişse, ve nasıl ki Cinselliğin Tarihi 1. Cilt’te, baskıcı hipotezin,

cinsellik üzerine söylemlerin yaygınlaşmasının işaretlediği dönüşümle bağlantılarına

dikkat çektiyse, burada da, devlete yönelik geniş kapsamlı eleştirileri,

yönetimselliğin krizi ve yeniden düzenlenmesine dair beliren daha temel bir

dönüşümle ilişkilendirir. Bu sayede, Alman neo-liberalizmini, klasik liberalizmden

ayıran yanlara, özellikle de laissez-faire prensibindeki ve bu prensiple ilişkili klasik

liberal biyo-siyasetteki dönüşüme işaret eder. (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009: 117)

Foucault’ya göre, Ordo-liberallerin, 1930’ların totalitarizmine tepkileri,

Frankfurt Okulu’nun üyelerininkinin tam zıddında yer alır. Her ne kadar Franfurt

Okulu gibi, Weberci temanın (‘kapitalist toplumun rasyonelliğinin irrasyonalitesi’)

mirasçısı olsalar da, Frankfurt Okulu, kapitalizmin irrasyonalitelerini aşmak üzere

daha sosyal bir akıl önerirken, Freiburg Okulu’nun neo-liberalleri, önceki yönetim

formlarının sosyal irrasyonalitelerini aşabilecek yeni bir kapitalist aklın peşine düşer.

(Gordon, 1986; Dean, 1999: 56) Bir başka deyişle, Foucault’ya göre, Ordo-liberaller,

Frankfurt Okulu’ndan farklı olarak ekonomik irrasyonaliteyi düzeltecek bir

149
toplumsal rasyonallik yerine, kapitalizmin toplumsal irrasyonalliğini etkisiz kılacak

bir ekonomik rasyonallik peşindedirler. (Donzelot, 2008: 123) Ordo-liberaller,

kapitalizmin yeni bir form verilirse yaşayabileceği kanısındadır. (Foucault, 2008:

161-166)

Ordo-liberallerin bu yöneliminin ardında, Almanya’da yaşanan kaosun,

kapitalist ekonominin başarısızlığından ziyade, kapitalist piyasa rejimini

uygulamaktaki başarısızlığın sonucu olduğunu ileri sürmeleri yer alır. Onlara göre,

piyasa sistemine şans verilmemiştir. Kapitalizmin tüm hastalıklı yanları (tek-

boyutluluk, standartlaşma, tektip kitle toplumu vs.) Ordo-liberallere göre, piyasaya

içkin başarısızlıkların sonucu olmaktan ziyade, müdahaleci, anti-liberal siyasaların

ürünüdür. (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009: 117) İstikrarlı fiyat oluşumunu

garantileyecek piyasa mekanizmalarını sistematik olarak görmezden gelen sosyal

yönetim formlarını – Sovyet sosyalizmini, Nasyonel Sosyalizmi ve Keynezgil

müdahale tekniklerini – bu bağlamda eleştirirler. Bunun yerine, rekabetçi özgürlüğün

yapay oyununu, belirli kurumsal koşullar altında uygulamayı önerirler. Alman neo-

liberalizminin içerisinde geliştiği tarihsel çerçeveden ve Ordo-liberallerin Nazi

deneyiminden çıkardığı derslerden bahseden Foucault, son kertede, Ordo-liberallerin

kuramsal ve siyasal prensibini, “devlet tarafından gözetilen piyasa yerine, piyasa

tarafından gözetilen devlet” arayışında özetler. (Foucault, 2008: 116) Bu arayış ise,

liberal yönetim sanatının temel elemanlarını yeniden değerlendirip, yeni bir

konfigürasyona yerleştirmeyi gerektirir. (Foucault, 2008: 103) Pek çok yorumcu,

Alman mucizesinin ekonomik verimlilik olduğunu düşünürse de, Foucault’nun bakış

açısından, Alman mucizesi, devletin yasallığını, piyasanın onayından çıkarsamasıdır.

(Gane, 2008:359; Foucault, 2008: 95)

150
Foucault, Ordo-liberaller’in, ‘ekonomiyi devlet müdahalesinin artan baskısına

muhatap eden klasik liberal düşüncenin hatası neredeydi?’ sorusuyla yola çıktıklarını

ve bu kusuru, klasik liberalizmin laisser faire mottosuna dair naif inancında

bulduklarını belirtir. Ordo-liberallere göre, klasik liberallerin hatası, piyasanın yarı-

doğal bir fenomen olduğunu söyledikleri anda devletin, piyasanın kendi kendine

çözemeyeceği sorunları çözmek üzere müdahil olmasına da davet çıkarmış

olmalarıdır. (Kelly, 2009b) Adam Smith’in görünmez el eğretilemesi, bir yardımcı

ele gereksinir ve bu yardımcı elin piyasaya ve piyasanın sonuçlarına doğrudan

müdahalede bulunması sonucuna varılır. Oysa, Ordo-liberaller, bundan farklı olarak,

piyasanın işlemesini mümkün kılacak koşullara, rekabetin sürmesini sağlamak üzere

müdahil olunması gerektiği kanısındadır.

Ordo-liberallerin piyasa kavrayışları, anti-doğalcı ve konstrüktivisttir: Piyasa

onlara göre yarı-doğal süreçlerin bir alanı değil, yasal, kurumsal ve kültürel bir

çerçeve içerisinde garantilenmesi gereken bir gerçeklik olarak belirir. Bir başka

deyişle, piyasanın organize edilmesini isterler ama piyasanın planlanmasına ve

yönlendirilmesine karşı çıkarlar. Buradaki organizasyon, sosyal müdahalelerden

sterilize etmek anlamındadır: İşsizlik yardımı, sağlık ve iskan yardımları

yapılmamalıdır. Ordo-liberallere göre, piyasayı çalıştıran eşitlik değil, eşitsizlik;

piyasanın amacı daha fazla ya da az alış-veriş (exchange) yerine daha verimli ya da

daha az verimli rekabetin garantilenmesidir.

Foucault’ya göre, Ordo-liberallerin neo-liberalizmi, ancak rekabete hizmet

ediyorsa müdahaleyi ister ve bunu yaparken, ekonomi ile toplumsal olan arasında

klasik liberalizmin saptadığı ilişkinin doğasında bir değişiklik önerir. Bu ilişki ne bir

yarı-doğallık, ne bir spiral ile karşılanabilir; bu değişiklik bir ilişkisizlik,

151
müdanasızlık önerisidir. Artık sorun, kişilerin karşılaştığı eşitsizliklerin tazmin

edilmesi değil, her üyenin eşitsizlik sisteminin içinde tutulmasının

süreklileştirilmesidir. Bir tür eşitsizlikte eşitlik vaat edilmektedir. Kısaca, devlet

müdahalesi ekonomik irrasyonelliğe karşı durmak yerine, rekabet mantığının

sürmesini sağlamak yönünde bir araca dönüşmelidir. Foucault, Weber’in ekonominin

sosyolojik tarihi ekseninden feyzalan Ordo-liberaller’in tam da bu çerçevede, belirli

bir toplum siyasetini (Gesellschaftspolitik) savunduklarına dikkat çeker. (Foucault,

2008: 167) Yönetim, zenginliğin yeniden bölüşümünü gündeminin ilk sırasına

yerleştirmek yerine, rekabetin serpilebileceği koşulları kurgulamaktan öteye burnunu

sokmayacaksa, karşımızda toplum siyasetinin geleneksel formlarında radikal bir

değişim vardır. Hedef artık, piyasa ekonomisinin talihsiz etkilerini tazmin etmek

değil, piyasaya karşı değil, piyasa için bir yönetim kurmakla ilgilidir. Bu yönetim

yoğun bir toplumsal düzenlemeyi gerektirir: Biyo-siyasetin geniş kapsamlı

formlarından biri olarak karşımıza çıkar ve toplumun piyasaya göre yönetilmesini,

girişimin, toplumun kurucu gücü haline getirilmesini amaçlar. Bu çerçevede,

Foucault’nun Ordo-liberaller tarafından önerilen toplum siyaseti incelemesini,

Foucault’nun neo-liberalizm bahisleri ile biyo-siyaset tartışmalarını zıtlaştırmak

yerine, biyo-siyaset analizi olarak okumak da mümkündür. Neo-liberallerin önerileri,

ekonomi dışındaki her şeyin, nüfusun, yaşam koşullarının ve toplumsal çevrenin

yönetimini içermektedir. (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009: 119)

Foucault’ya göre, buradaki kritik hamle, ekonomik mekanizmalar ve

toplumsal çerçeve arasında bir ayrım yapmakla ilgili görünür. Ekonominin kendisine

müdahale etmekten ziyade, toplumda müdahil olunmalıdır. Rekabetçi özgürlük

oyunu, yaşamın tüm alanlarının girişimci bir ruhla yeniden yapılandırıldığı bir kültür

152
ile uyumlaştırılması gerekmektedir. Rüstow, buna vitalpolitik adını verir.

Vitalpolitik, geleneksel toplum siyaseti gibi artan ücretler ve azalan maaşları

amaçlamaz, işçinin tüm yaşamsal durumunu yönetmeyi, şekillendirmeyi hedefler.

(Foucault, 2008: 157 dipnot 62) Eucken de benzer biçimde, doğrudan ekonomik

olgular - fiyatlar, nüfus, teknikler vs. - değil, piyasa ekonomisini mümkün kılacak

koşullayıcı olguları, eğitim ve yasal çerçevelerle iklimi düzenlemek gerektiğini

belirtir. (Foucault, 2008: 140-141)

Alman neo-liberalizminin toplum siyaseti çerçevesinde, yönetimin, piyasa ile

ilişkisi içerisindeki temel görevi, piyasanın kırılgan rekabetçi mekanizmalarının

işlemesini sağlayacak olan toplumu organize etmek olarak belirir. Bu

organizasyonun amaçları, merkezileşmeyi önlemek; orta boy girşimciliği teşvik

etmek; mülkiyete erişimi arttırmak ve toplumsal sigortayı bireysel sigorta ile ikame

etmektir. Girişimciliğin bu araçlarla genelleştirilmesinin işlevi ise, arz ve talebin,

yatırım-maliyetler-kârın ekonomik modelini, toplumsal ilişkilerin modeli haline

getirecek şekilde genişletilmesi, kişinin kendisi ile, zaman ile, etrafındakilerle, ve

ailesi ile ilişkilerine yayılmasıdır. (Foucault, 2008: 241-242)

Burada, hukukun üstünlüğünün liberal nosyonunda bir mutasyonla

karşılaşırız. 18.yüzyılda hukukun formalizmi, minimum müdahale için bir tarifken,

Ordo-liberaler geniş çaplı bir yasal müdahalecilik öngörür. Ne var ki bu müdahale,

Hayek’in Özgürlüğün Kuruluşu (The Constitution of Liberty) başlıklı çalışmasında

görüldüğü üzere, ancak rekabetçi özgürlük oyununun kurallarını netleştirmekten

ibarettir. Hukukun üstünlüğü asla ekonomik ve sosyal kontrol planı olmamalı: sadece

rekabetçi oyunun kurallarının değişmeyeceğini belirginleştirmelidir. Bu çerçevede,

153
yönetimin eylemlerini formalleştiren hukuk, sadece ekonomik kurallar kataloğunu

sunmaya indirgenir. (Foucault, 2008:173)

Ordoliberaller, bu çerçevede, devlet tarafından tanımlanan ve denetlenen bir

piyasa yerine, piyasanın devleti organize etme ve düzenleme kriterini sunması

gerektiğini ileri sürerler. Devlet, rekabetin üretilmesi için, artık refah devleti kimliği

ile piyasaların etkilerine müdahil olmayacak, bunun yerine toplumun kendisi

üzerinde eyleyerek toplumsal ilişkilere yaygınlaştırılmış piyasayı düzenleyecektir.

(Donzelot, 2008: 129) Burada hükümet müdahalesi piyasaların kusurlarını örtmek

üzere gereksinilen bir şey değil, rekabeti yaratıp sürdürerek - örneğin, piyasaların

işleyişini destekleyen uygun yasal sistemi yerleştirerek, özellikle geleneksel olarak

ekonomik düşünme ve eylemeden uzak yaşam alanlarına girişimciliği teşvik ederek -

piyasa ekonomisini mümkün kılmak üzere gereksinilen bir şey olarak karşımıza

çıkar.

Yaşamın üzerindeki bu total idarenin hem profesyonel bürokratlar ve yasal

hiyerarşi, hem de yürütmenin düzenlemeleri ile gözetim altında tutulması da gerekir.

Gordon bu kaygının, Alman siyasal düşüncesindeki devletçi hat ile etkileşim halinde

olmayı sürdürdüklerine işaret ettiğini ileri sürer. (Gordon, 1991: 42)

Özetle, Alman neo-liberalizminin orijinal yanı, Bismarckçı devletin Hitlerci

devlete dönüşmesi değil, rekabetin ekonomik kuramı ile toplumsal ilişkilerin

Weberyen sorunsallaştırılışını, yavaş yavaş Fransa’ya ve ABD’ye de sıçrayan yeni

bir neo-liberal yönetimselliğin kapsamlı biyo-siyasetidir. (Foucault, 2008: 193, 179)

Foucault, 7 Mart dersinde, Fransa’nın güncel siyasalarına yönelmekle beraber, 14 –

21 - 28 Mart derslerinde, ikinci bir neo-liberal doktrin gövdesi olarak Chicago

Okulu’na yönelir.

154
II.CHICAGO OKULU ve BEŞERİ SERMAYE KURAMI

Batı Almanya, ekonomik olan adına toplumsal olanın bir


yönetimini ileri sürmüştü, daha maceraperest Amerikalılar,
toplumsalı, ekonominin bir biçimi olarak...yeniden tanımladılar.
(Gordon, 1991: 43)

Foucault’nun Chicago Okulu’na yaklaşımı - Henry C. Simons, Theodore W.

Schultz and Gary Becker, Milton Friedman and George Stigler- neye karşı

çıktıklarını ve neyi sorunsallaştırdıklarını öne çıkarır. (Van Overtveldt, 2007)

Foucault’ya göre, Amerikan neo-liberalizmi, Alman ve Fransız neo-

liberalizmlerinden çok da farklı bir bağlamda gelişmemiştir. Burada da üç rakip ve

hedef, neo-liberal düşünceyi şekillendirir. (Foucault, 2008: 216) Bunlardan ilki,

Roosevelt’in New Deal projesi (1933-1934) çerçevesinde geliştirdiği Keynezgil

siyasadır. İkincisi, ‘ancak savaşma taahhüdünde bulunursanız, bir işe sahip

olabilirsiniz’ anlaşmasıdır. Üçüncüsü, Truman idaresinden Johnson hükümetine dek

Amerika’da geliştirilen ekonomik ve toplumsal programlar yoluyla federal idarenin

genişletilmesidir. (Foucault, 2008: 217) Bir başka deyişle, burada ‘çok fazla

yönetim’ örneğini, New Deal savaş planlaması ve savaş sonrası makro-ekonomik ve

sosyal programlar ve bunlarla ilişkili demokratik idareler oluşturur. Bu yönetim

formlarının tehlikesi ekonomik müdahaleciliğin kamu sektörünün aşırı büyümesine,

aşırı bürokratizme sebep olması ve böylece yeni bir müdahele döngüsüne yol açacak

olan yeni ekonomik sorunlara yol açmasıdır.

Ne var ki, Avrupa ve Amerikan neo-liberalizmleri arasında büyük farklar da

Foucault’nun gözünden kaçmaz. İlk olarak, Kıta Avrupa’sında, devlet, kendisini

155
liberalizm dolayımıyla sınırlarken, Amerika deneyiminde, Boston Çay Partisi ile

tetiklenen liberalizm talebinin, devleti kurduğuna işaret eder. İkinci olarak,

liberalizm sorunsalı, neredeyse ABD’nin tüm siyasal tartışma ve tercihlerinin

(kölelik sorunu, yargı sisteminin statü ve işlevleri sorunsalı, eyaletler ile federal

devlet arasındaki ilişkiler vs.) olmazsa olmaz elemanıdır. Oysa, Kıta Avrupa’sında

19.yüzyıldaki siyasal tartışmalar, ulusun birliği, bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü

etrafında döner. (Foucault, 2008: 218) Üçüncü olarak, Foucault, Amerikan neo-

liberalizminin muğlak bir niteliği olduğuna zira hem sağ hem de sol tarafından oyuna

sokulduğuna ve canlandırıldığına dikkat çeker. Keynezgil ekonomi, sosyalizmle

benzer tınılara sahip bulunan her şeye düşman olan Amerikan sağı tarafından liberal

olmamakla suçlanır. Solda ise, emperyalist ve askeri bir devletin gelişiminin

işaretlerinden biri olarak değerlendirilir.

Foucault’nun, bu benzerlik ve farklılıklardan bahsetmesinin sebebi, Amerikan

neo-liberalizminin Kıta Avrupa’sındaki benzerleri gibi sadece ekonomik ya da

siyasal bir tercih olarak belirmediğini, Amerika’da liberalizmin bir oluş ve düşünüş

bütünü olduğunu bir kere daha vurgulamak olarak belirginleşir. (Foucault, 2008:

218)

Foucault bu tanıtıcı değerlendirmelerinin ardından, Ordo-liberaller, toplumun

piyasa için yönetimini önerirken, Amerikan neo-liberallerin, toplumun tümünü

ekonomik bir alan olarak yeniden tanımladığına dikkat çekerek değerlendirmelerini

sürdürür. Foucault, özellikle, Amerikan neo-liberallerinin, ekonomik analizin daha

önce ekonomik prensipler ya da rasyonalite ile ilişkili görülmeyen toplumsal

alanlarına ekonomik analizin genişletilmesinin yönetimsel ve biyo-siyasal imaları

üzerine odaklanır. (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009:120)

156
Amerikalı neo-liberaller, Foucault’ya göre kısaca şunu söyler: ‘Klasik

liberaller ürünlerin üretiminde toprak, sermaye ve emekten bahsederler ama

üçüncüsü üzerinde neredeyse hiç durmazlar. Örneğin, Adam Smith emek üzerine

düşünerek yola çıkar ve ekonomik analizini işbölümü ile temellendirir. Ancak bu ilk

adımdan sonra emeğin kendisini hiç analiz etmez, durmadan emeği nötrleştirmeye ve

zaman faktörüne indirgemeye çalışır. Emeğin artışını analiz etmek üzere yola çıkan

Ricardo, emeğin artışını, piyasaya daha fazla işçinin sokulması, bu işçilerin daha

uzun sürelerce kullanılma olasılığında bir artış olarak değerlendirir. Keynes’in

analizinde de emeğe rastlanmaz. Keynes’e göre emek nedir? Üretim faktörüdür ve

ancak belirli bir yatırım ölçeğinde aktif hâle geçen pasif bir faktördür.’ (Foucault,

2008: 218) Amerikan neo-liberaller, görmezden gelindiğini ileri sürdükleri emeğin

analizini ekonomik analize katma iddiasıyla ortaya çıkarlar! (Donzelot, 2008: 115-

34; Guala, 2006: 429-439; Lemke, 2001: 190-207; Read, 2009: 25-36)

Foucault, bu iddiayı oldukça ilginç bulur; “Marx diye birisi var değil mi?”

diye sorar. Marx’a göre, işçi, arz ve talebinin dengesine tekabül eden piyasa

koşullarında gelişen ücret karşılığı iş gücünü satan kişidir. İşçi tarafından ortaya

konan iş, bir değer yaratır ve bu değerin bir kısmı kendisinden çalınır. Marx, burada

kapitalizmin mantığını, temel mekanizmasını bulur. Sermaye mantığının, emeği,

emek gücüne indirgediğine işaret eder. Marx’a göre, kapitalizm, emeği bir ürüne

dönüştürür ve emeği, ürettiği değerin etkilerine indirger. (Foucault, 2008: 220)

Foucault’ya göre, Amerikan neo-liberaller, Marx’tan tam da bu noktada ayrılır.

Marx’a göre, bu indirgemeden kapitalizmin mantığı sorumludur. Oysa, neo-

liberallere göre, emeğin soyutlanması, ekonomik süreçlere içkin değil, bu süreçler

üzerine klasik ekonomide nasıl düşünüldüğünün bir sonucudur: Emek, klasik

157
liberalizmde zaman faktörüne bağımlı bir biçimde değerlendirilir. Emeğin bu

biçimde değerlendirilmesi, eknominin nesnesinin, sermaye süreçleri, yatırım, üretim

olarak ele alınmasından kaynaklanır. (Foucault, 2008: 221)

Foucault’ya göre, bu çerçevede, Amerikan neo-liberallerin analizlerinin temel

epistemolojik dönüşümü, ekonomik analizin nesnesinin değiştirilmesinde yatar.

Amerikalı neo-liberallere göre, Adam Smith’ten 20.yüzyılın tümüne yayılan bir

biçimde, ekonomik analiz, kendisine üç mekanizmayı nesne kabul eder: üretim

mekanizmaları, değişim mekanizmaları ve belirli bir toplumsal yapıda beliren

tüketim mekanizmaları ve bunlar arasındaki ilişkiler. (Foucault, 2008: 222) Oysa

neo-liberaller, ekonomik analizin nesnesinin bireylerin sahip oldukları kıt kaynakları,

alternatif hedeflere yönlendirme biçimlerini bilmekle ilişkili olarak yeniden formüle

etmek isterler. Amerikan neo-liberallerine göre, ekonomi, süreçlerin tarihsel

mantığını değil, bireysel davranışın stratejik programlanışına odaklanmalıdır.

“Ekonomi, bu formülde alternatif yollar, araçlar ve enstrümanlar arasında stratejik

seçimler yapan her türlü niyet içeren davranışla ilgilenir ya da daha geniş anlamda,

tüm rasyonel davranış ile ilgilenir.” (Gordon, 1991: 43)

Foucault, Amerikan neo-liberallerin, bu çerçevede, ‘insanlar neden çalışır?’

sorusuna ücret almak için diye cevap verdiklerini, buradaki ücretin ise, iş gücünün

satıldığı fiyat değil, işçinin geliri olarak okunduğuna dikkat çeker. Gelir ise, bir

sermayenin geri dönüşü olarak değerlendirilir. Neo-liberallere göre, sermaye,

gelecekteki bir gelirin kaynağı olabilecek olan şey olarak tanımlanır. Öyleyse, bir

gelir olarak ücret, belirli bir sermayenin geliridir. “Peki ama bu gelir-ücretin

sermayesi nedir? Kişinin bu geliri kazanmasını sağlayan tüm fiziksel ve psikolojik

faktörlerdir; yetenek ve kapasitedir.” (Foucault, 2008: 224)

158
Foucault’ya göre, emeğin bu biçimde sermaye ve gelire ayrıştırılmasının

oldukça önemli sonuçları vardır.

Eğer sermaye gelecekte belirli bir geliri mümkün kılan şeyse ve bu


gelir ücretse, bu durumda sermayenin pratik anlamda ona sahip kişiden
ayrılamadığı görülür. İşçinin yeteneği bir makina gibidir ve bu makina
işçiden ayrıştırılamaz. Burada kapitalizmin işçiyi dönüştürüp onu
yabancılaştırdığından falan bahsedilmemektedir. Bu yeteneğin işçi ile
birleştiği ileri sürür. Diğer yandan, işçi kendisi için bir işyerine dönüşür.
Fransız ve Alman neo-liberalizmindeki bir yön en uca dek itilmiş olur burada:
Ekonominin analiz nesnesi, ne bireyler, ne süreçler, ne de mekanizmalardır.
Ekonominin analiz nesnesi, girişimciliktir. (Foucault, 2008:225)

Bu noktada, neo-liberalizmin homo economicus’a geri döndüğü sıkça ileri

sürülür. Foucault, bunun bir yanı ile doğru olmakla birlikte, belirli bir dönüşümü de

içerdiğine işaret eder. Klasik ekonomide, homo economicus, bir değiş tokuş

sürecinde yer alan iki taraftan biridir. Bu kişi yararlılık üzerinden davranışını

hesaplar. Amerikan neo-liberalizminde, yine bir homo economicus vardır ancak

buradaki kişi, kendisinin girişimcisidir. (Foucault, 2008: 226) Homo-economicus as

an ability-machine. Foucault, bu noktada, Becker’in beşeri sermaye kuramını örnek

verir; “Tüketen kişi aslında üretmektedir. Ne mi üretmektedir? Kendi tatminini.”

(Becker, 1962’den aktaran Foucault, 2008: 287) Beşeri sermaye, doğuştan gelen

özellikler – miras, genetiğin nüfusa uygulanması ve risk altındaki kişilerin tespiti –

ve kazanılan özelliklerden - eğitim yatırımları, sadece okul ve mesleki eğitim değil,

ailelerin çocukları ile paylaştığı zaman, tıbbi bakım, sağlık, kamu hijyeni,

hareketlilik (göç şansı) - menkuldür. (Foucault, 2008: 227-231) Homoeconomicus bu

159
noktada davranışsalcılık ile kesişir. Piyasa rasyonalitesine göre çevrenin

şekillendirilmesine göre homoeconomicus’un davranışları da şekillendirilebilir.

Foucault, bu noktada, gündelik hayatın bu biçimde ekonomikleştirilmesinin

biyo-siyasal imalarına işaret eder. (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009:121) Ekonomik

insanın bu biçimde yeniden düzenlenmesi ile, Amerikan neo-liberalizminin biyo-

siyaseti, Ordo-liberallerin vitalpolitik’inin radikalleştirilmesi olarak karşımıza çıkar.

Ordoliberaller için, fiyat oluşum mekanizması öylesine kırılgandır ki, her an ihtiyatlı

bir iç politika ve bir dizi siyasal ve sosyal önlem gerektirir. Amerikan neo-

liberallerinin ise piyasa rasyonalitesine daha fazla güvenleri vardır ki bu

rasyonaliteyi, ekonomik alanların dışına aileye doğum oranlarına, suç ve deliliğe dek

genişletmeye çalışırlar. Ekonomik rasyonalite insan davranışlarının tüm yönlerini

araştırmak üzere kullanılabilir ve gerekli siyasalar için kılavuz olarak

değerlendirilebilir. (Dean, 1999: 57) Bu analizlerde, daha önce ekonomik olduğu

düşünülmeyen toplumsal davranışlar ekonomik terimlerle değerlendirilir. (Foucault,

2008: 246)

Foucault’ya göre, Amerikan neo-liberaller, bu çerçevede, beşeri sermayenin

nasıl oluşup biriktirildiğini araştırır ve bu sayede, ekonomik analizi yepyeni alanlara

genişletirler. Mesleki ya da okul eğitimi, ailelerin çocukları ile geçirdikleri zaman

miktarı, anne ile çocuğun ilişkisi, ailedeki duygusal atmosfer, çocuğun sosyal

ilişkilerinin kalitesi, evlilik vs., sermaye maliyetleri ve kâr eksenine yatırılır.

Nüfusun potansiyel olarak belirli bir amaca yöneldiği her konu başlığı – çocukluk,

gençlik, çalışma hayatı, tatil, evlilik, aile ve dostlarla ilişkiler, emeklilik, sağlık – bir

eknomik analiz alanı sunar zira bu alanlar aynı anda beşeri sermayenin çıkarsandığı

ve üretildiği zemini oluşturur. Foucault, benzer biçimde, Amerikan neo-

160
liberalizminin, nasıl Schumpeter tarafından kavramsallaştırılan sosyal hareketlilik,

göç ve yeniliklere de potansiyel beşeri sermaye değerleri olarak yaklaştığına dikkat

çeker. Kamu hijyeni, sağlık politikaları, suç oranları, ceza sisteminin işleyişi bile

Chicago Okulu’nun analizlerinde ekonomik formlar olarak öne çıkar. (Foucault,

2008: 248-261; Gudmand-Høyer ve Lopdrup, 2009:122) Toplumsal alanın tüm olası

alanlarındaki girişimci insan davranışının her yönünü içermesi yanında, bu girişimci

davranışları önceden hazırlayan genetik yapıyı da içerir. (Foucault, 2008: 243) 1

Amerikan neo-liberalizminin biyo-siyaseti, elde edilebilir faktörler üzerinde

dolaylı etki sağlayarak ekonomiyi şekillendirmeye çalışır. Foucault, Amerikan neo-

liberalizminin çözümler sunarak kendisini gerekli kılmaya çalıştığı sorunların sürekli

bir beşeri sermaye, artı değeri üreten yetenekler-makinaları olarak insan kavrayışı ile

ilişkisinin ipuçlarını sunar. (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009:121) Girişimcilik

formu, bu biçimde, sosyal dokunun genel işleme prensibi hâline getirilmeye çalışılır.

Neo-liberalizm, bireysel hak ve özgürlükleri değil, oluşturulmasında insan doğasının

belirleyici olmadığı yapay bir ‘girişim’ biçimini hayatın tüm alanlarında teşvik

ederek ve yönetim teknolojileri aracılığıyla üretip yaygınlaştırarak işler. (Foucault,

2008: 146-149) Sağlık ve eğitimin yanısıra refah toplumunda kendisi için devlet

tarafından üstlenilen can ve mal güvenliğini sağlama sorumluluğu da artan bir

biçimde yurttaşlıktan çok ‘müşteri’ niteliğiyle öne çıkan bireye yüklenir.

Foucault, Amerikan neo-liberalizminin iki enstrümanına dikkat çeker.

Bunlardan ilki, toplumsal süreçleri görünür ve yönetilir kılmak üzere ekonomik

1
Amerikan neo-liberallerine göre, yenilikçilik ve yaratıcılık, beşeri sermayenin elemanlarına yapılan
yatırımların sonucudur. Japan kalkınması bunun sonucudur. Üçüncü Dünyanın sorunlarının temelinde
de bu yatar. Onlara göre, Üçüncü Dünya ekonomileri, ekonomik mekanizmaların bloke edilmiş
olmasının değil, beşeri sermayeye yeterince yatırım yapılmaması dolayısıyla zor durumdadır.
(Foucault, 2008: 232)

161
analizi bu alanlara genişletmekle ilişkilidir. İkincisi ise, “kamunun piyasaya

müdahelelerini test etmeyi, kötüye kullanmaları, aşırılıkları gereksiz ve müsrif

harcamalarına itiraz etmeyi, geçerliliğine meydan okumayı mümkün kılan bir

eleştirel değerlendirme biçimidir.” (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009: 123) Bu iki

enstrüman bir arada işletilerek, hem toplumsal alan ekonomik bir gerçeklik olarak

yeniden yapılandırılır, hem de her tür siyasal ve kamusal otoritenin piyasa adına

sürekli bir ekonomik-politik eleştiriye tutulması garantilenir. Burada, laissez-faire

mottosu, piyasanın yasası adına yönetimin her davranışının ölçülüp

değerlendirileceği bir ne-pas-laisser-faire mottosuna dönüşür. “Laissez-faire

prensibinin dönüştürülmesi ile piyasa, klasik liberalizmde olduğu gibi yönetimin

kendi kendisini sınırlamasını mümkün kılacak bir hakikat rejimi olmaktan çıkar zira

piyasa, yönetime düşman bir alana dönüşmüştür.” (Foucault, 2008: 246-247)

Yönetimsel eylemlerin radikal biçimde ekonomikleştirilmesi ile uygun adım,

Amerikan neo-liberalizmi, piyasayı tüm sosyal ve siyasal alanlara genişletme

ilhamını dile getirir ve “böylece ekonomik, toplumsal ve siyasal alan arasındaki

geleneksel ayrımları yerle bir eder ve devlet ile sivil toplumun piyasalaştırılmasını

mümkün kılar.” (Gudmand-Høyer & Hjorth, 2009: 123)

Neo-liberalizmin bu örnekleri bize ne gösterir? İlk olarak, liberalizmin eleştiri

ve sorunsallaştırmalarının hedefinin tarihsel-siyasal koşullara göre değiştiğinin altını

çizer. Foucault’nun sunduğu çerçeveden bakıldığında, neo-liberalizmin, genel

kanının aksine eski kuramların yeniden pişirilip günümüze sunulmuş hali olmaktan

uzak olduğu açıktır. (Donzelot, 2008: 125-128) Piyasa rasyonalitesinin yeni alanlara

genişletildiğini ve daha önce kamu hizmetlerinin alanlarında yarı ve ya yapay

piyasaların kurulmasının hedeflendiğini gösterir.

162
İkinci olarak, liberalizm formlarının her birinin, yönetim ve yönetilenler

arasındaki ilişkilere dair belirli bir şemaya sahip olduğunu, yönetilen bireyler, bir

yandan yönetimin nesnesi, diğer yandan onun ortakları olarak değerlendirilmeleridir.

Erken liberalizm için, yönetimsel müdahalelerin rasyonelleştirilme prensibi yönetilen

bireylerin özgür davranışlarının rasyonalitesine dayanır. Yönetimin rasyonel olması

için doğal özel çıkarları peşinde olan ve piyasada yer alan bireylerin davranışları ile

bağlantılı olması gerekir çünkü, piyasanın doğasına uygun davranmasını mümkün

kılan tam da bireylerin davranışlarına yön verdiği düşünülen bu rasyonalitedir.

Yönetim, üretmek istediği etkilerin temelini mahvetmeden yönetilen bireylerin

rasyonel ve özgür davranışlarını çiğneyemez. (Burchell, 1991) Neo-liberalizm için

ise, yönetimsel eylemleri düzenlemek ve sınırlamanın rasyonel prensibi, ekonomik

olarak rasyonel bireylerin yapay ya da uydurma bir özgür, girişimci ve rekabetçi

davranışlarına referansta bulunur. (Burchell, 1996: 24) Her iki durumda da belirli,

kapasiteler kuvvetler ve yeteneklere sahip bedenlere baskı teknikleri uygulanmaz.

“Her iki durumda da yönetimin prensibi, ister Adam Smith’in ifade ettiği gibi ‘doğal

özgürlük’ formunda, isterse de Hayek’in dile getirdiği gibi ‘bir yan etki’ olarak

kavramsallaştırılan özgürlük formunda olsun, yönetilenlerin belirli bir rasyonel

biçimde, özgürce davranmalarını gerektirir.” (Burchell, 1996: 23) Her iki durumda

özgürlüğün düzgün bir kullanımı gerekir. “Bireysel özgürlük, ütopist bir rüyanın

değeri olmak yerine, rasyonel yönetimin teknik koşuludur.” (Burchell, 1996:24)

Anglo-İskoç düşünürlere göre, yönetilmesi gereken birey sadece rasyonel

çıkar eğilimli ekonomik bir ego değil, aynı zamanda bir toplumun üyesi ve biyolojik

bir nüfusun parçasıdır. (Burchell, 1996:24) Ekonomik alış-verişler, belirli ittifaklara,

düşmanlık ve dostluklara, çatışmalara ve dayanışmacı yönelimlere sahip doğal ve

163
tarihsel bir ortamda gerçekleşir. Bu ortam, kendisine has süreçlere, kendini yönetme

kabiliyetlerine sahiptir. Siyasal egemenliğin görevlerini bu tarihsel-doğal alanla ilişki

içinde tanımlaması gerekir. Bu doğal alan hem yönetilmesi gereken hem de

yönetimin üretmesi gereken alandır. Sivil toplum yönetimin hem nesnesi hem de

amacı haline gelir. (Burchell, 1996: 25) Liberal yönetim sanatının bu amaç

doğrultusunda başvurduğu teknikler aynı zamanda bireylerin özgür davranışlarının

uygunluğunu da gerektirir, belirli kendilik tekniklerini teşvik eder.

Neo-liberalizm için ise mesele, yönetilenlerin yapay, rekabetçi bir girişimcilik

oyununu oynamasını mümkün kılacak yasal kurumsal ve kültürel koşulların

yaratılması ile ilgilidir. Neo-liberalizm bir yandan, toplum olarak adlandırdığımız

şeyin, sosyal sigorta sistemleri, işsizlik ve refah yardımları, devlet eğitimi gibi sosyal

önlemlerden oluşan yönetimsel müdahalelerin bir ürünü olduğunu, aslında var

olmadığını ileri sürer. Bu yönetimsel mekanizma öyle bir noktaya gelmiştir ki neo-

liberallere göre, üzerine yaslandığı ekonomik performansın önünde bir engel

oluşturmaya başlamıştır. Bu noktada, neo-liberalizmin aşırı yönetime karşı olduğu

kadar toplum karşıtı da olduğu açıktır. (Burchill, 1996: 27) Diğer yandan neo-

liberalizm, toplumun otonomlaştırılmasını da teşvik eder. Bunun için yeni yarı-

ekonomik davranış formlarını icat eder ve yayar. (Burchill, 1996: 27) Girişim

kültürünü kışkırtır. Bu kültür, yönetilenlerin belirli bir girişimcilik kalıbını hem

kendilerinin hem de yönetimin verimliliğinin koşulunu sağlayacak biçimde

uyarlamalarını sağlar. Daha önce yönetimsel otoritelerin sorumluluğunda olan alanlar

yönetilenlere yıkılır. Bireylerin sorumluluk üstlenmeleri ise özgür ve rasyonel

davranış olarak cesaretlendirilir. (Burchell, 1996:29) Kendilik pratikleri, özgürlüğe

164
ve etiğe içeriğini verdiği ölçüde, siyaset ve etik arasında, diğerlerinin ve kendiliğin

yönetimi arasında yeni ve belirsiz, istikrarsız bir alan açılır. (Burchell, 1996:30)

Foucault’nun bir yönetimsellik olarak neo-liberalizm değerlendirmesinin en

önemli avantajı, neo-liberalizme karşı çıkmak üzere belirli bir alanı netleştirmesidir.

Foucault’ya göre, neo-liberalizme sadece bir ideoloji olarak karşı çıkmak, onun

gözden kaçırdığı toplumsal varoluşun hakikatini ortaya çıkarmak ya da bir siyasa

olarak başarısızlıklarını sıralamak yeterli değildir. Neo-liberalizme karşı çıkmak için

onun işi, öznelliği ve toplumsal ilişkileri nasıl dönüştürdüğünü dikkate almak

gerekir. Foucault, neliberalizmin doğrudan eylemler üzerine işlemediğine, eylemlerin

koşul ve etkileri üzerine eyleyerek işlediğine dikkat çeker. Hâkim çıkarlar ideali ve

maliyet-kâr hesaplamaları insanların ne yapabileceğini sınırlamaz: Ancak olası olanı

sınırlandırır. Kolektif bir dönüşüm fikri, ne egemen tarafından ne de disiplinci iktidar

yapıları ile sınırlanmıştır. Böyle bir fikir, kendinin girişimcisi olan bireylerden oluşan

bir toplumda olası görünmez. Margaret Thatcher’in ‘başka alternatif yok’ sloganını

kullanması bir rastlantı olmadığı gibi, IMF ve Dünya Bankasına karşı Seattle

protestlarındaki sloganın ‘başka bir dünya mümkün’ olarak karşımıza çıkması da bir

rastlantı olmasa gerek. (Read, 2009: 36)

165
BEŞİNCİ BÖLÜM

YÖNETİMSELLİK SERÜVENİNİN YANKILARI

1990’lardan itibaren, Foucault’nun yönetimsellik serüveninin önceki

bölümlerde incelediğimiz kavramsal hazinesi, çok çeşitli araştırma eksenlerinde

kullanılmaya, bu kavramsal çerçevenin çeşitli temaları sorunsallaştırılmaya ve

derinleştirilmeye başlanır. Bu çerçevede serpilen araştırmaları, dört vektöre

ayrıştırmak analitik kolaylık sağlayacaktır. Bunlardan ilkini, İngilizce konuşulan

dünyada, Foucault’nun yönetimsellik serüveninin hakim yorumu konumuna

yerleşmiş olan ‘Yönetimsellik Okulu’ oluşturur. İkincisini, Foucault’nun

yönetimsellik serüveninden, refah devletinin soykütüğünü ortaya koymak üzere

faydalanan çalışmalar oluşturur. Üçüncü olarak, ulus-devletin ötesine uzanan iktidar

stratejilerini araştıran çalışmalardan bahsedilebilir. Son olarak, Foucault’nun

yönetimsellik serüveni çerçevesinde odaklandığı çeşitli temaları – biyo-iktidar,

denetim ve özgürlük - sorunsallaştıran ve derinleştiren çalışmalar söz konusudur.

I. YÖNETİMSELLİK OKULU: Yönetim Analitiği

Foucault’nun yönetimsellik serüveni, 1990’lardan itibaren, İngilizce

konuşulan dünyada, özellikle, İngiltere, Avustralya ve Kanada’da geniş yankılar

uyandırır. İlk olarak, 1979 yılında İngilizce olarak yayımlanan, 1 Şubat 1978 dersi

166
neden yankı uyandırmak için 1990’ları beklemiştir? (Dean, 1999 : 1) Dean’e göre,

bunun sebebi, üç önemli fenomenle ilişkili görünür: Refah devleti idealinin

gerilemesi ve liberal demokrasilerde neo-liberalizmin yükselişe geçmesi, sosyalizmin

çökmesi ve liberal anayasal devletin gerilemesi. Foucault’nun yönetimsellik

serüveni, bu gelişmelerden özellikle ilkine ilişkin önemli açılımlarına istinaden

faydalanılan kuramsal bir stratejiye dönüştürülür. (Dean, 1999: 2) Foucault’nun

yönetimsellik serüveninin tarihsel ve empirik yönelimleri, risk toplumu, post-

modernite ya da geç kapitalizm gibi kuramların dramatik tavırlarına kıyasla, kuram

konusunda çok daha alçakgönüllü bir tutum sergilediğinden, pek çok araştırmacı

tarafından cazip bulunur.

Foucault’nun yönetimsellik serüveni, neden Fransa’da değil de, Anglo-sakson

dünyada büyük yankı uyandırmıştır? Colin Gordon’a göre, bunun sebepleri arasında,

iki ülkenin siyasal süreçleri arasındaki farkların önemli payı vardır. Gordon’a göre,

Fransa, 1980’lerden itibaren, savaş sonrasında izlediği otuz yıllık sosyal ve siyasal

politikaların kazanımlarını bir kalemde silmek yerine korumaya ve genişletmeye

gayret edip, tartışmalarını, liberalizmden ziyade sosyalizm etrafında sürdürür. Oysa,

İngiltere 1980’lerin başında Thatcherizmin boyunduruğu altına girmekte ve diğer

İngilizce konuşulan ülkeler de benzer bir yola sevk edilmektedir. (Donzelot ve

Gordon, 2008: 48) Gordon’a göre, Thatcherizm, İngiltere solunda her ne kadar

Gramsci üzerinden değerlendirildiyse de, 1990’lara varıldığında neo-liberalizmin

kurnazlıklarını değerlendirmek üzere Foucault’nun önemi belirginleşir.

Jacques Donzelot da, Fransa’da, Sosyalist Parti’nin görece hakimiyeti

dolayısıyla yirmi yıl boyunca sosyalizmden ayrıştırılmış ve demokrasinin

yönetilebilirliği çerçevesinde tartışılan bir ‘sosyal’ nosyonu üzerine düşünülmeye

167
devam edildiğine dikkat çeker. “Sosyalizmden kabul edilebilir bir çıkış olduğunu

göstermek, bize, bir siyasal rasyonalite olarak liberalizmin inceliklerini kavramaktan

daha önemli geldi” diyen Donzelot, Gordon ile yaptığı röportajda, Foucault’nun

liberalizm odağının, Fransa’nın konjonktürü ile uyumsuz olduğunu dile getirir. Diğer

yandan, Gordon, Foucault’nun yönetimsellik serüveninin Fransa’da Anglo-sakson

dünyaya göre daha az yankı uyandırmasının ardında, bu derslerde sezilen anti-

komünist bağlamın rolü olduğuna, Foucault’nun, 1977-1978 ve 1978-1979 derslerini

verdiği tarihlerde, Doğu Avrupa muhalefeti ile yakınlığına dikkat çeker. Fransa

solunun, Foucault’nun yönetimsellik serüvenine, görece ilgisizliğinde, bu anti-

komünist imaların payı olduğuna işaret eder. Foucault’nun aynı dönemde, Fransız

Sosyalist Partisi’nin soykütüğünü serimlemeyi planladığını ancak Sosyalist Parti’nin

bu konudaki mesafeli tutumunun kendisini bu planından vazgeçirdiğini tahmin

ettiğini de ekler. (Donzelot ve Gordon, 2008: 50-51)

Bu çerçevede, ‘Yönetimsellik Okulu’, Foucault ilhamlı disiplinlerarası

araştırmaları kapsayan ve gün geçtikçe genişleyen bir araştırma alanı olarak belirir.

‘Yönetimsellik Okulu’ üst başlığının sıkça kullanılmasının amacı, Foucault’nun

çalışmalarını nesneleştirip, sistematikleştirme ortak paydasını taşımaları ve

Foucault’nun kavramsal hazinesinden orta ölçekli bir “yönetim analitiği”

üretmelerine işaret etmektir. 1 Bir başka deyişle, ‘Yönetimsellik Okulu’ başlığı altına

alınan çalışmaların ayırt edici özelliği, Foucault’nun yönetimsellik serüveninden

siyaset felsefesi tarihi ile toplumsal ilişkilerin ampirik çalışması arasına yerleşen

1
Ne var ki, bu başlık altında değerlendirilen çalışmalar, birlikli bir yönelim, araştırma nesnesi ve
metodu belirginleşmiş bir alt disiplin oluşturmaz, homojen bir bütün sunmaz. Analitik kolaylık
sağlamak amacıyla sıkça tercih edilen bu başlık altında çalışmalarından bahsedilen araştırmacılar da,
kendilerini böyle genel bir entelektüel hareketin parçası olarak görmediklerini sıklıkla dile getirir.

168
orta-ölçekli bir analiz formu ya da Foucault’nun iktidarın üreticiliğine dair

vurgusunu ciddiye alan kuramsal bir strateji geliştirme yönelimine sahip olmalarıdır.

(O’Malley, 1997: 504) Kavramsal stratejileri, Ekonomi ve Toplum (Economy and

Society) dergisinin sunduğu tartışma zemininde ve çeşitli derlemelerle belirlenmeye

çalışılan ‘Yönetimsellik Okulu’nun çok geçmeden bir alt-disiplin olmaya meylettiği

görülür. 2

‘Yönetimsellik Okulu’nun iki araştırma eksenine ayrıştırılması mümkündür.

‘İngiliz Ekolü’ olarak adlandıracağımız ilk eksen, yönetimselliği tikel bir genellik

olarak ele alan ve yönetimsellik nosyonunun ‘davranışlar üzerinde davranma’

(conduct of conduct) anlamına odaklanan çalışmalardan oluşur. Bu çalışmalar,

kurumsal ve bireysel davranışların değişen rejimlerini, bireylerin nasıl otonom ve

kendi kendilerini yöneten özneler kılındıklarını, neo-liberalizm gibi tarihsel olarak

spesifik yönetim formlarının rasyonalitelerini ve gündelik ilişkiler ile kurumsal

yaşamı şekillendiren iktidar teknolojilerini araştırır. ‘Avustralya Ekolü’ olarak

adlandırabileceğimiz ikinci araştırma ekseninde, yönetimselliği, hem tarihsel bir

tikellik, hem de tikel bir genellik olarak ele almayı öneren ve yönetimi, iktidar

mekanizmaları içerisinde yer alan bir diğer iktidar modu olarak değerlendiren

çalışmalar yer alır. ‘Avustralya Ekolü’, ‘İngiliz Ekolü’nden farklı olarak,

Foucault’nun çalışmalarındaki iktidar ilişkileri analizlerinin, yönetimsellik

çalışmaları ile kesişim noktalarına daha duyarlıdır. Yönetim analitiğini, yönetim

sanatlarının araştırmaları eksenine yatırır.

2
Yönetim rasyonalitelerinin tarihsel ya da söylemsel analizleri ile mesafeli duran ve yönetimsel
teknolojilere odaklanan Andrew Barry, yönetimsellik teriminin, bir yaklaşım ve ya kuram olarak
değerlendirilmesinin entelektüel bir çıkmaz sokağa varmasının tehlikelerine karşı bizi uyarır. (Barry,
2000: 201) Ona göre, “Foucault, bize genel bir toplum kuramı sunmaz. Daha ziyade, risk, toplum,
nüfus, devlet...gibi kavramların ve bu kavramların siyasal stratejiler ve enstrümanlarla ilişkilerinin
karmaşık tarihsel oluşumunu incelemek üzere bir dizi metodolojik araç sunar.” (Barry, 2000: 202)

169
A. ‘İngiliz Ekolü’: Yönetimin Yönetimselleşmesi Üzerine
Söylemsel/Empirik Araştırmalar

‘İngiliz Ekolü’ içerisinde değerlendirilebilecek çalışmaların başında, Nikolas

Rose ve Peter Miller’ın araştırmaları gelir. Rose ve Miller, yönetimsellik nosyonunu,

bireyler ve organizasyonların eylem ve yargılarını, siyasal hedeflerle bağlantılandıran

çeşitli mekanizmalarla ilişkili olarak ele alarak, yönetim analitiğinin iki olası

zeminde sürdürülebileceğini öne sürerler. Önerdikleri analiz zeminlerden ilki siyasal

rasyonaliteler, diğeri ise yönetimsel teknolojiler’dir. Siyasal rasyonalite,

“iktidar kullanımının kavramsallaştırıldığı değişken söylem alanı,


iktidar kullanımının belirli biçimlerine dair, çeşitli otoritelerce üretilen
gerekçeler, siyasetin uygun formları, nesne ve sınırları üzerine ortaya atılan
çeşitli nosyonlar ile seküler, tinsel, askeri sektörler ve aile arasında bu
görevlerin uygun dağılımına ilişkin kavramlar” (Rose ve Miller, 1992: 175)

olarak tanımlanır. Yönetimsel teknolojiler ise, yönetimsel hedefleri hayata

geçirebilmek üzere otoritelerin yaslandığı programlar, hesaplamalar, teknikler,

aygıtlar, belgeler ve prosedürler bütünü olarak tanımlanır. (Rose ve Miller, 1992:

175) Siyasal rasyonaliteler ve yönetimsel teknolojilerin bağlantılandırıldığı alanlar

ise, bize, otoritelerin, bireyler, gruplar ve organizasyonların yaşamlarını yönetmek

üzere ne gibi amaç ve hedeflere sahip olduklarını verecektir. (Rose ve Miller, 1992:

176)

Rose, Foucault’nun soykütüksel araştırmasını, şimdinin koşullarını oluşturan

rasyonalite formları tarihinin somut ve maddi soruşturması olarak yorumlar ve böyle

bir “şimdinin tarihi” çalışmasına kılavuzluk edebilecek boyutları sıralar. (Rose, 1999:

170
xi–xii) Sorunsallaştırmalar (belirli ahlaki, siyasal, ekonomik, askeri kaygılarla ilişkili

olarak beliren sorunsallar; fenomenleri sorunsallar olarak tanımlayan otoriteler;

hangi kişiler, şeyler ve davranış formlarının sorunsal olarak görüldüğünü belirleyen

kriterler ve ne tip ayrımcı pratiklerin söz konusu olduğuna dair araştırmalara açılır),

açıklamalar (işlevsel kavramlar, kanıt alanlarının dizaynı ve serimleme kriterleri,

görünürlük, hesaplanabilirlik, yorumlanabilirlik formları), teknolojiler (yargılama

araçlarının teknik bütünü, yönetim müdahalelerinin yapılmasını sağlayan aygıtlar)

otoriteler (uzmanlığın yeni bir otorite formu olarak belirişi, otoriteyi ele geçirmek ve

elde tutma prosedürleri) öznellikler (arzu özneleri, epistemolojik (gözlem, testler,

itiraflar üzerinden bilinebilir özneler), etik ve teknik (öznelliklerin kendilerine nasıl

davranması, hangi pratikleri, rejimleri uygulaması gerektiği) düzeyler, bu kılavuz

içerisinde sıralanan elemanlar arasında yer alır. (Nadesan, 2009: 12)

Bu çerçevede, çeşitli disiplinlerden gelen pek çok araştırmacı, iktidar

formlarının, birey ve grupların projeleri, arzuları ve davranışları ile otoritelerin

hedefleri arasında bir kesişim yaratma hedefiyle nasıl harekete geçirildiğini ortaya

koymaya çalışır. Liberal ve neo-liberal yönetimselliğin çeşitli ampirik çalışmaları

çok geçmeden çeşitlenir. Sosyal kuramdan siyasal kurama ve uluslararası ilişkilere

uzanan araştırma alanlarında, pek çok araştırmacı, yönetimsel pratiklerin siyasal

rasyonalite ve teknolojilerini (gözetim, risk, işletme, ağ yönetimi, özelleştirme,

rekabet, kamuoyu vs.) ayrıntılandırır. 3

Bu araştırmaların özgün yanı, Foucault’nun devlet ve sivil toplum arasında,

iktidar ve öznellik alanları arasında sabit bir ayrımı reddedişinden feyzalmaları ve bu

3
Nikolas Rose, kendilik yönetimine odaklanır. (Rose, 1990, 1993) Miller & Rose tüketicinin nasıl
kurulduğunu araştırır. (Miller & Rose, 1992) 1996 yılında, Barry, Osborne & Rose, Foucault ve
Siyasal Akıl: Liberalism, Neo-liberalism ve Yönetim Rasyonaliteleri derlemeyi yayımlar.

171
reddi, devletin geri çekilişinin, aslında yönetimin genişlemesine karşılık geldiğine

işaret etmek üzere kullanmalarıdır. Bu genişlemenin, devletin topluma doğrudan

müdahalesinin, “belirli bir mesafeden yönetmek” ile ikame edilmesiyle mümkün

olduğunu ileri sürerler. Burada öne çıkan süreç, bireylerin sorumluluğunun, devlet

dışında otonom mercilere, şirketlere, cemaatlere, profesyonel organizasyonlara ve

bireylerin kendilerine ihale eden, sosyal teknolojilerin belirmesi ile el ele giden

yönetimin devletsizleştirilmesi sürecidir. (Donzelot, 2008: 54) Bu süreci bir denkleme

yatırırsak, bireylerin otonomisinin kendilerine yüklenen sorumluluklar ile doğru

orantılı olduğunu ileri sürmemiz mümkündür. Bu sürecin etkisiyle bireyler

kendilerinin uzmanları haline gelmeli, kendilerinin ve ailelerinin bedenleri, akılları,

davranışlarının bakımı ile ilgili eğitimli ve bilgili bir ilişki geliştirmelidir. Bu

bağlamda, bireyler, toplum ile, yaptıkları seçimler, kendileri ve diğerleri için

aldıkları sorumluluklar ve riskler üzerinden bağlanırlar. Dolayısıyla, bu araştırma

vektörü, bizlere, nasıl ki, refah devleti, devlet aklı modeline yaslanan ekonomi-

politiğin ötesine geçen bir hamle olarak görülebilirse, neo-liberal toplumun, gelişmiş

sosyal teknolojilerinin, refah devletininkilere kıyasla genişletilmiş bir sözde

‘özgürlük’ ve genişletilmiş bir sorumluluk elemanı barındırdığını gösterir.

Ne var ki, bu perspektiften, her yeni yönetim modeli, bir öncekinin

performansına kıyasla, teknik düzeyde analiz edilir: hiç bir siyasal kritere

göndermede bulunulmaz. Neo-liberalizmin toplumsal teknolojilerinin maddiliğini

tasvir etmenin bedeli, araştırma kriterlerini teknik düzeye hapseder, siyasal kriterler

denklemin dışında bırakılır. Barry Hindess, yönetimsellik analitiğinin bu ekseninin

çalışmalarında ‘yönetimsel olan’ ile ‘siyasal olan’ arasında yeterli bir ayrımı tesis

edilmemiş olduğuna bu çerçevede işaret eder. (Hindess, 1996) İngiliz Ekolü’nün,

172
liberal yönetimin otoriter yönleri konusundaki suskunluğunu da bu kategorik

yoksunluğun bir işareti olarak değerlendirir. (Hindess, 2004) Bu çerçevede, bu

araştırma ekseninin, analiz ettiği siyasal rasyonalitenin eleştirisinden ziyade,

rasyonelleştirilmesi sonucunu doğurduğu ileri sürülür. (Donzelot ve Gordon, 2008:

54)

İngiliz Ekolü’nün araştırmaları zemininde, Foucault’nun yönetimsellik

serüveni, idealist bir şemaya, uzmanların yönetim hedeflerinin nasıl

gerçekleştirdiklerini ortaya koyan bir anlatıya dönüşür. Özgürlük iktidarları’nın

söylemsel ve ampirik analizleri, yönetim rasyonalitesini, yöneticilerin kendilerine

sordukları sorulara verdikleri cevaplardan menkul görerek, yönetimsellik

çalışmalarının kuramsal nesnesini, ‘yönetim mentaliteleri’nin (mentalities of rule)

tasvir edilmesine dönüştürür. Yönetimsellik çalışmaları metin analizlerine

indirgenerek, yönetim rasyonalitelerini olduklarından daha bütünlüklü, düzenli bir

formda resmeder.

Rose, Özgürlüğün İktidarları (Powers of Freedom) adlı kitabında,

çalışmalarının, “diğerlerinin, bizim iyiliğimiz için yönettiklerine dair tüm iddiaları”

doğallıklarından sıyırmak ve bu iddiaların ötesine bakmak amacını taşıdığını ve

yönetimsellik çalışmalarının, daha iyi yönetmenin yollarını keşfetmenin hizmetinde

olmadığını belirtir. Gordon, bu gibi değerlendirmeler karşısında, yönetimsellik

çalışmalarının neden tüm yönetim formlarını kendinde kötü olarak değerlendirmesi

gerektiğini anlamanın zor olduğunu dile getirir. Gordon’a göre, Foucault, her ne

kadar eleştirinin, reforma yönelik olarak kullanılmak zorunda olmadığını ileri sürse

de, mevcut yönetimle bağımsız ve eşit bir muhatap olarak diyaloğa girmenin,

yönetimsellik araştırmasının eleştirel ve tamamlayıcı bir vasfı olduğunu da ima eder.

173
(Donzelot ve Gordon, 2008: 57) Gerçekten de, Foucault’nun liberalizm ve neo-

liberalizmin eleştirel elemanlarını tanıması, bu doktrinlerin eleştirel düşüncenin

anavatanı olduklarını düşündüğü anlamına gelmez. “Foucault için eleştiri,

Aydınlanma’nın çifte şantajından kaçınmakla ilişkilidir: Eleştiri, ne bir reform

önerisinde bulunulmadığında geçersiz sayılmalı, ne de neyin mümkün ve arzulanır

olduğu konusunda tarafsız bir tartışma yürütmek, eleştirinin status quo’ya teslim

olduğuna işaret etmelidir.” (Donzelot ve Gordon, 2008:58) Yönetim analitiğinin ilk

ekseninin çalışmaları, bu şantaja çoğunlukla boyun eğmiş görünür. Gordon’a göre,

Foucault’nun 1979’da Fransız soluna kendi yönetimselliklerini icat etmeleri

gerektiğine dair önerisi bu minvalde anlam kazanır.

B. ‘Avustralya Ekolü:’ İktidar İlişkilerinin ve Yönetimin Heterojenliğini


Vurgulayan Çalışmalar

Avusturalya Ekolü’nün önde gelen figürleri arasında, Mitchell Dean ve Barry

Hindess yer alır. 1990’ların sonuna geldiğimizde, Mitchell Dean’in, Yönetimsellik:

Modern Toplumda İktidar ve Yönetim (1999) adlı çalışmasında, Yönetimsellik

Okulu’nun on yıllık ürünlerini, 4 Foucault’nun kavram setlerini açımlayıp, sistematize

ederek bir araya getirdiğini görürüz. Dean, bu çerçevede, yönetimsellik üzerine

ortaya konan çalışmaların neredeyse bir alt-disiplin olma yolunda aşama kaydettiğini

ileri sürer. Dean’e göre, yönetimsellik çalışmaları, felsefe, tarih ve sosyolojiyi ortak

4
Psikolojiden (Rose, Castel) eğitime (Hunter), yoksulluk ve refahtan (Donzelot, Dean, Procacci)
toplumsal sigorta ve riske (Ewald), etik ve cinsellik siyasetinden (Minson) siyasal kurama (Hindess),
mekân ve mimari yönetiminden (Rabinow) hukuk ve kriminolojiye (Hunt, O’Malley, Stenson),
feminist kaygılardan kalkınma çalışmalarına (Weir, Philpott) ve uluslararası ilişkilere (Dillon,
Hindess, Dean) ve kolonyal ve post-kolonyal çalışmalara (Gupta) uzanan çok geniş bir skalada,
yönetim pratikleri sorunsallaştırılır.

174
kesen bir kavramsallaştırmadır ve pratik rejimlerinin var olması, sürdürülmesi ve

dönüştürülmesine yol açan koşulları inceler.

Pratik rejimleri, basitçe, şeyleri yapma biçimlerinin tutarlı setlerine karşılık

gelir. Verili bir zaman ve mekânda, az çok organize biçimlerde, idare, danışma,

tedavi, ceza, eğitim vs. üzerine ve bu alanlardaki reform ve pratikler üzerine

düşünmemizle ilgilidir. Alışageldiğimiz şeyleri yapış şeklimiz, onlar hakkındaki

düşünüşümüz ve onları sorgulayışımızın tümden kendinden menkul ya da gerekli,

zorunlu olmadığını göstermeye çalışır. Bu bağlamda, yönetim analitiği minimumda,

belli bir pratik rejiminin ortaya çıkışını tanımlamak, onu kuran çok çeşitli

elemanların kaynaklarını incelemek ve görece daha sabit organizasyonel ve kurumsal

pratiklere dönüşen elemanları oluşturan süreçler ve ilişkileri takip etmeyi hedefler.

Böyle bir rejimin nasıl olup da belirli bilgi formalarının ve bunun sonucu olarak da

çeşitli reform ve değişim programları çeşitliliğinin hedefi olduğunu araştırır. Pratik

rejimlerinin nasıl bir teknik ya da teknolojik boyuta sahip olduğunu, amaçlarını nasıl

gerçekleştirmeyi denediğini ve ne gibi etkilere sahip olduğunu, karakteristik

teknikleri, enstrümanları ve mekanizmalarını da analiz eder. (Dean 1999: 21)

‘Yönetimsellik Okulu’nun Avustralya Ekolü, yönetim analitiğinden, yönetim

sanatlarının (art of government) çalışmasını anlar. Yönetim sanatı ile kastedilen

yönetimin, hüner, hayal gücü, beceri ve pratik bilgi ve önsezilerin kullanımını

gerektiren bir aktivite olarak değerlendirilmesidir.

Yönetim, çok çeşitli teknikler ve bilgi formları kullanılarak, çok çeşitli


özneler ve otoritelerce üstlenilen, arzularımız, tutkularımız, ilgilerimiz ve
inançlarımız üzerinden işleyen, belirli ancak değişken amaçlara sahip, çok

175
farklı ve öngörmesi zor olan sonuçlar ve etkiler doğuran öyle ya da böyle
hesaplı ve rasyonel sayılabilecek bir eylemdir. (Dean, 1999:11)

Yönetimi analiz etmek, bu çerçevede, insan davranışını, hesaplı bir biçimde

yönlendirmek üzere ortaya konan davranışları incelemek; seçimler, arzular, ilhamlar,

ihtiyaçlar, istekler ve hayat tarzlarına sahip bireyler ve grupların davranışlarını

şekillendirmeye, harekete geçirmeye çabalayan çok çeşitli pratikleri tikellikleri ve

tarihsellikleri içerisinde kavramakla ilgili görülür.

Dean, yönetmenin etik ile yakından ilişkili olduğuna da dikkat çeker zira

yönetim sadece diğerleri üzerinde uyguladığımız otoriteyi ya da devlet ve nüfusları

nasıl yönettiğimizi değil, kendimizi de nasıl yönettiğimizle ilgilidir. “Bir

hapishanenin, ekonominin, işsizliğin yönetimi kadar, bedenlerimizin,

kişiliklerimizin, karakterlerimizin ve yönelimlerimizin yönetimi de kim olduğumuz

ve olmamız gerektiğini şekillendirir.” (Dean 1999:12) Kendimizi yönetişimiz de,

hapishanenin, ekonominin, işsizliğin vs. nasıl yönetileceğini biçimlendirir. “Bir

yandan kim olduğumuz, nasıl ve hangi amaçla var olduğumuz konusunda doğru

kabul ettiğimiz şeye göre kendimiz ve diğerlerini yönetiriz; diğer yandan da bu

biçimde kendimizi ve diğerlerini yönetirken hakikatin üretilmesinde yeni yollara

imkan veririz.” (Dean 1999: 18)

Bu noktaya dek, ‘İngiliz Ekolü’ ile paralel sistematikleştirici yönelimlere

sahip olan Avustralya Ekolü, ne var ki, İngiliz Ekolü’nden farklı olarak, yönetimin,

otorite konumunda bulunan çeşitli öznelerin yapıp ettiklerinin basit bir ampirik

tasvirinden ibaret görülemeyeceğini, Foucault’nun yönetim kavramsallaştırmasının,

çok daha karmaşık bir iktidar ilişkileri alanına yerleştiğini, bu alanda egemenlik,

biyo-iktidar, pastoral iktidar, disiplinin de yer aldığına dikkat çeker. (Dean 1999)

176
Dean’e göre, Foucault, tüm bir iktidar ve yönetim alanını, ‘özgürlüğün

iktidarların’dan ibaret görmez. Foucault, yönetim kavramını çok daha karmaşık bir

iktidar ilişkileri alanına yerleştirir. (Dean, 1999) İktidar mekanizmaları, özgürlükler

üzerinden yönetimi kapsadığı gibi, yaşam ve ölüm üzerine iktidarları da içeren

heterojen ve çoklu (multiform) bir yapıdadır. (Dean ve Henmann, 2004: 123) Dean,

Foucault’nun, tam da bu yüzden, Özne ve İktidar adlı çalışmasında siyasal

rasyonaliteden bahsederken, modern devletlerin iki oyunu – site-yurttaş ve çoban-

sürü oyunlarını- birleştirmek dolayısıyla şeytani olduklarından, tehlikenin bu iki

yönetim formunun bir arada işlemesinden kaynaklandığına dikkat çektiğinin altını

çizer. Bu bağlamda, heterojen iktidar ilişkileri alanının, sadece davranış üzerinde

davranma nosyonuna yaslanan, yönetimselliğin devletin yönetimine yönelik anlamını

görmezden gelen kısmi bir yönetim analitiğine indirgenemeyeceğini ileri sürer. Bu

çerçevede, Mitchell Dean ve Barry Hindess, siyasal kuramın zemininden hareketle,

günümüz siyasetini şekillendiren iktidarın daha baskıcı yanlarını gözden kaçırmamak

gerektiğine işaret eder.

Dean’e göre, 1990’lardan itibaren, devlet ve toplum arasındaki ayrım, bir

yandan küreselleşme olarak adlandırılan gelişmelerle analiz birimini küresel

değişimin niteliklerine ve bunların yerel etkilerine kaydırılır; diğer yandan,

yönetimin, ulus-devlet ötesi ve altındaki korporasyonlar, özel kurumlar ve hükümet-

dışı organizasyonlar tarafından üstlenilmesi gereken bir aktivite olduğuna işaret eden

‘yönetişim’ (governance) nosyonu ile sorunsallaştırılır. Küreselleşme ve yönetişimin

ikili kıskacı arasında devlet bir kenara itilir ve böylelikle egemenlik iktidarları ve

şiddetin de bir kenara itilmiş olduğu ve bireylerin kendilerini gerçekleştirmek üzere

günümüzde daha fazla olasılığa sahip olduğu ileri sürülür. Avustralya Ekolü’nün

177
çalışmalarının özgün yanı, yönetimsellik serüveninden, bu analizlere meydan

okumak üzere faydalanması, liberal demokrasi ve insan haklarının, biyo-siyaset ya

da egemenliğe karşı bir sığınak oluşturduğuna dair varsayıma daha ihtiyatlı

yaklaşmak gerektiğini ileri sürmesinden ileri gelir. (Dean ve Henmann, 2004)

Dean, yönetişim ve küreselleşme söylemlerine yönelik bu şüphe ve

mesafenin, sadece 11 Eylül ve takip eden gelişmelerden ileri gelmediğini,

küreselleşme karşıtı protestolar, küreselleşme adına yürütülen siyasaların çoğunun

gereksizliğine işaret ederken; kitlesel göç hareketlerinin, hem küreselleşme tezlerinin

sınırlarını, hem de belirli bir topluma ait olmayışın etkilerini gözler önüne serdiğini

ileri sürer. Üstelik savaş tüm yıkıcılığı ile varlığını sürdürmeye devam etmektedir.

Tüm bu süreçler, özgürlük adına yöneten liberal demokrasilerin pasifist modelinin,

günümüzün sosyal ve siyasal pratiklerini kavramak açısından fazlasıyla kısmi

olduğuna işaret eder. (Dean ve Henmann, 2004: 484)

Avustralya Ekolü’ne göre, neo-liberalizm, uzaktan yönetmeye ve biyo-siyasal

kendilik teknolojilerine dayanır dayanmasına ancak bu teknolojilere dayanıyor

olması, disiplin ve egemenliğin eski formlarının operasyonlarını kullanmadığı

anlamına gelmez. Günümüz neo-liberal toplumlarında, egemenlik yakın bir biçimde

biyo-iktidarla ilişkilidir ve ölüm hakkından farklı olarak, ölüme bırakma kapasitesi

üzerinden sinsice işler. Yaşam ve ölüme dair egemen kararlar, normal, arzulanır ya

da optimal yaşam formlarını, tehlikeli, anormal, arzulanmaz ve optimum düzeyin

altındaki yaşamlardan ayıran biyo-siyasal ve disiplinci pratikler üzerinden işler.

Anormal ya da tehlikeli, riskli olarak görülen bireyler ve pratikler, otoriter önlemler,

devlet aygıtları ya da özelleştirilmiş polisliğe maruz kalır. Bu biçimde

178
değerlendirilen bireylerin kendilerini yönetmekten aciz oldukları ve istisnai oldukları

öne sürülerek kaba kuvvet, otoriter muameleler meşrulaştırılır.

Dean (2002a) ve Hindess (2001), bu minvalde, davranışlarımızın nasıl

yönlendirildiğini kavramak üzere çok düzlemli bir analiz ortaya koymak gerektiğini

ve bu analizin, egemenliğin ölüm, ceza ve baskı iktidarlarını, biyo-siyasetin yaşam

süreçlerine dair iktidarlarını da içerdiğine dikkat çekmek gerektiğini ileri sürerler.

Egemenliğin biyo-siyaset üzerinden işlediğini, muktedir ve muktedir olmayan

özneleri ayrımladığını ve muktedir olmayanları neo-liberal yönetim prensiplerinin

istisnalarına maruz bıraktığını vurgularlar. (Agamben, 1998). Dean, bu bağlamda,

egemenlik, biyo-siyaset ve yönetim arasındaki ilişkiselliğe dikkat edecek bir yönetim

analitiği yürütmeyi önerir; özneleri, nasıl egemen kararın kucağına atıldığına, yaşam

formlarının nasıl yaşamın kıyısına sürüklediğine dikkat çekmek gerektiğini belirtir.

Barry Hindess ve Mitchell Dean, neo-liberal yönetimsellik çerçevesinde,

İngiliz Ekolü’ün suskun kaldığı egemenlik meselesi hakkında önemli açılımlar sunar.

“Liberal Yönetim ve Otoriteryanizm” adlı çalışmasında Dean, otoriter önlemlerin

liberal yönetimle uyumlu hatta bu yönetim formuna içkin olduğunu ileri sürer.

Yönetimin, giderek daha fazla ölçüde biyo-siyasal otoriteler, uzmanlık formları ve

bunlara içkin disiplinlerden oluşan liberal polisin biyo-siyasal operasyonları

tarafından yönlendirilen otoriter ve despotik önlemlere dayandığına dikkat çeker.

Hindess (2001, 2006) ise, modern devletlerin şiddet kullanmayı, nüfuslar üzerinde

despotik ölüm hakkını uygulamayı mümkün kılan egemen kapasiteyi ellerinde

tuttuklarına işaret eder. Benzer biçimde, Stenson da, yönetim analitiğinin ilk

ekseninde üzerinde durulmamış bulunan egemenliği monarşik geçmişte tutmanın

boşuna bir çaba olduğuna, egemenlik sorunsalının, yönetimsellik çalışmalarının

179
araştırma nesneleri arasına yerleştirilmesinin önemli açılımlar sağlayabileceğini ileri

sürer. (Stenson, 1998: 335)

Özetle, Avusturalya Ekolü’nün çalışmaları, Foucault’nun yönetimsellik

serüveninin açılımlarını sistematikleştirmek ve bir yaklaşıma dönüştürmek

konusunda İngiliz Ekolü ile benzer bir yönelime sahip olmakla beraber, bu açılımları,

diğer iktidar formları – egemenlik, biyo-siyaset, disiplin - ile ilişkisellikleri içerisinde

ele alma gayreti göstermek dolayısıyla, günümüzün sosyal ve siyasal pratiklerini

kavramak ve eleştirmek açısından yeni gündemler geliştirir. Foucault’nun yönetimsel

üçgenini, site-yurttaş oyunu ile çoban-sürü oyununun şeytani doğasını dikkate alan

Avustralya Ekolü, günümüz sosyal ve siyasal pratiklerinin ürettiği baskıcı etkileri, bu

pratiklerin yönetim sanatları içerisindeki tarihsel gelişimini de göz önünde tutarak

inceleme ve eleştirel bir analize konu etme imkânı bulur. Avustralya Ekolü, hem

Yönetimsellik Okulu’nun çalışmalarını sistematikleştirir, hem bu çalışmaların

içeriden bir eleştirisini sunar, hem yönetimin baskıcı yanlarına dikkat çeker, hem de

yeni araştırma alanlarına yelken açmasına ön ayak olur.

C. Yönetimsellik Okulu’nun Analitik ve Siyasal Yönelimleri Üzerine

Yönetimsellik Okulu’nun araştırma vektörlerinin sunduğu perspektifin

analitik ve siyasal yönelimlerini belirginleştirmek üzere, bu perspektifin,

Foucault’nun liberal eleştirmenlerinin argümanları karşısında nasıl bir konumda yer

aldığından bahsederek yola çıkmamız verimli açılımlar sağlar. Liberal siyasal

kuram, kendi içinde, dallanıp budaklanmakla - bireyci versus kolektivist, rasyonalist

versus skeptik, evrenselci versus partikülarist, piyasa yönelimli versus sosyalist vs

180
gibi konumlar arasında ve özgürlük versus eşitlik, negatif özgürlük versus pozitif

özgürlük vs. gibi pek çok tema üzerinden - ve çeşitli gerilimlere sahne olmakla

beraber, Foucault’nun çalışmalarına yönelttikleri eleştiriler konusunda şaşırtıcı bir

tekdüzelik sergiler. Yönetimsellik Okulu’nun sunduğu yönetim analitikleri,

Foucault’ya yöneltilen ve kaynağında, baskı-özgürlük dikatomisi ve normatif

yönelim talebi yer alan, bu tekdüze liberal eleştirinin tekdüzeliğini analitik açıdan

gözler önüne sermek bakımından önemli açılımlar sunar, ancak siyasal açıdan aynı

başarıyı gösteremez.

Kabaca, en yüce siyasal değer olarak bireysel özgürlüğü öngören, kurumlar

ve pratiklerin başarı kriterlerini, bu özgürlüğü teşvik etmekteki etkinliklerine

istinaden saptamayı öneren liberal siyasal kuram, tüketici bir kategorizasyona konu

olamayacak denli çeşitli görüşleri içerisinde barındırması yanında, bu çeşitliliğin

getirdiği gerilimleri de içerir. Bu gerilimlerin başında, bireyci ve cemaatçi görüşler

arasındaki tartışma gelir. Bu tartışmanın temel eksenini, öznelliğin doğası, bireyin ve

toplumun haklarının birbirine görece ağırlığı konusundaki görüş farklılıkları

oluşturur. (Gaus, 2000: 182) Bir başka deyişle, öznellik versus cemaat, paylaşılan

ilişkiler versus otonomi temaları, bu tartışmanın zemini tesis eder.

Bireyci liberaller, en iyi yaşamın, bireylerin, neyi yapmaları, neye ulaşmaları,

ne olmaları gerektiğini kendilerinin seçmeleri olduğunu ve ahlaki duruşumuzun

bireysel tercihlerimizin ürünü olduğunu, bu sebeple, devletin, bireylerin kendi yaşam

planlarını şekillendirmesi ve sürdürmesi için, bireylerin otonomisini koruması

gerektiğini ileri sürer. Cemaatçi liberaller ise, bireyci liberallerin, atomist

yönelimlerinin kendini gerçekleştirme fikrine aşırı derecede odaklandığına ve

tarihsel boyutu yetersiz ölçüde dikkate aldığına işaret eder. Liberal siyasal kuramın

181
bireyciliğinin belirli bir öznellik kavrayışı yarattığını ve bu öznelliğin, toplumdan

tümüyle soyutlanmasının yanlış olduğuna dikkat çekerler.

Charles Taylor, Alasdair MacIntyre, Michael Sandel ve Michael Walzer

Rawls’un öznenin kendi yaşam planlarını şekillendirmekte, takip etmek ve gözden

geçirmekteki çıkarlarından bahsederken, öznenin çeşitli cemaatçi bağlılıklar (aile

bağları ya da dini gelenekler vs.) ile tanımlandığını ve kurulduğunu görmezden

geldiğine işaret eder. Liberaller, bireylerin tamamıyla toplumsal bağlamlardan

ayrıştırdıklarını ileri sürmeseler de, liberallerin bireylerin otonom tercihlerine büyük

değer atfetmeleri, kendi iradesini dünyaya yansıtan bir özne kavrayışına sahip

oldukları da açıktır. Buna karşılık, cemaatçi liberaller, bireylerin otonom bir biçimde

vardıkları yaşam planlarını hayata geçirmediklerini, zira yaşamın pek çok alanının

seçilmemiş rutinler ve alışkanlıklar tarafından yönetildiğine işaret ederler.

Taylor, insanların, toplum dışında - ex-nihilo - kendi kendine yeterli canlılar

olduğuna dair liberal kabule ve bu kabulden beslenen toplumun, iyilik kavrayışları

konusunda nötr olması gerektiğine dair önerilerine karşı çıkar. Bunun yerine,

Aristoteles’in, insanın, toplumsal ve siyasal bir hayvan olup, polis dışında kendi

kendine yetemeyeceğine dair kabulüne yaslanır. (Taylor 1985: 190) Taylor, bu

çerçevede, siyasetin sadece bireylerin otonom tercihlerini uygulama koşullarını

garanti altına almakla ilgilenmemesi gerektiğini, aynı zamanda, öznelerin refahı için

kritik önemde bulunan toplumsal bağlılıkların sürdürülmesi ve teşvik edilmesi ile

ilgili bir aktivite olarak düşünülmesi gerektiğini ileri sürer. Taylor’a göre, liberallerin

atomist görüşleri kamusal söylemi yok etmekte ve pek çok toplumsal soruna ve

psikolojik etkiye yol açmakta ya da mevcut sorunları perçinlemektedir. Bu

bağlamda, cemaatçi liberaller, toplumsal dünyanın, ahlaki alandaki yönelimlerinizi

182
de belirlediğini ve bireylerin düzgün cemaatsel yaşamlar sürdürmekte hayati bir

çıkara sahip olduğuna dikkat çeker.

Cemaatçi liberaller, bireyci liberallerin, hak nosyonunu aşkın prensipler

biçiminde ele aldığını, bu kavrayışın, haklar ve sorumluluklar arasında bir

dengesizlik yarattığını oysa bunların tarihsel ve olumsal nitelikleri olduğunu ileri

sürer. Buradan hareketle, öznelerin kimliklerinin içerisinden kurulduğu cemaatlerle

daha ilintili bir yaşam deneyimlemeyi önerirler ve özgürlükten çok fazla taviz

vermeden değerli cemaat formlarını tanımlayıp teşvik etmeye davet çıkarırlar.

Liberallerin yetersiz ölçüde tarihselci olduğuna dair, Rawls’un evrenselci

adalet kuramına karşılık, adalet standartlarının belirli toplumların yaşam formlarında

ve geleneklerinde bulunabileceğini, böylelikle de bağlamdan bağlama farklılık

göstereceklerine dikkat çekerler. Alasdair MacIntyre ve Charles Taylor, ahlaki ve

siyasal yargının, öznelerin dünyalarını kavramalarını mümkün kılan akıl yürütme dili

ve yorum çerçevesine dayandığını, bu sebeple, bunları, insanların inançları, pratikleri

ve kurumlarının sağladığı yorumsamacı boyutlardan soyutlamanın hiç de anlamlı

olmayacağını ileri sürer. (Taylor, 1985:1.Bölüm; MacIntyre, 1988:1.Bölüm) Michael

Walzer ise, etkili toplumsal eleştirinin, belirli zaman ve mekanlarda yaşayan

insanların aktüel alışkanlık ve geleneklerinden türetilmesi gerektiğini bu minvalde

dile getirir. (Walzer, 1983: 8)

Toplumsal eleştirinin doğası konusunda, sol liberaller de çeşitli açılımlar

sunar. Günümüzün ‘bilgi toplumlarında’, toplumsal adalet taleplerinin iki temel

forma büründüğüne dikkat çekerler. İlki, kaynaklar ve ürünlerin adil dağılımını

öngören yeniden bölüşüm talepleridir. Diğeri ise, ‘etnik köken’, ‘ırksal aidiyet’ ve

‘cinsiyet’ üzerinden tanımlanan azınlıkların hakim kültürel formlara asimilasyonuna

183
karşı, ‘tanınma siyaseti’ (politics of recognition) çerçevesinde, farklılıklara saygılı bir

dünya talebidir. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından, serbest piyasa ve kimlik

siyasetleri, eşitlikçi yeniden bölüşüm talepleri ile neredeyse bir kutuplaşma

yaratmakta, toplumsal eleştirinin ya/ya da alternatiflerinin içine sıkışılması sonucuna

varmaktadır. Oysa Nancy Fraser gibi sol liberaller, her iki talebin bir arada takip

edilmesinin toplumsal adalet eleştirisinin belkemiğini oluşturmasını önerirler.

(Fraser, 1996: 1-68) Fraser, toplumsal adaletin günümüzde hem yeniden bölüşüm

taleplerini, hem de tanınma taleplerini bir arada içermesi gerektiğini, biri olmadan

diğerinin yetersiz sonuçlar doğuracağını ileri sürer. Fraser, bu taleplerin tek ve

kapsamlı bir çerçeve içerisinde eklemlenmesini önerir. Kuramsal olarak bu önerinin

iması, hem toplumsal eşitlik hem de farklılıkların tanınması taleplerini bir arada

içeren bir adalet kavrayışına varmakla ilgili görünür. Pratikte ise, tanınma siyasetinin

en başarılı unsurlarını, yeniden bölüşüm siyasetinin en başarılı unsurları ile bir

potada eritebilecek bir siyasal yönelimden bahseder. Bu siyasal çerçeveyi, Fraser’a

göre, sosyal refah devletinin katılımcılığı teşvik eden düzenlemeleri geliştirebilir.

Liberal siyasal kuram zemininde karşımıza çıkan bir başka tartışma ekseninde

ise, Charles Larmore, Ahlakın Otonomisi (2008) adlı çalışmasında, Kantçı

düşüncenin önemli noktalarından biri olan, ahlakın kendinde bir şey olmaktan

ziyade, özgür ve rasyonel öznelerin ürünü olduğu tezine karşı konumlanır. Ona göre,

ahlaki sebepler, kendileri dışında herhangi bir şeye – ne bir düşünüre, ne ahlaki bir

cemaate ne de başka türlü bir akıl yürütmeye – dayanmazlar. Kendi sözleriyle, ahlak,

“kendisi adına”, “kendi sesi ile konuşur.” (Larmore, 2008: 88) Larmore’a göre,

ahlaklı bir insan olmak, bir diğerinin iyiliğini, kendi üzerimizde meşru bir talep

olarak tanımaktır. (Larmore, 2008: 73, 88) Bu talebi onaylamak amaçlı her çaba –

184
ister kişisel çıkar ya da rasyonel özgürlük – ahlakın dolaysız statüsünü yerle bir eder.

Larmore, bir başka deyişle, ahlakı, daha geniş ampirik ya da değerlendirmeci bir

olgular ağı içerisine yerleştirerek meşrulaştırmak zorunda olmadığımızı ileri sürer.

Normatif sebepler, hâlihazırda mevcuttur, herhangi bir insani eylemden türemeleri

gerekmez.

Aynı çalışmasının “Tarih ve Hakikat” adlı bölümde, Larmore, Richard

McKay Rorty’nin çalışmalarına içkin bir tezi – bilişsel çerçevenin tarihsel

olumsallıklarla şekillendirildiği – kabul eder ancak, Rorty’ye karşı dünyanın,

düşüncemizin nesnesi olarak kalmayı sürdürdüğünü ve entelektüel araştırmanın, bizi

dünyanın hakikatine yaklaştırdığını ileri sürer. (Larmore, 2008: 25) Larmore, insan

zihninin, temel ahlaki meseleler hakkında hakikate ulaşma yeteneğine sahip

olduğunu veri kabul eder.

Postmodern ironistler arasında öne çıkan Rorty ise, kuramsal düzlemde genel

geçer formülasyonları ve evrensel ilkeleri reddeden görelikçi postmodern yaklaşımı

ve siyasal olarak da liberal bir eğilimin bir sentezini sunar. Rorty, postmodern

toplumun üç ayağı olarak olumsallık, ironi ve dayanışma kavramlarını öne sürer.

Olumsallık, İroni ve Toplumsal Dayanışma, 1989 adlı kitabında, bu nosyonları

ayrıntılı olarak irdeler. Burada ileri sürdüğü öneriye göre, bir yanda, demokratik

özgürlükler, bir yanda bireysel yetenekler desteklenmeli, her iki alan birbirine

indirgenmemeli, hükmedici kesin ve mutlak yargılardan kaçınılmalı, tarihsel

olumsallık bilinci yaygınlaştırılmalıdır. Rorty, bir tür özel alan ile kamusal alan

ayrımını yaslanır. Özel alan, bireyselin yetkinleştirilmesi gereken alana karşılık

gelip, ironi nosyonu ile ilişkilendirilirken, kamusal alan başkalarıyla birlikte yaşama

alanı olarak toplumsal dayanışma fikriyle ilişkilendirilir. Onun liberalizmi, özel

185
alanda, bireyin bireysel olarak mükemmelleşmesini, toplumsal alanda da ortak bir

dayanışma duyarlılığını talep eder.

Rorty’e göre bireyler ancak olumsallıklarının bilincine varmakla metafizik-

mutlak doğrulardan ve baskıcı değer yargılarından arınabilirler. Rorty bu bağlamda

tarihselciliğe meyleder: Tarihsel-toplumsal gelişme bağlamında süreçlere odaklanır.

Öte yandan hakikati görelileştiren bir yönelime sahiptir. Ona göre, hakikat, ancak

toplumdaki özgür bireyler arasındaki iletişim ile olanaklı olabilir ve bu da ancak

olumsallıklarının bilincindeki bireylerin yapabilecekleri bir şeydir. İroni kavramı ise,

bu noktada devreye girer ve Rorty’ye göre, bireyin mükemmelleşmesine doğru giden

yolu gösterir. Rorty, ironik bireyi, kendi zihnine mesafe koyabilen ve başkalarını da

zihin sahibi bireyler olarak görebilen, eleştirel mesafesini kendine karşı da

kaybetmeyen bireydir. Olumsallığının farkında biri olarak, ironik birey, kendi

felsefesinin ötekilerden daha üstün olduğu yanılgısına düşmeden, çevresindeki öteki

düşünce ve fikirlerin farkında olup kendi gerçekliğini yeniden tanımlaya açık

olabilen birey olarak tanımlar.

Dayanışma kavramı ise, Rorty'nin kamusal alan için önerdiği bir kavramdır.

Buna göre, eğitim, sağlık ve benzeri sosyal konularda, hak eşitliğiyle adalet ve güven

sağlanabilecek, böylece siyasete etkin katılımın da yolları açılacaktır. Toplumsal

dayanışma, metafizik bir insan özü keşfetme çabası değil, başka insanların acılarını

da anlayabilme, onlarla duygudaşlık kurabilme ve onları olumsallıkları içinde

farklılıklarıyla kendi gibi biri olarak görebilme yeteneği olarak tasvir edilir. Böylece,

ancak, olumsallıklarının bilincinde olan bireylerin yetkinleştirilmesi ve dayanışma

halinde bir toplumsallığın oluşturulması mümkün olabilecektir.

186
Özetle, analitik kolaylık sağlamak açısından, (a) klasik liberaller (b) cemaatçi

liberaller (c) sol liberaller (d) postmodern ironistler olarak ayrıştırdığımız liberal

siyasal kuram çok çeşitli görüşleri bir şemsiye başlık altında bir araya getirir. Bir

başka deyişle, öznenin doğası, toplum-birey arasındaki ilişkiler, toplumsal eleştirinin

nasıl yönelimlere sahip olması gerektiği gibi pek çok konuda, birbirinden oldukça

farklı görüşler ortaya koyan çalışmalar, liberal siyasal kuram şemsiye başlığı altında

bir araya gelir. Ne var ki, bu çeşitlilik, Foucault’nun çalışmalarının değerlendirilmesi

mevzu bahis olduğunda ilginç bir tekdüzelikte birleşir. Bu tekdüzeliğin kaynağında,

Foucault’nun liberal eleştirmenlerinin, Foucault’dan bir dizi önvarsayım talep

etmeleri yer alır. Bu taleplerin ardında, bahsettiğimiz liberal ekollerin her birinin,

baskı ve özgürleşme arasında basit bir ikilik öngörmesi ve toplumsal eleştirinin

temeli olarak normatif bir siyaset felsefesini zorunlu görmeleri yatar. Bu tartışmayı,

liberal eleştirmenler ile Foucault ve yönetimsellik okulunun araştırma vektörlerinin

farklı ‘özgürlük’ kavramsallaştırmaları üzerinden belirginleştirmemiz mümkündür.

İlk olarak, Foucault’nun liberal eleştirmenleri için, özgürlüğün değeri, iktidar

kavrayışının, belirli prensiplere sahip olduğu düşünülen özneye ilişkin olarak negatif,

baskılayıcı ve engelleyici olduğu varsayımına göre koşullanır. Bu prensipler adına

iktidara direniş olumlanır. Bir başka deyişle, Foucault’nun yönetimsel pratiklerin

etkisi, iktidar ilişkilerinin ürünü olarak değerlendirdiği öznel kimlik, örneğin,

Taylor’ın değerlendirmesinde, özgürlüğün ontolojik önkoşulu olarak sunulur.

(Taylor, 1984) İkinci olarak, Foucault’dan özgürlük için bir zemin öne sürmesi

beklenir. Taylor, Walzer ve Rorty, Foucault’yu liberal devletin, özgürlüğün

garantörü olduğuna dair pozitif bir değerlendirmesini sunmamakla suçlarlar.

Foucault’nun özgürlük üzerine söylemi özgürlük tanımını belirli bir toplumsal

187
düzene yaslamayı reddettiği için tutarsız bulunur. Oysa Foucault’nun eleştirisinin

konusu tam da bu devlet tipi tarafından üretilen öznellik formlarıdır. (Prozorov,

2007: 27) Foucault’nun herhangi bir devlet formunu özgürlük pratiklerinin kabı

olarak kabul etmeyi reddetmesi sorunsallaştırılır. Üçüncü olarak, Foucault’dan tikel

ve estetik kriterler yerine evrensel ve normatif kriterler beklerler. Nancy Fraser

(1995: 147) Foucault’nun, moderniteyi tümden reddetmenin nihilizmine

savrulmaktan kurtulmak için, kabul edilebilir ve kabul edilemez iktidar formları

arasında ayrım yapabilmemize imkan sağlayacak normatif kriterlere ihtiyaç

duyduğunu ileri sürer. Michael Walzer, Foucault’yu her türlü kuramsal ve etik

sistemi radikal biçimde zeminsiz bırakmakla eleştirir. (Walzer, 1986) Liberal

eleştirmenler, özgürlük üzerine bir söylemin alabileceği tek formu, mevcut toplumsal

diyagrama bir alternatif sunulması ile kısıtlar. “Eğer Foucault liberalizme alternatif

olarak sosyalizm ya da muhafazakarlığı sunsaydı, Foucault ve bu eleştirmenler

arasındaki tartışma mümkün olabilirdi zira aynı normatif siyasal felsefe düzleminde

yer alırlardı.” (Prozorov 2007: 27) Kısaca, liberal kuramcılar için anlaşılmaz olan,

Foucault’nun iktidarın baskıcı formlarda katılaşmasına direnmek üzere stratejiler

üretirken, herhangi bir normatif temel ortaya koymamasıdır. Foucault’nun bir

ütopyasının olmaması, herhangi bir ‘hakikat’ sunmaması, liberal siyasal kuramın

merceklerinden bakıldığında, Foucault’nun siyasal vizyonunun çelişkili ve zeminsiz

olduğunun yeter kanıtını sunar.

Foucault’nun takipçilerinin, Yönetimsellik Okulu’nun bilinçli normatif

nötrlüğü, bu talepler ekseninde düşünülebilir: Alternatif bir yönetimsellik diyagramı

önermemeleri buradan ileri gelir. Bu çalışmalarda, özgürlük, liberal bir yönetimsellik

diyagramı içerisinde şekillenen bir şeydir: Bu sebeple yönetimsel pratiklere direnmek

188
için uygun olmayan bir yerdir. Yönetimsellik Okulu’nun çalışmaları, yalnızca liberal

yönetimin bireysel otonomiyi nasıl temel kaynağı olarak kullandığını ortaya koymaz,

bunun yanında, otonominin kendisinin, belirli yönetimsel programların yan etkisi

olduğunu da netleştirir. (Walter, 2008: 94) Yönetimsellik Okulu’nun perspektifinden

bakıldığında, insanlar belirli bir yönetimsel diyagramın içinde yer almak dolayısıyla,

bilgi ve eylemlerin hem nesnesi, hem de öznesi olarak değerlendirilir. Bu perspektif,

Foucault’nun iktidarın üreticiliğine dair vurgusunu ciddiye alır. 5 Özgürlüğün

temelleri, iktidarın meşruluğu ve direniş hakkı gibi sorular yerine, yönetimsel

üreticiliğin siyasal, epistemik ve etik yönlerinin somut analizlerinin peşine düşer.

Mitchell Dean (1999), Nikolas Rose (1990, 1996) ve Colin Gordon (1991)

özgürlük ve otonominin, iktidar ilişkilerine öncel bir öznenin niteliklerinden ziyade,

belirli bir yönetimsel diyagram içerisinde yer alan iktidar ilişkilerinin içkin tarzları

olduğunu ileri sürerler. Özgürlük, bu çalışmalar çerçevesinde, diyagramın içkin bir

niteliği olarak görülür; içeriği de diyagramın yapısındaki dönüşümlere göre tarihsel

olarak değişebilen nitelikleri ile kavranır. Bu yaklaşım, özellikle, özgürlüğü,

yönetimsel pratiklerin hem amacı hem de aracı olarak kullanan liberal yönetimsellik

çalışmalarında görece verimli sonuçlar doğurmuştur. (Prozorov, 2007: 29)

Öyleyse, yönetimsellik okulunun önemli katkısı, liberal yönetimin çeşitli

ampirik çalışmalarının, liberal toplumun, belirli öznel kimlikler icat ettiğini,

5
Foucault’nun iktidarın üreticiliğine dair vurgusunu ciddiye alan bir diğer yaklaşımı, Judith Butler
serimler. Butler, Gender Trouble: Feminism ve the Subversion of Identity (1990) başlıklı
çalışmasında, toplumsal cinsiyeti bireyin doğal kimlik olarak yaşadığı performatif etki olarak
sunarken, toplumsal cinsiyete dayalı bir kimlik kategorisi olan “kadın” kavramının feminist bir
siyasetin temelini oluşturması gerektiğini savunan varsayımlara karşı çıkmakta, herhangi bir kimliğin
bir temel olarak kullanılmasının kaçınılmaz bir biçimde ve istenenin aksi sonuca götürerek, mevcut
cinsellik, toplumsal cinsiyet ve libidosal ilişkilerin normatif ikili yapısını devam ettirmekten öteye
götürmeyeceğini ileri sürmektedir. “Performativite” olarak adlandırılan bu kuram, baskı ya da
tahakküm altındaki insanları özgürleştirmek amacını güden siyasal hareketlerin zeminini sarsar.
(Spargo, 2000: 53-59)

189
yarattığını ve belirli özgürlük pratikleri salık verdiğini göstermesinden ileri geldiğini

göstermesidir. Liberal devletin taahhüdünün şu olduğunu belirginleştirir:

“Özgürlüğünüzü kullanmanıza yardımcı olacağız yeter ki özgürlüğünüzü bizim

istediğimiz gibi kullanın” (Dean 1998: 217) Bireyler, özgürlük ve otonomileri tanınır

tanınmaz uzmanların dili ve değerlendirmeleri ile bağlı hale gelirler.

Yönetimsellik Okulunun sunduğu bu perspektif, Rorty’nin ortaya attığını

gördüğümüz özel/kamusal alan ayrımını da sekteye uğratır. Yönetimsellik okulu,

özel alanda otonomi arayışının, giderek daha da fazla bir şekilde, yönetim tarafından,

yönetimin amaçlarını gerçekleştirmesi bakımından harekete geçirildiğini, bu alandaki

otonomi arayışlarının özgürlüğü neredeyse bir görev haline getirdiğini ortaya koyar.

Rose’a göre, bireyler, öznel varlıklar olmalı, otonomiyi arzulamalı ve dünyevi

yaşamda kendilerini geliştirmeye çalışmalı, seçimler yaparak varoluşlarına anlam

bulmalıdır. (Rose, 1996) Özgürlük arzusunun kendisi paradoksal biçimde yönetimsel

bir öğüt olarak karşımıza çıkar. Üstelik, kişinin derinlerde yattığı ileri sürülen

kendiliğinin dışavurumu, özgürlük pratiğini, endişeli bir kendilik incelemesine

dönüştürür.

Yönetimsellik Okulu, tam da bu biçimde, baskı ve özgürleşme arasındaki

basit ikiliğin ötesine geçen bir özgürlük söylemini mümkün kılar. (Prozorov, 2007:

30) Bir başka deyişle, Foucault’nun yönetimsellik çalışmalarının ve onun

takipçilerinin araştırmalarının özgün yanlarından biri, Foucault’nun devlet ve sivil

toplum arasında, iktidar ve öznellik alanları arasında sabit bir ayrımı reddetmesi ve

bu reddi, devletin geri çekilişinin, aslında yönetimin genişlemesine karşılık geldiğine

işaret etmek üzere kullanmalarıdır.

190
Yönetimsellik Okulu tarafından ortaya konan özgürlük değerlendirmesi, ne

var ki, tümüyle tatmin edici değildir. İlk olarak, eğer yönetimsel olmayan bir

özgürlük olasılığı yoksa, Foucault’nun liberal eleştirmenleri itirazlarını yeniden yeni

bir biçimde yükseltebilir ve şunu sorabilirler: “Herhangi bir yönetimsel

özneleştirmenin nesi yanlıştır? Neden insanlar, bu süreç içerisinde kaybedecek hiç

bir şeyleri yokken ama kazanacak sabit ve güvenli bir kimlikleri varken, belirli bir

pozitif proje kapsamında özneleştirilmemeliler?” (Prozorov, 2007: 31) Yönetimsellik

okulunun çalışmaları, liberal özgürlük söylemlerinin bir özneleştirme formu

olduğunu ortaya çıkarmakla eleştirel bir yönelime sahip olmakla birlikte, bir

otonomi arayışının nasıl farklı sonuçlanabileceğine dair bir fikir ortaya atmazlar.

Eğer özgürlük, toplumsal düzenin çeşitli diyagramlarının tarihsel olarak olumsal

niteliği ise, bu durumda özgürlük adına yönetimselliğe direnmeyi salık vermenin hiç

bir olasılığı yoktur zira her bir diyagram, kendi özgürlük kurgusu ile işleyecektir.

Yönetimsellik okulunun çalışmalarında eksik görünen şey, herhangi bir yönetimsel

rasyonalitenin enstrümanından daha heterojen bir özgürlük kavrayışıdır. (Prozorov:

2007: 32) Yönetim analitiği, bu çerçevede teşhisçi boyuttan eleştirel ve siyasal bir

boyuta sıçramakta zorlanır.

Yönetimsellik okulunun çoğu çalışmasının tasvir edici eğilimi, günümüzün

özgürlükler üzerinden yönetişiminden memnun olduğu izlenimi yaratır. (O’Malley

1997, Hindess 2001) Yönetimsellik Okulu’nun çalışmalarının, hâkim kurumsal ve

söylemsel normlar tarafından yönlendirilen akademik bir aktivite olarak belirdiğini

dikkate alındığında, bu söylemsel düzenin bir parçası olarak, yönetimin yeni bir

rasyonelleştirilişini mi yoksa mevcut yönetim rasyonalitesinin bir eleştirisini mi

sundukları konusunda süregelen bir tartışma söz konusudur. Özellikle İngiliz

191
Ekolü’nün yönetim analitiği, “risk toplumu”nu sorunsallaştırmaktan ziyade,

meşrulaştırma çabası içinde olmakla, ya da en azından analiz ettikleri diyagramın

programsal rasyonalitesini tekrarlamakla suçlanmıştır. (Gordon, 2008: 53)

Yönetimsellik Okulu’nun ‘İngiliz Ekolü’nün, programlayıcıların yönetim

vizyonuna yerleşerek, çatışma ve direnişleri, programların başarısızlığının sonuçları

olarak değerlendirmesi de, Foucault’nun direnişe verdiği kurucu rolün görmezden

gelinmesi sonucunu doğurur. (Hunt ve Wickham, 1994) Bu bağlamda da, bu

çalışmalar, giderek, liberalizme ve hatta neo-liberalizme hayran oldukları izlenimi

yaratır, hem de siyasal pesimizme kurban gider. (O’Malley et al.,1997: 513) İngiliz

Ekolü’nün çalışmaları, sosyalizmin mirasçısı olan toplum-sonrası (post-social) bir

siyaseti harekete geçirmek amacını sıkça dile getirse de, bu yönde çok az çabaya

rastlanması ilgi çekicidir. Yönetimsellik çalışmalarını eleştirel bir siyaset ile

ilişkilendirmek yönündeki tüm potansiyellerine rağmen, bu potansiyel hayata

yeterince geçirilmemiştir. (O’Malley et al., 1997; Dean, 2002b; du Gay, 2002;

Hindess, 2001) “Yönetimsellik literatürü soykütükçülerin akademik çalışmasına

sadıksa da, vatandaşın siyasal yaşamına uzak kalır.” (O’Malley et al., 1997: 507) Bir

başka deyişle, kuram ve pratik arasında yakın bir eleştirel münasebete fırsat vermiş

olmakla beraber, çalışmalarını eleştirel bir siyaset ile ilişkilendirmek konusunda aynı

başarıyı gösteremedikleri görülür.

Temel kavramları gözden geçirilmediği ve yenilenerek genişletilmediği

takdirde, Yönetimsellik Okulu’nun bu araştırma vektörü, yönetimin tekrarcı ve

sıradanlaşmış tasvirlerinden öteye gidemez. “Daha fazla çeşitlilik yönünde bilgi

üretmeyi amaçlayanlar, kuramlarını aktüel ve olası mücadeleleri anlamak ve bu tür

mücadeleleri mümkün kılmak yönünde oluşturmalıdır. Bu ancak toplumsal ilişkilerin

192
aktüelliğini tanımak ve eleştirel bir duruş geliştirmekle mümkün olabilir.” (O’Malley

et al, 1997: 517)

Yönetimsellik Okulu’nun özellikle İngiliz Ekolü’nün yönetim analitiği

bağlamında geliştirdiği tasvirci nötrlüğün, Foucault’nun çalışmalarının ruhu ile son

derece uyumsuz olduğu açıktır. Foucault’nun mevcut yönetimselliğin tasvirini,

mevcut yönetimselliğin gözden kaçırdığı toplumsal varoluşun hakikatini ortaya

çıkarmak ya da bir siyasa olarak başarısızlıklarını sıralamak üzere ortaya koymaz.

Yönetim sistemlerinin kaçınılmazlığını kabul etmekten ziyade, Foucault’nun,

yönetim ve gündelik hayat arasındaki ilişkileri, alternatif tarihleri hayata geçirmek

üzere araştırdığını hatırlamalıyız.

Heterojen bir özgürlük kavrayışının eksikliği yanında, Yönetimsellik

Okulu’nun Avusturalya Ekolü’nün dikkate aldığı ancak İngiliz Ekolü’nün bir diğer

kör noktasını oluşturan egemenlik meselesinden bahsedebiliriz. “Siyasal düşünce ve

analizde, kralın kafasını hâla kesmedik”, Foucault’nun bu kışkırtıcı ifadesinin,

Foucault’nun çalışmalarında merkezi bir konuma sahip olduğuna yönelik kabulün,

Foucault’nun yönetimsellik serüveninin Anglo-sakson yankılarının ardındaki gizli

motto olduğu belirginleşir. (Doxiadis, 1997: 518) Gordon, Foucault’nun yönetimsel

pratikler üzerine araştırmaları ile egemenliğin siyasal doktrini ve bu doktrinin meşru

temelini oluşturan vatandaşlık hakları tarihi arasında yaptığı ayrımı veri kabul ederek

yola çıkan vektörlerin eleştirel bir boyuta sıçramakta zorlandığını ima eder. Foucault

için, yeni bir araştırma alanının belirginleştirilmesi adına bu ayrım belki de zorunlu

olmakla birlikte şimdilerde daha bağlantılı bir analize yelken açmanın yerinde

olacağını belirtir. Böyle bir analizin örnekleri arasında, Foucault’nun siyasal kurama

katkılarının Yönetimsellik Okulu’nun tüketemediği ipuçları arasında, William

193
Connolly ve James Tully’nin siyasal etikte farklılık ve çokluk değerlerini analizlerine

katma çabaları yanında Jacques Donzelot’nun Faire Société adlı çalışmasını sayar.

Vatandaşlık nosyonu ile belirli bir biçimde yönetilmek arasındaki ilişkileri dikkate

alan çalışmaların, neye dönüştüğümüzü ve neye dönüşmek istediğimizi daha etkili

bir biçimde değerlendirmek açısından önemli açılımlar sunabileceğine işaret eder.

(Donzelot ve Gordon, 2008: 58) Vatandaşlık ve demokratik doktrinlerin yenilenmiş

bir versiyonu üzerinden siyaseti yeniden canlandırmak yönünde çabaları anlamlı

bulur.

Avustralya Ekolü’nün çalışmaları, İngiliz Ekolü ile benzer bir özgürlük

kavrayışına sahip olmak dolayısıyla liberal eleştirmenlere karşı aynı katkıyı

sağlamak ve benzer eleştirilere muhatap olmakla beraber, egemenlik meselesini

analizlerine katarak, Gordon’un eleştirisinden bir ölçüde sıyrılır. Üstelik, bu ekol,

iktidarın aktüalitede nasıl işlediğine dair daha heterojen bir iktidar kavrayışı ile

yönetim analitiğini birleştirir. Yönetim araştırmaları, iktidarın diğer formları ile

ilişkiselliği düzleminde ele alındığından, yeni araştırma gündemleri geliştirmesi

mümkün olur.

II. ‘REFAH DEVLETİNİN SOYKÜTÜĞÜ’NÜ ORTAYA KOYAN

ÇALIŞMALAR

“Siyasal düşünceye belirli günümüz gerçekliklerini kavramak üzere yardımcı

olmak, pratik seçimler ve tahayüllere daha iyi araştırılmış bir zemin sunmak”

çabasında olan Foucault Etkisi: Yönetimsellik Çalışmaları (Michel Foucault’nun iki

194
dersi ve bir röportajı ile birlikte) adlı derleme, Foucault’nun yönetimsellik

serüveninin temel açılım zeminlerini serimler. 6 (Gordon, 1991: 46)

Foucault’nun yönetimsellik serüveninin omurgasını oluşturan ve 1991’de

henüz yayınlanmamış bulunan 1977-1978 ve 1978-1979 derslerine katılma şansı

yakalamış olan Colin Gordon, derlemeye yazdığı girişte, Foucault’nun çalışmalarının

özgün değerini gösterebilmek üzere, bu derslerde ortaya konan analizleri, 20.yüzyılın

siyaset felsefesi ve siyasal düşünceler tarihi çalışmaları ile ilişkilendirir. 7

Foucault’nun yönetim sanatları ile yönetim rasyonalitelerini birbirleri yerine

geçişken olarak kullandığını ileri sürer ve yönetim rasyonalitelerinden, yönetim

pratiğinin doğası hakkında belirli bir düşünme yolu ya da sistemini anladığını,

derlemenin de, çeşitli yönetim rasyonalite ve teknolojilerinin zaman içindeki

gelişimlerini inceleyeceğini belirtir. Derleme, özellikle, Foucault’nun önemli

imalarla birlikte ayrıntılı bir analizini ortaya koymadığı, 19.yüzyıl ortasından

20.yüzyıl ortasına uzanan zaman dilimi hakkında önemli açılımlar sağlar. Aralarında,

François Ewald, Ian Hacking, Pasquino, Daniel Defert, Castels gibi yazarların

bulunduğu güçlü bir kadro, bizlere, risk nosyonundaki süreklilik ve süreksizliklere

istinaden bir refah devleti soykütüğü sunar.

Burada ele alındığı şekliyle, refah devletinin soykütüğünün parçalarının

başında, sosyal ekonominin, ekonomi-politiğin bir eleştirisi olarak kavranması gelir.

Sosyal ekonominin eleştirisi, bu derlemeye göre, bize şunu söyler: Ayrıcalıkların

6
Foucault Etkisi adlı derlemenin yazarlarından hiç birisi ‘yönetimsellik’ kavramını açıkça kullanmaz.
Ne var ki, çalışmaları Foucault’nun yönetimsellik serüveninin kavramsal hazinesinden güçlü bir
biçimde beslenir. (Meyet, 2005)
7
Benzer bir çabaya, James Tully, Duncan Ivison ve Graham Burchell’in çalışmalarında da rastlarız.
Buradaki ortak araştırma ekseni Foucault’nun yönetimsellik çalışmaları ile siyasal düşüncenin tarihi
arasındaki yakınlıkları keşfetmekle ilgilidir.

195
yarattığı engelleri kaldırmak ya da merkantilizmin baskıcı siyasalarını bir kenara

bırakmak yeterli değildir. Ekonomik ilerlemenin önündeki temel engel, sosyal sorun

ya da toplumun kendisidir. Ekonomik bir toplumun var olduğu fikri özgürlüğün

koşuludur ancak henüz hayata geçirilmemiş, garanti altına alınmamıştır. Üstelik,

proleterleştirilmiş üretim süreci üzerinden de gerçekleştirilmesi imkansızdır.

Ekonomik insanın kişiliği ve mantığı, yoksul nüfuslar arasında daha geniş bir

stratejinin parçası olmadığı takdirde hayata geçirilemez: siyasal bir teknolojiye

ihtiyaç vardır. Bu çerçevede, sosyal ekonominin eleştirisi, tehlikeli sınıfları

emebilecek bir ‘sosyal vatandaş’ kavrayışına ihtiyaç olduğunu gerekçelendirir.

(Gordon, 1991:38)

Procacci, sosyal ekonomi ve yoksulluk meselelerini bu minvalde

değerlendirirken, Pasquino, Kant’tan bu yana, devletin toplumsal bedenden ayrı bir

aygıt olarak görüldüğü siyasal tiyatroda oynanan oyundan farklı düşünmek üzere

polis nosyonu üzerinden, devlet nosyonunun bir başka anlamını yeniden tesis eder:

Devletin 17.yüzyılda sahip olduğu anlamın istatistiğin mucidi, sivil toplumun bütün

bedeni olduğunu ileri sürer. (Pasquino, 1991:116) Paralel bir düzlemde, Ian

Hacking, istatistiki düşüncenin süreklilik ve süreksizliklere istinaden gelişiminin

analizini ortaya koyar.(Hacking, 1991:181-196; 2005)

Pasquino ve Procacci, Marksist ve diğer ekonomi politik yaklaşımlarla

ilişkilendirdikleri belirli bir eğilimi eleştirir. Bu eğilim, toplumsal ve tarihsel

değişimi, sermaye mantığına indirgemek ve tüm toplumsal mücadelelerin sadece bu

düzlemde yer aldığı yönünde değerlendirmeler ortaya koymakla ilişkili görülür. Bu

yazarlar, bu eğilimin peşinden gitmek yerine, polis ve 19.yüzyıl Fransa’sında hakim

olan toplumsal ekonomi ile ilişkili söylemleri ve günümüzün şekillenmesinde

196
belirleyici bir rol oynayan hayır kurumları, yardım ve istatistik gibi pratikleri

incelerler.

Defert, sigorta teknolojilerini incelerken, François Ewald, toplumun

savunuluşunun bir başka modern sonucu olan sosyal güvenlik üzerinde durur. Ewald,

modern sosyo-politik dünyayı mümkün kılan koşullardan birisinin, risk felsefesinin

toplumsal düşünceye enjekte edilmesi olduğunu ileri sürer. Ewald’ın en önemli

izleklerinden birisini, riskin, kapitalizmin ruhu olmak yerine kendisinin bir sermaye

olmasına dair iddiası oluşturur. Ona göre, ‘risk’ ve ‘risk alma’ terimleri, sigorta

tekniklerinin ürünleridir. Ewald’ın gösterdiğine göre, 19.yüzyılda risk, her şeyi içine

katan bir prensibe dönüşür. Bu çerçevede, risk, girişim, ilerleme ve modernite

soykütüksel olarak birbirine bağımlı toplumsal fikirler olarak belirginleştirilir.

(Ewald, 1991: 197-210)

Bir arada düşünüldüklerinde, derlemede yer alan çalışmalar, 19.yüzyıl

ortalarında, sigorta teknikleri tarafından tetiklenen gelişmelerin bir tablosunu

sunarlar: “hukuk felsefesinin, riskin yeniden bölüşümü olarak dönüşmesi, sosyal

sebeplerin istatistiki olarak temellendirilişi, bireysel kusurun öcü yerine kusursuz

sivil sorumluluk nosyonunun geçmesi.” (Gordon, 1991:39)

Bu derlemedeki çalışması ile bir arada değerlendirildiğinde, Donzelot’un,

Toplumun Keşfi adlı çalışması da bu derleme kadar ilgi çekicidir. (Donzelot,

1991:169-180) Donzelot, bu çalışmasında, ekonominin, liberalizmin umduğu gibi

devletin siyasal güvenliğini ve nüfusun maddi güvenliğini sağlayamamasından doğan

gerilimin, cumhuriyetçi hak kavrayışında bir yarılma ve ekonomik vatandaşlık

nosyonları arasında bir çekişme olarak ortaya çıktığını ileri sürer. Bir yanda çalışma

hakkı olarak vatandaşlık, diğer yanda mülkiyet hakkı üzerinden vatandaşlık

197
nosyonlarının belirginleştiği bu ortamda sivil toplumun anlamı, yeni ve çekişen

yorumların alanına dönüşür. Bu çerçevede, 1848 ve de 1871 Paris Komünü, dışlanan

nüfusların dilediklerince yeni bir sivil toplum inşa etme çabaları olarak

değerlendirilir. Colin Gordon’a göre, Donzelot’un dikkat çektiği, toplumsal haklar ve

sivil toplumun anlamı üzerinde dönen bu tartışma, aynı zamanda, devletin rolü

üzerine de dönen bir tartışmadır.

Gordon, devlet ile ilgili bu tartışmaların, ne var ki, Foucault’nun mercekleri

feyzalındığında, ne devlet kuramları ne de modern tarihin öznesi olarak burjuva

devletini kabul ederek anlaşılabileceğini ileri sürer. Foucault’nun, yönetimselliğin

çoklu rejimlerini devlet kuramları ile zıtlaştırdığını, devlet ile toplum arasındaki sınır

çizgisini görecelileştirmeye katkıda bulunduğunu gördük. Bu çerçevede, “19.yüzyıl

ortasında beliren devletin krizi, aynı anda, hem aktivist, hem mesafeli, hem

müdahaleci, hem de nötr olan bir devletin oluşmasına yol açar.” (Gordon, 1991:33-

34)

Gordon’a göre, bu durum, klasik siyasal kuramın temel terimlerinin bir

çoğunu yeniden düzenler. Lockeçu mülkiyet prensibi, Fergusoncu çıkar kategorisinin

altına yerleştirilir ve kolektivist bir perspektife oturtulur. Sivil direniş hakkı

baskılanırken, toplumsal mücadele hakkı gerekli hatta zorunlu bulunur. 1900’lerin

Fransa’sında, örgütlü emeğin rolü tanınır ancak aynı zamanda işçilerin toplantılarını

baskılamak üzere silahlı kuvvetler harekete geçirilir. Gordon, buna sınıf

mücadelesinin siyasala eklemlenmesi der. Bu aynı zamanda belirli bir sivil toplum

kavrayışının da sonunun başlangıcına işaret eder. Artık kurumlar sivil toplumun

ampirik dokusunu oluşturur ve bu kurumlar içerisindeki bireylerin hakları, kurumlara

198
ikincil kılınır. Devlet de bu kurumlar arasında özel bir kurumdur: kamu hizmetinin

prensiplerine göre genel çıkarı amaçlar.

Donzelot’ya göre, bu çerçevede, Foucault’nun sivil toplum kavrayışının

ilişkisel/etkileşimsel (transactional) yanı, yönetim ve yönetilen arasındaki oyunun

hareketli arayüzünü sunar. Donzelot’nun ‘sosyal’/’toplumsal (social) olarak

adlandırdığı yeni evren, her zaman ekonomi ve toplumun uyuşmazlıkları içinde ve

üzerine işleyen yönetimsel eylem alanını tanımlar. Devlet bu durumda artık

toplumsal ilişkilerdeki bir mesele değildir: Devlet toplumsal ilişkilerin dışında durur

ve ilerlemenin garantörü olmaya soyunur. Siyasetin temel meselesi artık devlet

eyleminin meşrulaştırılması değil toplumun yönetilebilirliğidir.

Sosyal risk, işte tam da bu çerçevede günümüz (neo-liberal) Batı Avrupa

toplumlarında vurgu değiştirir: Toplumda yaşamı tehdit eden hastalık ve

yaralanmaların kolektif teminatı prensibinden, bireyin, toplum üzerine yıktığı risk

yükünün sivil sorumluluğunu üstlenerek, önleyici sağlık kampanyalarına uyumla

katılmasına kayar. Donzelot’ya göre, sosyal garantilerin içleri boşaltılmış ya da

ortadan kaldırılmış değillerdir ancak bunlar her oyuncunun sosyo-ekonomik

pazarlıklardaki hisseleridir. Devlet kendi hayatının değerini kabul ettirmeye çalışan

taraf ile bu hayat üzerinde ekonomikleştirmeye gidilmesini öneren bir başka taraf

arasındaki pazarlık sürecinde kendisini bir bilirkişi olarak sunar.

Robert Castel de - daha sonra Foucault’nun kavramsal stratejiler ile

çalışmaları arasına mesafe koyacak olmakla beraber, bu derleme çerçevesinde,

benzer temalar üzerinde durur; risk önlemlerinin sosyal ve çevresel müdahalelere

genişletilişini inceler. Castel’e göre, bilgisayarlaşma ve idari rasyonelleşme,

günümüzde, ilk kez gerçek bir nüfus yönetimini mümkün kılar. Her bir bireye

199
ulaşılabilir ve bu bireylerin kendileri ya da topluluk için birer risk olarak

tanımlanmasını sağlayabilir.

Buradan çıkarılan sonuç, sosyal risk kavramının, toplumsal adalet ve

toplumsal dayanışmayı eş zamanlı olarak yaratıyor olmasıdır. Foucault’ya göre,

pastoral iktidarın ve polis bilimin karakteristiğini oluşturan ‘insanları ve şeyleri’

yönetme kaygısı burada yeni bir boyut kazanır. Yeni sosyal güvenlik kurumlarının

ilgilendiği refah formları, risk olarak sermayeleştirilebilen beşeri değerlerdir.

Toplumun risk alıcı konumunu kabullenmesi, devlet üzerinde yeni bir garanti tesis

eder. Eğer devlet, toplum içinde, belirli türde sigorta türlerinin sağlayıcısı olmak için

gereken dayanıklılığa sahip tek kurumsa, devletin bekasının sürdürülmesi toplumsal

bir ödev olarak belirecektir. Ewald, bu noktayı çok güzel toparlar: “sigortanın varlığı,

devrime karşı bir sigortadır.”

Özetle, derli toplu bir okul oluşturacak kadar olmasa da, Foucault ile bir

dönem yakın teşrik-i mesaisi olan ve onun açtığı yoldan giden ve bazı temaları da

özelleştiren, refah devleti mantığı ve risk üstlenme biçimlerinin değişimi ve

dönüşümünü mercek altına alan bu çalışmalar, bugünü, tarihsel yapıp etme

biçimlerinin kendine özgü ifadesi olarak ele almak dolayısıyla, Foucault’nun

yönetimsellik serüveninin, Yönetimsellik Okulu çerçevesindeki yankılarından farklı

olarak kritik yönelimlere sahiptir. Foucault’yu sadece üzerinde çalışılan bir nesne

olmaktan çıkarıp, Foucault’nun kavramlarına çeşitli eksenlerde hayat veren,

Foucault’nun kavramsal hazinesinden yeni kavramsal-araçlar devşiren bir canlılıkları

vardır. Üçüncü Yol, Sosyal Demokrasi, Beck ve Giddens’ın modernite yorumları ile

hesaplaşmak üzere önemli düşünsel araçlar sunarlar.

200
III. ULUS-DEVLETİN ÖTESİNE ODAKLANAN ÇALIŞMALAR

Bu araştırma ekseni, devlet alanının geleneksel kavramsallaştırılışının ötesine

geçen, küresel, ulusal ve yerel sorunsalları kontrol etmek, düzenlemek ve işletmek

üzere kullanılan stratejileri ve prosedürleri inceleyen geniş bir yaklaşımlar kümesini

içerir. 1990’ların başından itibaren, küreselleşme söylemlerinin yükselişine paralel,

iktidarın mekânları üzerine düşünmek, pek çok araştırmacının ilgisini çeker. (Selby,

2007) Pek çok popüler ve akademik söylem, küreselleşmenin gerçek ve

durdurulamaz bir gerçeklik olduğunu ileri sürerken, pek çok diğer akademik söylem

ve aktivistler, küreselleşmenin hem gerekliliğini, hem de biricikliğini sorgular. Bu

bağlamda, yönetim analitiği, küresel ve ulus-ötesi iktidar analizleri açısından,

iktidarların, ulus-devletin ötesine geçen stratejilerini, rasyonalitelerini ve

teknolojilerini belirginleştirmek ve görünür kılmak açısından önemli bir araç seti

sunar.

Melinda Cooper, veri kabul ettiği neo-liberalizmi, ekonomik belirsizliğin

ulusal sınırlardan kurtularak küresel bir nitelik kazanması olarak tanımlarken

(Cooper, 2004), Wendy Larner ve William Walters küreselleşme söylemlerine

odaklanır. (Larner ve Walters, 2004a; 2004b) Küreselleşmeyi, yönetimsel bir

rasyonalite olarak analiz eden Wendy Larner ve William Walters, küreselleşme

terimi ile ilişkilendirilen anlamlar, siyasal gündemler ve dönüşümlere dikkat çeker.

Bu çalışmalar çerçevesinde, neo-liberal piyasa operasyonlarının küreselleşmesinin,

bilgi, sermaye ve insanların küresel akışları tarafından ortaya çıkan riskleri minimize

etmek üzere güvenlik mekanizmaları gerektirdiği, buradaki güvenlik

mekanizmalarının, 19.yüzyıldakiler gibi coğrafi olarak sınırlı bir alanı kurmayı

201
amaçlamadığı, yönetimin, bir devletin nüfusu ve ülkesi ile sınırlı olmadığı, bu

sınırların ötesine geçtiği vurgulanır. (Walters ve Haahr, 2005)

Bu bağlamda, neo-liberal güvenlik sorunsallarının dolaşım ile bağlantılı

olarak ortaya çıkması ve karmaşık karşılıklı bağımlılıkları, riskleri hesaplamak ve

sömürmek üzere tekno-bilimsel teknolojilerden faydalanması şaşırtıcı değildir.

(Dillon, 1995; 2007: 2) İktidar, yaşama odaklanır ve normun otoritesi ve risklerin

hesaplanması üzerinden işler. Diğer yandan, egemen devletin ve uluslararası

yönetimsel mercilerin hukuki iktidarları rekabet halindeki özgürlüklere ihale

edilmekle beraber, neo-liberal yönetimsellik, her ne kadar tipik olarak belirli bir

mesafeden, uzaktan işlese de, daha açık disiplinci ve egemen iktidar formları,

gündelik ilişkiler bağlamında ve devletlerarası ilişkilerde tamamlayıcı kaynaklar

olarak ifade bulmayı sürdürür. Kapalı alanlarda (göçmen kampları, küresel arz

zincirleri, formel göçmenlik büroları gibi) disiplinlerden yararlanılmaya devam

edilir.

Küreselleştirilmiş tüketim kültürü ile şiddet, kaba kuvvet, soykırım, sınır

çatışmaları, Dean’e göre de, günümüzde bir arada varlığını sürdürmektedir. (Dean,

2002a) Yönetimsellik çalışmalarının, bu bir aradalığı daha iyi kavramak üzere başka

yaklaşımlarla birleştirilebileceğini, bu çabada Carl Schmitt’in çalışmalarının,

özellikle de ‘nomos’ kavramsallaştırmasının önemli açılımlar sağlayabileceğini ileri

sürer. Dean’e göre, Foucault, eğer bize domestik bir yönetim sanatı tarihi sunuyorsa,

Schmitt, bize bu yönetim sanatlarını çevreleyen uluslararası düzenin soykütüğünü

sunacaktır. 8 (Dean, 2006a)

8
Dean’in, Foucault’nun çalışmalarında ‘eksik’ olduğunu ileri sürdüğü ‘uluslararası alan’,
Foucault’nun mikro – mezzo – makro ölçekler arasında öngördüğü geçişkenliği dikkate almamaktan

202
Dean, Foucault’nun, bir gemiyi yönetmenin, tayfalar, geminin kendisi,

taşıdığı kargonun sorumluluğunu almak; geminin sorumluluğunun ise fırtınalar,

kayalıklar ve rüzgarlarla mücadele etmeyi gerektirdiğini, tayfalar arasında gerekli

ilişkileri kurmayı, tayfalar, gemi ve kargo arasında gerekli ilişkileri tesis etmeyi

zorunlu kıldığını vurguladığına dikkat çeker. Ne var ki, Dean’e göre, bu çerçeve,

önemli bir noktada sessizliğini korur. Geminin yönetiminin, uluslararası hukuk ve

gelenekler, anlaşmalar yoluyla denizlerin ve okyanusların yönetimi ile nasıl ilişkiler

içinde olduğunu, gemiler arası ilişkiselliği hesaba katmaz. Dean, yönetimin

alansallığının hesaba katılması durumunda, geminin, Foucault’nun ileri sürdüğü gibi

sadece rüzgar ve fırtınalardan değil; güvenlik, balıkçılık bölgeleri, göç alanları gibi

sınırlıklardan da etkileneceğini dikkate almamızın mümkün olabileceğini ileri sürer.

Foucault’nun açık denizlerde kaygısızca gezinen gemisi, Dean’e göre, uluslararası

düzenin böldüğü alan ve yerlerden geçer, diğer gemilerle ticari, diplomatik, askeri

ilişkilerde bulunur.

Dean’e göre, Foucault’nun yönetimsellik kavramsallaştırmasının

Yönetimsellik Okulu’nun görüşlerine de yansıdığını ileri sürdüğü bu sınırlılık,

Foucault’nun ulusal yönetimin uluslararası koşullarını dikkate almamasından ileri

gelmektedir. Foucault, Dean’e göre, klasik liberal iktisat üzerine yaptığı çalışmalarda

bile, emperyalizm, küresel düzen ve kolonyal savaş gibi, Carl Schmitt’in “Dünyanın

Nomos’u” (Nomos of the Earth) başlıklı makalesinde, hevesle üzerine gittiği

sorunsallar konusunda sessizliğini korumuş, (Cooper, 2004: 517) ‘Yönetimsellik

Okulu’nun çalışmaları da, merkezi bir iktidar modeli olarak devlet fikrini

ileri geliyor: önceki bölümlerde serimlediğimiz üzere, Foucault’nun çalışmalarında, hem mekân hem
de ‘uluslararası ilişkiler’ konusunda önemli açılımlara gebe olan ipuçları mevcuttur.

203
sorgulamakla beraber, çok-biçimli iktidarların, ulus-devlet ufkunda tanımlanan bir

alan işgal ettiğini bir önkabule dönüştürmekten kaçınamamıştır.

Larner ve Walters da, Dean’e, ‘Yönetimsellik Okulu’nun çalışmalarının, ulus-

devlet alanında kaldıkları konusunda katılır. Larner ve Walters, bunda, yönetimsellik

çalışmalarının, büyük anlatılara dair kuşkusunun ve genelde ulus-devlet içerisinde

analiz yapan disiplinlerin araştırmacıları tarafından (sosyologlar, kriminolojistler,

siyaset bilimciler vs.) yönlendirilmesinin büyük payı olduğunu ileri sürer. (Larner ve

Walters, 2004a)

Bu çalışmaların sağladığı ivme ile, son on yıldır, genel olarak Foucault’nun

çalışmaları ve özelde de yönetimsellik serüveni, uluslararası ilişkiler ve uluslararası

siyaset sosyolojisi öğrencileri arasında büyük ilgi toplar. Foucault’nun uluslararası

bağlama dair verdiği ipuçlarından yola çıkan bu çalışmalar, onun kategorilerini çok

çeşitli şekillerde benimser, kullanır ve değerlendirir. (Albert ve Lenco, 2008: 265–

277) Ulus-devletlerin ekonomik, toplumsal ve siyasal mekânının ötesine geçen ve

uluslararası yönetim sanatının tarihini araştırmaya girişen çalışmalar karşımıza çıkar.

Toplumsal gerçekliğin yönetimsel hesaplama ve müdahalenin, farklı mesele ve

mekânları olarak tasarlanan alanları (Avrupa Birliği, bölgeselleşme çabaları,

küreselleşme, küresel sivil toplum, kalkınma, güvenlik, göç, çevre, küresel sağlık vs.)

sorunsallaştırılır. (Bigo, 2002; Donegan, 2006; Heathershaw, 2008; Larner ve

Walters, 2004a) Küresel iktidarların mekânına yönelik bu sorunsallaştırmalar

yanında, yakın zamanda, diğer yönetim mekânlarına ilişkin araştırmalar da ortaya

konur. Geniş ticaret blokları etrafında gelişen bölgeselleşme süreçleri, Avrupa Birliği

üzerinden Avrupa yönetimsel alanının gelişimi incelenir. (Larner ve Walters, 2004b)

204
Bigo, Avrupa Birliği üzerinden, ulus-ötesi bir güvenlik alanının oluşumunu inceler.

(Bigo, 2000)

Hindess de, Foucault’nun iktidar, yönetimsellik ve disiplin nosyonlarının,

uluslararası sorunsalları analiz etmek üzere, ikili ayrımları (binaries) aşarak, verimli

açılımlar sunduğunu ileri sürer. Hindess, neo-liberalizmi, liberalizmin soykütüğü

üzerinden ele alan ancak devletlerin içlerindeki işleyişlerine odaklanan yönetimsellik

çalışmalarından ayrılmak amacıyla, devletler ve onların içindeki nüfusların karşılıklı

ilişkilerini düzenleyen araçlar olarak sözleşmelere ve ticarete odaklanır. Bu

araştırması ışığında, liberalizmin ulus-üstü bir düzlemde yönettiğini ileri sürer. Buna,

post-emperyal liberalizm adını verir. (Hindess, 1998: 220-226)

İktidar ve yönetimin mekânsallığından yola çıkan çalışmalar arasında, siyasal

coğrafyacıların katkıları da sayılmalıdır. Taylor, Agnew, Dolby ve O’ Tuathail’in,

jeo-politik düşüncenin, geçmişte ve günümüzde, dünyayı alanlara bölme ve

kodlamasının çeşitli biçimlerine yönelik araştırmaları bu minvalde yer alır. Paralel

bir eksende, Foucault’nun coğrafi kavramlarla karşılaşmalarının kapsamlı bir genel

toparlaması ve bu karşılaşmaların coğrafyacılar tarafından yeni temalar üzerinden

geliştirilmesi amacını taşıyan, Jeremy Crampton ve Stuart Elden’ın editörlüğünü

yaptığı Mekân Bilgi İktidar: Foucault ve Coğrafya (Space Knowledge Power:

Foucault and Geography (2007) adlı derleme de dikkate değerdir. Bu derlemede yer

alan çeşitli makaleler, Foucault’nun yönetimsellik çalışmaları ile siyasal coğrafyanın

açılımlarını buluşturmaya çalışır.(Stuart, 2006) Huxley, öznelliğin üretiminde

mekânlar ve çevrelerin etkilerini değerlendirirken; Crampton, Birinci Dünya Savaşını

takiben yapılan barış görüşmeleri ile öjenik ve ırksal bölünmelerin bağlantılarını gün

ışığına çıkarır. Bu bağıntıda, haritaların coğrafi tahayül için hayati konumunun altını

205
çizer. Stephen Legg, Foucault’nun kolonyalizm konusundaki sessizliğini hayret

verici bulduğunu belirterek, sadece emperyal merkeze odaklanmanın, modernitenin

karşı söylemlerine zemin kaydırmanın, Foucault’nun ötesine geçmek açısından

önemli açılımlar sağlayacağını ileri sürer. Legg, bu uğurda, Foucault ile Said

arasındaki diyalogda, coğrafi araştırmanın nerede konumlandırılması gerektiğinin

peşine düşer. (Legg, 2006)

Legg’in dile getirdiği eleştiri; ‘Yönetimsellik Okulu’nun çalışmalarının

sadece Batılı ülkelerin – Kuzey Amerika, Batı Avrupa, Avustralya - tarihsel ve

güncel deneyimlerini incelediğine yönelik eleştiri, yakın zamanda, yönetimsellik

çalışmalarında ele alınmaya başlanır. O’Malley et al.’un da daha önce dikkat çektiği,

post-kolonyal perspektifler konusunda yönetimsellik çalışmalarına hakim olan

sessizlik, yönetimsellik serüveninden kolonyal ve post-kolonyal toplumlara yönelik

çalışmalarda faydalanan araştırmaların gelişmeye başlaması ile dağılır. (Gupta, 1998)

Foucault’nun erken modern dönemde Batı Avrupa toplumlarına odaklanmakla

beraber, yönetimi, “davranış üzerine davranmak” olarak tanımladığından – ister

monark, ister kapitalist, ister öğretmen ya da uzman tarafından olsun – bu coğrafi ve

kültürel alanın sınırlarının ötesine geçen analitik bir yaklaşım da sunduğuna dikkat

çekilir. Buradan hareketle, pek çok araştırmacı, Amerika kıtasının ve Orta Asya’nın

sömürgeleştirilmesine eşlik eden liberal yönetim formlarının iki taraflı gelişimine

dikkat çeker. Liberalizmin otoriter pratiklerinin eleştirel analizleri serpilir. Örneğin

Sigley, Çin’in nüfus planlaması incelemesi üzerinden, yönetim analitiğinin, geniş

uygulanma alanına işaret etmeye çalışır. (Sigley, 1996)

Foucault’nun, Toplumu Savunmak Gerekir 1976 adlı derslerinde, ‘savaş

söylemi’ üzerinden uluslararası sorunsallar, savaş ve barış, dünya siyasetinden

206
bahsettiğini, iç/dış ayrımının kırılganlığına işaret ettiğini biliyoruz. Foucault, bu

derslerde, modern Batı toplumlarının, modern savaş fikrinde, sadece dış ilişkilerinin

bir görüntüsünü değil, aynı zamanda içsel kuruluşlarının da diyagramını bulduklarına

dikkat çekmişti. Foucault’nun bu çalışmalarından hareketle ulus-devletin ötesine

geçerek, kolonyal yönetimsellik formlarını araştırmaya girişen pek çok araştırma da

serpilir. (Escobar, 1995)

Bu çalışmalar, kolonyal iktidarın, sadece baskıcı mekanizmalarla ya da

ekonomik iktidar ve kültürel hegemonya kurarak işlemediğini, buna ek olarak, bilgi

üretmenin, hesaplamanın ve uzmanlık formlarının da ihraç edilmesini içerdiğini ileri

sürer. Kalkınma çalışmalarını, Batının kültürel ve teknolojik üstünlüğünü varsayan

bir dizi yönetme pratiği ve aynı zamanda söylemsel bir oluşum olarak değerlendirir.

IV. FOUCAULT’NUN BAZI TEMALARINI SORUNSALLAŞTIRAN

ÇALIŞMALAR

Foucault’nun yönetimsellik serüveni çerçevesinde gözden geçirdiği çeşitli

temaları sorunsallaştıran ve bu temaların açılımlarını derinleştiren çalışmalardan da

bahsetmek mümkündür. Foucault ile kritik diyaloglar yürüten bu çalışmalar, bir

yandan biyo-iktidar, diğer yandan denetim ve özgürlük temaları üzerinden çeşitli

açılımlar sunar. Foucault’nun temaları ile kritik diyalog yürüten analizlerin,

Foucault’nun sosyal ve siyasal kurama yaptığı katkıları serimlemek yönünde verimli

açılımlar sunduğunu ileri sürmek mümkündür.

207
A. Biyo-iktidar

1. Yaşamın Siyasallaştırılması ve Giorgio Agamben

Foucault’nun biyo-iktidar kavrayışı ile kritik bir diyalog yürüten çalışmaların

başında, Giorgio Agamben’in Homo Sacer adlı çalışmasını sayabiliriz. Agamben, bu

çalışmasında, Foucault’nun, modern iktidarın bireyselleştirme ve bütünselleştirme

tekniklerinin bir aradalığına gönderme yapması dolayısıyla sosyal ve siyasal kuram

açısından oldukça verimli açılımlara gebe olduğu düşüncesinden yola çıkar. Ne var

ki, Foucault’nun bu çabasını yaşamın siyasallaşmasını ve bunun hayati sonuçlarını

yeterince incelememek dolayısıyla, iki birbiri ile bağlantılı yönden eleştirmekten de

geri kalmaz.

Agamben’e göre ise, Foucault’nun tezinin düzeltilmesi ya da en azından

tamamlanması gerekir:

…Modern siyaseti tanımlayan şey, ne zoe’nin polis’e dahil edilmesi-


ki zaten bu kesinlikle eski bir durumdu- ne de çıplak hayatın, devlet
iktidarının yansıtması ve hesaplamalarının temel öznelerinden biri haline
gelmesidir. Burada önemli olan şey şudur: Bütün istisnaların kural olması
sonucunu veren süreçle birlikte çıplak hayat, gün geçtikçe siyasal alanla
örtüşmeye başlıyor ve dolayısıyla, dışlama ile içleme, dışarı ile içeri, bios ile
zoe ve hak ile olgu indirgenemez bir belirsizlik mıntıkasına giriyor.
(Agamben, 1998:14)

İlk olarak, Agamben, Foucault’nun, 18.yüzyılda meydana geldiğini ileri

sürdüğü egemen iktidarın biyo-iktidara dönüşmesi sürecinin – biyolojik modernlik

208
eşiği 9 - egemenliği yerinden etmediğini, bir iktidar formundan bir diğerine

geçilmesinden ziyade, biyo-iktidarın egemen iktidarın bir formu olduğunu ileri sürer.

(Fuggle, 2009: 82) Roma hukukundan ödünç aldığı homo sacer (kutsal insan) -

kurban edilemeyen ama öldürülmesi bir cinayet sayılmayan kişi- figürü üzerinden

Agamben, egemen iktidarın “yaşatma hakkı”nın (right to make live) Foucault’nun

ileri sürdüğü üzere “öldürme hakkı”nı (right to take life) ikame ettiği fikrini

reddeder. Agamben’e göre, Foucault, biyolojik modernlik eşiğinden sonra da bir

kenara atılmadığını dile getirdiği egemenlik ve disiplin pratiklerinden bahsetmekle

beraber, üzerinden ilerlemeye pek vakit bulamadığı hat, egemenlik-disiplin-yönetim

üçgeninin egemenlik köşesinin, biyo-siyasetin, thanato siyasete dönüşmesinde

istisnaya karar verme rolüdür. Agamben’e göre, Foucault’nun, egemenin ölüm

üzerindeki hakkının, biyo-siyasetle beraber ortadan kalktığını düşünmesiyle, bu

hakkın “yaşamaya bırakma” hakkına dönüşme potansiyelini görememesi, egemeni,

analiz çerçevesinin dışında bırakması sonucu verir. Agamben bu argümanını,

Schmitt’ten esinler.

Foucault, Hobbes ve Pufendorf’ta bulunduğu şekliyle egemenliğin kendine

atıfta bulunan döngüselliği ile kamu düzeni ve güvenliğe içerik sunan devlet aklı

düşünürlerinden ve Alman Kameralistlerinden doğan yaratıcı yönetim sanatlarını

birleştirir. Bu entelektüel formasyonların, modern yönetim rasyonalitesine katkıda

9
Foucault’nun biyo-iktidar kavrayışı, önceki bölümlerde incelediğimiz üzere, devletin
yönetimselleşmesi sürecinin bir parçası olarak, 19.yüzyıldan itibaren, modern devletlere özgü bir
rasyonelleştirmenin hayata değen iktidarı olarak Agamben’in kavrayışından farklılaşır. Foucault’nun
“biyolojik modernlik eşiği”, bireyselleştirici anatomo-siyaset (insanın hem özne hem de nesne olarak
kuruluşunun soykütüğü) ve bütünleştirici biyo-siyaset, yaşamı hem siyasallaştıran hem de
ekonomikleştiren, insana hem hükmeden, hem yöneten hem de disipline eden iktidar ilişkileri
çokluğunu açımlamak üzere işaret ettiği hem bir kopuş hem de süreklilik geçitine karşılık gelir. Bu
geçit, iktidarını, egemenlik ile pastoral iktidardan devşiren modern devletin garip bir kombinasyonu
sunar. Modernlik eşiği bir kopuş yaratır ancak bu aynı zamanda egemenliğin modernliğe özgü bir
siyaset biçimi olan biyo-siyaset ile etkileşimine de açılan bir kapıdır.

209
bulunan yönlerini tespit etmekte haklıdır. Schmitt’in dikkat çekmeye çalıştığı nokta

ise, bu tarz gözlemlerin egemenliği tablodan atamayacak olmasıdır. Egemen

yönetimin hedeflerine karar vermesinin yanında, bu hedeflerin nasıl anlaşılması

gerektiğine ve yaşama uygulandığında pratik içeriğinin ne olacağına karar verendir.

Liberalizm ve biyo-iktidarı da içerecek biçimde, devletin çeşitli yönetim

rasyonalitelerine dair bir tartışma, bir kararlar yapısı olarak egemenliği görmezden

gelemez. Agamben, buradan hareketle, modernitenin, egemen iktidarın orijinal

ilişkisinin çıplak hayatın siyasala dışlanarak içerilmesi olduğunu bir kez daha açık

ettiği ve yeni olmadığını ileri sürer. Ona göre, iktidarın egemen ve biyo-siyasal

formlarını paralel bir biçimde çalışmak kritiktir zira bu ikisinin kesişiminde –

egemen istisnanın belirsizlik mıntıkası – çıplak hayat belirir.

İkinci olarak, Agamben’in argümanının göz ardı edilemeyecek olan kuvveti,

sadece egemen iktidarın “ölüm/öldürme hakkı” değil, aynı zamanda, toplumun

sınırlarını değiştirerek yaşamı çıplak hayata (bare life) indirgediği örneklerin başında

Auschwitz’e göndermede bulunmasıdır. Konsantrasyon kampları, hukukun aynı anda

hem dışında bir mekân oluştururlar, aynı zamanda da hukukun içerisinde yer alırlar.

Bu kamplar, hukukun kendini askıya alması ile amacına ulaştığı istisna durumunun

mekânlarını sunarlar. İstisna durumları, bir devletin, diğer yasal olmayan eylemleri

yanında, nüfuslarına dahil belirli üyelerinin, tüm vatandaşlar tarafından kullanılan

haklarını meşru olarak tanımama ve bu üyeleri çıplak hayata dönüştürerek,

ölümlerini emretme araçları olarak karşımıza çıkar. Agamben, biyo-siyasal iktidar

formuna yaslanan toplumların, bu istisnai durumlara göndermede bulunarak,

yönetimlerinin altında yatan egemen yapıyı dışa vurduklarını ileri sürer.

210
Foucault’ya göre ise, Nazi rejimini yönlendiren ırkçı söylemler sapkın bir

biyo-iktidar formu olarak belirir. Irkçılık biyo-siyasal bir toplumda, bir ölüm

söyleminin işlemesini mümkün kılan strateji olarak belirir. Belirli bir grubun

yaşamını kendisine hedef alarak diğer bir grubu, bu grubun yaşamı için tehdit olarak

sunmak mümkün hale gelir. Cinselliğin Tarihi’nde, Foucault, Nasyonal Sosyalizmin

soykırımsal niteliğinin basitçe, biyo-iktidarın genişlemesinden doğmadığını, modern

devletlerin egemenliğin unsurları ile biyo-siyaseti bir potada eritmesinin, şeytani bir

kombinasyona yol açtığına dikkat çeker. İçinde ölüm ve yaşam oyununun oynandığı

rasyonaliteyi tarihsel bir perspektiften araştırmak üzere yönetimsellik serüvenine

girişir.

Agamben, Holocaust’un Foucault’nun yaptığı değerlendirmesini reddeder.

Agamben’e göre, buradaki meselenin belirli bir grubun kurtuluşu olmadığını, asıl

meselenin, Nazi rejiminin yargısının alanına giren tüm yaşamların kaderine karar

verme iktidarını kullanma olasılığı ile ilgili olduğunu iddia eder. Konsantrasyon

kampının, tüm mahkumların aynı anda hem toplumdan dışlandığını, hem de bir

siyasal stratejinin parçası olarak içerildiğine işaret eder. Agamben’e göre,

konsantrasyon kampları biyo-iktidarın sapkın bir formu olmaktan ziyade, biyo-

iktidarın esas formunu sunar.

Öyleyse, Agamben’e göre, Foucault, modern iktidarın bireyselleştirme ve

bütünselleştirme tekniklerinin bir aradalığına gönderme yapmasına rağmen 10 , bu iki

10
Foucault’ya göre, “biyolojik modernlik eşiği”nin geçilmesiyle, 19.yüzyıldan itibaren,
bireyselleştirme ve bütünselleştirme tekniklerinin bir araya geldiği alanda etkinlik göstermeye
başlamasıyla, “kralın başı”nın egemenden devlete geçmesiyle, hayat üzerinde konumlanan ve onun
üzerinden işleyen iktidar, hayat adına, egemenin varlığının sürdürülmesi yerine herkesin varlığının
sürdürülmesi adına pek çok ve daha kanlı savaşın yapılması, devletlerin kendi halkları üzerinde
Holocaust uygulaması, sayısız insanın işkence görmesi ve ya öldürülmesi sonucunu da doğurmuştur.
Balibar da benzer bir saikle, Foucault’nun günümüzde, AIDS salgını ile düzenlenen Afrika

211
tekniğin birleştiği alanı, yani Agamben’in, modernliğin nomos’u olarak kamp’ı ve

homo saceri bulduğu alanı muğlakta bırakır. Agamben, Foucault’yu, liberalizmin

ince faşizmine çıkan karanlık tünelin girişini görmekle beraber, bu tünele geri

dönmek yönündeki sözünü tutmamakla eleştirir.

Foucault, sadece, eski dünyadan modern dünyaya geçiş sürecinde


bireylerin bir yandan kendi kendilerini özneleştirmelerini öte yandan da, aynı
zamanda, kendi kendilerini dışsal bir denetimin gücüne bağlamalarını
sağlayarak kendi benliklerini nesneleştirmelerini doğuran özneleştirme
süreçlerini araştırmakla yetindi…hiçbir zaman, modern biyo-siyasetin pekala
örnek mekânları olarak ortaya çıkabilecek olan şeyle, yani yirminci yüzyılın
büyük totaliter devletlerinin siyasetleriyle bağlantılandırmadı. (Agamben,
1998:158)

2. Yaşamın Ekonomikleştirilmesi ve İtalyan Otonomistler

İtalyan Otonomistler, Foucault ile yaşamın ekonomikleştirilişi meselesi

üzerinden kritik bir diyalog yürütür. Foucault’nun homoeconomicus’un değişen

doğasına dair değerlendirmeleri, İtalyan Otonomistlerin, öznelliğin, günümüz

kapitalizmi içerisinde oynadığı üretici role ışık tutmaya çalışan post-Marksist

kuramsallaştırmasının merkezi elemanları ile önemli paralellikler içerir.

Yönetimsellik Okulu’nun araştırma vektörlerinden hiç biri, kapitalizmi, analizlerinin

merkezi bir parçası yapmazken, üstelik, ortaya koydukları analizler ile, Foucault’nun

çalışmaları ve Marx’ınkiler arasında temel bir zıtlık olduğu görüşünü yeniden

demografisini görseydi, büyük olasılıkla ‘negatif biyo-siyaset’ten bahsetmeye girişebileceğini ileri


sürer. (Balibar, 2002: 38).Ne var ki, bu tarz yorumlarına rağmen, Foucault’nun ‘şeytani kombinasyon’
konusunda biraz çekingen davrandığı aşikârdır.

212
üretirken, Foucault’nun çalışmalarından, günümüz kapitalist düzenine kuramsal ve

siyasal tepkiler formüle etme çabasında olan İtalyan Otonomistler, bu yönelimden

tümüyle ayrıldılar. (Weidner, 2009)

İtalyan Otonomistlere göre, sermayenin sömürmeye yeltendiği iş gücü,

giderek insanların dil, iletişim ve işbirliği kapasitelerine dayanmaya başlar.

Otonomist Marksistlere göre, bu tür iş gücü, ‘genel zekâ’ (general intelect) terimi ile

temsil edilebilir. (Nealon, 2008: 83) Bu terim, Marx’ın Grundrisse adlı çalışmasının

7.Notlarında yer alır. Marx, burada şu cümlelere yer verir:

Doğa, ne makinalar, ne lokomotifler, tren rayları, elektrikli telgraflar,


... inşa eder. Bunlar, beşeri endüstrinin ürünleridir, doğal madde, beşeri
iradenin doğa üzerindeki organlarına dönüştürülür ya da insanın doğaya
katılımıdır. Bunlar, insan eli tarafından yaratılmıştır, insan beyninin
organlarıdır, bilginin iktidarının nesneleştirilişidir. Sabit sermayenin gelişimi,
genel toplumsal bilginin ne derecede üretimin doğrudan kuvveti haline
geldiğine ve toplumsal hayat sürecinin koşullarının ne derece genel zekânın
kontrolü altına girdiğine ve (genel zekâ’ya) uygun olarak dönüştürüldüğüne
işaret eder. (Marx, 1973: 706)

Buradaki tez, insanların iletişimsel ve işbirliğine dair potansiyellerinin

giderek artan bir oranda kapitalist üretim ve yeniden üretim açısından merkezi bir

konuma yerleşmesidir. Genel zeka nosyonu, günümüz kapitalizminde, zenginliğin

bireyin emeğinden ziyade, toplumsal bünyenin genel üretkenliğinin ürünü olduğu ve

bu genel üretkenliğin teknolojiler ve insan bedenlerine yaygınlaşmış bulunduğu ve

değişken bütünlükler içerisinde birbirlerine bağlandığına dikkat çeker. (Nealon,

2008: 84)

213
Genel zekâ kavramsallaştırması, İtalyan Otonomistleri, Marx’ın tanıttığı bir

başka temel kavramsal kategoriye, “emeğin kapitalizm tarafından gerçek boyunduruk

altına alınması”na (real subsumption of labour under capitalism) yöneltir. Marx

tarafından, toplumsal faktörlerin üretimini boyunduruk altına almaya yönelik

kapitalizme içkin bir eğilim olarak analiz edilen bu kategori, Otonom Marksistler

tarafından günümüz kapitalizminin niteliği olarak değerlendirilir. Onlara göre,

günümüz kapitalizmi, emeğin gerçek boyunduruğunun aktüel halini sunar.

Zenginliğin yaratılması artık, sadece iş zamanı ile sınırlı değil, tüm yaşam zamanı ile

örtüşen bir hal alır: Çocuk yetiştirmekten televizyon seyretmeye, farklı giyim tarzları

geliştirmekten konuşma türlerine dek uzanan bir skalada zenginlik üretilir. Bu

kavramlar – genel zeka, gerçek boyunduruk, maddi olmayan emek – yeni bir kontrol

ve direniş mekânı, sosyal ve siyasal alan şekillendirir. Bu bağlamda, İtalyan

Otonomistler, “kapitalizm, biyo-siyasal hale geldi” argümanını ortaya atar. (Weidner,

2009: 396)

Marksizm’in İtalyan Ekolü’nün öznellik ve iktidara ilişkin imaları ile

Foucault’nun günümüz toplumsal ve siyasal yaşamına dair değerlendirmelerinin,

örtüşen ve bu değerlendirmeleri güçlendiren yönleri olduğu ileri sürülebilir.

Otonomistlerin günümüz kapitalizminin gerçek boyunduruğa karşılık geldiğine dair

kuramsallaştırmaları bir yandan özneleştirme süreçleri ve mekanizmaları ile

ilişkilidir, diğer yandan bizzat öznelliğin doğası ile ilişkilidir. (Nealon, 2008: 83)

Paul Virno, bu ilişkiyi, günümüz kapitalizminde işin doğasındaki dönüşüm üzerinden

serimler. Buna göre, günümüzde iş belirli yetenekler ve bilgileri gerektirmez daha

ziyade, belirli kişisel nitelikler ve karakteristikleri zorunlu kılar. Bu niteliklerin

başında kişinin yaşamını bir şirketi yönetir gibi yönetmesi gelir. Bu tip nitelikler, iş

214
yerinde edinilen bilgilerle kazanılmaz, toplumsal hayatın iş yeri dışındaki

mekânlarında edinilir. Başka türlü söylersek, iş yeri artık fabrika ile ya da ofis ile

sınırlı değildir; toplumsal mekânın tümüne yayılmış durumdadır. (Virno, 1996)

Etienne Balibar bu noktayı netlikle işaretler, kapitalistin bir işçi olarak

tanımlandığına, işçi, bir kapasite sahibi, bir beşeri sermaye sahibi olarak

değerlendirildiğine dikkat çeker. (Balibar, 1994) İş, artık fabrikanın ya da işyerinin

belirli mekânlarıyla sınırlı değildir, iş, arzulanan sonuçlara yönelik her tür aktivitedir.

Bu bağlamda, ekonomi söylemi, içerisindeki her aktivitenin – suç evlilik, yüksek

öğrenim vs - bir hayat tarzı, sağduyu olarak belirir ve en az girdi ile en çok çıktı

hesabına göre şemalandırılabilen bir yatırıma dönüşür. Kapitalist ve işçi arasındaki

zıtlık, üretim tarzındaki bir dönüşüm; zenginliğin üretim ve dağıtımının yeni bir

organizasyonu ile değil, özneleştirme tarzı, yeni bir öznellik üretimi üzerinden

dönüştürülür. (Read, 2009:32)

Genel zekâ meselesine daha sadık kalan Virno, günümüzün çalışan öznesinin

kurulması gerektiğini vurgularken, biyo-iktidar meselesinin simgesel, duygulanımsal

emek üzerinden açılımlarına eğilen Lazzarato, tüketicinin de doğal olarak varolan bir

özne olmadığını, onun da kurulması gerektiğine dikkat çeker. Bu değişim,

Lazzarato’ya göre, kapitalizmin dinamiklerinde bir dönüşüme karşılık gelir.

Endüstriyel kapitalizm çerçevesinde, bir iş yeri, ürünlerini yarattıktan sonra piyasaya

girip bu ürünleri satmaya çalışırken, günümüzde üretimden çok bir marka yaratma

çabası içine girer. Lazzarato’ya göre, bu değişimi en iyi örneklendiren şirketlerin

başında Benetton gelir. Benetton’un reklam kampanyalarına bakıldığında, reklamda

yer alan imajların Benetton’un ürettiği ürünlerin değil, AIDS hastası, göçmenler,

çocuklar vs. gibi toplumsal öznelerin olması dikkat çekicidir. Bu toplumsal özneler

215
ile marka arasındaki ilişki ise imajı görenlerin hayal gücüne bırakılır. Reklam,

2000’lerin başından bu yana değer üreten kapitalizmin en önemli toplumsal ve

siyasal iletişim aracı haline gelir. Kamusal alanı işgal eder ve şirketler doğrudan

toplumsal ve siyasal ‘anlam’lar üretir hale gelirler.

Lazzarato, kapitalizmin değer üretici koşulları altında tüketim ve üretim

arasındaki ayrımın sorunlu hale geldiğini zira, tüketicinin arzuları ve değerlerinin,

eylemlerinin, girişimin toplumsal ağı ile doğrudan bütünleştiğini ve yaratıcı bir

moment oluşturduğunu ileri sürer. Pazarlama, ürünleri kurgular ve bunlara uygun

özneleşme tarzları üretir. Tüketici artık, standart ürünlerin kitlesel-tüketim oyununda

yer alan pasif bir figür değildir, aktif birey, kişiliğinin tümü ile oyuna dâhildir:

Bireyin ideolojisinin, yaşam tarzının ve dünya kavrayışının bilinmesi gerekir.

Kapitalizm artık üretim kapitalizmi değildir, ürünün kapitalizmi haline gelmiştir.

Pazarlama artık bir satış tekniği değil, toplumsal ilişkilerin, bilginin ve piyasa

değerlerinin kurucu mekanizmalarından biridir. (Lazzarato, 2007: 91)

Kapitalist üretim nasıl toplumsal bünyeye yayılıyorsa, ona eşlik eden kontrol

mekanizmaları da yayılır ve düzenleme giderek kültürel bir hale gelir ya da

Foucault’nun terminolojisi ile söylendiğinde, mikro-siyasal hale gelir. İki eksende

de, öznellik iktidar operasyonlarının işlemesi için kritik bir alan sunar. Günümüz

kapitalizmi ile belirginleşen iktidar dispozitifleri giderek, Foucault’nun disiplinci

iktidar bağlamında tasvir ettiklerinden farklı tekniklere yaslanır, giderek kendilik

teknolojilerine dayanmaya başlar. (Weidner, 2009:399)

Antonio Negri’nin, Michael Hardt ile ortak çalışması ile ortaya koyduğu ve

yeni bir küresel egemenlik formunun belirişine odaklanan “İmparatorluk” başlıklı

eserleri de bu minvalde dikkate değerdir. İktidarın hayat üzerinde yaptığının, ondan

216
bir biçimde artı değer elde etmek olduğu düşüncesinden hareketle, günümüz

siyasetinin, biyo-siyaset olduğu düşüncesinde olan M. Hardt ve A. Negri, bu

çalışmalarında, “toplumsal gerçekliğin üretim araçları ve güçleriyle birlikte onu

harekete geçiren öznellikleri keşfetmek” adına Foucault’nun eserlerine gönderme

yaparlar. (Hardt ve Negri, 2002:46) Hardt ve Negri, neo-liberalizm terimini pejoratif

anlamında bir ideoloji olarak ele almakla ve neo-liberalizmi gerçek boyunduruk

altındaki emeğin hakikatinin yanlış bir sunumu olarak değerlendirmekle beraber,

neo-liberalizmin tarihsel oluşumunu sermayenin dönüşümü ile ilişkilendirirken, bir

anlamda, Foucault’nun disiplinci iktidarı ve biyo-iktidarı, toplumun ekonomik

organizasyonundaki belirli değişimler zemininde sunma eğiliminden faydalanırlar.

Foucault, Negri ve Hardt tarafından, hem disiplin toplumlarının yönetim

paradigmasını ortaya sermesi, hem de bunun yanında, disiplin toplumlarında kısmi

bir noktaya dek ulaşabilen biyo-iktidar uygulamalarının, günümüz toplumlarında

nasıl dönüştüğünü anlamaya yardımcı olması bakımından önemli bulunur çünkü bu

iki kavramsal araç seti, onlara göre, günümüz sosyal ve siyasal pratiklerinin küresel

paradigmasını kuran imparatorluğun merkezi özelliklerini betimler. (Hardt ve Negri,

2002:50) Ne var ki, Hardt ve Negri, hem iktidarı ekonomizmden çıkaran hem de

üretime (yaşamın üretimi) odaklanmaya olanak tanıyan, oldukça istifade ettikleri,

Foucault’nun biyo-iktidar sorunsallaştırmasını, “bios’un üretici boyutları” sorununa

dek yürütmemesi nedeniyle eleştirir ve kendi imparatorluk-çokluk

kavramsallaştırmalarını da bu eksiğe dair yeni bir ontolojik bakış, yeni bir siyasetin

ilk hamlesi olarak ortaya koyarlar. (Hardt ve Negri, 2002:52) Hardt ve Negri’ye göre,

“iktidar bir yandan, toplumsal yaşamın her öğesini kendi içinde birleştirip kuşatırken,

aynı zamanda da yeni bir bağlam, maksimum çoğulculuk ve sayısız tekilleşme içeren

217
bir ortam-bir olay ortam- ortaya çıkarıyordu:” Çokluk. (Hardt ve Negri, 2002: 50,

2005)

Özetle, Foucault’nun, 1979 derslerinde tasvir ettiği neo-liberalizmin siyasal

teknolojileri ve öznelliklerinin, İtalyan otonomistlerinin yukarıda serimlenen

günümüz kapitalizm değerlendirmeleri ile önemli paralellikler içerdiği aşikârdır.

Foucault’nun bir yönetimsellik olarak neo-liberalizm değerlendirmesinin en önemli

avantajı, neo-liberalizme karşı çıkmak üzere belirli bir alanı netleştirmesidir.

Foucault’ya göre, neo-liberalizme sadece bir ideoloji olarak karşı çıkmak, onun

gözden kaçırdığı toplumsal varoluşun hakikatini ortaya çıkarmak ya da bir siyasa

olarak başarısızlıklarını sıralamak yeterli değildir. Neo-liberalizmin, öznelliği ve

toplumsal ilişkileri nasıl dönüştürdüğünü dikkate almak gerekir.

B. Denetim ve Özgürlük: Deleuze versus Prozorov

20.yüzyılın sonlarında, liberal refah devletinin mekanizmaları yerinden edilip,

özelleştirilip, içleri boşaltıldıkça, Foucault’nun tasvir ettiği seküler siyasal

pastoralliğin, yönetimin bir dizi dönüşüme sahne olduğu ve neo-liberal yönetim

rejiminin belirginleştiği gözlenir. Deleuze, bu bağlamda, Foucault’nun, 18. ve

19.yüzyıllara yerleştirdiği ve 20.yüzyılda doruk noktasına varan, bireyin, her biri

kendi yasalarına sahip olan bir kuşatma mekânından öbürüne nasıl geçtiğini – aile,

okul, kışla, fabrika, hastane, hapishane – yaygın kapatıp-kuşatma mekânları

düzenlemeleriyle ayırt edilen "disiplin toplumları" kavramsallaştırmasının

günümüzde dönüştürülmesi gerektiğine işaret eder.

218
Foucault’nun güvenlik mekanizmalarına dair analizlerinde nüveleri (Foucault,

1979: 211) bulunabilecek bu dönüşümün işaretini, Deleuze’e göre, disiplinlerin,

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ivme kazanan yeni kuvvetler dolayımıyla,

genelleşmiş bir bunalıma düşmesi verir. “Eğitim kurumlarında reform, sanayide

reform, hastanelerde reform, silahlı kuvvetlerde reform, hapishanelerde reform”,

disiplin toplumlarının tükenme çığlıdır. Deleuze, disiplin toplumlarını yerinden eden

yeni kuvvetleri, "denetim toplumları" olarak adlandırır. (Deleuze, 1992:1)

Önceki bölümlerde incelediğimiz üzere, Foucault’nun, kökenini çoban-sürü

oyununda gördüğü disiplin toplumlarının iki kutbu vardır: Burada, iktidar hem

bireyleştirici hem de bütünleştirici etkiler doğurur. Deleuze’in deyişiyle, “iktidar,

üzerinde iktidar icra ettiklerini, bir gövde halinde oluşturmakta ve bu gövdenin her

üyesinin bireyliğini öbeklemektedir.“ (Deleuze, 1992:2) Oysa denetim

toplumlarında, önemli olan artık kitle/birey çifti değildir. “Bireyler bölünür hale

gelirken, kitleler örneklemlere, verilere, piyasalara ya da "banka"lara

dönüşmüşlerdir.“ (Deleuze, 1992:2)

Deleuze’e göre, bir tarafta beden üzerindeki etkiler ve öznelliğin nitelikleri,

diğer tarafta kontrol mekanizmalarının yapısal biçimleri arasında ayrım yapmak

yerine, bu elemanları günümüzde belirginleşen yeni bir ‘kontrol diyagramı’na

yerleştirmek daha uygun görünür. Bir başka deyişle, Foucault’nun çalışmalarında

örtük bulunan disiplin toplumlarından kontrol toplumlarına geçiş temasını geliştiren

Deleuze’e göre, içleme-dışlama mekanizmaları, günümüzde, toplumsal alana

serpiştirilmiş disiplin kurumları yoluyla yürütülmekten çok, varlığın esnek ve

akışkan ağlarına içkindir. Disiplin toplumları ile denetim toplumları arasındaki fark,

Deleuze’e göre, kapatıp-kuşatmalar, ayrı ayrı düzenlemeler halindeyken,

219
denetimlerin birer modülasyondan menkul olmasıdır. Disiplin toplumu, bir kapalı

alandan ötekine geçen bireyi normalleştirerek işlerken, denetim toplumunda, süreç

hiç bitmez, sürekli denetim ve kontrol hakimdir. “Bir andan sonrakine sürekli olarak

değişen kendini-bozup duran bir yığın, ya da bir noktadan ötekine sıçrayan cıva

taneciklerinin oluşturduğu bir kütle gibi.” (Deleuze, 1992:2) İş, eğitim, askerlik vs,

bu alanlar, iktidarın evrensel mutasyonunun ortaya çıkardığı metastasın elemanları

olarak karşımıza çıkar. Özetle, Deleuze’ün kavramsallaştırmasında, kontrol

toplumları, ortak ve gündelik pratiklerimizi çevreleyen normalleştirici disiplin

aygıtlarının yoğunlaşması ve genelleşmesi ile nitelendirilir. Bu kontrol, toplumsal

kurumların yapılarının dışına, akışkan ve esnek ağlar üzerinden taşar. Yaşamın

üretimini ve yeniden üretimini kıskıvrak yakalar.

Prozorov ise, Foucault’nun çalışmalarında Deleuze’ün tasvir ettiği

diyagramdan kaçışın olasılıkları peşine düşer ve Foucault’nın bir ‘özgürlük

ontolojisi’nin ipuçlarını verdiğini ileri sürer. Prozorov, Foucault, Özgürlük ve

Egemenlik adlı çalışmasında, Schmitt, Deleuze, Agamben, Negri ve Zizek gibi

yazarların çalışmalarına referansla, Foucault’nun bir özgürlük ontolojisine sahip

olduğunu “egemen özne” kategorisi üzerinden işler. Prozorov bu çalışmasında,

özgürlüğün toplumsal düzenin sunduğu bir nitelik olmaktan ziyade, insanların

ontolojik koşulu olarak değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürer. Prozorov’un temel

argümanı basitçe şöyle ifade edilebilir: “Kişi özgürlüğü özgür bir biçimde düşünmek

istiyorsa, özgürlüğün anlamını ve özgürlük pratiklerinin olasılıklarını, gerçek ya da

hayali, pratik ya da kuramsal, olası ya da imkânsız bir düzen formuna sabitlemekten

kaçınmalıdır.” (Prozorov, 2007:17) Prozorov, Foucaultcu düşünüşün, onun belirli

220
kavram ve araştırma izleklerine sadık olmaktan ziyade, düşüncenin hareketini

özgürleştirmekle ilişkili olduğunu ileri sürer.

Prozorov temel tezini serimlemek üzere, Foucault’nun liberal

eleştirmenlerinin, Foucault’yu özgürlük söyleminden dışlamak üzere Foucault’dan

talep ettikleri evrensel ve normatif kriterin, aslında özgürlükten ziyade, ‘mükemmel

düzen’in ne olması gerektiğine dair bir cevap beklentisinden ileri geldiğini ve

Foucault’nun çalışmaları bağlamında meşru bir beklenti oluşturmadığını ileri sürer.

Bir önceki kısımda değindiğimiz üzere, Yönetimsellik Okulu’nun çalışmalarının bu

şantajın tehlikelerinin altını çizmek konusunda başarılı olmakla beraber, özgürlüğü,

iktidar ilişkilerinin belirli diyagramlarına içkin bir konuma indirgemek dolayısıyla,

liberaller kadar eleştirilmesi gereken bir yönelime sahip olduklarını da belirtir.

Prozorov, bu eleştirilerinin ardından, herhangi bir toplumsal düzene

indirgenemeyecek olan, bundan farklı olarak, toplumsal düzenlerin dönüşümünde

beliren bir özgürlük kavramsallaştırmasının peşine düşer. (Malette, 2008:123-124)

Böyle bir özgürlük kavramsallaştırmasının, tüm yönetimsel özneleştirme

süreçlerine öncel olan, özgür bir öznelliğin derin katmanlarına dair bir arayışa

karşılık gelmeyeceğini hemen belirten Prozorov, araştırmasının, yönetimsel alanın

operasyonlarından kaçabilecek herhangi bir şeyin olup olamayacağına yönelik

olduğunu vurgular. Bu arayış, Prozorov’u, insanların kurucu niteliği olarak

indirgenemez bir direnişin varlığını kavramamızı mümkün kılan, ontolojik bir iç/dış

ayrımı çizmeye götürür. Prozorov için, indirgenemez direnişin varlığı, yönetimsel

alanın içkinliği içerisinde, aşkın bir kopuşu yaratan eylem momentlerinde ortaya

çıkar. Kısaca, “özgürlük belirli bir yönetimsel diyagramın pozitif müdahalesi ya da

müdahalesizlik taahhüdü üzerinden garantilediği bir şey olmaktan ziyade,

221
diyagramın ulaşmayı öne sürdüğü kapsama ve sabitlik derecesinin ontolojik

imkansızlığının bir sonucu olarak belirir.” (Malette, 2008: 124)

Prozorov, Foucault’nun özgürlük ontolojisini, her tür kimlik siyasetinden

ayrıştırır. Prozorov’a göre, tüm kimlik siyaseti biçimleri, otantiklik varsayımı ve bilgi

ile ifade bulan özgürlük kavrayışlarına bağlı oldukları için yukarda tasvir edilmeye

çalışılan somut özgürlükten ayrıdır. Prozorov, gerçekten kim olduğumuzu bilmeye

yönelik yatırımlardan kaçınmaya davet eder zira ona göre, özne, tüm yönetimsel

diyagramın kodladığı kimliklerin ötesinde yer alır. Bu özne, her tür kuşatmaya ısrarlı

biçimde direnen bir öznedir. Bu öznenin ayırt ediciliği, kimliği ya da otantikliği

değil, başka türlü olma potansiyelini ısrarla onaylamasıdır. Diyagramın bir öznellikle

donatılmış belirli kimliklerinden farklı olarak, somut özgürlüğün odağında, aynı anda

hem aktüel hem de potansiyel olan kendinin ötesinde bir özne yer alır. (Malette,

2008:125)

Prozorov, bu özne ve somut özgürlük kavrayışını, biyo-siyasal yönetimselliğe

direnebilecek siyasal bir araç olarak tasarlar. Bu amaçla, Foucault’nun somut

özgürlük ontolojisini, Schmitt’in egemenlik nosyonu ile her ikisinin de düzen

olasılığının koşulunu, kurucu istisnai kopuşa yerleştirmesi temelinde ilişkilendirir.

“Prozorov için, Foucault’nun post-yapısalcılığı ile Schmitt’in siyasal realizminin

arayüzü, özgürlük üzerinden diyagram ve onun egemen temeli arasında bir ilişki

kurulabilir.” (Malette, 2008:125)

Prozorov, Schmitt’in egemenlik nosyonunun, siyasalın aşkınlığını, toplumsal

düzenin içkinlik yanılsamasını sekteye uğratan kuvvet olarak yeniden tesis ettiğinden

hareketle, özgür olmanın, kişinin kendi varoluşuna, bu varoluşu ele geçirmek ve

pozitif bir projeye indirgeme yönündeki tüm çabalara karşı egemen olması olduğunu

222
ve egemen olmanın, kişinin, kendi potansiyelini, bu potansiyeli aktüel bir kimlikte

dondurmaya yönelik tüm denemelere karşı, takip etmek üzere özgür olmasından

başkaca bir şey olmadığını ileri sürer. (Prozorov, 2007:100)

“Egemen özgürlük” nosyonuna yaslanarak, Prozorov, hem Agamben hem de

Hardt ve Negri’nin biyo-siyaset kavrayışlarını eleştirir. Prozorov’a göre, her iki

yaklaşım da, farklı yönlerden olmakla birlikte, egemenlik ve iktidarın biyo-siyasal

kiplerini birbirleri yerine kullanır. Prozorov, bir yandan Agamben’i, tüm insanlık

tarihi boyunca değişmeden kalan iktidar ilişkileri üretmekle itham eder. Prozorov’a

göre, egemenlik ile iktidarın biyo-siyasal modlarını ayırt etmek iktidar ilişkilerinin

tarihsel değişkenliğini takdir etmeyi ve egemenliği, dışarıdan ‘çıplak hayata’

dayatılan bir düzen olarak değerlendirmek yerine, somut özgürlüğün koşulu olarak

onaylamayı mümkün kılar. Prozorov, diğer yandan, Hardt ve Negri’nin içkinlik ve

otonomiyi birbirleri yerine kullanmalarını, biyo-siyasal rasyonalitelere itaat etmek

olarak değerlendirir. Prozorov, çokluğun da biyo-siyasetin arzulanmayan niteliklerini

yeniden üretmekten kaçınamayacağını ileri sürer.

Direniş, Prozorov’a göre, biyo-siyasal yönetim rasyonalitelerine içkin olan

bakımın(care) reddi formunu almalı, egemenlik figürüne yönelik obsesyondan

kurtulmalıdır. (Prozorov, 2007:111) Prozorov’a göre direniş, iktidar tehdidine

yönelik değil, iktidarın yaşamı kucaklayan formlarına kayıtsızlık tutumu almalıdır.

Bu çerçevede, biyo-siyasal yatırıma direnecek tikel-evrensel özne; çokluk,

diyagramın kodladığı kimliklerin ötesinde varolma ortak davası ile harekete geçirilen

eşit özgür özneler olarak yeniden tasarlanmalıdır. Bu biçimde tasarlandığı durumda,

bir diğer ortaklık belirecektir: bu ortaklık ‘çıplak insan’dır, kendi kendisini tüm

kimliklerin tanımlarından soyma egemenliğine sahip figür. (Prozorov,2007:136)

223
Direniş ve özgürlüğü bu çerçevede düşünmek, üretimin değerli olduğuna dair kanıyı

tümden bir kenara bırakmak ve sadece ‘karşı olmak’tan ibaret negatif bir özgürlüğü

kucaklamaya davettir.

Prozorov’un çalışması, özgürlük ve kimlik gibi sorunsallarla ilgili yeni

araştırmalara dair teşvik edici bir davet sunar. Ne var ki, Prozorov da, Foucault’nun

çalışmalarında beliren biyo-siyasal iktidar ile pastoral iktidarı birbirleri yerine

kullanma yanlışına düşer. Biyo-iktidar, günümüzde, Deleuze’ün kontrol toplumları

diyagramının serimlediği üzere, çok çeşitli düzlemlerde işler: Kimlikler yanında

sayılar üzerinden ve uzaktan yönetir, düzenler. Üstelik, Prozorov, somut özgürlüğü,

‘karşı olmaya’ indirgediğinde, Foucault’nun, özenle kaçınmaya çalıştığı

aydınlanmanın ikili şantajından birine boyun eğmiş olur. Foucault’nun

çalışmalarından ‘evrensel’ bir özgür olma modu üreterek, Foucault’yu bir filozofa

dönüştürür. Foucault, gerçekten de, yönetim ve yönetilen arasındaki ilişkinin,

yönetilen bireyler o özneler olmayı istedikleri sürece sürdüğünü vurgular, “yönetim

oyunu(nun), onu ikame etmediğimiz, bir başka oyuna dönüştürmediğimiz sürece bize

verili bulunan tarihsel a priori’” olduğuna işaret eder ancak, evrensel bir özgür olma

modu sunmaz. (Gordon, 1996: 268) Foucault’ya göre,

Özgürlük bir pratiktir…İnsanların özgürlüğü hiçbir zaman onları


garanti altına almayı hedefleyen kurumlar ya da yasalarca temin edilemez. Bu
yüzden tüm bu kurumlar ve yasalar tersine çevrilmeye müsaittir. Müsait
olmaları belirsizliklerinden değil, özgürlüğün kullanılması gerekliliğinden
ileri gelir. Özgürlüğün garantisi özgürlüktür.

224
Etienne Balibar’ın görüşleri dikkate alındığında, Foucault’nun bu özgürlük

kavrayışı, Foucault’nun iktidar ilişkileri analitiğinin karşılaştığı limitlerle baş etme

çabasının bir etkisi olarak değerlendirilebilir. Balibar, Foucault’nun iktidar

analitiğinin, derin kökler salmış baskı yapıları ile yüzleştiğinde, toplumsal

hareketlerden bahis açtığına dikkat çeker. Balibar, Foucault’nun buradaki orijinal

katkısının, toplumsal hareketlerin, özgürlük pratiklerinin önceden kurulmuş bir

organizasyona sahip olmadığını, baskı durumları (states of domination) ile eş anlı

(coextensive) olarak belirdiklerine işaret etmek olduğunu ileri sürer. Ne var ki,

bireylerden ayrı yapıların mevcut olması sorununu, özgürlük pratikleri ile aşmaya

çalışan Foucault, sorundan tam olarak kurtulamaz çünkü bu sefer de direniş fikri,

kişinin kendisi ile ilişkilerinin nasıl geliştiği ve değiştiği sorunsalını ortaya çıkarır.

Foucault, Balibar’a göre, Stoik bir manevra ile bu tehlikeyi lehine çevirir ve iktidarı

analiz etmekten, kendiliğin üretimini ve yaratımını analiz etmeye yönelir. Balibar’a

göre, kendilik teknolojileri, bu çerçevede giderek Foucault’nun araştırmalarının ilgi

alanını işgal etmeye başlar. Balibar, Foucault’nun bu hamlesini, baskı durumları

meselesi sebebiyle daha derin belirlenimlerin peşine düşme çabasından kaçmak

yerine, siyasetin inşa edilmesi ve yapısökümü için bir sıçrama tahtası olarak

değerlendirir. (Balibar, 2002:18-19)

Ancak, Balibar Foucault’nun Stoik hamlesinin eksik olmamakla beraber,

felsefi olarak çelişik olduğuna da dikkat çeker. Foucault’nun ‘kendilik’ ve ‘birey’

nosyonlarını, empirik ve eklektik bir biçimde ele aldığını, bu nosyonları ayrıntılı bir

biçimde incelemediğine işaret eder. Balibar’a göre, Foucault her ne kadar, kendilik

ve kendiliğin kuruluşu meselesini bilinç ve içerik tartışmalarından uzaklaştırdıysa da,

‘kendinin kendi üzerindeki çabası’nın, kişilik tartışmalarını yeni bir formda yeniden

225
ürettiğini ileri sürer. Balibar’a göre, Foucault, bu çabayı hem pasif (özneleştirme

modlarının tarihselliği) hem de aktif (kişinin kendi yaşam tarzını şekillendirmesi)

olarak kavradığında - Nietzsche’ye yaptığı göndermelerle sıyrılamayacağı biçimde -

kadercilik ve volontarizm arasında, salınmaktan kaçınamaz. (Balibar, 2002: 20)

226
GENEL DEĞERLENDİRME

Michel Foucault’nun yönetimsellik serüveninin koordinatları ve temel

kavramlarına odaklanan Birinci Bölüm’de, yönetimsellik nosyonunun, Foucault’nun

düşüncesindeki bir tazelenme, yoğunlaşma ve soluklanma momentine karşılık geldiği

ileri sürüldü. Foucault’nun yönetimsellik serüveninin, hem önceki araştırma

programları ile çeşitli süreklilik ve süreksizliklere sahip olduğu belirginleştirildi, hem

de Foucault’nun, yönetimsellik teması sayesinde yeni serüvenlere yelken açtığına

dikkat çekildi. Birinci Bölüm’de, Foucault’nun yönetimsellik serüveninin, Foucault

için geçici bir heves olmaktan ziyade, Foucault’nun önceki ve sonraki çalışmaları ile

kronolojik ardışıklığın ilkelerine uyum sağlamayan önemli bağlantılara sahip

olduğunu netleştirildi.

Foucault’nun yönetimsellik teması ile, bir yanda, uzlaşma ve irade; diğer

yanda savaş ve mücadele olan iktidar kavrayışlarının ötesine geçmek üzere bir köprü

inşa ettiği, metodolojik yönelimleri (üçlü zemin kaydırma deneyi) aynı kalmakla

beraber, iktidar ilişkileri meselesine yönelttiği eleştirisinin dilini, biyo-iktidar

kavramsallaştırması üzerinden savaş modelinden yönetime kaydırdığı vurgulandı.

Foucault’nun iktidar ilişkileri incelemesinde, makro-mikro düzeyler arasındaki

ayrımın göreli doğasını tanımaya çalıştığına ve böylelikle daha önce ortaya koyduğu

çalışmalara yöneltilen eleştirilere dair bir yanıtlar demeti sunduğuna işaret edildi.

Foucault’nun diğer yandan, yönetimsellik serüvenin açılımları sayesinde, cinsellik

227
tarihi, etik pratikler, kendilik teknolojileri ve varoluş estetiğine yönelik odaklara

sahip araştırmalara yelken açtığına işaret edildi.

Koordinatları bu biçimde netleştirilen yönetimsellik serüveninin, temel

kavramları arasında, biyo-iktidar, yönetimsel üçgen, nüfus, ekonomi-politik,

güvenlik, yönetim sanatı, devlet, sivil toplum, liberalizm ve neo-liberalizm, özgürlük,

temalarının yer aldığı vurgulandı. Foucault’nun bu temalar üzerinden, siyasal

analizin konvansiyonel formlarına meydan okuduğuna dikkat çekildi. Foucault’nun,

yönetim pratiklerinin analizini devlet kuramlarına karşı ortaya koyduğu ileri sürüldü.

Foucault’nun, mikro-iktidar analizinde sorunsallaştırdığı devlet kurumlarının tarihsel

gelişimi, meşruluk, hukuk ve egemenlik dilini, yönetim analizleri çerçevesinde,

şimdi de devlet açısından sorunsallaştırmaya giriştiğinin altı çizildi. Foucault’nun

perspektifinden bakıldığında, devlet ve toplum, siyaset ve ekonomi, özel ve kamusal

alan arasındaki ayrımların, evrensel ve zorunlu sınırlar olarak işlev görmedikleri,

yönetim teknolojilerinin etkileri olarak değerlendirildikleri netleştirildi.

Foucault’nun, ‘yönetimsel üçgen’ tasviri ve bu üçgenin devamı olarak biyo-siyasal

bir çerçeve geliştirdiği ve bu çerçevenin içerisinde liberal yönetim sanatını incelediği

vurgulandı. Foucault’nun, liberal yönetim sanatı incelemelerini, yönetimsellik

krizlerinin günümüz dünyasını karakterize edip etmediğine ve liberal yönetim

sanatında ne gibi yenilenmelere yol açtığına yönlendirmek üzere, Alman Ordo-

liberalizmi ile Amerikan neo-liberalizminin doktrinlerine odaklandığından, bu

bölümde, giriş mahiyetinde bahsedildi. Son olarak, Foucault’nun araştırmalarının

odak yüzeyini, yönetimin, siyasal iktidar uygulamalarındaki rasyonelleştirilme

biçimlerinden ve diğerlerinin yönetimi ile kendinin yönetimi arasındaki ilişkilerden,

228
kendinin kendi ile ilişkilerine kaydırdığına değinildi. Takip eden bölümlerde, bahsi

geçen temel kavramlar açımlandı.

İkinci Bölümde, Foucault’nun 16.yüzyıl sonu 17.yüzyıl başında, devlet

sorunsalının içerisinde belirdiği düşünsel prizmanın dış hatlarını serimlediği, Batı

Avrupa toplumlarında, ‘yönetim fikri nasıl doğdu?’ ve ‘bu fikir, nasıl olup da

16.yüzyılda beliren devlet aklı modelinin altında devlete tanıtıldı?’ sorusuna cevap

arayan araştırması ayrıntılı bir incelemeye konu edildi. Foucault’nun ‘soğuk canavar’

benzetmesine layık görülen devletin böyle bir birliktelik ve işlevselliğe sahip

olmadığını ileri sürdüğü vurgulandı. Devletin, Foucault tarafından, 17. ve 18.

yüzyıllardan beri siyaset pratiğinin temelini oluşturan ‘yönetimselliğin’ bir taktiği,

toplumsal iktidar ilişkilerinin dinamik bir biçimi ve tarihsel olarak istikrar kazanması

süreci olarak değerlendirildiğine dikkat çekildi. Bu kavramsallaştırmanın orijinal

katkısının, Kant’tan bu yana, modern siyaset biliminin temel tartışma zeminini

oluşturan, devlet ile toplum arasında iktidarın nasıl bölüşülebileceği meselesine

odaklanmaktan ziyade, devletin alanına giren ve girmeyen şeyleri, neyin kamusal

neyin özel alana ait olduğunu, neyin devletin yetkisinde olduğunu sürekli bir biçimde

tanımlayan “yönetim taktikleri” tarihi üzerine odaklanmaktan ileri geldiğine işaret

edildi.

Devletin yönetimselleşme serüveni bize, devlet aklının, Hristiyan

pastoralliğinden doğduğunu; Avrupa Dengesi’nin diplomatik-askeri modelinden

destek aldığını ve polis üzerinden işlediğini gösterdi. Devlet aklı’nın siyaset ve

teoloji arasında serpilen yönetim sanatlarından doğduğuna dair bu orijinal iddianın,

Foucault’nun, devlet aklı ile ilgili olarak Machiavelli’den çıkarsayabileceğimiz bir

ilkeye dayanamayacağımızı çünkü devlet aklının, Machiavelli’nin dışsallık ilkesi

229
yerine, bir içsellik ölçütü ile çalışacağını, dolayısıyla, rasyonellerini, anti-Machiavelli

literatürde bulabileceğimizi ileri sürmesi ile pekiştirildiğinin altı çizildi. Askeri-

diplomatik aygıt ile polis teknolojilerine dayanan bir yönetme sanatı olarak beliren

devlet aklı, devletin gücüne uygun olarak yönetmek olarak değerlendirildiğinde, hem

pastoral iktidar, hem de biyo-iktidar, bu gücü çoklaştırmaya hizmet edecek olan

bütün araçlar ve teçhizatlar toplamı; yönetme sanatının mekanizmaları olarak

karşımıza çıktı. Polis, devlet aklı, pastoral iktidar, yönetim sanatının egemenlik ve

aile arasında salındığı dar alanın hem kurucuları, müsebbipleri hem de toparlayıcıları

olarak belirginleşti.

Foucault’nun orijinal katkıları yanında çalışmasının kayıp halkalarına da

dikkat çekildi. Foucault’nun, modern yönetimselliğin kuruluşu açısından kritik

olduğunu ileri sürdüğü 16.yüzyıl ve 17.yüzyıldan 18.yüzyıla uzanan dönemin

unsurları olarak saydığı gelişmeleri - devlet aklının, teolojiden koptuğu momentte,

kendine özgü mekanizmaları aktüalitede nasıl edindiği ve bunu egemenlikten

koparmayı nasıl başardığı; egemenliğin dar çerçevesinden sıyrılırken pastoral

iktidarın daha seküler biçimleri ile nasıl eklemlendiği; pastoralliğin seküler

biçimlerinin nerelerde, ne zaman yeşerdiği; devlet aklı, pastorallik ve bunun polisle

beraber ne tür bir yönetim zihniyetine doğru bizi götürdüğünü - tarihselleştirmediği

ile yüzleşildi. 16.yüzyıl ile birlikte bir ‘egemenlik çağı’ndan ziyade, bir ‘yönetimin

çağı’na girdiğimize dair iddiasına ilişkin bizi kritik olarak ilgilendiren bu hususları

tarihselleştirmemek dolayısıyla, devlet aklı-polisbilim birlikteliğinin oluşturduğu

yönetim sanatı ile liberal yönetim sanatı arasındaki ilişkileri muğlak bıraktığına işaret

edildi.

Bu boşluğun ifadelerinden biri olarak, anti-Machiavellici literatürün

230
Machiavelli okumasını veri kabul eden Foucault’nun Machiavelli’yi ‘prense öğütler’,

‘yönetim sanatları’ ve ‘siyaset bilimi’ skalasında, ‘prense öğütler’ cephesinde

konumlandırdığına, Foucault’nun yönetimin olumsallığına işaret eden ilk büyük

düşünür olan Machiavelli’nin düşüncelerini prensin dışsallığı fikrine indirgediğine

değinildi.

Üçüncü Bölüm’de, Foucault’nun liberalizm değerlendirmeleri netleştirildi.

Foucault’nun, liberalizmi bir ideolojiden ziyade, bir iktidar teknolojisi olarak

değerlendirdiği, bu iktidar teknolojisinin, hem devlet aklının, polis ile yönetim-bilgi

birlikteliğinin bir eleştirisi, hem de ‘en az yönetim’ prensibi etrafında şekillenen bir

yönetim sanatı olarak karşımıza çıktığı vurgulandı. Liberalizmin, Foucault’nun

gözünden bakıldığında, devlet aklı ve ekonomi politiğin birleşiminde, yönetimin

nihai amacı olarak değerlendirdiği nüfus üzerinde, daha az güç kullanımıyla daha

çok etki hedefleyen bir düşünüşe sahip olduğu ve bu düşünüşe zemin hazırlamak

üzere icat ettiği devlet-sivil toplum ayrımıyla, yönetim sanatını, egemenlik ve aile

modelleri arasına sıkıştıran devlet aklının yön değiştirici bir eleştirisi olduğu ileri

sürüldü.

Foucault’nun, modern siyasi rasyonalitenin bireyselleştirici ve bütünleştirici

etkilerinin, devlet aklını dönüştüren yeni bir versiyonu olan liberal yönetim sanatının

özgün nitelikleri arasında; piyasanın bir hakikat alanı olarak belirişini, yönetimsel

yararın hesaplanması ve kamu otoritelerini sınırlamasını, homo economicus ve sivil

toplumun, liberal yönetimselliğin iki birbirinden ayrılmaz elemanı/tekniği olarak

karşımıza çıkmasını ve son olarak da dünya piyasası ile ilişkisinde sınırsız ekonomik

gelişme bölgesi konumuna yerleşen Avrupa tahayülünü saydığı belirginleştirildi.

231
Foucault’nun, liberal yönetim sanatını, devlet aklının şekillendirdiği yönetim

sanatının, egemenlik ve aile arasındaki dar salınımını kıran ve genişleten, dolayısıyla,

hem bireyselleştirici etkileri ile beraber, hem de diğer alanların sonuçlarını daha

etkili hâle getirmesi bakımından kontra-merkantilist ve kontra-polis bir hamle mi;

yoksa, devlet aklının vardığı doğal bir sonuç olarak mı tahayül ettiği konusunda

muğlak kalan noktalar olduğuna dikkat çekildi.

Klasik siyasal teorinin ana araçları ile Foucault üzerinden bir kıyaslama

yapmamız bu muğlak noktayı netleştirmek açısından verimli açılımlar sundu.

Foucault’nun, bir yandan, Hobbes’u, anti-Machiavellici literatürün bir parçası olarak

değerlendirmek dolayısıyla, Hobbes’un egemenliği, hayatın her alanında

dominasyondan ziyade, toplumsallığın kontrol edilmesi bakımından bir güvenlik

aygıtı olarak kavradığını ihmal ettiğine ve böylelikle de, liberalizmin Hobbesçu

kökenleri konusunda sessiz kaldığına işaret edildi. Foucault’nun, diğer yandan,

özgürlük ve kontrol arasındaki döngüsel ilişki ile ilgili bahislerinde, liberal yönetim

sanatının salınım aralığının intervallerini sunan Hobbes’un güvenlik devleti yanında

Locke’un parlamenter siyaset, meşruti yönetim kavramsallaştırmalarını yeterince

irdelemediğine dikkat çekildi.

Dördüncü Bölümde, Foucault’nun, neo-liberalizmin, toplum-ekonomi ilişkisi

ve devletin rolü konusunda tümden klasik liberalizmden farklı bir perspektife sahip

olduğunu ileri sürdüğünün ve liberalizmden, güvenlik sorunsalını tanımlayışıyla

(toplumsal ve ekonomik süreçlerin güvenliği yerine yönetim mekanizmalarının

güvenliği) farklılaştığı ölçüde yeni bir yönetimselliğe işaret ettiğinin altı çizildi.

Foucault’nun sunduğu çerçeveden bakıldığında, neo-liberalizmin, genel kanının

aksine eski kuramların yeniden pişirilip günümüze sunulmuş hali olmaktan uzak

232
olduğu ileri sürüldü. Foucault’nun Alman neo-liberalizmi ve Amerikan neo-

liberalizminin beraberinde getirdiği entelektüel oluşumları, liberal yönetim sanatının,

özgürlük ve güvenlik arasında kurduğu ilişkinin etkileri olan ‘yönetimsellik

krizleri’nin gerekli kıldığı revizyonlar olarak değerlendiği vurgulandı. Alman neo-

liberalizmi, ekonomik olan adına toplumsal olanın yönetimini nasıl

kavramsallaştırdıkları ve Amerikan neo-liberalizminin toplumsalı, ekonominin bir

biçimi olarak yeniden nasıl tanımladıkları üzerinde duruldu. Foucault’nun üzerinde

durduğu neo-liberalizm örneklerinin bize liberalizmin eleştiri ve

sorunsallaştırmalarının hedefinin tarihsel-siyasal koşullara göre değiştiğini;

liberalizm formlarının her birinin, yönetim ve yönetilenler arasındaki ilişkilere dair

belirli bir şemaya sahip olduğunu, yönetilen bireylerin, bir yandan yönetimin nesnesi,

diğer yandan onun ortakları olarak değerlendirildiğini gösterdiğine işaret edildi.

Foucault’nun neo-liberalizm değerlendirmesinin, neo-liberalizme sadece bir ideoloji

olarak karşı çıkmanın, onun gözden kaçırdığı toplumsal varoluşun hakikatini ortaya

çıkarmanın ya da bir siyasa olarak başarısızlıklarını sıralamanın yeterli olmayacağını

ortaya koyduğu; neo-liberalizme karşı çıkmak için onun öznelliği ve toplumsal

ilişkileri nasıl dönüştürdüğünü dikkate almanın gerekli olduğunu dışa vurduğunun

altı çizildi.

Beşinci Bölümde, 1990’lardan itibaren, Foucault’nun yönetimsellik

serüveninin kavramsal hazinesinin, çok çeşitli araştırma eksenlerinde nasıl

kullanıldığı, bu kavramsal çerçevenin çeşitli temaları nasıl sorunsallaştırılmaya ve

derinleştirilmeye başlandığı üzerinde duruldu. Foucault’nun yönetimsellik

serüveninin çok çeşitli yankıları, analitik kolaylık sağlamak bakımından dört

araştırma vektörüne ayrıştırıldı. İlk araştırma vektörünü, İngilizce konuşulan

233
dünyada, Foucault’nun yönetimsellik serüveninin hakim yorumu konumuna

yerleşmiş olan ‘Yönetimsellik Okulu’ oluşturdu. ‘Yönetimsellik Okulu’ şemsiye

başlığı altında ele alınan çeşitli araştırmaların ortak paydasını, Foucault’nun

yönetimsellik serüveninden siyaset felsefesi tarihi ile toplumsal ilişkilerin ampirik

çalışması arasına yerleşen orta-ölçekli bir analiz formu, metodoloji ya da kuramsal

bir strateji devşirme yöneliminin oluşturduğu ve bu yönelimin kavramsal

stratejilerinin Ekonomi ve Toplum (Economy and Society) dergisinin sunduğu

tartışma zemininde geliştirildiği ileri sürüldü.

‘Yönetimsellik Okulu’ da, kendi arasında iki araştırma eksenine ayrıştırıldı.

Bunlardan ilkini, ‘İngiliz Ekolü’nün kurumsal ve bireysel davranışların değişen

rejimlerini; bireylerin nasıl otonom ve kendi kendilerini yöneten özneler

kılındıklarını, neo-liberalizm gibi tarihsel olarak spesifik siyasal yönetim formlarının

rasyonalitelerini ve gündelik kişiler arası ilişkiler ve kurumsal yaşamı şekillendiren

iktidar teknolojileri ve aktivite formlarını eş zamanlı olarak araştırdığı ortaya kondu.

Bu araştırmaların özgün yanını, Foucault’nun devlet ve sivil toplum arasında, iktidar

ve öznellik alanları arasında sabit bir ayrımı reddedişinden feyzalmaları ve bu reddi,

devletin geri çekilişinin, aslında yönetimin genişlemesine karşılık geldiğine işaret

etmek üzere kullanmalarından menkul olduğuna dikkat çekildi. ‘Yönetimsellik

Okulu’nun bu araştırma ekseninin, bizlere, neo-liberal toplumun, gelişmiş sosyal

teknolojilerinin, refah devletininkilere kıyasla genişletilmiş bir sözde ‘özgürlük’ ve

genişletilmiş bir sorumluluk elemanı barındırdığını gösterdiği vurgulandı. Bireylerin

sorumluluğunun, devlet dışında otonom mercilere, şirketlere, cemaatlere, profesyonel

organizasyonlara ve bireylerin kendilerine ihale eden sosyal teknolojilerin belirmesi

ile el ele giden yönetimin devletsizleştirilmesi sürecini inceledikleri belirginleştirildi.

234
Diğer yandan, bu perspektiften bakıldığında, her yeni yönetim modelinin, bir

öncekinin performansına kıyasla, teknik düzeyde analiz edildiğinin, hiç bir siyasal

kritere göndermede bulunulmadığının altı çizildi. Neo-liberalizmin toplumsal

teknolojilerinin maddiliğini tasvir etmenin bedelinin, araştırma kriterlerini teknik

düzeye hapsetmesi, siyasal kriterler denklemin dışında bırakması olduğu netleştirildi.

Üstelik, Foucault’nun yönetimsellik serüveninin, bu çalışmalar ekseninde, idealist bir

şemaya, uzmanların yönetim hedeflerinin nasıl gerçekleştirdiklerini ortaya koyan bir

anlatıya dönüştüğü, yönetimsellik çalışmalarının kuramsal nesnesinin, ‘yönetim

mentaliteleri’nin (mentalities of rule) tasvir edilmesine ve metin analizlerine

indirgenerek, yönetim rasyonalitelerini olduklarından daha bütünlüklü, düzenli bir

formda resmettiklerine de işaret edildi. Programlayıcıların/uzmanların yönetim

vizyonuna yerleşerek, çatışma ve direnişleri, programların başarısızlığının sonuçları

olarak değerlendirilmesi sonucunu yaratan bu eğilim, Foucault’nun direnişe verdiği

kurucu rolün görmezden gelinmesi yanında, giderek, liberalizme ve hatta neo-

liberalizme hayran oldukları izlenimi yarattığına dikkat çekildi. Bu çerçevede de,

‘Yönetimsellik Okulu’nun İngiliz Ekolünün tasvirci nötrlük ile siyasal pesimizm

arasında salındığı ileri sürüldü. Bu salınımın sebeplerinden bir diğerinin ise, bu

araştırmaların, egemenlik tartışmalarını dışlamaları ile ilişkili olduğuna dikkat

çekildi.

‘Yönetimsellik Okulu’nun ikinci araştırma ekseni olarak ‘Avustralya

Ekolü’nün çalışmalarına değinildi. Avustralya Ekolü’nün ayırt edici yanının, hem

Yönetimsellik Okulu’nun çalışmalarını sistematikleştirmesi, hem bu çalışmaların

içeriden bir eleştirisini sunması, hem yönetimin baskıcı yanlarına dikkat çekmesi,

hem de ‘Yönetimsellik Okulu’nun yeni araştırma alanlarına yelken açmasına ön ayak

235
olmasından ileri geldiği vurgulandı. Foucault’nun çalışmalarındaki iktidar ilişkileri

analizlerinin heterojen yapısını, yönetim dışındaki formlarını da dikkate aldığı

vurgulandı. Foucault’nun yönetimsel üçgenini, site-yurttaş oyunu ile çoban-sürü

oyununun şeytani doğasını dikkate alan Avustralya Ekolü’nün, günümüz sosyal ve

siyasal pratiklerinin ürettiği baskıcı etkileri, bu pratiklerin yönetim sanatları

içerisindeki tarihsel gelişimini de göz önünde tutarak inceleme ve eleştirel bir analize

konu etme imkanı bulduğu ileri sürüldü. Bu sayede, günümüzün sosyal ve siyasal

pratiklerini kavramak ve eleştirmek açısından yeni gündemler geliştirmeyi

başardıklarına dikkat çekildi.

Foucault’nun yönetimsellik serüvenin yankılarının ikinci araştırma

vektörünü, Foucault’nun kavramsal çerçevesinden, risk nosyonundaki süreklilik ve

süreksizliklere istinaden refah devletinin soykütüğünü ortaya koymak üzere

faydalanan çalışmalar oluşturdu. Derli toplu bir okul oluşturacak kadar olmasa da,

Foucault ile bir dönem yakın teşrik-i mesaisi olan ve onun açtığı yoldan giden ve

bazı temaları da özelleştiren, refah devleti mantığı ve risk üstlenme biçimlerinin

değişimi ve dönüşümünü mercek altına alan bu çalışmaların, bugünü, tarihsel yapıp

etme biçimlerinin kendine özgü ifadesi olarak ele almak dolayısıyla kritik

yönelimlere sahip olduğuna işaret edildi. Foucault’yu sadece üzerinde çalışılan bir

nesne olmaktan çıkarıp, Foucault’nun kavramlarına çeşitli eksenlerde hayat veren,

Foucault’nun kavramsal hazinesinden yeni kavramsal-araçlar devşiren bir canlılıkları

olduğu ileri sürüldü.

Üçüncü olarak, devlet alanının geleneksel formülasyonlarının ötesine geçen,

küresel, ulusal ve yerel sorunsalları kontrol etmek, düzenlemek ve işletmek üzere

kullanılan stratejileri ve prosedürleri inceleyen uluslararası ilişkilerden siyasal

236
coğrafyacılara uzanan geniş bir yaklaşımlar kümesinin çalışmalarına göz atıldı. Bu

çalışmaların, bir yandan, iktidar ve yönetimin mekansallığına, diğer yandan

yönetimsellik analizlerinin Batı’nın dışındaki coğrafyalardaki açılımlarına yelken

açtığına değinildi.

Son olarak, Foucault’nun yönetimsellik serüveninin yankıları arasında,

Foucault’nun odaklandığı çeşitli temaları – biyo-iktidar, denetim ve özgürlük -

sorunsallaştıran ve derinleştiren çalışmaların argümanlarından bahsedildi.

Foucault’nun temaları ile kritik diyalog yürüten bu analizlerin, Foucault’nun sosyal

ve siyasal analizdeki yansımalarına dair verimli açılımlar sunduğu ileri sürüldü.

Foucault’nun biyo-iktidar kavrayışı ile kritik diyalog yürüten çalışmalar arasında,

Giorgio Agamben’in Homo Sacer adlı çalışması ve İtalyan Otonomistler’in çeşitli

çalışmaları sayıldı. Agamben’in, Foucault’yu özneleştirme süreçlerini araştırmakla

yetinmek dolayısıyla yirminci yüzyılın büyük totaliter devletlerinin siyasetleriyle

bağlantılandırmamakla eleştirdiği, bir başka deyişle, Foucault’nun, modern iktidarın

bireyselleştirme ve bütünselleştirme tekniklerinin bir aradalığına yaptığı

göndermeleri, yaşamın siyasallaşmasını ve bunun hayati sonuçları ile

ilişkilendirmemek dolayısıyla eksik bulduğundan bahsedildi. Ardından, İtalyan

Otonomistler’in Marx’ın ‘genel zekâ’ nosyonu ile Foucault’nun biyo-iktidar

temasının yakınlıklarından hareketle, günümüz sosyal ve siyasal pratiklerinde,

öznellik ve toplumsal ilişkilerdeki dönüşümü anlamlandırma çabalarına, Hardt ve

Negri’nin çalışmaları ekseninde değinildi.

Denetim ve özgürlük teması zemininde ise, Foucault’nun yönetimsellik

serüveni çerçevesinde de nüveleri bulunan ve Deleuze’ün geliştirdiği ‘kontrol

toplumları’ kavramsallaştırmasının sunduğu açılımlardan bahsedildi. Bu açılımların

237
karşı cephesinde ise, Foucault’nun çalışmalarında bir özgürlük ontolojisi keşfeden

Prozorov’un, Schmitt ve Foucault arasında kurduğu yakınlığın ürünü olarak

karşımıza çıkan ‘egemen özne’ kavramsallaştırmasının özgürlük teması açısından

sunabileceği katkı ve sınırlılıklara dikkat çekildi.

Yönetimsellik serüvenin, bu tez çerçevesinde ele alınan yankılarının da işaret

ettiği ancak tüketemediği üzere, Foucault’nun aramızdan ayrılmasının üzerinden

çeyrek asır geçmesine rağmen, çalışmaları, günümüzde halen canlılığını ve

güncelliğini korumaktadır. Hâlihazırda keşfedilmeyi bekleyen potansiyeller

barındıran bu çalışmaları, bir kuramın, yaklaşımın ya da alt disiplinin temeline

dönüştürmek yerine, bu çalışmalardan, sosyal ve siyasal analizde kullandığımız

temel kategoriler üzerine yeniden düşünmek için faydalanmamız, kuşkusuz,

günümüz sosyal ve siyasal düşünce ve pratiğine önemli katkılar sunar.

238
KAYNAKÇA

Agamben, Giorgio, (1998) Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, İsmail
Türkmen (çev.), 1.B., İstanbul, Ayrıntı Yayınları.

Ağaoğulları, Mehmet Ali, Köker, Levent, (1997) Tanrı Devletinden Kral-Devlete,


2.B., İstanbul, İmge Kitabevi.

Ağaoğulları, Mehmet Ali, Köker, Levent, (2000) Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı,
2.B, İstanbul, İmge Kitabevi.

Albert, Mathias, Lenco, Peter, (2008) “Introduction to the Forum—Foucault and


International Political Sociology”, International Political Sociology: IPS
Forum Contribution, C.2, S.3, ss.265–277.

Andrieu, Bernard‚ (2004) “La fin de la biopolitique chez Michel Foucault”, Le


Portique: Foucault: usages et actualités, S.13-14, ss. 1-20

Ashcraft, Richard, (1994) “Locke's political philosophy”, Cambridge Companion to


Locke, Vere Chappell (ed.), Cambridge, Cambridge University Press,
Cambridge Collections Online, 04 March 2009,
http://cco.cambridge.org/extract?id=ccol0521383714_CCOL0521383714_ro
ot, ss.226-251.

Baker, Ulus, (2005) Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme, 1.B., Ankara,
Paragraf Yayınevi.

Balibar, Etienne, (1994) Masses, Classes, Ideas: Studies on Politics and Philosophy
Before and After Marx, James Swenson (çev.), New York, Routledge.

Balibar, Etienne, (2002) “Three Concepts of Politics: Emancipation, Transformation,


Civility”, Politics and the Other Scene, Christine Jones, James Swenson,
Chris Turner (çev.), London, New York, Verso, ss.1-39.

Barret-Kriegel, Blandine, (1995) The State and the Rule of Law, Marc A. LePain,
Jeffrey C. Cohen (çev.), Princeton, New York, Princeton University Press.

Barry, Andrew, Osborne, Thomas, Rose, Nikolas (ed.) (1996), Foucault and
Political Reason: Liberalism, Neo-Liberalism and Rationalities of
Government, The University of Chicago Press.

239
Barry, Andrew, (2000) “Book Review: Mitchell Dean, Governmentality: Power and
Rule, in Modern Society”, Millennium - Journal of International Studies,
S.29, ss.200-202.

Barry, Andrew, (2001) Political Machines, Athlone.

Barry, Andrew, (2002), “The anti-political economy”, Economy and Society, C.31,
S. 2, ss. 268-284.

Barthes, Roland, (1957) Mythologies, Paris: Seuil.

Beaud, Olivier, (2003) “Egemenlik”, Siyaset Felsefesi Sözlüğü: Dictionnaire de


philosophie politique, Philippe Raynaud, Stéphane Rials (haz.), İsmail
Yerguz et. al. (çev.), 1.B., Ankara, İletişim Yayınları, ss. 271-280.

Bigo, Didier, (2000) “When Two Becomes One: Internal and External
Securitizations in Europe”, International Relations Theory and the Politics of
European Integration, M. Kelstrup, M.C. Williams (ed.) London, Routledge,
ss.171-205.

Bigo, Didier, (2002) “Security and Immigration: Toward a Critique of the


Governmentality of Unease”, Alternatives: Global, Local, Political, C. 27, ss.
63-92.

Binkley, Sam, Capetillo, Jorge (ed.), (2009) A Foucault for the 21st Century:
Governmentality, Biopolitics and Discipline in the New Millennium,
Newcastle, Cambridge Scholars Publishing.

Blanchot, Maurice, (2005) Hayalimdeki Michel Foucault, Ayşe Meral(çev.), 1.B.,


İstanbul, Kabalcı Yayınevi.

Bourdieu, Pierre, (1984) “La Mort du philosophe Michel Foucault”, Le Monde, 25


Haziran.

Brass, Paul R., (2000) “Foucault Steals Political Science”, Annual Review of
Political Science, S. 3, ss. 303-335.

Brunschwig, Jacques, (2003) “Antik Stoacılık”, Siyaset Felsefesi Sözlüğü:


Dictionnaire de philosophie politique, (Philippe Raynaud, Stéphane Rials
haz.), İsmail Yerguz (çev.), 1.B., Ankara, İletişim Yayınları, ss.79-84.

Burchell, Graham, Gordon, Colin, Miller, Peter (ed.) (1991), The Foucault Effect:
Studies in Governmentality with Two Lectures and an Interview with Michel
Foucault, Chicago: University of Chicago Press.

Burchell, Graham, (1996) “Liberal Government and the Techniques of the Self”,
Foucault and Political Reason: Liberalism, Neo-liberalism and Rationalities

240
of Government, Andrew Barry et. al. (ed.) Chicago, University of Chicago
Press, ss.19-36.

Butler, Judith, Gender Trouble: Femniism and the Subversion of Identity,

Cassirer, Ernst, (1984) Devlet Efsanesi, Necla Arat (çev.), 1.B., İstanbul, Remzi
Kitabevi.

Cooper, Melinda, (2004) “Insecure Times, Tough Decisions: The Nomos of


Neoliberalism”, Alternatives, S. 29, ss.515-534.

Crampton, Jeremy, Elden, Stuart (ed.), (2007) Space Knowledge Power: Foucault
and Geography, Aldershot, Burlington, Ashgate Publishing.

Curtis, Bruce, (2002) “Foucault on Governmentality and Population: The Impossible


Discovery”, Canadian Journal of Sociology, C.27, S.4, ss. 505-533.

Çelebi, Aykut, (2008) Devlet Toprak Egemenlik: Carl Schmitt’in Düşüncesinde


Siyasal Kavramı ve Kurucu İktidar Sorunu, Ankara, İmaj Yayınevi.

Dean, Mitchell, (1991) The Constitution of Poverty: Toward a Genealogy of Liberal


Governance, London, Routledge.

Dean, Mitchell, (1992) “A genealogy of the government of poverty”, Economy and


Society, C.21, S.3 ss. 215-251.

Dean, Mitchell, (1994) Critical and Effective Histories: Foucault’s Methods and
Historical Sociology, London, New York, Routhledge.

Dean, Mitchell, Hindess, Barry, (1998) Governing Australia: Studies in


Contemporary Rationalities of Government, Cambridge, Cambridge
University Press.

Dean, Mitchell, (1999) Governmentality: Power and Rule in Modern Society,


London, Sage Publications.

Dean, Mitchell, (2002a) “Liberal government and authoritarianism”, Economy and


Society, C. 31, S.1, ss. 37-61.

Dean, Mitchell, (2002b) “Powers of Life and Death Beyond Governmentality”,


Cultural Values, C.6, S.1-2, ss. 119-138.

Dean, Mitchell, Henmann, Paul, (2004) “Governing society today; editors’


introduction”, Alternatives: global local, political, C.29, S.5, ss. 483-494.

Dean, Mitchell, (2006) “A Political Mythology of World Order: Carl Schmitt’s


Nomos”, Theory Culture Society, C.23, S.1, ss.1-23.

241
Dean, Mitchell, (2006b) “Always Look on the Dark Side: Politics and the Meaning
of Life”, http://apsa2000.anu.edu.au/confpapers/dean.rtf

Defert, Daniel, (1991) “Popular Life and Insurance Technology”, The Foucault
Effect: Studies in Governmentality, G. Burchell, C. Gordon, P Miller(ed.),
London, Harvester/Wheatsheaf.

Deleuze, Gilles, (1986) “La Vie comme une ouvre d’art”, Le Nouvel Observateur,
Ağustos 29.

Deleuze, Gilles, (1992) “Denetim Toplumları Konusunda Bir Ek”, Ulus Baker (çev.),
http://körotonomedya.com.

Deleuze, Gilles, (2007) Foucault, Séan Hand (çev.), 7.B., Minnesota, London,
University of Minnesota Press.

Dillon, Michael, (1995) “Sovereignty and Governmentality: From the Problematics


of the 'New World Order' to the Ethical Problematic of the World Order”,
Alternatives, C. 20, S.3, ss.323-368.

Dillon, Michael, (2007) “Governing Through Contingency: The Security of


Biopolitical Governance”, Political Geography, C. 26, S.1, ss. 41-47.

Donegan, Brendan, (2006) “Governmental Regionalism: Power/Knowledge and


Neoliberal Regional Integration in Asia and Latin America”, Millennium:
Journal of International Studies, C.35, S.1, ss.23-51.

Donnelly, Michael, (1992) “On Foucault’s Uses of the Notion ‘biopower’”, Michel
Foucault: Philosopher, Timothy J. Armstrong (çev.), New York, Harvester,
Wheatsheaf, ss. 199-203.

Donzelot, Jacques, (1988) “The Promotion of the Social”, Economy and Society, C.
17, S.3, ss.398-427.

Donzelot, Jacques, (1991) “The mobilization of society”, The Foucault Effect:


Studies in Governmentality, G. Burchell, C.Gordon, P Miller (ed.), London,
Harvester/Wheatsheaf, ss.169-180.

Donzelot, Jacques, (2008) “Michel Foucault and liberal intelligence”, Economy and
Society, C.37, S.1, ss.115-134.

Donzelot, Jacques, Gordon, Colin, (2008) “Governing Liberal Societies – The


Foucault Effect in the English-speaking World”, Foucault Studies, S. 5, ss.
48-62.

Doxiadis, Kyrkos, (1997) “Foucault and the three-headed king: state, ideology and
theory as targets of critique”, Economy and Society, C.26, S. 4, ss. 518-545.

242
Dreyfus, Hubert, Rabinow, Paul (1983) Michel Foucault: Beyond Structuralism and
Hermeneutics, Chicago, University of Chicago Press.

Elden, Stuart, (2006) “Rethinking Governmentality”, Political Geography, S.26,


ss.29-33.

Elden, Stuart, (2007) “Governmentality, Calculation, Territory”, Environment and


Planning, S. 25, ss.1-19.

Eribon, Didier, (1991) Michel Foucault, Betsy Wing (çev.), Cambridge:


Massachusetts, Harvard University Press.

Escobar, Arturo, (1995). Encountering Development: The Making and Unmaking of


the Third World, Princeton, Princeton University Press.

Ewald, Francois, (1991) “Insurance and risks”, The Foucault Effect: Studies in
Governmentality, G. Burchell, C.Gordon, P Miller (ed.), London,
Harvester/Wheatsheaf, ss.197-210.

Faubion, James (ed.) (1998) Essential Works of Michel Foucault 1954-1984:


Aesthetics, Method and Epistemology (Vol.2), (çev.) Robert Hurley et al.,
New York, New Press.

Faubion, James (ed.) (2000) Essential Works of Michel Foucault 1954-1984: Power
(Vol.3), (çev.) Robert Hurley et al.,New York, New Press.

Fassin, Didier‚ (2006) “La biopolitique n’est pas une politique de la vie”, Sociologie
et Sociétés, C.38, S.2, ss. 35-48.

Flynn, Thomas, (2005) “Foucault’s Mapping of History”, The Cambridge


Companion to Foucault, 2.B., Cambridge, Cambridge University Press, ss.
29-48.

Foucault, Michel., (1979) Discipline and Punish: the Birth of the Prison, Alan
Sheridan (çev), New York, Vintage Books.

Foucault, Michel, Sennett, Richard, (1982) “Sexuality and Solitude”, Humanities in


Review, C.1, Cambridge: Cambridge University Press, ss.3-21.

Foucault, Michel, (1983) “On the Genealogy of Ethics: An Overview of Work in


Progress”, Michel Foucault: Beyond Structuralism and Herme-neutics,
Hubert L. Dreyfus, Paul Rabinow (ed.), 2.B, Chicago, IL, University of
Chicago Press.

Foucault, Michel, (1988a) “Technologies of the Self: A Seminar with Michel


Foucault”, Martin, L.H. et al. London, Tavistock, ss.16-49.

243
Foucault, Michel, (1988b) “Politics and Reason”, Michel Foucault– Politics,
Philosophy, Culture. Interviews and Other Writings 1977–1984, Kritzman, L.
D.,(ed.), Alan Sheridan (çev.)London, Routledge, ss. 57-85.

Foucault, Michel, (1993) “Ölüm Üzerine Hak ve Yaşam Üzerinde İktidar”,


Cinselliğin Tarihi 1.Cilt, Hülya Tufan (çev.), 2.B., İstanbul, Afa Yayınları, ss.
137-164.
Foucault, Michel, (1994) “The Ethic of Care for the Self as a Practice of Freedom”,
The Final Foucault, James Bernauer, David Rasmussen (ed.), Cambridge,
MA, MIT Press, ss.1-20.

Foucault, Michel, (2000a) “İki Ders”, Seçme Yazılar 1: Entelektüelin Siyasi İşlevi,
Ferda Keskin (çev.), 1.B, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, ss.86-117.

Foucault, Michel, (2000b) “Hakikat ve İktidar”, Seçme Yazılar 1: Entelektüelin


Siyasi İşlevi, Osman Akınhay (çev.), 1.B., İstanbul, Ayrıntı Yayınları, ss.59-
85.

Foucault, Michel, (2001) Ders Özetleri, Selahattin Hilav (çev.), 5.B., İstanbul, Yapı
Kredi Yayınları.

Foucault, Michel, (2003a) Toplumu Savunmak Gerekir, Şehsuvar Aktaş (çev.), 2.B,
İstanbul, Yapı Kredi yayınları.

Foucault, Michel, (2003b) “İktidarın Gözü”, Seçme Yazılar 4: İktidarın Gözü, Işık
Ergüden (çev.), 1.B., İstanbul, Ayrıntı Yayınları, ss.85-105.

Foucault, Michel, (2004a) “Nietzsche, Freud, Marx”, Seçme Yazılar 5: Felsefe


Sahnesi, Işık Ergüden (çev.), 1.B., İstanbul, Ayrıntı Yayınları, ss.46-63.

Foucault, Michel, (2004b) “Nietzsche, Soybilim, Tarih”, Seçme Yazılar 5: Felsefe


Sahnesi, Işık Ergüden (çev.), 1.B., İstanbul, Ayrıntı Yayınları, ss.230-252.

Foucault, Michel, (2004c) Sécurité, Territoire, Population. Cours au Collège de


France. 1977-1978. édition établie sous la direction de François Ewald et
Alessandro Fontana, par Michel Senellart, Paris: Hautes Etudes, Gallimard et
le Seuil.

Foucault, Michel, (2004d) Naissance de la biopolitique. Cours au Collège de France


1978-1979, édition établie sous la direction de François Ewald et Alessandro
Fontana, par Michel Senellart, Paris: Hautes Etudes, Gallimard et le Seuil.

Foucault, Michel, (2005a) “Hakikat, İktidar ve Kendilik”, Seçme Yazılar 2: Özne ve


İktidar, Osman Akınhay (çev.), 2.B., İstanbul, Ayrıntı Yayınları, ss. 98-105.

244
Foucault, Michel, (2005b) “Etiğin Soybilimi Üzerine: Sürmekte olan Çalışmaya
İlişkin bir Değerlendirme”, Seçme Yazılar 2: Özne ve İktidar, Osman
Akınhay (çev.), 2.B., İstanbul, Ayrıntı Yayınları, ss. 193-220.

Foucault, Michel, (2005c) “Aydınlanma Nedir?”, Seçme Yazılar 2: Özne ve İktidar,


Osman Akınhay (çev.), 2.B., İstanbul, Ayrıntı Yayınları, ss. 162-172.

Foucault, Michel, (2005d) “Aydınlanma Nedir?”, Seçme Yazılar 2: Özne ve İktidar,


Osman Akınhay (çev.), 2.B., İstanbul, Ayrıntı Yayınları, ss. 173-192.

Foucault, Michel, (2005e) Hermeneutics of the Subject: Lectures at the Collège de


France 1981-1982, Graham Burchell (çev.), Michel Senellart, François
Ewald ve Alessandro Fontana(ed.), Palgrave, Macmillan.

Foucault, Michel, (2005f) “Omnes et Singulatim’: Siyasi Aklın Bir Eleştirisine


Doğru”, Seçme Yazılar 2: Özne ve İktidar, Işık Ergüden ve Osman Akınhay
(çev.), 1.B., İstanbul, Ayrıntı Yayınları, ss. 25-56.

Foucault, Michel, (2005g) “Bireylerin Siyasi Teknolojisi”, Seçme Yazılar 2: Özne ve


İktidar, Işık Ergüden ve Osman Akınhay (çev.), 1.B., İstanbul, Ayrıntı
Yayınları, ss. 106-122.

Foucault, Michel, (2005h) “Özne ve İktidar”, Seçme Yazılar 2: Özne ve İktidar,


Osman Akınhay (çev.), 2.B., İstanbul, Ayrıntı Yayınları, ss. 57-82.

Foucault, Michel, (2005ı) “Siyaset ve Etik”, Seçme Yazılar 2: Özne ve İktidar,


Osman Akınhay (çev.), 2.B., İstanbul, Ayrıntı Yayınları, ss. 269-277.

Foucault, Michel, (2007) Security, Territory, Population: Lectures at the Collège de


France 1977-1978, Graham Burchell (çev.), Michel Senellart, François
Ewald ve Alessandro Fontana (ed.), Palgrave, Macmillan.

Foucault, Michel, (2008) The Birth of Biopolitics Lectures at the College de France
1978-1979, Grahan Burchell (çev.), Michel Senellart, François Ewald,
Allessandro Fontana (ed.), English series editor: Arnold J. Davidson,
Palgrave, Macmillan.

Franklin, Julian H, (2006) “Sovereignty and the mixed constitution: Bodin and his
critics”, Cambridge History of Political Thought, J.H. Burns, Mark Goldie,
2.B., Cambridge, Cambridge University Press, ss.296-323.

Fraser, Nancy, (1995) “Foucault on Modern Power: Empirical Insights and


Normative Confusions”, Michel Foucault: Critical Assessments Cilt 5, B.
Smart (ed.), London, Routledge, ss. 272-287.

245
Fraser, Nancy, (1996) “Social Justice in the Age of Identity Politics: Redistribution,
Recognition,and Participation”, The Tanner Lectures on Human Values,
Standford University, ss.1-68.

Fuggle, Sophie, (2009) “Excavating Government: Giorgio Agamben’s Archeological


Dig”, Foucault Studies, S.7, ss.81-98.

Gane, Mike, (2008) “Foucault on Governmentality and Liberalism”, Theory Culture


and Society, C.25, S.7-8, ss.353-363.

Gaus, Gerald, (2000) “Liberalism at the end of the century”, Journal of Political
Ideologies, C.5, S.2, ss. 179-199.

Gordon, Colin, (1980) “Afterword”, Michel Foucault Power/Knowledge: Selected


Interviews and Other Writings 1972-1977, Colin Gordon(ed.), Brighton,
Harvester.

Gordon, Colin, (1987) “The Soul of the Citizen: Max Weber and Michel Foucault on
Rationality and Government”, Max Weber, Rationality and Modernity, S.
Whimster, S. Lash, (ed.), London, Allen and Unwin.

Gordon, Colin, (1990) Colin Gordon, Histoire de la folie: an unknown book by


Michel Foucault, History of the Human Sciences, Vol.3, No.26.

Gordon, Colin, (1991) “Governmental Rationality: An Introduction”, The Foucault


Effect: Studies in Governmentality with Two Lectures and an Interview with
Michel Foucault, Graham Burchell, Colin Gordon, Peter Miller(ed.),
Chicago, University of Chicago Press, ss. 1-54.

Gordon, Colin, (1996) “Foucault in Britain”, Foucault and Political Reason:


Liberalism, neo-liberalism and rationalities of government, Andrew Barry,
Thomas Osborne, Nikolas Rose (eds.) Chicago, University of Chicago Press,
ss.253-270.

Goyard-Fabre, Simone, (2003) “Jean Bodin”, Siyaset Felsefesi Sözlüğü: Dictionnaire


de philosophie politique, (Philippe Raynaud, Stéphane Rials haz.), İsmail
Yerguz et. al. (çev.), 1.B., Ankara, İletişim Yayınları, ss.142-148.

Guala, Francesco, (2006) “Book Review: Naissance de la biopolitique: Cours au


College de France, 1978–1979”, Economics and Philosophy, S.22, ss.429-
439.

Gudmand-Høyer, Marius, Lopdrup Hjorth, Thomas, (2009) “Liberal Biopolitics


Reborn”, Foucault Studies, S.7, ss. 99-130.

Gutting, Gary, (2005) “Michel Foucault: A User’s Manual”, The Cambridge


Companion to Foucault, 2.B., Cambridge, Cambridge University Press.

246
Gupta, Akhil, (1998) Postcolonial Developments: Agriculture in the Making of
Modern India, Durham, N.C, Duke University Press.

Habermas, Jürgen, (1994) “Taking aim at the heart of the present: On Foucault’s
Lecture on Kant’s What is Enlightenment?”, Critique and Pwer: Recasting
the Foucault/Habermas Debate, Michael Kelly (ed.) Cambridge, Mass, MIT
Press.

Hacking, Ian, (1991) “How should we do the history of statistics?”, The Foucault
Effect: Studies in Governmentality, G. Burchell, C.Gordon, P Miller (ed.),
London, Harvester/Wheatsheaf, ss.181-196.

Hacking, Ian, (2005) Şansın Terbiye Edilişi, Mehmet Moralı(çev.), 1.B., İstanbul,
Metis Yayınları.

Hardt, Michael, Negri, Antonio, (2002) İmparatorluk, Abdullah Yılmaz(çev.), 4.B.,


İstanbul, Ayrıntı Yayınları.

Heathershaw, John, (2008) “Unpacking the Liberal Peace: The Dividing and
Merging of Peacebuilding Discourses”, Millennium: Journal of International
Studies, C. 36, S.3, ss.597-621.

Hendricks, Christina, (2008) “Foucault’s Kantian critique: Philosophy and the


present”, Philosophy & Social Criticism, C.34, S.4, ss..357–382.

Hindess, Barry, (1993) “Liberalism, Socialism and Democracy: Variations on a


governmental theme”, Economy and Society, C.22, S.3, ss. 300-313.

Hindess, Barry, (1996) Discourses of Power From Hobbes to Foucault, Cambridge,


Mass, Blackwell.

Hindess, Barry, (1997) “Politics and Governmentality”, Economy and Society, C.26,
S.2, ss. 257-272.

Hindess, Barry, (1998) “Neo-liberalism and the National Economy”, Governing


Australia, Mitchell Dean, Barry Hindess (ed.), Melbourne, Cambridge
University Press, ss.220-226.

Hindess, Barry, (2000) “Citizenship in the international management of


populations”, American Behavioralist Scientist, C.43, S.9, ss. 1486-1497.

Hindess, Barry, (2004) “Power, Government, Politics”, The Blackwell Companion to


Political Sociology. Kate Nash, Alan Scott (ed.), Blackwell Publishing,
Blackwell Reference Online, 22 June 2009,
<http://www.blackwellreference.com/subscriber/tocno de?id=g97814051226
58_chunk_g97814051226586>

247
Hobbes, Thomas, (1996) [1651] Leviathan, or the Matter, Forme, & Power of a
Common-wealth – Ecclesiasticall and Civill, J.C.A.Gaskin (ed.) New York,
Oxford University Press.

Holmes, S., (1988) “Jean Bodin: The Paradox of Sovereignty and the Privatization of
Religion”, Religion, Morality, and the Law, J.R. Pennock, J.W. Chapman
(ed.) New York, New York University Press. ss. 5–45.

Hunt, Alan, Wickham, Gary, (1994) Foucault and Law: Toward a Sociology of Law
as Governance, London, Pluto Press.

Hunter, I., (1998) “Uncivil Society: Liberal Government and the


Deconfessionalisation of Politics”, Governing Australia, M. Dean, B. Hindess
(ed.) Melbourne, Cambridge University Press.

Ivison, Duncan, (1997) The Self at Liberty: Political Argument and the Arts of
Government, Ithaca, New York, Cornell University Press.

Jaume, Lucien, (2007) “Hobbes and the Political Sources of Liberalism”, The
Cambridge Companion to Hobbes' Leviathan, Patricia Springborg,
Cambridge University Press, Cambridge Collections Online, Cambridge
University Press.10 February 2009, ss. 199-216.

Jeanpierre, Laurent‚ (2006) “Une sociologie Foucauldienne du néoliberalisme est-


elle possible?”, Sociologie et Sociétés, C.38, S.2, ss. 87-111.

Kantorowicz, Ernst H., (1997) The King’s Two Bodies: A Study in Medieval Political
Theology, Princeton, New Jersey, Princeton University Press.

Kelly, Mark, (2009a) The Political Philosophy of Michel Foucault, New York,
London, Routhledge, Taylor&Francis Group.

Kelly, Mark, (2009b) “After liberalism”, Radical Philosophy, S.153, ss. 46-49.

Kendall, Gavin, Wickham, Gary, (1999) Using Foucault's Methods, London, Sage
Publications.

Keskin, Ferda, (1997) “Foucault’da Öznellik ve Özgürlük”, Toplum ve Bilim, S.73,


ss.5-29.

Knemeyer, Franz-Ludwig, (1980) “Polizei”, Economy and Society, C.9, S.:2, ss. 172-
196.

Larner, Wendy, Walters, William, (2004a) “Globalization as Governmentality”,


Alternatives, C.29, ss.495-514.

248
Larner, Wendy ve William Walters, (2004b) Global Governmentality: Governing
international spaces, Routledge, New York.

Larmore, Charles, (2008) The Autonomy of Morality, Cambridge, Cambridge


University Press,

Lazzarato, Maurizio, (2007) “Strategies of the Political Entrepreneur”, SubStance, C.


36, S.1, ss.87-97.

Legg, Stephen, (2006) “Beyond the European Province: Foucault and


Postcolonialism” Space Knowledge, Power: Foucault and Geography,
Crampton, Jeremy, Elden, Stuart (ed.), Kent, Ashgate Publishing Ltd, ss.

Lemke, Thomas, (2001) “The Birth of Bio-politics’:Michel Foucault’s Lecture at the


Collège de France on Neo-liberal Governmentality”, Economy and Society,
C.30, S.2, ss. 190–207.
Lemke, Thomas, (2002) “Foucault, Governmentality, and Critique”, Rethinking
Marxism, C.14, S.3, ss.49-64.

Locke, John, (2003) Two Treaties of Government, Peter Laslett (ed.), 14.B.,
Cambridge, Cambridge University Press.

Macey, David, (2005) Muhalif Yaşamlar: Michel Foucault, Zeynep Okan (çev.), 1.B,
İstanbul, Güncel Yayıncılık.

Marx, Karl, (1973) Grundrisse: Foundations of the Critique of Political Economy,


Martin Nicolaus (çev.), London, Penguin.

Machiavelli, Niccolo, (1998) Prince, Peter Bondanella, Mark Musa (çev.), Viking
Press, Oxford World’s Classics, Oxford.

Machiavelli, Niccolo, (2003) Discourses on Livy, Julia Conaway Bondanella, Peter


Bondanella (çev.), Viking Press, Oxford World’s Classics, Oxford.

MacIntyre, A., (1988) Whose Justice? Which Rationality?, Notre Dame, University
of Notre Press.

Malette, Sébastien, (2008) “Review: Sergei Prozorov, Foucault, Freedom and


Sovereignty” Foucault Studies, S.5, ss.123-127.

Malherbe, Michel, (2003) “Thomas Hobbes”, Siyaset Felsefesi Sözlüğü: Dictionnaire


de philosophie politique, Philippe Raynaud, Stéphane Rials (haz.), İsmail
Yerguz et. al. (çev.), 1.B., Ankara, İletişim Yayınları, ss. 368-378.

Malthus, T. R., (1798) “An essay on the principle of population”, London, at


http://www.faculty.rsu.edu/-felwell/Theorists/Malthus/Index.htm.

249
Manent, Pierre, (2003) “Niccolo Machiavelli”, Siyaset Felsefesi Sözlüğü:
Dictionnaire de philosophie politique, Philippe Raynaud, Stéphane Rials
(haz.), İsmail Yerguz et. al. (çev.), 1.B., Ankara, İletişim Yayınları, ss. 553-
560.

McNoy, Lois, (1994) Foucault: A Critical Introduction, Oxford, Polity Press, ss. 85-
133.

Merlingen, Michael, (2006) “Foucault and World Politics: Promises and Challenges
of Extending Governmentality Theory to the European And Beyond,” C.35,
S.1, ss. 181-196.

Meuret, Denis, (1988) “A Political Genealogy of Political Economy”, Economy and


Society, Garaham Burchell (çev.) C.17, S.2, ss.225-250.

Meyet, Sylvain, Marie-Cécile Naves and Thomas Ribemont (2005) Travailler avec
Foucault: Retours sur le politique, Paris, L’Harmattan.

Miller, Peter, Rose, Nikolas (1990) “Governing economic life”, Economy and
Society, C.19, S.1, ss. 1-27.

Moss, Jeremy (ed.) (1998), The Later Foucault: Politics and Philosophy, London,
Sage Publications.

Nadesan, Majia Holmer, (2008) Governmentality, Biopower and Everyday Life, New
York, London, Routledge, Taylor&Francis Group.

Nealon, Jeffrey, (2008) Foucault Beyond Foucault, California, Standford University


Press.

Neocleous, Mark, (1998) “Policing the System of Needs Hegel Political Economy
and the police of the Market”, History of European Ideas, C.24, S.1, ss. 43-
58.

O’Malley, Pat, Weir, Lorna, Shearing, Clifford, (1997) “Governmentality, Criticism,


Politics”, Economy and Society, C.26, S.4, ss. 501-517.

Oestreich, Gerhard, (1982) Neostoicism and the early modern state, Brigtta
Oestreich, H.G. Koenigsberger (ed.), David McLintock(çev.), Cambridge,
Cambridge University Press.

Owen, David, (1995) “Genealogy as exemplary critique: reflections on Foucault and


the imagination of the political”, Economy and Society, C.24, S.4, ss. 489-
506.

Pasquino, Pasquale, (1991) “Theatrum Politicum: The Genealogy of Capital – Police


and the State of Prosperity”, The Foucault Effect: Studies in Governmentality

250
with Two Lectures and an Interview with Michel Foucault, Graham Burchell,
Colin Gordon, Peter Miller (ed.) Chicago: University of Chicago Press,
ss.105-118.

Pizzorno, Alessandro, (1992) “Foucault and the Liberal View of the Individual”,
Timothy J. Armstrong, (çev.) Michel Foucault: Philosopher, New York,
Harvester, Wheatsheaf, ss. 204-211.

Poccock, J.G.A, (1975) The Machiavellian Moment: Florentine Political Thought


and the Atlantic Political Tradition, Princeton, Princeton University Press, ss.
156-218.

Prozorov, Sergei, (2007) Foucault, Freedom and Sovereignty, Aldershot, Ashgate.

Rabinow, Paul (ed.), (1986) The Foucault Reader, Harmondsworth, Penguin.

Rabinow, Paul (ed.) (1997) Essential Works of Michel Foucault 1954-1984: Ethics:
Subjectivity and Truth (Vol.1), (çev.) Robert Hurley et al., New York, New
Press.

Rabinow, Paul, Rose, Nikolas (2003) “Thoughts on the Concept of Bio-power


Today”, Discussion Papers: Paper presented at the conference ‘Vital Politics:
Health, medicine and bioeconomics into the twenty-first century,” September
5–7, 2003, London School of Economics, ss. 1-38.

Rajhman, John, (1985) Michel Foucault: The Freedom of Philosophy, New York,
Columbia University Press.

Raynaud, Philippe, (2003) “John Locke”, Siyaset Felsefesi Sözlüğü: Dictionnaire de


philosophie politique, Philippe Raynaud, Stéphane Rials (haz.), İsmail
Yerguz et. al. (çev.), 1.B., Ankara, İletişim Yayınları, ss. 542-552.

Read, Jason‚ (2009) “A Genealogy of Homo Economicus: Neoliberalism and the


Production of Subjectivity”, Foucault Studies, S. 6, ss. 25-36.

Revel, Judith, (2006) Michel Foucault: Güncelliğin bir Ontolojisi, Kemal Atalay
(çev.), 1. B., İstanbul, Otonom Felsefe.

Rorty, Richard, (1989) Contingency, Irony, and Solidarity, Cambridge, Cambridge


University Press.

Rose, Nikolas, (1990) Governing the self, London, NewYork, Routledge.

Rose, Nikolas, Miller, Peter (1992) “Political Power Beyond the State: Problematics
of Government”, British Journal of Sociology, C.43, S.2, ss. 173-205.

251
Rose, Nikolas, (1993) “Government, authority and expertise in advanced liberalism”,
Economy and Society, C.22, S.3, 283-299.

Rose, Nikolas, (1996) “The death of the social? Re-figuring the territory of
government”, Economy and Society, C.25, S.3, ss. 327-356.

Rose, Nikolas, (1999) Powers of Freedom: Reframing Political Thought, Cambridge,


Cambridge University Press.

Rouse, Joseph, (2005) “Power/Knowledge”, The Cambridge Companion to


Foucault, Gary Gutting(ed.), 2. B., Cambridge, Cambridge University Press,
ss.95-122.

Ruelle, Charles, (2005) “Population, milieu et normes: Note sur l’enracinement


biologique de la biopolitique de Foucault”, Labyrinthe: La Biopolitique
(d’)après Michel Foucault, C. 22, S.3, ss.27-34.

Rutherford, Donald, (2006) The Cambridge Companion to Early Modern


Philosophy, Cambridge University Press, Cambridge Collections Online,
Cambridge University Press. 08 February 2009,
http://cco.cambridge.org/extract?id=ccol0521822424_CCOL0521822424_ro
ot

Sardinha, Diogo, (2005) “Le découverte de la liberté”, Labyrinthe: La Biopolitique


(d’)après Michel Foucault, C.22, S.3, ss. 89-99.

Saunders, D., (1997) Anti-lawyers: Religion and the Critics of Law and State,
London, Routledge.

Schmitt, C., (2003) [1950]) The Nomos of the Earth in the International Law of the
Jus Publicum Europaeum, New York, Telos Press.

Selby, Jan, (2007) “Engaging Foucault: Discourse, Liberal Governance and the
Limits of Foucauldian IR”, International Relations, C.21, S.3, ss.324-345.

Senellart, Michel, (2007) “Course Context”, Security, Territory, Population:


Lectures at the College de France 1977-1978, Graham Burchell (çev.),
Michel Senellart, François Ewald ve Alessandro Fontana (ed.), Palgrave,
Macmillan.

Sennett, Richard, (1999) Gözün Vicdanı: Kentin Tasarımı ve Toplumsal Yaşam, Süha
Sertabiboğlu, Can Kurultay (çev.), 1.B., İstanbul, Ayrıntı yayınları.

Sigley, Gary, (1996) "Governing Ghinese Bodies: The Significanceof Studies in the
Concept of Governmentality for the Analysis of Government in China”,
Economy and Society, C.25, S.4 (1996): 457-482.

252
Simons, Jon, (1995) Foucault & Political, London, Routledge.

Singer, Brian C.J., Weir, Lorna, (2008) “Sovereignty, Governance and the Political:
The Problematic of Foucault”, Thesis Eleven, S.94, ss.49-71.

Smith, Adam, (1976) An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of
Nations, 2 Cilt, R.H. Campbell, A. S. Skinner (ed.), London,

Spargo, Tamsin, (2000) Foucault ve Kaçıklık Kuramı, (çev.) Kaan Ökten, İstanbul,
Everest Yayınları.

Spitz, Jean Fabien, (2003) “Doğal Durum ve Toplum Sözleşmesi”, Siyaset Felsefesi
Sözlüğü: Dictionnaire de philosophie politique, Philippe Raynaud, Stéphane
Rials (haz.), İsmail Yerguz et. al. (çev.), 1.B., Ankara, İletişim Yayınları, ss.
262-269.

Stenson, Kevin, (1998) “Beyond Histories of the present”, Economy and Society,
C.27, S.4, ss.333-352.

Taylor, Charles, (1984) “Foucault on Freedom and Truth”, Political Theory, C.12, S.
2, ss.152-183.

Taylor, Charles, (1985) Philosophical Papers 1: Human Agency and Language,


Cambridge, Cambridge University Press.

Tellmann, Ute, (2009) “Foucault and the Invisible Economy”, Foucault Studies, S.6,
ss. 5-24.

Thierney, Thomas, (2008) “Review Essay: Michel Foucault, Security, Territory,


Population: Lectures at the Collège de France, 1977-78”, Foucault Studies, S.
5, ss. 90-100.

Tribe, Keith, (1995) Strategies of Economic Order: German Economic Discourse,


1750-1950, Cambridge, New York, Cambridge University Press.

Tully, James, (1993) An Approach to Political Philosophy: Locke in Context,


Cambridge, Cambridge University Press.

Valverde, Mariana, (2007) “Geneaologies of European States: Foucauldian


reflections”, Economy and Society, C.36, S.1, ss.159-178.

Vanberg, Viktor J., (2004) “The Freiburg School: Walter Eucken and
Ordoliberalism”, Freiburger Discussionpapers on Constitutional Economics,
C.4, S.11, ss.1-21.

Van Gelderen, Martin, (2002) “Aristotelians, Monarchomachs and Republicans:


Sovereignty and respublica mixta in Dutch and German Political

253
Thought,1580–1650”, Republicanism A Shared European Heritage, volume
1: Republicanism and Constitutionalism in Early Modern Europe, Martin van
Gelderen, Quentin Skinner (ed.), Cambridge, Cambridge University Press, ss.
195-218.

Van Overtveldt, Johan, (2007) The Chicago School: How The University Of Chicago
Assembled The Thinkers Who Revolutionized Economics And Business,
Chicago, IL, Ashgate.

Veyne, Paul, (1997) “Foucault Revolutionizes History”, Foucault and His


Interlocutors, A. I. Davidson(ed.), Chicago, University of Chicago.

Virno, Paolo, (1996) “Notes on the General Intellect”, Marxism beyond Marxism,
Saree Makdisi, Cesare Casarino, Rebecca E. Karl (ed.), New York,
Routledge.

Walter, Ryan, (2008) “Governmentality accounts of economy: a liberal bias?”,


Economy and Society, C.37, S.1, ss. 94-114.

Walters, William, (1994) “The discovery of unemployment”, Economy and Society,


C.23, S.3 ss. 265-290.

Walters, William, (1999) “Decentring the Economy”, Economy and Society, C.28,
S.2, ss. 312-323.

Walters, William, Haahr, Jens Henrik, (2005) Governing Europe: Discourse,


Governmentality and European Integration, New York, Routledge.

Walzer, Michael, (1983) Spheres of Justice, Basic Books.

Walzer, Michael, (1986) “The Politics of Michel Foucault”, Foucault: A Critical


Reader, D.C. Hoy (ed.), Oxford: Basil Blackwell.

Weidner, Jason R., (2009) “Governmentality, Capitalism, and Subjectivity”, Global


Society, C.23, S. 4, ss. 387-411.

Weiler, G., (1994) From Absolutism to Totalitarianism: Carl Schmitt on Thomas


Hobbes, Durango, CO, Hollowbrook.

Wickham, Gary, (2008) “The social must be limited: Some problems with Foucault's
approach to modern positive power”, Journal of Sociology, C.44, S.1, ss.29-
44.

254
ÖZ

Yalta Yandaş, Özge


Michel Foucault’nun Yönetimsellik Serüveni
Doktora Tezi, 254 s.
Danışman: Prof. Dr. Aykut Çelebi

Bu tez, Michel Foucault’nun yönetimsellik serüveninin, sosyal ve siyasal


analizde kullandığımız kategorilerin kendinden menkullüğünün çeşitli
biçimlerine meydan okumak üzere, nasıl bir düşünüme davet çıkardığını
incelemesi yanında, bu daveti takip eden çalışmaların, bu serüveninin çok-
boyutlu kavramsal hazinesinden ne gibi eksenlerde faydalandığını inceler. Bu
çalışma, bahsi geçen düşünümün, sadece, refah devletinin çöküşe ve neo-
liberalizmin yükselişe geçtiği tarihsel-siyasal dönemece dair elverişli bir araç
seti sunmadığını, bu yöndeki katkıları yanında, çeşitli süreksizliklere sahip
olmakla beraber, 16.yüzyıldan 19.yüzyıla uzanan tarihe ve bu tarihin siyasetine
dair önemli açılımlar sunduğunu ileri sürer.
Foucault’nun yönetimsellik serüveninin sosyal ve siyasal analizdeki
yansımalarına, çeşitli araştırma eksenlerindeki yankılarına ve içersinde
barındırdığı kayıp halkalara işaret etmeyi hedefleyen bu tez, beş bölümden
oluşur. Giriş kısmı, teze ve bölümlere dair genel bir bakış sunar. İkinci ve
Üçüncü Bölümler, “devletin yönetimselleşmesi” sürecine, Dördüncü Bölüm
“yönetimin yönetimselleşmesi” temasına odaklanır. Beşinci Bölüm ise, Michel
Foucault’nun yönetimsellik serüveninin sunduğu çok-boyutlu kavramsal
hazineden hangi araştırma eksenlerinde faydalanıldığına değinir. Son bölüm,
diğer bölümlerin ışık tuttuğu değerlendirmelere yaslanarak, tezi sonlandırır.

Anahtar Kelimeler: Michel Foucault, Yönetimsellik, Yönetim, Pastoral İktidar,


Polis, Devlet Aklı, Sivil Toplum, Ekonomi-Politik, Liberal Yönetim Sanatı, Neo-
liberalizm, Biyo-siyaset, Güvenlik, Özgürlük, Yönetimsellik Çalışmaları
ABSTRACT

Yalta Yandaş, Özge


Michel Foucault’s Adventure of Governmentality
Ph.D. Dissertation, 254 p.
Supervisor: Prof. Dr. Aykut Çelebi

This dissertation examines not only the reflection that Michel Foucault’s
adventure of governmentality invites us to for challenging various forms of
taken-for-granted categories we employ in social and political analysis, but also
the axes on which its multi-dimensional conceptual treasury has been projected.
This study argues that such reflection provides a convenient toolkit not only for
understanding the historical-political curve when the collapse of welfare state
and the rise of neo-liberalism have commenced, but also - despite its various
intermittences – has significant implications for the history and politics of 16th
to 19th centuries.
This dissertation, which intends to indicate not only to the reflections of
Foucault’s adventure of governmentality on social and political analysis, but
also its various echoes and missing links, consists of five chapters. Introduction
provides an overview of the thesis and chapters. Second and third chapters
dwell upon the process of the “governmentalization of state”, while fourth
chapter focuses on the theme of “governmentalization of government”. Fifth
chapter analyzes various research axes on which the conceptual treasury
presented by Michel Foucault’s adventure of governmentality has been
projected. Last Chapter, in light of thus far has been discussed, concludes the
dissertation.

Key Words: Michel Foucault, Governmentality, Government, Pastoral Power,


Polis, Reason of State, Civil Society, Political Economy, Liberal Art of
Government, Neo-liberalism, Bio-Politics, Security, Freedom, Governmentality
Studies

You might also like