You are on page 1of 10

2.

SİYASET SOSYOLOJİSİNDE MARKSİST GELENEK VE NEO-MARXİZM

Her ne kadar Marks’ın geliştirdiği argümanların işlevini yitirdiği ve bir külliyat olarak
kütüphanelerin tozlu raflarına kaldırılması gerektiği söylense de, bu külliyatın hala bir bütün
olarak günümüz tartışmalarında izleri ve etkisi belirgindir. Marksizm; Karl Marks’ın (1818-
1883) yazılarından geliştirilen ve ilham alan sosyalizm kapsamında bir ideolojik sistemdir.
Ancak sistematik bir düşünce yapısı olarak Marksizm’in ancak Marks’ın ölümünden sonra
varlık bulduğu genel kabul görür. Marksizm bilhassa, Friedrich Engels (1820-95), Karl
Kautsky (1854-1938) ve Georgie Plekhanov’un (1856-1918) Marks’ın düşüncelerini ve
teorilerini büyümekte olan sosyalist hareketin ihtiyaçlarına uyacak şekilde sistematik ve
kapsamlı bir dünya görüşü haline getirmek amacıyla girdikleri çabanın bir ürünüdür.
Ekonomik indirgemeci amiyane Marksizm ve çoğumuzun Marksizm’den anladığı -ve artık
modası geçtiği söylenen fikirler- aslında bu ideologların yorumlarıdır. Hem Marx hem de
Engels ideolojinin, psikolojinin ve diğer üst yapısal faktörlerin (kültür, din, gelenek vs.)
etkisini tamamen inkâr etmemişlerdir.

Marksizm’in siyasal etkisi büyük ölçüde onun yirminci yüzyıl komünist harekete sağladığı
ilham ve rehberliğe borçludur. Marksizm’in entelektüel anlamda cezp ediciliği toplumsal ve
siyasal varoluşun hemen her veçhesini anlama ve izah etmek için sağladığı dikkate değer
genişlikteki vizyonuna ve konvansiyonel teorilerin görmezden geldiği süreçlerin önemini
sergilemesine borçludur. Siyasi olarak sömürü ve baskıya saldırmış ve bu saldırı özellikle
dezavantajlı gruplara ve insanlara güçlü şekilde cezp edici görünmüştür. Bununla beraber
Marksizm’in yıldızı yirminci yüzyılın sonlarına doğru sönmeye başlamıştır. Bu bir ölçüde
komünist rejimlerin tiranca ve diktatörce niteliklerini Marx’ın fikirlerine ve varsayımlarına
dayandırılmalarının bir sonucudur. Ayrıca 1989-91 Doğu Avrupa Devrimleriyle komünizmin
çökmesi Marksizm’in krizini şiddetlendirmiştir. Bu gelişmelerin telkin ettiği şey şudur: Eğer
Marksizm’in ilham verdiği toplumsal ve siyasal biçimler (her ne kadar Marx’ın orijinal
fikirlerine sadık kalmamış olsalar bile) artık mevcut değilse dünyevi-tarihsel bir güç olarak
Marksizm ölmüş demektir. Buna alternatif olabilecek bir yorum ise şudur: komünizmin
çöküşü şimdi Leninizm ve Stalinizm’den arınmış olan Marksizm’in, özellikle ‘genç’ Marx’ın
fikirleriyle bağlantılı olan, hümanist sosyalizm biçimini yeniden keşfetmesine bir fırsat
sunmaktadır (Heywood, 2012: 99). Rakip inanç sistemlerini ideolojik oldukları gerekçesiyle
reddetmeleri nedeniyle Marksist teoriler içkin olarak monisttir. Ancak aşağıda
inceleyeceğimiz gibi Marksizmin pek çok çeşidi olması açısından genel bir monizmden
bahsetmek zordur.

Economic and Philosophic Manuscrists (1844) adlı çalışmasında Marx, mevcut dini ve siyasi
söylemleri toplumun hâlihazırdaki durumunda insanların kendilerini gerçekleştirememesinin
vahimliğini yansıtan söylemler olarak resmeder. Modern sivil toplum, mevcut endüstriyel
koşullardaki emtia üretiminin genel bir sonucu olarak yabancılaştırıcıdır. Bu üretim ilişkileri
içinde emekçiler zorla yalnızlaştırılmış, kendi çabalarının ürünü olan ürünlerden, üretim
sürecini kontrol etmekten, bireysel ve toplumsal gelişim imkânlarından ve nihai olarak kendi
varoluşlarından mahrum bırakılmışlardır. Toplumun maddi koşullarının üretiliş biçimi ile
insanlar arasındaki etkileşimlerin sosyal biçimi arasındaki güçlü ilişkisellik, yönetici sınıfın
üstünlüğünü meşrulaştıran fikirleri de bünyesinde barındıran, siyasal ve ideolojik üstyapıların
açıklayıcı sebebidir. A Contribution to the Critique of Political Economy (1859), üretimin
toplumsal ilişkilerinde (mülkiyet düzeni, artık değerin temellükü ve taksimi, iktisadi sınıfların
yapılanışı, emek piyasasına dair düzenlemeler, vs) gerçekleşmesi muhtemel değişimlerin
arkasındaki en temel itici gücün bir toplumun üretici güçleri (maddi ve teknolojik kapasitesi,
bilgi düzeyi, örgütsel enerjisi vs.) olduğunu vurgular. Bu üretici güçler ile üretim ilişkileri
arasındaki istikrar veya istikrarsızlıklar bir bütün olarak muazzam bir yapı olan üstyapıların
karakterini ve gidişatını belirler.

Kabileci, Asyatik, Antik, Feodal ve Kapitalist üretim tarzları kendine özgü üretim ve
toplumsal yaşam biçimleri ile kendi içsel çelişkilerinden –daha doğrusu yukarıda bahsedilen
üretici güçlerin gelişme potansiyelinden- kaynaklanan toplumsal devrimlerden geçerek
birbirine dönüşürler. Bu üretim tarzlarından biri olan ve komünizm öncesi aşamayı oluşturan
kapitalizm en fazla üretken kapasiteye sahip olmakla beraber, geliştirdiği teknolojileri
toplumun yararına kullanma konusunda en beceriksizi olup yüksek iktisadi sömürü ve düşük
toplumsal yaratıcılıkla sonuçlanır. Er ya da geç, kendi temel çelişkilerini mevcut üretim
ilişkileri içinde zapt etmesi imkânsız olan kapitalizm, tarihsel rolünü tamamlayacak ve
komünizmle sonlanacaktır. Comunist Manifesto’da (1848) Marks ve Engels sınıf çatışmasını
-bir diğer deyişle beşeri eylemi- bu tarihsel determinizm formülüne daha sıkı yerleştirecek ve
kısmen determinizmden uzaklaşacaktır. Böylece “bugüne kadar var olan bütün toplumların
tarihi sınıf mücadelelerinin bir tarihi” olacaktır (McLennan 2001: 43-45).

Marks’a göre tarihin, her üretim tarzının ya da iktisadi sistemin kendi içsel çelişkilerini sınıf
çatışması şeklinde yansıtan diyalektik bir süreç tarafından ilerlediğini belirttik. Öyleyse
kapitalizm, sınıflı toplumlar arasında teknolojik olarak en gelişmişi olmasının yanı sıra emtia
üretimi ve mübadelesine dayanan bir sistemdir. Öyle ki, bu sistemde emek bile piyasada
serbestçe alınıp satılan bir emtiaya dönüşürken emekçi özgürlüğünü yitirmektedir. Çünkü
emekçi kitlelerin yerlerinden edilip kapitalist teşebbüslerde çalışmak zorunda kalması, emek
arzını artırmakta ve emekçiye emeğini satarak varlığını sürdürmekten başka yol
bırakmamaktadır. Emekçinin kattığı artı değer sonra piyasada paraya dönüştürülmekte ve
büyük kısmı kar olarak kapitalistin cebinde kalmaktadır. Burada kapitalist, piyasa rekabetinin
sürdürebilmek ve rekabetin yarattığı azalan karını korumak için daha fazlasını, daha az
emekle üretmeye (makinalaşmaya) çalışacaktır. Bu, gereğinden fazla üretim, daha az satış ve
daha fazla işsiz demektir. Bazı firmalar piyasadan çekilmek zorunda kalacak ve piyasalar
yeniden iyileştirilmeye çalışılacaktır. İşte bu iniş ve çıkışlar kapitalizmin bu içsel
çelişkilerinin yani kriz bağımlılığının göstergeleridir. Ve bu sistem, sınıfsız komünist bir
toplumun kurulmasıyla sonuçlanacak bir proleter (emekçi) devrim tarafından yıkılmaya
mahkûmdur. Marksizm özü itibariyle kapitalizmin neden ölüme mahkûm olduğunu ve neden
onun yerini almanın sosyalizmin ve nihayetinde komünizmin kaderi olduğunun taslağını çizen
bir tarih felsefesidir. Bu felsefe Marks ve Engels tarafından ‘bilimsel sosyalizme’
dönüştürülen tarihsel materyalizme -yani iktisadi faktörlerin insanlık tarihi içinde nihai olarak
belirleyici bir güç olduğu inancına- dayanır.

Marksizm sadece ulus devlet ve toplum bağlamında değil bir dünya sistemi bağlamında da
açıklamalar getirmektedir. Immanuel Wallerstein’in (2004) Dünya Sistemleri analizi kapitalist
dünya sisteminden bahsetmekte ve çatışmanın merkez, çevre ve yarı çevre ülkeler arasında da
sürdüğünü belirtmektedir. Dünya sistemi Çevre ve Merkez ülkeler arasında bir tür asimetrik
ve sömürgeci işbölümüne dayanır. Güçlü Merkez ülkeler çevre ülkeleri sömürmekte ve yarı-
çevre ülkeleri kendilerini korumak için kullanmaktadırlar. Merkez ülkeler ekonomik
zenginliğin sağladığı daha fazla refah ve demokratik siyasal toplumsal meşruiyete sahipken
çevre ülkeler zalim ve yolsuz diktatörler tarafından yönetilirler. Yarı çevre ülkeler ise
merkezin çıkarları doğrultusunda hareket eden oldukça istikrarsız yarı-demokratik, ancak
sistem için en önemli ülkelerdir
Marksizm’in Çeşitleri

Klasik, Ortodoks ve Modern olmak üzere Marksizm’in üç farklı yorumu tarihsel süreçte
baskın yaklaşımlar olmuştur. Klasik Marksizm, Marx ve Engels’in Marksizm’idir. Marx’a
göre siyaset, politikacıların yaptığı bir şey olmaktan çok sosyal sınıfların mücadelesidir. Bu
mücadelenin biçimi de toplumun üretim tarzına bağlıdır. Marx iktisadi ilişkilerin veya üretim
biçiminin tüm sosyal ve siyasal yaşamı belirlediğine inanmış bu nedenle güçlü bir kapitalizm,
ancak çok zayıf bir devlet teorisi inşa etmişti. Bu nedenle Marx’ın sonraki temsilcileri veya
neo-marksistler tarihin değiştirici gücü olarak iktisadi sınıfları değil de ideoloji ve siyaseti
veya kültürü gören bir teori inşa etmeleri oldukça zorlaşmıştır. Çünkü klasik ve Ortodoks
Marksizm’de hem ideoloji hem devlet iktisadi gücün bir türevi veya devşirmesiydi.

Engels’in 1876 tarihli Anti-Duhring’i Marks’ın eserinin otoriter yorumuna bağlanmak


gerektiğini vurgulaması bakımından Marksist ortodoksinin ilk eseri olarak görülmektedir.
Ortodoks Marksizm ekseriya ileride Sovyet komünizminin temellerini oluşturacak olan
‘diyalektik materyalizm’ (Marks tarafından kullanılmayan ve Plekhanov tarafından bulunan
bir deyim) olarak resmedilir. Bu ‘vulgar (kaba)’ Marksizm, mekaniksel teorilere ve tarihsel
kaçınılmazlığa Marx’ın kendi yazılarından daha fazla vurgu yapmaktadır. Ancak ilave pek
çok karışıklık Marx’ın kendi yazılarının derinliğinden, mudilliğinden ve ‘Marx’ın
Marksizm’inin saptanmasındaki güçlükten kaynaklanmaktadır. Bazıları Marx’ın hümanist bir
sosyalist olduğunu bazıları ise onun iktisadi bir determinist olduğunu iddia eder. Dahası onun
erken ve geç dönem yazıları arasında bir farklılık gözetilerek bu farklılık ‘genç’ Marks ve
‘olgun Marx’ olarak sunulur. ‘Genç Marx’ komünizm ve yabancılaşmamış emek vasıtasıyla
beşeri tamamlanma (fulfilment) arasındaki bağı vurgulayan sosyalist bir hümanizm biçimi
geliştirdi; ‘olgun’ Marx ise iktisadi tahlile daha fazla itina gösterdi ve tarihsel kaçınılmazlık
inancına teslim olduğu görünümünü verdi.

Ortodoks veya Klasik Marksizm devleti ve toplumsal düzeni sınıf çatışması üzerine kurulmuş
egemen veya baskın sınıfların iktidarına daha yakın bir kurumdur. Doğal olarak tüm
sınıflardan özerk bir egemen değildir. Devletin kaçınılmaz işlevi bu bağlamda sınıf
çatışmalarını engellemek ve baskı altına almak için belli bir toplumsal-ekonomik artıya el
koyan ve mülk sahibi sınıfların egemenliğini destekleyen politikalar üretmektir. Bu bağlamda
kapitalist devlet demokratik olamaz yani halkın egemenliğine dayalı olamaz. Klasik
Marksizm böylece demokrasi ve kapitalizmin uzun süreli olarak birlikte var olacağını
kestiremediler. Oysa bütün dünya da demokratik devletlerin aynı zamanda serbest ekonomiye
sahip olması ve sosyalist-komünist rejimlerin insan hakları ve özgürlükler karnesinin iyi
olmadığı görülmüştür. Aynı şekilde işçi partilerinin veya sosyalist partilerin güçlenmesi
sosyalizme hızlı bir geçişi beraberinde getirmeyince, Marksist teori daha reformist bir çizgiye
yönelmiştir. Bununla beraber hemen tüm Marksist yaklaşımlar bugün bile parlamenter
demokrasinin burjuvazinin yönetimini sağlayan örtülü bir sınıf egemenliği biçimi olarak
görmeye devam etmektedirler. Mesela Lenin, demokratik cumhuriyetin kapitalizm için en
olası politik kabuk olduğunu söyleyerek üçüncü enternasyonalde reformist eğilimleri
dışlamıştır.

Modern Marksizm (bazen Batı ya da neo-Marksizm olarak adlandırılır) Hegelci felsefeye


(diyalektik), Freudyen psikanalize, dil bilime, fenomenolojiye, anarşizme, liberalizme,
feminizme ve hatta rasyonel tercih teorisine dönerek Ortodoks Marksizm’in mekaniksel ve
determinist bakışına bir alternatif sağlamaya çalıştı ve özellikle ideoloji ve devlet analizine
girerek Marx’ın tahminlerinin başarısızlığını açıklamakla meşgul oldu (Heywood, 2012: 97-
98). Sonuçta sınıf iktidarını sadece üretim ilişkilerinde değil, devlet üzerinde sağlanan
kontrolde veya akıl ve vicdanlar üzerinde kurulan fikri hegemonyada aramaya koyuldular.
İktidar ve iktidarın tatbikinin sınırlarının olduğunu, kırılgan olduğunu ve bu sınırların ve
kırılganlıkların belli bir sınıf egemenliği içindeki çatışma, çelişki ve düşmanlıklarca
belirlendiğini düşünürler. İktidar aynı zamanda toplumsal ilişkilere ve yapılara gömülüdür
kişilere bağlı değildir fakat genel veya tekil bir iktidardan ziyade belli iktidarların olduğunu
vurgularlar. Bu çoğul iktidar odakları karşısında devlet egemen sınıfların temel (kapsayıcı)
çıkarlarına hizmet edecekse muayyen bir sınıfın tekil iktidarından ve çıkarlarından özerk
olmalıdır. Evet, iktidar hala sınıfsaldır fakat farklı sınıflar arasında dağılmıştır. Bu nedenle
genel anlamda belli bir sınıf iktidarının baskınlığı (domination) üzerinde odaklanmak yine de
gerekir. Çünkü örneğin kapitalist toplumlarda baskın olan iktidar burjuva sınıfının iktidarıdır
ama devlet genel kapitalin çıkarlarını özel kapitalin çelişen çıkarlarına karşı korumak
zorundadır. Kapitalist sınıf kendi içinde finans kapital-reel kapital, ithalatçı-ihracatçı,
toptancı-perakendeci gibi bir biri ile çelişen türlere sahiptir. Ama hepsi genel olarak kapitalist
sistemden yanadır. Bu yüzden kapitalist sınıf doğrudan iktidarını kullanmaz. Bu iktidar
demokratik dolayımdan-süzgeçten veya Claus Offe’nin deyimiyle “ayıklayıcı
mekanizmalarından” geçirilerek kapitalist çıkarlar adeta rafine edilir ve içine bir miktar genel
toplumsal çıkarlar eklenerek meşruiyet kazanır. Devlet potansiyel olarak bütün sınıflardan
özerk olma niteliği kazanmıştır ancak fiili olarak tam bir özerkliğe sahip değildir. Günümüz
Marksistleri sınıf baskınlığını örneğin Ortodoks Marksistlerin yaptığı gibi üretim güçlerinde
(hammadde, toprak, sermaye, teknoloji ve işbölümü gibi) aramaktan ziyade üretimin
toplumsal ilişkilerinde aramaktadırlar.

Gramsci’nin katkısı ve Modern Marksizm

1920’lerde Antonio Gramsci ideoloji ve siyasi üst-yapıların iktisadi temelden kısmen özerk
olduğunu gösteren ilk neo-Marksistir. O siyaset ve ideolojiyi önemsemiş, hatta devletin
ekonomik gelişmeyi engelleyebileceğini veya hızlandırabileceğini ifade etmiştir. Kısacası alt-
yapı ve üst-yapının karşılıklı göreceli özerkliğini kabul eden bir diyalektik benimsemiştir.
Hegemonya Gramsci’nin kullandığı anahtar bir kavramdır. Ona göre hegemonyayı baskın
sınıfların bazı sınıfsal hiziplere verdiği tavizler veya onlarla kurduğu ittifaklarla ve
diğerlerinin örgütlenme becerilerindeki zaafları kullanarak baskıyla değil rızayla yönetir ve bu
yönetimin istikrarını sağlar. Hegemonya için ekonomik güç yeterli değildir. Ekonomik gücün
hegemonya olması için bir ideolojiye ve toplumsal katmanlara kabul ettirilmesi gerekir
(rızanın önemi).

Gramsci bir sınıfın, devlet iktidarını ele geçirmesinden değil devlet olmasından
bahsetmektedir. Devlet, hegemonya mücadelesi sonucunda ortaya çıkan güçler dengesinin
şekillendirdiği bir kurumdur. Hegemonya devlette gerçekleşmez aksine önce sivil toplumda
kazanılır ve insanların artık doğru olarak kabul ettikleri yaşam biçiminde gizli olan
ideolojiden destek alır. Burada sivil toplum iktidar mücadelesinin gerçekleştiği alandır ve
siyasette kurumsal bir eylem olmaktan öte kültürel bir duyarlılıktır (Nash, 2016: 10).
Hegemonya doğal, gerekli ve vazgeçilmez olarak geniş kitlelerce kabul edilen bir iktidar
biçimidir. Gramsci, analitik bir amaçla sivil toplum-siyasal toplum ayrımı yapar. Ona göre
sivil toplum bireylerin günlük hayat ihtiyaçlarını, hukuku, gönüllü kuruluşları, fikirsel, dinsel,
manevi ve ahlaki hayatı barındırır. Sivil toplum ikna, beyinleri ve gönülleri fethetme aracıdır.
Siyasal toplum ise devleti meydana getiren, devletin baskı ve denetim aygıtlarına sahip
olmasının bir sonucu olarak yaptırım mekanizmalarını harekete geçirebilmesi ve kendini
topluma kabul ettirme aracıdır.
İdeoloji, deneyimlerimizin ve ilişkilerimizin gözden geçirildiği ve düzenlendiği bir araçtır.
Gramsci’ye göre İdeoloji, dünya ile ilişkilerimizi düzenleyen ve insanları belli bir hegemonik
projeye çeken fikirler ve değerlerdir. Devlet, örtük veya zımni bir ideoloji vasıtasıyla yönetir.
Bu ideoloji bireylerin çoğunluğu tarafından içselleştirilmiştir ama bir mutabakat ve uzlaşı
değildir. Devlet bu anlamda sadece bir baskı aracı olmadığı gibi tamamen tarafsız bir
gözlemci ve hakem de değildir.

Mesela Althusser, Gramsci’den esinlenerek devletin baskıcı aygıtları (hükümet, bürokrasi,


yargı, polis, asker vs) ile ideolojik aygıtları (basın, medya, okullar, üniversiteler vs) şeklinde
bir ayrım yapar. Bu ayrım tam bir kopma değilse de devletin iki yüzünü de göstermesi
açısından analitiktir. Marx’ın aksine Gramsci sivil toplumu da bir üst yapı unsuru olarak
görerek alt yapı-üst yapı ayrımını muğlaklaştırır. Böylece Gramsci, devrimci mücadeleyi
sadece üretim araçlarını ele geçirmek olarak değil sivil topluma hükmetmeye çalışmak olarak
tanımlar. Çünkü burjuva iktidarını zenginliğinden (ekonomiden) değil aynı zamanda sivil
topluma hükmetmesi sayesinde kültürden sağlar. Gramsci devrimci bir sınıf olarak işçileri
değil, kültür ve ideolojinin yayılmasını sağlayan aydınları görür. İdeolojiye verdiği öneme
rağmen Gramsci ideolojinin sınıf mücadelesinden kaynaklandığına dair Marksist inancı
korumaya çalışır. En büyük etken olsa da ekonominin siyaseti nihai olarak belirlemediğini
söyleyerek hegemonyanın dışında tutar ve siyaseti-politikayı daha öne çıkarır.

Althusser’e göre toplum, her biri kendi dinamiğine sahip çetrefil ve girift yapıların
ekonominin nihai belirleyiciliğinde bir bütünlüğüne bağlıdır. İdeoloji bireyleri bu yapılar
tarafından sağlanan konumlara uyan tebaaya dönüştürür. İdeoloji her ne kadar imgeler, mitler,
fikirler veya kavramlar gibi zihinsel kelimelerle tanımlansa da bilinçli bir akıl vasıtasıyla
işlemez. İdeoloji toplumsal pratikler (dini veya siyasi ritüeller) vasıtasıyla dünya ile
aramızdaki bilinçsiz ilişkilerimizde yaşar. Yani ideoloji sosyal yaşamlarımızdaki
deneyimlerimizi içeren adeta materyal bir formdur, ancak bireyler var oluşun gerçek
koşullarıyla hayali bir ilişki içerindedir.

Aralarında net sınırlar ve bu sınırlar üzerinde bir anlaşma bulunmamakla birlikte modern
Marksist teorisyenler, devleti veya devletin kapitalist sistemdeki rolünü üç farklı biçimde
resmederler. Bunlarda ilki olan araçsalcı yaklaşım, Marx’ın Kominist Manifestosunda geçen,
modern devlet erkânının bir bütün olarak burjuvazinin menfaat ve maslahatını gözeten bir
komiteden ibaret olduğu şeklindeki görüşü temel alır. Bu modele göre, iktisadi güç basitçe
siyasi güce dönüşmekte; liberal devlet şeklindeki bu siyasi güç aracılığıyla baskın olan
burjuva sınıfı daha alt sınıfları idare eder. Miliband “kapitalist toplumda devlet” adlı eserinde
devleti sadece bir araç olarak görür. Ralph Miliband kapitalist sınıfın hükümet politikalarını
açıkça kontrol ettiğini söyler. Örneğin refah devletinin işçi sınıflar lehine yaptığı reformları,
sadece sosyalizmin gelişine engel olmak için kapitalist sınıfların ödemek zorunda olduğu
küçük bir bedel olarak görür. Basitçe kapitalist sınıf hükümet politikalarını kontrol eder.
Miliband’ın katkısı; eğitim düzeni, medya ve din ve diğer bütün alanlardaki üst düzey
kişilerin ait oldukları toplumsal sınıf veya yetiştirildikleri kurumlar dahil hepsinin kapitalist
sınıf ve değerleriyle sıkı sıkıya bağlantılı olduğunu ve bu üst sınıfların temsilcileri olduğunu
göstermesindedir. Araçsalcı yaklaşım her ne kadar önemli katkılar sağlasa da şu sorulara
tatmin edici cevaplar sunmamaktadır:

Nasıl olur da refah devletinde işçi sınıfları temsil edilirken ve toplumsal koşulları
iyileştirirken bu sosyalizme değil de kapitalist sisteme hizmet eder? Veya refah devleti
politikaları nereye kadar kapitalist sistemi korur ve nereden sonra bir dönüşüm gerçekleştirir?
Devleti, tamamen bağımlı araçsal bir yapı olarak görmesi ve bunun bir sonucu olarak devleti
kapitalist sınıfın kontrolünden başka sınıfların eline geçince kapitalist olmayacağını ima
etmesi yapısalcı Marksistler tarafından eleştirilmiştir. Son zamanlarında Miliband devletin
kapitalist sınıf adına hareket ettiğini ancak kapitalist sınıfın emriyle hareket etmediğini
kabullenmiştir.

Yapısalcı yaklaşım özellikle Miliband’ın araçsalcılığına bir eleştiri olarak ortaya çıkmıştır.
Daha yapısalcı-işlevselci bir devlet tanımı yapmakta olan bu ikinci model Marksizm, devleti
toplumun iktisadi temellerindeki değişimle belirlenen üst yapısal bir kurum olarak
görmektedir. Bir yapısalcı Marksist olarak Nicos Poulantzas, kapitalist devletin (dikkat edin
Miliband’ın “kapitalist bir toplumda devleti” değil!), toplumsal düzenin farklı kademelerinde
yer alan sınıflar arasında uyum sağlamak ve sistemi bir bütün olarak düzenlemek işlevi
olduğundan bahseder. Yani devlet aygıtı; hükümeti, hukuk sistemi, vs. yoluyla sermaye
birikimi için gereken koşulları en uygun biçimde sağlamaya çalışır. Bunu yaparken de
toplumdaki güçler dengesini mutlaka gözetmeyebilir.

Althusser’in yapısalcılığına dayanan Poulantzas kendince daha bilimsel olan kapitalist devlet
teorisini geliştirmiş ve devleti göreceli olarak bağımsız ama baskın bir aşama olarak formüle
etmiştir. Devlet toplumsal oluşumun farklı düzeylerinde tutarlılığı sağlayan ve bir sistem
olarak geniş çaplı (global) dengeyi düzenleyen bir faktördür. Her ne kadar devletin bu
fonksiyonu kapitalist sınıfın uzun dönemli çıkarlarına hizmet etse de, devlet kapitalist sınıftan
kısmen bağımsızdır. Kapitalist devletin kapitalist sınıfın çıkarlarına en iyi şekilde hizmet
etmesi ancak kapitalist sınıfın devlet aygıtı içinde doğrudan yer almaması ile mümkündür. Bu
sayede devlet, bir bütün olarak kapitalist sınıfın hegemonyasını tesis edebilir. Sınıf
hegemonyasını garantileme sürecinde devlet hükmeden ve hükmedilen sınıflar arasında
ödünleşmelerin istikrarsız dengesi içinde eylemde bulunur.

Yapısalcı Marksizm’e göre devletin siyasal gücü önemli değildir, o kapitalist sistemin kendi
kendini üreten iktisadi zihniyetinin bir ürünü, epifenomenidir. Devlet içsel olarak yani yapısı
ve işlevi olarak kapitalist bir formdadır ve sermaye adına hareket eder. Diğer bir deyişle ne
sınıflara tarafsız davranır, ne de kendi gücü vardır. Demokrasi sınıf mücadelesini siyasal alana
taşır. Böylece sınıfların üyeleri olarak bireyler sınıf bağlarından koparak yasal olarak atomik
bireylere dönüşür. Devlet böylece bireyleri vatandaş-millet olarak birleştirirken, işçi sınıfını
parçalar. Kapitalist hukuk, siyasal krizlerin devlet krizlerine dönüşmesine engel olur.
Poulantzas, kapitalist devlet ve üretim ilişkilerinin, üretim tarzındaki gelişmenin belli bir
aşamasıyla bağlantılı tarihsel olarak spesifik olduğunu, sınıf mücadelesinin üretimden
devletin merkezine kaydığını ve nihayetinde devletin şeklinin ve işlevinin sınıf mücadelesi
tarafından belirlenmediğini ancak bu ilişkilerin çatışma formunda tarihsel bir ifadesi olduğunu
söyleyerek işlevselcilikten de biraz uzaklaşmıştır.

Devlet aygıtının farklı bölümlerindeki güçler, siyasi partiler ve politikacıları ile bürokratik
memurlar tarafından harekete geçirilir. Devlet pek çok kesimin siyasi ajanları ve
temsilcilerinin içinde faaliyet gösterdikleri bir yapıdır. Bu yapı içindeki ilişkiler, kapitalist
devlette kapitalist sınıfa daha yakındır, taraflıdır. Yani devlet bir yandan kapitalist sınıfı
örgütlerken ve aralarındaki çatışmaları hafifletirken öte yandan proleter sınıfı parçalar ve
örgütlenme becerisini sınırlar. Çünkü Marx’ın iddia ettiğinin aksine kapitalist sınıf, emekçi
sınıfa göre daha parçalıdır, farklı-çelişkili çıkarlara sahiptir ve her an kendi kendini yok etme
potansiyeli vardır. Bu yüzden birleştirici bir devlete ihtiyacı vardır. Devlet üretim araçlarını
doğrudan kontrol etmediği gibi sermaye sınıfı da devleti doğrudan kontrol etmez. Kapitalist
sınıfın doğrudan devlet içinde siyasi yönetici olması kapitalist sınıfların uzun dönemli
çıkarına aykırıdır. Bu durum hem kapitalist sınıfın genel çıkarları ve uzun dönemli sürekliliği
için hem de devlet aygıtının meşruiyeti ve gücü için gereklidir.

Claus Offe gibi yapısalcı Marksistler refah devletinin veya kapitalist devletin, kapitalizmin
çelişkilerini sonsuza kadar örtemeyeceği iddia eder çünkü refah politikalarıyla (bir nevi
rüşvet) toplumun bazı kesimlerinin kapitalist projeye destek vermeleri uzun dönemde devletin
çaresiz kalmasına neden olacaktır. Devlet zamanla pek çok çıkar grubundan gelen talep
yığınları altında yönetilemez hale gelecektir. Offe, kapitalist toplumun kendi içsel
“örgütlenme ilkelerine” (metaların mübadelesi veya piyasa ilişkileri) sahip birbirine bağlantılı
alt sistemlerden oluştuğunu, bu alt sistemlerden biri olan devletin baskın ekonomik alt
sistemin kendini yok edici eğilimlerine karşı mücadele ettiğini belirtir. Çelişkili ekonomik
alanın kriz eğilimlerini hafifletmek için sürekli müdahale etmek zorunda kalan devlet, ya
sonunda iflas edecek veya sınıfta kalmış bir alt sistem olacaktır. Diğer bir deyişle, kapitalist
devlet hiçbir zaman kapitalizmin çelişkilerini çözemeyecektir. İşçi sınıfı pasifleştirilse bile
işçiler bir gün kapitalist birikimi desteklemekten vazgeçecek ve nihayetinde bir “meşruiyet
krizini” üretecektir. Offe, devletin sosyal harcamaları ve vergileri azaltarak meşruiyet krizini
çözemeyeceğini bunun yeni çatışmalar ve anarşiye yol açacağını ifade eder.

Yapısalcılığın ekonomik belirlenimciliği geride bırakma çabası içinde kapitalist devletin


kapitalist sınıftan görece özerkliği fikri yeni bir ortodoksiye dönüşmüş ancak bu uzun süreli
olamamıştır. Kapitalist sınıfın kendi uzun dönemli çıkarını tam olarak bilememesinden
kaynaklanan -yapısalcı manada- kapitalist devlet ancak işçi sınıfının desteğine bağlı kalarak
ayakta durabiliyor demektir. Kapitalistlerde varlıklarını emek gücüne ve onun sömürüsüne
borçlu olduklarına göre kapitalist devlet varlığını en nihayetinde işçi sınıfının saflığına ve
merhametine borçlu olmaz mı? Devlet tüm bu ekonomik sınıflardan kısmi özerkliğini uzun
dönemli kapital birikimini sağlayacak şekilde nasıl koruyabilmektedir?

Bilindiği üzere yapısalcı kapitalist devlet algısı aktif bilinçli insan faillerine, toplumsal güce
veya sınıf mücadelesine yer vermeyerek determinizmini korumuya çalışmıştır. Bu eleştiriler
sonucunda örneğin yapısalcı-işlevselci Poulantzas bile, devlet ve hükümet politikasını “sınıf
mücadelesinin çelişkili etkilerini devletin kurumsal sisteminin içinde ayarlanması ve
koşullandırılması” olarak görmeye başlamıştır. Böylece devlet Jessop’un tabiriyle birleşik
olamayan kurumsal bir plüralizme sahip olmuş ve bir kapitalist üretim tarzı veya ekonomik
olarak hâkim sınıfla bağlantısı kalmamıştır. Devlet ile toplum arasındaki ilişkiler diyalektik ve
karşılıklıdır. Yani devletin gücü devlet içinde faaliyet gösteren siyasal güçlerin belli bir
andaki dengesini yansıtır. Bu üçüncü modele göre Marksistler, liberal devleti arabulucu bir
devlet olarak ve devletin kendisini bir sosyal ilişkiler alanı olarak görmektedir. Örneğin
Jessop, devlet iktidarı ve hükümet politikaları devletin kurumsal sisteminin aracılık ettiği ve
koşullandırdığı sınıfsal mücadelelerin çelişkili bir sonucudur der. Devlet farklı kapitalist veya
diğer stratejilerin çatıştığı stratejik bir alandır. Bu stratejik-ilişkisel yaklaşımdır.

Bu devletin, burjuvazinin menfaatlerinden kısmen özerk bir yönü vardır çünkü modern devlet
zamanla büyümüştür. Devlet kıscası verili bir yapı olmaktan öte, uzun bir süreç içerisnde sınıf
çatışmalarını içinde barındıracak şekilde kurumsallaşan bir yapıdır. Devlet ile toplumsal
sınıflar arasında bir ayrım yapmanın imkansızlığını kabul ederek ilişkisel yaklaşım
“kapitalizmin önceden verili hiçbir rotası yoktur” diyen Jessop (aktaran İyiekici, 2010: 306)
gibi düşünürlerce determinizmle bağını koparıp atmış olmaktadır. Bu aslında Marx’ın bir
devlet teorisi geliştirmek istemeyişinin arkasındaki ileri görüşlülüğün bir kanıtıdır. Marksist
kuram bir devlet teorisi geliştirmeye kalktıkça kendi kurucu ilkelerinden ödün vermek
zorunda kalmaktadır.
Burjuvazinin diğer sosyal sınıflar üzerinde bir hakimiyeti varsa sa bu hâkimiyetini koruması
giderek güçleşmekte ve devlet yapısı ve işleyişi ile burjuvazinin uzun vadeli çıkarı olan
kapitalist sistemin kendini yeniden üretimi için adeta bir arabulucu rolü oynayarak
gerektiğinde burjuvazinin gücünü sınırlandırabilmektedir. Ancak nihai olarak siyasal
kademelerde sadece sınıf çıkarları temsil edilmekte ve sınıf mücadelesinin önceden
belirlenemeyen yan ürünü olarak iktisadi güç devlet iktidarının nasıl kullanılacağını
belirlemektedir. Bu modelde devletin nispi özerkliğine rağmen iktisadi güç yine siyasi
iktidara dönüştürülmektedir çünkü devlet ancak tarihsel olarak yükselen sınıfların maddi
desteğiyle ayakta kalabilir. Bu bakış açısı işçi sınıfının da iktidar kaynaklarına (özellikle
ideoloji, örgütlenme ve kolektif hareket yoluyla) sahip olduğunu, bunun sonucunda işçi ve
kapitalist sınıf arasındaki farklı iktidar uyumlarına göre değişen kapitalizm biçimlerini ve
refah devleti rejimlerinin olacağını kabul eder. Alt-yapı ve üst-yapı hiyerarşik ayrımları yerine
veya belirleyen-belirlenen ayrımı yerine kendi kendini sınıf mücadelesi içinde düzenleyen alt-
yapılardan oluşan çoklu bir sistem tasavuruna dayanan ilişkisel yaklaşım görece özerk devlet
anlayışının da ötesine geçer (İyiekici, 2010: 321). Bu yönüyle ilişkisel yaklaşımın çıkar-
menfaat farklılıklarına ve birikimlerine dayanan liberal demokrasi modelinden temelde farklı
olduğunu söylemek zordur. Yani liberal devlete ve demokrasiye karşı veya onun alternatifi
olacak moral-ahlaki bir teori kurdmada başarılı olduğu söylenemez. Bu nedenle liberal
demokrasiye rasyonalist ve ahlaki-etik bir boyut kazandırmaya çalışan daha değer yönelimli
Marksist yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Biz bu değer yönelimli ahlaki yaklaşımlara genel bir
sıfat altında Post-Marksizm adını verebiliriz.

Marksist çatışmacı geleneğin (burjuva ve proletarya gibi iki sınıfa bağlı, komünizme doğru
ilerlemeci geleneği) bugün yerini Weber’in de etkisiyle sosyal çatışma kuramlarına bıraktığı
(çok sınıflı-süreklilik) görülmektedir. Sosyal çatışma kuramcılarına göre toplumda bir sürü
çatışan sınıf vardır ve bunlar karmaşık yatay ağlar içinde örgütlenmişlerdir. Ve artık devrimci
güç işçi (proleter) sınıf değil feminizm, çevrecilik, etnik kimlikler, gay-lezbiyen hakları
savunucularından oluşan yeni toplumsal hareketlerdir. Marksist çatışma kuramı ile sosyal
çatışma kuramları arasındaki temel farklılık sosyal çatışma kuramlarının çatışmanın
kaçınılmazlığına duydukları inançtır. Diğer bir deyişle çatışmanın ilerici –sınıflar ortadan
kalkınca çatışmada olmayacak şeklindeki- boyutuna inanmazlar. Diğer önemli bir ayrım,
sosyal çatışma kuramlarının çatışmayı sadece ekonomiye ve sınıfsal ayrımlara
bağlamamalarında yatar. Çatışma çoklu (ırk, cinsiyet, dil, dil ve yaş gibi), kültürel ve sosyal
bir olgudur.

Bu bağlamda eleştirel (Frankfurt ekolü) Marksizm araçsalcı aklın zaferinin işçi sınıfının
yanlış bilinçlenmesindeki rolüne değinerek daha felsefi bir yaklaşım getirirler. Araçsal akıl
kapitalist sistemi karakterize eder. Oysa “insani konuşmanın içsel telosu tüm iktidar
ilişkilerini dışlayıp sadece doğru argüman kurmaya dayanan özgür bir konuşma (ideal
konuşma ortamında) sonucunda bir rasyonaliteye, iletişimsel rasyonaliteye ulaşmaya
muktedirdir. Bu yönüyle Habermas radikal demokratlardan ayrılır çünkü aşağıda radikal
demokratlar hiç kimsenin dışlanmadığı bir rasyonel uzlaşının sağlanamayacağını belirtirler.
Habermas, İletişimsel eylem teorisinde iletişimsel aklın ilerici bir güç olduğunu göstermeye
çalışır. Habermas aydınlanmanın ve modernitenin bitmemiş bir proje olarak sürdüğünü
belirttiğinden post-Marksistlerden ayrılır ve daha çok Frankfurt Okulu veya eleştirel
sosyolojinin, müzakereci demokrasinin savunuculuğunu yapar.

Habermas modern toplumun “iki düzeyli” bir teorisini kurar. Birincisi kültür, toplumsal
normlar ve bireysel kimliklerin yaşam dünyası iken, diğeri modern kapitalist toplumun
kimliksiz ticari ve bürokratik sistemidir. Yaşam dünyasının örgütleyici ilkesi özneler arası
iletişimdir ve özgür ve eşit katılımcılar arasındaki “ideal konuşma ortamına” dayanır. İnsan
iradeleri kabullenilmiş geleneklerin otomatik belirleyiciliğiyle değil, söylemsel biçimde
oluşacaktır. Oysa amaçsal-rasyonel eylem modern bürokratik-yasal sistemde genişlemekte ve
giderek para ve iktidarın dilsizleştirdiği medya genellemeleriyle koordine edilmektedir.
Böylece yaşam dünyası (kültür), devletin idari rasyonalitesi ve ticarileşmenin araçsal aklı
tarafından sömürülmekte ve daralmaktadır. Ve maalesef işçi sınıfı da bürokratikleşmenin ve
metalaşmanın sonucunda direnecek bir durumda değildir. Ancak bir dizi sosyal hareketler
(feminizm, Yeşiller, barış ve insan hakları aktivistleri, etnik hareketler) iletişimsel rasyonel
söylemin hem savunucuları hem de sonuçları olarak yaşam dünyasını daha fazla
şekillendirmektedir. Bu hareketler üyelerinin doğrudan çıkarlarına değil, kimlik ve prensipler
üzerine kurulu olduklarından siyaseti ve yaşam dünyasının demokratikleşmesine yardımcı
olurlar.

Dolayısıyla sivil toplumun veya sivil alanın toplumsal çatışmanın ahlaki mantığının
gelişmesine ve pratik-eleştirel eylemin merkezi olacağına inanırlar ve ekonomik sınıfların
ilerici gücü yerine bu yeni hareketleri ilerici olarak sınıflarlar. Bu “postmarksist” (Laclau ve
Mouffe) yaklaşımlar özgürlükçü mücadeleyi hiçbir sosyal amilin tek başına
arkalayamayacağını ve hatta mevcut iktidar yapılarına en radikal mücadeleyi ekolojik veya
gay-lezbiyen hareketlerin verebileceğini söylerler. Mouffe ve Laclau’a göre solun yapması
gerekenin liberal demokrasiye içsel olan çelişkinin yarattığı gerilimi kullanarak çoğulcu
demokrasiyi radikalleştirmektir. Bu çelişki liberalizm ve demokrasi arasında zaten vardır.
Örneğin demokrasi ulus devleti, eşitliği, halkın iradesini, siyasal katılımı ve vatandaşlığı ön
plana çıkarırken liberalizm kozmopolit haklar ve özgürlükleri, evrensel ahlakı, bireyi veya
insanlığı, sınırlı devleti ve aklın evrenselliğini ön plana çıkarır. Liberalizm demokrasinin,
demokrasi liberalizmin adeta anti tezidir. Bu ikisini aynen alıp bir araya getirdiğimizde bir
sentez başarmış olamayız. Çünkü sentez her ikisinin içinden üstün olan yönleri alıp değersiz
olanı dışarıda bırakan ve sonuçta ikisi de olmayan bir şeydir. Liberal demokrasi ne liberalizm
ne de demokrasidir, doğal olarak liberal demokrasi imkânsızdır. Bu ikisinin bir araya
gelmesiyle bir sentez değil bir paradoks oluşur. Ancak bu paradoks üzerinden demokrasiyi
radikalleştirerek ve liberalizmi ise çoğulculaştırarak daha demokratik ve daha liberal bir
dünyaya yelken açabiliriz.

Liberal demokrasi minimal seviyede de olsa örneğin anayasal ve temel kurumlar alanında bir
uzlaşımın mümkün olduğunu iddia eder. Eğer bu uzlaşımın dışında kalanlar var ise ki mutlaka
vardır onlar aşırı-uç, dışarıda, düşman ve kötüdür. Oysa siyasal olanın için çatışma vardır, güç
asimetrisi vardır. Doğru olan şey veya üzerinde uzlaştığımızı varsaydığımız her konu
semboliktir ve güç ilişkileri sayesinde oluşturulur. Her karar bir kapanıştır ve her kapanma bir
dışarıdaki ve öteki yaratır. Mouffe (2000: 47) Habermas gibi müzakereci demokrasi
yanlılarının rasyonel tartışmayı ve aklı siyasetin merkezi unsuru haline getirerek ahlak ve
adaleti tesisi etmeye çalıştıklarını belirtir. Ancak Mouffe’a göre siyaset çıkar, güç ve
tercihlerin birikimi olarak siyaset hala ekonomik bir temele sahiptir.

Doğal olarak ancak çatışmacı, post-modern (yani evrensel akılcılığı yadsıyan) ve yapı
sökümcü bir yaklaşım liberal demokrasilerin bu çelişkilerini aşmamıza ve gerçek çoğulculuğu
sürdürmemize yardımcı olur. Bu çatışmaların bir uzlaşıyla çözümlenmesini şart koşmaz veya
müzakereci demokrasinin sonucunda ortaya çıkacak iletişimsel bir rasyonalitenin olasılığını
yadırgar. Eşitlik ulaşılamayacak bir gayedir, mutlak eşitlik duyarlı olmayan bir eşitliktir.
Liberalizm siyasal eşitliği savunurken ekonomik ve sosyal eşitliği özgürlüğe aykırı bulur.
Demokrasinin sağladığı eşitlik homojenize edicidir, farklılıkları ve azınlıkları dışlar. Oysa
dışladığımız farklılıklar aynı zamanda içselleştirdiğimiz özdeşliğimizi oluşturur. Her eşitlik
kendi içinde bir eşitsizlik barındırır çünkü eşitlik evrensel ve genel değil kısmi ve özel alanlar
ve meseleler için geçerlidir.

Bu kavgacı plüralizm, radikal bir demokratikleşme etkisi yaratacak; vatandaşları pasif hak
sahipleri yerine yeni haklar yaratan ve edinen aktif birliklerin ve toplulukların yaratıcıları
yapacaktır. Radikal demokrasi sonuçta devlet ve vatandaş arasında, özel ve kamusal alan
arasında, birey ve toplum arasında yepyeni ilişkilerin doğuşuna yol açacaktır. Kısacası post-
Marksistler özgürlük ve eşitlik mücadelesinin sonsuza kadar devam edeceğine, bir
sosyalizmle sonuçlanmayacağına, zaten bu bitmeyen demokratik radikalleştirmenin sosyalist
projenin kendisi olduğuna karar verirler. Mücadele sadece kapitalizme karşı değil her türlü
anti simetrik itaatkârlığa ve bağlılığa karşı yapılacaktır.

You might also like