You are on page 1of 333

PROF. DR.

İLHAN ARSEL

Kur’an’ın Eleştirisi 2

Semavi Dinlerin “Kutsal” Bilinen Kitapları:3

KAYNAK YAYINLARI
İÇİNDEKİLER

KUR’AN’IN ELEŞTİRİSİ BÖLÜM III: KUR’AN’IN BİLİMSELLİK AÇISINDAN ELEŞTİRİSİ ........ 5


I - KUR’AN’DAKİ SONU GELMEZ TEKRARLAMALAR VE BUNDAN DOĞMA SAKINCALAR . 16
II - KUR’AN’DAKİ UYUMSUZLUKLAR, TUTARSIZLIKLAR, KAPALILIKLAR VE
ANLAŞILMAZLIKLAR HAKKINDA (“APAÇIK” OLDUĞU SÖYLENEN KUR’AN’IN “APAÇIK”
OLMAYAN YÖNLERİ) ................................................................................................................ 31
III - “APAÇIK” VE “ANLAŞILIR” ŞEKİLDE GÖNDERİLDİĞİ SÖYLENEN KUR’AN, İSTER
“BİÇİM”, İSTER “KAPSAM” VE İSTER “İÇERİKLİK” BAKIMINDAN OLSUN, HER YÖNÜYLE
“APAÇIK” OLMAKTAN, “ANLAŞILIRLIKTAN” UZAKTIR. ....................................................... 38
A) “Kur’an” Sözcüğünün Kökeni, Anlamı; Kur’an’ın Ne Zaman, Ne Şekilde İndiği
Konusundaki Anlaşmazlıklar ve Tartışmalar ......................................................................... 39
B) Kur’an’ın Başlangıç Sözcükleri Olan “Besmele”nin “Ayet” Olup Olmadığı ve Namazda
Sesli Okunup Okunmayacağı Konusundaki Anlaşmazlık ....................................................... 42
C) Kur’an’daki “Elif”, “Lam”, “Mim”, “Sad”, “Ra”, “Kaf”, “Ta”, “Sin”, “Mim”, “Ha”, “Him”,
“Nûn” Şeklindeki “Başlangıç Harfleri”nin Ne Anlama Geldiği Bilinmez!.............................. 44
D) Kur’an’daki Ayetlerin Sayısı, İniş (Nüzul) Sırası ve Zamanı... Gibi Konular, “Apaçık”
Olmaktan Çok Uzak; Hep Tartışmalı! .................................................................................... 46
IV - KUR’AN’I “APAÇIK” OLMAK ÜZERE İNDİRDİĞİNİ SÖYLEYEN TANRI, ÇOĞU ZAMAN
ONU ANLAŞILAMAZ NİTELİKTE KILMAKTA, HATTA BAZI HALLERDE
ANLAŞILMAMASINDAN YANA OLMAKTA! .............................................................................. 53
V - KULLARINI İNANÇ BOCALAMASINDA BIRAKMAMAK İÇİN TANRI, BAZI AYETLERİ
ANLAŞILAMAZ NİTELİKTE KILMIŞ! ....................................................................................... 56
VI - “APAÇIK” OLDUĞU SÖYLENEN KUR’AN’IN, “APAÇIK” OLMAYAN YÖNLERİNDEN
DİĞER BAZI ÖRNEKLER! (DEVAM) ........................................................................................ 63
“Hakka” ve “Tekvir” Surelerinde Geçen “Elçi” Sözcüğünün Muhammed’i mi Yoksa Cebrail’i
mi Kastettiği Bilinmez (Hakka Suresi, Ayet 40; Tekvir Suresi, Ayet 19-21) .......................... 63
Hicr Suresi’nde Geçen “Ormanlık Yerde Oturanlar” Deyiminin “Medyen” Halkına Ait Olup
Olmadığı Konusunda Anlaşmazlık Var (Hicr Suresi, Ayet 78-99) .......................................... 65
Al-i İmran Suresi’nin 188. Ayetinin Ne Vesileyle İndiği Konusunda Anlaşmazlık Var (Al-i
İmran Suresi, Ayet 188) ......................................................................................................... 65
A’raf Suresi’nde Geçen, “Dilini Sarkıtıp Soluyan Köpek” (A’raf Suresi, Ayet 175-177)
Sözlerinin Kime Yönelik Olduğu Kesin Olarak Bilinmez ....................................................... 66
Hûd Suresi’nin 118. ve 119. Ayetlerinde Geçen “Bunun için” Deyiminin Anlamı Üzerinde
Anlaşmazlık Var ...................................................................................................................... 67
Kehf Suresi’nde Geçen “Al-Rakîm” Sözcüğünün Ne Olduğunu Kimse Bilmez (Kehf Suresi,
Ayet 9) .................................................................................................................................... 68
Muhammed’in Eş Değiştirmesiyle İlgili Olarak, Ahzab Suresi’nin 52. Ayetinde Yer Alan
Hükmün Kaldırılıp Kaldırılmadığı Belli Değil (Ahzab Suresi, Ayet 52) .................................. 68
Kur’an’ın Pek Çok Ayetinde Geçen “Hanif” Sözcüğünün Esas Anlamının Ne Olduğu
Bilinmez ................................................................................................................................. 69
İki Denizin Birleştiği Yerde Balıklarını Unutan Musa’nın Hikâyesi (Kehf Suresi, Ayet 60-64)
................................................................................................................................................ 71
Kehf Suresi’nde Sözü Edilen “Zülkarneyn” Konusunda (Kehf Suresi, Ayet 83-84) .............. 75
Kadir Suresi’ndeki “Kadr” Sözcüğünün Anlamı Belli Değil! .................................................. 76
Maide Suresi’nin 87. ve 88. Ayetlerinin, “Mut’a” Evliliğini “Helal” Kılmak İçin mi, Yoksa
Müslümanların Kendilerini Et, Kadın vs... Gibi Şeylerden Mahrum Kılmamalarını Sağlamak
İçin mi İndiği Konusunda Anlaşmazlık Var ............................................................................ 77
Kitaplılar’ın Anlaşmazlıkları Konusunda Muhammed’in Hüküm Verip Veremeyeceği
Konusundaki Anlaşılmazlık (Maide Suresi, Ayet 42,49) ........................................................ 79
VII - KUR’AN’DAKİ “ANLAŞILMAZLIKLARIN NEDENİ, SADECE AYETLERİN “APAÇIK”
OLMAYIŞI İLE DEĞİL, GELİŞİGÜZEL VE KARMAKARIŞIK ŞEKİLDE SIRALANMALARIYLA
DA İLGİLİDİR .......................................................................................................................... 119
VIII - KUR’AN’DAKİ ANLAŞILMAZLIKLARIN DİĞER NEDENLERİ HAKKINDA (DEVAM) .. 124
A) Günlük Siyaset Gereği Olarak ya da Bilgi Yetersizliği Nedeniyle Ortaya Çıkan
Anlamsızlıklar ....................................................................................................................... 124
B) Yabancı Kaynaklardan Yapılan Aktarmalardan Doğma Anlamsızlık ve Anlaşılmazlıklar 128
IX - KUR’AN’DAKİ BİÇİMSEL UYUMSUZLUKLAR VE TUTARSIZLIKLAR HAKKINDA
(DEVAM) .................................................................................................................................. 136
A) Kur’an’daki Kronolojik Tutarsızlıklar (Tertipsizlikler) .................................................... 137
B) Zaman ve Anlam Bakımından Farklı Dönemlere Ait Olması Gereken Hükümlerin
Düzenlenmesindeki Tutarsızlıklar ve Uyumsuzluklar ......................................................... 156
C) Surelerin ve Ayetlerin Bilimselliğe Ters Düzende Yer Almalarının Yarattığı Olumsuzluklar
Konusunda ........................................................................................................................... 164
İÇERİKLİK VE BİÇİMSELLİK BAKIMINDAN, KUR’AN’DAKİ TUTARSIZLIKLAR,
UYUMSUZLUKLAR VE BİLİMSELLİĞE AYKIRILIKLAR (DEVAM) ....................................... 168
XI - “KUR’AN AYETLERİNDE TAKDİM-TEHİR VARDIR” DİYEREK, TUTARSIZLIKLARI,
UYUMSUZLUKLARI VE ANLAMSIZLIKLARI GÖZ ARDI ETME ÇABALARI ......................... 257
XII - KUR’AN’DAKİ KISSALAR (HİKÂYELER, MASALLAR) BÖLÜK PÖRÇÜK, ÇOĞU KEZ
KOPUK, BAŞI SONU BELİRSİZ ŞEKİLDE ANLATILIR .......................................................... 278
KUR’AN’IN ELEŞTİRİSİ BÖLÜM III:
KUR’AN’IN BİLİMSELLİK AÇISINDAN ELEŞTİRİSİ

19. yüzyılın ortalarında Avrupa’nın en geri kalmış iki ülkesinden biri Çarlık
Rusya’sı, diğeri ise Osmanlı imparatorluğu idi. O dönemin ünlü bir düşünürü, bu
iki ülkenin geleceğe yönelik durumlarını bilimselliğe vurarak şu kıyaslamada bu-
lunmaktaydı: “Rusya muhtemelen gelişme sürecine girecek ve içinde bulunduğu
atalet’ten sıyrılabilecektir; fakat Osmanlı İmparatorluğu için böyle bir ihtimal
söz konusu olamaz; çünkü Osmanlı Kur’an’a bağlıdır.” Tarihi gelişme göstermiş-
tir ki, bu sözlerde “kehanet” değil, gerçek yatmaktaydı. Nitekim bilindiği gibi
Rusya, 20. yüzyılda yeryüzünün iki “Süper Devleti”nden biri kertesine erişmiş,
Osmanlı Devleti ise, bütün reform çabalarına rağmen, Kur’an’a saplanmışlık ne-
deniyle yok olup gitmiştir. Atatürk’ün yarattığı Cumhuriyet, Kur’an rehberliği
yerine, akıl rehberliğine dayalı olduğu içindir ki, yeryüzünde mevcut bütün İslam
ülkelerinin önüne geçmiş, siyasal ve sosyal alanlarda uygarlık sürecine girmiş ve
işte bugün Avrupa Birliği’ne üye olma şansına erişmiştir. Bu örnek, bir kez daha
şu gerçeği ortaya vurmuştur ki, Kur’an’a dayalı olarak hiçbir toplum için siyasal,
sosyal, ekonomik ve daha doğrusu fikirsel ve bilimsel yönde gelişme olasılığı yok-
tur. Nitekim 1400 yıllık İslam tarihi bunun böyle olduğunun kanıtıdır. Birçok
yayınımızda değindiğimiz gibi, her ne kadar iki yüzyıl gibi kısa sürelik bir İslam
uygarlığından söz edilirse de, bu uygarlık Kur’an’dan kaynaklanmış değildir; Eski
Yunan bilimlerinden kaynaklanmış ve bu kaynaklardan koptuğu an son bulmuş-
tur.

Ne yazık ki, tarihsel gerçeğin bu olduğundan habersiz aydınlarımız ve onla-


ra mihmandarlık eden mollalarımız, İslam vahyi demek olan “Kur’an” ile “akıl”
arasında uzlaşmazlık bulunmadığını, Kur’an’ın akla hitap ettiğini ve onu kendi-
sine “rakip” ya da “muhalif görmediğini söylemekten ve genellikle vahyi aklın
önüne geçirme heveslerinden kendilerini alamazlar. Oysa İslam vahyi, akla önem
ve değer vermez; vermek şöyle dursun ve fakat aklı, her hususta kendisine baş
eğmekle görevli bir robot bilir. İslam’da “vahiy” ile “akıl” arasında uzlaşma diye
bir şey yoktur ve olamaz; çünkü “vahiy” Tanrı’nın (yani “Yaratan”ın) iradesi,
“akıl” ise insanın (yani “Yaratılan”ın) iradesini yapan şey olarak kabul edilir.
Tanrı’nın her şeyi bildiği, insanın ise hiçbir şey bilmediği faraziyesinden hareket-
le, vahyin akla rehberlik etmesi beklenir.

Ne var ki, akıl, vahyin rehberliğine tabi kılındığı an müspet ilim yapamaz
durumda kalır; çünkü “müspet ilim” denen şey, aklın bağımsız olarak iş görebil-
mesiyle, deney ve eleştirilere girişebilmesiyle, tez-antitez gibi “diyalog” usullerine
dayalı olarak senteze ulaşabilmesiyle, doğa olaylarındaki “sebep” ve “illet” ilişki-
lerini akılcı yoldan ortaya vurabilmesiyle, “olay” ile “sonuç” arasında değerlen-
dirme yapabilmesiyle elde edilebilen bir şeydir. Oysa İslam vahyi, ne deney ve
eleştiriye, ne tartışma usullerine, ne “sebep ve illet” ilişkilerinin incelenmesine,
ne de aklın özgür ve serbest işleyişine olanak tanır. O kendisini, yanılmazlığın
işareti ve “mutlak gerçeğin” ta kendisi olarak her şeyin üstünde görür; bu neden-
le hiçbir konuda akıl ile uzlaşma gereği hissetmez. Nitekim Kur’an’ı gözden ge-
çirdiğimizde tanık olduğumuz ilk şey, vahiy ile aklın her konuda çatıştığıdır. Bu
çatışma, insan sorunları alanında olduğu kadar evren ve doğayı kapsayan tüm
sorunlar bakımından kendini belli der; başka bir deyimle Kur’an’ın ne “Tanrı”
anlayışı, ne “insan” anlayışı, ne de “evren” anlayışı, akılcı verilerle bağdaşabilir
nitelikte şeylerdir. Bu hususlardan bir kısmına daha önceki çalışmalarımızla de-
ğinmiştik; bir kısmına da yeni yayınlarımızla ayrıca değineceğiz, fakat aklın vahiy
ile uzlaşamaz olduğu hususundaki sayısız örnekten şu birkaçını tekrar anımsata-
lım ki, Kur’an’da, “Müşrikleri öldürünüz” “Tevbe Suresi, ayet 5) diye ayetler var;
Kur’an’da “İslam’dan başka bir dine yönelenler sapıktırlar” (Al-i İmran Suresi,
ayet 85; Saff Suresi, ayet vs...) şeklinde ayetler var; Kur’an’da Yahudileri ve Hı-
ristiyanları, Müslümanlığı kabul etmemelerinin cezası olarak “cizye” (kafa para-
sı) vermeye zorlayan, ödemedikleri takdirde onlara karşı savaş açılmasını öngö-
ren ayetler var (Tevbe Suresi, ayet 29); Kur’an’da, ana baba ve kardeş gibi yakın

6
akraba dahi olsalar “müşriklere”, “kâfirlere” mağfiret dilenmemesini öngören
ayetler var (Tevbe Suresi, ayet 113); Kur’an’da.

İslam’dan başka inançta olanlarla dost olmayı ya da onlara karşı sevgi ve


saygı beslemeyi yasaklayan ayetler var (Al-i İmran Suresi, ayet 28; Maide Suresi,
ayet 51-52, 57-60; Bakara Suresi, ayet 28-29 vs...); Kur’an’da, farklı inançta olan-
ları kötüleyen, aşağılayan daha nice ayet var. Bu ayetler 1400 yıl boyunca benim-
senmiş ve uygulanmış şeyler. Şimdi soralım: Hiç bu tür ayetlerin sağlam bir akıl-
la uzlaşabileceğini düşünmek mümkün olur mu? Hiç farklı inançtaki insanları
birbirlerine düşman kılan, birbirlerine boğazlatan vahiyleri akılcı temele oturt-
mak düşünülebilir mi? 1 Ve hele hiç, Tanrı’nın insanları kâfir yapıp, sonra onları
cezalandırmak için cehenneme attığını düşünmek mümkün müdür? (Örneğin,
Enam Suresi, ayet 125.)

Yine bunun gibi Kur’an, köleliği Tanrısal bir kuruluş olarak doğal bilir ve
örneğin, “Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile,
katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık harcayan (hür) bir
kimseyi örnek verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı?..” şeklindeki ayetler (bkz. Nahl
Suresi, ayet 75; Rûm Suresi, ayet 28, 30 vs...) yanında, erkeklerin diledikleri ka-
dar cariye (köle kadın) edinebileceklerine dair hükümleri (örneğin, Nisa Suresi,
ayet 3) içerir. Bu tür ayetlere dayalı olaraktır ki, Muhammed, yaşamı boyunca
köleler edinmiş, köleleri kendi hizmetinde çalıştırmış, köle almış, köle satmış,
böylece köleliği İslam’ın temel kuruluşlarından biri haline getirmek hususunda
kendinden örnekler vermiştir. Yine bu yüzdendir ki, kölelik, bütün İslam ülkele-
rinde 1400 yıl boyunca doğal bir kuruluş olarak benimsenmiş ve ancak uygar ül-
kelerin baskıları sonucunda resmen uygulanmaktan çıkarılmıştır. 2 Söylemeye
gerek yoktur ki, Kur’an’daki bu tür vahiyleri akıl ile uzlaştırmak mümkün değil-
dir; çünkü akıl, köleliği insan şahsiyetinin haysiyetine aykırı bulur.

1
Bu konuda bkz. İlhan Arsel, Aydın ve “Aydın”, yeni eklemelerle, gözden geçirilmiş ve yeniden
düzenlenmiş üçüncü basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, Mart 1997; Toplumsal Geriliklerimi-
zin Sorumluları Din Adamları, üçüncü basım, Kaynak Yayınları, Aralık 1996; İslam’a Göre Di-
ğer Dinler, birinci basım, Kaynak Yayınları, Mart 1999.
2
Bu konuda bkz. İlhan Arsel, Şeriat ve Kölelik, birinci basım, Kaynak Yayınları, Ağustos 1997.

7
Yine aynı şekilde Kur’an, kadını aşağılayan hükümlerle dolu! Kadını aklen
ve dinen eksik olarak tanımlamaktan, şahitlikte ya da miras paylaşmasında yarım
saymaktan tutunuz da, kadını, giyinmesine, oturup kalkmasına, sokağa çıkması-
na, konuşmasına, sesinin tonunu ayarlamasına, kocasının seks ihtiyacını kusur-
suzca karşılamasına ya da kocası tarafından dövülmesine varıncaya kadar her
hususta özgürlükten yoksun, aşağılık bir yaratık sayan vahiyler içermekte. 3 Hiç
bu tür vahiylerin akıl tarafından benimsenmesi mümkün müdür?

Yine bunun gibi Kur’an’da, bazı kişilerin gönüllerini İslam’a ısındırabilmek


için Tanrı’nın maddi çıkarlar sağladığına dair ayetler vardır ki (örneğin Tevbe
Suresi, ayet 60), Arabın ünlü ve güçlü kişilerini (Müellefetü’l-Kulub) İslam’a ka-
zandırmak maksadıyla konmuştur ve Taberi gibi yorumcuların açıklamalarına
göre “rüşvet” anlamına gelir.( Ki, aralarında, Muhammed’e karşı önce kafa tutan
Ebu Süfyan ya da Avf oğlu Malik, Habisoğlu Akra, Hişam oğlu Amr vs... gibi kim-
seler vardır.) Söylemeye gerek yoktur ki, akıl, Tanrı’nın bu tür yollara başvurarak
iş görebileceğini kabul edemez.

Yine Kur’an’da Tanrı’nın, tıpkı insanlar gibi, fakat onlardan çok daha büyük
bir ustalıkla hile yaptığına, tuzak kurduğuna dair ayetler var ki 4 (örneğin, Al-i
İmran Suresi, ayet 54; Enfal Suresi, ayet 30; Yunus Suresi, ayet 21), Tanrı fikri-
ne saygılı bir akıl için kabul edilemeyecek nitelikte şeylerdir. Yine aynı şekilde
Kur’an’da Tanrı’nın, sırf gözü kapalı şekilde boyun eğsinler diye, erkek kullarına
“memeleri yeni sertleşmiş ceylan gözlü güzel kızlar”, vaat ettiği yazılıdır ki (örne-
ğin, Rahman Suresi, ayet 46-78; Sad Suresi, ayet 49-52 vs...), Tanrı fikrindeki
kutsallığa inanmış bir akıl için, asla geçerli olamaz.

Kuşku edilemez ki, saymakla bitmeyecek kadar çok olan bu tür vahiylerle
aklın uzlaşabileceğini düşünmek güçtür. Aksine akıl, bunlara karşı her an isyan
edercesine muhtemelen şu soruları sorma ihtiyacındadır: İslam’dan başka din ve
inançtadırlar diye neden insanlar öldürülsün? Neden onlara karşı düşmanlık

3
Bu konuda bkz. İlhan Arsel, Şeriat ve Kadın, yeniden düzenlenmiş ve gözden geçirilmiş on
beşinci basım, Kaynak Yayınları, Ekim 1997.
4
Bu konuda bkz. Turan Dursun, Tabu Can Çekişiyor: Din Bu I, Kaynak Yayınları, İstanbul,
1990, s.74, 232.

8
beslensin? Neden ana baba ya da kardeşler için, farklı inançtandırlar diye mağfi-
ret dilenmesin? Önemli olan şey, insanlığa yararlı olmak, dürüst olmak, iyilikse-
ver olmak vs... değil midir? İslam’dan başka din ve inançta bulunan, iyi, dürüst,
insansever kimselere karşı neden sevgi beslenmesin? Neden Tanrı, insanlar ara-
sında köle olanlar ve olmayanlar diye ayrım yapsın ve insan haysiyetiyle bağdaş-
mayan bu tür bir eşitsizliğe yer vermekle övünsün? Neden Tanrı kadını aşağıla-
sın ve kadını aşağılamanın bütün insanlığı aşağılamak olduğundan habersiz bu-
lunsun? Neden Tanrı insanların gönüllerini açıp onları dilediği gibi Müslüman
yapmak gücüne sahip olduğu halde, onlara ganimetten pay ayırmak ya da güzel
kadınlar sağlamak gibi usullere başvursun?

Öte yandan vahiy, hiçbir şeyi akılcı yoldan ortaya vurmaz. Vahyin ortaya
vurduğu verilerde “sebep” ve “illet” ilişkisi ya da “olay” ile “sonuç” arasında ne-
densel değerlendirme diye bir şey söz konusu olmaz. Örneğin vahiy, “Altın ve
gümüş kaplarda yiyip içenlerin karınlarında cehennem ateşi kaynayacaktır” der.
Yani, altın ve gümüş kapta yiyip içmenin günah olup yasaklandığını belirtmek
ister. Fakat belirtirken bu yasağı, “olay” ile “sonuç” arasındaki nedensel ilişkilere
dayalı olarak değerlendirmez. Akla hitap etmediği için akılcı nitelikteki bir gerek-
çeye yönelmez. Yine bunun gibi vahiy, “Çorba içerken ya da yemek yerken çana-
ğın ortasından değil, kenarından başlayın” der ve ekler: “Çünkü Tanrının inaye-
ti çanağın kenarında toplanmış olup, ortasına doğru azalır.” Yine vahiy, “Yemek
yerken örtüye dökülen kırıntıları yiyin, aksi takdirde şeytan gelir onları yer” der.
Görüldüğü gibi, vahyin yaptırım gücü cehennem ateşiyle ya da cinler ve şeytan-
larla korkutmalara dayalıdır ki, gelişmiş bir aklın ciddiye alamayacağı şeylerdir.
Çünkü aklın yaptırım gücü, deney ve diyalektik usullerine dayalıdır. Kişi yaşam
kurallarının mantıksal anlamını ve amacını akılcı düşünce yoluyla öğrenmiş olsa,
örneğin çorbayı içerken çanağın ortasından değil, kenarından başlamakla dilinin
yanmayacağını ve çünkü çanağın kenarlarının orta kısma nazaran daha ılık oldu-
ğunu deneysel ve biçimsel mantık yoluyla bellemiş olsa, düşünme gücüne ve ya-
ratıcı zekâya yönelmekte güçlük çekmez. Böylece yaşamını ve davranışlarını akıl
ve mantık rehberliğiyle ayarlamak ve fikren gelişmek olasılığını bulur.

9
Öte yandan vahiylerden oluştuğu söylenen Kur’an’da, İslamcıların “ilim” di-
ye tanımladıkları her şey akla ve bilimsel araştırmalara ters düşer nitelikte şey-
lerdir. Nice örnekten biri olarak şunu verelim: Kur’an’a göre Tanrı, yeryüzünü
(arz’ı) bir döşek yapmış, uzatıp döşemiş ve dağları da birer çivi (ya da “kazık”)
olarak çakmış ve şöyle demiş:
“Biz yeri bir döşek, dağları da birer çivi (evtad) yapmadık mı?” (Nebe
Suresi, ayet 6-7; Nazik Suresi, ayet 32).

“O, o Tanrı’dır ki, yer’i uzatıp döşemiştir ve onda yerleşik dağlar yap-
mıştır...” (Rad Suresi, ayet 3).

Yeri döşek yapıp uzattığını ve dağları da çivi (kazık) olarak çaktığını söyle-
mekle Tanrı ne demek istemiştir? Belli değil. Bunun nedenini Tanrı, Kur’an’ın
başka yerlerine serpiştirmiş bulunduğunu ayetlerle bildiriyor ve diyor ki, dağları
çivi gibi çakmakla, yeryüzünün (ve içindekilerin) sallanmasını, sarsılmasını ön-
lemiştir: “Tanrı, sizi sallayıp çalkalamasın diye, yeryüzüne, yerleşik dağlar koy-
du...” (Nahl Suresi, ayet 15) 5. Anlaşılan o ki, Tanrı, deprem olmasın ve deprem
yüzünden insanlar sarsıntıya ve sefalete uğramasın diye, dağlan, yeryüzüne birer
çivi gibi çakıvermiştir. Söylemeye gerek yoktur ki, bu sözlerde akılcı bilime yatkın
hiçbir şey yok. Aksine bütün bunlar, aklın bilimsel ve deneysel yollarla cerh ettiği
şeylerdir.

Üstelik bir de şu var ki, “vahiy” diye öne sürülen bu yukarıdaki sözler,
“ilim” olsun diye sarf edilmiş değil, fakat sadece Tanrı’yı putlardan daha güçlü
imiş gibi göstermek için Muhammed tarafından Kur’an’a konmuş şeylerdir. Ni-
tekim Kur’an’da şöyle yazılı:

“(Allah) daha nice alametler (yarattı)... O halde yaratan (Allah), ya-


ratmayan (putlar) gibi olur mu? Hala düşünmüyor musunuz?” (Nahl
Suresi, ayet 16-17)

Dikkat edileceği gibi Tanrı, üstünlüğünü anlatmak için, hani sanki şöyle der
gibidir:

5
Aynı doğrultudaki sözler için ayrıca bkz. Enbiya Suresi, ayet 31; Lokman Suresi, ayet 10; Neml
Suresi, ayet 61; Fussilet Suresi, ayet 10; Kaf Suresi, ayet 7; Mürselat Suresi, ayet 27; bu ko-
nuda bkz. Turan Dursun, age. s. 232

10
“Ben yeryüzünü yarattım; sarsılmasın diye üzerine dağları çivi gibi çaktım.
Bunun gibi daha nice alametler yarattım. Şimdi düşünün bir kere: yaratıcı olan
ben mi üstünüm, yoksa yaratma gücünden yoksun olan putlar mı?” Üstelik de
üstünlüğüyle putlara meydan okuyan bu Tanrı, kullarıyla adeta alay edercesine,
“Hala düşünmüyor musunuz?” diye sormakta! Sanki bu yukarıdaki anlatımlar,
akılcı düşünceye yer verir şeylermiş gibi!

Yine bunun gibi Kur’an ayetlerinin büyük bir kısmı, aklı dışlayan efsane ni-
teliğindeki hikâye ve masallardan oluşur. Bu hikâyelerin ve masalların hemen
tümü, uydurma olaylarla ve hayali nitelikteki kahramanlarla doldurulmuştur.
Örneğin, tarih içerisinde “İbrahim Peygamber” diye bir kimse mevcut olmadığı
halde, Kur’an’da Tanrı’nın İbrahim’e “Müslim ol” dediği ve onun da “Müslim
oldum” dediği (Bakara Suresi, ayet 131-132); İbrahim’in ne Yahudi ne de Hıristi-
yan olmayıp “ilk Müslüman” ve “Müslümanların babası” olduğu (Al-i İmran Su-
resi, ayet 67; Hac Suresi, ayet 78); yakılmak üzere ateşe atıldığı halde ateşin onu
yakmadığı (Enbiya Suresi, ayet 68-70); Muhammed’in Tanrı tarafından onun
dinine eriştirildiği (Nisa Suresi, ayet 125; Enam Suresi, ayet 161); ya da buna
benzer hususlar belirtildikten sonra evlilik yaşamı ve çocukları (İshak ve İsmail)
hakkında bilgi verilir (İbrahim Suresi, ayet 37-41; Saffat Suresi, ayet 101-113);
ve sonra oğlu İsmail’i kurban olarak sunuşu hikâye edilir (Saffat Suresi, ayet
101-111). Oysa İbrahim’le ilgili hikâyeyi Muhammed, Tevrat’tan almış ve bazı
değişikliklerle Kur’an’a sokmuştur. Tevrat’a göre, İbrahim Yahudi ırkının babası
olarak kabul edildiği halde, Muhammed onu “hanif, “müslim” olarak Müslüman-
ların isim babası saymıştır. Ancak, ne var ki, tarihi verilere göre “İbrahim” diye
bir kimse yok. Tevrat’ı hazırlayanlar, eski Hint efsanelerinden yararlanarak ken-
di kafalarından İbrahim’i yaratmışlardır. Nitekim Tevrat’a göre, İbrahim’in ilk
adı “Abram”dır. Bu ad, Hint dilindeki “Brama”dan gelir. Hintlilerin “Yaratıcı”
diye bildikleri şeydir. Hintçe kökeni “Parabrahm” iken Farsçaya “Ahriman” ola-
rak girmiştir ki, “Kötülük Tanrısı” (ya da “Karanlıklar diyarının hükümdarı” an-
lamındadır. Babilonya esatirinde (mitolojisinde) ise, “Abarama” şekline sokul-
muştur ki, “çiftçi” anlamındadır. Kitabı Mukaddes yorumcularının uydurmasına
göre, güya bu çiftçinin ahfadından biri ilk “tek Tanrı” fikrine sahip olarak Ha-

11
ran’a ve oradan da Ken’an denen yere gitmiş ve İbranice “Abraham” olarak ta-
nınmıştır. Fakat her ne olursa olsun gerçek anlamda İbrahim diye tarihi bir şah-
siyetten söz etmek mümkün değil: gerek Tevrat’ta ve gerek Kur’an’da adı geçen
“İbrahim”, eski çağların esatirinden esinlenmiş bir şey. 6

Yine bunun gibi Musa ve onunla ilgili haberler konusunda da aynı şeyleri
söylemek mümkün. Şu bakımdan ki, Kur’an’ın çeşitli surelerinde, Musa’nın ya-
şam hikâyesiyle ilgili pek çok ayet var: Güya Tanrı, Mısır’da firavunların zulmü
altında yaşayan Yahudileri kurtarmak istemiş ve yeni doğan Musa’nın anasına,
“Musa’yı sandığa koy, sonra onu denize (Nil Nehri’ne) bırak, deniz onu kıyıya
atsın ve benim düşmanım ve onun düşmanı olan biri onu alsın...” demiş ve sonra
güya, Firavun’un karısı onu sudan çıkarıp sarayda yetiştirmiştir (Taha Suresi,
ayet 38 vd; Kasas Suresi, ayet 1-28); güya Musa büyüdükten sonra İsrailoğulları-
nı Mısır firavunlarının zulmünden kurtarıp, Tanrı’nın belli ettiği ülkeye götür-
müştür (Şuara Suresi, ayet 10-67); güya kavmini putlara tapmaktan vazgeçirmek
istemiş ve bu yüzden kötülenmiş, büyücülükle suçlandırılmıştır (Yunus Suresi,
ayet 78; 28; 19); güya kendisine İslami esasları kapsayan bir kitap, Tevrat vahye-
dilmiştir (Bakara Suresi, ayet 53; Enbiya Suresi, ayet 48; Neml Suresi, ayet 36-
37; Ala Suresi, ayet 19); güya Muhammed’in peygamber olarak geleceğini müjde-
lemiştir (Şura Suresi, ayet 13; Araf Suresi, ayet 157) vs...

Kur’an’daki Musa ile ilgili hikâyenin aslı Tevrat’ın “Çıkış” başlıklı kitabında
bulunmakta. Yahudiler onu kendi peygamberleri olarak bilirler. Ve işte Muham-
med, diğer hikâye ve masallar gibi, Musa hikâyesini de, Yahudi kaynaklarından
aktarmış ve aktarırken de kendine göre değişiklikler yapmıştır. Fakat her ne
olursa olsun bilimsel gerçek şu ki, Yahudi kaynaklarında (örneğin, Tevrat ve
Haggada gibi kitaplarda) Musa diye adı geçen kişinin aslı yok. Esasen Musa adı,
Yahudi adı da değil; Firavunlar döneminde Mısırlı bir kâhinin adıdır. Eski Mısır
dilinde “Musa” sözcüğü, “sudan çıkartılmış kişi” anlamına gelir. Yahudi din
adamları, Musa ile ilgili olarak Mısır tarihinden çaldıkları bir hikâyeyi kendi milli
gereksinimlerine mal etmişlerdir. Bunun böyle olduğunu bilimsel araştırmalar

6
Bu konuda pek çok yapıt var. Geniş bilgi için bkz. Lloyd M. Graham, Deceptions and Myths of
the Bible, Is the Holy Bible Holy? Is it The Word of God? New York, 1979, s.110 vd.

12
ortaya vurmuştur. Gerçekten de, 19. yüzyılın ünlü bilim adamlarından Karl Ric-
hard Lepsius, tarihi kazılar ve araştırmalar sonucu şunu kanıtlamıştır ki, Mı-
sır’da, firavunlar döneminde, Musa adındaki bir kâhin, bir grup cüzamlı insanı
peşine takmış, Mısır dışında bir bölgeye götürüp yerleştirmiştir. 7

Tevrat’ın ikinci kitabını (yani “Çıkış” adlı kitabı) yazan Yahudi din adamları,
bu Eski Mısır hikâyesini, kendi hayal güçlerine göre şekillendirmişler, kendi ka-
vimleri için bir tarih başlangıcı yapmışlardır. “Sudan çıkarılmış” anlamına gelen
Musa adına uygun düşecek şekilde düzenledikleri hikâyenin çok kısaltılmış şekli
şöyle:

İsrailoğullarını zulüm altında tutan Mısır Kralı, her doğan erkek çocuğunun
öldürülmesini emreder. Bunu duyan bir Yahudi, yeni doğan üç aylık çocuğunu
sazdan bir sepet içine koyup ırmağa bırakır. O sırada Firavun’un kızı ırmakta
yıkanmaktadır. Sepetteki çocuğu kendisine evlat edinir ve adını “Musa” koyup,
“Çünkü onu sulardan çıkardım” der. Musa büyüdükten sonra, Tanrı’nın yardım-
larıyla Yahudileri Firavun’un egemenliğinden kurtarır ve yine Tanrı tarafından
belli edilen ülkeye götürüp yerleştirir (Tevrat, “Çıkış”, Bap 1-40).

Ve işte Kur’an’da, Muhammed’in selefi ve örnek bir Müslüman diye gösteri-


len Musa, Yahudi din adamları tarafından Eski Mısır esatirinden esinlenerek,
hayal ürünü olmak üzere Tevrat’a geçirilen böyle bir Musa’dır.

İlerideki bölümlerde Kur’an’ın bu tür hikâye ve masallarından başkaca ör-


nekler vereceğiz. Ve göreceğiz ki, göklerin, yerin, dağların, denizlerin, insanın,
cin ve meleklerin vs. yaratılmasından tutunuz da 8, Âdemle eşinin, günahkâr ola-
rak cennetten kovulmalarına; Nuh’un tufan masalına; cumartesi yasağına riayet
etmeyen Yahudilerin maymun ya da sıçan şekline dönüştürülmüş olmalarına;
Üzeyr’in eşeğiyle birlikte yüz yıl ölü kılınıp, yeniden canlandırılmasına; cinlerin
Müslüman oluşlarına; Semud kavmine gönderilen Salih’in duası üzerine kaya
parçasının içinden dişi deve çıkmasına; Tanrı’nın Müslüman yapmak istediği

7
Bu konularda Karl Richard Lepsius’un, Denkmaler aus Agypten und Athiopien (Mısır ve Ha-
beşistan Mezar Taşları) adlı 12 ciltlik yapıtında geniş bilgiler var (Berlin, 1849-1860).
8
Bu konuda, Turan Dursun, Tabu Can Çekişiyor: Din Bu adlı yapıtlarına bakınız.

13
Ümeyye’nin şeytanlar tarafından Müslümanlıktan uzak kılınmasına, mağaraya
sığınmış gençlerin ve köpeklerinin 309 yıl boyunca uykuda kalmalarına; Süley-
man’ın karınca diliyle karıncalara, kuş diliyle kuşlara hitap etmesine; taş fırlatan
fillere; kesilen ineğin bir parçasıyla vurulan ölünün dirilmesine; gemiden denize
atılan Yunus’un bir balık tarafından yutulduktan sonra, günlerce balığın karnın-
da yaşayıp Tanrı’ya dualar etmesine ve sonra Tanrı tarafından kurtarılmasına;
Tanrı’nın şeytan aracılığıyla Eyüb’ü denemesine ve hile-i seriye yolunu seçmesi-
ne; Süleyman’ın mührünü ele geçiren şeytanın marifetlerine; Tanrı’nın günde
elli vakit namaz kılınmasını emredip, sonra bu emrini Musa’nın Muhammed
aracılığı ile yaptığı tavsiyeye uyarak günde beş vakit namaz şeklinde indirmesine
(miraç hikâyesine); ya da saymakla bitmeyecek bu tür anlatımlara varıncaya ka-
dar aklı dışlayan ne varsa her şeyi Kur’an’da bulmak mümkündür. 9

***

Daha önceki bölümlerde de değindiğimiz gibi, Kur’an’ı akılcı usullerle ince-


lemeye kalkıştığımızda, sonu gelmez ve gereksiz tekrarlamaların, sure ve ayetler-
deki düzensizliklerin, çelişki niteliğindeki tutarsızlıkların, uyumsuzlukların, batıl
inançların, efsane ve hurafe türünden hikâye ve masalların, tümüyle akılcı dü-
şünceye meydan okuyan verilerin varlığına tanık olmakla hayal kırıklığına uğra-
rız. Bizlere “Tanrı’dan başka hiç kimsenin bir benzerini ortaya koyamayacağı
mükemmeliyette yapıt” olarak tanımlanan Kur’an (Örneğin bkz. İsra Suresi, ayet
88; Hud Suresi, ayet 13-14; Kasas Suresi, ayet 49-50; Bakara Suresi, ayet 23-24;
Yunus Suresi, ayet 37-39 vs..) gerek biçimsellik yönünden ve gerek içeriklik
(muhteva) açısından tam manasıyla akılcı düşünceye meydan okur nitelikte bir
kitaptır. Örneğin, ibadetle ilgili hükümler, çoğu zaman hiç gereği ve yeri olma-
dan, hukuk ya da ekonomik sorunları kapsayan hükümlerle birlikte, iç içe geçmiş
olarak karşınıza dikiliverir. Ne zaman ve nerede söylendiği belli olmayan sözler,

9
Bu konuda bkz. İlhan Arsel, Şeriat’tan Kıssa’lar ve Şeriat’tan Kıssalar 2 adlı kitapları.

14
hiçbir bilimsel tasnife ve tertibe bağlı olmaksızın bir araya getirilmiş olup birbir-
leriyle ilgisi bulunmayan konular ve olaylar şeklinde ardı ardına dizilivermişler-
dir. Kur’an’ı derleyenler, hemen hiçbir konuyu sistemli, uyumlu (istikrarlı) ve
melodik bir şekilde işlemiş değillerdir. Çoğu konuları Yahudilerin ve Hıristiyanla-
rın “kutsal” bildikleri kitaplardan (Tevrat’tan ve İncil’den) aktarırlarken, anlam-
larını dahi bilmeden Kur’an’ın orasına burasına serpiştirmişlerdir. Ayetlerin bir-
birleriyle çelişki halinde bulunmaları bir yana, fakat bir de anlamları üzerinde
anlaşılmazlıklar ve anlamsızlıklar vardır ki, İslam din bilirlerini ve Kur’an yo-
rumcularını birbirlerine katmaya yeterlidir. Bütün bu hususları aşağıda kısaca
ele alacağız.

15
I - KUR’AN’DAKİ SONU GELMEZ TEKRARLAMALAR VE BUNDAN
DOĞMA SAKINCALAR

Kur’an bitmeyen ve bilimselliğe ters düşen tekrarlamalarla doludur: çoğu


zaman aynı sözcükler ve aynı tümceler, bazen birkaç ayet arayla ya da aynı sure-
nin ya da farklı surelerin çeşitli yerlerinde sıralanmış olarak yer almıştır. Çoğu
ayetler pek belirsiz değişikliklerle farklı yerlerde sonu gelmezcesine tekrarlan-
mıştır. Aynı dinsel olaylar ve aynı masallar, bölük pörçük şekilde farklı surelere
dağıtılmış olarak anlatılmıştır. Eğer bu tekrarlamalar ayıklanmış olsa, kitabın
hacmi muhtemelen üçte bire inecektir. Hemen belirtelim ki, insan zekâsının ve
düşünme gücünün yıpranmasında, bu gereksiz tekrarlamaların büyük bir rolü
olduğu muhakkaktır. Ve şu da muhakkaktır ki, bu tekrarlamalar, Kur’an’ın Tanrı
yapısı değil, fakat insan yapısı bir kitap olduğu kanısını pekiştirecek nitelikte şey-
lerdir. Kitapta yer alan tekrarların tümünü buraya sıkıştırmaya imkân olmadığı
için, birkaç örnekle yetineceğiz.

Her şeyden önce şuna işaret edelim ki, Kur’an sözcüğü, ayetlerde 70 kez
geçer; ayrıca da “kitap” sözcüğü şeklinde 75 kez yer alır ve bu ayetler en fazla
tekrar olunan ayetlerdir. 1 Hemen hepsinde Kur’an’ın Tanrı’dan gelme olduğu
konusu, benzeri deyimlerle belirtilmiştir; belirtilirken de Tanrı’nın “güçlülüğü”,
“bilginliği”, “efendiliği”, “hikmetliliği” ve “yüceliği” dile getirilmiştir. Örneğin,
Vakıa Suresi’nde Tanrı, yeminler ederek şöyle der: “Andolsun ki (Kur’an), dün-
yaların efendisinin (âlemlerin Rabbi’nin) indirmesidir” (Vakıa Suresi, ayet 80).
Bu aynı sözler Şuara Suresi’nin 192., Hakka Suresi’nin 43. ayetlerinde aynen
tekrarlanmakta! Yine bunun gibi Mümin Suresi’nde, “Kitabın (Kur’an’ın) indi-
rilmesi, güçlü ve hikmetli Tanrı katındandır…” (Mümin Suresi, ayet 1-2) deni-

1
Fakat bunun dışında “furkan”. “zikr” ya da “kitap” deyimleriyle de Kur’an’dan söz edilir. Bu
konuda bkz. Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1994, c.7,s.233
vd.
yor. Aynı sözleri Zümer Suresi’nin 1., Casiye Suresi’nin 2., Ahkaf Suresi’nin 2.
ayetlerinde aynen bulmaktayız.

Kur’an’ın uydurulmuş bir kitap olmadığı ve bir benzerinin insanlar tara-


fından yapılamayacağı hemen hemen aynı sözcüklerle tekrarlanmıştır (örneğin
Secde Suresi, ayet 1-3; Yunus Suresi, ayet 37-39 vd...). Yine aynı biçimde, “Bu
kitap, merhamet eden, merhametli olan Allah katından indirilmedir”, “Bu kitabın
indirilmesi güçlü ve hakim olan Allah katındandır”, “Kuşku yok ki Kur’an’ı biz
indirdik...”, “Kur’an, alemlerin Rabbi’nin indirdiğidir...” şeklindeki ayetler her
surede, hemen hemen aynı ve bazen ufak değişikliklerle tekrarlanarak sürüp gi-
der (bkz. Neml Suresi, ayet 6; İnsan Suresi, ayet 23; Şuara Suresi, ayet 23; Sec-
de Suresi, ayet 1-3; Vakıa Suresi, ayet 43; Mümin Suresi, ayet 1-2; Fussilet Sure-
si, ayet 1-2; İsra Suresi, ayet 88; Kasas Suresi, ayet 48-50 vd...). 2 Bunlardan bir-
çoğunda, Tanrı’nın daha önce başka ümmetlere (örneğin İsrailoğullarına) kitap
gönderdiği, fakat bu ümmetlerin anlaşamayıp ayrılığa düştükleri, peygamberleri-
ni yalanladıkları, bundan dolayı Tanrı tarafından cezalandırıldıkları, Muham-
med’in Tanrı tarafından “son peygamber” olarak seçildiği, kendisine Arapça
Kur’an verildiği, fakat bazı kimselerin ve kavimlerin Muhammed’i ve Kur’an’ı
inkâra kalkıştıkları, bunların tıpkı eskiler gibi cehennemlik oldukları, Tanrı’ya ve
Muhammed’e kulluk edenlerin cennete gidecekleri vs... anlatılmıştır. Bu tema,
özellikle Mekke döneminde indiği kabul edilen ayetlerin hepsinde bu minval üze-
re tekrarlanır: Zümer Suresi’nden (sure sırası 39) Ahkaf Suresi’ne (sure sırası
46) kadar olan surelere şöyle bir göz atmakla bunun böyle olduğunu anlamak
mümkündür.

Tanrı’nın kendi kendine övünmesi ya da Muhammed’i övmesiyle ilgili ayet-


ler sonu gelmez şekilde tekrarlanmıştır: “Doğrusu Allah... övülmeye layık olan-
dır” (Hac Suresi, ayet 64); “...Allah güç ve hikmet sahibidir...” (İbrahim Suresi,
ayet 4); “Allah göklerin ve yerin nurudur...” (Nur Suresi, ayet 35); “Allah, kendi-
sinden başka Tanrı olmayan, diri, kayyûmdur (uyumaz). Kendisine ne uyku gelir

2
İbid, s.236

17
ne de uyuklama. Göklerde ve yerde ne varsa onundur...” (Bakara Suresi, ayet
255).

Sayısız denecek kadar çok ayetlerle bu şekilde övünen Tanrı, neden dolayı
övülmeye layık olduğunu kanıtlamak üzere hep aynı şeyleri tekrarlayarak konu-
şur: gökleri ve yeri ve her şeyi yoktan var ettiğini, her şeyin kendisine ait olduğu-
nu, geceyi gündüze kattığını, göklerden su indirip yeri yemyeşil yaptığını, gök-
lerde ve yerde olan her şeyden haberli olduğunu, geçmişte olanı ve gelecekte ola-
cakları bildiğini vs.... söyler durur: “O görüleni de görülmeyeni de bilen, kendi-
sinden başka, Tanrı olmayan Allah’tır. O acıyıcı olandır (rahmandır), acıyandır
(rahmidir). O, kendisinden başka Tanrı olmayan, hükümran (melik), çok kutsal
(kııddûs), esenlik veren (selam), güvenlik veren (mümin), görüp gözeten (mu-
heymin), güçlü (aziz), buyruğunu her şeye geçiren (cebbar), ulu olan (mütekeb-
bir) Allah’tır... O var eden (halik), güzel yaratan (barı), yarattıklarına şekil veren
(musavvir) en güzel adlar kendisinden olan Allah’tır. Göklerde ve yerde olanlar,
onu tespih ederler. O, güçlüdür, hakimdir (hikmetlidir)...” (Haşr Suresi, ayet 22-
24; ayrıca bkz. Hac Suresi, ayet 61-66, 70, 74, 76). Bu arada putlarla rekabet ha-
linde görünür ve kullarının kendisinden başkasına tapmamalarını, tapacak olur-
larsa dünyanın sonunun geleceğini anlatır; anlatırken kendi kendini övmek için
yine yücelik tekrarlamalarına yönelir. Yönelirken kendi kendisine “hamd” eyler;
örneğin şöyle der:

“Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler


yapan Allah’a hamdolsun...” (Fatır Suresi, ayet 1).

Ya da şöyle ekler:

“Allah sizi (önce) topraktan, sonra meniden yarattı. Sonra sizi çiftler
(erkek-dişi) kıldı. Onun bilgisi olmadan hiçbir dişi ne gebe kalır ne de
doğurur. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da
mutlaka kitaptadır. Şüphesiz bunlar Allah’a kolaydır” (Fatır Suresi,
ayet 11; ayrıca bkz. Yasin Suresi, ayet 12 vd; ayrıca bkz. Fatır Suresi,
ayet 9, 11, 13, 15).

Bu arada putların güçsüz olduklarını anlatmaya çalışır:

18
“Eğer (putları) çağırırsanız, sizin çağırmanızı işitmezler. Faraza işitse-
ler bile size cevap vermezler. Kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı
reddederler” (Fatır Suresi, ayet 14).

Yüceliğini insanlara karşı da ilan ederek şöyle der:

“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Zengin ve övülmeye layık


olan ancak odur” (Fatır Suresi, ayet 16).

Bunlara benzer nice tekrarlamalar vardır. Gelmiş ve geçmiş halkların Tan-


rı’yı ve peygamberlerini yalanladıkları konusu da, çoğu kez tekrarlanan şeyler-
dendir ki, bir iki örneği şöyledir:

“Kendilerinden önce gelenler de yalanlamışlardı... Beni inkâr etmek


nasıl olur?” (Sebe’ Suresi, ayet 45);

“Seni yalanlıyorlarsa, bil ki, senden önce de nice peygamberler yalan-


lanmıştır” (Fatır Suresi, ayet 4);

“Eğer seni yalancı sayıyorlarsa, bil ki, onlardan öncekiler de yalan-


lanmışlardı... Beni inkâr etmek nasıl olur?” (Fatır Suresi, ayet 25-36).

Tanrı’nın, insanları tam bir keyfilikle dilediği gibi doğru yola soktuğu ya da
saptırdığı, “Müslüman” ya da “kâfir” yaptığı hususu da, sık sık tekrarlanan şey-
lerdendir. Örneğin, Kehf Suresi’nde şöyle yazılıdır: “Allah’ın doğru yola eriştirdi-
ği kimse hak yoldadır. Kimleri de saptırırsa, artık onu doğru yola götürecek bir
rehber bulamazsın” (Kehf Suresi, ayet 17). İsra Suresi’nin 97. ayeti de aynı nite-
likte ve yazılıştadır. İbrahim Suresi’nde, “...Allah dilediğini saptırır, dilediğini de
doğru yola iletir. Çünkü O, güç ve hikmet sahibidir” (İbrahim Suresi, ayet 4) diye
yazılıdır ve sanki “keyfilik”, güç ve hikmet sahibi olmanın bir gereğiymiş gibi ta-
nımlanmıştır. Nitekim Enam Suresi’nde Tanrı, dilediği kişinin gönlünü açıp
Müslüman yaptığını ve dilediğinin gönlünü daraltıp saptırdığını, kâfir yaptığını
söyler. Fakat sanki bu tür bir keyfilik yetmiyormuş gibi, bir de kâfir kıldıklarını
cehennemlerde yaktığını anlatarak “yüceliği”nin sınırsızlığını çizgilemiş gibidir
(örneğin, Enam Suresi, ayet 125).

Kur’an’ın bir öğüt olmak üzere gönderildiği hususu, özellikle Mekki ayetler-
de, devamlı şekilde tekrarlanır. Kamer Suresi’nin birçok ayetinde aynı sözcükler-

19
le şu vardır: “Andolsun biz Kur’an’ı, anlaşılıp öğüt alınması için kolaylaştırdık. O
halde düşünüp öğüt alan yok mudur?” (Kamer Suresi, ayet 17, 22, 32, 40). Hac
Suresi’nde birkaç ayet ara ve bir iki sözcüğün yer değiştirmesi suretiyle aynı şey-
ler şu şekilde tekrarlanmıştır: “Allah hakkında bilmeden tartışan... insanlar var-
dır” (Hac Suresi, ayet 3); “Bilmeden... Allah hakkında tartışan vardır” (Hac Su-
resi, ayet 8). Aynı surenin biraz daha aşağısında, “Doğrusu Allah, inananları ve
yararlı işler işleyenleri, içlerinde ırmaklar akan cennetlere koyar” (Hac Suresi,
ayet 14, 23) şeklindeki ayetlerin, az arayla tekrarı vardır. Bakara Suresi’nin 62.
ayetindeki, “Şüphesiz, inananlar, Yahudi olanlar, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden
Allah’a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri Rablerinin katın-
dadır. Onlar için artık korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir” (Bakara Suresi,
ayet 62) şeklindeki ayet, bir iki sözcük farkıyla Maide Suresi’nin 69. ayetinde ay-
nen tekrarlanmıştır. Rızkın Tanrı’dan gelme olduğu sık sık tekrarlanan şeyler-
dendir; örneğin, Sebe’ Suresi’nde yer alan, “De ki! Rabbim rızkı dilediğine geniş-
letir ve bir ölçüye göre verir” (Sebe’ Suresi, ayet 36) şeklindeki ayet, iki ayet son-
ra aynı sözcüklerle tekrarlanır (bkz. Sebe’ Suresi, ayet 39).

Enbiya Suresi’nin 76. ayetindeki, “Nuh da... bize yalvarmıştı; onun duasını
kabul edip, kendisini ve ailesini, büyük sıkıntıdan kurtardık” (Enbiya Suresi,
ayet 76) şeklindeki söyleniş, daha sonraki Saffat Suresi’nin 75. ve 76. ayetlerinde
karşımıza tekrar çıkar: “Nuh bize seslenmişti de, duasına ne güzel icabet etmiştik.
Onu ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtarmıştık” (Saffat Suresi, ayet 75-76). Yine
Nuh Suresi’ndeki, “Davud’la beraber tespih etsinler diye, dağları ve kuşları buy-
ruk altına aldık. Bunları biz yapmıştık...” (Nuh Suresi, ayet 79) şeklindeki söz-
ler, daha sonra Sad Suresi’nde ufak bir değişiklikle karşımızdadır: “Davud’u an...
Onunla beraber tespih eden dağları, kuşları... onun buyruğu altına vermiştik”
(Sad Suresi, ayet 18-19).

Yine Nuh Suresi’ndeki, “Süleyman’ın emriyle yürüyen şiddetli rüzgarı,


onun buyruğuna verdik.. Dalgıçlık yapan ve bundan başka işler de gören şeytan-
lardan da onun buyruğu altına verdik...” (Enbiya Suresi, ayet 81-82) şeklindeki
satırlar, Sad Suresi’nde şu şekilde karşımıza çıkar: “...istediği yere (Süleyman’ın)

20
buyruğu ile kolayca giden rüzgârı... dalgıçlık yapan şeytanları onun buyruğu
altına verdik...” (Sad Suresi, ayet 36-38).

Tanrı’nın Âdem’i yarattıktan sonra meleklerini ona secde ettirmek istemesi


ve meleklerin hep birden secde etmeleri, fakat bu emre karşı iblisin kafa tutup
kendisinin ateşten yaratıldığını, Âdem’in ise çamurdan yapıldığını ve dolayısıyla
ondan üstün olduğunu söyleyerek Tanrı ile tartışmaya girişmesi, bunun sonucu
olarak Tanrı tarafından kovulması Kur’an’ın Bakara (ayet 34 vd...), Kehf (ayet
50) Araf (ayet 11-18), Hicr (ayet 31-34), Sad (ayet 71-75), Taha (ayet 116), İsra
(ayet 61) surelerinde ve diğerlerinde, hemen hemen aynı ibarelerle tekrarlana-
rak anlatılır.

Hikâye ve masallar da, hep kesik kesik olmak suretiyle, bu şekilde devamlı
tekrarlamalar halindedir. Örneğin, Muhammed’den önceki peygamberlerin,
kendi kavimleri tarafından alaya alınıp inkâr edildikleri, inkâr edenlerin başına
belalar geldiği sık sık tekrarlanan şeylerdendir. Her tekrar edilişte Tanrı’nın gök-
leri ve yeri yarattığını, yolda yürünsün diye yollar yaptığını, gökten su indirdiğini,
insanlar binsin diye gemiler ve hayvanlar ihsan ettiğini ya da buna benzer şeyler
söyleyerek övündüğü görülür (bkz. Zuhruf Suresi, ayet 6-8, 9-15, 16-17; Duhân
Suresi, ayet 4-7, 17-25; Nahl Suresi, ayet 57-58, 63 vd...).

Musa ile Firavun hikâyesi, farklı surelerde ele alınmış ve aynı olaylar şek-
linde tekrarlanmıştır (bkz. Mümin Suresi, ayet 23-50; Enam Suresi, ayet 103
vd...; Kasas Suresi, ayet 38 vd...).

İbrahim’in karısına bir oğlu olacağının müjdelenmesi olayı çeşitli surelerde


aynı şekilde ve çoğu zaman aynı sözcüklerle tekrarlanmıştır. Örneğin Hud Sure-
si’nde, “Andolsun ki, elçilerimiz müjde ile İbrahim’e geldiler. ‘Selam sana’ dedi-
ler... Onlar, ‘Korkma, biz Lût milletine gönderildik’ dediler. Bu arada İbrahim’in
ayakta duran karısı gülünce ‘Ona İshak’ı, ardından Yakııb’u müjdeleriz,’ dediler.
‘Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı, kocam da ihtiyar olmuşken nasıl doğura-
bilirim? Doğrusu bu şaşılacak bir şey’ dedi; ‘Ey evin hanımı! Allah’ın rahmeti ve
bereketi üzerinize olmuşken, nasıl Allah’ın işine şaşarsın?’ (dediler)...” (Hud Su-

21
resi, ayet 69-74) diye yazılıdır. Şimdi üç sure sonraki Hicr Suresi’nin 52. ve 55.
ayetlerine göz atalım; aynı olayın hiç yeri yokken şu şekilde tekrarlandığını gö-
rürsünüz:
“İbrahim’in yanına girdiklerinde selam vermişlerdi; O, ‘Doğrusu biz
sizden korkuyoruz!’ demişti de, ‘Korkma, biz sana bilgin bir oğlun ola-
cağını müjdelemeye geldik’ demişlerdi; ‘Ben kocamışken bana müjde
mi veriyorsunuz? Neye dayanarak müjdeliyorsunuz?’ deyince, ‘Seni
gerçekten müjdeliyoruz, umutsuzlardan olma’ demişlerdi...” (Hicr Su-
resi, ayet 52-55).

Görülüyor ki, Hud Suresi’ndeki hikâye Hicr Suresi’nde pek ufak bir değişik-
likle yer almıştır. Şimdi 36 surelik bir atlama yapalım ve Zariyat Suresi’nde aynı
şeyleri tekrarlayan şu satırları okuyalım:
“Onlar İbrahim’in yanına girip ‘Selam sana’ demişlerdi, İbrahim de ‘Se-
lam size’ demişti. Hemen ailesine giderek semir bir buzağı getirmiş, on-
ların önüne sürüp ‘yemez misiniz?’ demişti. Yemediklerini görünce on-
lardan endişeye düştü; ‘Korkma!’ dediler ve ona bilgin bir oğul sahibi
olacağını müjdelediler; bunun üzerine karısı hayretle seslenerek geldi,
yüzünü kapayarak ‘Kısır bir kocakarı’ dedi. Melekler, ‘Bu böyledir,
Rabbin söylemiştir; doğrusu o, hakim olandır...’dediler...” (Zariyat Su-
resi, ayet 25-32).

Bazen ibadetle ve hukukla ilgili ayetler, iç içe girmiş olarak, çeşitli surelerde
aynı sözcüklerle tekrarlanmıştır:
“Onlar, eşleri ve cariyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten korur-
lar. Doğrusu bunlar yerilemezler. Bu sınırları aşmak isteyenler, işte
bunlar aşırı gidenlerdir. Onlar emanetlerini ve sözlerini yerine getirir-
ler. Namazlarına riayet ederler. İşte onlar, temelli kalacakları firdevs
cennetine varis olan mirasçılardır” (Mü’minûn Suresi, ayet 6-11).

Yukarıdaki ayetin Mearic Suresi’nin 29. ve 36. ayetleriyle aynen tekrarlan-


dığını görmekteyiz; araya sadece “Şahitliklerini gereği gibi yaparlar” tümcesi
sıkıştırılıvermiştir.

***

22
Kur’an’da yer alan tekrarlamaların nedenleri pek çeşitlidir. Bu nedenleri,
Muhammed’in unutkanlıklarında ya da Yahudilerden, Hıristiyanlardan farklı
zamanlarda ve farklı kişilerden olmak üzere öğrendiklerini bölük pörçük şekilde
Kur’an’a sokmasında veya tekrarlamaların insan beyni üzerinde uyuşturucu etki
yaptığını ve bu yoldan insanlara baş eğdirtmenin kolay olduğunu bilmiş olmasın-
da aramak mümkündür.

Gerçekten de İslam kaynaklarının bildirmesine göre, Muhammed, kendi


unutkanlığının bilincine sahip olduğu için, her daim yanında gençlerden birini
bulundurur ve ona olayları kaydettirirdi. Bunu böyle yapmış olmasına rağmen
yersiz tekrarlamalara yönelmekten kurtulamazdı. Nitekim Sa’d İbn-i Ebi Vak-
kas’tan öğrenerek Ankebût Suresi’ne koyduklarını unutup, bir başka vesileyle
Lokman Suresi’nde tekrarlaması ya da bir olayı anlatırken yarıda kesip, aynı ola-
ya başka bir surede devam etmesi ve ederken de tekrarlamalara başvurması, bu
hususta verilebilecek nice örneklerdendir. Kısaca fikir edinebilmek için Vakkas
olayını özetleyelim:

Ankebût ve Lokman surelerinde hemen hemen aynı sözcükler ve tümceler


halinde yer alan iki ayet bulunuyor: Ankebût Suresi’ndeki ayet şöyledir:
“Biz insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişiz-
dir... Ana, baba seni, körü körüne bana ortak koşman için zorlarsa, on-
lara itaat etme...” (Ankebût Suresi, ayet 8).

Ankebût Suresi, Kur’an’ın 29. suresidir. Bu sureden iki sure sonraki Lok-
man Suresi’nde yukarıdaki sözler, araya bazı tümceler sıkıştırılmak suretiyle ay-
nen tekrar edilmiş ve şu şekle getirilmiştir:
“Biz insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir.
Annesi onu güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı. Ço-
cuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur... Ana, baba körü körüne bana
ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme...” (Lokman Suresi,
ayet 14-15).

Beyzavî gibi Kur’an yorumcularının söylemesine göre, yukarıdaki benzeri


ayetlerin iki ayrı surede yer alması, şu olay vesilesiyledir: Sa’d İbn-i Ebi Vakkas’ın
Müslüman olduğunu duyan anası Hamne, fena halde üzülür ve oğlunun İs-

23
lam’dan çıkıp eski dinine, yani putperestliğe dönmesini ister. Dönünceye kadar
yemek yemeyip aç kalacağını söyler; şöyle der: “Ya Sa’d! Sen ne yaptın, eğer sen
bu yeni dini bırakmazsan (yemin ederim ki) ben yemem, içmem, nihayet ölürüm;
sen de benim yüzümden: ‘Hey anasının katili!’ diye bed nam olursun.” 3 Ve dediği
gibi yapar; iki gün iki gece yemez, içmez, takatten düşer. Ve işte bu nedenledir ki
Muhammed, “Ana, baba seni, körü körüne bana ortak koşman için zorlarsa, on-
lara itaat etme...” şeklindeki ayetleri, Kur’an’ın yukarıdaki surelerine, tekrarlama
yoluyla serpiştiriverir. Bu ayetler Sa’d’ı öylesine etkiler ki, anasına çok düşkün
olmasına rağmen, onun aç kalarak ölmesine razı olduğunu anlatmak için şöyle
der: “Anneciğim, bilesin ki vallahi yüz canın olsa da birer birer çıksa, ben bu dini
hiçbir şey için terk edemem; artık dilersen (yemek) ye, dilersen yeme.” Oğlunun
bu tutumu karşısında Hamne, pek muhtemelen bu kadar katı yürekli bir çocuk
için ölmenin yersiz olduğunu anlamış olmalıdır ki, açlık grevine son verir ve ye-
mek yemeye başlar. Fakat her ne olursa olsun, durum şu ki Muhammed, aynı bir
olay vesilesiyle Kur’an’ın Ankebût ve Lokman adlı iki ayrı suresine, birbirinin ay-
nı nitelikte ayetler koymuştur. Hemen belirtelim ki Ankebût Suresi, Kur’an’da
29. sırada, Lokman Suresi ise 31. sırada yer almıştır. Ancak, bu iki sure, birbirle-
rinden çok farklı zamanlarda inmiş olarak bilinirler; zira Lokman Suresi’nin nü-
zul (iniş) sırası 57, Ankebût Suresi’nin nüzul sırası ise 85’tir. Yani, bu iki sure
arasında 28 surelik bir zaman farkı bulunmakta! Pek muhtemeldir ki, bu zaman
farkı, unutkanlık yaratıp, yukarıdaki iki benzeri ayetin Kur’an’da “tekrarlama”
şeklinde yer almasına vesile olmuştur.

Öte yandan Muhammed, kafiyeli konuşmaların ve ahenkli tekrarlamaların


(velev ki gereksiz ve bıktırıcı nitelikte olsun), insan beyninde uyuşturucu etkiler
yarattığını bilirdi. Kişilerin sonu gelmez bu tekrarlamalar içerisinde düşünme
gücünden yoksun kalıp, kendilerini, emredilen şeyleri yapmaya terk edeceklerini
de bilirdi. Nice örneklerden bir ikisini belirtelim: Nur Suresi’nin 61. ayetinde
“yemek yemek” için kimlerin evine izinsiz olarak gidileceği şöyle anlatılmıştır:

3
Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1993, c.5, s.3844.

24
“...Evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya annelerinizin evlerin-
de veya erkek kardeşlerinizin evlerinde veya kız kardeşlerinizin evle-
rinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya
dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya kâhyası olup
anahtarları elinizde olan evlerde veya dostlarınızın evlerinde izinsiz
yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur. Bir arada veya ayrı ayrı ye-
menizde de sorumluluk yoktur...” (Nur Suresi, ayet 61).

Görülüyor ki, “evlerinde” ve “veya” sözcükleri, ayetin yarısını kapsayacak


şekilde gereksiz olarak tekrarlanmıştır; sekiz tümcelik bir tek ayet içinde on iki
kez “evlerinde”, sekiz kez “veya” sözcüğü yer almış bulunmakta. Bu sözcükleri
tekrar etmekteki amacı da ifade etmek mümkün; bu yapılacak olursa yukarıdaki
ayet şu şekli alır:
“...Evlerinizde veya babalarınızın, annelerinizin, erkek kardeşlerinizin,
kız kardeşlerinizin, amcalarınızın, halalarınızın veya dayılarınızın ve-
ya teyzelerinizin, dostlarınızın evlerinde veya kâhyası olup anahtarları
elinizde olan evlerde izinsiz yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur.
Bir arada veya ayrı ayrı yemenizde de sorumluluk yoktur...”

Ancak, tekrarlamaları yok edip, ayeti bu şekle sokmakla, işin sihirli yönü
kaybolmuş oluyor. Amaç, dinleyenleri sihirlemek olduğuna göre, aynı sözcükleri
tekrarlamakta yarar görülmüştür!

Öte yandan bir de şu var ki, yukarıdaki ayette belli kişilerin evlerinde izinsiz
olarak yemek yemenin sorumluluk doğurmadığı bildirilmekte. Söylemeye gerek
yok ki, evlerinde yemek yenebilecek olan akraba ve dostları, bu şekilde sayıp sıra-
lamanın bilimsel ve anlamlı bir yönü yok. Yukarıdaki hüküm, amacı ifade etmek-
ten çok uzak; bunu anlatmak için daha bilimsel ve genel bir ifade kullanmak uy-
gun olurdu. Daha başka bir deyimle ayette yer alan sıralama, konuya açıklık de-
ğil, anlamsızlık ve anlaşılmazlık getirmekte. Şu bakımdan ki, kimlerin evinde
izinsiz yemek yenebileceği sıralanırken, belli bir sınırlama konmak isteniyormuş
kanısı yaratılmakta: örneğin, “babalarınızın, annelerinizin evlerinde... izinsiz
yemek yemenizde sorumluluk yok” deniyor. Pekiyi, ama “büyükbaba” ya da “bü-
yükanne” zikredilmemiş; onların evinde yenmeyecek mi? Yine aynı şekilde, “er-
kek kardeşlerinizin veya kız kardeşlerinizin evlerinde yemek yemekte size sorum-

25
luluk yok” deniyor. Erkek kardeşin ya da kız kardeşin çocuklarının evlerinde ye-
mek yenirse ne olacak? Aynı şekilde “...amcalarınızın, halalarınızın veya dayıla-
rınızın veya teyzelerinizin... evlerinde izinsiz yemek yemekte sorumluluk yok”
deniyor. Fakat bunların çocuklarının (örneğin, amcazadeler, halazadeler vs...)
evinde izinsiz yemek yemek sorumluluk mu doğuracak? Belli değil! Buna benzer
nice sorulara yanıt verebilecek nitelikte değil yukarıdaki ayetler!

Öte yandan bazı surelerde, sözcüklerle birlikte tümcelerin de aynı şekilde


tekrarlandığı görülür. Örneğin, Rahman Suresi’nde, “...Rabbinizin nimetlerinden
hangisini inkâr edebilirsiniz?” (Bu tümceyi şu şekilde de okumak mümkün:
“Şimdi Rabbinizin hangi eltafina dersiniz yalan?”) diye bir tümce vardır ki, he-
men her iki satırda bir ve her bir ayetten sonra tekrarlanmıştır. 78 ayetten olu-
şan Rahman Suresi’ndeki bu tümce, 31 kez karşınızdadır. Kısaca bir fikir edin-
miş olmak için surenin birkaç ayetini örnek verelim:

“Allah, yeri insanlar için meydana getirmiştir; orada meyveler, salkım-


lı hurma ağaçları, yapraklı taneler, güzel kokulu otlar vardır.”

“Ey insanlar ve cinler! Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini


inkâr edebilirsiniz?”

“Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen kum balçıktan yaratmıştır. Cin-


leri de öz ateşten yaratmıştır. “

“Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?”

“O, güneş ve ayın doğularının Rabbidir, batılarının Rabbidir.”

“Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?”

“Acı ve tatlı sulu iki denizi birbirine kavuşmamak üzere salıvermiştir;


aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar.”

“Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?”

“Bu iki denizden de inci ve mercan çıkar.”

“Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?”

“Onun emriyle denizde yürüyen dağlar gibi gemiler onundur.”

“Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?”

26
“Yeryüzünde bulunan her şey fanidir, ancak yüce... Rabbinin varlığı
bakidir.”

“Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?”

“Omlarda (cennetlerde), bakışlarını yalnız erkeklerine çevirmiş (baki-


re) eşler vardır.”

“Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?”

“Onlar yakut ve mercan gibidirler.”

“Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?”

“Oralarda (cennetlerde) iyi huylu güzel kadınlar vardır.”

“Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?”

“Çadırlar içinde ceylan gözlüler vardır.”

“Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?”

“Onlara daha önce insan da, cin de dokunmamıştır.”

“Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?”

“Cennetlikler orada yeşil yastıklara ve harikulade işlemeli döşeklere


yaslanırlar.”

“Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?”

“Büyük ve pek cömert olan Rabbinin adı ne yücedir” (Rahman Suresi,


ayet 13-78).

Görüldüğü gibi aynı sözleri içeren tümcelerden oluşma bu tekrarlamalar,


Rahman Suresi’nin 13. ayetinden 78. ayetine kadar bu min’al üzere, bütün bir
sure boyunca sürüp gitmekte! Dikkat ediniz, “...Rabbinizin nimetlerinden hangi-
sini inkâr edebilirsiniz?” şeklinde tekrarlanan tümcelerin arasına sıkıştırılmış
diğer tümcelerin birçoğunu anlamak ya da değerlendirmek mümkün değil! Ör-
neğin, yukarıda “...Acı ve tatlı sulu iki denizi birbirine kavuşmamak üzere salı-
vermiştir” deniyor. Ne demektir bu? “İki deniz” deyimiyle ne kastediliyor? Belli
değil! Her ne kadar Kur’an’ın Fatır (ayet 12), Furkan (ayet 53) ve Neml (ayet 61)
surelerinde iki deniz ile bu iki denizin arasına konmuş olan engelden söz edil-

27
mekte ve bu denizlerden birinin suyunun tatlı, diğerininkinin tuzlu ve acı olduğu
belirtilmekteyse de, anlaşılmazlık giderilmiş değildir. Yorumcular arasında iki
denizden birinin “deniz” değil ırmak olduğunu söyleyenler vardır; bu ırmağın
Dicle mi, yoksa Nil mi olduğu da ayrıca tartışmalıdır! Fakat her ne olursa olsun,
“...Acı ve tatlı sulu iki denizi birbirine kavuşmamak üzere salıvermiştir” şeklin-
deki bir tümcenin Rahman Suresi’nde hiç yeri ve gereği yoktur. Yine bunun gibi
yukarıdaki ayetlerde, Tanrı’nın insanları çamur gibi pis bir nesneden, cinleri ise
asil bir malzeme sayılan ateşten yarattığına dair şöyle bir tümce var:

“...Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen kuru balçıktan yaratmıştır.


Cinleri de yaldızlı bir alevden (öz ateşten) yaratmıştır...”

Ve bunu söyleyen, yani insanı aşağılık bir malzemeden yarattığını açıklayan


Tanrı, bir de soruyor: “Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr ede-
bilirsiniz?” Neden Tanrı insanları kötü, bayağı, aşağılık nitelikte sayılan kuru
kokmuş balçıktan yaratsın da, cinleri asil nitelikte sayılan öz ateşten var etsin?
Kuşkusuz ki, insan şahsiyetinin haysiyetini rencide etmek bakımından olumsuz
bir tümce bu!

Yine aynı şekilde, yukarıdaki ayetlerde cennetlerden ve bu cennetlerdeki


güzel kızlardan söz edilmekte! “Yüce” ve “cömert” olduğunu söyleyen Tanrı,
cennetteki ceylan gözlü, yakut ve mercan gibi bakire dilberleri, sevgili erkek kul-
larına vereceğini bildirmekte! “Hiç “yüce” bir Tanrı’nın yapacağı şeyler midir
bu? diye düşünmek mümkün. Ancak, Kur’an’ı okuyan (ya da dinleyen) kişi, her
iki satırda bir karşısına çıkan, “...Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebi-
lirsiniz?” tümcesi yüzünden, bu tekrarlamalar arasına sıkıştırılan sözlerin an-
lamsızlığını, olumsuzluğunu ya da Tanrı’nın yüceliğini rencide edici yönlerini
fark etmez; aklında kalan tek şey, Tanrı’dan geldiği söylenen “nimetler”dir. Ken-
disine vaat edilen bu nimetler nedeniyle, kişi, Tanrı’ya ve onun “peygamberi”ne
minnettar kalıp, kendisini, gözü kapalı şekilde onlara itaat zorunluluğunda bulur
ve mutlak şekilde “teslimiyet” halinde bulunur. Muhammed’in de amacı esasen
budur; Kur’an’a koyduğu, “Ey Muhammed! Şüphesiz, sana baş eğerek ellerini ve-
renler, Allaha baş eğip el vermiş sayılırlar” (Fetih Suresi, ayet 10) ya da “Allah ve

28
peygamberine kim boyun eğerse Allah onu bu cennetlere kor” (Nisa Suresi, ayet
13-14) şeklindeki ayetler sayesinde, Arapları, Tanrı’ya baş eğdirtirken, aynı za-
manda kendisine baş eğdirtmiş, yani aklen ve ruhen onları teslimiyet halinde
tutabilmiştir. Yerleştirdiği dini, “teslimiyet” anlamına gelmek üzere “İslamiyet”
diye adlandırması da, bir bakıma bundandır; kişiyi “teslimiyet” içerisinde tutup
itaatkâr kılabilmesinde bu yukarıdakilere benzer tekrarlamaların etkisi sınırsız-
dır.

***

Pek muhtemeldir ki, İslamcılar, “Her kitapta tekrarlamalar olur” diyerek,


yukarıdaki eleştirileri geçersiz kılmak isteyeceklerdir. Kuşkusuz ki, her kitapta
tekrarlamalar olur; tıpkı her sanat yapıtında olduğu gibi. Fakat eğer tekrarlama-
ların amacı, okuyucuyu ya da dinleyiciyi akılcı düşünceden yoksun kılıp gökten
inme buyrukların kölesi haline sokmak ise, böyle bir amaç insan varlığının geliş-
mesini engellemek bakımından sakıncalıdır.

Öte yandan “tekrarlamaların” her kitap bakımından söz konusu olabileceği-


ni öne sürerek, Kur’an’daki tekrarlamaları “olası” saymak da doğru değildir. Böy-
le bir kıyaslama, Kur’an’ın Tanrı yapısı değil, fakat insan yapısı bir kitap olduğu
sonucunu doğurur. Şu bakımdan ki, “kusur”, “eksiklik”, “yanılgı” vs... gibi şeyler,
insana özgü şeylerdir. Bu nedenle insan yapısı her yapıtta, her kitapta (velev ki,
mükemmel nitelikte sayılsın), kusur ya da yanlış niteliğindeki şeylerin (örneğin,
yersiz ve gereksiz tekrarlamaların) bulunması doğaldır. Oysa Tanrı’nın, her şeyi
en iyi bilen ve en mükemmel şekliyle var eden, asla kusur etmeyen bir Yaratan
olduğu öne sürülüyor. Hatta Muhammed’in söylemesine göre Tanrı, mucizevi
nitelikte olmak üzere verdiği Kur’an’ın bir benzerinin hiç kimseler tarafından
getirilemeyeceğini anlatmak maksadıyla yeminler etmiş şöyle demiştir:

“İnsanlar ve Cin’ler, birbirine yardımcı olarak, bu Kur’an’ın bir benze-


rini ortaya koymak için bir araya gelseler, andolsun ki, yine de benze-
rini ortaya koyamazlar...” (İsra Suresi, ayet 88.)

29
Ancak, ne var ki, eğer bu söylenenler gerçekten doğru olsaydı, bu takdirde,
Kur’an’da, insan yapısı kitaplarda olduğu gibi, yersiz ve gereksiz tekrarlamalar
olmazdı!

30
II - KUR’AN’DAKİ UYUMSUZLUKLAR, TUTARSIZLIKLAR, KAPALI-
LIKLAR VE ANLAŞILMAZLIKLAR HAKKINDA (“APAÇIK” OLDUĞU
SÖYLENEN KUR’AN’IN “APAÇIK” OLMAYAN YÖNLERİ)

Kur’an’ın hem ifade ve anlatış gücü itibariyle, hem de anlam, hüküm, ha-
berler ve gerçekleri ortaya vurmak bakımından tam bir tutarlılık, bütünlük ve
uyumluluk arz ettiği, emsalsizlik örneği olduğu öne sürülür ve böylesine mü-
kemmel bir yapıtın insanlar tarafından meydana getirilemeyeceği, ancak ve an-
cak Tanrı’dan gelebileceği söylenir. Bunun kanıtı olmak üzere Tanrı’nın şöyle
konuştuğu belirtilir:

“(Ey Muhammed!) De ki, ‘İnsanlar ve cinler, birbirlerine yardımcı ola-


rak, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler,
andolsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar’...” (İsra Suresi, ayet
88.)

Ve yine Kur’an’ın, insanlar tarafından yapılamayacak kadar mükemmel ve


mucizevi nitelikte bir yapıt olduğunu anlatmak için, bu kitapta birbirini tutma-
mazlık ve aykırılık olmadığı iddia olunur ve Tanrı’nın şöyle dediği örnek verilir:

“...Eğer o (Kur’an) Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda


birçok tutarsızlık (aykırılık) bulurlardı” (Nisa Suresi, ayet 82.)

Söylemeye gerek yoktur ki, böyle bir gerekçe, İslamcıları yalanlayıcı nitelikte
bir sonuç yaratabilir ki, o da Kur’an’da tutarsızlık, uyumsuzluk ya da anlamsızlık
gibi olumsuzlukların bulunması halinde bu kitabın Tanrı yapısı olmadığı sonu-
cunun doğmasıdır.

Bundan önceki bölümlerde Kur’an’ın çelişkilerle, tutarsızlıklarla ve uyum-


suzluklarla dolu olan bazı yönlerine değindik. Fakat Kur’an’ın bir de kapalılıklar-
la, anlaşılmazlıklar ve anlamsızlıklarla dolu yönleri vardır ki, İslamcıları güç du-
rumda kılmaya yeterlidir. Kitabımızın bu bölümünde, Kur’an’daki tutarsızlıkları
ve uyumsuzlukları yeniden ele almakla beraber asıl kapalılıklar konusuna eğile-
ceğiz. Ve göreceğiz ki, herkesin anlayabileceği şekilde, “apaçık” olduğu söylenen
Kur’an, apaçık olmaktan uzak olup, anlaşılmazlıklarla doludur. Ve bu anlaşılmaz-
lıklar, sadece düşünme gücünü yıpratmak açısından değil, fakat kitapta “hikmet”
yatıyormuş kanısını yaratarak, kişileri gözü kapalı şekilde boyun eğer durumda
kılmak bakımından da sakıncalıdır.

Muhammed’in söylemesine göre, Tanrı, her kavme, o kavim içinden pey-


gamberler ve onların dilinden “kitap”lar göndermiştir; gönderirken de şöyle de-
miştir:

“Kendilerine, apaçık anlatabilsin diye her peygamberi kendi diliyle


gönder(dik)...” (İbrahim Suresi, ayet 4).

Böylece buyruklarının anlaşılabilmesini, uygulanmasını sağlamak istemiştir!

Yine Muhammed’in söylemesine göre, Tanrı, Araplara da, kendi içlerinden


birini (Muhammed’i) seçtiğini ve onların anlayabilecekleri dilde, yani Arapça ol-
mak üzere Kur’an’ı gönderdiğini bildirmiştir. Üstelik de Kur’an’ı, sadece Arapça
olarak değil, çeşitli Arap kabilelerinin telaffuzlarıyla, daha doğrusu yedi lehçede
olmak üzere gönderdiğini söylemiştir 1; istemiştir ki, bütün Araplar bu kitabı ken-
di bildikleri ve konuştukları dil ve lehçede dinlesinler, öğrensinler ve rehber
edinsinler ve böylece “doğru yola” girsinler de “Tanrı’ya kulluk etsinler, onun
nimetlerine erişsinler!”

Ve yine Muhammed’in söylemesine göre, Tanrı, Kur’an’ın iyice ve kolaylıkla


“anlaşılabilir” ve “akledilebilir” olmasını sağlayabilmek için onu, sadece Arapça
ve sadece Arabın çeşitli lehçelerinde (yani yedi lehçede) olarak değil, “apaçık
Arapça” olarak, hem de ayetlerini “uzun uzadıya açıklayarak”, yani her Arabın
anlayabileceği şekilde indirdiğini bildirmiştir. Muhammed, bunun böyle olduğu-
nu anlatmak üzere, Kur’an’a ayetler koymuştur ki, sayıları iki düzineyi bulur. Bu

1
Bkz. İlhan Arsel, Şeriat’tan Kıssalar 2, Kaynak Yayınları, Nisan 1997, İstanbul, s.183 vd...

32
ayetlerde, Kur’an’ın “elkitabi’l-mübin” (yani “apaçık bir kitap”) olduğu anlatıl-
mıştır. Örneğin, Yusuf Suresi’nin ilk ayetinde, “Elif, Lam, Ra. Bunlar işte ayetle-
ridir sana o mübin kitabın. Biz onu bir Kur’an olmak üzere Arabi olarak indirdik,
gerek ki akıl erdiresiniz!” diye yazılıdır. “Mubin” sözcüğü, “ne olduğu açık”,
“besbelli”, “kendini anlatmaya kendi yeterli” demektir. Kur’an’ın bu nitelikte ol-
duğunu belirten ayetlerin bir kısmında, “apaçık Kur’an” deyimi geçer; bir kıs-
mında Kur’an’ın “apaçık Arapça” olduğu anlatılmıştır. Bunlar çeşitli ayetlerde
şöyle sıralanmıştır:

“İşte biz Kur’an’ı böylece Arapça olarak indirdik ve onda, korku konusu
olanları (“vaidleri”) sergiledik. Olur ki (Mekke puta taparları) korkar-
lar artık. Ya da onlara bir öğüt oluşturur” (Taha Suresi, ayet 113).

“Apaçık kitaba andolsun ki, akledesiniz diye Kur’an’ı Arapça okunan


bir kitap kılmışızdır” (Zuhruf Suresi, ayet 2-3).

“Apaçık olan kitaba andolsun ki, biz onu kutlu bir gecede indirdik...”
(Duhân Suresi, ayet 2-3).

“Ey Muhammed... Kur’an’ı senin dilinde indirerek kolayca anlaşılma-


sını sağladık” (Duhân Suresi, ayet 58-59).

“Bunlar apaçık kitabın ayetleridir” (Kasas Suresi, ayet 2).

“(Ey Muhammed!) Andolsun ki, sana apaçık ayetler indirdik” (Bakara


Suresi, ayet 99).

“Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz ve Rabbinizden mağfiret dile-


yesiniz diye ayetleri kesin kılınmış, sonra da uzun uzadıya açıklanmış
bir kitaptır” (Hud Suresi, ayet 1-4).

“Kur’an, kendilerine ilim verilenlerin gönüllerinde yerleşen apaçık


ayetlerdir” (Ankebût Suresi, ayet 49).

“Andolsun ki, biz, bilmediklerinizi size açık seçik bildiren ayetler indir-
dik...” (Nur Suresi, ayet 46). 2 (Benzeri diğer ayetler için bkz. Maide Su-
resi, ayet 15, 92; Enam Suresi, ayet 59; Yunus Suresi, ayet 61; Hud Su-
resi, ayet 6; Yusuf Suresi, 37 ayet 1; Şuara Suresi, ayet 2; Neml Suresi,
ayet l, 75; Hicr Suresi, ayet 1; Yasin Suresi, ayet 17, 69; Nahl Suresi,

2
Bu konuda bkz. Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi, Kaynak Yayınları, c.2, s.299.

33
ayet 35, 82, 103; Bakara Suresi, ayet 195; Nisa Suresi, ayet 174; Nur
Suresi, ayet 54; Ankebût Suresi, ayet 18; Teğabün Suresi, ayet 12.)

Öte yandan Kur’an, yine Muhammed’in söylemesine göre, “hiçbir eksiği ol-
mayan”, tüm ihtiyaçları karşılayabilecek “mükemmeliyette” bir kitaptır ve güya
Tanrı şöyle konuşmuştur:

“Kitapta biz, hiçbir şeyi eksik bırakmadık...” (En’am Suresi, ayet 38).

Yani Muhammed’in söylemesine göre, Tanrı istemiştir ki Kur’an, tüm ihti-


yaçları karşılayan eksiksiz ve “apaçık” bir kitap olsun ve bütün Araplar tarafın-
dan iyice anlaşılsın; hem de öylesine iyi anlaşılsın ki, “cahiliyet ortadan kalksın
ve karanlık batsın!” Bundan dolayıdır ki, kitabı “açık, seçik ve eksiksiz” bir şekil-
de hazırlamış oluyor Tanrı!

Ve yine bu aynı Tanrı, iyice anlaşılabilmesini sağlamak üzere, “Apaçık kita-


ba andolsun ki, akledesiniz diye Kur’an’ı Arapça okunan bir kitap kılmışızdır”
(Zuhruf Suresi, ayet 2-3; ayrıca bkz. Yusuf Suresi, ayet 1-2) diye konuşurken dü-
şünmüştür ki, eğer Kur’an’ı Arapça olarak indirmeyecek olursa, bu sefer Araplar
kendisine, “Bir Araba, yabancı bir dille söylenir mi?” ya da “Bir Araba Acemce 3
söylenir mi?” diye kafa tutacaklar ve “Bize anlamadığımız dilde bir kitap yolla-
dın” deyip sorumluluktan sıyrılmak için fırsat ve bahane arayacaklardır. Ya da
Tevrat’ın ve İncil’in Arapça olmayan dillerde indiğini öne sürerek, “Biz onların
dillerinden anlamıyoruz...” diyebileceklerdir. Ve işte Araplara bu fırsatı bırak-
mamak için, Tanrı Kur’an’ı, onların anlayabilecekleri Arapça ile hem de ayetleri-
ni “apaçık” nitelikte olmak üzere gönderdiğini söylemiştir. Bunun böyle olduğu-
nu yine Kur’an’dan anlamaktayız. Bir kere En’am Suresi’nde Tanrı’nın, şöyle
konuştuğu yazılıdır:

“...Bana uyun ve Allah’tan korkun ki, size merhamet etsin. ‘Kitap, yal-
nız bizden önceki iki topluluğa (Yahudilere ve Hıristiyanlara) indirildi,
biz ise onların okumasından gerçekten habersizdik’ demeyesiniz diye.

3
“Acemce” deyiminin, “Arapçanın başka bir dil”, “Acem dinine mensup olan”, “Arabın başkası,
Türk, Fars, Hintli...”, hangi cinsten olursa olsun “fasih olmayan”, “iyi söylenmeyen”... gibi an-
lamlara geldiği konusunda bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.5, s.4211.

34
Yahut, ‘Bize de kitap indirilseydi biz onlardan daha çok doğru yolda
olurduk’ demeyesiniz diye size (Kur’an’ı indirdik)...” (En’am Suresi,
ayet 155-157).

Yine bunun gibi Fussilet Suresi’nde Tanrı’nın Araplara hitaben şöyle dediği
anlaşılıyor:
“Eğer biz bu Kur’an’ı yabancı bir dille (yani Arapçadan başka bir dille)
ortaya koysaydık, ‘Ayetleri uzun açıklamalı değil miydi? Bir Araba ya-
bancı bir dille söylenir mi?’ derlerdi. Ey Muhammed de ki, ‘Bu inanan-
lara, doğruluk rehberidir’...” (Fussilet Suresi, ayet 44).

Öte yandan Tanrı, Arapların tümü anlayabilsin diye Kur’an’ı, yine biraz ön-
ce değindiğimiz gibi, Arapların çeşitli lehçelerine göre ve daha doğrusu yedi türlü
okunuşta yapmıştır. Buhari’nin İbn-i Abbas’tan rivayetine göre, Muhammed, bu
konuda şöyle demiştir:

“Bana Cibril Kur’an’ı bir okunuş üzerine okuttu. Ben de durmadan bu-
nun artması (ve Arabın bundan başka okuyuşlarıyla da okunmasını)
istedim. Ta yedi türlü okunuşa erişinceye kadar bu dileğimde ısrar et-
tim. Her talebim Tanrı tarafından is’af olundu.” 4

Görülüyor ki, Muhammed’in söylemesine göre, Tanrı, ilk başta Kur’an’ı tek
bir okunuş üzere, daha doğrusu Kureyş lehçesiyle, yani sadece Kureyşlilerin an-
layabilecekleri lehçeyle indirmiştir. Fakat indirirken, farklı lehçelerle Arapça ko-
nuşan kabilelerin bu bir tek okunuştan pek bir şey anlayamayacaklarını düşüne-
memiştir. Ancak, Muhammed’in yukarıdaki şekilde ısrarlı hatırlatmasından son-
radır ki, Kur’an’ı yedi lehçeyle göndermenin daha iyi olacağını, çünkü ancak bu
suretle bütün Araplar tarafından anlaşılacağını fark etmiştir. Kur’an’ı yedi leh-
çeyle ve “apaçık ayetler” şeklinde indirirken, bu kitabı anlamak istemeyenlere ya
da anlaşılmasını dilemeyenlere ihtarda bulunmuş ve aşağıda örneklerini verece-
ğimiz bazı ayetlerde şöyle demiştir:

“Size apaçık ayetler indirmişizdir; bunları inkâr edenlere alçaltıcı azap


vardır” (Mücadele Suresi, ayet 5).

4
Bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Hadis No. 1331, c.9. s.27-
28.

35
“Biz, andolsun ki, öğüt almaları için bu Kur’an’da bunları türlü türlü
açıkladık. Fakat bu açıklamalar ancak onların nefretini artırmıştır”
(İsra Suresi, ayet 41).

“Ayetlerimizi yalanlayanlar... sağır ve dilsizlerdir... zalimlerdir”


(En’am Suresi, ayet 3, 21, 39; ayrıca bkz. İsra Suresi, ayet 41; Neml Su-
resi, ayet 82-85).

Yani, güya ayetler, öylesine “apaçık” ve öylesine “anlaşılır” şekilde gönde-


rilmiştir ki, bunları yalanlamak ya da anlamaz görünmek için “sağır”, “dilsiz” ya
da “zalim” olmak gerekir.

Bu vesileyle şu hususu belirtmekte yarar vardır ki, Muhammed’in Tanrı’dan


geldiğini söylediği bu yukarıdaki (ve benzeri) hükümler karşısında, Araptan ol-
mayan ve Arapça konuşmayan kavimlerin (örneğin, Türklerin), Kur’an ile kendi-
lerini sorumlu tutmamaları gerekir. Çünkü Araptan olmayan kavimler Tanrı’ya
şöyle diyebilirler:

“Kur’an Arapçadır; Arapça ise bizim bilmediğimiz, anlamadığımız bir dildir.


MÂdemki, sen Araplara, onların bildikleri ve anladıkları dilde olmak üzere
Kur’an’ı gönderirken, ‘Eğer size anlayamayacağınız, bir dilden kitap göndersey-
dim, buyruklarımı anlayamayacağınız için, kendinizi böyle bir kitapla sorumlu
tutmazdınız. Bu nedenle ben size, anlayabileceğiniz Arapça ile kitap indirdim’
şeklinde bir gerekçe buldun, o halde bu aynı gerekçeyi bizim bakımımızdan da
uygulamalıydın. Yani bizi sorumlu tutabilmen için, bizim dilimizde ve bizim an-
layabileceğimiz nitelikte bir kitap vermen gerekirdi!”

Böyle bir itiraz karşısında, kuşkusuz ki, Tanrı’nın hiçbir diyeceği olamaya-
caktır. Araplara hitaben Arapça ve “apaçık” olarak gönderdiğini söylediği
Kur’an’ın, Arapça bilmeyen kavimler tarafından anlaşılamayacağın anlayarak
onlara da anlayacakları, kendi dillerinde kitap indirmekten başka yapacak bir şey
bulamayacaktır!

Fakat bütün bu hususlar bir yana, bir de şu var ki, Muhammed’in Arapça ve
apaçık olmak üzere gönderildiğini söylediği Kur’an Araplar bakımından dahi,

36
“apaçık” olmaktan çok uzak, kapalı ve genellikle anlaşılamaz hükümlerle dolu bir
kitaptır. Aşağıda bunu kanıtlayan bazı örnekler yer almıştır.

37
III - “APAÇIK” VE “ANLAŞILIR” ŞEKİLDE GÖNDERİLDİĞİ SÖYLE-
NEN KUR’AN, İSTER “BİÇİM”, İSTER “KAPSAM” VE İSTER “İÇE-
RİKLİK” BAKIMINDAN OLSUN, HER YÖNÜYLE “APAÇIK” OLMAK-
TAN, “ANLAŞILIRLIKTAN” UZAKTIR.

İslamcılar, “İslam’da din adamına gerek yoktur” derler. Gerekçe olarak İs-
lam’ın, Tanrı ile kul arasında aracı kabul etmediğini, herkesin Tanrı ve “pey-
gamber buyruklarını” (örneğin, “Kur’an’ı”) öğrenip, yaşam düzenini ve ibadetini
bunlara göre sürdürebileceğini ve esasen Kur’an’ın “apaçık” bir kitap olduğunu
söylerler. Oysa söylediklerinin gerçeklerle ilgisi yoktur; çünkü hiçbir din, İslam
kadar Tanrı ile kul arasında aracılık yapacak bir sınıfa gereksinim duymaz. Şu
bakımdan ki, İslam’da kişilerin, kendi başlarına Tanrı ve “peygamber” buyrukla-
rını okuyup anlamalarına imkân yoktur; çünkü Kur’an, her yönüyle “apaçık” ve
“anlaşılır” olmaktan çok uzak bir kitaptır. Daha doğrusu, ne anlam, ne biçim, ne
düzen ne de içeriklik bakımından “apaçık” değil, aksine hemen her yönüyle ka-
palılıklarla, anlaşılmazlıklarla doludur. Surelerin ya da ayetlerin sayısının ne ol-
duğu, ilk ve son ayetin hangisi olduğu, surelerin başında bulunan başlangıç harf-
lerinin ne olduğu, ayetlerinin ne kadarının indirildikten sonra kaldırıldığı (nesho-
lunduğu), hangi ayetin Mekke’de ve hangilerinin Medine’de indiği vb... gibi daha
nice sorunlar bir yana, ayetlerin büyük bir çoğunluğunun ne anlamlara geldiği
hususu, hep “apaçık” nitelikten uzak olup, Kur’an’ın “apaçık” olduğu iddiasıyla
zıtlık arz eder. Kur’an’ı okurken, daha ilk surenin ilk ayetlerinden itibaren ken-
dinizi, “apaçık” olmaktan uzak hükümler ve deyimlerle karşı karşıya bulursunuz.
Bundan dolayıdır ki, Kur’an bilimcileri arasında, daha ilk anlardan itibaren
Kur’an ayetleriyle ilgili hemen her hususta, derin görüş ayrılıkları doğmuştur.
Hatta bazıları, (örneğin Bâtıniye mensupları) Kur’an’ın ancak “tevil” yoluyla (ya-
ni okunuşundan ya da bilinen anlamından farklı anlama sokularak) anlaşılabile-
ceğini öne sürmüşlerdir. Daha doğrusu, her şeyin meydanda olan bir dış görünü-
şü, buna karşılık bir de gizli olan iç görünüşü olduğunu; durumun Kur’an bakı-
mından da böyle olduğunu söylemişlerdir. Ancak, “tevil” yoluyla iş görmenin, or-
taya farklı bir Kur’an uygulaması çıkaracağı korkusunu yaratmış 1 ve bu nedenle
Bâtınilerin akidelerine itibar edilmemiştir. Bununla beraber, Kur’an ayetlerinin
ne anlama geldiği konusundaki görüş ayrılıkları günümüze dek süregelmiştir.
Kısaca fikir edinebilmek için bazı örneklerle yetinelim ve önce “Kur’an” sözcü-
ğünden başlayalım:

A) “Kur’an” Sözcüğünün Kökeni, Anlamı; Kur’an’ın Ne Zaman,


Ne Şekilde İndiği Konusundaki Anlaşmazlıklar ve Tartışmalar

Kur’an’ın “apaçık” olmaktan uzaklığı, “Kur’an” sözcüğünün “apaçık” ol-


mamasından, daha doğrusu köken ve anlam bakımından tartışmalı bulunuşun-
dan başlar. Çünkü bu sözcüğün nereden geldiği ve esas anlamının ne olduğu bel-
li değildir. Şu bakımdan ki, bir kere “Kur’an” sözcüğünün Arapça değil, yabancı
kökenli olduğu kabul edilir. Fakat kökeninin ne olduğu tartışmalıdır: kimileri
“Süryani’dir” der, kimileri “Aramî”, kimileri de “İbrani’dir” diye direnirler. Kö-
keninin ne olduğu bir yana, “Kur’an” sözcüğünün ne anlama geldiği de ayrıca
tartışma konusudur: “Yazılı bir şeyi okıımak”tan tutunuz da, “ezberden oku-
mak”, “bildirmek”, “toplamak”, “uyum içinde olmak” ya da “birbirine eklemek”
gibi anlamlara varıncaya kadar çeşitli açıklamalara başvurulur.

Kur’an’ın, ne zaman, nasıl ve ne şekilde indiği hakkında da açıklık yoktur:


“Ramazan” ayında indiğini belirleyen ayete karşılık (bkz. Bakara Suresi, ayet
185), “kadir” gecesi indiğine işaret eden ayetler de vardır (bkz. Kadir Suresi, ayet
1-5). Bakara ve Kadir surelerinde şöyle yazılıdır:

“Ramazan ayı... Kur’an’ın indirildiği aydır...” (Bakara Suresi, ayet


185).

“Doğrusu, biz, Kur’an’ı kadir gecesinde indirmişizdir...” (Kadir Suresi,


ayet 1-5).

1
O kadar ki, Bâtıniye inanışına göre Kur’an Allah’ın değil, Muhammed’in sözü olarak benim-
senmişti. Yine bunun gibi ibadetin anlamını öğrenmiş kimseler için, namaz kılmak vd... gibi
dini zorunluluklar yok farz edilmişti.

39
“Kadir” gecesi, bir aylık bir süreyi kapsayan “Ramazan” ayının bir gecesi ol-
duğuna göre, Kur’an’ın bir ayda mı, yoksa bir tek gecede mi indiği belli değil! Öte
yandan, bu iki ayetteki açıklama dışında “mübarek bir gecede” indiğini içeren,
fakat bu “mübarek” gecenin ne olduğunu bildirmeyen ayet de var ki, şöyledir:

“Ha, Mim. Apaçık kitaba andolsun ki, biz onu (Kur’an’ı) mübarek (kut-
sal) bir gecede indirdik... “ (Duhân Suresi, ayet 2-3).

Bu “mübarek” gecenin, hangi gece olduğu belirtilmiyor. Yorumcular, “mü-


barek” gecenin “kadir” gecesi mi, yoksa “beraat” gecesi mi olduğu hususunda
tartışırlar. Hatırlatalım ki, “kadir gecesi” Ramazan ayının kesin olarak bilinme-
yen bir gecesidir; “beraat” gecesi ise, Şaban ayının on beşinci gecesidir. Oysa ki,
hem “kadir gecesi” hem de “beraat gecesi”, her ikisi de “mübarek” gecelerden
sayılır.

Kadir gecesinin “mübarek” oluşu, Kur’an’ın “Kadir” Suresi’nde anlatılmış-


tır: güya bu gece, “bin aydan hayırlıdır”, esenlik doludur ve bu gecede “Tan-
rı’nın izniyle melekler ve Cebrail her iş için iner dururlar” (Kadir Suresi, ayet 1-
5). “Kadir gecesi”nin hangi gece olduğu pek bilinmez. Şu bakımdan ki, İslam
takviminde dokuzuncu ay olan Ramazan ayının son on gününün gecelerinden
biri “kadir” gecesidir. Söylendiğine göre, Muhammed, kendisine “kadir gecesi
hangi gecedir?” diye sorulduğunda, “Onu ayın son on günlerinde tek rakamlı ge-
celerinde araştırınız” diye yanıt vermiş, böylece işin içinden çıkılmaz bir durum
yaratmıştır. Nitekim İslam yazarları, Ramazan’ın on beşinden sonraki tek gece-
lerden birinin “kadir” gecesi olduğunu söylerler. Bu nedenle bazıları bunun on
yedinci ya da on dokuzuncu gece olduğunu iddia ederler. Ebu Said Hudri’ye ve
Şafii’ye göre yirmi birinci gece, Hanefi’ye göre yirmi yedinci gece, İmami’ye göre
on dokuzuncu, yirmi birinci ya da yirmi üçüncü gecelerden birinin kadir gecesi
olması gerekir. Söylemeye gerek yoktur ki, bütün bu kargaşalıklar, Kur’an’daki
“Biz Kur’an’ı kadir gecesi indirdik” (Kadir Suresi, ayet 1) şeklindeki sözlerin, hiç
de “apaçık” nitelik taşımamasından doğmuştur.

İslamcılar, bu kargaşalığı bertaraf etmek amacıyla, kadir gecesinin hangi


gece olduğunun gizli tutulmak istendiğini, bu gecenin açıklanmamasında hikmet
40
yattığını, çünkü aksi takdirde (yani kadir gecesinin hangi gece olduğunun belir-
tilmiş olması halinde) Müslümanların ifrata kaçarak, kadir gecesine tapmaya
kalkışacaklarını; oysa ki, bunun İslamiyet’le bağdaşmadığını söylerler. Söylerken
de, mantık kurallarını zorlayıp, akıl sahiplerini kandırdıklarını sanırlar. 2

Beraat gecesine gelince, bilindiği gibi bu gece, İslam takviminde sekizinci ay


olan Şaban ayının on beşinci gecesidir. Ve öylesine “mübarek” sayılır ki, bu gece-
yi Müslümanlar “taat” (“Taat” sözcüğü “Tanrı buyruklarına uymak” anlamında-
dır.) ve “ibadet” ile geçirirler ve günahlarının Tanrı tarafından bağışlandığına
inanırlar. Tirmizi’nin rivayet ettiği bir hadis hükmüne göre, Muhammed, bu “be-
raat” gecesinde, Tanrı’nın, göklerin alt katına indiğini, oradan insanları çağırdı-
ğını ve çağırmakla onların günahlarını bağışlamak istediğini bildirmiştir. Neden
dolayı “yüce” ve her şeye kadir bir Tanrı’nın, göklerin üst katından seslenemedi-
ğini, bu işi yapmak için göklerin alt katına inme zorunluluğunda kaldığını anla-
mak kuşkusuz kolay değil! Fakat her ne olursa olsun, durum bu olunca, “Bu iki
mübarek geceden hangisinde Kur’an inmiştir?” diye sormak doğaldır.

Yine bunun gibi, soru sorma ihtiyacını gerektiren şöyle bir durum var: Mu-
hammed’in söylemesine göre Kur’an, ayetler halinde ve parça parça inmiştir. Bu
iniş 23 yıl sürmüştür! Eğer bu böyle ise, bu takdirde Kur’an’ın “Ramazan ayın-
da”, “mübarek gecede” ya da “kadir gecesinde” inmiş olması ne demektir? İniş
süresi 23 yılı bulan bir kitap, bir tek gecede ya da bir ayda nasıl inmiş olabilir? Bu
sorunun yanıtını, “apaçık” olduğu söylenen Kur’an’da bulmak mümkün değil; bu
konuda hadislere başvurmak gerekiyor. Bu nedenle ortaya çeşitli yorumlar çık-
makta. Bunlardan biri şöyle: güya Kur’an, Ramazan ayında, kadir gecesinde dün-
ya göğünün birinci katına toptan inmiş (ya da inmeye başlamış) olup, oradan,
zaman ve olayların gereğine ve Tanrı’nın dilemesine göre ayetler halinde Mu-
hammed’e bildirilmiştir. 3

2
Bkz. Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İnkılap ve Aka Kitabevi, İstanbul 1980. s.688-689,
birinci dipnot.
3
Bu konuda bkz. Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi, Kaynak Yayınları, İstanbul. 1994, c.7,
s.244.)

41
Görülüyor ki, Tanrı’nın yeminler ederek, “apaçık bir kitaptır” dediği
Kur’an’da, bu kitabın ne zaman indirildiğinin “apaçık” bir şekilde açıklanması
yok! Açıklama şöyle dursun, tartışma yaratacak bir ortam var. Bundan dolayıdır
ki, yorumcular, kitabın indirilişi konusunda işin içinden pek çıkamazlar.
Kur’an’ın “kadir gecesi” indiğini benimseyenler çoğunlukta görünür. Bunlardan
bir kısmı da, “Kur’an’ın ilk ayetleri kadir gecesi nazil olmuştur” diyerek, diğer
ayetlerinin başka gecede indiğini anlatmış olurlar. 4

Biraz ileride belirteceğimiz gibi, durum, Kur’an’da yer alan “sure”ler ve


“ayet”ler için dahi, “apaçık” olmaktan uzaklık bakımından aynıdır. 5

B) Kur’an’ın Başlangıç Sözcükleri Olan “Besmele”nin “Ayet” Olup


Olmadığı ve Namazda Sesli Okunup Okunmayacağı Konusundaki
Anlaşmazlık

Kur’an’ın başında yer alan “el-Fatiha” Suresi “Bismilllahirrahmanirrahim”


sözcüğü ile başlar ki, “rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla” demektir. “Besme-
le” diye bilinir. “Rahman” sözcüğü “yeryüzünde nimetini herkese, her yaratığa
veren Allah” anlamına gelir. “Rahim” sözcüğü ise, “ahirette nimetlerini sadece
müminlere veren Allah” anlamındadır. “Mümin” demek, “Tanrı’ya inanmış olan
kişi” demektir, fakat Kur’an’daki Tanrı’nın söylemesine göre İslam’dan başka
gerçek bir din olmadığına göre, “rahim” sözcüğünün karşılığının “ahirette sadece
Müslümanlara nimet veren Allah” şeklinde anlaşılması gerekir. Anlaşılan o ki,
Tanrı, insanları yaratmış ve onlara yeryüzünde nimetler vermiştir; fakat bu kul-
larından kendisine inananları, yani Müslümanları üstün saymış ve onlara ahiret-
te “özel” işlem yapmayı, nimetler vermeyi kararlaştırmıştır; buna karşılık diğerle-
rini, yani “müşrik”leri (puta taparları), Yahudileri ve Hıristiyanları, hep “gazaba
uğramışlar”dan, “sapmışlar”dan saymış, cezalandırılmaya layık bulmuştur.

4
Ömer Rıza Doğrul, age, s.53
5
Bu konularda bkz. Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi, İstanbul, 1994, “Kur’an” ve “Ayet”
maddeleri.

42
Söylemeye gerek yoktur ki, Muhammed’in Tanrısı, daha bu ilk sözleriyle in-
san aklını içinden çıkılmaz anlaşılmazlıklara sürüklemiş görünmektedir. Çünkü
insanları “Müslüman” ya da “kâfir” yapan doğrudan doğruya Tanrı’nın kendisi-
dir. Örneğin, “Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslamiyet’e
açar; kimi de saptırmak isterse... kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah inanmayan-
ları küfür bataklığında bırakır” (En’am Suresi, ayet 125) şeklinde konuşmak
suretiyle, bu keyfiliğini ortaya koymuştur. Bu aynı Tanrı, İslam’a soktuklarını
ahirete alıp nimetlere boğmakta, saptırdıklarını küfür bataklığında bırakmakta-
dır. Söylemeye gerek yoktur ki, bu sözler çelişkili olup, anlaşılması olanaksız bir
sonuç yaratmaktadır ki, o da Tanrı’nın, hem kişiyi kâfirliğe sürüklemesi hem de
kâfirdir diye cezalandırmasıdır.

Öte yandan, besmelenin “ayet” olup olmadığı, namazda sesli olarak okunup
okunamayacağı konusu da tartışmalıdır. Çünkü bir kere besmele, “Bismilllahir-
rahmanirrahim” şeklinde olmak üzere, Kur’an’ın her suresinin başında yer al-
mıştır: bunun tek istisnası Tevbe Suresi’dir. Buna karşılık Neml Suresi’nin 30.
ayetinin içinde besmele yer almıştır. Neden dolayı Tevbe Suresi’nin başına kon-
mamıştır da, Neml Suresi’ne ayet şeklinde girmiştir, bilinmez! Fakat bilinen şu
ki, Müslümanlar için her işe besmeleyle başlamak koşuldur; çünkü Muhammed,
“Besmele ile başlamayan her iş güdüktür” demiştir. Namaz kılmak da “ibadet”
şeklinde bir “iş” olduğuna göre, ortaya namaz sırasında besmele okuma sorunu
çıkar. Ancak, namazdayken besmelenin sesli okunup okunmaması konusunda
anlaşmazlık vardır. Anlaşmazlığı yaratan şey, besmelenin “ayet” niteliğini taşıyıp
taşımadığına dair mevcut olan diğer bir anlaşmazlıktır. Fıkıh mezheplerinden ve
fıkıh bilginlerinden bazılarına göre, surelerin başında yer alan besmele, ayet de-
ğildir; sadece Neml Suresi’nin 30. ayetinde geçen besmele ayettir. Örneğin, İma-
nı Ebu Hanife’nin başında bulunduğu fıkıhçılara göre durum budur. Bu nedenle,
onlara göre, besmelenin, namazda sesli olarak okunmaması gerekir. Buna karşı-
lık İmam Şafi’nin başını çektiği bir başka grup, besmeleyi ayet niteliğinde sayıp
namazda sesli olarak okunması gerektiğini savunurlar. 6 Kur’an’da her şeyin

6
Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, s.8; Turan
Dursun, Kur’an Ansiklopedisi, Kaynak Yayınları, İstanbul. 1994, c.3, s.288.

43
“apaçık” kılındığını söyleyen Tanrı, neden dolayı “besmele” şeklindeki ilk sözle-
riyle apaçık olmaktan uzak ve tartışma yaratıcı durumlara vesile olmuştur, bi-
linmez!

C) Kur’an’daki “Elif”, “Lam”, “Mim”, “Sad”, “Ra”, “Kaf”, “Ta”,


“Sin”, “Mim”, “Ha”, “Him”, “Nûn” Şeklindeki “Başlangıç Harfle-
ri”nin Ne Anlama Geldiği Bilinmez!

Kur’an’daki çoğu surelerin başında, “Bismilllahirrahmanirrahim” sözcü-


ğünden hemen sonra, anlaşılamaz nitelikte birtakım harfler yer almıştır ki,
Arapçada buna “el-hurûfu’l-mukattaat” adı verilmiştir. “Mukattaat” sözcüğü,
“kesik” ya da “kesilmiş” demek olduğuna göre yukarıdaki “el-hurûfu’l-
mukattaat” deyimini Türkçeye “kesik kesik harfler” şeklinde çevirmek müm-
kündür. Gerçekten de bu harfler, çeşitli surelerin başında, çeşitli şekillerde ol-
mak üzere, “Elif, Lam, Mim” ya da “Elif, Lam, Mim, Sad” ya da “Elif, Lam, Ra”
ya da “Elif, Lam, Mim, Ra” ya da “Kaf, Ha, Ya, Ayn, Sad” ya da “Ta, Ha” ya da
“Ta, Sin, Mim” ya da “Ha, Him” ya da “Ha, Mim, Ayn, Sin, Kaf ya da “Nûn” şek-
linde yer almış bulunmaktadır. Örneğin, Bakara ve Al-i İmran surelerinde bu
harfler şöyledir: “Elif, Lam, Mim.” Bu sureleri izleyen dört sure boyunca bu harf-
lere rastlanmaz. Harfler, yedinci sure olan A’raf Suresi’nin başında “Elif, Lam,
Mim, Sad” şeklinde tekrar karşımıza çıkar. Sonra tekrar kaybolur ve onuncu su-
re olan Yûnus, on birinci sure Hûd, on ikinci sure olan Yusuf surelerinde, “Elif,
Lam, Ra” şeklini alır. Daha sonra on üçüncü Rad Suresi’nde, “Elif, Lam, Mim,
Ra” şeklini alır. On dördüncü İbrahim ve on beşinci Hicr surelerinde “Elif, Lam,
Ra” olur. Sonra yine kaybolur ve on dokuzuncu Meryem Suresi’nde, “Kaf, Ha,
Ya, Ayn, Sad” olarak belirir. Yirminci Ta-Ha Suresi’nde, “Ta, Ha” şeklini alır. Altı
sure boyunca kaybolur ve yirmi altıncı Şuara Suresi’nde “Ta, Sin, Mim”, yirmi
yedinci Neml Suresi’nde “Ta, Sin”, yirmi sekizinci Kasas Suresi’nde yine “Ta,
Sin, Mim”, yirmi dokuzuncu Ankebût, otuzuncu Rûm, otuz birinci Lokman, otuz
ikinci Secde surelerinin başında, “Elif, Lam, Mim” şeklinde görünür. Daha son-
ra, kırkıncı Mümin ve kırk birinci Fussilet surelerinde “Ha, Mim”; kırk ikinci

44
Şûra Suresi’nde “Ha, Mim, Ayn, Sin, Kaf”, kırk üçüncü Zuhruf Suresi’nde ve
kırk dördüncü Duhân surelerinde “Ha, Mim”; kırk beşinci Câsiye ve kırk altıncı
Ahkaf surelerinde “Ha, Mim” olarak görünür. Sonra yirmi üç sure boyunca, bu
tür başlangıç harflerine rastlanmaz. Altmış sekizinci sırada bulunan Kalem Sure-
si’nde “Nûn” olarak tekrar ortaya çıkar. Fakat bunu izleyen ve Kur’an’ın sonun-
cu suresi olan yüz on dördüncü Nas Suresi’ne kadar artık bu tür harflere rast-
lanmaz.

Nedir bu harflerin anlamı? Neden bazı surelerin başında yer almışlardır da,
bazılarında almamışlardır? Kimse bilmez! Bilgin geçinen herkes, kendi anlayışına
göre kafadan bir şeyler uydurur. Kur’an’da bunu açıklayıcı bir şey yok! Aksine,
Kur’an’ın bizzat kendisi, hani sanki bu harfler “apaçık” şeylermiş gibi, “Elif,
Lam, Ra. Bunlar, apaçık kitabın ayetleridir” (Yusuf Suresi, ayet l) diyerek, oku-
yanları şaşkınlığa uğratır. Anlamı bilinemeyen bir şeyi “apaçık” olarak tanımla-
mak, aslında karşısındakilere alay etmekten başka bir şey değildir.

Kimi yorumcular, bir yandan Kur’an’ın “apaçık” (mübin) bir kitap olduğunu
söylerlerken, diğer yandan bu söylediklerini yalanlarcasına söz konusu harfler
konusunda, “Bunlar Tanrı’ya ait bir sır olup, anlamları hakkında bir şey söyle-
nemez” deyip işin içinden çıkarlar. Kimi yorumculara göre bu harfler surelerin
adıdır.

Kimi yorumculara göre bunlar, Tanrı’ya özgü adlarının birer ifadesidir: ör-
neğin, “Elif”in karşılığı “Allah”, “Lam”ın karşılığı “Cebrail” ve “Mim”in karşılığı
da “Muhammed”dir. Ve güya bu harfler, “Allah” ile “Muhammed’i” aynılaştır-
mıştır!

Kimine göre “Elif” harfi, insan hançeresinde en alttan, “Mim” harfi ise en
üstten çıkan harftir. Bütün Arap dili bu iki harf arasında doğup, oluşmuştur! 7

Kimine göre bunlar “öğrenmenin harflerle başladığına işarettir”. Kimine gö-


re de bunlar, Kur’an sözcüklerinin bu harflerden oluştuğunu anlatmak ve insan-

7
“Bu konuda bkz. A. Gölpınarlı, Kur’an-ı Kerim ve Meali, İstanbul, 1958, s.59; Ayrıca bkz. 11.
yüzyıl din bilirlerinden Bakıllani’nin İ’cazu’l-Kur’an.

45
lar tarafından bir benzerinin yapılamayacağını kanıtlamak için konmuştur; güya
Tanrı, “Buyrun siz de benzerini yapın!” diyerek, yüceliğini anlatmak istemiştir!
Ya da Elif, Lam, Mim vd... şeklindeki bu harfler, dikkatleri toplamaya yararlı “bir
edebi sanattır”; çünkü “söze üstü kapalı olarak başlamak, sonra onu açmak daha
fazla ilgi uyandırır.” 8 Hani sanki Tanrı, tıpkı insanların başvurdukları kurnazlık-
larla iş gören bir varlıktır!

Evet, bugüne değin, yani 1400 yıl boyunca hiç kimse, söz konusu bu harfler
konusunda akla yatkın ve kesin bir şey söyleyememiştir! O kadar ki, başta Suyûti
olmak üzere, İslam bilgini olarak tanınan nice ünlüler, bu başlangıç harflerinin
anlamının sadece Tanrı tarafından bilindiğini söyleyerek, işi biraz daha anlaşıla-
maz duruma getirmişlerdir. Bundan dolayıdır ki, “apaçık” olduğu iddia olunan
Kur’an’ın, “apaçık” olmaktan çok uzak bu harflerinin anlamını çözmek mümkün
olamamıştır; bunlar birer bilmece niteliğinde şeyler olarak kalmışlardır!

Pek muhtemeldir ki Muhammed, anlaşılması imkânsız bu tür harflere yer


vermek yoluyla (ya da Kur’an’ı derleyenler), kişileri bir tür büyüleme yoluyla etki-
lemeye (“esrar’lı bir tarzda teshire) çalışmışlar; bu tür bilinmezliklerle, Kur’an’ın
gizli “hikmetler” kaynağı olduğu kanısını yaratmak istemişlerdir. Söylemeye ge-
rek yoktur ki bunu yaparken, Kur’an’daki her şeyi hiç akıl süzgecinden geçirme-
den ve düşünmeden kabul alışkanlığını pekiştirmişlerdir.

D) Kur’an’daki Ayetlerin Sayısı, İniş (Nüzul) Sırası ve Zamanı...


Gibi Konular, “Apaçık” Olmaktan Çok Uzak; Hep Tartışmalı!

Kur’an’daki ayetlerin sayısının gerçek olarak ne olduğu kesin olarak bilin-


mez: bu sayının 6204 olduğunu söyleyenler (örneğin, Basralılar) yanında, 6210
olduğunu söyleyenler (örneğin, Mekkeliler), 6214 ile 6217 arasında olduğunu
söyleyenler (örneğin, Medineliler) ya da 6216 olduğunu öne sürenler (örneğin,
Şamlılar) vardır. Genellikle bu sayının 6666 olduğu kabul edilir. Ayet sayısı konu-
sundaki anlaşmazlık, “ayet” deyiminden ne anlaşılması gerektiğinin bildirilme-
8
Bu konuda bkz. Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara,
1993, s. 1.

46
mesinden, daha doğrusu “ayet” tanımındaki kararsızlıktan doğmadır. Kimine
göre “ayet” sayılan şey, kimine göre “ayet” değildir. 9

Öte yandan, Tanrı’dan geldiği söylenen ilk ayetin, doğal olarak Kur’an’ın en
başında yer alması ve diğer ayetlerin de iniş sırasına göre ve nihayet en son inen
ayetin de Kur’an’ın sonuna konması gerekirken, böyle yapılmamıştır. Karmakarı-
şık bir sıra izlenmiştir. Eğer bu ayetler “konu” esasına göre indirilmiş olsa, bun-
ların, yine belli bir sıraya ve düzene göre yerleşmiş olmaları gerekirken, böyle de
yapılmamıştır; çeşitli konularla ilgili ayetler karmakarışık şekilde dizilmiştir. Bu
itibarla Kur’an, anlaşılması mümkün olmayan bir düzende derlenmiştir. Bu şe-
kilde hazırlanmış olmasının nedenlerine dair, Kur’an’da bir açıklık da yoktur.
Kur’an’daki tanıma göre “Mütekebbir” (“ulu” ve “yüce”), “aziz” (güçlü), “hakim”
(hikmetli), “alim” (her şeyi en iyi bilen) olan bir Tanrı’nın, sıra ve düzeni olma-
yan, bilimsellikle bağdaşmayan bir kitap göndereceğini düşünmek güçtür. Hem
de öyle bir Tanrı ki, Kur’an’ın bir benzerini hiç kimselerin yapamayacağını an-
latmak amacıyla, Muhammed’e şöyle hitap etmekte: “De ki: ‘insanlar ve cinler,
birbirine yardımcı olarak, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak için bir ara-
ya gelseler, andolsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar” (İsra Suresi, ayet
88). Bunları söyleyen bir Tanrı’dan, sure ve ayetleri karmakarışık düzende bir
kitap ineceğine elbette ki ihtimal verilemez! Pek muhtemeldir ki, bu düzensizlik,
Muhammed’in ölümünden sonra Kur’an’ı derleyenlerden gelmedir.

Gerçekten de bir kere, hangi surenin hangi ayetinin ilk önce, hangisinin en
son olarak indiği bilinmez; bu konu tartışmalıdır. Kimine göre Kur’an’ın birinci
ayeti, Muhammed’e “oku” emrinin verildiği Alak Suresi’nin şu ayetidir:

“(Ey Muhammed) Tanrı’nın adıyla oku...” (Alak Suresi, ayet 1-2).

Oysa ki, Alak Suresi, Kur’an’ın sonlarında yer alan surelerden biridir; daha
doğrusu 114 sureden ibaret olan Kur’an’da 96. sure olarak yer almıştır. Yani
“nüzul” sırası itibariyle birinci, fakat Kur’an’da (“mushaf tertibi”ne göre) 96. sı-
rada yer alan bir suredir.

9
Bu konudaki görüşler için bkz. Turan Dursun, age, c.3, s. 149.

47
Kimine göre ilk inen ayet, Müddessir Suresi’nin, “Ey bürünüp sarınan (Re-
sulüm)...” diye başlayan ayetidir ki, “Kalk ve (insanları) korkut (uyar)!” şeklin-
deki bir ikinci ayetle tamamlanır. Bu sure ise, Kur’an’da (mushaf tertibine göre)
74. sırada yer almıştır.

Kimilerine göre ise ilk inen ayetler “Fatiha” Suresi’ndedir ki, Kur’an’ın ba-
şına alınmıştır; yani “mushaf tertibi”ne göre birinci sıradadır. Fakat Fatiha Sure-
si, iniş sırası (nüzul sırası) itibariyle altıncı sırada yer almıştır. Üstelik bir de şu
var ki, bu surenin, Muhammed’e, “Oku...” ya da “...Kalk ve (insanları) korkut
(uyar)!” şeklinde hitap eden ayetlerden önce indirilmiş olmasını kabul etmek,
mantıken güçtür.

Yine bunun gibi hangi surenin hangi ayetinin en son gelen ayet olduğunu
bilen yoktur; bu da tartışmalıdır, Kimine göre en son ayet, Kur’an’da ikinci sırada
yer alan Bakara Suresi’nin 278. ayetidir ki, “riba ayeti” diye bilinir; şöyledir:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız ha-


len mevcut faiz alacaklarınızı terk edin” (Bakara Suresi, ayet 278).

Kimi yorumculara göre en son inen ayet, yine Bakara Suresi’nin 281. ayeti-
dir ki, şöyledir;

“Allah’a döndürüleceğiniz, sonra da her şahsa hak ettiği eksiksiz verile-


ceği... bir günden sakının” (Bakara Suresi, ayet 281).

Hemen hatırlatalım ki, bu Bakara Suresi, Kur’an’da (Fatiha Suresi’nden


sonra) baştan ikinci sırada yer alan bir suredir. Kur’an’ın başında yer almış ol-
makla beraber, Muhammed’in Medine’ye hicretinden sonra (yani kendisini “pey-
gamber” olarak ilan edişinden on ya da on üç yıl sonra) ilk “nazil” olan sure ola-
rak kabul edilir. 10 İniş sırası (nüzul” tertibine göre sırası) itibariyle 87. sure ola-
rak kabul edilir. Oysa Kur’an’daki sıraya göre, daha sonraki surelerde “faiz” an-
lamına gelen “riba” ile ilgili daha birçok ayet var; örneğin, Kur’an’da, baştan
üçüncü sıradaki Al-i İmran Suresi’nde (ayet 130), dördüncü sıradaki Nisa Sure-

10
Bu hususta bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, age, c. 1, s.146.

48
si’nde (ayet 161) ve otuzuncu sıradaki Rûm Suresi’nde (ayet 39) “faiz” konusu-
nu hükme bağlayan ayetler bulunmakta. 11

Hiç düşünülebilir mi ki, her şeyi en iyi şekilde düzenleyen bir Tanrı, “faiz”
gibi önemli bir konuyu düzenli olarak belirtmesin de, Kur’an’ın orasına burasına
serpiştirdiği ayetlerle anlatmaya çalışsın?! Ve bunu yaparken en son olarak in-
dirdiğini söylediği bir ayeti, Kur’an’ın en başına geçirsin?!

Yine bunun gibi kimi yorumcular, son inen ayetlerin, mirasla ilgili olarak
Nisa Suresi’nde yer alan 127. ve 176. ayetler olduğunu söylerler. Oysa Nisa Sure-
si, Kur’an’ın sonunda değil, başlarında, dördüncü sırada yer almış olan bir sure-
dir ve 92. sure olarak indiği kabul edilir. Öte yandan söz konusu ayetler miras
sorunlarından sadece bir kısmını kapsamaktadır. Miras sorunları konusunda da-
ha pek çok ayet vardır ki, Nisa Suresi’nin 7. ve 8., 11. ve 12., Al-i İmran Sure-
si’nin 180., Hadid Suresi’nin 10. ayetleri olarak düzenlenmişlerdir. Miras sorun-
larının sadece belli bir kesimini hükme bağlayan Nisa Suresi’nin 127. ve 176.
ayetlerinin son gelen ayetler meyanında gösterilmesine akıl erdirmek kolay değil.

En son inen ayetlerin Tevbe Suresi’nin 128. ve 129. ayetleri olduğunu söy-
leyenler de vardır. Tevbe Suresi, bazı yorumculara göre, Kur’an’ın “nüzul terti-
bi”ne (iniş sırasına) göre 113. suresidir ki, sondan bir önceki sure demektir. An-
cak bu sure, Kur’an’ın en sonunda değil, başlarında, dokuzuncu sırada olmak
üzere yer almıştır. Şu durumda en son surenin, en son inen iki ayeti, Kur’an’ın
en sonuna değil, başlarına konmuş demektir.

Fakat bu arada, Kur’an’ın Maide Suresi’nin üçüncü ayetinde, Tanrı’nın, son


söz olarak şöyle dediği yazılıdır:

“...Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve


sizin için din olarak İslam’ı beğendim...” (Maide Suresi, ayet 3).

Bu satırların açıklamasını yapanlara göre, Tanrı, İslam dininin bütün buy-


ruklarını, imanın ve ahlakın bütün esaslarını, sosyal kanunların en mükemmeli-
ni ve her şeyi gönderdiğini, böylece Müslüman kullarına İslam’ın tamamını ver-
11
Turan Dursun, age. c.3. s. 126 ve c.5, s. 102 vd.

49
diğini, başkaca verilecek bir şey kalmadığını, başkaca “tebligat” da olmayacağını
ve koymuş olduğu hükümlerin artık asla kaldırılamayacağını bildirmiştir. Ve yine
bu yorumculara göre, söz konusu ayetin inişinden seksen gün kadar sonra Mu-
hammed ölmüştür ve bu süre içerisinde Tanrı ne yeni bir ayet indirmiş ne de
evvelce indirmiş olduğu ayetlerden herhangi birini “nehyetmiştir” (kaldırmıştır).
Ve güya bu en son gelen ayet (yani Maide Suresi’nin 3. ayeti), Muhammed’in
“peygamberlik” görevinin artık sona ermiş olduğunun kanıtı sayılmıştır. Çünkü,
ayetin inişi sırasında Ebu Bekir ağlamaya başlamış ve sebebi sorulduğunda, “Bu
ayet Resulullahın vefatı takarrüb ettiğine delalet ediyor” (diğer bir deyimle, “Bu
ayet, Tanrı elçisinin ölümü zamanının yaklaştığını gösteriyor”) demiştir. 12 Eğer
bu ayet, gerçekten Tanrı’nın en son indirdiği ayet ise, bu takdirde şunu düşün-
mek doğaldır ki, en son ayet olarak Kur’an’ın en son suresinin en sonunda yer
almalıydı. Oysa bu ayet, Maide Suresi’nin son ayeti olarak bile değil, üçüncü ayeti
olarak görünmektedir. Maide Suresi ise, Kur’an’ın en başlarında, beşinci sırada
olan bir suredir; bununla beraber iniş sırası itibariyle 112. suredir. Görülüyor ki,
“en son gelen ayet” diye gösterilen bir ayet, Kur’an’ın en başlarına (yani beşinci
sıraya) oturtulmuş, Maide Suresi’nin baştan üçüncü ayeti olmuştur. Fakat iş bu-
nunla bitmiş değil; zira “...Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi
tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim...” şeklinde olan ve “en
son gelen ayet” diye bilinen bu sözler, hiç yeri ve gereği olmadan, haramlar, ya-
saklar konusuyla ilgili bir ayetin tam ortasına oturtulmuştur. Gerçekten de Mai-
de Suresi’nin üçüncü ayeti aynen şöyle:

“Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş...,


boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar, put-
lar üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız,
size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün kâfirler, sizin di-
ninizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan kork-
mayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize ni-
metimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim. Kim gö-
nülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse
(haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyici-
dir” (Maide Suresi, ayet 3).

12
Elmalılı H. Yazır, age. c.2, s.1568-1569.

50
Dikkat edileceği gibi, yukarıda altını çizdiğimiz satırların, daha önceki ve
daha sonraki satırlarla hiçbir ilgisi yok. Daha önceki satırlarla, leş, kan, domuz
eti vs... gibi şeylerin ya da belli bir şekilde öldürülmemiş hayvan etlerinin yenil-
mesi yasak kılınmakta, kâfirlerin İslam dinine kötülük yapamayacakları anlatıl-
makta ve Müslümanların kâfirlerden değil, Tanrı’dan korkmaları gerektiği vurgu-
lanmakta. Bu yapıldıktan sonra birdenbire Tanrı’nın İslam dinini “ikmal ettiği”
(kemale yetirdiği), Müslümanlara olan nimetini tamamladığı ve din olarak onlara
İslam’ı seçtiği bildirilmekte. Bu bildirildikten sonra, yine birdenbire haram ve
yasaklar konusuna dönülmekte ve açlık halinde haram etlerden yenebileceği ek-
lenmekte. Daha başka bir deyimle birbirini tamamlayan iki fikrin (yani, haram ve
haram yeme hallerinin ne olduğunu anlatan iki fikrin) arasına “...Bugün size di-
ninizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İs-
lam’ı beğendim...” şeklindeki satırlar konuvermiştir. Böylece Tanrı’dan “en son”
geldiği söylenen sözler, Kur’an için hiç de son nitelikte olamayacak sözlerle kar-
ma yapılıvermiştir. “Hiç de son nitelikte olamayacak sözler” diyoruz, çünkü dü-
şünülebilir mi ki, “âlim” ve “bilgi sahibi” bir Tanrı, “kutsal” diye insanlara gön-
derdiği Kur’an gibi bir kitabı, “Ey Müslümanlar, leş, kan, domuz eti vs... gibi şey-
leri sizlere yasak kıldım, fakat açlık halinde bunları yiyebilirsiniz” şeklindeki
sözlerle bitirmiş olsun? Hani sanki insanlara en son olarak söylenecek başkaca
bir şey bulanamazmış gibi! Kaldı ki haram ve yasaklarla ilgili olarak Kur’an’ın
diğer birçok yerinde ayetler bulunmakta (örneğin bkz. Bakara Suresi, ayet 172-
173; Al-i İmran Suresi, ayet 93; Nisa Suresi, ayet 50, 160-161; En’am Suresi,
ayet 119, 138-140, 144-146, 150-151; A’raf Suresi, ayet 33; Nahl Suresi, ayet
116).

Yine tekrar edelim ki, Kur’an’ın ilk ya da en son suresinin (ya da ayetinin)
ne olduğu konusundaki tartışmalar bitmiş değildir. Ve bu tür tartışmalar, “apa-
çık” olduğu söylenen Kur’an’ı, her hususta “apaçık” olmaktan çok uzak kılmak-
tadır.

Verilecek bir başka örnek, Kur’an’daki “besmele” sözcüğüyle ilgili olarak


şöyledir: Biraz önce değindiğimiz gibi, Tevbe Süresi hariç, diğer surelerin başın-

51
da yer alan “besmele” deyiminin -ki “Bismilllahirrahmanirrahim”, yani “rahman
ve rahim olan Tanrı’nın adıyla” sözcüklerinden ibarettir- başlı başına bir ayet
olup olmadığı da tartışmalıdır; hem de önemli sonuçlar doğuracak kertede tar-
tışmalıdır. Şu bakımdan ki, eğer bu deyim başlı başına bir ayet sayılacak olursa,
namazda sesli olarak okunması gerekir. Yok, eğer ayet sayılmıyorsa, namazda
sesli okunmaz. Öte yandan “ayet” sayılıp sayılmaması Kur’an’daki ayet sayıları-
nın saptanması bakımından da önemlidir. İmam Ebu Hanife gibi fıkıh bilginleri-
ne göre, bu başlı başına bir ayet sayılmaz; sadece Neml Suresi’nde yer aldığı şek-
liyle ayet olarak kabul edilir. Oysa ki İmam Şafi’nin başında bulunduğu fıkıhçıla-
ra göre besmele gerek Fatiha Suresi’nin gerekse diğer surelerin ilk ayetidir.

Görülüyor ki, eleştiriyi sürdürdükçe işin içinden çıkılmaz bir durum ortaya
çıkmakta! Bu konuya, ilerideki bölümlerde, başka bir vesileyle, tekrar döneceğiz.

52
IV - KUR’AN’I “APAÇIK” OLMAK ÜZERE İNDİRDİĞİNİ SÖYLEYEN
TANRI, ÇOĞU ZAMAN ONU ANLAŞILAMAZ NİTELİKTE KILMAK-
TA, HATTA BAZI HALLERDE ANLAŞILMAMASINDAN YANA OL-
MAKTA!

Biraz yukarıda Kur’an’ın apaçık bir kitap olduğunu belirleyen hükümlerden


bazılarına değindik ve dedik ki, bu hükümlere göre Tanrı, Araplar iyice anlayabil-
sinler diye Kur’an’ı Arapça olarak ve “apaçık” şekilde indirmiştir. Ancak, Kur’an’ı
anlaşılsın diye “apaçık” ve “Arapça” olarak gönderdiğini söyleyen Tanrı, Mu-
hammed’in anlatmasına göre, birdenbire karşımıza sanki bunları hiç söylememiş
gibi çıkıverir ve bu kez Kur’an’ın anlaşılmasını istemediğini ya da bazı ayetleri
“muhkem” (kesin) ve bazılarını da “müteşabih” (çeşitli anlamlara gelecek) şekil-
de indirdiğini bildirir. Bu yetmiyormuş gibi, bir de “muhkem” (kesin) nitelikte
gönderdiği ayetleri anlaşılması imkânsız kılmak yanında, pek çok ayeti de hiç
kimsenin anlayamayacağı bir şekilde gönderdiğini ekleyiverir. Bunlardan bazı
örnekleri ilerideki sayfalarda göreceğiz; fakat şimdilik şunu belirtelim ki, Tanrı,
yine Muhammed’in söylemesine göre, birçok halde Kur’an’ın anlaşılmasını engel-
lemek istediğini açıkça bildirmiştir. Örneğin, En’am, İsra ve Kehf gibi bazı sure-
lerde, Tanrı’nın Kur’an’ı anlaşılmaz kılmak için insanların kalplerine örtüler,
gözlerine perdeler ve kulaklarına ağırlıklar koyduğu anlatılmıştır:

“...Onlardan seni (okuduğun Kur’an’ı) dinleyenler de vardır. Fakat onu


anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler, kulaklarına
da ağırlık verdik. Onlar her türlü mucizeyi görseler bile, yine de ona
inanmazlar. Hatta o kâfirler sana geldiklerinde, ‘Bu Kur’an eskilerin
masallarından başka bir şey değildir’ diyerek seninle tartışırlar”
(En’am Suresi, ayet 25; İsra Suresi, ayet 46; Kehf Suresi, ayet 57). 1

1
İsra Suresi’nde şöyle yazılıdır: “Biz Kur’an’ı okuduğun zaman, seninle ahirete inanmayanların
arasına gizleyen bir örtü çekeriz. Ayrıca, onu anlamamaları için kalplerine bir kapalılık ve ku-
laklarına bir ağırlık veririz. Sen Kur’an’da Rabbinin birliğini yad ettiğinde, onlar, canları sı-
kılmış vaziyette, gerisin geri dönüp giderler” (İsra Suresi, ayet 45-46)).
Görülüyor ki Tanrı, bazı kişilerin Kur’an’ı anlamalarına engel olduğunu söy-
lüyor ve biraz daha şaşırtıcı bir ifadeyle şunu ekliyor:

“Ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıkta kalmış sağır ve dilsizlerdir”


(En’am Suresi, ayet 27, 39).

Yani Kur’an’daki Tanrı, hem Kur’an’ı anlamasınlar diye, insanların kalple-


rine örtüler ve kulaklarına ağırlık koyduğunu anlatmakta, hem de ayetleri anla-
mıyorlar diye onlara “sağır ve dilsizler” diyerek çatmaktadır!

Her ne kadar Kur’an yorumcuları, yukarıdaki ayette söz konusu edilen kişi-
lerin, Allah’a karşı gelen, Kur’an ayetlerini dinlemek istemeyen kimseler oldukla-
rını ve Tanrı’nın bu yüzden kalplerini örttüğünü, kulaklarına ağırlık koyduğunu
söylerlerse de, doğru olanı söylemiş olmazlar. Daha önce de değindiğimiz gibi,
Kur’an’da (örneğin, En’am Suresi’nin 125. ayetinde) insanların gönlünü dilediği
gibi açıp onları Müslüman yapanın, doğru yola sokanın ya da dar ve sıkıntılı kılıp
saptıranın Tanrı olduğu yazılıdır. Yine aynı surenin 107. ve 111. ayetlerinde
“inanmanın” Allah’ın izni ve istemesiyle olacağı belirtilirken, “Allah dileseydi pu-
ta tapmazlardı” (En’am Suresi, ayet 107) denmiştir. Bu böyle olduğuna göre,
eğer bu ayetlerde sözü edilen kişiler “puta tapan”, “imansız” ya da “sapık” olduk-
ları için Kur’an’ı dinlemek istemiyor iseler, bunun sorumluluğunun, gönülleri
dilediği gibi açan ya da kapayan Tanrı’ya ait olması gerekmez mi? Ve esasen
Kur’an’ı dinleyip anlamak için kulağın “kulak” olması ve “açık bir kalp” bulun-
ması şart değil mi? Şu durumda Tanrı’nın, Kur’an ayetlerini dinlemek isteme-
yenlerin kalplerini örtecek ya da kulaklarına ağırlık koyacak yerde aksini yapma-
sı, onların kulaklarını ve gönüllerini açması beklenmez mi?

Fakat Muhammed’in söylemesine göre Tanrı, bazı kişilerin kalplerini da-


raltmak suretiyle, Kur’an’ın onlar tarafından anlaşılmasına engel olmuştur. Daha
başka bir deyimle onların kâfir olmalarını ya da kâfir olarak kalmalarını istemiş-
tir. Bunun da sebebi, yine Muhammed’in söylemesine göre, cehennemi insanlar-
la dolduracağına dair kendi kendisine söz vermiş olmasıdır. Örneğin, Secde Su-
resi’nde Tanrı’nın şöyle dediği yazılıdır:

54
“Biz dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat ‘Cehennemi hem
cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım’ diye benden ke-
sin söz çıkmıştır” (Secde Suresi, ayet 13).

Yine bunun gibi Hûd Suresi’nde Tanrı’nın; “Rabbin dileseydi bütün insan-
ları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler...”
(Hûd Suresi, ayet 118) dediği ve “...Andolsun ki cehennemi tümüyle insanlar ve
cinlerle dolduracağım” (Hûd Suresi, ayet 119) diye eklediği bildiriliyor.

Daha başka bir deyimle Tanrı, dilemiş olsa herkese “hidayetini” vermek ola-
sılığına sahip olduğu halde vermiyor; çünkü cehennemi insanlarla (ve cinlerle)
dolduracağına dair kendi kendine yeminler etmiştir. Bu nedenle, insanları “ihti-
lafa” düşürtüyor ve dilediklerini cehenneme atmak suretiyle kendi kendine ver-
miş olduğu sözü yerine getirmiş oluyor!

Hemen belirtelim ki, Muhammed bu tür ayetleri Kur’an’a koymakla, kişileri


İslam yapamamanın sorumluluğundan kurtulmaya çalışmıştır. Tanrı’yı, “Onlar-
dan seni dinleyenler vardır; Kur’an’ı anlarlar diye, kalplerine örtüler, kulakları-
na da ağırlık koyduk” (En’am Suresi, ayet 25; İsra Suresi, ayet 46; Kehf Suresi,
ayet 57) şeklinde konuşmuş olarak göstermekle de aynı taktiği izlemiştir. Yani,
kişilerin İslam’ı kabul etmemelerinin sorumluluğunun kendisinde değil, Tanrı’da
olduğunu anlatarak, başarısızlık damgasını yemekten sıyrılmak istemiştir.

55
V - KULLARINI İNANÇ BOCALAMASINDA BIRAKMAMAK İÇİN
TANRI, BAZI AYETLERİ ANLAŞILAMAZ NİTELİKTE KILMIŞ!

Muhammed’in söylemesine göre, Tanrı, her ne kadar Kur’an’ı “apaçık” ol-


mak üzere gönderdiğini bildirmekle beraber, kitabın bazı ayetlerini “muhkem”
(yani, “açık ve seçik” ya da “kesin” anlamlı), bazılarını da “müteşabih” (yani,
“anlamı tam olarak anlaşılamayan “ya da “çeşitli anlamlı”) nitelikte kılmaktan
geri kalmamıştır. Ve bunu şu sözleriyle açığa vurmuştur:

“(Ey Muhammed!) Sana (Kur’an’ı) indiren O’dur. (Kur’an’ın) bazı


ayetleri muhkemdir ki, bunlar kitabın esasıdır. Diğerleri de müteşabih-
tir... “ (Al-i İmran Suresi, ayet 7).

Din bilginleri, “muhkem” sözcüğünü, “Anlamı ve yorumu bilinen, anlaşılır


olan”, “kesin anlamlı olan”, “kanıtlıkları kesin, açıklamaları sağlam, net olan”,
“hükmü geçerli olan” (yani ortadan kaldırılmamış olan), “yalnızca tek anlamı
olan” şeklinde tanımlarlar. Bu tanımlamalara göre, örneğin Al-i İmran Sure-
si’nin, “Kesin olarak Tanrı katında (gerçek) din yalnızca İslam’dır... İslam’dan
başka dinlere rağbet edenler tam bir sapıklık ve ziyan içindedirler” (Al-i İmran
Suresi, ayet 19 ve 85) şeklindeki ayeti, kesin ve apaçık anlamlı ayetlerdendir.

“Müteşabih” sözcüğüne gelince, bunu, “çeşitli anlamlı”, “anlamını hiç kim-


senin bilemeyeceği”, “anlamı hiçbir yolla bilinemeyen”, “birden çok anlama gele-
bilen” ya da “hükmü yürürlükten kaldırılmış olan” şeklinde anlarlar. 1 Örneğin,
Hakka Suresi’nin 40. ayetinde Kur’an’ın “...çok şerefli bir elçinin sözü” olduğu
yazılıdır. Tekvin Suresi’nin 19. ve 20. ayetlerinde de, Kur’an’ın “Tanrı katında
itibarlı bir elçinin getirdiği söz” olduğu bildiriliyor. Biraz ileride göreceğiz ki, bu
ayetlerde geçen “elçi” sözcüğünün, “Cebrail” için mi, yoksa “Muhammed” için
mi kullanıldığı belli değil. Yine bunun gibi Enfal Suresi’nin 65. ayetinde, Müslü-
1
Taberi, Kurtubi, Fahruddin Razi, Nesefi, Muhyiddin İbn Arabi gibi kaynaklardan aktaran bkz.
Turan Dursun, age. c.3, s. 138.
manlardan yirmi kişinin, savaşta iki yüz kâfire galip geleceği (yani, bir Müslüma-
nın on kâfiri haklayacağı) yazılıdır. Onu izleyen 66. ayette ise, Müslümanlardan
yüz kişinin, kâfirlerden iki yüz kişiye galip gelecekleri (yani, bir Müslümanın iki
kâfiri haklayacağı) belirtiliyor. Hani sanki Tanrı, Müslüman kullarının gücü ko-
nusunda kararsız ya da fikir değiştirmiş gibidir; zira bir ayette yirmi Müslümanın
iki yüz kâfiri tepeleyeceğini söylerken, diğer bir ayette yüz Müslümanın iki yüz
kâfiri haklayabileceğini söylemektedir. Bu iki ayet arasında çelişki olduğu için,
her ikisi de “müteşabih” sayılıyor. Kimi yorumculara göre 65. ayet, daha sonraki
66. ayet ile ortadan kaldırılmıştır. Kimi yorumculara göre ise Tanrı, Müslüman-
ların zayıf oldukları dönemler için 65. ayeti, güçlendikleri dönem için 66. ayeti
koymayı düşünmüştür. Bu nedenle 65. ayet kaldırılmamıştır, geçerlidir. Görülü-
yor ki, 65. ayetin geçerli olup olmadığı belli değil! Hiç değilse tartışmalı! Çünkü
her ikisi de “müteşabih” nitelikte ayetler sayılıyor.

Yine bunun gibi, Maide Suresi’nde, namaz kılmaya kalkanların, yüzlerini,


dirseklerine kadar ellerini, başlarını ve topuklarına kadar ayaklarını yıkamaları
emredilirken, “...Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın...” (Maide Suresi, ayet
6) diye ekleniyor. Ayetin bu kısmı, bazı çevirilerde şöyledir: “...cünüpseniz tasta-
mam yıkanın...” Fakat “boy abdestinden” ya da “tastamam yıkanın” deyiminden
ne anlaşılması gerektiği bildirilmiyor. Örneğin, namaz abdestinde ağzı yıkamak
şart değil; fakat acaba cünüpken şart olacak mı? Yorumculardan bir kısmı “boy
abdesti” deyimini “vücudun dış kesimi” olarak tanımlamakta. Bununla beraber
“ağız” kısmı, bazen “dış kesim”e, bazen de “iç kesim”e giriyor. “Dış kesim” sayıl-
dığı zaman, ağza alınan bir şey, yutmadıkça, orucu bozmuyor. “İç kesim” sayıldı-
ğı zaman, tükürük orucu bozmuş olmuyor! Şu durumda “cünüp”ken ağzı yıka-
mak gerekli; ama diğer hallerde yıkamak abdest için gerekli değil gibi! 2

Öte yandan biraz önce belirttiğimiz gibi, surelerin en başında yer alan “Elif,
Lam, Mim, Sad” vd... şeklindeki harflerin -ki “el-hurüfu’l-mukattaat” diye tanım-
lanıyor- ne anlama geldiği, ne için konduğu bilinmez, 1400 yıl boyunca da bili-

2
Bu konuda bkz. Turan Dursun, age, c.3, s. 140.

57
nemediği içindir ki, Suyûti gibi din bilginleri, “Bunların anlamını sadece Tanrı
bilir” diyerek, bu konuyu “çözümsüz” bir “çözüme” bağlayıvermiştir.

***

Konuyu daha önceki bölümlerde ele almış olmakla beraber, tekrar kısaca
değinelim ki, Kur’an’ın “muhkem” ve “müteşabih” ayetlerden oluşmasını bazı
İslamcılar iki gerekçeye dayatırlar. Bu gerekçelerden biri şudur: güya Tanrı, ke-
sin ve anlaşılır (muhkem) ayetler yanında, “şüphe” uyandıracak nitelikte (müte-
şabih) ayetler de göndermekle istemiştir ki, gönderdiği bütün ayetler herkes tara-
fından anlaşılmasın. Şu bakımdan ki, eğer her şeyi anlaşılır şekilde açıklamış ol-
saymış, bu takdirde cahil Araplara o anda akıllarının alamayacağı şeyleri söylemiş
ve dolayısıyla onları tereddüt ve inanç bocalaması içinde bırakmış olurmuş!

İkinci gerekçeye gelince, o da şöyledir: Tanrı, ayetleri çeşitli ve farklı anlam-


lara gelebilir şekilde göndermekle, bunların yorumlanmalarına, böylece çeşitli
durum ve ihtiyaçlara uydurulmalarına olanak sağlamak istemiştir ki, bu da güya
fikir özgürlüğünü oluşturmak içindir. 3

Hemen belirtelim ki, bu gerekçelerin her ikisi de aklı çileden çıkarır nitelik-
te şeylerdir. Çünkü anlaşılsın diye Kur’an’ı “apaçık” olarak indirdiğini ısrarla söy-
leyen ve bu söylediğini Kur’an boyunca tekrar eden bir Tanrı, herkesin anlama-
sını istediği Kur’an’a, anlaşılması mümkün olmayan hükümleri niye koysun?
Eğer bazı insanların anlayış gücünden yoksun olduklarını ve bu nedenle “tered-
düt ve inanç bocalaması” içerisinde kalacaklarını düşünüyor ise, her şeyi yapma-
ya kadir bir Tanrı olarak, onlara neden anlayış gücü vermesin? Ve neden ayetle-
rin tümünün anlaşılmasını sağlamasın?

İkinci gerekçenin mantıksızlığı daha da bariz bir şekilde ortadadır: fikir öz-
gürlüğünü sağlamak isteyen bir Tanrı’nın, kalkıp da bu işi, anlaşılması olanaksız

3
Cerrahoğlu, age, s. 17 vd... 62

58
ya da kullarını (örneğin yorumcuları) birbirlerine düşürtecek nitelikte “müteşa-
bih” ayetler koymak suretiyle yapması, aklın kabul edemeyeceği bir şeydir. Fikir
özgürlüğüne taraftar olan bir Tanrı, bunu kapalı ifadelerle değil, elbette ki apaçık
bir şekilde ortaya koyar ve aklın üstünlüğünü, rehberliğini temel kılardı. Oysa ki,
Muhammed’in Tanrısı, böyle yapmak yerine, “müteşabih” ayetlerle uğraşmanın
ve bu ayetleri yorumlamanın dahi “fitne” çıkarmak olduğunu bildirmekte! Ger-
çekten de yukarıdaki ayetin bununla ilgili satırları şöyledir:

“... İşte kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek
(kendilerine göre yorumlamak) için ondaki müteşabih ayetlere yapışıp,
onlarla uğraşır dururlar. Hâlbuki onun tevilini (yorumunu) ancak Al-
lah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler ise, ‘Ona inandık. Hepsi Rab-
bimiz tarafındandır’ derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri dü-
şünüp anlar” (Al-i İmran Suresi, ayet 7).

Görülüyor ki Tanrı, hem bir yandan “müteşabih” nitelikte ayetler gönderdi-


ğini söylüyor hem de bunların yorumunun sadece kendisine ait olduğunu ekliyor.
Eğer bunların yorumunu sadece kendisi biliyor ise, göndermenin anlamı nedir?

Bazı yorumculara göre Tanrı, çeşitli anlamlı (müteşabih) ayetleri hiç kimse
anlamasın diye indirmiştir ve bunların yorumunu kendisine saklamıştır.
“...Hâlbuki onun (yani müteşabih ayetlerin) tevilini (yorumunu) ancak Allah bi-
lir...” demek suretiyle Kur’an’a, kendisinden başka hiç kimsenin bilemeyeceği
ayetler koyduğunu bildirmiştir. Bunların anlamından ve yorumundan, değil halk-
tan kişiler, “ilimde derinleşmiş” olanlar bile habersizdirler. Nitekim İbn Abbas,
Ayşe, Malik İbn Enes vs... gibi kaynaklara göre, yukarıdaki ayetin okunuşu, “çeşit-
li anlamlı (müteşabih) ayetlerin anlam ve yorumunu Tanrı’dan başkası bilemez”
şeklinde olması gerekir. 4

Bazıları ise, ayette geçen “ve’r-rasihûne” sözcüğünün başındaki “vav” har-


fini “atıf edatı” kabul edip, yukarıdaki ayeti, “çeşitli anlamlı (müteşabih) ayetleri,
Allah ve ilimde yüksek payeye erişenler bilir” şeklinde okurlar. 5 Burada geçen

4
Bu konuda bkz. Turan Dursun, age, c.3, s.157.
5
Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstan-
bul, 1991, s.49.

59
“ilim” sözcüğü, “din” anlamında olduğuna göre, “yüksek payeye erişenler”den
maksat, dinde “ulema” olanlardır. Ancak, eğer bu görüşü geçerli sayacak olursak,
bu takdirde “müteşabih” ayetlerin yorumu işinin, ancak Tanrı’nın dinde yüksek
payeye eriştirdiği kimselere ait olması gerektiğini kabul gerekir ki, bu da ortaya
dinsel bir “oligarşi” ya da İran’dakine benzer “mollalar hükümeti” sistemini çıka-
rır; yani felaket demektir.

Bütün bunlar bir yana, bir an için diyelim ki, Tanrı, “müteşabih” nitelikteki
ayetleri, esas itibariyle “yorum” sistemini getirmek, fikir özgürlüğünü sağlamak
amacıyla öngörmüştür. Evet, ama “fikir özgürlüğü” denen şey akılcı düşünce yo-
luyla oluşan bir şeydir ki, akla ters düşen konuları reddetmek anlamına gelir.
Daha başka bir deyimle, aklın vahye üstünlüğü demektir. “Tanrı sözleri”dir diye
kabul edilen Kur’an hükümlerini ortadan kaldırmak, yerlerine yenilerini koymak
mümkün sayılamadığına göre, yorum yoluna başvurmanın anlamı ve faydası olur
mu? Örneğin, Kur’an’da, “Serkeşliğinden endişe ettiğiniz karınızı dövün...” (Nisa
Suresi, ayet 34) diye ayet var. Bu ayet, hem hukuk anlayışına, hem de insan hak-
larına ters bir nitelik taşımaktadır. Şu bakımdan ki, kocaya, karısının serkeşli-
ğinden (itaatsizliğinden) kuşkuya düştüğü an ceza verme hakkını tanımakta! Ya-
ni, koca, sırf endişeye kapıldığı için, yani henüz ortada suç diye bir şey yokken,
karısını dövebilecektir. Oysa hukuk, kuşku üzerine ceza yoluna başvurmayı kabul
etmez. Öte yandan ayette dayak cezasının ne nitelikte olacağı da belli edilmemiş-
tir. Bu durumda kocanın, öfkesine hâkim olamayarak kadını aşırı bir şekilde
dövmesi, orasını burasını kırması mümkün. Bu ayeti, belki laf cambazlığıyla (ya
da hadislere başvurarak), “kocalar karılarını, yaralamadan, hafifçe dövebilirler”
şeklinde yorumlayabilirsiniz, fakat ortadan kaldıramazsınız; çünkü kaldırmaya
kalktığınız takdirde Tanrı’dan geldiği söylenen bir hükmü yok etmiş sayılırsınız;
daha doğrusu Tanrı’ya karşı gelmiş, ona savaş açmış duruma düşersiniz. Oysa
“dayak” denen şey, en hafif şekliyle dahi olsa, insan şahsiyetinin (özellikle kadın
şahsiyetinin) haysiyetine aykırı bir şeydir. Hele hayvanların bile dayakla değil,
anlayışla ve iyilikle eğitildiği bir çağda, kadınları -hafif şekilde de olsa- dövülmeye
layık saymak mümkün olamaz. Görülüyor ki, Kur’an’ın “müteşabih” nitelikteki

60
ayetlerinin, akılcı düşünce ürünü olan fikir özgürlüğüne yer veren bir yönü yok-
tur.

***

Bu vesileyle üzerinde durulması gereken diğer bir husus da şu: Al-i İmran
Suresi’nin yukarıdaki incelediğimiz 7. ayetinde, “müteşabih” ayetlere takılanla-
rın “kalplerinde eğrilik bulunanlar” olduğu bildiriliyor! Daha başka bir deyimle,
Tanrı, hem bazı ayetleri “müteşabih”, yani çeşitli anlamlara gelsin ya da kimse
anlamasın diye koyuyor, hem de buna takılanları kalplerinde eğrilik vardır diye
kötülüyor! Olacak şey midir bu?!

Fakat her ne olursa olsun, şu muhakkak ki, Kur’an’da “kesin anlamlı” ve


“çeşitli anlamlı” hükümler olduğunu belirten bu yukarıdaki ayet dahi, aslında
pek anlaşılır gibi değil! Gerçekten de kendilerini ilimde yüksek payeye erişmiş
gibi görenler ve “müteşabih (çeşitli anlamlı) ayetleri Allah ve bilgide derinleşmiş
olanlar ancak bilir” diyenler dahi, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, çoğu ayetle-
rin içinden çıkamazlar, çıkamamışlardır. İlimde derinleşmiş olduklarını öne
sürmekle beraber, içeriğini anlamadıkları halde, bu “müteşabih” ayetlerin Tan-
rı’dan geldiğini kabul etmekle yetinirler; çünkü ayet onlara bunu emretmiş, şöyle
demiştir:

“...İlimde yüksek payeye erişenler ise, ‘Ona (yani müteşabih ayetlere)


inandık. Hepsi Rabbimiz tarafındandır’ derler...” (Al-i İmran Suresi,
ayet 7).

Bunun böyle olduğunu biraz aşağıda vereceğimiz bazı örneklerle tekrar gö-
receğiz. Fakat şimdilik tekrar şu sorulara dönmekte yarar var: Neden acaba Tan-
rı anlaşılsın diye gönderdiği ayetlerden bazılarının anlaşılmasını istemez? Ve ne-
den bazı kişilerin kulaklarına “ağırlıklar”, gözlerine “perdeler” vs... koyar; sırf bu
bazı ayetleri anlamasınlar diye! Eğer bunu, “bu kişiler inanmayanlardandır,
kâfirlerdendir” diye yapıyor ise, dilediği gibi onların kalplerini daraltan, kulakla-

61
rını kapatan ve onları kâfir yapan zaten kendisi değil midir?! Örneğin, “Ben dile-
diğimin kalbini açar onu Müslüman yaparım, dilediğimin gönlünü kapar onu
kâfir yaparım!” şeklinde konuşan yine Tanrı değil midir? (Örneğin bkz. En’am
Suresi, ayet 125.)

Öte yandan, yukarıdaki ayette (yani Al-i İmran Suresi’nin 7. ayetinde) oldu-
ğu gibi, “... ‘İlimde yüksek payeye erişenler, çeşitli anlamlı (müteşabih) ayetlere
inandık. Hepsi Rabbimiz tarafındandır’ dediler” şeklinde konuşmanın da pek
anlaşılır bir yönü yoktur. İlimde yüksek payeye erişenler, “çeşitli anlamlı” ayetle-
rin anlamının ne olduğunu bilmeden “Biz anlamı tam olarak anlaşılamayan bu
ayetlere inandık, hepsi de Tanrı’dandır” diyecek olurlarsa, kör bir inanca sap-
lanmak bakımından cahil halk yığınlarına örnek teşkil etmiş olmazlar mı? Yoksa
Tanrı onları bu şekilde konuşturmakla, acaba cahil halk yığınlarını, körü körüne
kendisine inanmaya sürüklemek mi istemiştir?

Bu soruların yanıtını yine Muhammed’in günlük siyasetinde bulmak müm-


kündür; bunu ilerideki sayfalarda kısaca özetleyeceğiz ve göreceğiz ki, ayetleri
“muhkem” ve “müteşabih” olmak üzere ikiye ayıran bu yukarıdaki ayet, çeşitli
nedenler yanında, bir de Kur’an’daki çelişmeleri ve tutarsızlıkları göz ardı etmek
için konmuştur. Çoğu yayımlarımda değindiğim gibi, şeriatçıların, dinsel ya da
fikirsel birtakım cambazlıklarla, Kur’an’ı, her türlü eleştiriden uzak kılmaya ça-
lışmalarının ya da olumsuzlukları “olumlu” imiş gibi göstermeye uğraşmalarının
yararlı hiçbir yönü yoktur. Bu tür çabalar aklın Kur’an’a teslimiyeti sonucunu
doğurur ki, her alanda, özellikle fikirsel alanda gelişmezlik yaratır. Aklın “özgür”
ve dolayısıyla “yaratıcı” nitelikte oluşabilmesi için, onu böyle bir teslimiyetten
kurtarmak şarttır. Bunun böyle olduğunu anlamak için, “apaçık” olduğu söyle-
nen Kur’an’ın, “apaçık olmayan” yönlerinden bazı örnekleri gözden geçirmeye
devam etmemiz gerekecektir. Bu örnekler, Kur’an eğitiminin, özgür düşünce ve
fikirsel gelişme açısından ne kerte sakıncalı olduğu hususunda bize kısaca bir
fikir verecektir.

62
VI - “APAÇIK” OLDUĞU SÖYLENEN KUR’AN’IN, “APAÇIK” OLMA-
YAN YÖNLERİNDEN DİĞER BAZI ÖRNEKLER! (DEVAM)

Kur’an’ın anlam bakımından açık olmayan, kapalı ya da çeşitli anlam taşı-


yan, yürürlükten kaldırılıp kaldırılmadığı anlaşılmayan yönleri pek çoktur. Bun-
ların tümünü burada ele almaya imkân yok. “Üstat” diye bilinen İslamcıların da-
hi tartıştıkları ve farklı şekilde yorumladıkları ayetlerden bazı örneklerle yetine-
ceğiz:

“Hakka” ve “Tekvir” Surelerinde Geçen “Elçi” Sözcüğünün Mu-


hammed’i mi Yoksa Cebrail’i mi Kastettiği Bilinmez (Hakka Sure-
si, Ayet 40; Tekvir Suresi, Ayet 19-21)

Konuya daha önce değinmiş olmakla beraber burada tekrar şu hususları be-
lirtmekte yarar vardır:

“...Kur’an, şerefli bir elçinin getirdiği sözdür...” (Hakka Suresi, ayet


40).

“Bu Kur’an, arşın sahibi katında değerli, güçlü, sözü dinlenen ve güve-
nilen şerefli bir elçinin getirdiği sözüdür” (Tekvir Suresi, ayet 19-21).

Bu ayetlerde yer alan ve anlaşılmazlık yaratan deyimin Arapçası aynen şöy-


ledir: “İnneû le kavlu resûlin kerim.” Bu sözler, “Kuşku yok ki, o (Kur’an), onur-
lu (keremli) bir resulün (elçinin) sözüdür kesinlikle” anlamına gelmektedir. An-
cak, surelerde geçen “resul” (“elçi”) sözcüğünün gerçek anlamda “Cebrail”i mi,
yoksa “Muhammed”i mi öngördüğü pek bilinmez. Kimine göre bu sözcükten an-
laşılması gereken şey “Cebrail”dir. Güya, “Cebrail”, Tanrı’dan aldığı vahyi Mu-
hammed’e tebliğ etmiştir. Kimine göre ise “elçi” sözcüğünden maksat “Muham-
med”dir, çünkü güya Hakka Suresi’nin 41. ve 43. ayetlerinde Kur’an’ın “şair” ya
da “kâhin” sözü olmadığı ve Tanrı’dan indiği yazılı olduğu için bunu böyle kabul
etmenin daha doğru olduğu anlatılmıştır. 1

Büyük din bilgini Turan Dursun’un görüşüne göre, bu ayette yer alan ve
“elçi” demek olan “resul” sözcüğüyle “Cebrail’in mi, yoksa “Muhammed’in mi
amaçlandığı tartışmalı olduğu içindir ki, ayette geçen “sözüdür”ün başına, “ge-
tirdiği” biçiminde bir ekleme yapmak gelenek olmuştur. Ve bu, Kur’an’ın namu-
sunu kurtarma çabasından doğan bir yorumdur. Kur’an’ın, başkasının değil,
Tanrı’nın sözü olduğuna ters düşen bir anlatım, yorum yoluyla düzeltilmek is-
tenmiştir. Buradaki resul ile Cebrail’in amaçlandığını savunanlar “...getirdiği
sözdür” diye anlam verirler. Fahruddin Razi’nin yorumu şöyledir:

“Kur’an, Levh-i Mahfuz’a yazdığı, dizgisini, düzenini kurduğu için Tanrı’nın


sözüdür; göklerden yere indirdiği için Cebrail’in sözüdür; alıp halka ilettiği için
de Muhammed’in sözüdür.” 2 (Bu satırlar Turan Dursun’un İlhan Arsel’e yazmış
olduğu 16 Temmuz 1988 günlü mektubundan alıntıdır.)

Öte yandan şuna işaret etmemiz gerekir ki, Muhammed, Kur’an’a koyduğu
ayetlerle Tanrı’yı bile, kendisine “salavat” getirir durumda göstermiştir. Örneğin,
Ahzab Suresi’nde şöyle yazılıdır:

“Allah ve melekleri, Peygamber’e (Muhammed’e) çok salavat getirirler.


Ey müminler! Siz de ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam
verin” (Ahzab Suresi, ayet 56).

Tanrı’yı kendisine “salavat” getiriyormuş gibi gösteren ve müminleri de


kendisine “tam bir teslimiyetle selam verir” duruma getiren Muhammed’in,
Kur’an’ı kendi sözleri olarak tanımlamasında şaşılacak bir şey olabilir mi?

Fakat her ne olursa olsun durum şu ki, “apaçık” olması gereken yukarıdaki
ayetler “apaçık” olmaktan uzaktır.

1
Abdülbaki Gölpınarlı, Kur’an-ı Kerim ve Meali, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1958, s. CXII.
2
Fahruddin Razi, Kitabü’t-Tefsirü’l Kebir, 30/117

64
Hicr Suresi’nde Geçen “Ormanlık Yerde Oturanlar” Deyiminin
“Medyen” Halkına Ait Olup Olmadığı Konusunda Anlaşmazlık
Var (Hicr Suresi, Ayet 78-99)

Kur’an’ın Hicr Suresi’nde, “Ormanlık yerde oturanlar da, muhakkak ki, za-
limdiler; biz de onların cezalarını vererek öç aldık. Bunların ikisi de hala işlek
yollar üzerindedirler...” (Hicr Suresi, ayet 78-79) diye yazılıdır. Ayetin “apaçık”
olmaması nedeniyle, bazı Kur’an çevirilerinde “Medyen yakınındaki ormanlık
yerde” deyimi, bazı çevirilerde ise bunun yerine “Eyke halkı” deyimleri geçer. 3
Yorumculara göre, ayette sözü edilen kavim “Süayb” kavmidir; çünkü bu kavmin
oturduğu yerler ormanlıktır. 4 Bununla beraber bunların Medyen halkı olup ol-
madıkları konusunda anlaşmazlık vardır.

Ayetlerin “apaçık” olmaması, Tevrat’tan alıntı yapılırken dikkatli davranıl-


mamış olması nedenindendir.

Al-i İmran Suresi’nin 188. Ayetinin Ne Vesileyle İndiği Konusunda


Anlaşmazlık Var (Al-i İmran Suresi, Ayet 188)

“Ettiklerine sevinen ve yapmadıklarıyla övülmeyi sevenlerin, sakın on-


ların azaptan kurtulacaklarını sanma...” (Al-i İmran Suresi, ayet 188).

Burada sözü edilen kişilerin kimler olduğu pek bilinmez. Bunların münafık-
lar olduğunu söyleyenlerin yanında Yahudiler olduğunu söyleyenler de vardır.
Örneğin, Buhari’de, bu ayetle ilgili iki hadis var ki, bunlardan birinde -ki Ebu
Said-i Hudri’nin rivayetidir- Muhammed gazaya çıktığı zamanlarda, bir kısım
münafıkların arkada kaldıkları, çoğu kez evlerinde oturup keyif çattıkları, fakat
Muhammed’in savaştan dönüp geldiği zamanlar özür beyan edip, işlemedikleri
bir iş için kendilerine övgü yağdırılmasını istedikleri yazılıdır.

3
Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, s.312.
4
Sahih-i..., c. 11, s.73-74, Hadis No. 1688.

65
İbn-i Abbas’ın rivayetine dayalı diğer hadise göre ise, ayette söz konusu edi-
len kimselerin Yahudiler olup, ayetin onlar hakkında “nazil” olduğu ve şu hale
göre Müslümanlara -velev ki münafıklar olsun- uygulanmayacağı anlatılmıştır. 5

A’raf Suresi’nde Geçen, “Dilini Sarkıtıp Soluyan Köpek” (A’raf Su-


resi, Ayet 175-177) Sözlerinin Kime Yönelik Olduğu Kesin Olarak
Bilinmez

A’raf Suresi’nin 175. ve 176. ayetlerinde, Tanrı’nın, gazaba gelmiş olarak


şöyle konuştuğu yazılıdır: “...Fakat o dünyada meyletti ve hevesine uydu. (Onun)
Durumu... dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalan
sayan kimselerin durumu böyledir” (A’raf Suresi, ayet 176). Buradaki, “...dilini
sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir” sözleriyle kimin kastedildiği kesin ola-
rak bilinmez. Bazı yorumculara göre bu kişi, Muhammed’i şiirleriyle kınayan,
alaya alan Arap şairlerinden Ümeyye b. Ebi’s-Salt’tır (bu ad Ümeyye b. Abi’I-Şalt
olarak ya da Ümeyye bin Essalts şeklinde de yazılmaktadır). Vakidi ya da al-Agani
gibi kaynaklara göre, yukarıdaki ayetler Ümeyye b. Ebi’s-Salt hakkında inmiştir. 6
al-Sa’labi gibi kaynaklara göre, burada sözü edilen kimse Abu Amir b al-Nu’man
adında bir rahiptir. 7 Bazıları da bunun Yahudilerden Bel’am b. Baûra adında biri
olduğunu söylerler. 8

Fakat Beyzavî, Celaleddin, Zemahşeri, Taberi, Razi, İbn Kutayba vs... gibi
kaynaklara göre yukarıdaki ayetlerde sözü geçen kişi, Bel’am b. Baûra adında biri
olup, Yahudi ulemasından ya da Yemen veya Kenan diyarlarındandır. Güya halk,
kendisinden Musa Peygamber’e ve İsrailoğullarına küfür ve lanet etmesini iste-
miş, fakat o “Onları melekler koruyor, onlara karşı nasıl lanet edebilirim?” diye-
rek bunu yapmak istememiştir. Fakat kendisine rüşvet verilmesi üzerine isteni-
leni yapmıştır. Razi’nin Mafatih (Kahire, 1308) adlı kitabında yazılanlara göre,

5
Sahih-i.... c.11, s.74-75, Hadis No. 1689.
6
Sahih-i..., c.10, s.39; ayrıca bkz. Abu’l-Farac, al-Agani, c.3, s.187; İslam Ansiklopedisi, c.13, s.
10
7
İslam Ansiklopedisi, c.2, s.464.
8
Sahih-i.... c.4. s.129 ve c. 10, s.38-39.

66
Bel’am, güya Tanrı tarafından bilgi ile donatılmış ve Tanrı’nın dinini iyice öğ-
renmiş olmasına rağmen, daha sonra “itikatsızlığa” düşmüştür (c.4, s.315 vd.) 9
Bel’am ile ilgili olmak üzere daha birçok rivayet mevcuttur.

Her ne olursa olsun gerçek şu ki, hiç kimse Kur’an’ın A’raf Suresi’nin 175.
ve 176. ayetlerinde geçen kişinin ve bu kişi ile ilgili olayın kesin olarak ne oldu-
ğunu bilmez. Fakat buna rağmen, yine de Kur’an’ın “apaçık” bir kitap olduğun-
dan kuşku etmez.

Hûd Suresi’nin 118. ve 119. Ayetlerinde Geçen “Bunun için” Deyi-


minin Anlamı Üzerinde Anlaşmazlık Var

“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar
ihtilafa düşmeye devam edecekler. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri
müstesnadır. Zaten Rabbin onları bunun için yarattı. Rabbinin, ‘An-
dolsun ki cehennemi tümüyle insanlar ve cinlerle dolduracağım’ sözü
yerini buldu” (Hûd Suresi, ayet 118-119).

Dikkatlice okunacak olunursa, birbirini izleyen bu iki ayet, tümüyle açıklık-


tan uzak olmak yanında bir de adalet duygularını incitici niteliktedir. Çünkü bir
kere Tanrı’nın bütün insanları bir tek millet yapmak varken yapmayıp, onları
ihtilafa düşmüş olarak bırakması ve sonra da cehenneme atması, her şeyden ön-
ce adalet duygusuyla bağdaşmayan bir tutumdur. Öte yandan, ayette geçen, “Za-
ten Rabbin onları bunun için yarattı” sözleri anlaşılmaktan uzaktır. Ayette yer
alan “Bunun için” deyiminin, Arapçada “li-zalike” sözlerinin karşılığı olduğu öne
sürülür ve yorumcular bu sözlere iki anlam verirler. Anlamlardan biri şudur:

“Zaten Rabbin onları bunun için, yani ihtilafa düşmeleri için yarattı.”

Diğer anlam ise şudur:

“Zaten Rabbin onları bunun için, yani rahmetine nail olmaları için yarat-
tı” 10

9
İslam Ansiklopedisi, c.2, s.464-465.

67
Dikkat edileceği gibi, ortada birbirinden çok farklı ve birbirine ters sonuç
yaratan iki yorum ve iki uygulama var demektir. Bunlardan hangisine itibar edi-
leceği bilinmez. Esasen yorumcular bu ayetleri açıklamaya çalışırlarken, daha da
anlaşılamaz şekle sokarlar. Öte yandan, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, bu
ayetler Tanrı’nın “yüceliği” ve “adaleti” fikriyle de bağdaşmaz nitelikte şeylerdir.

Kehf Suresi’nde Geçen “Al-Rakîm” Sözcüğünün Ne Olduğunu


Kimse Bilmez (Kehf Suresi, Ayet 9)

Kur’an’ın Kehf Suresi’nde “mağaralı uyurlar”la ilgili bir masal var. Surenin
9. ayetinde şu yazılıdır:

“(Resulüm)! Yoksa sen, bizim ayetlerimizden (sadece) Kehf ve Rakîm


sahiplerinin ibrete şayan olduklarını mı sandın?” (Kehf Suresi, ayet 9).

“Kehf” sözcüğünün “Dağda bulunan büyük mağara” anlamına geldiği kabul


edilmekle beraber “rakîm” sözcüğünün ne ifade ettiği belli değildir. Bazılarına
göre bu mağaranın bulunduğu dağ ya da vadidir. Bazılarına göre mağarada bulu-
nan kişilerin adlarının yazılı bulunduğu kitabedir. Bazılarına göre mağaradaki-
lerden başka üç kişilik bir topluluktur. 11 Bazılarına göre ise, “kitabe” (yani, “yazı-
lı taş” ya da “maden” gibi şeylerden yapılan “levha” 12 demektir.

Muhammed’in Eş Değiştirmesiyle İlgili Olarak, Ahzab Suresi’nin


52. Ayetinde Yer Alan Hükmün Kaldırılıp Kaldırılmadığı Belli De-
ğil (Ahzab Suresi, Ayet 52)

Ahzab Suresi’nde şöyle bir ayet var:

10
Hud Suresi’nin 118. ve 119 ayetleriyle ilgili olarak bkz. Diyanet Vakfı açıklamasına; Elmalılı
Hamdi Yazır’ın yorumu için ayrıca bkz. age, c.4, s.2835-2838
11
Bu konuda bkz. Turan Dursun, age, c.8, s.36 vd; ayrıca bkz. Kur’an-ı Kerim, Marmara Üniver-
sitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, s.293.
12
Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.4, s.3225.

68
“Ey Muhammed! Bundan sonra sana hiçbir kadın, cariyelerin bir yana,
güzellikleri ne kadar hoşuna giderse gitsin, hiçbirini boşayıp başka bir
eşle değiştirmen helal değildir” (Ahzab Suresi, ayet 52).

Her ne kadar bu ayetin kaldırılmış olduğunu söyleyenler varsa da, farklı gö-
rüşte olanlar ayetin kaldırılmayıp, sadece Muhammed’in alacağı kadınların sayı-
sını sınırlandırdığını öne sürerler. Bazı yorumcular, söz konusu ayetin konması-
nın nedenini, Müslüman kişilere dörde kadar kadın alma hakkı tanınmışken,
Muhammed’in o sıralarda 9 kadınla evli olduğunu, Tanrı’nın onu bu sayıyla sı-
nırlandırmak istediğini söylerler. Bazı yorumcular Muhammed’in, o tarihten
sonra yapacağı evliliklerini “cahiliye” geleneği gereğince yapabilmesi için, bu aye-
tin konduğunu belirtirler. Cahiliye geleneğinde, iki erkeğin birbirleriyle karı de-
ğiştirmeleri usulü vardı ve bu usul, İslam’ın gelişinden sonra da sürdürülmüştür.
Bazı yorumcular, ayetin inmesinin nedeni, bu usulün yasaklanması için olduğu-
nu söylerler. 13

Kur’an’ın Pek Çok Ayetinde Geçen “Hanif” Sözcüğünün Esas An-


lamının Ne Olduğu Bilinmez

Kur’an’ın “anahtar sözcük”lerden sayılan “hanif (çoğulu hunafa) sözcüğü,


din bilginleri arasında en fazla tartışılan sözcüklerden biridir; esas kaynağının ve
gerçek anlamının ne olduğu pek bilinmez. “Hanef” mastarından çıkma olup, ya-
nılmışlıktan, batıla inanmışlıktan ya da kötülüğe kapılmışlıktan kurtularak,
Hak’ka, doğru olana, Allah’ın fıtratına kavuşmak gibi anlamlara geldiği söylenir.
Bununla beraber Mas’udi gibi kaynaklar, bu sözcüğün Süryanice “hanifa” sözcü-
ğünün Arapçalaştırılmış şekli olduğunu öne sürerler. 14 Aramî ve İbrani dillerinde
de aşağı yukarı aynı anlamda kullanıldığı söylenir. Ya’kûbi gibi kaynaklar “huna-
fa” sözcüğünü Saul ile Davud’a karşı savaşan Filistinliler için kullanmışlardır.
Yorumculardan birçoğuna göre bu sözcük, “dosdoğru”, “Tek Tanrı’ya inanır”
anlamına gelmekte. Kur’an’ın bazı ayetlerinde “hanif” sözcüğü, “gerçek ve asli

13
Beyzavi, Celaleddin Süyuti, Zemahşeri gibi ünlülerin yapıtlarına ve Turan Dursun’un Kulle-
teyn adlı kitabına bakınız.
14
Bu konuda bkz. Turan Dursun, age c. 5.

69
din” sahibi olmak, bazı ayetlerde “puta tapanlara karşı” olmak, bazı ayetlerde
“kitab ehli olanların (yani, Yahudilerin, Hıristiyanların) kısmen saptırılmış din-
lerine karşıt olan dinden olmak” gibi anlamlarda olmak üzere kullanılmıştır. Ör-
neğin, Al-i İmran Suresi’nde, Tevrat ve İncil’in İbrahim’den sonra indirildiği ve
bu itibarla İbrahim’in, ne Yahudi ne de Hıristiyan olmayıp “hanif bir Müslüman”
olduğu yazılıdır:

“Ey ehl-i kitab! İbrahim hakkında niçin çekişirsiniz? Hâlbuki Tevrat ve


İncil kesinlikle ondan sonra indirildi... İbrahim ne Yahudi ne de Hıris-
tiyan idi; fakat o, hanif bir müslimdi. (Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir
Müslüman idi). Putataparlardan değildi...” (Al-i İmran Suresi, ayet 65-
67).

Burada gecen “hanif bir Müslim” deyimini, “kendisini Tanrı’ya veren bir
hanif: dosdoğru bir Müslüman” şeklinde ya da “Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir
Müslüman” olarak anlayanlar var. Bakara Suresi’nde “hanif” sözcüğü, İbrahim
(Peygamber’in) putataparlardan olmayıp, kendisini Tanrı’ya veren bir hanif, dos-
doğru bir Müslüman olduğu anlatılmakta:

“Yahudiler ve Hıristiyanlar (Müslümanlara), ‘Yahudi ya da Hıristiyan


olun ki doğru yolu bulasınız’ dediler. De ki, ‘Hayır, biz, hanif olan İb-
rahim’in dinine uyarız. O putataparlardan değildi...” (Bakara Suresi,
ayet 135).

Nisa Suresi’nde İbrahim’in milletinin, yani dininin “haniflik” olduğu bildi-


rilmekte:

“İyilik yaparak kendini Tanrıya veren ve hanif olarak İbrahim’in mil-


letine (dinine) uyan kimseden daha güzel dinli kim olabilir. Tanrı İb-
rahim’i dost edinmişti” (Nisa Suresi, ayet 125).

Daha başka bir deyimle, İbrahim’in dinine (milletine) uyan kimsenin hanif
olduğu anlatılmakta. Aşağıdaki ayetlerde bu konuyla ilgili şunlar yazılıdır:

“Allah doğru söylemiştir. Öyleyse İbrahim’in dinine uyun. Hanif ola-


rak... İbrahim putataparlardan değildi” (Al-i İmran Suresi, ayet 95).

“Yüzünü hanif olarak, dine ve Allah’ın insanları ona göre yarattığı fıt-
ratına çevir...”(Rûm Suresi, ayet 30).
70
“De ki, ‘Kuşkusuz, Tanrım beni doğru yola iletti. Dosdoğru olan dine,
İbrahim’in dinine. Hanif olarak. O putataparlardan değildi” (En’am
Suresi, ayet 161).

“Yüzünü dine, hanif olarak yönelt. Sakın putataparlardan olma” (Yu-


nus Suresi, ayet 105).

“...Ey Muhammed! ‘İbrahim’in milletine (dinine) hanif olarak uy! İbra-


him putataparlardan değildi’ diye sana vahyettik” (Nahl Suresi, ayet
123).

“(Resulüm) Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah’ın insanları hangi fıt-
rat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur.
İşte dosdoğru din budur...” (Rûm Suresi, ayet 30).

Muhammed’in söylemesine göre, her doğan çocuk “fıtrat” üzere, yani Al-
lah’ın yarattığı “hanif olan din”de doğar. Öyleyken onu, anası babası Yahudi ya
da Hıristiyan (ya da Mecusi) yapar. Bu itibarla dine “hanif” olarak tutunmak,
Allah’ın fıtratına sarılmak gerekir. 15

Görüldüğü gibi, çeşitli surelerin çeşitli ayetlerinde geçen “hanif” sözcüğü


kesinlik arz etmiyor; hep çeşitli yorumlarla çözüme bağlanmak durumunda.
Kur’an’ı “apaçık” olmak üzere gönderdiğini söyleyen Tanrı, Arabın anlayabileceği
bir dil kullanmak şöyle dursun, İslam din bilirlerini dahi birbirlerine düşürtecek
tarzda konuşmakta!

İki Denizin Birleştiği Yerde Balıklarını Unutan Musa’nın Hikâyesi


(Kehf Suresi, Ayet 60-64)

Daha önce değindiğimiz Kehf Suresi’ndeki Musa ile balık masalına tekrar
göz atalım. Masalın ilk kısmında şöyle deniyor:

“Bir vakit Musa genç adamına demişti ki, ‘Durup dinlenmeyeceğim; ta ki,
iki denizin birleştiği yere varacağım, yahut senelerce yürüyeceğim.’ Her ikisi de,
iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. Balık, denizde bir deliğe

15
Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.5, s.3824.

71
doğru yola koyulmuştu. (Buluşma yerlerini) geçip gittiklerinde, Musa genç ada-
mına, ‘Kuşluk yemeğimizi getir bize. Hakikaten şu yolculuğumuz yüzünden ba-
şımıza (epeyce) sıkıntı geldi’ dedi. (Genç adam) ‘Gördün mü!’ dedi, ‘kayaya sı-
ğındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası
unutturmadı’. O, şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti. Musa, ‘İşte
aradığımız o idi’ dedi. Hemen izlerinin üzerine geri döndüler” (Kehf Suresi, ayet
60-64).

“Apaçık” olduğu kabul edilen Kur’an’ın, böylesine kapalı ve böylesine bilin-


mezliklerle dolu satırlara yer vermesi, kuşkusuz ki şaşırtıcıdır. Neden Musa böyle
konuşmuştur? Neden genç bir adamla iki denizin birleştiği yere gitme kararında-
dır? Kimdir bu genç adam? Sözü edilen iki deniz hangi denizlerdir? Sözü edilen
balık nereden çıkmıştır? Balığın denizde deliğe doğru yola koyulması ne demek-
tir? Şeytan balığın varlığını neden unutturmuştur? Evet, her şey belirsiz ve şaş-
kınlık yaratıcı!

Yukarıdaki ayetler; aslı Tevrat’ta bulunan ve oradan Kur’an’a aktarılan bir


masalla ilgilidir. Aralarından Beyzavî, Buhari ve Zemahşerî gibi ünlülerin bulun-
duğu yorumcular, bu kaynaklara dayalı olarak farklı görüşler belirtirler.

Ayette geçen “genç adam” sözcüğü ile kimin kastedildiği belli olmamakla
beraber, bazı yorumcular bunun, Musa’ya hizmet eden ve ondan “ilim” öğrenen
Yûşa b. Nûn adında biri olduğunu söylerler.

Aynı ayette yer alan “iki deniz” deyimi ile ne anlatılmak istendiği ve bu iki
denizin hangi denizler olduğu bilinmez. Bazı yorumcular bu “iki deniz” deyimin-
den Hazar Denizi ile ve Karadeniz’in kastedildiğini söylerler. Bazıları bunun Nil
Nehri’nin Sudan’daki iki kolu olan “Beyaz Nil” ile “Mavi Nil” olduğunu ifade
ederler. Bazı yorumcular da bu iki denizden birinin, “zahir âleminin” denizi ol-
duğu Musa, diğerinin ise “batın âleminin” denizi diye kabul edilen Hızır olduğu-
nu söylerler.

Bu masalın yorumcular tarafından açıklanmasını Şeriat’tan Kıssa’lar (bkz.


Kaynak Yayınları, ikinci basım, İstanbul, Ağustos 1996) adlı kitabımızda belirttik.

72
Fakat burada kısaca ekleyelim ki, yukarıdaki ayetleri izleyen ayetler, her ne ka-
dar masalın devamı gibi görünürse de, anlam ve sonuç bakımından bağlantısız-
dır. Şu bakımdan ki, Macma’al-Bahreyn’e doğru yola çıktıkları söylenen Musa ile
“genç adam”, balığın yokluğunu fark edince geri dönerler ve yolda birisine rast-
larlar. Bu rastladıkları kişinin adı yazılı değil; sadece “kul” diye belirtiliyor (Kehf
Suresi, ayet 65). Bununla beraber yorumcuların söylemesine göre bu Tanrı kulu,
Hızır “Peygamber”dir. Tanrı, güya bu kuluna “rahmet ve ilim” ihsan etmiştir.
Musa ondan ilim öğrenmek ister. Neden Tanrı Hızır’a ilim vermiştir de, çok sev-
gili ve değerli Musa’sına vermemiştir? Kur’an’da yazılı değil! Fakat Musa, Tanrı
kulundan (Hızır’dan) kendisine doğru yolu göstermesini ister.

Şimdi bu satırları okurken, eğer kendi kendinize, “Evet, ama Tanrı esasen
Musa’ya kutsal kitabı verip doğru yolu göstermiş değil mi? Nasıl olur da, şimdi
Musa, sanki kendisine kitap verilmemiş gibi, Hızır’dan ‘Bana doğru yolu göster!’
diye dilekte bulunur?” diye soracak olursanız, sorunuzun karşılığını bulamazsı-
nız. Ayetleri okumaya devam edecek olursanız, cevapsız kalacak daha birçok soru
sorma ihtiyacını duyarsınız. Bakınız neden: Musa’nın yukarıdaki teklifini Hızır
şu şartla kabul eder; yapacağı işler hakkında Musa kendisine hiçbir suretle soru
sormayacak, her yaptığını benimseyip, kabul edecektir. Musa bu şartı kabul eder
(Kehf Suresi, ayet 65-70). Bu anlaşma üzerine yola koyulurlar; nereye gittikleri
belli değil! Fakat bir gemiye bindiklerini okuyoruz; ancak, biner binmez kul (Hı-
zır) gemiyi delmeye başlar. Musa şaşırır ve korkar; çünkü gemide delik açılacak
olursa sular dolacak ve gemi batacaktır. Dolayısıyla herkes yok olacaktır. Bu ne-
denle dayanamaz ve “Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşıla-
cak bir şey yaptın!” der (Kehf Suresi, ayet 71). Fakat Hızır öfkelenir ve “Ben sa-
na yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?” der. Musa, “Unuttuğum için
bana çıkışma, gücümün yetmediği şeyden beni sorumlu tutma!” diye karşılık ve-
rir (Kehf Suresi, ayet 71-73) ve bir daha soru sormayacağını anlatır. Bu konuş-
madan sonra gemiden çıkıp yola koyulmuş olmalılar ki, Kur’an’da şöyle yazılıdır:

“Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar. (Hızır) hemen onu
öldürdü...” (Kehf Suresi, ayet 72-76).

73
Fakat Musa dayanamaz ve Hızır’a, “Masum bir cana kıydın, doğrusu kötü
bir şey yaptın!” diye çıkışır. Hızır yine öfkelenir ve Musa’ya şartını hatırlatır.
Musa bu kez, “Eğer sana bir daha soru sorarsam beni terk etmekte haklısın” şek-
linde bir şeyler söyler (Kehf Suresi, ayet 72-76). Yine yola koyulurlar ve bir kasa-
baya varırlar. Kasaba halkı onları “misafir” etmek istemez. Bu sırada kasabada
yıkılmak üzere bulunan bir duvar görürler. Musa’nın arkadaşı duvarı düzeltir.
Musa da arkadaşına, “Dileseydin, buna karşı bir ücret alabilirdin” der. Bunu du-
yan arkadaşı, “İşte bu, seninle benim ayrılmamızı gerektiriyor; dayanamadığın
işlerin yorumunu sana anlatacağım” diyerek neden dolayı gemide delik açmak
istediğini, neden dolayı erkek çocuğunu öldürdüğünü, neden dolayı kasabanın
duvarını doğrulttuğunu anlatır (Kehf Suresi, ayet 77-82). Ve bu işleri hep Tan-
rı’nın dileği ve emri olarak yaptığını ekler (Kehf Suresi, ayet 82). Gemiyi batır-
mak istemesinin nedenini şöyle anlatır:

“Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kıl-
mak istedim. (Çünkü) onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasbet-
mekte olan bir kral vardı” (Kehf Suresi, ayet 79).

Yani güya gemi, “fakir denizcilerin” gemisidir ve Hızır, gemiyi delip batır-
makla, geminin kral tarafından gasbedilmesi ihtimalini ortadan kaldırmış, böyle-
ce bu fakirlere yardım etmiştir.

Gelin de şimdi siz bu yukarıdaki sözlerle ne anlatılmak istendiğini anlayın!


Eğer gemi, fakir denizcilerin gemisi idiyse, onlara iyilik etmek için gemiyi batır-
mak niye? Ve sonra kralın gasbedeceği ihtimaline dayanarak gemiyi batırmakla,
fakir denizcilerin sahip oldukları tek varlıktan yoksun kılmış olmuyor mu Hızır?
Gemiyi batıracak yerde kralın onu gasbetmesine engel olsa, daha iyi olmaz mıydı
acaba? MÂdemki Tanrı, Hızır’a “rahmet”, yani “vahiy ve peygamberlik” vermiştir
(Kehf Suresi, ayet 65), o halde Hızır bu işi, fakir denizcileri sahip oldukları ge-
miden yoksun bırakacak yerde, onları zengin edecek şekilde yapamaz mıydı aca-
ba? Örneğin, gemiyi delip batıracak yerde, geminin kral tarafından “gasbedilme-
sini” sağlayamaz mıydı?

Öte yandan Hızır, erkek çocuğunu öldürmesinin nedenini şöyle anlatmakta:

74
“Erkek çocuğa gelince, onun ana babası, mümin kimselerdi. Bunun için
(çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk” (Kehf
Suresi, ayet 80).

Kur’an’ın bu satırlarını anlamak, görüldüğü gibi biraz daha güçleşiyor. Çün-


kü anlatılana göre Hızır, erkek çocuğun kötü bir iş yapmasından, yani Müslüman
olan ana ve babasını “azgınlığa” ve “nankörlüğe” sürüklemesinden korktuğu için
onu boğazlamıştır. Daha doğrusu Tanrı kendisine, çocuğun yapacağı şeyi söyle-
miştir. O da, yine muhtemelen Tanrı’nın emri gereğince, çocuğu öldürmüştür.
Evet, ama bir insan, bir başka insanı farklı bir inanca sürükleyecektir diye öldü-
rür mü? Üstelik de Tanrı, dilediği kimseyi “Müslüman” ve dilediğini “kâfir” ya-
pabileceğini bildirmemiş midir? (bkz. En’am Suresi, ayet 125). Şu halde çocuğu
öldürmek niye? Ana ve babasını “azgınlığa”, “nankörlüğe” sürükleyen çocuk mu
suçludur, yoksa çocuğunun söylediklerine kanarak “azgınlığa” ve “nankörlüğe”
kapılan mı?

Söylemeye gerek yoktur ki, Hızır’ın belirttiği gerekçeler “apaçık” olması ge-
reken bir kitabın, “açık” olmaktan uzak yönlerini yansıtmaktadır. Hiç de “apa-
çık” olmayan bu yönler, insandaki düşünme gücünü ve fikirsel gelişme olasılığını
yıpratmış olmuyor mu?

Kehf Suresi’nde Sözü Edilen “Zülkarneyn” Konusunda (Kehf Sure-


si, Ayet 83-84)

Yine Kehf Suresi’nde, yukarıdaki masalı takiben, “(Ey Muhammed) Sana


Zülkarneyn’i sorarlar. ‘Onu size anlatacağım’ de. Doğrusu biz onu yeryüzüne
yerleştirmiş ve her şeyin yolunu ona göstermiştik...” (Kehf Suresi, ayet 83-84)
diye yazılıdır. Bu ayetler “apaçık” olmaktan çok uzak. Bir kere ayet, “(Ey Mu-
hammed) Sana Zülkarneyn’i sorarlar...” diye başlamakta. Kimler Muhammed’e
soruyor bu soruyu? Belli değil; bazı yorumculara göre bunlar Mekke’deki Kureyşli
“müşrik”lerdir (puta tapanlardır). Bazılarına göre ise Yahudilerdir; güya Yahudi-
lerden birtakım kişiler gelip Muhammed’e şöyle demişlerdir:

75
“Ya Muhammed, sen ancak İbrahim’i, Musa’yı, İsa’yı ve bazı peygam-
berleri zikrediyorsun; çünkü onların haberlerini bizden işittin. Şimdi
bakalım bize bir peygamberden haber ver ki, Allah... onu Tevrat’ta an-
cak bir yerden başka zikretmemiştir.”

Onların bu sorusuna Muhammed, “O kimdir?” diye sormuş, onlar da “Zül-


karneyn” demişlermiş! Görülüyor ki, “Zülkarneyn” hakkındaki soruyu kimlerin
sordukları belli değil! Fakat asıl güçlük, “Zülkarneyn” sözcüğünde! Ayetlerden
anlaşılan o ki, Tanrı, Zülkarneyn’e “her şeyin yolunu göstermiş”tir; daha başka
bir deyimle, Zülkarneyn, Tanrı’nın kitabına sahip kılınmış iyi bir “mümin”dir
(inananlardandır). Ancak burada geçen Zülkarneyn’in kim olduğunu bilen yok.
Kur’an herhangi bir açıklama getirmiyor. Her ne kadar Zülkarneyn’in Tanrı’ya
inanan (mümin) bir kimse olduğunda görüş ayrılığı yoksa da, bu kişinin kim ol-
duğu konusunda yorumcular arasında tam bir keşmekeş hüküm sürer. Ze-
mahşeri, Beyzavî ve Suyûti gibi yorumcular, bunun Eski Yunan fatihi ve cihan
egemeni Büyük İskender olduğunu söylerler. Buna karşılık Abul-fida gibi yorum-
cular bunun, Büyük İskender olmayıp, ondan çok daha eski dönemlerde, daha
doğrusu İbrahim “Peygamber” zamanında yaşamış ve fetihleriyle ün yapmış olan
Acem hükümdarlarından Afri-dun b. Esfiyan b. Cemşid adında biri olduğunu be-
lirtirler. İbn-i Abbas gibi kaynaklar göre ise, bu Yemen hükümdarlarından biridir.
Bununla beraber, kendisine Tanrı’nın kitabı verildiğine göre, Zülkarneyn’in Bü-
yük İskender’den önce gelmiş “peygamberlerden” biri olduğuna inananlar da
çoktur. Muhammed’in damadı Ali’ye göre Zülkarneyn, Allah’ı seven ve Allah ta-
rafından sevilen bir kuldur. Yorumculardan bir kısmına göre ise “Zülkar-
neyn”nin kim olduğunu araştırmaya kalkışmak, Kur’an’ın hoşlanmadığı bir işi
yapmak olur. 16(

Kadir Suresi’ndeki “Kadr” Sözcüğünün Anlamı Belli Değil!

Kur’an’ın 97. suresi olan “Kadir Suresi”nin Mekke’de mi, yoksa Medine’de
mi indiği bilinmediği gibi, bu başlığı taşıyan sureye neden dolayı “Kadir” dendiği

16
Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.4, s.3279.

76
de pek bilinmez. 17 Bazı yorumcular, Kur’an’ın “kadir” gecesi vahyolunduğuna ve
kadir gecesinde ibadet etmenin kutsal bir şey sayıldığına delil olduğunu ve bu
nedenle bu adın verildiğini söylerler. Bazıları “Kadr” sözcüğünün Arapçada “sı-
kışmak” anlamına geldiğini ve o gece, sayıları fazla olan meleklerin yere inip, ka-
labalık meydana getirmeleri nedeniyle bu adın kullanıldığını öne sürerler. Bazıla-
rı ise bu gecenin “asrı saadet”te bulunduğunu belirtirler.

Öte yandan Kur’an’da, kadir gecesinin, Ramazan’ın hangi gecesine isabet


eder olduğunu belirten bir işaret de yoktur. Biraz yukarıda belirttiğimiz gibi, Mu-
hammed, güya “(kadir gecesini) ayın son on günlerinde tek rakamlı gecelerinde
araştırınız” demiştir. Bu nedenle yorumcular, Ramazan’ın 15. İle 27. geceleri
arasında seçim yapmak üzere birbirleriyle dalaşırlar. Dalaşmalarının nedeni,
kuşkusuz ki, kadir gecesi konusunda Kur’an’da açıklık bulunmamasıdır.

Maide Suresi’nin 87. ve 88. Ayetlerinin, “Mut’a” Evliliğini “Helal”


Kılmak İçin mi, Yoksa Müslümanların Kendilerini Et, Kadın vs...
Gibi Şeylerden Mahrum Kılmamalarını Sağlamak İçin mi İndiği
Konusunda Anlaşmazlık Var

Maide Suresi’nin 87. ve 88. ayetleri şöyle:

“Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz
kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın... Allah’ın size helal ve
temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin ve kendisine iman etmiş olduğu-
nuz Allah’tan korkun” (Maide Suresi, ayet 87-88).

Bu ayetlerle “helal” kılınan şeylerin ne olduğu belli değil. Bazı yorumculara


göre “helal” kılınan şeyler, “et yemek” ya da “kadınlara yanaşmak” vs... gibi şey-
lerdir. Bazılarına göreyse “helal” kılınan şeyler arasında “Mut’a” evliliğine izin de
vardır. Bilindiği gibi “Mut’a evlilik”i denen şey, erkeğin mal satın alır gibi, ücret
karşılığında, belli bir süre için kadın alabilmesi ve bu sürenin sonunda kadını
terk edebilmesidir.

17
Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.8, s.5964 vd.

77
Buhari’nin Abdullah b. Mes’ud’dan rivayetine göre, Muhammed, gazaya
(savaşa) çıktığı günlerden birinde, askerlerin, kadın ihtiyacı içerisinde kıvrandık-
larına ve kendisinden, “Ya Resulullah! Erkekliklerimizi çıkarıp hadım olalım
mı?” şeklinde istekte bulunduklarına tanık olur. Ve askerlerin şehvet gailesini
gidermek ve böylece hadım olmalarını önlemek üzere, Tanrı’dan vahiy indiğini
söyleyerek, yukarıda belirttiğimiz ayeti okur:

“Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz
kendinize) haram kılmayın...”

Okuduktan sonra askerlere “mut’a evlilik” için izin verir. Abdullah b.


Mes’ud şöyle diyor:

“Resulullah bizi iğdişlenmekten nehyetti. Bundan sonra (muayyen bir


zaman için) elbise (gibi ücret mukabilinde) kadın eş almamıza izin
verdi. 18

Görülüyor ki, söz konusu ayet, bazı yorumculara göre, “mut’a evliliğe” izin
verildiğine kanıt olmak üzere inmiştir. Ancak, çoğu yorumcular, bunun böyle ol-
madığını ve İslam’da “mut’a evliliğe” yer bulunmadığını söylerler. Onların iddia-
larına göre, yukarıdaki ayetlerin inmesine neden olan olay şudur:

Sohbetlerinden birinde Muhammed, “kıyamet” ve “ahiret”ten söz eder. Bu


sözlerden fazlasıyla etkilenen “sahabe”lerden bir kısmı -ki aralarında Ali, Abdul-
lah b. Mes’ud, Mikdad, Osman b. Maz’ûn gibi tanınmış kimseler vardır- bir araya
gelerek gündüzleri devamlı şekilde oruç tutmak, geceleri uyumadan namaz kıl-
mak, kadınlarla yatmamak, et yememek, eski püskü elbiselerle dolaşmak ve geri
kalan ömürlerini bu şekilde geçirmek üzere karar alırlar. Hatta kendilerini kısır-
laştırmak sevdasına kapılırlar. Haber Muhammed’in kulağına gider. Bunun üze-
rine Muhammed onlara böyle yapmamalarını söyleyerek şöyle der:

“Vücut ve nefislerinizin sizde hakkı vardır; oruç tutup namaz kılın, fa-
kat aynı zamanda orucunuzu açıp yiyin ve uyuyun. Ben, namaz kılar
ve uyurum, oruç tutar ve iftar ederim, et yerim ve kadınlarıma yaklaşı-
rım; benim yolumdan çıkan benden değildir.”

18
Sahih-i..., c. II, s.92, Hadis No. 1697. 82.

78
Bunları söyledikten sonra Tanrı’dan yukarıda söz konusu ettiğimiz ayetlerin
indiğini ekler. 19

Görülüyor ki “Kur’an’ın “apaçık” olmaması nedeniyle, bu konuda farklı yo-


rumlar ortaya çıkmaktadır.

Kitaplılar’ın Anlaşmazlıkları Konusunda Muhammed’in Hüküm


Verip Veremeyeceği Konusundaki Anlaşılmazlık (Maide Suresi,
Ayet 42,49)

Maide Suresi’nin 42. ayetiyle 49. ayeti arasındaki uyumsuzluktan doğma bir
durum vardır ki, Kur’an’ın “apaçık” olmaması nedeniyle, nasıl giderileceği bilin-
mez! Gerçekten de, Maide Suresi’nin 42. ayetinde Yahudilerin yalana kulak verip
haram yedikleri belirtiliyor ve eğer herhangi bir konuda Muhammed’e danışacak
olurlarsa, Muhammed’in hüküm verip vermemekte serbest olduğu bildiriliyor:

“Hep yalana kulak verir, durmadan haram yerler. Sana gelirlerse, ister
aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çe-
virirsen sana hiçbir zarar veremezler. Ve eğer hüküm verirsen adaletle
ver...” (Maide Suresi, ayet 42).

Dikkat edileceği gibi burada, “...Sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver,
ister onlardan yüz çevir...” diye bir buyruk var ki, Muhammed’i, Kitaplılar (özel-
likle, o tarihte Medine’deki Yahudiler) arasındaki anlaşmazlıkları, “hakem” ya da
“hâkim” olarak çözüme bağlamak konusunda serbest bırakmakta. Yani Muham-
med, kendisine başvuran Yahudiler arasındaki anlaşmazlığı, isterse hükme bağ-
layacak, isterse bağlamayabilecektir. Öte yandan yine ayette yer alan, “...Sana
gelirlerse...” diye bir deyim var ki, Kitaplıları (özellikle Yahudileri) Muhammed’in
hâkimlik ve hakemliğini kabul edip etmemekte serbest bırakmış gibidir.

Ancak, bu aynı Maide Suresi’nin 49. ayeti, Muhammed’i, yukarıda sözünü


ettiğimiz serbestiden yoksun kılacak nitelikte olmak üzere şöyledir:

19
Bu hususlar için bkz. Diyanet Vakfı’nın Kur’an çevirisi

79
“(Ey Muhammed! Sana şu talimatı verdik) Aralarında Allah’ın indirdi-
ği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hü-
kümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hü-
kümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının
bir kısmını onların başına bela etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten
yoldan çıkmışlardır” (Maide Suresi, ayet 49).

Görüldüğü gibi, ayet “apaçık” olmaktan çok uzak. Daha doğrusu bu ayeti bu
şekliyle anlamak mümkün değil; meğerki ayetle ilgili olaylar hakkında fikir edi-
nilmiş olsun. Üzerinde durduğumuz konu bakımından, bu olayları burada açık-
lamaya gerek yok; fakat yukarıdaki ayette yer alan, “(Ey Muhammed! Sana şu
talimatı verdik) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına
uyma...” şeklindeki sözlerden anlaşılmaktadır ki, Muhammed, Kitaplılar arasın-
daki anlaşmazlıklar hakkında hüküm vermek bakımından serbest değildir; hü-
küm vermekle yükümlüdür.

Görülüyor ki, Maide Suresi’nin 42. ayetiyle 49. ayeti çatışmakta: birisinde
Muhammed, hüküm verip vermemekte dilediği gibi davranabiliyor, ikincisinde
ise hüküm vermek zorunluluğunda! Buna karşılık, bu ikincisinde, Kitaplıların
(örneğin Yahudilerin), ona başvurup başvurmamakta, onun verdiği hükmü kabul
edip etmemekte serbest olduklarına dair bir şey yok. İşte bütün bu kapalılıklar
ve anlaşılmazlıklar karşısında, yorumcular ne yapacaklarını şaşırmışlardır. Bu
nedenle, birbiriyle çatışan bu iki ayeti uzlaştırmak için çözüm yolu aramışlar,
fakat anlaşamadıkları için iki farklı uzlaştırma şekline yönelmişlerdir. Bir kısım
yorumcular 42. ayetin 49. ayet ile “neshedilmiş” (kaldırılmış) olduğunu söylemiş-
lerdir. Bir kısım yorumcular ise, “Muhammed’e tanınmış olan seçim hakkı” (yani,
hüküm verip vermemekteki özgürlük) kaldırılmamıştır; fakat eğer Muhammed
hüküm vermeyi tercih edecek olursa, bu takdirde “...ancak Allah’ın indirdiği va-
hiy ile hükmedecektir” derler. 20 Görülüyor ki, Kur’an’ın “apaçık” olmaktan uzak
yönleri, Kur’an’ın uygulanmasını bile engellemeye yetmektedir. Fakat bütün bun-
lar bir yana, bir de şunu sormak gerekiyor. Kur’an’ın Maide Suresi’nin 42. ayeti,
49. ayetiyle “neshedildi” (kaldırıldı) ise, Tanrı bunu neden apaçık bir şekilde be-

20
Diyanet Vakfı’nın, Maide Suresi’nin 42. ayetiyle ilgili açıklamasına bakınız.

80
lirtmesin ve örneğin, “Biz Muhammed’e falanca, ayet ile şu emri vermiştik, ama
şimdi bundan vazgeçtik, bu ayeti kaldırıp şimdi falanca ayeti koyduk” demesin?
Söylemeye gerek yok ki, bu şekilde konuşacak olan bir Tanrı’ya, bu sefer kendi
kulları, “Pek güzel, ama sen her şeyi bilen, her şeyi önceden ve en iyi şekilde gö-
ren bir Tanrı’sın, hiçbir şekilde yanılmaz olduğunu söylersin! O halde nasıl olu-
yor da şimdi, bir ayeti kaldırıp yerine başkasını koyuyor ve böylece yanılmış ol-
duğunu ortaya vuruyorsun?” diye soracaklar ve muhtemelen cevapsız kalacak-
lardır.

Yine tekrar edelim ki, ortada Tanrı’nın yanılgıya düşmüş olması diye bir şey
yok! Sadece söz konusu ayetlerin, Muhammed’in günlük siyasetinin gereksinim-
lerini karşılamak amacıyla konmuş olması var. Şu bakımdan ki, Muhammed, Ma-
ide Suresi’nin 42. ayetini (yani, Yahudiler arasında hüküm verip vermemekte
serbest bulunduğunu ya da onların kendisini hâkim ve hakem seçmekte serbest
olduklarını öngören ayeti), henüz Medine’deki Yahudilere baş eğdirebilecek ka-
dar güçlü olmadığı zamanlar koymuştur. Güçlendikten sonra, 42. ayeti geçersiz
kılıp, onlara Kur’an ile hükmetme yetkisine sahip olduğunu öne sürerek 49. ayeti
yerleştirmiştir.

***

Bakara Suresi’nin 125. ayetinde, “Biz Kâbe’yi insanlar için ziyaret yeri yap-
tık, onu emin bir yer kıldık, İbrahim’in makamını namazgâh edinin...” diye yazı-
lıdır. Fakat burada sözü edilen “İbrahim’in makamı”nın ne olduğu bilinmez. Ki-
mi yorumculara göre burası, İbrahim’in Kâbe’yi inşa ederken üzerine çıktığı bir
taştır ya da halkı hacca davet ederken üzerinde durduğu taştır. Kimi yorumcula-
ra göre burası “hac” görevini yerine getirirken ziyaret olunan yerlerden biridir.
Kimileri bunu tüm Kâbe olarak kabul eder. Kimileri de bunu Kâbe’yi kıble edin-
mek anlamına alırlar. 21

21
Ömer Rıza Doğrul, age, s.41, 114. dipnot; Elmalılı Hamdi Yazır, age, c. 1, s.493.

81
***

Kur’an’ın Tekâsür Suresi’nde şöyle yazılıdır: “Çokluk kuruntusu sizi o de-


rece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz. Hayır! Yakında bileceksiniz! El-
bette yakında bileceksiniz. Gerçek öyle değil! Kesin bilgi ile bilmiş olsaydınız
(orada) mutlaka cehennem ateşini görürdünüz. Sonra ahirette onu çıplak gözle
göreceksiniz. Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve
elbette hesaba çekileceksiniz” (Tekâsür Suresi, ayet 1-8). 22

Dikkat ediniz ayetler baştan aşağı anlaşılmazlıklarla dolu. Yorumcular, bu


ayetlerdeki sözcüklerin hemen hepsi üzerinde tartışırlar. Bir kere bu ayetlerin
Mekke’de indiğini söyleyenler yanında, Medine’de indiğini söyleyenler var. Öte
yandan yukarıdaki ilk ayette, “Çoğunluk olmak iddianız sizi o kadar meşgul etti
ki...” diye yazılı. Burada “çokluk kuruntusu” (ya da “çoğunluk olmak iddianız”)
deyimiyle ne anlatılmak isteniyor? Kimi yorumculara göre bu deyim, “çoğunluk”
anlamındadır, kimine göre “soy sop”, kimine göre ise “mal, mülk çokluğu” olarak
anlaşılmakta.

Kimi yorumculara göre, ayetlerin iniş nedeni şöyle: Ben-i abdi menafi (Ali
Menafoğulları) ile Ben-i eshm (Eshmoğulları), “Hangimiz daha çoğuz?” diyerek
birbirleriyle övünme yarışına girişirler. Sayım yapılır ve yarışmada “Menafoğulla-
rı”nın çoğunluk olduğu anlaşılır. Fakat “Eshmoğulları” buna itiraz ederler ve sa-
yımın tekrar yapılmasını isterler; ancak sayım yapılırken, kabirlerdeki ölülerin de
göz önünde tutulmasını şart koşarlar: “Haydin hem sağ olanlarımızı, hem ölmüş
bulunanlarımızı sayılalım” derler. Sayım buna göre yapılır ve bu kez sayımda
Eshmoğulları çok gelir. Ve işte bunun üzerine yukarıdaki ayetler inmiş olur. Eğer
bu rivayet kabul edilecek olunursa, bu takdirde yukarıdaki ayetlerin Mekke dö-
neminde indikleri öne sürülmekte. Fakat bir başka rivayete göre ayetler, Medi-

22
Bu surenin Elmalılı tarafından çevirisi şöyle: “1) Oyaladı o çokluk kuruntusu sizleri; 2) Ta
ziyaret edişinize kadar kabirleri; 3) Öyle değil, ileride bileceksiniz; 4) Sonra öyle değil, ileride
bileceksiniz; 5) Öyle değil, ilme yakın bilseniz; 6) Kasem olsun o cehennemi çaresiz göreceksi-
niz; 7) Sonra kasem olsun onu çaresiz aynelyakin göreceksiniz.; 8) Sonra kasem olsun o gün o
nimetten muhakkak sorulacaksınız” (Tekâsür Suresi, ayet 1-8). Bkz. Elmalılı, Hamdi Yazır,
age, c.8, s.6040.

82
ne’de Ensar kabilelerinden Ben-i Haris ile Ben-i Hars kabileleri arasındaki çe-
kişmeden dolayı inmiştir. Güya Ben-i Haris kabilesinden kişiler, “Bizde fülan ve
fülan gibiler var” diyerek övünmeye başlamışlardır. Buna karşılık diğerleri, “Diri-
lerle övünmek olmaz, haydin kabirlere gidelim, sayımı ölüleri de göz önünde tu-
tarak yapalım” şeklinde konuşurlar. Hep birlikte kabirlere giderler ve kabirlere
işaret ederek, “Sizde fülan ve fülan gibiler var mı?” diye sorarlar; alınan cevapla-
ra göre sayım yapılır. 23 Bu rivayete göre ayetlerin Medine’de indiği anlaşılmakta!
Surenin geri kalan ayetleri hep farklı görüşlere vesile yaratacak nitelikte şeyler. 24

Asr Suresi’nde Tanrı’nın yeminler ederek şöyle konuştuğu yazılıdır:

“Asra yemin ederim ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak
iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve
sabrı tavsiye edenler müstesnadır” (Asr Suresi, ayet 1- 3).

Görülüyor ki, Tanrı, “Asra yemin ederim ki...” diyerek konuşmaya başla-
makta! Ancak, “asr” sözcüğü çeşitli anlamları içeren bir sözcük: “Yüzyıl” demek
olduğu gibi, “zaman”, “meyvenin suyunu çıkarmak”, “ikindi vakti”, “vergi ver-
mek” ya da “bir şeyin vakti mahsusu” gibi anlamlara gelmekte. Bu itibarla Tan-
rı’nın bu yeminini neye göre yaptığı pek belli değil. Bazı yorumculara göre ayetin,
“ikindi vaktine andolsun ki, insan hiç şüphesiz hüsran içindedir...” (Asr Suresi,
ayet 1-2) şeklinde okunması gerekir. 25 Bazılarına göre yemin “asr” itibariyle ya-
pılmıştır ve bu nedenle ayetin, “Asra yemin ederim ki, insan gerçekten ziyan
içindedir...” şeklinde okunması gerekir. 26 Bazıları da yemini sadece “zaman” iti-
bariyle yapılmış kabul ederler. 27 İbn-i Cerir gibi yorumculara göre Tanrı, yukarı-
daki farklı anlamlardan hiçbirini hedef edinemeyip hepsine birden yemin etmiş-
tir. Mukatil ve Katade gibi yorumcular, ikindi namazının özel bir fazileti olduğu-
nu, hatta insan cinsinin yaratılış zamanını andırdığını öne sürerek, Tanrı’nın bu
anlamda olmak üzere yemin ettiğini söylerler. 28

23
Elmalılı H. Yazır, age, c.8, s.6041 vd.
24
Sureyle ilgili olarak farklı görüşler için bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.8, s.6041-6065.
25
Diyanetin anlayışı böyle.
26
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi çevirisi böyle
27
Gölpınarlı’nın çevirisi böyle
28
Çeşitli görüşler için bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.8, s.6067 vd.

83
Öte yandan Tanrı, bu yeminini, insanın “ziyan” içerisinde olduğunu ve an-
cak doğru yola yönelmiş olanların bunlar dışında kaldığını bildirmek üzere yapı-
yor! Pek güzel, ama insanları doğru yola sokan ya da doğru yoldan saptıran yine
kendisi değil mi? Örneğin, “Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola eriş-
tirir...” (Fatır Suresi, ayet 8) diye konuşan ve buna benzer nice ayetler koyan
Tanrı değil mi? Şu durumda “Asra yemin ederim ki, insan gerçekten ziyan için-
dedir...” diye yemin etmenin anlamı kalır mı?

***

Furkan Suresi’nde Tanrı’nın, inkârcı kavimleri yok ettiğini anlatmak üzere,


“Ad, Semûd milletleri ile Resslileri ve bunların arasında birçok nesli de yerle bir
ettik” (Furkan Suresi, ayet 38) diye konuştuğu yazılıdır. Burada geçen “Ad”
kavmi, yorumculara göre Hud Peygamber’in kavmidir; “Semûd” kavmi de “Salih”
Peygamber’in kavmi sayılıyor. “Resslilere” gelince, bunun ne olduğu pek bilinmi-
yor. Her ne kadar “Ress” sözcüğünün “örülmedik kuyu” ya da “pek acayip bir
vadi” demek olduğu kabul edilirse de, burada geçen “Ressliler” sözcüğünün ne
olduğunu, kimleri ifade ettiğini kimse bilmez. Bunu Şuayb’ın kavmi olarak ya da
Yemame civarında bir köyün adı olarak kabul edenler yanında, vaktiyle peygam-
berlerini öldüren Semûd kavminden kalanlar olduğunu, Medyen civarında, An-
takya taraflarında ya da Hazramut’ta bulunan bir kuyunun sahipleri olduğunu
söyleyenler vardır. Ress’in, acayip bir vadi olduğunu, bu vadide pek çeşitli balık-
lar bulunduğunu ya da bunun “Belascan” Sahrası’na doğru çıkan bir nehir ve bu
nehrin çevresindeki köyler olduğunu öne sürenler de vardır. 29

***

A’raf Suresi’nin 159. ayetinde şu yazılıdır:

29
Beyzavi’nin yorumu böyle; ayrıca bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.5, s.3587 vd.

84
“Musa’nın kavminden Hak ile doğru yolu bulan ve onun sayesinde adil
davranan bir topluluk vardır” (A’raf Suresi, ayet 159).

Bunu izleyen ayetlerde, Tanrı’nın bu topluluğu oymaklar halinde on iki ka-


bileye ayırdığı ve Musa’ya “Vur asan ile taşa” dediği ve Musa’nın vuruşu üzerine
o taştan on iki pınar fışkırdığı yazılı. Ancak, burada geçen “topluluk” sözcüğünün
kimlere taalluk ettiği belli değil. Bunların Musa zamanında, halkı doğru yola ge-
tirmek isteyenler olduğunu söyleyenler yanında, Muhammed’e iman eden bazı
Yahudiler olduğunu öne sürenler de var.

***

Tûr Suresi’nin baştan ilk sekiz ayetinde Tanrı, çeşitli şeyler üzerine yemin-
ler ederek şöyle konuşmakta:

“Tûr’a, yayılmış ince deri üzerine satır satır yazılmış kitaba, Beyt-i
Ma’mûr’a, yükseltilmiş tavana, dolu denize andolsun ki, Rabbinin aza-
bı mutlaka vuku bulacaktır. Ona engel olacak hiçbir şey yoktur” (Tûr
Suresi, ayet 1-8).

Görülüyor ki, Tanrı, mutlaka azap vereceğine ve buna kimsenin engel ola-
mayacağına dair yemin etmekte ve yeminini, başta Tûr Dağı olmak üzere, birçok
şeye dayatma ihtiyacında! Ancak, yemininde, “...yayılmış ince deri üzerine satır
satır dizilmiş kitaba... andolsun ki...” (Tûr Suresi, ayet 1-8) diye bir tümce var;
fakat bu kitabın hangi kitap olduğu belli değil! Bunun Musa’ya verilen Tevrat mı,
yoksa Muhammed’e verilen Kur’an mı, yoksa Tanrı nezdinde bulunduğu söyle-
nen Levh-i Mahfuz mu (yani, ana kitap mı?) olduğu konusunda yorumcular fark-
lı görüşlere sarılmışlardır. Tûr Dağı’nın, Musa’nın Tanrı sözlerini işittiği dağ ol-
duğunu göz önünde tutanlar, bu kitabın Tevrat olduğunu söylerler. Fakat bunun
henüz tanınmadık bir başka kitap olduğunu iddia edenler de vardır. 30 Öte yandan

30
Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.6. s.4550 vd.

85
Levh-i Mahfuz’da, var olan her şeyin Kur’an’da bulunduğunu ve bu nedenle
Kur’an’ın diğer bütün “kutsal” kitapların hükümlerini ortadan kaldırdığını söyle-
yenler (bkz. Zuhruf Suresi, ayet 4) yanında Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’un bir kop-
yası olmadığını savunanlarda var. 31

***

Kur’an’ın 48. suresi “Fetih Suresi” başlığını taşır ve “(Ey Muhammed!) Biz
sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik...” (Fetih Suresi, ayet 1) ayetiyle başlar.
Burada yer alan “fetih” sözcüğünün “Hudeybiye” zaferi ile mi, yoksa “Mekke’nin
fethedileceği haberi ile mi” ilgili olduğu konusunda tartışma vardır. Beyzavî’ye
göre kastedilen şey, Hudeybiye zaferidir; diğerleri ise Mekke fethini öngörürler.

Aynı surenin 16. ayetinde şu ayet vardır:

“Ey Muhammed! Bedevilerden geri kalmış olanlara de ki, ‘Güçlü, kuv-


vetli bir kavme karşı, onlar Müslüman olana kadar savaşmaya çağrıla-
caksınız’... “ (Fetih Suresi, ayet 16).

Bu ayette sözü geçen “güçlü bir millet” deyimlerinin Rumları mı Acemleri


mi yoksa Muhammed’in rakiplerini mi kastettiği konusunda görüş ayrılıkları var.
Celaleddin’e göre birinci, Beyzavî’ye göre ise ikinci ihtimal galip gelir. Bazılarına
göre bu kavmin, Müseylime’nin kavmi Ben-i Hanife olduğunu söylerler. Bazı yo-
rumcular yukarıdaki ayetle hem Rumların hem de Acemlerin hedef alındığını
iddia ederlerse de, ayette geçen sözcüğün, “kavimler” (ya da “milletler”) değil,
“bir kavim” (ya da “bir millet”) olması ve ayetin Hudeybiye Seferi’nden geri ka-
lanların savaşa çağrılmalarıyla ilgili olması nedeniyle bu iddianın geçerli bir yönü
olmadığını eklerler.

***

31
Bu konuda bkz. Turan Dursun, age, c.8, s.23; ayrıca bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.6,
s.4551.

86
Tîn Suresi’nin ilk ayetinde Tanrı’nın şu şekilde yeminler ettiği yazılıdır:

“Andolsun Tîn’e ve zeytine ve Sina Dağı’na ve bu emin şehre; gerçekten


de biz insanı, en güzel bir surete sahip olarak yarattık; sonra da onu
döndürdük, aşağıların en aşağısına attık” (Tîn Suresi, ayet 1-5). 32

Ayetin ilk satırında yer alan “tîn” sözcüğü “incir” ya da “dağ” adıdır. Bu iti-
barla yukarıdaki sözlerin, yararlı yiyeceklerden sayılan “zeytin” ve “incir” için
mi, yoksa bunların ağaçlarıyla dolu olan iki dağ için mi söylendiği belli değildir.
Beyzavî ve Zemahşerî gibi yorumcular, bu konuyu açıklığa kavuşturamamışlar-
dır. Öte yandan, incirin “Museviliği”, daha doğrusu “Musa şeriatını”; zeytinin ise
“İslamiyet’i” temsil ettiğini ve bunun böyle olduğunu bilmeden yukarıdaki ayeti
anlamanın mümkün bulunmadığını öne sürenler vardır. 33 Yine aynı ayetin, “biz
insanı, en güzel bir surete sahip olarak yarattık; sonra da onu döndürdük, aşağı-
ların en aşağısına attık” şeklindeki satırlarında, “aşağılık” sözcüğünün “kocalık”,
“akıl azlığı” ya da “bunaklık” anlamlarından birine geldiğini söyleyenler yanında,
bu sözcüğün “cehennem” olarak anlaşılması gerektiğini belirtenler de vardır.
Hatta bütün bu değişik yorumları geçerli saymayıp, bu sözcüğü “kâfirler” şeklin-
de ele alanlar da bulunur. 34

***

Nebe Suresi’nin ilk ayetlerinde, “Neyi soruşturuyorlar? Üzerinde anlaşmaz-


lığa düştükleri... dirilme haberini mi?” (Nebe Suresi, ayet 1-3) diye yazılıdır. Bu-
rada geçen “haber” sözcüğünün, “Kur’an” mı yoksa “kıyamet” mi olduğu tartış-
malıdır. Hem öyle hem de böyle olduğunu ileri sürenler vardır. Yine aynı surenin
38. ayetinde, “Cebrail ve melekler dizi dizi olup durdukları gün, rahmanın izin
verdiklerinden başka orada bulunanlar hiç konuşmazlar. Konuşan da doğruyu
söyler” (Nebe Suresi, ayet 38) diye yazılıdır. Burada geçen “Cebrail” sözcüğünün

32
Gölpınarlı’nın çevirisi böyle.
33
Ömer Rıza Doğrul’un çevirisine bakınız
34
Gölpınarlı’nın yorumları için bkz. age, s. CXXIV, 5.

87
“ruh” anlamına gelip gelmediği tartışmalıdır. “Ruh” diyenler, kıyamet günü saf
halinde dizilecek olan ruhlar yanında, meleklerin de öylece sıralanacaklarını söy-
lerler. Buna karşı ruhun meleklerden oluştuğunu iddia edenler ya da “Hayır ruh
değil, Cebrail’dir” diye ısrar edenler vardır. 35

***

Kur’an’ın 85. suresi “Bürûc” başlığını taşır ve Tanrı’nın “burçlar” üzerine


yemin etmesiyle başlar; ilk ayeti şöyledir:

“İçinde burçları bulunan göğe andolsun...” (Bürûc Suresi, ayet 1).

Her ne kadar “bürûc” sözcüğü güneş dönencesindeki on iki burç anlamına


gelirse de, Tanrı’nın burada ne anlamda olmak üzere yemin ettiği kesin olarak
bilinmez. İbn-i Cerir gibi yorumcular, on iki burçtan söz ederlerken, diğer bazı
yorumcular bunun “köşkler” ya da “kasırlar”, bazıları “gökyüzündeki meleklerin
bekçi olarak bekledikleri kaleler”, bazıları “semanın kapıları”, bazıları da “burç-
lar kuşağı” (Zodyak) olduğunu söylerler. Beyzavî ve Yahya gibi ünlü yorumcular
bu konuda anlaşamazlar. “Burçlar” sözcüğünün “yıldızlar” anlamına geldiğini
öne sürenler, Kur’an’ın bir başka yerinde, Hicr Suresi’nde “burç” sözcüğüyle an-
latılmak istenen şeyin “yıldızlar” olduğunu öne sürerek şu ayeti örnek verirler:

“Gökte burçlar meydana getirdik, onları bakanlar için donattık...”


(Hicr Suresi, ayet 16).

Yine Bürûc Suresi’nin 3. ayetinde, “...o günde şahitlik edecek ve hakkında


şehadet edecek olanlara andolsun ki...” (Bürûc Suresi, ayet 3) diye yazılıdır. Bu-
radaki “şahit” sözcüğünün “Muhammed” mi, yoksa İslam dininin saygın kişileri
mi, yoksa melekler mi, yoksa kıyameti gören veya onda şahitlik edecek olan her-
hangi bir kimse mi olduğu tartışmalıdır. Yine bu aynı surede, “...hazırladıkları
hendekleri... ateşle doldurarak onun çevresinde oturup...” (Bürûc Suresi, ayet 4-
7) şeklinde ayetler var. Burada geçen “hendek kazıp ateş yakanların” kimler ol-

35
Gölpınarlı, age, s. CXVI, 38, 92.

88
dukları tartışmalıdır. Bunların Eski Ahit’teki “Daniel” kitabında sözü edilen bazı
kişiler olduğunu söyleyenler yanında, böyle olmayıp bunların Hıristiyan kişiler
olduğunu belirtenler de vardır.

***

Fecr Suresi’nin ilk ayetlerinde, “Andolsun ağaran sabaha; Zilhicce ayının


ilk on gecesine andolsun; her şeyin çiftine de tekine de andolsun...” (Fecr Suresi,
ayet 1-4) diye yazılıdır. Buradaki “sabah” sözcüğünün hangi sabah olduğu bilin-
mez; “her günün sabahı” olduğunu söyleyenler yanında “Zilhicce’nin sabahıdır”
diyenler vardır. 36 Yine aynı şekilde, ayetteki, “ilk on gece”den “arife” günü mü,
yoksa kurban bayramı gününün sabahı mı, yoksa Ramazan ayının son gecesi mi
olduğu tartışmalıdır. Daha sonraki ayette yer alan, “...her şeyin çiftine de tekine
de...” sözlerinden “erkek-dişi, bütün yaratıklar” anlamını çıkaranlar yanında, bu
yorumu kabul etmeyip “çift” sözcüğünün gece kılınan iki “rekât nafile namaz” ve
“tek” sözcüğünün ise bir “rekât”, yahut gece kılınan üç nafile “rekât” olduğuna
değinenler bulunur. Öte yandan “çift” sözcüğünün bayram gününe, “tek” sözcü-
ğünün ise arife gününe işaret olduğunu söyleyenler vardır. Bütün bu yorumları
yanlış sayıp “tek” sözcüğünün “Âdem Peygamber” anlamına geldiğini belirtenler
ve “zevcesiyle çifttir” diyenler de vardır. Ve nihayet “çift” sözcüğünün “Bütün
günlerdeki geceler” demek olduğunu ve “tek”ten de artık gecesi bulunmayan,
“kıyamet günü”nün kastedildiğini ekleyenler çoktur. Yine Fecr Suresi’nin 7. aye-
tinde şöyle yazılıdır:

“Ey Muhammed! Rabbinin, hiçbir memlekette benzeri ortaya konma-


yan sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Ad milletine ne ettiğini gör-
medin mi?” (Fecr Suresi, ayet 7).

36
“Zilhicce”, Arabî ayların on ikincisidir; hacı olma töreni bu aydadır. Bu ayın onuncu günü
kurban bayramı olarak kutlanır.

89
Burada geçen “İrem” sözcüğünün bir “boy” adı olduğunu söyleyenler yanın-
da, bunu Ad’ın büyükbabasının adı ya da onun yaşadığı şehrin adı olduğunu ka-
bul edenler de vardır

***

Beled Suresi’nde şöyle yazılıdır:

“Yo! Kasem ederim bu beldeye - sen hıll iken bu beldede- - ve bir validle
veledine ki hakikaten biz insanı bir meşakkat içinde yarattık. O kendi-
sine karşı kimse güç yetiremez mi sanıyor; ‘Ben yığın yığın mal telef et-
tim’ diyor. Onu bir gören olmadı mı sanıyor?” (Beled Suresi, ayet 1-7)

Bu ayetlerin diğer bir çevirisi şöyle:

“Bu beldeye yemin ederim -ki sen bu beldede oturmuşsun; doğurana ve


doğurduğuna andolsun ki; İnsanoğlunu, zorluklara katlanacak şekilde
yarattık; İnsanoğlu, kendisine kimsenin güç yetiştiremeyeceğini mi sa-
nıyor?; ‘Yığın yığın mal tüketmişimdir’ diyor; O, kimsenin kendisini
görmediğini mi zannediyor?” (Beled Suresi, ayet 1-7).

Yukarıdaki ayetlerin her iki şeklini incelediğimizde görürüz ki, söylenenleri


anlamak için müneccim olmak gerekir. Yorumcular, baştaki “sen hıll iken” de-
yiminin birçok anlama geldiğini ve örneğin bunlardan birinin, “Sen bu beldede
bulunurken”; diğerinin, “Buradan çıkıp da sonra feth ile gireceğin zaman”; bir
diğer anlamının, “Sen ki hıllsın bu beldede” (yani, harem-i âmin olan bu beldede
senin hakkına hürmet edilmiyor, burada bir ava bile saldırı haram iken, sana
saldırı helal sayılıyor); bir başka anlamının, “Sen bu beldede bir an için hıll ha-
linde olacaksın; dilediğini yapmak sana helal olacak” olduğunu söylerler. 37 Bazı-
ları bunu, Mekke’nin ileride fetholunacağına kanıt olduğunu söyler.

Surede geçen “validle veledine” deyiminin İbrahim ile oğlu İsmail demek
olduğu söylenir. Surenin son kısmında yer alan, “...O kendisine karşı kimse güç
yetiremez mi sanıyor; ‘Ben yığın yığın mal telef ettim’ diyor. Onu bir gören olma-

37
Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.7, s.5825 vd.

90
dı mı sanıyor?” sözlerinde sözü geçen kişinin kim olduğu belli değil. Üstelik bu
satırların dahi iki anlam taşıdığı belirtilir ki, bunlardan birincisi “Onun mağrur
edalarını, gösteriş yapışını Allah görmüştür ve cezasını verecektir”; ikincisi ise “O
yalan söylüyor, harcamadığı halde harcadım diyor” anlamındadır. 38

Yukarıdaki çevirinin ikinci şekline göz atalım: Surenin ilk ayetinde yer alan,
“...sen bu beldede oturmuşsun” sözlerini, “Sen bu beldeye helal iken” ya da “...Ve
sen onun içinde oturmuşsun” şeklinde anlayanlar var. Bu değişik anlamların,
ikinci ayette geçen “hıll” sözcüğünden doğduğu öne sürülür. 39 Zira ikinci ayette
geçen, “Doğuran ve doğurduğuna andolsun ki...” şeklindeki sözleri, “...Babaya ve
ondan gelen çocuğa yemin ederim ki...” şeklinde ya da “Atayı ve onun getirdiği
oğlu şahit tutarım ki...” şeklinde anlayanlar vardır. Fakat burada geçen deyimle-
rin ne olduğu kesin olarak bilinmez. Kimi yorumculara göre, “doğuran ve doğur-
duğuna...”, “babaya ve ondan gelen çocuğa” ya da “atayı ve onun getirdiği oğ-
lu...” sözleri Âdem ile ondan gelme kuşakları ifade etmekte; kimi yorumculara
göre ise İbrahim’i ve ondan gelme kuşakları içermekte. Üçüncü ayette geçen
“...İnsanoğlunu, zorluklara katlanacak şekilde yarattık” şeklindeki sözleri, kimi
yorumcular “...insanı (yüz yüze geleceği nice) zorluklar içinde yarattık” şeklinde
ele alıp, “İnsanın bu dünyadaki hayatı, müşküllerle savaşmak ile geçer. Hiçbir
büyük maksat veya gayeye müşkilleri bertaraf etmeden varılamaz” diye açıklar-
lar. 40 Beyzavî gibi kimi yorumcular ise bu sözlerin, Tanrı tarafından Muhammed
için sarf edildiğini söylerler: güya Tanrı, Kureyşlilerden zulüm gören Muham-
med’i teselli etmek için bu sözleri söylemiştir. Surenin geri kalan ayetlerindeki,
“...İnsanoğlu, kendisine kimsenin güç yetiştiremeyeceğini mi sanıyor?; ‘Yığın yı-
ğın mal tüketmişimdir’ diyor; O, kimsenin kendisini görmediğini mi zannedi-
yor?” şeklindeki sözlerle kastedilen kişinin kim olduğu tartışmalıdır. Zemahşerî
gibi yorumculara göre bu kişi, Muhammed’e düşmanlık besleyen Velid b. Muği-
re’dir. Beyzavî gibi yorumcular ise bunun Abu’l Esad b. Celde olduğunu söylerler.
Bazı yorumcular, yukarıdaki satırların, Muhammed’e muhalefet etmiş olan kim-
selere atıf olduğunu belirterek, “...Bunlar (Muhammed’e) muhalefet için nice nice
38
Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.7, s.5822 vd.
39
Turan Dursun, age, c.8, s. 104.
40
Ömer Rıza Doğrul çevirisinden.

91
servetler yok ettikten sonra Peygamber’in muzaffer olduğunu görecekler ve o za-
man bu servetleri boşuna harcettiklerini anlayacaklardır” şeklinde konuşurlar.
Fakat ne yaparlarsa yapsınlar, Beled Suresi’nin yukarıda söz konusu ettiğimiz
ayetlerindeki anlaşılmazlığı gidermiş olmazlar.

***

Hud Suresi’nin 118. ve 119 ayetlerinde, Tanrı’nın şöyle konuştuğu yazılıdır:

“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar
ihtilafa düşmeye devam edecekler. Ancak, Rabbinin merhamet ettikleri
müstesnadır. Zaten Rabbin onları bunun için yarattı. Rabbinin, ‘An-
dolsun ki cehennemi tümüyle insanlar ve cinlerle dolduracağım’ sözü
yerini buldu” (Hud Suresi, ayet 118-119).

Bu sözler Yunus Suresi’nde şöyle tekrarlanmaktadır:

“(Resulüm) Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi elbette iman


ederlerdi... Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz” (Yunus Suresi,
ayet 99).

Görüldüğü gibi, bu ayetlerin tümü hem çelişkili tümcelerle dolu hem de


“apaçık” olmaktan uzak. Daha önce de konuya değindiğimiz gibi, ayetler birbirle-
riyle çelişkilidir; Tanrı, bütün insanları bir tek millet (“Müslüman”) yapabilecek-
ken yapmadığını, onları “ihtilaf” (çatışma) halinde bıraktığını bildiriyor: “...onlar
ihtilafa düşmeye devam edecekler” diye de ekliyor. Bununla beraber, insanlar
arasında “merhamet ettiklerinin” bulunduğunu ve onları “ihtilafa düşmekten
müstesna” kıldığını söylüyor. İnsanların tümünü doğru yola sokmayıp, bir kısmı-
na “merhamet” etmesinin, bir kısmını da cehennemlik bilmesinin nedeni olarak
şunu belirtiyor ki, “cehennemi insanlarla ve cinlerle dolduracağına” dair kendi
kendine söz vermiştir! Daha başka bir deyimle Tanrı (tabii Muhammed’in söyle-
mesine göre), hem bir yandan çelişkili şekilde konuşmaktan, hem de cehennemi
insanlarla doldurmak için kendi kendisine söz verdiğini söyleyerek, “acımasız”
imiş gibi görünmekten geri kalmamaktadır! Fakat dikkat edileceği gibi, yukarıda-

92
ki ayette bir de, “...(Rabbin) onları bunun için yarattı” diye bir tümce var ki,
ayetleri daha da anlaşılamaz şekle sokmakta. Nitekim Kur’an yorumcuları, ayet-
teki “bunun için” -ki Arapçası “li-zalike” olarak geçmektedir- deyimi üzerinde
anlaşamazlar; bu deyime birbirinden farklı iki anlam verirler. Kimine göre bu
deyim şu anlamdadır: “Zaten Rabbin onları bunun için, yani ihtilafa düşmeleri
için yarattı.” Diğer bir kısım yorumculara göre ise yukarıdaki deyimin anlamı
şudur: “Zaten Rabbin onları bunun için, yani rahmetine nail olmaları için yarat-
tı.” Söylemeye gerek yoktur ki, ister “ihtilafa düşmeleri” için, isterse “rahmetine
nail olmaları” için yaratmış olsun, Tanrı’nın bu tutumu hem çelişkili, hem açık-
lıktan ve anlaşılmaktan uzak, hem de pek insafsız bir nitelik taşımaktadır. Hiç
“yüce” ve “adil” olduğu söylenen bir Tanrı, kalkıp da, “Ben dileseydim bütün in-
sanları hidayete eriştirir, inananlardan yapardım, ama yapmadım; çünkü insan-
lardan bir kısmını cehennemde yakmak için kendi kendime söz vermiştim; ve işte
doğru yola sokmadıklarımı şimdi cehenneme atmaktayım” şeklinde konuşur mu?

***

Târik Suresi’nde Tanrı’nın gökyüzüne ve “tarik”a yeminler ederek şöyle ko-


nuştuğu yazılıdır:

“Kasem olsun o semaya ve târika. Bildin mi târik ne? O necmi sakıb...”


(Târik Suresi, ayet 1-3).

Konuya daha önce de değinmiş olmakla beraber, tekrar belirtelim ki, burada
geçen “târik” ve “necmi sakıb” deyimlerinin ne anlama geldiği pek belli değil.
Nitekim ayete göre Tanrı bile, “Bildin mi târik ne?” (“Târik’ın ne olduğunu nere-
den bileceksin?”) diye sormakta. “Târik” sözcüğünün “târk” aslından gelme ol-
duğu ve bunun da “tokmak vurur gibi şiddetle vuran”, “geceleyin gelip kapı ça-
lan”, “gönül hoplatan ziyaretçi” ya da “sabaha karşı doğan yıldız” anlamlarına
geldiği anlaşılmaktadır. Yukarıdaki ayette yer alan “o necmi sakıb...” 41 sözlerine

41
“Necm” deyimi yıldız anlamında; “sakıb” sözcüğü ise, “Bir yandan bir yana delen”, “delip ge-
çen”, “pek parlak, ışık” anlamlarına gelmekte.

93
bakarak, “târik” sözcüğünün, “ışıklarının gücüyle zulmeti deliyor gibi görünen
her yıldız” karşılığı olabileceği gibi, bunun “kuş yukarı yükseldi” karşılığı olarak
“yüksek yıldız”, “sabah yıldızı” ya da geceleyin gökyüzünde doğan herhangi bir
parlak yıldızın göze çarpması halinde, ışığın şuurumuza çarparak “maddiyatımı-
zı delip gönüllerimize sinmesi ve bizi imana getirmesi” gibi manevi bir anlamı
olduğunu söyleyenler de vardır. 42

Her ne hikmetse, Tanrı, “apaçık” olarak gönderdiğini söylediği Kur’an’da,


bizleri yorumcuların insafına terk etmiş gibidir!

***

Müzzemmil Suresi’nin ilk dört ayeti şöyledir:

“Ey örtünüp bürünen Muhammed! Gecenin yarısında, istersen biraz


sonra, istersen biraz önce, bir müddet için kalk ve ağır ağır Kur’an
oku” (Müzzemmil Suresi, ayet 1-4).

Denilebilir ki, burada geçen deyimlerin hiçbiri açık ve seçik nitelikte değil;
yorumcular buradaki sözlerin, hiçbiri üzerinde anlaşamazlar. “Ey örtünüp bürü-
nen Muhammed” sözlerindeki örtünüp bürünmenin neye delalet ettiğini bilmez-
ler. Kimisi, “vahiy” geldiği zaman Muhammed’in Cebrail’den korktuğunu ve yor-
gana büründüğünü söyler. Kimisi, vahiy indiği sırada, Muhammed’in, bundan
habersiz olarak, yorganına bürünmüş uyumakta olduğunu ekler. Kimisi vahiy
indiği sırada yorganına bürünmüş olarak dua etmekte olduğunu ve hatta Ay-
şe’nin dahi (yorganın geri kalan kısmına sarılı olarak) onun yanında yatar bulun-
duğunu bildirirler. 43 Kimisi bunun bir bakıma Tanrı’nın Muhammed’i “intibaha”
(pişmanlık duygusuna) çağırması ya da “Niye gizleniyorsun, niye zayıf davranı-
yorsun? Kalk!..” şeklinde azarlaması olduğunu öne sürerler. 44 Yabancı yazarlar-
dan bazıları Muhammed’in “sara” nöbeti geçirdiği için yorgan altına bürünmüş

42
Elmalılı Hamd: Yazır, age, c.7, s.5699-5700.
43
Beyzavî’nin görüşleri bu doğrultuda.
44
Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.7, s.5421 vd.

94
olduğunu söylerler. Müslüman yazarlar Muhammed’in bu yönüne hiç değinmez-
ler.

Öte yandan, ayetteki “...Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen bi-
raz önce, bir müddet için kalk...” sözleri neyi ifade ediyor, belli değil. Acaba Tanrı
Muhammed’in gece yarısı uykudan uyanmasını mı istemiştir? “İstersen biraz
sonra, istersen biraz önce” derken, ne demek istemiştir? Gecenin yarısından az
ya da çok olan kısmını mı? Dörtte üçünü mü? Dörtte birini mi, belli değil. Hiç
Tanrı böylesine kapalı konuşur mu? Konuşur ise ne maksatla konuşur? Öte yan-
dan bu emrin Muhammed’e Kur’an okuması için verildiği yazılı; sebep olarak da,
“Şüphesiz gece kalkışı tam bir uyuma ve sağlam bir kıraate daha elverişlidir. Zi-
ra gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet var...” (Müzzemmil Suresi, ayet 6-7)
deniyor. Ne demektir bu? Kur’an gündüz okunmayacak mı? 45

***

Kalem Suresi’nin ilk iki ayetinde Tanrı, yine yeminler ederek şöyle konuş-
makta:

“Nûn! Kalem ve onunla yazılanlara andolsun ki, ey Muhammed! Sen


Rabbinin nimetine uğramış bir kimsesin, deli değilsin” (Kalem Suresi,
ayet 1-2).

Ancak, yeminler etmesi bu ayetleri açıklığa kavuşturmuyor. Zira burada ge-


çen “Nûn” sözcüğünün ne anlama geldiğini kimseler bilmez. Daha önce de gör-
düğümüz gibi, bunu Tanrı adlarından biri olarak kabul edenler yanında “kalem”
ya da “balık” olduğunu öne sürenler vardır. 46 Güya Tanrı, kalemi yaratıp ona
“yaz!” demiş ve kalem kıyamete kadar olacak şeyleri yazmıştır. Bu yazdığı şeylere
göre Tanrı, yerkürenin kabuğunu “Nûn” üzerine döşemiş ve böylece ortaya yer-
küre çıkmıştır. Fakat “Nûn” her taraftan nefes alamayacak şekilde sıkıştırıldığı
için deprenmeye başlamış ve volkanların oluşmasına sebep olmuş. Volkanlardan

45
Bu konudaki tartışmalar için bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.7, s.5425 vd.
46
Abdülbaki Gölpınarlı, age, s. CXI.

95
etrafa sıçrayan şeylerden dağlar olmuş ve bu dağlar birer çivi işini görerek yerkü-
renin sarsılmasına engel yaratmıştır! Ve bunun böyle olduğunu da Tanrı, “Biz
yeri (arzı) bir döşek, dağları da birer çivi (evtad) yapmadık mı?” (Nebe Suresi,
ayet 6-7) diyerek kanıtlamıştır. Bazı yorumcular, Kalem Suresi’nin yukarıdaki
ayetindeki “Nûn” sözcüğünü “hokka” olarak ya da “yazı yazacak divit” olarak
anlarlar. 47 Yine bu Kalem Suresi’nin 43. ayetinde yer alan, “O gün işin dehşetin-
den baldırlar açılır... secdeye çağırılırlar, ama buna güçleri yetmez...” (Kalem
Suresi, ayet 43) şeklindeki sözlerin, “kıyamet gününü mü?”, yoksa “ölüm zama-
nını mı?” kastettiği konusunda anlaşmazlık vardır. Celaleddin Suyûti gibi yo-
rumcular bunu, “kıyamet günü”nün kesin kanıtı sayarlar; Beyzavî ise zıt görüş-
tedir.

Yine bu aynı Kalem Suresi’nde, “bahçe” sahiplerinden ve onların bahçeleri-


nin Tanrı tarafından ateşe verildiğinden söz eden on altı ayet var ki, anlaşılamaz
nitelikte. Ayetler şöyle başlıyor:

“Biz vaktiyle ‘bahçe sahiplerine’ bela verdiğimiz gibi, onlara da bela


verdik. Hani onlar (bahçe sahipleri), sabah olurken (kimse görmeden)
onu (mahsullerini) devşireceklerine yemin etmişlerdi. Onlar istisna da
etmiyorlardı. Fakat onlar daha uykudayken Rabbinin katından (gön-
derilen) kuşatıcı bir afet (ateş) bahçeyi sarıverdi de bahçe kapkara ke-
sildi...” (Kalem Suresi, ayet 17-33).

“Apaçık” olduğu söylenen Kur’an, burada geçen hikâyenin ne olduğunu


açıklamıyor; ayetlerin anlamını keşfedebilmek için yorumculara muhtacız. Bey-
zavî gibi kaynakların bildirmesine göre, güya yardımsever bir adam, bahçesinin
ürünlerini fakirlere dağıtırmış. Fakat adam ölünce oğulları bu geleneği değiştir-
mek istemişler. Bu yüzden Tanrı bahçelerini helak etmiş. 48 Yorumculardan bazı-
larına göre bağ sahibi olan bu adam, Yemen’de Savran denilen yerde yaşayan bir
kimse imiş; bağına iyi bakar, ondan Allah’ın hakkını verirmiş. Ölünce çocukları
onun bu geleneğini devam ettirmeyip, halkı bu bağın hayrından yoksun kılmış-
larmış. Bu nedenle Tanrı bela vermiş ve bağı kökünden yakıp yıkmış; o cennet

47
Ömer Rıza Doğrul, age, s.634.
48
Beyzavî’nin Anvar al-tanzil ve asrar al-tavü adlı yapıtına bakınız. Ayrıca bkz. Elmalılı H. Yazır,
age, c.7, s.5278 vd.

96
gibi bağ sabaha kadar sırıma dönüvermiş! Güzel, ama bahçeyi helak edecek yer-
de Tanrı, o sınırsız kudretiyle bu kişilerin kalplerini değiştirse daha iyi olmaz
mıydı? Ya da bu güzelim bağı, halka ihsan etse daha hayırlı bir iş yapmış olmaz
mıydı?

***

Kehf Suresi’nde, “Onlara şu iki adamı misal olarak anlat: Bunlardan birine
iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, aralarına da
ekinler bitirmiştik” (Kehf Suresi, ayet 32) diye başlayan ve on iki ayeti içine alan
bir kısım var ki, kimlerden söz ettiği bilinmez. Kimine göre, ayette geçen “şu iki
adam” deyimiyle “Mahzum” kabilesinden Mekkeli iki kardeş kastedilmiştir. Bazı-
larına göre, bunlardan biri Muhammed olup, diğeri Mekkeli müşrikleri temsil
etmektedir. Bazılarına göre bunlar İsrailoğullarından iki kardeştir. Beyzavî gibi
bazı yorumcular bu iki kişinin El-Esved Andul Eshed adındaki bir “kâfir” ile
Ümmü Seleme’nin ilk kocası Abu Selman b. Abdullah olduğunu söylerler. Bazı
yorumcular, ayette sözü edilen iki kişinin, İsrailoğullarından olduğunu bildirirler.
Nihayet bazı yorumcular ise bunların genel anlamda “iyiliği” ve “kötülüğü” tem-
sil eden zihniyetin karşılığı olduğunu ileri sürerler. 49

***

Zuhruf Suresi’nin 61. ayetinde “Ve hakikat o saat için bir ilimdir, onun için
sakın o saatin geleceğinden şekk etmeyin (şüphe etmeyin) de bana tabi olun (ba-
na uyun) ve işte bu yegâne doğru yoldur” (Zuhruf Suresi, ayet 61) diye yazılı.

Ayetin bir başka şekli şöyle: “O, kıyametin kopacağını bildirir, o saatin gele-
ceğinden şüphe etmeyin, Bana uyun, bu doğru yoldur...”

49
Abdülbaki Gölpınarlı, age, s. LXXXI; ayrıca bkz. Diyanet Vakfı çevirisinde Kehf Suresi’nin bu
ayetindeki iki kişinin kim olduğu hususu ile ilgili açıklama.

97
Dikkat edileceği gibi, ayetin başında “o” diye bir sözcük var. Pek güzel, ama
kimdir bu “o”? Belki bunun ne olduğunu öğreniriz diye okumaya devam ediyo-
ruz. İki ayet atlama ile karşımıza şu ayet çıkıyor:

“İsa belgeleri getirdiği zaman demişti ki, ‘Size hikmetle ayrılığa düştü-
ğünüz şeylerin bir kısmını açıklamak üzere geldim... Bana itaat edin”
(Zuhruf Suresi, ayet 63).

Bazı yorumculara göre ayetteki “o” sözcüğü “Kur’an” anlamındadır, bazıla-


rına göre ise İsa’ya atıftır. Taberî gibi ünlü yorumcular dahi işin içinden çıka-
mamışlardır. 50

***

Bedir Savaşı ile ilgili olarak, Kur’an’ın Al-i İmran ve Enfal surelerinde, bir-
birleriyle çelişkili olmak bir yana, anlaşılmazlık (muğlaklık) bakımından da şaş-
kınlık yaratan ayetler yer almıştır. Bilindiği gibi Bedir Savaşı, Hicret’in ikinci yı-
lında, Muhammed’in Mekkelileri (Kureyş’le) yapmış olduğu bir savaştır. Bu sa-
vaşta Müslümanların dört yüz civarında ve buna karşılık Kureyş ordusunun bin-
den fazla olduğu söylenir. Fakat güya Tanrı, Muhammed’e ve Müslümanlara çe-
şitli yollardan yardım sağlayacağını bildirmiştir; güya bu sayededir ki, Müslüman-
lar sayıca çok olan Kureyş ordusuna karşı zafer sağlamışlardır. Muhammed’in
söylemesine göre, Tanrı’nın çeşitli yardımlarından biri, melekler göndermek su-
retiyle olmuştur. Ancak, Al-i İmran Suresi’nde, bu meleklerin sayısının üç bin
olduğu ve gerekirse beş bin olacağı yazıldığı halde, Enfal Suresi’nde sadece bin
olduğu anlatılmıştır. Gerçekten de Al-i İmran Suresi’ndeki ayet şöyledir:

“Andolsun ki, Bedir’de Tanrı size yardım etti. Oysa o sırada siz güçsüz
durumdaydınız... Hani sen şöyle diyordun inanırlara: ‘Tanrınızın size
gönderilmiş üç bin melekle size yardım etmesi size yetmiyor mu?’ Evet,
eğer sabrederseniz ve Tanrı’ya karşı gelmekten sakınırsanız, onlar da

50
Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.5, s.4279 vd...; ayrıca bkz. Paul Casanova, Mohammad et le Fin
du Monde, Paris, 1911, s.87.

98
üzerinize hemen gelirlerse, Tanrı’nız size, damgalı (bel konulmuş) beş
bin melekle yardım edecektir” (Al-i İmran Suresi, ayet, 123-125)

Fakat aynı konuya değinen Enfal Suresi’nde, meleklerin sayısı farklı olarak
şöyledir:

“Hani Tanrı’nızın yardımına sığınıyordunuz da, O size, ‘Ben size, bir-


biri ardından bin melek göndererek yardım edeceğim’ diye karşılık
vermişti... “ (Enfal Suresi, ayet 9).

Neden Al-i İmran Suresi’nde Müslümanlara yardım için Tanrı’nın göndere-


ceği meleklerin sayısı üç bin ve beş bin olarak belirtilmiştir de, Enfal Suresi’nde
sadece “bin” olarak zikredilmiştir, bilinmez; daha doğrusu anlaşılmış değil!

Yine Bedir Savaşı’yla ilgili olarak, Kur’an’da, Al-i İmran ve Enfal surelerin-
de, iki ordunun mevcudunun Tanrı tarafından farklı şekillerde gösterildiğine ve
böylece savaşın Müslümanlar lehine sonuçlandırıldığına dair iki farklı ayet var.
Ayetlerden birine göre güya Tanrı, kâfirleri kaçırtmak için Müslüman ordusunun
sayısını onların gözünde iki misli göstermiştir:

“Karşı karşıya gelen iki topluluğun durumlarında sizin için ibret var-
dır; biri Allah yolunda savaşanlardır, diğeri, bundan kendilerinin iki
katı olarak gözleriyle gören inkârcı topluluğudur. Allah dilediğini yar-
dımıyla destekler...” (Al-i İmran Suresi, ayet 13).

Bir diğer ayete göre ise, Tanrı, düşman sayısını Muhammed’e az olarak gös-
termiş ve şöyle demiştir:

“Tanrı, onları (düşmanları) uykunda (rüyanda) az gösterdi. Onları sa-


na çok göstermiş olsaydı korkacaktınız. Ve (savaşa) ilişkin çekişmeye
(tartışmaya) başlayacaktınız. Ama Tanrı sizi kurtardı...” (Enfal Suresi,
ayet 43).

Kur’an’daki sıraya göre, Al-i İmran Suresi üçüncü, Enfal Suresi ise sekizinci
sıradadır; yani Enfal Suresi Al-i İmran Suresi’nden sonraya konmuştur. Fakat
nüzul (iniş) sırası itibariyle, Enfal Suresi daha önde gelir; çünkü bu surenin 88.
sure olarak, Al-i İmran Suresi’nin ise 89. sure olmak üzere indikleri kabul edilir.

99
Daha başka bir deyimle Tanrı, farklı zaman ve sırada indirdiği sure ve ayetlerle,
Müslümanlara, Bedir Savaşı için, farklı ve yanıltıcı bilgiler vermiş gibidir!

Öte yandan bir de şu var ki Tanrı, Kureyş ordusunun sayısını Enfal Sure-
si’nin 43. ayetiyle az göstermiştir: korkmayıp savaşa gitsinler diye! Ancak, Enfal
Suresi’ndeki bu ayetten hemen sonraki ayete göre, “kâfirlerin” sayısının Müslü-
manlara “azlık” olarak gösterildiği ve Müslümanların sayısının ise “kâfirlerin”
gözünde azaltıldığı bildirilmiştir:

“Karşılaştığınızda, olacak işi oldurmak için, onları gözlerinize azlık


gösteriyor ve sizi de onların gözünde azaltıyordu. Bütün işler dönüp Al-
lah’a varır...” (Enfal Suresi, ayet 44).

Görüldüğü gibi Tanrı, Bedir Savaşı’nda Müslümanların sayısını, kâfirlerin


gözünde hem “iki kat” çokluk (Enfal Suresi, ayet 13), hem de azlık olarak (Enfal
Suresi, ayet 44) göstermiş olmaktadır. Bu çelişmeyi açıklamak üzere yorumcular
gerekçe uydurmakta birbirleriyle yarışırlar. Örneğin, Beyzavî ve Celaleddin gibi
yazarlara göre, güya savaş başlamadan önce, Tanrı, Müslümanların sayısını
“kâfirlere” az sayıda göstermiştir; istemiştir ki, “kâfirler” Müslümanların sayısı-
nın çok olduğunu sanarak savaştan kaçmasınlar; daha başka bir deyimle, Müs-
lümanların az sayıda olduklarını düşünüp savaşa girişsinler. Buna karşılık, savaş
başladıktan sonra, Müslümanların sayısını “kâfirlere” çok göstermiş ve böylece
“kâfirlerin” korkup kaçmalarını sağlamıştır. Oysa gerçek bu değil; zira bu sayıları
“tahmin” şeklinde olmak üzere ortaya atan bizzat Muhammed’dir. Muhammed,
Kureyş’in sayısını Tanrı’dan değil, savaş başlamadan önce ele geçirilen bir köle-
nin söylediklerinden öğrenmiştir. Nitekim Arap kaynaklarından öğrenmekteyiz ki
Muhammed, Kureyş ile karşılaşmak üzere Bedir’e yakın bir yere konduğunda,
Bedir kuyularının bulunduğu yere adam göndermiştir. Kureyş tarafından su al-
mak için bu kuyulara gönderilen bir köleyi, onun sayesinde ele geçirdikten sonra,
köleyi sorguya çeker ve Kureyş’in sayısını sorar. Köle bilmediğini söyler. Bunun
üzerine köleye Kureyş’in günde kaç deve kestiğini sorar. Köle, “Bir gün 9, bir di-
ğer gün 10 deve keserler” diye cevap verince, kesilen develerin sayısına göre, Ku-

100
reyş’in sayısının 900 ile 1000 arasında olması gerektiğini anlar ve taraftarlarına
açıklar. 51

Öte yandan Kureyş’i savaşa sokmak amacıyla, Tanrı’nın Müslüman ordusu-


nu azlıkta göstermesinin de söz konusu olmaması gerekir; çünkü bilindiği gibi
Bedir Savaşı, Şam’dan dönmekte olan zengin Mekke kervanına karşı Muham-
med’in saldırı tertiplemesi ve bunu öğrenen Kureyş’in harekete geçmesi sonucu
olmuştur. Muhammed’in, Medine’ye hicret ettikten sonra, sürekli şekilde Mekke
kervanlarına karşı çete saldırılarında bulunmasından bıkmış olarak Kureyş, Mu-
hammed’i kesin şekilde hezimete uğratıp tehlike olmaktan çıkarmaya kararlıydı.
Kureyş ordusunun Bedir mevkiine gelmiş olmasının nedeni de buydu. Müslüman
ordusunun sayısının azlığı ya da çokluğu, Kureyş’i bu kararından vazgeçirecek
değildi. Savaşı kaybetmelerinin nedeni de, bu sayının az ya da çok olduğunu dü-
şünmelerinden doğmuş değildir. Savaşı kaybetmelerinin nedeni savaş taktiği ko-
nusunda anlaşmazlığa düşmeleridir. Buna karşılık Müslümanlar, kendilerinin az
sayıda olduklarını bilerek, ölümü göze alırcasına çarpışmaktan başka çare olma-
dığının farkındaydılar. Üstelik de, Muhammed onları hem cennet, hem ganimet
vaatleri, hem de Tanrı’nın kendilerine melekleriyle yardımda bulunduğuna dair
sözleriyle şevke getirmek istemiştir.

***

Biraz yukarıda Kur’an’da yer alan kıssalardan (masallardan) bir iki örnek
verdik ve bunlarla ilgili anlamsızlıklara ve anlaşılmazlıklara değindik. İlerideki
bölümlerde başkaca örnekler vereceğiz. Şeriat’tan Kıssa’lar adlı kitabımızda da
değindiğimiz gibi, çoğunlukla Tevrat’tan (ve Eski Ahit’in diğer kitaplarından) ve
İncil’den aktarılan kıssaları (masalları), bu kaynaklara başvurarak anlamak güç-
tür; çünkü Muhammed bunları, kendi günlük siyasetine uygun olmak üzere bir-
takım değişikliklere sokmuştur; fakat sokarken çoğu zaman anlaşılamayacak ni-
telikte kılmıştır. Nice örnekten biri şu: Enbiya Suresi’nde Eyüb’ün, “Başıma bir

51
Taberî, age. 1966, c.2, s.260, 278. 104

101
bela geldi, sana sığındım...” diyerek Tanrı’ya “nida” ettiği, Tanrı’nın bu duayı
kabul edip, onu zenginliklere kavuşturduğu yazılıdır (Enbiya Suresi, ayet 83-84).
Eyüb’ün başına gelen bela nedir ve neden gelmiştir, bunlar bildirilmez; başka
konuya geçilir. Fakat on yedi sure sonra, yani 38. sure olan Sad Suresi’nde, hiç
yeri olmadığı halde yeniden Eyüb hikâyesine dönülür. Tanrı, güya Muhammed’e,
“Kulumuz Eyüb’ü da an; Rabbine ‘Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azap verdi’
diye seslenmişti. (Biz de ona) ‘Ayağını yere vur, işte yıkanacak ve içilecek soğuk
bir su’ dedik” diye hitap eder ve Eyüb’e bol miktarda varlık verdiğini ekleyerek,
“Ey Eyüb! Eline bir demet sap alıp onunla vur, yeminini bozma demiştik...” (Sad
Suresi, ayet 41-44) diye sözlerini bitirip başka konuya geçer. Görüldüğü gibi,
Eyüb’la ilgili hikâye, yine açıklığa kavuşturulmuş değildir. Neden dolayı şeytan
Eyüb’e yorgunluk ve azap vermiştir, bilinmez. Neden dolayı ve ne için Eyüb’e,
“Eline bir demet sap alıp onunla vur, yeminini bozma...” diye emredilmiştir, bi-
linmez. Bütün bunlar Kur’an yorumcuları tarafından, hadislere ya da Tevrat’taki
anlatılış şekline göre, çeşitli yollardan açıklığa kavuşturulmak istenir. Fakat yo-
rumcular, yine de görüş ayrılıklarına saparak, masalı farklı sonuç doğuracak
tarzda anlatırlar. Gerçekten de bu hikâye, Yahudi kaynaklarından, daha doğrusu
Eski Ahit’in (Ahd-i Atiyk’in) “Eyüb” adlı kitabından alınmakla beraber, anlaşıla-
maz şekle sokulmuştur. Eski Ahit’te bu hikâye 42 bap halinde ve belli bir silsile
esasına göre anlatılır. Hikâyenin ana teması, Eyüb’ün Tanrı’ya, dalkavukluk et-
meden doğru olanı açıkça söylemesi ve örneğin, “Ne için benimle çekişiyorsun,
bana bildir. Gaddarlık ediyorsun... Benim fesadımı arıyorsun ve suçumu araştı-
rıyorsun. Bilirsin ki, ben kötü değilim. Senin ellerin her yanımdan bana şekil
verdi, beni yarattın. Ve yine sen beni helak etmektesin. Hatırla, niyaz ederim, sen
balçık gibi bana şekil verdin...” şeklinde konuşması ve Tanrı’nın da onu bu açık
sözlülüğü yüzünden takdir ederek mükâfatlara kavuşturması şeklindedir. 52 Fakat
biraz önce dediğimiz gibi, Muhammed bu hikâyeyi değiştirerek ve bölük pörçük
şekilde olmak üzere Kur’an’ın orasına burasına (örneğin, Enbiya ve Sad surele-
rine) serpiştirmiştir. Enbiya Suresi, Kur’an’ın 21., Sad Suresi ise 38. sırasında
yer alan surelerdir. Yani iki sure, 17 sure ara ile Kur’an’da yer almışlardır. Fakat

52
bkz. Ahd-i Atiyk, “Eyub”, Bap 10 ve 42.

102
nüzul (iniş) sırası itibariyle, aralarında 35 sure vardır; çünkü Enbiya Suresi 73.
sure olarak, Sad Suresi ise 38. sure olarak inmiş kabul edilir. Ve kıssanın anlatı-
lışı, daha sonra inmiş olan Enbiya Suresi’ne göre anlatılmaya başlanır:

Konu, Enbiya Suresi’nde, “Eyüb da! ‘Başıma bir bela geldi. Sana sığındım.
Sen merhametlilerin merhametlisisin’ diye Rabbine nida etmişti. Biz de onun du-
asını kabul etmiş ve başına gelenleri kaldırmıştık. Katımızdan bir rahmet ve kul-
luk edenlere bir hatıra olmak üzere, ona aile ve geçmiş olanlarla bir mislini daha
vermiştik” (Enbiya Suresi, ayet 83-84) şeklindeki iki ayet ile birdenbire karşımıza
çıkar ve orada kesilir. Neden dolayı Eyüb, başına gelen beladan dolayı, Tanrı’ya
sığınmıştır? Başına gelen bela nedir? Neden dolayı Tanrı onun duasını kabul et-
miş, nimetlere kavuşturmuştur, bilinmez! Olayla ilgili diğer konu, 17 sure sonra,
Sad Suresi ile fakat yine yarım yamalak şekilde, şu ayetle karşımızdadır:

“Ey Muhammed! Kulumuz Eyüb’ü de an. Rabbine, ‘Doğrusu şeytan ba-


na yorgunluk ve azap verdi’ diye seslenmişti” (Sad Suresi, ayet 41).

Şeytan ne sebeple ve ne şekilde Eyüb’e yorgunluk ve azap vermiştir, açık-


lanmış değildir. Ve neden daha önce, 21. sure olan Enbiya Suresi’nde değil de,
38. sure olan Sad Suresi’nde Tanrı, Muhammed’e bu hatırlatmayı yapmaktadır,
o da belli değil! Fakat işin daha da anlaşılmaz yönü, yukarıdaki ayeti takiben,
Tanrı’nın, “... ‘Ayağını vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su’ dedik” (Sad
Suresi, ayet 42) şeklindeki konuşmasıdır. Bu sözlerin anlamının ne olduğunu
Kur’an açıklamıyor. Açıklamak şöyle dursun, müteakip ayetle anlaşılmazlığı daha
da pekiştiriyor:

“Katımızdan bir rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere, ona
tekrar aile ve geçmiş olanlarla bir mislini daha vermiştik” (Sad Suresi,
ayet 43).

Bu sözler daha önce, Enbiya Suresi’nde zaten söylenmişti; burada tekrar


etmenin anlamı nedir, bilinmiyor. Kaldı ki, bunu izleyen ayet daha da şaşırtıcı:

“Ey Eyüb! ‘Eline bir demet sap alıp onunla vur, yemini bozma’ demiş-
tik. Doğrusu biz onu sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kuldu; daima Allah’a
yönelirdi” (Sad Suresi, ayet 45).
103
“Bir demet sap ile” kime vurulacak? Ve neden dolayı vurulacak? Bozulma-
ması istenilen yemin nedir? Bu soruların hiçbirine cevap yok. Kur’an’daki hikâye
burada bitiyor ve başka konuya geçiliyor. “Apaçık” ve herkes tarafından anlaşıl-
ması için gönderildiği söylenen Kur’an, hiç kimsenin anlayamayacağı bu tür ayet-
lerle doludur. Kur’an yorumcuları anlaşılması mümkün olmayan bu ayetleri an-
laşılır kılmak için birbirleriyle yarışırlar. Fakat yarışırken, bu kez kendi araların-
da anlaşmazlığa düşerler. Örneğin, Eyüb’ün başına gelen felaketlerin kaç yıl sür-
düğü konusunda farklı görüşler belirtirler: kimisi “18 yıl sürmüştür” der; kimisi
“13 yıl”, kimisi de “7 yıl, 7 ay ve 7 saat sürmüştür” diye kesinlik arz eder. 53

Yine bunun gibi Kur’an’ın Bakara Suresi’nde, Musa’nın Yahudilere, “Allah


muhakkak bir sığır boğazlamanızı buyuruyor” dediği ve boğazlanacak sığırın par-
lak sarı renkli, kusursuz, alacasız, ne pek kart, ne de pek körpe, ikisi ortası bir
sığır olması gerektiğini ve boğazladıkları bu sığırın bir parçası ile kimin tarafın-
dan öldürüldüğü bilinmeyen bir kimsenin cesedine vurmalarının emredildiğini
bildirdiği yazılıdır (Bakara Suresi, ayet 67-73). Bu ayetleri okuyup, açıklığa ka-
vuşmak mümkün değil! Hikâye Tevrat’tan alınmış, fakat anlaşılamayacak şekle
sokulmuş gibidir. Tevrat’ta bu hikâye, “Sayılar” (Bap 19) ve “Tesniye” (Bap 21,
1-9) adlı kitaplarda ayrı ayrı ve farklı sonuçlar yaratacak şekilde anlatılmıştır.
Bundan dolayıdır ki, Kur’an yorumcuları bu ayetleri, görüş ayrılığı içerisinde iş-
lerler.

Yine Bakara Suresi’nde Tanrı’nın, bazı kullarını maymuna dönüştürdüğüne


dair şu ayetler vardır: “İçinizden cumartesi günü azgınlık edenleri elbette biliyor-
sunuz. Onlara, ‘Aşağılık birer maymun olunuz’ dedik. Bunu... Allah’a karşı gel-
mekten sakınanlara ders olsun diye yaptık” (Bakara Suresi, ayet 65-66).

Bu da Tevrat’tan alınmış bir hikâye, fakat Kur’an’daki şekliyle anlaşılmasına


imkân yok. Cumartesi günü azgınlık edilen şey nedir? Edenler kimlerdir? Neden
bu kişiler Tanrı tarafından maymuna çevrilmişlerdir, bilinmez! Fakat Kur’an’ın
7. suresi olan A’raf Suresi’nde cumartesi yasaklarına uymayan bir kasaba halkın-

53
Turan Dursun, age, c.5, s.96-97; ayrıca bkz. G. Sale, The Koran, s.323.

104
dan söz edilir ki, güya Bakara Suresi’nin yukarıdaki ayetlerinde belirtilen toplu-
luktur ve şöyledir:

“Ey Muhammed! Onlara, deniz kıyısındaki kasabanın durumunu sor.


Hani onlar cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı.
Cumartesileri balıklar sürüyle geliyor, başka günler gelmiyorlardı. Biz
onları, yoldan çıkmaları sebebiyle böylece deniyorduk” (A’raf Suresi,
ayet 163).

Ancak, bu sözlerden bir şey anlamaya yine imkân yok! “Deniz kıyısındaki
kasaba”, hangi denizin hangi kasabasıdır? Sürüyle gelen balıklar neden cumarte-
si gelirler de, haftanın diğer günlerinde gelmezler? “Onlar” diyerek yoldan çıktığı
söylenen kişiler kimlerdir? Bütün bunlar birer muamma! Bu muammayı ancak
Tevrat sayesinde çözmek mümkün. Şu bakımdan ki, Kur’an yorumcularının Tev-
rat’a başvurarak anlattıklarına göre, söz konusu kasaba Kızıldeniz kıyılarında bu-
lunan “Eyle” kasabasıdır ve bu kasabada yaşayanlar balıkçılıkla geçinen bir Ya-
hudi kabilesi, daha doğrusu Esavoğullarıdır (bkz. Tevrat, “Tesniye”, Bap 2: 8).
Güya bunlar cumartesi yasağına riayet etmedikleri için, Tanrı tarafından sınan-
mışlardır. Tanrı balıklara, sadece cumartesi günü bu kıyılara inmelerini, hafta-
nın diğer günleri inmemelerini emretmiştir. Kasaba halkı aç kalmamak için, cu-
martesi günü yasağına aldırmadan balık tutmaya devam etmiş ve bu yüzden
Tanrı tarafından maymuna çevrilmişlerdir.

Bu vesileyle eklenmesi gereken bir husus var ki, o da şu: Biraz yukarıda
gördüğümüz gibi, Kur’an’da ikinci sırada yer alan Bakara Suresi’nin biraz önce
belirttiğimiz 65. ve 66. ayetlerinde, “İçinizden cumartesi günü azgınlık edenleri
elbette biliyorsunuz. Onlara, ‘Aşağılık birer maymun olunuz’...” diye yazılı. Fakat
burada geçen topluluğun kim olduğu ve neden dolayı maymuna dönüştürüldük-
leri belli değil. Bu hususlar, Kur’an’ın 7. sırasında yer alan A’raf Suresi’nde pek
kapalı olarak ele alınmakta. Alınırken de, “Ey Muhammed! Onlara, deniz kıyısın-
daki kasabanın durumunu sor...” denmekte. Ancak, nüzul (iniş) sırasına göre,
A’raf Suresi 39. sure olarak, Bakara Suresi’nde öncelik kazanıyor; çünkü Bakara
Suresi’nin nüzul sırası 87’dir. Şu durumda “...Onlara, deniz kıyısındaki kasaba-
nın durumunu sor...” şeklindeki sorunun anlamı kalmamakta!

105
***

Bakara Suresi’nin 259. ayetinde, eşeğine binmiş giderken yıkık ve harap ol-
muş bir kasabaya uğrayan bir kişiden söz edilir ki, aklı şaşırtan masallardan bir
diğeridir. Masala göre, harabeye dönüşmüş bu kasabanın sokaklarındaki ölüleri
gören bu kişi, “Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba?” diye konuş-
tuğu için, Tanrı onu ve eşeğini öldürür. Kişiyi yüz yıl ölü bıraktıktan sonra diriltir
ve ona ne kadar süre ölü kaldığını sorar. Adamcağız ne bilsin! Fakat Tanrı’yı ce-
vapsız bırakmamak için, “Bir gün yahut daha az” diye karşılık verir. Tanrı ona,
“Hayır, yüz sene (ölü) kaldın; yiyeceğine ve içeceğine bak; henüz bozulmamıştır.
Eşeğine de bak. Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra
tekrar dirilttik)” der. Sonra da ölü eşeğin kemiklerine et giydirir ve kişinin gözle-
ri önünde eşeği diriltir. Böylece Tanrı, kendi kudret ve azametini kişiye ispat et-
miş olur (Bakara Suresi, ayet 259). Bu ayette geçen kişinin kim olduğu, eşeğine
binmiş olarak geçtiği bu yıkık ve harabe yerin neresi olduğu bilinmez; çünkü
Kur’an bunu açıklamamıştır. Açıklamadığı için Kur’an yorumcuları birbirleriyle
tartışırlar. Bazı yorumcular bu kişinin kâfirlerden biri olduğunu söyler. 54 Taberî
ve Suyûti gibi bazı yorumcular ise, bunun Üzeyr olduğunu söylerler. Tevrat’ın
bildirmesine göre Üzeyr, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden biridir.
Güya, Tanrı’dan Tevrat’ı almış ve Yahudilere Tevrat’ı öğretmek için çaba sarf
etmiştir. Yahudilerin “Nehemya” diye bildikleri kitapta Üzeyr ile ilgili olarak ge-
çen hikâyeyi Muhammed, muhtemelen Yahudi din adamlarından duymuş ve
Üzeyr’in adını zikretmeden, Kur’an’a yukarıdaki şekilde geçirmiştir. Geçirirken,
Kur’an’ın bu hükmünü, sadece “apaçık” olmaktan uzak değil, aynı zamanda aklı
şaşırtıcı nitelikte kılmıştır. Çünkü Üzeyr’i, “peygamber” olarak gönderen bir
Tanrı’nın, kudret ve azamet gösterisinde bulunmak amacıyla onu öldürüp yüz yıl
ölü bırakmasının, sonra onun gözleri önünde ölü eşeğini canlandırmasının an-
lamı yoktur. Bir kere ölü olan bir kimse, yüz yıl boyunca ölü kaldığını nasıl bilebi-

54
Taberî, Tafsil-al-Tabarî, 1295 basımı, c.5, s.439 vd... 110

106
lir?! Yaşamayan bir kimse yaşamadığını nasıl bilir?! Öte yandan, onun yüz yıl bo-
yunca ölü kaldığına kim tanıklık edebilir?! İnsan ömrü, genellikle kısa olduğuna,
daha doğrusu yüz yıl boyunca yaşayan pek olmadığına göre, ortada olaya tanık
olabilecek kimse de yok demektir. Şu durumda, Tanrı için, tanık bulup bunu ka-
nıtlamak bile kolay olmasa gerektir. Kanıtlamak söz konusu olamayacağına göre,
Tanrı’nın, kişiyi yüz yıl ölü bıraktıktan sonra diriltip, “...Seni insanlara bir ibret
kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik)” diyerek iş görmesinde
ne fayda vardır ki?! “Yüce”iğini ve “güçlü”lüğünü ortaya koymak isteyen bir Tan-
rı, Üzeyr’i öldürüp yüz yıl sonra diriltecek yerde, tüm insanları mutluluk içeri-
sinde yaşatmış olsa, daha hayırlı bir iş görmüş olmaz mıydı?

***

Ahzab Suresi’nin 33. ayetinde, “...Ey ehl-i beyt! Allah sizden, sadece günahı
gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor” diye yazılı. Burada “ehl-i beyt” diye bir
deyim geçmekte! Ne demektir bu, belli değil! Daha doğrusu bunun ne olduğu
hususunda anlaşmazlık var. Kimi yorumculara göre “ehl-i beyt” deyimi, Mu-
hammed’in ev halkını ifade eder; yani onun evlatlarını, eşlerini, torunları olan
Hasan ile Hüseyin’i ve damadı Ali’yi kapsar. 55 Kimi yorumculara göre “ehl-i beyt”
deyimi, Muhammed’in eşlerini içerir. Örneğin, İkrime, Mukaatil ve İbn-i Ab-
bas’ın rivayetlerine dayalı olarak Cübeyr oğlu Said bu görüştedir. Bazılarına göre
bu deyim, sadece Muhammed’i, Ali’yi, Fatıma’yı ve Hasan ile Hüseyin’i kapsar.
Güya bir gün Fatıma, babası Muhammed’in yanına gelmiş ve Muhammed de onu
siyah abasının altına almış. Daha sonra gelen Ali, Hasan ve Hüseyin’i de abasının
altına alarak, “Allah’ım, bunlar ehl-i beytimdir, soyumdur, sen onlardan pisliği
gider, onları arıt, tertemiz et” demiştir. Arkam oğlu Zeyd’e göre de “ehl-i beyt”,

55
Diyanet Vakfı’nın yorumuna göre, bu konuda “en uygun görüş” şudur: “Allah Resulünün evlat-
ları, eşleri, torunları olan Hasan, Hüseyin ve damadı Ali, Ehl-i Beyt’i teşkil ederler.”

107
zekât ve sadaka almaları haram olan Ukayl, Ca’fer, Abbas ve Ali ile bunların so-
yudur ki, hepsine birden “Al-i Muhammed” denmektedir. 56

Her ne olursa olsun, söz konusu ayet anlaşılmazlık yaratacak niteliktedir.

***

Kur’an’ın Maide Suresi’nin 69. ayetinde, “İman edenler ile Yahudiler, Sa-
biîler ve Hıristiyanlardan Allah’a ve ahiret gününe (gerçekten) inanıp iyi amel
işleyenler üzerine asla korku yoktur...” diye yazılıdır. Burada geçen “Sabiîler”
deyimi, Hac Suresi’nin 17. ayetinde de var. Fakat sözcükten ne anlaşılması ge-
rektiği hususunda Kur’an yorumcuları arasında görüş ayrılığı vardır. Kimi yo-
rumcular bunun hiçbir dini olmayanları içerdiğini söyler; kimisine göre bunlar
Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın bir kesimidir. Kimisine göre bu isim meleklere ta-
panlara verilmiştir, kimisine göre de bunlar yıldızlara tapanlardır. Fakat bunların
“ehl-i kitab”dan olduğunu kabul edenler de vardır. Örneğin, Hanefi mezhebinin
imamı Ebu Hanife, kitab ehli olduklarını söylediği bu kimselerin kestiklerinin
yenilebileceğini ve onların kadınlarıyla evlenilebileceğini savunur.

***

Kamer Suresi’nde Tanrı’nın, “Andolsun biz Kur’an’ı, anlaşılıp öğüt alınması


için kolaylaştırdık. O halde düşünüp öğüt alan yok mu?” (Kamer Suresi, ayet 32)
diye konuştuğu yazılıdır. Bu sözler, aynı sure’de yer alan ve anlaşılması mümkün
olmayan dişi deve hikâyesiyle ilgili olmak üzere söylenmiştir! Bu öyle bir hikâye-
dir ki, hurafelerle dolu olup, aklı şaşkın hale sokmaya yeterli niteliktedir. Gerçek-
ten de, Kamer Suresi’nin 23. ayetinden 32. ayetine kadar olan kısmında, pey-
gamberlerini yalanlayan Semûd kavmini sınamak üzere, Tanrı’nın onlara dişi bir
deve gönderdiği, bu deve ile suyu paylaşmalarını istediği yazılıdır. Sonra bunlar-

56
Bu konuda bkz. Abdülbaki Gölpınarlı’nın Kur’an çevirisi; ayrıca bkz. Elmalılı H. Yazır, age, c.5,
s.3892.

108
dan bir kişi deveyi kılıcıyla kesiyor; bunu gören Tanrı onu kuru ota dönüştürü-
yor:

“Semûd kavmi de uyarıcıları yalanladı. ‘Aramızdan bir beşere mi uya-


cağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz’ dedi-
ler. ‘Vahiy, aramızdan ona mı verildi? Hayır, o yalancı ve şımarığın bi-
ridir (dediler)’...” (Kamer Suresi, ayet 23-25).

Yorumcuların açıklamalarına göre, burada söz konusu edilen kimse, Semûd


kavminden olan “Salih Peygamber”dir. Semûd kavminin bu tutumuna karşı,
Tanrı Salih’e şöyle der: “Yarın onlar, yalancı ve şımarığın kim olduğunu bilecek-
lerdir. Gerçekten onları imtihan etmek için dişi deve gönderen biziz. Sen onları
gözetle ve sabret. Onlara, suyun aralarında paylaştırıldığını haber ver. Her biri
kendi içme sırasında gelsin” (Kamer Suresi, ayet 26-28).

Yorumcuların açıklamalarına göre, bir gün deve su içecek, bir gün de


Semûd halkı. Tanrı bunu güya “ilahi bir paylaştırma” örneği olarak yapmakta;
hani sanki akla yatkın başkaca bir örnek verilemezmiş gibi. Bunun üzerine
Semûd halkı, “Arkadaşlarını çağırdılar, o da kılıcını kaptı ve deveyi kesti” (Ka-
mer Suresi, ayet 28). Ayette “arkadaşları” sözcüğü ile anılan kişi kim, bildirilmi-
yor. Yorumculara göre bu Semûdlular arasında yaşayan, fakat Araplardan olma-
yan Kudar b. Salif adında biridir. Ancak, aynı hikâyeden söz eden A’raf Sure-
si’nde devenin, bir kişi tarafından değil, Semûd halkı tarafından ayakları kesil-
mek suretiyle öldürüldüğü yazılıdır (A’raf Suresi, ayet 77). İsra Suresi’nde ise,
devenin Semûd halkı tarafından boğazlanarak öldürüldüğü bildiriliyor (İsra Su-
resi, ayet 59). Bu farklı anlatılışlardan hangisi doğru ve hangisi geçerli, bilemiyo-
ruz! Bazı ayetlerde Tanrı’nın gönderdiği ve Semûdluların öldürdükleri devenin
“dişi” olduğu yazılı! Neden erkek deve değil de dişi deve?! Anlaşılmazlıklar bu-
nunla da bitmiyor! Kamer Suresi’ndeki ayetlere göre, devenin öldürülmesinden
sonra, Tanrı’nın Semûd kavmini (iman edenler hariç) “kuru ot” şekline soktuğu
yazılıdır:

“(Bu azgınlara) azabım ve uyarılarım nasıl oldu! Biz onların üzerine


korkunç bir ses gönderdik. Hemen hayvan ağılına konan kuru ot gibi
oluverdiler” (Kamer Suresi, ayet 31).
109
Buna karşılık, aynı hikâyenin bölük pörçük anlatılmış olduğu diğer sureler-
de, farklı cezaların uygulandığı yazılıdır. Örneğin, A’raf Suresi’nde şöyle deniyor:

“Bunun üzerine onları o (gürültülü) sarsıntı yakaladı da yurtlarında


dizüstü donakaldılar” (A’raf Suresi, ayet 78).

Yine bunun gibi Neml Suresi’nde, “işte haksızlıkları yüzünden çökmüş evle-
ri!..” (Neml Suresi, ayet 52) diye yazılıdır ki, Tanrı’nın Semûd halkının bulundu-
ğu yeri zelzeleye tuttuğunu anlatmaktadır. Hûd Suresi’nde ise, Semûd halkını
korkunç bir sesin yakaladığı ve yurtlarından dizüstü çökekaldıkları bildirilmekte:

“Zulmedenleri de korkunç ses yakaladı ve yurtlarında dizüstü çökekal-


dılar. Sanki orada hiç oturmamışlardı...” (Hûd Suresi, ayet 67-68).

Burada geçen “zulmedenler” deyimiyle kimin kastedildiği yazılı değil; fakat


bunların Salih’e karşı gelenler oldukları söyleniyor. Zariyat Suresi’nde ise, onlara
yıldırım çarptığı bildirilmekte:

“Rablerinin emrine karşı geldiler. Bu yüzden, bakıp dururlarken onları


yıldırım çarpıverdi. Ayağa kalkacak güçleri kalmamış, yardım edenleri
de olmamıştı...” (Zariyat Suresi, ayet 44).

Ancak, karışıklık ve anlaşılmazlıklar bununla da bitmiş olmuyor! Çünkü


Semûd halkının, Tanrı tarafından kendilerine gönderildiği söylenen “peygam-
ber”e karşı isyankâr tutumu ve bu yüzden uğradıkları felaketler, Kur’an’ın çeşitli
surelerinin çeşitli ayetlerinde farklı şekillerde ele alınmıştır. 57 Buna rağmen,
hemen her sure’de Kur’an’ın “apaçık” olup, çelişkiler, tutarsızlıklar kapsamadığı
yazılıdır. Örneğin, Kamer Suresi’nin dişi devenin kesilmesiyle ilgili ayetlerini şu
sözler tamamlıyor: “Andolsun ki, biz Kur’an’ı, anlaşılıp öğüt alınması için kolay-
laştırdık. O halde düşünüp öğüt alan yok mu?” (Kamer Suresi, ayet 32).

Görülüyor ki Tanrı, hem bir yandan Kur’an’ı anlaşılsın ve öğüt alınsın diye
kolaylaştırdığına dair yeminler etmekte, hem de Semûd kavmini sınamak için

57
Bazı örnekler şunlar: A’raf Suresi, ayet 73-79; Hûd Suresi, ayet 61-68; İsra Suresi, ayet 59;
Şuara Suresi, ayet 141-159; Zariyat Suresi, ayet 43-45; Kamer Suresi, ayet 24-29; Hakka Su-
resi, ayet 4-5; Şems Suresi, ayet 11.

110
yaptıklarını, Kur’an’ın çeşitli surelerine yerleştirdiği ayetlerle bölük pörçük, hiç
anlaşılamaz bir şekilde belirtmekte!

***

Lokman Suresi’nin 31. ve 32. ayetleri, “apaçık” olduğu sanılan Kur’an’ın,


hiç de “apaçık” olmadığının yeni bir kanıtıdır:

“Size varlığının delillerini göstermesi için, Allah’ın lütfuyla gemilerin


denizde yüzdüğünü görmedin mi? Şüphesiz bunda, çok sabreden, çok
şükreden herkes için ibretler var. Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı
zaman, dini tamamen Allah’a has kılarak (ihlasla) ona yalvarırlar. Al-
lah onları karaya çıkararak kurtardığı vakit, içlerinden bir kısmı orta
yolu tutar. Zaten bizim ayetlerimizi, ancak nankör hainler bilerek
inkâr ederler” (Lokman Suresi, ayet 31-32).

Dikkat edileceği gibi bu sözler, güya “çok sabreden” ve “çok şükreden” kim-
selere ibret olsun diye söylenmiştir. Ancak, anlaşılmazlıklarla dolu olduğu için,
ibret sağlamak şöyle dursun, okuyanları şaşkınlığa uğratacak niteliktedir. Tanrı,
gemilerin kendi izniyle denizde yüzdüğünü örnek vererek, yüceliğini kanıtladığı-
nı anlatmaktadır. Hani sanki böyle bir iddiayı desteklemek için, gemilerin deniz-
de yüzdüğü örneğinden başka bir şey bulunamazmış gibi! Öte yandan, kendi üs-
tünlüğünü pekiştirmek üzere “onları” karaya çıkararak kurtardığını ekliyor Tan-
rı; sonra da bu kurtardıklarından bir kısmının “orta yolu” tuttuklarını bildiriyor
ve “...Zaten bizim ayetlerimizi, ancak nankör hainler bilerek inkâr ederler” diye-
rek sözlerini bitirip, başka bir konuya geçiyor.

Evet, ama insanları dilediği gibi doğru yola sokup Müslüman yaptığını söyle-
yen Tanrı, bu aynı Tanrı değil mi? Dilediğini “kâfir” ve “putperest” yapan yine o
değil mi? O halde, bu yukarıdaki “ibret” örneğine ne gerek var? Ya da “...Zaten
bizim ayetlerimizi, ancak nankör hainler bilerek inkâr ederler” demek niye? Kişi-
leri sapıtan, “nankör ve hain” yapan yine kendisiyken, onların ayetleri inkâr et-
melerinden nasıl yakınabilir bu aynı Tanrı?

111
Bütün bunlar bir yana, yukarıdaki ayetlerde “onlar” diye söz konusu edilen-
lerin kimler olduğu belli değil. Yine bunun gibi ayette geçen “orta yolu tutar”
sözleriyle anlatılmak istenen şey nedir, o da belli değil! Bir kısım yorumculara
göre “orta yol”dan maksat, “iman sahibi olmak” ile “putperest olmak” arasında
bir şey. Bir kısım yorumculara göre ise, “Hak yol, yani iman üzere kalma, sıkıntı
anında Allah verdiği söze sadakat göstermek” şeklinde anlaşılması gerekir. Ayetin
iniş nedenini belirtmek üzere söylenenler şu: güya Ebu Cehl’in oğlu İkrime,
Mekke’nin fethi sırasında, deniz yoluyla kaçmaya çalışmış, fakat yolda şiddetli bir
fırtınaya tutulunca ne yapacağını şaşırmıştır; bu şaşkınlık içinde yaptıklarından
pişmanlık duyarak, kurtulduğu takdirde Müslüman olacağına dair Tanrı’ya söz
vermiş ve Tanrı da onu kurtarmıştır. Bunun üzerine İkrime, Muhammed’in ya-
nına varıp af dileyerek Müslüman olduğunu bildirmiş ve bundan sonra ömrünün
sonuna kadar Müslümanların safında cihat etmiştir. 58

***

İsra Suresi’nin 42. ayetinde şöyle yazılıdır:

“De ki: Eğer söyledikleri gibi Allah ile birlikte başka ilahlar da bulun-
saydı, o takdirde bu ilahlar, arşın sahibi olan Allah’a ulaşmak için ça-
reler arayacaklardı” (İsra Suresi, ayet 42).

İslam kaynaklarına göre, bu ayetin son kısmı olan, “...Arşın sahibi olan Al-
lah’a ulaşmak için çareler arayacaklardı” sözleri, birbirinden farklı iki anlama
gelmekte. Bunlardan biri şöyledir:

“...O takdirde onlar, arşın sahibi olan Allah’a üstün gelmek için çareler
arayacaklardı.”

Diğer anlam ise şöyledir:

58
Diyanet Vakfı’nın Lokman Suresi’nin 31. ve 32. ayetleriyle ilgili açıklamasından.

112
“...O takdirde onlar, ululuğunu ve kudretini bildikleri arşın sahibi olan
Allah’a yakınlaşmak ve ona itaat etmek için çareler arayacaklardı” 59

Görülüyor ki, ayetlerde “apaçık” olan bir nitelik yok!

***

Kur’an’da 106. sırada yer alan Kureyş Suresi şöyledir:

“İlafi için Kureyş’in, sefere ilafları yazın-kışın; hiç olmazsa onun için
kulluk etsinler Rabbine bu Beyt’in (Kâbe’nin) ki, onları açlıktan doyur-
du ve korkudan emin buyurdu” (Kureyş Suresi, ayet 1-4).

Bu ayetlerde yer alan “ilaf” sözcüğü, esas itibariyle “ülfet etmek” ya da “alış-
tırmak” anlamına gelmekle beraber, karışıklık yaratacak şekilde kullanılmıştır.
Zira ayetleri okuduğumuzda, gerçek anlamda anlatılmak istenen şeyin ne olduğu
konusunda kesin bir sonuca varamıyoruz. Nitekim yorumculara göre, bu ayette
yer alan “ilafi” sözcüğü iki anlama gelmektedir. Bunlardan biri “Kureyş’i alıştır-
mak, ısındırmak” ya da “Kureyş’in alıştırılması, alışması” anlamındadır. Diğeri
ise, “Kureyş’in birbiriyle ya da başkalarıyla ahitleşmesi, antlaşması, anlaşması,
itilaf etmesi veya ettirilmesi” anlamındadır. Ve bu durumda ayetin ilk tümcesini
iki ayrı şekilde anlamak mümkün. Bir şekli şöyle: “Kureyş’in kış ve yaz seferde
vardıkları yerlerde ülfet ve ünsiyete mazhar edilmeleri için...” Diğer şekil de şöy-
le: “Kış ve yaz seferi hakkında etraf ile ülfet ederek anlaşıp antlaşmaları, ahit-
leşmeleri için...” 60 Görülüyor ki, Arapçanın elastikiyetinden doğma anlam farkı
Kur’an’a egemen olmuş gibidir.

***

59
Diyanet Vakfı’nın Kur’an çevirisinde İsra Suresi’nin 42. ayetinin yorumuna bakınız.
60
Kureyş Suresi ile ilgili olarak, Elmalılı H. Yazır’ın Kur’an çevirisindeki açıklamasına bakınız.

113
Müddessir Suresi’nde, cehennemdeki “muhafız melekler” sayısının Tanrı
tarafından “19” olarak saptandığı bildirilmektedir:

“Ben onu sekara (cehenneme) sokacağım. Sen biliyor musun sekar ne-
dir? Hem ‘bütün bedeni helak eder, hiçbir şey bırakmaz’, hem ‘eski hale
getirip tekrar azap etmekten’ vazgeçmez o. İnsanın derisini kavurur.
Üzerinde 19 ‘muhafız melek’ vardır...” (Müddessir Suresi, ayet 26-30).

Daha sonraki bir ayetten anlaşıldığına göre, Tanrı, cehenneme 19 melek


seçmekle imanlı olanların imanını artırmak, imansızları da sınava çekmek iste-
miştir:

“Biz cehennemin işlerine bakmakla ancak melekleri görevlendirmişiz-


dir. Onların sayısını da inkârcılar için sadece bir imtihan (vesilesi)
yaptık ki, böylelikle, kendilerine kitap verilenler iyiden iyiye öğrensin,
iman edenlerin imanını artırsın; hem kendilerine kitap verilenler, hem
de müminler şüpheye düşmesinler. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve
kâfirler de, ‘Allah bu misalle ne demek istemiştir ki?’ desinler...” (Müd-
dessir Suresi, ayet 31).

Ancak, melekler sayısının neden dolayı 19 olarak tutulduğu bildirilmiyor. Bu


yüzden karışıklık ortaya çıkıyor. Gerçekten de, ayette geçen 19 sayısının sırrı,
1400 yıl boyunca bir türlü keşfedilememiştir. Kimi saf kişiler, “19” sayısında
“mucizevi” bir anlam yattığını, çünkü bununla Kur’an’ın, Tanrı sözleri olduğu-
nun kanıtlandığını söylerler; yüzyıllar boyunca insanların bu “19” sayısı konu-
sunda tartıştıklarını, fakat bir türlü gerçeğe varamadıklarını, nihayet bilgisayar
sayesinde bir çözüm sağlandığını iddia ederler. Örneğin, Kur’an’da 114 sure ol-
duğunu ve bunun “19” sayısının tam katı olduğunu belirtirler; ya da Kur’an’daki
bazı deyimlerin “19” sayısı ile eşdeğer sağladığını söylerler. Söylerken de,
Kur’an’ın içeriğinden habersizlik bir yana, bir de akılcı düşünceden ne kadar na-
sipsiz olduklarını ortaya koymuş olurlar. Örneğin, Kur’an’da 114 sure olduğunu
ve bunun “19” sayısının tam katından oluştuğunu öne sürerlerken, sureler sayı-
sının kesinlik arz etmediğini ve nitekim bu sayının 112, 113 ya da 116 olduğunun
öne sürüldüğünü düşünmezler. Gerçekten de, Suyûti’nin yapıtlarında belirtildiği
gibi, Enfal ve Berae (Tevbe) surelerini bir sayarak Kur’an’da 113 sure olduğunu

114
söyleyenler yanında, Felak Suresi ile Nas Suresi’ni Kur’an’dan saymayıp, sure
sayısının 112 olduğunu öne sürenler (İbn Mes’ud’un Mushafında, olduğu gibi) ya
da iki “kunut” duasını Kur’an’dan sayıp, bunları birer sure olarak ekleyerek
Kur’an’ın 116 sureden oluştuğunu söyleyenler (Übey b. Ka’b’ın Mushafında ol-
duğu gibi) vardır. Kur’an’daki ayet sayısına gelince, bunun da altı bin olduğunu
söyleyenler yanında 6666 olduğunu söyleyenler de vardır ki, “19” sayısının tam
katı olmakla ilgisi yoktur. Görülüyor ki, bilgisayar ilmi dahi Kur’an’ın anlaşılmaz-
lığını gidermeye yeterli olmamaktadır.

***

Maide Suresi’nde şöyle yazılıdır:

“Resule indirileni duydukları zaman tanış çıktıkları gerçekten dolayı


gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki, ‘Rabbimiz! iman et-
tik, bizi (Hak’ka) şahit olanlarla beraber yaz’...” (Maide Suresi, ayet
83).

Yani ayete göre kimi kişiler, Muhammed’e vahiy indirildiğini duyunca ağla-
maya başlamışlar ve hemen Müslüman olmuşlardır! Evet, ama kimdir bunu söy-
leyenler? Neden dolayı Muhammed’e indirilene tanış çıktıktan sonra gözlerinden
yaşlar boşanmıştır? Beyzavî, Abul-fida, Talabî, Celaleddin gibi kaynaklara başvu-
runca farklı yorumlarla karşılaşıyoruz. Kimine göre ayette sözü edilenler, Habeş
Hükümdarı “Necaşi” ile bazı papazlardır. Güya Müslümanlardan bir kısmı Cafer
b. Ebu Talib’in başkanlığında Habeşistan’a hicret ettikten sonra, Mekke müşrik-
leri arkalarından bir heyet gönderip Necaşi’yi onlar aleyhine kışkırtmışlardır. Fa-
kat Necaşi, ruhbanların da katıldığı bir toplantıya Müslümanları ve müşrikleri de
çağırmış ve konuşma sırasında, “Sizin kitabınızda Hazreti Meryem’in zikri var
mıdır?” diye sormuştur. Bu soruya Cafer b. Ebu Talib, “Evet vardır” deyince,
Necaşi ağlamaya başlamış, adamlarıyla birlikte Müslüman olmuştur. Kimine göre
bunlar Habeş Hükümdarının Muhammed’e gönderdiği 30 ya da 70 kadar kişidir
ki, Muhammed’i dinledikten sonra ağlaşmışlar ve Müslüman olmuşlardır. Bazı

115
yorumcular ise, bu ayetlerin o dönemdeki Medine Yahudilerini kapsadığını söy-
61
lerler.

***

Rad Suresi’nde şu ayet var var:

“Gök gürültüsü Allah’ı hamd ile tespih eder. Melekler de onun heybe-
tinden dolayı tespih ederler. Onlar, Allah hakkında mücadele edip du-
rurken, o, yıldırımlar gönderip onlarla dilediğini çarpar...” (Rad Sure-
si, ayet 13).

Yani, gök gürültüsü, Tanrı’yı yüceltmek üzere “suphanallah” diyor, melek-


ler de Tanrı’nın heybeti karşısında aynı şeyi yapıyorlar. Fakat bu arada, “Tanrı
hakkında mücadele edenler” vardır ve bu yüzden Tanrı onları bir yıldırımla
çarpmaktadır! Pek güzel, ama ayette geçen “onlar” deyimiyle kimler anlatılmak
istenmiştir? Bu kişiler, Tanrı’ya ne yapmışlardır da Tanrı yıldırımlar gönderip
onları çarpmıştır? Bütün bu hususlarda yorumcular farklı yanıtta bulunurlar.
Örneğin, Celaleddin gibi kaynakların bildirmesine göre, güya Muhammed adam-
larından birini göndererek belli bir kişiyi Müslüman yapmak istemiş, fakat o belli
kişi, kendisine gelen kimseyle alay ederek, “Kimdir bu resul? Tanrı dediğin şey
nedir? Altından mı, gümüşten mi, yoksa pirinç madeninden mi yapılmıştır?” diye
sormuş, bunun üzerine Tanrı gazaba gelerek o kimseyi yıldırımla vurmuş! Bu-
nunla beraber, Beyzavî gibi kaynaklar, başka bir hikâye naklederler: Güya Amr b.
Tüfeyl ile Erbed b. Rebia, aralarında anlaşıp Muhammed’i öldürmek üzere yanı-
na gitmişler ve konuşmaya başladıkları zaman Muhammed işi anlayıp Tanrı’ya
dua etmiş. Bunun üzerine bu kişiler def olup gitmişler. Fakat Tanrı Erbed’in te-
pesine, bir yaz günü yıldırım indirmiş. Amr’a gelince, onu da, gönderdiği bir me-
leğin kanadıyla çarpıp yere devirtmiş ve veba hastalığına yakalatıp öldürtmüş. 62

61
Elmalılı H. Yazır, age, c.2, s.1796 vd.
62
Elmalılı H. Yazır, age, c.4, s.3967; ayrıca bkz. G. Sale, age, s.241, ikinci dipnot.

116
***

Ta-Ha Suresi’nde, İsrailoğullarının Samire kabilesine mensup Samiri


adında birinin, bir buzağı heykeli yaptığına, sonra bu heykeli halka “Tanrı” ola-
rak tanıttığına ve böylece halkı, Musa ile Harun’un hak dininden uzaklaştırdığına
dair bir hikâye var. Hikâyenin bir yerinde şöyle bir ayet geçiyor:

“Bu adam, onlar için böğürebilen bir buzağı heykeli icat etti. Bunun
üzerine, ‘İşte’ dediler, ‘bu, sizin de, Musa’nın da Tanrısıdır’. Fakat onu
unuttu...” (Ta-Ha Suresi, ayet 88).

Yorumculara göre, ayetin, “...Fakat onu unuttu” şeklindeki tümcesi iki fark-
lı anlam taşıyor. Bu nedenle iki farklı şekilde yazılabilir ki, bunlardan biri şöyle:

“Fakat Musa, bu buzağının Tanrı olduğunu unuttu.”

Bu şekliyle tümce Musa’nın Allah’ı başka yerde aramaya kalktığını anlat-


makta ve bunu söyleyenlerin de Samiriler olduğunu kanıtlamakta. Diğer yorum-
culara göre ise söz konusu tümcenin şöyle olması gerekir:

“İşte Samiri, Allah’ı unuttu.”

Bu şekliyle ayetin anlatmak istediği şey, Samiri’nin Tanrı’dan ve Musa ara-


cılığıyla tebliğ edilen hak dinden yüz çevirdiğidir. 63 Görülüyor ki, birbirinden
farklı ve birbirine ters düşen iki yorumla karşı karşıyayız.

Yukarıda belirttiğimiz örneklere benzer daha birçok örnek var ki, Kur’an’ın
“apaçık” bir kitap olduğuna dair iddiaları çürütmeye fazlasıyla yeter.

63
Kur’an’ın Diyanet Vakfı çevirisindeki açıklama böyle!

117
118
VII - KUR’AN’DAKİ “ANLAŞILMAZLIKLARIN NEDENİ, SADECE
AYETLERİN “APAÇIK” OLMAYIŞI İLE DEĞİL, GELİŞİGÜZEL VE
KARMAKARIŞIK ŞEKİLDE SIRALANMALARIYLA DA İLGİLİDİR

Kur’an’daki ayetlerin ne anlamlara geldiği konusu bir yana, bir de surelerin


ve ayetlerin ne zaman, nerede ve ne amaçla indiğini bilmek olası değil. Daha ön-
ce de değinmiş olmakla beraber tekrar hatırlatalım ki, Kur’an üstatları (Bunlar
Kur’an’daki tanıma göre, “ilimde yüksek derecelere erişmiş kimseler” diye bilinir-
ler.) dahi bu konuda birbirlerine girerler. Çünkü bir kere hangi surenin ya da
hangi ayetin önce, hangi ayetin sonra “indiği”, nerede ve niçin indiği kesin olarak
bilinmez. Biraz ileride ayrıca belirteceğimiz gibi, hangi ayetin ya da surenin ilk ya
da en son olarak indiği dahi belli değil. İlk indiği sanılan ayetler ve sureler kitabın
başında yer alacak yerde sonlarına atılmıştır; sonradan indiği söylenenler ise
Kur’an’ın başlarındadır. Örneğin, ilk indiği söylenen Alak Suresi, Kur’an’ın ba-
şında değil, sonlarında, 96. sırada yer almıştır. Buna karşılık, en son indiği söyle-
nen Nasr Suresi, Kur’an’ın sonuna değil, 110. sırasına konmuştur. Öte yandan
Kur’an’ın, “Hamd, âlemlerin Rabbi, merhametli olan... din gününün sahibi Al-
lah’a mahsustur...” şeklindeki ayetiyle başlayan birinci suresi, Fatiha Suresi adını
taşır ve yedi ayetten oluşur. Ve sanılır ki bu sure ve bu ayetler, Tanrı’nın ilk ola-
rak indirdiği şeylerdir. Oysa Fatiha Suresi, iniş (“nüzul”) sırası itibariyle birinci
sure değil, beşinci suredir. Fatiha Suresi’nden önce, Alak, Kalem, Müzzemmil ve
Müddessir surelerinin indiği kabul edilir. Alak Suresi, biraz önce dediğimiz gibi,
Tanrı’nın indirdiği ilk sure olarak kabul edilir; fakat bu sure Kur’an’ın en sonla-
rında, 96. sırada yer almıştır. İkinci olarak Kalem Suresi’nin indiği (“nazil” oldu-
ğu) söylenir; fakat bu sure, Kur’an’ın yine sonlarına doğru, 68. sıradadır. Müz-
zemmil Suresi’nin, Tanrı tarafından üçüncü sure olarak indirildiği öne sürülür,
fakat bu sure Kur’an’ın 73. sırasındadır. Müddessir Suresi, Mekke döneminde,
dördüncü olarak inen sure olduğu halde, Kur’an’ın 74. suresi olarak görünür.
Fatiha Suresi 5. olarak indiği söylenen sure olduğu halde, Kur’an’ın en başına
oturtulmuştur. Kur’an’da Fatiha Suresi’ni izleyen Bakara Suresi ise, çok yıllar
sonra Medine döneminde, 87. sure olarak inmiş olduğu halde, Kur’an’ın en ba-
şında ikinci sırada yer almıştır.

Her ne kadar ilk vahyin Fatiha Suresi olduğunu söyleyenler varsa da, başta
Beyzavî ya da Suyûti olmak üzere en ünlü yorumcular, ilk inen surenin, “Ey ör-
tüye bürünen Muhammed, kalk da uyar...” (bkz. Müddessir Suresi, ayet 1-2) diye
başlayan Müddessir Suresi olduğunu söylerler. Bu sure Kur’an’ın 74. suresidir.
İddia olunur ki, Muhammed, Hira Dağı’nda “tevekkül” ederken Cebrail’in geldi-
ğini görmüş ve derhal karısı Hatice’nin yanına dönerek üstüne bir örtü örtmesini
istemiş ve işte bundan sonra güya Cebrail kendisine vahiyler getirmeye başlamış-
tır. 1 Bununla beraber ilk vahyin Alak Suresi’nin, “(Ey Muhammed) Tanrı’nın
adıyla oku!” (Alak Suresi, ayet 1) şeklindeki birinci ayeti olduğunu söyleyenler
de vardır. 2 Alak Suresi ise, Kur’an’ın en sonlarında, 96. sırada yer alan bir sure-
dir.

Öte yandan, Maide Suresi’nin 3. ayetinde, “...Bugün size dininizi ikmal et-
tim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim...”
(Maide Suresi, ayet 3) şeklinde satırlar vardır ki, Tanrı’nın Müslümanlara tüm
buyrukları vermiş olduğu kanısını yaratmak bakımından en son ayet olma niteli-
ğini taşır. Zira bu satırları okurken sanırsınız ki Tanrı, söyleyeceklerini söylemiş,
bütün buyruklarını kullarına bildirmiş ve artık söyleyecek bir sözü kalmamıştır.
Böyle olunca da bu satırların, Kur’an’ın en sonunda ve son ayeti olarak yer alma-
sı gerektiği aşikârdır. Oysa daha önce belirttiğimiz gibi bu satırlar, Kur’an’ın en
sonunda değil, aksine ilk başlarında, 5. sure olarak bilinen Maide Suresi’nin 3.
ayetinin satırları arasında görünmektedir. Maide Suresi 120 ayetten oluşuyor.
Neden dolayı en son surenin en sonuna konulması gereken bu satırlar, Kur’an’ın
başlarında yer alan 120 ayetlik Maide Suresi’nin 3. ayetinin içine sıkıştırılmıştır,
bilinmez! Bütün bunlar göstermektedir ki, ilk indiği söylenen sureler ve ayetler

1
Bkz. Beyzavî’nin yapıtlarına ve ayrıca Gölpınarlı’nın Kur’an çevirisi, s. CXIII, 73:1; s. CXIV,
74:1.)
2
Turan Dursun, age, c.3, s. 125; ayrıca bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.8, s.5943.

120
Kur’an’ın baş kısmında değil, sonlarında; buna karşılık, en son indiği kabul edi-
lenler Kur’an’ın başlarında yer almıştır. Bu durum, kuşkusuz ki, hangi ayetin
hangi ayetle yürürlükten kaldırıldığı hususunu çıkmaza sokmaya yeterlidir.

Yine bunun gibi hangi surenin ya da hangi ayetin, Mekke döneminde ve


hangilerinin Medine döneminde indiği kesin olarak bilinmez. Nice örneklerden
bir ikisini belirtmek gerekirse, Kur’an’da 102. sırada yer alan Tekâsür Suresi,
bazılarına (örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı’na) göre “Mekki”dir, bazılarına (ör-
neğin, Prof. Gölpınarlı’ya) göre ise, “Medeni”dir. Aynı tartışma, 98. sure olan
Beyyine Suresi için de söz konusudur. Hele Kur’an’da İsra Suresi adıyla yer alan
bir sure vardır ki, “nüzul” (iniş) bakımından, din bilgini diye yüceltilen ve
Kur’an’ı hatmetmiş görünen kimselerin dahi içinden çıkamayacakları anlaşıl-
mazlıklarla doludur. 111 ayetten oluşan bu surenin tümünün Mekke’de nazil
olduğunu söyleyenler yanında, 13. ayetten 80. ayete kadar olan kısmının Medi-
ne’de indiğini ya da sadece 26., 32., 33., 56. ve 78. ayetlerinin medeni olduğunu
ileri sürenler vardır. Öte yandan, bu surenin “İsra Suresi” olarak mı, yoksa “Ben-
i İsrail Suresi” olarak mı adlandırılması gerektiği hususunda da anlaşmazlık bu-
lunmakta. İçinde İsrailoğullarına ait olaylar geçtiği için, bu surenin adının “Ben-i
İsrail” olduğunu öne sürenler var. Fakat, buna karşılık bazıları, bu surede Mu-
hammed’in bir gece vakti Mekke’den Kudüs’e gidişi (yani miraç olayı) anlatıldığı
için, sureye “geceleyin yol yürümek” anlamına gelen İsra adının verildiğini söy-
lerler. Bu surenin bazı ayetlerinin (örneğin, 73. ve 75. ayetlerin) Mekke’de mi
yoksa Medine’de mi indiği hususu ayrıca önemli tartışmalara konu olmuştur. Bu
ayetlerin Mekke döneminde indiğini iddia edenlere göre hikâye şudur: Kâbe’de
bulunan Hacer-i Esved’e (Kara Taş’a) kavuşmak ve onu öpmek ihtiyacıyla Mu-
hammed Kureyşlilerden, izin almak ister. Çünkü Kara Taş, onların koruması al-
tındadır. Kureyşliler ona bu izni vermeye hazırdırlar; fakat izin vermek için Mu-
hammed’in kendi putlarına saygı göstermesini isterler. Eğer putları ziyaret edip
saygı izharı yoluyla bu işi yapacak olursa, kendisine dilediği kolaylığı gösterecek-
lerini bildirirler.

121
Kureyşlilerin bu istekleri karşısında Muhammed, bir hayli tereddüde düşer.
Zira onların putlarına saygı gösterecek olursa, bu takdirde, kendi taraftarlarına
karşı güç durumda kalacak ve muhtemelen onları kaybedecektir. Ve işte bu dü-
şünceyle isteğinden vazgeçer ve Kur’an’a İsra Suresi’nin söz konusu şu ayetlerini
koyar:

“Ey Muhammed! Seni, sana vahyettiğimizden ayırıp başka bir şeyi bize
karşı uydurman için uğraşırlar. O zaman seni dost edinirler” (İsra Su-
resi, ayet 73).

“Seni pekiştirmemiş olsaydık... az daha onlara meyledecektin” (İsra


Suresi, ayet 74).

“O takdirde sana, hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık “


(İsra Suresi, ayet 75).

İşte yukarıdaki hikâyeyi benimseyenlere nazaran, İsra Suresi’nin 73. ve 75.


ayetlerinin Mekke döneminde inmiş sayılması gerekir. Fakat buna karşılık Bey-
zavî ve Celaleddin gibi bazı yorumcular farklı bir hikâyeye yer verirler. Onlara
göre, güya Sakif kabilesi, Muhammed’den bazı imtiyazlar sağlamak istemiş ve
eğer dilekleri yerine getirilecek olursa kendisine boyun eğeceklerini bildirmişler-
dir. Bu imtiyazlar arasında zekât verme zorunluluğunun dışında tutulmak, Lat
adlı putu muhafaza edebilmek ve günün belli saatlerinde ibadet külfetinden kur-
tulmak gibi şeyler vardır. Sakif kabilesinin bu isteklerine uyduğu takdirde, kendi-
sine bağlanmaya hazır diğer kabileleri kaybedebileceğini ya da onlara da aynı im-
tiyazları tanımak gerekeceğini düşünen Muhammed, bu istekleri reddeder ve
yukarıdaki ayetleri Kur’an’a yerleştirir. Ve işte bu hikâyeye itibar edenlere göre,
yukarıdaki ayetler Medine döneminde inmiştir.

Yine aynı şekilde İsra Suresi’nin 76. ayetinin Mekke’de mi, yoksa Medine’de
mi indiğini tartışanlar için farklı hikâyeler iş görür. Ayet şöyle:

“Memleketinden çıkarmak için seni zorladılar. O takdirde senin ardın-


dan onlar da pek az kalabilirler” (İsra Suresi, ayet 76).

Beyzavî gibi yorumculara göre ayet Mekke’de inmiştir; çünkü Muhammed’i


Mekke’den çıkarmaya zorlayan Kureyşlilerdir. O da onlardan Bedir Savaşı sıra-
122
sında ilk intikamını almıştır. Fakat bazı yorumculara göre bu ayet Medine döne-
minde inmiştir; çünkü güya Medine’deki Yahudiler Muhammed’e, Suriye’nin
peygamberler ülkesi olduğunu söylemişler, eğer gerçekten peygamber ise Suri-
ye’ye gitmesi gerektiğine dair öğüt vermişler ve bu ısrarlı öğütler üzerine Mu-
hammed Suriye’ye gidip gelmiştir. Ve işte bundan dolayıdır ki, Yahudilerden öç
almış, Ben-i Nadir ve Ben-i Kureyza kabilelerini kılıçtan geçirmiştir. Görülüyor
ki, sure ya da ayetlerin inişi ve iniş yeri, farklı yorumlara sebep olmuş gibidir.

123
VIII - KUR’AN’DAKİ ANLAŞILMAZLIKLARIN DİĞER NEDENLERİ
HAKKINDA (DEVAM)

Eğer akılcı bir eleştiriye başvuracak olursak görürüz ki, Kur’an’daki ayetle-
rin “anlaşılmaz” ve “kapalı” nitelikte oluşunun nedenleri, Tanrı’nın niyetleriyle
değil, Muhammed’in günlük siyasetinin gereksinimleriyle, bilgi yetersizlikleriyle,
hoşgörüsüzlükleriyle, muhaliflerini susturma hırsıyla ya da buna benzer tutum
ve davranışlarıyla bağlantılıdır. Aşağıda bu nedenlerden bazılarının özetini bula-
caksınız.

A) Günlük Siyaset Gereği Olarak ya da Bilgi Yetersizliği Nedeniyle


Ortaya Çıkan Anlamsızlıklar

Kur’an’ın pek çok ayetinin “muhkem” olmayıp “müteşabih” nitelikte olma-


sının Muhammed’e çok yararlı yönleri olmuştur. Anlaşılması güç ya da olanaksız
sözler ve hükümler sayesinde, kişileri duygusal bakımdan etkilemek, adeta büyü-
lemek kolaylığını bulmuştur. Örneğin:

Kur’an’ın Kamer Suresi’nin ilk başında, “mucizevi” bir olay olarak ay’ın ya-
rılmasıyla (Şakku’l-Kamer) ilgili ayetler vardır ki, şöyledir:

“Kıyamet yaklaşır. Ay yarılır; onlar (inkârcılar) bir delil görünce hala


yüz çevirirler ve ‘süregelen bir sihir’ derler. Yalanlarlar da, kendi heves-
lerine uyarlar, ama her işin bir sonucu vardır” (Kamer Suresi, ayet 1-
3).

Ancak, Muhammed, bu ayeti Kur’an’a koyarken, ayetteki ifadeleri açıklıktan


uzak, yanı “müteşabih” nitelikte kılmıştır: nitekim bazı yorumculara göre ayet
“ay yarıldı”, bazılarına göre de “ay yarılır” yazılıştadır ki, her iki şekliyle de ol-
dukça muğlak nitelik taşır. Her ne kadar bazı Kur’an nüshalarında “Vakad in-
şakka’l Kamaru” (yani, “ay ikiye bölündü”) deyimi yer almakla beraber, esas ya-
zılışa göre “ay”, Muhammed’in “vuruşu ile mi?” ikiye bölünmüştür, yoksa “ileri-
deki bir tarih itibariyle mi?” bölünecektir, belli değildir! “Zaman” kavramını giz-
leyici ya da belirsiz kılıcı nitelikte anlamlar yaratmak, Arapçanın özelliklerinden
biri olduğu için, ayetle anlatılan eylemin gerçekten ne olduğu kesinlikle biline-
memektedir. Bundan dolayıdır ki, bazı yorumcular bu ayeti, “Yaklaştı saat (kı-
yamet), yarıldı kamer (ay)...” şeklinde anlarlar. 1 İbn-i Mes’ud’a göre bu ayet,
Ay’ın, Muhammed’in vuruşu ile ikiye bölündüğüne ve hatta Hira Dağı’nın, bö-
lünmüş olan Ay’ın parçaları arasına girdiğine kanıttır. Buna karşılık Beyzavî ve
Zemahşerî gibi yorumcular göre, söz konusu ayet ile Ay’ın geleceğe muzaf olmak
üzere yarılacağı, yani ikiye bölüneceği anlatılmak istenmiştir. Hemen ekleyelim
ki, bütün bu karışıklıkları yaratan şey, Muhammed’in Arapça dilindeki esneklik-
ten yararlanmak istemesidir. Bu sayededir ki, kendisinden mucize bekleyenleri
yanıtlamış olmak istemiştir. Çünkü söylendiğine göre, Mekke döneminde Mekke-
lilerin kendisinden mucize istemeleri üzerine parmağıyla Ay’a işaret etmiş ve ay
ikiye ayrılmış; parçalardan biri Hira Dağı’nın bir yanına, diğeri de öbür yanına ya
da üstüne düşmüştür. Ve güya Mekkeli müşrikler, Ay’ın bu görünüşü yüzünden
hayrette kalarak bunu “büyü” şeklinde değerlendirmişlerdir. İslam kaynakları ise
bunun mucizevi bir olay olduğunu ve mucizeyi “mucize” olarak benimseyip bili-
me uydurmaya gerek olmadığını kabul ederler. 2

Söylemeye gerek yoktur ki, Muhammed, Kamer Suresi’nin yukarıdaki ayet-


lerini kendisinden mucize bekleyen ve bu yoldan peygamberliğini kanıtlamasını
isteyenleri susturmak için Kur’an’a koymuştur: koyarken, Ay’ın bir vuruşta ikiye
bölündüğünü ya da Ay’ın ileride ikiye bölüneceğini anlatır bir dil kullanmak sure-
tiyle, kendisinden mucize bekler olanları tatmin edebileceğini düşünmüştür. Da-
ha başka bir deyimle, bu ayetleri “müteşabih” nitelikte kılmayı, günlük siyaseti-
nin gereksinimi olmak üzere yararlı bulmuştur.

1
Elmalılı H. Yazır’ın çevirisi için bkz. Turan Dursun, age, c.3, s.89.
2
Fahruddin Razi’nin Tefsir’inde (c.29, s.28) yer alan bu görüşler için bkz. Turan Dursun, age,
c.3, s.90; ayrıca bkz. Elmalılı H. Yazır, age, c.6, s.4621 vd.

125
Öte yandan çoğu konularda yeterli bilgilere sahip olmamak nedeniyle de
Muhammed, ayetlerin anlaşılamaz niteliklere bürünmesine sebep olmuştur. Pek
çok örnekten sadece birkaçını özetleyelim:

Kur’an yorumcuları arasında en fazla anlaşmazlık ve görüş ayrılığı yaratan


şeylerden biri, Kehf Suresi’nde geçen “Zülkarneyn” ile ilgilidir. Bu surenin 83.
ayetinde, “Ey Muhammed! Sana Zülkarneyn’i sorarlar. ‘Onu size anlatacağım’
de” (Kehf Suresi, ayet 83) diye yazılıdır. Ayeti okuyanlar sanırlar ki, Zülkar-
neyn’in kim olduğu açıklanacaktır. Oysa daha sonraki ayetlerde böyle bir açıkla-
ma yok. Sadece Zülkarneyn’in Tanrı tarafından yeryüzüne yerleştirildiği, yol gös-
terildiği belirtilmekte ve sonra güneşin battığı bir yerde yaşayan bir millete azap
etmesi için emir verildiği, daha sonra güneşin doğduğu bölgelerdeki iki dağ ara-
sında yaşayan ve hiç laf anlamayan bir milletin dileği üzerine onlarla Ye’cûc ve
Me’cûc’ler arasında set çekmesi istendiği bildirilmektedir. Fakat, Zülkarneyn’in
kim olduğu belli edilmemiştir. Bundan dolayıdır ki, ne Beyzavî, ne Zemahşerî, ne
Celaleddin ne de diğer ünlü yorumcuların hiçbiri, bunun kim olduğunu keşfe-
dememişlerdir. Kimine göre Zülkarneyn denen bu kişi Büyük İskender’dir. As-
lında sözlüklerde Zülkarneyn sözcüğünün “iki boynuzlu” anlamına geldiği, İs-
kender de “Zevs Amon”un -ki Koç adındaki bir ilahın adıdır- oğlu sayıldığı için,
yukarıdaki yorumu kabul edenler vardır. Bununla beraber kimi yorumculara gö-
re Zülkarneyn, Batı’yı ve Doğu’yu fetheden bir peygamberdir. Bazılarına göre ise,
iyi adalet dağıtan bir padişahtır. 3 Anlaşılan odur ki, Muhammed, Zülkarneyn
adının gerçek anlamını bilemediği ve çeşitli rivayetlere yer verdiği içindir ki, yu-
karıdaki ayeti anlaşılamaz nitelikte kılmıştır.

Kur’an’daki anlaşılmazlıkların Tanrı’dan değil, fakat Muhammed’den gelme


olduğuna verilecek örneklerden biri, Kehf Suresi’nin şu ayetidir:

“(Ey Muhammed!) Kur’an’ı anlarlar diye kalplerine örtüler ve kulakla-


rına ağırlık koyduk. Sen onları doğru yola çağırsan da, asla doğru yola
gelmezler” (Kehf Suresi, ayet 57).

3
Kehf Suresi’nin 83. ayetinin anlamı konusunda bkz. Gölpınarlı, age, s. LXXXII.

126
Görülüyor ki, Tanrı, bazı kimselerin Kur’an’ı anlamalarını istemiyor ve bu
nedenle onların kulaklarını ve kalplerini kapatıyor; sonra da Muhammed’e
“...Sen onları doğru yola çağırsan da asla doğru yola gelmezler” diye yakınıyor!
Evet, ama bir yandan kişilerin kalplerine örtü ve kulaklarına ağırlık koymak sure-
tiyle Kur’an’ı anlamalarına engel olan bir Tanrı, nasıl olur da onları sorumlu tu-
tabilir? Kuşkusuz ki, yukarıdaki ayetin Kur’an’a girişini, Tanrı iradesinde değil,
fakat Muhammed’in günlük siyasetinde aramak gerekir. Şöyle ki:

İslam kaynaklarının bildirmesine göre, Muhammed, “peygamber”liğini ilan


ettiği zaman, Kureyşlilerin direnmesiyle karşılaşmıştır; çoğu kişiler onu yalancı-
lıkla ve Kur’an’ı kendi kafasından uydurmuş olmakla suçlamışlardır. Fakat bu-
nunla kalmamışlar, bir de onun sözlerine inananları inançlarından uzaklaştır-
mak için, “Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz” (İsra Suresi, ayet 41)
diyerek ayartmaya çalışmışlardır. İşte bu gibi kişileri etkisiz kılmak amacıyla Mu-
hammed, Tanrı’nın bu kişileri Kur’an’ı anlamaktan alıkoyduğunu söylemiş ve
Kur’an’a, “Kur’an’ı anlarlar diye kalplerine örtüler ve kulaklarına ağırlık koy-
duk. Sen onları doğru yola çağırsan da asla doğru yola gelmezler” (Kehf Suresi,
ayet 57) şeklinde ayetler koymuştur. Böylece kendisine, “Neden bu adamlar
Kur’an’a inanmıyorlar? Sen peygamber olduğun halde neden onları Kur’an’a
inandıramıyorsun?” diye soru sorabilecek taraftarlarına karşı, “Tanrı onların
kalplerini ve kulaklarını tıkadığı için Kur’an’ı anlayamıyorlar!” şeklinde yanıt
verme kolaylığını sağlamıştır.

Yine bunun gibi Kur’an’ın pek çok yerinde Tanrı’nın, dilediği gibi insanların
gönüllerini açıp onları Müslüman yaptığı, dilediklerinin gönüllerini kapatıp
“kâfir” kıldığı ve “kâfir” kıldıklarını da cehenneme attığı yazılıdır. Örneğin,
En’am Suresi’nin 125. ayeti şöyle:

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam’a açar; kimi
de saptırmak isterse... kalbini iyice daraltır. Allah inanmayanların üs-
tüne işte böyle murdarlık verir” (En’am Suresi, ayet 125).

Her ne kadar bu ayet, ifade bakımından anlaşılır olmakla beraber, anlam


bakımından anlaşılamaz niteliktedir. Şu bakımdan ki, adil ve hakkaniyete yer

127
verdiği kabul edilen bir Tanrı’nın, keyfi olarak kişileri “kâfir” yapıp, sonra da,
sanki suç onlardaymış gibi cehennemde yaktığını bildirmesi, pek olası bir şey de-
ğil. Ancak, bu tür ayetleri Muhammed, Müslüman yapmak isteyip de yapamadığı
kişiler vesilesiyle koymuştur ki, bu kişilerden biri kendisini bir baba gibi yetiştir-
miş olan Ebu Talib’dir. Çoğu yayınlarımızda belirttiğimiz gibi, Muhammed, Ebu
Talib’i Müslüman yapmak için çok uğraşmıştır; çünkü Ebu Talib, Kureyş’in en
ileri gelenlerinden biridir ve eğer onu Müslüman yapacak olursa, onun sayesinde
diğer birçok kişiyi İslam’a sokmak kolaylaşacaktır. Fakat bu isteğinde bir türlü
başarılı olamamıştır: Ebu Talib, ölüm döşeğinde Muhammed’in teklifini geri çe-
virmiş ve “Ben Müslüman olmak istemiyorum, atalarımın dininde öleceğim” di-
yerek müşrik (putperest) olarak ölmüştür. Müşriklerin yerinin cehennem oldu-
ğunu söyleyen Muhammed, Kur’an’a koyduğu ayetlerle onun Müslüman olma-
masının nedenini, “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam’a
açar; kimi de saptırmak isterse... kalbini iyice daraltır...” şeklindeki bir ayetle
Tanrı’nın keyfiliğine dayatmıştır. Böylece taraftarlarına karşı kendisini, Ebu Ta-
lib’i Müslüman yapamamış olma başarısızlığından uzak kılabilmiştir; ama bunu
yaparken Kur’an’a, akla ters düşen ve anlaşılması mümkün olmayan ayetlerden
birini daha eklemiştir.

B) Yabancı Kaynaklardan Yapılan Aktarmalardan Doğma Anlam-


sızlık ve Anlaşılmazlıklar

Muhammed’in Kur’an’a koyduğu ayetlerin birçoğunun yabancı kaynaklar-


dan alınma, özellikle Tevrat’tan ya da İncil’den aktarılma şeyler olduğu bilinen
bir gerçektir. Ve işte alıntıların ya da aktarmaların, aslına uygun tarzda yapıl-
mamış olmasından dolayı da Kur’an, anlamsız ya da anlaşılamaz ayetleri kapsar
olmuştur. Bunun bazı örneklerine yukarıda değindik; birkaç örnek daha vermek-
le yetinelim:

Kur’an’ın A’raf Suresi’nin 40. ayeti şöyle der:

128
“Doğrusu ayetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlara
göğün kapıları açılmaz; cemel (erkek deve) iğnenin deliğinden geçme-
dikçe cennete de giremezler. Suçluları böyle cezalandırırız...”(A’raf Su-
resi, ayet 40).

Dikkat edileceği gibi, ayette “cemel” deyimi geçiyor ki, “erkek deve” demek-
tir! “Deve” sözcüğünün, neden dolayı “erkek deve” şeklinde (yani, “cemel” ola-
rak) ayete alındığını bilmek için muhtemelen “müneccim” olmak gerekiyor!
Çünkü Arapçada devenin çeşitlerini belirleyen pek çok deyim var. Örneğin, “dişi
deve” için “nake” ya da “bedene” sözcükleri kullanılır; “kulağı yarık deve” için
“bahire” deyimi var. “Adak” diye kıra salınmış deve için “şaibe”, sekiz aylık yüklü
deve için “uşra” vs... adları var. 4 Bu böyleyken yukarıdaki ayette neden dolayı
sadece “cemel” (erkek deve) örneğine yer verildiğini anlamak güç. Bu bir yana,
bir de “deve” ile “iğne deliği” arasında ilişki bulunmadığını, bu şekliyle ayetin
anlam taşımadığını öne süren yorumcular, “deve” sözcüğü yerine “halat” (yani,
“kalın ip”) sözcüğünü tercih ederler. Bunu yaparlarken “el-cemel” sözcüğünün,
hem “erkek deve” hem de aynı zamanda “urgan ve halat” (cü-
mel=cüml=cümül) anlamına geldiğini bildirirler. 5

Hemen belirtelim ki, söz konusu anlaşılmazlık, yukarıdaki ayet hükmünün


İncil’den yapılan bir alıntıya dayatılmış olmasındandır. Gerçekten de İncil’in
“Mattaya Göre”, “Markosa Göre” ve “Lukaya Göre” adlı kitaplarında, İsa’nın, çok
varlıklı birisiyle konuşması yer almıştır. Bu konuşmasında İsa, ebedi hayata ka-
vuşabilmenin koşullarını sayar ve varlıklı olan kişiye şöyle der:

“Zina etmeyesin, katletmeyesin, çalmayasın, yalan şehadet etmeyesin,


babana ve anana hürmet et.”

İsa’nın bu sözlerini dinleyen varlıklı kişi, kendisine şu yanıtı verir:

“Bütün bunları çocukluğumdan beri zaten yaparım.”

Bu yanıta karşı, İsa şöyle ekler:

4
Turan Dursun, age, c.4, s. 176 vd.
5
Elmalılı H. Yazır, age, c.3, s.2161.

129
“Bir eksiğin daha var. Nen varsa sat, fakirlere dağıt... göklerde hazinen ola-
caktır.”

Fakat karşısındakinin tereddüt ettiğini görünce şöyle ekler:

“Serveti olanlar, Allah’ın melekûtuna 6 ne kadar güçlükle girerler; çün-


kü devenin iğne deliğinden geçmesi, zenginin Allah’ın melekûtuna gir-
mesinden daha kolaydır” (İncil, “Mattaya Göre”, Bap: 19: 24; “Markosa
Göre”, Bap: 10: 25; “Lukaya Göre”, Bap 18:25).

Yani anlatmak ister ki, fazilet niteliğindeki bazı davranışlarda bulunmak


(örneğin, sahip bulunulan varlığı tümüyle terk edip fakirlere dağıtmak), devenin
iğne deliğinden geçmesi kadar güç bir şeydir; fakat buna rağmen yapılması gere-
kir.

İşte “devenin iğne deliğinden geçmesi” şeklinde İncil’de yer alan sözleri
Muhammed, farklı bir amaca yönelik olmak üzere, Kur’an’ın A’raf Suresi’nin,
yukarıda belirttiğimiz 40. ayetine sokmuştur. Söz konusu amaç, kişileri Kur’an
ayetlerini kabule zorlamaktır. Ayeti tekrar okuyalım:

“Doğrusu ayetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanla-


ra, göğün kapıları açılmaz; cemel (erkek deve) iğnenin deliğinden geç-
medikçe cennete de giremezler. Suçluları böyle cezalandırırız” (A’raf
Suresi, ayet 40).

Bazı çevirilerde, “deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremezler...”


diye yazılıdır. Fakat her ne olursa olsun, anlatılmak istenen şey “güçlüğü yen-
mek” olduğuna göre, iğne deliğinden geçme eylemini devenin erkek, dişi ya da
kulağı yarık oluşuna göre tanımlamanın hiçbir anlamı yoktur. Fakat Muhammed,
muhtemelen erkek deveden söz etmenin daha etkili olabileceği düşüncesiyle “el-
cemel” deyimini seçmiştir. Ayette yer alan Arapça sözcük “el-cemel” olduğu için,
çevirinin “erkek deve” olarak yapılması gerektiği söylenir.

Dikkat edileceği gibi, Muhammed, İncil’deki sözleri Kur’an’a bu şekilde so-


karken, varlıklı kişileri İsa’nın öngördüğü fedakârlıklara çağırır şekilde sokma-

6
“Melekût” deyimi, “melekler ve ruhlar âlemi” anlamındadır.

130
mıştır. Sadece kendisine karşı direnenlerin ve Kur’an ayetlerini yalanlayanların
cennete giremeyeceklerini hatırlatmak için sokmuştur. Devenin iğne deliğine
girmesi mümkün olmadığı için, inkârcıların cennete asla giremeyeceklerini an-
latmak istemiştir. Aslında İncil’den aldığı tümcenin yeri burası olmadığı halde, o,
gelişigüzel bunu buraya koyuvermiştir. Çünkü her ne kadar varlıklı olan kimsele-
ri, fakirlere yardımda bulunmaya çağırmakla beraber, hiçbir zaman onları,
İsa’nın dediği şekilde davranmaya, yani bütün mal ve varlıklarını fakirlerle pay-
laşmaya sürüklemeyi düşünmemiştir. Böyle bir şey yaptığı takdirde, taraftarları
arasında varlıklı olan kişileri (ya da cihada katılıp yağma ve talan yoluyla varlık
sahibi olmuş olanları) tedirgin edeceğini, muhtemelen kaybedeceğini bildiği için-
dir ki, İncil’deki “devenin iğne deliğinden geçmesi, zenginin Allah’ın melekûtuna
girmesinden daha kolaydır” şeklindeki sözleri, farklı bir şekle sokup, sadece
Kur’an ayetlerini yalanlayanlara hasretmiş ve bu gibi kişilerin cennete asla gire-
meyeceklerini anlatmak istemiştir. Bunu yaparken, bu sözlerin, İncil’deki içeri-
ğini yitirmiş ve adeta anlamsız kılmıştır. Üstelik de “el-cemel” deyimini kullan-
mak suretiyle bu anlamsızlığı pekiştirmiştir. Çünkü “el-cemel” sözcüğü, biraz
önce değindiğimiz gibi, Arapçada “erkek deve” için kullanılan bir sözcüktür. Bu
şekliyle ayet, hani sanki “erkek deve iğne deliğinden geçemez, ama diğer deve
cinsleri geçebilir” şeklinde bir anlam taşırmış ve inkârcılara göz kırparmış gibi bir
anlam taşıyabilmektedir. Bundan dolayıdır ki, bazı yorumcular, biraz önce belirt-
tiğimiz gibi “deve” ile “iğne deliği” arasında ilişki bulunmadığını ve bu itibarla
“deve” sözcüğü yerine “halat” (yani, “kalın ip”) deyiminin kullanılması gerekti-
ğini öne sürerler. 7

Yine bunun gibi, Kur’an’ın Enfal Suresi’nin 65. ve 66. ayetlerinde, 20 Müs-
lüman askerinin 200 kâfire, 100 Müslümanın kâfirlerden 1000 kişiye ya da 100
Müslümanın 200 kâfire galip geleceği bildirilmiştir:

“Ey. Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi
kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi

7
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nce yapılan çevirideki açıklamaya bakınız; ayrıca bkz.
Elmalılı H. Yazır, age, c.3, s.2161 vd.

131
olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler...” (Enfal Suresi, ayet
65).

“Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O hal-


de sizden sabırlı yüz kişi bulunursa (onlardan) iki yüz kişiye galip ge-
lir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah’ın izniyle (onlardan) iki bin ki-
şiye galip gelir...” (Enfal Suresi, ayet 66).

Söylemeye gerek yoktur ki, bir yandan 20 Müslüman askerinin 200 kâfire
bedel olduğunu öne sürerken, diğer yandan 20 yerine bu kez 100 Müslüman as-
kerin 200 kâfire bedel olduğunu bildirmenin çelişki ve anlamsızlık yaratmaktan
başka bir sonucu olamaz. Birbirleriyle karşılaştırılınca anlamlarını yitiren yuka-
rıdaki ayetleri Muhammed, Yahudilerin Tevrat’ında, daha doğrusu Tevrat’ın
“Levililer” (Bap 26: 8) ile “Yeşu” (Bap 23: 10) adlı kitaplarından esinlenerek
koymuştur. Söz konusu çelişki, bu kitaplarda anlatılanların, Muhammed (ya da
Kur’an’ı derleyenler) tarafından yanlış anlaşılmasından doğmuştur. Gerçekten
de Tevrat’ın “Levililer” kitabında şu yazılıdır:

“Ve düşmanlarınızı kovalayacaksınız, ve önünüzde kılıçla düşecekler.


Ve sizden beş kişi, yüz kişiyi kovalayacak, ve sizden yüz kişi on bin ki-
şiyi kovalayacak, ve düşmanlarınız önünüzde kılıçla düşecekler. Ve yü-
zümü size çevireceğim ve sizi semereli edeceğim, ve sizi çoğaltacağım,
ve sizinle ahdimi sabit kılacağım” (Tevrat, “Levililer”, Bap 26: 7-9).

“Yeşu” adlı kitapta da şu yazılıdır:

“Sizden bir kişi bin kişiyi kovalayacaktır; çünkü Allah’ınız Rab, size
söylediği gibi, sizin için cenk eden odur” (Tevrat, “Yeşu”, Bap 23: 10).

Daha başka bir deyimle Yahudilerin Tanrısı, savaşa girmiş olan her bir Ya-
hudi’nin 20 ya da 100 düşmana bedel olduğunu ve düşmana karşı onlara yar-
dımda bulunmak üzere cenk edeceğini bildirmekte! Ve işte bütün bunları Mu-
hammed, kendi günlük siyaseti bakımından yararlı bulmuş ve Kur’an’ın Enfal
Suresi’ne, birbirini izleyen iki ayet halinde (65. ve 66. ayetler olarak) yerleştir-
miştir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, ayetlerden biri şöyledir:

132
“Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi
kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi
olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler...” (Enfal Suresi, ayet
65).

Görülüyor ki, ayete göre 1 Müslüman 10 kâfire bedel gösterilmekte. Fakat


bunu izleyen 66. ayette biraz farklı bir ölçü kullanılmaktadır:

“Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O hal-


de sizden sabırlı yüz kişi bulunursa (onlardan) iki yüz kişiye galip ge-
lir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah’ın izniyle (onlardan) iki bin ki-
şiye galip gelir...” (Enfal Suresi, ayet 66).

Dikkat edileceği gibi bu ayette, orantılı olarak bir Müslümanın iki “kâfir”e
galip geleceği bildirilmekte. Oysa bir önceki ayette, yani 65. ayette, bir Müslüman
askerinin 10 “kâfir”e, karşı galip geleceği bildirilmişti! 1 Müslüman askeri 2 kâfi-
re mi, yoksa 10 kâfire mi bedel, belli değil! Kuşkusuz ki, ortada bir çelişki var.
Bundan dolayıdır ki bazı yorumcular 65. ayetin, 66. ayet ile ortadan kaldırıldığını
söyleyip işin içinden çıkmak isterler. Buna karşılık bazı yorumcular, 1 Müslüma-
nın 2 “kâfire” galip geleceğine dair bulunan 66. ayetin, Bedir Savaşı sırasında
konduğunu, çünkü o tarihte İslam ordusunun henüz zayıf durumda bulunduğu-
nu, ancak iki ya da üç misli fazla olan bir kuvvetle uğraşabilecek durumda oldu-
ğunu, işte bu durumu göz önünde tutan Tanrı’nın, onların yükünü azaltmak için
1 Müslümanı 2 “kâfir”e galip gelebilecek şekilde güçlendirdiğini söylerler. 8 Ve
şunu eklerler ki, daha sonraları İslam ordusu güçlendiği ve on misli düşmanla
savaşabilecek duruma girdiği için Tanrı, bu kez bir Müslüman askerinin on misli
fazla sayıda “kâfir”e galip geleceğine dair 65. ayeti göndermiştir. Evet, ama eğer
bu mantık doğru ise, bu takdirde 66. ayetin daha önce, yani 65. ayet olarak in-
mesi gerekirdi; çünkü Bedir Savaşı daha önceki bir tarihe rastlamakta. Bu du-
rumda 65. ayetin 66. ayet tarafından ortadan kaldırılmış olması gerekir. Bu tak-
dirde de Tanrı’nın, isabetli olmayan bir ayeti koyup, daha sonra yanıldığını düşü-
nerek onu ortadan kaldırdığını kabul etmek gerekir ki, bunu, Tanrı’nın yanılmaz-
lığıyla bağdaştırmak güçtür.

8
Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İnkılap ve Aka Kitabevi, İstanbul, 1980, s.226.

133
Öte yandan bazı yorumcular, yukarıdaki mantığı tersyüz ederek, ilk zaman-
larda, örneğin Bedir Savaşı’nda, Müslümanların sayısının az olduğunu, bu ne-
denle bir Müslüman askerinin on düşman ile savaşmak zorunda bulunduğunu,
fakat daha sonra Müslümanların sayısı artınca, Tanrı’nın, onların yükünü azaltıp
1 Müslümanın 2 “Kâfir”le savaşmasını emrettiğini söylerler. 9 Evet, ama her şeye
kadir olan bir Tanrı’nın, “sevgili Müslüman kullarına”, sayı esasına bakmadan
yardımda bulunması gerekmez miydi? Ya da herkesi hidayete eriştirip, savaş de-
nen şeyi ortadan kaldırması uygun olmaz mıydı?

Bu yukarıdakilere benzer örnekleri çoğaltmak mümkün; bu örnekler şunu


göstermektedir ki, Kur’an’daki ayetlerin bir kısmı, Tevrat ve İncil hükümlerinin
içeriklerine nüfuz edilemeden yapılan aktarmalardır ve anlaşılmazlıkları (ya da
çelişkili nitelikte bulunmaları) da bundandır. Muhtemeldir ki, Muhammed’in
“kâtip” olarak kullandığı kimseler, Tevrat’tan ve İncil’den çeviri yaparlarken,
muğlak ve yarım yamalak çevirilerde bulunmuşlardır; ya da Muhammed, kendi-
sine verilen bilgileri günlük siyasetinin gereksinimlerine oturtarak değerlendir-
miştir. Bundan dolayıdır ki, Tevrat ve İncil’den aktarılan çoğu ayetler, hiç kimse-
lerin anlayamayacağı nitelikte şeyler olmuştur.

Biraz ileride göreceğiz ki, ayetlerin anlaşılamaz ya da çelişkili nitelik taşıma-


larının başkaca nedenlerin de rolü olmuştur. Ve işte bütün bu olumsuzlukları
örtbas edebilmek içindir ki, Muhammed Kur’an’a, “Kur’an’da... kesin anlamlı
ayetler vardır; diğerleri de çeşitli anlamlıdırlar...” (Al-i İmran Suresi, ayet 7) şek-
linde ayetler eklemiştir. Bunu yaparken, Kur’an ayetlerinin anlaşılması için
“uzun uzadıya açıklanmış olarak” gönderilmiş olduğuna dair söylediklerini (ör-
neğin, Hûd Suresi, ayet 1-3) unutur görünmüştür. Çelişkili ya da anlaşılamaz
nitelikteki hükümlerin varlığını meşru kılabilmek için, Tanrı’nın ayrıca, “Bir aye-
tin yerine diğer bir ayeti koyarız” şeklinde konuştuğunu öne sürmüştür. Fakat
bunu yaparken, her şeyi mükemmel ve kusursuz şekilde var kılan ve asla hata
yapmaz olan bir Tanrı’nın, nasıl olur da yanılgıya düşüp, olumsuz ayetler gönde-
rebileceğini, sonra bu hatasını düzeltmek amacıyla bir ayeti bir başka ayetle de-

9
Diyanet Vakfı Tercümesi’ne bakınız, Ankara, 1993, s. 184.

134
ğiştirebileceğini ya da koyduğu bir ayeti (hani sanki yanlış bir şey yapmış gibi)
tüm olarak ortadan kaldırabileceğini açıklamamıştır.

Öte yandan Muhammed, Kur’an’ın, sırf Araplar iyice adayabilsinler diye,


“Arapça” ve “apaçık” olarak indiğini söylemekle beraber, halkı sınırlayabilmek ve
Kur’an’ın “hikmet ve derin anlamlarla” dolu olduğu kanısını yaratabilmek ama-
cıyla başkaca yollar da denemiştir. Bu yollardan biri yabancı kökenli sözcüklere
yer vermektir. Her ne kadar bazı yorumcular, “Kur’an’da yabancı sözcük yoktur”
diye ısrar ederler ve yabancı kökenli görünen sözcükleri birtakım gülünç mantık
oyunlarıyla yabancı sözcük değilmiş gibi göstermeye çalışırlarsa da 10, gayretleri
boşadır; çünkü gerçek şudur ki, Kur’an, İbraniceden, Habeşçeden, Süryanice-
den, Acemceden, Rumcadan ve diğer yabancı dillerden alınmış sözcükler ve kav-
ramlarla doludur. 11 Daha önce değindiğimiz gibi, Kur’an sözcüğü bile Arapça de-
ğildir; “Aramî” kökenlidir ya da “Süryanice” olduğu söylenir. 12 Yine aynı şekilde
“Kur’an” karşılığı olarak kullanılan “Furkan” sözcüğü de “Aramî” kökenlidir;
“Kefaret” anlamına geldiği halde, Muhammed onu Arapçadaki “frk” sözcüğü ile
karıştırmış ve “vahiy” anlamında kullanmıştır. Öte yandan, İbranicede “Tanrı”
anlamına gelen “Elyon” sözcüğünü “İlliyim” şeklinde Kur’an’a aktarmış, örneğin
Mutaffifin Suresi’nde “İlliyim cenneti” olarak kullanmıştır. Yine bunun gibi
“rahman” sözcüğü İbranice olup, Yahudiler tarafından “Tanrı” olarak değil,
Tanrı’nın bir adı olarak kullanılırken, Muhammed onu, “Tanrı” kavramının kar-
şılığı yapmıştır. Yine bunun gibi “havariyun”, “maide”, “şeytan” gibi sözcüklerin
kökeni Habeşçe olup, muhtemelen Tevrat’ın (Ahd-i Atiyk’in) Habeşistan’da uygu-
lanan metninden gelmiştir. 13

10
Kur’an’daki yabancı sözcükler konusundaki görüş ayrılıkları için bkz. Sahih-i…., c. 4 s. 103.
11
Bu konuda geniş bilgi için bkz. Turan Dursun, age, c.7, s.267 vd.
12
Bu konudaki görüşler için bkz. Turan Dursun, age, c.7, s.226-227.
13
Bu konuda geniş bilgi için bkz. Nöldeke, Sketch From Eastern History; London 1892, s.37vd.

135
IX - KUR’AN’DAKİ BİÇİMSEL UYUMSUZLUKLAR VE TUTARSIZ-
LIKLAR HAKKINDA (DEVAM)

Muhammed’in söylemesine göre, Kur’an, Tanrı tarafından “dosdoğru bir


hâkim” olmak üzere indirilmiş kitaptır ki, içinde ne “biçimsellik” ve ne de “içe-
riklik” bakımından hiçbir tutarsızlık, uyumsuzluk, dolambaçlılık, çarpıklık, yalan
ve yanlış yoktur. Tanrı, bunun böyle olduğunu özellikle Kehf Suresi’nin ilk ayet-
leriyle bildirmiş ve şöyle demiştir:

“Hamdolsun Allah’a ki... kendisinde hiçbir (tezat ve) eğrilik bulunma-


yan dosdoğru kitabı indirdi” (Kehf Suresi, ayet 1-4).

Yine Muhammed’in söylediklerine bakılırsa, Kur’an’daki her surenin ve her


ayetin yeri, ayetlerin hangi surenin neresine gireceği hususu, Cibril (Cebrail)
tarafından bildirilmiştir; yani güya Tanrı, Kur’an’daki sure ve ayetlerin düzen-
lenmesi işini (“tertibi”ni) bizzat kendisi üstlenmiş ve Cibril aracılığıyla uygula-
mıştır. İbn-i Abbas’ın rivayetine göre, güya Cibril, Ramazan’da her gece gelip,
Muhammed’le birlikte oturur, Kur’an konusunda konuşurmuş; böylece Kur’an’ın
özel bir itina ile düzenlenmesini sağlamış imiş! 1 Muhammed’in kızı Fatıma’nın
söylemesine göre, Muhammed, bir defasında Cibril’in, bu iş için, yılda iki kez
geldiğini bildirmiş ve bunun sebebinin kendi eceliyle ilgili olduğunu eklemiş
imiş!(Fatıma’nın rivayetine göre Muhammed şöyle konuşuyor: “Her sene Cibril
Kur’an’ı benimle mukabele ederdi. Bu sene ise iki defa arz ve mukabele etti.
Herhalde ecelim yaklaştı zannediyorum”) 2

Eğer bütün bu söylenenler doğru ise ve eğer Tanrı gerçekten “her şeyi hik-
metle yapan ve her şeyi hakkıyla bilen” ise (-ki Kur’an’a göre böyle- bkz. En’am
Suresi, ayet 83), bu takdirde Kur’an’ın bilimsel ve mantıki bir düzene dayalı,

1
Bu konuda bkz. Sahih-i.... c.7, s.316, 319.
2
Sahih-i..., c.7, s.319
uyumlu, tutarlı ve her türlü çelişkiden uzak bir kitap olması gerekirdi. Ancak,
Kur’an’ı, eleştirel akıl yoluyla şöyle dikkatlice okuyanlar, bu kitabın, hem şekil
hem de içeriklik (muhteva) bakımından tertipsizliklerle, çelişkilerle, uyumsuz-
luklarla, tutarsızlıklarla, kopukluklarla dolu olduğunu görerek, Tanrı’nın böylesi-
ne bilimselliğe ters ve üstelik birtakım çarpıklıkları ve yanlışları kapsayan bir ki-
tap meydana getirebildiğini kavramakta güçlük çekerler. Her ne kadar şeriatçı-
lar, Kur’an’ın başlı başına “ilim” demek olduğunu iddia ederek, bu iddialarını
Kur’an’dan alınma ayetlerle kanıtlanmaya çalışırlarsa da, bu çabaları, Kur’an’ın
bilimselliğe aykırılığını gidermeye yeterli değildir. Kur’an’daki çelişkiler konusu-
nu ayrı bir bölüm olarak incelediğimiz için, şimdi burada kısaca, Kur’an’ın, şekil
ve içeriklik (muhteva) bakımından eleştiri konusu yapılabilecek diğer yönlerine
göz atalım.

A) Kur’an’daki Kronolojik Tutarsızlıklar (Tertipsizlikler)

Kur’an’ı okurken sanırsınız ki, Cibril (yani Tanrı emirlerini Muhammed’e


ilettiği söylenen elçi), “kronolojik” kavramdan habersizdir. Şu bakımdan ki, bir
kere anlattığı şeyleri tarih ve zaman sırasına göre düzenlemeyi bilmez. Örneğin,
evrenin yaratılışı, göklerin ve yerin oluşumu ya da milletlerin ve “peygamber”
diye tanımlanan kimselerin yaşamları açısından tarihsel bir sıra esasını izleme
gereğini duymaz. Bakarsınız, “peygamberlerden” söz ederken, hangisinin önce,
hangisinin sonra gelmiş olduğuna aldırış etmez. Pek çok örnekten bir ikisini gö-
relim: En’am Suresi’nin 84. ve 86. ayetlerinde şöyle yazılıdır:

“Biz ona (İbrahim’e) İshak’ı ve Yakub’u ihsan ettik, ikisini de doğru yo-
la ilettik. Ondan önce Nuh’u doğru yola götürdük. Onun hürriyetinden
(soyundan) Davud’a, Süleyman’a, Eyüb’e, Yusuf’a, Musa’ya ve Harun’a
hidayet verdik. İyilik edenleri işte böyle mükâfatlandırırız. Zekeriya,
Yahya, İsa ve İlyas’a da hidayet verdik. Bunların her biri doğru dürüst
olanlardandı. İsmail, Elyesa, Yunus ve Lût’a da hidayet verdik. Hepsini
de âlemlere üstün kıldık” (En’am Suresi, ayet 84-86).

137
Bu ayetlerde adı geçen “peygamberler”, tarih sırası itibariyle zikredilmiş de-
ğillerdir. Ayetteki sıra tamamen tertipsiz ve daha doğrusu yanlıştır. Çünkü bir
kere İbrahim’in Tanrı tarafından doğru yola sokulduğu ve ona İshak ile Yakub’un
bağışlandığı yazılı. Oysa İbrahim’in ilk oğlu İsmail’dir; İshak ise daha sonra doğ-
muş olan oğludur. Bu nedenle sıranın “İsmail ve İshak” şeklinde olması gerekir-
ken, İsmail listenin sonuna bırakılmıştır. Ayetlerde yer alan diğer adlar da, tarihi
sıra esasına bağlı olmayarak belirtilmiştir. Üstelik de İsa -ki diğerlerinden sonra
gelmiştir-, Yahya ile İsmail, Elyesa, Yunus ve Lût arasına alınmıştır. Kronolojik
bir sıra gözetilmiş olsaydı, bu ayetlerde Nuh’un ilk sırayı, İsa’nın ise son sırayı
işgal etmesi gerekirdi.

Yukarıda sözü geçen ayetlerde yer alan bu tertipsizliği göz ardı edebilmek
için, İslamcılar, her zamanki yanıltma usullerine başvururlar ve örneğin, “pey-
gamberlerin” tarih sırasıyla zikredilmemiş olmasının nedenini, bunların kendile-
rine özgü bazı niteliklerde olduğunu söylerler. Bu söyledikleri şeyin yalan oldu-
ğunu anlamak için, Kur’an’ın, baştan aşağı bu tür tertipsizliklerle dolu olduğunu
onlara anlatmak gerekir. Nitekim sadece “peygamberlerin” ya da geçmiş dönem
olaylarının tarih sırasıyla belirtilmediğini değil, bunlar kadar önemli sayılan diğer
konuların, örneğin evrenin ve insanın (Âdem ile eşinin) yaratılışı, onların soyun-
dan gelen kavimlerin ve milletlerin yaşamlarıyla ilgili olayların ya da “kıssa” şek-
linde anlatılan olayların da tam bir tertipsizlik içerisinde Kur’an’da yer aldığını
görmekteyiz. Oysa böyle bir kitabın, her şeyden önce bu konuları ele alması ve
tarih sırası itibariyle anlatılması gerekirdi. Böyle olsaydı, Kur’an’ın ilk başında,
sırasıyla, arşın, göklerin, yerin, gece ve gündüzlerin, hayvanların ve insanın vd...
yaratılışları yer alırdı. Oysa Kur’an bütün konuları, tıpkı diğer konular gibi, bölük
pörçük ve anlaşılmaz bir şekilde, çeşitli surelerin çeşitli ayetleriyle, çoğu kez tu-
tarsızlıklar, uyumsuzluklar içerisinde sergilemiştir. Konuya daha önce değinmiş
olmakla beraber tekrar hatırlatalım ki, Kur’an’ı okumaya başladığımız zaman,
karşımıza ilk çıkan şey yedi ayetlik Fatiha Suresi’dir ki, “açış yapan” ya da “açan”
anlamına gelir. Ancak, “açış yapan” satırlar, daha ilk andan itibaren aklı şaşırtıcı
ve çelişki yaratıcı nitelikte şeylerdir. Örneğin, surede, “(Allah) ceza gününün ma-
likidir. (Rabbimiz)... Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulun-

138
duğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların yolunu değil...” diye yazılıdır (Fa-
tiha Suresi, ayet 6-7). Dikkat edileceği gibi, Tanrı’ya yalvarıda bulunan kimseler,
Tanrı tarafından lütuf ve ikramda bulunulmuş olan kimselerin yolunun kendile-
rine gösterilmesini istemektedirler. Daha başka bir deyimle, Kur’an’ı okumaya
başlayan kişi, ilk olarak karşısında Tanrı’nın keyfiliğini dile getiren bir surenin
hükümlerini bulmakta! Ancak, yorumculardan, bu surenin Tanrı’dan gelen ilk
sure olmadığını öğrenmekle şaşırmakta. Çünkü “açış yapan” anlamına gelen ve
Kur’an’ın en başına konan bu Fatiha Suresi, Tanrı tarafından birinci sure olarak
gönderilmiş değil; “nüzul” (iniş) sırası itibariyle 5. sure olarak gönderilmiş kabul
edilmekte! Kur’an’ın birinci suresinin Alak Suresi olduğu söylenir. 3 Eğer, Kur’an
bilimcilerinin dedikleri gibi, Fatiha Suresi, Kur’an’ın diğer surelerinin aslı ve
kaynağı, yani “kökü ve tohumu” olarak, daha doğrusu Kur’an’ın özü olarak an-
lam taşısaydı ve “açış suresi” olarak gönderilmiş olsaydı 4, ilk gönderilen sure
olurdu. Oysa bu sure, her ne hikmetse 5. sure olarak inmiş kabul ediliyor. Öte
yandan, Fatiha Suresi’nin Müddessir Suresi’nden sonra indiği söylenir. Daha
doğrusu Müddessir Suresi’nin 4. sure olarak, Fatiha Suresi’nin ise 5. sure olarak
indiği öne sürülür. Ancak, Müddessir Suresi’nden sonra indiği söylenen Fatiha
Suresi, biraz önce belirttiğimiz, gibi, Kur’an’ın en başına konduğu halde Müd-
dessir Suresi Kur’an’da 74. sıradadır. 5 Daha başka bir deyimle, Tanrı’nın ardı
ardına gönderdiği iki sure, yani Müddessir Suresi (iniş sırasıyla 4) ile Fatiha Su-
resi (iniş sırasıyla 5) Kur’an’da birbirlerinden 74 sure arayla yer almışlardır.

Fakat iş bununla bitmiş değil; şu bakımdan ki, Kur’an’da birinci sırada yer
alan Fatiha Suresi’ni, Kur’an’ın ikinci suresi olarak Bakara Suresi izlemekte. An-
cak, Bakara Suresi, 87. sure olarak inmiş (“nazil” olmuş) olarak kabul edilmekte.
Yani, Fatiha Suresi’nin inişi ile Bakara Suresi’nin inişi arasında 82 sure yer almış
oluyor; ama bu iki sure, Kur’an’da birinci ve ikinci sure olarak arka arkaya sıra-

3
Her ne kadar Fatiha Suresi’nin daha önce indiğini söyleyenler varsa da, genellikle kabul edilen
şudur ki, Alak Suresi, ilk “nazil” olan suredir. Bu konuda bkz. Elmalılı H. Yazır, age, c.8.
s.5943 vd.
4
Elmalılı’nın deyişi şöyle: “Çünkü bu sure (Fatiha Suresi), diğer süver-i Kur’an’ın aslı ve men-
şei, yani kökü ve tohumu gibidir. Fatiha Kur’an’ın mebde ve maada müteallik, hikemi nazari-
yesini, ahkâmı ameliyesini ve makasidi esasiye ve muhteviyatı asliyesini tazamun eden... bir
unmuzecidir”. Elmalılı H. Yazır, age, c.1, s.6.
5
Diyanet Vakfı Kur’an yorumu.

139
lanmışlardır. Öte yandan Fatiha Suresi’nin Mekke döneminde, Müddessir Sure-
si’nin ise Medine döneminde indikleri kabul edilir. Oysa Mekke döneminin baş-
langıcı ile Medine döneminin başlangıcı arasında en azından 10 ya da 13 yıllık
bir zaman farkı var! Böyle olduğu halde, bu iki sure, Kur’an’da, arka arkaya yer
almış bulunmakta. Üstelik Bakara Suresi, hicretten sonra ilk inen sure olduğu
halde, Kur’an’ın en son inmiş olan bir ayetini kapsamaktadır. 6

Bakara Suresi, içeriklik ve kapsadığı konular itibariyle, Kur’an’ın baştan


ikinci sırasına konacak bir sure değildir. Surenin ilk başlarında, Kur’an’a inanan-
ların hidayet üzere oldukları, inanmayanların ise hidayete karşılık dalaleti satın
aldıkları vs... belirtildikten ve Tanrı’nın azabından kurtulmak için ona kulluk et-
meleri gerektiği belirtildikten (bkz. Bakara Suresi, ayet 1-21) sonra, “yer” ve
“gök” sözcüklerinin ilk kez yer aldığı şu ayete geçilir;

“O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan, yap-
tı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli
ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah’a şirk koşmayın” (Bakara
Suresi, ayet 22).

Görüldüğü gibi, bu ayetlerde “gök”ten, “yerküresi”nden, ‘‘ürünler’’den ve


“su”dan söz edilmekte; ama bunların nasıl, ne zaman ve ne gibi bir sıraya göre
yaratıldıklarına dair bir şey söylenmemekte! Oysa ki Tanrı, göklerin ve yerin ya-
ratılması olayının insanların yaratılmasından daha büyük bir olay olduğunu, baş-
ka bir surede, yani Kur’an’da kırkıncı sırada yer alan Mü’min Suresi’nde bildir-
mekte (Mü’min Suresi, ayet 57).

Denecektir ki, Mü’min Suresi’nin “nüzul” (iniş) sırası 60’tır, yani Bakara
Suresi’nden daha önce inmiştir (zira Bakara Suresi’nin nüzul sırası 87’dir). Yani
belirtilmek istenecektir ki, yer, gök vs... konusunda Bakara Suresi’nde yer alan
hususlar, daha önce inmiş olan Mü’min Suresi’nde açıklanmıştır. Böyle bir itira-
za karşı verilecek yanıt, biraz yukarıda belirttiğimiz gibi surelerin nüzul sırasına
göre değil, Kur’an’daki sıra esasına göre okunmakta olduğudur. Fakat her ne
olursa olsun söylemek istediğimiz şudur ki, Bakara Suresi’nde “gök”ün, “yerkü-

6
Elmalılı H. Yazır, age, c.1, s.146.

140
resi”nın, “ürünler”in, “su”yun vs... oluşumuna ya da evrenin (kâinatın) yaratılı-
şına değinilmemiştir. Gerçekten de surenin yukarıdaki 22. ayetinden hemen son-
ra, gök ve yer konusuyla ilgili olmayan ayetlere geçiliyor; örneğin, Kur’an’a ve
Tanrı’ya inanmak gerektiği, inanmayanların kâfir olarak azaba çekilecekleri vs...
tekrar ediliyor (Bakara Suresi, ayet 23-28). Böyle bir atlamadan sonra, 29. ayetle
“gök” konusuna dönülüyor ve Tanrı’nın semaya yöneldiği ve onu “yedi kat” ola-
rak yaratıp düzenlediği bildiriliyor:

“O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra semaya yöneldi,
onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi. O her şeyi hakkıyla bilendir”
(Bakara Suresi, ayet 29).

Bu ayet, Tanrı’nın gökleri yedi kat olarak yarattığı konusunda karşımıza çı-
kan ilk ayet oluyor. Fakat dikkat edileceği gibi, ayetin bu iki tümcesi dahi, krono-
lojik sıraya ters düşecek şekilde dizilmiş. Önce göklerin ne şekilde düzenlendiği
belirtilip, sonra bu gök içerisine yerleştirilen yerden söz edilmesi gerekirken, ter-
si yapılmış.

Semanın yedi kat üzerine yaratıldığına dair Bakara Suresi’nin 29. ayetinde
yer alan yukarıdaki sözler, Talak Suresi’nin 12., Nebe’ Suresi’nin 12. ve 13.,
Mülk Suresi’nin 3. ve 4., Mü’minûn Suresi’nin 17. ayetleriyle birlikte tekrarlana-
caktır. Oysa Talak Suresi, Kur’an’ın 65. sırasında, Nebe’ Suresi 78. sırasında,
Mülk Suresi 67. sırasında, Mü’minûn Suresi 40. sırasında yer almışlardır. Ve işte
çeşitli zamanlarda inmiş ve Kur’an’ın pek çeşitli yerlerine serpiştirilmiş sureler
ve ayetlerle göklerin yaratıldığından söz edilmekte. Evet, ama bu nasıl bir göktür?
Ne kadar zamanda yaratılmıştır? Kapıları, bacaları, burçları, merdivenleri, direk-
leri, kandilleri, süsleri vs... var mıdır? Bunlar Bakara Suresi’nde değil, zaman ve
sıra esasına, yani kronolojik ilkelere bağlı olmayarak, Kur’an’ın daha sonraki çe-
şitli surelerinin çeşitli ayetleriyle belirtilecektir. Bir kere Kur’an’da yedinci sırada
bulunan A’raf Suresi’nde, göğün yedi kat olduğu ve yerküreyle birlikte 6 günde
yaratıldıkları yazılıdır:

“Sizin Tanrınız O Tanrı’dır ki, gökleri ve yeri, altı günde yaratmıştır”


(A’raf Suresi, ayet 54).

141
Aynı sözler, aşağı yukarı aynı nitelikte olmak üzere diğer surelerde de belir-
tilmekte (örneğin bkz. Yunus Suresi, ayet 3; Hûd Suresi, ayet 7; Hadid Suresi,
ayet 4). Ancak, 41. sure olan Fussilet Suresi’nde, yedi kat gök ile yerin iki günde
yaratıldığı bildirilmekte. Daha doğrusu, surenin 9. ve 11. ayetlerinde, Tanrı’nın,
yerküreyi iki günde yaratıp, üzerine dağlar oturttuğu ve dört günde bereketler
yağdırdığı, duman halindeki göğe yöneldiği, göğü ve yeri huzuruna çağırdığı belir-
tildikten sonra, 12. ayette şöyle dediği yazılıdır:

“Böylece onları iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini
vahyetti...” (Fussilet Suresi, ayet 9-12).

Burada geçen “onları” sözcüğü, yedi kat gök ile yerküre! Çünkü daha önceki
11. ayette Tanrı’nın her ikisini huzuruna çağırdığı yazılıydı. Şimdi 12. ayette ise,
“Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı...” diye konuşmakta! Görüldü-
ğü gibi işin içinden çıkmak kolay değil!

Fakat yukarıdaki ayetleri okurken, aklımızı çelen bir husus daha var ki, o da
şu: göklerin ve yerkürenin altı günde yaratıldığını söyleyen Tanrı, “gün” deyi-
minden ne anladığını belirtmiyor. Belirtmediğine göre, yerkürenin yaratılmasın-
dan önce “gün” diye bir şey olmadığını düşünmemiş görünüyor! Zira bilindiği
gibi, “gün” denen şey, yerkürenin kendi mihveri (ekseni) etrafında bir kez dön-
mesinden oluşan zamandan ibarettir ki, Tanrı’nın söylemesine göre, “gece” ile
“gündüz”ün toplamı olan zamanı kapsar 7. Böyle olunca, yerkürenin yaratılma-
sından önce “gün” diye bir şey olmadığını kabul etmek gerekir. Olmadığına göre,
Tanrı’nın, “Ben gökleri ve yeri altı günde yarattım” şeklinde konuşmasının bir
anlamı kalmıyor demektir. Bu anlamsızlığı gidermek gayretkeşliğiyle çözüm bul-
maya çalışan yorumcular, “gün” kavramının Tanrı’ya göre değişik anlamlar taşı-
dığını öne sürerler ve örneğin, Hac ve Secde süreleriyle Tanrı katınca bir günün,
bin yıl karşılığı olduğunun yazılı bulunduğunu söylerler (bkz. Hac Suresi, ayet
47; Secde Suresi, ayet 5). Şu durumda Tanrı’nın, “gün” kavramından ne anladı-

7
Örneğin bkz. Meryem Suresi’nin 26. ayetinde geçen “el yevm” deyimi bunun karşılığıdır. Mer-
yem Suresi’nde Tanrı’nın Meryem’e şöyle seslendiği yazılı: “Ye, iç, güzün aydın olsun! Her-
hangi bir insan görecek olursan. ‘Ben rahmana oruç adadım! Bugün (el yevm) kesinlikle, hiç-
bir insanla konuşmayacağım” (Meryem Suresi, ayet 26). Bu konuda ayrıca bkz. Turan Dur-
sun, age, c.5. s. 177.

142
ğını açıklamak için farklı olayların çıkmasını beklediğini kabul etmek gerekir ki,
kronolojik yanlış bakımından ortada yeni bir örnek var demektir. Aslında böyle
bir tutum şu soruyu cevapsız bırakmaya yeterli görünmekte: “Eğer Tanrı gün
kavramından bin yıllık bir zamanı kast ediyor idiyse, bunu, sadece Hac ve Secde
surelerinde değil, Kur’an’da bu surelerden çok daha önceki sırada yer alan A’raf,
Yunus ve Hûd süreleriyle ortaya vurmalı değil miydi?” Kaldı ki, Kur’an’a göre
Tanrı bir tek günü, sadece “bin yıl” olarak değil, bazen “elli bin yıl” olarak hesap-
lamıştır. Örneğin, Mearic Suresi’nde, meleklerin ve ruhun “...Ona, elli bin yıl
uzunluğunda olan bir günde yükselerek” ulaşacakları yazılıdır (Mearic Suresi,
ayet 4). Daha başka bir deyimle, Tanrı’ya göre “gün”, hem “gece ve gündüzün
toplamı” olan zamandır, hem “bin yıl”lık bir zamandır, hem de “elli bin yıl”ın
karşılığıdır! Fakat bütün bu deyimler, ne bilimsel bir esasa, ne de kronolojik bir
sıraya göre kullanılmıştır. Yine bunun gibi, A’raf Suresi’nin 54. ayetiyle, gökleri
ve yerküreyi altı günde yarattığını söyleyen Tanrı, diğer bazı surelerde, bu sözlere
bir eklemede bulunuyor ki, o da gökler ile yer arasında olanlarla ve arş ile ilgili-
dir! Örneğin, Furkan Suresi’nde şöyle deniyor:

“Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra arşa


istiva eden (hükmeden) rahmandır. Bunu bir bilene sor” (Furkan Sure-
si, ayet 59; ayrıca bkz. Secde Suresi, ayet 4; Kaf Suresi, ayet 38 vd...).

Görüldüğü gibi Tanrı, gökleri yarattıktan sonra arşa “istiva” ettiğini (hük-
mettiğini), geceyi ve gündüzü, güneşi, ayı ve yıldızları yarattığını söylemekte ve
böylece kronolojik sıra esasına değer ve yer vermediğini bir kez daha ortaya koy-
makta. Ancak, arşın göklerden önce değil, sonra yaratılmış olduğu başka sureler-
de bildirilmekte! Bu konuyu ayrıca ele alacağız. Fakat şimdilik göklerin ve yerin
altı günde yaratıldığına dair yukarıdaki ayetler üzerinde biraz daha duralım ve
değindiğimiz Fussilet Suresi’nin 9. ve 10. ayetlerine tekrar göz atalım. Bu ayet-
lerde Tanrı’nın yerküreyi iki günde yarattığı, yeryüzünde sabit dağlar yerleştirdi-
ği, orada bereketler yarattığı ve tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden
gıdalar takdir ettiği yazılıdır (Fussilet Suresi, ayet 9-10). Daha başka bir deyimle,
yeryüzünü yaratmak için iki gününü harcayan Tanrı, dört gününü de oraya dağ-
lar yerleştirmek ve bereketler yağdırmakla geçiriyor. Böylece altı gün dolmuş olu-

143
yor. Ancak, bundan sonraki iki ayetle işler biraz daha karışmakta. Çünkü 11.
ayette şu yazılıdır:

“Sonra (Allah) duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye, ‘is-
teyerek veya istemeyerek gelin!’ dedi. İkisi de ‘İsteyerek geldik’ dediler.
Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini
vahyetti. Ve biz, yakın göğü kandillerle donattık, bozulmaktan da ko-
ruduk. Ve bu, aziz ve alim Allah’ın takdiridir” (Fussilet Suresi, ayet 11-
12).

Görülüyor ki, Tanrı, “duman” halinde bulunan göğe yönelerek onu ve yer-
küreyi huzuruna çağırıyor; isteseler de istemeseler de gelmelerini emrediyor.
Bunun üzerine her ikisi de isteyerek huzura çıkıyorlar. Oysa daha önce, Bakara
Suresi’nde Tanrı’nın yeri ve yerde ne varsa her şeyi yaratıp, sonra göğe yöneldiği,
onu yedi kat olarak yaratıp düzenlediği yazılıydı; göğün duman halinde oluşun-
dan bahsedilmiyordu; şöyle denmişti:

“(Tanrı) yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra semaya yönel-
di, onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi. O her şeyi hakkıyla bilen-
dir!” (Bakara Suresi, ayet 29).

Buna karşılık, Fussilet Suresi’nde, biraz önce bahsettiğimiz gibi, Tanrı’nın


“yer” ile “gök”ü huzuruna çağırdığı bildiriliyor. Çağırdıktan sonra da, “onları” iki
günde yedi kat gök olarak yarattığı ekleniyor (Fussilet Suresi, ayet 11-12). Evet,
ama nasıl iştir bu ki, Tanrı, “onları” huzuruna çağırdıktan sonra yaratmıştır? Öte
yandan dikkat edileceği gibi burada, yedi kat gök ile yerkürenin iki günde yaratıl-
dıkları bildiriliyor! Oysa daha önceki surelerde, göklerin ve yerin yaratılışının altı
günde olduğu yazılıydı (bkz. A’raf Suresi, ayet 54; Yunus Suresi, ayet 3; Hûd Su-
resi, ayet 7; Hadid Suresi, ayet 4 vd...)

Fakat yine de Tanrı, yedi kat göklerin ve yerkürenin yaratılış şeklini tam
olarak anlatmış değil. Nitekim bu göklerin direkli mi, yoksa direksiz mi oldukla-
rının merak edilebileceğini düşünerek, 13. sure olan Rad Suresi’nde, göklerin
direksiz olduğunu bildiriyor:

144
“Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten... Allah’tır...”
(Rad Suresi, ayet 2).

Fakat anlaşılan, gökleri direksiz yarattığına dair söylediklerini pekiştirmek


ihtiyacını duymuş olmalı ki, aynı sözleri 18 sure sonra, Kur’an’ın 31. suresi olan
Lokman Suresi’nin 10. ayetiyle şöyle tekrarlamakta:

“(Allah), gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı, sizi sars-


masın diye yere de dağlar koydu ve orada her çeşit canlıyı yaydı. Biz
gökyüzünden su indirip, orada her faydalı nebattan çift çift bitirdik”
(Lokman Suresi, ayet 10).

Oysa bu iki suredeki ifadeler, sadece Kur’an’daki sıra itibariyle değil, nüzul
(iniş) sırası itibariyle de çelişmeli; çünkü Rad Suresi’nin iniş sırası 96, Lokman
Suresi’nin iniş sırası ise 57’dir.

Ve ilginç olan şu ki Tanrı, her ne kadar gökleri direksiz yarattığını bildir-


mekle beraber, neden dolayı direksiz yarattığını henüz bildirmiş değil. Bundan
dolayıdır ki, yorumcular, göklerin görülür bir direği olmaksızın yaratılmasından,
gökleri tutup onların birbirlerine çarpmalarını önleyen görünmez manevi bir di-
reğin bulunduğu sonucunu çıkarırlar ve bu direğin “çekim kanunu” olduğu ke-
hanetinde bulunurlar. 8 Evet, ama Kur’an’ı anlaşılsın diye apaçık gönderdiğini
bildiren bir Tanrı, neden dolayı çekim kanununu insanlara açıklamasın da, yo-
rumcuların bu tür kehanetlerine bıraksın? Esasen Tanrı’nın aklından çekim ka-
nunu diye bir şey geçmemiş olmalı ki, eşyayı ve denizde yüzen gemileri insanla-
rın hizmetine verdiğini söyleyerek övünürken, kendi izni olmadıkça, göğün yer
üzerine düşmeyeceğini ekler: “Görmedin mi, Allah yerdeki eşyayı ve emri uya-
rınca denizde yüzen gemileri sizin hizmetinize verdi. Göğü de, kendi izni olma-
dıkça yer üzerine düşmekten korur...” (Hac Suresi, ayet 65; ayrıca bkz. Fatır Su-
resi, ayet 45).

Fakat bu söylediğini biraz daha pekiştirmek amacıyla, 13 sure atlama yapa-


rak, Fatır Suresi’nde, göklerin ve yerkürenin kayıp gitmemeleri için göğü ve yeri
tutanın kendisi olduğunu bildirir: “Kuşkusuz Tanrı tutmaktadır gökleri ve yeri.

8
Diyanet Vakfı Kur’an yorumu (Fussilet Suresi’nin 10. ayetinin yorumuna bakınız).

145
Bu ikisi kayıp gitmesinler diye... Bu ikisi kayıp gitmiş (yok olmuş) olsalar, Tan-
rı’dan başka kimse bu ikisini artık tutamaz andolsun. O halîmdir ve bağışlayan-
dır” (Fatır Suresi, ayet 41.) 9

Tanrı, her ne kadar gökleri ve yerküreyi ayrı olarak yarattığını bildirmekle


beraber, Enbiya Suresi’nde, göklerle yerin önce bitişik olduğunu, onları birbirle-
rinden koparıp ayırdığını söyler ve hemen ardından gökyüzünü korunmuş bir
tavan yaptığını anlatır (Enbiya Suresi, ayet 30, 32). Bu söylediklerinin arasına da
“Onları sarsmasın diye yeryüzünde birtakım dağlar diktik. Orada geniş yollar
açtık; ta ki maksatlarına ulaşsınlar!” (Enbiya Suresi, ayet 31) diye konuşur. Oy-
sa yeryüzündeki dağların, zelzele sarsıntısı sırasında insanları koruduğu görül-
mediği gibi, yeryüzündeki yolları yapanın da Tanrı değil, insanlar olduğu ortada!

Tanrı, her ne kadar göğü direksiz ve yedi kat olarak yarattığını bildirmekle
beraber, bunu “bina” olarak yaptığını söylemekten geri kalmaz: “(Tanrı), o Tan-
rı’dır ki, yeri size döşek, göğü de size bina yaptı” (Bakara Suresi, ayet 22) dedik-
ten sonra, “göğü korunmuş bir tavan yaptık...” (Enbiya Suresi, ayet 32) der. Bu
arada “Göğü ellerimizle biz yaptık...” (Zariyat Suresi, ayet 47) ya da “Onlar, üst-
lerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz, bir bakmazlar mı?” (Kaf Suresi, ayet 6)
diyerek övünmelerine devam eder. Görülüyor ki, Tanrı, “...göğü de size bina yap-
tık” (Bakara Suresi, ayet 22) derken ve “Göğü korunmuş bir tavan yaptık...”
(Enbiya Suresi, ayet 32) diye eklerken, “gök” denilen şeyi şimdi tavanı olan bir
“bina” olarak tanımlamakta; bina olduğuna göre, elbette ki kapıları da olacak.
Hani sanki Tanrı bunu belirtmeyi unutmuş gibi, bir başka sure olan A’raf Sure-
si’nin 40. ayetine sıkıştırdığı bir tümceyle şöyle der:

“Ayetlerimizi yalanlayıp da, onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya,


işte onlara gök kapıları açılmayacak...” (A’raf Suresi, ayet 40).

Bununla beraber, gök kapılarının nereye açıldığını burada belli etmiyor; pek
muhtemelen, bu kapılardan Tanrı katına, cennetlere ve cehennemlere girilmek-
te. Şu durumda anlaşılan o ki, gök katlarına ve onun kapılarına erişebilmek için,

9
Turan Dursun’un çevirisi için bkz. age, c.5, s.155.

146
“merdiven” gerek. Yine çeşitli surelerin çeşitli ayetlerine göz atmak suretiyle keş-
fedebiliyoruz ki, göğün merdivenleri vardır ve bunlar Tanrı’dandır. Örneğin, 70.
sure olan Mearic Suresi’nde şu yazılıdır:

“Merdivenler sahibi Tanrı’dandır. Ona melekler ve ruh, bir günde yük-


selip çıkarlar ki, onun uzaklığı elli bin yıllıktır” (Mearic Suresi, ayet
70). 10

Altıncı sure olan En’am Suresi’nde, Tanrı’nın Muhammed’e, “...göğe çıkabi-


leceğin bir merdiven ara ki, onlara bir mucize getiresin...” (En’am Suresi, ayet
35) diye konuştuğu görülmekte. Anlaşılan, merdiven aramak, “peygamberlere”
özgü bir mucize oluyor ve bu da Tanrı’nın iznine bağlanıyor. 52. sure olan Tûr
Suresi’nin 38. ayetinde de Tanrı, inkârcılara merdiven sahibi olup olmadıklarını
sormakta ve merdivenleri var ise delil getirmelerini istemekte!

Dikkat edileceği gibi, göklerin ve yerin yaratılmasıyla ilgili hususlar, bilim-


sellik bir yana, pek karmaşık bir şekilde anlatılmakta. Fakat bu karmaşıklığı artı-
ran bir husus daha var ki, o da bütün varlıkları ve yaratıkları kuşatan, göklerin
hepsinden de büyük olduğu anlaşılan arş’ın yaratılışıyla ilgilidir! Şu bakımdan ki,
arş’ın ve göklerin yaratılışı hikâyesi, birbirleriyle ilgisi bulunmayan surelerin, yine
birbirleriyle ilgisi bulunmayan ayetleriyle, hatta bu ayetlerin birbirleriyle ilgisi
bulunmayan tümceleriyle, fakat her ne olursa olsun, aklı durgunluğa sokacak
şekillerde anlatılmıştır. Örneğin, Kur’an’ın çeşitli surelerinde arş’ın sahibinin ve
ona hükmedenin Tanrı olduğu yazılıdır; bu surelerin sayısı yirmi dördü bulmak-
tadır. 11 Ancak, arş’ın, göklerin, yerin ve suyun yaratılışlarıyla ilgili ayetler, yo-
rumcuları birbirlerine katmaya yeter bir karışıklık içerisinde düzenlenmiş bu-
lunmakta. Örneğin, yedinci sure olan A’raf Suresi’nde, “Şüphesiz ki Rabbiniz,
gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden(dir)...” (A’raf Suresi,
ayet 54) diye yazılıdır. Burada geçen “istiva” sözcüğü, “yaslanma”, “dayanma”

10
Surenin başlığı olan “mearic” sözcüğüne, bazı yorumcular tarafından “dereceler”, “yerler-
makamlar” anlamının verildiği, oysa bunun doğru olmayıp, bu sözcüğü “merdivenler” karşılığı
olarak kullanmak gerektiği, çünkü bunun “mirac”ın çoğulu olduğu ve nitekim Zuhruf Sure-
si’nin 33. ayetinde de “mirac”ın “merdiven” anlamına geldiği hususunda bkz. Turan Dursun,
age, c.5, s. 165.
11
Bu sureler ve ayetler için bkz. Turan Dursun, age, c.3, s.30.

147
anlamında olmakla beraber, yorumcuların elinde “egemen olma” niteliğine bü-
rünmüş ve “Tanrı’nın arşa egemen olması” şeklini almıştır. 12 Pek güzel, ama
Tanrı, gökleri ve yeri yarattıktan sonra mı arşa egemen olmuş (ya da yaslanmış)
oluyor? Öte yandan burada, altı günde yaratıldığı belirtilen gökler ve yerküresi
dışında, başkaca bir şeyden söz edilmemekte. Buna karşılık 11. sure olan Hûd
Suresi’nde, “O (Tanrı) odur ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Onun arşı su
üzerindeydi. Hanginizin daha güzel iş yaptığını denesin diye (yarattı)...” (Hûd
Suresi, ayet 7) deniyor. Anlaşılan o ki, su, göklerden ve yerden önce yaratılmış
bulunmakta. Pekiyi, ama neden daha önceki 7. ayette sudan söz edilmemişken,
bu 11. ayette su ele alınmış oluyor?

Yine bunun gibi, A’raf Suresi’nin 54. ayetinde, “Şüphesiz ki Rabbiniz, gökle-
ri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden, geceyi, durmadan kendisini
kovalayan gündüze bürüyüp örten, güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş
durumda yaratan Allah’tır...” (A’raf Suresi, ayet 54) deniyor. Göklerin ve yerin 6
günde yaratıldığı ise, diğer birçok surede belirtilmişti (örneğin, Yunus Suresi,
ayet 3; Hûd Suresi, ayet 7; Hadid Suresi, ayet 4 vd…) Dikkat edileceği gibi, Tan-
rı, gökleri ve yeri 6 günde yarattığını bildirdikten sonra, gökleri, yeri ve her şeyi
kapsadığı anlaşılan arşa egemen olduğunu (ya da yaslandığını) belirtiyor, sonra
da güneşi, ayı ve yıldızları yarattığını ekliyor! Bu karışıklığı pekiştiren diğer bir
husus da arşın, ilk önceleri su üzerinde olmasıdır. Biraz önce değindiğimiz gibi,
“Odur ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Onun arşı su üzerindeydi...” (Hûd
Suresi, ayet 7) şeklindeki sözler bunu anlatmakta. Bu husus, daha önce A’raf
Suresi’nin 54. ayetiyle anlatılmıştı. Fakat ne orada, ne de burada bunu anlatır-
ken, insanlara evrenin oluşumu hakkında bilimsel bir bilgi vermek için konuş-
muyor Tanrı! Sadece kullarını sınamak ve Muhammed’e boyun eğdirtmek için
bunları yapmış görünmekte. Nitekim, Hûd Suresi’nin ilk ayetlerinde Tanrı, Mu-
hammed’e, “...Ben size, onun tarafından müjdelenmek ve uyarmak için gönde-
rilmiş bir peygamberim!..” (Hûd Suresi, ayet 1-4) şeklinde konuşmasını emret-
tikten sonra, sırf kullarını sınamak için arşı su üzerinde yarattığını belirtmek
üzere şöyle devam ediyor:

12
Bu konuda bkz. Turan Dursun, age, c.3, s.31.

148
“O (Tanrı), hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi im-
tihan etmek için arşı su üzerindeyken, gökleri ve yeri altı günde yara-
tandır. Yemin ederim ki (Resulüm!), ‘Ölümden sonra muhakkak dirile-
ceksiniz’ desen. Kâfir olanlar derhal, ‘Bu açık bir büyüden başka bir şey
değildir’ derler” (Hûd Suresi, ayet 7).

Anlaşılan o ki, Tanrı, kendi kullarını sınava çekmek amacıyla, arşı yaratmış-
tır, fakat yaratırken dahi şundan emindir ki, bu kullar, ölümden sonra dirilme
olacağına inanmayacaklar ve “...Bu açık bir büyüden başka bir şey değildir...”
diyeceklerdir. Pek güzel, ama arşı, gökleri, yerleri ve her şeyi dilediği gibi yarata-
bilen bir Tanrı, insanları sınava çekmek için bu kadar zahmetlere girişecek yer-
de, onları doğru yola soksa, kalplerine “iman” koysa ve ölümden sonra dirilme
olacağı inancını koysa daha iyi olmaz mıydı?

***

İnsanın yaratılışı da, Kur’an’da, kronolojik düzensizlik içerisinde ve müspet


ilme ters düşer şekilde anlatılmıştır. Her şeyden önce, insanın yaratılış hikâyesi-
nin anlatılması ve sonra onun nitelikleri ve yaşam sorunlarının ele alınması ge-
rekirken, Kur’an’da bunun tersi yapılmıştır; şöyle ki:

Kur’an’ı okumaya başladığımızda, ilk olarak karşımıza çıkan şey, “ina-


nan”lar ile “kâfir”ler ayrımıdır. Pek güzel, ama “inanan”lar ve “kâfir”ler “insan”
olarak nasıl ve ne şekilde yaratılmışlardır, belli değil! Zira Kur’an’ın baştan ikinci
sırasında yer alan Bakara Suresi’nde Tanrı, “insan” denilen yaratığı, nasıl, ne
şekilde ve ne gibi bir nesneden yaratmış olduğunu bildirmeden önce, “inanç”
sorununa el atmış olmaktadır. Daha doğrusu, “inananların” hidayete ve kurtulu-
şa erişeceklerini, “kâfirlerin” ise cehennemlik olacaklarını anlatmakla konuşma-
ya başlamıştır. Fakat anlatırken, “kâfir”rin, kalplerini ve kulaklarını mühürleyip,
gözlerine de bir çeşit perde çekenin, kendisi olduğunu bildirmekten geri kalma-
maktadır:

149
“Gerçek şu ki, kâfir olanları (azap ile) korkutsan da, korkutmasan da
onlar için birdir; iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını
mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar
için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır” (Bakara Suresi, ayet 6-
7)

Yani Tanrı, hem kişilerin kalplerini ve kulaklarını mühürleyip onların


“kâfir” olmalarına sebep oluyor, hem de onları “kâfirdirler” diye cehennemlik
sayıyor! Ve konuşmasını, bu aynı Bakara Suresi’nin ilk 30 ayeti boyunca, bu doğ-
rultuda olmak üzere sürdürür. Bu otuzuncu ayette, hiç yeri ve ilgisi olmadığı
halde, birdenbire, meleklere hitaben, “Ben yeryüzünde bir halife yapacağım (ha-
life tayin edeceğim)...” (Bakara Suresi, ayet 30) diye bildiride bulunur! Buradaki
“yapacağım” sözcüğünün “halk edeceğim” (yaratacağım) karşılığı olup olmadığı
tartışmalı. Fakat anlaşılan o ki, Tanrı, henüz insanı nasıl ve ne gibi bir malzeme-
den yaratmış olduğunu açıklamadan, yeryüzünde kendisini temsilen, kendi ira-
desi sınırları içerisinde hareket edecek olan bir halife yapacağını söylemekte. İn-
sanı nasıl ve ne gibi bir malzemeden yarattığını bu Bakara Suresi’nde değil, 13
sure sonraki Hicr Suresi’nde belli edecektir. Gerçekten de, Hicr Suresi’nde Tan-
rı’nın, meleklere, “Ben, balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yarataca-
ğım...” (Hicr Suresi, ayet 28-29) dediği görülmekte. Bundan anlaşılıyor ki, Tanrı,
insanı yaratmadan önce melekleri yaratmıştır. Ancak, onları ve insanı ne zaman,
hangi malzemeyle ve ne amaçla yarattığını burada bildirmez; bu bilgileri pek da-
ğınık ve hiçbir sıra esasına bağlı olmadan daha sonraki çeşitli surelerin çeşitli
ayetleriyle belirtecektir. Örneğin, melekleri kendisine kulluk etsinler diye yarattı-
ğını Nahl Suresi’nde (ayet 49), Enbiya Suresi’nde (ayet 19-20), Saffat Suresi’nde
(ayet 1-4, 164-166) ve diğer surelerde bildirecektir. Bildirdikten sonra, melekle-
rin kendisinden korkar olduklarını ekleyecek (Nahl Suresi, ayet 50) ve bu melek-
lerden “hayır meleklerini” şerefli kılmak için seçtiğini (Enbiya Suresi, ayet 26-
27), onları ikişer, üçer, dörder kanatlı “peygamberler” yaptığını (Fatır Suresi,
ayet 1), içlerinde arşı yüklenenler olduğunu (Mü’min Suresi, ayet 7) söyleyecek-
tir.

Şimdi, geliniz tekrar Tanrı’nın, Bakara Suresi’ndeki şu sözlerine dönelim:

150
“Ben yeryüzünde bir halife yapacağım...”

Bu sözleri söylemesiyle birlikte, melekler endişeye kapılırlar ve Tanrı’ya şöy-


le derler:

“...Bizler hamdinle seni tespih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fe-


sat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?..” (Baka-
ra Suresi, ayet 30).

Görülüyor ki, Kur’an’ı okurken şu kanıya varmaktayız ki, daha “insan” de-
nen varlık yaratılmadan, yani ortalıklarda “insan” diye bir varlık bulunmadan
önce melekler, insanın kötü, fesatçı ve kan dökücü bir yaratık olacağını bilmiş-
lerdir! Nereden bilmişlerdir, bilemiyoruz!; fakat anladığımız o ki, bu sözleriyle
melekler, hani sanki her şeyi Tanrı’dan daha iyi bildiklerini ortaya koymuş gibi-
dirler. Onların bu konuşmaları üzerine Tanrı, “Sizin bilemeyeceğinizi herhalde
ben bilirim” (Bakara Suresi, ayet 30) diye karşılık verir. Ancak, Kur’an’ın daha
sonraki surelerinde anlatılanlardan öğrenmekteyiz ki, Tanrı’nın yarattığı insan,
meleklerin dediği gibi, yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökülmesine sebep olacaktır
ve Tanrı kendisi de bundan yakınacaktır. Daha başka bir deyimle melekler Tan-
rı’ya, “...yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek, insanı mı halife kılıyor-
sun?..” (Bakara Suresi, ayet 30) derlerken, ileride olabilecek şeyleri Tanrı’dan
daha isabetli bir şekilde görmüşlerdir; çünkü “insan” gerçekten fesat çıkaran ve
kan döken bir yaratık olmuştur!

Öte yandan, Tanrı’nın, yukarıdaki şekilde, “...Sizin bilemeyeceğinizi herhal-


de ben bilirim” (Bakara Suresi, ayet 30) dediğini belirten ayetten hemen sonra şu
geliyor:

“Allah Âdem’e, her şeyin isimlerini öğretti, sonra onları meleklere gös-
terip, ‘Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini bana söyleyin’
dedi” (Bakara Suresi, ayet 31).

Görüldüğü gibi Âdem burada yaratılmış durumda! Evet, ama nasıl, ne za-
man ve ne şekilde yaratılmış belli değil! Bu hususlar çok daha sonraki surelerde
ele alınacak. Örneğin, Hicr Suresi’nde -ki 15. sırada olan bir suredir ve Bakara

151
Suresi’nden 12 sure sonra gelir- Tanrı “balçıktan, işlenebilen “kara topraktan”
bir insan yaratacağını bildirmekte (Hicr Suresi, ayet 28-29). Bakara Suresi’nden
30 sure sonraki Secde Suresi’nde -ki Kur’an’ın 32. süresidir-, Tanrı’nın Âdem’i
çamurdan yaratmaya başladığı yazılıdır:

“...(Tanrı) insanı (yani Âdem’i) yaratmaya çamurdan başladı. Sonra


onun soyundan gelenleri aşağılık bir özsudan yarattı. Sonra ona (yani
Âdem’e) biçim (adam biçimi) verdi. Ve ruhundan üfürdü. Ve size, ku-
lak, gözler ve yürekler verdi...” (Secde Suresi, ayet 6-9).

Dikkat edileceği gibi, Tanrı Âdem’i çamurdan yaratmaya başlıyor, fakat nasıl
yarattığını bildirmiyor; yani bu işi eliyle mi, yoksa üfürmesiyle mi yaptığını belli
etmiyor. Bunu anlamak için, altı surelik bir atlama daha yapmamız gerekmekte.
Nitekim Secde Suresi’nden altı sure sonra, yani Kur’an’ın 38. suresi olan Sad
Suresi’nde, Tanrı’nın Âdem’i çamurdan yarattığı ve yaratırken de iki elini kul-
landığı anlaşılmakta:

“Rabbin meleklere demişti ki, ‘Ben muhakkak çamurdan bir insan yarata-
cağım’... Allah! ‘Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden
nedir?’...”(Sad Suresi, ayet 71, 75). 13

Bu ayetten anlıyoruz ki, Tanrı’nın iki eli vardır ve Âdem’i, bu iki eliyle ça-
murdan yaratmıştır. Ancak, Secde Suresi 38. sure olarak nazil olmuş (indirilmiş)
sayılıyor; buna karşılık Sad Suresi 75. sure olarak, yani Secde Suresi’nden sonra-
ki bir tarih itibariyle inmiş görünüyor. Yani Tanrı’nın Âdem’i yaratırken, iki elini
kullanmış olduğu hususu, onu yaratmaya başladığını bildiren Secde Suresi’nden
daha sonra indiği kabul edilen Sad Suresi’nde bildiriliyor. Öte yandan, bu iki su-
renin indiği tarihler arasında 43 sure inmiş bulunmakta. Daha başka bir deyimle,
Tanrı, Âdem’i yaratmaya başladığını anlatırken, sözlerini tamamlamadan başka
konulara geçiyor ve 43 sure indirdikten sonra, bu işi iki eliyle yaptığını bildiriyor!

Görüldüğü gibi, hiçbir şey, belli bir sıra ve düzenle anlatılmış değil. Bu ko-
nudaki anlaşılmazlık ve düzensizlik, diğer surelerde de, birbirini tutmaz şekilde

13
Sad Suresi’nde şöyle yazılıdır: “Ey iblis!.. O benim iki elimle (bizzat) yarattığıma secde etmene
ne mani oldu sana?..” (Sad Suresi, ayet 75). Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kur’an çevirisinden.

152
sürmekte. Bunlara göz attığımızda fark ediyoruz ki, Tanrı insanı sadece çamur-
dan değil, çeşitli malzeme kullanarak yaratmıştır. Örneğin, Rûm Suresi’nde
“...(Tanrı) sizi topraktan yaratmıştır” (Rûm Suresi, ayet 20) diyor. Bir başka su-
re olan En’am Suresi’nde, “...(Tanrı) sizi çamurdan yarattı...” (En’am Suresi,
ayet 2) diye bildiriyor. Mü’minûn Suresi’nde, “Andolsun ki, insanı süzme çamur-
dan yarattık” (Mü’minûn Suresi, ayet 12) diyor. Saffat Suresi’nde, “...Biz (insa-
nı) yapışkan (ya da cıvık) çamurdan yarattık” (Saffat Suresi, ayet 11-12) diyor.
Rahman Suresi’nde, insanı “pişmiş çamur gibi kuru balçıktan” (Rahman Suresi,
ayet 14) yarattığını söylüyor. Yasin Suresi’nde, insanı bir “nutfe”den -ki “meni”
anlamındadır- yarattığını bildiriyor ve bu söylediğini Kur’an’ın 12 suresinde tek-
rarlıyor, 14 Kıyamet Suresi’nde, döl yatağına akıtılan meninin içinden bir nutfenin
(spermin) aşılanmış yumurta olduğunu ve bunu insan biçiminde yaratıp şekil-
lendirdiğini bildiriyor (Kıyamet Suresi, ayet 37). Hac Suresi’nde, insanı toprak-
tan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra da “hilkati belli belirsiz bir
çiğnem etten” yarattığını belirtiyor (Hac Suresi, ayet 5). Mü’minûn Suresi’nde,
insanı “süzme çamur”dan yaratıp, sonra onu nutfe (meni) yaparak sağlam bir
yere yerleştirdiğini, sonra nutfeyi “kan pıhtısı” yaptığını, kan pıhtısını da “bir
çiğnem et” kıldığını (Mü’minûn Suresi, ayet 12-16) bildiriyor.

Daha başka bir deyimle, insanın yaratılışında kullanılan malzeme, Kur’an’ın


çeşitli surelerinin çeşitli ayetlerinde, farklı şekillerde belirtilmekte. Bazı ayetler-
de “çamur”dan söz edilmekte; başka bir yerde kullanılan çamurun “süzme ça-
mur” olduğu bildirilmekte; başka bir surede “yapışkan, cıvık, çamur” deyimi yer
almakta. Bazı ayetlerde “pişmiş çamur” ya da “kum çamur” söz konusu oluyor.
Bazı ayetlerde “toprak” deniyor. Bazı ayetlerde insanın bir çiğnem et haline geti-
rildiği, getirilirken de, çamurdan yaratıp “nutfe” (meni) şekline dönüştürüldüğü
ve “nutfe”nin de “kan pıhtısı” kılındığı belirtiliyor. Bazı ayetlerde döl yatağına
akıtılan meninin içinden bir nutfenin aşılanmış yumurta olduğunu ve bundan

14
Bunlar şöyle: Nahl Suresi, ayet 4; Kehf Suresi, ayet37; Hac Suresi, ayet 5; Mü’minûn Suresi,
ayet 13-14; Fatır Suresi, ayet 11; Yasin Suresi, ayet 77; Mü’min Suresi, ayet 67; Necm Suresi,
ayet 46; Kıyamet Suresi, ayet 37; insan Suresi, ayet 2; Abese Suresi, ayet 19; bu konuda ayrıca
bkz. Turan Dursun, age, c.6. s. 119.

153
insan biçiminde yaratık şekillendirdiğini söylüyor! İlginç olan bir konu daha var
ki, o da şu: Kur’an’ın Târik Suresi’nde şöyle yazılıdır:

“İnsan neden yaratıldığına bir baksın! Atılan bir sudan yaratıldı. (O


su) sırt ile göğüs kafesi arasından çıkar. İşte Allah (başlangıçta bu şe-
kilde yarattığı) insanı tekrar yaratmaya da kadirdir” (Târik Suresi,
ayet 5-8).

Bazı çevirilerde ayet şöyle okunuyor:

“(İnsan) atılarak dökülen bir sudan yaratılmıştır. O su, (erkeğin) sırt


omurgası (sulb) ile (kadının) göğüs kemikleri arasından çıkar” (Târik
Suresi, ayet 5-8).

Dikkat edileceği gibi bu ayette, Tanrı’nın insanı çamurdan filan değil, sudan
yarattığı yazılıdır ve bu su, erkeğin sırt omurgasından (sulbundan) ve kadının
göğüs kemikleri arasından çıkan bir sudur. Evet, ama Âdem’i yarattığı zaman
ortada kadın (yani, onun eşi Havva) yoktu ki!

Görülüyor ki, Muhammed’in Tanrısı, Kur’an’da izlediği sıra esasına göre,


Âdem’in ve dolayısıyla insanın yaratılışını, kronolojik sıra şöyle dursun, birbirini
tutmaz ifadelerle, bilimselliğe meydan okur bir mantıkla anlatmaya çalışmış gibi-
dir. Hani sanki insanı nasıl ve neden yarattığını kendisi de bilmiyor gibidir! Hele
Kıyamet Suresi’ne yerleştirdiği bir ayet var ki, gerçekten şaşırtıcı nitelikte:

“İnsan... (döl yatağına) akıtılan meninin içinden bir nutfe (sperm) de-
ğil miydi? Sonra bu, alaka (aşılanmış yumurta) olmuş, derken Allah
onu (insan biçiminde) yaratıp şekillendirmiştir. Ondan da iki eşi, yani
erkek ve dişiyi var etmiştir” (Kıyamet Suresi, ayet 36-39).

Dikkat edileceği gibi, burada “döl yatağına akıtılan meni”den söz edilmek-
te. 15 Ve bu meninin içinden bir nutfeyi Tanrı insan biçiminde yaratıyor. Pek gü-
zel, ama “meni” (“meniyy”) denen şey, erkeğin “erkeklik tohumu”, yani “dölsu-
yu”, “dölyatağı” denen şey de, kadının rahmi değil mi? Şu durumda, “döl su-
yu”ndan ve “döl yatağı”ndan söz edebilmesi için, erkeğin ve kadının zaten yara-
tılmış olması gerekmez mi? Oysa yukarıdaki ayette, daha ortada insan denen ya-
15
Çeviri şu şekilde de olabilir: “...Değil miydi bir nutfe dökülen meniden...”

154
ratık olmadığı halde, döl yatağından ve döl suyundan söz edilmekte, sonra da
Tanrı’nın insanı yaratıp onu şekillendirdiği belirtilmekte! Kur’an’daki sıra esası-
na göre anlatılanlar, bilimselliğe ters düşmüyor mu? Bu soruya karşı, “Kur’an’da
takdim-tehir vardır” denecek olursa, bu itirazın geçersizliğini ilerideki sayfalarda
ele alacağız.

***

Öte yandan Muhammed’in yaşamı ile ilgili olaylar da, Kur’an’da gelişigüzel
ve karmakarışık olarak sıralanmıştır. Nice örnekten biri, Hicret’in 9. yılında ce-
reyan eden Tebûk Seferi ile ilgili olarak şöyle:

Tebûk Seferi vesilesiyle indiği söylenen ayetler sıralanırken ve örneğin ce-


hennemi inkâr etti diye Cidd bin Kays adındaki kişi yerilirken (bkz. Tevbe Suresi,
ayet 49), birdenbire başka bir dönemle ilgili konuya geçilmiş ve Hicret’in 8. yılın-
da olmuş bir olaya, daha doğrusu Hevazinlerden alınan ganimetin paylaşılması
hikâye edilmiştir (bkz. Tevbe Suresi, ayet 60). Bunun ardından, Muhammed
aleyhinde söylenilenleri yermek üzere Tanrı’nın gazaba geldiği belirtilmiş (Tevbe
Suresi, ayet 61), diğer bazı konulara atlandıktan sonra 20 ayet arayla tekrar
Tebûk Seferi’yle ilgili konuya dönülmüştür (Tevbe Suresi, ayet 81). Daha nice
benzeri örnekler vermek mümkündür ki, ilerideki sayfalarda bunlardan bazıları-
na değineceğiz.

155
B) Zaman ve Anlam Bakımından Farklı Dönemlere Ait Olması Ge-
reken Hükümlerin Düzenlenmesindeki Tutarsızlıklar ve Uyum-
suzluklar

Daha önce de değindiğimiz gibi, Kur’an’ı oluşturan surelerin ve ayetlerin


sayısının ne olduğu kesin olarak bilinmez; genellikle sure sayısının 114, 16 ayet
sayısının ise 6666 olduğu söylenir. 17 Güya, bu ayetler 23 yılda, parça parça olmak
üzere ve bir kısmı Mekke döneminde, bir kısmı da Medine döneminde inmiştir.
Mekke döneminde inen ayetlere “mekki”, Medine döneminde inen ayetlere de
“medeni” adı verilmiştir. Ancak, biraz yukarıda değindiğimiz gibi, sureler ve bu
sureleri oluşturan ayetler, bilimselliğe ters düşer olacak şekilde ve tam bir dü-
zensizlik, karışıklık içerisinde sıralanmıştır. Esasen, bunların iniş sırası ve zama-
nı konusunda tartışma vardır. Öte yandan, sureler ve ayetler “nüzul” (iniş) sıra-
sına göre, Kur’an’a alınmamışlardır; bunların “nüzul” sırasıyla Kur’an’daki sıra-
ları birbirinden çok farklıdır. Örneğin, önce belirttiğimiz ve ilerideki sayfalarda
tekrar belirteceğimiz gibi, Kur’an’ın başında birinci sure olarak yer alan “Fatiha
Suresi”nin, Tanrı’dan beşinci sure olmak üzere indiği kabul edilir. “Fatiha Sure-
si”nden sonra, Kur’an’ın ikinci sırasında yer alan “Bakara Suresi”nin, Tanrı’dan
87. sure olmak üzere indiği söylenir. Ayetler için de durum bu! Bütün bunlar,
Kur’an’ın açıklıktan yoksun ve çoğu kez anlaşılamaz oluşunda rol oynamaktadır.
Nice örneklerden bir ikisini inceleyelim:

Yine daha önce değindiğimiz gibi, Kur’an’ın 5. sırasında yer alan Maide Su-
resi’nin 3. ayetinde, zaman ve anlam bakımından farklı dönemlere ait olması ge-
reken deyimler, yan yana ve iç içe yer almış gibidir. Ayet aynen şöyledir:

“Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş,


(taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş,
boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar) ile canavarların yediği hayvanlar... di-
kili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kıs-
met aramanız size haram kılındı; bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün

16
Bununla beraber “Enfal” ve “Tevbe” surelerini bir tek sure sayarak surelerin adedinin 113
olduğunu söyleyenler yanında, İbn Mes’ud’un Mushafında sure sayısının 112 olduğunu bildi-
renler de vardır.
17
Ayet sayısının esas itibariyle altı bin olduğu ve bundan fazlasının tartışmalı bulunduğu husu-
sunda bkz. Turan Dursun, age, c.7, s.288 vd.

156
kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık
onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim,
üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğen-
dim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde da-
ra düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve
esirgeyicidir” (Maide Suresi, ayet 3).

Görüldüğü gibi ayet, birtakım yiyecekleri ve işleri yasaklayan emirlerle başlı-


yor ve açlık ya da dara düşme hallerinde, bu yasaklara uyulmayabileceği hususu-
nu belirten hükümle sona eriyor. Yani ayetin başında ve sonunda iki fikir yer al-
makta: birisi yiyeceklerle ilgili bazı hususlarda yasaklamayı öngören fikir; diğeri
ise, yasaklamanın istisnalarını belirten fikir. Fakat bu iki fikir arasına, hiç ilgisi
ve yeri olmadığı halde, “...Bugün size dininizi ikmal ettim; üzerinize nimetimi
tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim...” şeklindeki satırlar sıkış-
tırılmış. Bu satırların, ayetin ana teması ile ilgili hiçbir yönü yok; çünkü bu satır-
lar, Tanrı’nın Müslümanlar için gönderdiği buyrukları tamamladığı ve artık baş-
kaca bir diyeceği kalmadığı kanısını yaratmakta. Nitekim Muhammed’in söyle-
mesine göre, Tanrı burada, kendi kullarına İslam dinini seçmiş olduğunu, seçmiş
olduğu bu dini tamamlamış bulunduğunu, bu din gereğince bütün nimetlerini
vermiş olduğunu ve artık Müslümanların başkaca “tebligat” beklemeyip, tamam-
lanmış olan din buyrukları gereğince hareket etmelerini bildirmiştir. Ve nitekim
bu ayetin inişinden sonra, Muhammed’in seksen gün kadar yaşadığı ve bu süre
boyunca şeriat “ahkâmında” (hükümlerinde) ne bir “ziyade” (fazlalık) ne de bir
“nesh” (hükümsüz kılınmış ayet) bulunmadığı bildirilmekte. 18 Hani sanki Tanrı,
İslam dini ile ilgili olarak bütün söyleyeceklerini söylemiştir ve başkaca söyleye-
cek bir şeyi kalmamıştır! Daha başka bir deyimle, bu sözler, Tanrı’nın son sözleri
olarak Kur’an’ın en sonunda, en son ayet olarak konması gerekirken, en başla-
rında, yiyecekler konusundaki yasak ve haramları öngören bir ayetin sözleri ara-
sına sıkıştırılmış bulunmakta. Fakat asıl şaşılacak husus şudur ki, bu satırlar,
başlı başına bir ayet olarak değil, bazı yasaklar getiren buyruklar arasına atılmış
olarak Kur’an’da yer almıştır.

18
Elmalılı H. Yazır, age, c.2, s.1568-1569.

157
Bir diğer örnek de şudur: Muhammed’in söylemesine göre Tanrı, namaz
kılmak ve abdest almak gibi ibadet usullerini, İslam’ın en önemli amerlerinden
olmak üzere yerleştirmiştir. Abdestsiz namaz olamayacağına göre, namazla ilgili
emrin, namaza kalkıldığında ne yapılması gerektiğine dair hükümlerle (örneğin,
abdest alma usulüyle) birlikte bildirilmesi beklenirdi. Oysa Kur’an’da yer alan
hükümlere göre, namaz kılma emri Mekke döneminde, abdest alma emri ise yıl-
larca sonra, Medine döneminde verilmiş görünmektedir. Gerçekten de, Mu-
hammed’in söylemesine göre Tanrı, her ne kadar Mekke döneminde namazın
farz olduğunu bildirmekle beraber, abdest alınması hususunda herhangi bir buy-
rukta bulunmamıştır. Hatta Hicret’in 1. yılında cuma namazından söz ederken
ve örneğin, “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu)
zaman, hemen Allah’ı anmaya koşun...” (Cum’a Suresi, ayet 9) derken dahi, ab-
destten söz etmemiştir. Abdest konusunu, çok daha sonra, Hicret’in 5. ve 7. yıl-
ları arasında indirdiği Maide Suresi’nin 6. ayetiyle belirtmiş, örneğin, “Ey iman
edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman, yüzlerinizi, dirseklerinize kadar elle-
rinizi, başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın...” (Maide Su-
resi, ayet 6) demiştir. Ancak Maide Suresi, Kur’an’ın 5. suresinde yer alan bir
ayettir. Cum’a Suresi ise, Kur’an’da 62. sırada yer almıştır. Yani, iki sure, birbir-
lerinden 56 sure ile ayrılmıştır. Yine bunun gibi, Maide Suresi, Hicret’in 5. ve 7.
yılları arasında, 112. sure olarak indiği söylendiği halde, kendisinden önce indiği
kabul edilen Cum’a Suresi’nden önceki bir sırada yer almıştır. Şu hale göre, Ma-
ide Suresi’nin bu ayetinin indiği tarihe gelinceye kadar (yani Hicret’in 5. ve 7.
yıllarına kadar) kılınan namazların, abdestsiz kılındığını kabul gibi bir durum
ortaya çıkmaktadır ki, karışıklık yaratmaktadır. 19 Abdestsiz namaz söz konusu
olamayacağına göre, bütün bu karışıklığın, Kur’an’daki tertipsizlikten doğduğunu
kabul etmek gerekiyor. Bundan dolayıdır ki, yorumcular, içinden çıkılmaz güç-
lükler içerisinde kalmışlardır. Karışıklığı gidermek amacıyla, abdest ayetinin Me-
dine’de indiğini, fakat hükmünün daha önce, Mekke döneminde geldiğini belirt-
mişlerdir. Kimse de kendilerine, “Neden Tanrı ayetin kendisini göndersin de,
hükmünü sonraya bıraksın? Neden Kur’an ayetlerini belli bir sıra esasına göre

19
Bu konuda bkz. Turan Dursun, age, c. 1, s.20 ve c.3, s. 128.

158
değil de, tutarsız ve uyumsuz bir şekilde göndersin? Her şeyi akla en yatkın şekil-
de yaptığını söylediğiniz bir Tanrı, neden aklı şaşırtıcı böyle bir iş yapsın?” diye
sormamıştır.

***

Şeriatçılar, Kur’an’daki surelerin sıralanışındaki tertipsizliği göz ardı etmek


ve gerçeği saklamak amacıyla, surelerin ayet sayısına göre ayarlandığını ve uzun
surelerin başa alınıp, kısa surelerin sona bırakıldığını öne sürerler; oysa yalandır.
Çünkü bir kere surelerin sıralanmasında ayetlerin sayısı esas tutulmamıştır. İlk
sure olan Fatiha Suresi 7 ayetten ibarettir. Onu izleyen Bakara Suresi’nde ise
286 ayet vardır. Daha sonra 200 ayetle Al-i İmran, 176 ayetle Nisa, 120 ayetle
Maide, 165 ayetle En’am, 206 ayetle A’raf, 75 ayetle Enfal, 129 ayetle Tevbe vd...
gelir. Eğer uzunluk ve kısalık öğesine riayet edilmiş olsaydı, en fazla ayet sayısıyla
ilk sırada yer alan Bakara Suresi’ni -ki 286 ayettir-, 227 ayetle Şuara Suresi, son-
ra 206 ayetle A’raf-Suresi, sonra 200 ayetle Al-i İmran Suresi, sonra da 165 ayet-
le En’am Suresi vd... izlemesi gerekirdi.

Yine bunun gibi, eğer uzun surelerden kısa surelere geçilerek hareket edil-
seydi, en kısa sure olan Nasr Suresi’nin (3 ayetten ibarettir) Kur’an’ın en sonuna
konması gerekirdi. Oysa ki, bu sure Kur’an’ın sondan beşinci sırasına konmuş-
tur; yani “mushaf” tertibine göre 110. sıradadır. Kur’an’ın en son suresi, 114.
sırada yer alan Nas Suresi’dir ki, 6 ayeti kapsar. Öte yandan Nasr Suresi, en son
inen sure olarak kabul edildiği halde, Kur’an’da en sondan beşinci sırayı işgal
eder. Buna karşılık, Nas Suresi, 21. sure olarak indiği kabul edildiği halde,
Kur’an’da 114. sure olarak en son sırada yer alır.

Daha başka bir deyimle, Kur’an’da yer alan sureler, “vahyin” iniş sırasına,
zamanına ya da uzunluk ve kısalık esasına göre değil, tamamen keyfi olarak ve
genellikle tersyüz edilerek dizilmiştir. Örneğin, Kur’an’ın en başında, “birinci
sure” olarak yer alan sure, “Fatiha” Suresi’dir ki, yedi ayetten oluşur.

159
Mekke döneminde indiğini söyleyenlerin yanında, Medine döneminde indi-
ğini ileri sürenler ve hatta hem Mekke hem de Medine’de indiğini söyleyenler
vardır. “Açış yapan” ya da “açan” anlamında olmak üzere “Fatiha” denilmiş ve
Kur’an’ın en başına alınmıştır. Dinin temel esaslarını kapsadığı, ana hatlarıyla
İslam’ı anlattığı ya da birçok esası taşıdığı için “el-Esas”, “el-Vasfiye”, “el-Kafiye”
vs... diye de adlandırıldığı söylenir. 20 Ancak, bu surede yer alan ayetler, Tanrı’dan
ilkönce inmiş ayetler değildir. Her ne kadar Fatiha Suresi, birinci sure olarak
Kur’an’ın en başına konmuş olmakla beraber, iniş (nüzul) sırası itibariyle beşinci
suredir. Yani kendisinden önce indiği kabul edilen beş sureden öne alınmak su-
retiyle Kur’an’ın başına konmuştur. Biraz yukarıda değindiğimiz gibi, Müddessir
Suresi’nden sonra indiği halde, Kur’an’daki sıra itibariyle ondan önceki yeri işgal
eder; çünkü Müddessir Suresi Kur’an’da 74. sırada yer alan bir suredir. Buna
karşılık “Nas” adını taşıyan 114. sure, yine biraz önce değindiğimiz gibi, en son
inen sure olmadığı halde, Kur’an’ın en son suresi olarak kitabın en sonuna atıl-
mıştır.

Öte yandan bir de şu var ki, hangi surenin hangi ayetinin ilk olarak ya da
önce gönderildiği pek bilinmez. Örneğin, Alak Suresi’nde şöyle bir ayet var:

“Ey Muhammed!.. Rabbinin adıyla oku...” (Alak Suresi, ayet 1).

Yani, güya Tanrı Muhammed’e ayetlerini göndermeye başladığını bildirerek


“Oku!” diye hitap etmekte! Şu durumda böyle bir ayetin Kur’an’ın başlangıç ya
da açış kısmında olması gerekir diye düşünmek doğaldır. Oysa bu ayet, Kur’an’ın
başında değil, en sonlarında, Alak Suresi’nde yer almıştır. Her ne kadar, 19 ayet-
ten oluşan Alak Suresi’nin ilk inen (nazil olan) sure olduğu söylenirse de, bu su-
re Kur’an’ın 96. sırasında bulunmaktadır. Bazı yorumculara göre, bu surenin
sadece ilk 5 ayeti ilk olarak inmiştir. Bazılarına göre Müddessir Suresi, ilk olarak
gönderilmiş suredir; çünkü bu surenin ilk ayetlerinde, “Ey örtüye bürünen Mu-
hammed! Kalk da uyar, Rabbini yücelt...” (Müddessir Suresi, ayet 1-2) diye bildi-
rilmiştir ki, yorumculara göre, bu da Tanrı’nın Muhammed’i uyarma işiyle görev-
lendirdiği anlamına gelmekte. Şu hale göre, Müddessir Suresi’nin, “Ey örtüye

20
Diyanet Vakfı tarafından yayımlanan Kur’an’ın “Fatiha Suresi” yorumuna bkz.

160
bürünen Muhammed! Kalk da uyar, Rabbini yücelt...” şeklindeki bu ayetinin,
Alak Suresi’nin, “Ey Muhammed!.. Rabbinin adıyla oku...” şeklindeki ayetiyle bir
arada bulunması uygun olurdu. Oysa Müddessir Suresi, Kur’an’da 74. sure ola-
rak yer almıştır; iniş (nüzul) sırası olarak dördüncü sırayı işgal etmektedir.

Bazı yorumculara göre ise ilk inen sure Kalem Suresi’dir; bu sure Kur’an’da
68. sırada yer almış bulunmakta.

Yine bunun gibi, Tanrı’dan geldiği söylenen ayetlerin en sonuncusunun ne


olduğu bilinmez. Daha önce de değindiğimiz gibi, en son gelen ayetin Bakara Su-
resi’nde “faiz” (riba) ile ilgili 275. ve 276., 278. ve 279. ayetler olduğunu söyle-
yenler yanında, Al-i İmran Suresi’nin 30., Nisa Suresi’nin 161., Rûm Suresi’nin
39. ayetleri olduğunu öne sürenler vardır. Bununla beraber Maide Suresi’nde,
“...Bugün size, dininizi bütünledim; üzerinize olan nimeti tamamladım, din ola-
rak sizin için İslamiyet’i beğendim...” (Maide Suresi, ayet 3) şeklinde bir ayet var
ki, Tanrı’nın İslam diniyle ilgili ne varsa her şeyi söylediği, her buyruğunu gön-
derdiği ve artık başkaca söyleyecek bir şeyi kalmadığı kanısını yaratmakta. Daha
önce dediğimiz gibi, İslam kaynaklarının bildirmesine göre Muhammed, bu aye-
tin inişinden sonra 80 ya da 81 gün yaşamış ve bu sure boyunca Tanrı’dan baş-
kaca vahiy gelmemiştir. Şu durumda, Maide Suresi’nin bu üçüncü ayetinin,
Tanrı’dan gelen en son ayet olarak Kur’an’ın en sonunda yer alması beklenirdi.
Oysa bu ayet, biraz yukarıda değindiğimiz gibi, Kur’an’ın en sonunda değil, aksi-
ne, başlarında, Maide Suresi’nin üçüncü ayeti olarak yer almıştır. Maide Suresi
120 ayetten oluşup, Kur’an’ın baştan beşinci sırasında bulunmaktadır; fakat 112.
sure olarak Tanrı’dan indiği kabul edilir.

Görülüyor ki, ilk indiği kabul edilen sureler ve ayetler, her ne hikmetse,
Kur’an’ın başına değil, sonlarına konmuş, buna karşılık Tanrı’dan en son geldiği
söylenen sureler ve ayetler de Kur’an’ın ilk başlarına oturtulmuştur. Daha başka
bir deyimle, Mekke dönemi boyunca (yani, Muhammed’in, kendisini “peygam-
ber” olarak ilan ettiği ve Medine’ye göç edeceği zamana kadar yaşadığı süre bo-
yunca) indiği kabul edilen sureler, Kur’an’ın baş kısmında bulunması gerekirken
böyle yapılmamış, genellikle Medine döneminde (yani, Muhammed’in Medine’ye

161
hicret ettiği tarihten sonra) indiği söylenen surelerin önüne geçirilmiştir. Örne-
ğin, Kur’an’ın ikinci sırasında yer alan sureden, dokuzuncu sırasındaki sureye
kadar olan ilk yedi sure -ki en fazla sayıda ayeti kapsayan surelerdir-, Muham-
med’in Medine’ye hicret ettiği tarihten sonra inmiş olmalarına rağmen,
Kur’an’ın ilk başlarında yer almıştır. Buna karşılık, Mekke döneminde indiği söy-
lenen sureler -ki ilk inen surelerdir-, Kur’an’ın en sonlarında yer almıştır: örne-
ğin, 101. sure olan Karia Suresi’nden 112. sure olan İhlas Suresi’ne kadar olan
11 sure, hepsi de ilk Mekke dönemine ait olmalarına rağmen, Kur’an’ın en so-
nuna yerleştirilmişlerdir. Bu sureleri Medine döneminde inen iki sure izler.

Öte yandan, farklı tarihlerde indiği kabul edilen ayetler, çoğu zaman yan
yana sıralanmışlardır ya da Hicret’ten sonra inen ayetler, Hicret’ten önce inen-
lerle iç içe konmuştur. Örneğin, sekizinci sure olan Enfal Suresi, Hicret’in ikinci
yılında “nazil” olduğu söylenen ayetleri içerir; ancak, bu surenin ayetleri arasın-
da, Hicret’ten önce inmiş olanlar da vardır. Hatta bir ayetin bazı tümceleri Mek-
ke döneminde, bazı tümceleri de Medine döneminde inmiş olarak iç içe geçmiş
durumdadır. Tipik örneklerden biri şöyle: Enfal Suresi’nin 17. ayetinin metnin-
de, “...Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmamıştın,
Allah atmıştı. Allah bunu inananlara... lütufta bulunmak için yapmıştı...” (Enfal
Suresi, ayet 17) diye yazılıdır. Bu ayetin ilk tümcesi, yani “Onları siz öldürmedi-
niz, Allah öldürdü” sözleri Bedir Savaşı ile ilgilidir ve Hicretten sonraki döneme,
daha doğrusu Medine dönemine aittir. Güya, Tanrı, Bedir Savaşı’nı Müslümanla-
rın lehine sonuçlandırdığını ve müşrikleri de öldürdüğünü söylemektedir. Fakat
ayetin diğer tümcesi, yani “Attığın zaman da sen atmamıştın, Allah atmıştı” söz-
leri Hicret’ten önceki döneme, Mekke dönemine aittir ve Muhammed’e karşı ba-
zı kişilerin tertipledikleri suikast ile ilgilidir. Daha başka bir deyimle, belli bir aye-
tin bir kısım sözleri Mekke’de, diğer kısmı ise Medine’de inmiş görünmektedir.
Hicret’in ikinci yılında indiği söylenen Enfal Suresi’ni, Hicret’in dokuzuncu yı-
lında indiği söylenen Tevbe Suresi izler. Oysa Hicret’in ikinci yılı ile dokuzuncu
yılı arasında indiği söylenen birçok ayet, birçok sure vardır ki, Kur’an’ın başka
yerlerine serpiştirilmişlerdir.

162
Yine bunun gibi, otuz beş ayetten oluşan Ahkaf Suresi’nin, tüm olarak Mek-
ke’de indiğini söyleyenlerin yanında, bu surenin otuz dört ayetinin Mekke’de ve
sadece bir tek ayetinin -ki o da 10. ayettir- Medine’de indiğini söyleyenler vardır.
İsra Suresi adını taşıyan on yedinci surenin içinde, on yıl ara ile indiği kabul edi-
len ayetler yan yana yer almışlardır. Örneğin, “De ki! Hak geldi, batıl ortadan
kalktı; zaten batıl ortadan kalkmaya mahkûmdur” (İsra Suresi, ayet 81) şeklin-
deki 81. ayet, Mekke’nin fethinden sonra konmuştur. Oysa ki, bu ayetten önceki
73., 75. ve 80. ayetlerle anlatılanlar, Muhammed’in Medine’ye yeni hicret ettiği
tarihlere, yani sekiz dokuz yıl önceki zamanlara rastlar. Yine bunun gibi, Mu-
hammed’in, ilk Mekke döneminde, Kureyşlilere ödün (taviz) vermekten vazgeçti-
ği sıralarda yerleştirdiği Kâfirûn Suresi ile bu tarihten on beş yıl sonra Medine’de
indiğini söylediği Nasr Suresi, Kur’an’da 109. ve 110. sureler olarak peşi peşine-
dirler. Yani, on beş yıl arayla indiğini söylediği iki sure, Kur’an’da yan yana yer
almıştır. Oysa ki, bu on beş yıllık süre boyunca, başkaca sureler ve ayetler yerleş-
tirmiş Kur’an’a!

Kur’an’ın on üçüncü sırasında bulunan Rad Suresi, bazı yorumculara göre


Mekke’de inmiştir; fakat içinde Medine dönemine ait ayetler vardır. Buna karşı-
lık, bazıları da aksi görüştedirler: bu surenin Medine dönemine ait olup, içinde
sadece iki adet mekki ayet bulunduğunu söylerler. Hemen ekleyelim ki, bu sure-
deki ayetlerin büyük çoğunluğu, genellikle yumuşak nitelikte olup, Muham-
med’in henüz şiddet yoluna başvurmadığı döneme ait sayılması gerekir; bu ne-
denle bunları “mekki” olarak kabul etmek daha doğru olur.

Tevbe Suresi, genellikle Hicret’in dokuzuncu yılında indiği kabul edilen bir
suredir. Ancak, bu surenin içinde, Muhammed’in Hicret’ten önceki dört yıl bo-
yunca -ki Mekke döneminin sonlarına rastlar- yerleştirdiği ayetler de vardır. Bazı-
larına göre bu surenin sadece son üç ayeti “medeni”, geri kalanları “mekki”dir,
bazılarına göre sadece Yahudilerle ilgili kırk ayet “medeni”dir. Fakat her ne olur-
sa olsun, Mekke dönemine ait ayetlerle Medine dönemine ait ayetler, adeta har-
man edilmiş gibidir.

163
Yine bunun gibi, Nasr Suresi’nin ilk üç ayetinin -ki zafer günü insanların
akın akın İslam’a gireceklerini bildirir bu ayetler- Mekke’nin fethinden önce mi,
yoksa sonra mı ya da Veda Haccı sırasında mı indiği bilinmez; tartışmalıdır.

Kur’an’ın son kısımlarında yer alan bazı sureler, örneğin, Tekâsür (ki 102.
suredir), Kâria (ki 101. suredir), Adiyât (ki 100. suredir) ve Zilzâl (ki 99. suredir)
sureleri, bazı yorumculara göre mekki, kimine göre ise medenidir. 21 Fakat bu
sureler Kur’an’ın en sonuna alınmışlardır; oysa ki, bunlardan sonra indiği kabul
edilen sureler ve ayetler vardır.

Yine aynı şekilde, İnsan Suresi adını taşıyan yetmiş altıncı surenin tümü-
nün “mekki” olduğunu söyleyenler yanında, “medeni” olduğunu söyleyenler de
vardır. Fakat bu surenin 23. ayetinin “medeni” olup, gerisinin “mekki” olduğunu
söyleyenler ya da sadece 24. ayetin “mekki” olduğunu öne sürenler de bulun-
maktadır.

Bu örnekleri çoğaltmak kolay. Bütün bunların ortaya koyduğu gerçek şu ki,


elimizdeki Kur’an’ın sureleri ve ayetleri, bilimsel bir sıra esasına göre düzenlen-
memiştir; aksine karmakarışık bir sıra esasına tabi tutulmuştur.

C) Surelerin ve Ayetlerin Bilimselliğe Ters Düzende Yer Almaları-


nın Yarattığı Olumsuzluklar Konusunda

Görülüyor ki, “apaçık” ve “bilimsel” olduğu söylenen Kur’an’daki ayetlerin


ve surelerin iniş (nüzul) zamanı ve sırası pek karışıktır; çoğu kez bilinmemekte-
dir. Oysa bunun bilinmesi birçok bakımdan önem taşıyor: bir kere, ayetlerin “ge-
çerli” ya da “geçersiz” olmaları bakımından önemli. Ayetlerden bazılarının “men-
suh” (kaldırılmış, geçersiz) sayılması gerektiği öne sürülmekte. Ancak, bir hü-
küm, ancak kendisinden önce gelmiş olan bir hükmü geçersiz kalabileceğine gö-
re, hangi ayetin önce, hangi ayetin sonra “indiğinin” bilinmesi koşuldur.

21
Diyanet İşleri Başkanlığı’na göre bunlar Mekke’de, din bilgini sayılan Gölpınarlı’ya göre ise
Medine döneminde inmiştir.

164
Öte yandan, olayların, masalların ve bunlarla ilgili “nedenler”in anlaşılabil-
mesi için de, ayetlerin ve surelerin iniş sıralarının, Kur’an’a alınış zamanlarının
önemi vardır. Surelerin sıralanmasında, ayet sayısını göz önünde tutmanın an-
lamı yoktur; çünkü önemli olan şey sayı değil, sure ve ayetler arasındaki ilişki,
uyum ve tutarlılıktır. Bu hususa riayet edilmediği içindir ki, Kur’an’daki olaylar
ve hikâyeler kopuk kopuk ve anlaşılamaz şekilde birbirleri üzerine yığılmıştır.
Verilecek nice örneklerden biri, Ahkaf Suresi’nin onuncu ayetiyle ilgilidir:

Otuz beş ayetten oluşan Ahkaf Suresi’nin tamamının Mekke’de indiğini söy-
leyenler varsa da, bu surenin 10. ayetinin Mekke’de değil, Medine’de indiğini öne
sürenler de vardır. Bu ayetin Mekke’de ya da Medine’de inmiş olduğunun kabulü
halinde, ortaya farklı anlamlar çıkmaktadır. Ahkaf Suresi’nin 10. ayetinde şu ya-
zılıdır:

“De ki, ‘Şuna vicdanınızda bir rey (kanaat) edindiniz mi, eğer bu Allah tara-
fından da siz ona küfrettinizse ve Ben-i İsrail’den bir şahit onun misline şehadet
edip iman getirdi de siz kibretmek istedinizse, şüphe yok ki Allah zalimleri doğru
yola çıkarmaz!’...” (Ahkaf Suresi, ayet 10). 22

Bu ayetin, “...İsrail’den bir şahit onun misline şehadet edip iman getirdi...”
şeklindeki tümcesinde yer alan, “İsrail’den bir şahit” deyimi ile “onun” deyimi-
nin hangi anlama geldiği pek bilinmez. Eğer ayetin Mekke’de indiği kabul edile-
cek olursa, bu deyimlerin “Kur’an’ın Tevrat gibi Allah’ın kitabı olduğuna...” ve
“Muhammed’in Musa gibi bir peygamber olduğuna...” şeklinde anlam taşıyacağı-
nın, “şahit” sözcüğünün “Musa”ya atıf olduğunun kabulü gerekir. Yok, eğer aye-
tin Medine’de indiği kabul edilecek olursa, bu takdirde “şahit” sözcüğünün Me-
dine’deki Yahudilerden biri olan Abdullah b. Selam’a ve onun Müslüman olma-
sıyla ilgili bir olaya atıf olduğunu kabul gerekecektir. Bakınız neden: Yukarıdaki
ayetin Medine’de indiğini kabul edenlerin, ayetle ilgili açıklamaları şöyle: Medine
Yahudilerinin “âlim”lerinden olan Abdullah b. Selam, İslam’a girmek ister ve
22
Yukarıdaki çeviri için bkz. Elmalılı H. Yazır. Diyanet Vakfı çevirisinde şöyle yazılı: “De ki. Hiç
düşündünüz mü? Şayet bu, Allah katından ise ve siz onu inkâr etmişseniz, İsrailoğullarından
bir şahit de bunun benzerini görüp inandığı halde siz yine de büyüklük taslamışsanız (haksız-
lık etmiş olmaz mısınız)? Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez” (Ahkaf Su-
resi, ayet 10).

165
Muhammed’e giderek, onun “peygamber”liğine inandığını, Yahudilerin dahi onu
Tevrat’ta yazılı olarak bulduklarını söyler. Eğer İslam’ı kabul ettiğinin diğer Ya-
hudiler tarafından bilinmesi sağlanacak olunursa, onların da İslam’a girecekleri-
nin muhakkak olduğunu ekler ve şöyle bir plan teklif eder:

“Beni evinde gizle ve Yahudilere adam gönderip onları bir araya topla ve be-
nim hakkımda sor; çünkü onlar sana benim kendilerinin en âlimi olduğumu söy-
leyeceklerdir; ben de o vakit çıkarım ve senin Resulullah olduğuna, bunun Tev-
rat’ta yazılı bulunduğuna, senin hidayet ve hak diniyle gönderildiğine şehadet
ettiğimi bildiririm.”

Bu teklifi pek uygun bulan Muhammed, Abdullah b. Selam’ı evinde gizler,


Yahudileri çağırtır ve onlara sorar: “Sizin içinizde Abdullah b. Selam nedir?” Ya-
hudiler cevap verirler: “Abdullah b. Selam âlimlerimizdendir. Babası da öyledir!”
Muhammed tekrar sorar: “O halde o Müslüman olduysa ne dersiniz?” Bunu işi-
ten Yahudiler, “Olamaz!” derler ve dediklerini üç kez tekrarlarlar. Bunun üzeri-
ne Muhammed, evinde gizlediği Abdullah’ı çağırır; o da çıkar ve Muhammed’in
“Resulullah” olduğuna tanıklık eder ve şöyle der:

“...Muhammed’i Resulullah bilirim. (Ey Yahudi cemaati, size de) bildiririm


ki, Allah’tan başka yoktur tapacak. Yine bilirim, bildiririm, Allah’ın elçisidir Mu-
hammed...” 23

Bunu söylerken pek muhtemeldir ki, daha önce söylediklerini de tekrar et-
miştir:

“Musa’ya nazil olan Tevrat’ı Allah kelamı olarak kabul edip de, Muham-
med’i ve ona nazil olan Kur’an’ı inkâr etmek zulümdür.”

Fakat Yahudiler kendisine çatarcasına, “Ey Abdullah b. Selam! Biz senden


bunu beklemezdik” derler ve “O bizim şeririmizdir, şeririmizin de oğludur” şek-
linde küfürler ederek oradan uzaklaşırlar. Ve işte güya yukarıdaki ayet, bu olay
dolayısıyla ve Abdullah b. Selam hakkında inmiş olur.

23
Buhari’nin Enes’ten rivayeti için bkz. Sahih-i..., c.9, s.77 vd., Hadis No. 1368.

166
Fakat bazı yorumcular, söz konusu ayetin, Abdullah b. Selam hakkında “na-
zil” olmadığını, çünkü Abdullah’ın Medine’de Müslüman olduğunu, oysa ayetin
Mekke döneminde indiğini söylerler. Daha doğrusu bu ayetin, esas itibariyle Mu-
hammed’in, kendi kavmine (yani, Mekke’deki Araplara) karşı “ihticacı” (yani,
“kanıtı”) niteliğinde bulunduğunu, yani Tanrı’nın Kureyş müşriklerine karşı
azarlaması olduğunu belirtirler; ayette yer alan, “Tevrat Kur’an gibi, Musa da
Muhammed gibidir. Onlar Tevrat’a ve peygamberlerine iman ettiler de, siz inkâr
ettiniz” şeklindeki sözlerin bunu anlatmak istediğini eklerler. Yani güya Tanrı,
Kur’an’ı ve Muhammed’i inkâr eden Kureyşlilere bir bakıma şöyle demek iste-
miştir:

“Biz vaktiyle Yahudilere Tevrat’ı kitap olarak, Musa’yı da peygamber olarak


gönderdik ve onlar Tevrat’a ve peygamberlerine iman ettiler; şimdi de size Tev-
rat’ın misli Kur’an’ı ve Musa’nın misli bir peygamber olarak Muhammed’i gön-
derdik, ama siz Kur’an’a ve Muhammed’e küfretmektesiniz.” 24

Ayetin “medeni” olduğunu söyleyenlere göre ayet hükmü, Muhammed’in


Medine’deki Yahudileri Müslüman yapmaya çalışmasıyla ilgili bir anlam taşımak-
ta! Oysa biraz önce belirttiğimiz gibi, ayetin “mekki” olduğunu söyleyenlere göre,
ayet hükmü, Muhammed’in Mekke’deki Arapları Müslüman yapma çabalarıyla ve
onların inkârcılıklarıyla ilgilidir.

24
Bu konuda Buhari’nin Sa’d İbn-i Vakkas’tan rivayeti için bkz. Sahih-i..., c. 10, s.23 vd., Hadis
No. 1533. Yine Buhari’nin Enes b. Malik’ten rivayeti için bkz. Sahih-i..., c.9, s.79 vd.. Hadis
No. 1368; ayrıca bkz. Elmalılı H. Yazır’ın. Ahkaf Suresi’nin 10. ayetiyle ilgili açıklaması için
bkz. age, c.6, s.4336 vd.

167
İÇERİKLİK VE BİÇİMSELLİK BAKIMINDAN, KUR’AN’DAKİ TUTAR-
SIZLIKLAR, UYUMSUZLUKLAR VE BİLİMSELLİĞE AYKIRILIKLAR
(DEVAM)

Çağdaş zihniyette görünmek hevesiyle İslamcılardan bir kısmı, Kur’an’ı ol-


duğundan farklı şekilde tanımlamaktan ve örneğin hüküm ayetlerinin yaşam
şartlarına göre biçimlendirilebileceği iddialarına sarılmaktan geri kalmazlar. Gü-
ya, Kur’an’daki hüküm ayetleri “inanç”, “ibadet” ve “muamelat” hükümleri ola-
rak üç grupta toplanmıştır. Ve güya bunlardan “inanç” ve “ibadet” hükümleri
evrensel olarak değişmezlik vasfı taşırlar; bunlar İslamiyet’in ilk gününden beri
geçerli olmuşlardır ve ebediyetler boyunca da geçerli olacaklardır. Üçüncü grup-
taki hüküm ayetleri ise hukukla ilgili ayetlerdir (örneğin, ceza hukuku, miras
hukuku, borçlar hukuku, devletler hukuku vd...). Güya, bunlar yoruma dayalı
ayetler olup, yaşam şartlarına göre ve kamu yararı düşünülerek yeniden biçim-
lendirilebilirler; yani, Kur’an bu bakımdan değiştirilebilir; Kur’an’ın değiştiril-
mezliğinin ileri sürülmesi, Kur’an’ın mantığına ve mesajına da aykırıdır. 1 Oysa
bu söylenenler baştan aşağı yanılgıya dayalı şeylerdir. Kur’an’ın hiçbir yerinde,
Tanrı sözlerinin şu veya bu şekilde biçimlendirilebileceğini, değiştirilebileceğini
öngören bir hüküm yoktur. Aksine, Tanrı sözlerinin beşer iradesiyle, insan yapısı
özlerle değiştirilemeyeceği bildirilmiştir. Konuya daha önce değinmiş ve örneğin
Maide Suresi’nin üçüncü ayetinde yer alan, “...Bugün size dininizi ikmal ettim,
üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim...” şek-
lindeki sözlerin ya da Kur’an’daki ayetlerin bir benzerinin insanlar tarafından
ortaya atılamayacağına dair hükmün (Yunus Suresi, ayet 37-38) ya da bu doğrul-
tudaki diğer buyrukların Kur’an bakımından değişmezlik işaretleri olduğunu
görmüştük. Bu itibarla bunları burada tekrar etmeyeceğiz. Fakat yukarıdaki iddi-

1
Muğla Üniversitesi rektörü olan bir ilahiyat profesörünün bu doğrultudaki görüşleri için bkz.
Hürriyet gazetesi, 12 Eylül 1999, s.8.
aların diğer yönüne değineceğiz ki, o da, Kur’an’daki ayetlerin içeriklik bakımın-
dan bilimsel bir nitelikte olmadığı hususuyla ilgilidir.

Her şeyden önce şunu tekrar edelim ki, 114 sureden ve bu surelerin çeşitli
sayıdaki ayetlerinden oluşan Kur’an, hem biçim (şekil) hem de içeriklik (muhte-
va) bakımından tam bir uyumsuzluk, tutarsızlık ve insicamsızlık örneği bir kitap-
tır. Bir kere sureler, bilimsel bir sıralamaya tabi kılınmış değildir; uzunluk ya da
kısalık bakımından tam bir tertipsizlik içerisinde dizilmişlerdir: kimi sureler, öl-
çüsüz şekilde uzun, kimisi de ölçüsüz şekilde kısadır. Örneğin, Bakara Sure-
si’nde 286 ayet, A’raf Suresi’nde 206, Al-i İmran Suresi’nde 200, Saffat Sure-
si’nde 182, En’am Suresi’nde 165 ayet bulunur; buna karşılık Asr, Kevser ve
Nasr sureleri sadece üçer ayetten ibarettir; İhlas ile Kureyş sureleri dörder ayet-
ten meydana gelmişlerdir. Uzunluk ve kısalık bu minval üzere gider.

Daha önce değindiğimiz gibi, her ne hikmetse, çok sayıda ayeti kapsayan su-
reler, kitabın baş tarafına alınmış, az sayıda ayeti kapsayan sureler ise son tarafa
konmuştur. Bunun tek istisnası, Kur’an’ın ilk başına konan sure Fatiha Sure-
si’dir. Bu sure yedi ayetten oluşur. Fakat Fatiha Suresi’ni izleyen Bakara Suresi
286 ayetten oluşur; bunu izleyen Al-i İmran Suresi 195 ayeti kapsar. Beşinci sure
olan Maide Suresi 120, altıncı sure olan En’am Suresi 165, yedinci sure olan
A’raf Suresi 206, sekizinci sure olan Enfal Suresi 75 ayetten, dokuzuncu sure
olan Tevbe Suresi 129 ayetten oluşur. Bu şekilde devam edecek olursak görürüz
ki, surelerdeki ayetlerin sayısı, kitabın sonlarına gidildikçe azalmaya başlar; fakat
bu azalma yine de tertipli bir sıraya göre değildir. Örneğin, 108. sure olan Kevser
Suresi ile 110. sure olan Nasr Suresi her biri üçer ayetten oluşur. 112. sure olan
İhlas Suresi 4 ayetten, daha sonraki Felak Suresi 5 ayetten ve nihayet en son su-
re olan Nas Suresi ise altı kısa ayetten oluşur. Daha önce de bahsettiğimiz gibi,
eğer surelerin ve ayetlerin “iniş” tarihleri kıstas olarak alınmış olsaydı, kuşkusuz
ki, ilkönce indiği kabul edilen surenin ya da ayetin başa alınması ve zaman esası-
na göre sıralama yapılması gerekirdi. Oysa ki, böyle bir yola gidilmemiştir.

Eğer surelerdeki ayet sayısının azlığına ya da çokluğuna göre bir düzenleme


düşünülmüş olsaydı, bu takdirde en kısa sureler (örneğin, Asr, Kevser) başa ko-

169
nur ve diğer sureler, ayet sayısı esasına göre dizilir ve en fazla ayeti kapsayan Ba-
kara Suresi en sona konurdu.

Eğer konu esasına dayalı bir düzenleme yapılmak işlenseydi, bu takdirde


her konuya ve soruna ait ayetlerin bir araya getirilmesi ve surelerin de buna göre
düzenlenmesi gerekirdi. Örneğin, hukukla ilgili ayetler belli bir düzende olmak
üzere, bir bölümde, ibadetle ya da ahlakilikle ya da kıssalarla vd... ilgili ayetler
başka bir bölümde olurdu. Oysa ki, birbirleriyle hiçbir şekilde ilgisi bulunmayan
konulara ait ayetler iç içedir. Hem de öylesine ki, bazen bir ayetin içinde, birbi-
riyle ilgisi bulunmayan konulara ait tümceler yer almıştır. Örneğin, yetimlerden
ya da evlilik ve boşanmadan söz edilirken, bakarsınız birdenbire şarap ve kuma-
rın fayda ve zararlarına, oradan savaşın Müslümanlara farz kılındığına geçilir,
sonra tekrar yetimlere, evlilik ve boşanma konusuna dönülür (Bakara Suresi,
ayet 216-251). Müşriklerden ve Yahudilerden söz edilirken, bakarsınız karşınıza
boşanma konusunda bir ayet çıkıverir (Ahzab Suresi, ayet 28-32); “Geceleri pek
az uyuyanlar”dan, “Seher vaktinde istiğfar edenler”den ve Tanrı’nın kişilere se-
mada rızık verdiğinden söz edilirken, bakarsınız karşınızda, “İbrahim’in ağırla-
nan misafirlerinin haberi sana geldi mi?” diye bir ayet belirir ki, İbrahim “Pey-
gamber”in çok yaşlı olan karısının çocuk edinmesi olayıyla ilgilidir (Zariyat Sure-
si, ayet 15-37); Süleyman “Peygamber’in hikâyesi anlatılırken, birdenbire, “Biz
bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak, mutlaka daha
iyisini veya benzerini getiririz...” şeklindeki bir anlatıma geçilir ve hemen sonra
Musa’ya ve ehl-i kitab’a dair konuşmaya atlanır (Bakara Suresi, ayet 102-106);
Mağaradaki gençlerin masalı anlatılırken, birdenbire masal yarıda kesilir ve “İn-
şallah” demeden konuşmamak gerektiği hatırlatılır (Kehf Suresi, ayet 23-24);
ana bir kardeşlerin miras durumları belirtilirken, konu tamamlamadan fuhuş
sorunlarına, oradan Yahudilerle Hıristiyanların peygamberlerine geçilir (Nisa
Suresi, ayet 12) ve altmış dört ayetlik bir atlamadan sonra “ana baba bir” ve “ba-
ba bir” kardeşlerin miras hakları konusuna dönülür (Nisa Suresi, ayet 176).
Bunlara benzer örneklerin ortaya koyduğu gerçek şu ki, Kur’an’daki ayetlerin ve
surelerin düzenlenmesinde, bilimselliğe yer veren hiçbir şey dikkate alınmamış,
bütün bunlar tamamıyla keyfilik esasına dayalı olarak hazırlanmıştır. Birbiriyle

170
ilgisi olmayan sorunlar ve olaylar karmakarışık bir şekilde ve hiçbir bilimsel kıs-
tasa dayanılmaksızın, gelişigüzel, düzensiz, uyumsuz ve tutarsız tarzda kitabın
orasına burasına oturtulmuştur. Bu kitapta belli bir konunun biteviye işlenmesi
ya da bir olayın mantıki bir silsile esasına göre, kesintisiz bir şekilde anlatılması
diye bir şey yoktur. Her ne kadar ilerideki sayfalarda bununla ilgili örnekler vere-
ceksek de, burada şimdilik bir iki örnekle yetinelim, “namaz” ve “abdest” konu-
larıyla ilgili ayetleri inceleyelim.

Fıkıh bilginlerine göre namaz kılmak abdestle olur; abdestsiz namaz kılın-
maz. Şu durumda, namaz ile abdest sorunlarını içeren hükümlerin bir arada,
yan yana ve peşi peşine olmaları gerekirdi. Oysa bu hususlar Kur’an’da, ayrı ayrı
ve farklı surelerin farklı ayetleri şeklinde olmak üzere ele alınmıştır; hem de
tersyüz edilmiş olarak; yani abdest ile ilgili ayetler, namazla ilgili ayetlerden daha
sonra konulmak suretiyle:

Muhammed, namaz kılmanın imandan sonra ilk görev olduğunu daha Mek-
ke döneminde bildirmişti. Ona göre “namaz”, Müslümanlar bakımından,
“iman”dan sonra en önemli bir görevdi. Namazın en önemli şeklinin cuma na-
mazı olduğunu şu ayetle belirtmişti:

“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı zaman, hemen Allah’ı
anmaya koşun ve alışverişi bırakın... Namaz kılınca artık yeryüzüne
dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin...” (Cum’a Suresi, ayet 9- 10).

Bu ayetin Mekke’de indiğini söyleyenler yanında, Medine’de indiğini söyle-


yenler de vardır. 2 Fakat her ne olursa olsun, şu muhakkak ki, Cum’a Suresi, nü-
zul (iniş) sırası itibariyle 110. sure olup, Tanrı’dan son olarak indiği söylenen beş
sureden biridir. Muhammed, Mekke döneminde Kur’an’a, abdest almakla ilgili
herhangi bir hüküm koymuş değildir. Her ne kadar İslamcılar, “...abdest... Mek-
ke’de namazla beraber farz kılınmış” derlerse de yanlıştır; çünkü Mekke döne-
minde abdest konusunu hükme bağlayan bir ayet yoktur. Muhammed, abdestle

2
Ayetin mekki olduğu İbn Yesar’dan rivayet olunmakta; buna karşın Buharî gibi kaynaklar, bu
ayetin Medine’de indiğini rivayet ederler. Bkz. Elmalılı H. Yazır, age, c.6, s.4951.

171
ilgili ayeti, Medine’ye hicret ettikten çok sonra, Maide Suresi’nin altıncı ayeti
olarak Kur’an’a koymuştur:

“Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman, yüzlerinizi, dir-


seklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topuklara kadar
ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz, boy abdesti alın...” (Maide Su-
resi, ayet 6).

Maide Suresi ise, “nüzul” (iniş) sırası itibariyle 112. sure olup, Tanrı’dan
geldiği söylenen en son üç sureden biridir. Hemen ekleyelim ki, Maide Suresi’nin
bu ayetinde “namaza kalkış” değil, sadece “abdest” söz konusu edilmiştir; bura-
daki amaç, namazı “ibadet” aracı yapmak değil, abdestin nasıl olacağını anlat-
maktır. Görülüyor ki ortada, “namaz” ve “abdest” konularıyla ilgili acayip bir du-
rum var; hani sanki Muhammed zamanında Müslümanlar, “abdest ayeti” (yani,
Maide Suresi’nin 6. ayeti) ininceye kadar, abdest almadan namaz kılmışlardır!

Gerek bu doğrultudaki düşünceleri ve gerek Kur’an’daki bilimselliğe ters


düşen bu acayipliği gidermek amacıyla yorumcular, “abdest ayeti” diye bilinen
Maide Suresi’nin bu ayetini, “Hükmü önce gelip kendisi sonra inen ayetler”den
sayarlar. 3 Kuşkusuz ki, bu iddiaya karşı şu söylenebilir: “Eğer abdest ile ilgili hü-
küm daha önce geldi ise, abdest ayetini koymaya niye gerek görülsün?” Ancak,
şeriatçılar öylesine kurnazdırlar ki, “minareyi çalan kılıfını hazırlar” tekerlemesi
gereğince, buna da yanıt bulurlar ve “Ayet gelmiştir, çünkü Tanrı abdest işini
yerleştirmek, benimsetip sağlamlaştırmak için böyle yapmıştır” şeklinde konu-
şurlar. 4 Pek güzel, ama her şeyi en iyi bilen bir Tanrı, bu işleri daha önce hep
birlikte yapacak yerde, birini (namazı) öne alıp, diğerini (abdest işini) daha son-
raya bırakır mı? Mademki ibadet için namazı ve onunla birlikte abdesti
“iman”dan sonra en önemli görev saymıştır. O halde, neden bu iki şeyi birlikte
“apaçık” olmak üzere belli etmesin ve neden Mekke döneminde namazı, yıllarca
sonra Medine döneminde abdest konusunu ele alsın?

3
Suyûti’nin El İtkan Fi Ulûm’l-Kur’an adlı yapıtından aktarma için bkz. Turan Dursun, age, c.
1, s.20.
4
Dürer gibi kaynaklardan çıkma bu iddialar için bkz. Turan Dursun, age, c.1, s.21.

172
Bir başka örnek olmak üzere Uhud Savaşı ile ilgili ayetlere göz atalım. Bu
ayetler, tertipsiz ve dağınık olarak Al-i İmran Suresi’ne serpiştirilmiştir (Al-i İm-
ran Suresi, ayet 154, 157, 168), hem de önce gelmesi gereken ayetler sonraya
bırakılmak suretiyle. Örneğin, Al-i İmran Suresi’nin 168. ayetinde, Uhud Sefe-
ri’ne katılıp da ölenlerin ailelerinin “(Evlerinde) oturup da kardeşleri hakkında,
‘Bize itaat etselerdi, ölmezlerdi...” diye yakındıkları yazılı. Her ne kadar ayetin
devamı, “... ‘Eğer doğru sözlü insanlar iseniz, canlarınızı ölümden kurtarın baka-
lım’ de” ise de, “Bize uysalardı öldürülmezlerdi” şeklindeki yakınmanın asıl karşı-
lığı, Al-i İmran Suresi’nin daha önceki 154. ayetinde bulunmaktadır:

“Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar,


öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi. Allah,
İçinizdekileri yoklamak ve kalplerinizdekini temizlemek için (böyle
yaptı)...” (Al-i İmran Suresi, ayet 154).

Yani, güya Tanrı demektedir ki, Uhud Savaşı’na çıkmayıp, evlerinde kalmış
olsalar bile, ölümleri yazılmış olan Müslümanlar, her ne suretle olursa olsun öle-
ceklerdi. Çünkü güya Tanrı, onları sınamak için öldürtecekti. 5

Görüldüğü gibi, Al-i İmran Suresi’nin 168. ayetindeki, “...Bize itaat etseler-
di, ölmezlerdi” şeklindeki yakınmaların karşılığı, daha önceki 154. ayetle karşı-
lanmış olmaktadır. Yani, yakınmadan söz edilmeden yakınmanın karşılığı veril-
miştir.

***

Öte yandan, Kur’an’daki sureler ve ayetler, fikir ya da olay silsilesine göre


düzenlenmiş değildir; bilimsel bir kıstas içerisinde bölümlere ve kesimlere ayrıl-
mış da değildir. Bölüm işini gören sureler, bölüm başlığı ile ilgisiz hükümlerden
ve olaylardan oluşmuştur. Nice örnekten birisi şudur:

5
Elmalılı H. Yazır, age, c.2, s. 1208.

173
Kur’an’ın üçüncü suresinin başlığı Al-i İmran’dır. Yorumcuların bildirmele-
rine göre, “İmran ailesi”nden söz eden ayetleri kapsadığı için, sure “Al-i İmran”
adını taşır ve iki yüz ayetten oluşur. Başlığa bakarak sanırsınız ki, bu sure İmran
ailesiyle ilgili bilgiler verecektir. Oysa sure, İmran ailesini konu edinmiş olarak
söze başlamaz; baştan otuz iki ayet “İmran’la ilgisi olmayan hususları kapsar.
“İmran” adı sadece 33. ve 35. ayetlerde geçer.

Gerçekten de, “Al-i İmran” Suresi, “Elif, Lâm, Mîm” şeklindeki anlaşılması
imkânsız bir ayetle başlar; sonra Tanrı’nın yüceliğine, insanları ana rahminde
dilediği gibi şekillendirdiğine, Kur’an’ı indirdiğine, ayetleri “muhkem” ya da
“müteşabih” olmak üzere nitelendirdiğine, inkârcıları lanetlediğine dair ayetler
yanında; Firavun’un yaptıklarına, Bedir Savaşı’na, Kitaplıların (Yahudilerin ve
Hıristiyanların) sapıklıklarına ve bunlar gibi birbiriyle ilgisi olmayan hususlara
değinerek devam eder. 33. ayete gelince, “Allah birbirinden gelme bir nesil ola-
rak, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesi ile İmran ailesini seçip âlemlere üstün kıldı...”
(Al-i İmran Suresi, ayet 33-34) der. Bunu, “İmran’ın karısı şöyle demişti: ‘Rab-
bim! Karnımdakini azatlı bir kul olarak sırf sana adadım. Adadığımı kabul bu-
yur...” (Al-i İmran Suresi, ayet 35) şeklindeki bir ayet izler. Bundan sonra Mer-
yem’in İsa’yı doğurmasıyla ve ayrıca İsa ile ilgili haberlere geçilir (Al-i İmran Su-
resi, ayet 36-60). Meryem’den söz edilmekle beraber, onunla ilgili hususlar bura-
da tamamlanmış değildir. Meryem hakkında biraz daha bilgi edinebilmek için, 16
surelik bir atlama ile Meryem Suresi’ne geçmemiz ve orada Meryem’in İsa’yı na-
sıl doğurmuş olduğuna dair olan ilk 29 ayeti okumamız, sonra 33 surelik yeni bir
atlama ile Tahrim Suresi’nin 12. ayetine göz atmamız gerekir. Zira orada, “...Biz
ona (İmran kızı Meryem’e) ruhumuzdan üfledik ve (o) Rabbinin sözlerini ve ki-
taplarını tasdik etti. O gönülden itaat edenlerdendi” (Tahrim Suresi, ayet 12)
diye yazılıdır. Ve Kur’an’ın, 3., 19. ve 66. sıralarında yer alan bu surelerin nüzul
(iniş) sırası daha da şaşırtıcıdır; Meryem Suresi 44. sırada, Al-i İmran Suresi 89.
sırada ve Tahrim Suresi 107. sırada bulunmaktadır. Yukarıda değindiğimiz ayet-
leri, surelerin “nüzul” sırasına göre okuyacak olursanız, daha da anlaşılamaz du-
rumlarla karşı karşıya kalırsınız.

174
Fakat her ne olursa olsun, yukarıda görüldüğü gibi, Al-i İmran Suresi’nde
yer alan 200 ayetten sadece dördü “İmran”dan ve karısından söz eder (Al-i İm-
ran Suresi, ayet 33-35); bunlar dışında 11 ayet, İmran’ın karısından olma Mer-
yem ile ve Meryem’in İsa’yı doğurmasıyla ilgilidir (Al-i İmran Suresi, ayet 36-48).
Bunlar dışında kalan ayetler, Muhammed’in Yahudilerle olan ilişkilerini, Yahudi-
lerin “kötülükleri”ni, Müslümanların durumunu ve Uhud Savaşı’nda Kureyşlile-
re karşı tutumunu, Uhud’dan önce olmuş Bedir Savaşı’nı vd... anlatır. Daha baş-
ka bir deyimle, 200 ayetlik Al-i İmran Suresi’nde, İmran’la ilgili olarak doğru dü-
rüst bir bilgi edinmek mümkün değildir.

Öte yandan, “Al-i İmran Suresi”nde adı geçen “İmran”, Hıristiyan inanışına
göre, İsa’nın büyükbabası sayılır ve İsa’yı doğuran Meryem’in anası Hanna’nın -ki
Faruz’un kızı olarak bilinir- kocasıdır. Oysa “İmran ailesi” ile ilgili yukarıdaki
ayette (yani, Al-i İmran Suresi’nin 33. ayetinde) “İbrahim ailesi” de zikredilmiş-
tir. Tevrat’taki anlatışa ve Yahudi inanışlarına göre İmran, İbrahim’in torunla-
rından olup, Musa’nın, Harun’un ve Meryem’in babalarıdır. Daha başka bir de-
yimle, “İmran ailesi” denince akla ilk gelen şey Musa’nın babası olan İmran’ın
oluşturduğu ailedir; ama Kur’an’da bu ayrıma yer verilmez ve hangi İmran aile-
sinden söz edildiği belli edilmez. Aksine, her iki İmran ve her iki Meryem, birbir-
leriyle karıştırılmış gibidir. Çünkü bir kere Meryem Suresi’nde, İsa’nın anası
Meryem’den söz eden ayetleri okurken, karşımıza, birdenbire, “Ey Harun’un kız
kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi” (Meryem
Suresi, ayet 28) diye bir ayet çıkmakta. Oysa Harun, biraz önce değindiğimiz gibi,
Musa’nın kardeşi olup, İbrahim’in torunu diye bilinen İmran’ın çocuklarından
biridir. Ve onların babaları olan İmran ile Kur’an’da Meryem’in babası olarak be-
lirtilen İmran, 1700 yıllık bir zaman aralığıyla yaşamış olan kimselerdir. 6 Nite-
kim, Kur’an’ın pek çok yerinde Harun, hem Musa’nın hem de Meryem’in kardeşi
olarak belirtilmiştir. Örneğin, Ta-Ha Suresi’nde, Musa’nın Tanrı’ya, “Ailemden
kardeşim Harun’u da bana yardımcı olarak ver” ya da “Harun’la beni güçlendir,

6
Her ne kadar yorumcular, burada geçen Harun’u, Musa’nın değil, İsa’nın anası olan Mer-
yem’in kardeşi olarak gösterirlerse de, yalandır. Harun’un kız kardeşi olan Meryem, aynı za-
manda Musa’nın da kız kardeşi olup, İbrahim’in torunlarından olan İmran’ın kızıdır; bu itibar-
la İsa’nın anası ile bir yakınlığı yoktur.

175
onu işimde bana ortak yap...” (Ta-Ha Suresi, ayet 31-35) diyerek dua ettiği, Tan-
rı’nın bu duayı kabul ettiği ve “(Ey Musa) Haydi sen ve kardeşin (Harun) gidin
ayetlerimle. İkiniz de beni anmakta gevşeklik göstermeyin...” diyerek karşılık
verdiği yazılıdır (bkz. Ta-Ha Suresi, ayet 42-45, 49-50, 92-94). Görülüyor ki, “İm-
ran ailesi” konusu, Kur’an’ın çeşitli surelerinin çeşitli ayetlerine dağılmış olarak
ve karmakarışık bir şekilde anlatılmış bulunmaktadır.

Kur’an’daki sıraya göre, “Al-i İmran”dan sonra gelen dördüncü sure “Nisa”
başlığını taşır. Her ne kadar Kur’an’da dördüncü sure olarak yer almış ise de,
nüzul (iniş) sırasına göre 92. sure olarak bilinir. “Nisa” sözcüğü, “kadınlar” de-
mek anlamına geldiği için, sanılır ki bu sure kadınların kişisel, hukuksal ve sosyal
bakımdan durumlarını ele alacak, bunları belli konular ve bilimsel bir sıra esası-
na göre hükme bağlayacaktır. Oysa böyle değil; çünkü her ne kadar Nisa Sure-
si’nde, kadınlarla ilgili bazı ayetler bulunmakla beraber bunlar, bilimsel bir dü-
zenleme ile konmuş olmadıktan başka, kadın sorunlarını yeterince ve gereğince
kapsar nitelikte şeyler de değildir. Kadınlarla ilgili önemli sorunlar, Kur’an’ın di-
ğer surelerinin çeşitli ayetleri arasında yer almıştır. Gerçekten de, 176 ayetten
oluşan Nisa Suresi’nin ilk 36 ayetinde, kadın sorunları konusunda bir şey yoktur.
36 ayet boyunca, Tanrı’nın insanı “bir tek nefisten” ve eşini de ondan yarattığı;
insanların Allah’a ve akrabalık haklarına riayetsizlikten sakınmaları gerektiği;
yetimlere haksızlık edilmemesi; erkeklerin dörde kadar kadın ve diledikleri sayı-
da cariye alabilecekleri; kadınlara mehirlerini gönül rızasıyla vermeleri gerektiği;
evlilik çağına gelen yetimlere mallarının verilmesi; miras mallarının paylaşılma-
sında, kadınlara, erkeklere oranla yarım pay verilmesi; fuhuş yapmanın sonuçla-
rı; boşama hakkının erkeklere ait olduğu; erkekler için haram sayılan kadınların
kimler oldukları gibi hususlar belirtilmiştir. Geri kalan 140 ayet, başka konulara
ve sorunlara ayrılmıştır. Kadınlarla ilgili hükümlerin pek çoğu, Kur’an’ın başka
surelerine dağıtılmıştır. Örneğin, gebe kadınlar hakkında Talak Suresi’nin 4. ve
6. ayetlerinde; çocuk doğurmuş olan kadınlar hakkında Bakara Suresi’nin 233.
ayetinde; aybaşılı kadınlar hakkında Bakara Suresi’nin 22. ayetinde; hiç aybaşı
görmemiş ya da aybaşından kesilmiş kadınlar hakkında, Talak Suresi’nin 4. aye-
tinde; evde kalmış kadınlar hakkında Nur Suresi’nin 60. ayetinde; kısır kadınlar

176
hakkında, Al-i İmran (ayet 40), Meryem (ayet 5, 8), Zariyat (ayet 29) surelerinde;
dul kadınlar hakkında Tahrim Suresi’nin 5. ayetinde; kızlar hakkında Tahrim
(ayet 5) ve Vakıa (ayet 37) surelerinde; kötü kadınlar hakkında, Nur Suresi’nin
26. ayetinde; güzel huylu kadınlar hakkında, Rahman Suresi’nin 70. ayetinde;
iyiliksever ve Tanrı’yı anar kadınlar hakkında Ahzab Suresi’nin 29. ve 35. ayetle-
rinde; tevbe eden ve kocalarının mallarını koruyan kadınlar hakkında, Tahrim
Suresi’nin 5. ayetinde; hırsız kadınlar hakkında Maide Suresi’nin 38. ayetinde
hükümler vardır. Görülüyor ki, kadınlarla ilgili sorunlar, pek dağınık bir şekilde
Kur’an’ın orasına burasına serpiştirilmiş bulunmakta. Nisa Suresi’nde bu sorun-
ların pek az bir kısmı bulunmakta. Bu itibarla, surenin “kadınlar” (Nisa) anlamı-
na gelen başlığı ile içeriği arasında pek büyük bir ilişki yok!

Al-i İmran ve Nisa surelerini biraz ileride tekrar ele alacağımız için, burada
şimdilik şunu belirtmekle yetinelim ki, Kur’an’ın her suresinde, surenin başlığı
ile içeriği arasında uyumsuzluklar bir yana, bir de anlatış bakımından kopukluk-
lar, hiç yeri yokken bir konudan bir başka konuya atlamalar, birbiriyle hiç ilgisi
olmayan sorunlara dalmalar, bir olayı anlatırken anlatılanı yarıda kesip bir başka
olaya sıçramalar, hukukla ilgili bir kural yanında, ibadetle ya da hurafe ile ilgili
kurallara atlamalar görülür. Belli bir konuda düzenli olarak bilgi vermek diye bir
şey yoktur: örneğin, dünyevi nitelikte hüküm konurken, bu iş daha tamamlan-
madan, uhrevi nitelikte ya da batıl inanç doğrultusundaki hususlara ve o bitme-
den bir başka masala geçilir; oradan ticaretle ilgili sorunlara el atılır; bu arada
kadınlarla ilgili bazı hususlara değinilir, oradan cennetin ceylan gözlü hurilerine
ya da cehennem tehditlerine, oradan da şiddet ve savaş yollarına sapılır; kısacası,
karmakarışık usullerle Tanrı’nın söylemek istedikleri anlatılır.

***

Evet, Kur’an, bütünü itibariyle, karşımıza tutarsızlıklarla, uyumsuzluklarla


ve anlaşılmazlıklarla dolu içerikte (muhtevada) olarak çıkmakta. Bunun böyle

177
olduğunu anlatmaya ciltler dolusu kitap yetmez. Biz burada, sadece birkaç ör-
nekle yetineceğiz:

Kur’an’ın ilk başlarında ikinci sure olarak yer alan Bakara Suresi, “Elif,
Lam, Mîm” şeklindeki bir ayet ile başlar; bununla ne anlatılmak istenmiştir, bi-
linmez! Daha önce de değindiğimiz gibi, Kur’an’ın çoğu surelerinin başında “el-
hurûful-mukatta” adı verilen bu tür “harfler” vardır ki, anlamı açık olmadığı
için, yorumculardan bazılarına göre “müteşabih” ayetlerden sayılır ve bunların
gerçek anlamının sadece Tanrı tarafından bilindiği anlatılır. Pek güzel, ama
“Eğer sadece kendi bilecek idiyse Tanrı bu ayetleri ne için koymuştur?” diye
sormak mümkün! Fakat muhtemelen böyle bir sorunun dinsizlik demek olacağı
düşünüldüğü için, yorumculardan bir kısmı, bu harflere birtakım anlamlar ver-
meye çalışırlar; ancak bu çabalarıyla işi biraz daha anlaşılmaz kılarlar. Çünkü
onlara göre, güya Tanrı bu harfleri, dikkatleri toplamak için koymuştur! Ya da
güya öğrenmenin harflerle başladığını anlatmak için koymuştur! Yine güzel, ama
eğer maksat bu ise, neden Tanrı bu maksadını açıkça ortaya koymaz ve kullarını
tartışmaya sürükleyip birbirine katar!

Bakara Suresi’nin bu anlaşılması mümkün olmayan birinci ayetinden sonra,


Kur’an’ın “şüphe” götürmeyen bir kitap olduğunu ve “müttakilere” (yani, Tan-
rı’nın azabından korkan ve onun buyruklarına karşı gelmekten sakınanlara) “yol
gösterici” nitelikte olduğunu bildiren ikinci ayet gelir. Bunu da üçüncü ayet izler:

“Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallar-


dan Allah yolunda harcarlar” (Bakara Suresi, ayet 3).

Burada geçen “onlar” deyimi, Kur’an’a inanmış olup, onun buyruklarına


uyanlar için kullanılmıştır. “Gayba inanırlar” deyimi “görülmeyene inanırlar”
demektir ki, burada, “Tanrı’ya inanırlar” anlamına gelmektedir. Ayetin geri ka-
lan kısmı, “namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda har-
carlar” şeklinde. Görülüyor ki, burada söz konusu edilen şey, “namaz” ile
“zekât”tır. Daha ilk başlarda yer alan bu ayeti okurken sanırsınız ki, İslam bu iki
temel üzerine oturtulmuştur. Oysa İslam’ın, “gayba iman”dan sonra beş temel
şartı vardır ki, bunlar, “kelime-i şahadet, namaz, zekât, oruç ve hac” olarak ta-
178
nımlanır. Ancak, Bakara Suresi’nin üçüncü ayetinde, bu beş temel şarttan sade-
ce ikisi, yani sadece “namaz” ile “zekât” zikredilmiştir. Diğer üç temel şart,
Kur’an’ın başka yerlerinde yer alacaktır. Örneğin, hac göreviyle ilgili olarak
“...insanları hacca çağır...” şeklindeki sözleri kapsayan ayet, Kur’an’ın 22. suresi
olan “Hac” Suresi’nin 27. ayeti olarak yer almıştır. Kâbe’yi “hac” biçiminde ziya-
ret etmenin, Müslümanlar için bir görev olduğu, “Al-i İmran” Suresi’nin 97. aye-
tiyle belirtilmiştir. Hac aylarının ne olduğu, Bakara Suresi’nin 189. ve 197. ayet-
lerinde; hac sırasında “Safa” ile “Merve” tepeleri arasında koşmak gerektiği, Ba-
kara Suresi’nin 235. ayetinde; Mina’daki ibadetin iki günde bitirilmesi, Bakara
Suresi’nin 203. ayetinde; Hac sırasında ihramdayken avlanmanın haram ya da
sevap olduğu Maide Suresi’nin 1. ve 2. ayetlerinde; haccın üç temelinin ne oldu-
ğu Maide Suresi’nin 95. ve 97. ayetlerinde; “büyük hac günü”nün ne olduğu,
Tevbe Suresi’nin 1. ve 3. ayetlerinde bildirilmiştir. Görüldüğü gibi, hacla ilgili
sorunlar, çeşitli surelerin çeşitli ayetlerinde ve kopuk kopuk olmak üzere ele
alınmış bulunuyor.

“Oruç” konusunda da aynı kopukluk söz konusu! Kur’an, İslam’ın bu diğer


temel şartına, Bakara Suresi’nin 183. ayetinde değinerek şöyle demektedir:

“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelmiş geçmiş ümmetlere farz kı-
lındığı gibi, size de farz kılınmıştır. Umulur ki, korunursunuz. Sayılı
günlerde olmak üzere (oruç size farz kılındı)...” (Bakara Suresi, ayet
183-185).

Oruç gecesinde, kadınlara yaklaşmanın “helal” olduğu, sabah aydınlığının


gece karanlığından ayırt edilmesine kadar yemek yiyip, sonra akşama kadar oru-
cu tamamlamanın gerekli bulunduğu, yine Bakara Suresi’nin 187. ayetinde belir-
tiliyor.

Dikkat edileceği gibi, Kur’an’ın daha bu ilk başlangıcında, İslam’ın temel


beş şartı konusunda göze batar nitelikteki kopukluklar ve anlaşılmazlıklarla karşı
karşıya bulunmaktayız.

Şimdi, yukarıda kaldığımız yerden devam edelim ve Bakara Suresi’nin 4.


ayetine geçelim: burada, Tanrı’nın Muhammed’e şöyle dediği yazılıdır:
179
“Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler;
ahiret gününe de kesinkes inanırlar” (Bakara Suresi, ayet 4).

Görülüyor ki, ayet, Muhammed’e “indirilen” şey ile -ki bu “Kur’an” oluyor-,
Muhammed’den önce “indirilen” şeyden söz etmekte. Pekiyi, ama nedir bu “ön-
ce indirilen” şey? Bunu anlamak için, yine Kur’an’ın başka yerlerine göz atmak
gerekiyor. O zaman öğreniyoruz ki, Tanrı, daha önce Yahudilerden Musa’ya Tev-
rat’ı, Davud’a Zebur’u ve İsa aracılığıyla Hıristiyanlara da İncil’i vermiştir. Örne-
ğin, Kur’an’ın 28. sırasında yer alan Kasas Suresi’nde, “Andolsun biz... Musa’ya...
o kitabı (Tevrat’ı) vermişizdir” (Kasas Suresi, ayet 43) diye yazılı. Beşinci sure
olan Maide Suresi’nde de, “Onların ardından... Meryem oğlu İsa’yı gönderdik.
Ona İncil’i verdik...” deniyor (Maide Suresi, ayet 46). Pek güzel, ama acaba Tan-
rı, Bakara Suresi’nin 4. ayetinde, “Yine onlar, sana indirilene ve senden önce in-
dirilene iman ederler...” derken, neyi kastetmiştir? Kur’an’a uymak gerektiği gibi,
Tevrat’a, Zebur’a ve İncil’e de uyulmasını mı emretmiştir? Eğer bu böyle ise,
Kur’an’dan daha önce gönderilmiş olan kitapların, yani Tevrat ile İncil’in tahrif
edilmiş olduklarına ve bu nedenle Kur’an’dan başka uyulacak kitap bulunmadı-
ğına dair ayetlere ne demeli? Gerçekten de, Kur’an’ın birçok yerinde, Yahudile-
rin ve Hıristiyanların, kendilerine verilen kitapları tahrif ettikleri (örneğin, Al-i
İmran Suresi, ayet 78, 187-188) ve bu nedenle Kur’an’dan başka uygulanacak
kitap olmadığı bildirilmektedir. Yani, Müslümanlar gibi Yahudilerin ve Hıristiyan-
ların da uygulayacakları tek kitap Kur’an olmaktadır. Nitekim Nisa Suresi’nde,
“Ey ehl-i kitab! Size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimiz (Kur’an’a) iman
edin. Allah’ın emri mutlaka yerine gelecektir” (Nisa Suresi, ayet 47; ayrıca bkz.
Beyyine Suresi, ayet 1-4). Bu böyleyken, yani daha önceki kitaplar (Tevrat ve İn-
cil) tahrif edilmişken, Bakara Suresi’nin bu 4. ayetinde yer alan, “Yine onlar, sa-
na indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes
inanırlar” (Bakara Suresi, ayet 4) şeklindeki sözlerin anlamı olur mu?

Bu hususlarla ilgili örnekleri çoğaltmak kolay; fakat anlatmak istediğimiz


şudur ki, Bakara Suresi’nin 2. ayetinde, Muhammed’e indirilmiş olan Kur’an’a
uymak gerektiği bildirilmişken, bir ayet atlama ile yani Bakara Suresi’nin 4. aye-
tiyle, Muhammed’den önce indirilmiş kitaplara Tevrat ile İncil’e iman etmek ge-
180
rektiği emredilmekte! Bu çelişkiyi çözebilmek için, Kur’an’ın daha sonra gelen
surelerini ya da ayetlerini önceden okuyup bilmek gerekiyor! Daha başka bir de-
yimle, Kur’an’ı baştan sona doğru değil, sondan ya da orta kısımlardan başlayıp
başa doğru gelmek, yani Bakara Suresi’nin bu ilk ayetlerini okumak gerekiyor.
Bunları yapınca şu anlaşılıyor ki, daha önceki kitaplar (Tevrat ve İncil) değişti-
rilmiş, tahrif edilmiş olduğu için, Yahudiler ve Hıristiyanlar bakımından uygu-
lanması gereken tek bir kitap vardır, o da Kur’an’dır.

Bakara Suresi’nin yukarıda değindiğimiz ayetlerinden sonrakileri okumaya


devam edecek olursak, konular ve sorunlar bakımından aynı uyumsuzluklara,
kopukluklara, çelişki ve anlaşılmazlıklara tanık oluruz. Gerçekten de, bu surenin
ilk 29 ayeti boyunca, Tanrı’dan başka “Tanrı” olmayışından, “iman”dan,
“kâfir”lerden, “münafık”lardan, vb... söz edilirken (Bakara Suresi, ayet 2-29),
birdenbire Tanrı’nın meleklere hitaben, “Ben yeryüzünde bir halife yarataca-
ğım...” (Bakara Suresi, ayet 30) dediği görülür! Hemen bir ayet sonra, “Allah
Âdem’e bütün isimleri öğretti...” (Bakara Suresi, ayet 30) diye yazılı! Ama ortada
henüz Âdem yok! Daha başka bir deyimle Tanrı, daha evreni, evrendeki varlıkla-
rı, bu arada Âdem’i (yani, insanı) nasıl ve ne şekilde yarattığını anlatmaya başla-
madan önce, “inanan”lardan ya da “inanmayan” insanlardan söz etmekte! Oysa
mantıken ve bilimsel olarak yapılması gereken şey, önce evrenin, varlıkların ve
insanın (Âdem’in) yaratılışını, yaratılıştan sonra insanların ne yaptıkları, tutum
ve davranışlarını anlatmaktı. Oysa böyle yapacak yerde Tanrı, Kur’an’ın baştan
ikinci sırasında yer alan Bakara Suresi’nin en başına, bunlarla ilgisi bulunmayan
29 ayet koyuyor ve sonra 30. ayetle meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yara-
tacağım” (Bakara Suresi, ayet 30) diye sesleniyor. Buna karşı melekler de ona,
“...Bizler hamdinle seni tespih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çı-
karacak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?” diye soruyorlar. Tanrı
da onlara, “Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim” (Bakara Suresi, ayet 30)
diye karşılık veriyor. Bunu izleyen ayette, Tanrı’nın Âdem’e, eşyanın ve her şeyin
adını öğrettiği ve meleklere dönerek, “...Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların
isimlerini bana bildirin” dediği yazılı (Bakara Suresi, ayet 31). Güya, bu soruyu
sormakla melekleri sınamakta ve onların Âdem’e nazaran daha aşağı durumda

181
olduklarını kanıtlamaya çalışmaktadır Tanrı! Ancak, Âdem kimdir; Tanrı onu ne
zaman, nasıl ve neden yaratmıştır; peygamber midir; eşi var mıdır; var ise o nasıl
ve neden yaratılmıştır, bunlar burada belli edilmiyor! Bu konularda fikir edine-
bilmek için, Kur’an’ın başka surelerine atlamak, başka ayetlerine başvurmak ge-
rek. Örneğin, Secde Suresi’nde -ki Kur’an’ın 32. sırasında yer almıştır-, Âdem’in
çamurdan yaratıldığı (Secde Suresi, ayet 6-9); Al-i İmran Suresi’nde Tanrı’nın
Âdem’i seçtiği (Al-i İmran Suresi, ayet 33); Zümer Suresi’nde Âdem’i ve
Âdem’den de eşini yarattığı (Zümer Suresi, ayet 6); A’raf Suresi’nde -ki 7. sure-
dir-, Âdem’in eşiyle birlikte şeytan tarafından kandırıldığı ve bunun üzerine her
ikisinin de cennetten atıldıkları yazılıdır (A’raf Suresi, ayet 19-22, 24-25). Gö-
rüldüğü gibi, her şey kopuk kopuk anlatılmakta.

Eğer Âdem’le ilgili yukarıdaki hususları, surelerin ve ayetlerin nüzul (iniş)


sırasına göre bellemeye kalkışacak olursak, konunun biraz daha anlaşılamaz şek-
le girdiğine tanık oluruz; çünkü Bakara Suresi 87. sırada, Secde Suresi 75. sıra-
da, Al-i İmran Suresi 89. sırada, A’raf Suresi 39. sırada olmak üzere inmiş sayılır-
lar.

Şimdi, biraz önce kaldığımız yere dönelim ve Tanrı’nın, “...Eğer siz sözü-
nüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin” (Bakara Suresi, ayet 31)
diyerek sorduğu soruyu ele alalım. Melekler bu soruyu bir türlü cevaplandıra-
mazlar; cevaplandıramayınca, Tanrı Âdem’e emreder;

“Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere anlat...”

Pek güzel, ama “eşyanın isimleri” derken, Tanrı neyi kastediyor, belli değil!
Bu konuda yorumcular çeşitli şeyler rivayet ederler. Kimine göre bu isimler in-
sanların birbirleriyle tanışmalarına, anlaşmalarına sebep olan isimlerdir; örne-
ğin, insan, hayvan, yerküre, deniz, dağ vd... gibi her şeyin ismi. Kimine göre duy-
gular, nitelikler, keyfiyetler... Fakat her ne olursa olsun, Tanrı, bu şekilde buyur-
duktan hemen sonra, melekleri ve cinleri Âdem’e secde ettirmeye çalışır (Bakara
Suresi, ayet 32- 33). Sonra da, “Ey Âdem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşin;
orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin; sadece

182
şu ağaca yaklaşmayın...” (Bakara Suresi, ayet 35) der. Fakat şeytan Âdem’le eşi-
nin ayaklarını kaydırıp, onların cennetten atılmalarına sebep olur (Bakara Sure-
si, ayet 36-39). Dikkat edileceği gibi, bu anlatılanların hepsi de anlaşılmazlıklar
ve kopukluklarla dolu: Şeytan ne yapmıştır, Âdem ile eşine neler vaat etmiş ve
onların ayaklarını ne şekilde kaydırmıştır, belli değil! Âdem’in eşi nereden çıktı,
adı nedir, bunlar burada anlatılmıyor! Çünkü Âdem’le ilgili hikâye burada bir-
denbire kesiliyor ve karşımıza bambaşka bir konu çıkıveriyor ki, o da İsrailoğulla-
rının tarihi ile ilgili! Şöyle başlar:

“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın, bana verdiği-


niz sözü yerine getirin ki, ben de size vaat ettiklerimi vereyim. Yalnızca
benden korkun” (Bakara Suresi, ayet 40).

Ve bu söylenenler de, tıpkı diğerleri gibi, bilinmeyen ve anlaşılamayan şey-


lerle dolu: bir kere kimdir bu İsrailoğulları? Nereden türemişlerdir? Tanrı’nın
onlara verdiği nimetler nedir ki, hatırlatmada bulunuluyor? Onlardan aldığı söz
nedir ki, “bana verdiğiniz sözü yerine getirin” diyor? Sözlerini yerine getirdikleri
takdirde onlara vereceğini söylediği vaat nedir? Hiçbir şey belli değil! Çünkü da-
ha önceki ayetlerde bu hususlar hiç belirtilmemiş! Ve Tanrı devam ediyor:

“Elinizdeki (Tevrat’ın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime (Kur’an’a)


iman edin. Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın! Ayetlerimi az bir
karşılık ile satmayın, yalnız benim azabımdan korkun” (Bakara Suresi,
ayet 41).

Yine anlaşılmazlıklarla karşı karşıyayız! Neden dolayı Tanrı, İsrailoğullarına


Tevrat yerine Kur’an’a iman etmelerini söylemekte? Neden dolayı, “...Ayetlerimi
az bir karşılık ile satmayın!” diye onları ikaz etmekte, belli değil! Ve bunları belli
etmeden Tanrı İsrailoğullarına namaz kılmalarını, zekât vermelerini emrediyor
(Bakara Suresi, ayet 43-46) ve sonra, “Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi
ve sizi (bir zamanlar) cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın” (Bakara Suresi,
ayet 47) diyerek, birkaç ayet önce yapmış olduğu hatırlatmayı, “...sizi (bir zaman-
lar) cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın”, eklemesiyle yineliyor. Yeryüzünde
birçok ümmet varken, neden dolayı İsrailoğullarını üstün kılıp onlara nimetler

183
vermiştir ve neden dolayı şimdi onlardan şikâyetçidir, belli değil! Bunlar belli de-
ğilken, konuşmasına şöyle devam ediyor Tanrı:

“Hatırlayın ki, sizi, Firavun taraftarlarından kurtardık. Çünkü onlar


size azabın en kötüsünü reva görüyorlar; yeni doğan erkek çocuklarını-
zı kesiyorlar (fenalık için), kızlarınızı hayatta bırakıyorlardı. Aslında o
size reva görülenlerde Rabbinizden büyük bir imtihan vardı” (Bakara
Suresi, ayet 49).

Yine bilinmezlikler içindeyiz! Neden dolayı Firavun taraftarları, İsrailoğulla-


rının yeni doğan erkek çocuklarını kesip kızları bırakıyorlardı da, Tanrı İsrailo-
ğullarını onlardan kurtarmıştır? Bu ayeti 50. ayet izliyor:

“Bir zamanlar biz sizin için denizi yardık, sizi kurtardık. Firavun’un
taraftarlarını da, siz bakıp dururken denizde boğduk” (Bakara Suresi,
ayet 50).

Neden dolayı deniz yarılıyor ve yarılan bu deniz hangi denizdir, belli değil!
Bu ayetten sonra karşımıza 51. ayeti çıkıyor:

“Musa’ya kırk gece (vahyetmek üzere) söz vermiştik. Sonra haksızlık


ederek buzağıyı (Tanrı) edindiniz” (Bakara Suresi, ayet 51).

Kimdir bu Musa? Babası kimdir? Kimden doğmuştur? Kimler tarafından ye-


tiştirilmiştir? Buzağının İsrailoğulları tarafından “Tanrı” edinilmesi nasıl olmuş,
hiçbir şey belli değil! Daha sonraki ayetlerde Musa ile kavmi arasındaki çekişme-
ler ele alınmış. “Cumartesi günü azgınlık” ettikleri için, İsrailoğullarının “aşağı-
lık maymunlar” şekline dönüştürüldükleri bildiriliyor (Bakara Suresi, ayet 65-
66). Musa’nın, kavmine bir sığır kesmelerini emrettiği, fakat kavminin kendisini
alaya aldığı ekleniyor (Bakara Suresi, ayet 67-71). Ve sonra Tanrı, “Hani siz bir
adam öldürmüştünüz de, onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Hâlbuki Allah
gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır” (Bakara Suresi, ayet 72) diye devam
ediyor. Öldürülen adam kimdir? Neden dolayı öldürülmüştür? Bunlar belirtilme-
den, Tanrı’nın, “Haydi şimdi (öldürülen) adama, (kesilen ineğin) bir parçasıyla
vurun” dediği ve “Böylece Allah, ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye ayetlerini gös-
terir” diye eklediği görülmekte (Bakara Suresi, ayet 73). Bunu izleyen ayetlerde,

184
İsrailoğullarının Tanrı emirlerine başkaldırmaları, Tanrı ile çekişmeleri belirtili-
yor (Bakara Suresi, ayet 74-86). Ve yine birdenbire, “Andolsun ki, biz Musa’ya
kitabı verdik. Ondan sonra art arda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya
da mucizeler verdik. Ve onu Ruhül Kudüs ile destekledik. (Ne var ki) gönlünüzün
arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe ona karşı büyüklük tasladınız. (Si-
ze gelen) peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz”
(Bakara Suresi, ayet 87) şeklindeki bir konuşma ile Tanrı, İsrailoğullarına yeni-
den sitem etmeye başlar. Bu arada onları Kur’an’a ve Muhammed’e inanmamak-
la suçlar (Bakara Suresi, ayet 88-91) ve sonra Muhammed’e hitaben, “...(Ey Mu-
hammed), onlara, ‘Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz, daha önceki Allah’ın
peygamberlerini neden öldürüyordunuz?’ deyiver” der (Bakara Suresi, ayet 91).
Sonra, yine Musa ile Yahudiler arasındaki çekişmelere ve Kur’an’ın Muham-
med’e indirilmesine değinir (Bakara Suresi, ayet 92-101); sonra Süleyman’ın
hükümdarlığına geçer (Bakara Suresi, ayet 102); sonra iman edenlere buyruklar
indirir (Bakara Suresi, ayet 103-104) ve Yahudilerden ve Hıristiyanlardan Müs-
lümanlara hayır gelmeyeceğini bildirir (Bakara Suresi, ayet 105). Daha sonra,
Yahudilerle Hıristiyanların çekişmelerinden ya da kâfirliklerinden söz eder (Ba-
kara Suresi, ayet 106-121). Yine birdenbire Yahudilere, “Ey İsrailoğulları! Size
verdiğim nimetimi ve sizi (bir zamanlar) cümle âleme üstün kılmış olduğumu
hatırlayın” (Bakara Suresi, ayet 122) diyerek, daha önce birçok kez söylemiş ol-
duğu hatırlatmayı aynen yineler. Ve sonra İbrahim hikâyesine geçer: “Bir zaman-
lar, Rabbi İbrahim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine geti-
rince, ‘Ben seni insanlara önder yapacağım’ demişti...” (Bakara Suresi, ayet 124)
diyerek, onun İsmail ile birlikte Kâbe’nin yapımı işine başlayışını anlatır (Bakara
Suresi, ayet 125 vd...). Oysa ki İbrahim, Musa’dan, Süleyman’dan, İsa’dan vd...
çok önce yaşamıştır. Ve işte Tanrı, olayları tersyüz ederek, bir süre bu şekilde
konuştuktan sonra, tekrar “Tanrı’nın tek oluşu” konusuna döner (Bakara Suresi,
ayet 164-167); sonra “haramlar” konusuna geçer (Bakara Suresi, ayet 168 vd...)
sonra “kısas” ve “vasiyet” gibi ceza ve hukuk konularına değinir (Bakara Suresi,
ayet 17-183), sonra dinle ilgili olarak oruç konusuna yer verir (Bakara Suresi,
ayet 188 vd...). Bu arada, “Birbirinizin mallarını yemeyin, rüşvetle hakimlere

185
koşmayın” der (Bakara Suresi, ayet 188) ve hemen ardından haccın ifası için
yeni doğan aylardan söz eder; ederken hiç ilgisi olmadığı halde, “Evlere arka ta-
rafından değil, ön kapısından girin” diye ekler (Bakara Suresi, ayet 189); hemen
peşinden “(müşrikleri) bulduğunuz her yerde öldürün!..” diye emirler verir (Ba-
kara Suresi, ayet 191); ve sonra fitneden, haram aylardan, Allah yolunda harca-
malardan, hacdan söz ederek (Bakara Suresi, ayet 192-221) kadınların özel du-
rumlarına (örneğin, adet, hayz durumlarına) atlar (Bakara Suresi, ayet 222);
sonra, “Kadınlarınız sizin ekin alanınız, tarlanızdır. O halde (ön organ olan) tar-
lanıza ne şekilde isterseniz o şekilde varın...” diye kadınlarla cinsi münasebet
usullerinden söz eder ve cinsi münasebet sırasında onlara “arka organlarından”
temas edilmemesi gerektiğini belirtir (Bakara Suresi, ayet 223); cinsi münasebet-
le (seksle) ilgili bu emirlerden hemen sonra, “boşanma” ve “hülle” konularını
hükme bağlar; böylece, hukuk dışı konulardan, hukukla ilgili konulara atlamış
olur. Ve işte hukukla ilgili bu kuralları belirtirken (Bakara Suresi, ayet 225-238),
birdenbire bundan vaz geçer ve yine hiç yeri ve gereği olmadığı halde, ibadetle
ilgili bir konuya (örneğin, namaz kılma usullerine ve bununla ilgili kurallara) dö-
ner (Bakara Suresi, ayet 238-239); hemen sonra, tekrar hukuk sorunlarını ele
alır ve boşanma konusuna değinir (Bakara Suresi, ayet 240-242); fakat bu konu-
yu işlemeden ve yine hiç yeri gelmemişken, cihada (savaşa) çıkma gereğine deği-
nir ve vaktiyle İsrailoğullarına savaş farz kıldığından, Talût ve Calût ordularının
bozguna uğratıldığından söz eder ve yeryüzü düzenini, ancak ve ancak insanları
birbirleriyle dövüştürtmek suretiyle sağlayabileceğinden söz eder (Bakara Suresi,
ayet 244-252). Fakat, Talût’un ya da Calût’un kim olduklarını bildirmez! Neden
insanları birbirlerine boğazlatmadan iş göremediğini de belirlemez! Az geçme-
den, “zekât” ve “sadaka” konularını ele alır (Bakara Suresi, ayet 273-274); bun-
larla ilgili olarak yeterince fikir vermeden, hiç yeri ve ilgisi olmadığı halde borçlar
hukukunun, faiz ve ticaret sorunlarına geçer (Bakara Suresi, ayet 275-284);
akabinde yeryüzüne gönderdiği “peygamberler” arasında ayrım yapmadığını be-
lirtir (Bakara Suresi, ayet 285) ve hemen sonra kişiye takatinden fazla yük yük-
lemediğini bildirir (Bakara Suresi, ayet 286). Böylece, birbiriyle ilgisi olmayan
konulara ve sorunlara değinerek, birinden diğerine atlayarak Bakara Suresi’ni

186
sona erdirir! Yine hatırlatalım ki, bu Bakara Suresi, Kur’an’da baştan ikinci sıra-
da yer almakla beraber, Tanrı’dan indiği söylenen surelerin seksen yedincisidir.
Ve yukarıda değindiğimiz sorunları ve konuları, surelerin Kur’an’daki sıralarına
göre değil de, surelerin iniş sırasına göre incelemeye kalkışacak olursak, aynı tu-
tarsızlıklarla, aynı karışıklıklarla, aynı uyumsuzluklarla ve aynı çelişmelerle karşı-
laşırız.

***

Kur’an’da, Bakara Suresi’nden sonra, 3. sırada olarak yer alan Al-i İmran
Suresi’nde de aynı düzensizlikleri görmekteyiz: Sure, biraz önce değindiğimiz
gibi, İsa’nın anası Meryem’in babasının mensup bulunduğu “İmran’ın aile-
si”nden söz eden ayetleri kapsadığı için, “Al-i İmran Suresi” adını taşır. Ancak,
200 ayetten oluşan bu surenin, pek az bir kısmı bu konuya ayrılmıştır; daha baş-
ka bir deyimle, surenin başlığı ile içeriği arasında pek az ilişki vardır. Üstelik de
sure “İmran ailesi” konusunu ele alan ayetlerle başlamaz. Al-i İmran Suresi’ne
şöyle bir göz atacak olursak görürüz ki, ilk birinci ayet, “Elif, Lam, Mîm” şeklin-
deki harflerle başlar. Henüz, hiç kimseler tarafından anlaşılmış değildir. Bunu,
“Hayy ve kayyum olan, Allah’tan başka ilah yoktur” (Al-i İmran Suresi, ayet 2)
şeklindeki ikinci ayet izler ki, daha önce Bakara Suresi’nde yer alan ve Tanrı’nın
kendi yüceliğiyle övünmesini belirten 255. ayetin kısaltılmış şeklidir. Bunu, Tan-
rı’nın insanlara doğru yolu göstermek üzere, Tevrat’ı, İncil’i ve Furkan’ı
(Kur’an’ı) indirmiş olduğunu, Kur’an’ın önceki kitapları onayladığını ve Allah’ın
ayetlerini inkâr edenlerin azaba uğrayacaklarını bildiren iki ayet izler (Al-i İmran
Suresi, ayet 3-4). Bunları okurken kendi kendimize soru sormak ihtiyacını duya-
rız: Tevrat ve İncil’de yer alan ayetler geçerli mi? Yahudileri, Hıristiyanları ve
Müslümanları bağlar mı? Bu soruyu sormak ihtiyacını duyarız; çünkü 12 ayet
sonra (yani, Al-i İmran Suresi’nin 19. ayetinde), Tanrı indinde İslam’dan başka
bir din olmadığı ve Yahudilerle Hıristiyanların, kendilerine “ilim” (Tevrat ve İn-
cil) geldikten sonra ayrılığa düştükleri yazılıdır. Yine bunun gibi, Kur’an’ın diğer

187
sure ve ayetlerinde, Tevrat ile İncil’in tahrif edilmiş oldukları ve bu nedenle
Kur’an’dan başka uygulanacak kitap bulunmadığı, Yahudilerin ve Hıristiyanların
dahi Kur’an’la bağlı bulundukları bildirilmiştir.

Al-i İmran Suresi’nin dördüncü ayetinden hemen sonra, Tanrı’nın, her gizli
olan şeyi bildiği yazılıdır (Al-i İmran Suresi, ayet 5). Bunu, “Rahimlerde sizi dile-
diği gibi şekillendiren odur...” diye başlayan ve Tanrı’nın “güç ve hikmet sahibi”
olduğunu bildiren ayet izliyor (Al-i İmran Suresi, ayet 6). Burada geçen “dilediği
gibi şekillendiren” deyiminden anlaşılması gereken nedir? İnsan denen varlığın,
sadece şekli ve biçimi mi, yoksa aynı zamanda kaderi de mi Tanrı tarafından key-
fi olarak şekillendirilmiştir, belli değil! Aynı konu, Kur’an’ın diğer sure ve ayetle-
rinde de çelişkili şekilde tanımlanmıştır: kimi yerde kişinin, kendi kaderini kendi
çizdiğine, kimi yerde de bu kaderin Tanrı tarafından çizildiğine dair ayetler var.
Örneğin, İsra Suresi’nde, “Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuş-
tur; kim yoldan sapmışsa kendisi sapıtmıştır ve bir kişi başkasının yükünü yük-
lenmez” (İsra Suresi, ayet 15) diye yazılıdır. Ya da Fussilet Suresi’nde, “Kim iyi
bir iş yaparsa faydası kendisinedir, kim kötülükte bulunursa zararı kendisinedir”
(Fussilet Suresi, ayet 46; İsra Suresi, ayet 7) şeklinde ayetler var. Bunlara baka-
rak, her insanın irade özgürlüğüne sahip ve kendi kaderine egemen olduğu sanı-
lır. Fakat bu aynı Kur’an’da, özgür iradeyi yok eden ve insan kaderinin daha ana
karnındayken Tanrı tarafından çizildiğini bildiren nice hükümler yer almıştır ki,
bunlar arasında, “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz...” (Tekvir Suresi, ayet
29), “Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileye-
bilirsiniz...” (İnsan Suresi, ayet 30), “Allah kimi doğru yola sokmak isterse, onun
kalbini İslamiyet’e açar; kimi de saptırmak isterse... kalbini dar ve sıkıntılı kı-
lar...” (En’am Suresi, ayet 125), “Allah dileseydi puta tapmazlardı...” (En’am
Suresi, ayet 106) şeklinde olanları vardır. Hatta irade özgürlüğünü hem var sa-
yan hem de yok kılan ayetler, bazen peşi peşine sıralanmışlardır.

Örneğin, Kıyamet Suresi’nde şöyle yazılıdır:

“Dileyen (düşünüp Tanrı’dan) öğüt alır. Bununla beraber, Allah dile-


meksizin onlar öğüt alamazlar...” (Kıyamet Suresi, ayet 55-56).

188
Yani, kişi Tanrı’dan öğüt alabilir; ama alabilmesi için, Tanrı’nın bunu dile-
mesi koşul! Ve yine Kur’an’a göre kişi, doğru yola yönelmek ya da sapıtmak hu-
susunda irade özgürlüğünden yoksun bulunduğuna öylesine inanmıştır ki, Tan-
rı’ya şu şekilde yalvarma durumundadır:

“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize


tarafından rahmet bağışla...” (Al-i İmran Suresi, ayet 8).

Bu tür çelişkiler ve bu tür tutarsızlıklar, her hususta ve her konuda olmak


üzere Kur’an’ın tüm surelerinde ve ayetlerinde yer etmiştir. Muhtemelen bunun
fark edileceğini bildiği içindir ki, Muhammed, Kur’an’ın bazı ayetlerinin “muh-
kem”, yani “anlamı açık ve seçik”; bazı ayetlerin ise “müteşabih”, yani “anlamı
anlaşılamaz” nitelikte olduğuna dair ayet koyma gereğini duymuştur. Nitekim Al-
i İmran Suresi’nin şimdi üzerinde durduğumuz ayetinin anlaşılmazlığı karşısın-
da, ne yapacağımızı şaşırmışken, bazı ayetlerin “muhkem” ve bazılarının “müte-
şabih” olduklarına dair 7. ayet dikiliverir karşımıza:

“Sana kitabı indiren odur. Onun (Kur’an’ın) bazı ayetleri muhkemdir


ki, bunlar kitabın esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğri-
lik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih
ayetlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlim-
de yüksek payeye erişenler ise, ‘Ona inandık; hepsi de Rabbimiz tara-
fındandır’ derler. Bu inceliği ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar”
(Al-i İmran Suresi, ayet 7).

Ancak, çelişki sorununu çözümlermiş gibi görünen bu ayet, bizzat kendi


içinde çelişkilidir. Bir kere, “muhkem” ve “müteşabih” ayetler konusuna doğru
dürüst bir açıklama getirilmiş değil. Bundan dolayıdır ki, bunların ne olduğu ve
bu sözcüklere ne anlam verilmesi gerektiği hususunda, yorumcular arasında gö-
rüş ayrılıkları vardır. Örneğin, Kurtubî gibi yorumculara göre, “muhkem ayet”
demek, anlamı ve yorumu bilinen, anlaşılır olan ayet demektir; “müteşabih” ayet
ise, Tanrı’nın insanlara verdiği bilgi yollarından herhangi bir yolla anlamının öğ-
renilip bilinmesi, hiç kimse için mümkün olamayan ayettir. Razi gibi yorumcula-
ra göre “muhkem” ayet, ister açık, ister kapalı anlamlı olsun, “anlamı anlaşılabi-
len bir hükme ve sonuca varılabilen” ayettir; “müteşabih” ayet ise, anlamı hiçbir

189
yolla bilinemeyen ayettir. Taberî’ye göre “muhkem ayet”, hükmü geçerli olan
ayettir; “müteşabih ayet” ise, hükmü yürürlükten kaldırılmış olan ayettir. Yine
Razi’ye göre “muhkem” ayetler, En’am Suresi’nin sadece üç ayetidir ki, bunlar,
150., 151. ve 152. ayetlerdir. Kimine göre “muhkem” deyimi, sadece tek bir an-
lamı olan ayetler için; “müteşabih” deyimi ise, birden çok anlama gelebilen ayet-
ler için kullanılması gerekir! 7

Öte yandan, “müteşabih” ayetlerin yorumunun sadece Tanrı tarafından bi-


lindiği anlatılmakta! Daha önce de dediğimiz gibi eğer bu ayetler, sadece Tanrı
tarafından bilinmek üzere Kur’an’a kondu ise, faydası ne? Eğer anlamı bilinme-
den bellenmek üzere kondu ise, bu takdirde kulların düşünme gücünden yoksun
kalmaları sonucunu doğurmaz mı? Yukarıdaki ayette, “...İlimde yüksek payeye
erişenler ise, ‘Ona inandık; hepsi de Rabbimiz tarafındandır’ derler...” diye yazılı.
Dikkat edileceği gibi, “ilimde yüksek payeye erişenler” dahi, anlamı sadece Tan-
rı’nın bildiği ayetleri körü körüne kabul edip, “Ona inandık; hepsi de Rabbimiz
tarafındandır” demek durumundalar! İrade ve fikir özgürlüğü ile bu nasıl bağ-
daştırılabilir? Bütün bu hususlar, Al-i İmran Suresi’nin şimdi üzerinde durdu-
ğumuz 7. ayeti ile askıya alınmışa benzer. Nitekim daha sonraki ayet, bir başka
çelişki yaratacak nitelikte olmak üzere şöyledir:

“(Onlar şöyle yakarırlar) Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra


kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla...” (Al-i İmran
Suresi, ayet 8).

Anlaşılan o ki, insanları doğru yola ileten ve ilettikten sonra kalpleri eğrilte-
bilen Tanrı’dır. Bu doğrultuda, Kur’an’da pek çok ayet var. Örneğin, En’am Su-
resi’nde Tanrı’nın, dilediği gibi insanların kalplerini açıp Müslüman yaptığı ya da
kapayıp kâfir kıldığı yazılı (En’am Suresi, ayet 125). Pek güzel, ama şöyle bir dü-
şünelim: eğer insanı doğru yola sokan ya da doğru yoldan çıkaran Tanrı ise, bu
takdirde onları mükâfatlandırmanın ya da cezalandırmanın ne anlamı olabilir?
Bu soruyu sorarken, gözümüz, daha sonra gelen ve bir öncekiyle ilişkisi bulun-
mayan ayete ilişmekte:

7
Turan Dursun, age, c.3, s. 137 vd.

190
“Rabbimiz! Gelmesinden şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka
toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden dönmez” (Al-i İmran Sure-
si, ayet 9).

Dikkat edileceği gibi, burada konuşanlar Tanrı’nın kullarıdır ve konuşmala-


rından şunu anlıyoruz ki, gelmesinden şüphe edilemeyecek olan bir gün vardır
ve o gün Tanrı insanları toplayacaktır! Pekiyi, ama “gelmesinden şüphe edileme-
yen gün” nedir ve Tanrı’nın kulları bunu nereden bilmişlerdir! Eğer bu gelecek
olan günden maksat “kıyamet” ise, Kur’an’ın başka bir yerinde, örneğin Kıyamet
Suresi’nde, insanların kıyameti yalanladıkları ve “kıyamet günü ne zamanmış?”
diye sordukları yazılıdır (Kıyamet Süresi, ayet 55-56). Hatta bu konuda öylesine
habersizdirler ki, ikide bir Muhammed’e, kıyametin ne olduğunu, ne zaman ge-
leceğini sormaktan geri kalmazlar. Fakat yine Kur’an’dan öğrenmekteyiz ki, kı-
yametin ne zaman geleceği hakkında Muhammed’in de pek bilgisi yoktur. Örne-
ğin, A’raf Suresi’nde, kıyametin saatinin sadece Tanrı tarafından bilindiğine dair
şu var:

“Ey Muhammed! Kıyamet saatinin ne zaman gelip çatacağını soruyor-


lar. De ki, ‘Onu ancak Rabbim bilir. Onun vaktini ondan başka belirte-
cek yoktur...” (A’raf Suresi, ayet 187; bkz. Lokman Suresi, ayet 34; Na-
ziat Suresi, ayet 42-46).

Görülüyor ki, Kur’an’ın bazı ayetlerinde, kıyametin yalanlandığından (Kıya-


met Suresi, ayet 55-56), bazı ayetlerinde de yalanlayanların, “...Allah asla sözün-
den dönmez” diyerek kıyametin zamanı konusunda şüphe etmediklerinden söz
edilmekte (Al-i İmran Suresi, ayet 9). Daha başka bir deyimle, şimdi üzerinde
durduğumuz ayet (yani, Al-i İmran Suresi’nin 9. ayeti) hakkında fikir edinebil-
mek için, Kur’an’ın başka yerlerine atlamalar yapmamız gerekiyor. Kur’an’da
kıyametle ilgili olarak çeşitli surelere dağıtılmış 150’den fazla ayet bulunduğuna
göre 8, nasıl bir ameliye ile karşı karşıya kaldığımız ortadadır. Eğer, bu 150 ayeti,
surelerin nüzul sırasına göre incelemeye kalkışacak olursak, işin içinden hiç çı-
kamayız! Ve ilginç olan husus şu ki, Kur’an’ın, 75. sırasında bulunan ve “Kıya-

8
Kıyametle ilgili olarak Kur’an’da yer alan bu ayetler hakkında bkz. Turan Dursun, age, c.7,
s.88 vd.

191
met” başlığını taşıyan sure, Tanrı’nın, “Kıyamet gününe yemin ederim” sözleriyle
başlamakta ve insanların, ölümden sonra diriltilip hesaba çekileceklerini anlat-
makta. Surenin başlığına bakarak sanılır ki, Tanrı bize kıyamet hakkında yete-
rince bilgi verecektir. Oysa öyle değil; çünkü buradaki anlatış öylesine yetersiz ki,
kıyamet hakkında gelişigüzel bir fikir edinebilmek için, Kur’an’ın diğer sureleri
içerisine, pek çeşitli deyimlerle 9 sıkıştırılmış 150’den fazla ayeti (ayrıca da, sayı-
sız denecek kadar çok hadis hükümlerini) incelemek gerekir ki, düzensizlik bir
yana, Kur’an’ın “apaçık” oluşuyla da bağdaşmaz.

Al-i İmran Suresi’ni, kaldığımız yerden okumaya devam edelim. Onuncu


ayet şöyledir:

“Bilinmelidir ki, inkâr edenlerin ne malları ne de evlatları (oğulları) Al-


lah huzurunda kendilerine bir fayda sağlayacaktır. İşte onlar cehen-
nemin yakıtıdır” (Al-i İmran Suresi, ayet 10).

Nedir anlatılmak istenen şey? Neden mallar ve oğullar Allah huzurunda


inkârcılara fayda sağlamayacaktır? Neden sadece “mallar” ve “oğullar” anlamına
gelen “evlatlar” zikredilmiştir de, “kızlar” ya da başkaca şeyler belirtilmemiştir?
Ve ne sebeple inmiştir bu ayet? Bazı yorumcular bu ayetin Necran Piskoposu ve-
silesiyle indiğini, çünkü bu Piskopos’un Muhammed’i “peygamber” olarak kabul
ettiği halde, Rum krallarından edindiği malları elinden kaçırmamak için Müslü-
man olmaktan kaçındığını söylerler. Oysa öyle değil; çünkü ayet sadece mallar-
dan değil, aynı zamanda “evlatlardan söz ediyor (ki “veled” karşılığı “oğullar”
demektir). Bu itibarla, ayetin anlamı hakkında bir fikir öne sürebilmek için,
Kur’an’ı karıştırmamız ve muhtemelen 72 surelik bir atlama yapıp, Müddessir
Suresi’nin 11. ve 29. ayetleri üzerinde durmamız gerekiyor. Şu bakımdan ki,
orada şöyle deniyor:

“Ey Muhammed!.. Tek olarak yaratıp, kendisine bol bol mal... oğullar
verdiğim ve nimetleri yaydıkça yaydığım o kimseyi bana bırak, cezası-

9
Kur’an’ın bazı yerinde “yevmul-kıyame” (kıyamet günü), bazı yerinde “şaet” (gelecek olan an
ya da saat), bazı yerinde “el-vakıa” ya da “el-hakke” (gerçekten gelecek olan gün), haşr (top-
lanma günü), “el- karia” (gürültüsü ile felaket kapısını çalacak olan gün)... deyimleri geçer.
Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Turan Dursun, age, c.7, s.88 vd.

192
nı ben vereyim. Bir de verdiğim nimetten arttırmamı umar. Hayır, ha-
yır; çünkü o, bizim ayetlerimize karşı son derece inatçıdır... İşte bu
adamı yakıcı bir ateşe yaslayacağım...” (Müddessir Suresi, ayet 11-14,
26).

Ayetin bir başka okunuşu şöyledir:

“Ey bürünen (Müddessir) ... Tek olarak yarattığım o kimseyi bana bı-
rak! Hem uzun boylu mal verdim. Hem göz önünde oğullar. Hem kendi-
sine bir döşetiş döşedim. Sonra da tamah eder ki, daha arttırayım. Ha-
yır, çünkü o bizim ayetlerimize karşı inat kesildi... yaslayacağım onu
sekara (cehenneme)...” (Müddessir Suresi, ayet 10-16,26).

Yorumculara göre bu ayet, Velid b. Muğire’nin tutum ve davranışı vesilesiyle


inmiştir; çünkü Velid, İslam olmaya ve Muhammed’i “peygamber” olarak kabule
eğilimliyken, yeğeni Ebu Cehil’in kışkırtması üzerine Muhammed hakkında
olumsuz şeyler söylemiş; örneğin, “Muhammed bir sihirbazdır; kişiyi ailesinden,
evladından, kölesinden ayırıyor” şeklinde konuşmuştur. 10 Velid, Kureyş’in ileri
gelenlerinden olup, ticaret yoluyla büyük servet edinmiş bir kimsedir; Mekke ile
Taif arasında mal ve arazileri ve ayrıca Taif’te yaz kış meyveleri eksik olmayan
bostanı vardı. Sadece servetinin çokluğu ile değil, oğullarının sayısının çokluğu
ile de ün salmıştı; çünkü söylendiğine göre, on ya da on üç oğlu vardı. Ayetten
anlaşılmaktadır ki, Tanrı, oğul sahibi olmayı, mallara ve arazilere sahip olmak
kadar önemli saymaktadır; bundan dolayıdır ki, dilediği kişileri, bol miktarda mal
ve oğullar vermek suretiyle nimetlendirmektedir. Fakat iman etmeyenlere şunu
hatırlatmaktadır ki, mallara ve oğullara sahip olmanın kendilerine sağlayabilece-
ği bir fayda yoktur. Bundan çıkan bir diğer sonuç da şu olmaktadır ki, kişi, kendi
çalışmasıyla ve kendi alnının teriyle varlık edinemez; onu varlık sahibi yapan
Tanrı’dır. Bundan dolayıdır ki, eğer kişi, Tanrı’nın buyruklarına (örneğin,
Kur’an’a) inanmayacak olursa, ateşe atılmaktan kurtulamayacaktır; mallara (ya
da oğullara) sahip olmanın hiçbir hayrını görmeyecektir. Pek güzel, ama eğer bu
böyle ise, Tanrı onu neden mal ve oğul sahibi yapmıştır? Tanrı, “her şeyi bilen”
ve “ileriyi gören” değil midir? Üstelik de, kendi yarattığı kullarını doğru yola so-

10
Bu yorumlar için bkz Elmalılı H. Yazır, age, c.7, s.5456 vd...; ayrıca Diyanet Vakfı Kur’an çevi-
risinde Müddessir Suresi’nin 11. ve 26. ayetlerinin açıklanmasına bakınız.

193
kan ya da saptıran o değil midir? Görülüyor ki, Al-i İmran Suresi’nin söz konusu
ettiğimiz bu onuncu ayeti hakkında, yarım yamalak dahi olsa, fikir edinmek şöyle
dursun, içinden çıkılmaz sorunlarla karşılaşmaktayız!

Al-i İmran Suresi’nde kaldığımız yerden devam edecek olursak, aynı anla-
şılmazlıklarla, aynı uyumsuzluklarla, aynı kopukluklarla karşılaşırız. Yeni bir ör-
nek olarak, geliniz şimdi bu surenin, birbiriyle ilişkisi olmayan hükümlerini
okumaya devam ederek biraz daha ilerideki ayetlerine göz atalım. Müşriklerin
kötülüklerinden, Yahudilerin ve Hıristiyanların kâfirliklerinden söz eden 116.
ayete geldiğimizde karşımıza şu çıkıyor:

“İnkâr edenler var ya, onların malları da evlatları (oğulları) da Allah’a


karşı kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır, işte onlar cehennemlik-
lerdir; onlar orada ebedi kalacaklardır” (Al-i İmran Suresi, ayet 116).

Şimdi bu ayeti, bu aynı Al-i İmran Suresi’nin biraz önce incelediğimiz 10.
ayetiyle karşılaştıralım! Dikkat ediniz, yine başladığımız noktaya, yani 110 ayet
öncesine dönmüş olmaktayız. Çünkü orada da şu satırlar yer almıştı;

“Bilinmelidir ki, inkâr edenlerin ne malları ne de evlatları (oğulları) Al-


lah huzurunda kendilerine bir fayda sağlayacaktır. İşte onlar cehen-
nemin yakıtıdır” (Al-i İmran Suresi, ayet 10).

Bu minval üzere devam ederek, 121. ayete gelelim. Karşımıza birdenbire ve


hiç beklenmedik yerde, savaşla ilgili şöyle bir ayet çıkıveriyor:

“Hani sen (Ey Muhammed!), sabah erkenden müminleri savaş mevzile-


rine yerleştirmek için ailenden ayrılmıştın. ...Allah hakkıyla işiten ve
bilendir” (Al-i İmran Suresi, ayet 121).

Pek güzel, ama bununla hangi savaş anlatılmak isteniyor, belli değil! Bunu
izleyen ayetlerden de bir şey anlamak mümkün değil! Nitekim bir sonraki ayet
şöyledir:

“O zaman içinizden iki bölük bozulmaya yüz tutmuştu. Hâlbuki Allah


onların yardımcısı idi. Müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler”
(Al-i İmran Suresi, ayet 122).

194
Nedir burada sözü geçen “iki bölük”ten maksat, bilemiyoruz! Daha sonraki
ayette, “Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde, Allah, Bedir’de de size yardım
etmişti...” (Al-i İmran Suresi, ayet 123) deniyor ve Tanrı’nın Bedir Savaşı’nda
Müslümanlara üç bin melekle yardım ettiği ekleniyor (Al-i İmran Suresi, ayet
124). Bir sonraki ayette, eğer Müslümanlar sabır gösterecek ve Tanrı’dan sakı-
nacak olurlarsa, Tanrı’nın onlara “nişanlı beş bin melek”le yardımcı olacağı, bu-
nu onların gönlünü rahatlatmak için yapacağı yazılıdır (Al-i İmran Suresi, ayet
125-126). Daha sonraki ayette, kâfirlerden bir kısmının kökünü kesmek amacıy-
la, Tanrı’nın Müslümanlara yardımda bulunduğu eklenmekte (Al-i İmran Suresi,
ayet 127-128). Yine dikkat edileceği gibi, Bedir Savaşı örneği veriliyor, fakat “Ha-
ni sen (Ey Muhammed!), sabah erkenden müminleri savaş mevzilerine yerleştir-
mek için ailenden ayrılmıştın...” diye konu edilen savaşın ne olduğu, ne zaman,
ne sebeple ve kimler arasında çıktığı bildirilmiyor. Yorumculardan ve Muham-
med’in Kur’an olmayarak bıraktığı verilerden (hadislerden) öğreniyoruz ki, 121.
ayette söz konusu olan savaş, Uhud Savaşı’dır. Ve işte bu ayetleri okurken karşı-
mıza, yine hiç yeri ve gereği olmadan, birdenbire, ekonomi ile ilgili bir konu, faiz
konusu çıkıveriyor ve şöyle emrediliyor:

“Ey inananlar! Faizi kat kat alarak yemeyin...” (Al-i İmran Suresi,
ayet 130).

Sonra kişilere Tanrı’yı anmaları için öğütler veriliyor (ayet 131-140) ve son-
ra tekrar Uhud Savaşı olaylarına dönülerek, “Eğer siz bir yara aldıysanız, şüphe-
siz o topluluk da benzeri bir yara almıştır... Ölümle karşılaşmadan önce onu bili-
yordunuz” (ayet 141-144) diye devam olunuyor. Fakat akabinde Muhammed’in
“Ancak bir peygamber” olduğu söyleniyor (ayet 144-148); sonra Tanrı’ya itaat
görevi hatırlatılıyor (ayet 149-152) ve sonra tekrar Uhud Savaşı’na dönülüyor
(ayet 153-174); fakat bu konu tamamlanmadan, “İşte o şeytan, kendi dostlarını
korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden
korkun” (ayet 175) şeklindeki bir ayetle başka bir konuya atlanıyor ki, ayetin kim-
ler hakkında indiği tartışmalı: kimine göre ayet Medine’deki Müslümanları kor-
kutmak amacıyla Mekkelilerin gönderdikleri Nuaym adındaki kişi vesilesiyle ve
“Küffarı Kureyş” hakkında, kimine göre “münafıklar” hakkında, kimine göre
195
“küffardan” Müslüman olup da, Kureyş’ten korkarak İslam’ı terk eden bir kavim
hakkında, kimine göre ise Yahudiler hakkında inmiştir. Fakat, her ne olursa ol-
sun, bu ayetten sonra, inkârcıların Allah’a zarar veremeyeceklerine (Al-i İmran
Suresi, ayet 176- 177), sonra Tanrı’nın inkârcılara süre verip onların günahları-
nın artmasını istediğine (Al-i İmran Suresi, ayet 178), sonra insanların hasisliği-
ne değinilerek “cimri”lik konusuna atlanıyor ve cimri olanların kıyamet gününde
cezaya uğrayacakları anlatılıyor (Al-i İmran Suresi, ayet 180); daha sonra, Tanrı
hakkında olumsuz şey konuşanlara, örneğin, “Gerçekten Allah fakir, biz ise zen-
giniz” diyen ve peygamberlerini haksız yere öldürenlere ve Müslüman olmamak
için bahane ileri sürenlere değiniliyor ki, yorumculara göre bunlar Yahudilerdir
(Al-i İmran Suresi, ayet 181, 184); sonra “Her canlı ölümü tadacaktır...” denile-
rek cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulanların kurtuluşa ermiş olacakları
anlatılıyor (Al-i İmran Suresi, ayet 185); sonra, “...mallarınız ve canlarınız konu-
sunda imtihana çekileceksiniz...” denilerek, sabreden kimselerin iyi bir iş yapmış
olacakları hatırlatılıyor (Al-i İmran Suresi, ayet 186); sonra Tanrı’nın ehl-i ki-
tab’a (Yahudilere ve Hıristiyanlara), “...onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız,
onu gizlemeyeceksiniz” diyerek, onlardan söz aldığı, fakat onların buna kulak
asmayıp, “onu az bir dünyalığa değiştirdikleri” belirtiliyor -ki yorumcuların söy-
lemesine göre burada, Tevrat ve İncil sahiplerinin bu kitaplardaki bazı şeyleri
gizledikleri ve bu kitapları tahrif ettikleri açıklanmaktadır- (Al-i İmran Suresi,
ayet 187); ve bir konudan bir başkasına sıçraya sıçraya Al-i İmran Suresi sona
erdiriliyor!

***

Kur’an’ın dördüncü suresi olan Nisa Suresi’ne göz atalım: Daha önce de
değindiğimiz gibi bu sure, söylendiğine göre aslında Tanrı’nın indirdiği surelerin
doksan ikincisidir! Ama her ne hikmetse, Kur’an’ın sonlarında değil, en başla-
rında, dördüncü sırada olmak üzere yer almıştır. Medine’de indiği sanılırsa da,
bunun, Mekke’de (daha doğrusu Medine’ye hicret sırasında) indiğini iddia eden-

196
ler de vardır. Fakat bu surede hem mekki hem de medeni ayetler bulunduğu ka-
bul edilir. Ayetlerin sayısının 175 olduğunu söyleyenlerin yanında, 176 ya da 177
olduğunu öne sürenler de vardır. Daha önceki surelerden farklı olarak, bu sure-
nin başında, hurafat (örneğin, Elif, Lam, Mîm vs...) şeklinde işaretler bulunma-
makta. Surenin başlığı olan Nisa sözcüğü, “kadınlar” anlamına geldiği için sanılır
ki, bu sure, esas itibariyle kadın sorunlarıyla, kadın haklarıyla ve kadının özgür-
lükleriyle ilgili hususları işlemektedir. Oysa 176 ayetlik bu surenin, kadınlarla
ilgili olan ayetlerinin sayısı on ya da on beşi geçmez; diğer ayetler başka konulara
ayrılmıştır ki, bunlar yetimlerle, mirasla, büyük ve küçük günahlarla, haramlarla,
abdest alma, gusletme ve namaz kılma gibi durumlarla, müşriklerin, münafıkla-
rın, Yahudilerin ve Hıristiyanların tutum ve davranışlarıyla, cihada çıkmakla,
iman edenlerin inkârcılara üstün olmalarıyla, Nuh’a ve daha sonraki “peygam-
ber”lere (örneğin, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub ve torunlarına, İsa’ya,
Eyüb’e, Yunus’a, Harun’a, Süleyman’a, Davud’a) Tanrı tarafından verilenlerle
ilgili olup, hiçbir bilimsel esasa ve sıraya bakılmaksızın sıralanmışlardır. Öte yan-
dan, kadın sorunlarını kapsayan ayetler, surenin orasına burasına serpiştirilmiş
olarak, yani başka konularla ilgili ayetler arasında yer almış olarak karşımıza çı-
kar. Üstelik bu ayetler, kadına hak ve eşitlik sağlayan hükümleri kapsamaktan
çok uzaktır. Örneğin, daha ilk birinci ayette, “...Sizi bir tek nefisten yaratan ve
ondan eşini yaratan... Rabbinizden sakının...” (Nisa Suresi, ayet 1) diye yazılıdır;
yani, kadının yaratılış itibariyle hiç de övünülecek bir durumu olmadığı daha bu
ilk ayetten belli olmakta. Şu bakımdan ki, daha önceki surelerde, örneğin Bakara
Suresi’nde, Tanrı’nın Âdem’i yarattığı bildirilmişti (örneğin, Bakara Suresi, ayet
30-31). Şimdi burada Âdem’den de eşinin yaratıldığı bildiriliyor. Nedir Âdem’in
eşinin adı, belli değil! Hani sanki Tanrı onun adını zikretmeye bile gerek görme-
miş gibi! Zira Âdem’in adını anarak ve onu meleklere üstün kılarak konuştuğu
halde, Âdem’in eşinin adını ağzına bile almamış. Oysa her hususta olduğu gibi,
bu hususta da, Muhammed’in kaynak edindiği Tevrat’ta, Tanrı’nın Âdem’i yarat-
tığı ve Âdem’in kaburga kemiğinden de eşini, Havva’yı yaptığı yazılıdır. 11 Her ne
kadar Nisa Suresi’nin birinci ayetinde, kadının ne şekilde ve Âdem’in neresinden

11
bkz. Tevrat, “Tekvin”, Bap I: 27 ve Bap II: 21

197
yaratıldığı belirtilmemiş ise de, Muhammed’in Kur’an olmadan koyduğu hüküm-
lerden öğrenmekteyiz ki, “kadın” denen yaratık, “Âdem’in bir dılı”ndan yaratıl-
mıştır”. “Dılı” sözcüğü kaburga kemiklerinden biri olduğuna göre, kadının yaratı-
lışında pek öyle iç açıcı bir durum yok gibi! Çünkü bu ifade, erkeğin “evvel” ve
kadının “tali” (ikinci derecede) olduğunu anlatmakta. Bunu okurken, daha önce
Bakara Suresi’nin 228. ayetinde, erkeklerin kadınlar üzerinde üstün dereceleri
olduğunu bildiren hükmünü hatırlamak gerekiyor. Fakat biraz sabredip Nisa Su-
resi’nin daha sonraki 34. ayetine gelecek olursak, orada Tanrı’nın insanlardan
bir kısmını, diğerlerine üstün kıldığını ve bu doğrultuda olmak üzere, erkeğin
kadın üzerinde egemenliği bulunduğunu, karısını dövme hakkına sahip olduğu-
nu belirten bir hüküm buluyoruz. Görülüyor ki, Âdem ile eşinin yaratılışı ve onla-
rın birbirleri karşısındaki durumları üç sure arayla, Nisa Suresi’nde de 34 ayet
arayla ele alınmıştır. Kadının durumu konusundaki bu kopukluk, aslında Nisa
Suresi’nin daha ikinci ayetiyle kendisini belli etmektedir. Çünkü bu ayette, ye-
timlerin durumu ele alınmış, fakat yine kopukluklara boğulmuştur. İkinci ayet
“yetim” deyiminden ne anlaşılmak gerektiğini dahi açıklamadan, “Yetimlere mal-
larını verin, temizi pis olanla değişmeyin, onların mallarını kendi mallarınıza
katarak yemeyin; çünkü bu, büyük bir günahtır” (Nisa Suresi, ayet 2) diyor. Fa-
kat bunu izleyen ayet, yetimlerle evlenip de, onların haklarına riayet edememek-
ten korkan erkeklerin dörde kadar kadın almaya, eğer onlara karşı da adil davra-
namayacağını düşünürse, bu takdirde bir tek kadın ve dilediği sayıda cariye
edinmeye hakları olduğunu açıklamakta (Nisa Suresi, ayet 3):

“Eğer (Kendileriyle evlendiğiniz takdirde), yetimlerin (öksüzlerin) hak-


larına riayet edememekten korkarsanız, beğendiğiniz (veya size helal
olan) kadınlardan, ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan kor-
karsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin.
Bu adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır” (Nisa Suresi, ayet
3).

Ayetten anlam çıkarmak her bakımdan olanaksız. Yorumcular ayete açıklık


getirmek için, aklı şaşkınlığa sürükleyici ne varsa yaparlar. Bir kere ne demektir
“yetimlerin haklarına riayet etmekten korkarsanız”? Buna bir cevap bulmak hu-

198
susunda yorumcular bir hayli bocalarlar. Öte yandan evlilik denen şey, yetimlerle
olan ilişki esasına mı bağlanmış oluyor bu ayetle? Yetim sahibi olmayanlar ne
yapacak? Eğer bir erkek, yetimlerin haklarına riayet etmekten korkmuyor ise,
başka kadın alamayacak mı? Sadece bir yetimle mi evli kalacak? Öte yandan, ev-
lenmek, neden yetim sahibi olup olmamakla ilgili kılınsın? Yetimlerin haklarına
riayet etmekten korkan erkek, neden ikişer, üçer ya da dörder kadın alsın? Eğer
bu suretle adalet yapamayacağından endişe ederse, neden bir tane ile yetinsin ya
da dilediği sayıda cariye alabilsin? Cariye insandan değil midir ki, adalet öğesine
konu edinilmemiştir?

Bu sorulardan hiçbirine mantıklı bir karşılık bulamazsınız! Ayetin ne vesile


ve maksatla indiği bile yorumcular arasında tartışmalı. Kimi yorumculara göre
bu ayet, Uhud Savaşı’ndan sonra inmiştir. Çünkü güya Uhud Savaşı’nda 700
Müslümandan yetmiş kadar kişi şehit edilmiş ve onların karılan dul, çocukları da
öksüz kalmışlardır. Ve işte yine güya, öksüz kızların hakkını korumak amacıyla
bu ayet inmiştir. Yani, eğer bir erkek, bu kızlarla evlenmekle haksızlık yapacağını
sanıyor ise, bu takdirde onlarla evlenmeyip, başka kadınlardan dörde kadar alabi-
lecektir! Güzel, ama dört kadın almak varken, öksüzle kim evlenir? Velev ki, ök-
süzün malı, parası olsun! Öte yandan, öksüzle evlenen, başkaca kadın alamaya-
cak mı? Yorumculara göre bu ayet, savaş yüzünden kadınların sayısının, erkekle-
rin sayısından çok olmasını da göz önünde tutmuş ve erkeklere dörde kadar ka-
dın alma hakkını vermiştir; verirken de, sınırsız sayıda kadın almak olasılığını
ortadan kaldırmıştır. Evet, ama ayetin böyle bir olasılık sağlayan yönü yok; çünkü
Nisa Suresi’nin bu aynı üçüncü ayeti, erkeklere sayısız cariye ile birlikte yaşama
hakkını tanımakta:

“...Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut sahip oldu-


ğunuz (cariyeler) ile yetinin...” (Nisa Suresi, ayet 3).

Ayetin inişi konusunda İkrime ve Fahruddin Razi gibi diğer bazı yorumcular
da farklı görüşteler: güya, Kureyş’ten bir adamın birçok kadını, ayrıca da yetimle-
ri varmış; derken, kendi malı tükendiği için, yetimlerin malına yönelmiş imiş!
Yine bunun gibi bir başka adam on kadar kadınla evli imiş; onu gören bir başkası,

199
“Ben de filan gibi niye birçok kadınla evlenmeyeyim?” demişmiş! Ve işte yukarı-
daki ayet bu nedenlerle inmiş imiş! Görülüyor ki, ayeti bilimsel bir açıklamaya
oturtmak, kadınların hak ve özgürlükleriyle bağdaştırmak ya da adalet duygusu-
na oturtmak mümkün değil. Nisa Suresi’nin ayetini izleyen ayet, kadınlara mehir
verme konusuyla ilgili (Nisa Suresi, ayet 4). Bir sonraki ayet ise şöyledir:

“Allah’ın sizi koruyucu kılmış olduğu mallarınızı beyinsizlere verme-


yin; kendilerini bunların geliriyle rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel
söz söyleyin” (Nisa Suresi, ayet 5).

Bu ayeti şöyle okumak mümkün:

“Allah’ın sizi başına diktiği mallarınızı sefihlere vermeyin de, bunlarda


yapacağınız tasarruf ile onları besleyin, giydirin...” (Nisa Suresi, ayet
5) 12

Dikkat edileceği gibi, burada “beyinsizler” ya da “sefihler” diye deyimler yer


almıştır ki, her ikisi de aynı anlama gelmekte. Zira “sefihler” deyimi “aklı ve dini
dûn (eksik)” olanlar için kullanılmıştır; daha doğrusu “reşit olmayanlar” için ol-
duğu kadar, genellikle kadınlar için de kullanılmış sayılır; çünkü Muhammed
kadınları “aklen ve dinen dûn yaratıklar” olarak tanımlamıştır.

Bu ayetten hemen sonra, tekrar yetim konusuna dönülerek, “Evlilik çağına


gelinceye kadar yetimleri (gözetip) deneyin, eğer onlarda akılca bir olgunlaşma
görürseniz hemen mallarını kendilerine verin...” (Nisa Suresi, ayet 6) denmekte.
Bundan sonra, miras paylaşımıyla ilgili hükümlere geçiliyor.

Daha başka bir deyimle, henüz evlenme sorunlarına yer verilmeden, miras
konuları ele alınmış oluyor. Daha sonra ana babanın bıraktıklarından, erkeklere
ve kadınlara paylar olduğu (Nisa Suresi, ayet 7), paylaşma sırasında yetimlere,
düşkünlere ve yakınlara pay bulunduğu (Nisa Suresi, ayet 8-10), çocuklar hak-
kında erkeğe iki dişinin hissesi kadar pay ayrılacağı (Nisa Suresi, ayet 11), eşlerin
çocuk bırakmadan ya da bırakmış olarak ölmeleri halinde mirasın ne olacağı be-

12
Çeviri Elmalılı’nındır. Diyanet Vakfı çevirisi şöyle: “Allah’ın geçiminize dayanak kıldığı malla-
rınızı aklı ermezlere (vermeyin); o mallarla onları besleyin, giydirin...” (Nisa Suresi, ayet 5).

200
lirtiliyor. Bu arada anaları bir olan kardeşlerin paylarının ne olacağı da hükme
bağlanmıştır (Nisa Suresi, ayet 12).

Bu on ikinci ayeti şu ayet izler:

“Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır... Kim Allah’a ve Peygamberi’ne


karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa, Allah onu devamlı kalacağı ateşe
sokar...” (Nisa Suresi, ayet 13-14).

Bütün bunlar, “medeni hukuk” kuralları niteliğinde şeylerdir. Sanırsınız ki,


miras konusu burada tamamlanmış ve miras paylaşımıyla ilgili sorunlar çözüme
bağlanmıştır. Çünkü bundan sonra kadınların fuhuşu ve fuhuş yapan iki tarafa
verilecek cezalar konusuna geçilmiştir. Oysa aslında mirasla ilgili hususlar ta-
mamlanmış değildir; örneğin, yukarıdaki ayetlerle, anaları bir olan kardeşlerin
miras payları hükme bağlanmış olduğu halde, ana baba bir ve baba bir kardeşle-
rin miras paylarının ne olacağı belirtilmemiştir. Ve işte onların miras paylarının
ne olduğunu anlamak için, 164 ayetlik bir atlama yaparak, Nisa Suresi’nin en
son ayeti olan 176. ayeti okumamız gerekiyor. Bu ayet, “Senden (miras paylaş-
ması hakkında) fetva isterler...” şeklinde başlayarak, ana baba bir ve baba bir
kardeşlerin miras paylarının ne olacağını hükme bağlamakta. Bununla beraber,
bir de mirasın gerçek sahibinin kim olduğu hususu var ki, bunu anlamak için de,
bir başka sureye, örneğin Al-i İmran Suresi’nin 180. ayeti ile Hadid Suresi’nin
10. ayetlerine göz atmak gerekir. Bu zikrettiğimiz son iki surede, göklerin ve ye-
rin mirasının Allah olduğu, yer ve gök halklarının tümüyle yok olmaları üzerine
Tanrı’nın bütün bunlara mirasçı olacağı açıklanmakta. 13

Fakat her ne olursa olsun, Nisa Suresi’nin ilk başlarındaki mirasla ilgili hü-
kümler, miras sorunlarını tam bir çözüme bağlamış değilken, “fuhuş” konusuna
geçilmiştir:

“Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şahit getirin.


Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah
onlara bir yol açıncaya kadar, evlerde kapatın (Nisa Suresi, ayet 15).

13
Yorumcuların bu konudaki görüşleri için bkz. Turan Dursun, age, c.8, s.266.

201
Her ne kadar fuhuş yapan kadınlara ceza verilmesi böylece öngörülmüş ol-
makla beraber, bir sonraki ayette, “İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa ceza ve-
rin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlara ceza verip eziyet etmekten vazgeçin;
çünkü Allah tevbeleri çok kabul eden ve çok esirgeyendir” (Nisa Suresi, ayet 16)
diye yazılıdır: Dikkat edileceği gibi, iki ayet birbiriyle çatışmakta. Zira, birincisin-
de fuhuş yapan kadınların ölünceye kadar eve kapatılmalarından söz edilirken,
ikincisinde fuhuş yapan her iki tarafın tevbe edip, uslanma yolunu tutmakla ce-
zadan kurtulacağı hükme bağlanmakta. Bu karışıklığı gidermek için yorumcular
birbirleriyle sürtüşürler; doğru dürüst bir sonuca varamazlar. Bir kısım yorum-
cular, yukarıdaki ayetlerden birincisinin evlilerin zinası, ikincisinin ise bekârların
zinası hakkında konduğunu söylerler. Bir kısım yorumcular ise, bu fikre karşıdır-
lar; onlar bu ayetlerin, Kur’an’ın 23. sırasında yer alan Nur Suresi’nin ikinci aye-
ti ile kaldırıldığını söylerler. Nur Suresi’nin ikinci ayetinde ise, “Zina eden kadın
ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun...” (Nur Suresi, ayet 2) diye yazı-
lıdır. Yine yorumcuların söylemesine göre, bu ayette öngörülen ceza, zina eden
erkekler için uygulanır. Eğer, evli bir erkek ve kadın zina etmişlerse, onlara
“recm” (taşlayarak öldürme) cezası uygulanır; çünkü Muhammed’in uygulaması
böyle olmuştur. Görülüyor ki, Nisa Suresi’nin bu yukarıdaki ayetleriyle “fuhuş”
(zina) konusu kesin hükümlere bağlanmış değil; aksine içinden çıkılmaz bir şek-
le sokulmuş!

Fakat her ne olursa olsun, Nisa Suresi’ndeki hükümleri okurken görüyoruz


ki, medeni hukuk alanına giren mirasla ilgili konular tamamlanmadan, ceza hu-
kukuna dâhil olan fuhuş konusuna atlanılmıştır; fuhuş konusu da tamamlanma-
dan başka bir konuya geçilmiştir ki, o da tekrar medeni hukuk sorunlarıyla ilgili
evlenme konusudur. Yani bu kez evlenme işleriyle ilgili hükümlere (Nisa Suresi,
ayet 20-25) yer verilmiştir. Evlenme konusu işlenirken, evlilikte erkeğin üstünlü-
ğüne, kadının “tabiliğine” değinilir; fakat bunlar anlatılırken, birdenbire başka
bir konuya atlanır ve Tanrı’nın “kâfirlere aşağılık bir azap” hazırladığı hatırlatılır
(Nisa Suresi, ayet 36). Hemen sonra ve yine hiç yeri yokken, “mallarını insanla-
ra gösteriş için sarf edip Allah’a inanmayanlar” ele alınır (Nisa Suresi, ayet 38).
Bu söylenirken, her ümmete kendi içinden “peygamberler” seçildiği ve Araplara

202
da Muhammed’in “peygamber” olarak gönderildiği bildirilir (Nisa Suresi, ayet
40). Bu bildirildikten hemen sonra, “sarhoş” halde, “cünüb” iken ya da “gusle-
dene” kadar namaza yaklaşılmaması (Nisa Suresi, ayet 42) ve hemen sonra su
bulunmadığı zamanlar, toprakla “teyemmüm” edilmesi (toprakla, abdest alınma-
sı) (Nisa Suresi, ayet 33) belirtilir ve sonra Mekke’de kalıp da hicret etmeyenler-
den ve inkârcılardan ya da Yahudilere karşı saldırılardan, cihada çıkmalardan,
asıp kesmelerden söz edilir (Nisa Suresi, ayet 45-101); sonra aniden yine ibadet
ve namaz usullerine dönülür (Nisa Suresi, ayet 102-103); sonra tekrar “kâfirlere
ve inkârcılara” karşı savaş konusu ele alınır (Nisa Suresi, ayet 104- 105). Bundan
sonra yine bunlarla ilgisi olmayan konulara atlanır (Nisa Suresi, ayet 106-175) ve
nihayet koskoca bir Nisa Suresi, daha ilk başlangıçta ele alınan miras hükümle-
rinden birinin tekrarlanmasıyla sona ermiş olur (Nisa Suresi, ayet 176). Böylece,
mirasla ilgili sorunlar, Nisa Suresi’nin 7. Ve 8. ayetlerinden 11., 12. ve 14. ayetle-
rine atlanarak ve oradan 176. ayete sıçranarak, yani 164 ayet arayla, daha doğru-
su kopuk kopuk bir şekilde olmak suretiyle düzenlenmiş olur. Bunların arasına
da, birbirleriyle ilgili olmayan, birbirleriyle uyumsuz olan konulara ait ayetler
doldurulmuştur.

Bu vesileyle şunu da ekleyelim ki, Nisa Suresi, nüzul (iniş) sırası itibariyle
92. sure olarak bilinir ve biraz önce değindiğimiz gibi, Medine döneminde (ve
daha doğrusu Muhammed’in, kendi kendisini “peygamber” olarak ilan ettiği ta-
rihten 13 ya da 14 yıl sonra) inmiş kabul edilir. Şu durumda, yukarıda belirttiği-
miz hükümler (örneğin, evlenme, miras vs... gibi hususlarla ilgili hükümler), İs-
lam’ın gelişinden çok sonra konmuş demektir. Hani sanki Tanrı, bütün bu süre
boyunca, evlilik ya da miras vs... gibi toplum yaşamı bakımından son derece
önemli konularda ayet göndermeyi düşünmemiş gibi!

Şimdi geliniz, Kur’an’ın beşinci sırasında yer alan Maide Suresi’ne geçelim.
Bu sure, 120 ayetten oluşuyor; söylendiğine göre bir tek ayeti Mekke’de inmiş
olup -ki 3. ayettir-, diğerleri Hicret’in altıncı yılında Medine’de inmiştir. Her ne
kadar, Kur’an’ın baştan beşinci sırasında yer almış olmakla beraber, Tanrı’nın en

203
son indirdiği sureler arasında yer almıştır; çünkü nüzul (iniş) sırası itibariyle
112. suredir.

“Maide” sözcüğü, “yemekli sofra” anlamına gelir. Böyle olunca sanılır ki,
sure, yiyecek içecek vd... gibi konularla ilgilidir. Oysa, bu sureye “Maide” başlığı-
nın verilmesi 112. ve 114. ayetlerde havarilerin İsa’ya, “Ey Meryem oğlu İsa,
Rabbin bize gökten, donatılmış bir sofra indirebilir mi?” diye soru sormaları ve
İsa’nın da onlara, “İman etmiş kimseler iseniz Allah’tan korkun” diyerek Tan-
rı’dan bir sofra indirmesini istemesi nedeniyledir (Maide Suresi, ayet 112-114).
Fakat Maide Suresi, “yemek sofrası” konusuyla ilgili olarak başlamaz; sadece,
“Ey iman edenler! Akitleri(n gereğini) yerine getiriniz...” (Maide Suresi, ayet 1)
diye başlar ki, her ne kadar “itikat” ile ilgili “akitleri” kapsar ise de, esas itibariyle
hukukla ilgili bir hüküm niteliğindedir. Nitekim bir kısım yorumcular, ayetin bu
ilk tümcesi vesilesiyle, “Akitlere riayet, hukuk devletinin en önemli hususiyetini
teşkil eder...” diyerek, “devlet” denen kuruluşun başlıca görevinin, hem kişinin
hem de toplumun hak ve menfaatlerini gözetmek ve gerektiğinde, toplum men-
faatlerini kişi menfaatlerine tercih etmek, fakat her halükarda keyfilik yerine
kanunun üstünlüğü ilkesini sağlamak olduğunu söylerler. 14 Ve sanırsınız ki, bu
surede, hukukun temel konularından biri olan “akit” konusu ele alınıp, hiç de-
ğilse geniş hatlarıyla işlenecek ve örneğin, kişiler ya da kişilerle toplum-devlet
arasındaki akdi ilişkilerin niteliği belirtilecektir. Oysa hiç de böyle bir şey yok!
Her ne kadar bazı yorumcular “iman”ın dahi bir akit olduğunu, çünkü dinin öze-
tinin Allah ve kullarla sağlam birtakım “Uhud ve mukavelat akdetmek” ve akde-
dilen akitlerin hükümlerini yerine getirmek olduğunu söylerlerse de 15, bu söyle-
dikleri İslamın temel ilkeleriyle pek bağdaşmaz. Çünkü, “akit” denen şey, anlam
olarak (ve hatta onların tanımına göre dahi) bir kimsenin bir şeyi kendi için ge-
rekli sayması, başkasına yönelik olarak kendini bağlaması ya da karşılıklı olarak
bağlanması demektir. 16 Ki bir bakıma taraflar arasında, irade ve istek yoluyla kar-

14
Maide Suresi’nin birinci ayetinin Diyanet Vakfı’na göre açıklanması böyle.
15
Elmalılı H. Yazır’ın görüşü böyle; bkz. age, c.2, s.1547-1548.
16
Nitekim Elmalılı H. Yazır’ın söylemesi şöyle: “...Ya’ni akıd, asli lügatte sıkı bağlanmak ve dü-
ğümlenmek, muhkem bağ ve düğüm demek olub bundan naklen bir kimsenin bir sey’i iltizam
veya ahare ilzam ederek kendini veya diğerini bağlamasına veya mütekabilen bağlanmalarına
akıl tesmiye olunmuştur...” bkz. Elmalılı H. Yazır, age, c.2, s. 1546.

204
şılıklı olarak anlaşma anlamına gelir. Ancak ne var ki, İslam, Tanrı ile “insanlar”
arasında herhangi bir anlaşmaya yer vermiş değildir. Çünkü İslam’a göre, Tanrı
insanın efendisidir, sahibidir; onu “kul” olarak yaratmıştır; yaratırken “bana baş
eğeceksin, kulluk edeceksin” ya da “benim uğrumda cihat edeceksin” ya da “be-
nim önümde yerlere serilecek, ibadet edeceksin; seni ben bunun için yarattım”
vs... şeklinde konuşmuştur. Konuşmasını cehennem korkutmalarına ve cennet
vaatlerine dayatarak iş görmüştür.

Daha doğrusu, iradesini tek taraflı olarak kabul ettirmiştir. İnsan, Tanrı
buyruklarına gözü kapalı şekilde baş eğmek zorunluluğunda bırakılmıştır. Yani
ortada Tanrı ile insan arasında serbest irade esasına dayalı bir akit yoktur; oldu-
ğunu öne sürmek, Tanrı’nın üstünlüğünü inkâr etmek olur. Fakat bir an için
İslamcıların söylediklerini kabul ederek “iman”ın dahi “akit” olduğunu kabul et-
sek, yine de değişen bir şey yok. Şu bakımdan ki, Maide Suresi’nin birinci ayeti-
nin tümü şöyle:

“Ey iman edenler! Akitleri(n) gereğini yerine getiriniz. İhramlı iken av-
lanmayı helal saymamak üzere (aşağıda) size okunacaklar dışında ka-
lan hayvanlar, sizin için helal kılındı. Allah dilediğine hükmeder” (Ma-
ide Suresi, ayet 1).

Dikkat edileceği gibi ayet, “akit”lere bağlılıktan, “ihramlı” iken avlanmak-


tan, “helal” ve “haram”lardan söz etmekte. Daha sonraki ikinci ayet haram aya
ya da Beyt-i Haram’a vs... yönelmiş kimselere saygı gösterilmesini bildirirken,
ihramdan çıkınca avlanma olasılığından söz etmekte! Görülüyor ki ayet, hem
hukukla hem de ilahiyatla ilgili tümceleri içermektedir; yani kendi içerisinde bi-
limsellikten yoksundur.

Şimdi bu ikinci ayeti izleyen üçüncü ayete gelelim. Bu ayet, Allah’ın koydu-
ğu helal ve haram şeylerle ve kurban kesimiyle ilgili bir tümceyle başlar: örneğin,
“Leş, kan, domuz eti”nin haram olduğunu, kurban edilecek hayvanların boğula-
rak ya da taş, ağaç vb. ile vurularak değil, boğazlanarak öldürülmeleri gerektiğini;
dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanların haram olduğunu ve bunun
gibi fal oklarıyla kısmet aramanın haram kılındığını belirtir. Fakat bunu belirtir-

205
ken Tanrı, birdenbire konuyla hiç ilgisi bulunmayan bir tümceye geçer ki, o da
“kâfirlerden korkmamak gerektiğini” içeren bir tümcedir ve şöyledir:

“...Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişler-


dir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun...”

Fakat bunu söyler söylemez Tanrı, yine hiç yeri ve ilgisi olmadan ve çok da-
ha şaşırtıcı bir şekilde şöyle der:

“...Bugün size dininizi ikmal ettim; üzerinize nimetimi tamamladım, ve


sizin için din olarak İslam’ı beğendim...”

Bu tümceyi okurken sanırsınız ki Tanrı, İslam dinini tek din olarak seçmiş
ve bu dinle ilgili her şeyi, her buyruğu kullarına açıklamıştır; bu nedenle artık
başkaca söyleyeceği bir şey kalmamıştır. Kuşkusuz ki, böyle bir tümcenin yeri
burası değil, Kur’an’ın en sonudur; yani böyle bir ayetin Kur’an’a, en sonuncu
ayet olarak konması gerekirdi. Oysa görüldüğü gibi, Kur’an’ın baştan beşinci su-
resinin üçüncü ayetinin içinde bulunan tümceler arasına sıkıştırılmıştır!

Maide Suresi’nin bu üçüncü ayetini, yine “haram” ve “helal” olan şeyler


konusunda iki ayet izlemekte. Fakat bunlardan hemen sonra, namaz kılmanın
kurallarına geçiliyor ve örneğin, “Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız
zaman, yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topukla-
rınıza kadar ayaklarınızı yıkayın...” diye başlayan hükme yer veriliyor (Maide
Suresi, ayet 6). İbadetle ilgili bu ayeti, başka bir konuyla ilgili bir ayet, daha doğ-
rusu şehadette bulunurken “adaletle” hareket etmek gerektiğine dair bir ayet
izler (Maide Suresi, ayet 8). Böylece “ilahiyat” ve “hukuk” kuralları, birbiriyle iç
içe yerleştirilmiş olarak karşımıza çıkar; fakat hemen sonra ve birdenbire, Tan-
rı’nın, Yahudilere ve Hıristiyanlara çattığı ve onları lanetlediği anlatılır. Örneğin,
Maide Suresi’nin 12. ayetinde, “Andolsun ki, Allah, İsrailoğullarından söz almış-
tı. (Kefil olarak) içlerinden on iki de başkan göndermiştik. Allah onlara şöyle de-
mişti...” (Maide Suresi, ayet 12) diyerek, Yahudilerin namaz kılmak, zekât ver-
mek, peygambere inanmak gibi hususlarda vermiş oldukları sözü tutmadıkları,
bu nedenle Tanrı tarafından lanetlendikleri anlatılır (Maide Suresi, ayet 12-13).

206
Sonra, Hıristiyanlardan da aynı şekilde “söz alındığı”, fakat onların da sözlerini
tutmadıkları belirtilir ve Muhammed’in, Kur’an ile birlikte, ehl-i kitab’a (Yahudi-
lere ve Hıristiyanlara) gönderilmiş olduğu belirtilir (Maide Suresi, ayet 15); sonra
İsa’yı, “Allah” yerine koyanlara lanet edilir (Maide Suresi, ayet 17). Bu minval
üzere giderken, birdenbire Musa ile kavmi arasındaki ilişkilere yer verilir.

Daha sonra, Tevrat’tan, Yahudilerden, Hıristiyanlardan söz edilirken (Mai-


de Suresi, ayet 68-84) birdenbire cennet ve cehennem konularına atlanır (Maide
Suresi, ayet 85-86); hemen sonra, yemek yeme işine (Maide Suresi, ayet 87-88),
daha sonra yemin ve yemin kefaretine (Maide Suresi, ayet 89), oradan içki ve
kumara (Maide Suresi, ayet 90-91), sonra Tanrı’ya ve peygamberine itaat gereği-
ne geçilir (Maide Suresi, ayet 94-96); sonra avlanma konusundaki hükümlere
dönülür (Maide Suresi, ayet 94-96) (oysa biraz önce gördüğümüz gibi, Maide Su-
resi’nin başındaki ilk beş ayetle bu ele alınmıştı!); sonra soru sorma yasaklarına
(Maide Suresi, ayet 101), sonra Kur’an’a uymak istemeyenlerin durumuna (Mai-
de Suresi, ayet 104-105), sonra miras konusuna, vasiyetname yapmaya ve yapar-
ken tanık gösterme usullerine yer verilir (Maide Suresi, ayet 106-108); hemen
sonra İsa ve Meryem olaylarına geçilir; Tanrı’nın İsa’ya, “Sana ve annene verdi-
ğim nimetimi hatırla! Hani seni mukaddes ruh ile desteklemiştim; sen beşikte
iken de yetişkin çağında insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı (okuyup yazma-
yı), hikmeti, Tevrat ve incil’i öğretmiştim. Benim iznimle çamurdan, kuş şeklinde
bir şey yapıyordun da ona üflüyordun... Ölüleri benim iznimle (hayata) çıkarı-
yordun...” (Maide Suresi, ayet 110) şeklinde konuştuğu belirtilir; ve nihayet,
İsa’nın Tanrı’dan bir sofra indirmesini istediği (Maide Suresi, ayet 114); Tan-
rı’nın İsa’ya, “Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, ‘Beni ve anamı, Allah’tan başka
iki Tanrı bilin’ diye sen mi dedin?..” diyerek çıkıştığı ve İsa’nın da ona böyle bir
şey yapmadığını bildirdiği anlatılır (Maide Suresi, ayet 116-119) ve sure bu tür
uyumsuzluklarla ve tutarsızlıklarla sürdürülüp götürüldükten sonra, “Göklerin,
yerin ve içindeki her şeyin mülkiyeti Allah’ındır. O, her şey hakkıyla kadirdir”
şeklindeki ayetle sona erdirilir (Maide Suresi, ayet 120).

207
Uyumsuzluk, tutarsızlık ve kopukluk konusunda, Kur’an surelerinin tama-
mını burada ele alıp anlatmak ve bütün bunları bir tek cilde sığdırmak mümkün
değil! Bu nedenle, şimdi birkaç surelik atlama yaparak, Enfal Suresi’ne geçelim.
Bu sure, Kur’an’da baştan sekizinci sırada olmakla beraber, Tanrı’dan seksen
sekizinci sure olarak inmiş kabul edilir. Enfal Suresi, yetmiş beş ayetten oluşur.
Bu yetmiş beş ayetin iki ayetinin, Mekke dönemine ait olduğu söylenir ki, bunlar
30. ye 36. ayetlerdir. Geri kalan yetmiş üç ayetin Medine döneminde indiği kabul
edilir. Yani, Mekke döneminde indiği söylenen ayetler, bunlardan on ya da on beş
yıl sonra Medine’de indiği söylenen ayetlerin gerisine atılmıştır.

Surenin başlığı olan “enfal” sözcüğünün, “nefel”in çoğulu olduğu ve “nefel”


sözcüğünün de “fazla” ya da “ziyade” şey demek olduğu söylenir ve buradaki an-
lamının, savaşlarda elde edilen “ganimet mallar” karşılığı olduğu kabul edilir.
Güya, İslam adına girişilen savaşlar, savaşa katılanlara sevap kazandırmaktadır
ve savaşta elde edilen ganimet de, bu sevaba ek nitelikte, yani fazladan edinilmiş
bir kazançtır. Nitekim surenin ilk ayeti, ganimet mallarının Tanrı’ya ve Mu-
hammed’e ait olduğunu anlatmak üzere şöyledir:

“Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki, ‘Ganimetler Allah ve Pey-


gamber’e aittir. O halde siz (gerçek) müminler iseniz Allah’tan korkun,
aranızı düzeltin, Allah ve Resulüne itaat edin “ (Enfal Suresi, ayet 1).

Surenin başlığını ve bu birinci ayetini okurken, sanırsınız ki, bu Enfal Sure-


si, ganimet konusunu ele alacak, bu konu ile ilgili sorunlarla ilgili ayetleri koya-
cak, savaşlarda ele geçirilen mal ve esirlerin durumundan, bunların paylaşımın-
dan söz edecektir. Oysa böyle değil; çünkü Enfal Suresi’nde, ganimet konusu ile
ilgili sadece bir iki husus hükme bağlanmıştır. Diğer hususlar, Kur’an’ın diğer
bazı surelerinin çeşitli ayetlerindeki hükümlerle anlatılmıştır. Örneğin, ganimet
konusunda fikir edinebilmek için, Enfal Suresi’nin 1., 41. ve 69. ayetlerinden
başka, Kur’an’ın Fetih Suresi’nin 18. ve 21., Nisa Suresi’nin 94., Haşr Suresi’nin
5. ve 7. surelerini bilmek gerek.

Enfal Suresi’nin birinci ayeti, ganimetlerin bölüştürülmesi konusunda hoş-


nutsuzluk gösteren Müslümanların, Muhammed’e soru sormalarıyla ve Mu-

208
hammed’in de onlara verdiği cevapla ilgilidir. Nitekim görüldüğü gibi ayet, “Sana
savaş ganimetlerini soruyorlar...” diye başlamaktadır (Enfal Suresi, ayet 1). Böy-
le bir soru cevaplandırılırken, her ne suretle olursa olsun, ele geçirilecek olan
savaş ganimetlerinin kimlere ait olacağı ve kimler arasında bölüştürüleceği, ne
miktar bölüştürüleceği hususlarının hükme bağlanması gerekirdi. Her şeyi önce-
den, en iyi şekliyle öngören ve Kur’an’ın bilimsel bir yapıt olduğunu söylemekten
geri kalmayan bir Tanrı’dan bu beklenirdi. Ancak, Enfal Suresi’nin bu birinci
ayetinde, ganimetle ilgili sorunun sadece bir kısmı cevaplandırılıyor ki, o da ga-
nimetin Tanrı’ya ve Muhammed’e ait bulunduğudur:

“Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki, ‘Ganimetler Allah ve Pey-


gamber’e aittir... “ (Enfal Suresi, ayet 1).

Yani, ganimetlerin nasıl bir usule göre paylaştırılacağı, ne kadarlık bir mik-
tarı Tanrı ile Muhammed’e, ne kadarlık miktarının savaşa katılanlara ait olacağı
hakkında bir şey söylenmiyor. Oysa bu husus, Muhammed’e sorulan yukarıdaki
sorunun temelini teşkil etmektedir; çünkü söylendiğine göre soru, Bedir Sava-
şı’nda ele geçirilen ganimetin paylaşımı konusunda çıkan anlaşmazlık üzerine
sorulmuştur. Muhammed’e bu soruyu soranlar, ganimetten kendilerine düşecek
miktarın ne olacağını merak etmektedirler. Muhammed, onların sorusuna karşı
yukarıdaki ayeti okumakla beraber, ganimet mallarının ne şekilde paylaştırılaca-
ğını da bildirmekten geri kalmamıştır; fakat bu husus burada yazılı değil; bunu
bilebilmek için, kırk ayetlik bir atlama yapıp, Enfal Suresi’nin 41. ayetini oku-
mamız gerekir; orada şu yazılıdır:

“...bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Al-
lah’a, Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya
aittir...” (Enfal Suresi, ayet 41).

Ve işte birbirinden kırk ayet arayla yazılmış bu satırları okuduktan sonra,


şimdi anlıyoruz ki, savaş ganimetleri, esas itibariyle Tanrı’ya ve Muhammed’e ait
olmakla beraber, bunların, savaşa katılanlar arasında paylaşılması gerekir ve pay-
laşma sırasında bunların beşte biri Tanrı’nın ve Muhammed’in payı olarak ayrı-
lacak, geri kalan da savaşa katılan müminler arasında dağıtılacaktır. Ancak, buna

209
rağmen, ganimet konusu yine de çözüme bağlanmış değildir. Çünkü ganimet,
vuruşmalı savaş yoluyla ele geçirilebileceği gibi vuruşmasız şekilde, yani hiç savaş
yapmaksızın da ele geçirilebilir. Bu gibi hallerde, ganimetler kime ait olacak ya
da nasıl paylaşılacak, bu husus burada belli edilmemiş. Örneğin, Nadiroğullarına
ait olan araziler ve mallar, vuruşmasız savaş yoluyla ele geçirilmiştir. Enfal Sure-
si’nde savaş verilerek alınan ganimetler dışında, savaşsız olarak fethedilen yer-
lerden alınan ganimetlerin ne olacağı belli edilmediği için ne yapılacağı belli de-
ğil! Birazdan göreceğimiz gibi, bu husus başka bir surede, 59. sure olan Haşr Su-
resi’nde (ayet 6) ele alınıp hükme bağlanacaktır.

Enfal Suresi’nin ganimetle ilgili 1. ayeti ile 41. ayeti arasında yer alan ayet-
ler, bambaşka konulara yönelik bulunmakta: örneğin, namazlarını dosdoğru kı-
lan ve kendilerine verilen rızkı Allah yolunda harcayan kimselerin gerçek mümin
sayıldıkları (Enfal Suresi, ayet 2-3), gerçek müminlerin Tanrı’ya ve peygambere
baş eğmeleri, fitneden sakınmaları gerektiği bildirilmekte; Bedir Savaşı’na ait
bazı hususlara değinilmekte; Kureyzaoğullarıyla olan savaştan söz edilmekte ve
diğer konulara yer verilmekte. Bunlar anlatılırken 41. ayete gelince, tekrar gani-
met konusuna dönülmekte ve ganimet mallarının paylaşılmasının nasıl olacağı
belirtilmekte:

“Eğer Allah’a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile
karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki, gani-
met olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Resulüne,
onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Allah her
şeye hakkıyla kadirdir” (Enfal Suresi, ayet 41).

Görülüyor ki, ganimet mallarının ne şekilde paylaştırılacağıyla ilgili bu ayet,


“iki ordunun birbiriyle karşılaştığı gün” indirilmiştir. Pek güzel, ama iki ordu-
nun birbiriyle çarpıştığı gün hangi gündür ya da hangi savaştır, belli değil! Yo-
rumcular, bu konuda farklı görüş belirtirler; kimine göre ayet Bedir Savaşı’nda
inmiştir; kimine göre ise Bedir’den bir ay üç gün sonra Ben-i Kaynuka “gazvesin-
de” (savaşında) inmiştir. 17 Bununla beraber, daha sonraki iki ayette yer alan, “O
vakitsiz vadinin beri yamacında idiniz, onlarsa öte yamacında, süvarileri de tam

17
Elmalılı H, Yazır, age, c.3, s.2407.

210
sizden aşağıda idiniz...”; “...O vakit Allah sana onları rüyanda az gösteriyordu,
eğer sana çok gösterseydi korkacaktınız, ve kumanda da nizaa düşecektiniz ve
lakin Allah selamete bağladı...” (Enfal Suresi, ayet 42-43) şeklindeki sözlere ba-
karak, ayetin Bedir Savaşı’nda indiğine dair görüşün ağır bastığı söylenebilir.

Fakat her ne olursa olsun, ganimet mallarının paylaşımıyla ilgili yukarıdaki


ayet açıklıktan uzak. Çünkü ayet hükmüne göre ganimetin beşte biri “Tanrı”ya
ve “peygamber”e (ve onun akrabalarına, yetimlere, vs...), geri kalan beşte dördü
de “gazilere” ayrılacaktır. Ancak, Tanrı’ya ait beşte bir payın Muhammed’e ve
onun “akrabalarına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara” dağıtılacağı bildi-
rilirken, bunların miktarının ne olacağı bildirilmemiştir. Yani Tanrı ve Peygam-
ber payı olarak ayrılan beşte bir miktarındaki ganimetin ne miktarının Muham-
med’e, ne miktarının yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara verileceği belir-
tilmemiştir. Her ne kadar yorumcular beşte bir miktar ganimetin sırf Allah için
olup bunun beşe bölünmesi ve bu bölümlerden her birinin, sırasıyla Muham-
med’e, onun yakınlarına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara verilmesi ge-
rektiğini söylerlerse de, Kur’an’da böyle bir şey yok. Nitekim Enfal Suresi’nin
şimdi söz konusu ettiğimiz 41. ayetinden sonra yine araya başka hususlar giriyor
ve 69. ayete kadar sürüp gidiyor. 69. ayetle yine ganimet konusuna dönülüyor ve
şu söyleniyor:

“Ganimetten elde ettiklerinizi ‘helal’ ve ‘temiz’ olarak yiyin. Tanrı’ya


karşı gelmekten korkup sakının. Tanrı, kuşkusuz bağışlayan ve acı-
yandır” (Enfal Suresi, ayet 69).

Bununla beraber ganimet konusu yine tamamlanmış değil; yukarıda zikret-


tiğimiz ayetler vuruşmalı şekilde cereyan eden savaşlarda elde edilen ganimet
mallarının paylaşımıyla ilgili. Daha başka bir deyimle, vuruşmasız savaş yoluyla,
yani savaş verilmeden ele geçirilen ganimetin ne olacağı ele alınmamıştır! Biraz
önce değindiğimiz gibi, bu husus başka bir surede, daha doğrusu Enfal Sure-
si’nden 52 sure sonraki sırada yer alan Haşr Suresinde şu şekilde ele alınıyor:

211
“Allah’ın, onlardan (mallardan) peygamberine verdiği ganimetler için
siz at ve deve koşturmuş değilsiniz. Fakat Allah, peygamberini dilediği
kimselere karşı üstün kılar” (Haşr Suresi, ayet 6).

Bu ayeti Muhammed, Medine’ye iki mil kadar uzakta yaşayan Ben-i Nadir
adındaki Yahudi kabilesine karşı giriştiği savaş vesilesiyle koymuştur Kur’an’a.
Yaya olarak çıkılan bu sefer sonucu çarpışma olmadan ele geçirilen ganimetler
(araziler vs...) Muhammed’e ait sayılmış ve o da bu ganimetlerin büyük kısmını
kendisinin ve ailesinin geçimine tahsis etmiş bir kısmını da ashaptan bazı kişile-
re vermiştir: sırf onları hoşnut edip kendisine iyice baş eğdirtebilmek için.

Bütün bunlar gösteriyor ki Kur’an, her konuda olduğu gibi ganimet konu-
sundaki hükümler bakımından da sistemli bir şekilde düzenlenmiş değildir. Ga-
nimetle ilgili bilgi edinmek için Kur’an’ın, birbirinden farklı surelerine ve hatta
bu surelerin birbirinden farklı ayetlerine (örneğin, Nisa Suresi, ayet 94; Enfal
Suresi, ayet 41, 69; Fetih Suresi, ayet 18-21; Haşr Suresi, ayet 5-7) göz atmak
gerek. Bu dahi yeterli değil; çünkü daha geniş bilgi edinebilmek için, Kur’an dışı
kaynaklara gitmek zorunluluğu var!

***

Dokuzuncu sure olan Tevbe Suresi, Kur’an’daki tertipsizlikler bakımından


nice örneklerden bir diğeridir. Bu tertipsizlik, her şeyden önce Mekke dönemin-
de inen ayetlerle Medine döneminde indiği kabul edilen ayetlerin, yani zaman
itibariyle birbirinden ayrı dönemlere ait ayetlerin, gereksiz yere bir araya getiril-
mesiyle ilgilidir. Üstelik de, daha önceki bir tarih itibariyle indiği söylenen ayetler
(örneğin, Tevbe Suresi’nin en sonuncu ayetleri olan 128. ve 129. ayetler), daha
sonraki bir tarih itibariyle inmiş olan ayetlerin en sonuna konmuştur. Gerçekten
de, 129 ayetten oluşan bu surenin, Hicret’in dokuzuncu yılında, yani Mekke’nin
fethinden bir yıl sonra indiği kabul edilir. Kur’an’da dokuzuncu sırada yer almış
olmakla beraber, nüzul (iniş) sırası itibariyle 113. sıradadır, yani en son iki sure-
den biridir. Eğer bu böyle ise, surenin inişi, Muhammed’in peygamberlik iddia-

212
sıyla ortaya çıkışından 18 ya da 19 yıl sonraya rastlıyor demektir. Oysa surenin en
sonuncu iki ayetinde, yani 128. ve 129. ayetlerinde, Muhammed’in Tanrı tara-
fından Araplara “peygamber” olarak gönderildiğini bildiren şu sözler var:

“Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sı-
kıntıya uğramanız ona çok ağır gelir... (Ey Muhammed) Yüz çevirirler-
se de ki: ‘Allah bana yeter. Ondan başka ilah yoktur. Ben sadece ona
güvenip dayanırım’...” (Tevbe Suresi, ayet 128-129).

Bu iki ayetin Mekke döneminde indiği kabul edilir. Şu hale göre, Tevbe Su-
resi’nin sadece iki ayeti (yani, 128. ve 129. ayetleri) Mekke’de, geri kalan 127
ayeti (yani, 1-127 ayetler) çok daha sonra Medine’de inmiş olmaktadır ve Mekke
döneminde inen ayetler, hiç gereği ve yeri olmadan Medine döneminin ayetleriy-
le bir araya getirilmiştir.

Tevbe Suresi’nde Mekke’nin fethi, Kureyş’in yenilgiye uğratılması, Mekkeli-


lerin İslam olmaya zorlanmaları ile ilgili olaylar, “müşrikler’’e ve “ehl-i kitab”a
(Yahudilere ve Hıristiyanlara) uygulanacak esaslar ele alınmıştır. Fakat bu arada
Tebûk Seferi’yle ilgili olaylara da dokunulmuştur. Bütün bunlar bölük pörçük
olmak üzere sıralanmıştır. Örneğin, surenin başlarında yer alan ayetler, kendile-
riyle antlaşma yapılan müşriklere dört ay süre verildiğini belirtmekle başlar.
“Hürmetli” aylar çıkınca, her nerede olursa olsun, müşriklerin (putataparların)
öldürülmeleri gerektiği, İslam’ı kabul edecek olurlarsa din kardeşi sayılacakları
(Tevbe Suresi, ayet 1-11), İslam’a dil uzatacak olurlarsa onları öldürmek gerekti-
ği bildirilir (Tevbe Suresi, ayet 12); daha sonra Yahudiler ve Hıristiyanlar konu-
sunda hükümler getirilir (Tevbe Suresi, ayet 29-32). Sonra tekrar “müşrik”lere
dönülür (Tevbe Suresi, ayet 30-33); üç ayet sonra, tekrar Yahudilerle Hıristiyan-
lar ele alınır ve aşağılatılır (Tevbe Suresi, ayet 34-35); iki ayet sonra, ayların sayı-
sının “on iki” olduğu, bunlardan dördünün hürmetli aylar olduğu ve bu aylar çı-
kınca putperestlerle savaşmak gerektiği tekrarlanır (Tevbe Suresi, ayet 36- 37);
fakat birdenbire Tebûk Seferi’ne katılmak istemeyenlerle ilgili hükümlere geçilir.
Oysa Tebûk Seferi Hicret’in sekizinci yılına rastlar. Bu vesileyle, kısaca belirtelim
ki, Tebûk Seferi konusunda halk hiç istekli görünmemiştir. Muhammed, onlara
bol ganimet malları ve hatta “sarışın kadınlar” vaat ettiği halde, içlerinden git-
213
meyip evlerinde kalanlar olmuştur. İşte bu gibi kimseler konusunda Muhammed,
Tevbe Suresi’nin 38. ayetine, “Ey inananlar! Size ne oldu ki ‘Allah yolunda sava-
şa çıkın’ dendiği zaman yere çöküp kaldınız...” diye başlayan hükümler koyar
(Tevbe Suresi, ayet 38-57). Fakat bunları söylerken, birdenbire başka bir konuya
geçer ki, o da sadaka konusunda kendisini eleştirenleri azarlamaya yönelik hü-
kümlerdir (Tevbe Suresi, ayet 58-59). Ancak, bu ayetlerden hemen sonra, “kalp-
leri Müslümanlığa ısındırılacak olanlara” zekât verileceğinden söz edilir ki (Tev-
be Suresi, ayet 60), bunlar, “müellefetü’l-kulub” diye bilinen kimselerdir ki, içle-
rinde Ebu Süfyan, Ümeyye oğlu Safvan, Avf oğlu Malik vd... gibi önemli kişiler
vardır. Bu ünlü kişilerden yararlanmak amacıyladır ki, Muhammed, Hevazin Sa-
vaşı’nda elde edilen ganimetlerden onlara bol pay vermiştir. İşte Tevbe Sure-
si’nin 60. ayeti bununla ilgilidir. Bundan sonra yine değişik konulara değinilerek
81. ayete gelinir. Bu ayet, surenin başlarında söz konusu edilenlerle, yani Tebûk
Seferi’ne katılmaktan kaçınanlarla ilgilidir. Böylece, aynı konu 31 ayet arayla yi-
ne karşımıza çıkarılmıştır. Bundan sonra münafıklar konusu ele alınmış ve “On-
lardan ölenlerin namazını sakın kılma, mezarı başında da durma! Çünkü onlar
Allah’ı ve peygamberini inkâr ettiler, fâsık olarak öldüler” (Tevbe Suresi, ayet
84) diye hükme bağlanmıştır. Bundan sonra yine değişik sorunlara değine deği-
ne, birdenbire müşriklerin (puta tapan Arapların), -akraba bile olsalar- cehen-
nemlik oldukları hatırlatılır (Tevbe Suresi, ayet 113); İbrahim’in bu yüzden ba-
basından uzaklaştığı anlatılır (Tevbe Suresi, ayet 114); hemen sonra Tanrı’nın
dilediği kimseleri doğru yola sokup, dilediklerini saptırdığı tekrarlanır (Tevbe Su-
resi, ayet 115-117); sonra Muhacirlerle Ensar’dan kişilerin tövbelerinin, Tanrı
tarafından kabul edildiğine değinilir (Tevbe Suresi, ayet 117). Sonra tekrar
Tebûk Seferi’yle ilgili konuya dönülür ve savaştan kaçan üç kişiden söz edilir
(Tevbe Suresi, ayet 118), sonra bedevilerin kötülüğüne değinilir (Tevbe Suresi,
ayet 120); ve nihayet 127 ayet boyunca anlatılanlarla hiç ilgisi olmayan ayetlere
gelinir ki, bunlar, 128. ve 129. ayetlerdir. Bunlar, biraz önce değindiğimiz gibi, ne
iniş (“nazil oluş”), ne de konu itibariyle, surenin daha önceki 1’den 127’e kadar
olan ayetleriyle ilişkilidir; çünkü, bu son iki ayet, Muhammed’in Araplara “pey-

214
gamber” olarak gönderildiğini bildiren, daha doğrusu 17 ya da 18 yıl öncesinde,
yani Mekke döneminin ilk başlarında indiği kabul edilen ayetlerdendir.

***

Kur’an’ın onuncu suresi, “Yunus Suresi” başlığını taşır. Kur’an’da onuncu


sırada bulunmakla beraber, Tanrı’dan elli birinci sure olarak inmiş kabul edilir.
109 ayetten oluşan bu surenin dört ayetinin Medine’de -ki bunlar 40., 94., 95 ve
96. ayetlerdir-, geri kalan kısmının Mekke’de indiği söylenir. Daha önce başka bir
vesileyle belirttiğimiz gibi, surenin başlığı “Yunus” olduğu için sanılır ki, Yunus
Peygamber’le ilgili şeyler anlatılacaktır. Oysa 109 ayetlik bu surede, Yunus konu-
sunda sadece bir tek ayet bulunur ki, o da 98. ayettir. Diğer ayetler pek çeşitli ve
birbirleriyle ilgisi olmayan konulara yönelik şeylerdir. Sure, “Elif, Lam, Ra. İşte
bunlar hikmet dolu kitabın ayetleridir” şeklindeki bir tümce ile başlar ki, anla-
mını hiç kimseler çözmüş değildir. Bunu, “İçlerinden bir adama, ‘İnsanları uyar
ve iman edenlere, Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı oldu-
ğunu müjdele’ diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o
kâfirler, ‘Bu elbette apaçık bir sihirbazdır’ dediler!” (Yunus Suresi, ayet 2) şek-
lindeki ikinci ayet izler. Kimdir ayette geçen “Bu adam”? Kimlere hitaben ko-
nuşmaktadır, belli değil! Yorumcuların açıklamalarından öğreniyoruz ki, “bu
adam”dan kasıt Muhammed’dir. Çünkü güya Kureyşliler, Muhammed’in Tanrı
tarafından “peygamber” olarak seçilmesine şaşmışlar ve Allah’ın insanlardan bil-
gisiz bir kişiye vahiy vermesini, insanlara insandan bir peygamber göndermesini
Allah’a yakıştırmamışlar ve Muhammed’i sihirbazlıkla suçlamışlardır. Bu ayeti
okurken sanılır ki, bu konuda bilgi verilecektir. Oysa öyle değil; çünkü bundan
sonraki ayet, “Şüphesiz Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da iş-
leri yerli yerine idare edecek arşa istiva eden Allah’tır...” diye başlıyor ve hemen
sonra, “Onun izni olmadan hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte o Rabbiniz. Allah’tır. O
halde ona kulluk edin. Hala düşünmüyor musunuz?” (Yunus Suresi, ayet 3) diye
son buluyor. Görüldüğü gibi, ayetin son tümcesi, “...Hala düşünmüyor musu-

215
nuz?” şeklindeki bir soruyu kapsıyor! Evet, ama neyi düşünelim? Düşünmekle
ayeti açıklığa kavuşturmak mümkün değil ki! Çünkü ayetin ilk tümcesi göklerin
altı günde yaratılmasından söz etmekte, ikinci tümcesi ise Tanrı’nın izni olma-
dan hiç kimsenin şefaatçi olamayacağını bildirmekte! Ne ilgisi var bu iki tümce-
nin! Ve iş bununla bitmiş değil, zira bir sonraki ayetle, bütün insanların dönüşü-
nün “ona” olacağı belirtildikten sonra, “iman” edenlerin “mükâfat”a erişecekleri,
kâfir olanların ise “kaynar sudan bir içki içecekleri” ve elem verici bir azaba uğ-
rayacakları bildiriliyor (Yunus Suresi, ayet 4). Bu ayeti izleyen beşinci ayette,
Tanrı’nın, güneşi ışıklı, ayı da parlak kıldığı, yılların sayısı bilinsin diye aya men-
ziller takdir ettiği söyleniyor ve “Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, sa-
kınan bir kavim için elbette nice deliller vardır” deniyor (Yunus Suresi, ayet 5-6).
Bu minval üzere devam eden ayetlerde Tanrı’nın, insanlarla “güç” yarışmasına
giriştiği ve kendisinin her hususta insanlara üstün olduğunu tekrar ettiği görü-
lür. Örneğin, Kur’an’ın “emsalsiz” ve insanlar tarafından benzeri yapılamayacak
bir kitap olduğunu, Muhammed tarafından uydurulmadığını anlatmak üzere
Tanrı’nın şöyle konuştuğu bildirilir:

“Bu Kur’an, Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş değildir... Ey


Muhammed! Senin için, ‘Onu uydurdu’ diyorlar, öyle mi? De ki, ‘Onun
surelerine benzer bir sure meydana getirin, iddianızda samimi iseniz,
Allah’tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın...” (Yunus Suresi, ayet
37-38).

Tanrı güya insanlara meydan okuyarak, “Kur’an’ın bir tek suresine benzer
bir sure meydana getirin de, göreyim sizi” der gibi konuşmaktadır. Fakat aynı
meydan okuma, Kur’an’ın on birinci suresi olan Hûd Suresi’nde aynı söyleyişle,
aynı sözcüklerle yine karşınıza çıkacaktır. Ancak bu kez, Tanrı sanki fikir değiş-
tirmiş gibidir; evvelce, “Kur’an’ın bir tek suresine benzer bir sure meydana geti-
rin de göreyim sizi” şeklinde konuşurken, şimdi, “bir tek sure” kıstasını yeterli
bulmayıp, “on sure” esasını benimsemiş olarak şöyle konuşur:

“(Ey Muhammed) Senin için, ‘(Kur’an’ı) uydurdu’ diyorlar, öyle mi? De


ki, ‘Öyleyse onun surelerine benzer uydurma on sure meydana getirin,

216
iddianızda samimi iseniz, Allah’tan başka çağırabileceklerinizi de çağı-
rın’...” (Hûd Suresi, ayet 13).

Görülüyor ki Tanrı, Kur’an’ın bir benzerinin insanlar tarafından yapılama-


yacağını anlatmak için birbiriyle uyumsuz kıyaslama yapmakta; örneğin, bir yer-
de “tek bir surenin benzerini yapın da göreyim” diyor. Diğer bir yerde “On sure-
nin benzerini yapın da göreyim” diyor! Öte yandan bu aynı Hûd Suresi’nde, yu-
karıdaki hususlar anlatılırken, birdenbire Nuh ile ilgili olaylara geçilir. Fakat az
sonra tekrar, “Ey Muhammed! Sana ‘Kur’an’ı uydurdu’ derler, de ki...” şeklindeki
uyarıya yer verilir (Hûd Suresi, ayet 35). Hemen sonra tekrar Nuh olayına dönü-
lür ve onun nasıl gemi inşa ettiği anlatılır (Hûd Suresi, ayet 36 vd...); daha sonra
Ad milletine kardeşleri Hûd’un gönderildiği bildirilerek, bununla ilgili haberler
belirtilir (Hûd Suresi, ayet 50 vd...), sonra İbrahim ile karısına (Hûd Suresi, ayet
71 vd...), sonra Lût’a (Hûd Suresi, ayet 77 vd...), sonra Medyen halkına gönderi-
len Şuayb’a dair bölük pörçük haberler verilir -ki daha önce A’raf Suresi’nin 84.
ve 85. ayetlerinde zaten değinilmişti-; sonra Firavun’un yaptıklarına (Hûd Sure-
si, ayet 96 vd...) atlanarak, zaman ve mekân itibariyle birbirleriyle ilişkisi olma-
yan hikâyeler ve konular anlatılır.

***

Şimdi yine bir atlama yaparak, Kur’an’ın on yedinci suresi olan İsra Sure-
si’ne geçelim; bu sure, 111 ayetten oluşur; surenin Mekke’de “nazil” olduğu, fa-
kat bu 111 ayetten on bir ayetin -ki bunlar, 26., 32., ‘33., .57., 73. ve 80. ayetler-
dir-, çok daha sonra Medine’de indiği söylenir. “İsra” deyimi, gerek yaya olarak,
gerek at üzerinde “gece yürüyüşü” anlamına gelir. Surenin ilk birinci ayetinde,
Muhammed’in, Tanrı tarafından Mescid-i Haram’dan (Mekke’den) Mescid-i Ak-
sa’ya (Kudüs’e) götürüldüğü yazılıdır: “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir
kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mü-
barek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzeh-
tir...” (İsra Suresi, ayet 1).

217
Fakat bu sure’de, Muhammed’in nasıl ve ne şekilde bu gece yürüyüşüne çı-
karıldığı, bu yürüyüş sırasında neler yaptığı bildirilmiyor. Oysa bu olay, İslam’ın
“miraç mucizesi” olarak benimsediği en önemli olaylarından biridir. Muham-
med’in, Kur’an olmayarak söylemesine göre, Tanrı, cennetten “Burak” adında
katır ile eşek arası büyüklükte bir hayvan göndermiştir. Muhammed bu hayvanın
sırtına binmiş olarak Mekke’den Kudüs’e gelir. Sonra kendisine miraç getirilir ki,
bu “göğe dayalı bir merdiven”dir. Muhammed bu merdiven ile göklerin yedinci
katına çıkar. Orada kendisini Cebrail (Cibril) karşılar. Cebrail’in kanadına yas-
lanmış olarak gök katlarını dolaşa dolaşa birinci kat gökten, yedinci katın sonuna
kadar, daha doğrusu “Sidre-i Münteha” denen son sınıra kadar çıkar. Fakat bu
husus, İsra Suresi’nde bildirilmiyor; bunun böyle olduğuna, bir başka surede, 53.
sure olan Necm Suresi’nde atıf var. Orada şöyle deniyor:

“Muhammed’in gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı. Ey inkârcılar!


Onun gördüğü şey hakkında kendisiyle tartışır mısınız? Andolsun ki,
Muhammed Cebrail’i, sınırın sonunda (Sidre-i Münteha’da), başka bir
inişte de görmüştür...” (Necm Suresi, ayet 11-18).

Yine Necm Suresi’nde, Tanrı’nın Muhammed’e yaklaştığı yazılıdır:

“Sonra yaklaştı, derken sarktı, derken iki yay tutrağı (gibi) oldu ya da
daha da yaklaştı. Derken kuluna vahyedeceğini vahyetti” (Necm Sure-
si, ayet 8-10).

Görülüyor ki, “miraç mucizesi” denen bu olay, İsra ve Necm surelerinde,


hem dağınık hem de hiç anlaşılamaz şekilde anlatılmakta. Bunu biraz olsun an-
laşılabilir şekle sokmak üzere hadisler öne sürülür. Buna göre Muhammed, her
gök katına geldikçe, orada geçmiş peygamberlerden birine rastlar. İlk katta
Âdem’le, ikinci katta Yusuf’la, üçüncü katta Yahya ve İsa ile dördüncü katta İd-
ris, beşinci katta Harun, altıncı katta Musa ve yedinci katta da İbrahim ile bulu-
şup selamlaşır. Sonra, bir döşek üzerinde, meleğin gidebildiği yere kadar gider ve
orada Tanrı’dan günde elli vakit namaz emrini alır. Sonra gök katlarını dolaşa
dolaşa inerek Musa’nın katına gelir. Musa kendisine, “Ümmetin bunun altından
kalkamaz; Tanrı’ya git ve bunun azaltılmasını iste” der. Bunun üzerine Mu-

218
hammed Tanrı’ya döner ve ricada bulunarak elli vakit namazdan indirim yapma-
sını ister; Tanrı beş vakit indirme ile günde 45 vakit namaz emrini verir. Mu-
hammed emri alıp Musa’nın yanına gelince, Musa bunun da çok olduğunu söy-
ler. Muhammed tekrar Tanrı katına çıkar ve namaz sayısını günde 40 vakit na-
maza çevirtir. Musa’nın yanına geldiği zaman Musa bunu da çok bulur. Tekrar
Tanrı’nın yanına çıkar ve beş vakit daha indirim yaptırtır. Fakat Musa bunu da
çok bulur, Muhammed, Musa’nın ısrarlarına uyarak, Tanrı’nın yanına gidip gele-
rek nihayet Tanrı’yı günde beş vakit namaza razı kılar. Ve işte İsra Suresi’nin bu
birinci ayetinin anlamı bu hikâyede yatıyor. Ve bu ayetten anlaşılan o ki, Tanrı, o
engin bilgisine ve ileri görüşlülüğüne rağmen, günde 50 vakit namazın aşırı bir
şey olduğunu ve kullarının buna tahammül yetiştiremeyeceğini takdir edememiş-
tir; sadece o değil, Muhammed de bunu düşünememiştir; ancak, Musa’nın hatır-
latmasıyladır ki Tanrı, elli vakit namaz emrinden vazgeçip namaz sayısını beş
vakit olarak insaflı ve ölçülü bir ibadet şekline sokmuştur.

İsra Suresi’nin miraçla ilgili olan birinci ayetini, bununla hiç ilgisi olmayan
bir ayet izler ki, o da, Tanrı’nın İsrailoğullarına, “Benden başkasına dayanılıp
güvenilen bir Rab aramayın” diyerek, Musa’ya bir kitap verdiğini ve bu kitabı hi-
dayet rehberi kıldığını bildirmekte (İsra Suresi, ayet 2). Oysa bu konu Kur’an’ın
diğer surelerinde sayısız kez tekrarlanmıştır.

İsra Suresi’nin bu ikinci ayetini izleyen üçüncü ayet ise, Musa’dan çok ön-
ceki bir döneme atlayıp Nuh’la ilgili bir hususa yer veriyor:

“(Ey) Nuh ile birlikte (gemide) taşıdığımız kimselerin nesli! Şunu bilin
ki, Nuh, çok şükreden bir kul idi” (İsra Suresi, ayet 3).

Evet, ama burada Nuh’a seslenmenin âlemi var mı? Konu zaten başka sure-
lerde, bölük pörçük de olsa ele alınmamış mıydı? Öte yandan, Nuh ile gemide
taşınan kişiler kim? Ve bunların nesli nedir? Hiçbir şey belli değil! Ve belli edil-
meden, dördüncü ayet ile yine İsrailoğulları konusuna dönülüyor:

“Biz, kitapta İsrailoğullarına, ‘Sizler yeryüzünde iki defa fesat çıkara-


caksınız ve azgınlık derecesinde bir kibre kapılacaksınız’ diye bildir-
dik” (İsra Suresi, ayet 4).
219
Bu husus birkaç ayetle işlendikten sonra, Kur’an’ın niteliğine değiniliyor ve
kişilerin sorumluluklarıyla ilgili bir ayete geçiliyor:

“Şüphesiz bu Kur’an en doğru yola iletir; iyi davranışlarda bulunan


müminlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler” (İsra
Suresi, ayet 9-11).

Sonra, birdenbire gece ile gündüzün yaratılmasına atlanıyor:

“Biz, geceyi ve gündüzü birer ayet (delil) olarak yarattık. Nitekim Rab-
binizin nimetlerini araştırmanız, ayrıca yılların sayı ve hesabını bil-
meniz için gecenin karanlığını silip (yerine, eşyayı) aydınlatan gündü-
zün aydınlığını getirdi. İşte biz, her şeyi açık açık anlattık” (İsra Sure-
si, ayet 12).

Görüldüğü gibi, her ne kadar ayetin sonunda, “...İşte biz, her şeyi açık açık
anlattık” diye yazılı ise de, açık ve anlaşılır olan hiçbir şey yok! Bunu, kişinin ka-
deriyle ilgili birkaç ayet izlemekte (İsra Suresi, ayet 13-16); fakat konu yarım
yamalak ele alınmışken, birdenbire Tanrı’nın keyfiliğine yönelik bir husus belir-
tilmekte:

“Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin varlıklı ve şımarmış


kişilerini çoğaltırız. Bu suretle, onlar kötülük işlerler, böylece o ülke he-
lake müstahak olur” (İsra Suresi, ayet 16).

Güzel, ama bunları söyleyen Tanrı, dilediğini varlıklı ve dilediğini varlıksız


kılan ya da dilediğini doğru yola sokan ve dilediğini de saptıran bir Tanrı değil
miydi? Nitekim, bu yukarıdaki sözlerden hemen sonra, yine bu aynı Tanrı, “Bak-
sana, biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır!..” (İsra Suresi, ayet
21) diyerek ve birkaç ayet atlama ile “Rabbin dilediğine bol verir, dilediğine da-
raltır... “ (İsra Suresi, ayet 30) diye ekleyerek bu keyfiliğini belli etmiş değil mi?
Belli ederken, “servet, mevki, sağlık ve yaşayış güzelliği bakımından, insanlar
arasındaki farkların, ilahi takdirin bir gereği olduğunu, dolayısıyla bu dünyada
mutlak eşitliğin imkânsızlığını” ortaya koymuş olmuyor mu? 18 Ortaya koyarken

18
Diyanet Vakfı’nın, İsra Suresi’nin 20. ve 21. ayetleriyle ilgili açıklamasına bakınız.

220
de, o bütün yüceliğine ve gücüne rağmen, kullarına yeryüzünde eşitlik sağlamak-
tan aciz olduğunu anlatmış olmuyor mu?

Daha sonraki ayetlerde, hep birbiriyle ilgisi olmayan konulara değinilmekte:


müşriklerin kınanmış olduklarına (İsra Suresi, ayet 22); ana ve babaya karşı iyi
davranmak ve onlara Tanrı’dan rahmet dilenmek gerektiğine (İsra Suresi, ayet
23-26); sıkı elli ya da açık elli olmanın kötülüğüne (İsra Suresi, ayet 29); geçim
endişesiyle çocukların öldürülmemelerine (İsra Suresi, ayet 31); zinanın hayâsız-
lık olduğuna (İsra Suresi, ayet 32); haklı bir sebep olmadan cana kıyılmamasına
ve kısasa (İsra Suresi, ayet 33); yetimin mallarına en güzel bir şekilde yanaşıl-
masına (İsra Suresi, ayet 34); tartılacak şeyleri doğru terazi ile tartmak gerekti-
ğine (İsra Suresi, ayet 35); böbürlenmenin kötü bir şey olduğuna (İsra Suresi,
ayet 37); müşriklerin olumsuz davranışlarına (İsra Suresi, ayet 40-42); Tanrı’nın
övülmeye değer bulunduğuna (İsra Suresi, ayet 44); Kur’an’ın okunmasını anla-
masınlar diye, müşriklerin kalplerine Tanrı tarafından kapalılık getirildiğine ve
kulaklarına ağırlık verildiğine (İsra Suresi, ayet 46-47); Muhammed’i inkâr eden
kişilerin durumlarına (İsra Suresi, ayet 48-54); peygamberlerden bazılarının üs-
tün kılındığına (İsra Suresi, ayet 55); Semûd kavmine mucize olmak üzere dişi
bir deve verildiğine ve onların bu deveyi boğazlayıp bu yüzden zalim olduklarına
(İsra Suresi, ayet 59); Muhammed’e gösterilen görüntülerin ve Kur’an’da lanet-
lenen ağacın Tanrı tarafından insanları sınamak için meydana getirildiğine (İsra
Suresi, ayet 60); Meleklerin Âdem’e secde ettiklerine ve sadece iblisin bunu
yapmaktan kaçındığına ve Tanrı’ya kafa tuttuğuna (İsra Suresi, ayet 61-63);
Tanrı’nın lütfuna nail olmaları için, denizlerdeki gemilerin Tanrı tarafından
yüzdürüldüğüne; insanoğlunun çok nankör olduğuna (İsra Suresi, ayet 66-70);
amel defteri sağdan verilen kulların haksızlığa uğramayacaklarına (İsra Suresi,
ayet 71); Muhammed’in Tanrı sayesinde sapıklığa yönelmekten kurtulduğuna
(İsra Suresi, ayet 73-75); Muhammed’i Mekke’den çıkaranların Mekke’de kala-
mayacaklarına (İsra Suresi, ayet 76-78) dair ayetler, surenin sonuna kadar bu
tutarsızlıklar içerisinde sürüp gider.

***

221
Kur’an’ın on sekizinci sırasında yer alan surenin başlığı “Kehf”tir: Mekke’de
indiği ve nüzul (iniş) sırasının altmış dokuz olduğu kabul edilir. 110 ayetten olu-
şur; bununla beraber 28. ayetin Medine’de indiği söylenir. Kehf sözcüğü, “mağa-
ra”, “sığınma” anlamına gelir; bu anlamıyla sureye “Mağara Suresi” demek
mümkün. Fakat yorumculara göre, surede “Ashab-ı Kehf’ten -ki “mağaraya sığı-
nanlar” ya da “mağara arkadaşları” anlamındadır- söz edildiği için, sureye bu
başlık verilmiştir. Başlık bu olduğu için sanılır ki, sure bu konu ile ilgili olarak
inmiştir ya da hiç değilse bu konu ile başlamaktadır. Oysa hiç öyle değil; zira 110
ayetten oluşan Kehf Suresi’nin “mağaraya sığınanlar”la ilgili ayetlerinin sayısı
sadece 21’dir -ki bunlar 9. ve 26. ayetleri içine alır-. Ve üstelik Kehf Suresi, bu
hikâye ile başlamaz; surenin baştan ilk sekiz ayetinde, Tanrı’nın, insanlara azap
haberini verdiği, “Allah oğul edindi” diyenleri uyarmak üzere Muhammed’e
Kur’an’ı indirdiği ve yeryüzündeki her şeyi kupkuru toprak yapacağı yazılıdır.
Bundan hemen sonra Tanrı Muhammed’e, “(Resulüm)! Yoksa sen, bizim ayetle-
rimizden (sadece) kehf ve rakim sahiplerinin ibrete şayan olduklarını mı san-
dın?” (Kehf Suresi, ayet 9) der. Burada yer alan “rakım sahipleri” deyiminden ne
anlaşılması gerektiğini bilen yok. Bu ayeti, “O yiğit (gençler) mağaraya sığınmış-
lar ve ‘Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize (şu) durumumuzdan bir
kurtuluş yolu hazırla’ demişlerdi” (Kehf Suresi, ayet 10) şeklindeki ayet izler ki,
“mağaraya sığınanlar”la ilgili hikâyenin başlangıcı sayılır. Ancak, hikâyenin, in-
sanı şaşırtıcı bilinmezliklerle dolu bir başlangıcı vardır. Bir kere, burada sözü edi-
len “mağara” neyin nesidir ve nerededir, bilen yok! Yorumcular görüş ayrılığı
içerisinde bocalarlar. Ebu Hayyam’a göre, kimi yorumcular bunun “Şam”da, ki-
misi “Endülüs”te, kimisi “Rum”da olduğunu söylerler. İbn Cebir’in İbn-i İs-
hak’tan rivayetine göre, mağaranın bulunduğu şehir “Dekinos” adıyla bilinen bir
yerdir. Fakat bunun Endülüs’teki “Dekyus” şehri olup olmadığı tartışmalıdır. Öte
yandan, yukarıdaki ayette sözü edilen “O yiğit gençler” kimlerdir? Sayıları nedir?
Neden dolayı mağaraya sığınmışlar ve kurtulmak için Tanrı’ya yalvarıda bulun-
maktadırlar, belli değil! Fakat bir sonraki ayet daha şaşırtıcı; çünkü burada Tanrı
şöyle konuşmakta:

222
“Bunun üzerine biz de o mağarada onların kulaklarına nice yıllar per-
de koyduk (uykuya daldırdık)” (Kehf Suresi, ayet 11).

Evet, ama neden Tanrı, kendisinden rahmet isteyen bu kişilerin kulaklarına


perde koyuyor? Yine belli değil! Bir sonraki ayeti okumaya devam ediyoruz; Tanrı
şöyle diyor:

“Sonra da iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ede-
ceğini görelim diye onları uyandırdık” (Kehf Suresi, ayet 12).

Görüldüğü gibi, burada iki gruptan söz edilmekte! Neyin nesidir bu gruplar?
Ve hesap edilmesi gereken “süre” nedir? Hiçbir şey belli değil! Yorumcuların söy-
lemesine göre bu gruplardan biri “Ashab-ı Kehf” (yani, “mağara arkadaşları”) ve
diğeri ise bunların hasımlarıdır. Fakat her ne olursa olsun, bunları söyledikten
sonra Tanrı, mağaradaki gençlerin hikâyesini anlatacağını bildirmek üzere Mu-
hammed’e şöyle der:

“(Ey Muhammed!) Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak


anlatıyoruz. Hakikaten onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de on-
ların hidayetini artırdık. Onların kalplerini metin kıldık...” (Kehf Sure-
si, ayet 13).

Evet, ama eğer bu gençler “Rablerine inanmış” kişiler idiyseler ve Tanrı on-
ların kalplerini metin kıldı ise, neden kalkıp onların kulaklarına perde koyduğu-
nu (Kehf Suresi, ayet 11) söyler? Daha sonraki 14. ayette, “...O yiğitler (o yerin
hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki, ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve
yerin Rabbidir. Biz ondan başkasına Tanrı demeyiz. Yoksa saçma sapan konuş-
muş oluruz’...” (Kehf Suresi, ayet 14). Burada sözü geçen “hükümdar” kimdir,
bilemiyoruz! Bir sonraki ayette bu gençler, kendi mensup oldukları kavmin Al-
lah’tan başka Tanrılara tapmakta olduklarını söyleyerek yakınmaktalar (Kehf Su-
resi, ayet 15). Bunu izleyen ayette Tanrı, mağaradakilerin sayısının ne olduğu
konusundaki tartışmalara değinmekte:

“Böylece (insanları) onlardan haberdar ettik ki, Allah’ın vadinin hak


olduğunu... bilsinler. Hani onlar aralarında Ashab-ı Kehf’in durumunu
tartışıyorlardı... (İnsanların kimi), ‘Onlar üç kişidir, dördüncüleri de

223
köpekleridir’ diyecekler. Yine, ‘Beş kişidir, altıncıları köpekleridir’ di-
yecekler. (Bunlar) bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektir. (Kimileri
de), ‘Onlar yedi kişidir, sekizincisi köpekleridir’ derler, (Ey Muham-
med!) De ki, ‘Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir’. Onlar hakkında
bilgisi olan çok azdır. Öyle ise Ashab-ı Kehf hakkında delillerin dışında
açık olması haricinde bir münakaşaya girişine ve onlar hakkında (ileri
geri konuşanların) hiçbirinden malumat isteme” (Kehf Suresi, ayet 21-
22).

Bu ayetleri okurken anlıyoruz ki Tanrı, kendisinin her şeyi bilir, fakat kulla-
rının hiçbir şey bilmez olduklarını anlatmak ihtiyacındadır.

Kehf Suresi’nin 9. ayetinden 22. ayetine kadar olan kısım “Ashab-ı Kehf” ile
ilgili olarak yukarıdaki hususları kapsamaktadır. Fakat hikâye burada sona ermiş
değil. Ancak, hikâyenin tam bu kısmında, birdenbire hiç beklenmedik bir şekilde
karşımıza Muhammed’in “inşallah” demeden iş görmesiyle ilgili şu iki ayet çıkı-
yor:

“(Ey Muhammed!) Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşallah deme-


dikçe) hiçbir şey için, ‘Bunu yarın yapacağım’ deme. Bunu unuttuğun
takdirde Allah’ı an ve ‘Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha
yakın olan bir yola ilettir’ de” (Kehf Suresi, ayet 23-24).

Bu ayetlerin “mağara” hikâyemizle hiçbir ilgisi yok. Zira bunlar, Muham-


med’in “inşallah” demeden iş görmüş olmasıyla ilgili bir başka hikâyeye aittir ki,
Kur’an’ın 93. sırasında bulunan bir başka surede, Duhâ Suresi’nde ele alınmış-
tır. Görüldüğü gibi “mağara” hikâyesi anlatılırken, bilinmezliklerle ve anlaşılmaz-
lıklarla dolu bu hikâye tamamlanmadan, bununla ilgisi bulunmayan bir başka
hikâyeye geçilmiştir. Ve iki ayetlik bu saptırmadan sonra, tekrar mağara hikâye-
sine dönülür:

“Onlar, mağaralarında üç yüzyıl ve buna ilaveten dokuz yıl kalmışlar-


dır. De ki, ‘Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin
gizli bilgisi ona aittir... O kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez”
(Kehf Suresi, ayet 25-26).

224
Yukarıdaki satırlarla hikâye sona erdirilerek, başka bir konuya geçilir ve bir-
kaç ayet sonra, “Onlara, şu iki adamı misal olarak anlat...” (Kehf Suresi, ayet
32) ayetiyle başka bir hikâye anlatılır.

Şimdi geliniz, yukarıdaki “mağaraya sığınan” ve orada “üç yüzyıl ve ayrıca


dokuz yıl” uyudukları anlatılan gençlerle ilgili ayetlerin arasına sıkıştırılan, “(Ey
Muhammed!) Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşallah demedikçe) hiçbir şey
için, ‘Bunu yarın yapacağım’ deme...” (Kehf Suresi, ayet 23-24) şeklindeki ayet-
lere, tekrar göz atalım. Kur’an’da bu ayetin neden ve ne vesileyle indiğine dair
bir şey yok. Yorumcuların söylemelerine göre bu ayetler, Nadr b. Haris adında
Kureyşli birinin Muhammed’i huzursuz kılması nedeniyle inmiştir. Hikâyesi şöy-
ledir: Güya Muhammed, Tanrı sözünü dinlemeyenlerin başına gelen kötülükleri
Kureyşlilere anlatmaya çalıştığı zamanlar, Nadr b. Haris onun arkasından halka,
“Vallahi ben (Muhammed’den) daha güzel konuşurum, geliniz size onun anlattık-
larından daha güzelini anlatayım” der ve başkalarından öğrendiği masalları an-
latırmış. Kureyşliler onu bir gün, Utbe b. Müayt ile birlikte Medine’deki Yahudi-
lere gönderip Muhammed’in “peygamberliğini” sınamak amacıyla onlardan bilgi
almak isterler; çünkü Yahudilerin “enbiya ilmi”nden (“peygamberler” tarihin-
den) haberli olduklarını düşünürlermiş. Bunun, üzerine Nadr Medine’ye giderek
Yahudilerle görüşür; Yahudiler kendisine, “Şu üç soruyu Muhammed’e sorun,
eğer bu soruları yanıtlayabilirse onun peygamberliğine inanın” şeklinde konu-
şurlar. Bu üç soru Muhammed’e sorulur, fakat Muhammed cevap veremez:
“Sorduklarınızı yarın haber veririm” der. Ancak, ertesi gün şöyle dursun, on beş
gün boyunca verecek cevap bulamaz. Verememesinin nedeni, pek muhtemelen,
sorular hakkında bilgi edinememesindendir; fakat o bunu, “Tanrı’dan vahiy
gelmedi” diyerek anlatmaya çalışır. Ancak, halk arasında ileri geri konuşanlar
olur; kimi kişiler, “Muhammed bize (‘sorduklarınızı yarın haber veririm’) dedi,
hâlbuki bugün on beş gün (oluyor) sorduğumuza cevap vermiyor” diye dedikodu-
ya başlarlar. Kimileri de “Tanrı Muhammed’i terk etti, ona darıldı” diye konuşur-
lar. Bu sözler Muhammed’i oldukça rahatsız eder. Ve nihayet onlara verecek ce-
vapları elde eder. Fakat cevap verirken her şeyden önce Tanrı’nın kendisine gü-
cenmediğini, darılmadığını anlatmak üzere Kur’an’a şu ayeti koyar:

225
“Kuşluk vaktine ve sükûna erdiğinde geceye yemin ederim ki, Rabbin
seni bırakmadı ve sana darılmadı” (Duhâ Suresi, ayet 1-3).

Dikkat edileceği gibi, Tanrı “kuşluk vaktine” (yani, güneşin parlayıp yük-
selmeye başladığı zamana) ve “sükûna erdiğinde geceye” (yani, karanlığın çök-
tüğü, sessizliğin bastığı... geceye) yeminler ederek Muhammed’e darılmadığını
bildirmekte! Ancak bu ayetler, şimdi incelediğimiz Kehf Suresi’nde değil,
Kur’an’ın en sonlarında, daha doğrusu doksan üçüncü sırasında bulunan Duhâ
Suresi’nde yer almış bulunmakta! Fakat Muhammed’in cevap vermekte gecikmiş
olmasının sebebi, “inşallah” demeden iş görmüş olmasına bağlanmıştır ki, yuka-
rıda belirttiğimiz gibi, o da Kehf Suresi’ndeki şu ayetleri kapsar:

“(Ey Muhammed!) Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşallah deme-


dikçe) hiçbir şey için, ‘Bunu yarın yapacağım’ deme. Bunu unuttuğun
takdirde Allah’ı an ve ‘Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha
yakın olan bir yola iletir’ de” (Kehf Suresi, ayet 23-24). 19

Daha başka bir deyimle, Muhammed, kendisine soru soranlara “Sordukla-


rınızı inşallah yarın haber veririm” diyecek yerde, sadece “Sorduklarınızı yarın
haber veririm” dediği için (yani, “inşallah” sözcüğünü kullanmadığı için) vahyin
geciktiğini söylemektedir. Ve bunu, biraz önce dediğimiz gibi, hiç yeri yokken,
Kehf Suresi’ndeki “mağaraya sığınanlar” hikâyesiyle ilgili ayetlerin arasına sıkış-
tırıvermiştir.

Bu vesileyle hatırlatalım ki, “Kehf Suresi” ile “Duhâ Suresi”, gerek


Kur’an’daki sıra ve gerek iniş sırası itibariyle, birbirlerinden çok farklı olan sure-
lerdir. Kur’an’ın 18. sırasında yer alan Kehf Suresi’nin Tanrı’dan 69. sure olarak
indiği kabul edilir. Buna karşılık, Kur’an’ın 93. sırasında bulunan Duhâ Sure-
si’nin “nüzul” (iniş) sırasının 11. sıra olduğu söylenir. Görülüyor ki, yukarıda an-
latılan iki hikâye, karmakarışık ve hiç de anlaşılamaz bir şekilde bu surelerin
ayetleri içerisine sokulmuştur.

Kehf Suresi’nin bundan sonraki ayetleri de, hep bu tür kopukluklar ve tu-
tarsızlıklarla dolu. Örneğin, Mekkeli inkârcılardan söz edilirken ve Kur’an’ı an-

19
Elmalılı H. Yazır, age, c.4, s.3218.

226
lamasınlar diye Tanrı’nın bu inkârcıların kalplerine ve kulaklarına ağırlıklar koy-
duğu belirtilirken, Bedir Savaşı’ndan söz edilir (Kehf Suresi, ayet 52-59); sonra
birdenbire Musa ile ilgili masallara geçilir ve Musa’nın, genç arkadaşlarıyla bir-
likte iki denizin birleştiği bir yerde balıklarını unuttuğuna dair olan “kıssa” anla-
tılır ki (Kehf Suresi, ayet 60-82), anlaşılması mümkün değildir. Daha sonra “Zül-
karneyn” masalına atlanır (Kehf Suresi, ayet 83-98), fakat bu konuda doğru dü-
rüst bir bilgi verilmeden kıyamet gününe, kâfirlerin durumuna, inkârcılara, Tan-
rı’nın sözlerinin bitmesinden önce denizlerin tükeneceğine değinilerek ve “(Ey
Muhammed) De ki, ‘Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim’...” (Kehf Suresi, ayet
110) şeklindeki ayet ile sure sona erdirilir. Fakat anlatılanların hiçbiri, düzenli,
açık ve anlaşılır nitelikte şeyler değildir.

***

Şimdi birkaç sürelik bir atlama ile Kur’an’ın yirmi dördüncü suresine göz
atalım. Bu sure “Nur Suresi” başlığını taşır ve 64 ayetten oluşur. Her ne kadar
Kur’an’da yirmi dördüncü sırada ise de, Tanrı’dan 102. sure olarak indiği kabul
edilir. Başlık bu olduğuna göre, sanılır ki bu sure, “nur” sözcüğünün kapsamıyla
ilgili hükümleri ele alacaktır. Oysa surenin başlığı ile içeriği arasında hemen he-
men hiçbir ilişki yok gibidir; çünkü sureyi oluşturan altmış dört ayet içerisinde
sadece bir ayet Tanrı’yı göklerin ve yerin nuru olarak tanımlamaktadır:

“Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili, içinde lam-


ba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir, o
fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da
nispet edilemeyen bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuştu-
rulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir.
(Bu) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir...” (Nur
Suresi, ayet 35).

Kimi yorumculara göre Allah, bütün âlemin ve âlemdeki bütün duygusal


nurların ve “idrak edici güçlerin” aydınlığa çıkarıcısı olduğu için, bu ayet “gökle-

227
rin ve yerin nuru” olarak tanımlanmıştır. 20 Ancak, Kur’an’ın diğer surelerinde
“nur” sözcüğünün farklı anlamlarda kullanıldığı görülür. Örneğin, kimi yerde
“İslam” demektir, kimi yerde “iman”, kimi yerde “hidayet” kimi yerde “peygam-
ber”, kimi yerde “gündüzün aydınlığı”, kimi yerde “ayın aydınlığı”, kimi yerde
“Kur’an” vs. olarak anlam taşır. 21 Örneğin, Tevbe ve Saff surelerinde “nur” söz-
cüğü “İslam” karşılığı olmak üzere kullanılmıştır:

“Onlar (kâfirler) ağızlarıyla Allah’ın nurunu (İslam’ı) söndürmek isti-


yorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu (İslam’ı) tamam-
layacaktır” (Saff Suresi, ayet 8; ayrıca bkz. Tevbe Suresi, ayet 32).

Bakara Suresi’nde “nur” sözcüğü “iman” karşılığı olarak şöyle yer almıştır:

“Allah, iman edenlerin velisidir, onları zulümattan nura çıkarır; küfre-


denlerin ise velileri tağuttur; onları nurdan zulümata çıkarırlar...”
(Bakara Suresi, ayet 257).

Furkan Suresi’nde “nur” sözcüğü, gökyüzündeki “ay” için kullanılmıştır:

“Gökte burçları var eden, onların içinden bir çerağ (güneş) ve nurlu bir
ay barındıran Allah, yüceler yücesidir” (Furkan Suresi, ayet 61).

A’raf Suresi’nde “nur” sözcüğü, “Kur’an” anlamında olmak üzere şöyledir:

“...O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onun-
la birlikte gönderilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa
erenler onlardır” (A’raf Suresi, ayet 157).

Zümer Suresi’nde “nur” sözcüğü “adalet” anlamında olmak üzere şöyledir:

“Yeryüzü, Rabbinin nuru ile aydınlanır, kitap konulur, peygamberler


ve şahitler getirilir ve aralarında hakkaniyetle hüküm verilir. Onlara
asla zulmedilmez” (Zümer Suresi, ayet 69).

Yukarıdaki birkaç örnekten anlaşılıyor ki, “nur” sözcüğü Kur’an’da pek çe-
şitli anlamlarda olmak üzere yer almış bulunmaktadır; bu arada Tanrı’nın niteli-
ği olarak da kullanılmıştır. Bununla beraber yorumcular, Tanrı’ya “nur” denip

20
Nur Suresi’nin 35. ayetinin Diyanet Vakfı çevirisindeki yorumuna bakınız.
21
Bu konuda bkz. Turan Dursun, age, c.2, s.121.

228
denemeyeceği konusunda tartışırlar. Örneğin, Razi gibi yorumculara göre Tanrı,
“ışık” (yani, “aydınlık”) anlamına gelen “nur” sözcüğü ile tanımlanamaz; çünkü
“nur”, bir bakıma “cisim”dir ve Allah’ı “cisim” şeklinde düşünmek mümkün de-
ğildir. Buna karşılık yorumculardan bir kısmı, “Allah göklerin ve yerin ışığıdır”
demekten geri kalmazlar. İbnü’l-Cevzi gibi bazı yorumcular ise, “nur” sözcüğü-
nün “yol gösterici” anlamına geldiğini, bu nedenle Tanrı’ya “nur” denebileceğini
ileri sürerler. Fakat bu hususlar, Kur’an’ın, şimdi üzerinde durduğumuz Nur
Suresi’nde ele alınmış değil. Ve biraz önce bahsettiğimiz gibi, altmış dört ayetlik
koskoca “Nur Suresi”nde, nur sözcüğü ile ilgili bir tek ayet bulunmakta; o da an-
laşılması güç tümcelerle dolu! Üstelik bu sure, “nur” sözcüğünü içeren ya da
ilgilendiren bir ayetle dahi başlamıyor. Zira surenin ilk ayeti aynen şöyledir:

“(Bu) Bizim inzal ettiğimiz ve (hükümlerini üzerinize) farz kıldığımız


bir suredir. Belki düşünüp öğüt alırsınız diye onda açık seçik ayetler
indirdik” (Nur Suresi, ayet 1).

Dikkat edileceği gibi burada Tanrı, “(Bu) Bizim inzal ettiğimiz ve (hükümle-
rini üzerinize) farz kıldığımız bir suredir...” diye konuşmakta. Pek güzel, ama
Kur’an’ın diğer sureleri, Tanrı’nın indirdiği ve hükümlerini insanlara farz kıldığı
şeyler değil midir ki, sadece Nur Suresi’nin başına böyle bir ayet konmuştur?

Nur Suresi’nin bu sözünü ettiğimiz birinci ayetini, zina eden kadınlarla, zi-
na eden erkeklerden her birine yüz sopa vurulmasını öngören ayetler izlemekte
(Nur Suresi, ayet 2-10); sonra, başka bir konuya geçilerek Muhammed’in eşle-
rinden biri hakkında iftirada bulunanlarla ilgili hususlara atlanıyor (Nur Suresi,
ayet 11-26); sonra, başkalarının evine girerken selam vermek gerektiğine değini-
liyor; sonra “(O evde) hiç kimse bulamadınızsa, size izin verilinceye kadar oraya
girmeyin. Eğer size, ‘Geri dönün’ denilirse, hemen dönün, Allah, yaptığınızı bilir”
(Nur Suresi, ayet 28) ya da “İçinde kendinize ait eşyanın bulunduğu oturulma-
yan evlere girmenizde herhangi bir sakınca yoktur. Allah, sizin açığa vurduğunu-
zu da, gizlediğinizi de bilir” (Nur Suresi, ayet 29) şeklindeki öğütlere yer verili-
yor; sonra, erkeklerin kadınlara ve kadınların da erkeklere gözlerini dikmemeleri
bildiriliyor (Nur Suresi, ayet 30); hemen sonra “mümin” kadınların iffetlerini

229
korumaları, örtünmeleri ve süslerini gizlemeleri belirtiliyor, sakınmaları gereken
kimselerden söz ediliyor ve şöyle deniyor;

“(Kadınlar) süslerini, kocaları veya babaları veya kayınpederleri veya


oğulları veya kocalarının oğulları veya kardeşleri veya erkek kardeşle-
rinin oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları veya kadınları veya cari-
yeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler veya kadınların mahrem
yerlerini anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler...” (Nur
Suresi, ayet 31).

Bu satırları okurken sanırsınız ki, kadınlar, belli kişiler dışında hiç kimsele-
re süslerini göstermemekle emredilmişlerdir. Ayet bu kişilerinin kimler olduğunu
belirtmiş ve konu böylece bir sonuca bağlanmıştır. Oysa hiç de öyle değil; çünkü
örtünme konusu, birazdan göreceğimiz gibi, 29 ayet atlama ile (yani, 60. ayetle)
tekrar ele alınmış bulunmakta. Fakat bu arada, yani 31. ayetten 60. ayete kadar
olan ayetlerle, başka konular hükme bağlanmakta. Zira 31. ayeti izleyen ayetler-
de, bekârların ve cariyelerin evlendirilmelerinden (Nur Suresi, ayet 32); bedel
vermek isteyen kölelerin bedellerinin kabul edilmesi gereğinden (Nur Suresi,
ayet 33); cariyelerin fuhuşa zorlanmamalarından (Nur Suresi, ayet 33); Tan-
rı’nın dilediği kişileri nura kavuşturacağından (Nur Suresi, ayet 35); insanların
Tanrı’yı daima tespih ettiklerinden (Nur Suresi, ayet 36); Tanrı’ya inananların
mükâfata ulaşacaklarından (Nur Suresi, ayet 37) vd... söz edilmiştir; daha doğ-
rusu, birbirleriyle hiç ilgisi bulunmayan hususlar ve konular ardı ardına bu şe-
kilde 60. ayete kadar sıralanmıştır. Fakat 60. ayette karşınıza yine birdenbire ka-
dınların örtünmeleri ve süslerini gizlemeleri gerektiğini öngören şu hüküm çıkar:

“Evlenme ümidi kalmayan, ihtiyarlayıp oturmuş kadınlara, süslerini


açığa vurmamak şartıyla, dış esvaplarını çıkarmaktan ötürü sorumlu-
luk yoktur; ama sakınmaları kendileri için daha iyi olur...” (Nur Sure-
si, ayet 60).

Bütün bu karışıklıklara ve tutarsızlıklara rağmen sanırsınız ki, Tanrı, kadın-


ların örtünmeleri ve süslerini gizlemeleri, açılıp saçılmamaları, erkeklere karşı
tutum ve davranışları konusunda görüşlerini belirtmiş, söyleyeceklerini söylemiş-
tir. Ancak, böyle değil; zira Nur Suresi’nden dokuz surelik bir atlama yaptıktan

230
sonra, (yani, Kur’an’ın 33. sırasında yer alan) Ahzab Suresi’nde karşınıza, yine
kadınların örtünmeleriyle, tutum ve davranışlarıyla ilgili hükümler çıkacaktır.
Örneğin, Ahzab Suresi’nin 33. ayeti şöyledir:

“Evlerinizde oturun, eski cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılma-


yın...” (Ahzab Suresi, ayet 33). 22

Oysa Nur Suresi ile Ahzab Suresi, birbirlerinden çok farklı zamanlarda ve
on iki surelik bir ara ile inmiş görünmekte; zira Nur Suresi’nin nüzul (iniş) sırası
102 olup, Ahzab Suresi’nin nüzul sırası 90’dır.

Şimdi tekrar Nur Suresi’nde kaldığımız yere dönelim. Kadınlara süslerini


açığa vurmamalarını ve örtünmelerini emreden hükmün hemen arkasından,
kimlerin evinde izinsiz yemek yeneceği hususlarını hükme bağlayan bir “adab-ı
muaşeret” kuralı geliverir:

“Kör için bir sorumluluk yoktur. Topal için bir sorumluluk yoktur.
Hastaya da bir sorumluluk yoktur. Evlerinizde veya babalarınızın evle-
rinde veya annelerinizin evlerinde veya erkek kardeşlerinizin evlerinde
veya kız kardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya
halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin
evlerinde veya kâhyası olup anahtarları elinizde olan evlerde veya dost-
larınızın evlerinde izinsiz yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur. Bir
arada veya ayrı ayrı yemenizde de sorumluluk yoktur...” (Nur Suresi,
ayet 62).

Dikkat edileceği gibi, kimlerin evinde izinsiz yemek yenebileceği hususu laf
kalabalığına boğulmuş ve yine anlaşılmazlığa sokulmuştur. Şu bakımdan ki, ayet,
kimlerin evinde izinsiz olarak yemek yenebileceğini sıralamakta, fakat sıralarken
“babalarınızın, analarınızın, erkek kardeşlerinizin, kız kardeşlerinizin vd... evle-
rinde izinsiz yemek yiyebilirsiniz” şeklinde kural koyacak yerde, bu kişilerden
her biri için aynı tümceyi kullanıyor. Öte yandan bir de “kör”, “topal” ve “hasta”
kişiler bakımından “sorumluluk yoktur” diyor! Ne demektir bu, belli değil! Kimi
yorumculara göre bununla şu anlatılmak istenmiştir ki, kör, topal ve hasta gibi

22
Bu hükmün sadece Muhammed’in eşleri için değil, bütün Müslüman hanımlara uygulanmak
üzere konduğu kabul edilir.

231
kimselerle ya da bunların evlerinde oturup yemek yemekte sakınca yoktur. Ya da
bir kimse, bu gibi kimseleri kendi evinden başka akrabadan birinin evine yemeğe
götürecek olsa, belki hoşlanmazlar diye çekinmesin istenmiştir. 23

Fakat bunu izleyen iki ayet, Muhammed’le toplantı yapacak olanların, top-
lantıyı izinsiz olarak terk etmelerini engellemek ya da Muhammed’e saygı izha-
rında bulunmayı sağlamak amacıyla konmuştur (Nur Suresi, ayet 62-63). Yo-
rumcuların söylemelerine göre anlatılmak istenmiştir ki, Muhammed’i sadece
adıyla çağırmak doğru değildir; adının başına, onu yüceltici nitelikte olmak üzere
“Nebi”, Resul”, “Resullullah”, “Habibullah” ya da “Efendimiz” şeklinde bir şeyler
koymak gerekir. 24 Hemen ekleyelim ki, Ahzab Suresi’nin daha önceki bir ayetin-
de (ayet 56) şu bildirilmiştir ki, Muhammed’in adı söylenince bütün Müslüman-
ların, “Sallallahu aleyhi ve sellem” (yani, “Allah’ın salat ve selamı onu üzerine
olsun”) demeleri gerekir. Görülüyor ki, Muhammed’i yüceltmek için sarf edilme-
si gereken sözler bile, bir arada değil, birbirinden altı ayet ara ile belirtilmiştir.
Bunların arasına birbirleriyle ilgisiz hususlar yerleştirilmiştir.

***

Şimdi, Kur’an’ın yirmi altıncı sırasında bulunan Şuara Suresi’ne geçelim.


Bu surenin Tanrı’dan 47. sure olarak Mekke döneminde indiği söylenir. Bununla
beraber, 227 ayetlik bu surenin dört ayeti Medine döneminde inmiştir -ki bunlar
224. ve 227. ayetlerdir-. Şuara Suresi, “Bismilllahirrahmanirrahim” şeklindeki
“besmele”ye müteakip, anlamları hiç kimselerce bilinmeyen “Tâ, Sîn, Mîm” şek-
lindeki harfleri içeren ayetle başlar. Bunu, hani sanki bu birinci ayetle çelişme
olsun diye, “Bunlar, apaçık kitabın ayetleridir” (Şuara Suresi, ayet 2) şeklindeki
bir ayet izler ve sure, hiç de “apaçık” olmayan ayetlerle devam edip gider. Güya
Tanrı, Muhammed’i, “müşrik”lerin alaylarına ve saldırılarına karşı korumak
amacıyla konuşmaktadır:

23
Elmalılı H. Yazır. age, c.4, s.3540.
24
Diyanet Vakfı çevirisinde, Ahzab Suresi’nin 56. ayetinin açıklanmasına bakınız.

232
“(Resulüm!) Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaktın. Biz
dilesek, onların üzerine gökten bir mucize indiririz de, ona boyunları eğilip ka-
lır...” (Şuara Suresi, ayet 3-4) diyerek onu teselli ederken, “müşriklere” tehditler
savurmaktadır (Şuara Suresi, ayet 5-9). Fakat birdenbire Musa ile Firavun masa-
lını anlatmaya başlar ve Firavunu nasıl denizin dibine yolladığını söyler. Bu an-
lattıklarının müşriklere aktarılmasını ister (Şuara Suresi, ayet 10-68). Bunu biti-
rince bu sefer, “(Ey Muhammed!) Onlara İbrahim’in haberini de naklet” (Şuara
Suresi, ayet 69) der ve İbrahim’in kendi babası ve kavmi ile olan sürtüşmelerini
anlatmaya başlar (Şuara Suresi, ayet 70-104). Ancak, İbrahim dönemi, Musa’nın
yaşadığı dönemden çok önceye rastlar; çünkü Musa, İbrahim’in torunlarının to-
runudur. Söylemeye gerek yoktur ki, Musa ile ilgili hikâyeleri anlayabilmek için,
İbrahim dönemini daha öne almak gerekirdi. Ve eğer uyum sağlamak amacıyla
belli bir sıra izlemek isteniyor ise, İbrahim olaylarını, Musa olaylarından önce
anlatmak gerekirdi. Fakat böyle yapılmayıp, olayların tersinden başlanmıştır. An-
cak, iş bununla bitmiş olmuyor: İbrahim olayları anlatıldıktan sonra Nuh olayla-
rına geçiliyor. Zira Şuara Suresi’nin 105. ayetinde Tanrı, güya Muhammed’e,
“Nuh kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladılar” (Şuara Suresi, ayet 105)
diyerek, ona Nuh’un, kendi kavmi ile olan ilişkilerini anlatır (Şuara Suresi, ayet
106-122). Oysa ki Tevrat’ın bildirmesine göre İbrahim, Nuh’un torunlarından
biridir ve şu hale göre, Nuh ile ilgili olayların, İbrahim’le ilgili olaylardan önce ele
alınması gerekirdi. Ve bu tertipsizlik bu şekilde devam edip gider; zira bunu izle-
yen ayetlerde Salih’ten, Lût’tan ve eski peygamberlerin kendi halkları tarafından
inkâr edilişlerinden söz edilmektedir (Şuara Suresi, ayet 153-175); oysa bunlar
da İbrahim’in zürriyetindendirler. Öte yandan bu surede, bir aralık Lût’un,
“Doğrusu, ben sizin bu işinizden tiksinmekteyim” diyerek, kendi kavminden Tan-
rı’ya şikâyette bulunduğu ve “Rabbim! Beni ve ailemi, onların yapageldiklerinden
(vebalinden) kurtar” diye yalvardığı görülür (Şuara Suresi, ayet 168-169). Tanrı
onun bu yalvarışını kabul ederek şöyle konuşur:

“Bunun üzerine onu (Lût’u) ve bütün ailesini kurtardık. Ancak, bir ko-
cakarı müstesna. O geride kalanlardan (oldu)” (Şuara Suresi, ayet 170-
171).

233
Burada sözü edilen “kocakarı” kimdir, belli değil! Anlamak için kırk sure at-
lama yaparak, Kur’an’ın 66. sırasında yer alan Tahrim Suresi’nin 10. ayetine
başvurmak gerek. Zira orada, Lût’un karısının, tıpkı Nuh’un karısı gibi, kocasına
ihanet eden bir kadın olduğu yazılıdır:

“Allah, inkâr edenlere, Nuh’un karısı ile Lût’un karısını misal verdi. Bu
ikisi, kullarımızdan iki salih kişinin nikâhları altında iken onlara ha-
inlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı.
Onlara, ‘Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin’ denildi” (Tahrim
Suresi, ayet 10).

Evet, ama Nuh’un ve Lût’un karıları ne yapmışlardır da, kocalarına karşı


“hain”, “suçlu” durumuna düşmüşlerdir, bildirilmiyor! Beyzavî ve Celaleddin
gibi yorumcuların söylemelerine göre, güya Nuh’un karısı, “Nuh’u cin tuttu” şek-
linde konuşmuştur; Lût’un karısı da, kocasını ziyaret etmek üzere Sodom şeh-
rinden gelen cinsel sapıkları haber vermek için gece ateş yakıp gündüzleri de
duman çıkarmıştır. Ve işte Şuara Suresi’nin 171. ayetinde “kocakarı” diye geçen
deyim bu kadınla ilgili oluyor! Ve her ne kadar Lût Tanrı’dan, “Beni ve bütün ai-
lemi onların yapageldiklerinden kurtar!” diye yalvarıda bulunmuş ise de, Tanrı
onun karısını helak etmiş olmaktadır. Hemen belirtelim ki Lût, Kur’an’ın bildir-
mesine göre, İbrahim’in kardeşinin oğludur ve güya Tanrı onu, İbrahim ile birlik-
te aynı topluma peygamber olarak göndermiştir (A’raf Suresi, ayet 80-81; Hûd
Suresi, ayet 74-81; Neml Suresi, ayet 54-55).

Şuara Suresi’nde Lût’la ilgili bu hikâye anlatılırken, “Eyke” halkının da pey-


gamberleri yalancılıkla suçladığı ve Şuayb’ın onlara, “Bilin ki, ben size gönderil-
miş güvenilir bir elçiyim... Buna karşı sizden hiç bir ücret istemiyorum. Benim
ücretimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir” (Şuara Suresi, ayet 178-180)
dediği bildiriliyor. Kimdir bu Eyke halkı? Ve Eyke halkının Şuayb’la ne ilişkisi var,
belli değil! Hatırlatalım ki, “Eyke” adı, daha önce, on beşinci sure olan Hicr Su-
resi’nde, “Eyke halkı da gerçekten zalimdiler” (Hicr Suresi, ayet 78) diye geçmiş-
ti. Neden orada Şuayb’dan bahis yok? Öte yandan, “Eyke” sözcüğü, “sık ve birbi-
rine karışmış ağaçlarla dolu bir tür orman” anlamına geldiği için, burada yerleşik
bulunan halka “Eyke halkı” dendiği anlaşılmakta. Ancak, kimi yorumculara göre

234
Şuayb, burada yerleşik halktan çıkmış sayıldığı halde 25, kimi yorumculara göre
Eyke’li değildir. 26 Fakat her ne olursa olsun, Şuayb’ın yukarıdaki şekilde konuş-
tuğundan söz edilirken, birdenbire alışveriş sırasında doğru terazi kullanılmasıy-
la ilgili bir ayet çıkmakta karşımıza:

“Ölçüyü tastamam yapın... Doğru terazi ile tartın...” (Şuara Suresi,


ayet 181-182).

Oysa benzeri bir ayet, daha önce İsra Suresi’nde de, “Ölçtüğünüz zaman
tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın...” (İsra Suresi, ayet 35) diye geçmişti.
On bir surelik bir arayla, bu aynı hüküm, şimdi burada, yani Şuara Suresi’nde,
bozgunculukla ilgili hükümler arasına sıkıştırılmıştır:

“... Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın “ (Şuara


Suresi, ayet 183).

Buna karşı halk Şuayb’a, “...Sen olsa olsa iyice büyülenmiş birisin! Sen de
ancak bizim gibi bir beşersin. Bil ki, biz seni ancak yalancılardan biri sayıyoruz.
Şayet doğru sözlülerden isen, üstümüze gökten azap yağdır” (Şuara Suresi, ayet
185-186) diye yanıt veriyor. Şuayb’ı yalancı saydıkları için, Tanrı, bu halkı helak
ediyor (Şuara Suresi, ayet 188-189). Ancak, Şuayb’la ilgili hususlar bu ayetlerle
tamamlanmış değildir; çünkü Kur’an’ın daha önceki ve daha sonraki surelerin-
de, örneğin 7. (A’raf), 11. (Hûd), 15. (Hicr), 16. (Nahl), 18. (Kehf), 29. (An-
kebût) ve 50. (Kaf) surelerinde, Şuayb’la ilgili hikâyeye, bölük pörçük bir şekilde
değinilmiştir.

Fakat Şuayb’la ilgili olarak şimdi üzerinde durduğumuz Şuara Suresi’nin


yukarıdaki ayetlerini, konuyla ilgisi olmayan ayetler izler ki, bunlar Kur’an’ın
“Arapça” ve “apaçık” bir kitap olarak indirildiğini bildirmektedir:

“Muhakkak ki, o (Kur’an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir... (Resu-


lüm!) Onu (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arapça diliyle,
senin kalbine indirmiştir. O, şüphesiz, daha öncekilerin kitaplarında
da vardır...” (Şuara Suresi, ayet 192-196).

25
Elmalılı H. Yazır’ın, Hicr Suresi’nin 78. ve 79. ayetleriyle ilgili yorumuna bakınız.
26
Diyanet Vakfı’nın, Şuara Suresi’nin 176. ayetiyle ilgili yorumuna bakınız.

235
Görülüyor ki, Tanrı şimdi Şuayb’la ilgili hususları tamamlamadan, başka bir
konuya atlamıştır 27; Kur’an’ın Muhammed’e verildiğinden ve orada yazılı olanla-
rın, daha önceki milletlere verilen kitaplarda da bulunduğundan söz etmektedir.
Amacı, Kur’an’ın Arapça olarak Araplara gönderildiğini açıklamak olmalı ki, şöyle
ekler:

“Biz onu Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik de, bunu onlara


okusaydı, yine ona iman etmezlerdi” (Şuara Suresi, ayet 198-199).

Ancak, bu sözler biraz şaşırtıcı! Şu bakımdan ki, Kur’an Arapça bilmeyen bi-
rine ya da bir yabancıya indirilmiş olması halinde, elbette ki Araplar için onu an-
lamak ve dolayısıyla ona inanmak olanağı bulunmayacaktı; bunu söylemek için
Tanrı mı olmak gerekir? Bütün bunlar bir yana, Kur’an’daki Tanrı, yukarıdaki
sözlerinin arasına, “Ben-i İsrail bilginlerinin onu bilmesi, onlar için bir delil değil
midir?” (Şuara Suresi, ayet 197) diye bir ayet sıkıştın verir! İsrail bilginlerinin
Kur’an’ı bilmiş olmaları neden ve kimler için “delil” oluyor! Ve ayette geçen “on-
lar” sözcüğü kimlere atıftır? Araplara mı, yoksa İsrailoğullarına mı? Bazı yorum-
culara göre Ben-i İsrail ulemasından bir kısmı, Tevrat ve İncil’de Muhammed’in
adının ve niteliklerinin zikredildiğini söylemekteydiler ve işte Kureyş’ten kişiler
gidip onlardan bu haberi öğrenmişlerdir. 28 Öte yandan, bu ayetlerden hemen
sonra, “Onu günahkârların kalplerine böyle soktuk. Onun için, acıklı azabı gö-
rünceye kadar ona iman etmezler” (Şuara Suresi, ayet 200-201) diye bir ayet ge-
liyor ki, okuyucu bakımından içinden çıkılmaz bir durum yaratmaya yeterli. Şu
nedenle ki, burada geçen “onu” zamirinin neye atıf olduğu, ne anlam taşıdığı pek
bilinmez, tartışmalıdır. Ayette yer alan “onu” sözcüğü, “küfür”e gönderme yap-
mak amacıyla konmuş ise, başka bir anlam, “Kur’an”a gönderme yapmak üzere
konmuş ise, başka bir anlam taşır. Bundan dolayıdır ki, yorumcular bu ayeti iki
şekilde anlatmaya çalışırlar:

27
Çünkü Şuayb’la ilgili olarak Mekke döneminin sonlarında “nazil” olduğu söylenen Hûd Sure-
si’nde (ki 11. suredir), “Medyen”e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik...” diye yazılı. Bu aynı sure-
de, Şuayb’ın, Hûd, Salih ve Lût’tan sonra peygamber olarak gönderildiği bildirilmekte. Buna
karşılık, Mekke döneminin ortalarında indiği söylenen Şuara Suresi’nde (ki Kur’an’da 26. sı-
rada bulunmakta), yukarıda belirtilen hususlar yer almakta. Böylece karışıklık biraz daha göze
batmaktadır.
28
Elmalılı H. Yazır, age, c.5, s.3645.)

236
“Kendi günahları yüzünden soktuğumuz küfür öyle yerleşmiştir ki,
azabı açıkça görmeden imana gelmezler.”

“Kur’an’ı kendi dilleriyle indirdik, anlamını kalplerine iyice soktuk;


yine de azabı görmeden iman etmezler.” 29

Ancak, her iki yorum da Tanrı’yı kendi kendisiyle çelişmeli durumuna sok-
makta. Çünkü Muhammed’in söylemesine göre, bu aynı Tanrı, “Ben dilediğimin
gönlünü açar, onu Müslüman yapabilirim; dilediğim kimsenin de gönlünü kapar
kâfir yaparım” şeklinde konuşmuştur (örneğin bkz. En’am Suresi, ayet 125).
Bunu söyleyebilen bir Tanrı, eğer kalkar da, “Kur’an’ı kendi dilleriyle indirdik,
anlamını kalplerine iyice soktuk; yine de azabı görmeden iman etmezler” der ise,
bununla sadece çelişmeye düşmüş değil, aynı zamanda aczini itiraf etmiş olmaz
mı? Dilediğini Müslüman ve dilediğini kâfir yapabilen bir Tanrı, hiç kalkıp da,
“Biz falancayı Müslüman yapmak üzere Kur’an’ı kalbine iyice soktuk, ama yine
de onu Müslüman yapamadık!” derse, bu aczin ifadesi olmaz mı? Fakat surenin
bu kısmında karşınıza, Muhammed’in yaşamı ile ilgili olarak, “(Önce) en yakın
akrabanı uyar” (Şuara Suresi, ayet 214) diye başlayan bir ayet çıkmakta ki, daha
önceki ayetlerle, ne mekân, ne zaman ne de anlam bakımından, hiçbir şekilde
uyumlu değil. Çünkü bu ayet, daha henüz Muhammed’in “peygamberliğini” ilan
etmediği bir tarihe aittir ki, Mekke’de bir taşın üstüne çıkıp, önemli bir haber
verecekmiş gibi, yakınlarını ve halkı etrafına toplamaya çalıştığı dönemle ilgilidir!

Biraz önce bahsettiğimiz gibi, 227 ayetten oluşan Şuara Suresi’nin Mek-
ke’de indiği, fakat bu ayetlerden dördünün Medine dönemine ait bulunduğu söy-
lenir. Bu dört ayet, 224. ve 227. ayetleri kapsar ki, şairlerle ilgilidir ve “Şairlere
(gelince), onlara da sapıklar uyarlar” (Şuara Suresi, ayet 224) diye başlar ve
Muhammed’in daha sonraki yaşamıyla ilgili olmak üzere “iyi” şairlerle “kötü”
şairler arasındaki farklı durumu konu edinir. Muhammed, şairlerin halkı etkile-
me gücüne sahip olduklarını bildiği için, şairler tarafından hicvedilmenin kendisi
bakımından nasıl bir tehlike yaratabileceğinden haberdardı. Bu nedenle, genel
olarak şairleri yalancı ve sapık kimseler olarak ilan etmiş, buna karşılık, Tanrı’ya

29
Diyanet Vakfı’nın Şuara Suresi’nin 200. ve 201. ayetleriyle ilgili yorumuna bakınız.

237
ve dolayısıyla kendisine boyun eğen, kendisini övüp yücelten şairleri, bu tanım-
lamanın dışında kılmıştır. Bu vesileyle Tanrı’nın şöyle konuştuğunu söyler:

“Şairlere (gelince), onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vadide ba-


şıboş dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini
görmedin mi? Ancak, iman edip iyi işler yapanlar, Allah’ı çok anan-
lar... başkadır...” (Şuara Suresi, ayet 224-227).

Ve işte Şuara Suresi bu ayetlerle sona erer.

***

Yirmi dokuzuncu sure olan Ankebût Suresi bir başka ilginç örnek. İnsanla-
rın sınavdan geçirileceklerinden, kötülük yapanların ceza göreceklerinden, İslam
adına cihat edenlerin ancak kendileri adına cihat etmiş olacaklarından, iman
edip iyi iş görenlerin kötülüklerinin örtüleceğinden söz ederken (Ankebût Suresi,
ayet 1-7), birdenbire çocuklar ile ana baba arasındaki ilişkilere geçer. Daha doğ-
rusu, İslam’dan başka bir inanca bağlı olan ana babaya itaat etmemek gerektiğini
bildirir ve şöyle der:

“...Eğer (anan baban) seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana or-
tak koşman için zırlarlarsa, onlara itaat etme...” (Ankebût Suresi, ayet
8).

Ayeti okurken, neden dolayı böyle bir ayet koyma ihtiyacı duyulduğunu ken-
di kendimize sorma ihtiyacını duyarız. Kur’an’da açıklama yok, fakat yorumcula-
rın açıklamalarına göre burada anlatılmak istenen şey, Sa’d b. Vakkas ile anası
arasında geçen bir olaydır. Beyzavî’nin bildirmesine göre, güya İbn Vakkas Müs-
lümanlığı kabul ettiği zaman, anası ona darılmış, onu bundan vazgeçirtmek için
açlık grevine başlamış; oğlu eski dinine dönünceye kadar buna devam edeceğini
bildirmiş, fakat üç gün sonra vazgeçmiş. İşte bunun üzerine Muhammed, Tan-
rı’dan geldi diyerek yukarıdaki ayeti Kur’an’a koymuş:

238
“...Eğer (anan-baban) seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana or-
tak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme...” (Ankebût Suresi, ayet
8).

Güzel, ama müşrikliğe (putataparlığa) izin veren ya da dilediğinin kalbini


kapayıp saptıran kim? Tanrı değil mi? Örneğin, Kur’an’da, “Allah dileseydi puta
tapmazlardı...” (En’am Suresi, ayet 107), “Allah dilediğini saptırır ve dilediğini
de doğru yola sokar” (İbrahim Suresi, ayet 14), “Allah dilediğinin gönlünü açar
onu Müslüman yapar, dilediğinin de... gönlünü kapar kâfir yapar” (En’am Sure-
si, ayet 125) diye yazılı değil mi? Eğer puta tapanları “putatapar” yapan ya da
“kâfir”leri “kâfir” kılan Tanrı ise, çocuklar ile ana babanın arasını açmak, onları
birbirlerine düşman yapmak niye?

Ankebût Suresi’nin kâfirlikten söz eden yukarıdaki ayetlerinden sonra, bir-


denbire başka bir konuya geçilerek, Nuh’un hikâyesinden söz edilir. Tanrı, ye-
minler ederek şunu anlatır ki, Nuh’u kavmine göndermiştir ve onu 950 yıl ya-
şatmıştır:

“Ve celalim hakkı için, Nuh’u kavmine gönderdik de içlerinde elli yılı
müstesna bin sene durdu; derken onları tufan yakalayıverdi, hep zul-
mediyorlardı” (Ankebût Suresi, ayet 14).

Görüldüğü gibi, burada Nuh’un yaşamıyla ilgili olarak, “...elli yılı müstesna
bin sene durdu” deniyor. Neden “950 sene durdu” denmemiştir de, “elli yılı müs-
tesna bin sene durdu” denmiştir, belli değil! Yorumculara göre, Tanrı, 950 yıllık
sürenin uzunluğunu anlatmak için böyle konuşmuştur! 30 Anlaşılan Tanrı insan-
ları öylesine beyinsiz görmektedir ki, 950 yıllık bir yaşamın, çok uzun bir zamanı
kapsar olduğunu anlatmak için, ille de “bin” sayısını onların gözlerine kakmak ve
“...elli yılı müstesna bin sene durdu” şeklinde konuşmak gerektiğini düşünmüş-
tür?

Fakat ayetten sonra, Tanrı’nın Nuh’u ve gemidekileri kurtardığına dair,


“Fakat biz onu ve gemidekileri kurtardık ve bunu âlemlere ibret yaptık” (Ankebût
Suresi, ayet 15) diye konuştuğunu belirten bir ayet var! Nerden çıktı bu gemi ve

30
Elmalılı H. Yazır’ın yorumuna bakınız.

239
kimdir gemidekiler? Bunlardan hiç söz edilmeden birdenbire, “İbrahim’i de gön-
derdik...” diye başlayan bir ayetle İbrahim ele alınıyor (Ankebût Suresi, ayet 16-
18). Sanılır ki, İbrahim’le ilgili olaylar anlatılacak. Oysa sadece, “...O kavmine
şöyle demişti: ‘Allah’a kulluk edin. Ona karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş ol-
sanız, bu sizin için daha hayırlıdır” (Ankebût Suresi, ayet 16) denilmekte! Bun-
dan sonra, “Siz Allah’ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyor-
sunuz...” (Ankebût Suresi, ayet 17) şeklindeki sözlerle, müşriklerin uyarılmasına
geçiliyor (Ankebût Suresi, ayet 18-23). Sonra yine İbrahim masalına dönülüyor
ve bırakıldığı yerden devam ediliyor (Ankebût Suresi, ayet 24-25). Fakat bu konu
tamamlanmadan Lût’tan söz eden ayete geçiliyor ve “Bunun üzerine Lût ona
iman etti ve (İbrahim), ‘Doğrusu ben Rabbim’e (emrettiği yere) hicret ediyo-
rum’...” (Ankebût Suresi, ayet 26) deniyor. “Lût” nereden çıktı ve ne oldu da İb-
rahim’e iman etti, belli değil! Fikir edinebilmek için, Kur’an’ın yedinci sırasında
bulunan A’raf Suresi’nin 80. ve 81. ayetlerini, on birinci sırasında bulunan Hûd
Suresi’nin 74. ve 83. ayetlerini ve yirmi yedinci sırasında bulunan Neml Sure-
si’nin 54. ve 55. ayetlerini gözden geçirmemiz gerekiyor. Ancak, bunu yapmakla,
her ne kadar Lût ile İbrahim’in kardeş çocukları olduklarını, Lût’un İbrahim’e
ilk iman edenlerden olduğunu öğrenmekle beraber, yine de açıklığa kavuşmuş
olamıyoruz!

Yukarıdaki ayetten hemen sonra, İshak, Yakub ve Lût olaylarına geçiliyor


(Ankebût Suresi, ayet 27- 30), sonra tekrar İbrahim’e dönülüyor (Ankebût Sure-
si, ayet 31) ve onunla ilgili olarak on sekiz sure önce (yani, 11. sure olan Hûd
Suresi’nde) söylenmiş şeyler tekrarlanıyor; sonra Şuayb’ın Medyen’e gönderildi-
ğine dair hikâyeye geçiliyor (Ankebût Suresi, ayet 36) ve bu konuda A’raf ve Şua-
ra surelerinde söylenmiş olanlar tekrarlanıyor. Hemen sonra Ad ve Semûd aşiret-
leriyle ilgili masallara (Ankebût Suresi, ayet 38), oradan da atlana atlana Fira-
vun, Hâmân ve Musa ile ilgili masallara gidiliyor (Ankebût Suresi, ayet 39 vd...)
Bu arada bir yanılgıya saplanılıyor ki, o da Hâmân’ın, Mısır hükümdarı Fira-
vun’un veziri (ya da adamı) olarak gösterilmesiyle ilgili. Konuyu ileride ayrıca ele
alacağız, fakat burada kısaca belirtelim ki, şimdi üzerinde durduğumuz Ankebût
Suresi’nde söyle yazılıdır:

240
“Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da helak ettik. Andolsun ki, Musa on-
lara apaçık deliller getirmişti de, onlar yeryüzünde büyüklük taslamış-
lardı...” (Ankebût Suresi, ayet 39).

Burada geçen “Hâmân” ile ilgili sözler Kur’an’ın Mü’min (ayet 23-24), ve
Kasas (ayet 5-6) surelerinde de tekrarlanmıştır. Tekrarlanırken de, Hâmân, Fira-
vun’un adamı (muhtemelen veziri) olarak tanımlanmıştır. Örneğin, Kasas Sure-
si’nde şöyle yazılıdır:

“Ve o yerde onları hâkim kılmak: Firavun ile Hâmân’a ve ordularına


onlardan (İsrailoğullarından gelecek diye) korktukları şeyi göstermek
(istiyorduk)” (Kasas Suresi, ayet 6).

Oysa tarihsel açıdan Hâmân ile Firavun arasında, ne zaman ne de mekân


itibariyle, hiçbir ilişki yoktur; çünkü Hâmân Firavun’un değil, Acem krallarından
Ahaşveroş’un veziridir. Üstelik Musa ve Hâmân farklı dönemlerde yaşamışlardır.
Kur’an’daki bu yanlışlık, Tevrat’ta anlatılan Musa, Firavun ve Hâmân ile ilgili
hikâyelerin, birbirleriyle karıştırılmış olarak alınmış olmasından doğmuştur.

****

Şimdi, Kur’an’ın otuz üçüncü sırasındaki Ahzab Suresi’ne geçelim: “Ahzab”


sözcüğü, “birkaç kişilik takım” demek olan “hızb”ın çoğunluğu olup, “cemaat”,
“topluluk”, “grup” vd... gibi anlamlara gelir.

Silah ve savaş araçlarına sahip insanlara ya da “toprağı katı ve kalın olan


yere” de bu ad verilir. Bu ad, Muhammed’e karşı savaşmak üzere, Hicret’in be-
şinci yılında Medine’yi kuşatan ve “Handak” (Hendek) Savaşı’na vesile olan Ku-
reyş cemaati için de kullanılmıştır. 31 Surenin başlığına bakıldığında sanılır ki,
konu Handak Savaşı’dır. Bu savaşla ilgili hususlar anlatılacaktır. Oysa yetmiş üç
ayetten oluşan bu sure, Ahzab Gazası ile başlamamakla beraber, bu savaşla ilgili
olarak sadece yirmi bir ayet içerir ki, bunlar 8-29 ayetlerdir. Bunun dışında kalan

31
Bu savaşa “Handak” Gazası dendiği gibi “Ahzab” Gazası da denir.

241
ayetler, birbiriyle hiç ilgisi bulunmayan konuları kapsar: bunlar arasında İslam
adabına ait hükümler, evlenmekle ilgili hükümler, kadınların örtünmeleriyle ilgi-
li hükümler, zıhar, evlatlık edinme, miras, peygamber kanları, Muhammed’e
saygı vd... gibi hususlar bulunmaktadır. Öte yandan “ahzab” sözcüğü, Kur’an’ın
diğer surelerinin ayetlerinde de on bir kez olmak üzere yer almış olup, farklı an-
lamlarda kullanılmıştır. Örneğin, yorumcuların söylemelerine göre Hûd Sure-
si’nin 17., Rad Suresi’nin 36. ve Sad Suresi’nin 112. ayetlerinde geçen “ahzab”
sözcüğü, Ümeyyioğullarını, Muğireoğullarını ve Ebu Talha ailesini anlatmak için
kullanılmıştır. Meryem Suresi’nin 37. ve Zuhruf Suresi’nin 65. ayetlerinde ise
“Hıristiyanlar” (Nasara) anlamındadır. 32

Biraz önce bahsettiğimiz gibi Ahzab Suresi’ndeki ayetlerin büyük çoğunlu-


ğu, Ahzab Savaşı ile ilgili bulunmayan ve hepsi de birbirinden farklı konuları
kapsayan hükümlerden oluşur. Bir kere sure, besmeleden ve “Elif, Lâm, Mîm”
şeklindeki harflerden sonra, “Ey peygamber! Allah’tan kork, kâfirlere ve müna-
fıklara boyun eğme... Rabbinden sana vahyedilene uy... Allah’a güven. Vekil ola-
rak Allah yeter” (Ahzab Suresi, ayet 1-3) şeklindeki ayetlerle başlar. Bu ayetlerin
ne anlam taşıdığı pek bilinmez; yorumcular farklı görüşler belirtirler. Kimine gö-
re Tanrı, yukarıdaki şekilde Muhammed’e hitap ederken, Zeyd ve Zeyneb olayını
göz önünde tutmuştur. Bilindiği gibi Muhammed, kendi oğulluğu olan Zeyd’in
karısı Zeyneb’e âşık olmuş; Zeyd bunu anlayınca Zeyneb’i boşamış ve böylece
Muhammed Zeyneb’le evlenmiştir. Fakat Kur’an’da yazılanlara göre, onun Zey-
neb’le evlenmesini isteyen Tanrı’dır. Ancak, Arap geleneklerine göre oğullukların
eşleriyle evlenmek haram sayıldığından, bu olayın dedikodu konusu olması ihti-
mali olduğu için Tanrı, olay vesilesiyle münafıkların başvuracakları iftira ve ya-
lanların hükmü olmayacağını, bu nedenle onların yaygaralarına aldırış etmemek
gerektiğini anlatmak üzere, Muhammed’e, “Kâfirlerin, münafıkların sözlerine
kulak verme, sana vahyoluna uy” demek ister şekilde yukarıdaki ayetleri gön-
dermişti. 33 Hemen ekleyelim ki, Zeyneb olayı, bu aynı surenin daha sonraki ayet-

32
Bu konuda bkz. Turan Dursun, age. c.1, s.270.
33
Bu tür yorumlar için bkz. Elmalılı H. Yazır, age, c.5, s.3868.

242
lerinde, daha doğrusu 36. ve 40. ayetlerle ele alınacak ve yarım yamalak anlatıla-
caktır.

Diğer bazı yorumculara göre Ahzab Suresi’nin ilk üç başlangıç ayeti, Uhud
Savaşı’ndan sonra birtakım müşriklerin Medine’ye gelip, münafıkların reisi Ab-
dullah b. Übey’in evine misafir olduktan sonra Muhammed ile konuşmalarıyla
ilgilidir. Güya, bu görüşme sırasında Kureyşliler, Muhammed ile barış içerisinde
yaşamak üzere ona, “Sen bizim taptıklarımızı diline dolamaktan vazgeç ve ‘Onlar
menfaat sağlayabilir, şefaat edebilir’ de, biz de seni Rabbinle baş başa bırakalım”
şeklinde konuşmuşlardır (ya da “bizi kendi inançlarımızla serbest bırak, biz de
seni, senin inançlarında serbest bırakalım” demişlerdir). Fakat orada bulunan
Müslümanlar buna öfkelenip onları öldürmek istemişlerdir. Ve işte güya bunun
üzerinedir ki, Tanrı Muhammed’e, kâfirlerin ve münafıkların söylediklerine aldı-
rış edilmemesini, onlara boyun eğilmemesini bildirmiştir. Görülüyor ki, Ahzab
Suresi’nin ilk üç ayetinin anlamı üzerinde anlaşmazlık var. Fakat anlaşmazlık
bununla bitmiş değil. Çünkü bu üçüncü ayetten sonra karşınıza, bu ayetlerle ilgi-
si olmayan şu iki ayet dikilir:

“Allah, bir adamın içinde iki kalp yaratmadığı gibi, ‘zıhar’ yaptığınız
eşlerinizi de analarınız yerinde tutmadı ve evlatlarınızı da öz oğulları-
nız olarak tanımadı. Bunlar sizin ağızlarınıza geliveren sözlerden iba-
rettir. Allah ise gerçeği söyler ve doğru yola o eriştirir. Onları (evlat
edindiklerinizi) başkalarına nispet ederek çağırın. Allah yanında en
doğrusu budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu tak-
dirde onları din kardeşleriniz ve görüp edindiğiniz kimseler olarak ka-
bul edin...” (Ahzab Suresi, ayet 4-5).

Bu ayetlerin özeti şu: “Allah, hiç kimseye iki kalp vermemiştir; zıhar yaptı-
ğınız eşlerinizi, anneleriniz gibi kendinize haram saymanız için yaratmamıştır,
evlatlarınızı da oğullarınız gibi tutmanızı meşru kılmamıştır!” Evet, ama birbir-
leriyle ilişiği olmayan bu hükümlerden ne anlaşılması gerekiyor? Bazı yorumcu-
lara göre, birinci tümcenin anlattığı şudur ki, hiçbir kimseye iki vicdan verilme-
miştir ve hiçbir kimse kalbinde bire iki demez; çünkü kalp, hakkın birliğinin ta-
nığıdır! “Bu olmasa insan kendini tanıyamazdı.” Diğer bazı yorumculara göre

243
yukarıdaki ayet Araplar arasında yerleşik bir gelenekle ilgilidir ki, o da “zıhar”.
Bu geleneğe göre, bir kimse kendi karısına, “Sen bana anamın sırtı gibisin” şek-
linde konuştuğu an, o kadın ona kendi anası gibi sayılır ve artık o kimse karısına
yanaşamaz. Yani artık onu boşamış olur. Çünkü bir insanda iki kalp bir arada
bulunamayacağı gibi, hem annelik hem de zevcelik ya da hem başka soydan ev-
latlık hem de gerçek evlatlık vasfı birleşemez. Evet, ama evlatlıkların, gerçek ev-
lat sayılmasıyla ilgili geleneğin kaldırılmasını öngören bu ayetin yeri burası değil
ki! Çünkü bu geleneği Muhammed, kendi evlatlığı olan Zeyd’in karısı Zeyneb’e
âşık olup onunla evlendikten sonra kaldırmıştır ki, olay, biraz önce değindiğimiz
gibi, Ahzab Suresi’nin daha sonraki 36. ve 40. ayetleriyle ele alınmıştır.

Bütün bunlar bir yana, bir de şu var ki, Ahzab Suresi’nin oğulluklarla ilgili
bu ayeti, Muhammed’in Medine’ye hicretinden çok sonra, Hicret’in beşinci yılın-
da konmuştur. Oysa Muhammed’in Zeyd’i evlat edinmesi çok öncelere, yani
Mekke dönemine rastlar. Eğer, Tanrı insanlara iki kalp vermediği için, başka
soydan evlatlık ile gerçek evlatlık vasfı birleşemiyor idiyse, Tanrı bu işi daha ön-
ce, yani Mekke döneminde hükme bağlamalı değil miydi? Öte yandan, evlatlıkla-
rın eşleriyle evlenme geleneği kötü bir şey idiyse, bu geleneği ortadan kaldırmak
için Tanrı’nın Muhammed’i Zeyneb’e âşık kılıp onunla evlendirmesi mi gerekir-
di? Söz konusu ayetlerdeki bütün bu karışıklıklar ve anlaşılmazlıklar Muham-
med’in günlük siyasetinin gereksinimlerinden doğma şeylerdir!

Ahzab Suresi’nin 4. ve 5. ayetlerini izleyen 6. ayet, yine bambaşka bir konu-


da şu hükmü sevk eder:

“Müminlerin peygamberi kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir;


onun eşleri onların anneleridir; akraba olanlar, miras hususunda, Al-
lah’ın kitabında birbirlerine müminler ve muhacirlerden daha yakın-
dırlar. Dostlarınıza yapacağınız uygun bir vasiyet bunun dışındadır.
Bu kitapta yazılı bulunmaktadır” (Ahzab Suresi, ayet 6).

Dikkat edileceği gibi bu ayet, birbiriyle uyuşmayan tümcelerden oluşmuştur


ve birazdan göreceğimiz gibi, birbiriyle ilgisi olmayan konuları kapsamaktadır.
Bir kere ilk tümce, Muhammed’in müminlere, kendilerinden daha yakın, daha

244
sevgili olduğunu anlatmaktadır ki, yorumcuların bildirmelerine göre, Tebûk Se-
feri’yle ilgilidir. Zira “Müminlerin peygamberi kendi nefislerinden çok sevmeleri
gerekir” şeklindeki bu sözleri, Muhammed Tebûk Savaşı’na hazırlanırken ve ta-
raftarlarını kendi peşinden sürüklemek amacıyla sarf etmiştir. Güya, Tebûk Se-
feri’ne çıkılmasını emrettiği zaman, bazı kimseler gelip kendisine, “Analarımız-
dan ve babalarımızdan izin isteyelim” demişlerdir. Ve işte onları sefere sokabil-
mek içindir ki, yukarıdaki ayetin ilk tümcesini, yani “Peygamber müminlere ken-
di canlarından daha yakındır...” şeklindeki sözleri kullanmıştır. Daha doğrusu
anlatmak istemiştir ki, Müslümanlar için “peygamber”, ana ve babadan daha
önemlidir ve ana babanın sözlerine ya da izin vermelerine değil, “Peygamber’in
emirlerine uymak gerekir”. Ayetin bu ilk tümcesini şu tümce izlemekte: “Onun
eşleri onların anneleridir...” Bu tümcenin, ne daha önceki ne de daha sonraki
tümceyle ilgisi var; sadece şunu anlatmaktadır ki, Muhammed’in eşleri, Müslü-
manlar için birer “anne” durumundadırlar. Yani, Muhammed’in eşlerinin
“nikâhları haram, ta’zimleri (saygın tutulmaları) farzdır”. Daha başka bir deyim-
le, hiç kimse Muhammed’in boşadığı ya da ölümünden sonra geride bırakacağı
eşleriyle evlenemez; fakat onun eşlerine saygı göstermek şarttır. Bu hususu biraz
daha açıklığa kavuşturmak amacıyla, Muhammed, bu aynı surenin daha sonraki
bir yerine, yani 53. ayetine şu hükmü koymuştur:

“...Bundan sonra ne Allah’ın peygamberini üzmeniz, ne de onun eşleri-


ni nikâhlamanız asla caiz değildir. Doğrusu bu Allah katında büyük bir
şeydir (bir günahtır)” (Ahzab Suresi, ayet 53).

Hemen belirtelim ki, Muhammed, kıskançlık denen şeyi “fazilet” olarak ta-
nımladığı içindir ki, boşadığı ya da ölümünden sonra geride bırakacağı eşlerinin
başka erkeklerle nikâhlanmalarını önlemek amacıyla, yukarıdaki hükümleri
koymuştur. Fakat görüldüğü gibi bu fikrini, aynı bir surenin birbirinden 47 ayet
aralıklı iki ayeti ile (yani, Ahzab Suresi’nin 6. ve 53. ayetlerine sıkıştırdığı tümce-
lerle) açığa vurmuştur. Şimdi Ahzab Suresi’nin 6. ayetini okumaya devam ede-
lim:

“...Akraba olanlar, miras hususunda, Allah’ın kitabında birbirlerine


müminler ve muhacirlerden daha yakındırlar. Dostlarınıza yapacağı-
245
nız uygun bir vasiyet bunun dışındadır. Bu kitapta yazılı bulunmakta-
dır” (Ahzab Suresi, ayet 6).

Görülüyor ki, yine hiç yeri ve ilgisi olmadan miras konusuna değinen bir
tümce girmiş ayetin içine! Bu tümcelerin anlamını kavramak için şunu bilmek
gerek: Muhammed, Medine’ye hicret ettiği zaman, kendisiyle birlikte hicret eden
Müslümanları -ki “muhacirler” diye adlandırılmışlardı-, Medine’deki Müslüman-
larla -ki “Ensar” diye adlandırılmışlardı- din kardeşi yapmış ve onları birbirlerine
varis kılmıştı. Genellikle yoksul durumda bulunan muhacirler, bu sayede En-
sar’dan kişilerin mirasçısı olmuşlardır. Kuşkusuz ki bu durum, akraba olan kim-
seleri etkilemiş, onların miras haklarına dokunmuş ve tedirginlik yaratmıştı. İşte
bundan dolayıdır ki, Muhammed, giderek büyüyen tedirginliği önlemek amacıyla
yukarıdaki hükmü koymuş, böylece akraba olan kimselerin mirasçılık durumları-
nın eski hale dönmesini sağlamıştır. Bunu yapmakta güçlük çekmemiştir; çünkü
çeşitli çete saldırıları ve savaşlar sayesinde elde ettiği ganimet mallarından mu-
hacirlere paylar vermek suretiyle onları Ensar’a muhtaç olmaktan kurtarmıştı.

Şimdi bütün bu söylediklerimizi tekrar gözden geçirecek olursak, Ahzab Su-


resi’nin bu üzerinde durduğumuz ayetlerinin (özellikle 6. ayetinin), birbiriyle ne
kerte tutarsız şekilde düzenlenmiş olduğunu anlamış oluruz. Fakat iş bununla
bitmiyor; zira tutarsızlıklarla dolu bu 6. ayeti, bir başka tutarsızlık izler ki, o da
Tanrı’nın vaktiyle Nuh, İbrahim, Musa ve İsa ile toplantı yapıp, onlardan söz al-
dığına dair olan sözleriyle başlayan ayetlerdir (Ahzab Suresi, ayet 7-8). Fakat iki
ayet sonra, yine başka bir konuya geçilir ki, o da Handak (Hendek) Savaşı’yla ilgi-
lidir (Ahzab Suresi, ayet 9-26). Bu hususlar uyumsuz şekilde anlatıldıktan sonra,
Muhammed’in Ben-i Kureyza adındaki Yahudi kabilesi üzerine saldırıya geçişiyle
ilgili konuya geçilir ki, iki ayetten oluşur (Ahzab Suresi, ayet 26-27). Bu konuda
doğru dürüst fikir verilmeden, birdenbire başka bir konuya atlanır ki, o da Mu-
hammed’in eşleriyle olan ilişkileriyle ilgilidir; örneğin, eşlerini boşamasıyla, eşle-
rinin tutum ve davranışlarıyla, örtünmeleri ve konuşurken seslerini ayarlamaları
ile ilgilidir:

246
“Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: ‘Eğer dünya diriliğini ve süsünü
istiyorsanız, geliniz size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellik-
le salıvereyim... Ey peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi
biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız (yabancı erkeklere
karşı) çekici bir eda ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan
kimse ümide kapılır... Evlerinizde oturun, eski cahiliye âdetinde olduğu
gibi açılıp saçılmayın...” (Ahzab Suresi, ayet 32-33).

Görülüyor ki, ayetler, kadının giyinip kuşanmasına ve “edalı” şekilde ko-


nuşmasına varıncaya kadar, her türlü özgürlüğünü kısıtlamakta! Bu kısıtlama-
dan sonra, başka bir konuya atlanıyor ve Tanrı’nın “mağfiret ve büyük mükâfat”
hazırladığı Müslüman kişilerin tanımı yapılıyor (Ahzab Suresi, ayet 34- 35), ayrı-
ca da Tanrı’nın ve “peygamberinin” buyruklarına karşı gelenlerin sapıklığa düş-
müş olacakları bildiriliyor (Ahzab Suresi, ayet 36). Fakat tam bu noktada karşı-
mıza şimdi, “Zeyd” adını içeren şu ayetler çıkıyor:

“(Resulüm) Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik etti-


ğin kimseye, ‘Eşini yanında tut, Allah’tan kork!’ diyordun. Allah’ın
açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa
asıl korkmana layık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince,
biz onu sana nikâhladık ki, evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestikle-
rinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın.
Allah’ın emri yerine getirilmiştir. Allah’ın kendisine helal kıldığı şeyde
Peygamber’e herhangi bir vebal yoktur. Önce gelip geçenler arasında da
Allah’ın âdeti böyle idi. Allah’ın emri mutlaka yerine getirilecek, yazıl-
mış bir kaderdir” (Ahzab Suresi, ayet 37-38).

Bu ayetleri, yukarıdaki şekliyle anlamak imkânsız; çünkü her bir satırı bi-
linmeyen şeylerle dolu. Bir kere Muhammed’in “çekinerek” içinde gizlediği şey
nedir? “Zeyd” diye adı geçen kişi kimdir? Tanrı ona ne nimet vermiş ve Mu-
hammed ona nasıl bir iyilikte bulunmuştur? “O kadın” diye sözü edilen kişi kim-
dir? Neden Tanrı oğullukların karılarını, oğul edinmiş olan kimselere helal kıl-
makta? Oğul edinenlerin, kendi oğulluklarının karılarıyla evlenmeleri bu kadar
önemli ve ahlaki bir şey midir ki, Tanrı Muhammed’i, Zeyd’in karısıyla evlendir-
me gereğini duymuştur? Daha önce gelip geçenler arasında Tanrı’nın uyguladığı
“adet” nedir? Eğer, Zeyd’in karısı ile evlenmek Muhammed’in yazılmış bir kaderi

247
idiyse, o halde neden Tanrı bu işi Zeyd’in yuvasını yıktırmak suretiyle yapmıştır?
Görülüyor ki, yukarıdaki ayetler sonu gelmez sorulara olanak yaratmakta. Bu so-
ruların yanıtını Kur’an’da bulmaya imkân yok. Hadislere başvurmak suretiyle de,
doyurucu bir sonuca erişmek mümkün değilse de, şunu öğrenmekteyiz ki, Zeyd
adındaki kişi, Hatice tarafından Muhammed’e hediye edilen bir köledir ve Mu-
hammed onu, İslam’a ilk girenlerden olduğu için azat edip kendisine oğul edin-
miş, adını da Zeyd b. Muhammed (Muhammed’in oğlu) yapmıştır; sonra da ken-
di halasının kızı Zeyneb ile evlendirmiştir. Fakat Medine’ye hicret ettikten sonra,
Zeyneb’e olan aşkının su yüzüne çıkması ve bu yüzden Zeyd’in Zeyneb’i boşama-
sı üzerine onunla evlenmiştir. Fakat onu Zeyneb’le evlendiren Tanrı’dır; çünkü
Tanrı istemiştir ki, oğullukların eşleriyle evlenmenin haram olduğunu öngören
Arap geleneği değişsin; yani Müslümanlar, kendilerine oğul edindikleri kimsele-
rin karılarıyla evlenebilsinler!

Bu yukarıdaki iki ayetten hemen sonra, “peygamber’lerin Tanrı emirlerini


uygulayan kimseler olup, Tanrı’dan başka kimseden korkmaz olduklarını vurgu-
layan bir ayet gelmekte (Ahzab Suresi, ayet 39); hemen sonra, “Muhammed, sizin
erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resulü ve peygamber-
lerin sonuncusudur...” (Ahzab Suresi, ayet 40) şeklinde bir ayet var ki, yine ne
olduğu belli değil! Kur’an dışı kaynaklardan öğrenmekteyiz ki, bu ayet, Muham-
med’in Zeyneb’le evlenmesini kolaylaştırmak için konmuştur. Zira Muhammed,
azat etmiş olduğu Zeyd’i kendisine oğul edinmiş ve ona kendi adını vermişti. O
andan itibaren Zeyd, herkes tarafından Zeyd b. Muhammed (Muhammed’in oğlu
Zeyd) olarak çağrılmıştır. Eski Arap geleneklerine göre, oğul edinenler, oğul
edindikleri kimselerin karısıyla evlenemedikleri için, bu engeli yıkmak üzere
Muhammed, Zeyd’in kendi oğlu olmadığını anlatmak istemiş ve onun adını Zeyd
b. Harise olarak eski şekline dönüştürmüş ve yukarıdaki ayeti koymuştur. Böyle-
ce Zeyd’i kendi oğlu durumundan çıkarmakla, onun boşadığı Zeyneb’i haremine
katma olasılığını sağlamıştır. Bütün bu ayetleri okurken, kendi kendimize, “Hiç
Tanrı böyle bir şey yapar mı? Oğul edinen kimseleri, kendi oğulluklarının eşleriy-
le evlendirir mi?” şeklinde sorular sormak ihtiyacını duyarız.

248
Fakat bu soruları sorarken karşımıza, biraz önce belirttiğimiz ayetlerle ilgi-
siz şu ayet çıkıverir:

“Ey inananlar! Allah’ı çokça zikredin” (Ahzab Suresi, ayet 41).

Bu bir uyarıdır ve bu uyarıyı izleyen yedi ayet Tanrı’nın Muhammed’i yücel-


tici sözlerini yansıtır (Ahzab Suresi, ayet 42-48). Ve sonra, yine birdenbire nikâh
ve boşanma sorunlarına geçilir:

“Ey iman edenler! Mümin kadınları nikâhlayıp da, henüz zifafa girme-
den onları boşarsanız, onları sayacağınız bir iddet süresince bekletme
hakkınız yoktur. O halde onları (bir bağış ile) memnun edin ve güzel
bir şekilde serbest bırakın” (Ahzab Suresi, ayet 49).

Hemen sonra evlenme ve boşanma konusunda Muhammed’e tanınmış olan


ayrıcalıklar belirtilir. Dikkat edileceği gibi, bunlar bir bakıma medeni hukukla
ilgili konulardır (Ahzab Suresi, ayet 50-52). Fakat bu noktada hukuk konuları
yanda kesilir. Bu sefer İslam adabıyla ilgili konuya geçilir ve örneğin davet edil-
meden Muhammed’in evine yemeğe gidilmemesi emredilir. Davet edilip de gidil-
diğinde fazla sohbete dalınmayıp hemen dağılmak gerektiği, böyle yapmayanların
Muhammed’in üzülmesine sebep oldukları belirtilir. Muhammed’in hanımların-
dan bir şey istendiğinde, bunun perde arkasından istenmesi eklenir ve Muham-
med’in ölümünden sonra onun karılarıyla nikâhlanmanın hiçbir Müslüman er-
kek için caiz olmadığı bildirilir (Ahzab Suresi, ayet 53). Kimlerin perde arkasın-
dan isteyecekleri belirtilmediği için, Muhammed’in eşlerinin yakınları, “Biz de mi
perde arkasından konuşacağız?” diye sordukları anlaşılıyor. Bunu açıklığa kavuş-
turmak için, peygamber kadınlarının babalarının, oğullarının; kardeşlerinin, kar-
deş oğullarının vd... bu yasağa dâhil olmadıkları anlatılır (Ahzab Suresi, ayet 55).
Bu söylendikten sonra, birdenbire bambaşka bir konuya atlanır ki, o da Tan-
rı’nın, meleklerle birlikte Muhammed’e salavat getirdiğidir:

“Allah ve melekler, Peygamber’e çok salavat getirirler. Ey müminler!


Siz de ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin” (Ahzab
Suresi, ayet 56).

249
Kuşkusuz ki, Tanrı’nın bu şekilde konuşması şaşırtıcıdır; çünkü insanları
kendisine taptırmak ve salavat getirmek için yarattığını Kur’an boyunca her vesi-
le ile tekrarlayan bir Tanrı, şimdi karşımıza, Muhammed’e salavat getiren bir
varlık imiş gibi çıkmaktadır! Bunları okurken kendi kendimize sorarız: “Hiç yüce
ve bir eşi bulunmayan bir Tanrı, kul diye yarattığı Muhammed’e salavat getirir
mi, tapar mı?” Bu şaşkınlığımız geçmeden, karşımıza bu kez Tanrı’nın, fitnecile-
re lanetler yağdıran, bozgunculuk yapanlara ölüm saçan sözleri çıkar:

“Andolsun, ikiyüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar (fuhuş düşün-


cesi taşıyanlar), şehirde kötü haber yayanlar (bu hallerinden) vazgeç-
mezlerse, seni onlara musallat ederiz (onlarla savaşmanı ve onları şe-
hirden sürüp çıkarmanı sana emrederiz)... Hepsi de lanetlenmiş olarak
nerede ele geçirilirlerse, yakalanır ve mutlaka öldürülürler” (Ahzab Su-
resi, ayet 60-61).

Hemen sonra din konusunda soru soranlara, inkârcılara çatılır. Sonra Mu-
sa’ya eziyet edenlerin kötülükleri, Tanrı’nın Musa’yı temize çıkardığı anlatılır;
Tanrı’nın “emaneti” göklere ve dağlara teklif ettiği, fakat onların bunu yüklen-
mekten ve sorumluluk altına girmekten çekindikleri, insanın onu yüklendiği
açıklanır. Bununla beraber, “insan” denen yaratığın “Doğrusu çok zalim, çok ca-
hil olduğu” vurgulanır; Tanrı’nın münafık ve müşrik olanlara azap edeceği, ina-
nan kadın ve erkeklerin tövbelerini kabul edeceği anlatılarak, sure bu uyumsuz-
luklar, bu tutarsızlıklar ve bu anlaşılmazlıklarla sona erdirilir (Ahzab Suresi, ayet
62-73).

***

Şimdi yine atlamalar yaparak, Kur’an’ın en sonlarında yer almış birkaç su-
reyi gözden geçirelim ve örneğin 111. sırada bulunan Tebbet Suresi’nden başla-
yalım. “Tebbet” sözcüğü, “tebab” aslından gelme olup, emeğin helak olması (boşa
gitmesi), kişinin hüsrana uğraması... gibi anlamlara gelir ki, bunu “yuf olmak” ya
da “yuh olmak” (“yuh sana...”) şeklinde beddua olarak kullanmak mümkündür.
Yorumcular bunu “eli kurusun”, “elinde avucunda bir şey kalmasın”, “her tuttu-

250
ğu boşa çıksın” ya da “yuh olsun” şekline sokarak anlatmaya çalışırlar ki, Tan-
rı’nın “kahrolası” şeklinde beddua etmesinin karşılığı olmaktadır. Nitekim beş
ayetten oluşan bu sure, Tanrı’nın Ebu Leheb’i lanetlemesiyle ilgilidir ve şöyledir:

“Ebu Leheb’in iki eli kurusun. Kurudu da! Malı ve kazandıkları ona
fayda vermedi. O alevli bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak ve
boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da (ateşe
girecek)” (Tebbet Suresi, ayet 1-5).

Kimi yorumcular ayetin ilk tümcesini, “Yuh oldu iki eli Leheb’in, kendi de
yuh...” şeklinde okurlar. Pek güzel, ama bu surenin burada işi ne? Ve nedir an-
latılmak istenen şey? Kimdir Ebu Leheb? Kimdir onun “odun taşıyıcı” karısı? Ne
yapmışlardır da, Tanrı’nın bedduasına uğramışlardır? Hiç “yüce” bir Tanrı “yuh
olsun!” şeklinde bir dil kullanır mı?

Bu soruların hiçbirine yanıt bulamıyoruz. Kur’an’ın daha önceki ya da daha


sonraki surelerinde de bilgi verilmiyor bu konuda. Oysa “apaçık” bir Kur’an’ın
bunları belirtmesi gerekmez miydi? Surede anlatılmak istenen şeyin ne olduğunu
bilebilmek için, Kur’an dışı kaynaklara, örneğin hadislere başvurmak gerekiyor.
Bu yapılınca anlaşılıyor ki, Ebu Leheb, tutum ve davranışlarıyla Muhammed’e
karşı gelen, onu yalancılıkla suçlayan bir kimsedir; aslında Muhammed’in amca-
larından biridir ve esas adı Abdül’uzza’dır. Fakat güya Tanrı ona, “alev babası”
demek olan Ebu Leheb adını takmış ve bununla anlatmak istemiştir ki, Ebu Le-
heb, Muhammed’e ve İslam’a karşı ateş püskürtmek isteyip de kendini cehen-
neme atmış olan kâfirlerin temsilcisidir! Çünkü, söylendiğine göre Muhammed,
halkı uyarmak için ilk başlarda Safa’ya çıkıp avazı çıktığı kadar, “Ben size şu da-
ğın arkasından birtakım atlar çıkacak diye haber versem, beni tasdik eder misi-
niz?” diye bağırdığı zaman, Ebu Leheb, “Yuh sana, bizi bunun için mi çağırdın?”
diye onunla alay etmiş imiş! Bununla da kalmamış, bir de Muhammed’e her ba-
kımdan karşı koymuş, İslam’ın gelişmesini önlemeye çalışmış imiş! Karısı da ona
bu konuda yardımcı olmuş imiş! Ve işte bundan dolayıdır ki, Tanrı ona ve karısı-
na, yukarıdaki ayette görüldüğü şekilde, beddua ederek, hatta “Yuh!” diyerek
karşılık vermiş olmaktadır. Bunları okurken sormaktan kendimizi alamıyoruz:
Evet, ama hiç “Yüce” olduğu söylenen bir Tanrı bunları yapar mı? Hiç “Yuh ol-
251
sun sana!” der gibi konuşur mu? Öte yandan insanların gönüllerini açıp dilediği
gibi Müslüman yapabilen bir Tanrı (örneğin bkz. En’am Suresi, ayet 125), yuka-
rıdaki şekilde beddua edecek yerde, Ebu Leheb’i ve karısını Müslüman kılmış
olsa daha iyi bir iş görmüş olmaz mıydı?

***

Tebbet Suresi’nden sonra gelen ve Kur’an’da 112. sırada bulunan surenin


başlığı “İhlas”tır ki, “samimi olmak”, “dine içtenlikle sarılmak” gibi anlamlara
gelir. Bununla beraber bu sureye, “Tevhid Suresi”, “Tefrid Suresi”, “Tecrid Sure-
si”, “Necat Suresi”, “Velayet Suresi” vs... dahi denildiği anlaşılmakta. Dört ayet-
ten oluşan sure aynen şöyledir:

“(Ey Muhammed!) De ki, ‘O, Allah birdir. Allah sameddir. O, doğurma-


mış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur” (İhlas Suresi, ayet 1-4).

Burada geçen “samed” sözcüğünden, Tanrı’nın hiçbir şeye muhtaç olmayıp,


aksine her şeyin ona muhtaç olduğu anlaşılmakta. Tanrı’nın doğmadığını, do-
ğurmadığını, denginin bulunmadığını anlatan bu satırları okurken, akla, Nasred-
din Hoca’nın sözleri gelmekte: “Allah yoktur diyeceğim ama ağzım varmıyor!”
Fakat bu surenin ne vesileyle indiği konusunda yorumcular tartışırlar. Kimi yo-
rumculara göre, müşrikler (puta tapan Araplar) gelip Muhammed’e sık sık, “Al-
lah’ın nesebini bize anlat” derlermiş. Muhammed de onlara, Allah’ın “nesebden
münezzeh” (arı) olduğunu bildirirmiş ve sure, Tanrı tarafından müşriklere yanıt
olmak üzere inmiş imiş! Kimi yorumculara göre bu sure, Yahudilerin sorularını
karşılamak için inmiş imiş! Çünkü güya Yahudiler, ikide bir gelip Muhammed’e
sorarlarmış: “Bize Rabbini vasfet. Onun hilkati nasıl? Bazusu nasıl? Kolu nasıl?”
(bize Tanrı’nın niteliklerini anlat. Onun yaratılıştaki hali nedir? Bazusu, kolu
var mıdır?). Ve işte onların bu sorularını karşılamak içindir ki, yukarıdaki sure
inmiş imiş! Diğer bazı yorumculara göre ise, Muhammed’e bu tür soruları soran-
lar Hıristiyanlarmış! Onlar da gelip, “Bize Tanrı’nın niteliklerini anlat. O, ne
şeyden, ne cevherden(dir)?” derlermiş. Muhammed de onlara, “Rabbim bir şey-
den değildir, o eşyanın halikıdır” der ve ayrıca Meryem gibi doğurmadığını ve İsa
252
gibi doğurulmadığını eklermiş. Ve işte yukarıdaki sure, Tanrı tarafından Hıristi-
yanların bu sorularını karşılamak için inmiş imiş!

Fakat Tanrı konusundaki bu surenin yerinin burası olmaması gerekirdi. An-


cak, bunda şaşılacak bir şey yoktur; çünkü Tanrı’nın kendisiyle ilgili nice ayetler,
Kur’an’ın çeşitli surelerine darmadağınık bir şekilde serpiştirilmiştir.

***

Şimdi gelelim 113. ve 114. sureler olarak Kur’an’ın en sonuna konmuş olan
Felak ve Nas başlıklı surelere! Kimi yorumculara göre, Mekke’de, kimilerine göre
Medine’de “nazil” olduğu (indiği) söylenen ve biri beş, diğeri altı ayetten oluşan
bu sureler, daha önce değindiğimiz gibi “Muavvizeteyn sureleri” adıyla bilinir ve
batıl inançlara yer verir nitelikte şeylerdir. Bu ayetlere göre Tanrı, Muhammed’i
uyarmakta ve ona, “gecenin şerrinden”, “düğümlere üfürük yapan üfürükçülerin
şerrinden”, “kıskanç kişinin şerrinden”, “insanların kalplerine vesvese sokan cin
ve şeytanların şerrinden” Tanrı’ya sığınmasını bildirmektedir. Söylendiğine göre,
Muhammed, rahatsızlandığı zamanlar her gece yatağına yatacağı sırada bu sure-
leri okuyup ellerine üfleyerek başını ve vücudunu mesheder ve bunu üç kez tek-
rarlarmış. Yine yorumcuların söylemelerine göre, bu surelerin inmesine sebep
olan olay, Muhammed’e sihir ve büyü yapılmasıyla ilgili imiş! Bir rivayete göre
Lebid b. A’sam adında bir Yahudi, Muhammed’e sihir yapmış ve Muhammed bu
yüzden hastalanmış; bunun üzerine Cebrail gelip Muhammed’e, “Sana (Yahudi-
lerden cahil bir adam) sihir yaptı, senin için filan kuyuda şöyle şöyle birtakım
(düğümler dövdü)” demiş. Bunun üzerine Muhammed adamlarını gönderip ku-
yudaki düğümü çıkartmış ve çıkartır çıkartmaz dizbağından çözülmüş gibi ayağa
kalkmış, iyileşmiş imiş! Ve işte yukarıdaki sureler bu olay nedeniyle inmiş imiş!

Görülüyor ki Kur’an, batıl inançlara böylesine yer veren sure ve ayetlerle


sona ermekte. Söylemeye gerek yoktur ki, örnek olmak üzere verdiğimiz bütün

253
bu yukarıdaki sure ve ayetlerde söz konusu olan şey, sadece uyumsuzluk ve an-
lamsızlık değil, aynı zamanda aklı dışlar nitelikteki hususlardır.

Yine tekrar edelim ki, bu yukarıda belirtilenler, sure ve ayetlerin


Kur’an’daki sıralarına göre belirtilmiştir. Şimdi geliniz, bir de sure ve ayetlerin
“nüzul” (iniş) sırasına göre aynı incelemeyi yapalım. Fakat fazla uzatmamak için,
sadece Tanrı’dan ilk “nazil” olduğu (indiği) kabul edilen Alak Suresi ile en son
indiği söylenen Nasr Suresi’ne göz atalım.

Daha önce değindiğimiz gibi, Alak Suresi, nüzul sırası itibariyle genellikle
birinci sure olarak kabul edilmekle beraber, Kur’an’da 96. sıradadır. Nasr Suresi
ise, nüzul sırası itibariyle en son, yani 114. sure sayılmakla beraber Kur’an’da
110. sırayı işgal eder.

Tanrı’dan ilk olarak indiği söylenen ve on dokuz ayetten oluşan Alak Sure-
si’nin ilk beş ayeti ile geri kalan on dört ayeti, hem konu bakımından, hem za-
man bakımından birbirlerinden çok farklı nitelikte şeylerdir. İlk beş ayet, Tan-
rı’nın Muhammed’e, “Oku” diye hitap etmesiyle ilgili. “Oku” dediği şey, ona in-
dirdiği vahiydir. Konuyu daha önce incelediğimiz için burada durmayacağız. Fa-
kat sadece şunu hatırlatalım ki, bu ilk beş ayeti izleyen, fakat bu ayetlerden çok
sonra indiği kabul edilen on dört ayet, yukarıdaki konu ile hiçbir ilgisi olmayan
şeylerdir ki, Muhammed’e kafa tutan, onu namaz kılmaktan alıkoyan, her vesi-
leyle onu yalanlayan bir kimse hakkında Tanrı’nın gazabını dile getirir. Bu ayet-
lerde Tanrı’nın şöyle konuştuğu yazılıdır:

“...Namaz kılarken bir kulu (Muhammed’i namazdan) men edeni gör-


dün mü? Ne dersin, o (Peygamber) doğru yolda ise yahut takvayı em-
rediyorsa! Ne desin o (men eden Peygamber’i) yalanlıyor ve doğru yol-
dan yüz çeviriyorsa! (Bu adam) Allah’ın (yaptıklarını) gördüğünü bil-
mez mi? Hayır, hayır! Eğer vazgeçmezse, derhal onu alnından (perçe-
minden), o yalancı, günahkâr alından (perçeminden) yakalarız (ce-
henneme atarız). O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağır-
sın. Biz de zebanileri çağıracağız. Hayır! Ona uyma! Allah’a secde et,
eve (yalnızca ona) yaklaş” (Alak Suresi, ayet 6-19).

254
Yorumcuların söylemesine göre, burada sözü edilen kişi Ebu Cehil’dir. Dik-
kat edileceği gibi, bu ayetlere göre Tanrı, Ebu Cehil’e tehditler savuruyor,
“...derhal onu alnından (perçeminden), o yalancı, günahkâr alından (perçemin-
den) yakalarız (cehenneme atarız)” diyerek korkutuyor. Hani sanki Ebu Cehil
kendisinin akranı imiş gibi! “...O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını)
çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız...” diyerek, adeta onunla sürtüşüyor! Ve
bütün bunları, insanların tümüne gönderdiğini söylediği Kur’an’a, ilk surenin
ayetleri olarak yerleştiriyor! Olacak şey midir bu!?

Tanrı’dan en son olarak nazil olduğu söylenen ve nüzul (iniş) sırası itibariy-
le 114. sırada yer alan Nasr Suresi’ne gelince! Her ne kadar en son nazil olduğu
söylenirse de, Beyzavî gibi kaynakların bildirmesine göre, Mekke’nin fethinden
önce inmiştir. Mekke’nin fethi Hicret’in sekizinci yılına rastladığına göre, Nasr
Suresi’nin en son nazil olan sure şeklinde kabul edilmesi anlaşılmaz gibi görünü-
yor. Çünkü Mekke’nin fethi tarihinden Muhammed’in ölümü tarihine kadar üç
ya da dört yıllık bir süre var ki, eğer Nasr Suresi en son sure olarak Hicret’in se-
kizinci yılından önce inmiş ise, bu üç dört yıllık süre boyunca Tanrı’dan hiçbir
sure gelmemiş gibi bir durum var demektir. Bu tutarsızlığı geçiştirmek amacıyla,
İslamcılar şöyle derler: “(Nasr Suresi), ayet itibariyle değil, sure itibariyle
Kur’an’ın en son nazil olanıdır.”

Yani, surenin inişi ile ayetlerin inişi farklı tarihlerde olmuş oluyor! Açıkla-
mayı anlamak biraz güç! Çünkü Nasr Suresi esasen üç ayetten ibaret. Eğer bu
ayetler farklı bir tarihte indi ise, sure bomboş bir şekilde mi en son olarak inmiş
oluyor? Görülüyor ki İslamcılar, bir tutarsızlığı, bir başka tutarsızlıkla giderme
çabasındalar.

Öte yandan İbn Ömer’den gelen rivayete göre, bu sure indikten seksen gün
sonra Muhammed ölmüştür. Şu hale göre, Nasr Suresi’ni Mekke’nin fethinden
önce değil, sonra inmiş gibi kabul etmek gerekiyor. Oysa surede, Tanrı’nın Mu-
hammed’e yardım ederek ona fetihler (özellikle Mekke fethini) sağlayacağı haber
verilmekte. Gerçekten de üç ayetten oluşan bu sure aynen şöyledir:

255
“Allah’ın yardımı ve zaferi gelip de, insanların bölük bölük Allah’ın di-
nine girmekte olduklarını gördüğün vakit Rabbine hamd ederek onu
tespih et ve ondan mağfiret dile. Çünkü o, tövbeleri çok kabul edendir”
(Nasr Suresi, ayet 1-3).

Kimi yorumculara göre, bu ayetlerle Tanrı, Muhammed’e şunu demek is-


temiştir:

“Ya Muhammed! Seni gönderen, senin yegâne mabudun olan Allah’ın nus-
reti (yardımı) ile fetih gelecek, hem sen nasın Allah dinine fevç fevç girmeye baş-
ladıklarını göreceksin.

Şu durumda Nasr Suresi’nin, İbn Ömer’in dediği gibi, Muhammed’in ölü-


münden seksen gün önce inmiş olması söz konusu olamaz. Kimi yorumculara
göre sureden anlaşılması gereken şey, Tanrı’nın sadece Kureyş’e ya da Araplara
karşı yardımda bulunacağını bildirmesi ve Mekke fethinin özelliklerini açıklaması
ya da hatta tüm fetihleri haber vermesi değil, aynı zamanda kalplerin “iman ve
İslam’a fethi” demektir. Bu konuda başkaca görüş öne sürenler de vardır.

Fakat yukarıda gördüklerimiz, gerek mushaf tertibine (yani, Kur’an’daki sı-


ra esasına), gerek “nüzul” (iniş) sırasına göre dizili surelerden gelişigüzel seçil-
miş bazı örneklerdir; bu örnekleri daha fazla çoğaltmaya gerek yok; zira gerçek
şu ki, düzensizlikler, tutarsızlıklar, uyumsuzluklar ve anlaşılmazlıklar Kur’an’ın
bütün sureleri ve bütün ayetleri için hep bu doğrultudadır; bütün bunlar
Kur’an’ı bilimsellikle uzlaşmaz nitelikte kılmaya yeter şeylerdir.

256
XI - “KUR’AN AYETLERİNDE TAKDİM-TEHİR VARDIR” DİYEREK,
TUTARSIZLIKLARI, UYUMSUZLUKLARI VE ANLAMSIZLIKLARI
GÖZ ARDI ETME ÇABALARI

İslamcılar, Kur’an’daki uyumsuzlukları ve tutarsızlıkları göz ardı edebilmek


için, kendilerine özgü bir mantıkla “Kur’an ayetlerinde takdim-tehir vardır” der-
ler. Güya, Mekke’de ve Medine’de inen sure ve ayetler, anlam ilişkisine göre
“mezc” edilip, bir araya getirilmiştir ve bunda bir “hikmet” vardır. Yani demek
isterler ki, Kur’an’ın gerek sure ve gerek ayet tertibinde, “nüzul” (iniş) sırası gö-
zetilmeyip, “takdim-tehir” esası uygulanmıştır; sureler ve ayetler, Tanrı’dan iniş
(nüzul) sırasına göre Kur’an’a alınmamışlardır; surelerin iniş sırasına göre tertibi
ile Kur’an’a alınış sırası (mushaf tertibi) birbirinden farklıdır. Yani İslamcıların
söylemelerine göre, eğer Kur’an’ı okurken surelerin mushaf sırasına göre tertibi
ile nüzul (iniş) sırasına göre tertibini göz önünde bulunduracak olursak, tutarsız-
lık, uyumsuzluk diye bir şey görülmeyecektir!

Bu iddialarının geçerli olan hiçbir yönü yoktur. Çünkü bir kere sureler, ne
“mushaf tertibi” ne de “nüzul sırası” bakımından, anlam ilişkisine göre “mezc”
edilmemişlerdir. Öte yandan, sureleri “mushaf” sırasına (yani, Kur’an’daki sıra-
ya) göre ele almakla, “nüzul” sırasına göre ele almak arasında, tutarsızlık, uyum-
suzluk ve anlamsızlık bakımından hiçbir fark yoktur; her iki okunuş da, aynı
olumsuz sonucu doğurmaktadır. Bu itibarla, sure ve ayetlerin “takdim-tehir”
esasına göre tertiplenmesinde “hikmet” yattığını öne sürmek yanlıştır.

Bunun böyle olduğunu anlamak için, sureleri “mushaf” sırasına göre ince-
ledikten sonra, “nüzul” sırasına göre incelemek yeterlidir. Bilindiği gibi, surele-
rin sayısının 114 olduğu kabul edilmekte. Sırf bir fikir edinmek için mushaf sıra-
sına (yani, Kur’an’daki sıraya) göre tertiplenmiş olan surelerden ilk beşine göz
atalım:
1. Sure, Fatiha Suresi (nüzul sırası 5).
2. Sure, Bakara Suresi (nüzul sırası 87).
3. Sure, Al-i İmran Suresi (nüzul sırası 89).
4. Sure, Nisa Suresi (nüzul sırası 92).
5. Sure, Maide Suresi (nüzul sırası 112).

Eğer Kur’an, surelerin nüzul (iniş) sırasına göre düzenlenmiş olsaydı ilk beş
sure şöyle olacaktı:

1. olarak indiği kabul edilen sure Alak Suresi (Kur’an’da 96. sırada).
2. olarak indiği kabul edilen sure Kalem Suresi (Kur’an’da 68. sırada).
3. olarak indiği kabul edilen sure Müzzemmil Suresi (Kur’an’da 73. sırada).
4. olarak indiği kabul edilen sure Müddessir Suresi (Kur’an’da 74. sırada).
5. olarak indiği kabul edilen sure Fatiha Suresi (Kur’an’da 1. sırada).

Görülüyor ki, iki ayrı tertibe göre karşımızda farklı sureler bulunmakta.
Bunları kendi aralarındaki ilişkiye göre inceleyecek olursanız, tutarsızlık ve anla-
şılmazlık bakımından hiçbir fark bulunmadığını ve hele anlam itibariyle hiçbir
şeyin “mezc” edilmediğini göreceksinizdir. Kıssalarla ilgili olarak biraz ilerideki
bölümde bu hususları ayrıca ele alacağız. Fakat daha önce, burada bir iki örneği
gözden geçirmek yararlı olacaktır. Bunlardan biri olarak Muhammed’in okuma-
sız oluşu konusundaki ayetlerin bulunduğu surelere şöyle bir göz atalım ve bu
sureleri önce mushaf sırasına, sonra da nüzul sırasına göre inceleyelim.

Muhammed’in “ümmi” (okumasız) oluşunu sergileyen sure ve ayetler


Kur’an’da şu sırada bulunmaktadır:

7. sure A’raf Suresi, ayet 158.

29. sure Ankebût Suresi, ayet 47-48.

75. sure Kıyamet Suresi, ayet 16-18.

Bütün bu surelerdeki ayetlerde Tanrı, Muhammed’in okumasız olduğunu


bildirmekte. Ancak, Kur’an’ın 96. sırasında yer alan Alak Suresi’nde Tanrı, bu
yukarıdaki sure ve ayetlerle söylediklerini unutmuşçasına Muhammed’e, hani

258
sanki okuma bilirmiş gibi, “Oku” diye emretmektedir. Daha başka bir deyimle
Tanrı, okumasız olarak tanımladığı Muhammed’e, “Oku” diye hitap etmektedir!
Bütün bunlar, söz konusu sure ve ayetlerde sadece tutarsızlık ve uyumsuzluk
değil, aynı zamanda Tanrı fikrini zedeleyici hususlar olduğunu ortaya koymakta-
dır.

Bakınız nasıl: Kur’an’ın yedinci sırasında yer alan A’raf Suresi’nin 157. aye-
tinde Muhammed’in “ümmi” (okumasız) oluşu ile ilgili olarak şu ayet yazılıdır:

“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi pey-


gambere uyanlar (var ya), işte o peygamber onlara iyiliği emreder...”
(A’raf Suresi, ayet 157).

Burada geçen “ümmi peygamber” deyimiyle, Muhammed’in okuma yazma


bilmediği anlatılmak isteniyor. Yani Tanrı, Muhammed’in “ümmi” olduğunu açık
ve seçik bir deyişle bildirmektedir. Bu ayeti izleyen 158. ayetle Tanrı’nın şöyle
konuştuğu yazılıdır:

“(Ey Muhammed!) De ki, ‘Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize,


göklerin yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim... Öyle ise Allah’a ve ümmi
peygamber olan Resulüne... iman edin...” (A’raf Suresi, ayet 158).

Görülüyor ki, burada da Tanrı, kendi kullarına, Muhammed’in okuma yaz-


ma bilmeyen bir “peygamber” olduğunu tekrarlamakta. Yine Kur’an’dan öğren-
mekteyiz ki Tanrı, Muhammed’in okumasız olduğunu bildiği için, ona göndermiş
olduğu vahiylerin okunmasını kendi üstüne almıştır. Nitekim Kur’an’ın yetmiş
beşinci sırasında bulunan Kıyamet Suresi’nde şöyle yazılıdır:

“(Ey Muhammed!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma.


Şüphesiz onu toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okumak bi-
ze aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu ta-
kip et...” (Kıyamet Suresi, ayet 16-18).

Yorumcuların açıklamalarına göre, güya Muhammed, gelen vahyi unutma-


mak için, henüz kendisine okunup bitirilmeden önce, bu vahyi aceleyle tekrar-
lamaya çalışır olduğu için, Tanrı ona, “(Ey Muhammed!) onu (vahyi) çarçabuk

259
almak için dilini kımıldatma...” dermiş. Ve derken de, vahyi okumanın kendisine
(yani Tanrı’ya) ait bir iş olduğunu tekrarlarmış. Görülüyor ki, bu surelerdeki
ayetlerle Tanrı, Muhammed’in okuma bilmez olduğunu belirtmektedir.

Şimdi geçelim Kur’an’ın yirmi dokuzuncu sırasında yer alan Ankebût Sure-
si’ne. Bu surede Tanrı, neden dolayı Muhammed’i okumasız (ümmi) yaptığını
anlatmakta. Gerçekten de bu surenin 47. ayetinde Tanrı, “(Ey Peygamber’im!)
İşte böylece sana (önceki kitapları tasdik eden) bu kitabı indirdik...” (Ankebût
Suresi, ayet 47) dedikten sonra, Muhammed’in okumasız olduğunu tekrar bildi-
riyor ve neden dolayı onu okumasız kıldığını ekliyor:

“(Ey Muhammed!) Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu
yazardın. Öyle olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyarlardı” (Ankebût Su-
resi, ayet 48).

Yorumcuların açıklamalarına göre Tanrı, bu ayetle şunu anlatmak istemiş-


tir ki, eğer Muhammed okuma yazma bilmiş olsaydı, inkârcılar onun hakkında,
“Bu Kur’an’ı Muhammed uydurdu; ya da Tevrat ve İncil gibi kitaplardan çaldı”
şeklinde iftiralarda bulunacaklardır. Ve işte bu tür konuşmalara fırsat bırakma-
mak içindir ki, Tanrı Muhammed’in “ümmi” olmasını istemiştir. Hani sanki şu
ya da bu konuda ya da kitaplarda yazılanlar hakkında bilgi edinmek için okuma
yazma bilmeye gerek varmış gibi! Okumasız olup da, okuma bilenler sayesinde
bilgi edinmek ve kitaplarda yazılanları öğrenmek kadar doğal ve kolay ne vardır
ki! Nitekim Muhammed, Tevrat’ı ve İncil’i bilenlerden yararlanmamış mıdır? Bu
böyle olduğuna göre hiç Tanrı kalkıp da yukarıdaki şekilde konuşur mu?

Görülüyor ki, Kur’an’ın 7. sırasındaki A’raf ve 29. sırasındaki Ankebût ve 75.


sırasındaki Kıyamet surelerindeki ayetlere göre Tanrı, Muhammed’in “ümmi”
(okumasız) olduğunu açıkça söylüyor ve “ümmi” oluşunun hikmetini insanlara
bildiriyor.

Ancak, Muhammed’in “ümmi” (okumasız) olduğunu yukarıdaki şekilde


açıklayan Tanrı, Kur’an’ın daha sonraki bir suresinde, daha doğrusu Alak Sure-
si’nde, Muhammed’i, okuması varmış gibi göstermekten geri kalmıyor; Bunun

260
böyle olduğunu anlamak için, şimdi geliniz Kur’an’ın 96. sırasında yer alan ve
yukarıdaki ayetlerle taban tabana zıt nitelik taşıyan Alak Suresi’nin şu ilk beş
ayetini beraberce okuyalım:

“(Ey Muhammed!) Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı bir alaktan


yarattı. Oku! O keremine nihayet olmayan Rabbindir. Kalem ile öğre-
ten de. O, insana bilmediği şeyleri öğretti. Sakın okumamazlık etme,
çünkü insan muhakkak tuğyan (azgınlık) eder...” (Alak Suresi, ayet 1-
5). 1

Bu satırları okurken, şaşırıp kalıyoruz; çünkü Kur’an’ın daha önceki surele-


rinde Muhammed’in okumasız olduğunu ve böyle olmasında hikmet bulunduğu-
nu bildiren Tanrı, şimdi ona “Oku!” diye emretmektedir! Okuması olmayan bir
insana “Oku!” diye emredilir mi? Ve nitekim İslam kaynaklarının bildirmesine
göre, Muhammed kendisi bile, Tanrı’nın bu şekildeki emrine karşı: “Ben okuma
bilmem ki, ne okuyayım?” diye cevap vermiştir! Ve “Ben okumak bilmem ki ne
okuyayım?” dediği zaman, güya melek ona sarılıp takati kesilinceye kadar sıkış-
tırmış ve “Oku” emrini tekrarlamıştır? Bunun üzerine Muhammed, “Ben okuma
bilmem!” diye konuştuğunda, melek üçüncü kez onu sıkıştırıp, “Oku!” diye ısrar
etmiştir. En sonunda Muhammed, yine aynı şekilde, “Ben okumak bilmem ki ne
okuyayım?” deyince, melek Tanrı’nın vahyini, Muhammed’e bizzat kendisi oku-
muştur! 2

Görülüyor ki, sure ve ayetleri Kur’an’daki sıraya göre okuduğumuz zaman,


Tanrı’nın kendi kendisiyle çelişkiye düştüğüne tanık olmaktayız. Çünkü önceki
sure ve ayetlerde Muhammed’in okumasız olduğunu söylerken, daha sonraki su-
relerde aksini söylüyor ve Muhammed’i sanki okuma bilirmiş gibi gösteriyor. Her
şeyi bilir diye kendini tanımlayan bir Tanrı, hiç Muhammed’in okumasız olduğu-
nu bilmez midir ki, ona “Oku!” diye emretmiştir? Ve Kur’an’daki bu anlatım,

1
Elmalılı H. Yazır’ın çevirisinden… Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çevirisi şöyle: “Ey Muhammed!
Yaratan, insanı pıhtılaşmış kandan yaratan Rabbinin adıyla oku. Oku! Kalemle öğreten, insa-
na bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir...” (Alak Suresi, ayet 1-5).
2
Buhari’nin Ayşe’den rivayeti için bkz. Sahih-i..., Diyanet Yayınları, c.1, s.3, Hadis No. 3; bu
konu hakkında ayrıca bkz. Şeriat’tan Kıssa’lar, Kaynak Yayınları, İstanbul.

261
Tanrı fikrini zedelemiş olmuyor mu? Hemen ekleyelim ki, Kur’an’da buna ben-
zer daha nice örnekler var ki, hep aynı olumsuz sonucu doğuracak niteliktedir.

İslamcılar, bütün bu “olumsuzluklarda”, “olumsuzluk”, “tutarsızlık” yok-


muş gibi göstermek amacıyla, Kur’an’da “takdim-tehir” olduğunu öne sürerler.
Yani derler ki, Kur’an’ın gerek ayet, gerekse sure tertibinde “nüzul” (iniş) sırası
gözetilmeyip, “takdim-tehir” esası uygulanmıştır ve bunda bir hikmet vardır. Bu-
nunla anlatmak isterler ki, ister “kronolojik”, isterse diğer bakımlardan olsun,
Kur’an’ın “tertipsizmiş” ya da “kopukmuş” ve “tutarsızmış” gibi görünen yönle-
rini, sure ve ayetlerin “nüzul” (iniş) sırasına bakarak çözümlememiz gerekir!

Tekrar belirtelim ki, İslamcıların bu iddialarının ciddiye alınacak bir yönü


yoktur; çünkü sureleri ve ayetleri, mushaf tertibine (yani Kur’an’daki sıraya) gö-
re değil de, nüzul (iniş) sırasına ya da anlam ilişkisine göre okumaya kalkışacak
olursak, hiç de farklı bir sonuca varmayız; varacağımız sonuç yine aynı şekilde
“tutarsızlıklar”, “anlaşılmazlıklar”, “anlamsızlıklar” ve Tanrı fikrini “yozlaştır-
maklıklar” olacaktır. Nitekim biraz yukarıda Muhammed’in okumasızlığı konu-
sunda verdiğimiz örnek vesilesiyle değindiğimiz sure ve ayetleri ele alıp, bunları
“nüzul” esasına göre inceleyecek olursak, bunun böyle olduğunu anlarız.

Biraz önce belirttiğimiz gibi, surelerin ve ayetlerin Kur’an’daki sırasına göre


Tanrı, ilkönce Muhammed’i “okumasız” imiş gibi göstermiş, fakat buna rağmen
ona, sanki okuması varmış, gibi “Oku!” diye emretmiştir. Az yukarıda değindiği-
miz gibi, bu konudaki sureler, Kur’an’daki sıraya göre şöyledir:

7. sure A’raf Suresi, ayet 158.

29. sure Ankebût Suresi, ayet 47-48.

75. sure Kıyamet Suresi, ayet 16-18.

96. sure Alak Suresi, ayet 1-5.

Tanrı, yukarıdaki ilk üç sıradaki surelerle (yani, A’raf, Ankebût, Kıyamet su-
releri ile), Muhammed’i “okumasız” imiş gibi göstermiş, fakat Alak Suresi’nde
ona “Oku!” diye emretmiştir.

262
Şimdi geliniz, yukarıdaki sure ve ayetleri, Kur’an’daki sıraya göre değil de,
“nüzul” (iniş) sırasına göre inceleyelim. Bunu yapacak olursak, sureleri şu sıraya
koymamız gerekiyor:

Alak Suresi, nüzul sırası 1 (mushaf sırası 96).


Kıyamet Suresi, nüzul sırası 31 (mushaf sırası 75).
A’raf Suresi, nüzul sırası 39 (mushaf sırası 7).
Ankebût Suresi, nüzul sırası 85 (mushaf sırası 29).

Şimdi bu sıraya göre konumuzla ilgili ayetleri okuyalım. Birinci olarak nazil
olan Alak Suresi’nde, Tanrı’nın Muhammed’e “Oku!” diye emrettiği görülüyor:

“Ey Muhammed! Yaratan, insanı bir alaktan pıhtılaşmış kandan yara-


tan Rabbinin adıyla oku! Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bil-
diren Rabbin, en büyük kerem sahibidir...” (Alak Suresi, ayet 1-5).

Bu ayetin bir başka okunuşu şöyledir:

“(Ey Muhammed!) Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı bir alaktan


yarattı. Oku, o keremine nihayet olmayan Rabbindir. Kalem ile öğreten
de. O, insana bilmediği şeyleri öğretti...”

Alak Suresi’nin geri kalan on dört ayeti başka bir konuya ayrılmış ve başka
bir zamanda inmiş bulunmakta.

Görüldüğü gibi Tanrı, Muhammed’e “Oku!” diye emrederken insanı


“alak”tan yarattığını eklemekte. Bunu yaparken, iki bakımdan şaşırtıcı bir iş
görmekte. Şu bakımdan ki, bir kere “alak” deyiminin ne demek olduğu belli de-
ğil. Bazı yorumcular bunu “ilişken ve yapışkan nesne”, “kırmızı, uyuşuk kan”,
“pıhtılaşmış kan” şeklinde anlamışlardır. Kimileri de bunun “aşk ve muhabbet”
demek olabileceğini öne sürmüşlerdir. 3 Fakat Kur’an’ın diğer sure ve ayetlerinde
insanın “toprak”tan, “pişmiş çamur”dan, “bulaşan-yapışan (lazib) çamur”dan,
“atılarak dökülen bir su”dan, “nutfe”den, “bir çiğnem et”ten... yaratılmış olduğu

3
Yukarıdaki çeviri Elmalılı H. Yazır’ın. Çeviride geçen, “İnsanı alaktan yarattım” deyimi, Diya-
net Vakfı’nın çevirisinde, “İnsanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı...” şeklindedir. Diyanet
Başkanlığı’nın çevirisinde ise, “insanı pıhtılaşmış kandan yaratan...” olarak geçiyor.

263
yazılıdır.(Örneğin bkz. Saffat Suresi, ayet 11-12; Tarık Suresi, ayet 5-7; Yasin
Suresi, ayet 77; Abese Suresi, ayet 17-23; Necm Suresi, ayet 45-46; İnsan Sure-
si, ayet 11-2; Hac Suresi, ayet 5; Mü’minûn Suresi, ayet 12-16; Mü’min Suresi,
ayet 67; Fatır Suresi, ayet 11; Müddessir Suresi, ayet 34-40; Rahman Suresi, ayet
14; En’am Suresi, ayet 2 vd...)

Fakat asıl ilginç olan husus şu ki, burada Tanrı, Muhammed’e “Oku!” diye-
rek hitap etmekte ve ona indirmiş olduğu vahyin onun tarafından okunmasını
istemektedir. “Oku!” diye emrettiğine göre, Muhammed’in okuma bildiğini dü-
şünmüş olmalıdır. Esasen, gizli ve bilinmeyen her şeyi bilen bir Tanrı’nın bu şe-
kilde konuşmasında şaşılacak bir şey olmaması gerekir. Çünkü eğer Muhammed
okumasız olmuş olsa, Tanrı’nın kalkıp da ona “Oku!” diye emretmesi söz konusu
olmayacaktı. Tekrar hatırlatalım ki, Alak Suresi Tanrı’dan “nazil olan” (inen)
birinci sure olarak bilinmekte. Ancak, Tanrı’nın, Alak Suresi’nden sonra bu ko-
nuda indirdiği Kıyamet Suresi’nde Muhammed’in okuma bilmez olduğu yazılıdır:

“(Ey Muhammed!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma.


Şüphesiz onu toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak
bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu
takip et...” (Kıyamet Suresi, ayet 16-18).

Bu satırları okurken ve kendi kendimize soruyoruz: Nasıl oluyor da Tanrı


burada, “...onu okutmak bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman, sen
onun okunuşunu takip et...” diye konuşabiliyor? 4 Daha önce Alak Suresi’ndeki
ayetlerle ona “Oku!” diye emir vermiş değil miydi! Bu verdiği “Oku!” emrine ne
oldu da, şimdi farklı şekilde konuşmaktadır? Acaba Muhammed okumasızdır da

4
Daha önce de belirttiğimiz gibi, kaynaklara göre Tanrı Muhammed’e, Gar-ı Hira diye bilinen
mağarada bulunduğu bir sırada “Oku!” diye emretmiştir. Fakat Muhammed’in “Ben okumak
bilmem ki, ne okuyayım?” demesi üzerine melek onu yakalayıp takati kesilinceye kadar sıkış-
tırmış ve “Oku!” emrini tekrarlamış ve Muhammed yine “Ben okuma bilmem” diye konuşmuş-
tur. Bunun üzerine melek üçüncü kez Muhammed’i sıkıştırıp “Oku!” diye ısrar etmiş ve Mu-
hammed yine aynı şekilde, “Ben okumak bilmem ki, ne okuyayım?” diye karşılık vermiştir.
Bunun üzerine melek yukarıdaki ayeti Muhammed’e kendisi okumuştur. Ve bundan sonra
Tanrı, hani sanki Muhammed’in, “Ben okumak bilmem ki, ne okuyayım?” şeklindeki konuş-
masından sonra, onun gerçekten okumasız olduğunu öğrenmiş gibi davranmış ve Muham-
med’i hep “okumasız peygamber” olarak anımsayagelmiştir! (Bkz. Sahih-i..., c.1, s.3, Hadis
No. 3).)

264
Tanrı’nın bundan haberi mi yoktur? Bunları düşünürken, Tanrı’nın bu konuda
Kıyamet Suresi’nden sonra indirdiği A’raf Suresi’nin şu ayetleriyle karşılaşıyoruz:

“(Ey Muhammed!) De ki, ‘Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize,


göklerin yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim... Öyle ise Allah’a ve ümmi
peygamber olan Resulüne... iman edin...” (A’raf Suresi, ayet 158).

Bu satırları okurken şaşkınlığımız artıyor; çünkü burada Tanrı Muham-


med’in “ümmi” (okumasız) bir “peygamber” olduğunu açıkça bildirmektedir.
Evet, ama eğer Tanrı, Muhammed’in okumasız olduğunu biliyor idiyse, daha ön-
ce neden ona “Oku!” diye emretmiştir? Bu soruyu sorarken, yine bu konuda
A’raf Suresi’nden sonra indiği kabul edilen Ankebût Suresi’nin şu ayetlerine takı-
lıyoruz:

“(Ey Peygamberim!) İşte böylece sana (önceki kitapları tasdik eden) bu


kitabı indirdik... (Ey Muhammed!) Sen bundan önce ne bir yazı okur,
ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyar-
lardı” (Ankebût Suresi, ayet 47-48).

Görülüyor ki, burada Tanrı, Muhammed’in okumasız olduğunu bildiğini iyi-


ce ortaya koymaktadır; üstelik de, onun okumasız olmasını sağladığını ve bunda
bir “hikmet” yattığını anlatmaktadır. Ve anlatmasına göre bu “hikmet” şudur ki,
eğer Muhammed’i okuma bilir olarak yaratmış olsa idi, inkârcılar Kur’an’ın onun
tarafından uydurulduğunu ya da başka kitaplardan aşırma yaparak Kur’an’ı ha-
zırladığını sanacaklardı. Ve işte bundan dolayıdır ki, Muhammed’in “ümmi” ol-
masını istemiştir Tanrı!

Pek güzel, ama Tanrı, acaba okuması olmayan bir kimsenin, okuma yazma
bilenlerin aracılığıyla başka kitaplarda (örneğin, Tevrat ve İncil’de) olan şeyleri
öğrenebileceğini düşünemez miydi ki, böylesine bir gerekçe öne sürmüştür?

Muhammed’in okumasızlığı konusundaki sure ve ayetlerle ilgili olarak, yu-


karıda söylediklerimizi özetleyecek olursak görürüz ki, sureleri “mushaf tertibine
göre” (yani, Kur’an’daki sıraya göre) okumakla, “nüzul” (iniş) sırasına göre oku-
mak arasında, olumsuz bir sonuca varmak bakımından pek fark yoktur. Nitekim
örneğimizdeki birinci halde (yani sure ve ayetleri Kur’an’daki sıraya göre okudu-
265
ğumuzda), Tanrı, Muhammed’i önce okumasız imiş gibi göstermekte, onun
okumasızlığında “hikmet” yatar olduğunu bildirmekte, fakat bu söyledikleriyle
çelişkiye düşercesine ona “Oku!” diye emretmektedir. İkinci halde ise (yani sure
ve ayetleri nüzul sırasına göre okuduğumuzda) Tanrı, önce Muhammed’e
“Oku!” diye emir vermek suretiyle onun okuma bilir olduğunu anlatmakta, fakat
daha sonra onun okumasız olduğunu görünce, önce söylemiş olduklarını göz ardı
edip bu kez onu okumasız bir “peygamber” olarak tanıtmakta ve okumasızlığında
bir hikmet yattığını anlatmaktadır.

Görülüyor ki, sure ve ayetleri hangi sıraya göre okursak okuyalım, bunlar-
daki tutarsızlık ve anlaşılmazlıklar, farklı şekiller altında aynı kalmaktadır. Tanrı
fikri aynı şekilde hırpalanmaktadır. Daha başka bir deyimle, tutarsızlıkları, an-
lamsızlıkları ve Tanrı anlayışındaki hırpalanmaları, İslamcıların öne sürdükleri
“takdim-tehir” usulleriyle göz ardı etmek mümkün değildir.

***

Kur’an’ın sure ve ayetlerinde tutarsızlık olmayıp, “takdim-tehir” nedeniyle


tutarsızlık varmış kanısının doğduğunu söyleyen İslamcıların verdikleri örnekler-
den bir diğeri, Kur’an’daki Yunus kıssası ile ilgili ayetlerdir ki, gözden geçirilmeye
değer:

Kur’an’ın 21. sırasında bulunan Enbiya Suresi’nin 87. ve 88. ayetlerinde


şunlar yazılı:

“(Ey Muhammed!) Zünnûn hakkında söylediğimizi de an. O, öfkelene-


rek giderken kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı; fakat sonunda
karanlıklar içinde, ‘Senden başka Tanrı yoktur, sen münezzehsin, doğ-
rusu ben haksızlık edenlerdenim’ diye seslenmişti. Biz de ona cevap ve-
rip, onu üzüntüden kurtarmıştık. İnananları böyle kurtarırız” (Enbiya
Suresi, ayet 87-88).

Bu satırlardan hiçbir şey anlamak mümkün değil! “Zünnûn” diye geçen şey
nedir? Neden Tanrı’nın kendisine güç yetiremeyeceğini sanarak öfkelenmiştir ve
266
nereye gitmektedir, belli değil! Neden “karanlıklar” içinde Tanrı’nın tekliğine
inanmış olduğunu söylemiş ve bu sayede kurtuluşa ermiştir, belli değil! Ve bütün
bu belirsizlikler yanında bir de Tanrı Muhammed’e, “Zünnûn hakkında söyledi-
ğimizi de an...” diye buyrukta bulunmakta! Tanrı’nın Zünnûn hakkında söyledik-
leri nedir, bilemiyoruz; çünkü Kur’an’ın daha önceki surelerinde bu konuda söy-
lenmiş pek bir şey yok; sadece Kur’an’ın başlarında, dördüncü sırasında bulunan
Nisa Suresi’nde, Yunus’un, tıpkı diğer peygamberler gibi, kendisine vahiy indiri-
len bir kimse olduğu yazılıdır (Nisa Suresi, ayet 163). Bir de Kur’an’ın onuncu
suresi olan Yunus Suresi’nde, Yunus’un kavminin Tanrı’ya inanmak sayesinde
azaptan kurtulduğuna dair bir tek ayet (Yunus Suresi, ayet 98) var, o kadar. Söy-
lemek gereksizdir ki, Nisa ve Yunus surelerindeki bu ayetler, biraz yukarıda be-
lirttiğimiz Enbiya Suresi’nin, “(Ey Muhammed!) Zünnûn hakkında söylediğimizi
de an...” şeklindeki satırlarını açıklamaya yeterli değil. Bundan dolayıdır ki, oku-
yucunun, kendi kendisine şunu sorması gerekiyor: “Pekiyi, ama Tanrı Yunus’la
ilgili ne demişti ki, şimdi Muhammed’e ‘...Zünnûn hakkında söylediğimizi de
an...’ diye buyurmaktadır?” Bu soruyu yanıtlayabilmek için, Kur’an’ın 37. sıra-
sında bulunan Saffat Suresi’ne atlamamız gerekiyor. Çünkü orada, Yunus’un
“peygamber”lerden biri olduğu, gemide “onlarla” karşılıklı kura çektiği ve yenil-
diği için denize atıldığı, denizde bir balık tarafından yutulduğu ve balığın karnın-
dayken Tanrı’ya inandığını açıkladığı için, Tanrı tarafından balığın karnından
dışarıya “halsiz bir halde” çıkarıldığı, sonra Tanrı’nın ona geniş yapraklı bir bitki
yetiştirdiği, onu yüz bin ve daha çok kişilik bir kavme peygamber olarak gönder-
diği, bu kavmin ona inandığı, Tanrı’nın da onları bir süreye kadar geçindirdiği
yazılıdır:

“Doğrusu Yunus da peygamberlerdendir. Gemide onlarla karşılıklı kura


çekmişlerdi de yenilenlerden olmuştu. Bu sebeple denize atılmıştı. Ye-
nilgiye uğramışken, onu bir balık yutmuştu. Eğer Allah’ı tespih eden-
lerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar dirilmemek üzere balı-
ğın karnında ölmüş olacaktı. Halsiz haldeyken kendisini dışarıya çı-
kardık. Onun için geniş yapraklı bir bitki yetiştirdik. Onu yüz bin veya
daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik. Sonunda ona inandılar,
bunun üzerine biz de onları bir süreye kadar geçindirdik” (Saffat Sure-
si, ayet 139-149).

267
Dikkat edileceği gibi, buradaki her bir tümce, bilinemeyen, anlaşılamayan
şeylerle dolu: örneğin, sözü edilen gemi nedir? Yunus bu gemiye nasıl ve neden
binmiştir? Kimlerle beraberdir ve beraber bulunduğu bu kimselerle neden kura
çekmiştir? Kura sonucunda neden denize atılmıştır? Denizde bir balık tarafından
yutulunca nasıl ölmemiş, canlı kalmıştır. Tanrı tarafından balığın karnından çı-
karıldıktan sonra, neden Tanrı Yunus için geniş yapraklı bir bitki yetiştirmiştir?
Ve sonra Tanrı onu hangi kavme peygamber olarak göndermiştir? Evet, bu soru-
ların hiçbirinin cevabı yok! Buna rağmen İslamcılar, Saffat ve Enbiya surelerinde
“takdim-tehir” olduğunu söyleyerek derler ki, Saffat Suresi’nin bu ayetleri, Enbi-
ya Suresi’nin, “(Ey Muhammed!) Zünnûn hakkında söylediğimizi de an...” şek-
lindeki sözlerinin açıklamasıdır; çünkü Saffat Suresi, Enbiya Suresi’nden daha
önce inmiştir: Saffat Suresi, her ne kadar Kur’an’da 37. sırayı işgal ederse de,
56. sure olarak “nazil olmuştur” (inmiştir). Enbiya Suresi ise, her ne kadar
Kur’an’da 21. sırayı işgal etmekte ise de, 73. sure olarak “nazil” olmuştur (inmiş-
tir); “nüzul” (iniş) sırası 73’tür. Yani, İslamcılara göre, Kur’an ayetlerinde “tak-
dim-tehir” söz konusu olduğu içindir ki, Yunus kıssası (masalı) ile ilgili ayetleri,
surelerin Kur’an’daki sırasına göre değil, “nüzul” (iniş) sırasına göre okuyup an-
lamak gerekir. Bu yapılacak olursa ve örneğin Enbiya Suresi’nden daha önce na-
zil olmuş olan (inen) Saffat Suresi’nin Yunus’la ilgili ayetlerini okuduktan sonra,
Enbiya Suresi’ndeki aynı konu ile ilgili ayetler okunacak olursa, bu takdirde “tu-
tarsızlık” olmadığı ortaya çıkacaktır. Çünkü Enbiya Suresi’nin, “(Ey Muham-
med!) Zünnûn hakkında söylediğimizi de an...” tümcesinin anlatmak istediği şey
kolaylıkla anlaşılmış olacaktır!

Hemen belirtelim ki, İslamcıların bu iddialarının geçerli ve bilimsel nitelikte


hiçbir yönü yoktur. Çünkü bir kere, bir kitabı (örneğin, Kur’an’ı) okurken, onu
sondan ya da orta kısımdan başlayıp başa doğru okumayız! Kitaptaki sıraya göre
okur ve okuduklarımızı bu sıraya göre değerlendiririz. Ve esasen İslamcıların söy-
lemelerine göre, Kur’an’daki surelerin ve ayetlerin sırasını saptayan, düzenleyen
bizzat Tanrı’dır ve Tanrı bu sırayı, ayetlerin nüzul (iniş) sırasına göre ayarlama-
mıştır. Eğer surelerin ve ayetlerin nüzul (iniş) sırasına göre okunmalarını istemiş
olsaydı, bunu açıkça bildirir ve örneğin derdi ki, “Surelerde ve ayetlerde takdim-

268
tehir vardır. Bu itibarla, kitabı surelerin ve ayetlerin nüzul sırasına göre oku-
yun”; oysa böyle bir şey yok. Eğer, Muhammed’in söylediği gibi, surelerin ve ayet-
lerin Kur’an’daki sıralarını düzenleyen ve Kur’an’ın buna göre okunmasını em-
reden bizzat Tanrı ise, bunun dışında bir yol aramak, yani sureleri “nüzul” sıra-
sına göre okumak, Tanrı’ya karşı gelmek olmaz mı? Bundan çıkan sonuç şu ki,
“takdim-tehir” vardır diyerek, Kur’an’ı, Kur’an’da belirtilen sıra dışında okumak
ve bu doğrultuda bir değerleme yoluna sapmak, İslamcılara göre dahi Tanrı’nın
iradesine aykırılık demektir.

Üstelik bir de şu var ki, Kur’an’daki surelerin ve ayetlerin nüzul sırası konu-
sunda kesinlik olmadığı söylenir; hangi surenin ve hangi ayetin ne zaman ve ne-
rede indiği hususu tartışmalıdır. Bu itibarla, ayetleri “mushaf sırasına göre” (ya-
ni, Kur’an’daki sıraya göre) okurken rastlayacağımız çeşitli karışıklık ve uyum-
suzluk yanında, bir de surelerin ve ayetlerin “nüzul” sırasının ne olduğunu araş-
tırmaya kalkışacak olursak, o zaman tam anlamıyla işin içinden çıkılmaz bir du-
rum yaratmış olmaz mıyız?

Bütün bunlar bir yana, bir an için İslamcıların dedikleri şekilde yapsak ve
Kur’an’daki ayetleri “takdim-tehir” esasına göre okumuş olsak dahi, yine de Yu-
nus kıssası ile ilgili hükümlerin tertipsizliğine, tutarsızlığına ve anlamsızlığına
tanık olur, bu kıssa hakkında doğru dürüst bir fikir edinme olasılığını bulamayız.
Bakınız neden:

Yunus’la ilgili sure ve ayetlerin “mushaf tertibine” (yani, Kur’an’daki yerle-


rine) göre sıraları şöyle:

4. sıradaki Nisa Suresi’nin 163. ayeti;

10. sıradaki Yunus Suresi’nin 98. ayeti;

21. sıradaki Enbiya Suresi’nin 87. ayeti;

37. sıradaki Saffat Suresi’nin 147 vd... ayetleri;

68. sıradaki Kalem Suresi’nin 48., 49. ve 50. ayetleri.

Yukardaki sure ve ayetleri, nüzul (iniş) sırasına göre yan yana dizerek ince-
leyecek olursak durum şu olur:
269
Kalem Suresi 2. sure olarak inmiştir. Yunus Suresi 51. sure olarak inmiştir.
Saffat Suresi 56. sure olarak inmiştir. Enbiya Suresi 73. sure olarak inmiştir. Ni-
sa Suresi 76. sure olarak inmiştir.

Şimdi geliniz, İslamcıların sözünü ettikleri “takdim-tehir” esasına, daha


doğrusu surelerin ve ayetlerin “nüzul” (iniş) sırasına göre “Yunus” ve “Yunus
kıssası” hakkındaki hükümlerden fikir edinmeye çalışalım.

Tanrı’dan ikinci sure olarak “nazil” olduğu (indiği) söylenen Kalem Sure-
si’nin 48., 49. ve 50. ayetlerinde şöyle yazılıdır:

“(Ey Muhammed!) O halde sabret Rabbinin hükmüne de sahibi hut gibi


olma, hani öfkeye boğulmuştu da nida etmişti. Rabbinden bir nimet ye-
tişmiş olmasa idi, ona, elbette o fazaya fena bir halde atılacaktı. Fakat
Rabbi ona istifa buyurdu da salihinden kıldı...” (Kalem Suresi, ayet 48-
50). 5

Yani, bu ayetlere göre Tanrı, Muhammed’e sabretmesini ve “sahibi hut” gibi


olmamasını bildiriyor. Bildirirken de, “sahibi hut”un öfkeye boğulduğunu, öfke-
liyken Tanrı’ya dua edip yalvardığını (nida ettiğini) söylüyor; “Eğer Tanrı’dan bir
nimet yetişmemiş olsaydı, kendisini fazaya (yani, “ıssız bir diyara”, (“çıkarıldığı
açıklığa”) atılmış bulacaktı” diye ekliyor. Ve nihayet Tanrı’nın onu seçtiğini, ona
vahiy verdiğini ve onu “salihlerden” (iyilerden) kıldığını anlatıyor!

Görülüyor ki, Tanrı’dan ikinci sırada olmak üzere nazil olduğu (indiği) söy-
lenen Kalem Suresi’nin ilgili bu ayetlerini okumakla hiçbir şey anlayamıyoruz;
daha doğrusu bu ayetlerin Yunus’la ilgili olduğunu bilemiyoruz. Çünkü bir kere
“sahibi hut” (sahib-ül-hut) diye birisinden söz edilmekte! Ne demektir “sahibi
hut” ve kimdir bu “sahibi hut”? Tanrı daha önce bir şey bildirmemiş ki bilelim!
Bu ayetlerde “hut” sözcüğü “balık” karşılığı olarak kullanılmış oluyor ki, bu şek-
liyle “sahibi hut” deyimi “balık sahibi” anlamına geliyor. Pek güzel, ama kimdir
bu “balık sahibi” denen kişi ve neden dolayı ona bu lakap uygun bulunmuştur?

5
Elmalılı H. Yazır’ın çevirisinden. Diyanet’in çevirisi şöyle: “Ey Muhammed! Sen Rabbinin
hükmüne kadar sabret, balık sahibi Yunus gibi olma, o, pek üzgün olarak Rabbine seslenmişti.
Rabbinin katından ona bir nimet ulaşmasaydı, kınanmış olarak sahile atılacaktı. Rabbi onu
seçip iyilerden kıldı..”(Kalem Suresi, ayet 48-50).

270
Bilmemize imkân yok; çünkü dediğimiz gibi, bu ayetler, Tanrı’nın Alak Sure-
si’nden sonra ikinci sure olarak indirdiği Kalem Suresi’nin ayetleridir. Ne bu su-
rede, ne de daha önceki Alak Suresi’nde bu konuda herhangi bir bilgi bulunma-
maktadır.

Yorumcuların söylemesine göre, Kalem Suresi’nde geçen “sahib-ül-hut” de-


yimiyle anlatılmak istenen kişi “Yunus Peygamber”dir. Pekiyi, ama neden dolayı
Tanrı, bu kişinin “Yunus” olduğunu açıklamaz da, onu “sahibi hut” diye tanım-
lar? Ve neden “sahibi hut” diye tanımladığı Yunus hakkında herhangi bir bilgi
vermez? Yine bunun gibi, yukarıdaki ayetlerde “sahibi hut”un öfkeye kapılıp
Tanrı’ya seslendiği, niyaz ettiği, Tanrı’nın da onu seçtiği ve “salihlerden” kıldığı
yazılı. İyi, ama neden Yunus öfkelenmiştir ve neden Tanrı Muhammed’e, “Sen
Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi olma...” demektedir,
bilemiyoruz! Çünkü Tanrı daha önce bununla ilgili bir şey söylemiş değil! Bütün
bu bilemediğimiz şeyler hakkında fikir edinebilmemiz için, Tanrı’nın daha sonra
indirdiği sureleri ve ayetleri okumamız gerekecektir. O zaman anlayacağız ki,
Yunus, bir gemide giderken denize atılmış ve bir balık tarafından yutulmuş, bir
süre balığın karnında kalmış ve sonra Tanrı tarafından kurtarılmıştır; ve bundan
dolayıdır ki, Tanrı onu bu yukarıdaki surede “sahibi hut” olarak çağırmıştır ki, bu
deyim, Yunus’un balığın karnının içinde kaldığını ifade etmektedir.

Gerçekten de, Tanrı’nın, Kalem Suresi’nden sonra Yunus kıssası ile ilgili
olarak indirdiği ayetler, Yunus Suresi’nde bulunmakta; bu sure, nüzul sırası iti-
bariyle 51. sırayı işgal etmekte. Daha başka bir deyimle, Tanrı, Kalem Suresi’nin
yukarıdaki ayetlerinden sonra 49 surelik bir atlama ile Yunus Suresi’ni indirmiş,
fakat bu 49 sure boyunca Yunus kıssasına değinmemiştir. Konuya Yunus Sure-
si’nin 98. ayetiyle yer vermiştir. Hemen belirtelim ki, surenin başlığına bakılarak
sanılır ki, burada Yunus hakkında bilgi verilecek ya da Yunus kıssası anlatılacak-
tır. Oysa hiç de öyle değil! Çünkü 109 ayetten oluşan Yunus Suresi’nin sadece
bir tek ayeti Yunus’la ilgilidir ki, o da 98. ayettir:

“Bir kasaba halkı inanmalı değil miydi ki, imanları kendilerine fayda
versin! İşte Yunus’un milleti, inandığı zaman, dünya hayatında rezilli-

271
ği gerektiren azabı onlardan kaldırdık ve onları bir süre daha bu dün-
yada geçindirdik” (Yunus Suresi, ayet 98).

Görüldüğü gibi burada karşımıza Yunus ve Yunus’un milleti çıkmakta! An-


cak kimdir bu Yunus ve kimlerdir Yunus’un milleti? Ne yapmışlardır da azaba
sokulmuşlar ve sonra azaptan kurtarılmışlardır, belli değil! Bu sorulara yanıt bu-
labilmek için, daha sonra inmiş olduğu kabul edilen sureleri incelememiz gereki-
yor. Bunu yaptığımız zaman yarım yamalak şunu anlıyoruz ki, Yunus, kendi
kavmi tarafından inkâr edildiği için öfkelenerek aralarından ayrılmıştır; fakat
kavmi, Tanrı’dan gelecek azabı hissedince pişman olup Tanrı’ya yalvarıda bu-
lunmuş ve Tanrı da onları bağışlamıştır.

Gerçekten de 56. sırada nazil olduğu (indiği) kabul edilen Saffat Suresi’nde
-ki bu sure Kur’an’da 37. sıradadır- Tanrı’nın, “Doğrusu Yunus da gönderilen
peygamberlerdendi” (Saffat Suresi, ayet 139) dediği yazılıdır. Ve işte şimdi Yu-
nus’un bir peygamber olarak iş gördüğünü anlıyoruz. Bunu izleyen sekiz ayet
Yunus kıssasından söz etmekte; ancak pek yetersiz bir şekilde. Okuyalım ayetleri:

“Hani o (Yunus), dolu bir gemiye binip kaçmıştı. Gemide olanlarla kar-
şılıklı kura çektiler de, kaybedenlerden oldu. Yunus kendini kınayıp
dururken, onu bir balık yuttu. Eğer Allah’ı tespih edenlerden olmasay-
dı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı. Halsiz bir
vaziyette kendisini dışarı çıkardık. Ve üstüne kabak türünden geniş
yapraklı bir nebat bitirdik. Onu, yüz bin veya daha çok kişiye peygam-
ber olarak gönderdik. Sonunda da ona iman ettiler, bunun üzerine biz
de onları bir süreye kadar yaşattık... “ (Saffat Suresi, ayet 140-148).

Görüldüğü gibi, bu satırlardan anlam çıkarmak mümkün değil. Burada Yu-


nus kıssası anlatılmak isteniyor, ama yetersiz bırakılıyor. Ne olmuş da Yunus “do-
lu” bir gemiye binip kaçmıştır? Neden dolayı gemidekilerle kura çekmiştir? Ne-
den dolayı kendini kınamıştır ve nasıl olmuş da kendini kınarken balık tarafın-
dan yutulmuştur? Balığın karnında ne kadar kalmıştır? Ve nasıl olmuş da balığın
karnında canlı kalabilmiştir? Ve neden Tanrı, onu balığın karnından “halsiz” ola-
rak çıkardıktan sonra, kabak türünden geniş yapraklı bir nebat bitirmiştir? Ve
nihayet onu kimlere peygamber olarak göndermiştir? Evet, bütün bunlar hurafe

272
niteliğinde şeyler; kıssa olabilecek yeterlilikte bile değil! Nitekim Tanrı, pek muh-
temelen bu anlatılanların yetersiz olduğunu düşünmüş olmalıdır ki, daha sonra
73. sırada olmak üzere indirdiği Enbiya Suresi’nde, yine Yunus konusuna de-
ğinmiş bulunmakta (bu sure Kur’an’da 21. sıradadır); fakat yine de yeterli bir
bilgi vermiş değil! Sadece iki ayetlik bir değinmeyle yetinmiş! Enbiya Suresi’nin
87. ve 88. ayetleri şöyledir:

“(Ey Muhammed!) Zünnûn hakkında söylediğimizi de an. O, öfkelene-


rek giderken, kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı; fakat sonun-
da karanlıklar içinde, ‘Senden başka Tanrı yoktur, sen münezzehsin,
doğrusu ben haksızlık edenlerdenim’ diye seslenmişti. Biz de ona cevap
verip, onu üzüntüden kurtarmıştık, inananları böyle kurtarırız” (Enbi-
ya Suresi, ayet 87-88).

Dikkat edileceği gibi, burada “Zünnûn” deyimi geçiyor ve “Zünnûn”un öfke-


lenerek gittiği, karanlıklar içinde Tanrı’ya seslenerek pişmanlık gösterdiği, Tan-
rı’nın da onu üzüntüden kurtardığı anlatılmakta! Pek güzel, ama kimdir bu
“Zünnûn”? Bunun kim olduğunu anlamaya çalıştığımız zaman görüyoruz ki,
“Zünnûn” deyimi “Zün” ile “Nûn” sözcüklerinden oluşmuş bir deyimdir.
“Zün”‘sözcüğü “sahip” demektir. “Nûn” ise, yorumcuların söylemesine göre “bü-
yük balık” anlamındadır. Bazı yorumcular Yunus’u yutan balığın “ennûn” adın-
da bir balık olduğunu söylerler. Şu hale göre, “Zünnûn” deyimi “balık sahibi”
demek oluyor. Yani, bu sözcüklerle anlatılmak istenen kişi Yunus’tur. Ve işte yu-
karıdaki ayetler, Yunus’un, kendi kavminden öfkelenerek uzaklaştığını, sonra
büyük bir balık tarafından yutulduğunu, balığın karnındayken (karanlıklar için-
deyken) Tanrı’ya dua ettiğini ve “Ben haksızlık edenlerdenim” dediğini, sonra
Tanrı tarafından üzüntüden kurtarıldığını bildirmiş olmakta! Ancak, Enbiya Su-
resi’nin bu ayetleri, Yunus kıssası hakkında yine de doğru dürüst bir fikir vermiş
değil.

Yunus’la ilgili hususları içermek bakımından, Enbiya Suresi’nden sonra


“nazil” olan (inen) sure Nisa Suresi’dir. Zira “nüzul” sırasına göre Enbiya Suresi
73. sırada, Nisa Suresi ise 76. sıradadır (bilindiği gibi, Nisa Suresi Kur’an’da dör-
düncü sıradadır). Nisa Suresi’ndeki ayet şöyledir:

273
“Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da
vahyettik. Ve (nitekim) İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, esbata
(torunlara), İsa’ya, Eyüb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik.
Davud’a da Zebur’u verdik” (Nisa Suresi, ayet 163).

Görüldüğü gibi ayet, “peygamber”lerin adlarını karmakarışık bir şekilde sı-


ralamış: örneğin, İsa, sıralamada en sonda olması gerekirken ortaya alınmış; da-
ha başka bir deyimle, İsa’nın adı, Eyüb’den, Yunus’tan, Harun’dan, Süley-
man’dan ve Davud’dan sonra anılması gerekirken, onlardan öne alınmış. Öte
yandan, bu surede Yunus kıssasıyla ilgili herhangi bir açıklama yok! Sadece Yu-
nus’un adı var.

Bütün bu yukarıda belirttiklerimizden anlaşılıyor ki, sureleri, ister mushaf


sırasına (Kur’an’daki sıraya) göre, isterse nüzul (iniş) sırasına göre ele alalım,
Yunus kıssası hakkında fikir edinmemiz mümkün değil; anlatılanlar hep bölük
pörçük bir şekilde ve başı sona, sonu başa geçirilmiş olarak anlatılmıştır. Muh-
temelen denecektir ki, konu hakkında fikir edinmek için Kur’an ayetleriyle bir-
likte hadisleri de göz önünde tutmak gerekir. Evet, ama bunu dahi yapmış olsak
ve örneğin Sahih-i Buhari’ye ya da Abu İshak al-Şa’labi’nin Ara’is al-macalis ya
da Tafsir al-Tabari ve ayrıca Tarih al-Tabari gibi kaynaklara göz atsak bile yine de
olumlu bir sonuç almamız mümkün değil. Tıpkı diğer konularda olduğu gibi, Yu-
nus kıssası konusunda da fikir edinebilmek için Yahudilerin Tevrat’ına başvur-
mamız gerekir. Bu kıssa orada, fikir silsilesi dairesinde anlatılmıştır. Şimdi geli-
niz, Tevrat’ın (Ahd-i Atiyk’in) “Yunus” başlığını taşıyan kitabında anlatılan Yunus
kıssasını kısaca özetleyelim:

Tanrı, Nineve (Musul’daki bir şehir) denen büyük bir kentin halkının kötü-
lüklerinden haberdar olur; bu halkı yola getirmek için Amitay’ın oğlu Yunus’a
emreder: “Kalk, Nineve’ye, o büyük şehre git ve ona karşı çağır; çünkü onların
kötülüğü benim önüme kadar geldi.” Fakat Yunus, Tanrı’nın bu emrini duyma-
mazlıktan gelip Yafa’ya kaçar ve orada Tarşiş’e giden bir gemiye biner. Bunu gö-
ren Tanrı, denizin üzerine büyük bir rüzgâr gönderir; fırtınanın şiddetinden ge-
mi sallanmaya başlar. Neredeyse sarsıntıdan batacaktır. Gemidekiler telaşa kapı-
lırlar ve kendilerine hafiflik olsun diye gemide bulunan birçok şeyi denize atar-
274
lar! Yunus ise geminin dip ambarında derin bir uykuya dalmış olarak yatmakta-
dır. Geminin kaptanı Yunus’u uyandırır ve “Kalk, kendi Allah’ını çağır, belki Al-
lah bizi anar da helak olmayız” der. Öte yandan gemide bulunanlar birbirlerine,
“Gelin de kura çekelim ve bilelim kimin yüzünden bu bela başımıza geldi” derler.
Kura çekerler ve kura Yunus’a isabet eder. Bunun üzerine gemidekiler, bu başla-
rına gelen bela hakkında Yunus’tan bilgi edinmek isterler. Yunus onlara anlatır
ki, denizin kabarması, kendisinin Tanrı’dan kaçmak istemesi yüzündendir. Ge-
midekiler Tanrı’ya yalvarırlar: “Ah ya Rab, yalvarıyoruz, bu adamın (Yunus’un)
canından ötürü helak olmayalım ve suçsuz kanı üzerimize yükleme...” Ve sonra
Yunus’u yakalayıp denize atarlar; attıkları an denizin kudurması yatışır. Bunu
görünce Tanrı’dan korkmaya başlarlar; hemen kurban kesip adak adarlar. Bu-
nun üzerine Tanrı, büyük bir balık hazırlar; amacı Yunus’u bu balığa yutturmak-
tır. Yunus, balığın karnında üç gün üç gece kalır (Tevrat (Eski Ahit), “Yunus”,
Bap I: 1-17) ve kaldığı süre boyunca yalvarıp yakarıp Tanrı’dan başka “Tanrı”
olmadığını, kurban kesip adak adayacağını anlatır. Bu yalvarılardan hoşnut olan
Tanrı, balığa buyrukta bulunur ve balık, karnındaki Yunus’u kusup karaya bıra-
kır.( Tevrat, “Yunus”, Bap 2: 1-10) Ve Tanrı tekrar Yunus’a emrederek, “Kalk,
Nineve’ye, o büyük şehre git ve sana söyleyeceğim sözleri ona çağır” der. Yunus,
Tanrı’nın dediği gibi yapar ve Nineve’ye giderek halkı uyarır: “Daha kırk gün var
ve Nineve yıkılacak” der. Bunu duyan halk, Tanrı’ya inandıklarını söylerler ve
oruç ilan ederler. Bütün bu olan bitenlerden haberdar olan Nineve Kralı, hemen
kalkar, kaftanını çıkarıp çula sarınarak kül üzerine oturur. Ve sonra bir fermanla
halkı kötülüklerden ve zorbalıklardan vazgeçmeye çağırır: “Kim bilir? Belki Al-
lah... nadim olur ve kızgın öfkesinden döner de, yok olmayız.” Ve Allah, Nineve
halkının doğru yola girdiğini anlayınca, nadim olur ve onları bağışlar.( Tevrat,
“Yunus”, Bap 3: 1-10.) Ancak, Yunus alınganlık gösterir ve Tanrı’ya, “Ya Rab, ben
daha memleketimdeyken bunları söylemedim mi?” diye yakınır; yaşamaktansa
ölmeyi tercih ettiğini belirterek, “Ya Rab! Niyaz ederim canımı benden al” der.
Fakat Tanrı ona, öfkelenmenin iyi bir şey olmadığını hatırlatır. Yunus kentten
çıkıp, kentin doğu kısmında bir yere gider; kendisine bir çardak yapar. Böylece
kente ne olacağını uzaktan görebilecektir. Tanrı, Yunus’u kötü halinden kurtar-

275
mak için bir plan düşünür: bu plan gereğince, Yunus’un başına gölge olsun diye
bir asmakabağı hazırlar. Yunus buna çok sevinir. Ancak Tanrı, ertesi gün sabah
olurken bir ağaç kurdu gönderir ve kurt asmakabağını kemirip kurutur. Gölgesiz
kalan Yunus, güneşin kavurucu sıcağı ve Tanrı’nın ayrıca gönderdiği yakıcı “do-
ğu yeli” yüzünden bayılır; öfkelenip, “Benim için ölmek, yaşamaktan iyidir” diye-
rek kendisi için ölüm diler. Tanrı, ona öfkelenmekte haklı olmadığını anlatmak
için şöyle der: “Sen emeğini çekmediğin ve büyütmediğin asmakabağına acıyor-
sun; o kabak ki, bir gecede çıktı ve bir gecede yok oldu. Ya ben, Nineve için, o bü-
yük şehir için, acımayayım mı ? O şehir ki, orada sağını solunu seçemeyen yüz
yirmi binden ziyade insan var, birçok da hayvan var”( Tevrat, “Yunus”, Bap 4: 1-
11.)

Tevrat’taki Yunus hikâyesi burada bitiyor; görüldüğü gibi, anlatılanlar akla,


mantığa ve Tanrı’nın yüceliği fikrine ters düşen ve hurafe niteliğinden ileri ge-
çemeyen şeyler olmakla beraber, hiç değilse başı sonu belli ve masal şeklinde
okunup geçilecek şekilde anlatılmış. Yani bölük pörçük bir şekilde Tevrat’ın ora-
sına, burasına dağıtılmamış. Oysa Kur’an’da durum çok farklı; zira biraz yukarı-
da gördüğümüz gibi, Yunus hikâyesi, Kur’an’ın çeşitli surelerinin, birbirleriyle
ilişkisiz çeşitli ayetleri arasına hiçbir suretle anlaşılamayacak şekilde sıkıştırılmış
bulunmakta.

Şimdi sorulacak olan soru şudur: Neden dolayı Muhammed Tevrat’taki Yu-
nus kıssasına özenmiş ve bu hikâyeyi Kur’an’a aktarmak istemiştir? Sebep şu:

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Tevrat’taki hikâyeye göre Yunus, kendi kavmini


putataparlıktan kurtarmak ve Tanrı’ya inandırmak istiyor; fakat kavmi onu inkâr
ediyor ve o da kızarak aralarından ayrılıyor. Fakat az geçmeden Yunus’un kavmi,
onun haber verdiği azabın geleceğini anlayıp pişmanlık duyuyor ve Tanrı’ya yal-
varıyorlar. Tanrı da onlardan azabı kaldırıyor.

Ve işte Tevrat’ta anlatılan bu hikâyeyi Muhammed, kendi içinde bulunduğu


durumu göz önünde tutarak Kur’an’a almıştır. Çünkü kendisini Mekke’de “pey-
gamber” olarak ilan ettiği zaman kendi kavminin insanları, “peygamberlik” gibi

276
bir görevi ona yakıştıramamış, onu alaya almışlardı. Mekkeliler kendi aralarında,
“Allah Ebu Talib’in yetiminden (Muhammed’den) başka bir resul bulamadı mı?”
diye konuşmaktaydılar. 6 Mekke döneminde henüz güçlü olmadığı ve kılıç yoluyla
iş göremeyeceğini bildiği için Muhammed, daha önceki “peygamberlerin” kendi
kavimleriyle olan ilişkilerini örnek vermek suretiyle, çevresindekileri etkileyebi-
leceğini düşünmüştür. Tevrat’taki Yunus masalını, nice örneklerden biri olarak
vermesi bundandır. Ancak, Tevrat’ta anlatılanları aynen almış olmamak için, yu-
karıda belirttiğimiz şekle sokmuş, sokarken de tutarsızlıklar ve anlaşılmazlıklar
yaratmıştır.

6
Elmalılı H. Yazır, age, c.4, s.661 vd.

277
XII - KUR’AN’DAKİ KISSALAR (HİKÂYELER, MASALLAR) BÖLÜK
PÖRÇÜK, ÇOĞU KEZ KOPUK, BAŞI SONU BELİRSİZ ŞEKİLDE AN-
LATILIR

Biraz yukarıda gördük ki Kur’an, birbiriyle ilgisi olmayan konuların uyum-


suz ve tutarsız şekilde yan yana ya da iç içe getirilmiş olarak yer aldığı bir kitap
görünümündedir. Fakat bundan başka bir de şu var ki, “kıssa” şeklinde anlatılan
masallar ve efsanevi hikâyeler de, aynı uyumsuzluk ve tutarsızlık içerisinde, an-
laşılması olanaksız şekillere sokulmuştur. Herhangi bir olayın ya da hikâyenin
başı ve sonu belli değildir; çoğu kez hikâyenin sonu başa, başı sona alınmış ya da
çeşitli surelerin çeşitli konuları arasına dağınık olarak dağıtılmıştır; ya da olaylar
çeşitli surelerde ve hiç gereği olmayan yerlerde bölük pörçük anlatılmıştır. Veri-
lebilecek örnekler pek çok. Bunlardan birkaçı şöyle:

Kur’an’ın en önemli kıssalarından biri olan Âdem ile eşinin hikâyesini Mu-
hammed, Tevrat’ın “Tekvin” kitabından almıştır. Ancak, “Tekvin”de bu hikâye
bir dizi şeklinde ve okuyucu tarafından kolaylıkla anlaşılır olmak üzere anlatıldığı
halde, Kur’an’da karmakarışık bir şekilde, çeşitli surelerin çeşitli ayetleri arasına
atılmış olarak anlatılmıştır. Gerçekten de, Tevrat’ta Tanrı’nın, gökleri, yeri ve
bütün evreni oluşturduktan sonra Âdem’i topraktan yaptığı, onun burnuna hayat
nefesi üflediği ve onu Aden bahçesine yerleştirdiği, bu bahçenin ortasına güzel
bir ağaç diktiği, bu ağacı “iyilik ve kötülüğü bilme” ağacı olarak adlandırdığı ve
sonra Âdem’e, “Bahçenin her ağacından istediğin gibi ye; fakat iyiliği ve kötülü-
ğü bilme ağacından yemeyeceksin; çünkü, ondan yediğin günde mutlaka ölür-
sün” dediği; ve sonra Âdem’in kaburga kemiğinden birini alıp etle sardığı ve böy-
lece Âdem’e eş olarak Havva’yı verdiği; fakat hayvanların en hilekarı olan yılanın
Havva’yı kandırıp ona bahçedeki yasak ağacın meyvelerinden yedirttiği, Hav-
va’nın teklifi üzerine Âdem’in dahi yasak ağaçtan yediği, fakat bu suçlarının Tan-
rı tarafından keşfedilmesi üzerine her ikisinin de cennet bahçesinden çıkarılıp
yeryüzüne kondukları ve daha sonra Âdem’in zürriyetinden gelen kuşakların
oluştuğu vd... hep düzenli ve anlaşılır şekilde anlatılmıştır. Her ne kadar bu anla-
tılanların bilimsel ve deneysel bir değeri olmamakla beraber, hiç değilse okuyu-
cuya, hayali nitelikte dahi olsa, bir şeyler bellettiği ortadadır. Oysa ki, bu aynı
hikâye Kur’an’a, bazı değişikliklerle, fakat tam anlamıyla uyumsuz, tutarsız, çoğu
kez başı sona ve sonu başa gelecek şekilde, çeşitli surelerin ayetleri arasına geli-
şigüzel serpiştirilmiş olarak anlatılmıştır. Örneğin, ilk insan sayılan Âdem’in (ve
eşinin) yaratılışları anlatılmadan önce, cennetteki yaşamları ve şeytan tarafından
kandırılmaları ele alınmış; daha sonra Âdem’in Tanrı tarafından peygamber ola-
rak seçilmesi anlatılmış; bundan sonra Tanrı’nın Âdem ile eşini yaratıp cennete
koyduğu belirtilmiş; daha sonra Âdem’in eşinin şeytan tarafından kandırılmasına
dönülmüş ve bunun sonucu olmak üzere onun Âdem’le birlikte yasak emrini
çiğnemeleri sergilenmiş ve böylece Âdem hikâyesi ne başı, ne de sonu belli olmaz
bir şekle sokulmuştur. Üstelik de, çeşitli surelerde yarım yamalak tekrarlanma-
larla ele alınmıştır. Örneğin, Bakara (ayet 30), Al-i İmran (ayet 33), A’raf (ayet
19-25), Hucurat (ayet 13), Necm (ayet 45), Kıyamet (ayet 39), Leyl (ayet 3),
Secde (ayet 6-9), Ta-Ha (ayet. 117-123), Sad (ayet 75-83) gibi surelerin çeşitli
ayetlerinde, Âdem ile eşinin hikâyesine değinilir. Fakat hiçbirinde bu hikâye ta-
mam olarak ve anlaşılır şekilde ele alınmış değildir. Âdem hikâyesi, ister surele-
rin ve ayetlerin Kur’an’daki sırasına göre, isterse “takdim-tehir” esasına göre
okunsun, fark etmez; her ne şekilde okunursa okunsun, Âdem ve eşi ile ilgili
hikâye hakkında doğru dürüst bir fikir edinmek mümkün değildir; edinebilmek
için Tevrat’ı incelemek gerekir. Bakınız neden:

Âdem’le ilgili hikâye, Kur’an’ın baştan ikinci sırasında yer alan Bakara Su-
resi’yle ilk kez karşımıza çıkar. Fakat sure, Âdem’in kim olduğunu, nasıl yaratıl-
dığını, neyle emrolunduğunu... anlatan ayetlerle başlamaz. Surenin ilk başların-
da yer alan otuz ayet boyunca, Kur’an’ın “şüphe” götürmeyen ve “müttaki”ler
(sakınanlar ve arınmak isteyenler) için yol gösterici bir kitap olduğundan,
Kur’an’a inananların kurtuluşa çıkacaklarından, kâfirlerin azaba sokulacakların-
dan söz edilir. Âdem’le ilgili hikâyeye, Bakara Suresi’nin 30. ayetiyle başlanır.
Daha başka bir deyimle, 30. ayete gelinceye kadar anlatılanlar, insan sorunlarıyla

279
ilgilidir, ama insanın nasıl ve neden yaratıldığı hakkında fikir vermiş değildir!
Bakara Suresi’nin 30. ayetinde, hiç yeri ve ilgisi yokken, Tanrı’nın birdenbire bü-
tün meleklere hitaben, “Ben yeryüzünde bir halife yapacağım” diyerek Âdem’den
söz ettiği görülür (Bakara Suresi, ayet 30). Bunu, “Ey Âdem, eşyanın isimlerini
meleklere anlat...” (Bakara Suresi, ayet 31) şeklindeki bir ayet izler. Ayette geçen
“yapacağım” sözcüğünün “halkedeceğim” (“yaratacağım”) anlamına gelip gel-
mediği tartışmalıdır. “Halife yapacağım” ile “halife yaratacağım” şeklindeki ifa-
deler birbirinden farklı sonuç yaratacak nitelikte deyimlerdir. Çünkü “halife ya-
pacağım” deyimi, yaratılmış olan bir kişiye halifelik görevinin verilmesi anlamını
taşır; yani, bu deyimle Tanrı, “Kendi irademden kudret ve sıfatımdan ona bazı
salahiyetler (yetkiler) vereceğim ve o bana izafeten, bana niyabeten mahlûkatım
(yaratıklarım) üzerinde birtakım tasarrufata sahip olacak(tır)...” 1 demek istemiş
olur. Eğer bu böyle ise, insanın yaratılmış olduğunun kabulü gerekir; oysa daha
önceki ayetlerde, insanın yaratılışıyla ilgili herhangi bir açıklama yok. Öte yan-
dan, eğer ayetteki deyimin “halife yaratacağım” şeklinde anlaşılması gerekiyorsa,
bu takdirde insanın yaratılışının anlatılmasına geçilmesi gerekirdi ki, o da yok!
Böylece, Âdem’le ilgili hikâye, daha ilk takdim şekliyle anlaşılmazlık ve tutarsız-
lıklarla dolu görünmekte.

Şimdi bu anlaşılmazlıkları ve bu tutarsızlıkları göz ardı edebilmek için İs-


lamcılar muhtemelen diyeceklerdir ki, Bakara Suresi, her ne kadar Kur’an’ın
başında, ikinci sırada bulunmakla beraber, nüzul (iniş) sırası itibariyle 87. sure-
dir; oysa daha önce inmiş olan sure ve ayetlerde insanın yaratılışı hikâye edilmiş-
tir! Bu itibarla sure ve ayetleri “takdim-tehir” esasına vurmak gerekir! Daha ön-
ce de değindiğimiz gibi, herhangi bir kitabı okurken, bu kitabın arka ya da orta
sayfalarından başlayarak okumak diye bir şey olamayacağına göre, bu iddiayı cid-
diye alamayız. Öte yandan, biraz ileride göreceğimiz gibi, ayetleri “takdim-tehir”
yoluyla inceleyip anlamaya dahi olanak yoktur. Bunun böyle olduğunu anlamak
için, biraz yukarıda kaldığımız yerden devam edelim:

1
Elmalılı H. Yazır, age, c. 1, s.299.

280
Bakara Suresi’nin 30. ayetinde Tanrı, “Ben yeryüzünde bir halife yarataca-
ğım” diye konuşmakta! Ancak, bu şekilde konuşurken ne demek istediği pek belli
değil. “Halife” sözcüğü, “vekil” ya da “temsilci” anlamlarına gelmekte. Evet, ama
Tanrı, nasıl bir “vekil” ya da nasıl bir “temsilci” yaratmak niyetindedir? Yarata-
cağı “halife” ne gibi yetkilere sahip olacaktır? Acaba bu şekilde konuşurken Tan-
rı, “Yarattığım halifeye (yani insana) kendi irademden, kudret ve sıfatımdan bazı
yetkiler vereceğim; o bana izafeten ve bana niyabeten bütün yaratıklar üzerine
birtakım eylem ve işlemlerde bulunacaktır; fakat ona verdiğim yetkileri kendine
özgü şeyler olarak kullanmayacaktır. Ancak, benim bir naibim, bir kalfam ola-
rak tasarrufta bulunacak, sadece benim iradelerimi, benim emirlerimi, benim
kanunlarımı uygulayacaktır; sonra onun arakasından gelenler ve ona halef ola-
rak görev yapanlar bulunacak” mı demek istemiştir, belli değil! Bazı yorumcula-
ra göre böyle görünmekte. 2 Fakat anlaşılan o ki, Tanrı, Âdem’i (insanı) yaratma-
dan önce melekleri yaratmıştır; çünkü, yukarıdaki ayette onlara hitaben “Yeryü-
zünde bir halife yapacağım” diyerek konuşmaktadır. Evet, ama bu melekler ne-
yin nesidir? Ne zaman, ne şekilde ve ne maksatla yaratılmışlardır? Görevleri sa-
dece Tanrı emirlerini “tebliğ” etmek midir, yoksa aynı zamanda Tanrı’nın gücü-
nü maddi şekilde ortaya koymak mıdır, yine belli değil. Bunlar daha önce anla-
tılması gerekirken, daha sonraya bırakılmış. Nitekim Kur’an’ın daha sonraki su-
relerinden öğrenmekteyiz ki, melekler hem Tanrı’nın vahiylerini gelip “peygam-
berlere” bildirmekte, hem de “cihat”, yani savaş hallerinde Tanrı’nın orduları
olarak iş görmekteler Görülüyor ki, bu hususlar hiç anlatılmadan, Tanrı’nın
Âdem’i “halife” yapacağı anlatılmakta! Pek güzel, ama bu Âdem nereden çıktı?
Ne şekilde yaratıldı? Âdem’in eşi var mıdır, yok mudur? Eşi varsa o ne şekilde
yaratılmıştır? Adı nedir? Hiçbir şey belli değil. Birazdan belirteceğimiz gibi, bü-
tün bunlar Kur’an’ın diğer yerlerinde bölük pörçük ele alınmıştır. Örneğin,
Âdem’in eşi hakkında bilgi edinebilmek için, Kur’an’ın dördüncü sırasında bulu-
nan Nisa ve 39. sırasında yer alan Zümer surelerine atlamamız gerekiyor. Zira
orada, Âdem’in eşinin Âdem’den yapıldığı yazılı; fakat adının ne olduğu açıklan-
mıyor. Oysa Tevrat’ta Âdem’in eşinin Havva adını taşıdığı bildirilmiştir;
2
“...Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım...” (Bakara Suresi, ayet 30) şek-
lindeki ayetin yorumu için bkz. Elmalılı H. Yazır, age, c.1, s.299-301.

281
Kur’an’da bu ad’a yer verilmemiş, sadece “Âdem’in eşi” denmiştir: muhtemelen,
“kadın” denen yaratığın “kötülük” kaynağı ve ikinci sınıf bir yaratık olduğu dü-
şünülerek böyle yapılmıştır. Bu hususu birazdan tekrar ele alacağız; fakat şimdi-
lik yukarıda kaldığımız yere dönelim.

Tanrı’nın “Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim” (Bakara Suresi, ayet 30)
demesi üzerine melekler direnirler; Tanrı’nın insandan “halife” yapmasını iste-
mezler. Çünkü insanın fesat çıkaracağını, yeryüzünü kana bulayacağını düşünür-
ler ve düşündüklerini Tanrı’ya bildirirler:

“...Bizler hamdinle seni tespih ve seni takdis edip dururken, yeryüzün-


de fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?”
(Bakara Suresi, ayet 30).

Bu satırları okurken kendi kendimize soruyoruz: “Melekler insan denen ya-


ratığın fesat çıkaracağını nereden ve nasıl bilmişlerdir? Geçmişi ve geleceği bilen
bir Tanrı insanların fesat çıkaracaklarını bilmez mi? Melekler Tanrı’dan daha mı
ileriyi görmüşlerdir ki, bu şekilde konuşmaktadırlar? Ve bu şekilde konuşmakla
Tanrı’yı bilgisiz bir duruma sokmuş olmuyorlar mı?” Fakat Tanrı onlara bunu
sormuyor; sadece, “Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim” demekle yetini-
yor (Bakara Suresi, ayet 30); yani, yeryüzünde bir halife yapmak hususunda ka-
rarlı olduğunu bildiriyor. Oysa birazdan göreceğiz ki, Tanrı’nın yarattığı insan,
meleklerin tahmin ettikleri gibi, fesat çıkaracak ve meleklere hitaben, “Sizin bi-
lemeyeceğinizi herhalde ben bilirim” diyen Tanrı yanılmış olacaktır!

Fakat yukarıdaki konuşmadan sonra beklenir ki, Tanrı Âdem’i nasıl ve ne


şekilde yarattığını açıklasın! Oysa bunu izleyen ayette Âdem’in yaratılması olayıy-
la ilgili bir şey yok. Âdem’in nasıl ve neden yaratıldığı hakkında bir fikir edine-
bilmek için, on üç surelik bir atlama ile Hicr Suresi’ne geçmemiz gerekiyor. Hicr
Suresi, Kur’an’da 15. sırada yer alan, fakat nüzul (iniş) sırası itibariyle 54. sırada
bulunan bir suredir. Ve işte Âdem’in yaratılışı hikâyesi, Hicr Suresi’nin ortaları-
na doğru, hiç yeri yokken orada ele alınmış olmakta. Alınırken, anlatılan konular-
la uyum sağlamak diye bir şey söz konusu değil! Hicr Suresi’nde Tanrı, “inkâr-
cı”lardan söz ederek konuşmaya başlar. Evvelce göndermiş olduğu peygamber-

282
lerden, suçluların kalplerine inkârcılık denen şeyi soktuğundan, gökte yarattığı
burçlardan, kulak hırsızlığı yapanlar müstesna belli bir kişinin peşine açık bir
alev sütunu düşürdüğünden, yeri uzatıp yaydığından, rızık sağladığından, rüzgâr-
ları aşılayıcı olarak gönderdiğinden, insanları diriltip öldürdüğünden, kıyamet
günü insanları toplayacağından söz ederken (Hicr Suresi, ayet 1-29), yani bir ko-
nudan bir başka konuya atlayarak konuşurken, birdenbire insanı nasıl yarattığı
konusuna geçer ve “Andolsun biz insanı (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş
kara balçıktan yarattık” (Hicr Suresi, ayet 26) deyiverir. Bunu dedikten sonra,
cinlerden söz eder; anlaşılan o ki, insanı yaratmadan önce cinleri yaratmıştır
(Hicr Suresi, ayet 27). Fakat cin denilen şey nedir? Cinleri ne şekilde yaratmış-
tır, belli değil! Bunu söyledikten sonra, daha önce meleklere insanı çamurdan ve
balçıktan yaratacağını bildirmiş olduğunu belirtir:

“Hani Rabbin meleklere demişti ki, ‘Ben kupkuru bir çamurdan, şekil-
lenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım. Ona şekil verdiğim ve
ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın’... “
(Hicr Suresi, ayet 28).

Dikkat edileceği gibi, anlatılanlarda bilimsel sıra ya da bilimsel nitelik diye


bir şey yok. Öte yandan, yukarıdaki ayete göre Tanrı, insanı yaratırken, malzeme
olarak “kupkuru çamur” ve “kara balçık” kullandığını söylüyor. Ancak, Kur’an’ın
diğer yerlerinde insanı, pek çeşitli malzemeden 3 yarattığını bildirmiştir. 4

Görülüyor ki, Kur’an’ın baştan ikinci sırasına yerleştirilen Bakara Sure-


si’nde belirtilmesi gereken hususlar, daha sonraki surelerde (örneğin, Kur’an’ın
15. sırasındaki Hicr Suresi’nde ve diğer surelerde) ele alınmıştır. Daha başka bir
deyimle Kur’an’daki Âdem hikâyesi, Âdem’in ne zaman, nasıl ve şekilde yaratıldı-
ğı belirtilmeden, sadece yarım yamalak bir şekilde anlatılmaya başlanmıştır.

3
Örneğin; çeşitli topraktan, pişmiş topraktan, çamur sülalesinden, pişirilmiş çamurdan, nutfe-
den, pıhtılaşmış kandan, bir çiğnem etten, kemikten, akıtılan bir meni damlasından, sudan ve
suyun süzülmüşünden
4
Örneğin; bkz. Fatır Suresi, ayet 11; Mü’min Suresi, ayet 67; Müddessir Suresi, ayet 34-40;
Alak Suresi, ayet 2; Rahman Suresi, ayet 14; En’am Suresi, ayet 2; Secde Suresi, ayet 7-9;
Mü’minûn Suresi, ayet 12-16; Hac Suresi, ayet 5; Necm Suresi, ayet 454-456; Abese Suresi,
ayet 17-23 vd.

283
Şimdi geliniz Âdem hikâyesine ilk kez değinen Bakara Suresi’nde kaldığımız yere
tekrar dönelim:

Tanrı, daha henüz Âdem’i yaratmadığı halde, “...bütün isimleri” Âdem’e öğ-
retmiş gibi yapar ve sonra isimlendirdiği bu şeyleri meleklere gösterip, “Eğer siz
sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin” der (Bakara Suresi,
ayet 31). Bunun üzerine melekler, “...Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih
ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alim ve
hakim olan ancak sensin” diye cevap verirler (Bakara Suresi, ayet 32). Yani,
Tanrı’nın sorusunu karşılayıcı bir yanıt da bulamazlar. Bunun üzerine Tanrı,
Âdem’e dönerek, “Ey Âdem! Onlara isimlerini söyle” diye emreder (Bakara Sure-
si, ayet 33). Görülüyor ki, yine anlaşılmazlıklar içerisindeyiz! Zira Tanrı’nın
Âdem’e hitaben, “İsimlerini söyle” dediği şey nedir, belli değil! Oysa ki, Tevrat’ta
(“Tekvin” kitabında), Tanrı’nın her kır hayvanını ve göklerin her kuşunu toprak-
tan yaptığı ve onlara isim koyma işini Âdem’e bıraktığı, Âdem’in de bütün sığırla-
ra ve göklerin kuşlarına isim koyduğu yazılıdır (Tevrat, “Tekvin”, Bap 2: 20). Ve
işte Muhammed, Tevrat’ta anlatılan bu hususları Kur’an’a alırken, “Ey Âdem!
Onlara isimlerini söyle” şekline sokmuştur.

Tanrı’nın emri gereğince Âdem isimleri söyler (Bakara Suresi, ayet 33). Fa-
kat bu isimleri o nereden öğrenmiştir, belli değil! Âdem isimleri sayarak, Tan-
rı’nın emrini yerine getirince, bu sefer Tanrı meleklere, “Âdem’e secde edin” diye
emreder. İblis hariç bütün melekler Âdem’e secde ederler. İblis büyüklük tasla-
yıp inkâr edenlerden, kâfirlerden olur (Bakara Suresi, ayet 34). Evet, ama iblis
neyin nesidir? Arapçada “iblis” diye bir sözcük yok; Arapçaya başka dilden gir-
miş. Yorumculardan kimine göre iblis, Tanrı’nın emrini dinlemediği için “kâfir”
olmuş sayılıyor! Kimine göre sadece Tanrı’nın emrine karşı kafa tutması değil,
fakat kibredip onu beğenmemesi nedeniyle de kâfir olmuştur! Kimine göre, Al-
lah’ı inkâr etmediği halde ona karşı kafa tuttu diye kâfir olmuş sayılıyor! Fakat
iblisin bu “küstah” tutumu karşısında Tanrı’nın ne yaptığı burada belli edilmiyor.
Sadece, “Hani biz meleklere (ve cinlere), ‘Âdem’e secde edin’ demiştik. İblis hariç
hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu”

284
(Bakara Suresi, ayet 34) diye konuştuğu bildiriliyor. Böylece hikâyenin bu nokta-
sında yeni bir kopukluk yaratılmış oluyor; bu kopukluk ileride, bir başka surede,
daha doğrusu Kur’an’ın yedinci sırasında bulunan A’raf Suresi’nde ve Âdem ola-
yının tekrarı sırasında ele alınıp giderilecektir. Oradan öğreneceğiz ki, iblisin
Âdem’e secde etmemesi üzerine Tanrı, “Ben sana emretmişken seni secde etmek-
ten alıkoyan nedir?” diye soracak ve iblis de Tanrı’ya, “Ben (Âdem’den) daha üs-
tünüm; çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın” (A’raf Suresi, ayet
12) diyecektir. Bunun üzerine Tanrı ona, “Öyleyse in oradan. Orada büyüklük
taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü, sen aşağılıklardansın” (A’raf Suresi,
ayet 13) diye emredecek ve iblis Tanrı’dan, “Bana (insanların) tekrar dirilecekle-
ri güne kadar mühlet ver” diyecek ve her ne hikmetse Tanrı ona bu mühleti ve-
recektir (A’raf Suresi, ayet 14-15). Tanrı’nın iznine karşılık iblis, biraz daha küs-
tahlaşarak, “Öyleyse beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları sap-
tırmak için senin doğru yolun üstüne oturacağım” (A’raf Suresi, ayet 16) diye-
cek, insanları nasıl kandıracağını bildirecek (A’raf Suresi, ayet 17), bunun üzeri-
ne Tanrı onu yeniden kovacak, fakat ona kıyamete kadar yaşamak ve insanları
kandırmak fırsatını tanıyacaktır. Bu arada da Âdem’e, “Ey Âdem! Sen ve eşin
cennette yerleşip dilediğiniz yerden yiyin. Ancak, şu ağaca yaklaşmayın. Sonra
zalimlerden olursunuz” (A’raf Suresi, ayet 19) diyerek uyaracaktır. Fakat iblis,
hile yoluyla Âdem’i ve eşini aldatacak, onların Tanrı tarafından cennetten atıl-
malarına sebep olacaktır (A’raf Suresi, ayet 20-28). Görülüyor ki, bütün bu hu-
susların, Bakara Suresi’nde anlatılması gerekirken, beş surelik bir atlamayla
A’raf Suresi’nde anlatılmış oluyor.

Şimdi geliniz, Bakara Suresi’nin biraz önce kaldığımız ayetine dönelim ve


oradan devam edelim: Meleklerin Âdem’e secde etmeleri üzerine Tanrı, Âdem ile
eşine cennette kalmalarını, diledikleri gibi yiyip içmelerini, sadece belli bir ağaç-
tan yememelerini bildirir:

“Ey Âdem! Eşin ve sen cennette kal, orada olandan istediğiniz yerde bol
bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz”
(Bakara Suresi, ayet 35).

285
Dikkat edileceği gibi burada birdenbire karşımıza, hiç yoktan Âdem’in eşi
çıkıverdi! Tanrı, onu ne zaman ve neden yaratmıştır? Adını ne olarak koymuş-
tur? Belli değil! Bunu anlamak için, Kur’an’ın dördüncü suresi olan Nisa Suresi
ile otuz dokuzuncu suresi olan Zümer Suresi’ne atlamamız gerekiyor:

Nisa Suresi’nde, “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşi-
ni yaratan...” (Nisa Suresi, ayet 1) diye yazılı. Zümer Suresi’nde de, “Allah sizi
bir tek nefisten (Âdem’den) yarattı, sonra ondan da eşini yarattı...” (Zümer Su-
resi, ayet 6) diye yazılı. Görülüyor ki, Tanrı Âdem’in eşini, Âdem’den yarattığını
söylüyor, ama Âdem’in nesinden, neresinden yarattığını ve adının ne olduğunu
da bildirmiyor. Sadece “sizi bir nefisten, sonra da ondan eşini yarattı” diyor; da-
ha başka bir deyimle, Âdem’i “bir tek nefisten” yaratmış ve ondan da eşini yapmış
oluyor. Kur’an bilginleri, bu ayetlerde geçen “bir tek nefis” deyiminden Âdem’in;
“eşi” deyiminden de “Havva”nın kastedildiği hususunda ittifak ederler. 5 Anlaşı-
lan o ki, Tanrı, erkeklerin kadınlara üstün, kadınların erkeklere tabi (boyun
eğer) olmalarını anlatmak amacıyla böyle konuşmuştur. Çünkü dikkat edileceği
gibi, “Allah sizi bir tek nefisten yarattı” derken, Âdem’i, yani erkeği, hem “beden”
hem de “ruh” olmak üzere yarattığını anlatmaktadır. Çünkü, Kur’an yorumcula-
rına göre 6 “nefis” denen şey, “beden” mukabili olarak ruh anlamına da gelir ve
özellikle “ruhi emri” denilen “nefsi natıkaya” (düşünüp söyleme niteliğine) karşı-
lık tutulur. 7 Muhammed’in bu konudaki sözlerinden de anlaşılacağı gibi, Havva,
Âdem’in “eğe kemiği”nden yapılmıştır. Nitekim Muhammed, “Kadın eğe kemiği
gibidir. Onu doğrultmak istersen kırarsın.... eğriliğiyle ondan faydalanmaya
bak” 8 ya da “Havva, Âdem’in bir dılından (eğe kemiğinden) yaratıldı” şeklinde
haberler bırakmakla bunun böyle olduğunu bildirmiştir. Bilindiği gibi “dıl” (yani

5
Elmalılı H. Yazır, age, c.2, s. 1273.
6
Elmalılı H. Yazır, age, c.5, s.4115, 4127.
7
Çağdaş görünmek isteyen bazı mollalarımız, bu ayetlerde geçen “bir tek nefis” deyiminin “er-
kek” anlamına alınamayacağını, bu itibarla Nisa Suresi’nin 1., Zümer Suresi’nin 39. ayetinde
geçen “sizi bir tek nefisten yaratan” sözleriyle “bir tek nefis”ten üretildiği bildirilen varlığın
Âdem’in eşi, yani kadın olamayacağını ve bu nedenle Kur’an’da kadının erkekten yaratıldığına
dair hüküm bulunmadığını öne sürerlerse de, geçersizdir. Çünkü ayetlerde Âdem’in “nefis”
olarak yaratıldığı ve ondan da eşinin yapıldığı çok açık bir şekilde belirtilmekte.
8
Buhari ile Müslim’in Ebu Hüreyre’den rivayeti için bkz. İmam Gazali, İhya-i Ulumi’d Din,
Bedir Yayınevi, İstanbul, 1975, c.2, s.119.

286
“eğe”) kemiği denen şey, göğüs kemiğine dayalı kemiklerdir ki, sayıları yedidir.
Şu durumda Havva, Âdem’in göğüs kemiğinden yaratılmış olmaktadır.

Ancak, Bakara Suresi’nde Tanrı, bu hususları hiç açıklamadan, yani ne


Âdem’i, ne de eşini nasıl ve ne şekilde yarattığını bildirmeden, Âdem’e şu buy-
rukta bulunuyor:

“Ey Âdem! Eşin ve sen cennette kal, orada olandan istediğiniz yerde bol
bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz”
(Bakara Suresi, ayet 35).

Fakat bunu derken Tanrı, “şu ağaç” deyimiyle neyi anlatmak istediğini açık-
lamıyor! Bu nasıl bir ağaçtır? Kur’an’da sözü geçen yirmi dört ya da yirmi beş
ağaçtan hangisidir bu ağaç? Bu konuda yorumcular, kendi hayal güçlerine göre,
farklı görüşlere sarılırlar: Vehb b. Yemani gibi yorumcular bunun “sığır yüreği”
büyüklüğünde “bir cennet buğdayı” olup, kaymaktan lezzetli ve baldan tatlı bir
şey olduğunu söylerler. İbn Abbas bunun “sümbül” ağacı, İbn Mes’ud “asma” ya
da “üzüm ağacı” ve diğerleri de “incir ağacı” olduğunu öne sürerler. Bazıları da
“Biz bu ağacı tayin edemeyiz” deyip işin içinden sıyrılmak isterler. Bununla be-
raber, “Eğer bu buğday ise delice bir buğdaydır, üzüm ise şarap üzümüdür, incir
ise kurtlu bir incirdir. Ve herhalde bir humarı vardır (baş ağrısı, sersemlik verir).
Ve o humar aklı alır ve Allah’ı unutturur. Cennette bu, yenilmek için değil, tahdit
ve ubudiyet için (sınırlamak ve baş eğdirtmek için) konulmuştur” derler. Görülü-
yor ki, Kur’an’ın açıklamadığı bir şeyi, yorumcular kendi hayal güçlerine göre
açıklamaya çalışırlarken, birbirleriyle çalışmaktalar. Oysa Tevrat’tan öğrenmek-
teyiz ki Tanrı, Âdem’i yarattıktan sonra ona, “iyilik ve kötülüğü bilme” ağacını
göstererek, “Bu ağaca dokunma” demiş ve sonra onun kaburga kemiklerinden
birini alıp etle kapatarak eşini yaratmıştır. Gerçekten de Tevrat’ın “Tekvin” adlı
kitabına göre Tanrı, Âdem’i topraktan yaptıktan sonra “Aden” denilen yerde bir
bahçe diker; bu bahçeye görünüşü güzel ve yenilmesi iyi olan ağaçlar yerleştirir;
bahçenin tam ortasına hayat ağacını oturtur ve ayrıca da “iyiliği ve kötülüğü
bilme” ağacını yerden bitirir. Bunu yaptıktan sonra, Âdem’i de bu bahçenin ba-
kımı işiyle görevlendirir, görevlendirirken de, “Bahçenin her ağacından istediğin

287
gibi ye; fakat iyilik ve kötülük bilme ağacından yemeyeceksin” der (Tevrat,
“Tekvin”, Bap 2: 15-17). Ancak, bu hususlar Kur’an’a alınmamıştır. Kur’an’da
belirtilen husus, Tanrı’nın Âdem’e ve eşine, biraz önce işaret ettiğimiz gibi,
“...orada olandan istediğiniz yerde bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın;
yoksa zalimlerden olursunuz” (Bakara Suresi, ayet 35) dediğidir. Kur’an bilginle-
rinin söylemelerine göre, Tanrı bunu demekle Âdem’e (ve eşine), cennette çok
büyük bir özgürlük vermiştir; fakat verdiği özgürlüğün sınırsız olmadığını ve eğer
bu sınırı aşacak olurlarsa günah işlemiş olacaklarını bildirmiştir. Evet, ama nedir
bu sınır? Bu bile belli değil!

Fakat dikkat edileceği gibi, yukarıda belirttiğimiz hususlar, Kur’an’ın ikinci


sırasındaki Bakara, dördüncü sırasındaki Nisa, yedinci sırasındaki A’raf, on be-
şinci sırasındaki Hicr ve otuz dokuzuncu sırasındaki Zümer surelerinde yer alan
ayetlerle anlatılmaktadır. Eğer, “takdim-tehir” yoluna başvuracak olur ve bu su-
releri “nüzul” (iniş) sırasına koyacak olursak, Âdem’le ilgili yukarıdaki verileri,
şu sıraya göre ele almamız gerecek: A’raf (nüzul sırası 39); Hicr (nüzul sırası
54); Zümer (nüzul sırası 59), Bakara (nüzul sırası 87), Nisa (nüzul sırası 92).
Şimdi yukarıdaki hususlarla ilgili ayetleri bu sıraya göre okumaya kalkınız ve na-
sıl içinden çıkılamayacak bir durumda kalacağınızı anlayınız!

Şimdi geliniz yine dönelim Âdem’in eşi konusuna! Daha önce işaret ettiği-
miz gibi, Kur’an’ın ilk başında yer alan Bakara Suresi’nde Âdem’in bir eşi olduğu
belirtiliyor; fakat bu eşin ne zaman, nasıl ve ne gibi bir şeyden yaratıldığı, adının
ne olduğu anlatılmıyor? Bakara Suresi’nin bu ayetlerinde bir açıklama yok. Bu
kopukluk, biraz önce belirttiğimiz gibi, Nisa Suresi’nin birinci, Zümer Suresi’nin
altıncı ayetleriyle giderilecektir ki, her ikisinde de Âdem’in “bir tek nefis”ten ve
eşinin de Âdem’den yaratıldığı bildirilmekte:

“...sizi bir tek nefisten (Âdem’den) yaratan, ondan da eşini yaratan...”


(Nisa Suresi, ayet 1).

“...(Allah) sizi bir fek nefisten (Âdem’den) yarattı, ondan eşini yarat-
tı...” (Zümer Suresi, ayet 6).

288
Nisa Suresi Kur’an’ın dördüncü sırasında, Zümer Suresi ise otuz dokuzun-
cu sırasında yer alıyor; yani arada otuz beş sure var. Neden Tanrı otuz beş sure
ara ile aynı şeyleri söyler, bilinmez! Fakat yine tekrarlayalım ki, bu ayetler, Hav-
va’nın, Âdem’den yaratılmış olduğuna dair Tevrat’ta yer alan hükmün Kur’an’a
alınmış şeklidir (Tevrat, “Tekvin”, Bap 2: 22). Ama konu Kur’an’da, sistematik
bir şekilde değil, birbirinden ayrı ve farklı surelere dağıtılmış olarak ve anlaşıla-
maz şekle sokulmuş olarak anlatılmaktadır!

Yine, Bakara Suresi’nde kaldığımız yere dönelim: Tanrı’dan yasak emrini


alan Âdem ve eşi, cennet bahçesinde yaşarlarken, şeytan her ikisinin de ayağını
kaydırtır. Fakat nasıl kaydırttığı burada yazılı değil; zira Bakara Suresi’nin yuka-
rıdaki ayetlerinden hemen sonra şöyle deniyor:

“Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bu-


lundukları (cennetten) onları çıkardı” (Bakara Suresi, ayet 36).

Şeytan ne yaptı ve Âdem ile eşine ne dedi ki, onların ayaklarını kaydırtıp
cennetten çıkarttı, belli değil! Bu kopukluk daha sonraki surelerde (örneğin,
A’raf, Ta-Ha, Sad ve Zümer surelerinde) Âdem hikâyesinin tekrarlanması sıra-
sında ele alınacaktır. Örneğin, A’raf Suresi’nde şöyle yazılıdır:

“Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek


için onlara vesvese verdi ve ‘Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz
veya ebedi kalanlardan olursunuz diye yasakladı’...”

Bu şekilde konuşan şeytan, “Ben, gerçekten size öğüt verenlerdenim” diye


yeminler eder (A’raf Suresi, ayet 20-21). Bu sözler üzerine Âdem ile eşi yasak
ağacın meyvesinden yerler. Yer yemez “ayıp” yerleri kendilerine görünür (A’raf
Suresi, ayet 22). Böylece iblis onları, hile ile aldatmış olur. Fakat Tanrı bunu fark
ederek Âdem ile eşine, “Ben size o ağacı yasaklamadım mı? Ve şeytan size apaçık
bir düşmandır demedim mi?” diye azarlar; ardından her ikisini birbirlerine düş-
man ederek cennetten kovar (A’raf Suresi, ayet 22 vd...). Yine görülüyor ki, Ba-
kara Suresi’nde anlatılması gereken şeyler, altı sure sonraki A’raf Suresi’nde an-
latılmıştır. Daha sonraki surelerde, bölük pörçük tekrar ele alınıp anlatılacaktır.
Bunlara birazdan değineceğiz, fakat şimdi yine Bakara Suresi’ndeki hikâyemize
289
kaldığımız yerden devam edelim. Şeytan tarafından kandırılan ve bu nedenle ya-
sak emrine aykırı davranan Âdem ile eşi, cennetten atılırlar. Bütün bu olan bi-
tenleri seyreden Tanrı da, onları birbirlerine düşman ederek yeryüzünde yaşa-
maya mahkûm kılar. Fakat kılarken şöyle der:

“...Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde


barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır” (Bakara Suresi, ayet
36).

Evet, ama Tanrı burada sadece Âdem ile eşine hitap etmekte. Bu böyle ol-
duğuna göre, “Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz” derken ve “bir kısmı-
nız” deyimini kullanırken neyi kastetmiştir, belli değil. Belli olmayan bir şey daha
var ki o da şu: Bakara Suresi’nin 37. ayetine göre, Âdem, Tanrı’nın bu emri üze-
rine, yine Tanrı’dan birtakım “ilhamlar” alır ve derhal tevbe eder; Tanrı da onun
tevbesini kabul eder. Kur’an’da şöyle yazılıdır:

“Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden birtakım ilhamlar aldı ve


derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol
olandır” (Bakara Suresi, ayet 37).

Ancak, Âdem’in Tanrı’dan aldığı “ilhamların” ne olduğu bildirilmiyor. Bu


nedenle yorumcular Tanrı ile Âdem arasında geçen konuşmayı, Kur’an’ın “ru-
huna” dayalı olarak anlatmaya çalışırlar. Örneğin, İbn Abbas’ın rivayetine göre
Âdem, Tanrı’ya şöyle der: “Ya Rab, sen beni kendi elinle halk etmedin mi?” Tanrı
bu soruya, “Evet” diye yanıt verir. Âdem yine sorar: “Ya Rab senin rahmetin
(merhametin) gazabını sebketmiş (öfkeni aşmış) değil midir?” Tanrı buna da
“Evet” diye karşılık verir. Bu sefer Âdem, “Ya Rab, ben tevbe eder ve ıslahı hal
eyler isem (huylarımı düzeltirsem), sen beni yine cennetine irca eder misin?” Bu
soruya da Tanrı “Evet” der. 9 Görülüyor ki Tanrı burada, hani sanki Âdem’den
ders alır gibidir; zira onun sorduklarına hep “Evet” diyerek ve adeta ona hep hak
vererek konuşmaktadır. Ancak, “Evet” demekle beraber, dediğini unutmuşçası-
na, “Hepiniz cennetten inin...” (Bakara Suresi, ayet 38) diyerek, onları cennetten
kovar ve yeryüzüne indirir. Âdem’in sorduklarına “Evet” diyecek idiyse, neden

9
Elmalılı H. Yazır, age, c.1, s.325.

290
cennetten çıkarmıştır? Ve üstelik çıkarırken neden onu, eşiyle düşman durumda
kılmıştır? Öte yandan Âdem’in eşi ne olmuştur? O da tevbe etmiş midir? Etmiş
ise, tevbesi neden kabul edilmemiştir? Neden Tanrı, Âdem’e yaptığı gibi eşine de
“ilham” yağdırmamıştır, bilinmez! Daha doğrusu, burada bunlarla ilgili bir şey
yazılı değil. Çünkü Bakara Suresi’nin bundan sonraki ayetleri başka konulara
(örneğin, Tanrı’nın İsrailoğullarına söylediklerine...) geçer ve birbiriyle ilgisiz so-
runlara atlayarak sürüp gider.

Görüldüğü gibi, Âdem hikâyesi, Kur’an’ın baştan ikinci suresi olan Bakara
Suresi’nde yarım yamalak bir şekilde, kopukluklarla, anlaşılmazlıklarla dolu ola-
rak anlatılmıştır. Hikâyenin eksik kalan ve kopuk bırakılan kısımlarını öğrene-
bilmemiz için, Kur’an’ın ilerideki surelerine, örneğin, Al-i İmran, A’raf, Ta-Ha,
Secde, Kıyamet, Sad ve Zümer surelerine atlamamız gerekir ki, oralarda da bir-
takım tekrarlamalarla ve anlaşılmazlıklarla ele alınmıştır. Bu vesileyle hatırlata-
lım ki, Âdem hikâyesinden ilk kez söz eden Bakara Suresi (ki 2. suredir) Medi-
ne’de inmiştir. Aynı konunun tekrarı ile ilgili A’raf Suresi (ki 7. suredir) çok daha
sonra Medine’de, Âdem’in yaratılışıyla ilgili Hicr Suresi (ki 15. suredir) yine Me-
dine’de, fakat Âdem’in Tanrı tarafından ikaz edilmesi ve şeytan tarafından kan-
dırılmasının tekrarıyla ilgili Ta-Ha Suresi (ki 20. suredir) Mekke’de, Âdem’in ya-
ratılışı, melekler tarafından secde edilişi ve iblisin secde etmeyişiyle ilgili husus-
ların tekrarı niteliğindeki Sad Suresi (ki 38. suredir) Mekke’de, Âdem’in ve eşi-
nin yaratılışı ile ilgili Zümer Suresi (ki 39. suredir) Medine’de inmiştir. Böylece
Âdem hikâyesiyle ilgili ayetler, kimisi Mekke’de, kimisi Medine’de inmiş olmak
üzere, yani “zaman” esasına göre de tutarsız bir anlatılışla okuyucuya sunulmuş-
tur. Bakara Suresi’nde tutarsız bir şekilde anlatılan ve yarım bırakılan Âdem
hikâyesine, Kur’an’ın dördüncü suresi olan Nisa Suresi’nde, “Ey inananlar! Sizi
bir fek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan...” (Nisa Suresi, ayet 1) diye
değinilir. Daha sonra bu hikâye, Kur’an’ın 7. suresi olan A’raf Suresi’nde, hiç
yeri ve gereği yokken, on birinci ayetle tekrar karşımıza çıkar; hem de şaşkınlık
yaratıcı bir şekilde. Çünkü güya Tanrı yeminler ederek şöyle demektedir:

291
“Andolsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere: ‘Âdem’e
secde edin’ dedik; iblisten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden ol-
madı” (A’raf Suresi, ayet 11).

Anımsanacağı gibi bu husus, daha önce Bakara Suresi’nde de buna yakın


deyimlerle anlatılmış ve iblisin Tanrı emrine aykırı olarak Âdem’e secde etmediği
bildirilmişti. Fakat iblisin bu itaatsizliğine karşı, Tanrı’nın ne yaptığı orada yazıl-
mamıştı. İşte şimdi A’raf Suresi’nde bu kopukluk giderilmek istenmiş olmalıdır
ki, Tanrı iblise sorar: “Sana emrettiğim halde, seni secdeden alıkoyan nedir?”
(A’raf Suresi, ayet 12). İblis cevap verir: “Beni ateşten, onu çamurdan yarattın,
ben ondan üstünüm” (A’raf Suresi, ayet 12). İblisin bu sözlerine fena halde öfke-
lenen Tanrı, küfürler savurarak kükrer: “İn oradan; orada büyüklenmek sana
düşmez, defol, sen alçağın birisin” (A’raf Suresi, ayet 13) der. Fakat iblis, “insan-
ların tekrar dirilecekleri güne kadar beni ertele” diyerek Tanrı’dan dilekte bulu-
nur (A’raf Suresi, ayet 14). Her ne hikmetse Tanrı, iblisin yapmış olduğu kötülü-
ğü ve daha da yapabileceği kötülükleri bildiği halde, “Sen erteye bırakılanlardan-
sın” (A’raf Suresi, ayet 15) diyerek onun dileğini kabul eder. Tanrı’nın bu sözle-
rine karşı iblis biraz daha küstahlaşır ve ona kafa tutarcasına şöyle der: “Beni
azdırdığın için, andolsun ki, senin doğru yolun üzerinde olanlara karşı duraca-
ğım; sonra önlerinden, artlarından, sağlarından ve sollarından onlara sokulaca-
ğım, çoğunu sana şükreder bulamayacaksın” (A’raf Suresi, ayet 16-17). Hemen
ekleyelim ki, Kur’an’ın yedinci suresi olan A’raf Suresi’nde anlatılan şeyler, 38.
sure olan Sad Suresi’nde, hemen hemen aynı deyimlerle ve aynı şekilde, biraz
daha kısa olmak üzere tekrarlanacaktır (Sad Suresi, ayet 71-83).

Görüldüğü gibi iblis, insanları Tanrı’ya karşı itaatsizliğe ve düşmanlığa sü-


rüklemekte kararlıdır; bu düşüncelerini ortayca koymaktan kaçınmamaktadır.
Buna rağmen Tanrı, iblise karşı bir şey yapmaz; sadece öfkesini belli ederek,
“...yerilmiş ve kovulmuşsun, ordan def ol; andolsun ki, insanlardan sana kim
uyarsa onları ve sizi, hepinizi cehenneme dolduracağım” (A’raf Suresi, ayet 18)
der. Böylece ona, insanları hile yoluyla kandırma fırsatını sağlamış olur. Bununla
beraber Âdem’e dönerek, “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın ve istediğiniz yer-
den yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz” (A’raf Su-

292
resi, ayet 19) demekten geri kalmaz. Dikkat edileceği gibi, yasak kıldığı ağacın ne
olduğunu burada da belirtmemiştir. Muhtemelen kullarını merakta bırakmak
için! Ancak, asıl merak uyandıran husus, iblisin kabadayılığı karşısında, Tan-
rı’nın bir şey yapmaması ya da yapamamasıdır. Her şeye kadir olduğu kabul edi-
len “güçlü” ve “yüce” bir Tanrı’nın, kendisine ve insanlara zararı dokunacağını
bildiği iblisi neden dolayı yok etmeyip, sadece küfürler ederek huzurundan kov-
duğuna, sonra da ona kötülük yapabilmesi için mühlet tanıdığına, tanık olmak,
bir hayli şaşırtıcıdır!

Fakat Bakara Suresi’nde anlatılanlar, ufak tefek değişiklikler ve eklemelerle


burada, yani A’raf Suresi’nde yeniden tekrarlanmıştır. Bu eklemelerden biri, ibli-
sin, Âdem ile eşini ne şekilde kandırdığına dair olan kısımdır. Bakara Suresi’nde
sadece, “Şeytan oradan ikisinin de ayağını kaydırttı, onları bulundukları yerden
çıkardı” (Bakara Suresi, ayet 36) denmişti. Şimdi A’raf Suresi’nde şunlar ekleni-
yor:

“Şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı:


‘Rabbinizin sizi bu ağaçtan men etmesi melek olmanız veya burada te-
melli kalmanızı önlemek içindir. Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim.’
Böylece onların yanılmalarını sağladı. Ağaçtan meyve tattıklarında
kendilerine ayıp yerleri göründü, cennet yapraklarından oralarına
örtmeye koyuldular. Rableri onlara, ‘Ben sizi o ağaçtan men etmemiş
miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miy-
dim?’ diye seslendi” (A’raf Suresi, ayet 22).

Bunun üzerine Âdem ile eşi pişmanlık gösterip özür dilerler ve “Rabbimiz!
Kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz kaybeden-
lerden oluruz” (A’raf Suresi, ayet 23) diyerek yalvar yakar olurlar. Oysa daha ön-
ceki Bakara Suresi’nde böyle bir şey yok. Orada, şeytan tarafından kandırılan
Âdem ile eşinin, birbirlerine düşman olarak cennetten çıkarılıp yeryüzüne gön-
derildikleri (Bakara Suresi, ayet 36), bu durum devam ederken Âdem’in, Tan-
rı’dan ilhamlar alarak tevbe ettiği ve tevbesinin kabul edildiği yazılıydı (Bakara
Suresi, ayet 37). Oysa şimdi burada, yani A’raf Suresi’nde, çok farklı olarak
Âdem ile eşinin Tanrı’ya yalvardıkları ve “...bize merhamet etmezsen biz kaybe-

293
denlerden oluruz” (A’raf Suresi, ayet 23) dedikleri yazılı! Üstelik merhamet sahi-
bi olduğu söylenen Tanrı’nın, onların pişmanlığına aldırış etmeyip, “Birbirinize
düşman olarak inin, siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz. Ora-
da yaşar, orada ölür ve orada dirilirsiniz” (A’raf Suresi, ayet 24-25) dediği anla-
tılmakta. Ve sonra Tanrı, insanlara hitap ederek ayıp yerlerini örtmelerini, şey-
tana kanmamalarını söyler (A’raf Suresi, ayet 26-27). Ancak, bunları söyledikten
hemen sonra, “Biz şeytanları, inanmayanlara dost kılarız” (A’raf Suresi, ayet
27) diyerek biraz daha şaşkınlık yaratır. Bu tutumuyla şu kanıyı yaratmış olur ki,
şeytanları (iblisleri) yok etmemesinin nedeni, onları “inanmayanlarla” dost kıl-
mak içindir. Ancak, inanmayanları “inanmaz” yapan da yine bu aynı Tanrı’dır;
çünkü pek çok ayetiyle Tanrı bizzat kendi ağzıyla şunu bildirmiştir ki, dilediğini
“Müslüman”, dilediğini de “kâfir” yapan ya da dilediğini putperest bırakıp diledi-
ğini de doğru yola sokan kendisidir. Örneğin, En’am Suresi’nde Tanrı şöyle ko-
nuşmuştur:

“Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslamiyet’e açar,
kimi de saptırmak isterse... kalbini dar ve sıkıntılı kılar...” (En’am Su-
resi, ayet 125).

Bu böyle olduğuna göre, Tanrı’nın, “kâfir” yaptığı kimseleri “şeytanlarla”


dost kılmasını anlamak biraz güçleşmiyor mu?

Kur’an’ın ikinci suresi olan Bakara ve yedinci suresi olan A’raf surelerinde
yer alan Âdem hikâyesi, 15. sure olan Hicr Suresi’nde, biraz farklı bir şekle so-
kulmuş olarak ve “Hani Rabbin meleklere demişti ki: ‘Ben kupkuru bir çamur-
dan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım. Ona şekil verdiğim ve ru-
humdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın” (Hicr Suresi,
ayet 28-29) şeklindeki ayetlerle tekrar karşımızdadır. Meleklerin Âdem’e secde
ettikleri, fakat iblisin Tanrı emrine karşı gelerek secde etmediği, bunun üzerine
Tanrı’nın ona, “Ey iblis! Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir?” diye
sorduğu, iblisin “Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın
bir insana secde edecek değilim” dediği görülür (Hicr Suresi, ayet 32-33). Oysa
daha önceki A’raf Suresi’nde iblis, “Ben (Âdem’den) daha üstünüm. Çünkü, beni

294
ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın” (A’raf Suresi, ayet 12) diyerek secde
etmeyişinin nedenini biraz daha açıklayarak bildirmişti. Bu açıklama burada ek-
sik. Sadece Tanrı’nın iblise, “Öyle ise oradan çık! Artık kovuldun. Muhakkak kı-
yamet gününe kadar lanet senin üzerine olacak” (Hicr Suresi, ayet 34-35) dediği
yazılı. Bu sözler üzerine iblis, Tanrı’dan kıyamet gününe kadar mühlet ister ve
Tanrı ona bu mühleti tanır (Hicr Suresi, ayet 36-37). Bu mühleti aldıktan sonra
iblis, Tanrı’ya şöyle der: “...Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara
(günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak, onlar-
dan ihlaslı kulların müstesna” (Hicr Suresi, ayet, 39-40). Fakat dikkat edileceği
gibi, bunu derken, daha önceki surelerde (örneğin, A’raf Suresi’nde) söylediğin-
den farklı bir şekilde konuşmuş olmaktadır iblis! Zira buradaki konuşmasında,
“Ancak onlardan ihlaslı kulların müstesna” şeklinde bir ekleme yapmıştır. Oysa
A’raf Suresi’ndeki konuşmasında böyle bir şey yok; orada sadece şöyle demişti:

“Beni azdırdığın için, andolsun ki, senin doğru yolun üzerinde olanlara
karşı duracağım; sonra önlerinden, artlarından, sağlarından ve solla-
rından onlara sokulacağım, çoğunu sana şükreder bulamayacaksın”
(A’raf Suresi, ayet 16-17).

İblisin, Hicr Suresi’ndeki sözlerine karşı Tanrı’nın cevabı da, A’raf Sure-
si’ndekine nazaran biraz farklı; çünkü Hicr Suresi’nde Tanrı iblise şöyle diyor:

“(Allah) şöyle buyurdu: ‘İşte bana varan dosdoğru yol budur. Şüphesiz
kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sa-
na uyanlar müstesna. Muhakkak cehennem onların hepsine vaat olu-
nan yerdir’...” (Hicr Suresi, ayet 41-42).

Oysa. A’raf Suresi’nde Tanrı’nın iblise cevabı şöyle idi:

“Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan


kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım” (A’raf Sure-
si, ayet 18).

Fakat Hicr Suresi’ndeki Âdem hikâyesi, doğru dürüst anlatılmadan ve ta-


mamlanmadan bu nokta da kesikliğe uğrar ve İbrahim’le ilgili hikâyeye geçilir.

295
Şimdi beş surelik bir atlama yaparak 20. sure olan Ta-Ha Suresi’ne geçer-
sek, Âdem hikâyesini tekrar karşımızda buluruz; hem de hiç beklenmedik bir
yerde. Gerçekten de bu surede Musa’nın başına gelenler anlatılırken (Ta-Ha Su-
resi, ayet 9- 73), cennete ve cehenneme gidecek olan insanlardan söz edilir (Ta-
Ha Suresi, ayet 74-76) ve tekrar Musa hikâyesine dönülür (Ta-Ha Suresi, ayet
77-79), İsrailoğullarına verilen öğütler hatırlatılır (Ta-Ha Suresi, ayet 80-85),
Samiri’nin onları saptırdığına ve Harun’un yaptıklarına değinilir (Ta-Ha Suresi,
ayet 85-98), sonra Muhammed’e verilen kitabın Arapça okunmak üzere indirildi-
ği bildirilir (Ta-Ha Suresi, ayet 99-115). Bunlar söylendikten hemen sonra bir-
denbire, “Andolsun ki, daha önce Âdem’e ahd vermiştik... Meleklere, ‘Âdem’e sec-
de edin’ demiştik, iblisten başka hepsi secde etmiş, o çekinmişti...” (Ta-Ha Suresi,
ayet 115) diyerek Âdem hikâyesine geçilir. Geçildikten sonra, daha önceki sure-
lerde Âdem’le ilgili olarak anlatılanlar, belli belirsiz değişikliklerle tekrarlanır ve
hikâye, Tanrı’nın Âdem ile eşini, birbirlerine düşman olarak yeryüzüne indirdi-
ğini bildiren şu ayetle sona erer:

“(Sonra Rabbi...) dedi ki, ‘Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan


(cennetten) inin! Artık benden size hidayet geldiğinde, kim benim hida-
yetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz’...” (Ta-Ha Suresi, ayet 116-
123).

Oysa ki, daha önceki A’raf Suresi’nde Tanrı’nın, Âdem ile eşini cennetten
kovması şöyle idi:

“Birbirinize düşman olarak inin, siz yeryüzünde bir müddet için yerle-
şip geçineceksiniz. Orada yaşar, orada ölür ve orada dirilirsiniz” (A’raf
Suresi, ayet 24-25).

Görülüyor ki, aynı olay, farklı surelerde bazı değişikliğe sokularak anlatılı-
vermiştir.

Bakara, A’raf, Hicr ve Ta-Ha surelerinde anlatılan Âdem hikâyesi, otuz seki-
zinci sure olan Sad Suresi’yle, yine hiç beklenmedik bir anda ve hiç gereği olma-
yan bir yerde yeniden karşımızda! Sure, Tanrı’nın geçmiş dönemlerde inkârcıları
yok ettiğini bildirmesiyle başlar (Sad Suresi, ayet 1-3), hemen sonra Muham-

296
med’e kafa tutanlara karşı tehditlere atlanır (Sad Suresi, ayet 4-12); sonra
Nuh’tan itibaren “peygamber’leri yalanlayan milletlere atıflar yapılır (Sad Suresi,
ayet 13-16); derken Davud’un yaşamına ve onunla ilgili olaylara el atılır (Sad Su-
resi, ayet 17-26); bu arada Tanrı’nın, “Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanla-
rı boşuna yaratmadık. Bunun boşuna olduğu, inkâr edenlerin sanısıdır. Vay ateşe
uğrayacak olanların haline” (Sad Suresi, ayet 27) diyerek, Muhammed’e
Kur’an’ın “mübarek” olduğunu hatırlattığı ve aklı olanların ayetlerden öğüt al-
maları gereğini tekrarladığı görülür (Sad Suresi, ayet 29). Hemen sonra, Davud’a
bahşedilen Süleyman’la ilgili olaylara atlanır (Sad Suresi, ayet 30-39). Oysa bu
olaylar Kur’an’ın daha önceki ve daha sonraki surelerinde birçok kere esasen
tekrarlanmıştır; burada sadece dokuz ayetle yetinilir ve Eyüb’e geçilir. Bu vesiley-
le belirtelim ki, daha önceki surelerde, örneğin Nisa ve Enbiya surelerinde,
Eyüb’ün başına gelen belalardan, yarım yamalak zaten söz edilmiştir; burada,
yani Sad Suresi’nde, bunlara biraz daha anlaşılmaz bir şekilde kısaca yer yerilir;
örneğin şöyle denir:

“Ey Muhammed! Kulumuz Eyüb’ü da an; Rabbine, ‘Doğrusu şeytan ba-


na yorgunluk ve azap verdi’ diye seslenmişti. ‘Ayağını yere vur! İşte
yıkanacak ve içilecek soğuk bir su’ dedik... Ey Eyüb! ‘Eline bir demet
alıp onunla vur, yemini bozma’ demiştik. Doğrusu biz onu sabırlı bul-
muştuk. Ne iyi kuldu, daima Allah’a yönelirdi...” (Sad Suresi, ayet 41-
44).

Görüldüğü gibi bu satırlardan hiçbir şey anlaşılamıyor. Ne demektir “İşte


yıkanacak ve içilecek soğuk bir su dedik...”! Ya da ne demektir, “Ey Eyüb! ‘Eline
bir demet alıp onunla vur, yemini bozma’...” şeklindeki sözler? Söylenenlerin ne
demek olduğunu anlamak için Tevrat’tan kaynaklarına yorumlara başvurmak
gerekir. Bu yapıldığı takdirde görülür ki, şeytan, Eyüb’ün zenginliğinden dolayı
Tanrı’ya şikayette bulunmuş, “Eğer zengin olmamış olsa sana kulluk etmezdi,
denemek için bana yetki ver” demiş, bunun üzerine Tanrı şeytana yetki vermiş
ve şeytan aldığı bu yetkiyle Eyüb’ün başına belalar, hastalıklar getirmiş ve bunun
üzerine Eyüb, kendisini bütün bu kötülüklerden kurtarması için Tanrı’ya yal-
varmış; Tanrı da kendisine, “Ayağını yere vur!” demiş, Eyüb ayağını yere vurun-

297
ca yerden su fışkırmış ve nihayet Eyüb bu sudan içince iyileşmiştir. 10 Fakat dedi-
ğimiz gibi bu hususlar Kur’an’da yok; Kur’an’da sadece yukarıda belirttiğimiz
ayetler var. Eyüb’le ilgili bu ayetlerden sonra Tanrı, “güçlü ve anlayışlı” kulların-
dan İbrahim’i, İshak’ı ve Yakub’u, İsmail’i, Elyesa’yı, Zülkifl’i anması için Mu-
hammed’e emrettiği görülür (Sad Suresi, ayet 45-49); daha sonra, Tanrı’ya karşı
gelmekten sakınanların “Adn” cennetlerine alınacakları müjdelenir ve şöyle de-
nir:

“Orada tahtlara yaslanmış olarak türlü meyveler ve içecekler isterler.


Yanlarında, gözlerini eşlerine dikmiş yaşıt güzeller vardır. İşte bu hesap
günü için size söz verilenlerdir... “ (Sad Suresi, ayet 50-54).

Bundan sonra cehenneme atılacaklardan söz edilir (Sad Suresi, ayet 55-64).
Hemen sonra Muhammed’e, “Ey Muhammed! De ki, ‘Ben sadece bir uyarıcı-
yım... Allah’tan başka Tanrı yoktur” diye hitap edilerek, Tanrı’nın büyüklüğü
dile getirilir (Sad Suresi, ayet 65-70). Ve işte bu noktada birdenbire karşınıza hiç
beklenmedik bir şekilde ve geçmiş surelerdekinin tekrarı niteliğinde olmak üze-
re, Âdem hikâyesi çıkıverir:

“Rabbin meleklere demişti ki, ‘Ben muhakkak çamurdan bir insan ya-
ratacağım. Onu tamamlayıp, içine ruhumdan üfürdüğüm zaman der-
hal ona secdeye kapanın.’ Bütün melekler toptan secde ettiler. Yalnız
iblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. Allah, ‘Ey ib-
lis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir? Böbür-
lendin mi, yoksa yücelerden misin?’ dedi. İblis, ‘Ben ondan hayırlıyım!
Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın’ dedi. Allah, ‘Çık oradan
(cennetten). Sen artık kovulmuş birisin, ceza gününe kadar lanetim se-
nin üzerindedir!’ buyurdu. İblis, ‘Ey Rabbim! O halde tekrar diriltile-
cekleri güne kadar bana mühlet ver’ dedi. Allah, ‘Haydi sen bilinen gü-
ne kadar mühlet verilenlerdensin’ buyurdu. İblis, ‘Senin mutlak kudre-
tine andolsun ki, onlardan ihlasa erdirilmiş kulların bir yana, hepsini
mutlaka azdıracağım’ dedi...” (Sad Suresi, ayet 71-83).

Dikkat edileceği gibi, daha önceki surelerde söylenenler hemen hemen ay-
nen tekrarlanarak sunulmakta. Fakat her ne şekilde sunulmuş olursa olsun, yine

10
Bu yorumlar için bkz. Turan Dursun, age, c.5, s.96-97.

298
de Âdem ve eşi ile ilgili hikâyenin oluşumu hakkında doğru dürüst bir fikir edin-
mek mümkün değil! Edinebilmek için Tevrat’a başvurmak gerek.

***

Konumuzla ilgili olarak bir başka örnek verelim ve Kur’an’daki Nuh’la ilgili
kıssayı inceleyelim. Nuh kıssası, Kur’an’ın A’raf, Tevbe, Hûd, Mü’minûn, Şuara,
Ankebût, Saffat, Sad, Şûra, Kamer, Mücadele ve Nuh surelerine dağıtılmış ola-
rak, çoğu kez tersyüz edilerek ya da özetlenerek anlatılır. Fakat ne şekilde anlatı-
lırsa anlatılsın, anlaşılması mümkün olamayacak niteliktedir. Çünkü Muhammed
bu hikâyeyi, tıpkı diğer hikâyeler gibi, Tevrat’tan almış, fakat kendi günlük siya-
setine uygun düşecek şekle sokmuş, anlaşılır olmaktan çıkarmıştır. Tevrat’a göre
Nuh, esas itibariyle “peygamber” sayılmadığı halde, Muhammed onu ilk peygam-
berlerden biri olarak göstermiştir. Tevrat’la Nuh’un karısı ve oğlu kâfirlerden
sayılmadığı halde, Muhammed onları kâfirlerden sayıp Tufan’da boğulanlar ara-
sına katmıştır. Çünkü Müslümanlığı kabul etmiş olan kendi taraftarlarını, onla-
rın Müslüman olmayan hısım ve yakınlarıyla savaştırmanın ancak bu şekilde
mümkün olabileceğini düşünmüştür. Nitekim Bedir Savaşı bunun ilginç örnekle-
rinden biridir. Kendi taraftarlarından (yani Müslümanlardan) pek çoğunun,
“kâfir” olarak ilan ettiği Kureyşlileri hısım ve akrabalıkları vardı. Ve işte bu sıhri-
yet ve akrabalığın Tanrı katında değeri olmadığını Nuh örneği ile ortaya koymak
istemiş ve böylece Bedir Savaşı’nda birçok sahabenin, kendi yakınları olan baba-
larına ya da oğullarına karşı savaşmalarını sağlayabilmiştir. Öte yandan Tev-
rat’ta, Nuh’un hikâyesi açık, düzenli ve anlaşılır bir şekilde anlatıldığı halde,
Muhammed hikâyeyi bölük pörçük, başı sona, sonu başa gelecek şekle sokmuş,
adeta anlaşılamaz yapmıştır. Bunun böyle olduğunu anlamak için, hikâyenin
Tevrat’ta (Tevrat’ın “Tekvin” kitabında) anlatılmış şeklini bilmek gerekir ki, özet-
le şöyle:

Cennetten kovularak yeryüzüne yerleşen Âdem ve Havva’nın iki oğulları


olur: Kain ile Habil. Tanrı bu iki kardeşten Habil’e daha yakınlık gösterdiği için

299
Kain öfkelenir ve kıskançlığa kapılarak Habil’i öldürür. Her ne kadar Tanrı onu
cezalandırmakla beraber, başkaları tarafından öldürülmesini önler ve onu
Aden’in doğusunda bulunan Nod diyarında yaşamaya bırakır. Kain evlenir, ço-
cukları ve torunları olur. Bu arada Âdem ile Havva’nın başkaca oğulları olur;
bunlar Doğu’ya ve Batı’ya göç ederek çoğalırlar. Böylece yeryüzü, Âdem’in zürri-
yetiyle dolmaya başlar. Ancak, Kain’in, Habil’i öldürmüş olması nedeniyle “kötü-
lük” denen şey, daha sonraki kuşaklara da bulaşıp geçmiştir. Bu nedenle insan-
lar arasında cinayetler, hırsızlıklar, zorbalıklar devam edip gitmektedir. O kadar
ki, dünya yaşanamayacak bir yer haline dönmüştür. Bunu gören Tanrı, Âdem’i
yaratmış olduğuna nadim olur ve yeryüzündeki bütün insanları ve yaratıkları yok
etmek üzere kendi kendine şöyle der:

“Yarattığım adamı ve hayvanları, sürünenleri ve göklerin kuşlarını,


toprağın yüzü üzerinden sileceğim; çünkü onları yarattığıma nadim
oldum” (Tevrat, “Tekvin”, Bap 6: 6-7).

Bununla beraber, Tanrı’nın inayetini kazanmış bir kişi bulunmaktadır ki,


adı Nuh’tur. Nuh’un üç oğlu vardır: Sam, Ham ve Yafet. Günlerden bir gün Tan-
rı Nuh’u karşısına alır ve ona, yeryüzünün, zorbalıklarla dolduğunu, bu nedenle
bütün insanları ve canlı yaratıkları (beşeri), yeryüzü ile beraber yok etmeye karar
verdiğini söyler ve kendisine , “gofer” ağacından bir gemi yapmasını, geminin üç
yüz arşın uzunlukta, elli arşın genişlikte ve otuz arşın yükseklikte olmasını; ge-
miyi yaptıktan sonra kendi karısını, oğullarını, oğullarının karılarını ve ayrıca
yeryüzünde yaşayan her cins canlıdan erkek ve dişi ikişer yaratığı alarak gemiye
girmesini emreder. Bu büyüklükteki bir geminin tahtadan yapılmasına imkân
olmamakla beraber, Nuh, üç oğlu ile birlikte işe koyulur ve Tanrı’nın emrettiği
şekilde bir gemi yapar. Bunun üzerine Tanrı Nuh’a yeryüzündeki temiz olmayan
hayvanlardan erkek ve dişi olarak ikişer ve her temiz hayvandan ve ayrıca gökle-
rin kuşlarından erkek ve dişi olarak yedişer tane almasını ve çünkü yedinci gün-
den sonra yeryüzü üzerinde kırk gün kırk gece, yağmur yağdıracağını ve yeryü-
zünde her yaşayan şeyi öldüreceğini söyler. Nuh, Tanrı’nın emrettiği gibi yapar:
kendi karısını, oğullarını, oğullarının karılarını ve hayvanları ve kuşları alarak
gemiye girer ve kapıları kapar. Bunun üzerine Tanrı yağmur yağdırtmaya başlar;

300
yer üzerinde kırk gün tufan olur, sular yükselir ve gemi yüzmeye başlar. Bu öyle-
sine bir tufandır ki, gökler altındaki bütün yüksek dağlar sularla örtülür ve yer-
yüzünde ne kadar canlı insan ve hayvan varsa hepsi ölür. Sadece Nuh ve kendi-
siyle beraber gemide olanlar kurtulmuş olur (Tevrat, “Tekvin”, Bap 7: 1-24). Su-
ların yükselmesi yüz elli gün devam eder ve sonra Tanrı yağmurları sona erdirir.
Ve yerin üzerinden bir rüzgâr geçirterek suların yükselmesini durdurur. Gemi
yedinci ayın on yedinci gününde Ararat dağları üzerine oturur. Nuh geminin
pencerelerini açar ve suların azalıp azalmadığını anlamak için yanındaki güver-
cini gönderir. Neden Tanrı ona bunu haber vermemiştir, bilemiyoruz! Fakat gü-
vercin ayağını basacak bir yer bulamadığı için geri gelir. Anlaşılan o ki, sular he-
nüz azalmamıştır! Aradan yedi gün daha geçince, Nuh tekrar güvercini gönderir;
bu kez güvercin, ağzında yeni koparılmış zeytin yaprağı ile geri gelir. Böylece
Nuh, suların yeryüzünden eksilmiş olduğunu anlar. Bununla beraber yedi gün
daha bekler ve güvercini tekrar gönderir. Bu kez güvercin geri gelmez. Nuh ge-
minin örtüsünü kaldırır ve bakar ki toprak kurumuştur. Tam bu sırada Tanrı,
Nuh’a seslenerek, kendisiyle beraber karısı, oğulları ve oğullarının karıları olmak
üzere gemideki bütün canlıları alarak dışarı çıkmasını ve yeryüzünde çoğalmala-
rını emreder. Nuh, Tanrı’yı hoşnut etmek amacıyla, gemiden çıkar çıkmaz ilk iş
olarak Tanrı’ya bir mezbah yapar ve her temiz hayvandan ve her temiz kuştan
alarak mezbah üzerinde yakılan takdimeler arz eder. Tanrı bundan pek hoşlan-
mış olmalı ki, artık bir daha insanlar yüzünden toprağı tekrar lanetlemeyeceğine
ve yaşayan şeyleri tekrar vurmayacağına dair kendi kendine söz verir (Tevrat,
“Tekvin”, Bap 8: 1-22). Sonra, Nuh’u ve oğullarını mübarek kılarak, “Semereli
olun ve çoğalın ve yeryüzünü doldurun” der ve yeryüzünde hareket eden ne var-
sa her şeyi onların emrine verdiğini bildirir; ayrıca da bu şeylerden nasıl yararla-
nacaklarını belirtir (Tevrat, “Tekvin”, Bap 9: 1-17). Bundan sonra Nuh, çiftçiliğe
başlar ve bir bağ diker. Fakat bir gün fazlaca şarap içerek sarhoş olur ve çadırı-
nın içinde çıplak olarak dolaşmaya başlar. O sırada Nuh’un yanında bulunan kü-
çük oğlu Ham, babasının çıplaklığını görüp dışarıya çıkar ve durumu diğer iki
kardeşine, yani Sam ile Yafet’e anlatır; muhtemelen babasının sarhoşluğu ve çıp-
laklığı ile alay etmiştir. Fakat Sam ile Yafet, ihtiyar babalarının bu durumuna

301
üzülürler ve bir esvap alıp gerisin geriye çadıra girerler. (Gerisin geriye girmele-
rinin nedeni, babalarının çıplaklığını görmemek içindir.) Ellerindeki esvabı baba-
larına giydirirler. Bundan sonra Nuh şarap içmeyi bırakır, yani şarabından ayrı-
lır. Fakat küçük oğlu Ham’a karşı kin beslemekten kurtulamaz; çünkü onun
kendisine kötülük yaptığını düşünür; bu nedenle Ham adındaki bu oğlunu evin-
den kovar. Kovmakla da kalmaz, bir de onun ahfadı olacak olan Kenan’a lanetler
eder:

“Kenan lanetli olsun. Kardeşlerine kullar kulu olacaktır...”

Nuh’un bu şekilde konuştuğunu gören Tanrı hoşnut olur ve lanetlemeye ka-


tılır. Ve zamanla bu lanetlemeyi gerçekleştirir, yerine getirir. Neden dolayı Tanrı,
Ham’ın ahfadına, yani suçu ve günahı olmayan ilerideki bir kuşağa lanet etmiş-
tir, bilinmez! Nuh, tufandan sonra 350 yıl daha yaşar ve 950 yaşındayken ölür
(Tevrat, “Tekvin”, Bap, 9: 18-29). Nuh’un oğulları Sam, Ham ve Yafet’in zürri-
yetleri, yeryüzünü doldurmaya başlar (Tevrat, “Tekvin”, Bap 10 vd...). Söylendi-
ğine göre, Ham kovulduktan sonra Afrika’ya göç eder ve oradaki zenci ırkının
atası olmuş olur. Sam ile Yafet’in zürriyetleri, yeryüzünün diğer milletlerini oluş-
tururlar. Ve işte Tevrat’a göre, Nuh’un hikâyesinin özeti budur. Görüldüğü gibi
hikâye, akıl dışılıklarla dolu olmakla beraber, hiç değilse belli bir düzen ve silsile
ile ve anlaşılır şekilde anlatılmıştır.

Ve işte bu efsaneyi Muhammed, biraz önce belirttiğimiz gibi, Tevrat’ı bilen-


lerden öğrenip almış, alırken kendi günlük siyasetinin gereksinimlerine göre de-
ğiştirmiş, fakat tutarsız ve belli bir fikir silsilesine yer vermeyerek, bazen tersyüz
ederek Kur’an’a koymuştur. Yapmış olduğu değişikliklerden biri, biraz önce de-
ğindiğimiz gibi, Nuh’u “peygamber” olarak göstermektir. İkincisi de, Nuh’u ge-
miye binerken karısını ve oğullarından birini, kendisine iman etmediler diye terk
etmiş gibi tanımlamıştır. Fakat hemen ekleyelim ki, Kur’an’ı okumakla Nuh kıs-
sası hakkında doğru dürüst bir fikir edinmek mümkün değildir. Gerçekten de,
Kur’an’da, her ne kadar “Nuh” başlığını taşıyan bir sure var ise de, bu sureyi
okumakla, Nuh efsanesi hakkında fikir edinilemez. Bir kere Nuh Suresi,
Kur’an’da yetmiş birinci sırada yer almıştır. Oysa Nuh’la ilgili hikâye, daha önce-

302
ki surelerde, örneğin A’raf, Tevbe, Hûd, Mü’minûn, Şuara, Ankebût, Saffat, Sad,
Şûra, Kamer, Mücadele ve Nuh surelerine dağıtılmış olarak ve birbirlerinden
farklı şekillerde, çoğu kez tekrarlamalarla anlatılmıştır:

Nuh hikâyesine, ilk olarak Kur’an’ın yedinci suresi olan A’raf Suresi’nde
rastlanır. Hikâyeden bahseden son sure ise, Kur’an’ın 71. suresi olan Nuh Sure-
si’dir; bu iki sure arasında, aynı hikâye ile ilgili diğer sureler yer almıştır. Fakat
bütün bu sureler, tersyüz edilmiş olarak sıralanmış gibidir. Zira Nuh başlığını
taşıyan sure, hem Kur’an’ın son kısımlarına atılmış, hem de diğer surelerde anla-
tılanlara göre eksiklikler ve değişikliklerle ele alınmıştır:

Nuh hikâyesine, Kur’an’ın baştan yedinci sırasında bulunan A’raf Sure-


si’nin, “Andolsun ki, Nuh’u elçi olarak kavmine gönderdik...” (A’raf Suresi, ayet
59) şeklindeki ayetle başlandığı görülür. Ancak, Nuh’un kim olduğu, hangi kav-
me mensup bulunduğu, ne için gönderildiği belli edilmemiştir. Sadece şu belir-
tilmiştir ki, Nuh, kendi kavmini Tanrı’ya kulluk etmeye çağırmak ve korkutmak
üzere gönderilmiştir. Ve kavmine şöyle der:

“Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka Tanrınız yoktur.
Doğrusu ben, üstünüze gelecek, büyük bir günün azabından korkuyo-
rum” (A’raf Suresi, ayet 59).

Fakat kavminin ileri gelenleri Nuh’u dinlemezler ve onu sapıklıkla suçlar-


lar. Onların bu suçlamaları üzerine Nuh şunları söyler:

“Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur; fakat ben âlemlerin
Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbim’in vahyettikle-
rini duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Al-
lah’tan (gelen vahiy ile) biliyorum” (A’raf Suresi, ayet 61-62).

Fakat söz dinletemez; zira kavminin ileri gelenleri onu yine yalanlarlar. Bu-
nun üzerine Tanrı, Nuh’u ve onunla beraber gemide bulunanları kurtarıp, yalan-
layanları suda boğduğunu bildirir:

“(Nuh’u) yalanladılar, biz de onu ve onunla beraber gemide bulunanla-


rı kurtardık; ayetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk! Çünkü onlar
kör bir kavimdi” (A’raf Suresi, ayet 64).
303
Ancak, burada sözü edilen gemi nereden çıkmıştır? Gemiyi kim inşa etmiş-
tir? Ne sebeple inşa etmiştir? Geminin içinde bulunanlar kimlerdir? Suda boğu-
lan kavim hangi kavimdir? Bunlar hiç belli edilmeden Ad ve Semûd kavimleriyle
ilgili hikâyelere geçilir. Daha başka bir deyimle Nuh hikâyesi, altı ayetlik bir anla-
tışla yarım yamalak bırakılmış ve başka konulara atlanmıştır. Bu vesileyle ekleye-
lim ki Muhammed, bu birkaç ayetle Nuh hikâyesini, henüz Medine’ye hicret et-
meden önce, yani Mekke dönemindeyken, içinde bulunduğu kendi durumuna
göre ayarlamış gibidir. Çünkü kendisini “peygamber” olarak ilan ettikten sonra,
kendi kavmi olan Kureyş’i Tanrı’ya kulluk etmeye çağırmış, onlara Tanrı’dan
başka “Tanrı” olmadığını anlatmış, fakat Kureyş ileri gelenleri, onu yalancılıkla,
sapıklıkla suçlamışlardır. Ve işte onları korkutmak için Muhammed, Nuh hikâye-
sine sarılmıştır. Sarılırken de, hikâyeyi kendi içinde bulunduğu duruma göre
ayarlamıştır. Ancak, ayarlarken Nuh’un gemisinin ne olduğunu, ne maksatla ve
ne şekilde yapıldığını belirtmemiştir. Bunu daha sonraki surelerde ele alacaktır.
Bu surelerden biri, Kur’an’ın 11. sırasında yer alan Hûd Suresi’dir. Yani Mu-
hammed, A’raf Suresi’nde anlattıklarını, dört sure sonraki Hûd Suresi’nde tekrar
ele almıştır. Muhammed’in söylemesine göre, Tanrı, Hûd Suresi’nde Nuh’u ken-
di milletine göndererek milletini imana çağırttığını bildirir ve Nuh ile milleti ara-
sındaki sürtüşmeyi belirtir:

“Andolsun ki, biz Nuh’u kendi milletine gönderdik. ‘Ben sizin için apa-
çık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına kulluk etmeyin...’ dedi. Milleti-
nin inkâra ileri gelenleri dediler ki, ‘Senin ancak kendimiz gibi bir in-
san olduğunu görüyoruz... Sizin bizden üstünlüğünüz de yoktur’...”
(Hûd Suresi, ayet 25-34).

Görülüyor ki Tanrı, daha önceki A’raf Suresi’nde anlattıklarını burada tek-


rar etmekte; fakat tekrar ederken, birdenbire hikâyeyi yarıda keser ve başka bir
konuya geçer ki, o da Kur’an’ın Muhammed tarafından uydurulmadığıyla ilgili-
dir:

“Ey Muhammed! Sana ‘Kur’an’ı kendiliğinden uydurdu derler’; de ki,


‘Uydurdumsa suçu bana aittir; oysa ben sizin işlediğiniz günahlardan
uzağım’...” (Hûd Suresi, ayet 35).

304
Bu yersiz ve gereksiz saptırmadan sonra Tanrı, yine Nuh hikâyesine döner
ve Nuh’a, “...gözcülüğümüz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık
yapanlar için bana başvurma; çünkü onlar suda boğulacaklardır” (Hûd Suresi,
ayet 36-37) diye emrettiğini söyler. Ve ekler:

“...Buyruğumuz gelip sular kaynamaya başlayınca, ‘Her cinsten birer


çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu
ve inananları (iman edenleri) gemiye bindir’ dedik. Pek az kişi onunla
beraber inanmıştı...” (Hûd Suresi, ayet 40).

Her ne kadar bu ayetlerde, Tanrı’nın, nasıl bir gemi yapılmasını istediği be-
lirtilmemişse de, bazı yorumcular, “...Buyruğumuz gelip sular kaynamaya başla-
yınca...” sözlerinden, Nuh’un gemisinin yelkenli bir gemi değil, “buharlı bir va-
pur” olduğu sonucunu çıkarırlar. 11 Ve bunu, Kur’an’ın “bilim” kaynağı olduğuna
kanıt sayarlar!

Fakat Kur’an’daki hikâyeye göre, Nuh, “Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi
de durması da Allah’ın adıyladır...” (Hûd Suresi, ayet 41) der ve gemi dağlar gibi
dalgalar arasında gitmeye başlar. Nuh’un gemiye binmeyen bir oğlu olduğu ve
onu çağırdığı anlaşılıyor; zira ayette Nuh’un, “...gemiden uzakta bulunan oğluna,
‘Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerden olma’...” (Hûd Suresi,
ayet 42) diye seslendiği görülmekte. Ancak, bu çocuk Nuh’un oğullarından han-
gisidir, belli değil! Babasına iman etmediği için gemiye alınmadığı anlaşılıyor;
çünkü Nuh’un yukarıdaki şekilde çağrısına karşı, çocuk şöyle konuşur: “Beni su-
dan koruyacak bir dağa sığınacağım.” Nuh da ona, Tanrı’dan başka koruyucu
olmadığını bildirir. Böylece aralarına dalgalar girer ve Nuh’un oğlu boğulanlar-
dan olur (Hûd Suresi, ayet 43). Bunun üzerine Tanrı, “Ey yer suyunu tut! Ve ey
gök (suyunu) tut” diye emreder; sular çekilir ve gemi Cudi Dağı’nın üzerine otu-
rur. Ve Tanrı, “O zalimler topluluğunun canı cehenneme” der (Hûd Suresi, ayet
44). Ancak, Nuh’un aklı, gemiden uzakta kalıp dalgalarda boğulan oğlundadır. Ve

11
Diyanet Vakfı’nın Hûd Suresi’nin 40. ayetiyle ilgili açıklamasına göre, bazı yorumcular, “sular
coşup yükselmeye başlayınca” deyimini “tandır kaynayınca” şeklinde anlayıp, bunun “vapu-
run ocağı yandı ve harekete hazır duruma getirildi” demek olduğunu öne sürmüşlerdir.

305
hatırlar ki, Tanrı ona, ailesini kurtaracağına dair daha önce söz vermiştir. Bu
nedenle Tanrı’ya şu yalvarıda bulunur:

“...Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vadin ise elbette


haktır. Sen hakimler hakimisin” (Hûd Suresi, ayet 45).

Fakat Tanrı ona, oğlunun kötü bir iş yaptığını ve ailesinden sayılamayacağı-


nı anlatır. Ama nasıl “kötü bir iş” yapmıştır; bunu Nuh dahi bilmemektedir. Ni-
tekim Tanrı’nın konuşması şöyledir:

“...Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir
iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sa-
na cahillerden olmamanı tavsiye ederim” (Hûd Suresi, ayet 46).

Muhammed, bu ayetleri Kur’an’a koymakla, İslam’dan farklı bir inanca bağ-


lı olanları (velev ki, bunlar ana, baba, çocuklar ya da hısım-akraba olsun) “kâfir”
bilip, düşman saymak gerektiğini anlatmak istemiştir. Çünkü ancak bu suretle
İslam’a girmiş olan kimseleri, İslam’a girmemiş olan yakınlarına karşı yabancı
kılabilecek ve savaştırabilecektir. Nitekim daha önce değindiğimiz gibi, Bedir Sa-
vaşı’na katılan Müslümanlar, en yakın olan babalarına, kardeşlerine ya da oğulla-
rına karşı savaşmışlardır.

Ve işte bu yukarıdaki uyarı üzerine Nuh, “Ey Rabbim! Ben senden hakkında
bilgim olmayan bir şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esir-
gemezsen, ben ziyana uğrayanlardan olurum!” (Hûd Suresi, ayet 47) diyerek
Tanrı’dan özür diler. Bunun üzerine Tanrı Nuh’a gemidekilerle birlikte inmesini
emreder ve şöyle der:

“Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan ümmetlere bizden selam ve be-
reketlerle (gemiden) in! Kendilerini (dünyada) faydalandıracağımız,
sonra da bizden kendilerine elem verici bir azabın dokunacağı ümmet-
ler de olacaktır” (Hûd Suresi, ayet 48).

Görülüyor ki, ayet birtakım karışıklıklar yaratmakta! Bir kere, daha önceki
ayetlere göre Tanrı Nuh’a, gemiye binerken, yeryüzündeki yaratıklardan birer
çift ile birlikte kendi ailesini ve “inananları” almasını emretmişti. “İnananlar” bir

306
tek ümmet olduğuna göre, şimdi burada, birden fazla ümmetler olduğu kanısını
yaratacak nitelikte olmak üzere, “seninle beraber olan ümmetlere bizden selam...”
deyimi geçiyor! Öte yandan, ayette Tanrı’nın, “...Kendilerini (dünyada) fayda-
landıracağımız, sonrada bizden kendilerine elem verici bir azabın dokunacağı
ümmetler de olacaktır...” dediği yazılı! Yani Tanrı, Nuh ile birlikte gemiye girip
de, boğulmaktan kurtulan imanlı insanlardan bir kısmının “kâfir” olacaklarını ve
onlara elem verici azap hazırladığını bildirmekte. Evet, ama eğer böyle bir duru-
mun ortaya çıkacağını biliyor idiyse, Tanrı, neden dolayı Nuh’a gemi yaptırıp tu-
fan yaratsın ve nasıl olsa “kâfir” olacaklarını bildiği insanları kurtarsın? Eğer bu
böyle olacak idiyse, bu takdirde tufandan önceki dönemde “imansız” olanları
boğdurtmak niye? Eğer tufan yaratıp imansız kişileri boğdurtmak suretiyle,
imandan çıkmaya kalkışanlara ders vermek istiyor idiyse, bu takdirde, “Biz dile-
diğimizin gönlünü açar Müslüman yaparız, dilediğimizin gönlünü kapar onu
kâfir yaparız” (örneğin, En’am Suresi, ayet 125) demenin anlamı olur mu? Eğer
Tanrı, dilediğini “Müslüman”, dilediğini de “kâfir” yapıyor ise, Nuh efsanesine
yer vermenin âlemi var mı?

Kur’an’da 11. sırada olan Hûd Suresi’nde, Nuh’la ilgili hikâyenin anlatılışı,
yukarıdaki ayetle sona erer ve başka konuya geçilir. Bundan sonra, on sure bo-
yunca, yani yirmi birinci sureye gelinceye kadar, Nuh’tan söz edilmez. Yirmi bi-
rinci sure olan Enbiya Suresi’nde, Nuh’la ilgili iki ayet karşımıza çıkar. Ayetler-
den birinde, “Daha önce Nuh da dua etmiş, biz onun duasını kabul etmiştik. Böy-
lece kendisini ve (iman eden) yakınlarını büyük sıkıntıdan kurtarmıştık. Onu,
ayetlerimizi inkâr eden kavimden koruduk. Gerçekten onlar fena bir kavim idi;
bu yüzden topunu birden (suya) gömdük” diye yazılıdır (Enbiya Suresi, ayet 76-
77). Dikkat edileceği gibi, yine anlaşılmazlıklar ve karışıklıklarla karşı karşıyayız.
Bir kere burada, Nuh’un daha önce dua ettiği ve duasının Tanrı tarafından kabul
edildiği yazılı! Neydi bu dualar ve neydi Tanrı’nın sağladığı şeyler? Öte yandan
Nuh’un ve yakınlarının sıkıntıdan kurtarıldığı, fakat ona inanmayan kavminin
suya gömüldüğü yazılı. Yani gemide bulunanların Nuh ile yakınları olduğu bildi-
rilmekte; ümmetlerden söz edilmemekte. Daha doğrusu Nuh ve yakınları dışında
olanların boğulduğu anlatılmakta:

307
“...Onu, ayetlerimizi inkâr eden kavimden koruduk. Gerçekten onlar
fena bir kavim idi; bu yüzden topunu birden (suya) gömdük” (Enbiya
Suresi, ayet 77).

Bu ayetin yorumunu yapan Beyzavî’nin söylemesine göre, Nuh’un kavmi


hem Hak’kı yalanlamış, hem de kötü işler yapmışlardı; bu nedenle, Tanrı onları
helak etmişti. 12 Oysa on sure önce, yani Hûd Suresi’nde, Nuh ve yakınlarından
başka, gemiye başka ümmetlerin de alındığı yazılıydı:

“...(Ey Nuh) Sana ve seninle beraber olan ümmetlere bizden selam ve


bereketlerle (gemiden) in!..” (Hûd Suresi, ayet 48).

Görüldüğü gibi, her an tutarsızlıklarla karşı karşıya bulunmaktayız.

Nuh’la ilgili hikâye, Hûd Suresi’nden sonra, iki surelik bir atlama ile
Mü’minûn Suresi’nde tekrar ele alınmıştır; bu sure Kur’an’ın 23. sırasında yer
almaktadır. Burada Tanrı, daha önce Hûd Suresi’nde söylediklerini tekrarlayarak
Nuh hikâyesine şöyle başlar:

“Andolsun ki, Nuh’u milletine gönderdik; onlara, ‘Ey milletim, Allah’a


kulluk edin...’ dedi... Milletinin inkârcı ileri gelenleri, ‘Bu, sizin gibi bir
insandan başka bir şey değildir. Sizden üstün olmak isti-
yor’...”(Mü’minûn Suresi, ayet 23).

Bunu dedikten sonra, “Gözcülüğümüz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemi-


yi yap, buyruğumuz gelip sular kaynayınca, her cinsten birer çifti ve... daha önce
kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışında aileni gemiye al. Zulmetmiş
olanlar konusunda bana hiç yalvarma! Zira onlar kesinlikle boğulacaklardır”
diye emreder (Mü’minûn Suresi, ayet 24-27). Bunu da yeterli bulmayıp bir de
Nuh’u kendisine dua ettirir:

“Sen, yanındakilerle birlikte gemiye yerleştiğinde, ‘Bizi zalimler toplu-


luğundan kurtaran Allah’a hamdolsun’ de. Ve de ki, ‘Rabbim! Beni be-
reketli bir yere indir. Sen iskân edenlerin en hayırlısısın’...”(Mü’minûn
Suresi, ayet 28-29).

12
Diyanet Vakfı çevirisinde, Enbiya Suresi’nin 77. ayetinin açıklamasına bakınız.

308
Görülüyor ki, daha önceki surelerde anlatılanlar ufak tefek değişikliklerle,
fakat yine de tam olmayarak burada ele alınmıştır. Ancak, Nuh’un dua ve yal-
varmalarına karşı Tanrı’nın ne yaptığı burada açıklanmıyor: yani, gemi ne olmuş-
tur? İçindekiler kurtulmuş mudur yoksa dalgalara kapılıp sularda boğulmuş mu-
dur, burada bildirilmiyor! Sadece, “Doğrusu bunlarda dersler vardır. Biz şüphe-
siz, insanları denemekteyiz... Bunların ardından başka nesiller var ettik” deniyor
(Mü’minûn Suresi, ayet 30-31). Sanırsınız ki, Nuh ile ilgili hikâye burada sona
ermiştir. Çünkü bu son sözlerden sonra, Tanrı’nın diğer ümmetlere gönderdiği
peygamberlerden ve bu “peygamberlere” karşı halkların direnmesinden söz ettiği
yazılı (Mü’minûn Suresi, ayet 32-50).

Şimdi geliniz, Mü’minûn Suresi’nden sonra, altı surelik bir atlama ile An-
kebût Suresine geçelim; bu Kur’an’ın 29. sırasında yer alan bir suredir. Sure,
insanların sınavdan geçirileceklerini ve sadece “iman ettik” demekle kurtuluşa
erişemeyeceklerini belirtmekle başlar ve on dört ayet boyunca imandan, kâfirlik-
ten söz eder. Sonra, birdenbire iki ayetlik bir anlatımla Nuh hikâyesine geçer:

“Andolsun ki, biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik de, o bin yıldan elli
yıl eksik bir süre onların arasında kaldı. Sonunda onlar zulümlerini
sürdürürken, tufan kendilerini yakalayıverdi. Fakat biz onu ve gemi-
dekileri kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret yaptık” (Ankebût Suresi,
ayet 14-15).

Dikkat edileceği gibi bu sözler, daha önce Nuh ile ilgili olarak anlatılan
hikâyenin özeti gibi bir şey. Bunu, “İbrahim’i de gönderdik...” (Ankebût Suresi,
ayet 16) diye başlayan ve diğer peygamberlerin gönderilişleriyle ilgili, yani Nuh
ile ilgili olmayan ayetler (ve Firavun hikâyesi) izler. Sonra, Kur’an’ın indirilme-
sinden, Kur’an’a iman eden ve etmeyenlerden, Muhammed’in okumasızlığından,
Kur’an’ın apaçık oluşundan, dünya yaşamının oyun olup ahiret yaşamının gerçek
oluşundan vd... söz edildikten sonra (Ankebût Suresi, ayet 39-64), hiç yeri olma-
dan yine Nuh’la ilgili şöyle bir ayete geçilir:

“Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız ona has kılarak Allah’a yalvarır-
lar. Fakat, onları salimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki, (Allah’a)
ortak koşmaktalar” (Ankebût Suresi, ayet 65).

309
Burada sözü edilen gemi, kuşkusuz ki Nuh’un gemisidir. Böylece aynı sure
içinde elli ayetlik bir atlama ile tekrar Nuh’un gemisinden söz edilmektedir.

Şimdi, Ankebût Suresi’nden, yedi sure daha ileride olan Saffat Suresi’ne
bakalım. Bu sure, Kur’an’ın 37. sırasında yer alan bir suredir ve Tanrı’nın şu şe-
kildeki yeminleriyle başlar:

“Saf saf dizilmişlere, toplayıp sürenlere, zikir okuyanlara yemin ederim


ki, ilahınız birdir” (Saffat Suresi, ayet 1-4).

Yani Tanrı, kendisinden başka “Tanrı” olmadığını anlatmak için yeminler


ediyor; ancak, üzerine yemin ettiği şeylerin ne olduğu belli bile değil! Örneğin,
“saf saf dizilmişlere...” derken neyi kastettiğini bildirmiyor. Yorumculara göre,
bununla “melekler” ya da “beş vakit namazlarda bağlanan saflar” anlaşılabilir.
“Toplayıp sürenlere...” deyimi kimi yorumculara göre, “...haykırıp sürenlere...”
şeklinde de olabilir ve bundan “cihat eden bütün ordular” ya da “bu ordulara
kumanda edenler” şeklinde de anlaşılabilir. “Zikir okuyanlar...” deyiminin,
“Kur’an okuyanlar”, “âlimler” anlamına geldiği, bütün bunların “gökcisimleri”,
“ruhlar”, “kudsi cevherler” ya da “Kur’an ayetleri” şeklinde anlaşılabileceğini
söyleyenler vardır. Bunu izleyen ayetlerde, Tanrı’nın gökleri yıldızlarla süsledi-
ğinden, gökyüzünü “itaat dışına çıkan şeytanlardan” koruduğundan, yaratma
gücü itibariyle insanlara ve putlara üstün olduğundan, yeryüzü ile gökler arasın-
dakilerden, ölümden, dirilikten, kâfirlikten, Muhammed’e yapılan eziyetlerden,
cennetteki hurilerden, cehennemlerden vd... söz edilir (Saffat Suresi, ayet 1-74).
Yetmiş dört ayet boyunca bu tür şeylerden söz edilirken, birdenbire Nuh ile kav-
minin hikâyesine geçilir:

“Andolsun ki, Nuh bize yalvarıp yakardı. Biz de duayı ne güzel kabul
ederiz. Kendisini ve ailesini büyük felaketten kurtardık” (Saffat Suresi,
ayet 75-76).

Görüldüğü gibi, bu anlatışta açıklık yok! Bir kere, Nuh’un ne hususta yalva-
rıp yakardığı belli değil! Daha önceki surelerden birinde, Hûd Suresi’nde, gemi
dışında kalıp sulara gömülen oğlunun kurtarılması için yalvarmış, fakat Tanrı
onun bu yalvarmasını kabul etmemiş ve bunun üzerine Nuh, “Ey Rabbim! Ben
310
senden hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni
bağışlamaz ve esirgemezsen, ben ziyana uğrayanlardan olurum!” (Hûd Suresi,
ayet 47) diye konuşmuştu. Acaba şimdi burada, yani Saffat Suresi’nde buna mı
gönderme yapılıyor? Yoksa Nuh’un Mü’minûn Suresi’ndeki yalvarışına mı gön-
derme yapılmakta? Anımsanacağı gibi, Mü’minûn Suresi’nde Nuh, Tanrı’nın is-
teği üzerine şöyle bir yalvarıda bulunmuştu:

“(Ey Nuh)... Ve de ki, ‘Rabbim! Beni bereketli bir yere indir. Sen iskân,
edenlerin en hayırlısının’...” (Mü’minûn Suresi, ayet 28-29).

Bu durumda, Tanrı’nın, Saffat Suresi’nde, “Andolsun! Nuh bize yalvarıp


yakardı...” (Saffat Suresi, ayet 75) demesi biraz çelişmeli olmuyor mu? Üstelik
de Mü’minûn Suresi, iniş sırası (nüzul sırası) itibariyle, Saffat Suresi’nden son-
raki bir tarihe rastlamakta. Saffat Suresi, 56. sure olarak inmiş olan bir suredir;
buna karşılık Mü’minûn Suresi, 74. sure olarak inmiş bulunmakta. Bu böyle
olunca, Saffat Suresi’ndeki bir ayetin, kendisinden çok sonra indiği kabul edilen
Mü’minûn Suresi’nin bir ayetine göndermede bulunacağını düşünmek abes ol-
maz mı?

Nuh’tan yukarıdaki şekilde yalvarıda bulunmasını istedikten sonra, Tanrı


şöyle devam ediyor:

“Biz yalnız Nuh’un soyunu kalıcı kıldık. Sonradan gelenler içinde ona
iyi bir nam bıraktık. Bütün âlemlerden Nuh’a selam olsun. İşte biz, iyi-
leri böyle mükâfatlandırırız. Zira o, bizim inanmış kullarımızdan idi.
Nihayet ötekileri suda boğduk” (Saffat Suresi, ayet 77-82).

Dikkat edileceği gibi burada Tanrı, “Biz yalnız Nuh’un soyunu kalıcı kıl-
dık...” diyor! Evet, ama gemide Nuh’un kendi ailesinin dışında, başka ümmetler-
den iman etmiş olanlar da var. Onlar ne oldu? Bu ayet ile Tanrı, Nuh’un zürriye-
tinden başka hiçbir soyu kalıcı kılmamış gibi görünmekte! Oysa daha önceki bir
surede, örneğin Hûd Suresi’nde Tanrı Nuh’a, “...Ey Nuh! Sana ve seninle beraber
olan ümmetlere bizden selam ve bereketlerle (gemiden) in. Kendilerinden (dünya-
da) faydalandıracağımız, sonra da bizden kendilerine elem verici bir azabın do-
kunacağı ümmetler de olacaktır...” (Hûd Suresi, ayet 48) demiş idi. Şu durumda

311
Tanrı, Nuh’la ilgili olarak bir surede, “...Sana ve seninle beraber olan ümmetle-
re...” diye konuşurken, bir diğer surede ise bu söylediğini unutmuş görünerek,
“...Biz yalnız Nuh’un soyunu kalıcı kıldık...” demektedir! Öte yandan, Saffat Su-
resi’ne göre eğer Tanrı, Nuh’un dışında olanların, zürriyet bırakmadan ölmeleri-
ni sağladıysa, acaba bu durumda bütün insanlar, Nuh’un zürriyetinden mi sayı-
lacaklardır? Bütün bunlar Kur’an yorumcuları arasında tartışma konusudur.
Fakat Saffat Suresi’nin yukarıdaki ayetinden sonra, “Şüphesiz İbrahim de onun
milletinden idi” (Saffat Suresi, ayet 83) şeklinde başlayan satırlarla, İbrahim
hikâyesine geçilir.

Bunları okurken, daha önceki surelerde tamamlanmayan Nuh hikâyesine


burada, yani Saffat Suresi’nde, yeni bir ekleme yapılmış olduğunu sanırsınız. Fa-
kat Sad Suresi’nde şöyle yazılıydı:

“Onlardan önce Nuh kavmi, Ad kavmi, kazıklar sahibi Firavun, Semûd,


Lût kavmi ve Eyke halkı da peygamberleri yalanladılar. İşte bunlar da
(peygamberlere karşı) birleşen topluluklardır” (Sad Suresi, ayet 12-13).

Bir kez daha anlaşılıyor ki, Tanrı, kötülük yaptıkları için ümmetleri tufanda
yok edip, yerlerine, daha iyi olacaktır diye Nuh’un ve beraberindekilerin neslini
getirmek bakımından yanılgıya düşmüştür. Çünkü bu getirdiği nesil, “peygam-
berlere” karşı gelen ve Müslüman olmak istemeyen bir nesil olmuştur! Ancak, bir
sonraki surede Müslüman olmanın, kişi iradesine değil, Tanrı’nın keyfine bağlı
bir şey olduğu tekrar edilmekte:

“Allah kimin gönlünü İslam’a açmışsa, o, Rabbinden bir nur üzerinde


değil midir? Allah’ı anmak hususunda kalpleri katılaşmış olanlara ya-
zıklar olsun, İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler” (Zümer Sure-
si, ayet 22.)

Buna benzer ayetler pek çok (örneğin bkz. En’am 125). Şimdi, eğer insanla-
rı Müslüman ya da kâfir yapan Tanrı ise, bu takdirde Tanrı’nın Nuh neslinden
Ad, Semûd, Lût vd... gibi, peygamberlere karşı kafa tutan kavimlerin çıkmış ol-
masından dolayı yakınması gerekir mi? Buna rağmen, Tanrı’nın, aynı konuda

312
yakınmaktan geri kalmadığı görülüyor. Örneğin, Mü’min Suresi’nde Tanrı’nın
şöyle konuştuğu yazılıdır:

“Onlardan önce Nuh kavmi ve bunlardan sonraki topluluklar da (pey-


gamberlerini) engellemeye, her ümmet kendi peygamberini (yakalayıp
öldürmeye) azmetmişti... Bunun üzerine ben onları kıskıvrak yakala-
dım, işte cezalandırmamın nasıl olduğunu gör!’ (Mü’min Suresi, ayet
5).

Bu şekilde yakınan Tanrı, iki sure sonra, Şûra Suresi’nde, Nuh’a, “Dini
ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin...” şeklinde yapmış olduğu tavsiyeyi, ay-
nı şekilde daha sonra İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya ve Muhammed’e de yapacağını
hatırlatır gibidir (Şûra Suresi, ayet 13). Fakat otuz bir ayet sonra, “Allah kimi
saptırırsa, bundan sonra artık onun hiçbir dostu yoktur...” (Şûra Suresi, ayet 44)
der ve bunu demekle, insanları dilediği gibi Müslüman ya da kâfir yapıp ayrılığa
düşürenin bizzat kendisi olduğunu yine unutmuşa benzer. Ve unuttuğunu altı
sure sonraki Kaf Suresi’nde, Nuh ile ilgili şu satırlarla pekiştirmiş olur:

“Onlardan önce Nuh kavmi, Ress halkı ve Semûd da yalanlamıştı...”


(Kaf Suresi, ayet 12).

Burada geçen “Nuh kavmi”, hangi kavim? Tufandan önceki mi, sonraki mi,
yoksa her ikisi de mi, belli değil! Öte yandan, “Ress halkı” deniyor! Kimlerdir bu
halk? Yine belli değil! Bu deyim daha önce Furkan Suresi’nin 38. ayetinde de şu
şekilde yer almıştı:

“Ad’ı, Semûd’u, Ress halkını ve bunlar arasında daha birçok nesli de


(inkârcılıklarından ötürü helak ettik” (Furkan Suresi, ayet 38).

Yorumculardan bazıları Ress halkının Şuayb kavmi olduğunu söylerler. Ba-


zılarına göre bu, Yemame Çayı üzerinde bulunan bir köyün adı olup, Semûd
kavminden kalanların oluşturduğu bir halktır. Bazılarına göre Medyen’deki bir
kuyunun adıdır ki, Şuayb o civarda oturan bir halka gönderilmiş, fakat onları
imana getirememiştir; bunun üzerine bu halk kuyunun sularında kalıp boğul-

313
muştur. Bazılarına göre bu, Hadramut’ta bulunan bir kuyudur ve ora halkı pey-
gamberlerini öldürdükleri için helak edilmiştir. 13

Şimdi Kaf Suresi’nden dört sürelik bir atlama yapalım ve Kur’an’ın elli dör-
düncü suresi olan Kamer Suresi’ne gelelim. Kıyametin yaklaştığını haber veren
birinci ayet ayın yarıklığını bildirmekte (Kalem Suresi, ayet 1). Ayın ne zaman ve
nasıl yarıldığı belirtilmeden, mucizeye inanmayanlar kötülenmekte; kâfirlerden
söz edilmekte ve birdenbire yine Nuh kıssasına yer verilerek şöyle denmekte:

“Onlardan önce Nuh’un kavmi de yalanladı, hem de kulumuzun yalan-


cı olduğunda ısrar edere, ‘O delirdi’ dediler. Ve (Nuh, davetten vazgeç-
meye) zorlandı. Bunun üzerine, Rabbine, ‘Ben yenik düştüm, bana yar-
dım et!’ diyerek yalvardı” (Kamer Suresi, ay et 9-10).

Görülüyor ki, daha önceki Saffat Suresi’nde geçen, “Andolsun. Nuh bize
yalvarıp yakardı...” (Saffat Suresi, ayet 75) şeklindeki sözlerin açıklaması, on
yedi sure arayla burada yapılmış gibi bir durum var. Bu yalvarıyı Tanrı, “Biz de
derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeryüzünde
kaynaklar fışkırdı. (Her iki) su, takdir edilmiş bir işin olması için birleşmişti”
(Kamer Suresi, ayet 11-12) diyerek yanıtlamakta. Dikkat edileceği gibi, tufanın
anlatılışı, diğer surelerdekinden biraz farklı burada. Fakat burada bir açıklama
daha var ki, o da Nuh’un gemisinin tahtadan yapılmış ve çivilerle çakılmış oldu-
ğunu belirtmekte:

“Nuh’u da tahtalardan yapılmış, çivilerle çakılmış gemiye bindirdik.


İnkâr edilmiş olana (Nuh’a), bir mükâfat olmak üzere, gemi gözlerimi-
zin önünde akıp gidiyordu. Andolsun ki, onu bir ibret olarak bıraktık,
ibret alan yok mu? Benim azabım ve uyarılarım nasılmış!” (Kamer Su-
resi, ayet 13-16).

Görülüyor ki, daha önceki surelerde çeşitli şekillerde anlatılan Nuh hikâye-
si, kısaca yeni baştan ele alınmış ve tamamlanmadan bırakılmıştır. Zira yukarı-
daki ayetten sonra, “Andolsun ki, Kur’an’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (On-
dan) öğüt alan yok mu?” (Kamer Suresi, ayet 17) diye bir ayet geliyor ve onu Ad,

13
Beyzavî ve Celaleddin gibi yorumcuların yapıtlarına bakınız; ayrıca bkz. Diyanet Vakfı’nın
Furkan Suresi’nin 38. ayetiyle ilgili açıklaması.

314
Semûd, Firavun hikâyelerinin tekrarlamaları izliyor (Kamer Suresi, ayet 18-42)
ve bunların arasına “Andolsun ki, Kur’an’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (On-
dan) öğüt alan yok mu?” şeklindeki ayetler sıkıştırılıyor (Kamer Suresi, ayet 22,
32).

Kamer Suresi’nden dört sure sonra, Mücadele Suresi’nde yine Nuh hikâye-
sine değinme var; fakat sadece şöyle:

“Andolsun ki, biz, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği de ki-


tabı da onların soyuna verdik. Onlardan (insanlardan) kimi doğru yol-
dadır; içlerinden birçoğu da yoldan çıkmışlardır” (Mücadele Suresi,
ayet 26).

Mücadele Suresi’nden on üç sure sonraki, yani Kur’an’ın 71. sırasındaki su-


re Nuh başlığını taşıyor. Başlık bu olduğuna göre, sanılır ki, daha önce bölük pör-
çük anlatılmış olan Nuh kıssası burada, derli toplu ve anlaşılır bir şekilde sunu-
lacaktır. Oysa hiç de öyle değil. Surenin ilk ayeti şöyledir: “Kendilerine yakıcı bir
azap gelmeden önce kavmini uyar diye Nuh’u kendi kavmine gönderdik” (Nuh
Suresi, ayet 1).

Bundan sonra Nuh’un kendi kavmine şunları söylediği görülür:

“Allah’a kulluk edin; ona karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin ki,
Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir vadeye kadar
tehir etsin (muaheze etmeden yaşatsın)” (Nuh Suresi, ayet 2- 4).

Fakat Nuh’un söylemesinden öğreniyoruz ki, bütün bu uyarılara, kavminin


insanları kafa tutmuşlardır. Onları ikna etmek için Nuh çok çalışmış, ancak ba-
şarı sağlayamamıştır; bu yüzden Tanrı’ya şu şekilde yakınmaktadır:

“Rabbim! Doğrusu bunlar bana karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendi
ziyanını artırmaktan başka işe yaramayan kimseye uydular. Bunlarda
büyük hileler, büyük desiseler kurdular. Ve dediler ki, ‘Sakın ilahları-
nızı bırakmayın; hele Ved’den, Suva’dan, Yeğûs’tan, Ye’ûk’tan ve
Nesr’den asla vazgeçmeyin’.(Böylece) onlar gerçekten birçoklarını sap-
tırdılar. (Rabbim!) Sen de bu zalimlerin ancak şaşkınlıklarını artır”
(Nuh Suresi, ayet 5-24).

315
Görülüyor ki Nuh hikâyesi, yine doğru dürüst ve anlaşılır bir şekilde anla-
tılmış değil; aksine burada, daha önce belirtilmeyen şeylere değinilmiş olarak,
diğerlerinden de anlaşılamaz bir şekle sokulmuş bulunmakta. Bir kere burada,
Nuh’un kavmini hile ve desise ile kandırıp saptıran kişilerden söz edilmekte!
Bunların “malı ve çocuğu kendi ziyanını artırmaktan başka işe yaramayan”
kimseler olduğu anlatılmakta! Kimdir bunlar, belli değil! Muhtemel ki, Muham-
med, bu ayetleri koyarken, kendisine muhalefet eden Velid b. Muğire gibi kimse-
leri göz önünde tutmuş ve hikâyenin, kendisine kafa tutanlar için bir örnek ol-
ması amacını gütmüştür; zira onunla ilgili olarak Kur’an’a, “...soysuzlukla dam-
galanmış kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları vardır diye sakın boyun eğme”
(Kalem Suresi, ayet 8-14) şeklinde ayetler koymuştur. Daha başka bir deyimle
Muhammed, kendi sorunlarını Nuh efsanesine bürüyerek günlük siyasetine çö-
züm yolları aramıştır.

Öte yandan Nuh Suresi’nin yukarıdaki ayetlerinde, Ved, Suva, Yeğûs, Ye’ûk
ve Nesr adındaki ilahlardan söz edilmekte! Neyin nesidir bu ilahlar, belli değil!
Kimi yorumculara göre bunlar, Nuh’un kendi kavminin taptığı putlardır. Kimi
yorumculara göre de bunlar, tufandan öncekilerin olduğu kadar, daha sonraki
dönemlerde Arapların taptıkları putlardır. Fakat daha önceki surelerde anlatılan
Nuh hikâyelerinde yer almayan şeylerdir bunlar.

Nuh Suresi’ndeki Nuh ile ilgili hikâyemize, yukarıda kaldığımız yerden de-
vam edecek olursak, Nuh’un yakınması üzerine Tanrı’nın şu şekilde konuştuğu-
nu görmekteyiz:

“Bunlar, günahları yüzünden suda boğuldular, ardından da ateşe so-


kuldular ve o zaman Allah’a karşı yardımcılar da bulamadılar” (Nuh
Suresi, ayet 25).

Dikkat edilecek olursa burada, daha önce pek söylenmeyen bir şey var ki, o
da suda boğulanların ateşe sokulduklarıdır; ama ne Nuh’un gemisinin yapılma-
sından, ne gemiye alınanlardan, ne tufandan, ne suların taşmasından, ne suların
durulmasından, ne de geminin bir dağ üzerine oturmasından söz edilmiştir bu
surede! Sadece “Bunlar, günahları yüzünden suda boğuldular, ardından da ateşe

316
sokuldular...” demekle yetinilmiştir. Ancak, hikâyeye, hani sanki suda boğulma
olayından önceye dönülmüş de yeniden başlanıyormuş gibi, Nuh’un Tanrı’ya şu
dileğiyle devam edilir:

“...Rabbim!.. Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!” (Nuh Sure-


si, ayet 26).

Pek güzel, ama yeryüzündeki kâfirler zaten suda boğulmuş, yok edilmiş de-
ğil miydi? Öte yandan, Kur’an’a göre, kâfirleri “kâfir” yapan esasen Tanrı değil
miydi? Fakat iş bununla da bitmiş görünmüyor; zira Nuh, kâfirlerin yok edilme-
sini isterken sözlerini şöyle tamamlıyor:

“Çünkü, sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlaksız,


nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler)” (Nuh Suresi, ayet 27).

Yine dikkat edileceği gibi Nuh burada, Tanrı’yı, hani sanki her şeyden ha-
bersizmiş, hiçbir şeyi düşünemezmiş ve gereken kararları başkalarının tavsiyesi
olmadan veremezmiş gibi bilgisiz bir durumda kılmış gibidir: “...onları bırakırsan
kullarını saptırırlar” derken, Tanrı’yı, sanki ileriyi göremezmiş, kendi yarattıkla-
rının ne yapacaklarını bilemezmiş de, Nuh’un uyarmasına muhtaç imiş gibi bir
tanıma sokmaktadır.

Nuh Suresi, Nuh’un Tanrı’ya şu şekildeki yalvarısıyla sona ermekte:

“Rabbim! Beni, ana babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman
eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla, zalimlerin de ancak he-
lakini artır” (Nuh Suresi, ayet 28).

Bu satırları okurken şaşırıp kalıyoruz. Bir kere “evime girenleri... bağışla”


diye konuşmakta Nuh! Oysa, söz konusu olması gereken şey ev değil, gemidir. Ev
nereden çıktı, belli değil! Yorumcular bu konuda kararsızdırlar. Kimisi Nuh’un
evinden maksadın “mescit” ya da “gemi” olduğunu bildirmekteler; kimisi bunun
manastır olduğundan söz eder! Evet, ama daha önceki surelerde “gemi” denir-
ken, neden burada “ev” deniyor? Ve sonra başlığı “Nuh” olan bir surede, Nuh ile
ilgili hikâye anlatılırken, asıl önemli konu olan gemiden neden söz edilmiyor? Ve
sonra neden “...iman etmiş olarak evime girenleri, iman eden erkekleri ve iman

317
eden kadınları bağışla...” deniyor? Yani, Nuh’un gemisine giren “mümin”lerin
dışında kalan “mümin”ler de var mıdır ki böyle deniyor?! Eğer böyle ise, bu ay-
rım nerden çıkıyor? Daha önceki surelerde yarım yamalak anlatılanlar, neden
doğru dürüst bir şekilde ele alınmıyor?

Öte yandan bir de şu var: Kur’an’daki anlatışa göre, Tanrı tufan denen şeyi,
yukarıda belirttiğimiz gibi, Nuh’un kendi kavmi tarafından yalanlanması üzerine
oluşturmuştur; istemiştir ki, kendi buyruklarına ve elçisine karşı gelerek günah
işleyenler gebersin ve onların yerine “Hak yolunu” seçen kuşaklar yetişsin. Bun-
dan dolayıdır ki Nuh’u, ailesini ve iman eden ümmetleri bir gemiye bindirtmiş ve
yeryüzünü tufana boğup günahkârları yok etmiştir. Ettikten sonra Nuh’a, gemi-
den inmesi için emir verirken şöyle demiştir:

“...Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan ümmetlere bizden selam ve be-
reketlerle (gemiden) in! Kendilerini (dünyada) faydalandıracağımız,
sonra da bizden kendilerine elem verici bir azabın dokunacağı ümmet-
ler de olacaktır...” (Hûd Suresi, ayet 48).

Görülüyor ki Tanrı, Nuh ile birlikte gemiden çıkacak olan ümmetlerden bir
kısmının günah işleyeceklerini, doğru yoldan ayrılacaklarını, yani kendilerine
gönderilecek peygamberleri yalanlayacaklarını ve bu nedenle onları azaba soka-
cağını bildirmektedir! Evet, ama eğer bunun böyle olacağını biliyor idiyse, tufan
olayına başvurmasının faydası ve anlamı ne? Ve sonra, sık sık tekrarladığımız
gibi, insanları putperest yapan, kâfir kılan, doğru yoldan saptıran yine bu aynı
Tanrı değil mi?

Bütün bu yukarıda söylediklerimizden kolaylıkla anlaşılacağı gibi, Kur’an’da


yer alan Nuh kıssası, tam bir uyumsuzluk, kopukluk, düzensizlik ve mantık ilke-
lerine terslik içerisinde, çeşitli surelerin çeşitli ayetlerinde, yani bölük pörçük bir
şekilde, hiç olmadık tekrarlamalar, saptırmalar ve anlaşılmazlıklarla anlatılmış-
tır. Kur’an’daki diğer hikâyeler gibi Nuh hikâyesini de bu şekillere sokan Mu-
hammed’dir; daha önceki kavimlerin, kendi “peygamberlerine” kötülük yaptıkla-
rını ve bu yüzden helak edildiklerini bu tür hikâyelerle anlatarak, Arapları (daha

318
sonra Yahudileri ve Hıristiyanları) kendisine itaatkâr kılmaya çalışırken bu karı-
şıklıklara sebep olmuştur.

Muhtemelen İslamcılar, yine sure ve ayetlerde “takdim-tehir” olduğundan


söz edecekler ve yukarıdaki tutarsızlıkları bu kurnazlıklara dayalı olarak göz ardı
edeceklerdir. Fakat eğer Nuh kıssasını, sure ve ayetlerin Kur’an’daki sıralarına
göre değil de, nüzul (iniş) sırasına göre incelemeye kalkışacak olursak, bu kez
daha da içinden çıkılmaz tutarsızlıklarla ve anlaşılmazlıklarla karşılaşmış oluruz.

***

Sadece Nuh hikâyesi değil, İbrahim’den İsa’ya varıncaya kadar “peygamber”


diye tanımlanan kişilerle ilgili hikâye ve masallar, hep efsane olmaktan ileri git-
meyen anlatışlar olarak, tutarsız ve çoğu zaman anlaşılamaz şekilde yer almıştır
Kur’an’da. Bunlardan Eyüb’ü bir başka örnek olarak verelim.

Gerçekten de, başı ve sonu belli olmaksızın birbirinden farklı surelere dağı-
tılmış olarak anlatılan ve bu nedenle Kur’an’ı “apaçık” olmaktan uzak kılan
hikâyelerden bir diğeri Eyüb’le ilgilidir ki, yukarıdaki sayfalarda değinilmiş ol-
makla beraber, burada kısaca tekrar ele alınmaya değer. Ancak, her şeyden önce
hikâyenin Tevrat’ta (Eski Ahit’te) anlatılan şeklini kısaca özetleyelim; çünkü
Muhammed hikâyeyi Tevrat’tan aktarmış; aktarırken, tıpkı diğer hikâyelerde
yaptığı gibi, bunu da bölük pörçük ve anlaşılamayacak şekle sokmuştur.

Eyüb hikâyesi Tevrat’ta, 42 bap halinde, belli bir düzen ve silsile esasına gö-
re anlatılır; özeti şudur: Tanrı, çok iyi bir insan olan Eyüb’ü, şeytan aracılığıyla
denemek ister ve onun başına felaketler yağdırır. Bu felaketler ve haksızlıklar
karşısında Eyüb sabır gösterir; fakat karısı ona şöyle der: “(Ey Eyüb!) Sen hala
mı kemalini sıkı tutmaktasın? Allah’a lanet et de öl.” Fakat Eyüb karısının bu
sözlerini uygunsuz bulur ve ona, “Ahmak karılardan biri nasıl söylerse sen öyle
söylüyorsun. Nasıl? Allah’tan iyilik kabul edelim de kötülük kabul etmeyelim
mi?” (Tevrat, “Eyüb”, Bap 2: 1-10). Bununla beraber Eyüb, üç dostu ile konuş-

319
maya giriştiğinde isyan edercesine Tanrı’ya kafa tutar ve onun adaletsizliğinden
yakınır. Örneğin şöyle der:

“...Allah önünde insan nasıl haklı çıkabilir? Eğer onunla çekişmek iste-
se, ona cevap veremez binde birine... Kim ona serteldi de selamet bul-
du?.. Kim ona, ‘Ne yapıyorsun?’ der. Allah öfkesini geri döndürmez... O
ki beni kasırga ile eziyor. Ve boşuna yaralarımı çoğaltıyor, beni bırak-
mıyor ki, soluğumu alayım. Ancak, acılığa beni doyuruyor. Eğer kuvvet
için ise, işte o kuvvetlidir. Eğer adalet için ise, o der ki: Kim beni mah-
kemeye çağırır?.. Birdenbire bela ölüm saçınca, suçsuzların mihneti ile
eğlenir. Dünya kötülerin eline verilmiş; hakimlerinin gözlerini kapayan
odur; eğer o değilse kimdir?.. Eğer kar suyu ile yıkansam ve ellerimi
kül suyu ile temizlesem; yine pislik çukuruna beni batırırsın... Haya-
tımdan canım bıktı... Allah’a diyeyim: Beni mahkûm etme; ne için be-
nimle çekişiyorsun, bana bildir. Gaddarlık ediyorsun; kendi ellerimin
emeğini hor görüyorsun ve kötülerin niyetine ışık veriyorsun, bu senin
için iyi mi?.. Benim fesadımı arıyorsun ve suçumu araştırıyorsun... Se-
nin ellerin her yanımdan bana şekil verdi, beni yarattı. Yine sen beni
helak etmedesin... Günlerim az değil mi? Artık kes ve beni bırak da bi-
raz ferah bulayım... Gerçek, ben Kadir’e söyleyeyim; ve isterim ki, Al-
lah’la davalaşayım... Allah beni dinsizlere veriyor, ve beni kötülerin
eline atıyor. Ben kaygısızdım ve beni o paraladı... Ve şimdi bildim ki,
davamda beni Allah yıktı. Ve beni ağı ile sardı. İşte, zorbalık diye feryat
ediyorum, ve bana cevap yok. Yardım diye bağırıyorum da, adalet yok.
Yoluma çit çekti ve geçemiyorum... Üzerimden izzetimi soydu... Kötüler
niçin yaşıyorlar, kocuyorlar da kudretleri artıyor?.. Evleri selamette-
dir... Allah’ın sopası da üzerlerinde değil... Hakkımı elimden çekip alan
Allah’ın varlığı hakkı için... Gerçek benim dudaklarım haksızlık söyle-
mez; ve benim dilimden yalan çıkmaz...” (Tevrat, “Eyüb”, Bap: 3-39).

Eyüb’ün bu sözlerini dinleyen Tanrı cevap verir:

“(Ey Eyüb) Kadir’in (Yaratıcının) işini kötü gören onunla çekişir mi?
Allah ile davalaşan cevap versin.”

Bunun üzerine Eyüb Tanrı’ya cevap verir:

“İşte, ben değersiz bir şeyim; sana ne cevap vereyim. Ve iki kere söyle-
dim ve artık etmem.”

Bu sözleri işiten Tanrı kasırganın içinden Eyüb’e seslenir:


320
“Şimdi kuşağını beline vur, erkek gibi. Sana sorayım da, bana anlat.
Hükmümü de sen boşa mı çıkaracaksın. Haklı çıkacaksın diye, beni mi
suçlu çıkarıyorsun. Allah gibi sende bazu var mı? Ve onun gibi bir sesle
gürleyebilir misin? Şimdi azametle ve rıfatla süslen; ve izzet ve haşmet
giy. Öfkenin taşkınlıklarını boşalt, ve her kibirliye bakıp onu çökert ve
oldukları yerde kötüleri ayak altında çiğne...” (Tevrat, “Eyüb”, Bap:
40: 1-34).

Tanrı’nın bu sözlerine karşı Eyüb şöyle der:

“Sen her şeyi yapabilirsin, bilirim. Ve hiçbir muradın alıkonmaz. Tak-


diri bilgisizce karartan bu adam kim? Bundan ötürü anlamadığım şey-
leri söyledim... Niyaz ederim, dinle de, ben söyleyeyim; sana sorayım
da bana anlat: senin için kulaktan işitmiştim. Şimdi ise seni gözüm
görsün. Bundan dolayı kendimi hor görmekteyim. Ve tozda ve külde
tövbe eylemekteyim” (Tevrat, “Eyüb”, Bap 42: l-6).

Bunu üzerine Tanrı, Eyüb’ün doğru sözlü oluşunu takdir ederek Temanlı
Elifaza adındaki kuluna şöyle der:

“Sana ve iki dostuna karşı öfkem alevlendi; çünkü kulum Eyüb gibi be-
nim için doğru olanı söylemediniz. Ve şimdi kendiniz için yedi boğa ve
yedi koç alın ve kulum Eyüb’e gidin, ve kendiniz için yakılan takdime
arz edin; ve kulum Eyüb sizin için dua etsin; çünkü ona itibar ederim
de size karşı ahmaklığınıza göre davranmayayım; çünkü kulum Eyüb
gibi benim için doğru olanı söylemediniz...” (Tevrat, “Eyüb”, Bap 42: 7-
16).

Bundan sonra Tanrı Eyüb’e nimetler yağdırır. Eyüb 140 yıl daha yaşar ve
günlerine doymuş olarak ölür.

Tevrat’taki bu hikâyeyi Muhammed, biraz yukarıda bahsettiğimiz gibi değiş-


tirerek, tersyüz ederek; örneğin, baş kısmını sona ve son kısmını başa geçirmiş
olarak ve adeta anlaşılamayacak şekle sokarak, Kur’an’a (daha doğrusu Kur’an’ın
Nisa, En’am, Enbiya, Sad surelerine) aktarmıştır. Bu düzensizlik, Eyüb’ün “pey-
gamber” olarak gönderildiğini bildiren Nisa ve En’am surelerindeki ayetlerle baş-
lar:

321
“Biz Nuh’a... İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, esbata (torunlara),
İsa’ya, Eyüb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davud’a da
Zebur’u verdik” (Nisa Suresi, ayet 163).

“Biz ona (İbrahim’e) İshak ve (İshak’ın oğlu) Yakub’u da armağan et-


tik... Daha önce de Nuh’u ve onun soyundan Davud’u, Süleyman’ı,
Eyüb’ü, Yusuf’u, Musa’yı ve Harun’u doğru yola iletmiştik...” (En’am
Suresi, ayet 84).

Görülüyor ki, peygamberler, bu iki ayette, karmakarışık bir sıraya göre sıra-
lanmış ve bu arada Eyüb, Nuh’un soyundan, fakat İsa’dan, Yunus’tan, Ha-
run’dan, Davud’dan ve Süleyman’dan sonra yaşamış gibi gösterilmiştir. Oysa
Eyüb, Tevrat’taki bilgilere göre, Esauoğullarından olup Amos ile Lût’un kızların-
dan birinin oğludur. Lût, bilindiği gibi İbrahim’in kardeşinin oğlu olduğuna göre,
Eyüb’ün peygamberler sıralamasında Davud’dan, Süleyman’dan ve İsa’dan sonra
değil, önce belirtilmesi gerekirdi. Eyüb’le ilgili hikâyeye gelince, bu da Kur’an’ın
21. suresi olan Enbiya ve 38. suresi olan Sad surelerine ve yine karmakarışık bir
şekilde serpiştirilmiştir:

Enbiya Suresi’nde İbrahim’le ilgili hikâyeden Lût’a, sonra Nuh’a, sonra Da-
vud’a ve Süleyman’a ve onlarla ilgili hikâyelere değinildikten sonra (Enbiya Sure-
si, ayet 51-82), şöyle bir ayetle karşılaşılır:

“(Ey Muhammed!) Eyüb’ü de (an). Hani Rabbine, ‘Başıma bu dert gel-


di. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin’ diye niyaz etmişti” (Enbi-
ya Suresi, ayet 83).

Bu ayeti okurken kendi kendimize sorarız: “Eyüb kimdir? Başına ne dert


gelmiştir ve hangi dertten dolayı Tanrı’ya niyazda bulunmuştur?” Bu sorulara
cevap yok! Sadece Tanrı’nın Eyüb’ün duasını kabul ederek, dertlerini ve sıkıntı-
larını giderdiği ve ailesiyle birlikte ona nimetler verdiği ekleniyor (Enbiya Suresi,
ayet 84). Neden Tanrı Eyüb’ün duasını ve niyazlarını kabul etmiştir, belli değil!
Zira Eyüb’le ilgili bu iki ayetten sonra, İsmail’e, İdris’e, Zülkif’e, Zünnûn’a, Zeke-
riyya’ya ait anımsamalara geçiliyor (Enbiya Suresi, ayet 85 vd...).

322
Eyüb’le ilgili haberler, on yedi surelik bir atlama ile Sad Suresi’nde yine
karşımızdadır; fakat bu kez çok farklı olarak. Zira burada Tanrı, “(Ey Muham-
med!) Kulumuz Eyüb’ü de an. O, Rabbine, ‘Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve
eziyet verdi’ diye seslenmişti” (Sad Suresi, ayet 41) şeklinde konuşmuş gibi gö-
rünmekte; yani Eyüb’ün, şeytan tarafından yorgunluk ve eziyet içerisinde bıra-
kıldığına değinmekte. Oysa daha önceki Enbiya Suresi’nde Eyüb’ün Tanrı’ya,
“...‘Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin’...” (Enbiya
Suresi, ayet 83) diye seslendiği yazılıdır. Anlaşılan o ki, Enbiya Suresi’nde belirsiz
olarak anlatılan bir husus, Sad Suresi’nde belirlendirilmek istenmiştir. Ancak,
bunu izleyen ayetler yeniden belirsizlikler yaratmakta. Zira Eyüb’ün “...şeytan
bana bir yorgunluk ve eziyet verdi” demesi üzerine Tanrı, “Ayağını yere vur! İşte
yıkanacak ve içilecek soğuk bir su” (Sad Suresi, ayet 42) diye konuşur. Ne de-
mektir bu? Ayağını yere vurmakla çıkaracağı su, Eyüb’ün dertlerini nasıl gidere-
cektir? Bunlara cevap beklerken karşımıza, Tanrı’nın, “Bizden bir rahmet ve ol-
gun akıl sahipleri için de bir ibret olmak üzere Eyüb’e, hem ailesini hem de onlar-
la beraber bir mislini bağışladık” (Sad Suresi, ayet 43) şeklindeki sözleri çıkmak-
ta. Sanılır ki, yarım yamalak bir anlatışla Eyüb hikâyesi böylece sona ermiştir.
Oysa bu ayetten hemen sonra şu var:

“Eline bir demet sap al da onunla vur, yeminini böyle yerine getir. Ger-
çekten biz Eyüb’ü sabırlı (bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi kuldu! Daima
Allah’a yönelirdi” (Sad Suresi, ayet 44).

Dikkat edileceği gibi, bu satırların hiçbiri anlaşılır gibi değil; anlaşılması şöy-
le dursun, her bir satır, insanı şaşkınlığa sürüklemekte. “Bir demet sap ile” kime
vurulacak? Ve neden dolayı vurulacak? Bozulmaması istenilen yemin nedir? Bu
soruların hiçbirine cevap yok. Ve işte Eyüb’le ilgili hikâye, hiçbir yönüyle anlaşı-
lamadan, şaşkınlık verici bu ayetle sona ermekte. Zira bundan sonraki ayetlerle
İbrahim, İshak, Yakub, İsmail, Elyesa, Zülkifl gibi kişilerin anılmasına ve başka
konulara atlanmakta (Sad Suresi, ayet 45 vd...).

Bütün bu anlaşılmazlıklar, Kur’an dışı kaynaklara (özellikle Tevrat’a) baş-


vurulmak suretiyle yorumcular tarafından anlaşılabilir şekle sokulmak istendi-

323
ğinde, Eyüb’le ilgili hikâyenin şu olması gerektiği ortaya çıkıyor: Eyüb, varlıklı ve
kalabalık bir aile sahibi, dindar ve sabırlı bir kimsedir. Tanrı onu sınamak ister.
Sınamayı iblis aracılığıyla yapmayı kararlaştırır. Eyüb’ü kandırması, azap ve iş-
kenceye sokması için iblise yetki verir. Bu yüzden Eyüb, evinin yıkıldığını ve aile-
si efradından birçoğunun helak olduğunu, mal ve mülkünün yok olduğunu gö-
rür; yıllarca süren hastalıklara uğrar. Fakat buna rağmen, her şeyin “takdiri ila-
hi” olduğuna inandığından, halinden şikâyet ediyor görünmek istemez; bu ne-
denle Tanrı’dan herhangi bir dilekte bulunmaz. Ancak, böylesine sabırlı görünen
Eyüb, bir sebepten dolayı karısına kızar ve “Eğer bir gün iyileşir ve huzura kavu-
şursam, sana yüz değnek vuracağım” diye yemin eder. Fakat buna rağmen karısı,
bu felaketli günleri sırasında ona büyük fedakârlıklarda bulunarak yardımcı olur.
Hatta Tanrı’ya dua ve niyaz etmesini tavsiye eder. Bunun üzerine Eyüb, “...(Ey
Tanrım), ‘Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin’...”
(Enbiya Suresi, ayet 8.3) diye Tanrı’ya niyazda bulunur. Tanrı da ona acır ve
hastalığını giderip eski haline sokar. Üstelik de, malının bir mislini verir. Ancak,
Eyüb, sağlığına kavuşunca karısına yüz değnek vuracağına dair daha önce yap-
mış olduğu yemini yerine getirmek gerektiğini düşünür. Ve işte Tanrı, buna da
bir çözüm bulur ve yemini geçersiz kılmak için Eyüb’e “hile-i şeriye” yolunu gös-
terir. “Eline bir demet sap al, onunla vur, yeminini böyle yerine getir...” (Sad Su-
resi, ayet 44) der. Eyüb de yüz tane ekin sapından yapılmış bir demetle karısına
yüz kez vurur. Daha başka bir deyimle, “yüce” olduğu söylenen bu Tanrı, kocası
için böylesine fedakârlık etmiş olan kadını koruyacak yerde, ona dayak atmak
hususunda yersiz ve haksız şekilde yemin eden Eyüb’ü üstün kılıp, bir demet sap
ile ona karısını dövdürtmüş olur: hem de hile-i seriye yollarına başvurtarak! An-
laşılır şey midir bu!

Yine görülüyor ki, “Apaçık” olmak üzere gönderildiği söylenen Kur’an, hiç
kimsenin anlayamayacağı bu tür anlatımlarla doludur. Anlaşılması olanaksız hü-
küm ayetlerini anlaşılabilir kılmak için, yorumcular birbirleriyle yarışırlar. Yarı-
şırken, biraz daha anlaşılamaz durumlar yaratmak bir yana, bir de kendi arala-
rında anlaşmazlığa düşerler. Örneğin, Eyüb’ün başına gelen felaketlerin kaç yıl
sürdüğü hususunda farklı görüşe saplıdırlar; kimisi “18 yıl sürmüştür” der; kimi-

324
si “13 yıl”, kimisi de “7 yıl, 7 ay ve 7 saat sürmüştür” diye kesinlik sağlamak is-
ter. 14

Bu konuda verilebilecek bir başka örnek, eski bir Arap kavmi olan Semûd
kavmine “peygamber” olarak gönderildiği söylenen Salih’le ilgili sure ve ayetler-
dir ki, aynı tertipsizlikler ve kargaşalıklarla dolu olarak Kur’an’da yer almıştır. Bu
örnek, Muhammed’in peygamberlik iddialarını pekiştirmeye yararlı nice örnek-
ten biridir. Bu örnekle Muhammed, kendi içinde bulunduğu koşullara yatkın ol-
mak üzere tanımladığı Salih örneğiyle, Kureyşlileri etkilemek istemiştir. Çünkü,
güya Salih, kendi kavmini putataparlıktan kurtarıp tek bir Allah’a taptırmak is-
temiş, taptırtabilmek için onlara Tanrı tarafından sağlanan nimetleri ve lütufları
hatırlatmış, bu iş için onlardan herhangi bir ücret istemediğini bildirmiş, fakat
ne yaparsa yapsın, kavminin kudret ve varlık sahibi olanlarını inandıramamıştır;
fakat, onlardan kötü muamele görmüş, kavmi tarafından alaya alınmıştır; buna
karşılık kavminin zayıf ve fakir olan sınıfları ona inanmış ve nihayet Tanrı, işaret
olarak ve sırf sınamak amacıyla Semûd kavmine bir dişi deve göndermiş ve onla-
ra kendi sularından deveye su verilmesini emretmiş; fakat onlar deveyi öldürüp
Tanrı’ya başkaldırmışlar. Bunun üzerine Tanrı da onları helak etmiştir!

Salih’le ilgili bütün bu veriler, Muhammed’in Kureyş ile olan ilişkilerine tı-
patıp uymakta. Çünkü kendisi de, kendi kavmi olan Kureyş’i putlardan uzak kılıp
Tanrı’ya tapar duruma getirmek için aynı şeyleri yapmış görünmekte. Ve onlara,
eğer putları bırakıp Tanrı’ya kulluk etmeyecek ve kendisini peygamber olarak
kabul etmeyecek olurlarsa, Semûd kavminin uğradığı felaketlere uğrayacaklarını
anlatmak amacındadır. Ancak, bunu sağlamak için Salih’le ilgili hikâyeyi bir oku-
yuşla ve anlaşılır bir şekilde anlatmış değildir. Bu konuda Kur’an’a koyduğu ayet-
ler, belli bir düzen ve uyum içerisinde sıralanmış da değildir. Daha başka bir de-
yimle Salih kıssası, çeşitli surelerin çeşitli ayetlerine, farklı şekillerde serpiştiril-
miş olarak ve anlaşılamaz hale sokularak anlatılmıştır. Bunlar hakkında fikir
edinebilmek için, Kur’an’ın, A’raf Suresi’nin 73., 74. ve 7.7. ayetlerine; Hûd Su-
resi’nin 61., 62. ve 67.; İsra Suresi’nin 59.; Şuara Suresi’nin 142., 145. ve 157.;

14
Bu konuda bkz. Turan Dursun, age. c. 5, s. 96-97; ayrıca bkz. G. Sale, age, s. 323.

325
Zariyat Suresi’nin 43. ve 44.; Kamer Suresi’nin 24. ve 29.; Hakka Suresi’nin 4.
ve Şems Suresi’nin 12. ayetlerini bir araya getirip incelemek (ayrıca hadislere
göz atmak) gerekir.

Kısaca fikir edinmek için, geliniz bunu birlikte yapalım. Fakat yapmadan
önce şunu belirtelim ki, Salih kıssası, surelerin Kur’an’daki sıralarına göre A’raf
Suresi ile (ki 7. suredir) başlar ve Şems Suresi ile (ki 91. suredir) son bulur. An-
cak, bu sureler, iniş (nüzul) sırası itibariyle 26. ve 39. surelerdir. Surelerin iniş
sırasına (nüzul sırasına) göre inceleyecek olursak görürüz ki, Salih kıssası, Şems
Suresi ile başlar (çünkü Şems Suresi, 26. sure olarak inmiş kabul edilir) ve Zari-
yat Suresi ile son bulur (çünkü Zariyat Suresi 112. sure olarak inmiş kabul edil-
mektedir). Daha başka bir deyimle, diğer kıssalar bakımından olduğu gibi, Salih
kıssası bakımından da, zihni allak bullak edici bir durum vardır ortada. Hele ko-
nuyu incelerken, surelerin hem Kur’an’daki sıralarını, hem de nüzul (iniş) sıra-
larını göz önünde tutmaya kalkışacak olursanız, gerçekten içinden çıkılmaz bir
duruma düşmüş olursunuz. Biz burada Salih kıssasını, tıpkı yukarıdaki diğer ör-
neklerde olduğu gibi, surelerin Kur’an’daki sırasına (mushaf tertibine) göre ele
alacağız.

Kur’an’ın yedinci sırasında yer alan A’raf Suresi’nin 73. ayetinde, Tanrı’nın
Semûd kavmine Salih’i gönderdiği ve Salih’in onlara şöyle dediği yazılıdır:

“...Ey Kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin ondan başka Tanrınız yoktur.
Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. O da, size bir mucize olarak
Allah’ın şu devesidir. Onu bırakın Allah’ın arzından yesin (içsin); ona
kötülük etmeyin, sonra sizi elem verici bir azap yakalar” (A’raf Suresi,
ayet 73).

Dikkat edileceği gibi Salih, Tanrı’nın “mucize” olarak bir deve gönderdiğini
ve devenin serbestçe otlamaya bırakılmasını emrettiğini söylemektedir. Oysa
kendisinden mucize olarak deve isteyen olmamıştır. Neden dolayı deveyi işe ka-
rıştırmıştır, belli değil! Fakat bunu dedikten sonra Salih, Tanrı’nın Ad kavmin-
den sonra Semûd kavmini yeryüzüne yerleştirmiş olduğunu, onlara nimetler
verdiğini ve bu sayede onların evler ve saraylar yaptıklarını belirtir ve yeryüzünde

326
“fesatçılar” olarak karışıklık çıkarmamalarını söyler (A’raf Suresi, ayet 74). Fakat
onun bu şekilde konuşmasına karşılık, Semûd kavminin ileri gelenleri büyüklük
taslarlar ve içlerinden zayıf gördükleri kimselere, “Siz Salih’in, Rabbi tarafından
gönderildiğini biliyor musunuz?” diye sorarlar; onlar da, “Şüphesiz biz onunla ne
gönderilmişse ona inananlarız” diye yanıt verirler (A’raf Suresi, ayet 75). Büyük-
lük taslayanlar, bu yanıta karşı, “Biz de sizin inandığınızı inkâr edenleriz” derler
ve dişi deveyi, ayaklarını keserek öldürürler. Bununla da kalmazlar, bir de Salih’e
meydan okurcasına, “...Ey Salih! Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen bizi
tehdit ettiğin azabı bize getir” derler (A’raf Suresi, ayet 76-77). Bunun üzerine
onları bir sarsıntı yakalar ve “...yurtlarında dizüstü donakalırlar.” (A’raf Suresi,
ayet 78). “Bunun üzerine Salih onlardan yüz çevirir” (A’raf Suresi, ayet 79).

Şimdi, Kur’an’ın bu ayetlerinin bulunduğu A’raf Suresi’nden dört surelik bir


atlama yaparak on birinci sure olan Hûd Suresi’nin 61. ayetini okuyalım (Hûd
Suresi’nin iniş sırası 52). Burada, yukarıda anlatılan olayın biraz değişik bir şekli
var. Zira Tanrı, Semûd kavmine Salih’i gönderdiğini ve Salih’in onlara şöyle de-
diğini bildirmekte:

“...Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin ondan başka Tanrınız yoktur.
O sizi yerden (topraktan) yarattı. Ve sizi orada yaşattı. O halde, ondan
mağfiret isteyin; sonra da ona tevbe edin. Çünkü Rabbim (kullarına)
çok yakındır, (dualarını) kabul edendir!” (Hûd Suresi, ayet 61).

Bu sözler üzerine Semûdlular Salih’e çatarlar; kendilerini atalarının dinin-


den uzaklaştırmak istediğini, Tanrı’ya kul yapmak istediğini, fakat Tanrı konu-
sunda kuşku içerisinde olduklarını söylerler:

“Ey Salih! Sen bundan önce içimizde ümit beslenen birisiydin. (Şimdi)
babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu
biz, bizi kendisine (kulluğa) çağırdığın şeyden ciddi bir şüphe içinde-
yiz” (Hûd Suresi, ayet 62).

Görülüyor ki, Semûd kavmi bu şekilde konuşmakla, Tanrı’nın var olup ol-
madığı konusunda kuşkulu olduklarını ortaya koymaktadırlar. Her ne kadar bu-
rada yazılı değilse de, yorumcuların söylemelerine göre, Salih’ten mucize olarak

327
kayadan deve çıkarmasını istemişlerdir. Salih de onlardan, iman edeceklerine
dair söz aldıktan sonra namaz kılıp Allah’a dua etmiş ve bunun üzerine Allah bü-
yük bir kayadan büyükçe bir deve çıkarmıştır. Sonra bu deve kendisi gibi büyük-
çe bir yavru doğurmuştur. Ve işte güya bundan dolayıdır ki, Hûd Suresi’nde Sa-
lih, kendisine Tanrı tarafından “peygamberlik” verildiğini, bunun “apaçık bir de-
lil” olduğunu öne sürerek, “Buna ne dersiniz?” (Hûd Suresi, ayet 63) der. Fakat
onları ikna etmek üzere, “Ey kavmim! işte size mucize olarak Allah’ın devesi.
Onu bırakın, Allah’ın arzından yesin (içsin). Ona kötülük dokundurmayın, sonra
sizi yakın bir azap yakalar” (Hûd Suresi, ayet 64) diye ekler. Yine dikkat edile-
ceği gibi, A’raf ve Hûd surelerinde, Salih’in konuşması ve halkın ona karşı tutu-
mu, birbirinden farklı şekilde anlatılmakta!

Şimdi yeniden bir atlama yaparak Kur’an’ın yirmi altıncı sırasında yer alan
Şuara Suresi’ne geçelim (bu surenin iniş sırası 47). Orada aynı olay, yine farklı
bir şekle sokulmuş olarak Salih’in şu sözleriyle başlıyor:

“Semûd (kavmi) de peygamberleri yalanlamışlardı. Kardeşleri Salih on-


lara söyle demişti: ‘(Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin
ki ben size gönderilmiş bir elçiyim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakı-
nın ve bana itaat edin. Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum.
Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir. Siz burada bah-
çelerin, pınarların içinde; ekinleri, salkımları sarkmış hurmalıkların
arasında güven içinde bırakılacak mısınız (sanırsınız)? (Böyle sanıp)
dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz. Artık Allah’tan korkun ve bana
itaat edin. Yeryüzünde bozgunculuk yapıp dirlik düzenlik vermeyen
aşırı gidenlerin emrine uymayın...” (Şuara Suresi, ayet 141-152).

Görülüyor ki hikâye yeni baştan, fakat farklı bir ifadeyle anlatılmakta. Sa-
lih’in bu sözlerine karşı kavminin insanları, “Sen büyülenmişsin” diyerek açıkça
kendisinden mucize göstermesini isterler:

“Sen, olsa olsa iyice büyülenmiş birisin. Sen de ancak bizim gibi bir in-
sansın. Eğer doğru söyleyenlerden ise, haydi bize bir mucize getir” (Şu-
ara Suresi, ayet 153-154).

328
Dikkat edileceği gibi, burada yeni bir durum var ki, o da Semûd kavminin
Salih’ten açıkça bir mucize istemeleri! Salih de onlara, “...İşte (mucize) bu dişi
devedir; onun bir su içme hakkı vardır; belli bir günün içme hakkı da sizindir...
Ona bir kötülükle ilişmeyin; yoksa sizi muazzam bir günün azabı yakalayıverir”
(Şuara Suresi, ayet 155-156) der.

Görüldüğü gibi burada Salih olayı, farklı bir şekle sokulmuş olarak anlatıl-
makta. Daha önceki A’raf ve Hûd surelerinde, Semûd kavminin Salih’ten açıkça
mucize istediklerine dair bir kayıt yokken burada, yani Şuara Suresi’nde, “Haydi
bize mucize göster” diye konuştukları yazılı.

Şimdi geliniz, yirmi beş sure atlayarak Kur’an’ın Zariyat başlığını taşıyan 51.
suresine geçelim (surenin iniş sırası 112). Burada Salih olayına iki ayetle deği-
nilmekte ve Semûd kavminin Tanrı emrine karşı geldiği ve bu yüzden yıldırıma
çarptırıldığı bildirilmekte, o kadar! (Zariyat Suresi, ayet 43-44).

Üç sure sonra, yani elli dördüncü sırada yer alan Kamer Suresi’nde, deve ile
ilgili husus biraz açıklığa kavuşturulmakta (Kamer Suresi’nin 37. sure olarak na-
zil olduğu söylenir). Burada, Semûd kavminin, kendilerine gönderilen “uyarıcı-
ları” yalanladıkları ve “Vahiy aramızda ona mı verildi? Hayır, o, yalancı ve şıma-
rığın biridir” (Kamer Suresi, ayet 23-25) dedikleri yazılı. Oysa daha önceki anla-
tımda halkın Salih’e, “Sen büyülenmişsin” diye konuştuğu yazılı idi. Halkın, Salih
hakkında “...o yalancı ve şımarığın biridir...” şeklinde konuşmasına kızan Tanrı
tehditler savurur; hani sanki onların seviyesine inmiş gibi şöyle konuşur:

“Yarın onlar, yalancı ve şımarığın kim olduğunu bileceklerdir” (Kamer


Suresi, ayet 26).

Ve sonra, onları imtihan etmek için dişi deve gönderdiğini ekler:

“Gerçekten onları imtihan etmek için dişi deveyi gönderen biziz. Sen
onları gözetle ve sabret. Onlara, suyun aralarında paylaştırıldığını ha-
ber ver. Her biri kendi içme sırasında gelsin” (Kamer Suresi, ayet 27-
28).

329
Dikkat edilecek olursa burada Tanrı’nın, Semûd halkını sınamak için dişi
deve gönderdiği yazılı. Oysa daha önceki surelerde, Salih’ten mucize göstermesi-
ni isteyenlerin Semûd halkı olduğu yazılıydı. Öte yandan yine bu ayette, Tan-
rı’nın emrine göre deve ile Semûd halkının suyu paylaşacakları anlaşılmakta: bir
gün deve içecek, bir gün de Semûd kavmi içecektir sudan! Tanrı’nın söylemesine
göre bu “ilahi” bir taksimdir. 15 Taksimin “ilahiliği” nedendir ve neden Tanrı ille
de deve ile (hem de dişi deve ile) onları sınamak istemiştir, bilinmiyor! Kur’an’da
yazılı değil! Fakat ne yaparsa yapsın onları imana getiremiyor Tanrı; zira onlar
Tanrı’ya aldırış etmeyip deveyi öldürmek hevesindedirler. Aynı surede şu yazılı-
dır:

“Arkadaşlarını çağırdılar, o da kılıcını kaptı ve deveyi kesti” (Kamer


Suresi, ayet 29).

Burada geçen “arkadaşları” sözcüğü kime atıftır, belli değil! Yorumcuların


açıklamalarına göre bu, Kudar b. Salif adında bir zorbadır ve deveyi öldüren de
odur. 16 Oysa ki, daha önceki anlatımlarda deveyi öldürenin bir kişi değil, Semûd
halkı olduğu yazılı idi.

Bunun üzerine Tanrı, “(Bu azgınlara) azabım ve uyarılarım nasıl oldu?”


der ve azabının nasıl olduğunu belirler:

“Biz onların üzerlerine korkunç bir ses gönderdik. Hemen hayvan ağı-
lına konan kuru ot gibi oluverdiler” (Kamer Suresi, ayet 31).

Dikkat edileceği gibi, burada Tanrı’nın ceza olarak Semûd halkı üzerine
“korkunç bir ses” gönderdiği ve bu ses yüzünden onların “hayvan ağılına konan
kuru ot gibi” oluverdikleri yazılı; oysa daha önceki konuşmalarında Tanrı, farklı
bir ceza şeklini (örneğin, deprem yaratma yolunu) seçmiş görünmekteydi; örne-
ğin, A’raf Suresi’nde, “Bunun üzerine onları o sarsıntı yakaladı da yurtlarında
dizüstü donakaldılar” (A’raf Suresi, ayet 78) diye yazılıdır.

15
Diyanet Vakfı yorumu.
16
Diyanet Vakfı yorumu.

330
Şimdi otuz sekiz surelik bir atlama yapalım ve Kur’an’ın altmış dokuzuncu
sırasında yer alan Hakka adlı sureye gelelim (surenin iniş sırası 78). Burada ola-
yımıza sadece bir satırla değinilmekte ki, o da şöyle:

“Semûd’a gelince: onlar pek zorlu (bir sarsıntı) ile helak edildiler”
(Hakka Suresi, ayet 5).

Oysa, olayla ilgili olarak Kamer Suresi’ndeki konuşmasında Tanrı, “sarsın-


tı”dan söz etmeyip, “...korkunç bir ses gönderdik. Hemen hayvan ağılına konan
kuru ot gibi oluverdiler...” demişti (Kamer Suresi, ayet 31). Ve nihayet Kamer
Suresi’nden yirmi iki surelik bir atlama yapıp, doksan birinci sure olan Şems Su-
resi’nin, aynı konu ile (yani, Semûd’la) ilgili şu ayetlerini okuyalım:

“Semûd kavmi azgınlığı yüzünden (Allah’ın elçisini) yalanladı. Onların


en bedbahtı (deveyi kesmek için) atıldığında, Allah’ın Resulü onlara,
‘Allah’ın devesine ve onun su hakkına dokunmayın’’ dedi. Ama onlar,
onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri, günahları
sebebiyle, onlara büyük bir felaket gönderdi de hepsini helak etti. (Al-
lah bu şekilde azap etmenin) akıbetinden korkacak değil ya!” (Şems
Suresi, ayet 11-15).

Görülüyor ki, karşımızda yine tutarsız ve anlaşılması mümkün olmayan


ayetler bulunmakta ve yine Tanrı, bir önce konuştuğundan farklı konuşmakta!
Olayla ilgili olarak Kamer Suresi’ndeki konuşmasında, “Arkadaşlarını çağırdılar,
o da kılıcını kaptı ve deveyi kesti” (Kamer Suresi, ayet 29) diyerek deveyi kese-
nin bir kişi olduğunu söylerken, şimdi burada, yani Şems Suresi’nde deveyi ke-
senin “onlar” (yani, “Semûd kavmi”) olduğunu bildirmekte ve “...onlar, onu ya-
lanladılar ve deveyi kestiler...” 17 (Şems Suresi, ayet 11-15) demektedir.

Öte yandan, yine bu ayetlere göre Tanrı, sadece kendisine iman etmeyip de-
veyi kesenleri değil, suçu olmayan kimseleri (örneğin, çocukları, kadınları) dahi
cezalandırmış, hepsini birden helak ettiğini bildirmiştir.

Ve işte Kur’an’ın 92. sırasında yer alan Şems Suresi ile Salih kıssası sona
etmekte. Ancak, iniş (nüzul) sırası itibariyle Şems Suresi’nin 26. sure olarak

17
“o nakayı devirdiler, vurup öldürdüler.” Elmalılı H. Yazır, age, c.7, s.5864.

331
Tanrı’dan geldiği kabul edilmekte. Demek ki, Salih kıssası gerçekten burada sona
ermiş olmuyor. Surelerin Tanrı’dan gelişine göre bu kıssanın Zariyat Suresi ile
sona ermiş olması gerekir, çünkü Zariyat Suresi, yüz on ikinci sure olarak Tan-
rı’dan nazil olmuş (inmiş) kabul edilmektedir.

***

Kıssalarla (hikâye ve masallarla) ilgili olmak üzere yukarıya aldığımız örnek-


ler, Kur’an’daki tertipsizliklere, tutarsızlıklara ve uyumsuzluklara verilebilecek
nice örnekten birkaçı! Yine tekrar edelim ki, bu tutarsızlıklar ve anlamsızlıklar,
sure ve ayetlerin Kur’an’daki diziliş tarzından doğmuş değildir; bu sure ve ayetle-
ri nüzul (iniş) sırasına göre incelemiş olsak, yani “takdim-tehir” öğesini göz
önünde tutmuş olsak dahi aynı olumsuzluklarla karşı karşıya kalmaktan kurtu-
lamayız.

Bütün bunlar, Kur’an okuyucusunu “fikirsel silsile” ve “akılcı düşünce”


doğrultusunda bocalamaya zorlayan ve bilimsel gelişme olasılığından yoksun kı-
lan nedenlerden bir kısmıdır.

332
333

You might also like