You are on page 1of 137

GURABA MECMUASI

5. SAYI
Pazarlıksız ve takıntısız bir mü’min olmak
Pazarlıksız ve takıntısız bir mü’min olmak… İşte bütün me’s ele…

İmanını ve İslam’ını pazarlık mevzu yapmak günümüzün sözüm ona müminlerinin neredeyse
hemen hepsinin siyasetlerinin esası ve dayanağı olmuştur. Şunların kazanmak istedikleri şeyler
için verebilecekleri bedeller birkaç çeşittir.

Verecekleri sözü edilen bu bedel, yahud bedeller, ya dünyalık veya dinden ve namustan olacaktır.

Alınmak istenen dünyalık ise, o ödenecek bedele ya denk olacaktır veya olmayacaktır. Denk ise,
bu iş ahmaklıktır.

Denk değilse, alınmak istenecek şeyler, ya fazla veya az olacaktır. Az ise, zararı yok; karı vardır,
olabilir. Çok ise, bu da bir dîvâneliktir.

Verilecek şey, şayet dinden veya namustan ise, alınmak istenen şey ya dünya veya Âhiret
menfaatidir. Dünya menfaati ise, bu, Mü’mine göre hiçbir şekilde olamayacak bir şeydir. Dünyalık
değilse, ya din veya namus meselesidir.

Namus mes’elesi ise, bu -telafisi olamayacağından- asla caiz değildir. Eğer verilecek olan dinden
ise, bu da ya alınması hedeflenen şeye denktir veya değildir.

Denk ise, böylesi bir mübâdele dince asla caiz olamaz; kazanılan bir şey yoktur. Denk değilse, ya
azdır veya çoktur. Verilecek olan şey, alınmak istenenden çok ise, bu da aynı şekilde asla caiz
değildir. Gözden çıkarılan bedel, kazanılmak istenen dini menfaatten az ise, şu elde edilmesi
hedeflenen menfaatin hâsıl olması ya kesindir veya değildir. Kesin değilse, vehmedilen veya
zannedilen bir kâr için kat’î bir dînî menfaat asla fedâ edilemez.

Kesin ise, kazanılmak istenen şeyin bir başka yolla tahsili, ya mümkindir ya değildir. Mümkin
değilse, bu imkansızlık ya kesindir ya değildir. mümkin ise, bu imkân, ya kesindir veya
muhtemeldir. İhtimâlli ise, yine caiz değildir; mekruhtur. Kat’î ve müteayyin ise, hiçbir şekilde caiz
değildir. Verilecek bedele göre hüküm alır. Yani ya mekrûh veya haram olur. Düşünce ve zihniyet
haline çevrildiğinde ise, iş akideleşeceğinden bidat ve kat’î bir haram olur.

Başka bir yolla tahsîli mümkin değilse, bu imkânsızlık ya mevhûm veya maznûn veyahut da
kat’îdir. Maznûn veya mevhûm ise, bu da caiz değildir. Kat’î ise, bu verilecek bedel ya imandan
olur veya olmaz da amellerden olur. Îmandan ise, ortada ya mülcî bir ikrâh/zorlama vardır veya
yoktur. Mülcî bir zorlama yoksa, bu asla caiz değildir; kişi kâfir olur. Mülci bir zorlama varsa, bu,
-Kalbiyle mütmain olmak şartıyla- sadece caizdir… Verilecek bedel, amelden ise, amelden
fedakarlık yapmak vâcib olur.

Şu tahlîlilin/analizin her bir maddesi için sayfalarca îzâha ihtiyaç vardır.

Sonra, yukarıda sözü geçen şartların doğru tesbîti için lüzûmlu olacak akıl, idrâk, firâset, Allah
korkusu, ilim ve irtibâtsızlık kimde ne kadar ve nasıl bulunacak da doğru netice elde edilecek?
Hal böyle olmasına rağmen, günümüzdeki çok akıllı, dâhî ve bir o kadar da pragmatik/faydacı
mü’minleri akıl almaz bir lâubâlîlik içinde görmekteyiz. Artist olmanın rejisörün odasından
geçtiğini gören veya bu “realite” kendisine gösterilen artist olma meraklısı sözüm ona
müminlerin, güya din nâmına artık pazarlamadıkları, satmadıkları, hatta hibe etmedikleri şey
neredeyse kalmadı. Bu hengâmede işi münferid mübâdeleyle ile sınırlı tutmayıp âdetâ
sektörleştirdiler. Hattâ iş ve hareketlerini bizzat kendilerine düşman olanların ama kendilerinin
bir türlü düşman göremediklerinin şemsiyeleri altında, onların yardım ve lütuflarıyla yürütmeyi
temel bir siyaset ve strateji haline getirdiler.

Küfür cebhesinden yardım isteme ve yardım almanın fıkhını/İslâmî hükmünü öğrenmeye bile
lüzum görmediler. Kâfirlerden istenecek, alınacak yardımın, müminlere karşı kullanılmasının,
hiçbir âlime göre hiçbir şekilde caiz olmadığını, kâfirlere karşı kullanılmasının ise, belli şartlar
bulundurmadıkça yine de kesin ve söz birliğiyle caiz olmadığını, şartlar bulunduğu takdirde de
mes’elenin câizliğinin ihtilâflı olduğunu hesâba bile katmadılar. İstedikleri ve aldıkları yardımı hep
hep mü’minlere karşı kullanılmak üzere istediler ve aldılar. Kendilerine imdâd edenler, bu gücü
kâfire karşı kullanmaları için vermemişlerdi; mü’minleri yok etmek için vermişlerdi.

 Yapılan ikazlar karşısında ya kulak tıkadılar veya sessiz ve sağır oldular, veyahutta işi nefsânî
ithâm ve şirretliğe döktüler. Îcâbını yerine getirmek gibi bir niyete hiçbir şekilde sahib
olmayacaklarını açıkça sergilediler.

İş, cehalet ve gaflet sınırlarını aşıp nihâyet geldi hıyanet noktasına dayandı.

Açık bir nümune olması bakımından bu hususta bir takım tarihi şahsiyetleri bahis mevzuu etmek
istiyoruz. Bunlardan birisi, Meşhur Rus romancı Tolstoy’un Hacı Murad’ını okuyanlarımız elbette
vardır. Geçenlerde cumhuriyet öncesi dönemde yayınlanan Ceride-İ Sûfiyye isimli mecmûanın
sayfalarını karıştırırken, i’lân sahîfesinde bir çok şeyin yanında bil hassa iki şey dikkatimizi çekti.
Birincisi, Tolstoy‘un bu Hacı Murad isimli romanının i’lânı veyahud bugünkü ifâdeyle reklâmı,
ikincisi de Alman bankalarının reklâmı. Reklam sayfası deyip geçmeyin şahsen bizim dikkatimizi
çok çeker. Onlar, hitâb ettikleri kesimin meyil ve rağbetlerinin aynısıdırlar.

Hacı Murad ileri gelen bir dini liderdir. Çevresi ve mürîdleri vardır. Çeçen cephesinin Şâmil’den
sonraki ikinci adamı bir komutandır. Nefsani, belki de kendine göre dînî düşünceleri ön plana
çıkarması sebebiyle, onlarca sene muhârebe verdiği Ruslarla beraber olduğu, onların
himâyesinde İslam orduları komutanı Şeyh Şâmil’e ve Çeçen müminlere karşı mücadele vermeye
başladı. Nihâyet Ruslardan aradığı ve beklediği desteği bulamadı.  Bunun için İslam ordusuna
karşı vermeyi planladığı mücadeleyi Ruslardan ayrı bir şekilde yürütmek istedi. Âkıbet, oyunun
perdesini kelle vererek noktaladı. O, işte böyle bir zavallı…

Küfür cebhesinin himayesinin, İslâm’a ve Müslümanlara karşı mücâdele verme hainliği ve


alçaklığının O’nun için dünya ve ahiret kepazelik ve rezilliği olduğunu düşünemedi. O, yükselmeyi,
kendince Ruslarla beraber Mü’minlere karşı mücâdele vermekte gördü. Görünürde öyle de
olabilirdi. Ama her hâl ü kârda bunu -koca Şâir’in ifâdesiyle-tabana alçaldıkça yükselmek,
zannettiğini fark edemedi.
Belki fark etti ama adl-i ilâhî ve hikmet-i ilâhiyye beraberce önünü kesti de îcâbını yerine
getiremedi. O, işte bu kadar beyinsizleşebilen ve körleşebilen, ihtiraslarının güçlü narkozlarıyla
uyanmamacasına uykuya dalan bir talihsiz...

Hacı Murad ne bir ilkti ne de sondu. Ondan önce de -bağışlayın- it sürüsü kadar nice Hacı
Muradlar gelmiş geçmişti ama hiç birisi tarihe iyi bir not düşememiş, aksine alçaklığın ve rezilliğin
her dönemde bayraktarı olmuşlardı. Hem, bu hikâye, ibretlik bir manzaraydı; ama şaşılacak ve
garibsenecek bir şey değildi.

Müminler, Kur’an’daki “kendisine ayetler verildiği halde onlardan sıyrılan, şeytana uyan ve
azgınlaşan” kimsenin hikayesini nice kez okumuşlardır. Ayetinde Mevlâ Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz (halde), onlardan soyunarak şeytana
uyan kimsenin çok mühim haberini oku. O bu işiyle azgınlardan oldu.”[1]

Bu “âyetler” şübhesiz bir peyğambere verilen âyetler değildi. Çünkü peygamberler ma’sûmdur.
Onlar, “ayetler”den soyulmaz ve şeytâna uyup azgınlardan olmaz. Öyleyse bu adam önceleri
kerâmet ehli bir büyük velî idi. Tefsîr rivâyetlerine göre bu sapıtma öyle kolay olmamıştı. Teklîf
edilen dünyalıklar karşısında bir hayli direnmişti. Ama nihâyet dünyalık karşısındaki imtihanı
kaybetmiş, olanlar olmuştu.

İslâm tarihine bakarsak buna benzer birçok hazin tabloyla karşılaşırız.

     Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in Âhiret’e göçmesinden sonra vukûa gelen dinden
dönme hareketlerini İslâm Târîhinden okuyor ve biliyoruz. Bunlar Efendimiz sallallahu aleyhi ve
sellem’e iman eden ve Sahâbe’den olan kimselerdi. Sonunda dînden döndüler ve Hazret-i Sıddîk
onlarla harb etti.

    Ayyâş Abbâsî Pâdişahı’nın Şiî vezîri Alkamî’nin mâcerası da bir başka ibretlik manzara… Padişah
olmak sevdası ve padişah yapılmak va’diyle, Hülâgü ile işbirliği yapması ve netîcede Ümmetin
başına açtığı ğaileleler cidden hüzün verici kahredici mahiyetteydi. Bir ihtiras uğruna bir rivayette
yüz bine diğer bir rivayete göre ise bir milyona yakın müslümanın katline yardım etmesi sonra da
“hainlerin –bir şeyler elde etseler de- nihâî hedeflerine varamayacağı” kanunu îcâbı çuvala
konulup atlara çiğnetilmesi ve gebertilmesi yine ibret verici bir hadisedir.

Öyle ya, hainleri, sırtlarını dayadıkları kimseler sonuna kadar baş tacı edecek değillerdi… Kendine
işbirliği ettiklerinden daha yakın olan insanlara hainlik edecek kadar alçalabilen ve
şerefsizleşebilen bir kimse, namına hainlik ettiklerine de bir gün fırsatı bulduklarında hainlik
edebilirlerdi. Nesine güvenilecekti. İşi bitince işi bitirilip bağışlayınız bir taharet bezi gibi çöplüğe
fırlatılmalıydı. Veya daha büyük hizmetlere adım atmaktan başka çaresi kalmayacak şekilde
tazyîk/baskı altında tutulmalı ve yeni istenilene mecbur edilmeliydi. Bu yol sıradan bir yol
olmayıp mecburi istikametti. Kendini düşman bilen otoriteyle işbirliği edip ona iş yaptırmak
Mafyaya iş yaptırmaya benzerdi. Belli işlerini belki gördürürdü, ama iş orada bitmezdi. Faturası
ağır olurdu.

Çok büyük ihtimalle yok edilme pahasına tevbe imkanı dahi kalmışsa bile, bu hayli zor zayıf bir
ihtimalden başka bir şey değildi.
Cumhuriyet öncesi o meşhûr İslamcı ve Şeriat yanlılarının, gelişen şartlara göre İslâm’ı
“güncelleştirmek” yani güne uydurmak isteyen ictihâd yanlısı eski hâli imkânsız görüp yepyeni bir
hâl peşinde olanların hemen hemen hepsinin cumhuriyet sonrasında yönü değişen rüzgarlara
göre nasıl birer Şerî’at düşmanı kesildiklerini basit bir tarih bilgisi olanlar elbette bilirler. O
“İttihâd-ı İslâm” isimli eseriyle ve “ictihâd” merakıyla meşhûr Celâl Nurileri… Taklîd düşmânlığı ve
harâretli ictihâd taraftarı Seyit beyleri… İlm-i Kelâm’da, İslâm Târîh’inde ve başka fenlerde zirveye
tırmanmış, Felsefe-i Ûlâ gibi değerli eserin sâhibi M. Şemseddinleri… Dârü’l-Fünûn Tasavvuf
Müderrisi Mehmed Ali Aynîleri, İzmirli İsmâil Hakkıları, Kâmil Mîrâsları… Bütün bunları ve
benzerlerini bir göz önüne getirelim. Hayat seyirlerine şöyle bir bakalım. “Yüksek Makâm”ca
Tefsîr yazmakla vazifelendirilen “Büyük Müfessir”in -Osman Yüksel Serdengeçti’nin şehâdetine
göre- hacca gitmek için İnönü’den izin istemesini, izin çıkmadığı için de Hacc’a gitmediğini, ömrü
bir dahaki seneye de varmadan öte tarafa göçtüğünü bir göz önüne getirin. Ömrünü zorbalara
yağcılık yapmakla tüketen 16 ciltlik büyük Osmanlıca Kur’an Tefsîri’nin sahibi başka bir zatı şöyle
bir düşünün… Dâru’l-Fünûn müderrislerinin Türkçe ibadete fetva vermelerini Şeyh Safvet Efendi
gibi ilimde de üstün yerlere varmış bazı büyük şeyhlerin hilâfetin ilgası için bütün gücüyle
çalıştıklarını bir hayâl edin… Ürkmemek,  ürpermemek, korkmamak ve  ‫ َر َّب َنا الَ ُت ِز ْغ قُلُو َب َنا‬  şeklinde
düâ etmemek elde değildir. İman kimseye Japon yapıştırıcısı ile yapıştırılmamış veya yirmilik
çiviyle perçinlenmemiş yahut da çözülmesi imkansız haline gelmiş bir vida ile vidalanmamıştır.

İkinci i’lân’a/reklama gelince… Şu Ceride-i Sûfiyye mecmuası zamanın Tasavvuf büyüklerinin yazı
yazdığı ve tasavvuf severlerinin alıp okudukları, içinde fâideli makâlelerin de bulunduğu bir
mecmua idi. Onda yazı yazanların çoğu o zamanın tekke şeyhleri idi. Böyle bir mecmuada banka
reklamı yer alabiliyor ve faizli muamele teşvîk edilebiliyordu. Ne acîb bir şey değil mi?!..
Büyüklerimizin Ahirete intikal etmiş büyüğü bir büyük zâtın “Evladım bu dini ….lar ve ….ler yıktı”
şeklindeki dehşetli sözünü te’yîd eder mahiyette bir manzara… Bu reklamı ibretle okurken
hayalen bir sene evveline gittik. Seher vaktiydi. Evin balkonundan bir ara nasılsa caddeye
bakmıştık. Karşımızdaki sitenin dibinde bir karpuz kamyonu vardı. Karpuzlar bir örtü ile
kapatılmıştı. Sâhibi muhtemelen emîn yerde olduğu düşüncesiyle rahat bir şekilde uyuyordu.
Çünki ne de olsa bekçisi olan bir sitenin dibindeydi. Bir de ne görelim ki, sitenin bekçisi
kamyondan karpuz çalıyordu. Ne garip değil mi? Bekçi hırsızdı. Yahut hırsız bekçiydi. Bunun çaresi
ne olabilirdi ki? Çok büyük ihtimâlle bunun çâresi yoktu…

 Beri yanda da bilhassa siyâsî, iktisâdî, tâ’lîm-terbiye/öğretim ve eğitim işlerine Allah’ı karıştırmak
istemeyen, isteyenleri de hiçbir şekilde affetmeyip şiddetle cezâlandıran otoritelerin kimilerince
İslâm’ı öğretmek ve yaşatmak için, kimilerine göre de İslâm’ı ve Müslümanları zabt u rabt altına
almak, kayıd dışı bırakmamak için vazîfelendirdiği memurlar… Fark eden ne? Yukarıdaki basit
birer site bekçisi, bunlarsa din bekçileri makam ve mevkiinde görülen zevât... Evet, Onlar da
hırsız… Hem de din ve iman hırsızları… Hadîsde “en berbâd hırsız namazından çalan hirsızdır”
deniliyor. Bir kimse kendinin amelini eksik yaptığı için hırsız oluyorsa, bütün bir Ümmet’in
îmânından çalanlar nasıl bir hırsız olurlar; ne dersiniz?  Evet, din bekçileri hırsız veya hain
olurlarsa bu iş burada biter. Başka maddelerin kokması ve kokuşmasına mani olacak olan tuz da
kokarsa, geriye yapacak ne kalır ki… Çare?... Görülmeyecek bir yere atılmaktan yahud bir daha
çıkmamacasına uzak bir yere gömülmekten başka ne çare olabilir?.. Biz başka bir çâre bilmiyoruz.
Dünyalıklar uğruna ehl-i küfrün zâlim avcılığına soyunan ömrü boyu Müslüman avlamakla
sahiblerine yaramaya çabalayan alçaklar için yaşasın cehennem…

Böylesi bir tehlikeli hal ve neticeden kurtulmanın yolu geçmiş Ehl-İ Sünnet büyüklerimizin çizdiği
yoldan yalpalanmadan dosdoğru yürümektir. Leşleri önümüzde yatanlar, bu çizginin dışına
taşanlar, hattâ tam taşmayıp biraz gevşeklik yapanlar, hattâ bu husûsta “acaba”? diyenlerdir…

“El-lâ mezhebiyye kantaratü’l-Lâdîniyye/mezhebsizlik dinsizliğin köprüsüdür”  yani “bir ucu


dinsizlik sâhilinde olan bir köprüdür” vecîz sözünün sâhibi ne büyük bir firâset sâhibiymiş
meğer!... Vesselam…

*** *** ***

5. sayımızda anlaşılacağı üzere köklü değişiklikler yaptık. 48 sayfa çıkan mecmuamız boyut
değiştirdi ve 64 sayfaya çıktı. Okuyucularımızın isteği üzere bundan böyle dergimizi taşıma ve
muhafaza açısından daha kolay bir boyutta çıkarıyoruz.

Mecmuamızın değişik mahfillerde ses getirmeye başlaması bizleri hem sevindirmekte hem de
daha çok gayretlendirmektedir. Tamamen Ehl-i Sünnet muhtevalı bir derginin düzenli olarak her
ay çıkması ve elhamdülillah 5. sayısına ulaşması dostlarda takdir ve teşekkürlere sebep olurken,
çizgimizin muhaliflerinde panik ve üzüntü havası oluşturmakta… Bazı gruplarca dergimiz düzenli
olarak takip edilmekte ve müdellel yazılarımızdan dolayı kitlelerini kaybetmemek için tedbirler
alınmaktadır.

Hedefleri doğrutusunda hızla yolunu sürdüren mecmuamızın bu sayısında yine birbirinden


mühim makalelere yer verdik.

6. sayımızda buluşmak ümidiyle Mevlâ Teâlâ’ya emanet olun.

[1] A’raf: 175.


Kabir Ehlinden Yardım İsteyiniz” Sözü, Gerçekten Sâbit Bir
Hadîs midir?
hamdele

Bundan Sonra…

Bu mes’ele de husûsan zamanımızdaki câhil ve edebsiz neslin Allah dostlarına saldırdıkları ve


etlerini ısırıp yemeyi ma’rifet saydıkları, dolayısıyla da zehirlenip bir yana yığıldıkları ve kokuşan
leşleriyle insanları rahatsız ettikleri bir mes’ele… Bu süâli cevâblamadan önce, yine mes’eleyle
çok yakın alâkası bulunması sebebiyle bilhassa beş noktanın açıklık kazanması îcâb eder:

--------------------------------------------

Birinci Nokta

Rü’yâ, Keşif ve İlhâm Yolu İle Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’den Hadîs Alınabilir mi?

--------------------------------------------

Rü’yâ, Keşif ve ilhâm yolu ile Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’den hadîs alınabilir, diyen
birçok hadîs, fıkıh ve akâid âlimi vardır. Bu keşif ile elde edilen hadîsler, hadîs kitâblarındaki
senedli hadîsler ise, onları te’yîd ve takviye etmiş olurlar; değilse, diğer Şer’î delîllerin sırları,
îzâhları ve tefsîrleri mesâbesinde sayılırlar. Onlardan artık şeyler olmazlar. Bir nevi Kıyâs gibi
olurlar. Yani hüküm isbât eden değil,  var olan, fakat her yanıyla değilse de bir veya birkaç yanıyla
gizli kalan hükmü ortaya çıkaran mâhiyyetde olurlar.

Kabirlerdekinden yardım isteyin sözünün, kabir ziyâreti ve tevessül hadîslerinin, sırlarına,


îzâhlarına ve tefsîrlerine dâir, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından bazı yakîn dostlarına
bildirilen bir hadîs olma ihtimâli de vardır. Meselâ, Bilal b. Haris’in,[1] Osman b. Huneyf’ın
öğrettiği kişi’nin,[2] Taberânî, Ebû Bekr b. Mukri’, Ebû’ş-Şeyh’in[3] ile Utbî’nin haber verdiği
bedevî’nin[4] yaptıkları gibi yapın, denilmiş olabilir. Onlar da ölüden bir çeşit yardım istemişlerdi
ve istedikleri yardımı görmüşlerdi. Bunda ard niyyetli olmayan akıllı ilim sâhibleri için inkârı
gerektirecek hiç bir yan yoktur.

--------------------------------------------

İkinci Nokta

Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’i Ölümünden Sonra Uyanık İken Görebilir miyiz?

--------------------------------------------

Muhaddis, Hâfız, fakîh, (birçoklarına göre de) müctehid olan İmâm Celâleddîn es-Süyûtî bu
husûstaki risâlesinde hulâsa olarak şöyle diyor:

Hâl sâhiblerinin, ölümünden sonra Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i uyanıkken görmeleri,
hakkında bana çokça soru soruldu. İlimde (sağlam basan ve doğruya giden) ayağı olmayan
zamane ehlinden bir taife bunu inkârda ileri gittiler, garibsediler ve imkânsız buldular. Bu yüzden
bu risâleyi yazdım ve ona, Tenvîru’l-Halek Fî İmkâni Ru’yeti’n-Nebiyyi ve’l-Melek[5] ismini verdim.
Bu husûsta sahîh hadîslere tutundum.

 Buhârî,[6] Müslim[7] ve Ebû Dâvud,[8] Ebû Hureyre radıyellahu anhu'dan Resûlüllah sallallâhu
aleyhi ve sellem’in şöyle buyurdu(ğunu) söylediğini rivâyet ettiler:

“Beni rü'yâda gören uyanıkken de görecektir. Zîrâ şeytân benim kılığıma giremez.”[9]

Bu rivâyetin benzerini, Dârimî ve Taberânî de rivâyet ettiler.

Âlimler, Beni uyanık iken de görecektir, sözünün ma'nâsında ilim sâhiblerinin değişik görüşlerinin
olduğunu söylemişlerdir.

Kimileri, bu söz, Beni Kıyâmet'te de görecektir, ma'nâsındadır, demişlerse de buna i'tirâz edilmiş
ve böyle bir sınırlandırmada fayda yoktur. Zîra, Ümmet’in tamamı, rü'yâda gören ve
görmeyenlerin hepsi, Kıyâmet’te onu görecektir, denilmiştir.

 Kimileri, Ona îmân edip de O’ndan uzakta olduğu için O’nu göremeyenlerin, rü'yâsında
gördüklerinden dolayı ölmeden evvel O’nu mutlaka görecekleri müjdeleniyor, demişlerdir.

 Kimi âlimler de, hadîsi zâhiri ile almış ve te’vîl etmemişlerdir.[10] Kim onu rü'yâda görürse
uyanıkken de görür, yani kafasındaki gözleriyle demişlerdir.

 Kimileri ise, kalb gözüyle görür demişlerdir. Bu iki görüşü, Kadı Ebû Bekr İbnü’l-Arabî anlatmıştır.

 İmâm Ebû Muhammed, İbnü Ebî Cemre, Buhârî’den seçtiği hadîsler üzerinde yazdığı şerhlerde
şöyle demiştir: Bu hadîs, O’nu rü'yâda iken görenin uyanıkken de göreceğini ifâde ediyor. Bu,
yaşadığı zamanla öldükten sonraki zamanı da içine alır mı? Yoksa yaşadığı zamanla sınırlı mıdır?
O’nu (rü'yâda) her gören için midir? Yoksa O’nun Sünnet’ine uyan, ehliyetli kimse için mi söz
konusudur? Lafız umûm/genellik ifâde ediyor. Onu husûsileştirecek delîl bulunmadan bazılarına
hâs/özel olduğunu kim iddiâ ederse, lüzûmsuz bir zorlamaya ve zorakiliğe girmiş olur.

İnsanlardan biri bu lafzın âmm/genel olabileceğini tasdîk etmedi ve aklınca ahkâm kesti; diri olan,
ölen kimseyi, dünyada diri olarak nasıl görebilir? dedi. Bu sözde iki tehlikeli yan vardır. Birincisi,
hevâdan konuşmayan, sâdık olan Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in sözünü tasdîk etmemek,
ikincisi de, kadir olan Allah celle celâlühû’nun kudretini ve kudretinin (her şeyi) âciz bırakan
(birşey) olduğunu bilmemesi.[11]

Bu kişi, Bakara sûresindeki inek kıssasını, Allah celle celâ-luhu’nun nasıl, o ölüye, ineğin bir
parçası ile vurun ve Allah ölüyü işte böyle diriltir, dediğini, İbrâhîm aleyhisselâm’ın dört kuş
hakkındaki kıssasını ve Uzeyr aleyhis-selâm’ın kıssasını sanki işitmedi. Ölüye, ineğin bir parçasını
vurmayı, onun canlanmasına, İbrâhîm aleyhisselâm’ın çağırmasını kuşların canlanmasına, ‘Uzeyr
aleyhisselâm’ın taaccübünü kendinin ve eşeğinin ölmesine, sonra da yüz sene sonunda
diriltilmelerine sebeb yapan Mevlâ Teâlâ, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in rü'yâda görülmesini
(de), uyanıkken görülmesine sebeb yapar.
 Bunu inkâr eden, velîlerin kerâmetlerini (olağanüstü iş ve hâllerini) ya kabûl eder, ya etmez. Eğer
kabûl etmeyenlerden ise, onunla konuşmaya değmez. Zîrâ O, Sünnet’in (hattâ Kur'ân’ın) açık
delîllerle ortaya koyduğunu (kerâmetin hak olduğunu) inkâr etmektedir. Eğer kerâmeti kabûl
edenlerdense, bu (uyanıkken Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’i görmek) dahî o kabîldendir.
(Kerâmet türünden birşeydir). Zîrâ, velîlere olağanüstü bir şekilde ulvî ve suflî âlemde bir çok şey
açılır. Kerâmet kabûl edilirken bu reddedilmez. (İbnü Ebî Cemre’nin sözü sona erdi.)

“Bu herkese şamildir. Kendisinde ehliyyet ve Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in Sünnet’ine uyan
kimselere has da değildir” sözünden anlatmak istediği -Allahu a’lem- şudur: Allah celle
celâlühû’nun, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in, yerine getirilmemesi imkânsız olan şerefli
va’dini, gerçekleştirmesi için, rüyâda görmüş olmakla, bir defa da olsa, va’d edilen uyanıkken
görme gerçekleşir. Sıradan insanlar için bu, çoğunlukla, ölecekken can çekişirken olur. Resûlüllah
sallallâhu aleyhi ve sellem’in va’dini gerçekleştirmek için, O’nu görmedikçe can bedenden
alınmaz. Avâmdan olmayan, havâsstan olanlara gelince, bu görebilme, onlara gayretleri ve
Sünnet’e ittibâ’ları mikda-rınca, hayâtları boyu çok veya az vâki’ olur. Sünnet’e uymayı ihmal
etmek büyük bir engeldir.

Tirmizî, Târîh’inde, Ebû Nüaym Delâilü’n-Nübüvve’de, Beyheki Delâilü’n-Nübüvve”de, Ğazâle


radıyallahu anhu’dan şöyle dediğini rivâyet ettiler: “İbn-i Husayn bize evi süpürmemizi emretti.
Hiç kimseyi görmediğimiz hâlde, es-selâmu aleykum, es-selâmu aleyküm sözünü
işitiyorduk.”  Tirmizî, bu meleklerin selâmıdır dedi.[12]

İmâm Gazalî’nin talebesi Mâlikî İmâmlarından Kadı Ebû Bekr İbnü’l-‘Arabî rahmetüllâhi aleyh
Kanûnu’t-Te’vîl isimli kitâbında şöyle diyor: Sûfiyye, “kalbin arındırılması mâsiva bağlantılarının
kopartılması, makam mal ve kendi cinsi (olan insanlar) ile içli dışlı olma türünden olan sebeblerin
maddelerinin kesilmesi husûslarında, insanın nefsi tertemiz olunca, devamlı bir ilim, sürekli bir
amel, Allah celle celâluhu’ya bütünüyle yönelme hâsıl olunca, kalbler O’na açılır, (böylece o)
melekleri görür ve sözlerini işitir. Nebîlerin aleyhi-musselâm rûhlarını görür ve sözlerini iştir”
diyor. Sonra İbnü’l-‘Arabî rahimehullah,  kendinden olarak şöyle dedi: Nebîlerin ve meleklerin
görülmesi ve sözlerinin işitilmesi, mü'mine kerâmet, kâfire de ukûbet (azâb/istidrâc) olarak
mümkindir.[13]

İzz İbn-i Abdisselâm, el-Kavâidü’l-Kübrâ’da şöyle diyor: İbn-i Hâcc, el Medhal’de şöyle dedi:
(Ölümünden sonra), uyanık iken, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellemi’n görülmesi dar bir kapıdır
(nâdirdir). Bunun, üzerinde gerçekleşeceği kimseler çok azdır. Bu zamanda çok az bulunur. Hattâ,
çoğunlukla bu, bulunmayan vasıfta olanlara nasîb olur. Zâhiriyye âlimlerinden biri, uyanık iken,
Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in görülebileceğini inkâr etti ve bunu şu sözüyle sebeblendirdi:
“Fânî göz baki gözü göremez. Nebî sallal-lâhu aleyhi ve sellem ebedîlik yurdundadır. O’nu
gördüğü söylenen ise fânî âlemdedir.”

 Efendim Ebû Muhammed İbn-i Ebî Cemre bu müşkil noktayı çözüp ona şu cevâbı vermişti:
Mü'minler öldüklerinde Allah celle celâlühû’yu göreceklerdir. Hâlbuki O Allah celle celâlühû fânî
değildir/ölmez, fakat mü'minlerden birisi günde yetmiş kez ölür.”
 Bârizî, Tevsîku Urâ’l-İslâm isimli kitâbında demiştir ki; Beyheki, Kitâbu’l-İ’tikad’da şöyle
söylemiştir: “Nebîlerin rûhları alındıklarından sonra iade edilir ve bu sebeble onlar Rablerinin
katında şehîdler gibidirler.”

 Bârizî şöyle diyor: Zamanımızda ve geçmişteki velîlerden bir topluluktan Nebî sallallâhu aleyhi ve
sellem’i ölümünden sonra uyanıkken gördükleri işitilmiştir. Şeyh İmâm Şeyhü’l-İslâm Ebû’l-Beyân
ed-Dımeşkî şiirinde, bunu anlatıyor. Ekmelüddîn el-Bâbertî el-Hanefî, Şerhu’l-Meşârık’da, Ğazâlî
el-Munkız'da, Şeyh Safıyyuddîn ve diğerleri (başka kitâblarda), uyanıkken Nebî sallallâhu aleyhi ve
sellem’in görülebileceğini söylemişlerdir. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in vefâtında sonra diri
olduğunu, üstâz Abdulkâhır İbn-i Mansûr el-Bağdâdî ve İmâm Kurtubî, Tezkire’de söylüyor.

Kurtubî, Tezkire’de şöyle diyor: Enbiyâ aleyhimusselâm’ın ölümleri bizden ğaib olmalarına dönen
şeydir. Öyle ki, her ne kadar diri olarak mevcud iseler de, biz onları göremeyiz. Bu, meleklerdeki
hal gibidir. Zîrâ, onlar canlı olarak vardırlar ama, onları, Allah’ın biz insanlardan kerâmetine has
kıldıkları dışında hiç kimse göremez.[14]

Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in uyanıkken görülmesi, çok kere kalb iledir. Sonra iş gözle
görmeye varır. Bu iki tür görme, Ebû Bekr İbnü’l-Arabî’den nakledilmiştir. Ancak, gözle görmek
demek, insanların birbirlerini görmesi gibi değildir. O, sadece hâl ile alâkalı bir beraber oluştur,
Berzah'la ilgili bir durumdur, vicdânî bir şeydir. Hakîkatini ancak başına gelen bilir.

--------------------------------------------

Üçüncü Nokta

Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’i Öldükten Sonra, Dünyada, Uyanıkken Görmek Mümkinse, Bu
Nasıl olur?

--------------------------------------------

Nebî sallallâhu aleyhi ve selle-m’i öldükten sonra dünyâda görmek, cismi ve rûhu ile zâtını mı,
yoksa misâlini mi görmektir?

Benim gördüğüm hâl sâhibleri, misâlini görmektir, diyorlar.

Ğazâlî de bunu açıkça ifâde etti ve, murâd, cismini ve bedenini değil, aksine misâlini görmektir,
dedi... Gördüğü şekil, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in rûhu da değil, şahsı da değildir. Aksine o
(gördüğü), O’nun sallallâhu aleyhi ve sellem’in misâlidir. Tahkik bunu gerektiriyor.

Kadı Ebû Bekr İbnu’l-Arabî mes'eleyi ayırıyor ve şöyle diyor: Nebî sallallâhu aleyhi ve selem’in
bilinen sıfatlarıyla görülmesi hakîkî bir idrâktir. (Gerçekten zâtını görmektir.) Zâtının görülmesi
imkânsız değildir. Sıfatlarından başka bir şekilde görülmesi de misâlini görmektir. (İbnu’l-
Arabî’nin) bu dediği son derece güzeldir. Böyledir, çünkü, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve diğer
Nebîler aleyhi-muselâm diridirler. Öldükten sonra rûhları onlara geri çevrilir. Ve onlara
kabirlerinden çıkmağa, ulvî ve süflî mülkte (âlemde) tasarruf/iş yapma izni verilir.

Bu nakiller ve hadîslerin tamamından şu ortaya çıkmaktadır: Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem


cesedi ve rûhu ile sağken ki şekliyle diridir ve yeryüzünün her tarafında ve melekût âleminde
dilediği yere gider ve orada tasarruf eder. Ölmeden evvelki şeklindedir ve ondan hiç bir şey
değişmemiştir. O, sallallâhu aleyhi ve sellem, cesediyle canlı olmasına rağmen, meleklerin gizli
kalması gibi, gözlerden gizlenmiştir. Bu yüzden, Allah celle celâlühû, O’nu sallallâhu aleyhi
vesellem’i görme kerâmetini vermeyi dilediği kimseden perdeyi kaldırmağı murâd edince, o kişi
O’nu sallallâhu aleyhi vesellem’i bulunduğu şekliyle görür. Buna hiçbir mâni' yoktur. Misâlini
görmek ile sınırlandırmayı gerektirecek de hiç bir şey mevcûd değildir...”[15] (Tenvîru’l-Halek’den
hulâsa nakil bitti.)

İmâm Süyutî’nin bu tahkîkinde hatâ olamaz mı? Olabilir. Bunda ne Aklî, ne Şer’î, ne de âdî (âdetle
alâkalı) bir Muhâl/olamazlık yoktur. Ancak Câizliğin İmkânı/olabilirliği vukûunu/olduğunu
göstermeyeceğinden şu hatanın vâkı’ olup olmadığını bilmiyorum. Bu noktada bildiğim şeylerden
üçü şunlardır: Birincisi: Asl olan hata olmamasıdır. İkincisi, bunca büyük müfessir, muhaddis,
fakîh ve kelâmcıyı, âyetleri anlamamak, hattâ apaçık âyetleri görmemek, daha da ileri giderek
(bazı edebsizlerce) onları müşriklik ile suçlayabilmek için câhil olmak da yetmez... Bunun yanında
en hafifi ahmaklık olan bir çok menfî sıfatlara dahî sâhib olmak lâzımdır. Üçüncüsü: Te’vîlin
nassların ve akl-i selîm îcâbı olduğu yerlerdeki lüzûmlu te’vîl’i inkâr edenler, burada zâhir mânaya
mâni’ hiçbir aklî ve Şer’î sebeb yokken zâhiri terk edip te’vîle kaçıyorlar; bu bir sahtekârlık veya
tenâkuzdur.

Büyük Müfessir, Allâme Âlûsî, Rûhu’l-Meânî’sinde mes'e-leyi leh ve aleyhteki delîl ve


mülâhazalarla ele alır ve uzun uzun tahlîl eder. Bir takım tereddütleri göz ardı edemez; lâkin,
bunu haber veren büyüklerin doğru söylemediklerini diyemeyeceğini ifâde etmekle tercîhini
kabûlden yana ihsâs eder. [16]

Şâfiî hadîs âlimlerinden Buhârî Şârihi büyük muhaddis Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ isimli eserinde, Kim
nefsini bilirse Rabbini bilir, tanır, meâlindeki hadîs diye nakledile gelen sözü ele aldıkta, Hâfız
Zehebî’nin hadîs hâfızlarının terceme-i hâllerinden bahseden kitâbında tanıttığı ve lehinde ve
aleyhinde konuşmaktan kaçındığı İbn-i Arabî’den, Resûlüllah sallâl-lahu aleyhi ve sellem’den
(ölümünden sonra) vâsıtasız hadîs alınabileceğini nakleder ve buna i'tirâz da etmez. [17]

Hâfız Muhammed Murtezâ ez-Zebîdî de, el-Mu’cemu’l-Muhtass isimli eserinde bu uyanıkken


buluşmayı ve görüşmeyi kabûl ediyor.[18]

 Allâme Seyyid Abdu’l-Hâdî Necâ el-Ebyârî, (Ö:1305) İmâm Kastallânî’ye âid Buhârî Şerhi İrşâdü's-
Sârî’nin -çoğu Hadîs Usûlü’ne dâir olan- Mukaddime’si üzerine yazdığı değerli haşiyesi Neylü’l-
Emânî’de, Âlî İsnâd bahsinde şöyle diyor:

 Derim ki; Bu çeşit (Âlî isnâd’dan) musâfaha ile müselsel hadîs bana da geldi; benimle Resûlüllah
sallallâhu aleyhi ve sellem arasında sadece dört râvî vardı:

 Bu hadîsi bana, Şeyh-i Ecell/en büyük Şeyh Seyyid Ömer İbn-i Sevde el Mehdî el Meğribî, …
(şeklinde) musâfaha ederek haber verdi. O, “bana Efendim Muhammed es-Sünûsî benimle böyle
musâfaha ederek rivâyet etti” dedi. (O), “bana, Efendim Muhammed b. İdris benimle musâfaha
ederek rivâyet etti” (dedi) (O), “benimle musâfaha ederek, bana, İmâm-ı Ekber Muhyiddin b.
Arabî rivâyet etti” (dedi). (O); “benimle musfaha ederek, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem
(şöyle) buyurdu” (dedi):
 Ey Allahım! Benimle şu kardeşimi bağışla ve bizi rahmetine sok. Sen, rahmet edenlerin en çok
rahmet edenisin.

 Zikri geçen Şeyhimiz (şöyle) dedi: İbn-i İdris’in İbn-i Arabî’den rivâyeti ile, İbn-i Arabî’nin
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sel-lem’den (musâfahalaşarak) yaptığı rivâyetin ikisi de kerâmet
yoluyladır. Çünki, İbn-i İdris İbn-i Arabî ile, İbn-i Arabî de Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellemle
buluşmamıştır.

 (Şeyhimiz Şöyle) dedi: Bereketlenmek için, bu yollarla, şunlardan, husûsiyetle Sıddîkıyyet


makamından alınacak bu gibi rivâyetlerde bir zarar yoktur. Sıddîkıyyet Ehli katında bununla hadîs
rivâyeti, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in (aşağıdaki) şu sözü doğrultusunda câizdir;

Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e sığırın ve kurdun konuştuğu haber verilince ve insanlar,
sübhanellah! sığır ve kurt konuşuyor! deyince, -ki, haberleri Sahîh’tedir- O,

Ben, Ebû Bekr ve Ömer (buna) îmân ettik buyurdu. [19]

Evet, yukarıdaki (18 Nolu) dipnotta da temâs ettiğimiz gibi, İbnü Hacer, “kimi sâlih zâtlar
uyanıkken görüşmeyi  haber verdiyseler de bununun müşkil olduğunu/içinden çıkılması zor bir
şey olacağını, çünki  o takdîrde Onu görenin Sahâbî olacağını” söylemiştir. Lâkin bu ön kabûle
dayanan takdîrin nassın zâhirine mâni’ bir karîne olamayacağı açıktır.  Çünki, dayanılan Sahâbî
tâ’rîfı olabilir ki kendi hayâtıyla sınırlıdır. Her ne kadar İbn-i Hacer bu ihtimâli Hadır (Hızır)
aleyhisselâm ve ‘Isâ aleyhisselâm için de bahis mevzûu ettiyse de ve bir görüşe göre onları Sahâbî
sayıp el-Isâbe’sine koyduysa da, bu başkalarınca ne önceden ne de sonradan şleri sürülmedi.
Sürüldü veya sürüldüğü farz edilse bile bunun pratikte bir şeyi değiştirmeyecek mücerred
kabûlden öteye geçmeyeceği zâhirdir. Zîrâ bir kimsenin Sahâbî oluşu başkalarına nisbetle rivâyeti
noktasıda mühim idi. Sahâbîliği münâkaşalı olan kimselerin rivâyetleri ona göre münâkaşalıdır.
Tabî yollardan Sahâbî olmak münâkaşalı olur da buna istinâden rivâyet dahî münâkaşalı hâle
gelirse, fevkalâde/olağan üstü yollarla Sahâbî olduğu münâkaşalı olarak farzedilirse, ne olur?
Hâsılı âdî/olağan bir hâli âdet üstü bir hâle kıyâs doğru olmaz. Hâsılı bu kişi bilinen ma’nâda
Sahâbî olmaz.

Mes’eleye başka bir tarafdan bakılarak değişik ve farklı yandan bir Sahâbî olduğu söylense ne
olur, ne mahzûru olabilir? O zaman farklı bir Sahâbînin farklı bir vâsıtasız rivâyeti bahis mevzûu
olur. “Değişik” demekle rivâyetinin ahkâm-ı fıkhiyyede delîl kabûl edilmeyecek olduğunu, ama
teberrüklerde, müjdelerde, sırlarda ve fazîletlerde sâlih rü’yânın üstünde bir değer taşıyacağını
kasd-ediyoruz. İbn-i Hacer gibi bir muhaddisin rüyâda Resûlüllâh sallal-lâhu aleyhi ve sellem’den
duyduğu bir sözü mezhebinin fazîletine işâret kabûl etmesi bu dediğimizin inkârı hak eden garib
bir kanâat olmadığına yeter bir na’ziret de mi olamaz?

Hâsılı, Müfessir, Muhaddis, Fakîh ve Akâid âlimi olanlardan bir çoğuna göre, lâyık olanlar,
(ölümünden sonra) Resûlullah sallal-lâhu aleyhi ve sellem ve melekler ile uyanıkken görüşebilir.
Rü'yâ-dayken zâten ittifakla görüşebilirler. Ve, şeytân O’nun sallallâhu aleyhi ve sellem’in
sûretine giremez. Rüyâda O’nu gören hakkı görmüştür.[20]

--------------------------------------------
Dördüncü Nokta

Allah Celle Celâlühû Rüyâda Görülebilir mi?

--------------------------------------------

Evet, bir takım rivâyetlere ve onlara dayanan bazı âlimlere göre Allah celle celâluhu rü'yâda
görülebilir.

Rivâyetlerden Bir Kısmı:

Bir: “Rabbimi (rü'yâda) en güzel bir şekilde gördüm”[21]

İki: “Rabbim bana en güzel bir sûrette geldi."

Üç: “Bu gece Rabbim bana geldi...”

(Râvî) zannedersem O, “rü'yâ-da” demek istiyor, (dedi).[22]

Dört:  “Kim Rabbini rü’yâsında görürse cennete girer.”[23]

İmâm Suyûtî şöyle diyor:

Hadîsi aynı zamanda Abdürrezzak, Abd İbn-i Humeyd ve Muhammed İbnü Nasr rivâyet etmiş
olup, Ahmed İbn-i Hanbel’in râvileri, Sahîh’in râvileridir.[24]

Beş: “…Ve namazımda hafîf uyukladım, uyuklama bana ğalib geldi. Bir de ne göreyim, Rabbim
tebâreke ve teâlâ! En güzel bir sûrette…”[25]

Ahmed ‘Abdurrâmân el-Bennâ, Ahmed b. Hanbel’in Abdullâh b. ‘Abbâs radıyallâhu anhu’dan


yaptığı “Rabbim ‘azze ve celle bu gece bana en güzel bir sûrette geldi” rivâyeti münâsebetiyle
şöyle diyor: Bu rü’yâdaydı. Râvînin “zannedersem o uykudaydı” sözü bunu göstermektedir. Buna
yine Muâz radıyallâhu anhu’nun Tirmizî’deki “yalnız kaldığımda uyukladım ve (uykumda)
ağırlaştım. Birde ne göreyim!.. Rabbim!...” hadîsi de delâlet etmektedir. Lâkin İmâm Ahmed’in
ileride Muâz radıyallâhu anhu’dan gelecek olan rivâyetinde “Namazımda uyukladım. Nihâyet
uyandım. Bir de ne göreyim!.. Rabbim(i) en güzel bir şekilde (görmekteyim)…” sözü gelmiştir.
Bunun açık ma'nâsı Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in Allah’ı uyanık iken gördüğüdür. İbnü Hacer
el-Mekkî şöyle demiştir: Açığı odur ki, “hattâ isteykaztü“/”nihâyet uyandım” ifâdesi  “hattâ
isteskaltü”/”nihâyet iyice ağırlaştım, daldım” ifâdesinin tashîfi/harflerinin hatâen değiştirilmiş
hâlidir. Mahfûz olan Ahmed ve Tirmizî’nin rivâyetindeki lafızdır. (İbnü Hacer’in sözü bitti.)

Ben (Ahmed Abdurrahmân el-Bennâ) derim ki, Hâfız İbn-ü Kesîr Tefsîrinde, Muâz radıyallâhu
anhu’nun hadîsini zikrettikten sonra şöyle dedi: Muâz hadîsi meşhûr rüyâ hadîsidir. Onun
uyanıklıkta olduğunu kabûl edenler yanılmışlardır. Bu hadîs Sünen’de bir çok yolla gelmiştir. Bu
hadîs  Tirmizî’nin Cehzam b. ‘Abdillâh el-Yemâmî’den rivâyet edip “Hasen ve Sahîhdir” dediği
hadîsin aynıdır… (İbnü Kesîr’den nakil son buldu.)

Nûruddîn es-Sâbûnî (Ö:580) de[26] Hz. Ömer radıllahu anhu’dan ve birçoklarından bunun câiz ve
vâki’ olduğunu nakleder.[27]
Mühim Bir Süâl: Cisim olmayan ve şekli bulunmayan Allah celle celâlühû rü’yâda nasıl görülebilir?

Aliyyu’l-Kârî, Mişkâtü’l-Mesâbîh Şerhi olan Mirkât’tâ,[28] Ahmed Abdurrahmân el- Bennâ da


Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel’in tertîb ve şerhi olan el-Fethu’r-Rebbânî’de,[29] bunda, bir
müşkilin olmadığını, zîrâ rü'yâda şekilsiz şeylerin şekilli, şekilli şeylerin de şekilsiz bir biçimde
görülebileceğini, bundan Allah celle celâluhu’nun şeklinin olması lâzım gelmeyeceğini ifâde
ediyorlar.

Demek ki, bunlara göre Allâh bile rüyâda görülebiliyor.

Demem o ki, bir Allah dostu, ölümünden sonra Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’i rüyâda
veya uyanıkken görse, ondan bir söz işitse ve Resûlüllah sallal-lâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki,
yahud, Allah celle celâluhû’yu rü'yâda görse ve ondan bir söz işitse ve Allah celle celâlühû
buyurdu ki, dese bu sözler onlara i'timâdı olanlarca dilden dile nakledilse, bir hadîs veya hadîs-i
kudsî gibi aktarılsa, bundan bir yalan ve iftirâ lâzım gelmez. Hadîs ve akâid ilmi açısından bu
böyledir. Hüccet olup olmaması mes'elesi ise ayrı bir husûstur. Selef’den bu husûslarda birçok
rivâyetler vardır.

 Sûfiyye’nin, gerek Mevlâ Teâlâ’dan bir çeşit kudsî hadîs ve gerekse Resûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem’den hadîsi bu yollarla alabileceğini, bunca âlimin ifâdelerine dayanarak kabûl edecek
olursak, geriye, bu rivâyetlerin sıhhat dereceleri mes'elesi kalıyor.

Keşif hatâsı ihtimâli yüzünden, bu rivâyetler, elbette zann ifâde ederler.

Haber-i Vâhid’in, yani Mütevâ-tir (ve -Henefîlerin çoğuna göre de- Meşhûr) olmayan sahîh
rivâyetlerin bile Cumhûr’a göre az da olsa zann ifâde ettiğini ilim erbâbı bilir.

Bu, Haber-i Vâhid türünden olan rivâyetlerin zayıf isnâdlı olanlarının dahî her hâl ü kârda
atılmadığını, hele, tercîh bahis mevzûu olmadığında, yahud nasslarla çelişmediğinde veya zayıflık
çeşitli sebeblerle şiddetli olmadığı ve telâfisi olduğu hâllerde, veya başka nass bulunmadığı ve hiç
değilse mücerred reyden daha iyidir denilerek bunlarla müstehablığın bile sâbit olabileceğini ilim
sâhibleri bilirler. Nitekim büyük İmâm Muhakkik İbn-i Hümâm, Fethu’l-Kadîr’inde bunu açıkça
ifâde eder.[30]

 Öyleyse, Allah dostlarından gelen, isnâdsız ve vâsıtasız rivâyetler, koysunlar Sûfiler’in ve onlara
i’timâdı olanların olsun. Kur'ân’a ve Sünnet’e paralel oldukları zaman zâten asıl hüccet ve delîl
bunlar değil paralel oldukları nasslar olmuş olur ki, ortada hüccet olup olmamaları müşkili de
kalmaz. Nasslara şâhid olmaları ve onları te’yîd etmeleri de az şey değildir.

 Geriye, bunlardan nasslara hangilerinin uygun olduğu hangilerinin de uygun olmadığı mes'elesi
kalıyor ki, bu da ilim erbâbının işidir. Zamâne cazgırları ve ham Haricîler’in işi değildir...

 Bir daha tekrâr etmiş olalım ki, keşfe ilhâma ve sâlih rü'yâya istinâden, Resûlüllah sallallâhu
aleyhi ve sellem buyurdu ki.. demek, isnâdsız olduğundan O’na sallallâhu aleyhi ve sellem’e yalan
iftirâ etmek değildir.
 Hem, Kim kasden bana yalan iftirâ ederse cehennemdeki yerini hazırlasın hadîsini bu noktada
câhilce diline dolayan, İbn-i Kemâl gibi büyük âlimlere Cehennemden arsa ayıran, cehennemin
topraklarını parselleyip önüne gelene hibe eden cömert emlakçılığa soyunanlar unutmasınlar ki,
bu hadîsin palasının her iki tarafı da keskindir; hasımlarına salladıkları bu palanın arka kısımlarıyla
kendilerini de doğrayabilirler. Resûlullah sallal-lâhu aleyhi ve sellem’in demediğini dedi demek
ona yalan iftirâ oluyor da, dediğini demedi deyip inkâr etmek ne oluyor? İftira olmuyor mu?
Elbette olur. Çünki,

Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle de buyurdu:

 “Kime benden bir söz ulaşır da onu yalanlarsa, O, üç kişiyi yalanlamış olur; Allah celle
celâluhû’yu, Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’i ve onu haber vereni.”[31]

Öyleyse sâbit bir rivâyet için uydurmadır diyenler de cehennemden arsa ve köşk veyâ villâ beğen
sinler.

--------------------------------------------

Beşinci Nokta

Hadîs Âlimlerinin, Bazı Hadîslerin Uydurma Olup Olmadığında İhtilâf Etmeleri Neyi Gösterir?

--------------------------------------------

Burada, mü'minlerin, insan şeytânları tarafından şaşırtılmalarına mâni' olmak için bir suâlin
cevablandırılarak mühim bir noktanın iyice açıklık kazanması lâzımdır.

Süâl: Hadîs âlimlerinin, bazı hadîslerin uydurma hadîs olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir.
Öyleyse ikisinden, yani uydurmadır diyen ile uydurma değildir diyenden biri Resûlüllah sallallâhu
aleyhi ve sellem’e iftirâ etmiş oluyor; öyle mi?

Cevâb: Hayır, iftirâ etmiş olmaz. Çünki, şu husûs yukarıda dediğimizden ayrı bir şeydir. İctihâdla
alâkalı bir mes'eledir. Ortada kasıdlı bir isnâd yoktur. Ancak, ictihâd ehliyetine sâhib
olmayanlarca, ilmî bir mesned olmadan, mücerred kanaatle uydurmadır demek ise, iyi niyetle de
olsa kasıd makamında olabilir.

Doktorlukla ve cerrâhlıkla alâkasız bir kimsenin doktorluğa soyunup kalb ameliyyâtı yapmaya
kalkışması ve adam öldürmesi, kasden adam öldürmek ma'nâsına gelmese bile, diyet tazmîn
etmeyi/ödemeyi de mi îcâb ettirmez? Elbette diyet ödeyecektir.

Zîrâ, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu: "Kim önceden doktorluğu bilinmediği halde,
doktorluk yapar (da can veya uzuv/organ telef eder) ise, (telef ettiğini) tazmîn eder/öder."[32]

İmâm Hattâbî şöyle demiştir: "Tedâvî eden kimsenin haddi aşıp da hastayı öldürdüğü zaman
tazmîn edeceğinde/diyet ödeyeceğinde (âlimler arasında) hiçbir anlaşmazlık bilmiyorum.
Bilmediği bir ilmi ve işi kullanan kişi de haddi aşan biridir. Bu yüzden O'nun işinden telef doğarsa,
diyeti öder ve kısâs O'ndan düşer. Çünki O, bu işi, hastanın izni olmadan tek başına
yapmamıştır…."[33]
Muhammed Hayât es-Senbelî de İmâm Hattâbî'nin yukarıdaki sözünü O'ndan aktardıktan sonra,
Fetâvâ’da böyle denilmiştir; onu Hâşiyelerden birinden[34] naklettik" dedi.[35]

Yine Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu: "Hangi doktor, önceden doktorluğu
bilinmediği bir topluluğa doktorluk eder, hastaya zarar verir ve O'nu ifsâd ederse, O, (diyeti)
tazmîn eder/öder."[36]

Abdü'l-Ğenî el-Müceddidî, bu hadîsin şerhinde şöyle söyledi: “Ed-Dürr’de şunu dedi:

Hacamat yapan birisi, mütehassis olmamasına rağmen (bir kimsenin) gözünden (bir şey) keser de
gözü kör olursa, üzerine diyetin yarısı vâcibdir. Eşbâh."[37] (Müceddidî’den nakil bitti.)

Demek ki, ehil olmayanların telef ve zararları, bir ilimden yeterince haberi olmayanların açtıkları
zararlar yanlarında kalmıyor ve iş zâyiâtı kabûl edilip affedilmiyor. Kaldı ki, müctehidler, -çok azı
müstesnâ-, dediklerini, kesin söylemezler. Söyleyenler de bir çok defa hatâ ederler. Bu işin
müctehidi olduklarından dolayı da yanılsalar bile sevab alırlar. Zîrâ, “Hâkim ictihâd eder de isâbet
ederse iki, hatâ ederse bir sevâb alır.”[38] Câhiller ise kendilerini onlara kıyâs edemezler. Çünki,
“Allah, şübhesiz ki, emânetleri ehline vermenizi size emretmektedir.”[39] “Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?”[40]

--------------------------------------------

Asıl Süâl ve Netîce-i Kelâm

“İşlerinizde Ne Yapacağınızı Şaşırdığınızda Kabir Ehlinden Yardım İsteyiniz,” Sözü Bir  Hadîs midir?

--------------------------------------------

Cevâb: Sûfîlerin dilinde, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem  buyurdu ki… diye başlayarak çokça
söylenen bu sözün, hadîs mecmûalarında bulunamadığı bir hakîkattir. Allah celle celâlühû en
iyisini bilir. Böylesi bir sözün Büyük Fakîh ve Usûlcü İbn-i Kemal’in Erba'în'inde isnâdsız olarak
bulunması ve Allâme Muhaddis Aclûnî’nin Keşfu’l-Hafâ’sında, onu zikredilen kitâbdan nakletmesi
hadîs ilimlerinden nasîbi olanları elbette tatmîn etmez. Lâkin İslâm’da yüksek mertebelere
ulaşmış kimselere hüsn-i zann etmek ve onları bir kalemde yalanlamamak, elden geldiğince
mes'elenin sahîh bir te’vîline gitmek de ilmin ve İslâm ahlâkının îcâblarından olduğundan olmalı
ki, Aclûnî zamâne kendini bilmezleri gibi bu söz için birden uydurmadır diye kestirip atmamış,
hüsn-i zannın îcâbını yerine getirmiştir.[41]

Burada, bahis mevzû’u sözü nakledenlerinin hâfıza kirliliğinden uzak olmaları, adâlet ve
diyânetlerine olan i’timâd îcâbı üç cihetle, hatta bunlardan biriyle bile sâbit olabileceği
kanâatindeyiz:
Birinci Cihet

Rivâyet  bi’l-Ma’nâ

--------------------------------------------

Şurası da bir hakîkattir ki, hadîs ilimlerinde ma'nâ ile rivâyet -belli şartlarla- Cumhûra göre câiz ve
herkese göre vâki'dir. Evet, şu sözün belli lafızlarının kimi hadîs âlimlerince bilinen Hadîs Usûlü
ilmi ölçülerine göre sâbit olmadığı söylenmiştir. Lâkin büyük muhaddis ve fakîh Abdü’l-Hayy el-
Leknevî rahimehullah bu sözün ma'nâsının, aslında, geçmiş sâlihlerin fetvâsına mürâcaat etmek,
demek olduğunu söylemiştir. Bu arada, ma'nâsının birçok bakımdan doğru olduğunu da ifâde
ettikten sonra, bu doğru dediği tevcîhlerin bir kaçını zikretmiştir.[42] Büyük Muhaddis, koca
fakîh, asrının İmâmı Leknevî’nin, bu sözü, zamane hâricîleri gibi şirk saymayıp sahîh ma'nâlara
hamletmesi, yorması ilim, akıl ve idrâk sâhibleri için ibret alınacak bir husûstur. Kendini bilmez
câhillere ise her yol asfalt...

Leknevî’nin bu mes'eleyi değişik yanlarıyla değerlendirip îzâh edişleri bize, aşağıdaki rivâyetleri
hatırlattı:

Dârimî Hazreti Ömer radıyallâhu anhu’dan rivâyet etti: “Ömer radıllahu anh Şüreyh’e şöyle yazdı:
Sana (hükmü) Allah’ın Kitâbında bulunan bir mes’ele gelirse onunla (Allah’ın kitâbı ile) hükmet…
Eğer sana Allah’ın Kitâbında (açık bir şekilde) bulunmayan bir mes’ele gelirse Resûlüllah’ın
Sünnet’ine bak ve onunla hükmet. Eğer sana Allah’ın ve Resûlüllah’ın Sünnetinde bulunmayan bir
mes’ele gelirse, İnsânların üzerinde toplandıklarına bak ve onu al….” [43]

Dârimi ve Nesâî, Abdullah ibn-i Mes’ûd radıllahu anhu'dan rivâyet etti: Bu günden sonra kime bir
hüküm mes’elesi gelirse, Allah azze ve celle’nin Kitâbındaki ile hükmetsin. Eğer ona Allahın
Kitâb’ında (açıkça) bulunmayan mes’ele gelirse Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in
hükmettiğiyle hükmetsin. Kime de Allah’ın Kitâb’ında bulunmayan ve Resûlüllah sallallâhu aleyhi
ve sellem’in hüküm vermediği bir mes’ele gelirse sâlihlerin hükmettikleriyle hükmetsin….[44]

Yine Dârimî Abdullâh b. Mes’ûd radıyallâhu anhu’nun kendinin şu sözünü rivâyet etti: …Eskiye
sarılın.[45]

Kabirdekilerden yardım isteyin sözünün aslının, Hz. Ömer radıllahu anhu'nun ve Abdullah b.
Mes’ûd’un yukarıdaki sözleri olabileceğini düşünüyorum. Râşid halîfelerin sözlerinin, geniş
ma'nâsı ile Sünnet’e dâhil olduğu ilim erbâbınca bilinen bir şeydir. Üstelik bu sözün
Merfû'/Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’e âid olma ihtimâli de vardır. Olmadığı farzedilse
bile, Sünnet’ime ve hidâyet üzere olan, Râşid Halîfelerimin Sünnet'ine uyun,[46] hadîsi bu sözün
bir cihetle Hükmen Merfû' olduğunun açık delîlidir.

Hasılı, bu cihetten bakarsak diyebiliriz ki, kabirdekilerden yardım isteyiniz, sözü, muhtemelen Hz.
Ömer ve İbn-i Mes’ûd radıyallahu anhumâ'nın yukarıdaki sözlerinin ma'nâ ile yapılan rivâyetleri
netîcesinde bu şekli almıştır. Allahu a’lem...

Ancak, Sûfiyye'nin bu sözden (sadece) bu ma'nâyı anlamadıkları da bir hakîkattir. Öyleyse devâm
edelim--------------------------------------------
İkinci Cihet

 İş’ârî Olan Ma’nâ

--------------------------------------------

Bu noktada dahi deriz ki, Sûfiyye'nin kullana geldikleri bu söz, muhtemelen, Dârimî ve Nesâî'nin
yukarıdaki rivâyetlerinin işârî mâ'nâsıdır.[47] İşârî ma'nâlara Ehl-i Sünnet’in tefsîrlerinde[48] sıkça
rastlanır.

Asrımızın yaşayan Müfessirlerinden Muhammed Ali es-Sâbûnî, Et-Tibyân isimli, tefsîr Usûlüne
dâir yazdığı eserinde bu bahse genişçe yer verir. O, sözü edilen eserinde, Zerkeşî’nin el-
Burhân'ından, Taftazânî'nin Şerh-i Akâid’inden ve Süyûtî’nin el-İtkân’ından nakiller yaparak zâhir
ma'nâya zıt olmayan işârî ma'nâların makbûl olduğunu isbât eder. [49]

--------------------------------------------

Üçüncü Cihet

Keşif veyâ  Sâlih Rü’yâ[50]

--------------------------------------------

Şâyet bu söz, hadîs mecmualarında isnâd ile gelen rivâyetlerde lafzan veya ma'nen veya işâreten
yoksa, deriz ki, muhtemeldir ve mümkindir ki, velîlerin keşfi ve ilhâmı ile sâbittir. Süyûtî’nin ve
risâlesinde ismi geçen bir nice âlim yanında Hâfız Muhaddis Zebîdî, Müfessir Âlûsî, Allâme Ebyârî
ve nice âlimler tarafından bu kabûl görmektedir. Bu takdîrde elbette muhâlifi bağlamaz. Münkire
şifâ yerine maraz olur; ancak Onlara i’timâdı olanlar için bir kıymet ifâde eder. Fakat şunu da
burada söyleyelim ki, sadece keşif ve ilhâm kaynaklı hadîs(olduğu söylenen söz)ler, Şer’î bir
hüküm isbâtında değil, bazı fazîletler, teberrükler, veya sırlar yâhud irşâd noktalarında gelirler.
Sadedinde olduğumuz bu sözü de Sûfiyye-i Aliyye Şer’î bir hüküm isbâtında değil de, bir takım
fazîlet ve sırlar isbâtı veya kolaylığa sebeb olması maksadıyla telaffuz etmektedirler. Öyleyse
ortada hiçbir yanıyla mahzûr yoktur.

Salavat-ı şerife

[1]  Mâlikü’d-Dâr Hadîsi: (Not:Bu rivâyetler başka makâlelerimizde dahî geçtiyse bile hem
mes’elenin daha bir iyi anlaşılması hem de kafalara kâmilen yerleşmesi için buraya  da
alınacaktır.)

Hz. Ömer’in radııyellâhu anh halîfeliği zamanında insanlara kıtlık isabet etti de, bir adam Nebî
sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldi ve şöyle dedi: Ya Resûlullah!.. sallallâhu aleyhi ve
selem. Ümmet'in için (Allah celle celâlühû’dan) yağmur iste, zîrâ onlar (neredeyse) helak oldular.
Sonra, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem o adama rü'yâsında göründü ve Ömer’e git selâm
söyle ve onlara yağmur yağdırılacağını  söyle... buyurdu.

    [(Bu haberi, Beyhekî, Beyhekî tarikiyle es-Sübkî, Ayrıca, Buhârî, Târih’inde Ebû Sâlih Zekvân’dan
kısaltılmış olarak, İbnü Ebî Hayseme, bu vecihden uzun olarak rivâyet etti.. Bu zât, Hâfız, Hüccet,
sıka/sağlam biridir.  Bunu yine İbnü Ebi Şeybe, el Musannef (6/356-357, H: 32002).’de rivâyet
etmiş, İbn-i Hacer, el-Feth (2/338)’de bu rivâyetin isnâdının Sahîh olduğunu söylemiş ve “rü'yâyı
gören, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim'den biri olan Bilal İbnü Hâris el- Muzenî’dir; nitekim
Seyf, El-Futûh’da böyle rivâyet etti,” demişdir.  Bu rivâyet, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim'in,
ölümünden sonra Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem ile istiska etmekteki (ondan bir şey
istemelerine dâir) amelleri husûsunda bir nassdır. İçlerinden hiç biri şu haber kendilerine
ulaşmasına rağmen onu inkâr etmedi. Mü’minlerin Emîri’ne götürülen haber yayılır. İşte bu
yüzden şu rivâyet birilerine yalan söz isnâd edenlerin dilini koparır.)  Kevserî, Mahku’t-
Tekavvul’den kısaltarak, Makâlât: 388-389]

Bu Haberin Mühim Noktalarından Bazısı

Bir: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem kabrindeyken kendisinden bir Sahâbî tarafından yağmur
düâsı istenmesi.

İki: Ondan isteyenin isteğini Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in bilmesi.

Üç: Bu maksadla Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in düâ etmesi.

Dört: Bu işe, Sahâbe radıyallahu anhüm’un karşı çıkmaması, yani bu husûsta bir çeşit sükûtî
icmâ’ın hâsıl olması.

Beş: Zamanımızdaki âlimlik pozlarındaki kimi câhillerin yaptığı gibi Selef/Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ
aleyhim ve Tâbiîn tarafından bu işin Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e ibâdet edilmesi, ve
Allah celle celâlühû’ya şirk koşulması ma'nâsında kabûl edilmeyip açık ve kapalı âyetlere ters
görülmemesi.

Altı: Bazı câhillerin bu rivâyetleri zayıf kabûl etmeleri rivâyetin zayıflığını değil, kendilerinin
hiçliğini gösterir. İbn-i Kesîr (el-Bidâye:1/91), ve benzeri hadîs hâfızları buna sahîhtir dedikten
sonra onlara susmaktan başka ne düşer ki?!. (Bunlar henüz yayınlanmamış bir risâlemizden
alınmıştır.)

[2] Osman İbn-i Huneyf radııyellâhu anh Hadîsi: (Not:Bu rivâyetler dahî  başka makâlelerde de
geçtiyse bile hem mes’elenin daha bir iyi anlaşılması hem de kafalara kâmilen yerleşmesi için
buraya  da alınacaktır.)

Halîfeliği zamanında bir adam, Hz. Osman radııyellâhu anhu'ya bir ihtiyacı için gidip geliyordu. Hz.
Osman radııyellâhu anhu O'na iltifât etmiyor hâcetine bakmıyordu. Adam bunu Osman İbn-i
Huneyf’e şikâyet etti. Osman İbn-i Huneyf radııyellâhu anh da  O’na, “Abdest yerine git; abdest al
ve namaz kıl; sonra da  ‘Ey Allah’ım!.. Ben rahmet Nebîsi olan Nebîn Muhammed sallallâhu aleyhi
ve sellem ile sana yöneliyorum ve senden istiyorum. Ey Muhammed!... Ben, ihtiyacımın
görülmesi için seninle Rabbime yöneliyorum diyerek düâ et: ve hâcetini söyle” dedi.. Adam gitti
ve bunu yaptı. Sonra da Hz. Osman radıyallahu anhu'ya geldi. Kapıcı O'na gitti, elinden tuttu;
O'nu Hz. Osman radııyellâhu anhu'nun yanına soktu. Onunla oturttu ve O'na Hâcetini söyle dedi.
O da, hacetini söyledi. Hz. Osman radııyellâhu anhu da hâcetini yerine getirdi.
[Bunu, Taberâni, el-Kebîr’de (9/30-31) ve es-Sağir’de (Er-Ravdu’d-Dânî:1/306-307) rivâyet edip
(es- Sağîr’de) sahîh olduğunu söylemiştir. Yine Beyhekî, Delâilü'n-Nübüvve'sinde sahîh olan iki
isnâd ile. (6/116-118) rivâyet etmişdir. El-Heysemi, (Mecmauz-Zevâid’de (2/279), Taberânî’den
İsnâdının sahîh olduğunu nakletmiştir El-Münzirî de (et-Terğîb ve’t-Terhîb’de Sh:129 H:1008)
Taberânî’den naklen ve susmakla ikrâr ederek Sahîh olduğu hükmüne iştirâk etmiştir:, (Dâru’l-
Kitâbu’l-‘Arabî.) Kezâ el-Makdisî de bu haberin Sahîh olduğunu söyleyenlerdendir. (Kevserî,
Makâlât: 391 Bazı tasarruflarla.) ]

Bu hakîkati, İbn-i Teymiyye de i'tirâf etmektedir. (Kâidetün Celîle: 96-99) Lâkin zavallı, burada
Sahâbî radıyellahu anhu'nun fehmini ve anlayışını hatâlı buluyor. Bu toslamanın zararı elbette
sadece kendinedir, Sahâbî’ye değil.

Bu rivâyetin isnâdı üzerinde şübheler uyandırmaya kalkan zamâne câhillerinin cehâletlerini


İnşâellah ileriki makâlelrde ortaya koyacağız.

Haberdeki Mühim Noktalardan Bazısı

Bir: Osman İbn-i Huneyf radııyellâhu anhu'nun hâcet düâsını (geçen şekliyle) Resûlüllah sallâhu
aleyhi ve sellem’in yaşadığı zamana hâs görmemiştir.

İki: Bü düâyı açık âyetlere zıt  ve şirk görmemiştir.

Üç: Bunu, zemâne hâricîleri gibi hâşa Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e ibâdet etmek olarak
kabûl etmemiştir.

[3] İmâm Ebû Bekr İbnü Mukri’ rahimehullâhu teâlâ şöyle dedi: Ben, Taberânî ve Ebû’ş-Şeyh
Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in Haremindeydik. Açlık bizde te’sir ettiği bir hâldeydik. O gün
visâl yapmıştık, önceki günün orucundan iftar etmeden oruç tutuyorduk. Akşam vakti olunca,
Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldim. Yâ Resûlellah sallâhu aleyhi ve sellem! Açız,
dedim ve döndüm. Bunun üzerine Ebû’l-Kâsim (Taberânî) bana, otur, ya rızık gelecek veya ölüm,
dedi. Ebû Bekr, ben ve Ebû’ş-Şeyh uyuduk, Taberânî oturuyor ve bir şeye bakıyordu, dedi. Vakit
geçmeden bir alevî geldi ve kapıyı çaldı ve kapıyı ona açtık. Bir de ne görelim ki, onunla beraber
iki hizmetçi çocuk, her birinin elinde de içinde bir çok şey bulunan birer zenbîl var. Oturduk ve
yedik. Kalanı da hizmetçi çocuğun alacağını zannettik. Döndü gitti ve kalanları da bize bıraktı.
Yemeği bitirince, Alevî, “ey topluluk! Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e mi şikâyet ettiniz? Zîrâ
ben Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i rüyâmda gördüm, size bir şey taşımamı bana emretti”
dedi. [(Mısbâhu’z-Zalâm: 61) Mısbâhu’z-Zalâm Muhakkıkı, bu rivâyeti İmâm Zehebî’nin, Siyeru
A’lâmi’n-Nübelâda (16/400), Tâcüddîn es-Sübkî’nin de, Tabakâtü’ş-Şâfiiyyeti’l-Kübrâ’da (2/251)
zikrettiğini söylemiştir. (Aynı yer)] (Bunlar da yukarıda sözünü ettiğimiz henüz yayınlanmamış bir
risâlemizden alınmıştır.)

[4]   Hâfız Abdullah el-Ğumârî bu kıssa için şöyle diyor:  İbn-i Kesîr bu (“Şâyet onlar kendilerine
zulmettiklerinde, sana gelseler ve Allah celle celâlühû'dan mağfiret isteseler ve Resûlullah
sallallâhu aleyhi ve selem de onlar için mağfiret dilese, elbette Allah celle celâlühû'yu tevbeleri
çok fazla kabûl edici ve çok merhamet edici olarak bulurlardı”) âyetin tefsîrinde Bedevî'nin
meşhûr hikâyesini zikretti. Onu, Beyhekî Şuab(u'l-Îmân)da, İbnü'l-Cevzî, Mesîru'l-Ğarâmi's-
Sâkin'de ve İbn-i Asâkir, Târîh'de, Muhammed İbn-i Harb el-Hilâl'den rivâyet ettiler. (Utbînin
kıssasını anlattı.)

     Hâfız İbnü Abdi'l-Hâdî el-Makdisî şöyle dedi: Bu hikâyeyi, ba'zıları Utbî'den isnâdsız olarak
rivâyet ettiler. Ba'zıları onu, Muhammed İbn-i Harb el-Hilâlî'den, rivâyet etmektedir. Kimileri de
onu, Muhammed İbn-i Harb'den, O, Ebû'l-Hasen ez-Za'ferânî'den, O dahî Bedevî'den rivâyet
etmektedir. Beyhekî bunu, Şuabu'l-Îmân kitabında muzlim/karanlık, râvîleri tanınmayan bir isnâd
ile Muhammed İbn-i Yezîd el-Basrî'den, O da Ebû Harb el-Hilâlî'den rivâyet etti… (İbnü Abdi'l-
Hâdî'den nakil bitti.)

     Ben (Ğumârî) de şöyle derim: İbnü Abdi'l-Hâdî’nin anlattıkları, en fazla, hikâyenin zayıf
olmasını gerektirir. Çünki, râvîlerinde yalancı veya yalanla ithâm edilen bir kimseyi zikretmedi.
Bilhassa, onu, İbn-i Kesîr zikredip hakkında bir şey söyleyerek onu tenkîd etmedi. Aynı şekilde,
önceden de geçtiği gibi onu Beyhekî de rivâyet etti. Şu hikâyeyi Hâfız Sehâvî de el-Kavlü'l-Bedî'de
zikretti. Üstelik biz onu delîl olarak ileri sürmek ve onunla hüccet beyân etmek için zikretmedik.
Çünki biz hikâyeleri delîl getirmez ve onları hüccet kabûl etmeyiz. Biz onu sadece istînâs ve
önceden getirdiğimiz âyetin umûm bildırdiğini îzâh için getirdik. Şu bakımdan ki, Bedevî -ki o bir
arabdır- âyetten bunu anladı. Bununla beraber, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem rüyâ'da, onun
hakkında şefâat etmesiyle,  Allah celle celâlühû'nun Bedevî'yi affettiğini haber verdi. Sonra bu
kıssa için bir şâhid buldum:

     İbnü's-Sem'ânî, ed-Delâil'de şöyle dedi: Bize Ebû Bekr Hibetü'llâh ibnü'l-Ferec haber verdi. (O),
bize, Ebû'l-Kâsım Yûsuf İbnü Muhammed İbnü Yûsuf el-Hatîb haber verdi (dedi). (O), bize Ebû'l-
Kâsim Abdurrahmân İbnü Ömer İbnü Temîm el-Müeddeb haber verdi (dedi). (O), bize, İbrâhîm
İbnü 'Allân rivâyet etti (dedi). (O), bize, Ali İbnü Muhammed İbnü Ali haber verdi,  (dedi). (O), bize
Ahmed İbnü Heysem et-Tâî rivâyet etti (dedi). (O), bana babam, babasından, (O), seleme İbnü
Küheyl'den, (O), Ebû Sâdık'dan, (O), Ali İbnü Ebî Tâlib radıyallâhu anhu'dan şöyle dediğini rivâyet
etti (dedi):

     Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem'i defnetmemizden sonra bir bedevî geldi ve kendini Nebî
sallallâhu aleyhi ve sellem'in kabri üstüne attı, topraklarından başına saçtı ve şöyle dedi: 'Yâ
Resûlellah sallallâhu aleyhi ve sellem! Söz söyledin/ ve sözünü işittik. Sen Allah celle celâlühû'dan
(aldın) anladın, biz de senden (alıp) anladık. Allah celle celâlühû'nun indirdikleri arasında 'Şâyet
onlar kendilerine zulmettiklerinde sana gelseler, Allah celle celâlühû'dan af dileseler ve
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem da onlar için af isteseydi Allah celle celâlühû'yu elbette
tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı' âyeti de vardı. Ben katiyetle, kendime zulmettim ve benim
için af istemen maksadıyle geldim.' Ardından kabirden, affedildin diye seslenildi. (Rivâyet son
buldu.)

     Hâfız Süyûtî, bunu Tenvîru'l-Halek'de nakletti. İbnü Abdi'l-Hâdî, es-Sârimu'l-Münkî'de bu Eser'e


işâret ederek, isnâdını bazı yalancılar uydurdu dedi; ama bunu delîl ile açıkla(ya)madı. İbnü
Abdi'l-Hâdî -hâfız olmasına rağmen- kendi görüşü için taassubda müteannit biridir. (Er-Reddü'l-
Muhkem:45-47)
     Biz de diyoruz ki: İmâm Hâfız Ebû Abdillâh Muhammed İbn-i Mûsâ İbn-i Nü’mân el- Mezâlî el
Merrâküşî (607- 683) şöyle diyor: Bize rivâyet edildiğine göre Hâfız Ebû Sa’d es-Sem’ânî, Ali
radıyallahu anhu ve kerremellâhu vechehû’nun şöyle dediğini anlattı: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve
sellem’i defnettikten üç gün sonra yanımıza bir bedevî geldi, kendini Nebî sallallâhu aleyhi ve
sellem’in kabri üstüne attı, toprağından başına saçtı ve şöyle dedi:

Sen söyledin ve sözünü işittik. Senden anladığımızı sen Allahtan anladın. Sana indirilen âyetler
arasında, şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler, hemen Allahtan af isteseler ve
onlar için Resûl de af isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak
bulacaklardı âyeti de vardı. Nefsime zulmettim ve benim için af dilemen maksadıyla geldim.
Bunun üzerine kabirden hemen, bağışlandın diye ses geldi.

İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbn-i Mûsâ İbn-i Nu’mân el- Mezâlî el Merrâküşî, yine kendi
isnâdıyla, Muhammed İbn-i Nu’mân İbn-i Şibl el-Bâhilî’den şöyle dediğini rivâyet etti: Medîneye
girdim ve Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine vardım. Bir de gördüm ki, bir bedevî devesini
hızlıca sürüyor. Hemen devesini çöktürdü ve bağladı. Sonra kabr-i şerîfe girdi ve güzelce bir selâm
verip hoş bir düâ yaptı. Sonra da şöyle dedi: Anam babam hakkı içün yâ Resûlelleh sallallâhu
naleyhi ve sellem! Kesinlikle Allah celle celâlühû seni vahyine hâs kıldı ve sana içinde evvelkilerin
ve sonrakilerin ilmini topladığı bir kitâb indirdi ve kitâbında, şâyet onlar kendilerine zulmettikler
vakit sana gelseler ve hemen Allahtan af isteselerdi, onlar için Resûl de af isteseydi, elbette Allah
celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı buyurdu.  Dediği de haktır. Ben sana
günahları i’tirâf ederek, seni Rabbine şefaatçı yaparak geldim. O da (şu âyetinde) va’dettiğidir.
Sonra kabre döndü ve şöyle dedi:

 Ey en hayırlısı, düzlükte kemikleri gömülenlerin!/ Ve güzel koktuğu onların güzel


kokusundan   düzlüğün ve yüksek tepelerin.

Sensin o Nebî ki, umulur şefâati/ Sıratta, kaydığı zamanda ayaklar.

Canımdır fedâ o kabre ki, sensin sâkini/ Ondadır afâf, ondadır cömertlik, ondadır kerem.

Sonra da bineğine binip gitti. Ancak mağfiretle gittiğinde hiç şübhe etmiyorum İnşâellah.

Muhammed İbnü Abdillâh el-Utbî de bu haberi anlattı ve sonuna şu ilâveyi yaptı: “Derken uyuya
kaldım ve hemen Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i rüyâda gördüm, bana şöyle dedi: Ey Utbî!
Bedevî’ye yetiş ve ona Allah celle celâlühû’nün onu bağışladığını müjdele.”

Merhûm Seyyîd Muhammed Alevî Mâlikî şöyle diyor: Bu haberi, İmâm Nevevî, (el-Îzâh:498) İbn-i
Kesîr, (“şâyet onlar nefislerine zulmettiklerinde…” âyetini tefsîrinde) Ebû Muhammed İbnü
Kudâme, (el-Muğnî:3/556) Ebû’l-Ferec İbnü Kudâme, (eş-Şerhu’l-Kebîr:3/495) Mensur İbn-i
Yûnus, (Keşşâfu’l-Kınâ’:5/30) İmâm Kurtubî (Tefsîr:5/265) gibi büyük müfessirler ve muhaddisler
nakletmişttir. Hattâ, (büyük fakîh koca muhaddis) İmâm Nevevi, Utbî’nin bedeviden naklettiği bu
beytleri, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyâret esnasında söylemenin müstehab
olduğunu söylemiştir. (Mâlikî’den hulâsa nakil son buldu. Mefâhîm:157-158)
Mısbâh Muhakkıkı Hüseyin Muhammed Ali Şükrî bu rivâyetin, İbn-i Beşküvâl’in el-Kurbetü ilâ
Rabbi’l-Âlemîne bi’s-Salâti alâ Muhammedin Seyyidi’l-Murselîn isimli eserinin 16/Â varağında
olduğunu söylemektedir.

Bu rivâyetler muhtemelen ayrı hâdiselerden haber vermektedir. Zîra, Sem’ânî, Utbî nisbetinin,
Utbe ibn-i Ebî Süfyân’ın çocukları için kullanıldığını söyledikten sonra, Utbî nesebiyle anılan üç
beş kişiyı tanıtıyor. Bunların içinde Sahâbî veya tâbiî olan görülmemektedir. Bu yüzden, olabilir ki,
biri diğerinden mülhem olarak gerçekleşmiştir. Hâdiselerin aynı olma ihtimâli de vardır. Şu iki
rivâyet, aynı hâdise ise Utbî Hz. Ali zamanında yaşamıştır. Bu takdîrde Utbî’nin sözünü ettiği
bedevî şahıs da aynı sahâbîdir. Çünki, olabilir ki, Hz. Ali radıyallahu anh’ın gördüğü bu hâdiseye
Sem’ânî'nin tanımadığı ve bilmediği bir Utbî de  şâhid olmuştur. İmâm Nevevî ve diğer büyük
İmâmların hâdiseden müstehablık hükmünü çıkarmaları bu ihtimâli kuvvetlendirmektedir. İlim
Semânî’nin bildiği ve söylediğiyle de sınırlı değildir. O’nun da zâten böyle bir iddiâsı yoktur.
Hâdise birse de rivâyetler arasında  çelişki yoktur. İki şekli de mümkindir.

Hikâyenin bizce en mühim noktaları:

Bir: Bunca büyük muhaddisler ve müfessirlerce şu rivâyet'in kabûl görmesi ve Kur'an’ın açık
âyetlerine ters bulunmaması ve şirk kabûl edilmeyip, güzel bulunarak kitâblarına alınmasıdır.
Hattâ, mustehab kabûl edilmesidir.

İki: Bin seneyi aşkındır, hiçbir müctehid, muhaddis, müfessir ve fakîh tarafından şirk olarak
görülmemesi, kimsenin Nevevî’ye müşrik damgası vurmaması… İbn-i Kesîr’in meşhûr dediği bu
hikâyeye kendisi ve hiçbir âlim tarafından karşı çıkılmaması… Bâtıl olmadığında bir çeşit sükûtî bir
icmâın gerçekleşmesi gibi yanlarıdır.

Üç: Bu rivâyetin sıhhat derecesi  ise daha sonra gelecek olan başka bir husûstur…

Dört: Bir de bilenler bilir ki,  sahîh bir isnâdı yoksa da (müctehid ve muhaddis) insanların kabûl
ettiği hadîsin sahîh olduğuna hükmedilir.

 ([İbn-i Abdi’l-Berr, el-İstizkâr:1/203, Süyûtî, Tedrîbu’r-Râvî: 25, İbn-i Hümâm, Fethu’l-


Kadîr:1/217,3/143, Dârekutnî (Mâlik’den):4/40, Süyûtî, Teakkubât: 12,13], Tânevî, İ’lâ
Mukaddimesi, Kavâid Fî Ulûmi’l-Hadîs:39-40)  

Hattâ, Ümmet’in kabûl ettiği hadîs, bize göre Mütevâtir ma’nâsındadır. Çünki, büyük
imâmlarımızdan Cessâs, Ahkâmu’l-Kurân’inda başka bir münâsebetle şöyle dedi: Ümmet bu iki
hadîsi her ne kadar gelişi âhâd olan/Mütevâtir ve Meşhûr olmayan yolla olsa da kabûl ile
karşılamıştır. Bu yüzden Mütevâtir kapsamında olmuştur. Çünki, insanların kabûl ile karşıladığı
Haber-i Vâhidler bizce bir çok yerde açıkladığımız sebeble Mütevâtir ma’nâsındadır. ([Cessâs,
Ahkâmu’l-Kur’ân: 1/386], Tânevî, İ’lâ Mukaddimesi, Kavâid Fî Ulûmi’l-Hadîs: 40)

Beş: Utbî kıssası, yukarıdaki nakillerde de görüldüğü gibi âlimlerimizce kabûl gören ve
muhtevâsıyla amel etmek müstehab kabûl edilen bir haberdir. O hâlde, bir görüşe göre -senedi
zayıf bile olsa- sahîh, hattâ, mütevâtir ma’nâsındadır.
Hâsılı, Utbî’nin haber verdiği bedevi’nin bu işi bir tevessülden ibârettir. Hakîkî fail Allah celle
celâlühû’dur. Ve siz ey câhil yobazlar!... Hangi İslâm, hangi ilim, hangi irfan ve hangi hayâ ile bu
ameli şirk, ve onu kabûl eden ve bununla amel eden bunca büyükleri müşrik ve kula ibâdet eden
kimseler olarak kabûl edebilirsiniz?!... (Kezâ bu bilgiler de yukarıda sözünü ettiğimiz henüz
yayınlanmamış bir risâlemizden alınmıştır.)

[5] “Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’i ve Melekleri Görmenin Mümkin Olduğu Hususunda,
Karanlığın Aydınlatılması”

[6] [Buhârî, Kitâbu’t-Tâ’bîr, 10.], Mu’cem: 6/53  H:6993

[7] [Müslim, Rü’yâ:10,11], Mu’cem: 6/53

[8] [Ebû Dâvûd, Edeb: 88], Mu’cem: 6/53

  [Tirmizî, Rü’yâ: 4, İbn-ü Mâce, Rü’yâ:2, Dârimî, Rü’yâ: 4, Ahmed, 1/279, 361, 375, 400, 450,
2/232, 261, 342, 410, 411,

  425, 463, 469, 472,  3/472, 5/306, 6/294], Mu’cem: 6/53

[9]  Buhârî, Müslim, Ebû  Dâvûd, Tirmizî Ebû Hureyre radıyallahu anh’dan: (İbnü'l-Esîr, Câmiu'l-
Usul: 2/528, H: 1006)

[10] Te'vîlin gerekli olduğu yerlerde, nefsâni arzuları îcâbı te'vîle gitmeyip onu inkâr edenleri bu
sahîh hadîsi te'vîl etmekte pek hevesli görmekteyiz.

[11] İmâm İbnü Ebî Cemre, (bazı noktalarda) Allah’ın kudretiyle delîl getirilemeyeceğini(!) bizim
çok bilmişlerimizden, -zamanlarında yaşamadığından- öğrenme şansını kaybetmişe benziyor.

[12] Beyhekî, Delâilü’n-Nübüvve: 7/81 “Bana selam verilirdi...”, “Bana selam verildi...” Müslim,
1/189 H: 167-168.

[13] Ledünnî ilim denilen öğrenilmeden ve Allâh’ın hibe ve ihsânı ile bilinen bilgiyi birileri inkâr
ede dursun. Ama, ufuklarına ve çaplarına göre, hakları var, dense yeridir.

[14] Müminlerin gözlerinden perdenin kalkıp melekleri görmesi bir tür Keşf’dir. Cahiller bunu
inkâr etse bile fark etmez.

[15] Süyûtî, El-Hâvî li’l-Fetâvâ:2/437-460

[16] Allâme Âlûsî, Rûhu’l-Meânî:22/35-39

[17]  Allâme Muhaddis Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ:2/343

[18]  Hâfız Muhammed Murtezâ ez-Zebîdî, El-Mu’cemu’l-Muhtass: 272,430 

     Kitâbın muhakkık’ı olan zavallı ahmak, bunun "Sûfîlerin uydurması olan bir bâtıl" olduğunu
iddia ediyor. Okumayan, okusa da anlamayan şapşallar her zaman böyle davranırlar. Halbuki,
İbnü’l-Arabî, Bâbertî ve diğer Hadîs ve Fıkıh ilimlerinde zirve yapmış bir takımları gibi, bunu
kabullenenlerden bir çoğunun Sûfiyye ile alâkası yoktur… Evet, Hâfız İbn-i Hacer Fethu’l-Bârî’de
(14/412-414)  Hâfız

     Muhaddis Sehâvî (Ö:902) bunu müşkil bulup kabûllenmemekten yana meylediyorlar. (Hâfız
İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî:14/412-414,

     Dârü’l-Fikr, Sehâvî, El-Ecvibetü’l-Mardıyye: 3/1100,1115) Lâkin Onlar, bunu bir ilim adamı
ciddiyeti ile yapıyorlar. Bu edebsiz şapşalın yaptığı gibi değil.

[19]  Allâme Seyyid Abdu’l Hâdî Necâ el-Ebyârî,  Neylü’l-Emânî: 39

[20]  İmâm Ahmed İbn-i Hanbel, Buhârî, Tirmizî, Enes radıyallahu anh'dan mutevâtir olarak.

[21] [Taberânî el-Kebîr, ‘Ubeydullâh İbnü ebî Râfi’ yoluyla babası(Râfi’)den. Bu “Rabbimi gördüm”
lafzı kezâ Taberânî, es-Sünne’de İbnü ‘Abbâs’dan, Ebû Zü’a’dan bu hadîsin sahîh olduğu
nakledilmiştir. Ben (Süyûtî) diyorum ki, bu, geçmiş ve gelecek hepsi uykuda görmeye yorulur.
Yine Taberânî, es-Sünne’de Ümmü’t-Tufeyl’den, ve yine Taberânî es-Sünne’de Mu’âz b.
‘Afrâ’dan], Kenzü’l-‘Ummâl:1/228, H:1151

[22] [Tirmizî,. İbn-i Abbas anhumâ'dan. Tirmizî, bu hadîs bu vecihle Hasen ve Ğarîbdir… Bu babda
Muâz’dan ve ‘Abdurrâhmân b. Âişden rivâyet de vardır. Bu hadîs, Nebî sallallâhu aleyhi ve
sellem’den Muâz b.Cebel yoluyla da “uyukladım ve uykum ağırlaştı, Rabbimi en güzel sûrette
gördüm” lafzıyla dahî rivâyet edilmiştir, dedi. Abdurrâhmân b. ‘Aiş’in hadîsini Dârimî (Sünen’de)
ve Beğavî, Şerhu’s-Sünne’de rivâyet etti. ], Tühfetü’l-Ahvezî: 9/75-76

[23] [Dârimî, Rü’yâ:12], Mu’cem: 2/200

[24] Ahmed Abdurrahmân el-Bennâ, El-Fethu’r-Rabbânî: 17/224

[25] [Tirmizî, (Tirmizî, bu hadîs Hasen ve Sahîhdir, dedi), Ahmed, Taberânî, Hâkim, Muhammed b.
Nasr, Kitâbü’s-Salât’da ve İbnü Merdûye], Mübârekfûrî, Tühfetü’l-Ahvezî: 9/77-78

[26] Bu zât Mâtürîdiyye Mezhebinin ileri gelen Akâid âlimlerindendir.

[27] Nûruddîn es-Sâbûnî, El-Bidâye: 43 Bu kitap Mâtürîdiyye Akâidi kitabıdır.

[28] Mirkât Şerhu Mişkât:2 /427

[29] El-Fethurrebbânî: 17/223.

[30] İbn-i Hümâm:Fethu'l-Kadîr: 1/467

[31] [Taberani el-Evsat, İbnu Asâkir, Câbir radıyallahu anh], Kenzü'l-Ummâl:1, H: 1046

[32] Ebû Dâvûd, Diyât, (4/710), Nesâî, Kasâme (8/53), İbn-i Mâce, Tıb, 16 (4/103), İncâhu'l-Hâceh,
(248), Hâkim, el-Müstedrek, "isnâdı sahîhdir" dedi, Zehebî de "Telhîs"inde de O'nu tasdîk etti.
(4/212)
[33] [İmâm Hattabî, Meâlimu's-Sünen: 4/710], Azîm Âbâdî, 'Avnü'l-Ma'bûd: 12/ 330-331,
Muhammed Hayât es-Senbelî, Hâşiye-i Ebî Dâvûd: 2/630

[34] "Ebû Dâvûd Hâşiyelerinden biri" dediği, Şeyh Muhaddis Mahmûd Hasen ed-Düyûbendî'nin
Ebû Dâvûd Hâşiyesidir. (2/282)

[35] Muhammed Hayât, Senbelî, Hâşiye-i Ebî Dâvûd: 2/630.

[36] Ebû Dâvûd, Sünen: 4/711,

[37] Abdü'l-Ğenî el-Müceddidî, İncâhu'l-Hâceh 

Hâşiye-i İbn-i Mâceh: 248

[38] [Buhârî, İ’tisâm: 20-21, Müslim, Akdıye: 15,  

Ebû Dâvud, Akdıye: 2, Nesâî, Ahkâm: 2,  

Kudât: 3, İbnü Mâce, Ahkâm: 3, Ahmed, 4/198, 204, 205], Mu’cem: 1/390

[39] Nisâ:58

[40] Zümer:9

[41] Keşfu'l-Hafâ:1/88

[42] [Abdulhayy el-Leknevî, Fetâvâ: 141,142],

Hamdullah ed-Dacvî, El-Besâir: 91

[43] Dârimî, Şüreyh yoluyla Ömer radıyallâhu anhu’dan, Müsned: 171. H:167

[44] Nesâî, Kitâbu Âdâbi’l-Kudât: 2/305, Kadîm-i Kütübhâne-Karaçi-Pâkistân. Dârimî, Müsned


(benzer bir lâfızla ve az bir fazlalıkla): 1/71, H:165. Dârü’l-Kitâbi’l-‘Arabî.

[45] Dârimî, Müsned:1/66. H:143

[46] İbn-i Mâce: 4/42, Benzerini Ebû Dâvud, H:4607, Tirmizî, H: 2676, 2677

[47] Sözün nazmı, bir ma'nâyı anlatmak için söylenmemesine rağmen o ma'nâyı da gösteriyorsa,
buna İş’ârî Ma'nâ denir. (Mir’âtü’l-Usûl: 43) Vâkı’a Fıkıh Usûlündeki İşârî Ma’nâ ile sözünü
ettiğimiz işârî ma’nâ farklı ise de bunun Fıkıh Usûlünde bile bir başka şekilde mevcûd olduğuna
dikkati çekmek istedik.

[48] Envâru’t-Tenzîl, Tefsîr-i Kebîr, Âlûsî vd. Bunlara misâl verip sözü uzatmak istemiyoruz.
İsteyen rast gele bir şekilde şu tefsîrlere bakabilir. Çok merak edip bizden isteyenler olursa
inşâellâh ileride bol bol misâl veririz.

[49] Muhammed Ali es- Sâbûnî, Et-Tibyân:169-184


[50] Keşif ve sâlih rü’yâ ile alâkalı onlarca âyet ve hadîs vardır ki onlar hakkında şimdi değil de
inşâellâh ileride yazılar yazacağız.

*******************************************************************************

Selef-Selefiyye Kavramları ve Türkçe Akaid Kitaplarındaki Muhtevâsı


Muhammed ÖNDER

Bu makâlemizi inşellah, iki Fasıl ve bir Netîce çerçevesinde ele alacağız: Birinci Fasıl, Selef Istılâhı
veya mefhûmu ve muhtevâsı hakkındadır. İkinci Fasıl, Selef Kavramının Türkçe Akâid
Kitaplarındaki Muhtevâsını bahis mevzûu etmektedir. Netîce de zamanımız akademisyenlerinin
mes’eleyi anlamadan veya kasıdlı olarak mes’eleyi karıştırdıklarını anlatmaktadır.

----------------------------------------------

Birinci Fasıl

Selef Mefhûmu/Kavramı ve Muhtevâsı Nedir?

----------------------------------------------

Bu Fasıl dört mes’elede incelenecektir. Birinci Mes’ele, “Selef Kavramı,” İkinci Mes’ele, “Selef
İtikadı, Selef Fıkhı Ve Selef Ahlâkı Kavramlarının Ma'nâsı”, Üçüncü Mes’ele, “Selef Kavramının
Günümüzdeki Kullanımları Ve Kendilerini Selefe Nisbet Eden Mezhebler ve Fırkalar,” Dördüncü
Mes’ele de “Bu Üç Selef Kullanışının Değeri” hakkında olacaktır.

----------------------------------------------

Birinci Mes’ele

Selef Mefhûmu/Kavramı

----------------------------------------------

Selef öncekiler demektir. Selef Asrı denildiğinde Sahâbe Asrı ya da Sahâbe, Tâbiûn ve Tebeu’t-
Tâbiin’in yaşadığı dönem kasdedilir. Selef Mezhebi denildiğinde ise tabiatıyla bu üç dönem
ulemâsının İslâmî kültürlerinin tamamı kasdedilir.
İkinci Mes’ele

Selef İtikadı, Selef Fıkhı ve Selef Ahlâkı Kavramlarının Ma'nâsı

----------------------------------------------

Bu çerçevede bu dönemin itikad ile alakalı meselelerdeki kültürüne Selef İtikadı; amelî
meselelerdeki İslâmî kültüre Selef fıkhı; ahlâkî meselelerdeki İslâmî kültüre Selef ahlâkiyâtı denir.

Selef İtikadı’nın tesbitinde esas belirleyici; Sahâbe-i Kirâm’ın inanç olarak Allah Resûlü sallallâhu
aleyhi ve sellem’den öğrenip naklettikleri itikadi esaslardır; inanç esaslarıdır.

Tâbiûn ve Tebeu’t-Tâbiin ulemasının önemi bu inanç esaslarını koruyup sonraki nesillere


aktarmalarındadır. Ve buna binaen yaşadıkları dönem Selef dönemine dahil edilmiştir.

Bu sebEple bir inanç amel ya da ahlâkın Selef’e nisbete edilebilmesi için onlardan sahih bir nakille
nakledilmesi gerekir. Ve onlardan sahih bir senedle nakledilmeyen bir inanç amel ya da ahlâk
Selef’in inancı, ameli ya da ahlâkı olamaz.

----------------------------------------------

Üçüncü Mes’ele

Selef Kavramının Günümüzdeki kullanımları ve Kendilerini Selef’e nisbet eden Mezheb ve Fırkalar

----------------------------------------------

Günümüz İslam dünyasında Selef inancı kavramına eserlerinde yer veren ya da onlardan nakiller
yapan üç tâife vardır. Bunların Birincisi, Mâturîdi ve Eş’ariler, İkincisi İbn Teymiyye ve İbn Kayyim
el- Cevziyye, İbn Abdilvahhab, Nasuriddin el-Elbani; Üçüncüsü de Cemaluddin Efgani,
Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve onların anlayışlarını benimseyenler.

----------------------------------------------

Birinci Tâife

Maturidi Ve Eş’arilerin Selef Anlayışları

----------------------------------------------

Mâturidiler ve Eş‘ariler eserlerinde Selefin mezhebinin eslem (daha güvenilir) olduğunda hem
fikirdirler. Aralarından bir grup Selefin i’tikâdî anlayışını olduğu gibi devam ettirmeyi
benimserken, diğer bir grup i’tikâdî esasları aklın ve felsefenin mahzurlu görmedikleri esasları
çerçevesinde delillendirmek ve yorumlamakta bir beis olmadığını söylemişler ve İslam inançlarını
özellikle de ilahiyatla alakalı meseleleri aklî ve felsefî metodlarla izah ve isbata girişmişlerdir.[1]

Selef itikadı ile yetinip onların delil ve izahlarını yeterli bulanlar da; inanç esaslarını aklî ve felsefî
izahlarla isbat yolunu seçenler de, Selefin mezhebini tek doğru ve en hatadan uzak inanç olarak
kabul etmişlerdir.
İkinci metodu seçenler itikadi esaslara özellikle de Sıfatullaha getirdikleri yorum ve izahların
yaşadıkları çağın kültürüne sahip insanlar için, dinin doğrularını bir sapıklığa düşmeden
anlayabilmelerinde çok önemli ve gerekli olduğunu düşünmüşlerdir. Hatta bu anlayışlarının
inananlar için daha ahkâm (kuvvetli ve delillendirilmiş) olduğunu söylemişlerdir.

----------------------------------------------

İkinci Tâife

İbn Teymiyye Ve Talebelerinin Selef Anlayışları

----------------------------------------------

İbn Teymiyye ve bağlılarının Selef anlayışları Mâturidi ve Eş’arilerin Selef anlayışlarından en


azından ilahiyat bahislerinde farklılık arzeder.

İtikadın diğer konularında aykırılıkları olduğu gibi kelam problemlerine cevaplarında da, Mâturidi
ve Eş’ arilerden ayrıldıkları çok sayıda mesele vardır.

İbn Teymiyye ve tâbileri bu farklılığın üzerinde ısrarla ve büyük bir hassasiyetle dururlar.

İbn Teymiyye’nin ilahiyât anlayışının Mâturidi ve Eş’ari Selef anlayışından en temel farkı; âlemin
hâdisliği meselesinde tezahür eder. İbn Teymiyye âlemin -Mâturidi ve Eş’arilerin aksine- tam
olarak hâdis olmadığını öne sürer. Ona göre arş mahlûkâtın en üst mertebesidir ve varlığı kadim
bin-nev’dir[2].

O, Mâturidi ve Eş’arilerin haberî ve müteşabih sıfatların manalarının ve ilminin onların


doğrulukları kabul edildikten sonra Allah’ın ilmine havale edilmesi gerektiği şeklindeki görüşlerini
şiddetle reddeder ve Selefin mezhebinin haberi sıfatların manalarının bilinmesi şeklinde
olduğunu savunur.

İtidadi asılların isbat edilmesinde, felsefenin metotlarının kullanılmasının Selef’in metoduna


aykırı olduğunu vurgular.[3]

Alemin cevher ve a’razlardan oluştuğu, bu ikisinin de hadis olmasına göre alemin de hadis
olduğu; alemin hadis olduğuna göre her hadisin zorunlu olarak bir muhdise ihtiyacının olduğu,
alemin muhdisinin de Allah olduğu şeklindeki isbat- ı vacib anlayışlarına da karşı çıkar. [4]

----------------------------------------------

Üçüncü Tâife

Cemaluddin el-Efgani ve Muhammed Abduh’un Selef Anlayışları

----------------------------------------------

Cemaluddin el–Efgani’nin inanç itibarıyla kökeninin Sünnî olmadığı genel kabul gören bir
husustur. O Necef Şii ulemâsından Murtaza el-Ensari’nin Tahran Şia’sının büyüklerinden Akasıd
Sadık’ın öğrencilerindendir.[5]
Onun İslam dünyasında yaygın inanç ekollerinden birisini açıkça destekleyen bir i’tikâdî yönelişi
gözlemlenmemektedir. Ama o sadece dehrî değildir. Kendisini Afganlı bir Sünnî olarak tanıtırsa
da bir Sünnî alim değildir. Şii eğitimi aldıysa da açıkça Şii öğretiye davet etmemiştir.

Dolayısıyla o Mâturidi, Eş’ari ya da İbn Teymiyye’nin anlayışından farklı bir Selef ve Selefilik
anlayışı içindedir. Tabiri caizse bütün i’tikâdî, fıkhî ve ahlâkî sünnet ekollerinin ötesinde ve
üzerinde aklen Allah’ı bulmaya davet eden; bazı araştırmacıların da dedikleri gibi –Mu’tezile’yi
bile geride bırakan- bir ‘Selefi’ anlayışa sahiptir.

Onun için, sonraki dönemde ortaya çıkan ve Mu’tezile’den sadece imamet anlayışında ayrılan salt
akılcı Şiilerin düşünce tarzına sahip bir filozoftur denilse yeridir.

Takipçisi Muhammed Abduh da onunla tanıştıktan sonra daha bir yoğun şekilde mantık, ilahiyat,
astronomi, metafizik konularını gündemine almıştır. Diğer taraftan Mısır’ın milli ve fikri kurtuluş
hareketinin öncülüğünü yapmıştır.

Risaletu’t Tevhid isimli eseri muhtevası itibarıyla İbn Sina sonrası bilenen çizgiyi izlemektedir.
[6]Ama o kendisine ve arkadaşlarının hareketine Selefi hareket adını verir. [7]

--------------------------------------------

Dördüncü Tâife

Bu Üç “Selef” Kullanışının Değeri[8]

----------------------------------------------

Kelam ve felsefeyi mezmum kabul eden Selefilerle Muhammed Abduh ve anlayışının


uyuşmayacağı açıktır. İbn Sina ve çizgisinin Asr-ı saadet kültüründen ve anlayışından uzaklığı ise
herkesin malumudur.

Diğer taraftan hayatını Şiilerle mücadeleye adamış olan İbn Teymiyye’nin takipçileriyle; bir Şii ile
beraber hareket edebilen hatta Şii-Sünnî mezheplerinin birleştirilmesi teşebbüsünün
öncülerinden olan bir ekolün uyuşması düşünülemez. Selefilere göre Şii Sünnî birleşmesi iman-
küfür birleşmesi gibi bir şeydir.

Kendisini her ne kadar Selefî olarak nitelese de Muhammed Abduh ve ekolünün ne Suudi
Arabistan’daki Selefilik hareketiyle ne de Mâturidi-Eş’ari ekolünün sahabe ve tâbiundan
naklettikleri i’tikadlarla bir alakası vardır. Onun Selefiliği kasıtlı ya da kasıtsız bir isim
benzerliğinden öte bir şey değildir.

Netice itibarıyla bu hareket de kendi ifadelerinden anlaşılacağı üzere esasen bir doğru inancın
tesbiti ve gereği üzere salih amele davet, hareketi değil bir vakıaya başkaldırı hareketidir. Ama
inancı belli olmayan ya da inanç değerleri net olmayan (ön planda olmayan) bir başkaldırı
hareketi Sahabe’nin i’tikadının ihyası gibi bir temel hedefi de yoktur. İslam dünyasında oluşan
amelî-fıkhî ekollerin birleştirilmesi suretiyle müslümanların vahdetinin temini gibi bir gaye-
hedefleri olduğunu söylemişlerdir. En basit manada bu söylemlerinin bile Selef akidesi ve tavrıyla
bir ilintisi yoktur.[9]
İbn Teymiyye, Mâturidi ve Eş’ari Selef anlayışından farklı olduğunu ısrarla savunduğu Selef
inancının kendi naklettiği gibi olduğunu isbat etmek için büyük gayret sarfetmiştir.

Ona göre alem ezelden beri Allah’la birlikte vardır. haberî sıfatların manaları bilinir. Allah’ın
kelâmı harfler ve seslerledir. Allah’ın cismi vardır bizim cismimize benzemez. Allah’ın hakikaten
eli vardır. Allah’ın hakikaten arşa istiva ettiğine inanmayan kafirdir. İman dairesinde kalabilmek
ya da olabilmek için hakikaten istiva etmiştir demek gerekir bu sıfatlara iman ettik manalarını
bilmeyiz demek yeterli değildir. Keyfiyetini bilemesek de Allah’ın hâdis olan şeylerin içine girmesi
caizdir, vâkidir.

Hâsılı, Cemalüddin Afgani ve arkadaşlarının i’tikâdâ bir daveti olmadığı ortadadır. Dolayısıyla
Selef’i temsil etmeye zaten talip değillerdir.

İbn Teymiyye ve ashabının Selef mezhebi diye anlattıkları anlayışın Asr-ı saadette örneği yoktur.
Kur’an ve Sünnet naslarının yalın manalarında göremediğimiz çok sayıda nazariye içermektedir.

Mâturidi ve Eş’ari ulemânın Selef’in mezhebi hakkındaki tesbitleri Kur’andaki ilgili ayetler,
Sünnetteki hadisler ve Selefin büyük imamları Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii ve Ahmed b.
Hanbel’in Sahabe-i Kirâm’dan naklettikleri tavırla örtüşmektedir. Ve kanaatimizce Selefin
Mezhebini onların anlayışı temsil etmektedir.

Bu üç farklı yönelişten Mısır’daki hareket Ehl-i Sünnet kökenli ama dejenere olmuş bir harekettir.
İbn Teymiyye ana çizgisindeki hareket onun aşırılıklarını yanlış ve abartılı yorumlarını tedavi
edememiş bir harekettir. Mâturidi ve Eş’arilik ise Ehl-i Sünnet’i temsil etmektedir. Aralarında
günümüzde halefin tavrı değil Selefin tavrı yaygındır.

Makalemiz bu üç farklı anlayışın aynı şey zannedilmesinin yanlışlığına işaret etmeyi


hedeflediğinden delil zikretmedik.

----------------------------------------------

İkinci Fasıl

Selef Mefhûmunun / Kavramının Türkçe Akaid Kitaplarındaki Muhtevâsı

----------------------------------------------

Bu İkinci Fasl’ı da İki Bahis’de inceleyeceğiz: Birinci Bahis; Türkçe Akaid ve Kelâm Kitaplarından
Bazılarında Selef ve Selefiyye kavramlarına Getirilen Yorumlar, İkinci Bahis de Selefiyye
Hareketiyle Selef Mezhebinin Arasındaki Farklılıklar, hakkında olacaktır.

Evvelâ şu noktaya parmak basalım: Ülkemiz kelam ilminin akademik önderlerinden Prof Dr. Bekir
Topaloğlu, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Prof. Dr. Ahmed Saim Kılavuz ilgili eserlerinde Selef ve
Selefilik kavramlarına ayırdıkları bölümlerde Selef ve Selefilik kavramlarını eş anlamlı olarak kabul
etmektedirler. Ya da birini bir diğerinin devamı gibi nitelemektedirler.

Bu ise vakıaya terstir. Ve konu tekrar gözden geçirilmeye muhtaçtır.


--------------------------------------------

Birinci Bahis

Türkçe Akaid ve Kelam   Kitaplarından Bazılarında Selef ve Selefiyye Kavramlarına Getirilen


Yorumlar

----------------------------------------------

Akâid ve Kelam müelliflerinin eserlerinin ilgili bölümlerinde verdikleri bilgiler bu yanılgıyı açıkça
göstermektedir.

“Selefiyye: Sahabe ve Tabiun mezhebinde bulunan fukaha ve muhaddislerdir” şeklinde tarif


olunmaktadır.[10]

Selefiler Hz. Muhammed sallal-lâhu aleyhi ve sellem ile görüşen müslümanlarla onlarla görüşen
ikinci kuşak müslümanların öğretilerini sürdüren Fıkıh ve Hadis âlimleridir. Müctehidlerin tümü
Selefidir. Selefiler bilgi kaynağı olarak duyu akıl ve nakli kabul ederler.[11]

“Selefiyye: İlk alimler, geçmiş İslam büyükleri manasına gelen bu terim akaide, nasda varid olanı
-müteşabihatı ile birlikte- aynen kabul edip teşbih ve tecsime düşmemekle beraber te’vile
gitmeyen Ehl-i Sünnet-i Hâssa’yı ifade eder. Şüphe yok ki Rasulullah ile Ashab-ı Kirâm’ın akaidde
takip ettikleri yolu doğrudan doğruya izleyen Selefiyye’dir. İlk asırda İslam dünyasında hakim olan
akide Selef akidesiydi.” [12]

“Bu zümre Kur’an ve Sünnette belirtilen esaslara akıl ve re‘y’e müracaat etmeksizin ve te’vile
başvurmaksızın olduğu gibi inanmaktadır. Allahın sıfatları ve sair itikadi konularda tafsilata
girişmeyip inceden inceye fikir yürütmektedirler. Nasları aynen kabul ederek müteşabihleri ve zor
meseleleri çözmek için aklın hakemliğine veya tevile yanaşmamaktadırlar. Allahın arşı, eli ,
gelmesi ve benzeri ayetlerin anlamı hakkında fikir yürütmemek gerekir demektedirler.

Mamer b. Raşid, Evzai, Süfyan es Sevri, Malik b. Enes, Süfyan b. Uyeyne bu görüştedirler. Hanefi,
Şafii, Maliki ve diğer Ehl-i Sünnet mezheplerinin ilk alimlerinin Selefiyye’den olduğu söylenilir.[13]

Selefiyye’nin yolu İzmirli İsmail Hakkı’ya göre yedi esasa dayanmaktadır.[14]

Selefiler ya da Eseriler başlıca iki döneme ayrılırlar: İcmal ve tafsil dönemleri. İcmal dönemini
açan İmam Azam Ebu Hanife’dir. Tafsil dönemini açan Ebu’l- Abbas İbn. Teymiyye’dir. İbn
Teymiyye zamanına kadar süren icmal dönemine son verdi. Artık eserler ayrıntılara inilerek
yazılıyordu. İbn Teymiyye Minhâcu’s-Sünne ve Kitabu’l-Akl ve’n-Nakl adlı yapıtları ile Selef
mezhebine muhalif kelamcıları filozofları bâtınileri şiddetli biçimde reddediyordu.”[15]

Selef mezhebi İbn Teymiy-ye’den sonra talebesi İbn el-Kayyim el Cevziyye tarafından hararetle
savunulmuştur.[16]

İbn Teymiyye’nin başlattığı Selefiyye’nin canlandırılması faaliyeti bu devrelerden sonra çağımızın


bazı modernist Müslümanlarınca da sürdürülür. Mesela moder-nistler arasında bu cereyanın
öncülüğünü Mısırlı Muhammed Ab-duh yapmıştır. M. Abduh ve Reşid Rıza baştan itibaren İbn
Teymiyye ve metodolojisinin hayranı olarak Selefiyye’nin ihyası için gayret göstermişlerdir.[17]

Selefyyenin üzerinde birleştikleri husus Allah Teâlâ’yı teşbih ve tecsimden tenzih etmek için
müteşabihlerden kaçınmak ve üzerlerinde fikir yürütmemektir.[18]

----------------------------------------------

İkinci Bahis

Selefiyye Hareketiyle Selef Mezhebinin Arasındaki Farklılıklar

----------------------------------------------

Kanaatimizce Selef ve Selefilik kavramlarına getirilen bu açıklamalar, hem vakıayla hem de klasik
akide ve kelam ve mezhepler tarihi kitaplarındaki kullanımla farklılık arzetmektedir.

Şöyleki;

1-Selef kavramı akide -kelam eserlerinde kullanılan bir kavramdır. Ve müelliflerin ifade ettikleri
mana Maturidi- Eş’ari ekolünün nakline ve anlayışına uygundur. Ama günümüzdeki yaygın
kullanımıyla Selefiyye kavramının aslı yoktur.

2. Sözkonusu ettikleri Selef kavramı ve içeriği Eş‘ari-Mâturidi akaid ulemâsının ilk üç asırdan
naklettikleri Selef itikadı anlayışına uygundur. Bir başka deyişle bu anlayış Eş’ari-Mâturidi
ulemânın eserlerinde ifade ettikleri anlayıştır.

3.Selefiyye kelimesinin bir kavram olarak kullanılışı ve yaygınlaşması Suudi Arabistan’daki


Muhammed b. Abdulvehhab’ın hareketinden sonra ortaya çıkmış bir kullanımdır. Bu hareketin
bağlıları kendilerine İbn Teymiyye’nin hareketini örnek almışlar ve yaygın olan Mâturidi ve Eş’ari
ekollerinden farklılıklarını izah ederken, biz Selefin mezhebine bağlıyız, “Selefiyiz” demişlerdir.
Kendilerini Selef’e nisbet eden bu harekete Selefiyye denilmiştir.

4.Müelliflerin i’tikadlarını aynı kabul ettikleri Selef ile Selefiyye’nin itikadları farklılık arz ederler.
Her şeyden önce Selefiyye’ye göre Selefin itikadı el-Gazali’nin itikadından ve Gazali’nin Selef’e
isnad ettiği i’tikadden tamamen farklıdır. Selefiyye hareketi el-Gazali’yi muteber bir ilim adamı
dahi kabul etmez.

5. Suudi Arabistan’da yaygın olan Selefiyye hareketi kendilerini İbn Teymiyye’yi örnek
aldıklarından müteşâbihâtta mananın Allahın ilmine tafvid edilmesine (havale edilmesine)
şiddetle karşı çıkarlar ve müteşâbihâtın manalarının bilinmesinin zorunlu olduğunu söylerler.
Hatta Eş’ari ve Mâturidileri ve onların Selef anlayışı diye niteledikleri anlayışı eleştirirken onların
Selef anlayışlarını: “onlar nasıl bir ilaha inandıklarını bilmeyenlerdir” halef anlayışlarını da “bu
anlayış Allah’ın sıfatlarını iptal etmektir” diye niteleyip, her iki anlayışın da hatalı olduğunu hatta
küfür olduğunu ısrarla savunurlar.
6. Selefiler Allah’ın müteşabih sıfatlarının hakikaten var olduğunu kabul etmeyeni müşrik ve kafir
olarak nitelerler. Ama Mâturidi ve Eş’ari ekolünün nakline göre olan Selef itikadında böyle bir
itikad yoktur.

----------------------------------------------

Netîce

----------------------------------------------

Bütün bu farklılıkların da göstereceği üzere Selef ve Selefilik kavramlarının eşanlamlı olarak, ya da


birbirlerinin devamı olan anlayışlarmış gibi kullanılmaları bir hatadır. Ülkemiz ilim adamlarının
hala bu hareketleri anlamamış dolayısıyla da okumamış olmaları derin teessür sebebidir.

Son dönem Türk müelliflerinin bu yaygın yanlış kullanımdaki üstadı bütün müelliflerin
kendisinden nakilde bulunmasına bakılırsa İzmirli İsmail Hakkı’dır. İzmirli, Gazali’nin Selef
mezhebinin karekteristiği ile ilgili tesbitlerini Selefilere uyarlayınca bu hataya düşmüştür.

İbn Teymiyye’nin eserlerini inceleyen ya da Selefilerin eserlerini inceleyen, en azından Suudi


Arabistan’daki ders kitaplarını inceleyen birisi bu farkılılığı kolayca kavrayacaktır. İbn-i
Teymiyye’yi incelemiş olması gereken İzmirli’nin bu hataya düşmesindeki âmil araştırılmalıdır.
Tabii diğer müelliflerinki de...

[1] Bu ikinci yönelişin temel âmili felsefenin temel metinlerinin Arapça’ya terceme edilmesinden
sonra oluşan gündeme İslâmî bir tavır koyma arzusudur.

Bu grubun inanç ilminde yer almayıp felsefenin i’tikâdî problemlerinden olan bazı meselelere de
İslam inancı açısından çözümler ürettikleri de olmuştur. Henüz i’tikâdî izah ekolleri oluşmadan
önce ,Selef inancı ve tavrını bilen ve itikad eden ilim adamlarının dönemindeki durum bu
minvaldedir. Mâturidi ve Eş’ari ekollerinin oluşumunun başlangıç noktası da bu noktadır.

[2] İbn Teymiyye istiva sıfatını isbat için Allah’ın ezelden beri sonsuz sayıda arşı yaratıp sonra yok
ettiğini iddia etmektedir. Onu bu iddiaya mecbur kılan, haberî sıfatların manalarının bilineceği
iddiasıdır. Ona göre Kur’an’da manası bilinmeyen bir ilahi sıfat yoktur. İstiva da oturma ve
yükselme gibi manalara gelmektedir. Bu sıfatın bu manaya geldiği sabit olduğuna göre; bu arşın
ezelden beri varolmasını zorunlu kılmaktadır. Aksi halde Allah’ın istiva sıfatı sonradan olmuştur,
hadistir, denilmesi gerekecektir ki, Allah’ın sonradan olan bir sıfatı olmayacağından bu küfürdür.
O halde arş kadim bir nev olmalıdır.

[3] Ama kendisi “Evveli olmayan hâdisle” fikrini onlardan alır.-Nâşir

[4] Bu karşı çıkışın kökeninde de yine onun alemin bir tür ezeli olduğu şeklindeki inancı etkilidir.
Ve o bu görüşleriyle ; evvel olan Allah ın mahlukattan önce de var olduğu ; muhtar olan Allah ın
dilediğinde ve dilediği şekilde yarattığ ı ; Allah ın herşeyi yoktan var ettiği, şeklindeki islam inanç
esaslarıyla çelişkiye düşer.

[5] Bkz. İslam Felsefesi Tarihi . Macit Fahri s. 301


[6] .Bkz. İslam Felsefesi Tarihi, Macit Fahri, s. 307

[7] Age s. 308

[8] Mâturidi-Eş’arilerle Selefiyye’nin anlayışları arasındaki farklar hakkında değerlendirmeler için


‘Haberi Sıfatlara İman da, Mananın Allahın İlmine Havale Edilmesi Metodu Ve Ehli Sünnetin Konu
Hakkındaki Görüşünün Tesbiti’ isimli makalemiz okunmalıdır.

[9] Felsefe tahsil etmiş ve düşüncesi gelişmiş bir ilim grubunun İslam ümmetinin vahdetini, amelî
noktada sağlama teziyle ortaya çıkması samimiyse aptalcadır. Yoksa haincedir.

[10] .Yeni İlmi Kelam, İzmirli, I.98 Bkz. Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, E. R. Fığlalı, s. 69

[11] İslamda Felsefe Akımları, İzmirli, s. 22

[12] Kelam İlmi Giriş, Bekir Topaloğlu, s. 113

[13] Çağımız İtikadi İslam Mezhepleri, E. R. Fığlalı s. 69, 70

[14] Bkz. Age s. 70-71

[15] age s. 34, 35

[16] age E. R. Fığlalı s. 73

[17] age E. R. Fığlalı s. 73

Müellifin bu değerlendirmesi delile muhtaçtır. İbn Teymiyye’nin metodolojisinin hayranı olanların


nasıl olupta felsefî yönelişleri ihya ve Şii Sünni birlikteliğine davet ile ömürlerini geçirdiklerini
anlamak oldukça güçtür.

[18] age E. R. Fığlalı S. 72

Bu değerlendirme İbn Teymiyye ve ekolü için hatalı bir değerlendirmedir. Bilakis İbn Teymiyye ve
Selefiler müteşâbihâtın anlaşılabilirliğini isbat için hayatlarını vakfetmişlerdir.
Ehl-i Sünnet Ve'l Cemaat
Ali KARA

HAMDELE

Günümüz Müslüman’ı, başıboş bir sürü gibi, ne yapacağını bilmez bir halde eyyamcı bir şekilde
günlerini zâyi ederek nefesini tüketmekte, daha acısı, geride hayırlı bir eser bırakamadan eriyip
tükenmekte.

Bu ahvâl içinde konuşanların ekserisinin de, kendilerinin Ehl-i Sünnet olduğunu iddia ve takdim
etmeleri de ayrı bir sıkıntı oluşturmaktadır. Zira deve kuşu misali ne yük taşır ne de havada uçar,
(ne Sünneti yaşarız ne de, kimseye Ehl-i Sünnet’i bırakmayız).

Önce Ehl-i Sünnet mezhebinin temellerini tanımak gereklidir. Bu hususta elimizdeki bazı
eserlerden sizler için derlemiş olduğumuz şu kısa makale ile konuyu ortaya sermeye çalışacağız.
Muvaf-fakiyyet Allahu Teâlâ’dandır.

Ehl-i Sünnet kimlerdir?

Bu sorunun cevabını bizzat Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in mübarek fem-i şeriflerinden
(ağız, iki dudak, lisanından) dinleyelim.

Ebu Hureyre’den (radıyallahu anhu) rivayetle Resulullah sallal-lahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur:

“Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldılar, Nasraniler yetmiş iki fırkaya ayrıldı; Ümmetim yetmiş üç
fırkaya ayrılacak.”[1]

Abdullah ibn-i Amr’dan (radıyal-lahu anhu) rivayetle Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem
buyurdu:

“İsrailoğulları üzerine gelen şey, benim Ümmetim üzerine de gelecek. İsrailoğulları yetmiş iki
millete ayrıldı, Ümmetim yetmiş üç millete ayrılacak; onlar üzerine bir millet fazla olurlar; hepsi
ateştedir, ancak bir millet müstesnadır.

Ashâb-ı Kiram dediler ki; Ey Allah’ın Resulü! Gâlib olan millet hangisidir?

Buyurdu: Ben ve Ashâbımın hali üzerine olanlar. [2]

Enes’ten (radıyallahu anhu)  rivayetle Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:

 “Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldılar, benim Ümmetim de yetmiş iki fırkaya ayrılacak, biri hariç
hepsi ateştedir. O (kurtulanlar), cemaattir. [3]

Bu hadis-i şeriflerde Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, ayrılıkçı olan fırkaların hevâ ehli olan sapık
fırkalar olduğunu ve ayrılış noktasının, kendi yolu ve Ashâbının yoluna muhalefetten
kaynaklandığını bildirmiş olmaktadır.
Hevâ ehlinin bazısı, Ehl-i Sünnet’e tevhid ve adilde muhalefet etti, bazısı vaad ve vai’dde, bazısı
kader ve istitaatta, bazısı hayır ve şerrin takdirinde, bazısı hidayet ve dalalette, bazısı irade ve
meşiette, bazısı rü’yet ve idrakte, bazısı Allah-u Teâlâ’nın sıfatları ve isimlerinde, bazısı ta’dil ve
tecvirde, bazısı nübüvvet şartlarında ve daha pek çok hususlarda ihtilaf etmişlerdir. [4]

Bu muhaliflerin belli başlıları Mu’tezile, Kaderiyye, Hâriciyye, Rafiziler/Şia, Neccâriyye, Cehmiyye,


Mücessime, Müşebbihe ve benzerleridir.

Bu ihtilaf içinde olan hevâ fırkalarının bazısı, diğer bazısını tekfir etmektedir. Ehl-i Sünnet
imamları, kıble ehlinin tekfir edilmemesi görüşündedir. Ancak bunlardan fertlerin i’tikadı, Kitab
ve Sünnet’ten kat’î olan hükümlere ters olursa, kıble ehli olsa da o fert tekfir edilir. Artık o kişinin
nikahı fasit olur, kestiği yenmez, kız alınıp ona kız verilmez, cenazesi kılınmaz, zira mürted
olmuştur.

Böylece hadis-i şerifin (yetmiş üç veya yetmiş iki) te’vili açığa çıkmış oldu; zira burada saydığımız
fırkalar kendi aralarında da değişik gruplara ayrılmakla yetmiş üç sayısı tamam olur.

İhtilafların sadece başlıklarını düşünürsek, işin tamamen dinin aslî ve i’tikâdî konusundan
kaynaklandığı ortaya çıkar; zira Ehl-i Sünnet’in içinde olan fıkhî dört mezhebin ihtilafları böyle
değildir. Onların ihtilafı, hükümlerin helal-haram-farz-vacib-câiz-müfsid gibi hususlarıyla
alakalıdır. Dinin temellerinde ortak olmakla beraber, fürû’unda olan ihtilaf neticesinde şu dört
mezhebten hiç biri diğerini tekfir etmemiştir, zira hepsi Ehl-i Sünnet’tir. İ’tikâttaki muhâlifler ise,
söylediğimiz gibi kendi aralarında birbirlerini tekfir etmekten çekinmezler. Bu zamanda bu tekfir
işi ayağa düştü. Bir âyet veya hadis-i şerif öğrenen, diğerini tekfir etmekten sakınmaz oldu.

Ehl-i Sünnet’i Meydana Getiren Sınıflar

Ehl-i Sünnet sekiz sınıftır:

1- Kelâmcılardan olan bu âlimler topluluğu, teşbih ve ta’tîlden uzak, Râfizîlerin/Şia’nın ve


Hâricilerin bid’atlarından uzak, diğer bid’at fırkalarından ayrı olarak Allah-u Teâlâ’nın Zât ve
sıfatlarını, Tevhid ve nübüvvet konularını, sevab-ceza, vaad ve vai’d meselelerini, ictihad-imamet
konularını, Kitab ve Sünnet’e muvafık olarak beyan etmişlerdir.

2- Ehl-i Sünnet’in i’tikâd konularına tâbi olan fıkıh imamları. Kitab ve Sünnet’ten re’y ve ictihadla
fürû’ meselelerini istinbat eden takva yolu üzere olan selef-i sâlihîn (dört mezheb) imamlarıdır.

3- Hadis-i şerif rivayetiyle meşgul olan  hadis imamları. Sahih ile bozuk haberlerin arasını
ayırmışlar, cerh ve ta’dil kurallarını beyan etmişler. Bu amellerine, asla bid’at ehlinden bir şey
karıştırmamışladır.

4- Nahiv/gramer, edebiyyat, sarf ilimleriyle meşgul olan âlimlerdir. Lugat âlimlerinin yolu üzere
arapça’nın tedvinini üzerlerine almışlar, bid’at ehlinin yorumlamalarından uzak durmuşlardır.

5- Kur’an’ın kıraat vecihlerini ihâta eden kurrâlar ve tefsir âlimleridir. Bütün te’villeri Ehl-i
Sünnet’in asıllarına/temel esaslarına uygun olmuştur.
6- Zahidler ve Sûfîler’dir. Kanaat ehli takva yolunda ilerleyen dervişler topluluğudur. Kendi
varlıklarını yok etmişler, Allah-u Teâlâ’nın kaza ve kaderine razı olup aza kanaat etmişler, bütün
azalarının mes’ûl olduğu hissiyle amel ederek devamlı İlâhî huzurda olmanın yolunu bulmuşlar.
Asıl caddeyi muhâfaza edenler İ’tikâd ve amelde Ehl-i Sünnet’ten taviz vermemişlerdir.

7- Allah yolunca cihad eden, sınırlarda düşmanı gözetleyen mücahid topluluğudur. İslam vatanını
beklerler, düşmana göz açtırmazlar, dinin muhafazası için canlarını feda ederler.

8- Ehl-i Sünnet alâmetlerinin yaygın olduğu beldelerde yaşayan umum halktır. Sanat ve ziraatla
meşgul olup Ehl-i Sünnet’in ihyâsına destek olurlar.

İşte kitablarımızın beyan ettiği İslam câmiasının temellerini meydana getiren sınıflar… Bu
sınıflardan hangisi ne kadar mevcut…. Bunların yerini hangi sınıflar almış, iş nereye dönmüş
takdiri sizlere bırakıyoruz.

Ancak şunu ifade edelim ki, şu zamanda İslam câmiasını, Ehl-i Sünnet üzere oluşturmak ve
meydana getirmek, Mevlâ Teâlâ’nın şu âyetinde beyan etttiği sınıfı hâsıl etmeksizin imkan
dahilinde görülmemektedir: “İçinizden hayra davet eden, iyiliği emredip kötülükten men eden bir
topluluk olsun…”[5]

 Bu topluluk, âlimler topluluğudur. Ehl-i Sünnet’i anlayan ve yaşayan âlimler. Etiketli ilim
hırsızları, din yobazları değil. Dini dünyalığa satan, ayetleri çarptırarak ehl-i kitaba dalkavukluk
yapan nifak ehli satılmış kravatlarıyla bazı yerlere bağlanmış kimseler değil.

Mesleği milletin kafasını karıştırmak, ihtilaflı konuları ortaya atarak saf gönülleri bulandırmak,
“zaman sana uymazsa, sen zamana uy” diyerek her kılığa giren, kutsal topraklara gidip gelmeyi
tekelleri altına alıp kurayla parayla işi ranta çeviren, papazlarla maç edip resim çektiren din
görevlisi bozuntuları, bu büyük davanın yükünü taşıyamaz, çilesini çekemez.

Beş yıldızlı otelden daha lüks okullarda, pansiyon-yurt gibi resmî yerlerde, en büyük ibadet olan
namazın kılınması dahi kendi haline bırakılmış, her türlü dünyalık imkanlar önlerine serilmiş,
hedefleri bir makam kapmak olan bir neslin, ilim seviyesi ve takva derecesini siz takdir edin.
Eskilerin çektiği çile ve meşakkat nerde; sadece Allah rızası için ilim talebi nerde; yeri gelince
başını açıp peruk takarak okuluna giden, özel günlerinde hasta olduğu halde Kur’an dersine
mecburen katılan, erkek eğitimcilerle yüz yüze muhatab olup güya ilim tahsil eden kızcağızlara ne
demeli!

Yani lafı uzatmadan demek isteriz ki; evvelki dönem âlimlerini yetiştirmek için gerekli alt yapı ne
zaman oluşturulacak ve insanlığın kurtuluşu için lazım gelen kapasitede âlimler, ne zaman düzenli
olarak yetiştirilip istihdam edilecek?

Ticârî veya hukûkî bir işimiz olsa hemen tüccarlara veya avukatlara sorarız, ama işi batırdıktan
sonra gelip hocaya sorarız. Öyle değil! İşe başlamadan önce hoca efendilerle meşvere edelim,
temeli sağlam atalım, bozulursa düzeltmesi kolay olur.
İslam her tarafta uygulanırsa hiç ihtilaf olmaz mı? Denirse, deriz ki; elbette ihtilaf olur; ama
Ümmetin rahmetine olacak şekilde olursa fayda verir, aksi takdirde ihtilaflar ayrılık getirir, ayrılık
güçsüzlük ve zillet getirir.

Ashâb-ı Kirâm’ın İhtilaflarındaki Tavırları Nasıl Oldu?

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in vefatıyla ihtilaflar başlamıştır.

İlk ihtilaf: Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem vefat etti mi, etmedi mi?

Bazıları O’nun ölmediğini zannetti, Allah-u Teâlâ onu göğe kaldırdı (İsa aleyhisselâm gibi), ilerde
geri gelecek dediler.

Hazret-i Ömer (radıyallahu anhu)  hiddetlenerek “Kim Muhammed öldü derse kafasını uçururum”
diyerek hâlet-i rûhiyyesini açıkladı.

Hazret-i Ebu Bekir Sıddık (radıyallahu anhu), gayet sakin bir şekilde gelip Resulullah sallallahu
aleyhi ve sellem’i alnından öptü, dışarı çıkarak insanlara hitap etti: Muhakkak sen ölüsün, onlarda
ölülerdir[6] âyet-i kerimesini okudu ve Kim Muhammed’e ibadet ediyorsa bilsin ki Muhammed
ölmüştür. Kim Muhammed’in Rabbine ibadet ediyorsa, bilsinki O diridir, ölmez. Böylece Ashâb-ı
Kirâm yatıştı, sanki bu ayeti hiç duymamışlardı.

İkinci ihtilaf: Resulullah sallal-lahu aleyhi ve sellem’in defnedileceği yer hakkındadır.  Mekkeliler,


O’nun Mekke’ye götürülmesini istediler; zira orda doğdu ve kıblesi orasıdır, orda peygamber
oldu, nesli ordandır, ceddi İsmail aleyhisselâm’ın kabri ordadır, dediler.

Medineliler de Medine’de defninde ısrar etti, zira buraya hicret etmiştir, burda yaşamıştır,
dediler.

Bazıları da Kudüs’e nakledilmesini söyledi. Zira İbrahim aleyhis-selâm’ın kabri ordadır, dediler.

Bu ihtilaf da, Ebu Bekir Sıddık radıyallahu anhu’nun, şu hadis-i şerifi rivayetiyle bitti: Muhakkak
nebiler, nerde vefat ederlerse oraya defnedilirler. [7]

Aişe validemiz radıyallahu anhâ da, buna benzer bir rivayetle Efendimiz sallallahu aleyhi ve
sellem’in yatağının olduğu mevziye defnedileceğini beyan etmiştir. Böylece Medine’deki
hücresine defnedilmiştir. Şimdi üzerinde yeşil kubbesi mevcuttur. Allah-u Teâlâ şefaatlerine
cümlemizi nail eylesin.

Üçüncü ihtilaf: İmamet hakkındadır. Ensâr-ı Kirâm, Sa’d bin Ubâde el-Huzeî’ye biat etmek istedi.
Kureyş, imamların ancak Kureyş’ten olacağını söyledi. Sonra İmamlar Kureyş’dendir hadis-i şerifi
rivayet edilerek bu ihtilaf Ebu Bekir radıyallahu anhu’ya beyatla son buldu.

Dördüncü ihtilaf: Fedek arazisi ve miras-ı Nebi hakkındadır. Bu hususta Ebu Bekir (radıyallahu
anhu)’nun hükmüne razı oldular. “Peygamberler varis olunmaz” hadis-i şerifini rivayet ederek,
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den kalan malların hazineye (beytü’l mal) devredilmesine
karar verildi.
Beşinci ihtilaf: Zekat vermeyenler hakkındadır. Bazı kabileler Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in
vefatını fırsat bilip baş kaldırdılar ve zekat vermeyeceklerini ilan ettiler. Onlarla savaşılmasına ve
itaat altına alınmalarına karar verildi.

Altıncı ihtilaf: Hazret-i Ömer radıyallahu anhu’yu yerine halife bırakmakta oldu. Ebu Bekir
radıyallahu anhu, kendi yerine halife olarak Hazret-i Ömer’i takdim etti. Ashâb-ı Kirâm, “bize sert
ve katı birini bıraktın” deyince, Hazret-i Ebu Bekir radıyallahu anhu, “Şayet Rabbim bana Kıyamet
gününde sorarsa, şöyle derim: Onların üzerine en hayırlılarını vazîfeli tayin ettim. Böylece O’nu
hepsi kabullendiler.

Yedinci ihtilaf: Hazret-i Ömer’in vefatı anında emirlik işini halletmeleri için tayin ettiği altı kişilik
şûrânın ihtilafıdır. Sonunda hepsi Hazret-i Osman radıyallahu anhu’nun hilafeti üzere ittifak
ettiler.

Sekizinci ihtilaf: Hazret-i Ali’nin hilafeti zamanındaki kargaşalıklardır. Hazret-i Osman’ın


katillerinin bulunamaması ve kısasın gecikmesinden dolayı, Hazret-i Osman’ın akraba tarafı bazı
Ashâb ile (Talha ve Zübeyir gibileri. Allah-u Teâlâ hepsinden razı olsun) halifeye baş kaldırdılar.

Hazret-i Ömer radıyallahu anhu’nun şehid edilmesiyle atılan fitne tohumu, son iki halife
döneminde daha da derinleşti ve daha sonraları iş mezheb ayrılığına dönüşmesine vardı. Artık
ihtilaflar Ümmetin zararına olmaya başladı. Hariciler, Kaderiyye, Mu’tezile ve Şia’nın ihtilafları
Ümmeti sarstı. Pek çok kimseyi şehid ettiler.

Yukarda ki ihtilafların ilk yedi tanesinde görüldüğü gibi Ümmet, bir noktada ittifak ederek birliği
muhafaza etmişler, dinin aslına sadık kalarak tek Ümmet halinde yaşamışlardır. Daha sonraları,
Ashâbın son dönemlerinde As-hâb’dan olmayanlar tarafından ortaya çıkarılan mezheb ihtilafları,
daha sonraları gelişmiş ve nihâyet Ehl-i Sünnet’i bölmüş ve Ümmet birliğini dağıtmıştır. Şimdiye
kadar devam eden bu ihtilafların ana temeli, Sünnet’ten ve hak halifeden ayrılma, nefsin
hevâsına tâbi olmaktır.

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Benden sonra kim yaşarsa, yakında çok ihtilaflar
görecektir. Sünnetime ve râşid halifelerimin Sünnetine yapışınız, onu azı dişinizle ısırınız. İşlerin
uydurmalarından sakınınız, zira dinde her bir ihdas/icad edilen şey bid’attır, her bid’at dalâlettir.”
[8]

Yol, açıktır bellidir. Sırât-ı mustakîm’den ayrılanlar, kendi görüşlerine tâbi olan hevâ ehlidir.
Bunların verdiği zarar, hem kendilerine hem İslam ümmetinedir. Bu yüzden İslam alemi, 1,5
milyardan fazla nüfusa sahip olduğu halde, ehl-i küfrün karşısında aciz ve perişan haldedir.

Bu yanlış gidişin çaresi, Ehl-i Sünnet kaynaklarına (Kitab, Sünnet, İcma, Kıyas) bağlı, takva ve cihad
ehli, samimi, kanaatkâr, mücahid kimseleri yetiştirmek ve işi ehline vermekle mümkündür.

“İş, ehli olmayana verilince, kıyameti bekle”[9] buyurulmuştur.

Bid’at ehlinin amellerinin kabul olmayacağına dair hadis-i şerif de hatırlatırız:


Huzeyfe radıyallahu anhu’dan rivayetle, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
“Allah-u Teâlâ bid’at sahibinin orucunu, namazını, haccını, umresini, cihadını, tasarrufunu,
adaletini kabul etmez. Kıl hamurdan çıktığı gibi İslam’dan, çıkar.”[10]

Bu kısa ma’lûmâta binaen deriz ki, şu an İslam aleminin yeniden Sünnet’e dönmekten, İslâmî
ilimleri Allah için ihyâ edip Sünnet’i tatbik etmekten başka çıkış yolu yoktur. Bu sebeble her “Ehl-i
Sünnetim” diyene kulak asmıyoruz, sözünü kaale almıyoruz. Âyinesi iştir kişinin lafına bakılmaz. İş
yaptığı zannedilenlerin işleri, Allah-u Teâlâ katından makbul olmayınca, bizim değer vermemiz,
beğenip desteklememiz ne işe yarar? “Çalışmış yorulmuş, sıcaklığı nihâyete varmış ateşe
girecek”  âyetinin tehdidine dûçar olmaktan başka bir işe yaramaz.

Mevlâ Teâlâ, bütün işlerimizi kabule layık eylesin, dünya ve Âhiret saadeti nasib eylesin.

SALVELE

[1] Hâkim, Müstedrek, Kitâbu’l- İlm, 1/ 128.

[2] Hâkim, Kitâbu’l-İlm, 1/182.

[3] İbn-i Mâce,  Kitâbu-l Fiten,  2/1322

[4] Bu gibi ihtilaf maddeleri, husûsî olarak akâid kitablarından öğrenilsin.

[5] Âl-i İmran: 110

[6] Zümer: 30

[7] Tirmizi, Cenazeler bahsi, 1018

[8] Ebu Davud-Tirmizî  

[9] BUhari.

[10] İbni Mace- Terğib-Terhib/ 85


Kur'ân’ın Her Bir Ayetinin Bir Zâhiri Bir de bâtını
vardır” sözü bir hadîs midir?
BİR HADÎS TAHLÎLİ

“Kur'ân’ın Her Bir Ayetinin Bir Zâhiri Bir de bâtını vardır” sözü bir hadîs midir?

Bundan sonra…   

Hadîs ve Tefsîr Usûlü kitablarında, (‫)انزل القرأن علي سبعة احرف ولكل أية منها ظهر و بطن‬  Kur'ân’ın her bir
ayetinin bir zâhiri bir de bâtını vardır mealinde yer alan ve anlatıla gelen ve bilhassa Tasavvuf
erbâbının sıkça söz ettiği rivâyet gerçekten bir hadîs midir? Yoksa kimilerince iddiâ edildiği gibi
asılsız ve uydurma mıdır?

----------------------------------------------

Bu Rivâyet’in Sıhhat Derecesi Nedir?

----------------------------------------------

Evet, Kur’ân yedi harf üzerine indirilmiştir. Onlardan her bir âyetin bir zahr’ı/dışı bir de batnı/ içi
vardır” hadîsi, hadîs ilimleri ve İslâm’ın ölçülerine göre Sahîh ve sâbit bir hadîstir.

Doğrusu, bu hadîsin Sahîh ve sâbit olmadığını, dolayısıyla Mevdû’/Uydurma olduğunu iddia eden
hiçbir ilim adamı yoksa da, bir takım bilim adamları(!) vardır. Onlar bu iddialarını İbn-i Teymiye’ye
dayandırırlarken herhangi bir araştırma yapmayı düşünmeyecek kadar rahat ve bilimsel
davranabilmekte ve bunu bilimsellikleriyle bağdaştırabilmektedirler. Yâhud bunu yapabilecek
“entelektüel donanımlar”ı yoktur.

Vâkı’a kendi anlayışlarına uyduktan sonra artık bir sözün -çok saçma dahî olsa- doğruluğu ya da
yanlışlığını araştırmanın onlara göre bir ma'nâsı yoktur. Bilimsel yobazlık onların şânındandır. Her
neyse, biz yine de kendi işimize bakarak şu hadîs üzerinde ilim erbâbı olan âlimlerin hüküm ve
mülâhazalarını buraya alalım:

Bu hadîsi, Tahâvî[1], Taberânî[2] ve Bezzâr[3], Ebû İshâk’dan, O, Ebû’l-Ahvâs’dan, O, İbn-i


Mes'ûd’dan, Ebû İshâk’ın nisbetini göstermeden rivâyet etiler.

Sonra.. Bezzâr, “bunu bu şekilde Hicrî’den başkası rivâyet etmedi” dedi. Böylece Ebû İshâk’ın
nisbeti olarak el-Hicrî’yi gösterdi.

İbn-i Hibbân’ın isnâdı ise Ebû İshâk’ın Hemedânî olduğunu gösteriyor.

İbn-i Cerîr de bu haberi İbrâhîm b. Müslim el-Hicrî’den rivâyet etmektedir ki, bu zât künyesi Ebû
İshâk olan ve kendinde liyn/ biraz zayıflık bulunan bir râvîdir.

Bu hadîsi yine, Tahâvî[4] ve Ebû Ya'lâ[5], da Müslim’in şartına göre sahîh bir isnâdla rivâyet
etmişlerdir.
Hâsılı,

Tahâvî, Taberânî ve Bezzâr, Süleyman b. Hilâl /Muhammed b. Aclân /Ebû İshâk (nisbetsiz
olarak) /Ebû’l-Ahvâs, yoluyla,

İbnü Hibbân, Süleyman b. Hilâl /Muhammed b. Aclân /Ebû İshâk el-Hamedânî (nisbetli olarak)
/Ebû’l-Ahvâs, yoluyla,

Taberî[6] İbnü Humeyd (zayıf) /Mihran /Süfyân/Ebû İshâk /İbrâhîm b. Müslim el-Hicrî (Hicrî’de
liyn var) /Ebû’l-Ahvâs, yoluyla,

İbnü Cerîr, Muhammed b. Humeyd/Cerîr b. Abdil-Hamîd Muğire b. Miksem /Vâsıl b. Hayyan


/Birinden /Ebû’l-Ahvâs, yoluyla,

Tahâvî,[7] Fehd b. Süleyman /Yahya b. Abdi’l-Hamîd el Hımmânî, yoluyla, (T) Yahya b. Osman
/Mus’ab b. Hârûn el Bûldî /Cerîr b. Abdi’l-Hamîd /Muğire /Vâsıl İbn-i Hayyan /Abdullah b. Ebil
Huzeyl Ebû’l-Ahvâs, yoluyla  rivâyet etmişlerdir.[8]

Bu (son rivâyet) Müslim’in şartına göre sahîhdir.

Buna göre; İbnü Cerîr’in rivâyeti Zayıf, Bezzâr’ın[9] rivâyeti Hasen, Tahâvî’nin[10], İbn-i
Hibbân’ın[11] ve Taberânî’nin[12] rivâyeti Sahîh veya en azından Hasen, Tahâvî’nin[13] ve Ebû
Ya'lâ’nın (5149) hadîsleri Müslim’in şartına göre Sahîhdir. Kısacası; bu son rivâyet hesaba
katılmazsa, önceki rivâyetlerin Sahîh mertebesine çıkacağı erbâbına ma'lûmdur. Hiçbirisi
bulunmasa bile son rivâyet tek başına Sahîhdir. Tamamı göz önünde bulundurulduğu takdirde de
bu metnin sahihliğine  ilim sahibleri hiç bir itirazda bulunamaz. Bu dediğimiz, ulemânın hepsine
göre böyledir. Şâzz görüşler ise Ümmet’i bağlamaz. Artık bundan sonra İbn-i Teymiye ve bilmem
daha kim, bunun sâbit olmadığını söyledi demek, akıl ve ilim sâhiblerine göre hiçbir kıymet ifâde
etmez. Bütün bunlara rağmen şu hadîse hâla asılsızdır diyenler, hangi ilmî ölçüye göre bu hükme
varabiliyorlar?!... Sırf akıllarına göre ise bizim aklımıza ve bilgimize göre onların akılları bu işe
ermez. 

Kur’ân’ın Yedi Harf Üzerine İnmesi Ne Demektir?

Hadîsde sözü edilen “yedi harf” ile ne kasdediliyor? Bu bahsi inşâellâh ileriki sayılarımızda açıklığa
kavuşturmaya çalışacağız. O yüzden burada  bu bahsi değil de, Sûfiyye-i Sâfiyye olan nezîh
insanlara sataşmak ve küfretmek câhillik, edebsizlik, densizlik ve hidâyet nasîbsizliğine vesîle
yapılan bir noktayı ele alacağız:

Kur’ân’ın Zahr’ı/Zâhiri,Görünen Yanı ve Batn’ı/Bâtın’ı, İçi Ne Demektir?

Bu husûsda imâmlarımızdan bir çok nakil yapmak mümkin ise de biz bir kaçı ile iktifâ edeceğiz:

Bir: İmâm İbnü Cerîr et-Taberî şöyle diyor: Zahr, tilâvette[14] görünen, Batn da gizli olan te’vîlidir.

İki: İmâm Beğavî Şerhu’s-Sünne’sinde (hulâsa olarak) şöyle diyor: Bunun te’vîlinde (âlimlerce)
ihtilâf edilmiştir: Hasan-i Basrî’den rivâyet edilmiştir ki, Zahr, Kur’ân’ın lafzı, Batn da te’vîlidir.
Denildiğine göre, Zahr, kendinde bir takım kavimlerden isyân ettikleri ve akabinde günahları
yüzünden derhal cezâlandırıldıkları anlatılan sözlerdir. Bu, görünürde haber ise de bâtını, bir
kimsenin onlar gibisini yaptığında onların başına gelenlerin onun da başına geleceğine dâir bir
nâsîhat ve sakındırmadır. Yine denildiğine göre Zâhir’i, îmân edilmesi gereken tenzîli (indirilen
metni), Bâtın’ı da onunla amel edilmesidir…. Denilmiştir ki, Zahr ve Batn’ın ma’nâsı, okunması ve
anlaşılmasıdır….[15] (Bitti.)

Üç: Müşkilü’l-Âsâr’ı tahkîk eden Şu’ayb el- Arnaût şöyle dedi: Taberî Tefsîri’nin hadîslerini tahkîk
eden Mahmûd Şâkir… (İbnü Cerîr’in) bu sözüne şöyle bir not düştü: Zâhir, Arablar’ın bildikleri
sözleri ve hiçbir kimsenin bilmemekte ma’zûr görülmeyeceği helâl ve haramlar, Bâtın da istinbât
ve fıkıh âlimlerinin bileceği tefsîrdir. Sûfiyye tâifesi ve benzerleri Allah’ın Kitâbı, Resûlü’nun
Sünnet’i ile ve Kur’ân’ın lafızlarının delâletleriyle oynamışlardır; Kur’ânın lafızlarının, İslâm
âlimlerinin bilecekleri bir Zâhir’i ve bâtıl iddiâlarına göre Ehl-i Hakîkat olanların da bilecekleri bir
Bâtın’ı olduğunu iddiâ etmişlerdir. Taberî, Onların kasdettiklerini murâd etmemiştir.[16] (Bitti.)

Teftâzânînin bir münâsebetle Şerhu’l-Mekâsıd’ında da dediği gibi, [Bu yüzden, kerâmet sâhibi
Ehlüllâh’ın derilerini parçalayarak ve etlerini ısırarak aleyhlerine düştüler. Onları ancak,
mutasavvıf câhiller diye isimlendirerek, meşhûr olan ben onlara bol bol söğdüm, sövmekten bir
şey bırakmadım; ama onlar develeri aldılar götürdüler (malı götürdüler)][17] atasözü altına
oturdular. Onları ancak, bid'atçılar arasında olan kişiler sayıyorlar. Bilmediler ki, bu işin binası,
akîde berraklığı, sır paklığı, tarîkat izince gitmek ve hakîkati seçmek üzerinde kuruludur.”[18]

Evet, Teftâzânî rahimehullah şu edebsiz câhilleri ne de güzel anlatmış

------------------------------------------

Âyetlerin Te’vîl Edilip Bâtınî Ma’nâlara Yorulması Câiz midir?

-------------------------------------------

Geriye bir husûs kalıyor;

Süâl: İmâm Nesefî, ’Akâid’inde şöyle diyor: Kitâb ve Sünnet nassları açık ma’nâlarına
hamledilirler/yorulurlar.[19] Onları bırakıp, Bâtın ehlinin iddia ettiği ma’nâlara dönmek, kâfir
olmakla (hakdan bâtıla) meyletmektir .[20]

Âyetlerde bâtınî ma’nâların da bulunduğu iddiası, şu i’tikadla çakışmaz mı?

Cevâb: Hayır, çakışmaz. Böyle bir iddiâ, ya İmâm Nesefî’nin şu sözünü anlamamış olmaktan, veya
O’na kasden iftirâ etmekten doğmuştur. O’nun küfür ve ilhâddır dediği, nasslara ters olan ve
onlarla hiçbir alâkası olmayan bâtın iddiâsıdır, onlar istikâmetinde olup onlara ters olmayan değil.
Bu dediğimizin en açık bürhânı da, O’nun fıkıh ve usûl-i fıkıh kitâbla-rındaki yazdıklarıdır. O, bir
yanda, kitâblarını, nassların ibâre ve mantûk’unun yanında, onların derinliklerinden, işâret,
delâlet, iktizâ ve kıyâsla çıkarılan fıkhî hükümlerle doldururken, öte yanda da şu nakledilen
sözünü mutlak kullanmaz. Aksi halde, kendisiyle apaçık bir tenâkuza düşerek -hâşâ- şimdikiler
gibi maskara hâle gelir ve adam olmaktan düşer. Böyle olmadığına göre, O’nun maksadı, nasslara
ters düşen ve onlarla hiçbir şekilde ‘alâkalı olmayan ma’nâlardır, başkası değil.
O halde, nasslara ters düşen ve hiçbir delâlet ve istinbât şekliyle onlarla alâkalı olmayan bâtın
manalarını iddiâ etmek bâtıl, nasslar çerçevesinde olup çeperlerini taşmayan derinliğine ma’nâlar
demek olan bâtın ise haktır. Bu ma’nâda, nasslar dâiresindeki  ictihâdlar ve istinbâtlar birer bâtınî
ma’nâlar olduğu gibi, ehlüllahın onlardan keşf ve teferrüs ettiği incelik, işâret ve sırlar da bâtınî
ma’nâlardandır.

Sa’düddîn Teftâzânî şöyle diyor:

Ba’z-ı muhakkıkların, nasslar açık ma’nâlarına hamledilir; bununla berâber, onlarda, keşif
sâhiblerine açığa çıkacak bir takım inceliklere/sırlara olan gizli işâretler de vardır; ki, şu incelikler
ile murâd edilen zâhir ma’nâl-arın arasını bulmak mümkindir sözü ise îmânın kemâlinden ve
süzme ‘irfândan doğmuştur.[21] (Teftâzânî’nin sözü bitti.)

Bunlara yakın ifâdeler İmâm Süyûtî’nin el-İtkân’ında da mevcûddur.[22]

Aksini iddiâ etmek, delîlsiz bir iddia olup, ya yanlışta bile bile direnme, veya cehâlet veyâhud da
hidâyetten nasîbsizliktir. Nasıl böyle olmasın ki?!.. Ortada Sahîh hadîsler vardır ve Ümmet’in
âlimleri bazı nassları te’vîl etmenin cevâz ve vukû’unda icmâ’ etmişlerdir.

Bu dediğimizin en büyük bürhânlarından bir kısmı aşağıdaki nasslardır.

İmâm Buhârî’nin rivâyet ediyor:

İbnü ‘Abbâs radiyellâhu anhu-mâ’dan  şöyle dediği rivâyet edildi: Ömer radiyellâhu anhu beni
Bedir muhârebesine katılmış ihtiyârların yanına katıyordu. Bu, Onlardan birinin sanki ağırına gitti;
“bunu bizim yanımıza neden katıyorsun; bizim onun gibi çocuklarımız var”, dedi. Bunun üzerine,
“Onun kim olduğunu biliyor musunuz?” dedi. Bir gün beni çağırdı Onların yanına soktu. Beni,
sadece onlara (işin iç yüzünü) göstermek için çağırdığı kanaatinden başka bir kanâatim yoktu.
Ömer radiyellâhu anhu, (onlara) “Allahın yardımı ve fetih geldiği zaman..” (Nasr Sûresi) hakkında
ne diyorsunuz? dedi. Onlardan birisi, “yardım gördüğümüz ve bize fetih verildiği zaman Allah’a
hamdetmek ve ondan bağış dilemekle emrolunduk” dedi. Kimisi sustu; bir şey söylemedi. Bunun
üzerine bana, “sen de böyle mi diyorsun, ey İbn-i Abbâs!” dedi. “Hayır” dedim. “Ya ne diyorsun?”
dedi. O, Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in ecelidir, Allah celle celâlühû onu O’na bildirdi ve
“Allahın yardımı ve fetih sana geldiği vakit” işte bu senin ecelinin alâmetidir “artık rabbinin emrini
kuşanarak Rabbini tesbîh et ve ondan bağış dile” dedi. Bunun üzerine Ömer radiyellâhu anhu,
ben âyetten senin dediğinden başkasını bilmiyorum, dedi.[23] (Bitti.)

Yine İmâm Buhârî rivâyet ediyor:

Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem bir hutbesinde buyurdu: Hiç şübhesiz ki Allah celle celâlühû
bir kulu dünyâ ile kendi katındaki arasında serbest bıraktı da O, Allah’ın katındakini seçti. Ebû
Bekr radiyellâhu anhu ağladı. -Başka bir rivâyette- “babalarımız analarımız sana fedâ olsun yâ
Resûlellâh sallallâhu aleyhi ve sellem” dedi. Ağlamasından dolayı ona taaccüb ettik. Ölünce,
serbest bırakılan kulun Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem olduğunu bildik.[24] (Bitti.)
Dört: İmâm Tahâvî de şöyle dedi: Bu hadîsi(in ma’nâsını) iyice düşündük. Zahr’ın ve Batn’ın ne
olacağı hakkında gelen muhtemel te’vîllerden en güzeli şudur: Âyet’in Zahr’ı, ma’nâsının açık
olanı, Batn’ı da ma’nânın gizli kalanı’dır.[25] (Tahâv’înin sözü bitti.)

Netîce

Hadîs sâbit ve sahîh bir hadîsdir. Âyetlerin Zâhir ma’nâlarının yanında Bâtın ma’nâları da vardır.
Bunlar, müctehidlerin çıkardıkları fıkhî ve akıdevî ma’nâlar olabileceği gibi mukarreb velîlerin
anlayacakları sırlar ve işâretler de olabilir. Buna hiçbir mâni’ yoktur.

Bir kez daha mühim bir noktaya parmak basalım ki, sözün açık yanını anlayamayacak seviyedeki
kimselerden onların derûnlarındaki ma’nâlarını anlamalarını elbette beklemiyoruz. Lâkin, orta bir
akılla bilinebilir ki, Nebî olmayan beşerin bile üstün edebî san’at eseri olan fesâhat ve belâğâtın,
husûsan i’câzın neredeyse zirvesindeki sözlerinin altında yatan herkesin anlayamayacağı nice gizli
ma’nâlar olur; şunlardan hiç olmazsa bu kadarını dahî bilip hakkı teslîm etmelerini de mi
beklemeyelim? Evet, bu kadarını da beklemeyin, diyorsanız, eh ne yapalım?..  Beklemeyelim…

[1]     Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077

[2]     [Taberânî, El-Kebîr: 10090], Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077 dipnotu

[3]     [Bezzâr: 2312], Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077 dipnotu

[4]     Müşkil: 8/109, H:95

[5]     [Ebû Ya’lâ: 5149], Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077 dipnotu

[6]     Taberî, Câmiu’l-Beyân: 1/23. H:11 (Mahmûd Muhammed Şâkir Tahkîkı ve Ahmed


Muhammed Şâkir Tahrîci)

[7]     [Müşkilü’l-Âsâr 1/109 H: 3095,  Ebû ya’lâ: 5149], Müşkilü’l-Âsâr dipnotu: 1/88

[8]     Müşkilü’l-Âsâr hâmişi: 8/88

[9]     [Müsned:2312], Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077 dipnotu

[10]    Müşkilü’l-Âsâr: 1/87. H:3077.

[11]    El-İhsân:1/276 H:75,. Muhakkık el-Arnaut, bir yerde “isnâdı Hasen’dir” (El-İhsân:1/276,


dipnotu), başka bir yerde de Müslim’in şartına göre isnâdı Hasen veya Sahîhdir, dedi. (Müşkilü’l-
Âsâr: 8/87 H: 3075 dipnotu)

[12]    [Taberânî, El-Kebîr: (10090)], Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077 dipnotu

[13]    Müşkilü’l-Âsâr: 3095

[14]    El-İhsân (dipnotu):1/277

[15] Beğavî, Şerhu’s-Sünne: 1/263-264


[16] El-İhsân (dipnotu) :1/277

[17] “Evsa’tühüm sebben ve evdev bî’l-ibili” “ben onlara bol bol sövdüm, sövmekten bir şey
bırakmadım; ama onlar da develeri (malı) aldılar götürdüler” sözü, bir Arab darb-ı meseli/atasözü
olup hikâyesi şöyledir: Arablardan adamın birinin develerine baskın yapılmış ve develer alınıp
götürülmüş. Gözden kaybolduklarında bir tepeye çıkmış ve onlara sövmeye başlamış. Kavmine
döndüğü zaman, ona malını sormuşlar.  O da bunun üzerine yukarıda geçen sözü söylemiş.
(Meydânî, Mecma’u’l-Emsâl: 3/426, md.4360)

[18] Sa’düddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd: 5/75 (Âlemü’l-Kütüb)

[19]  Onları zâhir ma’nâlarından çevirecek kat’î bir delîl bulunmadıkça- Teftâzânî.

[20]  Sa’düddîn Teftâzânî, Şerhu’l-’Akâid (Ketselî Hâşiyesi ile): 189

[21] Aynı yer.

[22] İmâm Süyûtî, el-İtkân: 2/185

[23] [Buhârî, Tirmizî], Sâbûnî, Tibyân:170-171

[24] Aynı yer.

[25] Tahâvî, Müşkilü’l-Âsâr: 8/88-89


Molla Hüseyin El-Batevî ve Kürtçe Mevlid-i Şerîfi
Müfid YÜKSEl

Kürtçe Mevlid-i Şerîf yazarı Molla-i Bâtevî hakkında kaynaklarda çelişkili ve doğrulanamayan
bilgiler bulunmaktadır. Kürtçe (Kurmancî) Mevlid-i Şerîf’in ilk baskılarında adı Hasan El-Ertûşî
şeklinde yer almıştır ki yapa geldiğimiz araştırmalar bunu doğrulamamaktadır. Bazı kaynaklarsa
adını Ahmed olarak kaydetmiştir. Bu kayıtlara karşı yaptığımız araştırma sonucunda asıl adı Molla
Hüseyin El-Batevî’dir. Molla Ahmed onun dedesidir. Babasının adı Molla Mustafa’dır. Molla
Ahmed, soyundan gelenlerin ifadesine göre,  ailesi aslen Irak Kürtlerinin Mizurî aşiretinden olup
Beytüşşebab’ın Pirusan/Piruşan köyündendir.

Onun ve oğlu Molla Mustafa’nın kabirleri Pirusan/Piruşan köyündedir. Sonra, torunu ve Mevlid
yazarı Molla Hüseyin, Bâte köyü sakinlerinin talebiyle kardeşleri, Osman, Ahmed ve Mehmed’le
birlikte bu köye göçmüş ve burada imamlık yapmıştır. Aile bundan sonra Batevî olarak anılmıştır.
Molla Ahmed’in 18. yüzyıl başlarında hayatta olduğu tahmin edilmektedir. Mevlid-i Şerîf’in yazarı
ise bunun torunu olan Molla Hüseyin’dir. Molla Hüseyin’in doğum ve ölüm tarihleri
bilinmemektedir. Mevlid metninde kendisi hakkında hiçbir bilgi vermemiş. Sadece son iki
beytinde Mevlid’i yazan Bâteli bu fakire duâ ve Fatiha okunmasını istemiştir.

‫هم ژبو هر چار امام جادهء‬

‫هم ژبونا كاتبی ڤی نسخهء‬

‫بو جمیع مسلمین و صالحه‬

‫بو فقیر باتهء الفاتحه‬

Hem ji bo her çâr imâm-ı caddeé

Hem ji bona kâtib-i vî nüshaé

Bû cemi’-i müslimîn o sâliha

Bû fakîr-i Bâteî El-Fatiha

Tercüme:”Hem bu yolun (Ehl-i Sünnet’in) her dört imamı için; hem bu nüshanın  (Mevlid) yazarı
için; tüm Müslüman ve Salihlere ve Bâteli bu fakîre Fatiha”

Mevlid yazarı Molla Hüseyin’in ve kardeşlerinin mezarları halen Bâte (Güneyyaka) köyünde
bulunmaktadır. Bu köy 1991 tarihinde Beytüşşebap ilçesiyle birlikte Şırnak iline bağlanmıştır.
Bugün aynı köyde yaşayan torunlarından Molla Salih (Salih Kaval) ile, Mevlid-i Şerîf yazarı
arasında yedi kuşak bulunduğu tesbit edilmiştir:

Molla Ahmed

Molla Mustafa

Molla Hüseyin (Mevlid Yazarı)


Molla Tahir

Hüseyin

Ali

Molla Salih

Ali

Molla Salih (Halen hayatta ve Bâte-Güneyyaka- köyünde yaşıyor. Köyün imamı)

M. Emin Zeki Beğ, “Meşâhiru’l-Kurd Ve Kurdistan” adlı eserinde isminin Ahmed olduğunu, H.
820-900 tarihleri arasında yaşadığını belirtmekteyse de ( M. Emin Zeki Beğ, 2006: 446) yukarıda,
Mevlid sahibinin bizzat torunlarından aldığımız bilgilerle tümüyle çelişmektedir. Bu anlamda
Tahsin İbrahim Doskî ile Muhsin İbrahim Doskî’nin Mevlid’in 1996 yılındaki neşrinin önsözündeki
bilgilerde de ciddi hatalar sözkonusudur. Burada da Molla Hüseyin El-Bâtevî’nin doğum-vefat
tarihleri olarak M. Emin Zeki Beğ’in verdiği aynı tarihler verilmiştir. (Tahsin İ. Doskî-Muhsin İ.
Doskî, 1996: 11)

Mevlid ilkin, Bediüzzaman Said-i Nursî’nin yakın arkadaşlarından Ahmed Râmiz tarafından 1324
tarihinde Kahire’de basılmış. Daha sonra 1327’de tekrar Şeyh Muhammed Şefik El-Arvâsî
tarafından İstanbul’da Ahmed Kâmil matbaasında bastırılmıştır. Mevlid’in bunun dışında çeşitli
baskıları yapılmış, 1996 yılında Irak-Dohuk’ta, Tahsin İbrahim Doskî ile Muhsin İbrahim Doskî
tarafından bazı yazma nüshalarına dayanılarak tahkikli bir şekilde basılmıştır. Son önemli baskısı
ise müellifin hayatı ile ilgili geniş bir araştırma ve girişle birlikte İstanbul’da Molla Abdüssamed ve
Molla Abdüsselâm tarafından gerçekleştirilmiş. Bu neşir Kürtçe Mevlid’in şu ana kadar yapılmış
en ilmî neşridir. Yine bu Kürdçe Mevlid-i Şerîf’in Zeynelabidîn el-Amidî tarafından Arapça bir şerhi
yapılmış olup, bu şerh Diyarbakır’da basılmıştır.

Kürdçe Mevlid tertip ve kısmen mana olarak Süleyman Çelebî’nin (Vefatı: Bursa-825/1422)
Türkçe Mevlid-i Şerif’ine benzemekte ona nazîre olarak yazıldığı metinden tesbit
edilebilmektedir. Hatta Merhabâ ile başlayan bahirler, Süleyman Çelebî Mevlid’indeki Merhabâ
ile başlayan bahirlerin aynısı ve tercümesi gibidir:

Süleyman Çelebi Mevlidi:

6‫یارادلمش جمله اولدی شادمان‬

‫غم گیدوب عالم یڭیدن بولدی جان‬

‫جمله ذرات جهان ایدوب ندا‬

‫ دیدیلركم مرحبا‬6‫چاغریشوبن‬

‫مرحبا أی عالی سلطان مرحبا‬

‫ مرحبا‬6‫مرحبا أی كان عرفان‬


‫مرحبا أی سر فرقان مرحبا‬

‫مرحبا أی درده درمان‪ 6‬مرحبا‬

‫مرحبا أی بلبل باغ جمال‬

‫مرحبا أی آشنای ذوالجالل‬

‫مرحبا أی ما ه وخرشید هدی‬

‫مرحبا أی حقدن اولمایان جدا‬

‫مرحبا أی عاصی امت ملجا ئی‬

‫مرحبا أی چاره سزلر أشفعی‬

‫مرحبا أی جان باقی مرحبا‬

‫مرحبا ع ّ‬
‫شاقه ساقی مرحبا‬

‫مرحبا أی قرة العین خلیل‬

‫مرحبا أی خاص محبوب جلیل‬


‫ً‬
‫رحمة للعالمین‪6‬‬ ‫مرحبا أی‬

‫مرحبا سنسین شفیع المذنبین‬

‫مرحبا أی پادشا ه دو جهان‬

‫سنڭ ایچون اولدی كون ایله مكان‪6‬‬

‫أی جمالی گون یوزی بدر منیر‬

‫أی قمو دوشمشلره سن دستگیر‬

‫دستگیریسین قمو افتاده نڭ‬

‫هم پناهی بنده وُ آزاده نڭ‬

‫أی گوڭللر دردینڭ درمانی سن‬

‫أی یرادلمشلرڭ سلطانی سن‬

‫سنسین اول سلطان جمله أنبیا‬

‫نورچشم أولیا وُ اصفیا‬

‫أی رسالت تختنڭ سن خاتمی‬

‫أی نبوّ ت مهرینڭ خاتمی‬

‫چونكه نورڭ روشن ایتدی عالمی‬

‫ُگل جمالڭ گلشن ایتدی عالمی‬


‫اولدی زائل ظلمت جهل و ضالل‬

6‫بولدی باغ معرفت عین كمال‬

‫یا حبیب هللا بزه امداد قیل‬

‫صوڭ نفس دیدارڭ ایله شاد قیل‬

Yaradılmış cümle oldı şâduman

Gam gidüb âlem yeniden buldı cân

Cümle zerrât-ı cihân idüb nidâ

Çağrışuben didiler kim merhabâ

Merhabâ ey âlî Sultan merhabâ

Merhabâ ey kân-i irfân Merhabâ

Merhabâ ey Sırr-ı Furkân merhabâ

Merhabâ ey derde dermân merhabâ

Merhabâ ey bülbül-i bâğ-ı cemâl

Merhabâ ey âşina-yı Zü’l-Celâl

Merhabâ ey mâh u hurşîd-i hüda

Merhabâ ey Hakk’dan olmayan cüda

Merhabâ ey âsî ümmet melcei

Merhabâ ey çâresizler eşfa’ı

Merhabâ ey cân-ı Bâkî merhaba

Merhabâ uşşâka sâkî merhabâ

Merhabâ ey kurratu’l-Ayn-ı Halîl

Merhabâ ey hâs-ı mahbûb-ı Celîl

Merhabâ ey rahmeten lilâlemîn

Merhabâ sensin Şefîu’l-Müznibîn

Merhabâ ey padişah-ı dû cihân

Senin içün oldı kevn ile mekân


Ey cemâlı gün yüzi bedr-i münîr

Ey kamu düşmişlere sen destgîr

Destgîrisin kamu üftâdenün

Hem penâhı bende vü âzâdenün

Ey gönüller derdinün dermânı sen

Ey yaradılmışlarun sultânı sen

Sensin ol sultân-ı cümle enbiyâ

Nûr-ı çeşm-i evliyâ vü asfiyâ

Ey risâlet tahtının sen hâtimi

Ey nübüvvet mührinün sen hâtemİ

Çünki nûrun rûşen itdi âlemi

Gül cemâlun gülşen itdi âlemi

Oldı zâil zulmet-i cehl ü dalâl

Buldı bâğ-ı ma’rifet ‘ayn-ı kemâl

Yâ Habîballah bize imdâd kıl

Son nefes dîdârın ile şâd kıl

(Süleyman Çelebi, Mevlid, Rıza Efendi Neşri, 1327:8-9; Faruk K. Timurtaş Yayını, 1990: IX, 29, 99-
101)

Molla Hüseyin El-Bâtevî Mevlidi

‫جمله ذرات جهان دا أڤ ندا‬

‫كرنه گازی پیكڤه گوتن مرحبا‬

‫مرحبا أی سرّ فرقان مرحبا‬

‫مرحبا أی درمان دردان مرحبا‬

‫مرحبا أی جان باقی مرحبا‬

ّ ‫مرحبا أی ع‬
‫شاق ساقی مرحبا‬

‫مرحبا أی عالی سلطان مرحبا‬


‫مرحبا أی كان عرفان‪ 6‬مرحبا‬

‫مرحبا أی شمس تابان‪ 6‬مرحبا‬

‫مرحبا أی جان جانان‪ 6‬مرحبا‬

‫مرحبا أی قرّ ة العین خلیل‬

‫مرحبا أی خاص محبوب جلیل‬

‫مرحبا أی رحمة للعالمین‪6‬‬

‫مرحبا أنت شفیع المذنبین‬

‫مرحبا أی آفتاب بی زوال‬

‫مرحبا أی ماه تاب ال یزال‬

‫مرحبا أی بلبل باغ وصال‬

‫مرحبا أی آشنای ذوالجالل‬

‫مرحبا أی نور خرشید خدا‬

‫مرحبا أی توژحق نابی جدا‬

‫مرحبا مطلوب عالم هرتوی‬

‫مرحبا أوالد هاشم هر توی‬

‫مرحبا أی نورحقرا مظهری‪6‬‬

‫مرحبا أی اولیارا سروری‬

‫مرحبا هاتی شڤان أمّتی‬

‫مرحبا هات بومه نورا دولتی‬

‫مرحبا أی بدرعالم یا منیر‬

‫مرحبا أی خلق كتی را دستگیر‬

‫مرحبا سلطان جمله أنبیا‬

‫مرحبا أی نورچشم أصفیا‬

‫‪Cümle zerrât-ı cihân dâ ev nidâ‬‬

‫‪Kérne gâzî pékve gotin merhabâ‬‬

‫‪Merhabâ ey Sırr-ı Furkân merhabâ‬‬

‫‪Merhabâ ey dermân-ı derdan merhabâ‬‬

‫‪Merhabâ ey cân-ı Bâkî merhabâ‬‬


Merhabâ uşşâk-ı sâkî merhabâ

Merhabâ ey âlî Sultan merhabâ

Merhabâ ey kân-i irfân merhabâ

Merhabâ ey şems-i tâbân merhabâ

Merhabâ ey cân-ı cânân merhabâ

Merhabâ ey kurratu’l-Ayn-ı Halîl

Merhabâ ey hâs-ı mahbûb-ı Celî

Merhabâ ey rahmeten lilâlemîn

Merhabâ tûyi Şefîu’l-Müznibîn

Merhabâ ey âfitâb-ı bîzewâl

Merhabâ ey mâh-ı tâb-ı lâyezâl

Merhabâ ey bülbül-i bâğ-ı visâl

Merhabâ ey âşina-yı Zi’l-Celâl

Merhabâ ey nûr-ı hurşîd-i Huda

Merhabâ ey tû ji Hakk nâbi cüda

Merhabâ matlûb-ı âlem her tûyi

Merhabâ ewlâd-ı Hâşim her tûyi

Merhabâ ey nûr-ı Hakkra mazhari

Merhabâ ey ewliyâra serweri

Merhabâ hâti şivân-i ümmeti

Merhabâ hât bûme nûra devleti

Merhabâ ey bedr-i âlem yâ Münîr

Merhabâ halk-i ketira destgîr

Merhabâ sultân-ı cümle enbiya

Merhabâ ey nûr-ı çeşm-i asfiya

(Hüseyin El-Batevî, Mevlid, Seyyid Şefik Arvasî Neşri: 24-25; Nubihar Yayınları Neşri: 2006:106-
109)
Özellikle bahirler ve tevşihler arasında nakarat olarak tekrarlanan beyit ise mana olarak aynıdır.

‫گر د ڤیتن هون ژ نار بن نجات‬

‫بعشق و شوقك هون ببیژن الصلوة‬

‫گر دیلرسز بوله سز اوددن نجات‬

‫عشق ایله درد ایله ایدڭ الصالت‬

Ger dévitin hûn ji nâré bin necât

Bi’aşk o şevqek hûn bibéjin Es-Selât

Ger dilersiz bulasız oddan necât

‘Işk ile derd ile eyidin Es-Salât

Kürtçe Mevlid-i Şerîf, Kürt medreselerinde Kur’an-ı Kerim’i hatmeden çocuklara, Ahmed El-
Hânî’nin Nubihâr kitabından önce okutulur, çoğunlukla ezberletilir. (Not: Mevlid-i Şerîf müellifi
Molla Hüseyin El-Bâtevî ile ilgili bilgilerini bizimle cömertçe paylaşan ahfadından Molla Salih
Kaval ve İdris Kaval ile araştırmacı Hakkarili Halid Yalçın’a teşekkürü borç biliriz)

Kaynaklar:

Babé Zérevanî, 2002-2003. Mela Hiséné Bateyî, Nûbihar Dergisi, sayı: 87-88

Doskî, Tahsin İbrahim-Doskî, Muhsin İbrahim, 1996. Mela-yı Bâteî We Behremi-yi wî, Çaphâne-i
Hawar, Dohuk-Irak

Molla Hasan El-Ertûşî, 1324. Mevlidu’n-Nebî (SAV), Ahmed Râmiz neşri, Kahire

Molla Hasan El-Ertûşî , 1327. Mevlidu’n-Nebî (SAV), Seyyid Şefik Arvâsî neşri, Ahmed Kâmil
matbaası, Dersaâdet

Molla Hüseyin El-Bâtî Eş-Şâfi’î El-Hakkârî, 2006. Mevllidu’n-Nebî (SAV), Tahkik ve Yayın: Abdül-
bâsıt Muhammed Abdussamed İbn Molla Muhammed Tâhir El-Amidî, Nubihar Yayınları, İstanbul

Muhammed Emin Zeki Beğ, 2006. Meşâhiru’l-Kurd Ve Kurdis-tan, Tercüme: Es-Seyyide Kerime-
te, Önsöz Ve İlave: Muhammed Ali Avnî, Dâru’z-Zaman, Şam-Suriye

Zeynelâbidîn El-Amidî, Behce-tu’l-Enâm Bi-şerhi Mevlidi’n-Nebî (SAV) (Kürtçe Mevlid’in Arapça


şerhi), Diyarbakır.

Süleyman Çelebî bin İvaz Ahmed Paşa bin Mahmud El-Bursevî, 1327. Musahhah Mevlid-i Şerîf,
Tashih Ve Neşir: Rıza Efendi, Matbaa-i Ahmed Kâmil, İstanbul

Süleyman Çelebî, 1990. Mev-lid, Hazırlayan: Faruk K. Timurtaş, M.E.B Yayınları, İstanbul
Kilise Yeni Bir Tarihi Bölünmenin Eşiğinde Modernizm Anglikan Kilisesinin Duvarlarını Aşındırıyor

Mustafa ÖZCAN

Doç. Dr. Mustafa Ertürk'ün Hadis Çözümlemeleri isimli eserinde vukufiyetle ifade ettiği gibi, 2005
yılından itibaren Emine Vedut ile birlikte gündemimize giren kadının imameti meselesi
modernizmin getirdiği dini alandaki zorlamalarından birisidir. Buna yeni bir bid’at akımı da
denebilir. Kadın erkek eşitliği meselesinin dini alanda da dayatılması hadisesidir. Moderniz-min
eşitlik anlayışı, beraberinde bir de metinlerin kadın gözüyle okunması talebini getirmiştir.

Bu da yetmemiştir; ardından, mesele kadının imameti meselesine dönüşmüştür. Kadınların Cuma


namazına iştirakleri de bunun bir devamından ibarettir. Mustafa Ertürk bu bağlamda yeni
dönemde il müftülüklerine kadın il müftü yardımcılarının atanması da modernizm dayatmasının
bir sonucu olduğunu ifade etmektedir. Belki de Bediüz-zaman'ın ilcaat-ı zaman dediği husus bu
olmalıdır. Modernizme karşı en Ortodoks veya sağlam duruşlardan birisini Katolik Kilisesi temsil
etmektedir. Bunda kurumsal yapısının sağlamlığının da payı da olmalıdır. Lakin o da modernizm
rüzgarlarının uzağında değildir.

ModeRnizm karşısında en zayıf ve en kırılgan konumda olan Kilise ise Anglikanlardır. Zira
Anglikanlık  ana kiliseden  teolojik tartışmalar nedeniyle değil de tamamen pratik ve pragmatik
nedenler yüzünden ayrılmıştır. Cılız bir kuruluş gerekçesine dayandığından Anglikan Kilisesi'nin
yapısı kırılgandır. İngiltere dışındaki varlığı İngiliz İmparatorluğu'nun bir bakiyesini temsil
etmektedir. Bundan dolayı sömürgecilik kalıntısı olarak görülmektedir. Bundan dolayı İngiliz
İmparatorluğu'nun kalıntıları ortadan kalktıkça Anglikan Kilisesi'nin de ortadan kalkması
mukadder görünmektedir.

Anglikan kilisesi'nin yavaş yavaş tarihe karışmasının birinci nedeni, tarihidir ve bu bağlamda,
İngiliz İmparatorluğunun uful etmesidir. İkinci nedeni de modernizm ve zorlamasıdır. Modernizm
karşısındaki en savunmasız yapılardan birisi sözkonusu kilisedir.

 Rowan Williams'dan itibaren Anglikan Kilisesi yeniden yapısal ve derin bir krize girmiştir. Büyük
bir isyanla karşı karşıya bulunmaktadır. Muhafazakar-liberal bölünmesi kilisenin bekasını ve
geleceğini tehdit etmektedir. Bunda Rowan Williams'ın temsil ettiği değerlerin büyük payı vardır.
Williams gelenekçi değil aksine revizyonisttir. Hem zamana hem de İslamiyete açılım taraftarıdır.
Dolayısıyla karşıtları onu aşırı liberal bulmaktadır. İngiltere'de Yahudilere verilen haklar
paralelinde kısmen İslam hukukunun da uygulanabilmesini savununca yer yerinden oynamıştı.
Eleştiriler sadece Kilise içinden gelmedi. Seküler ve laik kesimler de Williams'ı kıyasıya eleştirdiler
ve İngiltere'de çok hukukluluğun kapısını açtığını söylediler. Zaten karşıtı muhafazakarların en
büyük isyan nedenleri temsil etmiş olduğu çoğulculuk anlayışıdır. Bilindiği gibi, hem İngiltere hem
de Kanada'da İslam hukukuna hoşgörüyle yaklaşılması gereğini savunan isimler ve kesimler var.
Sözgelimi ABD'de Noah Feldman bunlardan birisidir ve Irak anayasasının hazırlık devresinde
danışmanlık yapmıştır. Bunlardan bir diğeri de Williams'dır. İkisi de kendi çevrelerinden büyük
eleştiriler almışlar ve hatta bu eleştiriler isyan kampanyasına dönüşmüştür. Bundan dolayı
Williams'ı  'Şeriatçı' ilan ettiler. Şimdi Kilise içindeki muhafazakarlar Williams'a tamamen kazan
kaldırmış durumdalar. Kellesini istiyorlar. Bunun temel iki nedeni var. Williams'ın liberal görüşleri
ile İslam'a karşı açılım siyaseti.

Williams'ın karşıtları Kilise'nin iki akımdan kurtarılması gerektiğini savunuyorlar. Militan


sekülarizm ve çoğulculuk. Burada çoğulculuktan kasıt, elbette Williams'ın temsil ettiği İslam'a da
açılma siyasetidir.  Biz de bir cihetle elbetteki militan sekülarizme karşıyız zira Türkiye'de de
Müslüman Türk halkı bunun ateşiyle kavruluyor ve dağlanıyor. Lakin karşıtları İslam'a müsamaha
ile bakmasına tahammül gösteremiyorlar. Bu çizgide en  yaman ve katı duruşu Nazır Ali gibi
Müslüman kökenden gelenler temsil ediyor. Onlar Williams ve benzerlerini irtidat ile suçluyor
yani tekfir ediyorlar. Artık aslar üstleri aforoz ediyor. Dolayısıyla tekfir veya irtidatı sadece İslami
bir kavram olarak algılayanlar yanılıyorlar.

Günümüzde modernizm cereyanları çerçevesinde din anlayışı, tekfir ile liberalizm arasındaki bir
gergefte veya yelpazede seyrediyor ve geniş yorumlara sahne oluyor.

Esasen muhafazakar Anglikanların haklı oldukları noktalar da var. Liberal çizginin Kiliseyi yok
oluşa doğru sürüklediğini görüyorlar ki, Bediüzzaman buna intifa yani sönmek diyor. Manevi
çöküntüden bahsediyorlar. İsrail'de kimi çevrelerin te’vilât savaşları çerçevesinde Kur'an-ı Kerim’i
İbranice yorumlama hevesleri gibi Anglikanlar arasında da buna benzer tartışmalar var. İncil'in
revizyonist yorumlarına karşı çıkıyorlar. Bu çalışmalara 'False Gospel/Yanlış İncil' diyorlar. Bu
Yanlış İncil deyimi İslamiyet çerçevesinde sû-i te’villeri akla getiriyor. Bu yanlış İncil'ler
çerçevesinde İskandinav ülkelerinde revizyona tabi tutularak basılan bazı İncillerde cehennem
bahsi yok veya cehennemden bahis yok. Cehenneme israiliyat nazarıyla bakıyorlar. Biz de
bazılarının Mesih'in nüzülünü  Hıristiyaniyat sayarak reddetmeleri gibi. Bu çalışmalar
muhafazakar Hıristiyanları küplere bindiriyor. Lakin modernizm dalgalarıyla gelen revizyonist
anlayış Kilise'yi yokluğa sürüklerken öbür taraftan da muhafazakar Hıristiyan anlayışlar Kilise'yi
parçalanmaya ve hizipleşmeye (schism) götürüyor. Ama onlar da, 'Eski hal muhâl ya yeni hal ya
izmihlâl ' gerçeğini unutuyorlar.  Bu çatallaşmaya karşı çözüm doğru çıkış yolunu bulmaktır.  Bu
liberalizm ile muhafazakarlık çatalları arasında kaybolmuş üçüncü yoldur. Tesaffi etmek yani
aslına rücû etmektir. 

 Kilise içindeki muhafazar din adamları 1662 yılından beri yürürlükte olan müşterek ayin kitabı ve
dilinin muhafaza edilmesini istiyor  ve buna mukabil, 21'inci yüzyıl veya post-modernist ilave ve
yorumları reddediyorlar. Kavganın temel nedenlerinden birisi bu.  Anglikan Kilisesi'nin son hali
içindeki bir krizin ve dahası kaosun habercisi. 2003 yılından beri çatallaşmanın boyutları büyüyor.
O tarihte homoseksüel din adamı V. Gene Robinson'un piskopos olarak atanması
muhafazakarları haliyle kızdırmıştı(1). Bu bağlamda, revizyonistlerin aynı cinslerin evliliğini
onaylaması bardağı taşıran son damla oldu. Yeni bir inşikak dalgasını tetikledi.

Anglikan Kilisesi Afrika, Asya İngiliz sömürgeleri arasında yayılmış durumda. Latin Amerika'da da
kısmî bir varlığı bulunmaktadır, bunun ötesine Avustralya ve ABD'de de yandaşları veya
mensupları var. Bu geniş yelpaze içinde Anglikan Kilisesi'nin merkez üssü olan İngiltere iki akım
arasında sıkışmış vaziyette. Muhafazakar kanadı daha ziyade Afrika, Asya ve Latin Amerikalı
piskoposlar temsil ediyorlar(2) . Öbür taraftan da  ABD'de Anglikanların uzantısı olan Episcopal
Kilise en modernist ve reformcu kanadı temsil ediyor. İki kanadın arasını bulmak neredeyse
imkansız. Rowan Williams liberal kanada meyletse de aralarında sıkışmış kalmış vaziyette.
Bundan dolayı Anglikanlar mutlak bir çözülmenin eşiğinde bulunuyorlar. Bu iki kanada kimi
zaman İncilci Anglikanlar ve Ortodoks Anglikanlar tabiri de kullanılıyor. Özellikle Afrikalı
Anglikanlar Müslümanları en büyük rakipleri ve hasımları görüyorlar. Eşcinsellerin evliliğini
onaylayan bir kilisenin Afrika'da ve Müslümanların gözünde değeri kalmayacağını ve gözden
düşeceğini gören Afrikalı papazlar bunun sorumlusu olarak Williams'ı görüyor ve ona kazan
kaldırıyorlar. Onlara göre Williams'ın temsil ettiği çizgi hem onları Afrika'da alay konusu yapıyor
hem de İslamiyeti meşrulaştırıyor. İşte buna dayanamıyorlar.

Bu nedenle harekete geçen muhafazakar kanadın amacı Anglikan Kilisesi içindeki liberal rehberlik
ve liderlikten kurtulmak ve onu yıkmak. Bunun için de darbeyi bile göze alıyorlar. Muhafazakarlar
Kudüs'te GAFcon adıyla bir konferans tertip ettiler. Yine Foca olarak anılan toplantı
gerçekleştirdiler.  Williams bunların meşru olmadığını savundu. Onlarsa 'Şeriatçı papaz' dedikleri
Williams'ı mürtedlik yani dinden dönmek, manipülasyon ve Kilise içinde kaynaşma değil de
kaynamaya hizmet etmekle suçluyorlar.. En yaman hasımlarından olan Rochester Piskoposu
Michael  Nazır-Ali homoseksüel din adamlarını ve eşcinsel evlilikleri onaylamıyor. Bu keskin
duruşundan dolayı muhafazakar kanattan kimileri Anglikan mürtedi saydıkları Rowan Williams'ın
yerine Müslüman geçmişi olan (mürted) Nazır-Ali'nin getirilmesini arzuluyorlar. Nazır-Ali ve onu
destekleye Afrikalı piskoposlar Williams karşıtı oldukları oranda da İslam düşmanları. Nazır-Ali
İngiliz Müslümanların haklarının tahdit edilmesi (sınırlandırılması) gerektiğini savunuyor.  

Lambeth’e Karşı Kudüs Deklerasyonu

 Muhafazakarlar kilise içinde yeni bir bölünmeyi tetiklediklerini ve i’tizal hareketi oldukları
keyfiyetini reddediyorlar. Ama ortada fiil bir vakıa var. O da Williams'ın 10 yılda bir toplanan
Lambeth Konferansına karşı Kudüs’te karşıt bir konferans tertip etmeleri ve burada radikal ve
köklü karar almalarıdır. Kudüs deklerasyonuna katılanlar kesinlikle revizsyonist Episcopal kilise
ricâli ile bağların kesilmesini savunuyorlar. Dolayısıyla şimdi Anglikanlar içinde ister istemez iki
akım çıkmış durumda. Bir atrafta Episcopal kilise'nin ruhunu temsil eden Lambeth çizgisi ve ekolü
diğer tarafta ise Kudüs Konferansı ve deklerasyonu. İkisinin yaklaşımı birbirine tamamen zıt
karelerden oluşuyor.

Oğul Yerine Ana

Bilindiği gibi genele Hıristiyanlar Rabbe yani Cenab-ı Hakk’a 'baba' diye hitap ederler. Mesih ise
genelde halaskar ve kurtarıcıdır. Ama revizyonistler yeni bir dil ve kavramlar geliştirmiş
bulunuyorlar. Muhafazakarları biraz da öfkelendiren işte bu durum. Sözgelimi, Episcopal Kiliseye
yeni seçilen piskopos Katharine Jefferts Schori bir hitabında Mesih hakkında 'anamız' tabirini
kullanması sapma ve bid’at olarak nitelendirilmiştir. Bu durumda Cenab-ı Hakk baba ( teâlallâhu
uluvven kebîra) yaftasıyla anılırken buna mukabil Schori yeni bir kavram kullanmış ve Hazreti
İsa'ya da 'anamız' demiştir. Eskiden Hıristiyanlar Mesihi teslis içinde oğul olarak anarlar ve
tesmiye ederlerdi. Şimdi eski köye yeni adet kabilinden Mesih'e ana demeye başladılar. Öyleyse
teslisin tanımı da değişti. Ama baba, ana ve bir de çocuk olması gerekecek. Bu durumda Ruhu'l
Kuds devre dışı kalmış olacak.
Bütün bunları dikkate aldığımızda Hıristiyanlık yolların ayrılış noktasında; ya istifa edecek yani
safileşecek ve durulacak ve bid’atlarından kurtulacak ya da intifa edecek yani yok olup gidecek.
Önünde üçüncü bir seçenek bulunmuyor. Kısaca İslamiyete ittibâ ve iktidâdan başka çaresi
kalmamıştır. Bundan dolayı da, bugün yolların ayrılış noktasındadır. İslamiyete iktidâ
etmezse  kendi içinde vuruşa vuruşa sahneden çekilecektir. Guya Bartholomeous Papa 16'ıcı
Benediktus ile bütünleşmeyi görüşürken Anglikanlar yeniden bir parçalanmanın eşiğindeler ve bu
parçalanma 1054 yılından beri en ciddi parçalanma ihtimalidir. Buna mukabil, muhafazakar
cenahtan Nazir-Ali ile Nijerya Piskoposu Peter Akinola gibiler İslam düşmanlığıyla iştihar etmiş
bulunuyorlar. Akinola'nın görev yaptığı bölgede; Nijerya'da 2004 olaylarında 600 Müslüman
katledilmiş ve Akinola bazı gazetecilerin tepkisini sorması üzerine 'Yorum yok' demişti.

Evet Anglikan Kilisesi içinde karşıt cephenin bir devrimi var. Ama devrime maruz kalan da devrim
yapan da çıkmazda. Önlerindeki tek seçenek İslamiyetin hakâikini kabul etmektir.

Kılıçlar Kınından Çıktı

İngiltere'de kadınların papaz olma ihtimali kiliseyi ikiye böldü. 3300 papazdan 1300'ü kadınlara
bu hakkın tanınması halinde ayine çıkmayacaklarını açıkladı.

İngiliz Anglikan Kilisesi çıkan krizi çözmeye çalışıyor. İngiltere Anglikan Kilisesi'nde kadınların
papaz olarak atanması düşüncesi tartışmalara yol açtı. Kilisenin önemli isimlerinden çok sayıda
papaz böyle olursa kiliseden ayrılacağını açıkladılar. Papazların, Anglikan Kilisesi lideri Canterbury
Başpiskoposu ile kilisenin önemli isimlerinden York Başpiskoposu'na birer mektup yazarak,
itirazlarını açıkça ortaya koyduğu bildirildi.

Aralarında piskoposların da bulunduğu 1300 papaz, kadın papaz atanması ve kendi üstlerinde
görevlendirilmesi halinde ayine çıkmayacaklarını söyledi. Anglikan Kilisesi yönetiminin konuyu ele
almasından hemen önce yazılan mektubun, kilise yöneticilerini zor durumda bırakacağı
belirtiliyor. Kilise yönetimi, 2 bin papazın desteğiyle, kadınların papaz olarak atanması fikrini ilke
olarak benimsemişti. Yönetimin, buna karşı çıkan papazlara bir hak tanınıp tanınmayacağı
konusunda karar vermeye çalışacağı belirtiliyor.

Kadınların papaz olmasını destekleyen gruplar ise erkek papazlara kadınların altında ayine
çıkmama hakkının tanınmasının ayrımcılık olacağını belirterek, böyle bir istisnanın kural haline
getirilmemesini istiyor. Konuyla ilgili açıklamada bulunan Fatih Üniversitesi Sosyoloji Anabilim
Dalı Başkanı Yard. Doç. Dr. Ali Murat Yel, Anglikan Kilisesi içinden bazı liberal görüşlü
kişilerin  kadınların da papaz olabileceği görüşünü ortaya attıklarını ve bunun kısa sürede taraftar
bulduğunu hatırlattı. Yel, Katolik Kilisesi'nin yaklaşımını şu sözleriyle özetliyor: "Katolikler, güzel,
alımlı bir kadının papaz olması durumunda insanlar kiliseye onu görmeye giderler, dolayısıyla
gerçek anlamından sapılabilir, görüşünü savunuyorlar. Kadınların dini işlerde görevli olmamaları
isteniyor…"(3).

Katolik Bayanlardır Anglikan Hemcinslerine Destek

Katolik bayanlar da kendi Kiliselerinin konumunu ve tutumunu benimseyeceği yerde aksine


Anglikan kadın papazlara gıpta ediyor ve onlarla hemcins dayanışması içine giriyorlar. Bu da krizin
veya tehlikenin hangi boyutlara ulaştığını gösteriyor. Burada da görülmeyen bir mahalle baskısı
var. Katolik bacı Myra Poole kadınların papaz olması akımının önünde aforoz kurumunun bile
duramayacağını ileri sürüyor. Myra Poole kadınların hem papaz hem de piskopos olarak
atanmalarını savunuyor ve keza heteroseksüelliğin Allah tarafından yaratıldığı gibi
homoseksüelliğin de yine onun tarafından yaratıldığını ve insanlar tarafından da böyle muamele
görmesi gerektiğini savunuyor. Yani eşitlik ilkesi haram helal duvarlarını yıkıyor. Görüldüğü gibi
krizde olan sadece Anglikan Kilisesi değil aksine Anglikan Kilisesi'nin krizi buzdağının sadece
görünen kısmı. Modernizm dalgası kutsalın alanını daraltıyor ve değerlerini aşındırıyor(4)…

1 - An Anglican Schism : headed for US? Time, 30 Haziran, 2008, David  Van Biema

2 - Anglican Church faces historic split, Hasan Suroor, The Hindu, Oct. 18, 2003

3 - Bugün gazetesi, 02 Temmuz 2008

4 - The Guardian, July 2, 2008/Catholic support for Anglican sisters


Din İstismarı
Şerafeddin AKTAŞ

Türkiye’de toplumsal barışı ve sosyal ilişkileri zaman zaman sıkıntıya sokan faktörlerden biri de,
bazı kavramların aslı manalarının dışında anlamlandırılarak, bir takım kimse ve kesimleri sindirme
politikalarıdır. Bu kavramların son dönemlerde çokça kullanılanlarından biri irtica, diğeri ise
istismardır. İrtica kavramı ile ilgili detaylı bir değerlendirmeyi ileriye bırakarak, bugünlerde
gündemin sıcaklığını kaynama noktasına getirmek isteyen bazı siyasiler ve medya şakşakçılarının
ısrarla gündemde tutmaya çalıştıkları din istismarını açmak istiyorum.

İstismar:  İyi niyeti kötüye kullanma, faydalanma, sömürme ve yanıltma gibi anlamlar taşıyan
Arapça kökenli bir kavramdır. Eğer bu kavram, özgün anlamına göre kullanılıyor ise, herkesin ve
her kesimin hayata dair her şeyi istismar edebileceğini söyleyebiliriz. Zira hayatta esas olan fayda
üretmedir. Faydalanma anlamı kesitinden bakılınca, bunda yadırganacak bir şeyin olmadığı
görülecektir. Kötüye kullanma, sömürme ve yanıltma anlamlarıyla istismar kavramı ele alınırsa,
burada istismar edilemeyecek tek değerin “din”olması gerekir. Çünkü insanlar, inançlarını ve
inanç esaslarını tercih ederken hür iradelerini kullanırlar. İnanmış olmanın esas şartı özgürce bir
kabuldür. Zor, gösteriş ve dayatma sonucu olan kabule, inanç değil, inançlı gözükmek denir.

Din, kişinin özgür iradeyle kabullendiği İlahi kurallar bütünüdür. Kişi, mensup olduğu dinin
gereklerini yerine getirme istek ve gayreti içinde olmakla, hayata dair mutluluğu temin
manasında faydalanıyorsa bu bir istismar değil, belki inancının gereğini yerine getirme
dürüstlüğüdür. Birilerinin, bu dürüstlüğü göstermeyip, gösterenler karşısındaki eziklik
kompleksini gidermek için “din istismar ediliyor” yaygarası koparması, karanlıktaki korkuyu
yenme telaşıdır. Dini talep ve davranışları hayatın bir kesitine hapsedenler, inkârlarını ifade
edemeyen korkaklar ve istismarcılardır. Bunlara göre din cami ve kişi vicdanı dışına çıkarılınca
istismar edilmiş olur. Hatta sosyal, siyasi ve iktisadi alana dini sokmak, vatan ihaneti ile eş tutulur.
Ayrımcılık sayılır, geriye gidişin başlangıcı olur. Hâlbuki din ve dini kuralların hayatın her kesitinde

uygulanması, bireyin dürüstlüğünün ilanı olduğu gibi, dinin bilinmez ve karanlık alanlarda
istismarı da önlemiş olur.

Bu perspektiften bakıldığında Türkiye’de en büyük din istismarcıları “din istismar” ediliyor


çığırtkanları ve bayaramdan bayrama,seçimden seçime halkın dini değerlerini dillerine dolayanlar
ve Kur’an’ın ifadesi ile”ala harfin”(bir kenarından ve işlerine geldiği kadar)inananlardır.. Ben
inanıyorum ve inandıklarımı yaşamak istiyorum talebinde bulunanları “ istismar”la itham
edenler,esasında inkarlarını dolaylı olarak ifade edenlerdir.

   İstismar, güneşe evet, ışınlarına hayır demektir. Ateşin odunu her şartta yakması onun asli
işlevidir. Sobayı yakarken iyi, çatıyı yakarken istismar ediyor denemez. Bunu idrak edemeyenler
çeşitli vesilelerle, baş örtüsü ve benzeri inanç gereklerini yerine getirenleri ”dini istismar
ediyorlar” itham edenler,
”Türkiye’de maalesef din istismarına açık yöntemlerle siyaset yapıldı. Hatta biz de zaman zaman
bu hataya düştük” diyen gafillerden cüret alıyorlar. İstismarı istismar edenler yetmiyormuş gibi,
birilerine şirin gözükmek ve değişim-dönüşüm safsatalarıyla, iradesinden güç aldıkları milletin
değerlerini istismar edenlere ne demeli?

Ben laikim, demokratım, sosyalistim diyenler bu bağlamda inançlarını ifade ederken istismar
etmiyorlar da, ben müslümanım diyenler dini nasıl istismar ediyorlar?

Akşam kurulup, sabah seçime giren bazı siyasi partiler; şarkılar ve türkülerle milletin kültürünü,
promosyonlarla açlık ihtiyacını, ”Biz değiştik” diyerek milletin duygularını istismar etmeden (!) %7
oy alabiliyor ve iktidar olabiliyorlar. Buraya kadar her şey normal ama; tarihi, kültürü, inancı ve
toprağıyla bu ülkenin gerçek sahibi halkın insanca yaşama talepleri istikametinde söz isteyen ve
el kaldıranlar dini istismar etmiş oluyorlar. Aslında bu istismar yaygaracılarına zemin hazırlayanlar
dinlerinin, inançlarının gereğini her şartta yerine getirmeyenler, din adına bir takım bilgilerin
hamallarıdır.

Türkiye’de çok sayıda istismar edilen; konu, kavram ve kurum varken, dinin istismarının
dillendirilmesi,din gerçeğinin insan hayatındaki yeri ve önemini göstermektedir. İlgili ilgisiz
herkesin, olur olmaz her yerde din ve dinle alakalı konuşması, bunun en güçlü delilidir. Meseleye
bu zaviyeden bakılacak olsa, istismar edilemeyecek ve edilmemesi gereken tek değerin din
olduğu görülecektir. Hülasa; din yaşanarak istismar edilmez, belki dünyevi çıkar ve menfaatlerin
elde edilmesine vesile edinmekle istismar edilmiş olur.

Bunun anlaşılacağı günü özlemle beklerken, oturdukları tepelerin rüzgarı ile konuşanların,
aşağıya indiklerinde rüya ile hakikati ayırmaya fırsatlarının olmayacağını hatırlatırız.
Rabıta Taraftarları, İnkarcıları , İnkarcıların Şüpheleri ve Cevabları
Hüseyin AVNi

Bundan Sonra…

Şübhesiz ki Râbıta’nın taraftarları olduğu gibi, inkârcıları da vardır. Biz İnşâallah bu makalemizde,
taraftarların müminler ve âlimleri, muârızların ise cühelâ sürüsü olduğunu göstereceğiz.
Meselemizi bi iznillâh üç Fasıl ve bir Netîce ile açıklığa kavuşturmaya çalışacağız: Birinci Fasıl
Râbıta Taraftârı Olan Âlimlerden Bir Kısmı ve Söyledik- lerinden Bir Nebze, İkinci Fasıl Râbıta’yı
Reddeden Âlim Var mıdır?, Üçüncü Fasıl Râbıta Hakkında İleri Sürülen Bazı Şeytânî Şübheler ve
Vesveseler, Netîce de bu husustaki sözümüzün hulâsası hakkında olacaktır. Tevfîk sadece Allah
celle celâlühû’dandır.

-------------------------------------------

Birinci Fasıl

Râbıta Taraftârı Olan Âlimlerden Bir Kısmı ve Söylediklerinden Bir Nebze

-------------------------------------------

Râbıta taraftârı olan âlim zâtlar ve râbıta’nın faydası ve lüzûmu hakkında söyledikleri sözler
çoktur; lâkin biz burada sadece bir kısmını zikredeceğiz:

Bir: Abdülkadir-i Geylânî kuddise sirruhû. O, şöyle diyor: Dervişin, velîlerle kalbi bir râbıtası vardır.
O râbıta sebebiyle bâtınen (kalbiyle) onlardan istifâde eder...[1]

“Abdülkadir-i Geylânî zâten tasavvuf adamıdır. Şer'î hükümlerde ve töhmet edildiği Tasavvuf
husûsunda O’nun sözünü kabûl etmeyiz” diyecek olanlara onun Şer'îat meşâyıhından olduğunu
hatırlatmaya bilmem lüzûm var mıdır? İbnü’l-İmâd'ın İbn-i Sem’ânî’den, İbn-i Receb’den ve
diğerlerinden naklettiğine göre, O, Hanbelîlerin ileri gelen âlimlerindendi. İbn-i Sem’ânî’nin de
dediği gibi, asrında Hanbelîlerin imâmı ve şeyhi, sâlih bir fakîh, dindâr, hayırlı, zikri çok, fikri
sürekli ve ağlaması süratli olan biriydi. O’ndan (hadîs) yazdım.[2] İbn-i Kayyım el-Kasidetü’n-
Nûniyye’sinde ondan nakiller yapar.[3] O’nun sözlerini akîdede kendine mesned eder.[4]

İki: İmâm Sühreverdî. O, Şöyle diyor: (Namaz kılan, teşehhüd’de) Nebî sallallâhu aleyhi ve
sellem’e selâm verir ve O’nu kalbinin gözleri önünde şekillendirir.

İmâm Sühreverdî kuddise sirruhû, Şâfiî ulemâsının ileri gelenlerindendir. Hâfız ’İrâkî’nin ifâdesiyle
zamanının âlimlerinin biriciği, vaktindeki Şâfiîlerin imâmı olan İsnevî (Ö:772), O’nun hakkında şu
ifâdeleri kullanıyor: Tarîkat şeyhi ve hakîkat ma’deni, Lisân, hâl, ilim ve amel bakımından vaktinin
imâmı idi.[5]

Üç: İmâm Ğazâlî kuddise sirruhû.  O, şöyle diyor: Kalbinde Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i ve
kerîm şahsını hazır et ve esselâmu aleyke eyyuhennebiyu... de, bu selâmın ona ulaşacağı ve
ondan daha tamâmını sana geri iâde edeceğine (ve aleykumüsselâm diyeceğine dâir) emelin
doğru olsun.[6]
Bunun namazda olması Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e hâstır. Ğazâli’nin aynı zamanda bir
müctehid olduğunu ilim adamları bilir...

Dört: İbn-i Hacer el-Heytemî rahimehullah. Şöyle diyor: (Teşehhüdde) Nebî sallallâhu aleyhi ve
sellem’e hitâb edilir. Sanki, ondan perdenin kaldırıldığına ve Ümmet'inden namaz kılanların ona
gösterildiğine ve onlar için en fazîletli amellerinde şâhidlik yapması için onlarla hazır olduğuna
işâret vardır.[7]

İbnu Hacer, Şerh-i Şemâil’de şöyle der: İbn-i Abbas radıyallâhu anhümâ’nın, rü'yâda Nebî
sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüğü ve mü’minlerin analarından birinin yanına girdiği, O’nun da,
O’na Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in aynasını çıkardığı, o aynada Resûlüllah sallâhu aleyhi
ve sellem’ın sûretini gördüğü kendisini görmediği anlatılmıştır. Bu, Sûfîlerin ıstılahında Râbıta’da
yok olmak demenin kendisidir.[8]

“İnşâd (başkasına âid bir şiiri okumak) ve sözlerin sana meylettireceği güzelliklerden kulağını
doldur” beytinin şerhinde şöyle diyor:  Zîrâ, onlar (güzellikler) dinleyende, bir kendinden geçme
râyiha ve coşkunluğu meydana getirir. Nefsi, sevgilisine doğru harekete geçirir. Bu hareket ve
şevkle sevgilinin tahayyülü, zihinde hazır edilmesi ve sûretinin kalbe yaklaşması ve o sûretin fikri
düşünceyi istilâ etmesi hâsıl olur...[9]

İbn-i Hacer’in Şafiîlerin fetvâ merci'i büyük bir muhaddis ve fakîh olduğu erbâbınca bilinen bir
şeydir. O kadar ki onun kırkta bir ilmi zamâne cahillerinde dört mezheb İmâmının önüne geçer
mutlak müçtehidliğinizi ilan ederdiniz... Gerçi şimdi de öyle düşünüyor olabilirsiniz, bilmiyorum...

Beş: Allâme, Müfessir Süleyman Cemel rahimehullah. O, Metn-i Hemziyye’ye yazdığı el-
Futühâtü’l-Ahmed İbn-i Hanbelîyye isimli şerhinde aynı ifâdeleri kullanıyor.[10]

Altı: Muhammed Müftî el-Hadimî rahimehullah. Şöyle diyor: (Zikir esnasında tefrika veya vesvese
gelirse) Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in veya şeyhinin sûretini hayal eder...[11]

Yedi: İmâm Müfessir Âlûsi. Şöyle diyor: Kalbe gelen vesveselerin defedilmesi için çok sebebler
vardır. Birisi de Râbıta diye isimlendirdikleri, şeyhinin sûretini hazır etmektir...[12]

Büyük müfessiri tanıtmaya ihtiyac var mıdır?

Sekiz: Şâh Veliyullâh ed-Dihlevî rahimehullah. Şöyle diyor: Üçüncüsü de, şeyhine Râbıta’dır.
Râbıta'nın şartı, şeyhin, teveccühü kuvvetli, dâimî Allah’la beraber olan birisi olması lâzım. Mürîd
onunla beraber olunca nefsini onunla beraber olmanın dışında her şeyden boşaltır, ondan
gelecek olanı bekler, gözlerini kapatır ve onları (gözlerini manen hayalen) açarak şeyhinin iki gözü
arasına bakar. Bir şey akarsa (gelirse) bütün kalbiyle ona tâbi' olsun ve onu muhâfaza etsin. Şeyh,
ondan uzakta olduğunda da sevgi ve hürmet vasfıyla onun sûreti onun sohbetinin/beraberliğinin
verdiği faydayı verir...[13]

Şâh Veliyullah ed-Dihlevî’nin ne denli büyük bir muhaddis, ne büyük bir fakîh olduğunu
anlatmaya ihtiyaç var mı? Hattâ, müctehid olduğunu söyleyenler de var.
Dokuz: Şâh Abdülazîz ed-Dihlevî rahimehullah. Büyük muhaddis ve müfessir. Veliyullah
Dihlevî’nin oğlu Hindistân muhaddislerinin üstâdı…

Diyor ki: Hakîkat o ki, bu (Nakşibendiyye) Tarîkat(ı), mürîdi (Allah’a) en çok yaklaştıran bir
tarîkattır. Mürîd ilim ve anlayış sâhibi değilse o zaman şeyhi mürîdin ona olan üstün sevgisi ve
onunla olan Râbıtası sebebiyle onda tasarruf eder. Zîrâ hakîkat meşayıhı, Allah’la beraber ol,
olmadıysan Allah’la beraber olanla beraber ol; Allah celle celâlühû kelam-ı mecîdinde sâdıklarla
beraber olunuz, buyurdu dediler. Şeyhi (Mevlâ’nın) zâtî müşâhedesine ulaşmış kâmil biri ise,
bunda (âyette), şeyhine Râbıta etmeye işâret vardır.[14]

On: Muhaddis ve Fakîh Abdülhakk ed-Dihlevî rahimehullah. O, şöyle diyor: (Âdâbın) Dördüncüsü,
zikre başladığı zaman, kalbiyle şeyhinin himmetiyle istimdâd etmesi. İstiânede, diliyle şeyhi
çağırsa câizdir.[15]

Abdulhakk ed-Dihlevî, hicrî dokuz yüz ve bininci yıllarda yaşamış Hindistan’ın önde gelen
muhaddislerindendir. Mişkâtü’l-Mesâbih üzerine yazdığı Lemeâtü’t-Tenkîh Şerhu Mişkati'l-
Mesâbîh isimli şerhi, kendinden sonraki ulemânın eserlerinde, Kütüb-i Sitte haşiyelerinin,
Mişkâtü’l-Mesâbih şerh ve haşiyelerinin ilim ve feyz kaynağı olmuştur. Hindistanda hadîs ve fıkıh
ilimlerini ihyâ eden, icâzetname silsilelerinin büyük üstâdı emsalsiz bir İmâm idi.[16] Önceleri
İmâm Rabbani’ye karşı ise de sonradan onun kerâmet ve üstünlüklerini görünce tevbe
edenlerden olmuştu.[17]

On Bir: Allâme Tâcüddîn el-Hindî rahimehullah. Şöyle dedi: (Mürîd) ilk oturduğunda şeyhinin
sûretini (zihninde) hazır eder.[18]

On İki: Abdulğenî en-Nablûsî rahimehullah Tâciyye Şerhi’nde bu ifâdeleri aynen kabulleniyor.[19]

Abdulğanî en-Nablûsî büyük hadîs âlimi muhaddis büyük fakîh. Zehâiru’l-Mevâris isimli hadîs
kitâbının sâhibi el-Hadîkatü’n-Nediyye Şerhu’t-Tarîkati’l-Muhammediyye isimli, değerli fıkıh ve
mev’iza kitâbının ve Hediyyetü’l-‘İbâd Şerhu-Tuhfetı’l-Murâd isimli fıkıh kitâbının ve nice
eserlerin müellifi, büyük muhaddis koca fakîh...[20]

O, Tâciyye Şerhi’nde şöyle diyor: (Mürîd), şeyhinin sûretini, O’ndan kendine meded hâsıl olması
için en kâmil bir hâl üzere zihninde hazır eder.... Zîrâ, şeyhi onun Allah’a (açılan) kapısı O’na
ulaştıran vesîlesidir. Nitekim Allah Teâlâ, ey îmân edenler Allah’tan ittika ediniz ve sadıklarla
beraber olunuz buyurdu. Allah Teâlâ, O'na varmaya vesîle arayın buyurdu. Sâlikin (Allah yolunun
yolcusunun), yolculuğunun başında Rabbini tanımaya kudreti olmaz ki Allah’la kendi arasındaki
vâsıtayı düşürsün. Rabbini tanımayınca da, kalbiyle ancak, sonradan olma bir mahlûku görme
imkânı olur. Eğer o, kalbiyle gördüğünü Rabbi diye görürse o kâfirlerdendir. (Bundan) Allah
Teâlâ’ya sığınırız. O hâlde ona vâcib olan, şeyhini görmesi, sûretini tasavvur etmesi, ta ki Allah
Teâlâ’dan mededi alan şeyhinin sûretine olan hürmeti sebebiyle Allah’tan yardım alabilsin. İlâhî
fethi elde edene kadar bu hâl üzere kalsın. Biz, müridin vâsıtayı aradan kaldırıp Rabbini (zihninde
ve gönlünde) hazır etmesinin en kâmil (en üstün bir mertebe) olduğunu inkâr etmiyoruz. Lâkin
ilim ve üzerinde bulunduğumuz hâl îcâbı olan vicdanı zevkle (manen bulup tatmakta) kesin olarak
biliyoruz ki, bu, sülûkun başında mürîd için zarûrî olarak ebediyyen imkânsızdır. Zîrâ, bütün
havâtır (vesvese) ve makâsıd (maksad ve hedefler) ancak ârifin bileceği ve câhilin bilemeyeceği
sonradan olma bir mahlûk üzerine gerçekleşir. Bu sonradan olma mahlûk, câhilin katında, onu
tanımadığından, onun  (haşa) Rabbidir. Küfürde de hiçbir mazeret olmaz. O bakımdan, (mürîdin)
vesîle edinmesi lâzım olan ve idrâk edilebilen mahlûk ile idrâkinden aciz kalınan kadîm’ın
(Allahın) arasını, hayali bir şekilde değil de müşâhade ve tatmaya dayanan bir ayırma ile
ayırabilmesi için Râbıta gerekir…  Bundan sonra da Râbıta’yı aradan kaldırır...[21]

On Üç: İmâm Şa’rânî rahimehullah. O, zikrin edeblerini sayarken şöyle dedi: Yedincisi, şeyhinin
şahsını gözleri önünde hayâl etmesi... Bu, onlara göre edeblerin en kuvvetlilerindendir.

Bilenlerin bildiği şu büyük muhaddis ve fakîh İmâm Şa’rânî... Ahkâmla alâkalı hadîslerin toplandığı
Keşf-ul-Ğumme’nin, Sünnet çerçevesinde hakîkî mü'minin vasıfları şeklinde tanıtabileceğimiz
Levâkıhu'l-Envâri'l-Kudsiyye nâmındaki kitâbın, dört mezheb üzerine yazılan fıkıh kitâbı el-
Mizanü’l-Kübrâ’nın, gerçek şeyh ve mürîd  ile sahtelerini ayıran mükemmel bir mihenk olan
Tenbîhu'l-Muğterrîn’in, câhiller ve hâinlerce durmadan hırlanan Tasavvuf büyüklerinin
akîdelerinin Ehl-i Sünnet akâidine nasıl tıpa tıp uyduğunu apaçık bir şekilde ortaya koyan El-
Yevâkıt ve'l-Cevâhir’in ve daha nice kıymetli eserlerin sâhibi… Zamânının ilim ve irfân kutbu İmâm
Şa’rânî…

On Dört: İmâm Şâh-ı Nakşibend Muhammed Buhârî kuddise sirruhû .

On Beş: Ubeydullah el-Ahrâr kuddise sirruhû .

On Altı: Muhammed Pârîsa kuddise sirruhû .

Bu büyük zâtlar, aynı zamanda Buhârâ’nın ileri gelen hadîs âlimlerindendi.

On Yedi: İmâm Rabbânî kuddise sirruhû.

On Sekiz: İmâm Ma’sûm kuddise sirruhû.

On Dokuz: Mevlânâ Hâlid kuddise sirruhû.

Zamanının ileri gelen akâid âlimlerinden. Mevlâna Hâlid aynı zamanda büyük bir hadîs âlimi idi.
Meşhûr Cem’u’l-Fevâid isimli hadîs kitâbı üzerine haşiyesi var. Akâide dâir benim bildiğim iki eseri
mevcuddur.

Diğer eserleri için de el-Mecdü’t-Tâlid isimli esere bakılabilir.

İmâm Rabbânî ve İmâm Ma'sûm’un akîdeye dâir yazdıkları her biri müstakil bir risâle olabilecek
onca mektupları var. Hattâ İmâm Rebbânî’nin, akîde mevzû'unda, İsbât-ı Nübüvvet isimli
müstakil bir eseri de mevcuddur. Bu eserlerinde Ehl-i Sünnet’in birer keskin Hind Kılıcı
olmuşlardır. Bunların yanında, ayrıca Kelâm ilminin ölümsüz âbidelerinden Şerh-i Mevâkıf’ı da
talebelerine defalarca okutan kimselerdir.

Bu zâtlar ve bunlar gibi buraya almadığımız, ilminin zekatı, müctehidleri koyup geçen zamâne
müctehidleri gibileri ictihâd mertebesine çıkarabilecek onlarca büyük İmâm, Râbıtayı eserlerinde
açıkça benimsemişler.
Kimi Âlimlerin İfâdeleri de Râbıta’yı Gerektirecek Husûsiyyet Arzetmektedir

----------------------------------------------

Yimi: İmâm Sübkî es-Şafiî.[22]

Yirmi Bir: İmâm Süyûtî es-Şâfiî[23]

Yirmi İki: İmâm Halîl el- Malikî.[24]

Yirmi Üç: Ebûl Abbas el-Müresî.[25]

Yirmi Dört: İbn-i Atâullah.[26]

Yirmi Beş: Allâme Ekmelüddîn[27]

Yirmi Altı: El-Eşbâh Şârihi El-Hamevî,[28]

Bunlar ve başka büyük âlim zâtlar, velîlerin rûhaniyetlerinin değişik sûretlere bürünebileceğini,
bunun bir kerâmet olduğunu söylemektedirler.

Yirmi Yedi: Seyyid Şerîf Cürcânî. Şerh-i Mevâkıf’ın sonlarında Şerh-i Metali’ın başlarında,[29]
“velîlerin sûretleri öldükten sonra da müridlere zuhûr eder onlar da o sûretlerden feyizler alırlar”
demektedir.[30]

Yirmi Sekiz: Muhaddis Halîl Ahmed İbn-i Hanbel es-Sihârenfûrî. Ebû Dâvud şerhi Bezlü’l-
Mechûd’de (yukarıda geçen bir hadîsin) Râbıta’ya işâret ettiğini söylüyor.[31]

Yirmi Dokuz: İbnü’l-Kayyim. Rûh bedene bitişik olduğu hâlde refik-i a’lâ da olur. Öyle ki, sâhibine
selâm verildiğinde mekânında olduğu hâlde selâmı alır[32] diyor.

Otuz: Allâme el-Halebî eş-Şâfiî. Şerh-i Buhârî’de, şöyle diyor: Sonra ona yalnızlık sevdirildi
sözünün şerhinde şeytan nasıl ki Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in sûretine giremezse kâmil
velî sûretine de giremez.

Otuz Bir: İbrâhim ed-Düsûkî.

Otuz İki: Azîz Mahmûd el-Üsküdârî el-Hüdâî.

Otuz Üç: Ârif Mustafâ el-Bekrî.

Otuz Dört: Allâme Ahmed Saîd Sâhibzâde. Şöyle diyor: Tasvîr yasak, tasavvur da (müstehcen ve
nâmahrem olmamak şartıyla) övülen bir şeydir. Tasavvurun yasaklığını hiçbir kitâbta görmedik,
aksine ilimlerin hepsinin husûlü tasavvura bağlıdır. Nitekim bu zekilere gizli değildir. Zikir hâlinde
şeyhin sûretini muhafazada, tezkir (zikrettirme) hikmetinin ta kendisi vardır. Zîrâ zikrettiren
yanında duruyor. Onu Allah’tan ğâfil bir hâlde bırakmıyor.[33]

Otuz Beş: İmâm Tâcüddin es-Şazeli.

Otuz Altı: İbn-i Atâullah el-İskenderî.


Otuz Yedi: Nûru’l-Hidâye müellifi Allâme Muhammed Es’ad Sâhibzâde.

Otuz Sekiz: Seyyid Muhammed Efendi.[34]

Otuz Dokuz: Seyyid Muhammed Alâuddîn.[35]

Kırk: Şeyh Yûsuf Muhammed el-Cezmâvî el-Hanefî.[36]

Kırk Bir: Şeyh Muhammed Necdî el-Ezherî es-Şâfiî.

Kırk İki: Allâme Şeyh Ahmed İbn-i Hanbel er-Rifâî el-Mâlikî el-Ezherî.[37]

Kırk Üç: Şeyh Muhammed el-Mâlikî.

Kırk Dört: İmâm Allâme Devserî.

Şu son altı büyük âlim, Nûru’l-Hidaye ve’l-İrfan müellifinin asrında yaşayıp bu esere takriz yazan,
yani Râbıta risâlesini tasvibkar ifâdelerle öven büyük ulemâdandırlar.

Ve daha niceleri... İlimde dağlar misâli bu büyük zevatın tırnakları, evet, kesip attıkları tırnakları
mesabesinde bile olmayan ilmi kimlikleriyle kimler kim oluyorlar ki onlara karşı kem küm etme
cesareti gösterebiliyorlar?

-------------------------------------------

İkinci Fasıl

Râbıta’yı Reddeden Âlim Var mıdır?

-------------------------------------------

    Diğer İslâmî ilimlerde îcâd edilen ve kullanılmakta olan fıkıh, tefsîr, akâid, hadîs ilimlerinde
bulunan ıstılâhlarda/terimlerde olduğu gibi, Râbıta Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim, Tabiîn,
Tebe-i tabiîn ve sonraki devirlerde ma’nâ olarak bilinip amel edilen bir amel olmakla beraber
ıstılah olarak sonrada ortaya çıkmıştır. Hicri dördüncü ve müteakip asırlarda ıstılah olarak da
kullanılmıştır. Müçtehidlerin, müfessirlerin, muhaddislerin bol olduğu zamanlarda meşhur
olmasına rağmen, hiçbir müçtehid ve  hiçbir âlim ona karşı çıkmamıştır. İleride de ayrıca
zikredileceği üzere, bir çok âlim tarafından tasvib edilmiştir. Hattâ, üzerinde gayrı meşrû'
olmadığı husûsunda Sükûtî İcmâ' vaki olmuştur. Meşrû’luğunu bir çok âlim te'yîd etmiştir.
Aleyhinde hiçbir âlimden hiçbir söz nakledilemez.

Yalnız bundan yüz on küsur yıl önce ölmüş Sıddîk Hasan Han, et-Tâcü’l-Mükellel isimli tarihinde,
Râbıta’nın kötü bir bid’at olduğunu, bunun dince yasaklanmış olduğunun, Şâh Veliyullah Dihlevî
tarafından el-Kavlü’l-Cemîl isimli eserinde açıkça ifâde edildiğini, Allâme Muhammed İsmail ed-
Dihlevî’nin es-Sıratu’l-Müstekîm isimli eserinde Râbıta’nın şirkten gizli olmayacak bir noktada
olduğunu, ifâde ettiğini söylüyor.[38]

Sıddîk Hasan Han, zamanının hadîs âlimlerinden olmasına, İmâm Rebbânî ve velîler hakkında son
derece hüsn-i zannı ve medihleri bulunmasına rağmen, bir çok şaz ve sapık düşünceleri de olan,
Hindistân’ı işğâl eden İngilizlere karşı cihad edilmesinin harâm olduğuna dâir fetvâ verecek kadar
ilim, ihlâs ve Allah korkusu sâhibi(!) biriydi.[39] Muâsırı olan büyük muhaddis ve fakîh Allâme
Abdü’l-Hayy el-Leknevî  Tezkiretü’r-Râşid isimli eseriyle O ve O’nun gibilerin sapıklıklarını
sergilemiş, ağızlarına taş tıkamıştı. O’nun ve allâme dediği, ama büyük ölçüde O'nun gibi biri olan
Muhammed İsmail ed-Dihlevî’nin şu husûsda sarfettikleri sözler, bunca büyük ulemânın
hükümleri yanında çöpe fırlatılma kıymetinde bile değildir.

Şâh Veliyullah ed-Dıhlevî’den yaptığı nakle gelince.... O, Râbıta’yı savunanlardandır; ismi geçen
el-Kavlü’l-Cemîl isimli eserinde bunu açıkça belirtir.[40] Bu gibi iftirâlar câhillere çok değildir de,
kendini ilme nisbet eden, değirmen sıçanı misâli unu olmasa da uçuşan un zerrecikleriyle sırtı
kısmen unlanmış ve beyazlaşmış kimselerin biraz olsun temkinli olmalarını gene de gönül istiyor,
işte... Zamâne câhillerinin zırvaları ise, -bağışlayınız-  kendileriyle taharet alınmaya bile lâyık
değildirler; temizlenecek yerleri daha da batırırlar.

Dünden günümüze kadar sayılamayacak kadar âlim, fâzıl ve sâlih zâtların beyân ve amelleri
varken, şu câhiller ve sapıklar gürûhunun şeytânî vesveselerine aldananlara veyl olsun…

--------------------------------------------

Üçüncü Fasıl

Râbıta Hakkında İleri     Sürülen Bazı Şeytânî Şübheler ve Vesveseler

--------------------------------------------

    Râbıta inkârcılarının i’tirâz ve inkârlarına dayanak ve delîl zannettikleri şübhe ve vesveseler


haddi zâtında sayılamayacak kadar fazla ise de, içlerinde kayda değer bir tane i’tirâz yok, dense
yeridir.  Hiçbirinde ilmî bir ağırlık olmadığı gibi fikrî bir tutarlılık ve insicâm da yoktur. Birçok
bâtılın kendi içindeki kısmî tutarlılığından bile mahrûmdurlar. İlmî zâbıta ve disiplin diyârına çok
çok uzak olan şu lâubâlîlik ve keşmekeşlik galerisinden sâdece birkaç vesvese ve şübhe maddesini
göstermeyi kâfî görüyoruz.

 -------------------------------------------

Birinci

Şübhe ve Vesvese

------------------------------------------

İddiâ: Râbıta’da, şirki gerektirecek hürmet ve saygı ifâde eden ibâdet duruşu vardır.

Cevâb: Bunu iddiâ eden ahmak câhillere birkaç âyet ve hadîs ile hadîs âlimlerinin üstadlarına
gösterdikleri hürmetleri hatırlatalım…
Her Hürmet Şirk midir?

-------------------------------------------

Sâhi, hürmete lâyık olanlara hürmet etmek, onlara ibâdet etmek demek midir?

Çoğu câhiller, edeb ve hürmeti ibâdetle karıştırırlar. Kimileri, hürmet bekleyeyim derken ilâhlık,
ederler. Kimileri, hürmet edeyim derken ibâdet ederler; kimileri de, meşrû’, hattâ mesnûn
olan/sünnet kılınan hürmeti, ibâdet kabûl ederek edebli ve terbiyeli kimseleri müşrik ilan eder,
sapla samanı karıştırırlar. Bu, bilhassa, aklını, Kur'ân ve Sünnet yerine koyarak veya ilimden uzak
bir şekilde kıt akıllarıyla Kur'ân ve Sünnet'i tahrîf ederek akıllarını putlaştıran câhil edebsiz ve
terbiyesizler ile şeytanın maskarası olmuş yobazlarda çok görülür. Halbuki Kurân ve Sünnet onları
yalanlıyor ve utanmaz suratlarına okkalı tokatlar vuruyor:

-------------------------------------------

Hürmet ve Saygıya Dâir İnen Birkaç Âyet

-------------------------------------------

Bir: Hani biz meleklere Âdem aleyhisselâm’a secde edin dediğimizde... İblis hâric hepsi secde
ettiler[41]

İki:  Meleklerin hepsi secde ettiler, İblis hâriç.[42]

Bu secde kendine has bir hürmet ifâdesiydi ve her ne kadar bizim Şerîatımızda yasaksa da, o
zamanki Şerîatta yasak değildi.  Öyle idi ama, edepsiz ve terbiyesiz İblis, buna karşı geldi ve
edebsizler ile terbiyesizlerin pîri oldu.

Üç: Ve (Yûsuf aleyhisselâm) anasını babasını tahtın üzerine çıkardı ve secde edenler olarak ona
eğildiler, yere kapaklandılar...[43]

     Bu bir hürmet ifâdesiydi ve Yûsuf aleyhisselâm’ın Şerîatında meşrû' idiyse de Hz. Peygamber
aleyhisselâm’ın Şerîatında meşrû' değildir. Burası, ayrı bir nokta…

Dört: Allah celle celâlühû’nun ve O’nun Resûlü'nün önüne geçmeyiniz. Ey îmân edenler!
Seslerinizi Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in sesi üzerine çıkarmayınız.[44]

Hangi ma’nâda olursa olsun bu âyetlerde Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e hürmet
emredilmektedir.

Beş: Aranızda Resûlü çağırmayı, birinizin birinizi çağırışı gibi yapmayınız.[45]

Bu saygılı davranma emri değil midir?


Hürmet ve Saygıya Dâir Gelen Bir Kaç Hadîs

Bir: Abdullah b. Amr b. Âs radı-yallâhu anhumâ anlatıyor: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’den
daha çok sevdiğim, gözümde ondan daha büyük hiçbir kimse yoktu. Onu anlatmam vasfetmem
istense gücüm yetmez. Çünkü ona doyasıya bakmamıştım.[46]

İki: Enes radıyallâhu anhu Anlatıyor: Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem Muhacir’den ve En-
sâr’dan oturmakta olan arkadaşlarının yanına çıkardı. İçlerinde Ebû Bekir ve Ömer’de vardı. Ebû
Bekir ve Ömer dışında hiçbir kimse gözünü kaldırıp ona bakamazdı...[47]

Üç: Resûlüllah sallâllahu aleyhi ve sellem konuştuğunda beraber oturduğu kimseler başları
üzerinde kuş varmışçasına başlarını eğerlerdi.[48]

Dört: Urve İbn-i Mes’ûd -Hudeybiyye Musâlahası senesinde- Kureyş O’nu Resûlüllah sallâllahu
aleyhi ve sellem’e gönderdiğinde, Ashâbının ona olan ta’zîmini, abdest aldığında kalan abdest
suyuna koşuşturmalarını, az kalsın o su üzerine vuruşacaklarını… Tükürdüğü her hangi bir tükrüğü
veya attığı balgamı avuçlarıyla alıp onunla yüzlerini ve cesedlerini ovaladıklarını… Bir kılı
düştüğünde hemen ona koşmalarını… Onlara bir emir verdiğinde emrine koşuşturmalarını…
Konuştuğunda, yanında seslerini kısmalarını ve O’na bir hürmet olarak keskin bakışlarla
bakmadıklarını gördü. Bütün bunları görünce, Kureyş’e döndü ve şöyle dedi: Ey Kureyş!... Ben
kral iken Kisrâ’nın yanında bulundum, yine kral iken Necâşî’nin yanında bulundum, ve -vallahi-
ben, hiçbir kavimdeki hiçbir kralı, Ashâbının arasındaki Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem
gibi asla görmedim.

Başka bir rivâyette, “Ashâb’ının Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’e hürmet ettiği gibi, hiçbir
krala arkadaşlarının hürmet ettiklerini görmedim…”[49]

Beş:  Üsâme radıyallâhu anhu anlatıyor: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında oturuyorduk,
başlarımızın üzerinde sanki kuş vardı. Bizden hiçbir kimse konuşmuyordu...[50]

Altı: Talha radıyallâhu anhu anlatıyor: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbı radıyallâhu
anhum câhil bir bedevî’ye, adağını yerine getireni O’na (Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e) sor
dediler. Ona hürmet ve saygı gösteriyorlardı.[51]

 Yedi: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i berber tıraş ederken gördüm. Ashâb’ı (düşen
kıllarından almak için etrafında dolaşıyorlardı). Hiçbir kılın yere düşmesini istemiyorlardı. Ancak
bir adamın elinde olmasını istiyorlardı.[52]

Sekiz: Bera b. Âzib radiyellâhu anhu diyor ki; Bir şey hakkında Resûlüllah sallâhu aleyhi ve
sellem’e sormak isterdim de, heybetinden dolayı, onu iki sene (soramaz) geciktirirdim.[53]

Dokuz: Vâzi’den -ki O Abdü’l-Kays kafilesindeydi- şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Medîne’ye
geldiğimizde bineklerimizden koşup, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in ellerini ayaklarını
öpüyorduk[54].

On:  Abdullah b. Ömer radıyal-lâhu anhuma anlatıyor; Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in


seriyyelerinden birinde idik. Ona varıp elini öptük.[55]
On Bir: Ömer, kalkıp Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in ayağını öptü.[56]

Şu hâlde Kur'ân ve Sünnet ölçülerindeki bir saygı ve hürmeti putlara gösterilen saygıyla karıştıran
şapşalların işine şaşırmamak lâzım. Bu tür haltları (karıştırmaları) onlar her zaman yaparlar. Sapla
samanı her zaman karıştırırlar. Benzeri rivâyetler, Ashâb'dan ve Tabiinden de bol bol gelmiştir.
Yani Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e karşı takınılan edeb, varislerine de takınılmış. Sahâbe
rıdvanullâhi teâlâ aleyhim, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîne aynen gösterilmiştir… Bu âlimlere gösterilen
edeb ve hürmete dâir günümüz edebsizlerini şaşırtacak rivâyetler, Hatib-i Bağdâdî’nin el-Câmi,
[57] ve Hâfız İbn-i Abdi’l-Berr’in Câmi’u Beyâni’l-İlmi ve Fazlihî[58]  isimli eserlerinde de çokça
vardır.

-------------------------------------------

İkinci

Şübhe ve Vesvese

-------------------------------------------

İddiâ: Râbıta tevessülü/aracılığı, Zümer sûresinin üçüncü âyetinde de ifâde edildiği gibi, puta
tapanların putlarını Allah celle celâlühû’ya aracı yapmalarına benzer. Müslim’in rivâyetindeki  “…
Senin hiçbir ortağın yoktur. Ancak, sana âid olan, kendisi ve mâlik olduğu da senin olan bir ortak
müstesnâ”[59] müşrik telbiyelerindeki putları vâsıta edinmeye benzemektedir.

Cevâb

Bir: Müşriklerin Putlara ibâdet etmeyi Allah’a yaklaşmaya vesîle ettiklerini ileri sürerek, Allaha ve
Resûlüne göre Allah’a yaklaştırıcı her vesîleyi şirk saymak Allah celle celâlühû’yü yalanlamak ve
ona iftirâ etmektir;   “Hiç şübhen olmasın ki sen (ey Resûlüm sallallâhu aleyhi ve sellem), elbette
(Allah celle celâlühû’nün kullarını) dosdoğru yola sevkedersin”. [60] Yani, Allaha yaklaşmalarına
sebeb olursun.

Allah’a yaklaştırıcı her vesîle ve vâsıtanın şirk sebebi olmayıp, bazılarının Allah’ın emri olduğunu
yukarıdaki âyetlerle Allah söylüyor. Demek her vesîle yasak değil. Yasak olanlardan en mühimi
Puta ibâdet etme vesîlesi... Şirk vâsıtasıdır…

İki: Müşrikler “Ancak, senin bir ortağın vardır ki, o da, mâlik oldukları da sana âiddir.” sözleriyle
putlarını “Allah’ın ortağı” olarak kabûl ettiklerini açıkça söylüyorlar. Hâlbuki Râbıta yapanlar bunu
ne açık ne de üstü örtülü söylemiyorlar. Onlar, bir yanda “sizi de yaptıklarınızı da yaratan (başkası
değil) Allah’dır” âyetine îmân ederek “Allah’dan başka hiçbir (yaratıcı) fâil yoktur,” derler; öte
yanda da sebebler âleminde olduklarını unutmazlar; Allah’ın yaptıklarından şu müşâhade
ettiğimiz ve etmediğimiz şeylerden birçoklarını, yarattığı bazı varlıklar vâsıtasıyla yaptığını
söylerler. O yüzden Râbıta tevessülünü bu hadîsde geçen müşrik sözüne kıyaslamak için
noksansız olarak aptal ve serseri bir geri gerizekâlı câhil olmak lâzımdır. Zîrâ böyle bir kıyâs için
ortada menât olabilecek hiçbir şey olmadığı gibi “fârık”/ayrı kılan vasıf dahî vardır. Çünki, putların
vesîle edilmesi âyetler, hadîsler ve akl-i selîm ile yasaklanmıştır. Hâlbuki, Râbıta tevessülüne dâir
böyle bir yasaklama olmadığı gibi nassların manâlarının umûmu ve akl-i selîmin delâleti ile buna
teşvîk vardır. Öyleyse yapılacak kıyâs, fârık’a rağmen bir kıyâs olacaktır ki bu bâtıldır. Böyle bir
kıyâs müşriklerin sırf kâr getirme illetiyle/temel sebebiyle fâizi alışverişe kıyâs etmeleri gibi bir
akılsızlık ve şaşırmışlık olur.

Üç: Bir yanda biz putlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye İbâdet ediyoruz[61] diyenler…
Diğer yanda ise şu şu âyet, şu şu hadîs ile beraber şu tecrübeye de dayanarak şu vesîleyi, “Allah’a
varmaya vesîle arayınız” âyeti şumûlünde görüyoruz diyenler… İkisi birbirine benziyor öyle mi?
Domuzun başı, gözü ve ayağı var. /Râbıtayı inkâr edenlerin de başı, gözü ve ayağı var. /O hâlde
Râbıtayı inkâr edenler domuzdur, şeklinde bir kıyâs olmaz; değil mi?.. Olmaz tabiî... Çünki kıyâsın
da bir ölçüsü vardır. Sizin kıyâsınızdaki menât,[62] “vesîle olmak” ise, “vesîle”nin Farz, Vâcib,
Sünnet, Mustehab, Mendûb, Mubâh, Mekrûh ve Harâm olanları da vardı. O zaman, ard niyetli
veya câhil değilseniz, Râbıtanın hangi vesîleye girdiğini delîllerle araştırırsınız. Eğer Menâtınız
puta ibâdet ise, böyle bir şeyi söyleyen ve eden yok. Hâlbuki müşrikler hem ibâdet ediyorlar hem
de ettiklerini söylüyorlar. Bu puta ibâdet etmek şu batıl kıyâs sâhibince menât değil, netîce
olabilir. Yok, eğer, kıyâsa bile dayanmayan ictihâdınızla(!) muhâtabınızın fiilini puta tapma fiiline
dâhil ettiyseniz, lütfen bu hokkabazlığı, cıvıklığı, sululuğu bırakın... Sirklerde ve karnavallarda
gösteri yapmakla ilim mes’elelerinin müzâkere ve münâkaşası ayrı ayrı şeylerdir... Üstelik, değil
bâtıl kıyâsla, doğru yapılan kıyâsla bile, mü’minim diyene kâfir demek için sersem bir câhil olmak
bile yetmez... Zîra, kıyâsla sâbit bir hüküm, âlimlerin söz birliği ile zann bildirir. Zann ile de, akıllı
ve biraz bilgili mü'minlere göre bir mü'min asla tekfîr edilemez. Eğer, tamam, her vesîle ve vâsıta
şirk değil, kabûl ettim, ama ‘vesîle arayınız’ âyetindeki vesîle şudur diyorsanız, âyet veya hadîsin
ma’kûl ve kesin delâleti bulunmadan tahsîs ve sınırlama yetkisini nereden aldınız? Yoksa
kendinizi o âyeti gönderenin ortağı olarak mı görüyorsunuz?!.. Bir an tenezzül edip/seviyenize
inip Râbıtanın, farz vâcib ve mendûb vesîlelerden olmadığını, delîlleri tam bir istikrânızla[63]
tesbit ettiğinizi kabûl edelim. Ya, mübâhlar?!... Râbıta’yı onlara da mı, sığdıramadınız?
Sübhânellâh!... Câhillerle ilmî münâkaşa ğâliba cehennem azabı gibi bir şey… Bu câhilliğe bir de
gerizekâlılığı eklerseniz  vay geldi başınıza; azâb içinde azâb…

Dört: Râbıta’yı, vesîle olması yönüyle Zümer sûresinin üçüncü âyetine ve Müslim hadîsi hükmüne
sokamazsınız. Çünkü o âyetteki ve hadîsdeki vesîle, vesîlelerden belli bir vesîle olan şirk
vesîlesidir. Şu hâlde bu âyet sizin, mü'minleri küfürle suçlamak gibi süflî karalamanızda delîliniz
değil, haşa oyuncağınızdır... Siz Allâh’a ve Resûlüne demediklerini yakıştırmakla yalan iftira
etmekten korkmayan zâlimlerin tâ kendilerisiniz. Allah’tan korkunuz, insaflı olunuz...

Beş: Bazıları dahî vardır ki, onların hükümlerini de siz verin. Maşallah, siz çok kolay hüküm
veriyorsunuz. Mesela... Birisi var, İslâmî bir gaye için, Allah’ı razı etmek maksadıyla küfür
otoritelerine uşak olmayı, onların akademik kariyerlerini elde etmek için Lât’ın veya Menât’ın
ilkelerine bağlı kalmaya söz veriyor ve her türlü harâmı leblebi yer gibi işliyor ve de, biz bu işte
Allah rızâsı için varız, bu işimiz bir araçtır. Amaç Allah’a yaklaşmaktır diyor. Bunun bu vâsıtasının,
vesîlesinin hükmü nedir?.. Gerçi açıklık yoksa da, Kıyâs-ı Fukahâ, yani âli ve erişilmez ictihâdınızla
bunun, Zümer sûresinin üçüncü âyetine girip girmediğini söyleyiniz.

Üçüncü Şübhe ve Vesvese


İddiâ: Bir zavallı da bakınız ne diyor: “Hâlid-Bağdâdî’den, şu nakil yapılmıştır: Zemahşerî, i’tizaline
(haktan ayrılmışlığına) rağmen, Keşşâf isimli tefsîrinde (levlâ...) âyetindeki Bürhân’ın, Ya’kûb
aleyhisselâm’ın oğlu Yûsuf aleyhisselâm’a temessül etmesi (rûhunun veya rûhâniyyetinin yani,
rûhunun aksinin/yansımasının kendinden uzaklarda kendi bedeni şekline girip
görünmesi)  olduğu şeklinde de tefsîr edildiğini söyledi.

Siz, herhâlde Keşşâf Tefsîri’ni hiç okumadınız. Yoksa bunu asla söyleyemezdiniz… Keşşâf’ta bu
görüş sâhibleri için aynen şu ifâdeler yer alıyor: Bu ve bunun gibi şeyler hurâfeci zorbaların
tutundukları şeylerdir. Allah Teâlâ’ya ve paygamberlerine iftirâ bunların dîni olmuştur…”[64]

Cevâb: Mevlâna Hâlid kuddise sirrûhû’nun ifâdelerinin aslı aşağıdadır:

‫صاحِبُ ْال َك َّشافِ َم َع‬ َ ‫ان َر ِّب ِه“ َو ِم ْن ُه ْم‬َ ‫الى ”لَ ْوالَ اَنْ َر ٰا بُرْ َه‬ َ ِّ‫ْن َج َما ِه ُر ْال ُم َفسِّر‬
ٰ ‫ين فيِّ َق ْولِ ِه َت َع‬ 6ِ ‫صرُّ فِ َو ْاالِمْ دَ ا ِد الرُّ َحا ِن َيي‬
َ ‫صرَّ َح ِبال َّت‬
َ ‫َو َق ْد‬
ُ ‫ َولَ ْف‬.‫ال‬
ُ‫ظ ُه ” َوفُسِّر ْالبُرْ َهان‬ ِ ‫ار َو ْاالِعْ ت َِز‬ِ ‫صافِ ِه ِباْالِ ْن َك‬ ِ َ‫“ا ْنح َِرافِ ِه َع ِن ْاالِعْ تِد‬
َ ‫ال َوا ِّت‬

 “Müfessirlerden bir çoğu şâyet Rabbinin bürhânını görmeyeydi… âyetinin tefsîrinde, rûhânî olan
tasarruf ve imdâdı (yardıma koşmayı) açıkça ifâde ettiler. Onlardan biri de i’tidâlden inhirâf
etmesi ve de, -inkâr ve i’tizâl sıfatlarını üzerinde bulundurması ile berâber- Keşşâf Tefsîri
sâhibi(Zemahşerî)dir. O’nun (Keşşaf’daki) ifâdesi şudur: Bürhân, Yûsuf aleyhisselâm’ın ondan
uzak ol şeklinde bir ses duyduğu ama ona aldırmadığı, ikinci defa da o sesi işittiği ama îcâbını
yapmadığı, üçüncü kez duyunca ona sırt döndüğü ve (bu îkâzın) O’na tesîr etmediği, nihâyet
Ya’kûb aleyhisselâm’ın ona parmak uçlarını ısırarak temessül ettiği (bir şekle bürünerek
göründüğü)… şeklinde de tefsîr edilmiştir…”[65]

Demek, “Bu ve bunun gibi şeyler hurâfeci zorbaların tutundukları şeylerdir!.. Allah Teâlâ’ya ve
peygamberlerine iftirâ bunların dîni olmuştur!…” Öyle mi?!.. Mevlâna Hâlid kuddise sirruhû ve
tâbi’lerine karşı sarfedilen böyle bir edebsizce söz, ancak zır câhil ve mükemmel bir geri zekâlıdan
duyulabilir, müctehidleri gerilerde bırakabilecek ilim deryâsından(!) değil. Çünki,

Bir: Bu rivâyet, Adullah İbn-i Abbâs radıyallâhu anhumâ’dan Sahîh ve Hasen yollarla da rivâyet
edilmiştir. Nitekim bu, Râbıta’nın Sünnet delîllerinden on dokuz numaralı rivâyette geçmişti.
Öyleyse, Zemahşerî’nin, muhtemelen uydurma olan isnâdlar için söylediği sözler veya sahası
dışında sarfettiği hatâlı ifâdeler Sahîh bir rivâyet husûsunda ilim sâhiblerini bağlamaz.

İki: Mevlânâ Hâlid’in şu î’câz ve belâğatın neredeyse zirvesinde olan sözünü anlayacak akıl idrâk
ve ilim lâzım. Bu lâzım olan maddelerden biri bulunmazsa şu söz anlaşılmaz. Ya hiç biri yoksa?... O
zaman iş hepten berbat…

Üç: Mevlânâ Hâlid, Zemahşerî, “Burhân”ın böyle de tefsîr edildiğini, söyledi,” dedi. Bu husûstaki
bâtıl ve aslı astarı olmayan her bir kıssayı kabûl ettiğini söylemedi.

ِ ‫العْ ت َِز‬
Dört:‫ال‬ ِ ‫ال ْن َك‬
ِ ‫ار َو ْا‬ ِ ْ‫صافِ ِه ِبا‬
َ ‫ال َوا ِّت‬ ِ ‫ َم َع ا ْنح َِرافِ ِه َع ِن ْا‬.  Yani, i’tidâlden[66] inhirâf[67] ile (hakkı veya bu
ِ َ‫العْ تِد‬
doğru tefsîri) inkâr ve (haktan veya Eh-i Sünnetten) i’tizâl[68]  sıfatlarını üzerinde
bulundurmasıyla beraber, demekle de O’nun böyle bir isâbetli tefsîrden i’tizâl ettiğini/ayrıldığını
ve bunu kabûl etmediğini dahî ifâde etti.
Şu cidden vecîz, i’câzkâr ve özlü ifâdesindeki inhirâf, inkâr ve i’tizâl kelimelerini, ilim çerçevesinde
üç şekilde anlaşılabilir ve ma’nâlandırılabilir:

Birincisi:  Kinâye[69] yoluyla;

Kinâyede, lâfzın, karşılığında îcâd edildiği ma’nâda ve melzûm’unda (lâzım getirdiği ma’nâda) aynı
anda kullanılması, bahis mevzû'u ise de, her ikisi esas maksûd değildir (hedeflenmemiştir). Aksine
birincisi ikincisi için basamak ve hazırlıktır..[70]

Buna göre bu inhirâf, inkâr ve i’tizâl kelimelerinden, kinâye olarak Mu’tezile’den olmanın Ehl-i
Sünnet’ten ayrılmayı lâzım getirdiği ma’nâsı kasd edilmiş olabileceği gibi, -mâni’ bir karîne
bulunmadığından- lüğatte konuldukları ma’nâları olan uzaklaşmak, kabûl etmemek ve bir şeyden
ayrılmak da murâd edilmiş olabilir.   

İkincisi: Umûm-i Mecâz[71] yoluyla;

 İnhirâf (bir şeyden veya yerden kaymak, uzalklaşmak ve sapmak), inkâr (hakîkati ortmek ve
kabûllenmemek) İ’tizâl/bir şeyden ayrılmak lâfızları/sözleri,  haktan uzaklaşmak sapmak, onu
örtmek ve kabûl etmemek, ondan ayrılıb onu kabûl etmemek ve yanlışa saplanmak, ma’nâsında
mecâz kabûl edilirse,  şu hak tefsîrden ayrılıp uzaklaşmak ve onu kabûl etmemek de, Mu’tezile
mezhebinden olmakla hak yol olan Ehl-i Sünnet’ten ayrılmak da bu mecâzî ma’nâlar şumûlündeki
(kapsamında) fedlerden olan hakîkî ma’nâ olur. Ya’ni, Mevlâna Hâlid kuddise sirruhû efendimiz,
Zemahşerî’nin, hem, şu doğru tefsîri inkâr edib kabûl etmemekle, hem de Mu’tezile
mezhebinden olmakla haktan ayrıldığını aynı anda anlatmış oluyor. Böyle bir anlama ve ma'nâ
çıkarma tarzı hiçbir akıl ve ilim sâhibince ve mezhebçe i’tiraz edilmeyecek bir husûstur.

Üçüncüsü: Hakîkat ile Mecâz’ın cem’i[72] yoluyla:

İnhirâf, inkâr ve İ’tizâl kelimeleri, ister, Hakîkat-i Lüğeviyye[73] olarak kabûl edilip, Ehl-i
Sünnet’ten sapmak, Ehl-i Sünnet’i inkâr etmek ve Mu’tezile’den olmak ma’nâlarında mecâz, şu
doğru tefsîri kabûlden ayrılıp uzaklaşmak, Onu inkâr ve ondan ayrılmak ma’nâlarında ise hakîkat
olsun, isterse, Hakîkat-ı Örfiye[74] olarak, Ehl-i Sünnet’ten sapmak, Ehl-i Sünnet’i inkâr etmek ve
Mu’tezile’den olmak ma’nâsında hakîkat olsun, şu doğru tefsîri kabûlden ayrılıp uzaklaşmak, Onu
inkâr ve ondan ayrılmak ma’nâlarında ise mecâz olsun, her iki ma’nâyı da bir anda aynı seviyede
kasdetti.

Bu, Hanefîlerin ve Cumhûrun usûlü’ne uymasa da, bazı sınırlamalarla beraber Şâfiî usûlü’ne uyar.
[75] Mevlânâ Hâlid de zâten Şâfi'î âlimlerindendir. Öyleyse bu husûsta ona i’tiraz edilmez.
Dolayısıyla, Mevlâna Hâlid ve ondan şu sözü aktaranlara saldıran zavallılar kendi câhillikleri ve
geri zekâlılıklarına yansınlar. Dağları süsmeye kalkışmasınlar. Başlarına ve başlarındaki nesnelere
yazık olur.
Dördüncü Şübhe ve  Vesvese

İddiâ: “Râbıta ya ibâdettir veya değildir. Değilse, ondan ecir beklemek en azından boşuna olur.
İbâdet ise, neden Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem ve Ashâbı zamanında yok idi de sonradan
îcâd edildi. Öyleyse, dînde olmayan bir ibâdeti uydurmak, teşrî’ olmakla küfür veya haram olmaz
mı”?

Cevâb: Böyle bir süâl ya câhillikten veya anlayış kıtlığından yahud da hâinlikten doğar. Zîrâ,

Bir: Râbıtanın bizzât maksûd olan bir ibâdet olduğunu, yolunu bilen hiçbir sûfî iddiâ etmemiştir.
Câhil ve sapıkların söz veya fiilleri hakk üzere olanların hakk olan davranışlarını ibtâl etseydi,
yetmiş iki sapık fırkanın i’tikâdî yanlışlıkları yetmiş üçüncü hakk fırkanın hakk üzere olan inanç ve
amellerini ibtâl ederdi. Akıl ve ilim sâhiblerince öyle olmadığına göre, bu husûsta da yanlış
yoldakilerin bâtıl iddiâları doğru yoldakilerin hakk da'vâlarını ibtâl edemez. Hâsılı ilim üzere olan
muhakkik sûfîlere göre Râbıta, ibâdete vesîle olması yanıyla ibâdettir. Yukarıdaki hadîslerden ve
âlimlerimizin onlar istikâmetindeki îzâhlarından da anlaşıldığı gibi aslında ibâdet olmayan
mübâhlar iyi maksad ve niyetlerle ibâdet olur. Nitekim önceki makâlemizde de geçtiği gibi İmâm
Birgivî, Hamevî ve Akkirmânî öyle dediler.[76] Hâfız Aynî, şeyhi Hâfız Irâkî’den, maksadlara göre
bazı mübâhların güzel olacağını kabûllenerek nakletmiştir.[77]

İki: Şöyle bir iddiâ sâhibi ibâdetin ne demek olduğunu da bilmiyor demektir. Çünki, Allah celle
celâlühû’nün emri ve rızâsı istıkametinde yapılacak her iş tarlada çalışmak, hanımıyla cinsî ilişkide
bulunmak[78] bile olsa geniş ma’nâda ibâdettir. İbâdetlerin namaz, ve oruç gibi bir kısmı vardır
ki, ma’nâsı ve muhtevâsı yanında zamânı ve şekli de ta’yin ve tesbît edilmiştir. Çalışmak, bir kısım
zikirler ve insanlara hüsn-i muâmele gibi bazılarının şekli, zamanı ve teferruatı her yönüyle
gösterilmemiştir. Bir kısım ibâdetler de vardır ki, bunların zamanı, şekli ve sûreti kısmen belli
edildiği gibi kısmen de belli edilmemiştir düâ etmek, yalvarıp yakarmak gibi. Zamânı, şekli ve
sûreti kesin bildirilen ibâdetlerde eksiltme artırma ve değiştirme biçiminde hiçbir tasarrufta
bulunulamaz. Vakti, sayısı, şekli ve teferruatı tamamen veya kısmen bildirilmeyen ibâdetlerde
nassların umûmu ve mübâhlar dâiresinde tasarruflarda bulunulabilir. Çalışma şekli ve vâsıtaları
gibi… Düşmana karşı, ok yerine diğer geliştirilmiş silahlarla harbetmek gibi…

Allah’ın yemîn ettiği muharebe atları ile develer yerine tank, tayyare ve daha da geliştirilecek
diğer vâsıtalarla harbetmek gibi… Kaldı ki, Râbıta’da tam ma’nâsıyla böyle bir tasarruf da yoktur.

Üç: Kadı İyâd’ın Şifâ’sında[79] Abede bint-i Hâlid b. Me’dân(veya Safvân)dan yaptığı bir rivâyet
var: Hâlid her yatağa yatmağa gittiğinde Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem ile Muhâcir ve
Ensâr’dan olan Ashâb’ına olan şiddetli sevgisi sebebiyle isimlerini zikreder/anar  ve şöyle derdi;
‘Onlar benim köküm ve dalımdırlar. Gönlüm başkalarına değil onlara meyleder (çarpar). Şevkim
onlara uzandı. Bu yüzden, ey Allahım!.. canımı acele al.’ (Böyle diye diye) nihâyet uyurdu.

Burada anlatılan, Râbıta etmekten ve silsile okumaktan başka bir şeyi göstermiyor.
Beşinci Şübhe ve Vesvese

İddiâ: Sizin getirdiğiniz delîller bir zâtın sûretini göz önüne getirip hayal etmenin -diyelim ki, size
göre- meşrû'luğunun delîlidir. Biz bunu kabûl etmiyoruz ya, farzedin ki kabûl ettik, ya onun
rûhaniyetinden bir şey (düâ) istemek? O nereden çıktı? Onun delîli nedir? Bu amel şirk değil
midir?

Cevâb: Bir münâsebetle önceki makâlemizde geçen bir takım ifâdelerimizi burada tekrâr etmek
istiyoruz:

Bu da bir şefâat yardımı talebi ma’nâsında olan istiğâse demektir. Nitekim hadîs ulemâsının söz
birliğiyle sahîh olan Osman İbn-i Huneyf'in rivâyet ettiği a'mâ hadîsinde geçen ey Muhammed
sallallâhu aleyhi ve sellem! seninle Rabbime yöneliyorum. Allahım! O'nu, hâcetim husûsunda
hakkımda şefâatçı yap nebevî sözu bunu açıkça ortaya koymaktadır. Hâsılı gönülden O'ndan
istenen şefâattir. Bu Osman İbn-i Huneyf'in rivâyet ettiği a'mâ hadîsi aslında Râbıtanın en büyük
ve açık delîllerindendir. Bu Râbıtayı Osman İbn-i Huneyf'in ve Selef'in yaptıklarının inkâr edilmez
vesîkasıdır.

Büyük İmâm Müctehid Sübkî, Şifâu’s-Sikâm isimli eserinde[80] İmâm Zâhidü’l-Kevserî de


Mahku’t-Tekavvul isimli uzun ve kıymetli makâlesinde[81] istiğâsenin tevessül
vâdisinde/mânasında bir şey olduğunu söylemektedirler. Buna göre bu taleb, Allahım!.. şu sâlih
kulun hatırına bana şunu ver, demek olur. Veya, bir kimsenin şeyhin rûhâniyyetinden bir şey
istemesi, hakîkatte ondan kendisi için düâ etmesini istemekten başka bir şey değildir.  Bunun da
bürhânı, onlarca tevessül delîli olan âyet, hadîs ve ulemâ sözüdür.

Ğâibde olandan sebeb yapılma yoluyla yardım istenebileceğinin delîli çoktur. Birkaçını
getireceğiz:

Bir: Mâlikü’d-Dâr Hadîsi: Hz. Ömer’in radıyallâhu anh'ın halîfeliği zamanında insanlara kıtlık
isabet etti de bir adam Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldi ve dedi ki, Ya Resûlullah!..
sallallâhu aleyhi ve sellem! Ümmet'in için (Allah celle celâlühû’dan) yağmur iste, zîrâ onlar
(neredeyse) helak oldular. Sonra, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem o adama rü'yâsında
göründü ve Ömer’e git selâm söyle, onlara yağmur yağdırılacağını de... buyurdu.

İbn-i Hacer, Rüyâyı gören, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’den biri olan Bilâl İbn-i Hâris el-
Müzenî’dir. Nitekim Seyf, El-Futûh'da böyle rivâyet etti, dedi.

Bu rivâyet, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in, ölümünden sonra Resûlüllah sallâhu aleyhi ve
sellem ile istiskâ etmekteki amelleri husûsunda bir nassdır. İçlerinden hiç biri haber kendilerine
ulaşmasına rağmen bunu inkâr etmedi. Mü’minlerin Emîrine götürülen haber yayılır... [82]

Burada ğâib ve kabirde olan bir zâttan yardım istemek vardır.

İki: Yemâme Günü Şiâr’ı/Sloganı. Yemâme gününde mü’minlerin, ya’ni Ashâb’ın şiâr’ı, “Yâ
Muhammedâhü!/Ey Muhammed Yetiş!...” idi. Hâlid İbnü Velîd düşmanını mübârezeye/düellöya
davet ederek bu şiarı kullanırdı.[83]
Burada mühim olan husûslardan biri de Ashâb arasında ve Selef’de böyle bir tatbîkâtın var
olduğunun İbn-i Kesîr gibi bir Muhaddis ve Müfessirce kabûl edilebilmesi ve i’tirâzsız kitâbına
konulmasıdır.

Üç: İmâm Ebû Bekr İbnü Mukri’ rahimehullâhu teâlâ şöyle dedi: Ben, Taberânî ve Ebû’ş-Şeyh
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in Haremindeydik. Açlık bizde te’sir ettiği bir hâldeydik. O
gün visâl yapmıştık, önceki günün orucundan iftar etmeden oruç tutuyorduk. Akşam vakti olunca,
Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldim. Yâ Resûlellah sallâhu aleyhi ve sellem! açız
dedim ve döndüm. Bunun üzerine Ebû’l-Kâsim (Taberânî) bana, otur, ya rızık gelecek veya ölüm,
dedi. Ebû Bekr, ben ve Ebû’ş-Şeyh uyuduk, Taberânî oturuyor ve bir şeye bakıyordu, dedi. Vakit
geçmeden bir alevî geldi ve kapıyı çaldı ve kapıyı ona açtık. Bir de ne görelim ki, onunla beraber
iki hizmetçi çocuk, her birinin elinde de, içinde bir çok şey bulunan birer zenbîl var. Oturduk ve
yedik. Kalanı da hizmetçi çocuğun alacağını zannettik. Döndü gitti ve kalanları da bize bıraktı.
Yemeği bitirince, Alevî, “ey topluluk!.. Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e mi şikâyet ettiniz?
Zîrâ ben Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i rüyâmda gördüm, size bir şey taşımamı bana
emretti,” dedi. [84]

Dört: Utbî Kıssası: İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbnü Mûsâ İbni Nü’mân el- Mezâlî (683) şöyle
diyor: Bize rivâyet edildiğine göre Hâfız Ebû Sa’d es-Sem’ânî Ali radıyallahu anhu ve kerremellâhu
vechehû’nun şöyle dediğini anlattı: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i defnettikten üç gün sonra
yanımıza bir bedevî geldi, kendini Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabri üstüne attı,
toprağından başına saçtı ve şöyle dedi: Dedin ve sözünü işittik. Senden anladığımızı sen Allahtan
anladın. Sana indirilen âyetler arasında, şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelselerdi
ve derhâl Allahtan af isteseler, onlar için Resûl de af isteseydi elbette Allah celle celâlühû’yu
tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı âyeti de vardı. Nefsime zulmettim ve benim için af dilemen
maksadıyla geldim. Bunun üzerine kabirden hemen, bağışlandın diye ses geldi.[85]

 İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbnü Mûsâ İbni Nu’mân el-Mezâlî el Merrâküşî, yine kendi
isnâdıyla, Muhammed İbnü Nu’mân İbni Şibl el-Bâhilî’den şöyle dediğini rivâyet etti: Medîneye
girdim ve Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine vardım. Bir de gördüm ki, bir bedevî devesini
hızlıca sürüyor. Hemen devesini çöktürdü ve bağladı. Sonra kabr-i şerîfe girdi ve güzelce bir selâm
verip hoş bir düâ yaptı. Sonra da şöyle dedi: Anam babam hakkı içün yâ Resûlelleh sallallâhu
naleyhi ve sellem! Kesinlikle Allah celle celâlühû seni vahyine hâs kıldı ve sana içinde evvelkilerin
ve sonrakilerin ilmini topladığı bir kitâb indirdi ve kitâbında, şâyet onlar kendilerine zulmettikler
vakit sana gelseler ve derhâl Allah’tan af isteselerdi, onlar için Resûl de af isteseydi, elbette Allah
celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı buyurdu.  Dediği de haktır. Ben sana
günahları i’tirâf ederek, seni Rabbine şefaatçı yaparak geldim. O da (şu âyetinde) va’dettiğidir.
Sonra kabre döndü ve şöyle dedi:

Ey düzlükte kemikleri gömülenlerin en hayırlısı!/ Ve güzel koktuğu onların güzel kokusundan


düzlüğün ve yüksek tepelerin./Sensin şefâati umulan Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem/Sıratta,
kaydığında ayaklar./Canımdır fedâ, senin sâkini olduğun kabre/ Ondadır afâf, ondadır cömertlik,
ondadır kerem.

Sonra da bineğine binip gitti. Ancak mağfiretle gittiğinde hiç şübhe etmiyorum İnşâellah.
Muhammed İbni Abdillâh el-Utbî de bu haberi anlattı ve sonuna şu ilâveyi yaptı: Derken, uyuya
kaldım ve hemen Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i rüyâda gördüm, bana şöyle dedi: Ey Utbî!
Bedevî’ye yetiş ve ona Allah celle celâlühû’nün O'nu bağışladığını müjdele.[86]

Merhûm Seyyîd Muhamme Alevî Mâlikî Şöyle diyor: Bu haberi, İmâm Nevevi,[87] Ebû’l-Vefâ
İbnü’l-Ukayl,[88] İbn-i Kesîr,[89] Ebû Muhammed İbnu Kudâme,[90] Ebû’l-Ferec İbnü Kudâme,
[91] Mensûr İbnü Yûnus,[92] İmâm Kurtubî[93] gibi büyük müfessirler ve muhaddisler de
nakletmiştir. Hattâ büyük fakîh koca muhaddis İmâm Nevevi, Utbi’nin bedevîden naklettiği bu
beytleri, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyâret esnasında söylemenin müstehab
olduğunu söylemiştir.[94] (Mâlikî’den nakil son buldu.)

Mısbâh Muhakkiki Hüseyin Muhammed Ali Şükrî bu rivâyetin İbnü Beşküvâl’in “el-Kurbe  ilâ
Rabbi’l-Âlemîne bi’s-Salâti alâ Muhammedin Seyyidi’l-Murselîn” isimli eserinin 16/Â varağında
olduğunu söylemektedir.

Bu rivâyetler muhtemelen iki ayrı hâdiseden haber vermektedir. Zîra Sem’ânî, Utbî nisbetinin,
Utbe ibn-i Ebî Süfyân’ın çocukları için kullanıldığını söyledikten sonra, Utbî nesebiyle anılan üç
beş kişiyı tanıtıyor. Bunların içinde Sahâbî veya tabiî olan görülmemektedir. Bu yüzden, olabilir ki,
biri diğerinden mülhem olarak gerçekleşmiştir. Bununla beraber, hâdiselerin aynı olma ihtimâli
de vardır. Şu iki rivâyet, aynı hâdise ise Utbî Hz. Ali zamanında yaşamıştır. Bu takdîrde Utbî’nin
sözünü ettiği bedevî şahıs da aynı sahâbîdir. Çünki, olabilir ki, Hz. Ali radıyallahu anh’ın gördüğü
bu hâdiseye Sem’ânînin tanımadığı ve bilmediği bir Utbî de  şâhid olmuştur.

Nevevî ve diğer büyük İmâmların hâdiseden müstehablık hükmünü çıkarmaları dahî bu ihtimâli
kuvvetlendirmektedir. İlim Sem'ânî’nin bildiği ve söylediğiyle de sınırlı değildir. O’nun da zâten
böyle bir iddiâsı yoktur. Hâdise bir ise bile, rivâyetler arasında  çelişki yoktur. İki şekli de
mümkindir.

----------------------------------------------

Mes’elenin -Bizce- En Mühim Olan Noktası

----------------------------------------------

Bunca büyük muhaddisler ve müfessirlerce kabûl görmesi ve Kur'ân’ın açık âyetlerine ters
bulunmaması ve şirk kabûl edilmeyip, güzel bulunarak kitâblarına alınmasıdır. Yani, ulemânın
onu, senedi bile aratmayacak telakkî bi'l-kabûlüdur. Hattâ, mustehab kabûl edilmesidir. Kitablara
intikâl edişinden beri, bin seneye yakındır, hiçbir müctehid, muhaddis, müfessir ve fakîh
tarafından şirk olarak görülmemesi, kimsenin Nevevî’ye müşrik damgası vurmaması… İbn-i
Kesîr’in meşhûr dediği bu hikâyeye hiçbir âlim tarafından karşı çıkılmaması… Bâtıl olmadığında
âdetâ sükûtî bir icmâın tahakkuk etmesi gibi yanlarıdır. Bu rivâyetin sıhhat derecesi ise daha
sonra gelecek olan başka bir husûstur… Bilenler bilir ki, ulemânın bir haberi telakkî bi’l-kabûlü[95]
bir çok yerde  isnâddan daha değerlidir.[96] Hâsılı, Utbî’nin haber verdiği bedevi’nin bu işi bir
tevessül ve İstiğâse’den ibarettir. Hakîkî fail Allah celle celâlühû’dur. Râbıta yapılacak şahsın
kerâmet ehli bir velî olduğuna inanıldıktan sonra bir mes’ele kalmaz, Ondan tevessül yoluyla bir
şey istenilebilir.
Ve siz ey câhil yobazlar!... Hangi İslâm, hangi ilim, hangi irfan ve hangi haya ile bu ameli şirk, ve
onu kabûl eden ve bununla amel eden bunca büyükleri müşrik ve kula ibâdet eden kimseler
olarak kabûl edebiliyorsunuz?!..

-------------------------------------------

Altıncı

Şübhe ve Vesvese

-------------------------------------------

İddiâ: Râbıta için “Sünnettir” diyenleri de duyduk; bu, Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e iftirâ
etmek olmaz mı?

Cevâb: Bu aslâ, Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e yalan iftirâ olmaz. Çünki, Râbıta delîlleri
dikkatlice okunur, inâd da bir kenara bırakılırsa, görülecektir ki, Râbıta, bir bakışa göre vâsıtalı,
başka bir bakışla da vâsıtasız olarak hakîkaten sünnettir. Bunun böyle olduğu inkâr götürmez bir
hakîkattir. Zîrâ,

Bir: Daha önceki makâlelerimizden birinde de bir münâsetle yazdığımız gibi, Emrin ve
Nehyin/yasağın zıdlarının hükmü var mıdır, varsa nedir? süâli Usûl-i Fıkıh’da değişik şekillerde
cevâblanır. Kısaca şöyle denir: Bu husûsta âlimlerce ihtilâf edilmiştir;  sahîh olan, (emrin zıddını
yapmak) emir ile kasdedileni ortadan kaldırıyorsa harâm, yasaklananın zıddı yasağı ortadan
kaldırıyorsa, vâcibdir/farzdır. Kaldırmıyorsa, emrin zıddı mekrûh, yasağın zıddı sünnet-i
Müekkededir.[97] Bu kelâmın hâsılı, bir şeyin vücûbu (farz ve vâcib oluşu) terkinin harâm
olduğunu, bir şeyin harâm oluşu da onu terk etmenin vâcib olduğunu gösterir. Bu, tartışma
düşünülemeyecek bir şeydir.[98]Bir görüşe göre bir şeyi emretmek zıddını yasaklamayı, bir şeyi
yasaklamak da zıddını emretmeyi gerektirir. Bize göre de, bir şeyi emretmek zıddının mekrûh
olmasını, bir şeyi yasaklamak da zıddının vâcib bir sünnet olmasını  gerektirir. Bu “bir şeyi
emretmek zıddının mekrûh olmasını gerektirir” şeklindeki temel kaidenin faydası vardır. Çünki
emrolunanın zıddında sâbit olan harâmlık emirle hedeflenmeyince ancak emri ortadan kaldırması
bakımından muteber olur. Yani emredilenin zıddıyla oyalanılıp da emredilen yok edilirse yok
edilmesi harâmdır. Ama emredilen şeyin bu zıddı o emredileni ortadan kaldırmıyorsa, o zıddı
işlemek mekrûh olur… İşte yasaklama zıddının sünnet olmasını gerektirdiğinden dolayı, ihrâmlı
kimse dikili elbise giymekten yasaklanınca izâr ve ridâ giymek sünnet oldu dedik. [99]

Şu usûl kaidelerinden kalkılarak denilebilir ki, Allah celle celâlühû’nun zikri emredilmiştir. Bu zikir,
(tasavvur ma’nasındaki) Râbıta vâsıtasıyla da olur. Ancak, başka şekillerle de olacağından
Râbıta’yla olmaması zikri ortadan kaldırmaz. Bu yüzden (şu ma’nâdaki) Râbıta’yı terk etmek
mekrûhdur. Ama her ferdi terk edilse harâm olurdu. Aynı şekilde, Allah celle celâlühû’nun
unutulması ve kalbin vesveselerle meşğûl olması yasaklanmıştır/harâmdır. Bunun zıddı Allah celle
celâlühû'nun zikredilmesi ve vesveselerin defedilmesidir ki, bu def'etmenin bir yolu olan Râbıta,
vâcib derecesinde sünnettir. Tek bu yol olsaydı vâcib/farz olacaktı. Şu Usûl-i Fıkıh kâidelerini
kabûl edenler için tasavvur ma’nâsındaki Râbıtayı inkâr etmek imkânsızdır. Aksi halde ya kâide
kavranmamış, veya ortada Mükâbere/bile bile inkâr vardır.
İki: Maksadların vesîlelerinin hükmü o maksadların hükmüdür. Yani varılmak istenen hedefe
varmanın hükmü farz ise, o hedefe götüren tek vâsıta farzdır, hedef sünnetse vâsıtası da
sünnettir…ilh.[100] Îmân etmek farzdır. Onun vesîlesi olan kelime-i Şehâdet zikri de farzdır. Farz
olmayan, fakat tatavvu’ olan zikir ise sünnettir. Tatavvu’ olan zikrin vesîlesi de tatavvu’dur.
Öyleyse onun vesîlelerinden bir vesîle olan Râbıta da sünnettir.

Üç: Bütün bunları, çeşitli delâlet mertebeleriyle Râbıta’ya delâlet eden bir nice delîli hesaba
katmadan söylüyoruz. Yoksa onun vesîle olacağı netîce i’tibâriyle de sünnet oluşu, bütün bu
dediklerimizden daha önce, bir çok nassdan anlaşılmaktadır.

-------------------------------------------

Yedinci

Şübhe ve Vesvese

-------------------------------------------

İddiâ: Râbıta, Hindlilerin Yogasından alınmadır. Zîrâ, aralarında çok büyük benzerlikler vardır…

Cevâb: Budistler ve diğer bâtıl dinlerdeki duâ ve secde büyük ölçüde İslâmdakine benziyor diye
bunların da onlardan alınma olduğunu mu iddiâ edeceksiniz behey ahmak câhiller?!... Namaz,
Oruc, Ka’beyi Tavâf, Allah celle celâlühû rızâsı için su dağıtmak, sünnet olmak, Nikâh olmak,
-kısmî farklılıklar ve istisnâlar bulunsa da- Yehûdîlerde, Hıristiyanlarda, hattâ müşriklerde dahî
vardır, diye, bunlar onlardan alınmadır mı diyeceksiniz behey dîvâneler?!... Bu nasıl bir aptallık,
bu nasıl bir sapıklık?!... Hattâ asrımızın müşrikleri putlaştırdıklarının heykelleri etrafında tavâf
ediyorlar diye Ka’beyi tavâf mı etmeyelim. Allah’a, Meleklere, Kitâblara, Peyğamberlere Âhiret
gününe îmân etmek bir takım yanlışlıkları bulundursalar da yine Yehûdîlerde ve Hıristiyanlarda
dahî vardır, diye, İslâmiyyet bunları onlardan aldı mı diyeceksiniz, behey serserîler?!...[101]

-------------------------------------------

Sekizinci

Şübhe ve Vesvese

-------------------------------------------

İddiâ: Allah celle celâlühû ile kul arasına vâsıta koymak şirktir. Râbıta da araya bir vâsıta
koymaktır. Öyleyse Râbıta da bir şirktir.

Cevâb: Vesîle ve vâsıtaların hepsinin şirk vesîlesi olmadığını değil âlimler, orta akıllı çocuklar da
bilir. Namaz İmâmları, İslâmî ma’nâda siyâsî imâmlar ve idâreciler, üstâdlar, Ka’be, birilerine düâ
edenler, düâ istenenler, mü’minlerin cenâzelerini kılanlar, şefâat edecek olanlar ve hattâ
mü’minlerin kendi amelleri Allah celle celâlühû ile kullar arasına yine Allah celle celâlühû ve
Resûlüllâh sallâhu aleyhi ve sellem tarafından konulan vesîlelerdir. Bunlara hangi dinsiz karşı
çıkacaksa, varsın Râbıta vesîlesine de karşı çıksın. Ne yapalım, cehenneme de odun lâzım…
-------------------------------------------

Dokuzuncu

Şübhe ve Vesvese

-------------------------------------------

İddiâ: Şeyh Devserî, “i'tirâzcılardan birinden bana şöyle bir soru geldi” diyor ve o i'tirâzcının şu
şübhesini aktarıyor:[102] Sizin mürîde emrettiğiniz Râbıta’daki hüküm, onu emretmek karinesi ile
(emir, alamet ve emaresiyle) ya vâciblik yahut mendûbluktur. Bu ikisi de iki Şer’î iştir. O yüzden,
bunların delîllerinin olması lâzımdır. Delîller de, Kitâb, Sünnet, İcmâ' ve Kıyâstır. Diğer delîller
(İstıshab, İstihsan vs...), hep bunlara döner (bunların altındadır). O hâlde Râbıtanın
mendûbluğuna, yahut vâcibliğine dâir delîl nedir?

Şeyh Devserî, ona aşağıdaki cevâbı veriyor:

Cevâb: Bu soruya verilecek cevâb birçok yönlerdendir:

Bir: İbnu Hacer’in Fetâvâ-i Suğra’da[103] tarîkatları hakkında, O, şübhesiz ki, Sûfîlerin câhillerinin
bulanıklıklarından sâlim bir Tarîkattır, dediği Nakşibendîliğin büyüklerinin emriyle, mürîdlere
emrettiğimiz Râbıta mendûbdur. Çünkü o, hatâratın/vesveselerin savulmasını gerektiren ve
ğafleti yok eden vesîlelerdendir. Vesîleler maksadların hükmünü alır.[104] Şerîat’ın yasaklamadığı
şeyi yapmak, -bu şey mübâha götürüyorsa- ya mübâh olarak câizdir, yahud da -bir mendûbu
gerektiriyorsa- mendûb olarak câizdir. Şeraît’in yasaklamadığı bir şey, eğer bir vâcibi hâsıl
ediyorsa ve o vâcib kendisinden başkasıyla hâsıl olmuyorsa, o şey vâcib olarak lâzımdır.... Biz
tecrübe ile bildik ve anladık ki, -ki biz, tevatür sayısından çoğuz- Râbıta’yı tasavvur ettiğimizde
(gönlümüzden Allah celle celâlühû’dan) başkaları(nın düşüncesi) tamamen yok oluyor. Bir tek bu
(râbıta ettiğimiz) başkası kalıyor. Sonra ona da sırt çeviriyoruz. Bu şuna benzer; bir insan vardır,
düşmanları vardır. Onlardan birisine sevgi gösterir ve onu diğerlerine musallat eder. O, onları yok
edip kendini onlardan kurtarınca tek bir kişi kalır. O da bir kişiyi yok etmeye kadir olur ve onu yok
eder. Bu, insaflı kişinin iyi düşünmesi gerekli bir (îzâh) şekl(i)dir. Zîrâ güzelliği açık olana
uygundur. Zîrâ Râbıta, başlı başına murâd edilen değil, başka bir şey için aranan bir şeydir.

İki: Onu emretme karinesiyle hükmü ya vâciblik yahut mendûbluktur sözünüze gelince… Diyorum
ki; Şâri’den başkası bir emir verdiğinde (bu emrin) hükmünün ya vâciblik yahut mendûbluk
olacağını kabûl etmiyoruz.[105] Zîrâ, insan, bazen bir başkasına ya kendi maksadlarından bir
maksad, yahut o başkasının maksadlarından her hangi bir maksadla mübâh bir işi emredebilir...

Üç: Bu vâciblik ve mendûbluk iki Şer’î hükümdürler, delîllerinin olması lâzım sözünüz (için de),
Diyorum ki; Râbıta, bu Râbıta mendûb bir işe götürür, mendûba götüren de mendûbdur. O hâlde
delîl mevcuddur sözümüze dayanır. Yoksa, sizin emredilen şeyin hükmü ya vâciblik ya da
mendûbluktur sözünüze değil. Çünki, anlatmıştık ki, Şâri’den başkasının emri vâciblik ve
mendûbluk hükmünden boştur ve her hangi bir maksadla olur.

Dört: Delîller de, Kitâb’tır… sözünüze gelince… Diyorum ki; Kitâb delîli soruyorsunuz. Ben de
diyorum ki, Kitâb’dan hiçbir şey uzak olur mu? Hâlbuki O, yaş kuru ne varsa hepsini topladı... (Her
şey içinde var.) Allah celle celâlühû, Ey îmân edenler!.. Allah’tan sakınınız ona (varmaya) vesîleyi
arayınız[106] buyurdu.

Vesîle, sâlih amelle olur. Ameller de ancak ihlâsla sâlih olur. Amel ise, ancak şaibelerden boş
olduğunda hâlis olur. Biz, tecrübe ile öğrendik ki, Râbıtayla meşgul olduğumuzda amellerimiz
gaflet şaibelerinden arınmaktadır. Gaflet içinde olan amel de mu’teber değildir. Zîrâ kula,
namazın aklettiği kısmı yazılır. O hâlde o (Râbıta) gafletin gitmesini gerektiren vesîlelerdendir.
Gafletin gitmesi aranan bir şeydir. (Meşrû' olmadığına dâir Şer'î delîl bulunmayan ve) maksuda
(aranan, varılmak istenen şeye) ulaştıracak şey de maksuddur. Gafletin yok olmasını lâzım
getirdiği şeylerden biri de huzûrdur. (Mevlâ ile beraber olmakdır.) O da vesîlelerin en
şereflilerindendir. O hâlde, huzuru îcâb ettirecek olan gafletin yok olmasını gerektiren Râbıta
vesîlelerin en şereflilerindendir.[107]

Beş: ..Ve Sünnet sözünüz(e cevâb olarak)… Diyorum ki; Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’ın
sözünden ne uzaktır ki?... Sözlerinin her birinin altında ma’nâ okyanuslarından, kendisiyle hayra
ulaşılacak şeyler vardır. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, Ameller ancak niyetledir, herkes için de
niyet ettiği vardır buyurdu. Ameller bedenle ve kalble alâkalıdır. O hâlde mübâh hareketler ve
tasavvurlar ile insan taatı ve taat için kuvvetlenmeyi kasdetse onun için murâdına ulaşamasa da
niyet ettiği(nin sevabı) vardır. Ya murâd hâsıl olsa ne olur? Şurası gizli değildir ki, mesela aç birisi
yok birisine sen açsın dese bu tokun aç olmasını gerektirmez. İtirazcının, Sizin görüşünüzün doğru
olduğu görüşünde değiliz sözü de bizim kanaatimizin doğru olmadığını gerektirmez. O hâlde onun
yapması gereken, Sizin iddiâ ettiğiniz haktır, işinize bakın demektir. Nefsine nasîhat ettiyse
bundan başkası ona câiz değildir.

Altı: ... ve İcmâ' sözünüze cevâben...  Derim ki, Tasavvuf fenninin ehli, Râbıta üzerinde İcmâ'
ettiler. İçlerinden büyük bir topluluk bunu takrir eyledi. Bu, onlara göre meşhur bir yoldur.
Mezheplerinde bir amel üzerinde İcmâ' etmeleri, onların mezhebini benimseyenler için
hüccettir... Başkalarının ilimlerinin kuşatamadığı bir şeyle, onlara i'tirâz etmesi câiz olmaz. [108]

Yedi: Kıyâs sözünüze cevâb olarak… Diyorum ki, Fakîhler dediler ki, namaz kılanın gözünün,
işaretini aşmaması sünnettir, zîrâ, düşünceyi toparlayan (düşüncedeki) dağınıklığı en çok defeden
budur. Râbıta da böyledir; Ağyarın defi huzurun celbi için kullanılır.

     Sekiz: Râbıtanın mendûb oluşunun delîli nedir? sözünüze karşı olarak da… Diyorum ki; Delîl
müçtehidden istenir. Mukallidden sadece naklînin doğruluğunu isbât etmesi istenir. O sebeble
(Tasavvuf) fenn(inin) sâhiblerinin sözlerinden delîli istediyseniz gelecek. Üstelik, (burada)
Nakşibendilerden başkasının sözünü getirmek de gerekmez. Nitekim bizden fıkıhtaki bir mes’ele
için bir nass (ibâre) istense Şâfiîlerden başkasının sözünü getirmek de lâzım gelmez.[109]

----------------------------------

Onuncu
Şübhe ve Vesvese

-------------------------------------------

İddiâ: Bir de şu var. Şübhesiz ki, Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ
aleyhim’in şeyhi idi. Çünkü Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim zikirleri ve diğerlerini ondan aldılar.
Oysa O’nun Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’e, insana ait sûretlerin en mükemmeli olan
sûretini tasavvur etmelerini emrettiği bize ulaşmadı. Eğer onlara (bunu) emretmiş olaydı, elbet
nakledilirdi. Bilhassa bu vâcib olduğunda. Zîra vâcib, naklîni gerektiren sebeblerin çok olduğu
şeylerdendir.

Cevâb: Bize ulaşmadı sözünüz için de diyorum ki; bunun size ulaşmamasından, sâbit olmaması,
sizin onu bilmemenizden de başkalarının dahî bilmemesi gerekmez. Belki de size ulaştı da siz onu
bilemediniz, size uğradı da siz onu tanımadınız. Sahâbî oluşun, Resûlüllah sallâhu aleyhi ve
sellem’in sûretinin, O’nu mü’min olarak gören kişinin kalb aynasında basılıp nakşolması, yahut
mü’min şahsın sûretinin Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in zihninde nakşolmasından başka bir
ma’nâsı mı var? Böyle olmasaydı Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in gördüğü kimse Sahâbî içinde
sayılmazdı. Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in sûretinin nakşını gerektirecek görmeyi icap
ettiren O’nunla biatlaşmaya çağırmasından daha açık bir iş mi vardır? Sûret zihne nakşolup
kazınınca, o sûreti görene, her ne zaman görüneni hatırlasa hayalinde gözükür (canlanır) istese
de istemese de. Düşman bile olsa. O hâlde Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in sûretini zihninde
hazır etmeyi ve hayal etmeyi -ki onun sayesinde yahut ona olan iştiyaktan olayı tasavvur
edileceğini söylememizle murâdımız budur- ancak pis ahmak yasaklayabilir. Şu hâlde başka bir
şeyi gerektiren bir şeyi gerektireni emretmek o başka bir şeyi emretmektir.

Bilhassa vâcibse sözünüz için de diyorum ki; Râbıta’nın vâcib olduğunu söyleyen yok... Sonra,
kabûl edelim ki bu husûsta delîlimiz yok. Bizden önce de kimse bunu yapmadı. Bunu, onda fayda
gördüğümüzden dolayı sadece biz yaptık. Sevdiğinin sûretini tasavvur eden, onun ellerini
ayaklarını öptüğünü veya onu başının üzerine koyduğunu veya onu kUcakladığını veya onu
kalbine sokmakta olduğunu hayal eden hakkında Kitâbtan, Sünnet’ten, İcmâ'’dan veya Kıyâs’tan
bir yasak gelmiş midir? Yok… O hâlde?... [110]

-------------------------------------------

On Birinci

Şübhe ve Vesvese

-------------------------------------------

İddiâ: (Kimi câhil zavallılar da şöyle diyorlar:) Ben râbıtamı kula değil de Allah’a yapıyorum…

Cevâb: Bu sözde bir takım iç içe girmiş câhillik, yalan ve yanlışlar vardır: Sözü edilen Allah celle
celâlühû’ya yapılan râbıta, ya Sûfîlerin ta’rîf ettikleri hayâlen göz önüne getirmek ve zihinde
canlandırmak ma’nâsındadır veya başka bir ma’nâdadır.
Bir: Eğer başka ma’nâda ise, akıllılarca şu sözle tarîkat sâhiblerine i’tirâz edilmez; edlirse gevezelik
yapılmış olur. Zîrâ, ayrı şeylerden bahsediliyor. Istılâhlarda tartışma olmaz. Öyleyse, ortada hem
câhillik, hem de onun üzerine kurulan yanlışlıklar var.

İki: Tasavvuf yolunun yolcularının anladığı ma’nâda yani tasavvur ma’nâsında ise, bu Allah celle
celâlühû için düşünülemez. Çünki, “Allah celle celâlühû’nün nimetlerinde düşünün, Allah celle
celâlühû’nün zâtında düşünmeyiniz”[111] buyrulmaktadır.

Üç: Aksi takdîrde, şu sözün sâhibi ya doğru söylüyor veya doğru söylemiyor. Doğru söylüyorsa, O,
Allah celle celâlühû’yü cisim olarak kabûl ediyor, demektir. Çünki cisim olmayan şeyler tasavvur
edilemez. Buna rağmen tasavvur ediyorsa, o takdîrde bu inanca ya âyetlerin ve hadîslerin
zâhirinden hareketle, yani bir nev-i şübheyle veya sırf aklıyla saplanmıştır. Her iki takdîrde de
önümüzde bir câhillik vardır. Birinci Takdîrde, yani nasslardan kalkarak Allah celle celâlühû’yü
cisim olarak biliyorsa, Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğuna göre kâfir olmuştur. İkinci Takdîrde de, yani
nasslardan kalkarak değil de aklıyla Mevlâ Teâlâ’nın cisim olduğuna inanıyorsa, Ehl-i Sünnet
âlimlerinin hepsine göre kâfir olur. Doğru söylemiyorsa, önümüzde iki ihtimâl var; ya yanlış
söylüyor veya yalan söylüyor. Birinci ihtimâl: Yanlış söylüyor ise, kötü. Yazık, ahmağın tekidir. Ne
dediğinin farkında değildir. Ortada affedilmez bir yanlış var. İkinci İhtimâl: Yalan söylüyor ise,
daha da kötü. Sahtekârın biri… Önünüzde çirkin bir yalan duruyor…

Hâsılı, Allah celle celâlühû’ya, Sûfilerin söylediği ma’nâda Râbıta yapılamaz. Çünki, O cisim
değildir. O’na çeşitli şekillerde murâkabe yapılır. Râbıta işte bu murâkabenin hazırlayıcısı olup
netîcede ona götürür. Ancak bu da O'nu tasavvur etmek değil, isimlerinden fiillerinden,
sıfatlarından ve yine perde arkasından olarak zâtından gelecek feyzi, rahmeti ve nûrları dikkatle
gözetlemektir. Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurdular: “Ey çocuk! Allah
celle celâlühû’yu muhâfaza et ki, O da seni muhâfaza etsin. Allah celle celâlühû’yu muhâfaza et
ki, O’nu önünde bulasın.”[112] Allâme Fakîh Muhaddis Zafer Ahmed el-‘Usmânî et-Tânevî bu
hadîsi açıklama sadedinde şöyle diyor: Bu hadîs Allah celle celâlühû’nun yüceliğini murâkabe
etmelerinde ve kalbleriyle Allah celle celâlühû’yu korumalarında (gönüllerinde saklamalarında),
Kavm'i (Tasavvuf ve Tarîkat yolcularını) te’yîd etmektedir.[113] Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve
sellem yine şöyle buyurmaktadır: İhsân, Allah celle celâlühû’ya, O’nu görüyormuşçasına ibâdet
etmendir.[114]

   İşte bütün bu Râbıta ve Murâkabe’ler, mü’mini netîcede ihsân mertebesine yani Allah celle
celâlühû’ya, -O’nu görüyormuşçasına- ibâdet etme mertebesine ulaştıracak amellerdir…

-------------------------------------------

Netîce

-------------------------------------------

İlâhî vahye rakîblik iddiâsını, -önünde teşekkül ve tekâmül eden/oluşan ve gelişen şartlara göre-
bazen gizliden gizliye içinde saklayan, bazen de açıkça i’lân edip haykıran ve hakîkatte akılsızlığın
tâ kendisi olan bir akılcılık var. Bu akılcılık, sonraları, bazi zayıf akıllılarca sanki akılsızlığ’a bir
alternatif gibi doğmuş zannedilmiştir. Oysa hakîkatte o, insanlık târihi kadar eski bir
putperestliktir.

O, zaman zaman değişik makyajlamalarla farklı ve câzibeli hâle getirilmiş gibi gösterilse de,
mâhiyyet olarak hep aynı kalmıştır. Bazen, şahsiyetsizce vaz'iyet takınan bir münâfıklık olmuş.
Kimi zaman harbi hâlis bir kâfir tavrıyla arz-ı endâm eden kâfirlik sergilemiştir. Bazi kere de
mozayık ve rengârenk bir tablo çizen baba bir şirk ve müşriklik vasfıyla tezâhür etmiştir.  Lâkin
çoğu zaman, kendi vasfını ve yaftasını, nifâk, küfür ve şirk’e garb ile şark arası kadar uzak olan
başkalarının boynuna asmaya pek heveskâr davranmıştır.

Bunlardan nâ mütenâhî haz duyanın yavuz hırsızlığı ile karşı karşıya olduğumuzu hiçbir zaman
unutmamak zorundayız.… İstisnâsız hep aklı kıt olanlara bulaşan şu uyuz mikrobu, bilhassa
asrımız Müslümanlarının başının belâsı olmuştur… Öyle ya, akılları noksân olmasaydı, ona
kaldıramayacakları yükü yükler miydiler? Şu makalelerde serdettiğimiz bürhanlardan sonra açıkça
görülmektedir ki, Râbıta’yı yapan ve yapılmasını isteyen büyüklerimiz bunu kat’iyyetle Şer’î
delîllere dayanarak yaptılar.

Bunu inkâr etmek, aslında hayırlı Selefimizin geniş câddesini, yani mü’minlerin dosdoğru yolunu
terk etmek, geçmiş âlimlerimizi İslâm dışına çıkmakla suçlamak, eserlerine i’tımâdı yok etmek,
mü’minlerden başkalarının yolundan gitmek, cüce aklını putlaştırmak, dolayısıyla da hakkdan ve
hakîkatten inhirâf etmek demektir. Artık, Râbıta aleyhinde konuşanlar ve konuşacak olanlar, ya
câhil, ya geri zekâlı, ya edebsiz ve terbiyesiz, ya ilmiyle sapıtmış hidâyet mahrûmu, veyahud da
kasıdlı hâin kimselerdir. Çünki, Haktan öte sapıklıktan başka ne vardır ki?..

ِ ِ ‫ َو ْال َحمْ ُد‬   ‫صلَّى هللا َع ٰلى سيدنا محمد َو َع ٰلى ٰالِه وصحبه كلما ذكره الذاكرون وغفل عن ذكره الغافلون‬
‫هلل َربِّ ْال َعالَمٖين‬ َ ‫َو‬

[1] [Sühreverdî, Avârifu’l-Meârif, mürîd-şeyh âdâbı bahsi] Nûru’l-Hidâye: 55

[2] İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-Zeheb: 6/231-236

[3] [İbn-i Kayyim, Kasîdeti’n-Nûniyye], Sübkî, es-Seyfu’s-Sakîl (Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim


Hâşiyesi ile): 100     

[4] Anlamadan O’nu bâtılına âlet etmesi işin başka bir ciheti...

[5] İsnevî, Tabakâtü’ş-Şâfiiyye: 1/342

[6] [Ğazâlî, Ihyâ-i Ulûmiddîn]: 1/175, Nûru’l-Hidâye: 54

[7] [İbn-i Hacer, Şerhu’l-İbâb], Nûru’l-Hidâye: 54.

[8]     Nûru’l-Hidâye: 54

[9]     Nûru’l-Hidâye: 48

[10]    Nûru’l-Hidâye: 48

[11]    [El-Risâletü’l-Aliyye’den] Nûru’l-Hidâye: 4
[12]    [El-feyzü’l-Vârid], Nûru’l-Hidâye: 48

[13]    [El-Kavlü’l-Cemil], Nûru’l-Hidâye: 49

[14]    Onu görmüş değil. Bu başka bir kalbî haldir.

[15]    [Dihlevî’nin risâlesi], Nûru’l-Hidâye: 42

[16]    [Kannûcî, el-Hıtta:7],Mubârekfûrî, Tuhfetü’l-Ahvezî, Mukaddime: 1/41

[17]    [Dihlevî’nin risâlesi], Nûru’l-Hidâye: 42

[18]    [Tâciyye Risâlesi], Nûru’l-Hidâye: 40

[19]    Aynı yer.

[20]    Tarbu’l-Emâsil Bi Terâcimi’l-Efâdıl, (El-Fevâidü’l-Behiyye zeylinde): 510-511

[21]  Nûru’l-Hidaye: 41

[22] [Süyûtî, El-Müncelî (el-Hâvî içinde:340)], Mevlânâ Hâlid: Risâletü’r-Râbıta:

[23] [Muhtasar sâhibi. El-Müncelî (el-Hâvî içinde:340)], Mevlânâ Hâlid:Risâletü’r-Râbıta:

[24] [Muhtasar sâhibi. El-Müncelî (el-Hâvî içinde:340)], Mevlânâ Hâlid:Risâletü’r-Râbıta:

[25] [El-Müncelî (el-Hâvî içinde, C, 1: 340)], Mevlânâ Hâlid:Risâletü’r-Râbıta:

[26] [El-Müncelî(el-Hâvî içinde, C, 1:340)], Mevlânâ Hâlid: Risâletü’r-Râbıta.

[27] [Şerhu’l-Meşârık, Tenvîru’l-Halek, (el- Hâvî içinde; Cil: 2: 442)], Mevlânâ Hâlid: Risâletü’r-
Râbıta: 221-232

   Esâsen Nûru’l-Hidâye ve’l-İrfân’da geçenler çok azı müstesnâ hepsi Risâlet’r-Râbıta’da da


zikredilmiştir.

[28] [Nefehâtü’l-Kurb], M. Hâlid, Nûru’l-Hidâye:53

[29] [Mevlânâ Hâlid] Nûru’l-Hidâye: 55, Şerh-i Metâli'’: 5

[30] Nûru’l-Hidâye: 55

[31] Bezlü’l-Mechûd: 17/115

[32] [İbn-i Kayyim, Er-Rûh], Mevlânâ Hâlid, Risâletü’r-Râbıta (Reşâhât Kenarı): 229

[33] [Fevâidu’z-Zâbıta], Nûrül-Hidâye: 4

[34] Sâhibzâde zamanında Şâm Müftîsi idi.

[35] İbn-i Abidîn’in oğlu, Reddü’l-Muhtâr Tekmilesi’nin müellifi.

[36] Ezher ulemâsından bir zât.


[37] Meşhur büyük velî Ahmed er-Rufâî kuddise sirruhû değil.

[38] Nûru’l-Hidâye: 3

[39] [Tercümânü’l-Vehhâbiyye: 7], Nûrullah el-A’zamî, M. Ebû Bekr el-Ğâzî Fûrî’nin Vakfe Mea’l-
Lâ Mezhebiyye isimli eserinin mukaddimesi:13

[40] Sayfa 3, 10. satır.

[41]   Bakara:34

[42]   A’râf: 11 ve diğerleri

[43]   Yûsuf aleyhisselâm sûresi: 100

[44]   Hucürât: 1-2

[45]   Nûr: 63

[46]   [Müslim: Îmân/112,], Süyûtî, Menâhilü’s-Safâ: 188-189

[47]   [Tirmizî, Menâkıb, 5/275, Hâkim], Süyûtî, Menâhilü’s-Safâ: 188-189

[48]    [Tirmizî, Şemail, Hind b. Ebî Hâle], Aliyyu'l-Kârî, Şerh-i Şifâ: 2/67

[49]   [Buhârî, Şurût, 3/171], Süyûtî, Menâhilü’s-Safâ: 188-189

[50]   [Taberânî, İbn-i Hıbbân, Sahîh’inde et-Terğîb ve’t-Terhîb: 4/187.Münzirî, bunu Taberânî,


Sahîh’te kendileriyle hüccet getirilen râvîlerle rivâyet etti, dedi.], Mefâhîm:93

[51]  [Tirmizî, Menâkıb: 5/308-309], Süyûtî, Menâhilü’s-Safâ:189

[52]  [Müslim, Enes radıyallâhu anh’dan, Fezâil: 4/1812], Süyûtî, Menâhilü’s-Safâ: 188-189

[53]  [Ebû Ya’la, Berâ’dan rivâyet etti ve bu rivâyetin sahîh olduğunu söyledi.], Mâlikî, Mefahim;
91-94, Şerh-i Şifa 2/66-70

[54]  [Ahmed İbn-i Hanbel, Buhârî (Edeb), Ebû Dâvud… Hâfız İbn-i Abdi’l-Berr bu rivâyetin hasen
olduğunu söyledi. Hâfız da (İbn-i Hacer de)

    bunun ceyyid (güzel bir rivâyet olduğunu söyledi. Bunu, Ebû Ya’lâ, Taberânî ve Beyhekî de
ceyyid bir isnâd ile rivâyet etmiştir. Nitekim, Zürkânî Şerh-i Mevâhib’de böyle demiştir.], İ’lâmu’n-
Nebîl bi cevâzi’t-Takbîl:10

[55]  [Ahmed İbn-i Hanbel, Buhârî (el-Edebu'l-Müfred), Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn-i Mâce ve
diğerleri. Tirmizî, hadîs hasendir, dedi. Bunu, Saîd b. 

    Mensûr, İbn-i Sa’d, İbn- Ebî Şeybe…. rivâyet ettiler.], Abdullah Muhammed es-Sıddîk el-Ğumârî,
İ’lâmu’n-Nebîl bi cevâzi’t-Takbîl: 9-10

[56]  [İbn-i Cerîr ve ibn-i Ebî Hâtim, Süddî’den.], İ’lâmu’n-Nebîl bi cevâzi’t-Takbîl: 9


[57]  Hatib-i Bağdadi el-Cami  2/181-193

[58]  İbnü Abdi'l-Berr, Câmi’u Beyâni’l-İlmi ve Fazlihî: 455-459

[59] Müslim (H:1185), Hacc:22 (1/843)

[60] Şûrâ: 52

[61] Zümer: 3

[62] Hükmün bağlandığı illet/temel sebeb. Kıyâs olunanın hükmünün benzerinin Kıyâs edilende
de var olduğuna hükmetmemizi îcab ettirecek, ortak illet, hüküm için en mühim var olma sebebi,
husûsiyet.

[63]  Köşede bucakta hiç bir şey bırakmayacak şekilde iyice arayıp taramanızla

[64]  Abdülaziz Bayındır, Kur’ân Işığında Tarîkatçılığa Bakış: 113-114  

[65]  Risâletü’r-Râbita, Reşâhât Kenarı: 223-224

[66]  Mu’tedil olmaktan, hak üzere bulunmaktan

[67]  Ayrılıp uzaklaşmak

[68]  Ayrılmak

[69]  Kendisiyle, ma'nâsının lâzımı kasdedilen, bununla beraber de asıl ma'nâsı


kasdedilmiş  olması câiz olan bir lafızdır. Kılıcının ipi uzun adam demekle, boyu uzun adam demek
istemek gibi. Kılıcının ipinin uzun olması, boyunun uzun olmasını lâzım getiriyor, o kasdediliyor.
Bununla beraber, ipinin uzunluğu da kasdedilmiş olabilir. (Muhtasaru’l-Meânî:376)  Her hangi bir
maksadla, ister lafız olsun, ister ma’nâ olsun, bir şeyi, onu açıkça göstermeyen bir lafızla
anlatmak demektir. Falancı, külü bol biridir diyerek misâfiri çoktur demek istemek gibi. (Seyyid
Şerîf, Ta’rîfât, kinâye maddesi)              

[70] Şeyh Muhibbullâh İbn-i Abdişşekûr, Müslemü’s-Sübût, (Fevâtihu’r-Rehamût Şerhiyle):


1/216         

[71] Umûm-i Mecâz, Lafzın mecâzî bir ma’nâda kullanılıp da o lafzın ferdlerinden birinin hakîkat
olması. Falancanın evine ayak basmamak sözünden hem ayakkabıyla basmamak mecâz
ma'nâsını, hem de çiplak ayakla basmak hakîkat ma’nâsını beraber kasdetmiş olmak gibi. Yine
başkasının evi ile hem mülki olan evini kasdetmek hem de kiralamış olduğu evini beraber
kasdetmek gibi.

[72] Hakîkat ve mecâz ma’nânın aynı anda, bir lafızla aynı seviyede murad edilmiş ve anlatılmış
olması.

[73] Bir lafzın, lügatta îcâd edildiği ma'nâda kullanılması. Dildeki Salâtın dindeki belli bir ibâdet
olan namaz ma'nâsına değil de düa ma'nâsında kullanılması gibi. 
[74] Bir lafzın, Şerîat'ta veya herhangi bir fende ıstılâh/terim olarak kullanılıp kısmen veyâ
tamâmen lügattaki ma'nâsında artık kullanılmaması. Salât kelimesinin, din kitablarında lügatta
ki/dildeki asıl ma'nâsı olan düa ma'nâsında değil de belli bir ibâdet demek olan namaz
ma'nâsında kullanılması gibi.

[75] “”Şeyh Muhibbullâh İbn-i Abdişşekûr, Müslemü’s-Sübût, (Fevâtihu’r-Rehamût Şerhiyle):


1/216

[76] Geride geçti: Sh:92

[77] Geride Umde(9/241)den geçti: Aynı yer.

[78] Müslim, zekât: 52, Ebû Dâvud, Tetavvu’.12, Edeb:160, Ahmed İbn-i Hanbel: 5/167,168

[79]  Aliyyü’l-Kârî, Şerh-i Şifâ: 2/38-39

[80]  İmâm Sübkî, Şifâu’s-Sikâm: 146-149

[81]  İmâm Kevserî, Mahku’t-Tekavvül (Makâlât’ı içinde): 395

[82][Beyhekî, Beyhekî tarikiyle es-Sübkî, Buhârî, Târihinde Ebû Sâlih Zekvân’dan kısaltılmış olarak,
İbnü Ebî Hayseme, bu vecihden uzun olarak. Bu zât, Hâfız, Hüccet ve sika biridir. İbnü Ebî Şeybe,
el Musannef (6/356-357, H: 32002). İbn-i Hacer, el-Feth’de (2/338) bu rivâyetin isnâdının sahîh
olduğunu söyledi.], Kevserî(nin, Mahku’t-Tekavvul başlıklı makâlesinden  kısaltarak), Makâlât:
388-389

[83] [İbn-i Kesîr, el-Bidâye, 6: 324], Mâlikî,

Mefâhîm: 152

[84] Mısbâhu’z-Zalâm Muhakkıkı, bu rivâyeti İmâm Zehebînin, Siyeru A’lâmi’n-Nü belâda


(16/400), Tâcüddîn es- Sübkînin de, Tabakâtü’ş-Şâfiiyyeti’l-Kübrâda (2/251) zikrettiğini
söylemiştir. (Mısbâhu’z-Zalâm: 61)

[85] Mısbâhu’z-Zalâm:21

   [Bu rivâyeti, benzeri bir lâfızla şu İmâmlar da rivâyet etti: İmâm Beyhakî, Şuabu’l-Îmân’da :
3/495,(4187), İmâm İbn- Kesîr, Tefsîrinde: 2/306, İmâm Kurtubî, Tefsîrinde: 5/265, İmâm Nesefî,
Tefsîrinde: 1/234, İmâm İbn-i Kudâme, el-Muğnî’de: 3/557, İmâm İzz İbn-i Cemâa, Hidâyetü’s-
Sâlik’de: 3/1383, İmâm İbnü’l-Cevzî, Müsîrul-Ğarâmi’s-Sâkin’de: 2/301, İmâm Sâlihî Sübülü’l-
Hüdâ ve’r-Reşâd’da: 12/380, İmâm Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ’da: 4/1361, İmâm Ebû’l-Yümn İbnü
Asâkir, İthâfu’z-Zâir: 68-69, İmâm İbnü’n-Neccâr, ed-Dürretü’s-Semîne: 224, İmâm İbn-i Hacer el-
Heytemî, Tühfetü’z-Züvvâr: 55], Mısbâhu’z-Zalâm’ı tahkık edip neşreden kişi: Aynı sahîfe.

[86] Mısbâhu’z-Zalâm: 22-23

[87] [El-Îzâh: 498, el-Mecmû’: 8/ 276], Mefâhîm: 157

[88] [El-Muğnî:3/556], Mefâhîm: 157


[89] [Tefsîr-u Kuran-ıl-Azım, Şâyet onlar kendilerine zülmettiklerinde…. âyeti tefsîrinde],
Mefâhîm: Aynı yer

[90] [El-Muğni, 3: 556], Mefâhîm: Aynı yer

[91] [Şerh-i Kebîr, 3: 495], Mefâhîm: Aynı yer

[92] [Keşşaf-ul-Kınâ’, 5: 30], Mefâhîm: Aynı yer

[93] [Benzerini Hz. Ali’den (El-Câmi, 5: 265)], Mefâhîm: Aynı yer

[94] [El-Mecmû', 8: 274], Mefâhîm: Aynı yer

[95]  Bir rivâyeti âlimlerin çoğunun kabûl edip alması.

[96]  Zafer Ahmed el-‘Usmânî, Kavâid fî Ulûmi’l-Hadîs (İ’lâ Mukaddimesi): 39

[97]  Mahbûbî, Tenkîh (Tevzîh ve Telvîh ile): 1/422

[98]  Teftâzânî, et-Telvîh: 2/423

[99]  Nesefî, el-Menâr (Şerh-i İbn-i Melek ile): 192-193, Hüssâmî, El-Müntehab: 54, El-Matba’u’l-
Müctebâî-Delhi.  

[100] Kavâid-i Külliyye ve Ekseriyye, Menâfiu’d-Dekâik Şerhu Mecâmii’l-Hakâik: 327

[101] Beşikteyken şeyh olup hâla beşikten kalkamayan ve hâliyle hakîki şeyhlik ile beşik şeyhliğini
karıştırdığı için hakîkî şeyhliği inkâr eden bir zavallı bakınız öz olarak ne diyor: Nakşîlikte, Hatm-i
Hâcegân’da (belli sayıyı korumak maksadıyla) taşlar kullanılmaktadır. Hasan Sabbâh’ın, devleti
yıkmak için örgütlediği eşkıyâ çetesi de, devlet güçlerinin baskını ânında halka olup taşlarla zikir
yapıyor gibi oluyorlardı. Öyleyse Hatm-i Hâcegân  Hasan Sabbah ve eşkıyâ çetesinden alınmadır.
(Son)

    Şuradaki kimin rızâsı içün(!) yapıldığı besbelli olan muzzam ispiyon ve jürnâlcılığı görebilmek
için zeki olmaya ihtiyâç yoktur; biraz akıllı olmak yeterlidir. Böyle bir geri zekâlıya sekiz yaşındaki
bir çocuk bile şu suâlleri sorabilir:

    Bir: Şu husûsta târihî, değil herhangi bir delîl, basit ve zayıf bir ipucu ve karîne var mıdır, varsa
nedir? Biz diyoruz ki, yoktur; çünki böyle bir delîle çok muhtâc olmasına rağmen bunu kendisi de
getirememiştir. Öyleyse delîlden doğmayan mücerred bir imkân ve ihtimâl akıllılarca mu’teber
olamayacağından, şu iddia bir deli saçması veya sarhoş hezeyânından başka bir şey değildir.

Eğer şunlara göre mücerred imkân ve ihtimâl delîl olmak için yeterli olabiliyor ise, kendileri,
muhtemelen İslâm düşmanlarından biridir veya onların bir ajânıdır, Yâhud, livata mübtelâsı it
uğursuz takımındandır. Çünki bunlar da birer imkân ve ihtimâldir. Ama biz böyle demiyoruz.
Çünki biz hislerini, ihtimallerini ve aklını İslâmî delîllere kurbân etme anlayışında olan
mü’minleriz.
Kaldı ki, şu usûlün Hasan Sabbah'dan değil de Selef'ten alınma olduğu hadîs kitablarına âşina
olanlarca bilinen bir şeydir. Nitekim İmâm Dârimî, Sünen’inde yaptığı bir rivâyette, Ebû Mûsâ’l-
Eş'arî, Mescidde ellerinde küçük taşlar bulunan insanlardan meydana gelen bir zikir halkası
görmüştü. (Birisi), yüz defâ tekbîr getirin, diyor, yüz defa tekbir getiriyorlardı. Sonra yüz defa lâ
ilâhe illellâh deyin diyor, onlar da yüz defâ lâ ilâhe illellâh, diyorlardı. Yüz kerre sübhânellah deyin
diyor, onlar da yüz defa sübhânellâh diyorlardı. Ebû Mûsâ el- Eş'arî bunu hayırlı bir iş, İbn-i
Mes'ûd da bid'at olarak gördüklerini söylüyorlardı. (Sünen:1/79, H:204'den kısaltarak ve öz
olarak)

    Yine Sahâbe radiyellâhu anhum’dan bir çokları Kurân'ı toplayıp Mushaflaştırmayı da Resûlüllah
sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından yapılmadığını ileri sürerek bid'at kabûl ediyorlardı. Nitekim
İmâm Buhârî rahimehullah, Sahîh’inde, Zeyd b. Sâbit radiyellâhu anhu’dan şöyle rivâyet etti:
(Müseylemetü’l-Kezzâb’ın öldürüldüğü Benî Hanîfe kabîlesiyle harb edildiği, Yemende bir ter
olan) Yemâme ahâlisiyle muhârebe edildiği senede Ebû Bekr bana haber gönderdi (ve beni
yanına çağırdı.) Gittiğim zaman bir de ne göreyim! Ömer b. Hattâb radiyellâhu anhu O’nun
yanında duruyor.

     Ebû Bekr şöyle dedi: Ömer bana geldi ve dedi ki, Yemâme gününde Kur’ân
okuyucular(hâfızlar)da ölüm şiddetli ve çok oldu. Ve ben gerçekten değişik yerlerde Kur’ân
okuyanların öldürülmelerinin çoğalmasından ve böylece Ku’ân’dan büyük bir kısmın zâyi’
olmasından endîşe ediyor ve korkuyorum; Kur’ân’ın toplanmasını emretmeni (münâsib ve
lüzûmlu) görüyorum. Ömer’e Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in yapmadığını nasıl
yapacaksın? dedim. Ömer, bu -vallâhi- hayırdır, dedi. Ömer bana sürekli mürâcaat etti ve
nihâyet  Allah celle celâlühû bu hususta gönlümü genişletti; ve ben de bu husûsta Ömer’in
kanâatine sâhib oldum.

     Zeyd, Ebû Bekr bana, sen ithâm etmeyeceğimiz akıllı bir delikanlısın; Resûlüllâh sallallâhu
aleyhi ve sellem’e vahiy yazıyordun. Kur’ânı araştırıp topla, dedi …. (Zeyd),  Resûlüllâh sallallâhu
aleyhi ve sellem’in yapmadığını nasıl yapacaksınız? dedim, dedi… (Ebû Bekir) o -vallâhi- hayırdır
dedi ve devâmlı bana mürâccat etti. Nihâyet Allah celle celâlühû kalbimi Ebû Bekr ve Ömerin
kalbini genişlettiğine (Kur’ânı toplamanın hayırlı bir iş olduğuna) genişletti…. (Buhârî, Sahîh,
Kur’ân’ın toplanması bâbı, 2/745, Pakistân baskısı)

    Görüldüğü gibi, sonunda Kur’ân toplandı ve bu toplama işi bid'at olarak görülmedi. İyi de
yapıldı.

    Taşlarla toplu zikretmeyi bir Sahâbî güzel ve hayır diğeri de bid'at ve şer görmüştür.

    İki: Kimi âlimlerden Sahâbî kavlini hüccet görmediği rivâyet edilse de İslâm âlimlerinin
Cumhûru onu delîl görüp bağlayıcı kabûl ederler. Hanefîler de onlardandır. Hatta bazı
rivâyetlerde, bunu, İslâm âlimlerinin sadece Cumhûru değil, hepsi kabûl eder. Yalnız, bir Sahâbî
kavline ters başka bir Sahâbî kavli varsa, tercîhe gidilir; birisi alınır. (Geniş bilgi için Menâr ve
şerhlerine ((meselâ, Fethu'l-Ğeffâr'a: 347-348 ve İ'lâ mukaddimesi Kavâid Fî Ulûmi'l-Hadîs [85-86-
87]'e)) bakılsın.)
    Üç: Sûfiyye de burada Sahâbe'den bir çoklarının fiilini ve Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem
efendimizin takrîrlerini esâs alarak, başka birisinin sözünü almamıştır. Başka bir çok delîlden
istifâdeyle Abdullah İbn-i Mes'ûd'un değil de, Ebû Musâ radıyallâhu anhu’nun kanâatini
seçmişlerdir. Evet, Abdullah İbn-i Mes'ûd'un Sünnet'i muhâfazadaki hassâsiyeti her türlü takdîrin
üstündeydi; lâkin öte yanda Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem'in takrîrleri ve Sahâbe
rıdvanullâhi teâlâ aleyhim'den taşlarla tesbîh edenler de vardı. Nitekim bu taşlarla zikir
husûsunda İmâm Celâleddîn es-Süyûtî müstakil bir risâle de yazmıştı. Ondan istifâdeyle aşağıya
birkaç rivâyetleri alıyoruz:

    Birinci Rivâyet: Timizî, Hâkim ve Taberânî Safiyye radıyallâhu anhâ'dan rivâyet ettiler:

    Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem yanıma girdi; önümde tesbîh etmekte olduğum dört bin
hurma çekirdeği vardı. Nedir bunlar ey Huyey'in kızı? dedi. Onlarla tesbîh ediyorum, dedim.
Başında dikildiğimden beri bunlardan daha çok tesbîh ettim buyurdu. (Onu) bana (da) öğret, ey
Allah celle celâlühû'nun Resûlü dedim. Sübhâne adede mâ min şey'in/Allahı, yarattığı şeyler
adedince tesbîh ederim, buyurdu. Bu hadîs de sahîhdir. (Süyûtî).

    Burada taşlarla tesbîh yasaklanmadığına göre, onlarla tesbîh edilebileceğine dâir bir Takrîrî
Sünnet vardır.

    İkinci Rivâyet: Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, İbn-i Mâce, İbn-i Hibbân ve Hâkim Sa'd İbn-i Ebî
Vakkâs radıyallâhu anhu'dan rivâyet etmişler, bu rivâyetin Tirmizî Hasen, Hâkim de Sahîh
olduğunu söylemişlerdir: Sa'd ve Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bir kadının yanına girmişler,
kadının önünde de hurma çekirdekleri veya küçük taşlar vardı; tesbîh ediyordu. Bunun üzerine
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem, bundan dahâ kolay veya (râvînin tereddüdü) daha efdal
olanı sana haber vereyim mi? buyurdu….

    Burada da inkâr bulunmayıp takrîr vardır.

    Üçüncü Rivâyet: Ahmed İbn-i Hanbel, ez-Zühd'de Yûnus İbn-i Ubeyd'in anasından şöyle
dediğini rivâyet etti: Ebû Safiyye'yi -ki O Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem'in Ashâbındandı ve
komşumuz idi- küçük taşlarla tesbîh eder(ken gördüm i)di.

    Bu rivâyet benzer bir lafızla, Hilâl el-Haffâr'ın Cüz'ünde, Beğavî'nin el-Mu'cemu's-Sahâbe'sinde
ve İbn-i Asâkir'in Târîh'inde dahî mevcûddur.

    Dördüncü Rivâyet: İbn-i Sa'd ve İbn-i Ebî Şeybe el-Musannef'de, Sa'd İbn-i Ebî Vakkâs'dan,
taşlarla tesbîh ettiğini rivayet etmiştir.

    Beşinci Rivâyet: Ahmed İbn-i Hanbel de ez-Zühd'de, Ebû'd-Derdâ’nın hurma çekirdekleriyle


tesbîh ettiğini rivâyet etmiştir. (İmâm Celâleddîn es-Süyûtî, el-Minha fî's-Sibha, -el-Hâvî li'l-Fetâvâ
içinde-:2/37-38)

    Rivâyetleri daha da çoğaltmak mümkin ise de, bizce bu, şurada lüzûmsuzdur. Bütün bunlar
Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim'in tatbîkâtıdır. Bu rivâyetler göz önünde bulundurularak,
Sûfiyye'ce, topluca ve tek başına taşlarla zikretmenin bid'at olduğu tarafı değil de, hayır olduğu
tarafı tercîh edilmiştir.  Şu halde taşlarla zikir Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem'in takrîrleri ve
Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim'in amelinden alınma bir Sünnettir; müfterî kezzâbların dediği
gibi, Hasan Sabbâh'dan alınma değildir. Biz, da'vâmıza dâir delîl getirdik, şu iddia sâhiblerinde
eğer zerre kadar şeref ve haysiyet varsa, onlar da kendi da'vâları için delîl getirsinler. Ama delîl
olsun… Küflü akılları onların olsun. Bekliyoruz…

    Dört: Hatm-i Hâcegân’ın halka şeklinde olması ise, Sünnet’te yer alan ilim ve zikir halkalarıyla
alâkalı nice hadîsden alınmıştır. Meselâ: (Bir): Ebû Vâkıd el-Leysî şöyle dedi: Biz Resûlüllâh
sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraberken bir de ne görelim ki, üç kişi uğradı. Onlardan biri,
halkada bir aralık buldu ve oturdu. [Muvatta (Selâm: 4), Ahmed (5/219), Buhârî, (İlim: 8, Salât:
84), Ebû Dâvûd (Edeb:14), Tirmizî (Edeb: 12, İstîzân:29], Mu’cem:1/503 (İki):Cennet bahçelerine
uğrarsanız, (orada) otlanın. Cennet bahçeleri de nedir? dediler. (Cennet bahçeleri) “zikir
halkalarıdır” dedi. (Ahmed: 3/150), Mu’cem:1/5 (Üç): Halkanın ortasına oturanlara lâ’net olsun.
[(Ebû Dâvûd, Edeb, Halkanın Ortasına Oturmak Bâbı:17), Münzirî, bu hadîsi Tirmizî de rivâyet
etmiş ve Hasen-Sahîh olduğunu söylemiştir. (Avnu’l-Ma’bûd:13/172, )]

    Beş: Hem, canları istemediğinde ve hevâlarına uymayan bir çok yerde, hadîsleri, hatta âyetleri
bir tarafa fırlatacak kadar alçalabilenler ne zamandan beri Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim'in
aralarında ihtilâflı olan bir kavlini delîl görüyor, hatta, onunla mü'münlere müşriklik sıfatını
yakıştırabiliyorlar?!... Câhilliğin ve terbiyesizliğin âlemi yok…

    Altı: Şu mübtezel iddiâlarındaki delîl veya karîne mücerred/salt kısmî benzerlikler ise, İbn-i
Sebe, Kuzmân ve Abdullah İbn-i Ubeyy İbn-i Selûl ve benzeri gizli kâfirler olan münâfıkların
kendilerini mü’minlerden gizlemek için namaz kılmaları oruç tutmaları zekât vermeleri ve bazen
cihâd etmeleri, İslâm’a ve Müslümâmlara göre birer farz olan şu ibâdetlere gölge düşürür mü?
Elbette düşürmez, değil mi? Öyleyse, mü’minlerin yaptığı güzel bir işi kâfirlerin kötü maksadlarla
yapması, güzel olmaktan çıkarmaz. El verir ki yapılan şey dîne uysun veya ters düşmesin. Şu
halde, böylesi bir delîl getirme usûlü -afv buyurunuz- yellenip karın şişini indirmek haysiyetinde
bile değildir. Çünki, yellenmede tabiî ve fıtrî de olsa bir fayda varsa da şu ölçüsüz sözlerde hiç de
iyi bir netîcesi olmayan karın şişkinliğinden başka bir şey yoktur.

    Yedi: Böylesi bir karakucak veya karakuşi bir delîl getirme “yöntem”i hangi “bilimsel” esaslara
dayanmaktadır? Hiçbir ölçü denilebilecek ölçüye dayanmamaktadır. Böylesi bir delîllendirme
yöntemi, ilmîlikte bulunmadığı gibi bilimsellikte bile yoktur. Varsa gösterilsin. Heyhât…  

[102] Biz de ufak değiştirmelerle bu süâl ve cevâbı buraya aldık.

[103] Allahu a'lem, el-Fetâve'l-Hadîsiyye’de.

[104] Maksadın hükmü ne ise o maksada ulaştıracak olan ve gayri meşrû'luğunun delîli
bulunmayan vesîlenin de hükmü odur.

[105] Hattâ, Şâri’in bazı emirleri de mübâhtır; Emr-i İbâhî

[106]  Mâide:35

[107]  Er-Rahmetü’l-Hâbıta, Mektûbât Kenarı:1/223


[108]  Hattâ müctehidler asrında ve arasında Râbıta mevcûd iken onların buna karşı çıkmamaları,
onun meşrû'luğuna dair bir nev-i sükûtî icmâ’dır.

[109]  İmâm Devserî Şâfiî idi.

[110]  Devserî, er-Rahmetü’l-Hâbıta’dan biraz değiştirerek, Mektûbat kenarı, 1/220-226’dan


kısaltılarak

[111] [Ebû’ş-Şeyh, Tabarânî, El-Evsât, İbnü Adiyy, Beyhakî, Şu’abu’l-Îman, İbnü Ömer radıyallâhu
anhumâ’dan], El-Fethu’l-Kebîr:1/507 H:5440

[112]  [Ahmed İbn-i Hanbel: 1/293, 303, 307, Tirmizî: Kıyâme, 59], el-Mu’cemu’l-Mü fehres.

[113] Tânevî, İ’lâu’s-Sünen:18/440

[114]  [Ahmed İbn-i Hanbel: 1/27, 51, 53, 319, 2/107, 426, 4/129, 164, Buhârî: 37. sû re tefsîri,31,
Îmân, 37, Müslim: Îmân, 57, Ebû Dâvud: Sünnet, 16, Tirmizî: Îmân, 4, İbn-i Mâce: Mukaddime, 9],
el-Mu’cemu’l-Müfehres.
Yûsuf bin İsmâ‘îl en-Nebhânî’nin rahmetullâhi‘aleyh)
Hayâtı ve Eserleri *
‫وصلى هللا على سيدنا وموالنا محمد وعلى آله وصحبه وسلم‬

Müsbet ilimler* sahasındaki keşiflerin tahrîki ve bunun hâsıl etdiği tekebbürle gûyâ “dünyânın
sihrini bozmaya” yeltenen “beyaz adam”, insanoğlunun bugüne kadar gördüğü en büyük “sihr”i
îcâd etdi: asrîlik (modernity)!..[1] Asırlardır İslâm dünyâsına taarruz eden bu “adam”, en ciddî ve
en derin tahribâtını ancak bu sihriyle gerçekleştirebildi.

Müslümanlar târih boyunca pek çok kez inhitâta geçmiş, fakat sâhib oldukları sahîh îmân ve
devâsâ ilmî mîrasları sâyesinde tekrar toparlanmış ve ayağa kalkabilmişlerdir. Bu târihî tecrübeyi
çok iyi tahlîl eden garblılar, askerî/ dünyevî cephede gerçekleştirecekleri işgalleri, bu ve bunun
gibi “sihir”lerle te’sîrli ve sürekli kılmanın yolunu aradılar. Ve bunda maalesef muvaffâk da
oldular. Bu “sihr”in “ilim” gibi, “medeniyyet” gibi, “terakkî” gibi birtakım payandaları da vardı;
mürevviçleri ise “skolastik papaz”ın postuna oturan “hür fikir erbâbı” (free thinker) ulemâ idi.[2]
Bunlar zihniyyetleriyle, çalışmalarıyla, müesseseleriyle, eserleriyle ilh... Müslümanların harîmine
sızıp arzû etdikleri hedefe büyük bir nisbetle vâsıl oldular. Sihir, te’sîrini göstermeye başlamışdı.
Artık dîninden, akîdesinden şüphe eden bir gürûh türemiş ve bunlar garblıların hâricden
okudukları gazeli dâhilden okur olmuşdu. Böyle bir gürûhun varlığı hem garblılar hem de
garbperestler açısından hayâtî ehemmiyeti hâizdi. Zîrâ,

“Esbâbını taharrî zâid olan ba’zı müessirât netîcesi olarak Müslümânların ekseriyyeti Müslümân
olmayan medeniyyete mu‘ârız ve muhâlif görünüyor; ânı kabûl etmiyor ve bundan sonra da
etmeyecekdir. Halbuki ‘aynı esâsât-ı medeniyyeyi Müslümânlar bir zümre-i münevvere-i
İslâmiyye-nin elinden ahz ve telakkîde hîçbir muhâlefet etmeyecekdir.”[3]

 A. Cevdet’e âit bu satırlarda “medeniyyet” diye takdîm edilen mefhûm, hiç şüphesiz zamânının
pozitivist ve materyalist asrîliğiydi.[4] Görüldüğü üzere ona göre asrîliğe İslâm kılıfını geçirecek
olan da “bir zümre-i münevvere-i İslâmiyye”dir! Ma‘lûmdur ki bu sözüm ona “münevver”
zümrenin mümessil-leri arasında C. Efgânî, M. ‘Abduh ve emsâli mezhebsizler bulunur.[5]

Fakat Allah Y’nün dîni her zaman olduğu gibi o gün de sâhibsiz değildi. Elhamdülillâh! Mustafa
Sabrî Efendiler, Zâhidu’l-Kevserîler, Selâ-metu’l-Ku-da‘îler ilh... hep bu “zümre-i münevvere-i
İslâmiyye” karşısında dimdik ayak-da durmuş ve bunların Müslümanlara verdikleri zehrin
üzerindeki “esâsât-ı medeniyye” yaftasını yırtarak gerçek yüzlerini fâş etmişlerdir.[6] İşte neşri
sadedinde bulunduğumuz bu kasîdenin müellifi Yûsuf bin İsmâ‘îl en-Nebhânî de, ismi neredeyse
unutulan bu büyük âlimlerimizden bir tanesidir.

Hicrî onüçüncü asrın ikinci yarısıyla ondördüncü asrın ilk yarısında (1265/1849–1350/1932)
yaşamış olan Beyrutlu âlim Yûsuf bin İsmâ‘îl en-Nebhânî, dışarıda ecnebîlerin, içeride mezhebsiz /
reformist gürûhun kemirmeye çalışdıkları Dîn-i Mübîn’in ve Hazret-i Peygamber Efendimiz r ’in;
Osmanlı’nın ve Hilâfet-i İslâmiy-ye’nin yılmaz müdâfiî olmuş, yazdığı onlarca eseriyle bu gürûhun
üzerine âdeta yıldırımlar yağdır-mışdır.
Bu i‘tibârladır ki günümüz neo-‘selefî’leri, mezhebsiz ve reformcuları kendisini hiç sevmez, onu ve
eserlerini nisyâna terk ile akıllarınca istiskâl etmek isterler. Ama hiç şüphesiz ki o, Müslümânların
medâr-ı iftihârıdır.

Yûsuf en-Nebhânî’nin yaşadığı devir, İslâm âleminin belki de görüb-geçirdiği en zor, maddî ve
ma’nevî tahrîbâtın en fazla olduğu devirdir. Müslümanların asırlardır takarrur etmiş
müesseselerini gömlek değiştirmeye da’vet edilir gibi değiştirmeye da’vet edildiği bir devir!..
Maalesef bu da’vet ciddî ölçüde icâbet görmüş, üstelik mâzîyi bir “muğaylanzâr-ı dehşetnâk”
olarak gören yeni tarz-ı telakkî topyekûn İslâm mîrâsını dînî, siyâsî, ictimâ’î ilh... Ayırmaksızın
“mücrim” sıfatıyla mahkûm etmek istemişdir. en-Nebhânî merhûm, ihânet ve gafletle dolu bu
hazîn manzarayı teessürle görmüş ve buna karşı kalemiyle mücâdele etmiş bir âlimdir. Aşağıda
listesini çıkardığımız onlarca eseri bunun şâhididir.

O, istikâmet ve basîretiyle; yanıp tutşan Peygamber S aşkıyla; ilmi ve ameliyle; Osmanlıları


takdîriyle[7] gerçek bir İslâm âlimiydi. Osmanlı’ya husûmet besleyen, o nâzik devirde II. Abdu’l-
Hamîd Hân’a “yaşayan en habîs herif” diyen M. Abduh’un[8]; Osmanlı idâresindeki Sûriye’den
İngiliz işgâlindeki Mısır’a firâr eden, müctehidlik taslayan gazeteci[9] Reşîd Rızâ’nın[10] halleri
düşünülecek olursa, bu söylediklerimiz daha iyi anlaşı-lacakdır.

İlmini ve otoritesini insaf sâhibi muhâliflerin bile takdîr etdiği[11] böyle bir âlimin şehâdeti, bizim
için elbetde büyük kıymeti hâizdir. Tercemesini takdîm etdiğimiz er-Râ‘iyyetu’s-Suğrâ’nın
ehemmiyeti bu i‘tibarla tartışılmazdır.

en-Nebhânî’nin muârızlarını tenkîd ederken kullandığı mu’tedil lisâna kıyasla[12] er-Râ‘iyyetu’s-


Suğ-râ’daki kimi ifâdelerin şiddetli olduğu düşünülebilir. Bunlar, her şeyden evvel hâkk ve
hakîkatin hatırına, daha sonra da muârızlarındaki fikrî ve amelî dalâletin koyuluğuna
hamledilmelidir. Unutulmamalıdır ki en-Nebhânî, er-Râ‘iyye’de de görüleceği üzere, tenkîd etdiği
o şahsiyyetlerin fikirlerini bizzat kendilerinden dinlemiş, amellerine ‘ayne’l-yakîn şâhid olmuşdur.

“Yusuf Nebhâni, Ezher’de çalıştığı yıllarda, Afgâni ve Muhammed Abduh’la tanışmıştı.


Muhammed Abduh, Arâbî Paşa isyanı nedeniyle Beyrut’a sürgüne gönderildiği zaman, Nebhâni
de burada hukuk mahke-mesi başkanlığını yürütüyordu. Abduh hemen Nebhâni ile ilişki kurdu.
Bu ilişki çok kısa zamanda dostluğa dönüştü. İkisi de birbirlerini severdi. Muhammed Abduh, çoğu
günler Yusuf Nebhâni’yi ziyarete giderdi. Nebhâni, Abduh’la birlikte, Afgâni’yle de görüştü.
Onunla değişik münase-betleri oldu. Fakat sonradan onlarla olan tüm samimi ve yakın ilişkilerini
kesti. Yani onlardan ayrıldı.

“[Şeyh Muhammed] Cenbihi* ile Nebhâni’nin Afgâni ve Abduh hak-kındaki fikirleri, iki âdil
şahidin şehâdetleri gibidir. Çünkü her ikisi de, çağdaşları arasında iyi hal, takva ve ilim gibi
özellikleriyle tanınmış, aynı zamanda Afgâni ile Abduh’u çok yakından bilen, onlarla samimi dost
olmuş kimselerdir. Sonra bunlar, Afgâni ve Abduh hakkında, nefisleri adına bir şey konuşmamış,
şahsi kin gütmemişlerdir. Yaptıkları tek şey, Afgâni ve Abduh’un gerçek fikirlerini sergilemek
suretiyle, onların yüzündeki maskeyi indirmek olmuştur.”[13]

en-Nebhânî’nin tenkîd etdiği şahsiyyetler hakkında benzer hüküm ve ifâdeleri; mürevvici


oldukları bâtıl i‘tikâdın tenkîdini, onların muâsırları olan pek çok âlimden de dinlemek
mümkündür.[14] Üstelik yerli-yabancı dostları da benzer müşâhadelerde bulunmuş, kimisi
onların ilhâdlarından, kimisi mason-luklarından, kimisi ecnebî hayranlıklarından, kimisi de dînî
mübâlâtsızlıklarından bahsetmişdir.[15]

Yûsuf en-Nebhânî (rahmetul-lâhi‘aleyh) günümüzde olduğu gibi geçmiş-de de pek çok


Müslümân’a ehl-i bid‘at ile mücâdelelerinde eserleriyle yardımcı olmuş, onlara ışık tutmuşdur.
[16] Böylesine kıymetli bir âlimin ve eserlerinin memleketimizde yeterince tanınmıyor olması, biz
Türkiyeli Müslümanlar açısından büyük bir kayıpdır. Tercemesini takdîm etdiğimiz bu kasîde ve
bu mütevâzı tetebbu‘umuz ile merhûmun tanınmasına bir nebze de olsa vesîle olabilirsek
kendimizi bahtiyâr sayarız.

Terceme-i Hâli

Yûsuf en-Nebhânî merhûmun aşağıdaki hâl tercemesini değişik tehavvüllerle kendi eserlerinde ve
muhtelif tabakât kitablarında bulmak mümkündür.

 “Bu fakîr, adı Yûsuf bin İsmâ‘îl bin Yûsuf bin İsmâ‘îl bin Muhammed Nâsiru’d-Dîn en-Nebhânî’dir.
Aslımız, uzun yıllar İczim kasabasında meskûn bulunmuş bir çöl halkı olan Benî Nebhân’a dayanır.
İczim, Filistin’deki mukaddes toprakların şimâline düşer ve şu anda Beyrut’un bir eyâleti olan
Akkâ’daki Hayfa kazâsının bir parçasıdır.[17] İşte ben orada, takrîben 1265 (1849) senesinde
doğmuşum.

Kitâbullâh’ı mükemmelen hıfzetmiş sâlih bir zât olan muhterem babam eş-Şeyh İsmâ‘îl en-
Nebhânî’den Kur’ân okudum. Kendisi şu sıralar [1309/1891] seksen yaşını geçdiği hâlde bütün
hâssaları kâmilen işleyen, vücûdu sağlam ve gâyet sıhhatli bir adamdır. Vaktinin kâhir ekseriyye-
tini Allah Te‘âla Y’ya tâ‘at ile geçirir. Allah Y’ya hamd olsun, bütün bir günün ve gecenin üçte
birini Kur’âna tahsîs eder ve haftada üç kez Kur’ânı hatmeder,

"]18[".‫ﳚﻤﻌﻮﻥ‬ ‫ﳑﺎ‬ ‫ﻗﻞ ﺑﻔﻀﻞ ﺍﷲ ﻭﺑﺮﲪﺘﻪ ﻓﺒﺬﻟﻚ ﻓﻠﻴﻔﺮﺣﻮﺍ ﻫﻮﺧﻴﺮ‬

Babam daha sonra –Allah Y onu muhâfaza buyursun ve mükâfatların en güzelini versin– ilim
tahsîli için beni Mısır’a gönderdi. 1283 senesi Muharrem ayı başlarında [16 Mayıs 1866], onsekiz
yaşındayken, yevmu’s-sebtde, Câmi‘u’l-Ezher’e kaydoldum. Burada 1289 senesi Receb [Ekim
1872] ayına kadar kaldım. Bu süre zarfında ulûm-ı şer‘iyye ve onu tahsîle vesîle olacak diğer
bilgileri Allah Y’nun bana takdîr etdiği kada-rıyla tahsîl etdim. Bu ilimleri tahsîl etdiğim muhakkîk
üstâdlardan, râsih ulemâdan herhangi biri bir yerde bulunacak olsa, ora halkının Cenne-tu’n-
na‘îm’e gitmelerine vesîle olur ve onların bütün ilimlerdeki ihtiyâçlarını –mantuk ve mefhûm
i‘tibâriyle– karşılar.

Hocalarımın en başta geleni, allâme ve fevkalâde dakîk bir fehm sâhibi, şeyhlerin şeyhi,
üstâdların üstâdı muhterem eş-Şeyh İbrâhim es-Sekâ eş-Şâfi‘î’dir. 1298’de [1881], doksan
yaşlarında vefât etmişdir. O mübârek ve bereketli ömrünü hep ders okutarak geçirmişdir. Hatta
bu asır ulemâsının ekserîsi ya bizzat ya da bilvâsıta onun talebesi olmuşdur. Merhû-mun
derslerine ben de üç sene devâm etdim. Kendisinden Şey-hu’l-İslâm Zekeriyyâ el-Ensârî’nin et-
Tahrîr ve el-Menhec şerhini Şerkâ-vî ve Bü-ceyremî’nin hâşiyeleriyle birlikde okudum ve yüksek
bir icâzet aldım.
İlim tahsîl etdiğim diğer hocalarım şunlardır:

Allâme muhterem eş-Şeyh es-Seyyid Muhammed ed-Demen-hûrî eş-Şâ-fi‘î; uzun ömür sürmüş,
1285’de [1868], doksan yaşlarında vefât etmişdir.

Allâme muhterem eş-Şeyh İbrâhim ez-Zurû el-Halîlî eş-Şâfi‘î; 1287’de [1870], yetmiş yaşlarında
vefât etmişdir.

Allâme muhterem eş-Şeyh Ahmed el-Echûrî ed-Darîr eş-Şâfi‘î; 1293’de [1876], altmış yaşlarında
vefât etmişdir.

Allâme muhterem eş-Şeyh Hasan el-‘Adevî el-Mâlikî; 1298’de [1881], seksen yaşlarında vefât
etmişdir.

Allâme muhterem eş-Şeyh es-Seyyid Abdu’l-Hâdî Necâ el-Ebyârî; 1305’-de [1888], yetmişi geçkin
bir yaşda vefât etdi. Allah Y hepsine rahmet etsin; beni de Seyyidi’l-Mürselîn hazretlerinin
makâmında rahmetine gark ederek onlarla berâber eylesin.

Hocalarımdan bir diğeri de Mısır’ın mümtâz ve asrın emsâlsiz şahsiyyetlerinden olan, hâlen
Câmi‘u’l-Ezher Şeyhi, allâme muhterem eş-Şeyh Şemsu’d-Dîn Muhammed el-Enbâbî eş-Şâfi‘î’dir.
İbnu’l-Kâsım, el-Hatîb ve diğerlerinin el-Gâye üzerine yazdıkları şerhleri okutduğu derslerine iki
sene devâm etdim. 1313’de [1895] vefât etmişdir.

Bir diğeri allâme muhterem Abdu’r-Rahmân eş-Şirbînî’dir; Câmi‘u’l-Ezher Şeyhi idi, 1326’da
[1908] vefât etmişdir.[19]

Bir diğeri allâme muhterem eş-Şeyh Abdu’l-Kâdir er-Râfi‘î el-Hanefî et-Trablusî’dir; Câmi‘u’l-
Ezher’de Şamlılar revâkının üstâdıydı; 1323’de [1905] vefât etmişdir.

Bir diğeri allâme muhterem Yûsuf el-Berkâvî el-Hanbelî’dir; Câmi‘u’l-Ezher’de Hanbelîler


revâkının şeyhidir. Allah Y onları muhâfaza eylesin; ömürlerini uzun, ilimlerinden istifâdeyi dâim
eylesin.

Bunlardan başka hocalarım da vardı. Kimisi hayatda, kimisi de Hakk’ın rahmetine kavuşdu.[20]
Bunların hepsi büyük âlimlerdir; Allah Y onları hayırla mükâfâtlandırsın, kerâmet ve selâmet
diyârında beni de onlarla birlikde eylesin.

Tahsîlimi ikmâl etdikden sonra İczim’e döndüm. Akka ve İczim’de din dersleri vermeye başladım.
Sık sık Beyrut’a ve güzîde âlimlerle görüşdü-ğüm Şam’a seyahât etdim. Bunların en önde geleni
Dımeşk Müftisi, üstâdımız allâme es-Seyyid eş-Şerîf Mahmûd Efendi el-Hamzâvî el-Hanefî’dir,
Allah Y ona rahmet eylesin. Onunla Sahîh-i Buhârî’nin başlarını okuduk. Bunun üzerine bana,
Sahîh’in hepsine, yanısıra diğer bütün rivâyetlerine ve kendi eserlerine şâmil olan umûmî bir
icâzetnâme verdi. Bu icâzetnâmeyi bizzat o muhteşem uslûbu ve güzel bir hattla yazdı; bunu bir
kısmını Hâdi’l-Mürîd’de [aşağıda 36. madde] zikretdim.

İki kez İstanbul’a gitdim [ilki 1293/1876] ve orada birkaç yıl çalışdım. Neşir hayâtından çekilene
kadar el-Cevâib gazetesinin mes‘ûl müdürlüğünü yürütdüm.[21] Aynı zamanda bu gazetenin
matba‘asında tab’ edilen Arabca kitabları tashîh etdim.[22] Bunun karşılığında 10 Lira aylık alıyor-
dum. Bu işler günde iki-üç saatimi alıyordu ve bunu gazete ve matba‘a sâhibi Ahmed Fâris
Efendi’nin [eş-Şidyâk][23] ısrarlı talebleri üzerine yapıyordum. Fâris Efendi bana çokça hürmet ve
hayır duâ ederdi. Yeni resmî vazîfem [Kadılık] için ayrılmam gerekince fevkalâde hüzünlenmiş,
kalmam için ortaklık veyâ maâşıma zamm teklîf etmişdi, ama ben kabûl etmedim.

İstanbul’dan ilk ayrılışımda Irak’a, Musul eyâletinin bir Kürd beldesi olan Kavî sancağına gitdim.
1297’de [1880] İstanbul’a tekrar döndüm. İstan-bul’dan ikinci ayrılışım, 1300’de [1883] Sûriye-
Filistin sâhil şeridindeki Lazkiye’ye Cezâ Mahkemesi Reisi olarak ta’yîn edilişim sebebiyledir. Beş
yıl sonra Devlet-i ‘Âliye –Rabbim dâim muzaffer eylesin– beni Kudüs-i Şerîf’de Cezâ Mahkemesi
Hâkimliği’ne ta‘yîn etdi. Bu iş, talebim ve habe-rim olmaksızın, ellerinden Allah Y’nun benim için
hayır murâd etdiği kişiler vâsıtasıyla olmuşdur. Daha bir sene geçmeden de –sekiz ay sonra–
(Receb 1305/1888), yine hiç bir talebim ve haberim olmadan, Beyrut Hukûk Mahkemesi
Reisliği’ne terfî’ etdim.[24] 1324’e [1907] kadar bu vazî-femi sürdürdüm. Rabbim Y, oğlum
Muhammed Şemseddîn’i ve kız kardeşleri Fâtıma ile ‘Âişe’yi orada lûtfetdi. 1310’da [1893], yine
oradayken Hacc da nasîb oldu. Fakat ‘umûmî bir vebâ salgını sebebiyle Habîb-i A‘zam Efendimiz
S’i ziyâret edemedim.”[25]

en-Nebhânî, İdrîsiyye, Nakşi-bendiyye, Kâdiriyye, Halvetiyye, Rıfâ‘iyye ve Şâzeliyye tarîkatlerine


müntesib idi.[26]

Merhûm, Jön-Türk ihtilâline ve II. Abdu’l-Hamîd Hân’ın hal’ine kadar Beyrut Hukûk Mahkemesi
Reisliği vazîfesini sürdürmüşdür. Jön Türklerin, II. Abdu’l-Hamîd Hân’a muhabbeti olan böyle bir
âlim zâtı azletmiş olmaları anlaşılmaz değildir! Bu büyük âlim azlinden sonra köyüne çekilib
kendini tamâmiyle ibâdet u tâ‘ate, eser te’lîfine verdi. Medîne-i Münevvere’ye gitdi ve uzun
müddet Efendimiz S’e komşu oldu. Şerîf Hüseyin isyânından sonra tekrâr Beyrut’a, köyüne geri
döndü ve 29 Ramazân 1350’de (06.02.1932) dâr-ı bekâya göçdü. Rabbim mekânını cennet ve
sevgilisi Resûl-i Zîşân Efendimiz S’e komşu eylesin (âmin!).

Eserleri [27]

Kitablar alfabetik sıraya göre dizilmişdir. Milâdî târihlerin Hicrî târihe (veyâ tersi) tebdîli takrîbîdir.

1.        Ahsenu’l-Vesâil fî Nazmi Esmâ’i’n-Nebiyyi’l-Kâmil S, üçyüz mısradan müteşekkil matbû’ bir


eser.۱ Müellif [Muhammed bin Süleymân] el-Cezû-lî’nin Delâilu’l-Hayrât[ve Şevâri-ku’l-Envâr fî
Zikru’s-Salât ale’n-Nebiyyi’-l-Muhtâr]’ına yazdığı ed-Delâlâtu’l-Vâdihât adlı şerhin [10. maddeye
bkz.] mukaddimesinde, esmâ-i nebeviyyenin cem’ ve tasnîfi ile ilgili kısa bir târih verir; ayrıca o
güne kadar yapılmış tahkîkleri de zikreder:

el-Kâdı ‘Iyâd’ın eşsiz şâheseri eş-Şifâ’.

el-Fâkihânî, el-Fecru’l-Munîr.

Ebû ‘Imrân ez-Zanâtî’nin hulâsâsı (201 isim).

el-Cezûlî’nin ez-Zanâtî’ye dayanarak yazdığı ibâdetlerle ilgili şâheseri Delâilu’l-Hayrât.

es-Suyûtî, el-Hadâ’ik fî Esmâ’i Hayri’l-Halâ’ik (300+isimler).


es-Suyûtî, er-Riyâzu’l-Enîka fî Esmâ’i Hayri’l-Halâ’ika, el-Hadâ’ik’in kaynaklarını sıralar.

es-Suyûtî, el-Behcetu’s-Seniy-ye (500 isim).

es-Sahâvî, el-Kavlu’l-Bedî’ fi’s-Salât ‘alel-Habîb eş-Şâfî’ (450 isim).

el-Kastallânî, el-Mevâhibu’l-Ledünniyye, es-Sahâvî’ye dayanır.

ez-Zurkânî, Şerhu’l-Mevâhib (800+isimler).

en-Nebhânî, Ahsenu’l-Vesâil, manzum ve el-Esmâ fîmâ li-Rasûlillâhi S mine’l-Esmâ [32. maddeye


bkz.], nesir (830 isim). Şeyh Enîs Ludhianvî rahimehullâh, üç lisan üzere yazılmış bir tahkîki
geçenlerde neşretdi.

2.   ‘Alâmâti Kıyâmi’s-Sâ‘ati’s-Suğrâ ve’l-Kübrâ, 2. tab’, Nikusya, el-Ceffân ve’l-Câbî li’n-Neşr, 1410


(1990).٢

3.         el-Beşâ’iru’l-Îmâniyye fi’l-Mubeşşirâti’l-Menâmiyye, matbû’.٣

4.         el-Burhânu’l-Musaddad fî İsbâti Nübüvveti Seyyidinâ Muhammed S, matbû’.٤

5.         Câmi‘u Kerâmâti’l-Evliyâ, iki cilt birarada, 1329 [1911] (el-Mektebetu’s-Sakâfiyye, Beyrut,


1411’de [1991] yeniden neşreder).٥ Evliyânın kerâmet-lerini cem’ eden bir ansiklopedi. Müellif
mukaddimesine te’lîfâtının listesini derc etmiş. Nitekim biz, bu bibliyografyayı hazırlarken oradan
istifâde etdik. en-Nebhânî “İstifâde etdiğim kitablardan ba’zılarını zikretmek istiyorum” diyor ve
şu eserleri sıralıyor (1/9-11):

–     [İmâm Veliyyu’d-Dîn] et-Tebrîzî, Mişkâtu’l-Mesâbîh, 737’e [1336] te’lîf etmiş.

–     [Fahru’r-]Râzî (vef. 606 [1209]), et-Tefsîru’l-Kebîr.

–     [Emîr] Usâme bin Munkiz (vef. 584 [1188]), [Kitâb]u’l-İ‘tibâr .

–     [Ebi’l-Kâsım] el-Kuşeyrî (vef. 465 [1072]), er-Risâletu’l-Kuşeyrîyye.

–     Ebî ‘Abdullâh bin en-Nu‘mân el-Merâkişî (vef. 683 [1284]), Misbâhu’s-Selâm fi’l-Müsteğîsîn bi
Hayri’l-Enâm S.

–     Şehu’l-Kebîr Seyyidî Muhyi’d-Dîn bin el-‘Arabî (vef. 636 [1238]), Rû-hu’l-Kuds; el-Fütûhâti’l-
Mekkiyye; Mevâki‘u’n-Nucûm ve el-Muhâda-rât.

–     İmâm el-Yâfi‘î (vef. 768 [1366]), Ravdu’r-Reyâhîn ve Neşru’l-Mehâsin.

–     Kemâlu’d-Dîn Muhammed bin Ebu’l-Hasen ‘Alî es-Sirâc er-Rıfâ‘î el-Kuraşî eş-Şâfi‘î, Tuffâhu’l-
Ervâh. [H.] Sekizinci asırda yaşamış olan müellif, es-Subkî ve İbn Teymiyye’nin mu‘âsırıdır.

–     ‘Ârif bin ‘İbâd (vef. 792 [1389]), Şerhu’l-Hikemi’l-‘Atâ’iyye.

–     es-Sehâvî, Tuhfetu’l-Ahbâb. [H.] Dokuzuncu asırda yaşamış olan müellif, meşhûr [muhaddîs]
Hâfız es-Sehâvî ile karışdırılmamalıdır.
–     İbnu’l-Havrânî (11. asırda yaşamış), el-İşârâtü li-Emâkini’z-Ziyârâti fî Dımeşki’ş-Şâmi.

–     Şeyh Celâlu’d-Dîn el-Basrî ed-Dımeşkî, Tuhfetu’l-Enâm fî Fezâili’ş-Şâm, 1002 [1593].

–     İmâm Zeynu’d-Dîn Ebu’l-‘Abbâs Ahmed bin Ahmed bin ‘Abdu’l-Latîf eş-Şercî ez-Zebîdî (vef.
893 [1487]), Tabakâtu’l-Havvâs min Ehli’l-Ye-men. Müellifin Buhârî muhtasarı da var [et-
Tecrîdu’s-Sarîh].

–     Kâdî ‘Abdu’r-Rahmân el-‘Alîmî el-Hanbelî (vef. 927 [1520]), el-Unsu’l-Celîl.

–     Taşköprüzâde (vef. 969 [1562]), eş-Şekâ’iku’n-Nu‘mâniyye.

–     Seyyidî eş-Şeyh ‘Alvân el-Hamavî (vef. 936 [1529]), Şerhu Tâ’iyyeti İbni Habîbini’s-Safadî ve
Nesemâtu’l-Eshâr fî Kerâmâti’l-Evliyâ’i’l-Ahyâr.

–     eş-Şeyh Muhammed bin Yahyâ et-Tâzifî el-Hanbelî (vef. 963 [1556]), Kalâ’idu’l-Cevâhir fî
Menâkibi’ş-Şeyh ‘Abdu’l-Kâdir.

–     İmâm ‘Abdu’l-Vehhâb eş-Şa‘rânî (vef. 972 [1564]), el-Minenu’l-Kübrâ, el-Bahru’l-Mevrûd, el-


Ecvibetu’l-Merdiyye, et-Tabakâtu’l-Kübrâ.

–     İmâm el-Munâvî (vef. 1001 [1592]), et-Tabakâtu’l-Kübrâ ve et-Tabakâ-tu’s-Suğrâ.

–     İbnu’l-Mübârek el-Fâsî, el-İbrîzu fî Menâkibi Seyyidî ‘Abdi’l-‘Azîz ed-Debbâği, te’lîfine 1129’da


(1717) başlamış.

–     es-Seyyid Muhammed bin Ebî Bekr eş-Şillî Bâ‘alevî (vef. 1093 [1682]), el-Maşr‘au’r-Ravî fî
Menâkıbi Sâdâtinâ Âl-i  Bâ‘alevî.

–      eş-Şeyh Muhammed Necmu’d-Dîn el-Ğazzî (vef. 1061 [1651]), el-Kevâkibu’s-Sâ’iretü fî


A‘yâni’l-Mi‘eti’l-‘Âşira.

–     eş-Şihâb Ahmed el-Makarrî (vef. 1041 [1631]), Nefhu’t-Tîb.

–     Muhibbî (vef. 1111 [1699]), Hulâsetu’l-Eser fî A‘yâni el-Karni’l-Hâdî ‘Aşer.

–     Seyyîd Muhammed Halîl el-Murâdî (Şâm Müftisi, vef. 1206 [1791]), Silku’d-Durer fî A‘yâni el-
Karni’s-Sânî ‘Aşer.

–     ‘Abdu’r-Rahmân bin Hasan el-Cebertî (vef. 1237 [1821]), Târîh Misr.

–     Seyyidî el-‘Ârifbillâh eş-Şeyh ‘Abdu’l-Ğanî en-Nâbulsî (vef. 1144 [1731]), Şerhu’t-Tarîkati’l-


Muhammediyye.

–     Hocam eş-Şeyh Hasan el-‘Advî el-Mısrî (vef. 1303 [1885]), Şerhu’l-Bür-de.

–     Hocamız ‘allâme ve mürşid eş-Şeyh Muhammed el-Hânî en-Nakşbendî’nin oğlu eş-Şeyh


‘Abdu’l-Mecîd Rahimallâhi Teâ‘lâ (vef. 1317 [1899]), el-Hadâ’iku’l-Verdiyye fî Hakâ’iki Ecillâ’i’n-
Nakşbendiyye
6.         Câmi‘u’s-Salâvât, 1318 [Beyrut, 1900].٦

7.         Câmi‘u’s-Senâ’i ‘Alallâh, matbû’.٧

8.         Cevâhiru’l-Bihâr fî Fezâ-ili’n-Nebiyyi’l-Muhtâr S, 1327 [Beyrut, 1909], dört cild.٨

9.         el-Cumu‘a ‘ale’l-Mezâhi-bi’l-Erba‘a.٩

10.     ed-Delâlâtu’l-Vâdihât Şerhi Delâ’ili’l-Hayrât,١٠ İmâm el-Cezûlî’nin Hazret-i Peygamber S’e


yazdığı, nev’inin en ma’rûf münâcât risâlesine yazılmış bir şerh. Şamlı Bassâm Abdu’l-Vehhâb el-
Câbî bu risâlenin tâmamen harekelenmiş Delâ’il ile birlikde iyi bir neşrini hazırladı.[28]

en-Nebhânî’nin ed-Delâlât’a yazdığı mukaddime, Hazret-i Peygamber S’e salât u selâmın âdâbı ile
ilgili târihî ve fıkhî zengin tafsilâtı hâvîdir. en-Nebhânî burada, teşehhüdde Hazret-i Peygamber
S’in adına Seyyidinâ ‘unvânının eklenmesinin müreccah olduğuyla ilgili (ilk evvel Se‘âdeti’d-
Dâreyn’in mukaddimesinde yer alan) mufassal tedkîkini tekrâr arzeder. Bu görüş, husûsiyle İbn
‘Abdu’s-Selâm, el-İsnevî, el-Mahallî, es-Suyûtî, el-Firûzâbâdî, er-Remlî, es-Sehâvî, el-Heytemî, en-
Nebhânî ve diğer mü-teveffâ Şâfi‘î ulemâsının tercihidir.

Bu mes’elede âdâbın tâ‘ate takdîm edilmesinin delilleri şöyle sıralanıyor: 1. Hazret-i Ebû Bekr D’in
namazda Hazret-i Peygamber S’e, O’nun emrine rağmen, imamlık etmekden imtinâ’ etmesidir.
Namazdan sonra Hazret-i Peygamber S ona sorar: “Ey Ebû Bekr, seni emrime itâ‘atden men’
eden nedir?” Hazret-i Ebû Bekr D özrünü şu meşhûr cevâbıyla beyân eder: “Mâ kâne libni Ebî
Kuhâfete en yetekaddeme beyne yedey Rasûlillâh – İbni Ebî Kuhâfe’nin Allâh Rasûlu’nun önüne
geçmesi uygun olmaz.” Hazret-i Peygamber S de onu tasvîb eder.[29] 2. İbn Mes‘ûd’un şu sözleri:
“Hazret-i Peygamber S’e salât getireceğiniz zaman en güzelini getiriniz (izâ salleytum fe ahsinû’s-
salâte ‘alâ nebiyyukum), zirâ –sen bilmezsin ama– bu O’na gösterilebilir. Onun için şöyle söyle:
‘Ey Allâhım! Salâtın, rahmetin ve selâmın, muttakîlerin imâmı, hatemu’l-enbiyâ, kulun ve elçin
Muhammed’e, hayrın imâmı ve lideri, Rahmet elçisi Seyyidi’l-Mürselîn’e olsun! Ey Allâhım! O’nu
gelmiş geçmiş bütün mahlukâtın müştâk olacağı bir makâm-ı mübeccele yükselt! Ey Allâhım!
İbrâhim ve âline rahmet etdiğin gibi Muhammed ve âline de rahmet et! Muhakkak ki Sen, Hamîd
ve Mecîdsin! Ey Allâhım! İbâhim ve âlini mübârek kıldığın gibi Muhammed ve âlini de mübârek
kıl! Muhakkak ki Sen, Hamîd ve Mecîdsin!’ ”[30]

Hazret-i Peygamber Efendimiz S’e seyyid demenin delilleri şu âyet-i kerîmelerdir: “hem bir efendi
(seyyiden) hem gâyet zâhid, ve bir Peygamber, sâlihînden” (3:39) ve “kapının yanında Hanımın
beyine (seyyidehâ) rast geldiler” (12:[25]). Kezâ şu hadîs-i şerîfler: 1. “Ben insanoğlunun
seyyidiyim.”[31]; 2. “Oğlum [Hasan] seyyiddir.”[32]; 3. “Büyüğünüzü [Sa‘d bin ‘Ubâde] ayakta
istikbâl ediniz (kûmû ilâ seyyidikum).”[33], bu hadîs-i şerîf aynı ma‘nâya gelen Kûmû li-
seyyidikum lafzıyla da rivâyet edilmişdir.[34] (Hazret-i Peygamber S’in Câbir bin ‘Abdullah D’a ve
İbn Ebî Evfâ D’ın âline olduğu gibi Sa‘d bin ‘Ubâde D’ın âline Allâh Y’dan husûsen rahmet ve
bereket dilemesi şâyân-ı dikkat bir husûsdur). 4. “Hazret-i Fâtıma C, Hazret-i Peygamber S’in
oturduğu bir odaya girdiğinde Hazret-i Peygamber Efendimiz S ayağa kalkar onu selâmlar, elini
tutar, onu öper ve ona yerini verirdi; kezâ Hazret-i Peygamber S de Hazret-i Fâtıma C’nın
oturduğu bir odaya girse, Hazret-i Fâtıma C ayağa kalkar ve Onu selâmlar, elini tutar, Onu öper ve
Ona yerini verirdi.”[35]; 5. Sehl bin Huneyf D Hazret-i Peygamber S’e bir suâl tevcih edecek olsa
“yâ seyyidî!” diye hitâb ederdi.[36] 6. Mâlik ve Süfyân du‘âda Yâ Seyyidî diye değil Yâ Rabbî diye
hitâb edilmesi gerektiğine dâir fetvâ vermişlerdir.[37] 

11.     Delîlu’t-Tuccâr ilâ Ahlâki’l-Ahyâr, matbû’.١١

12.     Efdalu’s-Salâvât ‘alâ Seyyidi’s-Sâdât S, 1309 [1891].

13.     el-Ehâdîsu’l-Erba‘în fî Fazli’l-Cihâd ve’l-Mücâhidîn, matbû’.١٢

14.     el-Ehâdîsu’l-Erba‘în fî Fezâili Seyyidi’l-Mürselîn S, matbû’.

15.     el-Ehâdîsu’l-Erba‘în fî Vücûbi Tâ‘ati Emîri’l-Mü’minîn, matbû’.١٣

16.     el-Ehâdîsu’l-Erba‘în min Emsâli Efsahi’l-Mürselîn S, matbû’.١٤

17.     el-Envâru’l-Muhammediyye [mine’l-Mevâhibi’l-Ledünniyye], el-Kastallânî’nin el-Mevâhibi’l-


Ledün-niyyesinin muhtasarıdır, 1310 [Beyrut, 1892], 632 s..١٥

18.     el-Erba‘îne Erba‘în min Ehâdîsi Seyyidi’l-Mürselîn S, 1329.١٦

19.     Erba‘ûne’l-Erba‘în fî Fezâili’l-Kur’âni’l-‘Azîm, 2. tab’, Haleb, 1392 (1972).١٧

20.     Erba‘ûne Hadîsen fî Erba‘îne Sîğatin fi’s-Salâti ‘ale’n-Nebiyyi S.١٨

21.     Erba‘ûne Hadîsen fî Fazli ‘Alî.١٩

22.     Erba‘ûne Hadîsen fî Fazli Ebî Bekr.٢٠

23.     Erba‘ûne Hadîsen fî Fazli Ebî Bekrin ve ‘Umar.٢١

24.     Erba‘ûne Hadîsen fî Fazli Erba‘îne Sahâbiyyen.٢٢

25.     Erba‘ûne Hadîsen fî Fazli Lâ İlâhe İllallâh.٢٣

26.     Erba‘ûne Hadîsen fî Fazli ‘Umar.٢٤

27.     Erba‘ûne Hadîsen fî Fazli ‘Usmân.٢٥

28.     Erba‘ûne Hadîsen fî Fezâ’ili Ehle’l-Beyt.٢٦

29.     Erba‘ûne Hadîsen fî Medhi’s-Sünneti ve Zemmi’l-Bid‘a, Dâru İbn Hazm, Beyrut, 1410


(1990).٢٧

30.     el-Esâlîb el-Bedî‘a fî Fazli’s-Sahâbe ve Iknâ‘iş-Şî‘a.٢٨

31.     Esbâbu’t-Te’lîf mine’l-‘Âciz ed-Dâ‘îf; Câmi’u Kerâmâti’l-Evli-yâ’nın ilâve-si.٢٩

32.     el-Esmâ’i fîmâ li-Resûlillâhi S mine’l-Esmâ,٣٠ Hazret-i Peygamber Efendimizin S 830-860


civârındaki ismini 300 mısrada nazm eder.

33.     el-Fethu’l-Kebîr fî Dammi’z-Ziyâdeti ile’l-Câmi’u’s-Sağîr, Hâfız es-Suyû-tî’nin el-Câmi’u’s-


Sağîr’i ile ona yazdığı zeyli [ez-Ziyâdetü ile’l-Câmi’u’s-Sağîr] cem’ eden bir eser.٣١
34.     el-Fezâilu’l-Muhamme-diyye, matbû’.٣٢

35.     Gazâvâtu’r-Resûl S, Suse, Dâru’l-Maarif, 1409 (1989).٣٣

36.     Hâdî’l-Mürîd ilâ Turuki’l-Esânîd,٣٤ 1317 [1899]. Salavâtu’s-Senâ’a٣٥ ilâve. en-Nebhânî’nin


zabtını veyâ Hadîs’de ve diğer İslâmî kaynaklardaki rivâyet zincirlerini tafsîl eder.

37.     el-Hemziyyetü’l-Elfiyye (Tayyibetü’l-Ğarrâ) fî Medhi Seyyidi’l-Enbiyâ’ S. Kenârında lafızların


ma’nâlarının açıklandığı hâşiyesiyle birlikde, 1314 [Beyrut, 1896]. ٣٦

38.     Hizbu’l-Evliyâ’i’l-Erba‘în el-Musteğîsîn bi Seyyidi’l-Mürselîn S. Hizbu’l-İstiğâsât bi Seyyidi’s-


Sâdât S olarak da bilinir. ٣٧

39.     Huccetullâhi ‘ale’l-Âlemîn fî Mu’cizâti Seyyidi’l-Mürselîn S.٣٨

40.     Hulâsetü’l-Beyân fî Ba‘dı Meâsiri Mevlânâ es-Sultân Abdil-hamîd es-Sânî ve Ecdâdihî Âli


‘Osmân, el-Matba‘atu’l-Edebiyye, Beyrut, 1312 [1894]. ٣٩

41.     Hulâsetu’l-Kelâm fî Tercîhu Dîni’l-İslâm, matbû’. ٤٠

42.     el-Hulâsetu’l-Vefiyye fî Ricâli’l-Mecmû‘ati’n-Nebhâniyye, matbû’. ٤١

43.     Husnu’ş-Şir‘ati fî Meşrû’iyyeti Salâte’z-Zuhr izâ Te‘addedeti’l-Cumu‘a, matbû’. ٤٢

44.     İrşâdu’l-Hayârâ fî Tahzîri’l-Muslimîn min Medârisi’n-Nasâra [elletî Ehle-ket Dîne’l-


Müslimîn], bugünlerde pek çok Müslümân’ın, husûsiyle de tahsilli ve zengin olanlarının, korkunç
bir şekilde kulak ardı etdikleri nasîhatleri muhtevî kıymetli bir eser. Müellif bunun muhtasarını da
neşretmiş [50. maddeye bkz.]. ٤٣

45.     el-İstiğâsetu’l-Kübrâ bi Esmâ’illâhi’l-Husnâ; Riyâzu’l-Cenne [62. maddeye bkz.] ile birlikte. ٤


٤

46.     İthâfu’l-Müslim bi Ehâdîs et-Terğîb ve’t-Terhîb mine’l-Buhârî ve Müslim, 1329 [1911]. ٤٥

47.     el-Mecmû‘atu’n-Nebhâniyye fi’l-Medâihi’n-Nebeviy-ye,٤٦ 1320 [1902, Beyrut, dört cild],


kenârında lafızların ma’nâlarının açıklandığı hâşiyesiy-le birlikde.

48.     Misâl en-Na‘li’ş-Şerîf, matbû’. ٤٧Hindistanlı büyük Hanefî âlimi Mevlânâ Eşref ‘Alî et-
Tahânevî’nin Zâdu’s-Sa‘îd’ indeki bir faslın serlevhâsı “Ney-lu’ş-Şifâ’ bi-Na‘li’l-Mustafâ”dır.
Hindistanlı üstadları-mızın ve muhaddislerimizin üstâdı, üstâd Muhammed Zekeriyyâ el-
Kandehlevî, İmâm Tirmizî’nin temel eseri eş-Şemâ’ilu’l-Nebeviyye ve’l-Hasâilu’l-Mustafaviyye’nin
İngilizce terce-mesinde şunları söylüyor:

“Mevlâna Eşref ‘Alî Tanvî Sâhib Zâdu’s-Sa‘îd adlı kitâbına, Resûlullâh S’in na‘linlerinin bereketi ve
fazîletine dâir tafsilâtlı bir risâle dercetmişdir. Alâka duyanların bu kitâbı okumaları gerekir.
Hülâsaten diyebiliriz ki bunun [Efendimiz S’in na‘linlerinin] hadsiz-hesabsız hâssaları var. Ulemâ
bunu pek çok kez tecrübe etmiş. Bunlardan biri [bu na‘linler vâsıtasıyla] Resûlullâh S’i rüyâsında
görme saâdetine erişmiş; bir diğeri müstebîdler-den emîn, bütün kalbî arzûlarına da vâsıl
olmuşdur. Bütün gâyeler onlarla tevessül ederek hâsıl olmuşdur. Mezkûr kitâbda tevessülün
usûlü de anla-tılıyor.”

49.     Muferricu’l-Kurûb ve Muferrihu’l-Kulûb, matbû’; müşkilâtın def‘i için okunacak Nebevî


tazarru‘ları câmi‘ bir eser. ٤٨

50.     Muhtasar İrşâdu’l-Hayârâ, [44. maddedeki eserin muhtasarı]. ٤٩

51.     Muntehab es-Sahîheyn, matbû’, takrîben 3000 hadîs-i şerîfi muhtevîdir. ٥٠

52.     el-Müzdevicetu’l-Ğarrâ fi’l-İstiğâseti bi Esmâ’illâhi’l-Hüsnâ. ٥١

53.     en-Nazmu’l-Bedî’ fî Mevlidi’ş-Şefî’ S, 1312 [1894, Kâhire ve Beyrut].

54.     Nemûzecu’l-Hükmi’n-Nebeviyye.٥٢

55.     Nücûmu’l-Muhtedîn ve Rücûmu’l-Mu’tedîn fî İsbâti Nübüvveti Seyyidinâ Muhammedin


Seyyidi’l-Mürselîn S ve’r-Reddu ‘alâ A‘dâihi İhvâni’ş-Şe-yâtîn, mücessem matbû’ bir eser. ٥٣

56.     el-Kasîdetu’r-Râ‘iyyetü’l-Kubrâ fî Vasfi’l-Ümmeti’l-İslâmiyyeti ve’l-Milel el-Uhrâ, matbû’. ٥٤

57.     el-Kasîdetu’r-Râ‘iyyetu’s-Suğrâ fî Zemmi’l-Bid‘ati ve Ehlihâ ve Medhi’s-Sünneti’l-Ğarrâ,


matbû’.٥٥  Hâssaten asrın en büyük üç bid‘atcısı olan Ce-mâleddîn el-Efgânî, Muhammed ‘Abduh
el-Mısrî ve el-Menâr cerîdesi sâhibi Reşîd Rızâ’yı zemmeden manzum bir eser [elinizdeki eser].

58.     el-Kavlu’l-Hâkk fî Medhi’s-Seyyidi’l-Halk S, matbû’. ٥٦

59.     Kurreti’l-‘Ayn mine’l-Beydâvî ve’l-Celâleyn, matbû’. ٥٧

60.     er-Rahmetu’l-Muhdât fî Fazli’s-Salât, matbû’. ٥٨

61.     Ref’u’l-İştibâh fî İstihâleti’l-Ciheti ‘alellâh; Şevâhidu’l-Hakk’ın [74. mad-deye bkz.] bir


parçası olarak neşredilmişdir. ٥٩

62.     Riyâzu’l-Cenne fî Ezkâri’l-Kitâb ve’s-Sünne, matbû’. ٦٠

63.     es-Sâbikâtu’l-Ciyâdu fî Medhi’s-Seyyidi’l-‘İbâd S, matbû’. ٦١

64.     Salavâtu’l-Ahyâr ‘ale’n-Nebiyyi’l-Muhtâr S.٦٢

65.     es-Salavâtu’l-Elfiyye fi’l-Kemâlâti’l-Muhammediyye. ٦٣

66.     es-Salavâtu’l-Erba‘în li’l-Evliyâ’i’l-Erba‘în. ٦٤

67.     Salavâtu’s-Senâ’ ‘alâ Seyyidi’l-Enbiyâ’ S, 1317 [1899, Beyrut]; ilâvesinde Hâdi’l-Mürîd var


[36. maddeye bkz.]. ٦٥

68.     Se‘âdeti’d-Dâreyn fi’s-Salâti ‘alâ Seyyidi’l-Kevneyn S, 1318 [1900], 720 sâhife .٦٦ Ard arda
gelen onar beytlik muvaşşah şi‘rleri muhtevîdir.

‫أنا عبد لسيد اﻷﻧﺒﻴﺎء‬


 ‫ووالﺋﻲ ﻟﻪﺍﻟﻘﺪﻳﻢ ﻭالﺋﻲ‬

I.           Seyyidi’l-Enbiyâ’nın kölesiyim / O’na olan sadâkatim kadîmdir

‫أنا عبد ﻟﻌﺒﺪﻩ ﻭﻟﻌﺒﺪ ﺍﻟﻌﺒﺪ‬

      ‫عبد ﻛﺬﺍ ﺑﻐﻴﺮ ﺍﻧﺘﻬﺎﺀ‬

II.    O’nun kölesinin kölesi, kölesinin kölesiyim / Ve böylece, ilâ nihâye...

‫أنا ﻻﺃﻧﺘﻬﻲ ﻋﻦ ﺍﻟﻘﺮﺏ ﻣﻦ‬

‫ﰲﺟﻤﻠﺔ ﺍﻟﺪﺧﻼﺀ‬ ‫ﺑﺎب رﺿﺎﻩ‬

III.        Her dâim rızâ kapısının yanında, / Hep müsâfirleri arasındayım

‫ﰱﻣﻌﺎﻟﻴﻪ ﻟﻠﻨﺎﺱ‬ ‫ﺃﻧﺸﺮﺍﻟﻌﻠﻢ‬

‫ﻭﺃﺷﺪﻭﺑﻪﻣﻊ ﺍﻟﺸﻌﺮﺍﺀ‬

IV.       O’nun âlî evsâfını nâtık ilmi insanlara neşr / Ve bunu şuerâ ile birlikde terennüm ederim

‫ﺃﻧﺖ ﺳﻠﻤﺎﻥ‬ ‫ﱄ‬ ‫ﻓﻌﺴﺎﻩ ﻳﻘﻮﻝ‬

‫ﻭﻻﺋﻲ ﺣﺴﺎﻥﺣﺴﻦ ﺛﻨﺎﺋﻲ‬

V.         Belki bana şöyle der: “Sen, sadâkatimin Selmânı / Hüsn-i sen’âmın Hassânısın”

‫ﻭﺑﺮﻭﺣﻲﺃﻓﺪﻱﺗﺮﺍﺏﺣﻤﺎﻩ‬

‫ﻭﻟﻪﺍﻟﻔﻀﻞﰲﻗﺒﻮﻝﻓﺪﺍﺋﻲ‬

VI.       Rûhumu fedâ ederim eşiğinin toprağına / Bu hediyemi kabûl lûtfu âitdir O’na

‫ﻓﺎﺯ ﻣﻦﻳﻨﺘﻤﻲ ﺇﻟﻴﻪ ﻭﻻﺣﺎ‬

6‫ﺟﺔﻓﻴﻪ ﻟﺬﻟﻚ ﺍﻹﻧﺘﻤﺎﺀ‬

VII.      O’na intisâb eden erer kurtuluşa / O ise muhtâc değildir böyle bir intisâba

‫ﻏﻨﻴﺔ ﻋﻦ ﺍﳋﻠﻖ ﻃﺮﴽ‬ ‫ﻫﻮﰲ‬

6‫ﻭﻫﻢ ﺍﻟﻜﻞ ﻋﻨﻪ ﺩﻭﻥ ﻏﻨﺎﺀ‬

VIII.    O hiç bir mahlûka muhtâç değildir / Ama bütün mahlûkât O’na muhtâçdır

‫ﻭﻫﻮﷲ ﻭﺣﺪﻩ ﻋﺒﺪﻩ ﺍﳋﺎﻟﺺ‬

6‫ﳎﻠﻰ ﺍﻟﺼﻔﺎﺕ ﻭﺍﻷﺳﻤﺎﺀ‬

IX.       O, tek olan Allâh’ın hâlis kulu / Esmâ’ ve Sıfât’ının tecelligâhıdır

‫ﺍﳋﻠﻖ ﻓﻬﻮ‬ ‫ﻛﻞﻓﻀﻞﰲ‬
‫ﻣﻦﺍﷲ ﺇﻟﻴﻪ ﻭﻣﻨﻪ ﻟﻸﺷﻴﺎﺀ‬

X.          Mahlûkâtdaki bütün fezâil / O’na Allah’dan gelir, O’ndan da bütün eşyâya.

69.     Se‘âdeti’l-Enâm bi-İttibâ’i Dîni’l-İslâm, matbû’. ٦٧

70.     Se‘âdeti’l-Me‘âd fî Muvâzeneti Bânet Su‘âd, matbû’. ٦٨

71.     Sebîlu’n-Necât fi’l-Hubbi fi’llâhi ve’l-Buğzi fi’llâh, matbû’. ٦٩

72.     es-Sihâmu’s-Sâ’ibe li-Eshâbi’d-De‘âva el-Kâzibe. Şevâhidu’l-Hakk ile bira-rada٧٠ [74.


maddeye bkz.].

73.     eş-Şeref el-Mü‘ebbed li-Âli Seyyidinâ Muahammed S, 1309 [Beyrut, 1891]. ٧١

74.     Şevâhidu’l-Hakk fî’l-İstiğâseti bi Seyyidi’l-Halk S, 1323 [Beyrut, 1905]٧٢, muhtelif dalâlâtın


reddine tahsîs edilmiş birkaç risâleyi muhtevî yüzlerce sâhifeden müteşekkil bir mecmû‘a.
Mevzûlarından ba’zıları şunlardır:

[1]    Cenâb-ı Hakk Y’ya cihet isnâdı: en-Nebhânî’nin, Şeyh Ahmed ibn Teymiyye’nin Cenâb-ı Hakk
Y’ya cihet ve mekân isnâdında müteşâ-bihât ile istişhâd etdiği ma’hûd eseri Fetavâ Hamaviyye’ye
reddiyesi olan Ref‘u’l-İştibâh fî İstihâleti’l-Ciheti ‘alellâh nâm mükemmel risâ-lesi [59. maddeye
bkz.]. Diğer bir reddiye İmâm İbn Cehbel el-Kilâ-bî’ninkidir (v. 733) ki, bu uzun reddiyeyi Tâce’d-
Dîn İbn es-Subkî Tabakât eş-Şâfi‘iyye el-Kubrâ’sına olduğu gibi almışdır;[38] bir diğeri Şeyh
Muhammed Sa‘îd ibn Abdu’l-Kâdir el-Bağdâdî el-Nakşben-dî’nin (v. 1339) el-Vechu fî İbtâli’l-
Ciheti serlevhâlı otuzaltı varaklık henüz neşredilmemiş bir eser;[39] ve İmâm Muhammed Zâhid
el-Kevserî’nin Hutûratu’l-Kavlî bi’l-Ciheti nâm eseridir. Kevserî bu eserinde, İmâm el-Beyâdî’nin
İmâm Ebû Hanîfe’nin şu sözüyle ilgili îzâhını da naklediyor: “Her kim ‘Rabbim yerde midir yoksa
gökde midir, bilmiyorum’ derse îmânsızdır. Kezâ her kim ‘O tahtında oturur ama tahtı yerde midir
yoksa gökde midir bilmiyorum’ derse, o da îmânsızdır.”[40] el-Bayâdî İşârâtu’l-Merâm’ında bunu
şöyle îzâh eder:

“Bunun sebebi, kâilin bu söz ile Hâlık-ı Zülcelâl Y’ya cihet ve hudud tâyin etmesidir; zîra ciheti ve
hudûdu olan her şey bizzarûre mahlukdur. Binâenaleyh bu söz, Allah Y’ya kusûr atfetmekdir. İlâhî
cismâniyyete ve cihete inanan o kimsedir ki, hevâss ile idrâk edile-meyen her şeyin varlığını
münkîrdir. Onlar, fevkettabî‘a olan ulû-hiyyet cevherini reddederler. Bu da onları kat‘î sûretde
îmânsızlığa götürür.”[41]

İmâm ‘Abdu’l-Kâdir el-Bağdâdî Usûli’d-Dîn kitâbında istivâ’ âyetini müteşâbih sayanlardan, İmâm
Mâlik bin Enes’den, Medîneli yedi fa-kihden ve el-Esmâ’î’den iktibaslarda bulunur.[42] İmâm el-
Pezdevî Usûlünde cismâniyyet sıfatıyla ilgili olarak bunun ma’lûm bi-aslihi müteşâbihun bi-vasfihi
olduğunu söyler.[43] el-Bağdâdî ve el-Pezdevî’-nin sözleri, İbn Teymiyye’nin el-Iklîl fi’l-Müteşâbihi
ve’t-Te’vîl adlı risâlesindeki iddiâsının butlânını teşhîr ediyor. İbn Teymiyye orada diyor ki
“Bunları [Esmâ ve Sıfat-ı İlâhiyye’yi] müteşâbihâtdan sayan ne selefden ne de imâmlardan her
hangi birini, ne Ahmed bin Han-bel’i ne de diğerlerini biliyorum.”[44] en-Nebhânî, İbn
Teymiyye’nin değil sâdece bu âyetlerin ma’nâsını bilmek iddiâsında olduğunu, aynı zamanda
bunların iş‘ârî ma’nâlarına “hakîkaten” ve “bizâtihi” gibi kesin tefsirî kelimeler eklediğini de
gösteriyor (251.s.). en-Nebhânî sözünü şöyle bağlıyor: “Eğer bu gibi [Sıfat-ı İlâhiyye’nin
cismâniyyeti ile ilgili] âyetlerin ma’nâsı biliniyorsa, bu, mahlukâtın bilinen sıfatla-rından gayrı bir
ma’nâda olamaz; meselâ istivâ’nın kendimiz için ma’-lûm olan oturmak (el-culûs) ma’nâsında
olması gibi ve bu diğer mübhem kelimelere de tatbîk edilir.”

[2]    Peygamber Efendimiz S’in kabr-i şerîfinden kendisine nidâ edenleri duyabileceğini inkâr
eden Nu’mân el-Âlûsî gibi (bkz. el-Âyâtu’l-Beyyinât fî ‘Ademi Semâ-‘i’l-Emvât) modernist
“selefî”lerin iddiâlarına karşı bu hakîkati isbât eden deliller (283-285.s.). el-Âlûsî’nin mezkûr
kitâbının editörü, “Hazret-i Peygamber S’in kabrinde, kendine selâm verenleri işitdiğine dâir bir
delîl bulamadım.” diyecek kadar ileri gitmişdir![45]

[3]    Tevessülün veyâ Hazret-i Peygamber S’den şefaât dilemenin delilleri: en-Nebhânî,


tevessülün cevâzını reddedenleri fevkalâde tafsilâtlı bir şekilde cerh ediyor. Müellif, diğer ba’zı
metinlerin yanısıra, Mekke Müftisi Şeyhu’l-İslâm es-Seyyid Ahmed Zeynî Dahlân’ın Hulâsetu’l-
Kelâm fî Beyâni Ümerâ’i’l-Beledi’l-Harâm’ında sıraladığı delillerin hepsini zikrediyor (151-177.s.).
Dahlân aynı zamanda ed-Dürerü’s-S[e]niyye fi’r-Reddi ‘ale’l-Vehhâbiyye (Kâhire, 1319 [1901] ve
1347 [1928]) ile Finetü’l-Vehhâbiyye’nin de müellifidir; Vehhâbîliğin Necd ve Hicâz’daki inkişâfı
bu eserlerde tafsilâtlı bir şekilde anlatılır. Hicâz ve civârı Ehl-i Sünnet ulemâsı da aynı şekilde kitab
ebâdında reddiyeler yazdılar. Bunlardan Muhammed bin ‘Abdu’l-Vehhâb’ın kardeşi Süleymân’ın;
Yemenli âlim es-Seyyid ‘Alevî bin el-Habîb Ahmed el-Haddâd Bâ ‘Alevî’nin; Hicazlı âlim Seyyid
‘Abdullâh bin Hasan Bâşâ Bâ ‘Alevî’nin; Şeyh İbrâhîm es-Samnûdî el-Mansûrî’nin (ve. 1314
[1896]) ve merhûm allâme Şeyh Selâme el-‘Azzâmî’ninkiler ٧٣ (ve. 1376 [1956]) bilhassa
zikredilmelidir.[46]

[4]    Hazret-i Peygamber S’i[n kabr-i şerîfini] ziyâret amacıyla sefere çıkılmasının meşrû’iyyetine
dâir: Muhammed bin ‘Abdu’l-Hâdî es-Sârim el-Mubkî [fi’r-Redd ‘ale’s]-Subkî adlı eseriyle Şeyhu’l-
İslâm et-Takî[yyu’d-Dîn] es-Subkî’nin şâheseri Şifâ’u’s-Sikâm fi’z-Ziyâreti Hayri’l-Enâm S’e şiddetli
bir şekilde hücûm eder. Abdu’l-‘Azîz bin Sıddîk el-Ğumârî’nin ifâdesiyle “Hadîs ulemâsının
düstûrlarından inhirâf edib muta‘assıb bir uslûbla”[47] yazılan iş bu es-Sârim el-Mub-kî’yi en-
Nebhânî cerh eder (241-247, 275-298.s.). İbn ‘Abdu’l-Hâdî mezkûr eserini, hocası İbn
Teymiyye’nin Hazret-i Peygamber S’in kabr-i şerîfini ziyâret niyyetiyle sefere çıkılmasının günâh
olduğunu beyân eden dâll fetvâsını müdâfa‘a gâyesiyle kaleme alır. Müellif, “hocasının
bid‘atlerini müdâfa‘a için” kitâbını temelsiz ittihâmlarla doldurmuşdur; o sebeble kitâbın adı “eş-
Şâtimu’l-İfkî (müfterî küfür-baz) olmalıydı.”[48] İmâm es-Subkî’yi haksız yere Hazret-i Peygamber
S’in kabr-i şerîfini ziyârete, ona secdeye, etrâfını tavâfa ve Hazret-i Peygamber S’in, tamâmen
Allâh Y’dan müstakîl olarak, Cennet’e girmek isteyen kimsenin önündeki engelleri kaldıracağı,
ona kolaylık sağlayacağı ve Cennet’e girmesine vesîle olacağı inancını teşvîk et-mekle ittihâm
ediyor. Kezâ Nu‘mân el-Âlûsî hem İmâm el-Heytemî hem de İmâm es-Subkî’ye hücûm etdiği
Celâ‘u’l-‘Ayneyn fî Muhâ-kemât el-Ahmedeyn’i yazdı. en-Nebhânî’ye göre el-Âlûsî, Hindistan-lı
Vehhâbî bir mutasavvıf olan Sıddîk Hasan Hân el-Kinnavcî’ye ithâf etdiği bu kitâbında İbn ‘Abdu’l-
Hâdî’den daha bile ileri gitdi. Bu iki esere karşı yazılmış reddiyeler arasında el-Samannûdî’nin
Nusretu’l-İmâm es-Subkî’si ve el-Ahnâ’î’nin bir monografisi de var. en-Nebhâ-nî, es-Subkî’yi
tenkîd eden iki kişinin şi’rlerlerinden de iktibâslarda bulunur. Bunlar, Hanbelî Ebu’l-Muzaffer
Yûsuf bin Muhammed bin Mes‘ûd el-‘Ubâdî el-‘Ukaylî es-Saramrî ve “Şâfi‘î olduğunu iddiâ eden”
Muhammed bin Yûsuf el-Yumnî el-Yâfi‘î’dir. Daha sonra da İbn ‘Abdu’l-Hâdî ve el-Âlûsî’yi cerh
etdiği gibi bunları da cerh eder. Ahmed Zeynî Dahlân’ın kitablarında; Ebû ‘Abdullah bin el-
Nu’mân el-Mağribî el-Tilimsânî el-Mâlikî’nin Misbâhu’l-Enâm fi’l-Müsteğîsîn bi Hayru’l-
Enâm’ında; Sîretu Halebiyye müellifi Nûreddîn ‘Alî el-Halebî eş-Şâfi‘î’nin Buğyetu’l-Ehlâm’ında
(her iki eser de en-Nebhâ-nî’nin Huccetullâhi ‘ale’l-Âlemîn’ine derc edilmişdir); İmâm el-Lek-
nevî’nin İbrâzu’l-Ğay fî Şifâ’i’l-‘Ay’ında; Şeyh Muhammed bin ‘Alevî el-Mâlikî’nin Şifâ’u’l-Fu’âd fî
Ziyâreti Hayru’l-‘İbâd’ında; Kuveytli es-Seyyid Yûsuf er-Rifâ‘î’nin eserlerinde, kezâ Dubâili ‘Îsâ el-
Him-yerî’nin eserlerinde ilh... İbn Teymiyye’nin fetvâsının ğayr-ı mu’teber olduğu beyân
edilmişdir.

en-Nebhânî Şevâhidu’l-Hak’da İbn Teymiyye hakkında şunları söylüyor: “Hıristiyanları, Şi‘îleri,


mantıkcıları, sonra Eş‘arîleri ve Ehl-i Sünnet’i... hülâsa Müslümân veyâ Sünnî olup olmamasına
bakmaksızın herkesi yalanlıyor”, üstelik bir de “velvele ile Selefe tâbi’ olmaya çağırıyor.” (207.s.).
Fakat en-Nebhânî, İbn Teymiyye’nin es-Sârimu’l-Meslûl ‘alâ Şâtimi’r-Rasûl adlı eserini “kıymetli
bir kitabı” diye medh ediyor (275-276.s.) ve rüyâsında İbn Teymiyye’yi bağışlanmış ve fakat
Cennet’de Takîyyu’d-Dîn es-Subkî’den aşağı bir mertebede gördüğünü söylüyor. Ne en-Nebhânî
ne de şâyân-ı i’timâd Ehl-i Sünnet ulemâsından herhangi bir kimse, hiçbir zaman İbn Teymiyye’ye
kâfir dememişdir. Allah Y onu ve diğerlerini afvetsin; Müslüman olarak ölmeyi bizlere nasîb etsin;
müstakîm hizmetçileriyle berâber eylesin! Âmîn

 75.     et-Tahzîr min İttihâzi’s-Suver ve’t-Tasvîr, matbû’. ٧٤

 76.     Tehzîbu’n-Nüfûs fî Tertîbi’d-Durûs, 1329 [1911], İmâm Nevevî’ye âit Ri-yâzu’s-Sâlihîn’in


muhtasarı. ٧٥

 77.     Tenbîhu’l-Efkâr ilâ Hikmeti İkbâl ed-Dünyâ ‘ale’l-Küffâr. ٧٦

 78.     el-‘Ukûdu’l-Lu’lu’iyye fî’l-Medâ’ihi’n-Nebeviyye, matbû’. ٧٧

79.     Vesâilu’l-Vusûl ilâ Şemâ’ili’r-Rasûl S, İmâm Tirmizî’nin Şemâ’il’ine hâşiye [48. maddeye


bkz.]. ٧٨

80.     el-Virdu’ş-Şâfî, İmâm el-Cezerî’nin el-Hisnu’l-Hasîn adlı eserinin muhta-sarı. Nebevî tazarru’


ve ezkârı hâvî bir eser.٧٩

Allah Y, Kâdî Yûsuf en-Nebhânî’ye ganî-ganî rahmet ve Cennet’deki en âlâ insanlarla birlikde
olmayı nasîb eylesin... Ümmet-i Muhammed nâmına kendisine çokca lütûf ve ihsân eylesin. en-
Nebhânî’nin eserlerini okuyan birinin, onun ma’nevî refâkatinin faydasını, ilmindeki titizliğini,
mühr-i Nebî’ S aşkını, tevâzu’ ve hakîkat rûhunu görmemesi mümkün değil. Ümmet-i İs-lâm bu
emsâlsiz incileri, İmâm ‘Abdu’l-Ganî en-Nâbulsî ve İmâm ‘Abdu’l-Vehhâb eş-Şa’rânî
rahimehumullâh gibi fenâ fi’l-‘aşk olmuş geçmiş allâmele-rin mirâsının yanına koymuşdur.

Bu satırların müellifi [Cibrîl Fuâd Haddâd], Kâdî Yûsuf en-Nebhânî’nin –rahmetullâh– Basta
nâhiyesi (Beyrut) Bâşûrâ civârındaki kabr-i şerîfini 24 Zilhicce 1423 (08.03.2002)/Cum‘a günü
ziyâret etme sa‘âdetine nâil oldu; merhûmun mezar taşında şu yazılı: “Hassânu Ahmed S, Yûsuf
İsmâ‘îl en-Nebhânî.” Ertesi gün talebelerinden muhterem şeyh Hüseyin ‘Useyrân eş-Şâfi‘î en-
Nakşbendî ile (tevellüdü 1329/1911) –Allah Y onu muhâfaza buyur-sun– müşerref oldum; bu zât,
hem en-Nebhânî’den aldığı icâzetnâme hem de diğer kıymetli icâzetnâmeleri ile bize de icâzet
vermişdir. “Bu, Rabbimin faz-lındandır” (27:40), “O, rahmetiyle imtiyâzı dilediğine bahşeder;
daha Allah çok büyük fazl sâhibidir.” (3:74), “Ve selâm Mürselîne” husûsiyle de Seyyidi’l-
Enbiyâ’ya, “ve hamd Rabbi’l-‘Âlemîn’e.” (37: 181-182). [Cibrîl Fuâd Beyden yapılan terceme
burada bitdi].

 Yûsuf en-Nebhânî merhûma âit eserlerin yukarıdaki listesi, görebildi-ğimiz ve kullandığımız


mehazlardakilere nisbetle herhalde en eksiksiz olanıdır. Bu çalışmamızla merhûmun etrâfında
teşekkül etmiş olan literatürü de elimizin erişdiği kadarıyla biraraya getirmeye çalıştık.
Çalışmamız, en-Nebhânî ile ilgili yapılacak daha mufassal çalışmalara bir nebze de olsa ışık
tutabilirse kendimizi bahtiyâr sayarız. Umulur ki merhûmun şefâatine nâil olalım...

* Gerek müsveddelerin tashîhinde, gerekse Arabca metinlerin okunmasında sabırla bana yardım
eden muhterem Mehmed Erel kardeşime müteşekkirim. Buna rağmen gözden kaçan hatâ ve
noksanların mes‘ûliyyeti elbetde ki bana âitdir. Yûsuf en-Nebhânî’nin hayâtı ve eserleri hakkında
himmetini esirgemeyeceklere şimdiden teşekkür ederim. Maqâlenin ilk neşri: Yûsuf b. İsmâ‘îl en-
Nebhânî, er-Râ‘iyyetu’s-Suğra fî Zemmi’l-Bid‘ati ve Medhi’s-Sünneti’l-Ğarrâ: Bid‘atlerin Zemmi ve
Yüce Sünnet’in Medhi Kasîdesi içinde, trc. Abdullah Tûran, neşre haz. Yusuf Hanîf, Ehl-i Sünnet ve
Cemaat nşr., İstanbul 1427 (2006), VIII-XLI.s.. Okuduğunuz nüsha, ilk neşrinin gözden geçirilmiş
ve ba’zı ilâveler yapılmış hâlidir. ( yusufhanif@gmail.com)

[1] “Asrîleşme” (modernization) ile umûmiyyetle ilimler ve bunların teknolojiye tatbîkiyle


cem‘iyyetin ve tabiatın tahavvülü kastedilirken, “asrîlik” (modernity) ile bu tahavvülâtın, akılcılık
(rationalism) ve ilimcilik (scientism) gibi, gerek ferdî gerekse ma’şerî zihinlerde hâsıl etdiği
te’sîrler kastedilir (bkz. Jacques Waardenburg, “Some Thoughts on Modernity and Modern
Muslim Thinking about Islām”, Islām and the Challenge of Modernity: Historical and
Contemporary Contexts [Proceeding of the Inaugural Symposium on Islām and the Challenge of
Modernity: Historical and Contemporary Contexts, held at and organized by the International
Institute of Islamic Thought and Civilization in Kuala Lumpur, August 1-5, 1994], haz. Sharifah
Shifa al-Attas, Kuala Lumpur, Malezya, 1416 [1996], 317-319.s.).

[2] Bilindiği gibi Napoléon 1209’da (1798) Mısır seferine sâdece askerlerle değil, farklı disiplinlere
mensûb muazzam bir bilgin topluluğuyla çıkmışdı. “Institut d’Égypte”i Mısır’da, sözümona “Le
progrès et a propagation des lumières” (terakkî ve tenvîr) gâyesiyle te’sîs edenler, bunlardı, bkz.
F. Steppat, “Misr, Egypt (7. The Early Modern Period: 1798-1882)” ve J. Jomier, “Institut
d’Égypte”, The Encyclopaedia of Islam, WebCD edition, Brill Academic Publishers, 1423 (2003).
[3] Abdullah Cevdet ile yapılmış ve Le Reveil de la Turquie’de neşredilmiş bir mülâkatdan
nakleden Celâl Nûri (İleri), İttihâd-ı İslâm: İslâm’ın Mâzisi, Hâli, İstikbâli, Yeni Osmanlı Matba‘ası,
İstanbul, 1331 (1913), 378-379.s..

[4] Bkz. M. Şükrü Hanioğlu, “Garbcılar: Their Attitudes Toward Religion and Their Impact on the
Official Ideology of the Turkish Republic”, Studia Islamica, 86, 1418 (Ağustos, 1997/2), 133-
158.s.; aynı müellif, “Blueprints for a Future Society: Late Ottoman Materialists on Science,
Religion, and Art”, Late Ottoman Society: The Intellectual Legacy, haz. Elisabeth Özdalga,
RoutledgeCurzon, London, 1426 (2005), 39-44, 49-67.s..

[5] Bkz. Doktor ‘Abdullah Cevdet, “Emvât-ı lâ-Yemût: Şeyh Muhammed ‘Abduh”, İctihâd, (Kâhire
ve Cenevre), ‘aded 11, sene 1, Safer-Rebî‘u’l-evvel 1324 (Nisan 1906), 163-165.s..

[6] Mezhebsiz/neoselefîsever müsteşrik kalemlerin şekillendirdiği “modernist İslâm” târihiyle


ilgili literatürde böylesine dev isimlerin “ihmâl” edilmiş olmasına şaşmamak gerek. Sabrî
Efendiyle ilgili bir dikkat için bkz. Aziz al-Azmeh, “Muslim Modernism and the Text of the Past”,
Islām and the Challenge of Modernity..., 427.s./87. hâşiye: “The fullest and most systematic
statement of the sceptical position [towards scientism, Y.H.] in Modern Islamic thought known to
me is by the last Shaykh al-Islām of the Ottoman state who fled to Egypt in 1924; it is virtually
never quoted: Mustafā Sabrī, al-Qawl al-Fasl bayn alladhīna yu’minūn bil-Ghaib wa’l-ladhīna lā
yu’minūn (Cairo: 1361) [1942] , esp. pp. 30 ff. For criticism of ‘Abduh and other modernist
interpreters, see ibid., pp. 44-90.” (te’kîdler bana âit, Y.H.). Zâhidu’l-Kevserî için bkz. Ebubekir
Sifil, “Muhammed Zâhid b. Hasan el-Kevserî”, Ehl-i Sünnet’i Müdafaa ve Bid‘atleri Tenkid, 1.c.,
Bedir nşr., İstanbul, 1426 (2005), 116-127.s.; Selâmetu’l-Kuda‘î için Müfid Yüksel, “20. Yüzyılda
Bir Ehl-i Sünnet Âlimi: Selâmetu’l-Kuda’î el-‘Azzamî”, Ehl-i Sünnet’i Müdafaa..., 1.c., 310-338.s..

[7] 40. maddedeki eserine bkz.

[8] Wilfrid Scawen Blunt, My Diaries: Being a Personal Narrative of Events 1888-1914, London,
Martin Secker, 1351 (1932), 19 Ramazân 1320 (19.12.1902) târihli kayıt, 450.s.; ayrıca bkz.
Malatyalı Muhammed Reşâd, “Abduh’un Mezhebi Hakkında Bir Mekâle”, Ehl-i Sünnet’i
Müdafaa ..., 191-195.s..

[9] Bu ta’bîr Zâhidu’l-Kevserî merhûma âitdir, Muhammed Zahid el-Kevseri, Hanefî Fıkhının
Esasları [Fıkhu Ehli’l-Irâk ve Hadîsuhum tercemesi, Y.H.], trc. Abdulkadir Şener ve M. Cemal
Sofuoğlu, Türkiye Diyanet Vakfı nşr., Ankara, 1411 (1991), 12.s..

[10] R. Rızâ’nın Osmanlı ve Hilâfetle ilgili hakîkat ve basîretden uzak, mütenâkız ve gayr-i
mütecânis fikir ve teşebbüsleri için bkz. Muhammed Reşid Rıza, “Hilâfet Yahut İmamet-i Uzmâ –
el-Hılâfe evi’l-İmametu’l-Uzmâ”, trc. ve tahrîc Suat Mertoğlu, İslâm Siyasî Düşüncesinde Değişim
ve Süreklilik: Hilafet Risâleleri, 5.c., haz. İsmail Kara, Klasik nşr., İstanbul, 1426 (2005), 367-530.s.,
Sabrî Efendinin tenkîdi için Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Hilafetin İlgasının Arkaplanı (en-
Nekîr ‘alâ Munkiri’n-Ni‘me mine’d-Dîn ve’l-Hilâfe ve’l-Umme tercemesi, Y.H.), trc. Oktay Yılmaz,
İnsan nşr., İstanbul, 1416 (1996), 92. ve 132.s.; Suat Mertoğlu, “Reşid Rızâ’da Hilafet Düşüncesi:
Bir Kronoloji ve Tahlil Denemesi”, Hilafet Risâleleri, 5.c., 45-93.s., Rızâ’nın Hilâfet’le ilgili
Mecelletu’l-Menâr’da intişâr etmiş makâlelerinin açıklamalı dökümü veriliyor; Sylvia G. Haim,
“Introduction”, Arab Nationalism: An Anthology, haz. S. G. Haim, University of California Press,
Berkeley ve Los Angeles, 1381 (1962), 19-25.s.; Malcolm H. Kerr, Islamic Reform: The Political
and Legal Theories of Muhammad ‘Abduh and Rashīd Rıdā, University of California Press,
Berkeley ve Los Angeles, 1386 (1966), 153-186.s.; Eliezer Tauber, “Three Approaches, One Idea:
Religion and State in the Thought of ‘Abd al-Rahmān al-Kawākibī, Najīb ‘Azūrī and Rashīd Ridā”,
British Journal of Middle Eastern Studies, 21/2, 1414-1415 (1994), 195-197.s.; Mahmoud
Haddad, “Arab Religious Nationalism in the Colonial Era: Rereading Rashīd Ridā’s Ideas on the
Caliphate”, Journal of the American Oriental Society, 117/2, Zilka’de 1417-Safer 1418 (Nisan-
Haziran 1997), 253-277.s. (Mahmûd Haddâd 277.s.’de Rızâ’nın fikriyâtındaki insicamsızlığı, onun
“İslâm’ın siyâsî istiklâlini –nazarî insicâm da dâhil olmak üzere– herşeyin üstünde görmesi”yle
îzâh ediyor!); Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar: Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık,
Erken Arap Milliyetçiliği ve İslamcılık (1908-1918), trc. Türkan Yöney, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
İstanbul, 1419 (1998), 204-205, 209, 224.s.. Kezâ II. Abdu’l-Hamîd’e olan husûmeti de üstâdları
gibi hadd safhadadır Reşid Rızâ’nın. Şu hezeyanlar ona âit: “Mülûk-i İslâmiyye içinde Abdu’l-
Hamîd gibi Dîn-i İslâm’a ihânet etmiş, kütüb-i fıqh ve aqâidi, ehâdîs-i şerîfeyi men’ ve tahrîfle
ibtâle yeltenmiş bir ferd göstermek aslâ mümkün değildir.” ([Reşid Rızâ], “Abdu’l-Hamîd’in Hal‘i:
Hind Matbû‘âtına Karşı Müdâfa‘a-i Muhaqqa”, trc.?, Sırât-ı Müstaqîm, 2/43, 13 Cemâziye’l-âhire
1327 / 18 Haziran 1325 [1909], 261.s., el-Menâr’dan mütercem).

[11] Şam’ın meşhûr ‘selefî’lerinden ‘Abdu’r-Rezzâk el-Baytâr’ın sitâyişkâr ifâdeleri için bkz.
Hilyetü’l-Beşer fî Târihi’l-Karni’s-Sâlis ‘Aşer, nşr. Muhammed Behcet el-Baytâr, 3.c., 2. tab’,
Dâru’s-Sadr, Beyrut, 1413 (1993), 1612.s.. Kezâ büyük ölçüde Efgânî-Abduh-Rızâ çizgisinden
ayrılmamış Lübnanlı şâir Emir Şekib Arslan’ın şu ifâdeleri de kayda değer (bu sözleri şeyhi Reşîd
Rızâ’ya karşı söylemiş): “Yusuf’ün-Nebhâni merhum, şüphesiz ve tereddütsüz, en seçkin temiz
zevattan biridir. Tek yönlü de değildi. Âlim, faziletli, kerim insandı. Dürüst ve temiz bir dili vardı.”
(Emir Şekib Arslan, es-Seyyid Reşîd Rızâ ev İhâ Erbeî’ne Sene, 75.s.’den nakleden Hasib es-
Samarrai, Dinî Modernizm’in Üç Şövalyesi: Cemâleddin Efganî Muhammed Abduh Reşid Rıza (ve
Türkiye’deki Takipçileri), trc. Ali Nar ve Sezai Özel, Bedir nşr., İstanbul, 1419 [1998], 157.s.).

[12] Meselâ 74. maddedeki eserinde.

* Muhammed bin ‘Abdu’n-Nebî el-Cenbîhî (1842-1927). Ezher’de tahsîl görmüş, Kâhire’deki


Mutahhar câmiinde hatiblik yapmış. Kendisini haqqın müdâfaâsına adamış, bu uğurda kıymetli
pek çok eser vermiş. Cenbîhî, Efgânî, ‘Abduh v.b. mezhebsizlere karşı canla-başla mücâdele etmiş
fakat adı maalesef unutulmuş, daha doğrusu unutturulmuş şâzelî ehl-i sünnet âlimlerimlerdendir.
(Bkz., Muhammed Muhammed Hüseyin, Modernizmin İslâm Dünyasına Girişi [el-İslâm ve’l-
Hadaratü’l-Ğarbiyye tercemesi], trc. Sezai Özel, İnsan nşr., İstanbul, 1406 [1986], 92-100.s.; F. de
Jong, “al-Djanbīhī, MuÈammad b. ‘Abd al-Nabī”, The Encyclopaedia of Islam, WebCD edition, Brill
Academic Publishers, 1423 [2003], Cenbîhî hakkında müsteşriqlerin İslâm ansiklopedisinde
madde varken T.D.V. İslâm Ansiklopedisi’nde olmaması mânidârdır!).

[13] Muhammed Muhammed Hüseyin, Modernizmin İslâm Dünyasına Girişi, 101.s.. en-Nebhânî,
Abdullah Albert Kudsizâde’nin Efgânî ile ilgili kitâbiyât çalışmasının mühim bir eksiğidir (bkz. A.
Albert Kudsi-Zadeh, Sayyid Jamāl al-Dīn al-Afghānī: An Annotated Bibliography, E. J. Brill nşr.,
Leiden, 1389 [1970]).
[14] Bkz. Malatyalı Muhammed Reşâd, Cemâleddin Efganî Etrafında Makaleler, (Bedir nşr.),
İstanbul, 1416 (1996), 15-78, 175-214, 231-271.s.; Abduh’un Risâletu’t-Tevhîd’inin ilk tab’ında
olup da müteâkib tab’larından R. Rızâ’nın ma‘rifetiyle ihrâç edilen küfrü mu‘cîb sözler için bkz. el-
Üstâz el-İmâm Muhammed ‘Abduh, Risâletu’t-Tevhîd, thk. Mahmûd Ebû Reyye, 6. tab’, Dâru’l-
Me‘ârif, Kâhire, 1423 (2003), 52-53.s.; bunun tevlîd etdiği aksu’l-‘amel için bkz. Indira Falk
Gesink, “Beyond Modernism: Opposition and Negotiation in the Azhar Reform Debate in Egypt,
1870-1911”, gayr-ı matbû’ Ph.D., Washington Uni., 1421 (2000), 386-391.s.. Abduh’un akîdesiyle
ilgili muâsır bir tenkîd için bkz. Ebubekir Sifil, “Muhammed Abduh’un Bazı İtikadî Görüşleri”,
http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=makale&no=2 (6 Zilhicce 1426/
07.01.2006).

[15] Bkz. Yusuf Hanîf, “On Maddede Özetle Cemâleddin Efgânî Gerçeği”, Ehl-i Sünnet’i
Müdafaa ..., 1.c., 344-345.s.; kezâ W. S. Blunt, My Diaries, 346, 480, 481, 507-508.s.; The Earl of
Cromer (Evelyn Baring), Modern Egypt, MacMillan and Co., Ltd., Londra, 1329 (1911), 599-600.s.;
Elie Kedourie, Afghani and ‘Abduh: An Essay on Religious Unbelief and Political Activism in
Modern Islam, Frank Cass & Co. Ltd. nşr., London, 1386 (1966), 2, 7-17, 20-22, 35-36, 38-39, 41-
45, 59-60, 64.s..

[16] Meselâ devrinin büyük âlimlerinden Zeylâ‘iyye (müessisi Şeyh Abdu’r-Rahmân b. Ahmed ez-
Zeyla‘î olan Kâdirîliğin bir alt-kolu) şeyhi Üveys bin Muhammed el-Berâvî’nin Vehhâbîlere karşı
verdiği mücâdelede istinâd etdiği başlıca âlim, zamânın müceddîdi (el-müceddîd fî zamâninâ)
olarak gördüğü Yûsuf en-Nebhânî’dir (bkz. Scott S. Reese, “The Best of Guides: Sufi Poetry and
Alternate Discourses of Reform in Early Twentieth-Century Somalia”, Journal of African Cultural
Studies, 14/1, R.evvel-R.sâni 1422 [Haziran 2001], 53-62.s.).

[17] İczim, Hayfa’nın 19.5 km. cenûbunda, deniz seviyesinden 50 m. yüksekde yer alır (bkz.
http://ns1.palestineremembered.com/Haifa/Ijzim/ 6 Muharrem 1427/05.02.2006). Akkâ,
1305’de (1888) Beyrut vilâyet hâline getirilince oranın mutasarrıflıklarından biri olur. 1336’da
(1918) İngilizler tarafından işgâl edilir. 1367’de de (1948) maalesef hâlen süren İsrâil işgâli başlar.

[18] Kur’ân-ı Kerîm, Sûre-i Yûnus, 58. âyet-i kerîme: “De ki: Allah’ın fazlıyla, rahmetiyle, ancak
O’nunla artık ferahlanın, O onların toplayıb durduklarından hayırlıdır.” (Elmalılı Muhammed
Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, 4/2729; bundan sonra gelecek olan âyet-i kerîme meâlleri de
aynı tefsîrdendir).

[19] Câmi‘u’l-Ezher’de Cemâleddîn Efgânî’yi azarlayıp kovan zât (elinizdeki tercemenin 9. sâhi-
fesine bkz.).

[20] en-Nebhânî bunların adlarını, aşağıda künyelerini verdiğimiz 5. ve 36. maddelerdeki


eserlerinde muhtelif vesîlelerle zikreder. Ayrıca bkz. İmâmi’s-Seyyid ‘Alevî bin ‘Abbâs bin
‘Abdi’l-‘Azîz el-Mâlikî el-Hasenî, Fihrist eş-Şuyûh ve’l-Esânîd, 1423 (2003), 305-306.s.; Ebû Bekr
bin Ahmed bin Hüseyn bin Muhammed bin Hüseyn el-Habeşî el-‘Alevî, ed-Delîlu’l-Müşîru ilâ
Feleki Esânîdi’l-İttisâli bi’l-Habîbi’l-Beşîri Sallallâhu ve Selleme ‘Aleyhi ve ‘Alâ Âlihi zevi’l-Fadli’ş-
Şehîri ve Sahbihi zevi’l-Kadri’l-Kebîri, el-Mektebetü’l-Mekkiyye, Su‘ûdî Arabistan, 1418 (1997),
403-407.s..
[21] Bu gazete için bkz. Atilla Çetin, “el-Cevâib”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, 7.c., T.D.V. nşr.,
İstanbul, 1414 (1993), 435-436.s.. el-Cevâib’in II. Abdu’l-Hamîd Hân’ın İttihâd-ı İslâm
siyâsetindeki yeri için bkz. Cezmi Eraslan, II. Abdülhamid ve İslâm Birliği: Osmanlı Devleti’nin
İslâm Siyaseti 1856-1908, Ötüken nşr., İstanbul, 1992, 150-151.s.; Jacob M. Landau, The Politics
of Pan-Islam: Ideology and Organization, (gözden geçirilmiş nüsha), Clarendon Press, Oxford,
1414 (1994), 41-42, 60-62.s..

[22] el-Cevâib matba‘asında Arabca ve Türkce pek çok eser tab’ ve neşredilmişdir. Ahmed Fâris
el-Cevâib’in neşriyyâtını hâvî bir katalog hazırlayıp bunu bütün İslâm dünyâsına dağıtmış (Johann
Strauss, “ ‘Kütüp ve Resail-i Mevkute’: Printing and Publishing in a Multi-Ethnic Society”, Late
Ottoman Society: The Intellectual Legacy, 230.s.).

[23] İhtidâ etmiş Lübnanlı muharrir, lûgat-şinâs, gazeteci ve şâir (1219-1305/1804-1887), bkz.
Johann Strauss, a.g.m., 227, 230, 232.s.. Ölmeden evvel tekrar Katolikliğe döndüğü iddiâları
(Albert Hourani, Çağdaş Arap Düşüncesi, trc. Lâtif Boyacı ve Hüseyin Yılmaz, İnsan nşr., İstanbul,
1414 [1994], 115-116.s.) asılsızdır, bkz. A. G. Karam, “Fāris al-Shidyāk”, The Encyclopaedia of
Islam, WebCD edition, Brill Academic Publishers, 1423 (2003).

[24] en-Nebhânî bu terfî’in, Kudüs’de tanıştığı Kâdirî şeyhi Hasan Ebû Halâve el-Gazzî’nin
(rahimehullâh) ma‘nevî himmetiyle gerçekleşdiğini Câmi‘u Kerâmâti’l-Evliyâsında şöyle anlatır:
“[Hasan Ebû Halâve el-Gazzî] ile 1305 senesinde Kudüs’te, orada ceza mahkemesi reisi iken
tanıştım ve ondan sonra birçok sefer onu ziyaret ettim. Ona, Kudüs’teki bu vazifeden
hoşlanmadığımı ve bu yüzden sıkıldığımı söyledim. Şeyh: -Yakında, bu vazifeden daha büyük bir
vazifeye atanacaksın. Kendin de bunu görmek istiyorsan, bu gece yatarken uyuyuncaya kadar ‘Ya
Nur!’ ismini okuyup tekrar et, dedi. Bunu yaptım ve uyuyunca rüyada, başıma o zamanki
sarığımdan daha büyük bir sarık bırakıldığını gördüm. Bir ay kadar sonra da, hiç bir teşebbüs ve
müracaatım olmadığı halde, beni Beyrut Hukuk Mahkemesi Reisliğine naklettiler.” (İsmail İbn
Yusuf Nebhani, Sahabeden Günümüze Veliler ve Kerametleri [Câmi‘u Kerâmâti’l-Evliyâ tercemesi,
5. maddedeki eser], 3.c., trc. Abdülhalık Duran, Hikmet nşr., trs., 74.s.).

[25] Bkz. ‘Allâme eş-Şeyh Yûsuf bin İsmâ‘îl en-Nebhânî, Kitâbu Câmi‘u Kerâmâti’l-Evliyâ, Dâru’s-
Sadr, Beyrut, trs., 1.c., 402-403.s.; 2.c., 52-55.s. (tercemesi: 24. hâşiyeye bkz. 3.c., 74, 243-247.s.);
aynı mü., Esbâbu’t-Te’lîf mine’l-‘Âciz ed-Da‘îf (Kitâbu Câmi‘u Kerâmâti’l-Evliyâ’nın cild 2’ye ilâve),
332-333, 390.s.; ‘Abdu’r-Rezzâk el-Baytâr, Hilyetü’l-Beşer, 3.c., 1612-1616.s.; Ömer Rızâ Kehhâle,
Mu’cemu’l-Müellifîn: Terâcimu Musannifi’l-Kütüb el-‘Arabiyye, 4.c., Müessesetu’r-Risâle, Beyrut,
1414 (1993), 145.s.; Ebû Bekr bin Ahmed, ed-Delîlu’l-Müşîr, 401-412.s.; Hayreddîn ez-Ziriklî,
el-‘Alâm: Kâmûsu Terâcim li Eşhâru’r-Ricâli ve’n-Nisâi mine’l-‘Arabi ve’l-Müstağribîne ve’l-
Müsteşrikîn, 14. tab’, 8.c., Dâru’l-‘İlm li’l-Melâyîn, Beyrut-Lübnan, 1419 (1999), 218.s.; İmâmi’s-
Seyyid ‘Alevî bin ‘Abbâs, Fihrist eş-Şuyûh ve’l-Esânîd, 304-306.s.; G. F. Haddad, “The Righteous
Life and Blessed Works of the Poet of the Holy Prophet S : The Pious Erudite Imām al-Qādī Yūsuf
al-Nabhānī [1265/1849-1350/1932]”, www.sunnah.org/history/ scholars/al-Nabhani.pdf (23
Cemâziye’l-Sânî 1425 / 10.08.2004), 1-2.s..

[26] Bkz. Ebû Bekr bin Ahmed, ed-Delîlu’l-Müşîr, 403-406.s.. Bu tarîqatlere intisâbını Nebhânî ile
Beyrut’da bizzat görüşmüş ve târihce-i hâyatını yazmış olan ‘Abdü’l-Hafîz el-Fâsî de te’yîd eder,
bkz. ‘Abdü’l-Hafîz el-Fâsî, Mu‘cemu’ş-Şuyûx el-Musemmâ (Riyâzu’l-Cenne evi’l-Mudhiş el-
Mutrib), 2.c., el-Matba’a el-Vataniyye, Ribat, 1350 (1931), 165-166.s.’den naqleden Amal
[Nadim] Ghazal, “Sufism, Ijtihād and Modernity, Yūsuf al-Nabhānī in the Age of ‘Abd al-Hamīd II”,
Archivum Ottomanicum, 19.c., 1421-1422 (2001), 243.s./13. hâşiye. Nebhânî Beyrut’da Ticâniyye
tarîqatine de intisâb etdiğini beyân etmesine rağmen (bkz. en-Nebhânî, el-Mecmû‘atu’n-
Nebhâniyye fi’l-Medâihi’n-Nebeviyye, 4.c., Dâru’l-Fikr, Beyrut, trz., 470.s.den naqleden Amal
[Nadim] Ghazal, a.y.) H. T. Norris, kaynak göstermeksizin Nebhânî’nin bu tarîqate hücûm etdiğini
ve Ahmed bin el-Emîn el-Şinkîtî’nin de ona karşı hararetli bir müdâfaa yazdığını kaydediyor (bkz.
H. T. Norris, “al-SHinkītī (Sīd) Ahmad b. al-Amīn”, Encyclopaedia of Islam, ed. P. Bearman v.d.,
Brill, 1428 [2007], Brill Online). Bu iddiâyı maalesef tahqîq edemedik.

[27] Bu kısım esâs i’tibâriyle Cibrîl Fuâd Haddad Beyin 25. hâşiyede zikredilen makâlesindeki
listenin (2-11.s.), en-Nebhânî’nin Esbâbu’t-Te’lîf (383-385.s.; 31. maddeye bkz.) ile Şevâhidu’l-
Hakk’da (6-8.s.; 74. maddeye bkz.); Yûsuf İlyân Serkîs’in Mu’cem el-Matbû‘ati’l-‘Arabiyyeti ve’l-
Ma’ribiyye’de (2.c., Matbu‘ati Serkîs bi-Mısri, 1346 [1928], 1838-1842.s.); Ebû Bekr bin Ahmed’in
ed-Delîlu’l-Müşîr’de (407-410.s.); Kehhâle’nin Mu’cemu’l-Müellifîn’de; ez-Ziriklî’nin el-‘Alâm’da;
Muhammed ‘Îsa Sâlihiyye’nin el-Mu’cemu’ş-Şâmilu li’t-Turâsi’l-‘Arabiyyi’l-Matbû‘i’de (5.c.,
Kâhire, 1995, 219-222.s.); Muhammed Hayr Ramazân Yûsuf’un Mu’cemu’l-Müellifîn el-Mu‘âsirîn:
fî Âsârihimi’l-Mahtûtati ve’l-Mefkûdeti vemâ Tubi‘a minhâ ev Hukkika b‘ade Vefâtihim’de (2.c.,
Riyad, 1425 [2004], 828-830.s.); ve Carl Brockelmann’ın Geschichte der arabischen Litteratur’da
(bundan sonra “G.A.L.” şeklinde zikredilecek, 2. zeyl cild, E. J. Brill, Leiden, 1357 [1938], 763-
765.s.) kaydetdiği eserlerle mukâyese edilerek tashîh ve ikmâl edilmiş tercemesidir. Arabî hattla
düşülen hâşiyeler bize âitdir.

۱ Carl Brockelmann bu eserin Kâhir’de (trs.) mustakillen, ayrıca Beyrut’da 32. ve 38.
maddelerdeki eserlerle birarada neşredildiğini (1323/1905) kaydeder (G.A.L., 2. zeyl cild, 764.s.).
en-Nebhânî ise mezkûr eserinin, 32., 38. ve 49. maddelerdeki eserleriyle birarada neşredildiğini
bildiriyor: Kâdî eş-Şeyh Yûsuf bin İsmâ‘îl en-Nebhânî, Şevâhidu’l-Hakk fî’l-İstiğâseti bi Seyyidi’l-
Halk S (74. maddeye bkz.), haz. eş-Şeyh ‘Abdu’l-Vâris Muhammed ‘Alî, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye,
Beyrut-Lübnan, 1417 (1996), 7.s.. en-Nebhânî mezkûr eserinin adını başka bir yerde şu şekilde
kaydediyor: Ahsenu’l-Vesâil fî Esmâ’i’n-Nebiyyi’l-Kâmil S (bkz. Esbâbu’t-Te’lîf, 384.s.).

٢ Muhammed Hayr Ramazân Yûsuf, Mu’cemu’l-Müellifîn, 2.c., 829.s.. G.A.L. ve G. F. Haddad’da


kaydı yok.

٣ G.A.L.’daki kayıd yanlış olmalı: el-Vesâ’i’lu’l-Îmâniyye fi’l-Mubeşşirâti’l-Menâmiyye, Beyrut,


1329 (1911) (G.A.L., 2. zeyl cild, 765.s.). Hâtimesi M. ‘Abduh ve fırkasının dalâletine dâirmiş (Ebû
Bekr bin Ahmed, ed-Delîlu’l-Müşîr, 410.s.).

٤ el-Matba‘ati’l-Edebiyye, Beyrut, 1324 (1906) (Muhammed ‘Îsa Sâlihiyye, el-Mu’cemu’ş-Şâmil,


5.c., 220.s.). G.A.L. 1322’de (1904) Beyrut’da neşredildiğini kaydeder (G.A.L., 2. zeyl cild, 764.s.).
en-Nebhânî bu eserinin 11., 43., 60., 75. ve 77. maddelerdeki eserleriyle birlikde neşredildiğini
bildiriyor (Şevâhidu’l-Hakk, 7.s.).
٥ en-Nebhânî bunun 39. maddedeki eserinin bir devâmı addedilmesini ister (Mustafa Kara,
“Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, 7.c., T.D.V. nşr., İstanbul, 1414 [1993],
110.s.). Kitâbın hâmişi olan Afîfu’d-Dîn ‘Abdullah bin Es‘ad bin ‘Alî el-Yemânî el-Yâfi‘î’nin Neşru’l-
Mehâsini’l-Ğâliyye fî Fazli Meşâyihi’s-Sûfiyye’si 2.c., 2.s.den i’tibâren başlıyor. 31. maddede
zikredilen eser de bu eserin 2’nci cildinin ilâvesidir (331-389.s.). Câmi‘u Kerâmât, Abdülhalık
Duran tarafından Türkçe’ye terceme edilmişdir (24. hâşiyeye bkz.). Fakat tercemeye 31.
maddede zikredilen zeyl ile mezkûr hâmiş dâhil edilmemiş. Kezâ giriş kısmı eksik terceme
edilmişdir (bkz. Kitâbu Câmi‘u Kerâmâti’l-Evliyâ, 1.c., 4-5.s.). Mütercim bu kısmın tercemesinde
her ne kadar “Bu kitapların çoğunu kapsayan bir listeyi kitabımızın sonuna ekledim” gibi bir ifâde
kullanmışsa da (1.c., 19.s., ki Arabca metinde bu ifâde yok) eserin hiçbir yerinde böyle bir listeye
rastlayamadık. Câmi‘u Kerâmât için ayrıca bkz. Mustafa Kara, a.g.m.; müsteşrikce bir tahlîl için
Heidi A. Ford, “Constructing Sanctity: Miracles, Saints, and Gender in Yūsuf ibn Ismā‘īl al-
Nabhānī’s Jāmi‘ Karāmāt al-Awliyā’ ”, gayrı matbû Ph.D., Indiana University, 1421 (2000), vi+248
s.; şu makâle de Câmi‘u Kerâmât’a dâirmiş: Michel Chodkiewicz, “La ‘Somme des miracles de
saints’ de Yūsuf Nabhānī”, Miracle et Karāma: Hagiographies médiévales comparées, 2, haz.
Denise Aigle, Bibliothèque de l’École des Hautes Études sciences religieuses, 109.c., Turnhout,
BREPOLS, Belçika, 1420 (2000) (zikreden Christopher Melchert, Journal of the American Oriental
Society, 122/3, R.sânî-Receb 1423 [Temmuz-Eylül 2002], 635.s.).

٦ Esbâbu’t-Te’lîf’de: Câmi‘u’s-Salâvât ve Mecmu‘u’s-Sa‘âdât fi’s-Salâti ‘alâ Seyyidi’s-Sâdât S


(a.g.e., 383.s.; kezâ Ebû Bekr bin Ahmed, ed-Delîlu’l-Müşîr, 407.s.); Şevâhidu’l-Hakk’da ise:
Câm‘u’s-Salâvât ‘alâ Seyyidi’s-Sâdât  (a.g.e., 8.s.).

٧ Serkîs ve G.A.L.’da kaydı yok.

٨ en-Nebhânî iki cild olduğunu bildiriyor (Şevâhidu’l-Hakk, 7.s.). Valerie J. Hoffman bu eserin,
(Matba‘at) Mustafâ Bâbî el-Halebî tarafından yapılan neşrine atıfla (Kâhire, 1386 [1966]), ‘Abdu’l-
Kerîm el-Cili’nin Kâbu Kavseyn ve Multakâ’n-Nâmûseyn adlı eserini de ihtivâ etdiğini (4.c.’de)
kaydediyor (Valerie J. Hoffman, “Annihilation in the Messenger of God: The Development of a
Sufi Practice”, International Journal of Middle East Studies, 31/3, 1420 [Ağustos 1999], 366.s./16.
hâşiye).

٩ G.A.L., 2. zeyl cild, 764.s.. G. F. Haddad’da kaydı yok. 43. maddedeki eserin aynısı olabilir.

١٠ G.A.L.’da kaydı yok. en-Nebhânî 3. maddedeki eserle birarada tab’ edildiğini bildiriyor
(Şevâhidu’l-Hakk, 8.s.); Nitekim Emel (Amal) hanım 1374’de (1955) Matba‘at Mustafa Bâbi el-
Halebî tarafından Kâhire’de yapılmış böyle bir neşre atıfda bulunur: ed-Delâlâtu’l-Vâdihât:
Haşiyye Muhtasara ‘alâ Delâ’ilu’l-Hayrât ve yelihâ el-Mubeşşirât el-Menâmiyye Nebeviyye ve
ğayri Nebeviyye (Amal Nadim Ghazal, “Beyond Modernity: Islamic Conservatism in the Late
Ottoman Period”, gayr-ı matbû’ M.A., University of Alberta, Edmonton, Alberta, 1420 [1999],
122.s.; kezâ Muhammed ‘Îsa Sâlihiyye, el-Mu’cemu’ş-Şâmil, 5.c., 221.s.).

[28] Kâhire, ed-Dâru’l-Ğannâ’, 1421 (2001).

[29] Sehl İbn Sa‘d es-Sâ‘idî D’den nakleden Buhârî, Müslim, Mâlik, Ebû Dâvûd, en-Nesâ’î ve
Ahmed.
[30] İbn Mes‘ûd D’den nakleden İbn Mâce, Ebû Ya‘lâ (9:175 #5267); et-Taberânî, el-Kebîr (9:115
#8594); Ebû Nu‘aym, Hilye (1405 [1985], 4:271) ve el-Beyhakî, Şu‘ab (2:208 #1550); hepsi zayıf
olan ‘Abdu’r-Rahmân bin ‘Abdullah bin ‘Utbe el-Mes‘ûdî D yoluyla naklederler. Fakat el-Münzirî
senedin hasen olduğunu söyler (et-Terğîb, 1417 [1997], 2:329 #2588; krş. Feth, 11:158). Ayrıca
el-Bûsîrî bu rivâyetin Ahmed İbn Manî‘in Müsned’inde İbn Ömer D’den nakletdiği benzer bir
rivâyetle takviye edildiğini söyler (Misbâhu’z-Zücâce, 1:111). Ebû Seleme el-Muğîre bin en-
Nu‘mân da el-Mes‘ûdî D’i takviye ediyor (‘Abdu’r-Rezzâk, 2:213-214 #3109-3112); kezâ ed-
Dârekutnî de İbn Mes‘ûd D’a uzanan iki ayrı sened daha zikrediyor ki, bunlar mezkûr rivâyeti en
azından hasen veyâ daha doğrusu sahîh mertebesine çıkarıyor inşâ’allâh (‘İlel’, 5:15 #682).

[31] Ebû Hureyre D’den nakleden Buhârî, Muslim, Tirmizî (hasen sahîh), Ebû Dâvûd, Ahmed,
Nesâ’î es-Sunen el-Kübrâ’da (6:378), İbn Ebî Şeybe (6:307, 6:317, 7:257), İbn Sa‘d (1:20), İbn
Hibbân (14:381), es-Sunen el-Kübrâ’da Beyhakî (9:4); Huzeyfe D’den Hâkim (4:617) ve el-Evsat’da
Taberânî krş. Heytemî (10:377) ve diğerleri; Ebû Sa‘îd el-Hudrî D’den Tirmizî (hasen sahîh), İbn
Mâce, Ahmed ve Dârimî; İbn ‘Abbâs D’den Ahmed; ‘Ubâde bin Sâmit D’den Hâkim (1410 [1990]
tab’ı, 1:83, sahîh); İbn Mes‘ûd D’den İbn Hibbân (14:398); ‘Abdullah bin Selâm D’den Taberânî ve
Ebû Ya‘lâ krş. Heytemî (8:253) ve Makdisî (el-Ehâdîsu’l-Muhtâra, 9:455); ve Câbir bin ‘Abdullah
D’den Hâkim (1410 [1990] tab’ı, 2:660, sahîhu’l-isnâd) ve el-Evsat’da Taberânî krş. Heytemî
(10:376) ilh...

[32] Ebû Bekir D’den nakleden eden Buhârî, Tirmizî, Nesâ’î, Ebû Dâvûd ve Ahmed.

[33] Ebû Sa‘îd el-Hudrî D’den nakleden Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâ’î ve Ahmed.

[34] Krş. Tahâvî, Müşkilu’l-Âsâr (2:38); İbn Kesîr, Bidâye (4:122) ve Zebîdî, İthâfu’s-Sâdati’l-
Muttekîn (7:142).

[35] ‘Â’işe C’dan nakleden Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesâ’î, Hâkim (“Buhârî ve Müslim’in bütün
kıstaslarına göre sahîh”), Zeyla‘î ise “Tirmizî hasen hadîsdir der, ba’zı yazmalara göreyse hasen
sahîh.” demişdir (Nasbu’r-Râye, 4:258), krş. İbn el-Mukri’, er-Ruhsatü bi’l-Kiyâm, s.91 #26.

[36] Sehl bin Huneyf D’den nakleden Ebû Dâvûd, Ahmed, Nesâ’î (el-Kübrâ, 6:72 #10086, 6:256
#10873 ve ‘Amalu’l-Yevmi ve’l-Leyleti, 252.s. #257, 564.s. #1034), Tahâvî (Şerhu’l-Ma‘âni’l-Âsâr,
4:329), Taberânî (el-Kebîr, 6:93 #5615), Hâkim (1410 [1990] tab’ı, 4:458, isnâd sahîh).

[37] İktibâs eden İbn Receb, Câmi‘u’l-‘Ulûm ve’l-Hikem, Dâru’l-Ma‘rife, 107.s..

١١ Serkîs ve G.A.L.’de kaydı yok. 2 tab’ı Beyrut’da, Dâru İbni Hazm tarafından yapılmış
(1424/2004), (Muhammed Hayr Ramazân Yûsuf, Mu’cemu’l-Müellifîn, 2.c., 828.s.). Ayrıca ٤.
hâşiyeye bkz.

١٢ Beyrut, Dâru’l-Beşâ’ir, 1404 (1984) (Muhammed ‘Îsa Sâlihiyye, el-Mu’cemu’ş-Şâmilu, 5.c.,


219.s.); G.A.L.’de kaydı yok.

١٣ 40. maddedeki eserle birarada. Türkçe’ye terceme edilmişdir, bkz. Yusuf b. İsmail en-Nebhânî,
el-Ehâdîsu’l-Erba‘în fî Vucûbi Tâ‘ati Emîri’l-Mu’minîn, Beyrût, el-Matba‘atu’l-Edebiyye, 1312
(1894), trc. ve tahrîc: Mehmet Özşenel, İslâm Siyasî Düşüncesinde Değişme ve Süreklilik: Hilafet
Risâleleri 1. Cilt: II. Abdülhamit Devri, haz. İsmail Kara, Klasik nşr., İstanbul, 1423 (2002), 323-
341.s.. İsmâil Bey bu “eserin ‘gerek Beyrut’ta gerek memâlik-i şahanenin cihât-ı sâiresinde
münteşir nüshalarının kâmilen’ toplatılması için 24 Safer 1313 tarihli yani kitabının baskısının
üzerinden henüz az bir zaman geçmişken padişahın iradesi çıktığına dair” Başbakanlık Osmanlı
Arşivleri’nden bir vesîka zikrediyor (bkz. İsmail Kara, “Risâleler ve Müellifleri Hakkında Bazı
Bilgiler”, a.g.e., 29.s.). İsmâil Beyin tahmînlerine göre “toplatma sebeplerinden biri, aynı
zamanda hadisçi olan Nebhanî’nin seçtiği hadisler ve bunları sıralamasıyla alakalı olabilir. Çünkü
müellif, İstanbul’un bu dönemde sürekli öne çıkararak vurguladığı halife-sultanın ‘zıllullah,
zıllu[l]lâhi fi’l-arz’ olduğunu beyan eden hadisleri/haberleri hem az almış hem de bu tür metinlere
eserinin son kısımlarında yer vermiştir. Ayrıca padişaha muhalefet eden çevrelerin sıkça
kullandığı zalim, ehliyetsiz emirleri kınayan hadislere d[e] hayli yer ayırmıştır (bk. 35-38. hadisler).
Seçtiği hadislerin ‘çoğunluğunun sahih ve hasen’ olduğunu belirtmesi de hilafet-saltanat
konusunda ortalıkta dolaşan hadislerin sıhhati konusunda şüpheler doğurucak bir beyandır. İkinci
risâlede [40. maddeye bkz. Y.H.] yer alan, ‘onun [Abdülhamid’in] hacılara yaptığı ardı arkası
kesilmeyen yardımlarının haddi hesabı yoktur. Lâkin Medine-i Munevvere’ye hizmette merhum
babası Sultan Gazi Abdülmecid’in derecesine ulaşamamıştır. Çünkü o Mescid-i Nebevî’yi daha
önceki hiçbir hükümdarın yapmadığı kadar güzel ve sağlam biçimde imar etmiştir’ (s.20) ifadeleri
de toplatmanın sebebi olabilir diye düşünüyoruz.” (a.y.). Vallâhu‘alem!

١٤ G.A.L.’da: el-Ehâdisu’l-Erba‘în fî Emsâli Efsahi’l-Emîn (G.A.L., 2. zeyl cild, 764.s.); en-Nebhânî


ise el-Ehâdisu’l-Erba‘în min Emsâli Efsahi’l-‘Âlemîn S şeklinde zikrediyor (en-Nebhânî, Esbâbu’t-
Te’lîf, 383.s.; kezâ Ebû Bekr bin Ahmed, ed-Delîlu’l-Müşîru, 407.s.). Beyrut’da tab’ edilmiş (Serkîs,
Mu’cem, 2.c., 1838.s.). Muhammed Hayr Ramazân Yûsuf da aynı şekilde kaydediyor, bkz.
Mu’cemu’l-Müellifîn, 2.c., 829.s.; tahkîkli neşri 1408’de (1988) Kuveyt’de (Mektebeti
Dâru’l-‘Urûbe) yapılmış (a.y.). Serlevhâlardaki farklılık nüsha farklılığından kaynaklanıyor olmalı.

١٥ Bu kitâb, ez-Zerkânî’nin el-Mevâhibi’l-Ledünniyye’ye yazdığı şerhle birlikde (Şerh ‘Allâme ez-


Zerkânî ‘alâ el-Mevâhibi’l-Ledünniyye li’l-Kastallânî) Türkiye’de de neşredilmişdir (İhlâs Vakfı,
İstanbul, 1408/1988).

١٦ Serkîs’in kaydına göre Beyrut’da 1329’da (1911) tab’ edilmiş (Serkîs, Mu’cem, 2.c., 1838.s.).
G.A.L.’da: el-Erba‘în min Hadîsi Seyyidi’l-Mürselîn (G.A.L., 2. zeyl cild, 764.s.), yanlış okunmuş olsa
gerek.

١٧ Muhammed Hayr Ramazân Yûsuf, Mu’cemu’l-Müellifîn, 2.c., 830.s.. Serkîs, G.A.L. ve G. F.


Haddad’da kaydı yok.

١٨ Serkîs ve G.A.L.’da kaydı yok.

١٩ Serkîs ve G.A.L.’da kaydı yok.

٢٠ Serkîs ve G.A.L.’da kaydı yok.

٢١ Serkîs ve G.A.L.’da kaydı yok.

٢٢ Serkîs ve G.A.L.’da kaydı yok.


٢٣ Serkîs ve G.A.L.’da kaydı yok.

٢٤ Serkîs ve G.A.L.’da kaydı yok.

٢٥ Serkîs ve G.A.L.’da kaydı yok.

٢٦ Serkîs ve G.A.L.’da kaydı yok.

٢٧ Muhammed Hayr Ramazân Yûsuf, Mu’cemu’l-Müellifîn, 2.c., 830.c.. G.A.L. ve G. F. Haddad’da


kaydı yok.

٢٨ Şevâhidu’l-Hakk’ın (74. maddeye bkz.) hâmişidir (Şevâhidu’l-Hakk, 345-428.s.; maalesef


Türkçe tercemesine [٧٢. hâşiyeye bkz.] alınmamış); kezâ Esbâbu’t-Te’lîf, 384.s.; G.A.L., 2. zeyl
cild, 764.s.. 1351’de (1933) Muhammed Habîbullâh eş-Şenkîtî’nin tashîhiyle Kâhire’de, Şirketi
Mektebeti ve Matba‘ati Mustafâ el-Bâbî el-Halebî ve Evlâduhu tarafından da tab’ edilmiş
(Muhammed ‘Îsa Sâlihiyye, el-Mu’cemu’ş-Şâmilu, 5.c., 220.s.).

٢٩ 5. maddeye bkz. Ayrıca Muhammed ‘Îsa Sâlihiyye, el-Mu’cemu’ş-Şâmilu, 5.c., 220.s..

٣٠ ed-Delîlu’l-Müşîr’de: el-Esmâ’i fîmâ li-Seyyidinâ Muhammed mine’l-Esmâ’ (Ebû Bekr bin


Ahmed, ed-Delîlu’l-Müşîru, 410.s.; kezâ G.A.L., 2. zeyl cild, 764.s.). G.A.L.’daki kayda göre 1320’de
(1902) Kâhire’de; ayrıca 1323’de (1905) Beyrut’da, 1. maddedeki eserle birlikde neşredilmiş
(a.y.). en-Nebhânî de kitâbın ed-Delîlu’l-Müşîr’deki başlıkla neşredildiğini te’yîd ediyor (١.
hâşiyeye bkz.). Serlevhâlardaki farklılık nüsha farklılığından kaynaklanıyor olmalı.

٣١ Matba‘ati’l-Meymeniyye tarafından harekeli olarak Mısır’da tab’ edilmiş (Esbâbu’t-Te’lîf,


384.s.); en-Nebhânî bir başka eserinde mezkûr kitâbın “üç cild hâlinde tab’ edildi”ğini bildiriyor
(Şevâhidu’l-Hakk, 6.s.; kezâ Muhammed ‘Îsa Sâlihiyye, el-Mu’cemu’ş-Şâmilu, 5.c., 222.s.). Serkîs
ve G.A.L.’da kaydı yok. Dâru’l-Erkam tarafından Beyrut’da 2 cilt hâlinde neşredilmiş (Muhammed
Hayr Ramazân Yûsuf, Mu’cemu’l-Müellifîn, 2.c., 829.s.).

٣٢ G.A.L.’da: el-Fezâilu’l-Muhammediyye elletî Feddalehu’llâhu bihâ ‘alâ Cemî’i’l-Beriyye, Beyrut,


1318 (1900) (G.A.L., 2. zeyl cild, 763-764.s.). Bu güzel kitâb (maalesef müterciminin en-Nebhânî
hazretlerini şatahât ile ittihâm etdiği ma‘nâsız notlarıyla birlikde) Türkçe’ye terceme edildi:
Allame Yusuf b. İsmail en-Nebhânî, Hz. Muhammed’in Faziletleri: Fezâil-i Muhammediy-ye, 2.
tab’, tahkîk ve tertib: Mahmud Fahûrî, trc. Fethi Güngör, İnsan nşr., İstanbul, 1423 (2003), 192.s..

٣٣ Kullandığımız kaynaklarda zikredilmiyor.

٣٤ Serkîs’in kaydında sehiv var: Hâdî’l-Mürîd ilâ Tarîki’l-Esânîd (Serkîs, Mu’cem, 2.c., 1842.s.; kezâ
G.A.L., 2. zeyl cild, 764.s.). G.A.L.’da 48. maddedeki eserle birlikde neşredildiği zikrediliyor;
oradaki sıralamaya göre 43. esere tekâbül eden Salavâtu’s-Senâ’ yerine –anlaşılan sehven–
“zusammen mit 44” (bizdeki sıralamaya göre 48) denmiş (G.A.L., 2. zeyl cild, 764.s.).

٣٥ 67. maddeye bkz.

٣٦ en-Nebhânî, Şevâhidu’l-Hakk, 6.s.; Serkîs ve G.A.L.’da farklı eserlermiş gibi hem Hemziyye
Elfiyye (Beyrut, 1314 [1896]) hem de Tayyibetü’l-Ğarrâ’ fî Medhi’l-Enbiyâ’ (Beyrut 1314 [1896])
ayrı ayrı zikredilmiş (Serkîs, Mu’cem, 2.c., 1841, 1842.s.; G.A.L., 2. zeyl cild, 763, 764.s.). G. F.
Haddad’ın kaydı Tayyibetü’l-Ğarrâ’ fî Medhi Seyyidi’l-Enbiyâ’ S şeklinde (“The Righteous Life”,
11.s.). Brockelmann’ın bildirdiğine göre en-Nebhânî gençliğinde Ebu’l-Hudâ es-Sayyâdî’nin
dîvânını toplamış ve onunla aynı ruhda olan bu Hemziyye’sini nazmetmiş; Onu meşhûr eden eseri
de buymuş (G.A.L., 2. zeyl cild, 763.s.. en-Nebhânî’nin Ebu’l-Hudâ ile olan münâsebeti için bkz.
Amal Nadim Ghazal, “Beyond Modernity”, 35-39.s.; Amal Ghazal, “Sufism, Ijtihād and Modernity:
Yūsuf al-Nabhānī in the Age of ‘Abd al-Hamīd II”, Archivum Ottomanicum, 19.c., 1421-1422
[2001] [“Beyond Modernity”nin muhtasarı], 243-244.s.; kezâ B[utrus]. Abu-Manneh, “Sultan
Abdulhamid II and Shaikh Abulhuda Al-Sayyadi”, Middle Eastern Studies, 15/2, 1399 [Mayıs
1979], 147.s., tercemesi: “Sultan Abdülhamîd II ve Şeyh Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî”, trc. İrfan
Gündüz, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, ‘aded 7-8-9-10, 1409-1413 [1989-1992],
403.s., bu tercemenin tekrar gözden geçirilmesi gerekir. Mezkûr sâhifede ve diğer ba’zı yerlerde,
terceme hatâları var; üstelik hâşiyeler de karıştırılmış). Emir Şekib Arslan, gençliğinde okuyup
beğendiği en-Nebhânî’nin Ebu’l-Hudâ’ya ithâfen yazılmış bir şi’rini iktibâs ediyor ve onu asrının
en iyi şâirlerinden sayıyor. Matbû‘atda da intişâr eden bu şi’r, Ebu’l-Hudâ’nın evinde çerçeveli
olarak asılıymış (Şekib Arslan’ın Muhammed Ahmed el-Ğamrâvî’nin en-Nakdu’t-Tahlîlî li’l-Kitâbi
fi’l-Edebi’l-Câhilî’sine [Kâhire, 1347/1929] yazdığı mukaddimeden nakleden G. Widmer,
“Übertragungen aus der neuarabischen Literatur III: Emīr Shakīb Arslān”, Die Welt des Islams, 19,
1356 [1937], 32.s.; şi‘rin diğer bir Almanca tercemesi şurada: Stefan Wild, “Judentum,
Christentum und Islam in der palästinensischen Poesie”, Die Welt des Islams, new ser., 23/1,
1404 [1984], 263.s.). Şekib Arslan en-Nebhânî’nin şâirliği ve şi‘rleri için şunu söylüyor: “Devrinde
ediplerin başı, büyük şairlerdendi. Yazdığı mutantan kasideler binlerce insan tarafından
ezberlenirdi.” (Emir Şekib Arslan, es-Seyyid Reşîd Rızâ ev İhâ Erbeî’ne Sene, 75.s.’den nakleden
Hasib es-Samarrai, Dinî Modernizm’in Üç Şövalyesi..., 157.s.).

٣٧ Nitekim Serkîs bu şekilde zikrediyor (Serkîs, Mu’cem, 2.c., 1839.s.). Bkz. en-Nebhânî, Esbâbu’t-
Te’lîf, 384.s.; ayrıca hâşiye  ١.

٣٨ Cibrîl Bey mezkûr makâlesinde bir vesileyle bahsetmesine rağmen (4.s.) listesine dâhil etmeyi
unutmuş. Serkîs’deki kayda göre 1316’da [1898] Beyrut’da tab’ edilmiş (Serkîs, Mu’cem, 2.c.,
1839.s.). 1394’de de (1974, Beyrut) neşredilmiş (Muhammed ‘Îsa Sâlihiyye, el-Mu’cemu’ş-Şâmilu,
5.c., 220.s.). Bu kitâbdan sâdece 2-4, 374-422 ve 769-876.s., İmâm Rabbânî hazretlerinin
Mektûbât’ından ba’zı mektublar, Muhammed Zâhid el-Kevserî rahmetullâhi‘aleyhin Mahku’t-
Takavvul fî Mesâili’t-Tevessül’ü ve Zâhir Şâh Miyân Kâdirî Mahmûdî’nin es-Sivâku’r-Rabbâniyye fî
er-Redd ‘ale’l-Vehhâbiyye’si ile birlikde tek kitâb hâlinde Hakîkat Kitabevi tarafından neşredildi
(İstanbul, 1426/2005).

٣٩ Herhalde 15. maddedeki eserin devâmında yeralıyor olması sebebiyle Serkîs, G.A.L. ve G. F.
Haddad’da ayrıca zikredilmemiş. Bu risâle Mehmet Özşenel tarafından tahriç ve Türkçe’ye
terceme edilmişdir: Hilafet Risâleleri 1. Cilt, 343-352.s.; ١٣. hâşiyeye bkz.

٤٠ G.A.L.’daki kayda göre “Kâhire, 1317 [1899]” (G.A.L., 2. zeyl cild, 765.s.). Cibrîl Bey ve Serkîs
sâdece Tercîhu Dîni’l-İslâm diye zikrediyorlar (“The Righteous Life”, 11.s.; Serkîs, Mu’cem, 2.c.,
1839.s.).
٤١ Serkîs ve G.A.L.’da kaydı yok. en-Nebhânî bu risâlesinin 47. maddedeki eseriyle birarada
olduğunu ifâde ediyor (Esbâbu’t-Te’lîf, 383.s.).

٤٢ Esbâbu’t-Te’lîf’de: eş-Şir‘atü fî Meşrû’iyyeti Salâte’z-Zuhr izâ Te‘addedeti’l-Cumu‘a (Esbâbu’t-


Te’lîf, 384.s.); Şevâhidu’l-Hakk’da: Husnu’ş-Şir‘ati fî Meşrû’iyyeti Salâte’z-Zuhr ba’de’l-Cumu‘a
(Şevâhidu’l-Hakk, 7.s.). G.A.L.’da: Husnu’ş-Şir‘a fî Meşrû’iyyeti Salâte’z-Zuhr izâ Te‘addedet
(G.A.L., 2. zeyl cild, 764.s.). Serkîs ise Husnu’ş-Şir‘ati fî Meşrû’iyyeti Salâte’z-Zuhr izâ Te‘adde-
deti’l-Cumu‘a – (‘Ale’l-Mezâhibi’l-Erba‘a) şeklinde kaydediyor (Serkîs, Mu’cem, 2.c., 1840.s.).
Ayrıca ٤. hâşiyeye bkz. Emel (Amal) hanım mezkûr tezinin (١٠. hâşiyeye bkz.) kitâbiyâtında, en-
Nebhânî’ye âit Husnu’ş-Şûra diye bir eser zikrediyor ki bu, Husnu’ş-Şir‘ati olmalı (bkz. Amal
Nadim Ghazal, “Beyond Modernity”, 122.s.).

٤٣ en-Nebhânî bu eserinin Mısır ve Beyrut’da tab’ edildiğini söylüyor (Esbâbu’t-Te’lîf, 384.s.);


diğer kaynaklar el-Matba‘atü’l-Hamîdiyye, Kâhire, 1322 [1904] diyor (Serkîs, Mu’cem, 2.c.,
1838.s.; Muhammed ‘Îsa Sâlihiyye, el-Mu’cemu’ş-Şâmilu, 5.c., 220.s.; G.A.L., 2. zeyl cild, 764.s.).
Risâlenin Müslümanlar üzerindeki te’sîri muazzam olmuş. Neşrinden hemen sonra “her yerde
Müslüman mektebleri açıl”mış (Frances E. Scott, Dare and Preserve: The Story of One Hundred
Years of Evangelism in Syria and Lebanon, From 1860 to 1960, Lebanon Evangelical Mission,
London, 1379 [1960], 41.s.’den nakleden Norbert J. Scholz, “Foreign Education and Indigenous
Reaction in Late Ottoman Lebanon: Students and Teachers at the Syrian Protestant College in
Beirut”, gayr-i matbû’ Ph.D., Georgetown Uni., Washington, 1418 [1997], 84.s.). Misyonerlerin
aksu’l-‘ameli için bkz. Norbert J. Scholz, a.g.e., 120-121.s.. Bu risâleye dâir kayd-ı ihtirâzî ile
okunması gereken bir tahlîl için bkz. Amal Ghazal, “Sufism, Ijtihād and Modernity”, 247-253.s.;
Amal Nadim Ghazal, “Beyond Modernity”, 49-66.s.; kezâ Samir Seikaly, “Shaykh Yūsuf al-Nabhānī
and the West”, Les Européens vus par les Libanais à l’époque ottomane, haz. B. Heyberger ve C-
M. Walbiner, Orient-Institut der Deutschen Morgenländischen Gesellschaft (Beyrut), Ergon,
Würzburg, 1423 (2002), 178-180.s., Amal Ghazal ve Samir Seikaly ile ilgili tafsilâtlı tenkîdimiz
inşâallah neşredilecekdir.

٤٤ Serkîs’e göre Mısır ve Beyrut’da neşredilmiş (Serkîs, Mu’cem, 2.c., 1840.s.); G.A.L.’da neşir
târihi olarak 1319 (1901) zikrediliyor (G.A.L., 2. zeyl cild, 764.s.).

٤٥ en-Nebhânî Mısır’da tab’ edildiğini belirtiyor (Esbâbu’t-Te’lîf, 384.s.); G.A.L.’da: İthâfu’l-


Müslim bi İthâf et-Terğîb ve’t-Terhîb mine’l-Buhârî ve Müslim, Kâhire 1339 [1921] (G.A.L., 2. zeyl
cild, 764.s.). Serîks’de: İthâfu’l-Müslim bi İthâf et-Terhîb ve’t-Terğîb mine’l-Buhârî ve Müslim,
1329 [1911], (Serkîs, Mu’cem, 2.c., 1838.s.). Merkezi Cem‘ati’l-Mâcid li’s-Sekâfeti ve’t-Turâs
tarafından 1411’de (1991) yapılan neşrin serlevhâsı ise şöyle: İthâfu’l-Müslim bimâ fî et-Terğîb
ve’t-Terhîb min Ehâdîs el-Buhârî ve Müslim li’l-Münzirî (Muhammed Hayr Ramazân Yûsuf,
Mu’cemu’l-Müellifîn, 2.c., 829.s.).

٤٦ Şevâhidu’l-Hakk’daki adı şu şekilde: el-Mecmû‘ati’n-Nebhâniyye fi’l-Medâihi’n-Nebeviyye ve


Esmâi Ricâluhâ (en-Nebhânî, Şevâhidu’l-Hakk, 7.s.; kezâ Serkîs, Mu’cem, 2.c., 1841.s.); ayrıca 42.
maddedeki esere bkz.
٤٧ Serkîs Misâl Na‘li’n-Nebî  (Mısır) şeklinde zikreder (Serkîs, Mu’cem, 2.c., 1841.s.; kezâ G.A.L.,
2. zeyl cild, 764.s.).

١ ٤٨. hâşiyeye bkz.

٤٩ 56. ve 69. maddelerdeki eserlerle birarada Beyrut’da neşredilmiş (en-Nebhânî, Esbâbu’t-Te’lîf,


384.s.; en-Nebhânî, Şevâhidu’l-Hakk, 7.s.). İkinci tab’ı 1351’de (1922) Halep’de şu serlevhâyla
çıkmış: Tahzîru’l-Müslimîn min Medârisi’l-Mübâşirîn (Samir Seikaly, “Shaykh Yūsuf al-Nabhānī
and the West”, 179.s./7. hâşiye).

٥٠ G.A.L.’da: Muntehab es-Sahîheyn min Kelâm Seyyidi’l-Kevneyn, Kâhire, 1329 [1911] (G.A.L., 2.
zeyl cild, 764.s.). Muhammed Hayr da bu kitâbın Cidde’de aynı başlıkla, İmâm Suyûtî’nin Câmi‘u’l-
Kebîr ve Câmi‘u’s-Sağîr’i ile birlikde Dâru’l-Kıbleti li’s-Sekâfeti’l-İslâmiyye tarafından neşredildiğini
(1400/1980) zikrediyor (Muhammed Hayr Ramazân Yûsuf, Mu’cemu’l-Müellifîn, 2.c., 829.s.).

٥١ Serkîs ve G.A.L.’da kaydı yok.

٥٢ Sâdece ed-Delîlu’l-Müşîr’de zikrediliyor. 3. maddedeki eserin başında ve başka birtakım


eserleriyle birarada neşredilmiş (Ebû Bekr bin Ahmed, ed-Delîlu’l-Müşîru, 410.s.).

٥٣ Şevâhidu’l-Hakk’da: Nücûmu’l-Muhtedîn fî Mu’cizâtihi S ve’r-Redd ‘alâ A‘dâihi İhvâni’ş-Şeyâtîn


(a.g.e., 7.s.); Serkîs Nücûmu’l-Muhtedîn ve Rücûmu’l-Mu’tedîn fî Delâ’ili Nübüvveti Seyyidi’l-
Mürselîn (Mısır) şeklinde zikrediyor (Serkîs, Mu’cem, 2.c., 1841-42.s.). G.A.L.’da tab’ târihi 1322
[1904] (G.A.L., 2. zeyl cild, 764.s.).

٥٤ Esbâbu’t-Te’lîf’de: el-Kasîdetu’r-Râ‘iyyetü’l-Kubrâ fî Vasfi’l-Milleti’l-İslâmiyyeti ve’l-Milel el-


Uhrâ, Mısır’da tab’ edilmiş (Esbâbu’t-Te’lîf, 384.s.; kezâ Serkîs, Mu’cem, 2.c., 1841.s.); ٤٩’uncu
hâşiyeye bkz.

٥٥ Şevâhidu’l-Hakk’da: er-Râ‘iyyetu’s-Suğrâ fî Zemmi’l-Bid‘ati ve Medhi’s-Sünneti’l-Ğarrâ


(Şevâhidu’l-Hakk, 7.s.); Serkîs, el-Kasîdetu’r-Râ‘iyyeti’s-Suğrâ fî Zemmi’l-Bid‘ati (el-Vehhâbiyye) ve
Medhi’s-Sünneti’l-Ğarrâ (Mısır) şeklinde zikrediyor (Serkîs, Mu’cem, 2.c., 1841.s.; kezâ G.A.L., 2.
zeyl cild, 764.s.). en-Nebhânî Tûnus’da tab’ edildiğini ifâde ediyor (Esbâbu’t-Te’lîf, 384.s.).
Tercemede kullandığımız nüshanın serlevhâsı da Şevâhidu’l-Hakk’da geçtiği şekliyledir; tab’ târihi
ise 10 Rebî’u’s-Sânî 1329 (10 Nisan 1911). Kasîdenin sonunda Ahmed Cemâleddîn’in (nâşir olsa
gerek) son söz kabîlinden bir yazısı var (26-29.s.). el-‘Alâm’da kaydedildiğine göre Mahmûd Şükrî
el-Âlûsî bu kasîdeye cevâben el-Âyâtu’l-Kübrâ’yı yazmış (Hayreddîn ez-Ziriklî, el-‘Alâm, 8.c.,
218.s.). Emel (Amal) hanım bu kasîdeden hareketle ba’zı kıymetlendirmelerde bulunuyor (bkz.
Amal Nadim Ghazal, “Beyond Modernity”, 90-109.s.; Amal Ghazal, “Sufism, Ijtihād and
Modernity”, 262-271.s.). Müellifin, umûmiyetle tasvîri kalmaya gayret etmişse de, yer yer yaptığı
yorumlarla maalesef müsteşriklerden pek de farklı bir zihniyete sâhib olmadığı görülüyor. Bunda,
tahsîlini ve tezini garbda, müsteşriklerin nezâretinde ikmâl etmiş olmasının ciddî bir te’sîri olsa
gerek (en-Nebhânî’nin İrşâdu’l-Hayârâ’sı hatırlansın! 44. maddeye bkz.). Emel Gazel’i (Amal
Ghazal) okurken kimi iktibaslarında/tercemelerinde i’tinâlı davranmadığını ve yanlış ma’nâlar
verdiğini gördük. Mufassal tenkîdimiz bilâhere neşredilecekdir inşâallah. Alman müsteşrik Stefan
Wild, Ya‘kûb el-‘Avde’den naklen Hidiv II. ‘Abbâs’ın bu kasîdesi sebebiyle en-Nebhânî’ye aylık
bağladığını zikrediyor (Ya‘kûb el-‘Avde, Min A‘lâmi’l-Fikr ve’l-Edeb fî Filistîn, Amman, 1396
[1976], 620.s.’den nakleden Stefan Wild, “Judentum, Christentum und Islam in der
palästinensischen Poesien”, 263.s./8. hâşiye). Bilindiği gibi Abduh’u Mısır başmüftüsü olarak
tâyin eden Hidiv’dir (1317/1899). Kendi ifâdesine göre onu sıkıca bağlı olduğu İngilizlerden
koparmak ve “gönlünü alıp millî da’vâya kazandırmak için” bu makâma getirmiş (The Last
Khedive of Egypt: Memoirs of Abbas Hilmi II, trc. ve haz. Amira Sonbol, Lübnan, Ithaca nşr., 1418
[1998], 91.s.). Fakat Hidiv, Abduh’un İngiliz yandaşlığından ve başına-buyruk hareketlerinden
vazgeçmediğini görünce onunla yolunu ayırır; onu azletmek ister, ama Abduh’un en sâdık
destekçisi İngiliz müstemleke vâlisi Lord Cromer “Mısır’da olduğu müddetçe Abduh’un istifâsını
kabûl etmeyeceğini” söylerek buna karşı çıkar (Indira Falk Gesink, “Beyond Modernism:
Opposition and Negotiation in the Azhar Reform Debate in Egypt, 1870-1911”, 423.s. v.d.,
husûsiyle 450-451.s.). Dolayısıyla Hidiv’in bu kasîdesi sebebiyle en-Nebhânî’ye maaş bağladığı
rivâyeti ma‘kûl görünüyor. en-Nebhânî, 78. maddedeki eserini de Hidiv’e ithâf etmiş (٧٧’nci
hâşiyeye bkz.). Bildiğimiz kadarıyla Türkçe neşriyyât içinde Yûsuf en-Nebhânî’nin Efgânî-Abduh-
R.Rızâ üçlüsüyle olan mücâdelesinden ve bu miyânda er-Râ‘iyyetu’s-Suğrâ’sından bahseden
yegâne eser Muhammed Muhammed Hüseyin’in kitâbıdır (bkz. 13. hâşiye ve metni).

٥٦ Serkîs el-Kavlu’l-Hâkk fî Medâ’ihi Hayri’l-[H]alk (Mısır) şeklinde kaydeder (Serkîs, Mu’cem, 2.c.,
1841.s.; kezâ C G.A.L., 2. zeyl cild, 764.s.).

٥٧ Şevâhidu’l-Hakk’da: Tefsîru Kurreti’l-‘Ayn mine’l-Beydâvî ve’l-Celâleyn (Şevâhidu’l-Hakk, 8.s.);


Serkîs ve G.A.L.’da kaydı yok.

٤ ٥٨. hâşiyeye bkz..  1412’de (1991) Beyrut’da, er-Rahmetu’l-Muhdât fî Fazli’s-Salât (ve ‘Ukûbeti


Târikihâ) serlevhâsıyla Dâru İbn Hazm tarafından da neşredilmiş (Muhammed Hayr Ramazân
Yûsuf, Mu’cemu’l-Müellifîn, 2.c., 829.s.).

٥٩ Serkîs ve G.A.L.’da kaydı yok. Bu risâle bizdeki Şevâhidu’l-Hakk nüshasının (١. hâşiyeye bkz.)
156.s.ndan i’tibâren başlıyor.

٦٠ 45. maddeye bkz. 1410’da (1990) Beyrut’da, Dâru’l-Fikri’l-‘Arabî de neşretmiş (Muhammed


Hayr Ramazân Yûsuf, a.g.e., 2.c., 829.s.).

٦١ Serkîs’in beyânına göre 68. maddedeki eser ve Fezâzî el-Endülisî’nin Dîvânu’l-Vesâili’l-


Mütekabille’si ile birarada neşredilmiş (Serkîs, Mu’cem, 2.c., 1840.s.); Muhammed ‘Îsa Sâlihiyye
nâşir, neşir yeri ve târihi olarak “el-Matba‘ati’l-Meymeniyye, Kâhire 1322” (1904) demiş
(Muhammed ‘Îsa Sâlihiyye, el-Mu’cemu’ş-Şâmilu, 5.c., 221.s.; kezâ G.A.L., 2. zeyl cild, 764.s.).

٦٢ G.A.L.’da: Salavâtu’l-Ahyâr ‘ale’l-Mustafe’l-Muhtâr, Beyrut, 1321 [1903] (G.A.L., 2. zeyl cild,


765.s.). Serkîs’de kaydı yok.

٦٣ Serkîs’e göre Mısır’da, 80. maddedeki eserle birarada neşredilmiş (Serkîs, Mu’cem, 2.c.,
1842.s.); G.A.L.’da ayrıca el-Mecmû‘atu’n-Nebhâniyye’ye de dâhil olduğu kaydediliyor (G.A.L., 2.
zeyl cild, 765.s.).
٦٤ en-Nebhânî gayr-i matbû’ olduğunu ifâde ediyor (Esbâbu’t-Te’lîf, 384.s.); Serkîs ve G.A.L.’da
kaydı yok.

٦٥ 1412’de (1991) Halep’de Dâru’l-Kalemi’l-‘Arabî tarafından yeniden neşredilmiş (Muhammed


Hayr Ramazân Yûsuf, Mu’cemu’l-Müellifîn, 2.c., 829.s.).

٦٦ Serkîs’e göre 62. maddedeki eserle birarada, Beyrut, 1316/17 (1898/99) (Serkîs, Mu’cem, 2.c.,
1840.s.).

٦٧ Serkîs Se‘âdeti’l-Enâm fî İttibâ’i Dînu’l-İslâm şeklinde kaydediyor (Serkîs, Mu’cem, 2.c.,


1840.s.); Muhammed ‘Îsa Sâlihiyye ise Se‘âdeti’l-Enâm fî İttibâ’i Dînu’l-İslâm, ve Tavzîhi’l-Fark
Beynehû ve Beyne Dîni’n-Nasâra fi’l-‘Akâid ve’l-Ahkâm (Kâhire, Matba‘ati Dâru’l-
Kütübi’l-‘Arabiyyeti’l-Kübrâ, 1326 [1908]) şeklinde zikrediyor (Muhammed ‘Îsa Sâlihiyye, el-
Mu’cemu’ş-Şâmilu, 5.c., 221.s.); ayrıca 50. madde ve hâşiyesine bkz.

٦٨ Şevâhidu’l-Hakk’da: Kasîdetu Se‘âdeti’l-Me‘âd fî Muvâzeneti Bânet Su‘âd (Şevâhidu’l-Hakk,


7.s.).

٦٩ Mısır’da tab’ edilmiş (en-Nebhânî, Esbâbu’t-Te’lîf, 384.s.). Diğer bir kayda göre “Kâhire,
Mektebetü’l-Külliyâti’l-Ezheriyye, 1972” (1392) şeklinde (Muhammed ‘Îsa Sâlihiyye, el-Mu’ce-
mu’ş-Şâmilu, 5.c., 221.s.).

٧٠ Bizim kullandığımız Şevâhidu’l-Hakk nüshasında (١. hâşiyeye bkz.) 23.s.’den i’tibâren başlıyor.
Emel hanım kendi kullandığı nüshanın serlevhâsını şu şekilde zikrediyor: es-Sihâmu’s-Sâ’ibe li-
Eshâbi’d-De‘âva el-Kâzibe fî’r-Reddi ‘alâ Müdde‘î el-İctihâd (nâşiri ve târihi yok, Amal Ghazal,
“Sufism, Ijtihād and Modernity”, 256.s.; kezâ Samir Seikaly, “Shaykh Yūsuf al-Nabhānī and the
West”, 180.s./9. hâşiye).

٧١ en-Nebhânî’nin İstanbul’dayken te’lîf etdiği ve neşredilen ilk eseri (Ebû Bekr bin Ahmed, ed-
Delîlu’l-Müşîru, 402, 407.s.). G.A.L.’da neşir târihleri olarak “Beyrut 1307” [1890] ve “Kâhire
1318” [1900] olarak veriliyor (G.A.L., 2. zeyl cild, 764.s.). en-Nebhânî Brockelmann’a göre “İlk
eserlerinden olan eş-Şeref el-Mü‘ebbed li-Âli Seyyidinâ Muahammed ile İslâm’ı Hıristiyan
kültürüne karşı müdâfa’a etmeye çalışdığı son derece münbit bir dînî tahrîr sahası aç”mış. (G.A.L.,
2. zeyl cild, 763.s.).

٧٢ 30. maddedeki eserle birarada. Türkçe’ye –ba’zı tasarruflarla birlikte– Mehmet Emre
tarafından Şevâhidü’l-Hakk’dan Vehhâbîlere Cevaplar adıyla terceme edilmiştir (Fazilet nşr.,
İstanbul, trz.). Muhammed Habîbullah eş-Şenkîtî’nin tashîhiyle 1351’de (1933) Şirketi Mektebeti
ve Matba‘ati Mustafâ el-Bâbî el-Halebî ve Evlâduhu tarafından da tab’ edilmiş (Muhammed ‘Îsa
Sâlihiyye, el-Mu’cemu’ş-Şâmilu, 5.c., 222.s.). Iraklı “selefî”lerden ve İbn Teymiyye’nin âteşîn
müdâfi‘îlerinden Mahmûd Şükrî el-Âlûsî bu esere cevâben Ğâyetu’l-Emânî fi’r-Redd ‘ale’n-
Nebhânî’yi yazar (2 c., Kâhire, 1325 [1907]; 1.c., 44-60.s.’nin İngilizce tercemesi şurada: Mahmud
Shukri al-Alusi, “Ijtihad and the Refutation of Nabhani”, trc. Hager El Hadidi, Modernist Islam,
1840-1940: A Sourcebook, haz. Charles Kurzman, Oxford University Press, New York, 1423
[2002], 158-171.s.). Bunun temel sebebi belli ki Şihâbü’d-Dîn Ahmed bin Hacer el-Heytemî’nin es-
Sevâ‘iku’l-Muhrika fî’r-Reddi ‘alâ Ehli’l-Bid‘a ve’z-Zandaka’sına (Yakıcı Yıldırımlar, trc., Hasib
Seven, Bedir nşr., İstanbul, 1411 [1990]) ve Şeyhu’l-İslâm et-Takîyyu’d-Dîn es-Subkî’nin Şifâ’u’s-
Sikâm fi’z-Ziyâreti Hayri’l-Enâm’ına el-Âlûsî’nin amcası olan Nu‘mân bin Mahmûd el-Âlûsî’nin
yazdığı Cilâ‘u’l-‘Ayneyn fî Muhâkemâti’l-Ahmedeyn adlı reddiyeyi en-Nebhânî’nin cerh etmiş
olmasıdır (bkz. en-Nebhânî, Şevâhidu’l-Hakk, 215-222.s.). Bu mes’eleye sâdece el-Âlûsî
zâviyesinden bakmakla ma’lûl bir makâle için bkz. Hala Fattah, “ ‘Wahhabi’ Influences, Salafi
Responses: Shaikh Mahmud Shukri and the Iraki Salafi Movement, 1745–1930”, Journal of
Islamic Studies, 14/2, 1424 (2003), 144-146.s.. Ğâyetu’l-Emânî evvelâ müsteâr isimle neşredilmiş;
nâşir, el-Âlûsî’nin adını kitâba ancak 1326 [1908] Jön Türk ihtilâlinden sonra yazabilmiş (Mahmud
Shukri al-Alusi, “Ijtihad and the Refutation of Nabhani”, David D. Commins’in mukaddimesi,
158.s.; H. Péres, “al-Ālūsī”, The Encyclopaedia of Islam, WebCD edition, Brill Academic
Publishers, 1423 [2003]). Bunun sebebi hiç şüphesiz II. Abdu’l-Hamîd Hân’dan korkan ve ona
muârız olan “selefî”lerin Jön Türk ihtilâliyle birlikde “rahat bir nefes” almış olmalarıdır! (bkz.
David Commins, “Religious Reformers and Arabists in Damascus, 1885-1914”, International
Journal of Middle East Studies, 18/4, Safer-Rebî‘u’l-evvel 1407 [Kasım 1986], 405-425.s.).

[38] İbn Cehbel diyor ki: “Nasıl olur da Allah Y’nün hakîkaten gökyüzünde, gökyüzünün fevkinde;
hakîkaten tahtda, tahtın üzerinde olduğunu söylersin?!” İbn Cehbel, İbn Teymiyye’ye Reddiye,
93, İbn es-Subkî Tabakât eş-Şâfi‘iyye el-Kubrâ içinde, 9: 61.

[39] Krş., ‘İmâd ‘Abdu’s-Selâm Ra’ûf, el-Âsâr el-Hattiyye fi’l-Mektebe el-Kâdiriyye fî Bağdad, 2:
493, yazma 642.

[40] el-Fıkhu’l-Ebsat. Bu eser Fıkhu’l-Ekber’in aynıdır, şu farkla ki İmâm’dan naklen suâl-cevâb


şeklindedir. Nâkil münhasıran, Ebû Abdullah el-Huseyn ibn ‘Alî el-Elma‘î el-Kâşğarî (v. >484)
vâsıtasıyla Ebû Mutî’ el-Hakem ibn Abdullah ibn Muslim el-Belhî el-Horâsânî’dir. Her ikisi de
mecrûh râvilerdir.

[41] el-Kevserî, Makâlât, 368-369.s..

[42] Krş. el-Hattâbî, Me‘âlimu’s-Sunen, 5:101 ve el-Kârî, el-Esrâru’l-Merfû‘a içinde, 2. tab’, 209-
210 #209; 1. tab’, 126 #478.

[43] Keşfu’l-Esrâr, 1: 55-60.

[44] Mecmû‘atu’r-Resâil, 13:294.

[45] Nâsiru’d-Dîn el-Elbânî’nin el-Âlûsî’nin el-Âyâtu’l-Beyyinât’ına (80.s.) ve el-Silsiletu’d-Da‘îfe’ye


(#203) düştüğü hâşiye.

٧٣ Bkz. Müfid Yüksel, a.g.m. (yukarıda 6. hâşiyeye bkz.).

[46] Bkz. Süleymân bin ‘Abdu’l-Vehhâb (ve. 1210/1795), Faslu’l-Hitâbi fî Mezhebi ibn ‘Abdi’l-
Vehhâb, kezâ es-Sevâ‘iku’l-İlâhiyye fi’r-Reddi ‘ale’l-Vehhâbiyye nâmıyla da neşredildi; ‘Alevî bin
Ahmed el-Haddâd, Misbâhu’l-Enâm (1212/1801), bunun mukaddimesini es-Seyyid Yûsuf er-
Rifâ‘î’nin Advice to Our Brothers the Scholars of Najd (1420/1999) tercemesiyle birlikde
neşretmişdik; Seyyid ‘Abdullâh bin Hasan Bâşâ Bâ ‘Alevî, Sıdku’l-Haber fî Havârici’l-Karni’s-Sânî
‘Aşer (el-Lâzikiyye, 1346/1928); Ahmed Zeynî Dahlân (ve. 1304/1886), es-Samnûdî el-Mansûrî,
Seâdetu’d-Dâreyn fi’r-Reddi ‘ale’l-Firkateyni’l-Vehhâbiyyeti ve’z-Zâhiriyye ve Selâme el-‘Azzâmî,
el-Berâhînu’s-Sâtı‘atu fi’r-Reddi Ba’zi’l-Bid‘ai’ş-Şâi‘a.

[47] ‘Abdu’l-‘Azîz bin Sıddîk el-Ğumârî,  et-Tahânî fi’t-Ta‘kîbi ‘ale’l-Mevdû‘âti’s-Sâgânî, 49.s..

[48] en-Nebhânî, Şevâhidu’l-Hakk, 275-276.s..

٤ ٧٤. hâşiyeye bkz.

٧٥ en-Nebhânî Mısır’da tab’ edildiğini bildiriyor (Esbâbu’t-Te’lîf, 384.s.). Şam’da, İkr‘a li’t-Tibâ‘a
ve’n-Neşr tarafından Muhtasar Riyâzu’s-Sâlihîn min Kelâmi Seyyidi’l-Mürselin S li’n-Nevevî adıyla
neşredilmiş (1420/2000) (Muhammed Hayr Ramazân Yûsuf, Mu’cemu’l-Müellifîn, 2.c., 829.s.).

٤ ٧٦. hâşiyeye bkz. Emel Gazel (Amal Ghazal), kendindeki nüshanın neşir târihini 1324 (1906)
olarak zikrediyor (Amal Ghazal, “Sufism, Ijtihād and Modernity”, 251.s./62. hâşiye).

٧٧ Serkîs el-‘Ukûdu’l-Lu’lu’iyye fî’l-Medâihi’l-Muhammediyye şeklinde zikrediyor ve Dîvâni’l-


Medâihi’s-Seneviyye olarak da bilindiğini kaydediyor (Serkîs, Mu’cem, 2.c., 1841.s.); G.A.L.’daki
kayda göre Hidîv (2.) Abbas’a ithâf edilmiş, Kâhire ve 1329 [1911] Beyrut (G.A.L., 2. zeyl cild,
763.s.). en-Nebhânî’nin Efgânî ve yârânını tenkîd etdiği eserlerinden biridir; Muhammed
Muhammed Hüseyin bunun 74. maddedeki eserle birarada neşredilmiş nüshasından iktibaslarda
bulunuyor (bkz. Muhammed Muhammed Hüseyin, Modernizmin İslâm Dünyasına Girişi, 101-
106.s.).

٧٨ Serkîs’e göre Beyrut, 1309’da (1892) tab’ edilmiş (Serkîs, Mu’cem, 2.c., 1842.s.; kezâ G.A.L., 2.
zeyl cild, 765.s.). 1423’de (2002) Dâru’l-Minhâc tarafından Beyrut’da yeniden neşredilmiş
(Muhammed Hayr Ramazân Yûsuf, Mu’cemu’l-Müellifîn, 2.c., 829.s.).

٧٩ Beyrut’da el-Virdu’ş-Şâfî: Muhtasar el-Hisni’l-Hasîn li’l-İmâm Şemsi’d-Dîn Muhammed bin


Muhammed bin el-Cezerî adıyla Dâru İbn Hazm tarafından neşredilmiş (Muhammed Hayr
Ramazân Yûsuf, Mu’cemu’l-Müellifîn, 2.c., 830.s.). Serkîs el-Virdu’ş-Şâfî mine’l-Mevrid es-Sâfî
şeklinde kaydediyor (Serkîs, Mu’cem, 2.c., 1842.s.). G.A.L.’a göre tab’ târihleri Beyrut, 1319
[1901]; Kâhire 1303 [1886], 65. maddedeki eserle birarada; 1313’de [1895] Mecmû‘a[tu’n-
Nebhâniyye] ile birlikde (G.A.L., 2. zeyl cild, 765.s.).

Ehli Sünnet Yayınları Artmalı -II


Gazeteci Yazar MEHMED ŞEVKET EYGİ:

“EHL-İ SÜNNET YAYINLARI ARTMALI -II-”


Mülâkât: Yûsuf Hanîf-Osman Akyıldız

(3. sayıdan devam)

-Efendim, 1960 ve 70’lerde daha çok Mısır ve Pakistan kökenli bir takım düşünceler tercüme
faaliyetleri yoluyla ülkemize girdi. Her ne kadar Osmanlı’nın yıkılmasından sonra ciddi bir
bozulma olsa da Osmanlı’nın bakiyesi âlimler Türkiye’de Ehl-i Sünnet itikad ve şuurunu muhafaza
ettiler. Fakat bu tercüme faaliyetleriyle neslimiz maalesef kendi değerleriyle, kendi geçmişiyle
hesaplaşma adına itikadi ve ameli sabitelerimizi bile sorgulamaya başladılar. O dönemlerde belki
günümüzdeki kadar bozulma yoktu. Siz o döneme şahitlik etmiş bir büyüğümüz olarak o dönemle
şu an ki dönemi mukayese edebilir misiniz? O dönemde bir alim olarak merhum Ahmed
Davudoğlu’nun, bir mütefekkir ve dava adamı olarak merhum Necib Fazıl’ın ehl-i bid’at
tasallutuna yönelik çalışmaları hakkında neler söylersiniz?

Mehmed Şevket Bey: Şimdi doğrudan doğruya olmasa bile dolaylı olarak Cemaleddin Efgânî’nin
fikirleri 20. asrın ortalarında İslam alemini iyice sardı. Bunlara aktivist İslami hareketler deniliyor.
Tabii bu düşünceler Türkiye’ye de sıçradı. Çünkü medreseler kapanmış, Osmanlı bakiyesi bazı
hocalar var ama medreseler kapandığı için bunların her biri darmadağın olmuş. 33 taşlı bir tesbih
düşünün, ipi koparsa yine 33 tane taş vardır ama ipteki düzenliliği gibi olmaz. Bu bozuk
düşüncelerin yayılmasında baskıların çok fazla katkısı olmuştur. O zamanlar şimdikinden çok daha
fazla baskı vardı. Bir de iyi niyetle bu düşünceleri yayanlar oldu. Böylece Türkiye’ye bir takım
cereyanlar ithal edildi. Sonra İran’da bir devrim yapıldı, İran zaten bu devrimin ihracı için çalıştı.
Pakistan’da siyasi bir İslami hareket vardı; Mevdudi ve takipçileri…

YANLIŞ METODLARLA BİR YERE VARILAMAZ

Hâkezâ Mısır’da da benzeri bir hareket vardı. Bu hareketleri Müslümanlar heyecanla karşıladılar.
O yüzden de hızlıca neşir alanı buldular. Lakin bunlarla birlikte birtakım bozuk fikirler de
memlekete girdi. Biz fıkhı, dört mezhebi, sahih itikadı muhafaza edemedik. Tabii bunlara eski
hocalardan itiraz edenler oldu. Mesela Bulgaristan’lı Şumnu Nüvvab medresesinde okuduktan
sonra el-Ezher’de tahsil yapmış Üstad merhum Ahmed Davudoğlu hoca çok mücadele etti. Necib
Fazıl bir mütefekkir ve edib olarak mücadele etti. Yine Yerebatan Camii imam-hatibi Enver Baytan
hoca mücadele verdi. Fakat öbür taraf ağır bastı, çünkü öbür taraf daha cazib tekliflerle geliyor.
Şimdi siz diyorsunuz ki; “kardeşim kendi kafana göre Kur’an-ı Kerim’i tefsir etme, kendi kafana
göre hadislerden hüküm çıkarma. Bu konularda ulemâya tâbi ol, mezheblere tâbi ol.” Şimdi bu
onun nefsine hoş gelen bir şey değil. Öbür taraf da diyor ki; “Kur’an Allah’ın kitabı değil mi?
Bütün insanlığa bir hidayet meş’alesi olarak gönderilmemiş mi? Al Kur’an’ı ve hadisleri eline,
vicdanınla hüküm ver.” İşte bu nefse çok câzib geliyor. Hâlâ da böyledir. Sonunda bütün İslam
dünyası bir çıkmaz sokağa girdi.

Mısır ilmî, tasavvufî ve İslâmî yaşantı bakımından bizden daha güçlü bir yapıya sahip olduğu halde
orada bir türlü beklenen İslâmî fütûhât olamıyor. Niçin? Metod yanlışlığı var. Cezayir’de
Müslümanlar işi siyaset açısından ele almayıp da, diyanet ve tasavvuf açısından ele alsalardı
bugünkü felaket olmayacaktı. Çünkü 1992’de İslamcılar seçimleri kazandılar, fakat iktidar bunlara
yönetimi vermeyince iki yüzbinden fazla Müslüman vatandaş hayatını kaybetti.
Türkiye’ye gelince; Türkiye’de Müslümanlar üç sloganın peşinde koştular. Bu üç sloganı anlatayım
size. Birincisi; Ayasofya açılsın. İkincisi; başörtüsü serbest bırakılsın. Üçüncüsü; siyasete atılırız,
seçimleri kazanırız, iktidarı alırız ve tepeden Türkiye’yi Müslüman yaparız. Bunların üçü de birer
ütopya, birer hayaldir. Çünkü Ayasofya’nın kapalı olması, başörtüsünün yasak olması sebep değil
neticedir. Biz sebepleri düşünecektik.

“İMAM-HATİPLER HİÇ BİR ZAMAN MEDRESELERİN YERİNİ DOLDURAMADI”

Bizde İslâmî ilimlerin tahsilinin beli kırılmış. İmam-Hatiplerin eski medreselerin yerini
doldurduğunu söylemek mümkün mü? Hatta Türkiye’deki 500 kadar imam-hatip lisesi
Bulgaristan’da bir tek Nüvvab medresesi kadar dînî bakımdan ağırlığı olan okul değildir. O zaman
siyaset diyanetin üzerine çıkınca, heyecanlar, koşuşturmalar neticesi böyle oldu.

70’li yıllarda birtakım üniversite gençleri “biz asr-ı saadeti geri getireceğiz” diyorlardı. Fakat aklı
başında, kendisinde biraz bilgelik olan bir ikişi bu duaya amin demez. Çünkü asr-ı saadet
Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in bulunmasıyla saadet olan bir zaman dilimidir. Bu çoluk
çocuğun söyleyeceği, birtakım hafif akıllıların iddia edeceği bir söz değil ki. Ama şunu her
Müslüman söyleyebilir: “Biz ilhamımızı asr-ı saadetten alıyoruz. Modelimiz, ölçümüz asr-ı
saadettir. Gücümüz ne kadar yeterse, Allah bize ne kadar yardım ederse biz asr-ı saadete benzer
bir sistem kurmak istiyoruz.” Ama asr-ı saadetin tamamını geri getirme iddiası doğrusu çok
cüretkar bir iddia olur. Tabii bu edebiyata karşı koymak da bir hayli zor. Ben biraz frenlemek
istemiştim, doğrusu hayli tükürüğe ve çamur banyosuna maruz kalmıştım. Şimdi Müslümanların
bir kısmının etekleri suya erdi ama bir kısmı hala eski yanlış metodlarda direniyorlar. Çünkü
şartlanmış vaziyetteler.

-Bu radikal diye isimlendirilen arkadaşların din noktasında radikal olmadıklarını şuradan
anlıyorum hocam. Kendilerine radikal diyorlar ama dini yaşama ve amel konusunda hiçbir
radikallikleri yok. Bakıyorsunuz bu adam namazında radikal değil, cemaate devamda radikal
değil. Veya bu teheccüde kalktığı için radikal diye isimlendirilmiyor. Sadece anti-emperyalist bir
söylemleri var. Ben buna ekmek kavgası diyorum hocam.

Mehmed Şevket Bey: Ben size bir örnek vermek istiyorum. 80’li yıllarda sarı kağıda “Nâme” diye
küçük bir broşür bastırmıştım.

ALİ ŞERİATİ’DE TEŞBİH FİKRİ

Orada da Ehl-i Sünneti müdafaa ediyordum ve Ali Şeriati’yi tenkid ediyordum. Çünkü Ali
Şeriati’nin İslam Şinasi diye bir kitabı Türkçe’ye tercüme edilmişti, orada şu cümle aynen
geçiyordu: “Allah gerçek bir Janus’tur.” Kitaba not koymuşlar, ansiklopediye bakıyorsunuz, Janus
iki çehresi olan bir Roma putu. Şimdi düşünebiliyor musunuz Allah-u Teâlâ ve Tekaddes
hazretlerini bir şeye teşbih ediyor, benzetiyor. O benzettiği şey de bir put. Üstelik o teşbihinde de
kendisini ma’nevî idamdan kurtaracak hiçbir te’vile imkan bırakmıyor. Çünkü “gerçek” sıfatını
kullanıyor. “Allah gerçek bir Janus’tur” diyor.

Ben bunu tenkid ettim, bu kadar da olmaz dedim. Çemberlitaş’ta bir binada bir kitap sergisi
açılmıştı, biz de Bedir yayınevi olarak orada idik. Bu broşürü dağıtıyoruz. Benim yolumu bazı
Müslüman gençler kesti. Öfkeli bir şekilde “yahu sen kim oluyorsun, Ali Şeriati’yi tenkid
ediyorsun.” dediler. Dedim ki: “Kardeşim, Allah gerçek bir Janus’tur” diyor. Hiç Allah bir puta
benzetilebilir mi?” “Konuşma fazla, o mücahiddir, şehid olmuştur. Canını İslam yoluna feda
etmiştir” dediler. Demek oluyor ki bazı kardeşlerimiz cür’etten de öte cinnete varacak kadar Ehl-i
Sünnet dairesinden çıkmışlardır. Bugün hâlâ Ali Şeriati’nin kitapları Türkiye’de basılıyor, heyecanlı
gençler okuyor. Ama İranlı sarıklı Şii hocaları bile buna zındık demişlerdir. Pakistan’da “Hamdat”
diye bir dergi bu meseleyi yazmıştı. Fakat Türkiye’deki Sünni kökenli Müslümanlar bunu mücahid
bir önder ve lider olarak kabul ediyorlar. Biliyorsunuz Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarından birisi de
muhâlefetü’n-li’l-havâdis’dir. O, mahlûkât ve mevcûdâttan hiçbir şeye benzemez. O’nu bir puta
benzetmek son derece vahim bir hadisedir, bu şirktir, küfürdür, İslamiyet böyle bir şeyi kabul
etmez.

-Ali Şeriati’nin bir de Ebuzer diye bir kitabı var. O da ayrı bir felaket…

Mehmed Şevket Bey: Evet o da öyledir. Orada da büyük sahabelere hakaretler vardır. Ali
Şeriati’nin pek çok kitabında Şiilerin bile kabul edemeyeceği son derece bozuk fikirler ve
söylemler vardır. Ama ne yazık ki Ehl-i Sünnet camiası Sünnilik gayretine sahip olamadı
Türkiye’de. Tabii istisnaları vardır, onların ellerinden öpüyoruz, onlar ayrı.

-Diyanet’in yapılanması hakkında ne dersiniz hocam? Sizce Diyanet’in Ehl-i Sünnet’e aykırı
düşüncelerin gelişmesinde bir katkısı yok mu? Ne olursa olsun son 20 yıla kadar diyanet reisleri
Ehl-i Sünnet konusunda hassas idiler. Ahmed Hamdi Akseki’ler, Ömer Nasuhi Bilmen’ler…

Mehmed Şevket Bey: Diyanet içersinde güzel insanlar olduğu gibi bozuk itikada sahip kişiler de
vardır. Bize düşen onları uyarmaktır. Bu kabahatin ucu yine Müslümanlara rücû eder. Çünkü
Allah-u Teâlâ dini ilimleri Müslümanlara emanet etmiştir. Biz bunları gereği gibi savunamadık.
Savunmak ne demektir? “Bunlar sapıktır, bunlar bid’at ehlidir.” demekle bitmiyor ki iş. Önemli
olan halkı aydınlatmaktır. İslam’ın temel kurallarından birisi de “İnsanlara anlayacakları şekilde
konuşunuz” emrini yerine getirmektir.

-Müslümanların dergi çalışmaları hakkında neler dersiniz?

Mehmed Şevket Bey: Bu konuda İslami kesimde tam bir kaos vardır.

AYLIK BİR MİLYON TRAJLI BİR DERGİ ÇIKARILMALI

Türkiye genelinde 1000 civarında İslami dergi bulunmaktadır. Van’a gidiyorsunuz orada bile
kaliteli kağıda basılı dergi görüyorsunuz. Bunların olmasında bir zarar yok ama öncelikle bana
göre Müslümanlar aylık bir milyon adet basılan ortak bir dergi çıkarmalıdırlar. Ondan sonra diğer
küçük dergiler olsun. Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de haftada milyonlarca basan dergiler var.
Bizde ise bin, ikibin, üçbin, dört bin adet basılıyor. En çok basılanları da onbin veya yirmi bin
civarındadır. Bir kere kitaplar da böyle olmalı. Ülke genelinde 500 İslami neşriyat yapan yayınevi
var. Tabii ki bu kadar yayınevi meşru olan ticaretlerini yapmak için kitap çıkaracaklar, yeter ki bu
kitaplarda bozuk fikirler olmasın. Ama en azından ortak bir çalışma ile tamamen halkı irşada
yönelik teknolojinin imkanları da kullanılarak çok faydalı eserler çıkarılabilir. Halka dini meseleleri
öğretmek için grafik tasarımlarıyla yapılmış ilmihal türü kitaplar çıkarılabilir.
-Peki böyle bir dergiyi çıkarmak için neler yapılmalı?

Mehmed Şevket Bey: Şimdi efendim bu iş o kadar kolay değil. Bundan 20-25 sene önce
Almanya’da bir dergi çıkartılacaktı. Bu dergiyi çıkaranlar tam 2 sene kapalı devre yayın yaptılar.
Yoğun gayret ve ciddi masraf yaptılar ama piyasaya çıktığı zaman bir milyon adetten fazla trajı
oldu. Biz şimdi 3-4 amatör Müslüman dine hizmet için bir dergi çıkarıyoruz, 3-5 kuruş para, 2
odalı bir yer tutuyoruz ve mevcud bin dergiye bir tane daha ekleyip bin birincisi oluyoruz.
Çıkardın mı pir çıkaracaksın. Bunu yapmak için de İslam dünyasında büyük başarı elde etmiş
örnekler de var. Mesela el-Cezire TV… Körfez Arapları bunu becerdilerse Allah’ın izniyle biz
Türkiye Müslümanları da bunu becerebiliriz.

Bir kere emanet ehline verilmeli. Dergi çalışmalarında en büyük problemlerden birisi bizim
cemaatimizden, grubumuzdan diye hiçbir ehliyeti olmasa bile öncelik tanınıyor. Mesela
Türkiye’de tasarım konusunda bir numara olan bir Yahudi kadındır. Yani bu işleri sadece paraya
bağlamak da yanlış. Müslümanlarda bu işlere yönelik bir temayül olmalı ve lakin maalesef yok.
Bir de istişare meselesi genelde yerine getirilmiyor. Adam para bende, cemaat de benim deyip
dergi çıkarıyor.

Dünyada 17 lisanda yayınlanan bir dergi var. İngilizcesi 7 ayrı baskı yapıyor, Fransızcası Fransa,
Kanada, Belçika ve İsviçre olmak üzere üç ayrı Fransızca’da basılıyor. Bu derginin trajı ne kadar
biliyor musunuz? 28 milyon civarında. Tabii ben böyle bir dergi demiyorum, bir milyon adetten
bahsettim. Bu çerçevede bir hayli yazılar da yazmışımdır. Biz Müslümanlar böyle bir dergiyi
çıkaracak paralara sahibiz, ancak yazık ki vicdanlara sahip değiliz.

(Devam edecek)

Ölülerin Tasarrufu ve Dirilere Faydası Var mıdır?


Abdurrahman GÜZEL

Günümüzdeki çokbilmiş Materyalist Mü’minler’e(!) sorarsanız yoktur. Ancak, mühim olan


Eslâf’ımızı ve imâmlarımızı koyup geçen şu turfanda müctehidlerin nevzuhûr hezeyanları değil,
Ehl-i Sünnet Mü’minlerin imâmlarına göre bunların var olup olmamasıdır. Evet, Ehl-i Sünnet
Mü’minlerin imâmlarına göre ölülerin tasarrufu ve dirilere faydası vardır. Nitekim İmâm Kevserî,
Fahruddîn-i Râzî, Sa’deddîn Teftâzânî ve Seyyid Şerîf Cürcânî’den bu mes’eleyle alakalı aşağıda
okuyacağınız ifâdeleri naklediyor:

----------------------------------------

Fahruddîn-i Râzî, Bu Husûsta Tefsîr’inde Ne Dedi?

----------------------------------------

Fahruddîn-i Râzî Tefsîr-i Kebîrinde bu husûsta şöyle diyor:

Cismânî alâkalarından (bağlantılarından) kurtulan, cesedlerin karanlıklarından çıkmalarından


sonra, ulvî (yüce) âleme kavuşmağa şiddetli arzulu olan beşeri rûhlar, melekler âlemine ve
mukaddes yerlere giderler ve onlardan bu âlemde eserler/izler ortaya çıkar. O yüzden, işte
onlardır “işleri tedbîr edenler.” İnsan, rü'yâda üstadını görür de, O’na içinden zor çıkılabilecek bir
şeyi sorar, o da kendisine halli/çözülmesi zor olan o mes'elenin nasıl çözüleceğini gösterir; öyle
değil mi? İnsân bazen üstâdını rüyâda görür de, O’na, içinden çıkılması zor bir mes’ele sorar da
üstadı kendisine o mes’eleden çıkışın yolunu gösterir; öyle değil mi? Oğul, bazen babasını rüyada
görür de, babası ona gömülen bir defînenin yolunu gösterir; öyle değil mi? Câlinos (İsimli eski bir
hekîm/doktor) “ben hastaydım; kendimi tedâvî etmekten âciz kaldım da, rüyâda tedâvînin nasıl
olacağını bana öğreten birini gördüm,” dedi; öyle değil mi?...[1] (Tefsîr’den nakil bitti.)

----------------------------------------

Râzî, El-Metâlibu’l-Âliyye’de Ne Dedi?:

----------------------------------------

Fahr-i Râzî el-Metâlibu’l-Âliyye’de, -ki bu kitâb, Akâid’e dâir yazılan en kıymetli kitâblardandır-
Yedinci Kitâb’ından Üçüncü Makâle’nin Onuncu Faslı’nda şöyle diyor:

“İnsan bazen ölen babasını ve anasını rü'yâsında görür ve onlara bir takım şeyler sorar. Onlar da
kendisine (doğru) cevâblar verir. Bazen de ona hiç kimsenin bilmediği bir defînenin yerini
gösterirler.”

Râzî sonra şöyle dedi:

“Ben ilk ilim öğrenmeye başladığımda çocuktum ve “Başlangıcı Olamayan Hâdisler”/"Sonradan


Olma Kadîm Şeyler" bahsini okuyordum. Rüyâmda babamı gördüm. Babam bana şöyle dedi: (Bu
mes'elede), delîllerin en güzeli şöyle denilmesidir: Hareket bir hâlden bir hâle intikâldir. O da
mâhiyyeti îcâbı başka şeyden sonra olmasını gerektirir. Ezel (kadîmlik/öncesi olmamak) ise başka
şeyden sonra olmamayı gerektirir. O yüzden bu iki şeyin (başka şeyden sonra olmak ve başka
şeyden sonra olmamanın) bir araya getirilmesinin imkânsız olması gerekir. (Babasından Yaptığı
Nakil Bitti.) Açık olan o ki, bu tarz bir cevâb bu mes'elede söylenen her şeyden daha değerlidir.[2]
Gene işittim ki, Şâir Firdevsî, Sultan Mahmud İbn-i Sübüktek'in nâmına yazdığı “Şâhnâme” isimli
kitâbı tasnîf ettiği, (Sultân kendisine) gerektiği gibi hakkını vermediği ve bu kitâba yakışır şekilde
O'nu gözetmediği zaman canı sıkıldı ve Rüstem’i rü'yâsında gördü. Rüstem, O'na, bu kitâbta beni
çok övdün. Oysa ben ölüler arasındayım. Hakkını ödemeye gücüm yetmez. Ancak sen falanca
yere git ve orayı kaz. Zîrâ, şübhen olmasın ki orada defîne bulacaksın; o defîneyi al, dedi. Bu
yüzden Firdevsî, “ölümünden sonraki Rüstem, yaşayan Mahmûd'dan daha cömerttir, derdi.”[3]
(Bitti.)

Râzî, bu Makâle’den On Beşinci Fasıl’da da delîlleri serdettikten sonra şöyle dedi:

“İşte bunlardan dolayı, bedenden ayrıldıktan sonra nefsin, cüz’îleri bilebileceğine kesin inanmak
lâzım. Bu Âhiret mes'elelerinde kıymetli bir temel kâidedir.[4] (Bitti.)

----------------------------------------

Râzî, Bu husûsta Aynı Kitâbda Başka Ne Dedi?

------------------------------------

"Ölüden ve Kabirlerin Ziyâretlerinden Nasıl Faydalanılacağının Açıklaması ve Îzâhı" Hakkında On


Sekizinci Fasıl: Pâdişâhların büyüklerinden birisi -ki O, Melik Muhammed b. Sâm İbnü’l-Huseyn el-
Ğavrî’dir- bu mes’ele hakkında bana süâl sordu. O, gidişâtı güzel, yolu makbûl, âlimlere meyli
şiddetli, dîndâr ve akıllıların meclislerine rağbeti kuvvetli olan bir zât idi. Ben de bu husûsta bir
risâle yazdım. Şimdi de burada o risâlenin hulâsasını anlatıyorum ve şöyle diyorum:

Bu husûsta konuşmak için bir takım mukaddimeler(e ihtiyâc) vardır:

Biz, insan nefislerinin bedenlerin ölümünden sonra bâkî olduğunu ve bedenlerinden ayrılan o
nefislerin, bedenlerine bağlı olan nefislerden bazı yönleri ile daha güçlü olduğunu göstermiştik.

Bedenlerinden ayrılan nefislerin, ayrılmayanlardan bazı yanlardan daha güçlü olmaları şundandır:
O nefisler bedenlerinden ayrılınca perde yok olup ğayb âlemi ve Âhiret konaklarının sırları onlara
açılır. Bedenlerdeyken bürhânlarla/kesin delîllerle bilinen bilgiler, bedenlerden ayrıldıktan sonra,
zarûrî (delîle muhtaç olmadan herkesin bilebileceği) hâle gelirler. Zîrâ, nefisler bedenlerde
meşakkat ve örtü altında idiler. Bedenler yok olunca, kalmayınca o nefisler açıldı, ışığa çıktı ve
parıldamağa başladı; bedenlerden ayrılan nefisler için bir nevi üstünlük hâsıl oldu. Bedenlerdeki
nefislerin de başka bir yönden bedenlerden ayrılan nefislerden üstün oluşları ise şundandır:
Çünkü kesb/kazanma ve taleb etme âletleri, birbirine eklenen fikirler, birbirine takip eden
görüşler vâsıtasıyla kalıcıdırlar ve her bir gün yeni bir ilim elde etmektedirler. Bu hâl ise
bedenlerden ayrılan nefislerde yoktur.

Nefislerin bedenlere bağlı oluşu şiddetli bir aşk ve tastamam bir sevgiye benzer. Bu sebeble bu
dünyada elde etmeyi istedikleri her şeyi, hayır ve rahatı bu bedene ulaştırmak için isterler. O
halde -Nefs-i Nâtıkaların olup biten teferruâtı bilebileceklerine ve ölümlerinden sonrada bu idrâk
ile sıfatlanmış olarak kalacaklarına dâir görüşü müdâffa ettiğimizi göre- insan ölüp nefis
bedenden ayrılınca bu meyil (gene de) kalır ve bu aşk yok olmaz. Bu nefisler o bedenlere büyük
bir meyil ve büyük bir çekici (cezbedici) hâlde kalırlar.
Bu mukaddimelerden (anlatılmak isteneni) anladıysan, şöyle deriz: İnsan, nefsi kuvvetli, cevheri
kâmil ve te’sîri şiddetli bir kişinin kabrine gider, orada bir zaman durur ve nefsi o türbeden
te'sîrlenirse -ki, sen ölünün nefsinin o türbeyle bir bağlantısı olduğunu bilmiştin- işte o zaman diri
ziyâretçinin nefsi ile ölünün nefsi için o türbe üzerinde bir araya gelme sebebi ile bir karşılaşma
meydana gelir. Böylece o iki nefis, her birisinin şuası diğerine aksedecek şekilde yerleştirilen, net
gösteren iki aynaya benzer hâle gelirler. Böylece o diri ziyâretçinin elde ettiği delîllerle kazanılan
ma’rifetler, kazanmakla elde edilen ilimler, Allah celle celâlühû’nun önünde eğilmek ve Allah
celle celâlühû’nun hükmüne razı olmak türünden olan üstün ahlaktan o ölünün rûhuna akseder.
O ölen kimsenin de nefsine hâsıl olan, kâmil parlak ilimlerden bir nûrdan da o diri ziyâretçinin
rûhuna akseder. Bu yolla da o ziyâret edilen ve edenin rûhu için en büyük fayda ve en yüce
güzellik hâsıl olmasına sebeb olur.

Kabir ziyâretinin meşrû' olmasındaki aslî sebeb(lerden biri) işte budur. Bu ziyârette,
bahsettiğimizden daha ince ve gizli daha başka sırların da hâsıl olması ihtimâlden uzak değildir.
(Râzî’den nakıl bitti.)[5]

----------------------------------------

Allâme Sa’deddîn Teftâzânî Ne Diyor?

----------------------------------------

Allâme Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd’da, -ki bu kitâb temel Usûlüddîn (akâid) kitâblarındandır- ikinci
cüz otuz üçüncü sahîfede felsefecilere cevâb verirken şöyle diyor:

Felsefecilere göre, cüz’îlerin idrâk edilmesi (algılanması) sûretin âletlerde hâsıl olmasına bağlı bir
şart olunca, nefsin (bedenden) ayrılması ve âletlerin kalmaması anında şartın yok olması ile
meşrûtun (şarta bağlı olarak var olanın) yok olması zarûretinden (kaçınılmazlığından) dolayı
cüz’îleri[6] idrâk ede(bile)cek şey de kalmaz.

Bize göre de âletler cüz'îlerin idrâkinde, ya bu (idrâkin) ne nefiste ne de histe sûretin hâsıl olması
ile olmadığından veya cüz'înin sûretinin nefiste şekillenmesi imkânsız olmamasından dolayı şart
olmaması, hattâ İslâmın kaidelerinden açık olanın bu olması sebebiyle, nefsin bedenden
ayrıldıktan sonra cüz'î idrâkleri, diri olanların, bilhassa (onlardan) dünyada kendileri ile ölü
arasında tanışıklık olanlarının hâllerinin cüz'îlerinden bazısını bilmesi sâbittir. Kabir ziyâreti ve
hayırların inmesi, musibetlerin de savulması isteklerinde, ölülerden hayırlı nefislerle olan istiâne
(yardım isteme) ile, işte bundan dolayı faydalanılır. Zîrâ nefsin (bedenden) ayrılmasından sonra
beden ve bedenin gömüldüğü türbe (kabir) ile bir tür bağlantısı, alâkası vardır. O yüzden diri olan
o kabri ziyâret ettiği vakit, iki nefis arasında buluşma ve feyz alıp vermeler olur...[7]

Kısacası velîlerin kerâmetleri az kalsın nebîlerin mu'cizelerinin ortaya çıkmasına katılıyordu.[8]


Kerâmetlerin inkâr edilmesi bid'atçiler ve hevâların sâhibleri için şaşılacak bir şey değildir. Zîrâ
bunu, ibâdet işlerinde çaba sarf etmeleri, kötülükler(in bazısın)den kaçmalarına rağmen,
kendilerinde asla görmediler. Bir şey üzere olduklarını iddiâ eden önderlerinden de işitmediler.
Bu yüzden, kerâmet sâhibi Ehlüllâhın derilerini parçalayarak ve etlerini ısırarak aleyhlerine
düştüler. Onları ancak, “mutasavvıf câhiller” diye isimlendirerek, meşhûr olan “ben onlara bol bol
söğdüm, sövmekten bir şey bırakmadım; ama onlar develeri aldılar götürdüler (malı
götürdüler)”[9] atasözü altına oturdular. Onları ancak, “bid'atçılar arasında olan kişiler”
sayıyorlar. Bilmediler ki, bu işin binası, akîde berraklığı, sır paklığı, tarîkat izince gitmek ve hakîkati
seçmek üzerinde kuruludur.”[10] (Taftâzânî’nin sözü bitti)

İmâm Kevserî şöyle diyor: Bu büyük İmâmın, kerâmet sâhibi ehlüllâh hakkındaki sözü işte budur.
Hâlbuki O'nun tasavvufla herhangi bir bağı ve bağlantısı da yoktur. Bunda, Ümmet'in seçkin
kişilerinin kanını yalamayı âdet edinenler için bir ibret vardır...

----------------------------------------

Allâme Seyyid Şerîf Cürcânî Ne Diyor?

----------------------------------------

Allâme Seyyid Şerîf Cürcânî, el-Metâli’ üzerine yazdığı Haşiye’sinin başlarında, Kitabı şerheden
(Kudbuddîn er-Râzî’n)in, kitâbın[11] (Metâli’ Şerhi Levâmi’u’l-Esrâr Şerhu Metâli’i’l-Envâr’ın)
başlarında,[12] Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve âline salât etmenin yönünü (ve îzâhını) ve feyz
elde etmede onlarla tevessül etmeye olan ihtiyacın şeklini açıklarken şöyle dedi:

Eğer, bu tevessül, rûhlar bedenlere bağlı olduklarında tasavvur edilebilir, onlardan ayrıldıklarında
ise düşünülemez. Zîrâ, artık bu durumda münâsebeti gerektiren hiçbir şey yoktur, dense, (Şöyle)
deriz: O'na (bunu söyleyene cevâb olarak) şu yeterlidir: Onlar, (Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve
âli'nin rûhları) yüksek bir himmetle nâkıs nefisleri kâmil hâle getirmeye yönelik kimseler olarak
bedenlere bağlıydılar. Onun (bu özelliklerinin) eseri onlarda bâkidir. İşte bundan dolayı, kabirleri
de ziyâret etmek, birçok nûrların onlardan ziyâretçilere akmasını hazırlayan(bir sebeb)dir.
Nitekim bunu basîret sâhibleri müşâhede etmektedirler. [13] (Cürcânî’nin sözü bitti.)[14]

Basîretsizler ise, İslâmî hassâ-siyyet iddiâsıyla, ölümle her şey biter düşüncesindeki müşriklerle
nerdeyse aynı istikâmette ilerlerler.

----------------------------------------

İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye Ne Diyor?

----------------------------------------

Ehl-i Sünnet akîdesi noktasında affedilmez şâzzları bulunan İbnu’l-Kayyim bu husûsta insâflı
hareket ediyor; Ehl-i Sünnet’e muhâlefet etmeyip hakkı i’tirâf ediyor. Taraftarlarına lâzım olur
düşüncesiyle O’nun ne dediğini de buraya alalım.

İbnu’l-Kayyim er-Rûh isimli kitâbında[15] şöyle diyor:

Bedenin esîrliğinden, bağlarından ve engellerinden kurtulan rûhun, zelîl bedenin bağlarında ve


engellerinde hapsolunan rûhta olmayan, tasarruf güç, nüfuz, himmet, hızla Mevlâ’ya yükselmesi
ve Allah’la alâkası vardır. Bedeninde mahbûs iken (rü'yâdayken) bu olursa, ya ondan sıyrılıp
ayrılınca, güçleri kendinde bir araya toplanınca ve de (bedene girmeden evvel rûhlar âlemindeki)
ilk vaziyetinde de yüce, pak, büyük ve yüksek himmet sâhibi olunca nasıl olur? İşte bu rûhların
bedenden ayrılınca başka bir hâli başka bir işi vardır.

Rûhların, bedenlerindeyken ben-zerlerine güç yetiremeyecekleri şeyleri ölümlerinden sonra


yaptıklarına dâir insanoğlunun çeşitli sınıflarında görülen rü'yâlar tevatür ede gelmiştir. Bir, iki, az
bir sayı ve benzeri ile çok sayıda askerleri bozguna uğratmak gibi... Nebî sallallâhu aleyhi ve
sellem, Ebûbekir ve Ömer radı-yellahu anhumâ, nice kez rü'yâda görülmüştür ki, rûhları küfr ve
zulüm ordularını hezîmete uğratmışlardır. Bir de bakılmıştır ki, küfür orduları -sayılarının
çokluğuna ve mü'minlerin zayıflığına ve azlığına rağmen- mağlup olmuşlar ve kırılmışlardır. (İbn-i
Kayyim’in sözü bitti.)

İbn-i Kayyım, ibâdet ve ittibâ’ ile yücelen ve bedenin esaretinden kurtulup Allaha yükselen
rûhların tasarruf güçlerinin bedenin esîri sufli rûhların güçlerinden daha çok olacağını ifâde etti.
Bundan hareketle, bedenin esâretinden tamamen kurtulan, bu arada, rûhlar âleminde de zâten
ulvî olan rûhların çok daha güç ve nüfuz sâhibi olabileceğini de ortaya koydu. Sonra, Kur'an ve
Sünnet’in ifâdeleriyle, “Husûsan onlar/Mü'minler içün dünya ve Âhiret’te büşrâ/müjde var”[16]
olduğu haber verilen sâlih rü'yâlarla bunun müşâhede edildiğine dikkat çekti.

Bu kadarı mü'minler için yeterlidir. İnanmayacaklara bütün âyetler ve mu’cizeler de yetmez.

[1]  Fahruddîn-i Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr:11/31 (Nâziât:5. âyetin tefsîri)

 [2] Bazı felsefeciler ile İbn-i Teymiyye ve gölgeleri İbn-i Kayyım ve diğerleri, "bazı
hâdislerin/sonradan yaratılan eşyânın/varlıkların aynı zamanda Kadîm/ezelî olduğunu", yani
onların hem “yaratılmış” hem de “kadîm” ve “ezelî” olduğunu iddia etmişlerdir. Allah celle
celâlühû’yu hâşâ hiçbir zaman koltuksuz bırakmamak için Arş'ın aynı zamanda hem mahlûk yani
yaratılmış hem de kadîm olduğunu iddia etmişlerdir. Bir yandan felsefecilere karşı nasslardan
yana mücâdele ettiklerini iddia edip mü’minleri yanıltırlarken diğer yanda felsefecilerin
kuyruklarına takılmışlardır. Halbuki böyle bir iddia saçma bir iddiadır. Bir şeyin, hem “hâdis”
olması hem de “evveli olmayan”/“Kadîm” olması İmkânsızdır. Geniş bilgi için, İmâm Sübkî'nin
"es-Seyfu’s-Sakîl”ine ve ona İmâm Kevserî tarafından yazılan hâşiyesi “Tebdîdü’z-Zalâmi’l-
Muhayyim”e bakılsın.

[3]  EL-Metâlibu’l-Âliyye:7/228

[4]  EL-Metâlibu’l-Âliyye: 7/261-262

[5]  EL-Metâlibu’l-Âliyye: 7/275-277

[6] Âlemde var olan şeylerin ayrı ayrı olarak her birini

[7] Sa’düddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd: 3/338 Kitâbın tahkîkını yapan edebsiz câhil ise bu
işin Allah Teâlâ tarafından yasaklanan bir şirk olduğunu söylerken Allah’dan korkmamanın
yanında kullardan da utanmıyor. Öyle ya ona göre -hâşâ- bir müşrik olan Teftâzânî’nin kitâbını
tahkîk edip neşretmekle maddî menfaati ön plâna çıkarıyor.
[8]  Hattâ, “az kalsın”ı, “neredeyse”si yok, İmâm Nesefî ve bir çoklarına göre “velîlerin
kerâmetleri bağlı oldukları nebilerin mu’cizeleridir”.

[9] “Evsa’tühüm sebben ve evdev bî’l-ibili” “ben onlara bol bol sövdüm, sövmekten bir şey
bıtrakmadım; ama onlar da develeri (malı) aldılar götürdüler” sözü, bir Arab darb-ı
meseli/atasözü olup hikâyesi şöyledir: Arablardan adamın birinin develerine baskın yapılmış ve
develer alınıp götürülmüş. Gözden kaybolduklarında bir tepeye çıkmış ve onlara sövmeye
başlamış. Kavmine döndüğü zaman, ona malını sormuşlar.  O da bunun üzerine yukarıda geçen
sözü söylemiş. (Meydânî, Mecma’u’l-Emsâl: 3/426, md.4360)

[10] Sa’düddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd: 5/75 (Âlemü’l-Kütüb)

[11] Makâlat’tâ, “kitâb” matbaa hatası olarak “kütüb”/kitablar şeklinde basılmıştır; hataya
düşülmesin.

[12]  Levâmi’u’l-Esrâr Şerhu Metâli’i’l-Envâr: Bir baskısında:5, başka bir baskısında: 6-


7 Kudbuddîn er-Râzî, şu eserinde hem “tevessül”u hem de “isti’âne”yi zikredip müdâfaa ediyor.

[13]  Seyyid Alâ Şerhi’l-Metâli’: Bir baskısında:17, başka bir baskısında:19

[14] Yukarıdaki üç büyük İmâm, Râzî, Teftâzânî ve Cürcânî’den aktarılan ifâdeler, önce İmâm
Kevserî’nin Makâlât'ından (382) kısaltılarak nakledilmiştir. Daha sonra asıl me’hazlara varılmıştır.
Onun verdiği me’hazların/kaynakların kimileri yazma, kimileri de eski baskı olduğu ve kimi yerleri
rakamla vermediği için me’hazları zamânımızda basılan kitâblardan gösterdik.

[15] İbnü’l-Kayyim, Er-Rûh: 237

[16] Yûnus: 64

You might also like