You are on page 1of 53

Adem Güneş _ Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar

Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır.

UYARI:

www.kitapsevenler.com

Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar...


Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak
gördüğümüz sitemizdeki
tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine
istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla
ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma
ekran
vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi
formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik
karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için,
hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki
e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç
gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük
esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği
sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin
istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya
kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz.
Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir.
Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.
www.kitapsevenler.com
web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek
ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir.
Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça pekişeceğine inanıyoruz.
Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri
çabalardan ve
yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyoruz.
Bilgi paylaşmakla çoğalır.

İLGİLİ KANUN:
5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK
MADDE 11" :
"ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat
eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa
hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya
üçüncü bir kişi tek nüsha olarak
ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi
kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri
formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi
bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."
Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında
kullanılamaz ve kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin
bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."

bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir.


Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir.
Ne mutlu ki, bir görme engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı
okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmek tüm zahmete değer.
Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp,
kitapsevenler@kitapsevenler.com veya kitapsevenler@gmail.com
Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.
Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek
lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.
Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan
ediniz...
Teşekkürler.
Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.
TÜRKİYE Beyazay Derneği

www.kitapsevenler.org
www.kitapsevenler.com
e-posta: kitapsevenler@kitapsevenler.com kitapsevenler@gmail.com

Adem Güneş _ Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar

Çocuk terbiyesinde doğru bilinen yanlışlar


pedagog ADEM GÜNEŞ
çocuk terbiyesinde doğru bilinen yanlışlar
pedagog ADEM GÜNEŞ
Tarayan: Süleyman Yüksel
Yayın Yönetmeni:
Dr. Veli Sırım
Editör:
özlem Golcü
Mizanpaj:
Özlem Golcü
Kapak:
Kenan Bıyıklı
Üretim:
Ali Osman Macit
ISBN: 978-975-269-476-3
Baskı:
Şubat 2009
Baskı-Cilt:
Nesil Matbaacılık
Beymer San. Sit. 2. Cad. No: 23
Yakuplu - B. Çekmece / İstanbul
Tel: (0212) 876 38 68 pbx
NESİL YAYINLARI Sanayi Cd. Bilge Sk. No: 2 Yenibosna 34196 Bahçelievler /
İstanbul Tel: (0212) 551 32 25 pbx Faks: (0212) 551 26 59
Internet: wuw.nesilyayin1dri.com e-posta: nesiKSnesilyayinlari.com
NESİL
© Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince bu eserin yayın hakkı anlaşmalı
olarak Nesil Basım Yayın Gıda Tic. ve San. A.Ş.'ye aittir. İzinsiz, kısmen ya da
tamamen çoğaltılıp yayınlanamaz.
çocuk terbiyesinde doğru bilinen yanlışlar
pedagog ADEM GÜNEŞ
Adem Güneş
1969'da Ankarada doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ankara'da, lise
öğrenimini Çankırı Askeri Lisesi'nde tamamladı.
Eğitim hayatını yurt dışında devam ettiren yazar, Rotterdam
Üniversitesi Pedagoji bölümünden mezun oldu.
Uzunyıllar yurtdışında bulunan Pedagog Adem Güneş, Avrupadaki
çocuk terbiye modellerini, okul ve eğitim sistemlerini yakından
inceledi. Yurt içi veyurtdışında verdiği yüzlerce konferansta Anadolu
aile yapısına uygun, Türk insanının kendi değerleri ile barışık çocuk
terbiyesi yöntemlerini ön plana çıkartmaya gayret etti.
Halen Fatih Üniversitesi'nde Öğretim Görevlisi olan yazar, Türkiye ve yurt
dışında
yayınlanan çeşitli gazete ve dergilerde çocuk terbiyesi ile ilgili yazılar
kaleme alıyor.
Pedagoji biliminde Antropedagoji (Güneş, 2005) düşünce akımının kurucusu olan
Adem Güneş, evli ve dört çocuk babasıdır.
pedagog ADEM GÜNEŞ
e-mail: ademgunes@gmail.com
YAYINLANMIŞ ESERLERİ
¦ Anababatarm Korkulu Rüyası: Çocuklara Yönelik Taciz
¦ Çocuk Terbiyesinde Köşe Taşlan
¦ Bilmezsen Korkarsın Tabi / Korku (Çocuk Terapi Hikayeleri -1)
¦ Rahat Bırakın Beni / Sosyal Fobi (Gençlik Terapi Hikayeleri -1)
¦ Anne-Baba ve Çocuklar İçin Tatil Rehberi
¦ Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar
/
içindekiler
Giriş_________________________________________________15
Embriyo Psikolojisi___________________________________19
Genetik karakter nedir?______________________________20
Psikolojik karakter nedir? ___________________________20
Kölelik ruhu________________________________________21
Beyaz adamın "sadık köle" merakı ___________________21
Şizofrenik bir araştırmanın kurbanı anneler____________22
Embriyo psikolojisi nedir?___________________________23
Anneyle Çocuk Arasındaki Büyük Sır_________________25
Televizyon ve kumanda arasındaki iletişimsizlik______25
Doğumu takip eden ilk saatlerin önemi _______________26
Çocuğun özellikleri bilinçaltına kaydediliyor __________27
Anne Sütü, İlk Altı Aydan Sonra Gereksiz mi?________29
İlahî ikram: anne sütü________________________________30
Anne sütü, bebeğin her şeyi_________________________32
Anne sütü, kanseri önlüyor__________________________33
Anne sütünün ağız sağlığıyla bağlantısı_______________34
Emzirme ve uyum süreci____________________________34
Çocuk İhtiyaç Duyduğu An Sevgi Alabilmeli___________36
İhtiyaç duyulduğu an sevgi__________________________37
Ofis ile kreş arasında sıkışan anneler__________________ 38
O halde anneler çalışmasın mı? ______________________39
Çocuklar kaç yaşında anneden kopar? ________________39
Kreş mi, büyük anne mi?____________________________39
Tatmin edilmemiş duygular, ruhta iz bırakır___________41
Anneyi, Anne Olmaya Zorlayan Süreç:
Tuvalet Alışkanlığı___________________________________ 42
Tuvalet alışkanlığı, bir rahmet sürecidir_______________45
Anne ile çocuk arasındaki İlahî yapıştırıcı_____________46
Tuvalet alışkanlığı psikolojiktir ______________________46
Pratikte neler yapılabilir?____________________________46
Anne-Babaları Bekleyen Büyük Tehlike:
"Evlatkoliklik"_______________________________________49
Bağımlılık mı, sosyal hayata hazırlanamama mı?______50
Çocuk, hata yaptıkça tecrübe kazanır_________________51
Bağımlı ebeveynin çocuğunu bekleyen birkaç tehlike___52
Anne-babalar ikaz ediliyor__________________________53
"Bağımlılık" kaos, "bağlılık" huzur doğurur___________53
Çocuk Eğitimi mi, Çocuk Terbiyesi mi?________________55
İyi eğitilmiş çocuk, iyi terbiye edilmiş çocuk mudur?___55
"Çocuk eğitimi" ile "çocuk terbiyesi" arasındaki fark
nedir?_____________________________________________56
O halde "çocuk terbiyesi" nedir?_____________________57
Çocuk Tanınmadan, "Çocuk Terbiyesi" Olmaz________59
Şahin'in korkak bir kargaya dönüşme hikâyesi________59
Çocuğunuzu yeniden keşfedin_______________________61
Çocuğu tanımada, "başarı" mı "başarısızlık" mı ölçü
olmalı? ____________________________________________62
Çocuğu en iyi tanıyan, annedir_______________________63
Akıllı Usju Çocuk, Terbiyeli Çocuk mudur?____________65
Çocuk Terbiyesi İçin Mükemmel Fırsat: Ramazan_____69
Çocuktan terbiye olmak______________________________70
İftar davetleri ve çocuk terbiyesi______________________70
Teravih namazları ve çocuk terbiyesi _________________71
Sahur ve çocuk terbiyesi _____________________________73
Mukabele ve çocuk terbiyesi_________________________74
Sadaka ve çocuk terbiyesi___________________________76
Bayram ve çocuk terbiyesi____________________________76
Sosyalleşme ve Ramazan_____________________________77
Pembe Babalar, Hırçın Anneler_______________________79
Anne gibi anne, baba gibi baba olmak_________________79
Baba, ailede otorite temsilcisidir______________________80
Anne, aile içinde şefkat temsilcisi, denge unsurudur___81
Çocukların, Çocuk Olduklarını Unutmayın!____________84
Çocuklar İçin Oyun, Oyun Değildir___________________89
Oyun, oyun değildir_________________________________90
"Hadi, git biraz oyna!"_______________________________91
Oyalamak mı, oynamak mı?_________________________91
Çocukla oyun oynamak, beceri ister__________________92
Çocuk oynadığı oyunun hükmedicisidir_______________92
Oyun, amaçsızdır___________________________________93
Oyuncak, modaya değil, çocuğa uygun olmalıdır______93
Asıl Tehlike Oyuncak Silah Değildir__________________97
Anormal davranış çok çabuk bulaşır__________________98
Oyuncak silah merakı, çocuğun dünyasındaki kırık noktaların
işaretçisidir______________________________99
Çocuklara "Kendine Güvenmeyi"
Öğretmek Doğru mu?_______________________________101
Kendi ayakları üzerinde durmak, insanı yorar_______102
Otonom çocuk yetiştirmek, bela yetiştirmektir_______106
Kendine güvenen çocuk yetiştirmeyin _______________107
Çocuğunuzun Öfkesini Söndürmeyin________________108
Öfke, sosyal hayatı bilinçaltından düzene sokar______109
Öfke, çocukları tacizden koruyan bir silahtır_________110
Öfkenin önüne geçilmezse zararlı olmaz mı?__________111
"Öfke" zehir, "vicdan" panzehirdir__________________111
Vicdan ve öfke dengesi ____________________________112
Çocuklar, anne babasının yankısıdır_________________113
Anne babanın vicdanı, çocuklarının vicdanının
tohumudur________________________________________114
Bahane, vicdanı öldürür____________________________115
Din, vicdanı besleyen şah damardır, suni davranışlar bu
damarı tıkar_______________________________________117
İlahiler, ezgiler ve çocuk vicdanı ____________________117
Yalan, vicdanı zehirler______________________________120
"Yalan söylemedim, sadece şaka yaptım!"____________120
Kardeş, Kardeşin "Kumaşıdır!"______________________123
"Kıskançlık onun kanında var" _____________________123
Tahrip edilen duygular kıskançlığı başlatır___________124
Çocuklara eşit davranmak, kıskançlığı körükler______124
Adaletsizlik, kıskançlık doğurur ____________________126
Adaletsizlik, güvensizliği; güvensizlik,
kıskançlığı tetikler__________________________________126
Statü kaybı ve kıskançlık___________________________127
Çocuklar arası yaş farkı, kıskançlıkta rol oynar_______127
"Tıpkı babası gibi gözleri var"______________________128
Çocuğum Yaramaz mı, Hiperaktif mi?________________129
Hiperaktiflik nedir?________________________________130
ADHD'nin belirgin özellikleri nedir? ________________130
ADHp nasıl oluşur?________________________________131
ADHD'nin tedavisi var mıdır?______________________132
Son bir tavsiye_____________________________________133
Anne Babaların Hazırlıksız Yakalandığı Soru:
"Allah Nerede?"____________________________________134
Bilinçaltında büyüyen öcü__________________________135
Her kalpte Allah varsa kaç tane Allah var?____________136
"Bana dinden imandan bahsetmeyin"________________137
Pembe Renk, Kız Çocuğuna Yakışır; ama_____________139
Çocuklarınızı ateşe atmayın________________________140
Peki, kız çocuklarında hangi renk tercih edilmelidir? __141
I
Teşekkür
Evet; ben ki bu eserin yazarı olarak görünüyorum, öyle ise kitapta
rastlayacağınız her türlü kusurun şahsıma ait olduğunu bilmenizi isterim.
Tüm kusurlarımıza rağmen bu kitabın oluşmasında fikrî katkılarını esirgemeyen
Dr. Veli Sırım Bey'e,
Kitap ile bütünleşerek okuyucuya hazır hale getirilmesinde ciddi emek sarf eden
Özlem Golcü Hanımefendi'ye,
Kitabın yayma hazırlanmasının her aşamasında emek veren tüm kardeşlerime
teşekkür ederim.
Yeni Baskı Jçin
Elinizde bulunan bu eser, okuyucusuyla buluştuğu ilk günden itibaren büyük bir
ilgiyle karşılandı... Kısa bir sürede internet sitelerinde "En Çok Satan" ilk on
kitap arasında, Çocuk Terbiyesi ile ilgili eserler içinde de ilk üçte yer almayı
başardı.
Okuyucularımızdan gelen onlarca takdir ve teşekkür dolu mesaj, yeni çalışmalar
için ayrı bir heyecan verdi. Kitabımızın farklı dillere tercüme edilmesi için
yapılan müracaatlar Anadolu Pedagojisi'nin ne kadar da "makul" ve "insancıl"
yöntemlerle dolu olduğunu bize bir kez daha gösterdi. Umuyoruz ki kendi Anadolu
insanına ait bu yeni pedagojik yaklaşımlar, çocuk terbiyesinde bunalım geçiren,
bütün dünyaya da yeni bir bakış açısı kazandırır...
İlk baskıları hemen tükenen kitabımıza olan ilgiyi karşılamak için yeni konular
da ilave etme kararı aldık.
Kitabımıza gösterilen bunca ilgiden dolayı bütün okurlarımıza, anne-baba ve
eğitimcilere teşekkür etmeyi borç kabifil ediyoruz:
Teşekkürler...
«
Pedagog Adem Güneş İstanbul, 2008
Giriş
Rus psikolog Ivan Pavlov'un meşhur "şartlı refleks"ini bilirsiniz. Hani Pavlov,
üzerinde deney yaptığı köpeğine, et vermeden önce zil çalıyor ve arkasından da
et veriyor ya...
Önce zil çalıyor, sonra et veriyor... Önce zil, sonra et...
Bir süre sonra artık köpek ne zaman zil çalınsa et geleceğini umarak kuyruğunu
sallıyor. Yemek hevesiyle salyası a-kıyor.
İşte bilim tarihinde bu olaya, "Şartlı Refleks" deniliyor.
Bunda ne var da bilim tarihine geçsin demeyin sakın! Çünkü ilerleyen yıllarda
şartlı refleks hayatın her alanında hayvanları eğitmekte kullanılmaya başlandı.
Hatırlar mısınız? Bir zamanlar, sokaklarda tef çalarak ayı oynatanlar vardı. Bir
ayı oynatıcısı elindeki tefi çaldıkça ayı bulunduğu yerde zıplaya zıplaya
oynamaya çalışırdı. Tef
sustuğunda ise burnunda kocaman halkası bulunan ayı, yerine otururdu. Peki, bu
ayı tef çalındığında neden zıpİaya
zıplaya oynuyordu biliyor musunuz?
1 Çünkü tef çalan kişi, ayıyı eğitmek için onu, önce bir kafesin içine
yerleştiriyordu. Altı metal bir plaka ile kapalı bu kafesin tabanında bir ateş
yakıyor; sonra da ayının karşısına geçiyor ve tef çalmaya başlıyordu. Kafesin
altı ısındıkça ayının ayağı yanıyordu. Bu esnada da ayı oynatıcısı tef çalmaya
devam ediyordu. Ateş gittikçe yakıcı hale geldiğinde, ayının ayakları yanmaya
başlıyordu. Hâlâ oynatıcı tef çalmaya devam ediyordu. Ayı artık acı ile bağıra
bağıra kafesin içinde zıplıyordu. Oynatıcının bu acı umurunda değildi bile, o
tefini çalmaya devam ediyordu...
Bu olay günlerce, haftalarca devam ediyordu. Artık ayının psikolojisi o hale
geliyordu ki kafesin içinde ateş olmasa bile tef sesi duyunca -zavallı ayıcık-
ayağının yanacağını düşünerek zıplamaya başlıyordu...
Bu eğitimin ardından da meydanlarda zıplayan ayılara rastlanırdı. İşte sizin
zevk içinde zıpladığını sandığınız ayıcık, ayağının yanacağı korkusuyla ha bire
çırpınmaktan başka bir şey yapmazdı!
Hayvanların eğitildiği yöntemler ile insan terbiye edilebilir mi?
Ne yazık ki bugün, çocuk terbiyesine hâkim olan yöntem, şartlı reflekse
dayandırılmaktadır. Etrafınızı gözlemleyin lütfen; çocuklardaki istenmeyen
davranışları değiştirmek için kullanılan yöntemler, çoğunlukla ceza ve şiddet
etrafında şekillenmiyor mu? Şiddetten kastettiğimiz sadece fiziksel değil, -
kitabın ilerleyen bölümlerinde de görüleceği üzere-"duygusal" ve "psikolojik"
şiddettir.
Gece yatağına gitmekte zorlanan çocuğa, "Eğer şimdi yatmazsan bir daha seni
sevmeyeceğim" demek, duygusal
şiddet değil midir? (Burada, çocuk, anne sevgisini kaybetmemek için kendini
yatağa gitmeye şartlandırmaktadır.)
Misafirliğe gelen çocuk ile ev sahibinin çocuğu kavga etse ve evin hanımı,
oğluna/kızına "Çabuk odana git ve sakın dışarı çıkma" diye bağırsa bu psikolojik
ve sosyal bir ceza olmaz mı? (Böylece çocuk, anneden gelecek bir ceza korkusu
ile tehdit edilir ve yapılması istenilen davranış zorunlu hale getirilmiş olur.)
Bu iki örnek neyi hatırlatıyor? Ayağının yanacağından endişe eden ayının, tef
sesini duyduğunda zıplamaya başlamasını değil mi?
İşte ceza verileceği korkusuyla da çocuk, kendi davranışlarını değiştirmeye
çalışıyor. Böylece ayı için kullanılan eğitim yöntemi, çocuğa da tatbik
ediliyor.
Aslında çocuk terbiyesinde günlük olarak uyguladığımız bu ve benzeri yöntemlere
öyle alışmışızdır ki hiç de tuhafımıza gitmez. Problemle baş başa kalındığında
el altında ilaç gibidir, ceza korkusu ile çocuğu "adam" etmeye çalışmak...
Unutmayın ki hayvanları şartlandırılmış refleks davranışlarla istediğiniz gibi
terbiye edebilirsiniz: Köpeği aç bırakır, açlıkla terbiye ederek istediğiniz
hareketi yaptırabilirsiniz. Ayının ayaklarını yakarak tef çalar ve karşınızda
oynatabilirsiniz; ama insan... İnsanda bir izzet, onur, vicdan, akıl, ruh, kalp
ve sır vb. var. Hayvan, belki aç bırakılarak, acı verilerek terbiye edilir; ama
insan, asla!..
Pedagojide derin Darvinizm izleri
Ne yazık ki hayvanlar ile insanların aynı soydan geldiği inancı, hayvanlar
üzerinde olumlu sonuçlar veren davranış değiştirme metotlarını insanlar üzerinde
de uygulanmasını yaygın hale getirdi. Pedagoji ve psikoloji fakültelerinde,
"İnsan davranışı nasıl değiştirilir?" dersleri olarak gösterildi ve
j-u ¦ yu^uı\ ı cı uıyc^ıııuc L/uyru uıııııcıı ı a ıı ıı 3 ı a ı
ne yazık ki bazı uzmanlar tarafından da bu yöntemler anne babalara tavsiye
edildi.
Sonuç?
Sonuç ortada: yeni tip insan modeli.
Çocukluk yıllarında, otur, deyince oturan, kalk, deyince kalkan, yat, deyince
ceza korkusu ile yatan minik çocuklar; bir süre sonra ergenlik dönemi ile
birlikte "isyankâr" kişilikleri ile okulda öğretmene kafa tutan, evde babaya
asi, sokakta komşusuna yaka silktiren insan modeline dönüştüler.
O güzelim Anadolu insanının çocuk terbiyesinde hedef olarak seçtiği, insan gibi
insan olma; tevazu, alçak gönüllülük, hoşgörü ve vicdan kültürü temellerine göre
çocuk yetiştirme metotları gitti. Bunlar yerine kendine güven duymaya zorlanan,
başarmaktan zevk alması için eğitilen, bireysel yaşama göre programlanmış,
egoist, hedonist, materyalist yöntemlere göre şartlanan çocuk terbiyesi
modelleri geldi. Hem de öyle geldi ki dönüp kendimize baktığımızda, çocuğumuza
uyguladığımız terbiye yöntemlerinin hiçbiri tuhafımıza gitmeyecek kadar ruhumuza
sindi.
İşte bu kitapta, çocuk terbiyesinde ruhumuza kadar sinmiş olan bu yanlışları bir
araya getirmeye çalıştık. İnanıyoruz ki bu mütevazı çalışma kendi pedagojimizin
sıcaklığını yansıtma adına bir değer taşır...
Embriyo Psikolojisi
Anne karnında dokuz ay geçiren bir çocuk, bu zamanı öylesine mi geçirir yoksa -
tıpkı fiziksel görünümünü gün be gün şekillendirdiği gibi- psikolojik ve ruhî
gelişiminin temellerini mi atar?
Hamile bir anne, abdest aldığında, namaz kıldığında, Kur'an okuduğunda yahut
yalan söylediğinde, gıybet ettiğinde, günaha meylettiğinde karnındaki çocuk ne
haldedir?
"Bizim çocuk çok çekingen. Kalabalık bir ortamda kendini ifade edecek iki
kelimeyi yan yana getirmekte zorlanıyor" diye dert yandığımızda, acaba çocuğun
anne karnında yaşadığı psikolojinin etkisinden mi bahsediyoruz? Başka bir
ifadeyle, "çocuğun karakteri" derken embriyonun anne karnında gün be gün
şekillenen ve bir ömür boyu üzerinde izlerini taşıdığı psikolojiden mi söz
ediyoruz?
20 ¦ Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar
Mademki "genetik karakter" anne-babadan alman | genlerin tesiri ile anne
karnında oluşur, o halde "psikolojik karakter" de yine anne karnında
şekillenmeye başlar. 1
Genetik karakter nedir?
Hani hep deriz ya "Tıpkı babası gibi uzun boylu" veya "Aynı annesi gibi neşeli,
cana yakın"; bunun sebebi genetik karakterdir. Yani bir çocuğun anne ve
babasından aldığı genlerin karışımının ve özetinin kendi fiziğinde veyahut
karakterinde şekillenmiş olmasına, "genetik karakter" diyoruz.
Çocuk, anne karnına düştüğü ilk an, bir kısım özelliklerini babadan (veya baba
tarafından), bazı özelliklerini de anneden (veya anne tarafından) alarak yeni
bir birey olmaya doğru ilk adımları atar. Anne ve babadan alınan bu özellikler,
sadece fiziksel değil, aynı zamanda çocuğun bir ömür boyu taşıyacağı
"karakter"in de temel verileridir. Belki de "Can çıkar, huy çıkmaz" atasözü
genetik karakteri anlatma açısından kullanılan en anlamlı sözdür.
Ebeveynin ortak genetik özelliklerinin çocuk üzerinde nasıl şekil alacağı
konusunda, anne-babanm ne haberi ne de doğrudan bir tesiri olabilir. Bu oluşum
tamamen anne-baba iradesinin dışındadır. Örneğin, anne öfkelidir; ama baba çok
sakindir. Anne esmerdir, baba kumral...
Çocuğun anne karnındaki oluşumu bir de bakmışsınız ki anneye değil, babaya göre
şekillenmeye başlamıştır bile. Bilemez, anlayamaz ve ayarlayamazsmız. Genetik
oluşumun ayarlanmasında tek bir söz sahibi vardır o da sonsuz Kudret sahibi olan
Allah ve bu oluşum, tam bir sırdır!..
Psikolojik karakter nedir?
Genetik karakterin haricinde, bir de çocuğun anne karnına düştüğü ilk andan
itibaren şekillenmeye başlayan "psikolojik karakter"i vardır. Psikolojik
karakter, annenin sevinçle-
ri, öfkesi ve üzüntülerine bağlı olarak "genetik karakterin" üzerine inşa edilen
ikinci bir karakterdir.
Anne karnında, dokuz ay geçiren bir çocuk, sadece bu süreyi tamamlamak için
beklemez, aksine annenin yaşadığı her .acıyı, her sevinci ve her duygusal
değişimi birebir yaşayarak bir ömür boyu ana hatları ile kullanacağı karakter
alfabesinin ilk harflerini de dizmeye başlar.
Genetik karakterin oluşumunda her ne kadar, anne ve baba söz sahibi olmasa da
psikolojik karakterin oluşumunda, özellikle anne doğrudan tesir sahibidir. Yani
anne, eğer isterse karnındaki çocuğun "pısırık, korkak" yahut "sakin ve huzurlu"
olabilmesi adına ciddi bir rol oynayabilir.
Nasıl mı?
Annenin çocuk üzerindeki etkisine başlamadan önce kısa bir Afrika yolculuğuna
çıkalım ve embriyo psikolojisini Afrika'dan bir örnekle daha da belirgin hale
getirelim.
Kölelik ruhu
Eğer "psikolojik karakter"den bahsedeceksek Afrika'dan söz etmeden geçemeyiz;
çünkü Afrika, çocuk psikolojisinin bir numaralı laboratuarı ve en acımasız deney
tahtasıdır. Bir çocuğun gelişimini takip etmek, bir annenin psikolojisini bozup
yeniden yapmak, daha sonra da bunu, bilim dünyasına hediye etmek isteyen bilim
adamlarının (!) ilk adresi Afrika'dır; hatta Afrika'nın talihsiz ülkesi Kongo
...
Beyaz adamın "sadık köle" merakı
Kongo'nun sömürüldüğü yıllarda, beyaz adam, Kongo'da daha rahat hareket etmek
için Kongo'nun yerli insanlarından yardım almak zorundaydı. Ama en büyük sorun,
siyah insanın öfkesine maruz kalmaktı. Para ile tutulan köleler
Fatma Yavuz, Yağmur Dergisi, "Müjde Kongo'ya Gidiyoruz", sayı 35, Nisan-Mayıs-
Haziran 2007.
- y w ^ h iv ı<-luı/CJIIIUC L/UyiU UIIINCn T Ctl I I I Ş
I d T
her zaman sadık değillerdi. Fırsat buldukları ilk anda, efendilerine ihanet
edebiliyorlardı. Ayrıca acıya dayanıksızlardı. Hakaret edildiğinde, dayak
yediklerinde, canları yandığında, her insan gibi isyan edebiliyor, eş ve
çocuklarına olan bağlılıklarını "normal insanlar" gibi canlı tutabiliyorlardı.
Hâlbuki bu özellikler bir kölede olmamalıydı. Çünkü köle, efendisi ile hiçbir
şey kıyas etmemeliydi. Canı yansa da efendisine sadık, kendi adına karar
veremeyecek kadar korkak ve pısırık olmalıydı. Yani kölelik genlerine kadar
işlemeliydi.
İşte beyaz insanın sıkıntısı buradan kaynaklanıyordu. Para ile satın alman
Kongolu köleler, her şeyi çok iyi yapıyorlar; ama iş kritik bir noktaya
geldiğinde, beyaz efendiyi tehlikede bırakabiliyorlardı.
Sorun, "Kölelik ruhu genlerine kadar işlemiş köleler nasıl yaratılır?"da
kilitlenip kalıyordu. Sonunda beyaz adam, köleliği, ruhuna kadar sindirmiş "köle
yaratma (!)" fikrini, Kongolu anneler üzerinde denemeye karar verdi.
Şizofrenik bir araştırmanın kurbanı anneler
Yapılacak şey, başlangıçta, her ne kadar üzücü de olsa sonuç itibari ile beyaz
adama sadık köleler edinme fırsatı vereceği için vicdanlar bir süre susturuldu.
O günlerde Kongo'da, sokak sokak, ev ev, hamile kadın arandı. Kimisi üç, kimisi
beş, kimisi de dokuz aylık hamile olan anne adayları, zor kullanılarak büyük bir
meydana getirildi. Bu alanda zorla toplanılan genç anne adayları arasından dokuz
aylık hamile bir kadın seçildi. Doğum yapmasına birkaç gün kalmış olan bu anne
adayı, yere doğru gerilerek mancınık haline getirilmiş bir ağaca bağlandı.
Etrafta, yüzlerce siyahı hamile annenin korku dolu bakışları arasında, bu
annenin bağlı olduğu ağacın ipi kesildi. Doğumuna birkaç gün kalmış olan bu
kadın, yavrusu ile birlikte havaya
fırlatıldı. Bir annenin karnındaki çocuğuyla birlikte havada parçalanışınu şahit
tutulan etraftaki diğer anneler, çığlık çığlığa sağa sola kaçışsalar da beyaz
adamın elinden kurtulmayı başaramadılar.
Yaşadıkları bu olayı haftalarca üzerlerinden atamayan hamile anneler, beyaz
adamı nerede görseler kendilerine bela bulaşmasın diye büyük hürmet göstermeye
başladılar ve anne karnındaki çocukların ruhu, bu korkuyla karışık hürmet
duygusu ile şekillenmeye başladı.
Henüz bu olayın travmasını üzerlerinden atamayan anneler, bir sonraki ay, yine
aynı meydanda zorla toplandı ve içlerinden yine bir anne adayı seçilip
mancınıkla havaya fırlatıldı. Yüzlerce hamile anne, her ay, içlerinden seçilen
birinin mancınıkla havaya fırlatılışına, kimi zaman havada, kimi zaman yere
düşerken parçalanışına şahit tutuluyor ve dokuz ay boyunca, yarının annelerine
ve karmlarındaki bebeklere korku travmaları yaşatılıyordu.
Hamileliğinin daha ilk aylarından itibaren, anne karnında, bu korku nöbetlerini
yaşayarak dünyaya gelen çocuklar, tam da tahmin edildiği gibi "korkuyu ruhuna
sindirmiş ve efendisine ölümüne sadık (!)" birer köle olmaya başlamışlardı bile.
Beyaz adam için paha biçilmez kıymetteki "sadık köleler"di artık onlar.
Daha anne karnındaki ceninin psikolojisini, travmalarla şekillendiren beyaz
adam, bilim adına da bir çığır açtığını düşünüyordu. Bunun adı embriyo
psikolojisi idi!..
Embriyo psikolojisi nedir?
Embriyo psikolojisi, anne karnındaki embriyonun anne vasıtası ile yaşadığı
psikolojiye verilen addır. Kısaca diyebiliriz ki hamilelik süresince bir anne ne
ile meşgul oluyorsa, duygu dünyası ne ile şekilleniyorsa karnındaki embriyonun
da duygu dünyası aynı olaylarla şekillenmektedir.
Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, eğer anne korku nöbetleri ile hamileliğini
geçirmiş ise muhtemel ki doğacak çocukta da bu korku nöbetlerinin izleri bir
ömür boyu devam edip gidecektir. Veya çok karşılaşılan başka bir durum da
istenmeyen bir hamileliği mecburi olarak yaşayan bir annenin ruhsal halidir.
Böyle bir annenin bebeği, dokuz ay boyunca kendisini istemeyen bir annenin
psikolojik baskısı altında eziklik hissedecektir.
Bu ezilmeler, çocuğun bir ömür boyu taşıyacağı "psikolojik karakterin" en
belirgin özelliği olarak bir gölge gibi onu takip edecektir.
O halde bebek bekleyen bir anne, bir baykuş gibi ciddi ve dikkatli olmalı.
Karnındaki yavrusuna fizyolojik olarak bağlı olduğu gibi psikolojik olarak da
bağlı bulunduğunu asla hatırından çıkartmamalıdır.
Bir anne, okuduğu Kur'an'ın sadece kendisine değil, karnında taşıdığı yavrusuna
da okuduğunu bilmeli. Aldığı ab-destin, kıldığı namazın verdiği huzur ve
sakinliğin, sadece kendisine değil, minik yavrusuna da tesir ettiğini asla
unutmamalı. Annenin yaşayacağı, korku, öfke, hırs, günah, yapacağı gıybet,
söyleyeceği yalan, kısacası vicdanını sızlatan her bir durum, çocuğuna da
inceden inceye zehir gibi sızar. Anne bunu bilerek hareket etmelidir. Bu
itibarla bakıldığında, çocuk terbiyesinin daha anne karnında başladığına şahit
oluyoruz. Özetlersek bir anne, çocuğunun nasıl bir karaktere sahip olmasını
istiyorsa kendisi de hamilelik döneminde o karakterin izlerini taşımalıdır.
Sadece hamilelik döneminde değil tabii ki bebeğin dünyaya geldiği ilk dakikalar,
anne ile bebek arasındaki ilk iletişim de hayatî önem taşımaktadır.
Anneyle Çocuk Arasındaki Büyük Sır
Pedagoji bilimi, anne ve çocuk arasındaki bağı araştırırken büyük bir hakikatin
perdesini farkında olmadan araladı. Bugüne kadar büyük bir bilmece olan bu
perdenin aralan-masıyla anne-çocuk arasındaki o müthiş bağın gizemli sırrı
birazcık daha anlaşılır olmaya başladı.
Bu sırra geçmeden önce hafızamda hâlâ tazeliğini koruyan bir anımdan bahsetmek
istiyorum.
Televizyon ve kumanda arasındaki iletişimsizlik
Çok sevdiğim bir arkadaşı ziyarete gitmiştim. Bir kış akşamının, uzun uzadıya
devam eden sohbetlerinden birini yapıyorduk. Sohbete öylesine dalmıştık ki
televizyonda akşam haberlerinin başladığını geç fark ettik. Arkadaş, haberlere
bakmayı teklif etti ve elindeki kumandayı televizyona doğrultarak televizyonu
açmaya çalıştı. Arkadaşım, televiz-
yonun kumandasına basıyor, basıyor, basıyordu; ama televizyon "tık" demiyordu.
Kumanda televizyonu açarriamıştı. Kumanda ile televizyonu açamayacağını anlayan
arkadaşım, kalktı televizyonun yanma gitti ve düğmesine basarak televizyonu
açtı. Oturduğu koltuğa tekrar dönerken tebessüm etti ve "Bazen tutukluk yapıyor"
diyerek izahatta bulundu.
Televizyon açılmıştı açılmasına; ama haberlerin bulunduğu kanal yoktu ekranda.
Arkadaş, yeniden kumandayı aldı eline. Kumandayı avuç içine vurarak tekrar
televizyona doğrulttu. Olmadı. Tekrar denedi, yine olmadı. Sinirleri gerilmişti.
"Aaa yeter ama sende!" dedi ve tekrar televizyonun yanına giderek haberlerin
bulunduğu kanalı, eli ile tuşlara dokunarak ayarladı.
Demek ki kumandada bir sorun vardı. Televizyon ile kumanda iletişime
geçemiyordu. Biz haber seyretmek istiyorduk, kumanda ile ayarlayamadığımız
televizyon Karadeniz oyunlarını gösteriyordu bize.
Tıpkı birçok anne ile çocuğu gibi... Birçok anne, çocuğunun istediği gibi
davranmamasından, çocuğu ile uyum içerisinde olamamaktan şikâyetçidir.
Anne ile çocuk arasındaki iletişim sorunu, kumanda ile televizyon arasındaki
iletişim sorunu gibi olsa o zaman kolay. Bazen kumandanın pilini değiştirir
bazen de bir tamirciye gider sorunu çözebilirsiniz; ama anne ile çocuk arasında
yaşanan uyum sorununun çözümü çok defa bir pil değiştirecek kadar basit
değildir.
Sorunun çözümünün basit olamaması, çok defa sorunun nerede yattığının
bilinmemesinden kaynaklanır.
Doğumu takip eden ilk saatlerin önemi
Çocuk ile anne arasındaki "kopuk"Iuğun en önemli halkasını, çocuğun doğumunu
takip eden dakikalarda annenin yanında olmaması olduğunu biliyoruz. Bu anların
büyük bir
rol oynadığını görüyoruz. Çünkü doğumu takip eden dakikalarda, anne beynindeki
Hipofiz adlı salgı bezinden salgılanan "prolaktin" hormonu, annenin yeni doğan
bebeğiyle arasındaki sinyalleri ayarlamak üzere büyük bir hızla harekete geçer.
Anne beynindeki bu hormon, tıpkı uzaktan kumanda cihazı ile televizyon
arasındaki uyum gibi, anne bünyesini minicik bedene göre ruhsal olarak uyuma
sokar.
Çocuğun özellikleri bilinçaltına kaydediliyor
Çocuğun dünyaya gözlerini açtığı ilk dakikalardaki ağlama sesi, vücudu hormonla
uyarılmış olan annenin hafızasında özel olarak kayıt altına alınır. Bu ağıt
sayesinde, anne, çocuğuna karşı pedagojik bir simetri oluşturur. O yüzden de
birlikte geçirilen ilk dakikaların hayatî önemi vardır. Anne, kendi yavrusunun
ağlamasını, "ana ses tonu" olarak bilinçaltına, özel olarak kayıt eder. Böylece
anne, ilerleyen aylarda ve günlerde, farklı tonlarda ağlayan bebeğinin sesini,
etraf ne kadar kalabalık ve gürültülü olursa olsun, özel bir yetenekle duyabilme
becerisi kazanır.
Bu açıdan bakıldığında annenin doğum yaptığı ilk anda, kendi çocuğunun sesini
duymasını engellemek, anneye verilebilecek en büyük cezalardan biridir. Anne
yorgun olmasına aldırmadan, kendi çocuğunun bu ilk ağıtlarını özellikle
dinlemelidir. Bu an, annenin çocuğundan gelen sinyalleri alarak "annelik
hormonunu" salgılaması açısından en önemli andır.
Doğumu takip eden ilk dakikalarda bebeğin anne ile ten, göz ve koku teması
sağlaması da hayatî önem taşımaktadır. Nasıl ki bebeğin ilk sesi, annenin
hafızasında özel kayıt altına almıyor, bebeğinin tenine dokunan anne, ondan
aldığı pozitif enerjiyi ve hissi yine hafızasının en özel yerine saklıyor.
<lo ¦ vocuk leroıyesınde uogru Bilmen Yanlışlar
Anne, beyninden salgılanan prolaktin hormonunun kazandırdığı bir yetenek ile
tıpkı fotoğraf makinesi özelliği alarak bu kayıt işlemlerini doğumu takip eden
birkaç gün içinde gerçekleştirir.
Böylece çocuk ile anne arasında ilk sinyal alışverişi oluşmaya başlamıştır.
Çocuk anneye sesini, kokusu ve teninin yumuşaklığını verir, anne de çocuğundan
aldığı bu ilk sinyalleri, pedagojik simetri oluşturmak üzere bilinçsizce kayıt
altına alır. Bu algıyla, annenin çocuğuna karşı hissedeceği empati duygusunun da
temeli atılmış olur.
Eğer anne, doğumu takip eden ilk saatlerde, bebeği ile böylesi bir veri
alışverişine girmediyse bebeği ile kendi arasındaki ilk "kopuk"luğu
oluşturduğunu bilmelidir.
Anne ile bebek arasında adım adım gelişen empati duygusunun en önemli yapı
taşlarından biri de bebeğin anneden süt almasıdır. Bu yüzden ilk iki yıllık süre
çok önemlidir.
Anne ile bebek arasında iki yıl boyunca devam etmesi gereken emzirme süreci, ne
yazık ki birçok defa asılsız söylentiler ve bilimsel olduğu iddia edilen
araştırmalar ile daha kısa sürede bitirilmekte. Bu da anne ile çocuk arasında,
bir daha telafisi çok zor olan kopukluğun yaşanmasına neden olmaktadır.
Anne Sütü, İlk Altı Aydan Sonra Gereksiz mi?
Sahibi olduğum "çocuk terbiyesi" e-mail grubuna, bir yazı gönderen değerli bir
Doçent, anne sütünün ilk altı aydan sonra besleyicilik özelliğinin kalmadığını
yazmışü.
Bir bilim adamından böyle bir ifadeyi okumak, beni gerçekten üzdü. Hâlbuki anne
ile bebek arasında, emzirme döneminde büyük bir ilişki başlar. Biz çoğunlukla
biyolojik beslenmenin etkileri üzerinde dururuz. Oysa emzirme sürecinin önemli
bir katkısı da ruhî beslenmeyedir. Yani anneyle bebek arasındaki ilişki hem
biyolojik hem de ruhî beslenmeyi kapsar.
Süt içen çocuğun ruhî beslenmesini hesaba katmadan, sadece beden gelişimini
önemseyerek "ilk altı aydan sonra anne sütünün besleyiciliği azalıyor" demek,
anneye ve bebeğe yapılabilecek en büyük eziyettir. Kaldı ki bilimsel
araştırmalar, anne sütünün ilk altı aydan sonra da besleyicilik özelliği
ı-uıs ı er myemıue uogru öiıınen y anı ı ş ı ar
taşıdığını ortaya koymaktadır. Öyleyse anne sütü hakkındaki yaygın hataları bir
bir ele alarak yanlış bildiklerimizi doğruya çevirelim.
<
İlahî ikram: anne sütü
Çocuğun dünyaya gelişini takip eden ilk yıllarda anne ile bebek arasında
mucizevî bazı olaylar yaşanır. Bunların başında bebeğin anne tarafından
emzirilmesi gelir.
Emzirilmenin pedagojik boyutuna geçmeden önce fizyolojik etkilerine değinmekte
fayda var. Çünkü anne sütü, teknolojinin bütün imkânlarına rağmen taklit
edilmesi, üretilmesi imkânsız tek besin maddesidir. Bu nedenle bugün bu besin
maddesinin yeri doldurulamıyor, yarın da onun yerine geçebilecek bir gıdanın
yapılması imkânsız olacaktır.
Bebeğin doğumunu takip eden ilk dakika, anne ve çocukta aynı anda bir biyometre
(biyolojik kronometre) çalışmaya başlar. Bunu ne annenin ne de bebeğin ruhu
duymaz bile. Bu biyometre, anne ile bebeğin bünyesinin birbirine uyumunu sağlar.
Örneğin, bebeğin dünyaya geldiği ilk gün, anne bünyesindeki bu biyometrik saat,
çocuğun ilk ilacının hazırlaml-masınm vaktinin geldiğini beyne iletir.
Beyne iletilen bu sinyaller ile anne bünyesi, bebeğe bir antibiyotik hazırlar.
Annenin normal sütünden biraz daha koyu olan bu ilk süte, "Kolostrum" denir.
Kolostrum içerik olarak bebeğin ilk ilacı hükmüne geçer. Anne bünyesinde çalışan
bu biyometrik saat, bebeğin hangi gün, hangi saatte neye ihtiyacı olduğunu anne
beynine hatırlatır. Bu, Allah'ın sadece annelere verdiği muhteşem bir hediyedir.
Sadece ilk sütte değil, aynı zamanda ilerleyen günlerde de anne sütünün içinde
hastalıklardan koruyucu "prebiyo-tik"ler bulunur. Anne sütüne karıştırılmış
bulunan prebiyo-tikler, bebeğin bağırsaklarındaki yararlı bakterileri arttırarak
^ U L U \\ IC I IJ I J C .¦> I I I U C \j \j y ı u ı_».....vıı
ı uıııunu
onun karşılaşabileceği muhtemel hastalıklara karşı dayanıklılık geliştirir.
Özellikle 40 haftadan önce doğan prematüre bebeklerde sık rastlanılan "kolit"
hastalığına, anne sütü ile beslenen bebeklerde hemen hemen hiç
rastlanmamaktadır.
Yapılan araştırmalar, anne sütü ile beslenmeyen çocuk-lardaki ölüm oranının
beslenenlere göre % 600 daha fazla olduğunu göstermektedir. Dünya Sağlık
Örgütü'nün yapüğı araştırma sonuçlarına göre, bütün bebeklerin anne sütü ile
beslenmesi halinde, yılda, 1,5 milyon çocuğun hiçbir ilaçlı tedaviye ihtiyaç
duymadan hayatta kalabileceğinin altı çizilmektedir.
Anne ile bebek arasında sütle başlayan ilk ilişkinin faydaları bu kadarla
sınırlı mı?
Tabii ki değil. Bahsettiğimiz biyometrik saat sayesinde, anne bünyesi, bebeği
gün be gün takip eder. Tıpkı kurulu bir çalar saat gibi, bebeğinin hangi ayda
(yaşta), neye ihtiyaç duyduğunu anne beynine sinyaller göndererek hatırlatır.
İşte buna "annelik içgüdüsü" adını veriyoruz. Annelik içgüdüsü sayesinde, anne
bazen bilinçli bazen de bilinçsiz olarak bebeğinin tüm ihtiyaçlarını karşılamak
üzere harekete geçer.
Zira bebeğin 15 günlük iken ihtiyaç duyduğu besin değerleri ile 1 aylık olduğu
zamanki besin değerleri birbirinden farklıdır. Hiçbir anne, bebeğinin hangi
ayda, hangi besin değerlerine ihtiyacı olduğunu bilmez.
Bebeğin birinci ayında, yüzde kaç oranında demir, yüzde kaç oranında proteine
gereksinim duyduğunu hesaplayabilmesi mümkün değildir. Hâlbuki bu oran öyle
hassas ayarlanmalı ki bebeğin ilk defa çalışacak olan iç organları, aldığı
besinlerden zarar görmesin. İşte bu noktada, anne bünyesindeki biyolojik saatin
nasıl da önemli bir işlevi yerine getirdiğini görüyoruz. Anne bünyesinde,
bebeğin doğumu ile başlayan bu biyolojik saat, bebeğin kaç aylık olduğunu anne
¦^^^^^^^^^^^^¦¦H
beynine iletir. Anne beyni aldığı bu sinyaller ile o aya en uygun olan besinleri
mikrogram hesabı ile hesaplar ve anne göğsüne, bebeğe sunulmak üzere gönderir.
Anne bilincinin dışında gelişen bu olay, sessiz; ama müthiş bir mucizeden başka
bir şey değildir.
Bebeğin günlük ihtiyacına göre içeriği her an değişen anne sütünün taklit
edilmesi böylece imkânsız hale gelmektedir.
Anne sütü, bebeğin her şeyi
Bebeğin dünyaya gözünü açtığı ilk anlarda, özellikle kemik ve sinir sistemi çok
naziktir.
Anne karnında iken yumuşak ve esnek bir kemik sistemine sahip olan bebek, anne
vücuduna zarar vermeden 9 aylık süre zarfında gelişimini tamamlar. Ancak doğumu
takip eden günlerde, kemik yapısının hızlı şekilde güçlenmesi ve sertleşmesi
gerekir ki dıştan gelebilecek darbelerde kemikler zarar görmesin. İşte bu
noktada anne sütünün kemik sistemini en üst seviyede desteklediğini görüyoruz.
Bebek, anneden aldığı süt ile yumuşak ve hassas kemiklerini en uygun besin
maddeleri ile hızlı şekilde güçlendirmektedir.
Sadece kemiklerin sertleşmesi yeterli değildir, aynı zamanda kemiklerin içinden
geçen sinir sisteminin de en iyi şekilde yapılanması gerekir. Özellikle
sinirlerin (sanki) milyonlarca ince kablo bağlantısı gibi toplu olarak geçtiği
omurganın içinde en sağlıklı şekilde gelişmesi lazımdır. İşte anne sütünde
bulunan folik asitin, -"nöral tüp sağlığı" dediğimiz- çocuktaki omurga içinden
geçen sinir sistemini en uygun biçimde desteklediğini görüyoruz.
Bununla birlikte, sindirim sistemi henüz tam faaliyet sergileyemeyen çocuk,
protein miktarı düşük besinler almalıdır. Protein açısından yüksek değer taşıyan
besinler, çocu-
ğun mide ve sindirim sistemini aşırı derecede yorar. Anne sütünde çocuğun bu
ihtiyacına uygun şekilde hazırlanmış düşük miktarda protein bulunur. Böylece
çocuğun sindirim sisteminin aşırı çalışmasının önüne geçilmekte ve ilerleyen
yıllarda aşırı kilolardan ve vücudun aşırı çalışmasından kaynaklanan
hastalıklardan da korunması sağlanmaktadır.
Anne sütü üzerinde titiz araştırma yapan vicdan sahibi uzmanlar, böyle bir
formülün Allah tarafından bebeklere özgü bir ikram olduğu konusunda
hemfikirdirler. Eğer bu özel formül insanlar tarafından taklit edilebilseydi
yeryüzünün miligram cinsinden en pahalı besini, herhalde anne sütü olurdu.
Düşünün lütfen, çocuğun ihtiyaç duyduğu ve zekâsını doğrudan etkileyen, "Omega-3
yağ asidf'ni bulabilmek için Kuzey Denizi'ndeki somon balıklarının peşine düşmek
gerekirdi. Zira somon balığı Omega-3 yağ asidi açısından zengin bir yiyecektir.
Oysaki hiçbir annenin kendi çocuğunun zekâsına doğrudan tesir edecek olan bu
besin maddesini bulmak için Kuzey Denizi'ne gitmesine gerek yok, zira anne sütü
Omega-3 yağ asidi açısından çocuğun ihtiyaç duyduğu oranda, İlahî bir mucize ile
anne göğsünden bebeğe ikram edilmektedir.
Anne sütü, kanseri önlüyor
Anne sütü, bebeğin bağışıklık sistemi için de hayatî önem taşımaktadır. Anne
sütünde bulunan, "immunglobin" ile bebeğin bağışıklık sistemi güçlenmektedir.
Bunla beraber, anne sütü almayan çocuklarda, lösemi (kan kanseri) ve lentome
rahatsızlıkları, anne sütü alan çocuklardan çok daha fazla görülmekte. Ayrıca
anne sütü yerine suni besin ile beslenen çocuklarda "hodgin" hastalığına daha
sık rastlanmaktadır.
Anne sütünün ağız sağlığıyla bağlantısı
Anne sütü, sadece içeriği açısından değil, çocuğun annesini emmesi sırasında
oluşan özel durumlar nedeni ile de çocuğun fiziksel gelişimini desteklemektedir.
Zira anne sütü ile beslenen çocukların diş yapılarının anne sütü emmeyenlere
göre daha düzgün olduğu görülmektedir.
Bebek, annesini emerken damağı ve diş etleri, anne göğsü tarafından bir çeşit
masaja tabi tutulmakta ve dişlerin en düzgün şekilde oluşmasına zemin
hazırlamaktadır.
Öte yandan, emziren annelerin birçoğunun rahatsız olduğu bir konuya da açıklık
getirmekte fayda var. Birçok anne, bebeklerinin emzirme sırasında anne göğsünü
tam yakalayamamalarından dolayı rahatsızlık duymaktadırlar. Hâlbuki bebek, anne
göğsüne yaptığı bu başarısız hamleler sayesinde çene ve kas yapısını
geliştirmektedir.
Anne göğsünden süt emme mücadelesi vermemiş çocukların çene yapısı ve çene
kaslarının zayıf olduğu dikkat çekmektedir.
Emzirme ve uyum süreci
Bebekle anne arasındaki uyum sürecinde en önemli unsurlardan biri emzirme
anıdır. Çünkü emzirme anında psikolojik veri alışverişi gerçekleşir.
Anne, bebeğini emzirirken farkında olmadan bebeği ile kendi arasında bir "güven"
köprüsü kurmaktadır.
Bir yandan bu köprü kurulurken diğer yandan da anne ile bebek arasında farklı
bir bağ gelişir.
Bebeğin hastalanması, uyuması, uyanması ve kendi ihtiyaçlarını karşılayamaması
aslında anne açısından bir eziyet değil, İlahî bir rahmettir. Çünkü anne,
bebeğinin ihtiyaçlarını karşılarken bir yandan da onunla derin bir iletişim
kurmaktadır. Bu hiçbir ilişki türünde görülmeyen bir bağdır.
Yapılan araştırmalar, bebeğinin bakımı ile bizzat ilgilenmeyen annenin çocuğuyla
arasında bir tür kopukluk yaşadığını ortaya koyuyor. Anne çocuğuna karşı hem
tahammülsüz olabiliyor hem de anne gibi olmakta zorluk çekiyor.
Bebek için ihtiyaçlarının annesi tarafından karşılanması, büyük'"bir ikramdır.
Allah isteseydi çocukları kendi ihtiyaçlarını görecek şekilde de yaratabilirdi;
ama yaratmadı. Çünkü annenin çocuğuna psikolojik olarak bağlanmasında, çocuğun
aciz olduğunu bilmesi büyük bir önem taşımaktadır. Çocuğun her bir ihtiyacı
anneyi yıpratıyor gibi görünse de aslında bunlar, anneyi, anne olmaya sürükleyen
cebri yolculuklardır.
Çocuk İhtiyaç Duyduğu An Sevgi Alabilmeli
Hangimizin iç dünyasına bir göz atsak karşımıza sevgiye muhtaç minicik bir çocuk
çıkmaz ki! Başı okşandığında tebessüm etmeye hazır, karşılıksız sevgiye delice
susamış, büyüklüğün büyüklüğüne inat, "Hadi" denildiğinde annesinin sıcacık
koynuna girmeye hazır, kocaman kocaman minicik adamlar, minicik kadınlar...
Hangimizin uykuda tebessüm ederkenki halini soruşturmak için rüyasının perdesini
aralasak karşımıza çocukluk yılları çıkmaz ki? Hangimiz sofradaki yemeğini henüz
tamamlamadan gözü dışarıda oyun oynayan arkadaşlarına takılmış, annesinin "Hadi
az kaldı, yemeğini bitir, sen de çık oyna" dediğini işitmeyiz ki? Ya da
kavgalarımıza ve hırçınlıklarımıza baksak hangi çılgınlığımızın temelinde
"sevgi" ihtiyacımız yatmaz ki?
Her birimiz sevilmeye muhtaç; ama (maalesef) her birimiz sevgi isteyene kaşları
çatık...
Meşhur Psikiyatr Alice Miller, Yetenekli Çocuğun Dramı isimli eserinde, çocukluk
yıllarında anne babalarından yeterli sevgiyi alamamış kişilerin, bir ömür boyu o
doyamadıkları sevgiyi başkalarında arayacağından bahseder; ama bu sevgi arayışı
boşunadır. Çünkü çocukluk yıllarında anne babalarından bir türlü doyasıya sevgi
alamayan bu kişilerin karşılarına asla sevgi ihtiyacını karşılayabilecek
birileri çıkmayacaktır. Çünkü o sevgi özeldir. O sevgi, "zaman" itibarıyla
özeldir. Karşılıksız verilmiş olması itibarıyla özeldir. İhtiyaç duyulduğu an
verilebilmesi itibarıyla özeldir...
İhtiyaç duyulduğu an sevgi
Çocukluk yıllarında yemeden, içmeden daha önemli olan şey, çocuğun sevgiye
doymasıdır. Bir çocuk için anne sevgisi farklıdır. Doyurucu ve özeldir.
Başkalarının sevgisine benzemez. Herkesten yeterince sevgi alsa da bir çocuk,
anne sevgisine yine de muhtaçtır. Ve anne sevgisine doyamadan büyümüş bir çocuk,
bu ihtiyacını bir ömür boyu sırtında bir yük gibi taşıyacak, kendisini delice
sevenler olsa da sevgi ihtiyacını bir türlü doyuramayacaktır.
Tabii ki yanlış anlaşılmasın, "Hangi anne çocuğunu sevmez ki?" demeyin lütfen.
Bizim bahsettiğimiz şey, çocuğun ihtiyaç duyduğu an anne sevgisini
alabilmesidir. Yarın değil... Akşam değil... Bugün! Hem de hemen şimdi! Yoksa
kedilerin bile yavrularını sevmek zorunda bırakıldığı bir kâinat düzenini
anlatmak değil niyetimiz; aksine, kendisini yavrusunu sevmek zorunda bırakılan
annelerin bir türlü çocuklarına vakit ayıramamasıdır sevgi açlığımızın altında
yatan asıl sebep.
Çocuklar, özellikle ilk dört yaş döneminde, anneye "muhtaç"tır. Bu öylesine bir
muhtaçlıktır ki çocuğun her gö-
zünü açtığında annesini görebilmesi, korku ile ürktüğü her an annesinin sesini
duyabilmesi ve teselli alabilmesi, a-cıktığında, susadığında annesini karşısında
bulabilmesi hayatî önem taşımaktadır. Çocuk bu "güven" içinde, üu sevgi
zenginliği içinde hayata adım atmalıdır.
Çocukların annesine muhtaç olduğu bu döneme "bağımlılık dönemi" diyoruz. Çocuk
bu dönemi ne kadar rahat atlatırsa sevgiye muhtaçlığı o kadar az olacaktır.
İhtiyaç duyduğunda annesini karşısında göremeyen çocuk, ilerleyen yıllarda anne
sevgisini başkalarından temin etmeye çalışacaktır ki, bu sevgi onu hiçbir zaman
anne sevgisi gibi doyurmayacaktır.
Ofis ile kreş arasında sıkışan anneler
Bu durumda hemen akıllara gelecek soru, çalışan annelerin durumlarıdır. Acaba
çalışan annelerin çocukları anneye ihtiyaç duyduğunda ne olacak?
Bu soruya hemen cevap vermek gerekirse; özellikle çocukları dört yaşını
doldurmamış bir annenin çocuğundan ayrı kalmasını tavsiye etmiyoruz. Yapılan
araştırmalar gösteriyor ki çocukların ilk dört yılda anneye olan muhtaçlıkları
kesintiye uğrarsa ileriki yıllarda "güven" sorunu oluşmaktadır. Annesinden kopuk
olarak büyümüş çocuklar hayata güven duymakta zorlanmakta, etrafına yeterince
güven du-yamamaktadır. Bu öylesine bir güvensizliktir ki evlendiğinde eşine
karşı güveni zayıf, iş yerinde arkadaşına karşı güvensizdir. Ayrıca böylesi
çocuklar yetişkinlik döneminde bir yandan annelerinden tamamlayamadıkları
sevgiyi etraflarından devamlı aramakta, öte yandan kendilerinden sevgi bekleyen
kişilere karşı da yeterince sevgi verememektedirler. Sanki sevgi kanalları
kapanmış gibi hem sevgiye aç hem de sevgi cimrisi olmaktalar.
Zaten çalışan anneler çocuklarını kreşe bırakıp işe giderken çocuklarının
kendilerine olan bu muhtaçlıklarını en derin hislerle hissetmektedirler.
Zannetmiyorum ki hiçbir anne, çocuğunu kreşe bırakıp işe giderken huzur içinde
olsun. Olamaz; çünkü böylesi bir ayrılık anne olma fıtratına da aykırıdır.
Fıtrata aykırı olan bu ayrılık ileriki yıllarda annenin başını ağrıtmaya
adaydır.
O halde anneler çalışmasın mı?
Bir yandan "maddî yetersizlikler" bahanesi, bir yandan modern hayatın pembe
düşleri, maalesef anneleri çalışma hayatına itmektedir. Hâlbuki bir annenin en
mutlu olduğu an, bebeğine annelik yaptığı andır. Hiçbir anne, bebeğini kucağında
sallarken aldığı huzuru başka bir yerde bulamaz. Hem anne hem de çocuk açısından
bakıldığında (ilk dört yaşta) annenin çocuğunu bırakıp çalışmasını tavsiye
etmiyoruz.
Çocuklar kaç yaşında anneden kopar?
Çocukların ilk dört yaşını atlattıktan sonra anneleriyle olan "bağımlılığı"
zayıflar. Artık çocuk annesinden alacaklarını hem maddî hem de manevî olarak
almış olur. Sevgiyi kesintisiz olarak almış ise bu sevginin kendisine yüklediği
pozitif enerjiyle artık dış dünyaya adım atmaya başlayacaktır. Zaten çocukların
bu dönemi hemen fark edilir. Çocuklar bu dönemde hafif bir kriz yaşarlar.
Agresif olurlar, inatçı olurlar, hırçın olurlar, ne söyleseniz tersini
yaparlar... İşte bu dönem, çocuğun anneden yavaş yavaş koptuğu dönemdir. Dört
yaşından sonra çocuklar annelerine artık "bağımlı" değil, "bağlı" olmaya
başlarlar... İşte bu dönemde anneler çocuklarından bir süreliğine ayrılabilir ve
çalışma hayatına başlayabilirler.
Kreş mi, büyük anne mi?
Birçok anne çalışma hayatına atıldığında çocuklarını e-manet edecekleri yer
konusunda tereddüt yaşamakta. Çok
defa yakınları ile kreş arasında sıkışıp kalmakta. O halde, sormak gerekirse
anneler, işe giderken çocuklarinı kreşe mi yoksa büyük anneye mi (veya yakın
akrabaya mı) bırakmalı?
Bu tereddüdün asıl kaynağı, çocukların kreşe gitmesi durumunda okul hayatına
alışıp alışamayacağı, kreşte yeni tanışacağı arkadaşları ile sosyalleşip
sosyalleşemeyeceği, bunun yanında ise büyük annelerin, daha güvenilir
olmasıdır... Çok defa anne-babalar kreş mi, büyükanne mi sorusunun içinden
rahatlıkla çıkamayabilir.
Aslında "çocuk, büyükanneye veya akrabalardan birinin yanma mı, kreşe mi emanet
edilmeli?" sorusuna cevap vermek hemen hemen imkânsızdır. Çünkü her kreş farklı
özellikte olduğu gibi, her büyük anne de farklı özelliktedir. Kimi kreşler
öylesine güzel imkânlarla çocukların hem sosyal hem motorik hem de zihinsel
gelişimine imkân sunarken kimi kreşler de çocuklarda var olan gelişimlerin
hepsine engel olabilecek kadar pedagojik yaklaşımdan uzak olabilir.
Bu açıdan "Kreş mi, büyük anne mi?" sorusuna cevap vermek yerine, her birinin
avantaj ve dezavantajlarından bahsetmekte fayda var.
Genel itibarıyla çocukların sosyal gelişimi için tabii ki kreşlerin oynadığı rol
büyüktür; ama unutulmamalıdır, her ne kadar çocuklar kreşte arkadaşları ile
oynuyor olsa da evlerinde oynayacak kardeşleri yoksa yine "asosyal" olma riski
taşımaktadırlar. Bu itibarla bakıldığında, her çocuğun mutlaka en az bir kardeşi
olmalıdır. Sosyalleşme kreşteki çocuklarla değil, ilk etapta kardeşle, daha
sonra akraba, konu komşu ile olmalıdır. Bununla birlikte, kreşlerin düzenli bir
program takip etmelerinin çocuğun gelişimine katkısı vardır. Düzenli yaşama
alıştırma açısından kreşlerin oynadığı rol büyüktür.
Kreşlerdeki oyun ortamları ve profesyonel öğretmenlerin çocukların gelişimine
büyük destek olacağı da kesindir. Tüm bunların yanı sıra, kreşler her imkânı
sunsa da eğer samimi sevgi ortamını sunamıyorlarsa sundukları avantajların
hiçbir kıymeti yoktur.
ݧte bu noktada, büyük annelerin özelliği ön plana çıkmaktadır. Her ne kadar
kendilerinde profesyonel imkânlar olmasa da torunlarına verebilecekleri samimi
sevgi her şeye bedel olabilmektedir.
Tatmin edilmemiş duygular, ruhta iz bırakır
Çalışma hayatı tabii ki içinde bulunduğumuz sosyal ve ekonomik hayatın annelere
sunduğu bir imkândır. Özellikle çalışma hayatına alışmış bir anne için ev hanımı
olmak oldukça zordur ya da sosyal alanlarda gönüllü olarak hizmet eden annelerin
evde bulunmaları kolay değildir. Bu, bir yaşam tarzı değişikliğidir ve bu
değişiklik kolay gerçekleşmez. Tüm bunlar günümüz yaşantısının bir gerçeğidir;
ama unutulmaması gereken bir gerçek daha var: evlerde ve kreşlerde annelerini
bekleyen çocukların muhtaç olduğu duyguların tatmini!
Bu duyguları "vaktinde" tatmin edilmemiş bir çocuk, bir ömür boyunca bunun
ruhunda bıraktığı izle yaşamak zorunda kalacak. Her önüne çıkan yeni
birilerinden bu sevgi boşluğunu doyurmasını bekleyecektir. Tıpkı bugün
etrafımızda her an herkesten ilgi ve sevgi bekleyen ve bir türlü sevgiye
doyamayan yetişkinler gibi...
<^
Anneyi, Anne Olmaya Zorlayan Süreç: Tuvalet Alışkanlığı
Çocuk eğitimi ile ilgili gittiğim bir konferansın sonunda, bir anne yanıma
yaklaşarak:
- Bana bir formül söyleseniz de 3 yaşındaki oğluma bir an evvel tuvalet
alışkanlığı kazandırabilsem. Artık halıları silmekten, çarşaf değiştirmekten,
pijama yıkamaktan canım burnuma geldi, demişti.
Ben de ona çok pratik bir çözüm sundum:
- Oğlunuzu hâlâ sünnet ettirmediyseniz sünnet ettirin...
Bir süre sonra aynı anneden teşekkür e-maili aldım:
"Allah razı olsun, oğlum sünnetten sonra tuvaletini altına kaçırmamaya başladı."
Fakat daha sonra bu anneye böyle pratik bir ipucu verdiğime pişman oldum.
Aslında, anneleri bunca sıkıntıya sokan
sürecin ne anlama geldiği bilinse sanıyorum ki hiçbir anne çocuğu ile girdiği bu
zorlu dönemde, "Of!" değil, "Elhamdülillah" derdi. Niye böyle düşündüğümü bir
örnekle açıklamak istiyorum. Bir baba, yetişkinliğe doğru ilk adımını atan
oğlunu yanma çağırır ve der ki:
- EVladım artık sen de bir yetişkin oldun. Hazırcılık buraya kadardı. Artık sen
de rızk nasıl kazanılır, nasıl harcanır öğrenmelisin. Bugünden tezi yok, sen de
çalışacak, evimizin rızkını temin etmek için destek olacaksın...
Delikanlı, babasının bu teklifinden çok da hoşlanmaz. Annesinin yanına gider.
Annesinden her gün için bir altın vermesini rica eder. Annesi, oğluna bu
isteğinin nedenini sorsa da delikanlı, bunun sebebini söylemez. Anne, oğlunun bu
ısrarlı isteğini yerine getirir. Artık her günün sonunda, delikanlı annesinin
yanma gelir ve annesinden bir altın alır.
Bir hafta sonra babası delikanlıyı çağırır:
- Bir hafta geçti. İş bulup çalıştın mı, diye hesap sorar. Çocuk hiç tereddüt
etmeden:
- Evet, baba hem de öyle bir iş buldum ki haftada yedi altın veriyorlar, der.
Baba memnun olur bu cevaba. Oğlundan bir haftada kazandığı altınları vermesini
ister. Delikanlı, yedi altını babasına uzatır. Baba, altınları alır ve bir
kuyunun yanına gider. Çocuk babasını meraklı gözlerle seyrederken baba
altınlardan birini alır ve kuyunun içine bırakır. Sonra diğer altını...
Diğerini... Çocuğun şaşkın bakışları altında baba yedi altını tek tek kuyuya
atar. Delikanlı bunun nedenini sorsa da baba:
- Bir gün gelir öğrenirsin, diyerek açıklama yapmaz.
Ertesi hafta delikanlı yine yedi altın getirmiştir. Baba bu yedi altını da alır
ve tek tek kuyuya atar. Delikanlı, yine şaşkındır; ama vardır elbet bir sebebi,
diyerek ses çıkarmaz.
Sonraki hafta yine aynı...
Bir sonraki hafta yine aynı...
Daha sonraki hafta, çocuk annesinin yanına gideijve alışık olduğu gibi yine yedi
altın ister. Annenin artık kıyıda köşede biriktirdiği altınlar bitmiştir ve
oğlunun isteğini karşılayamaz. Çocuk telaşa kapılır. Haftalardır babasına
söylediği yalan ortaya çıkmasın diye, çaresizce ve hemencecik iş aramaya
koyulur. Bulduğu işler hiç de öyle yüksek ücretli değildir. En iyi işveren,
haftada sadece bir altın verebileceğini söyler. Delikanlı, çaresiz kabul eder.
Hafta tamamlandığında delikanlı kazandığı bir altını eve götürür. Babasına:
- Babacığım artık haftada yedi altın değil, sadece bir altın kazanıyorum, der.
- Olsun oğlum, Allah'a şükür, der baba ve yine kuyunun başına gitmek için ayağa
kalktığı sırada, çocuk irkilir.
- Baba, yoksa yine mi kuyunun başına gideceğiz, diyerek şok geçirir.
Baba, gayet sakince sorar:
- Evet, oğlum, neden heyecanlandın ki birdenbire? Delikanlı şaşkın ve perişan
bir halde:
- Ama baba, sen, bir altın nasıl zor kazanılıyor biliyor musun? Ben bir hafta
boyunca sabah akşam işe gittim, güç bela bir altın kazanabildim, senin bunu bir
çırpıda dipsiz bir kuyuya atman doğru mu?
Babası acı acı tebessüm eder.
- Evet, oğlum doğru değil, der. Şimdi anlıyorum ki babana karşı gelmek
pahasına, sahip çıktığın bu tek altının gerçek sahibi sensin. Acısını ve
ıstırabını çekmeden, emek vermeden sahip olduğun diğer altınların sana ait
olmadığı belliydi.
Eğer onlar da sana ait olsaydı şu tek bir altını koruduğun gibi her hafta kuyuya
atılan yedi altına da sahip çıkardın. Unutma ki insan, acısını ve ıstırabını
çekerek kazandığı şeylere sahip çıkar.
Tuvalet alışkanlığı, bir rahmet sürecidir
Çocukların doğdukları andan itibaren bu dünyaya alışma sürecinde yaşadıkları her
bir olayın bir hikmeti vardır. Çocukların gece ağlamaları, çarçabuk
hastalanmaları, altlarını ha bire ıslatmaları...
Buna benzer birçok olay, aslında anneye ıstırap veriyor gibi görünür. Oysa bütün
bunlar, annelerin çocuklarına delice sahip çıkmalarının psikolojik zeminidir.
(Örnekteki çocuğun emek vererek kazandığı altına sahip çıkması gibi.) Yani bu
hadiselerde bir rahmet vardır. Bu yaşananlar birer rahmet sürecidir.
Bir gün, çocuğunun tuvalet alışkanlığı ve benzeri sıkıntılı dönemlerini atlatmak
için evine yatılı özel bakıcı tutmuş bir anne, "içimde garip bir sızı var,
çocuğumun en zor günlerinde yanında değildim ve tuhaf bir pişmanlık içimi
yakıyor" demişti...
Her anne çocuğunun sıkıntılı anını paylaşmak ister. Bu yüzden çocukları ile
girdikleri bu sıkıntılı dönemleri anneler, kendileri ve çocukları adına bir
kazanç kabul etmeli ve bu dönemi en dengeli şekilde nasıl götürebilirimin
hesabını yapmalıdırlar.
Bu dönem, gerçekten anneler için gereksiz bir yük olsa idi Allah neden böylesi
bir dönemi her anneye yaşatacaktı ki? Allah, eğer isteseydi her bir çocuk, iki
yaşma geldiğinde, kafasına sanki sihirli sopa ile vurulmuşçasma birden altını
ıslatmaz, hemen tuvalete koşardı. Her şey bir anda öğrenilirdi.
Eğer anne ile çocuk arasında bu çile alışverişi bilinmez ise belki altı ay,
belki de bir yıl sürecek olan tuvalet alışkanlığını kazandırma süreci, anne için
cinnet nöbetleri halini alabilir.
«
Anne ile çocuk arasındaki İlahî yapıştırıcı
Mademki Allah, her anne ile çocuk arasına bu ıstırabı İlahî bir yapıştırıcı
olarak sürmektedir, o halde hem bu süreci aksatmadan hem de "Çocuğa zarar
vermeden tuvalet alışkanlığı nasıl kazandırılır?" sorusuna cevap aramak gerekir.
Bu süreçte şunları bilmekte fayda vardır.
Tuvalet alışkanlığı, çocuğun mesane yollarının çocuk tarafından kontrol
edilebildiği dönemde başlamalıdır. Bu dönem, her çocukta farklılık gösterse de
ortalama olarak 2-3 yaşlarına denk gelmektedir.
Çocuk her ne kadar iki yaştan itibaren mesane yollarını kendi iradesi ile
kontrol altında tutabilme becerisine sahip olsa da bu beceriyi nasıl
kullanacağını öğrenmesi gerekir. Bu itibarla bakıldığında, iki yaşma gelen her
çocuk idrar yollarını kullanma becerisine haiz olsa da "psikolojik" olarak hazır
değilse tuvalet alışkanlığının kazandırılması oldukça zordur.
Tuvalet alışkanlığı psikolojiktir
Tuvalet alışkanlığını kazanmak, her ne kadar fizyolojik bir olay gibi görünse de
tamamen psikolojiktir. Çocuk, psikolojik olarak ne kadar rahat ve huzurlu ise bu
süreç o kadar çabuk atlatılacaktır. Tuvalet alışkanlığı kazandırılmaya çalışılan
çocuk ne kadar baskı altında tutulur, utandırılır, mahcup edilir ve bunaltılır
ise bu süreç o kadar uzar.
Pratikte neler yapılabilir?
1. Tuvalet alışkanlığı, önce büyük abdestten başlanılır, ardından gündüz küçük
tuvalet alışkanlığı ve en son olarak da gece alışkanlığı kazandırılmaya
çalışılır.
2. Tuvalet alışkanlığı kazandırılmak istenilen çocuğun altına artık hiçbir
şartta bez bağlanmamalıdır. Çocuk bazen bezli bazen de bezsiz olursa yavaş yavaş
kazandığı bu alışkanlığı çarçabuk kaybedebilir.
3. Çocuk, gündüz altını ıslattığında (hava soğuk değilse ve sosyal ortam
müsaitse) birkaç dakika ıslak alt ile bırakılır. Bu süre çok uzatılmadan temiz
bir iç çamaşır ile alt değiştirilir.
4. Çocuğun altı değiştirilirken ne psikolojik ne duygusal ne de fiziksel şiddet
uygulanmamaya gayret sarf edilmelidir. Çocuk ilk defa karşılaştığı bu ıslak olma
ve utanma hissini kendi iç dünyasındaki dinamikleri denge kurarak çözmeye
çalışmalıdır. Bazen "offf bıktım ya" demek bile çocuğun oluşturmaya çalıştığı bu
iç dinamikleri bozmaya yeter de artar bile.
5. İki yaşını geçmiş hiçbir çocuk altı ıslak olarak dolaşmaktan zaten
hoşlanmaz. Sizin ayrıca bir şey söylemenize gerek kalmaz. Söyleyeceğiniz her bir
ezici söz, süreci uzatacağı gibi çocuğunuzda farklı davranış bozukluklarının
görülmesine de yol açabilir. O yüzden dikkatli olmalısınız!
6. Gece kazandırılacak tuvalet alışkanlığında, çocuk gündüz saatlerinde bol su
ve sıvı içecekler içmeli, ancak yatmadan en az bir saat önce sıvı içecekler
kesilmelidir. Susamaya neden olacak, yağlı, tuzlu ve tatlı yiyecekler
yedirilmemelidir.
7. Gece kazandırılacak tuvalet alışkanlığında, çocuğun altını ıslattığı saatler,
bir çizelge ile tespit edilmeli. O saatlere denk gelecek şeklide, çocuğun
tuvalete götürülmesi gerekir. (Teheccüd namazı alışkanlığının kazanılması için
de bulunmaz bir fırsattır!)
8. Çocuk, gece kaldırıldığında, tuvalet ihtiyacını giderirken uykulu olmamalı;
önce uykusu ve bilinci açık hale getirilmeli. Daha sonra ihtiyacını gidermesi
istenmelidir.
9. Çocuğuna tuvalet alışkanlığı kazandırmaya çalışan bir anne, bol bol yedek
çarşaf ve nevresim ile temilz yedek iç çamaşırı bulundurmalıdır.
10. Gece tuvalete kaldırılacak çocuk, altını ıslatmış ise asla örselenerek veya
hırpalanarak kaldırılmamalıdır. Uyku anında çocuğun örselenmesi ve hırpalanması,
akıl sağlığı açısından tehlikelidir.
11. Uykusu ağır olan çocuklara gece tuvalet alışkanlığı kazandırılması zor
olabilir. Böyle durumlarda, daha fazla gayret gerekebileceği normal kabul
edilmelidir.
12. Erkek çocukları sünnet ettirildikten sonra daha kolay tuvalet alışkanlığı
kazanırlar.
13. Uzun süreli uğraşlar neticesinde kazandırılamayan (özellikle) gündüz
tuvalet alışkanlıklarında, psikolojik veya fizyolojik sorunlar olabileceği
hatırlanmalıdır.
Anne-Babaları Bekleyen Büyük Tehlike: "Evlatkoliklik"
Anne ile çocuk arasında hamilelik döneminden itibaren oluşan duygu alışverişi,
emzirme dönemiyle birlikte daha da güçlenir. Bu bağın eksikliği kadar fazlalığı
da zararlıdır. Eğer kontrolden çıkarsa hem çocuğun hem de anne-babanm gerek
dünya hayatını gerekse ahiret âlemini kâbusa çevirme riski taşımaktadır.
Kontrolden çıkan bu bağa, bağımlılık diyoruz. Yani "evlatkoliklik".
Aslında her anne-baba, potansiyel bir "çocuk bağımlı-sı"dır. Eğer vaktinde çözüm
üretilmez, tedbirler alınmaz ise bu "potansiyel bağımlılık riski" harekete
geçer; hem çocuğun hem de anne-babanın hayatını kâbusa çevirebilir.
Doğrusu, genel olarak bizler, ebeveyn bağımlısı çocukları biliriz. Evlat
bağımlısı anne-babalar dikkatimizi fazla çekmez. Acaba çocuklar mı anne-
babalarına karşı bağımlı olma

riski taşırlar yoksa anne-babalar mı çocuklarına karşı? Han. Kozadan çıkmaya


çalışan kelebeğin çırpınışlarına acıyan gisi daha risklidir?
kelebek, yavru kelebeğinin bütün bir hayatının karar-
Çocukların anne-baba bağımlısı olma riski çşk daha azmasına sebep olabilir.
Böyle bir kelebek, artık kendi hayatını dır, aslında. Çocuklarda var olduğu
zannedilen "anne-baba devam ettirebilmesi için "başkalarına bağımlı" hale
gelecek-bağımlıhğı", bir "davranış sapması"dır. Bu davranış sapma.tir. Kendisini
tehlikelerden koruyamayan bu kelebek, de-sı daha çok, "güçlüye teslim olma" ya
da "güçlüye yapışma' vamh surette tehlike anını önceden haber veren veya sürekli
şeklinde kendini göstermektedir.
kendisine yiyecek getiren başka bir kelebeğe ihtiyaç duya-
Bağ,mhl,k mı, sosyal hayata hazırlanamama m,? cakbr. Böylece hayatını
birine yapışarak bir asalak gibi sür-
Hürmek zorunda kalacaktır.
Çocukların, aile içindeki halleri, koza içindeki kelebeğe benzer. Bir kelebek
için "koza yaşantısının her saniyesi çol "Kelebek ve koza" örneğinde olduğu
gibi, anne kelebeğin önemlidir. Hatta kelebeklerin kozadan çıkışı bile çok
özeldir yaptığı tarzda, "aşırı koruma hissi" ile çocuklarına sahip çı-
^ • • , , . . , it,,
, kan anne-babalar, çocuklarına iyilik yaptıklarını zannettikle-
Koza içindeki hayatını tamamlayan kelebek, yumuşacık*
'* , , i , ,
baŞ1 ile önce kozayı deler. O narin ve hassas vücudu ile ko-ri halde' zarar
vermektedirler. Onların hayata hazırlanması-zada açtığı küçücük delikten dışarı
çıkmaya çalışır. Ama buna izin vermeyerek sosyal hayatlarını başkalarına bağımlı
çok da kolay olmaz. Çünkü delik küçük, kelebeğin vücuduhale getirmektedirler.
Aşırı koruyucu aile içinde yetişen ço-ise büyüktür. Yavru kelebek, önce
kafasını, sonra vücudunu ^lar, kozadan suni müdahale ile çıkartılan kelebek
gibi, o incecik delikten dışarı çıkartmak için mücadele eder. Ren-sosval hayata
atılmak için gerekli donanımı hazırlayama-gârenk ve hassas kanatları "ha
yırtıldı, ha yırtılacak" korku- maktadırlar, su ile bir sağa, bir sola yalpa
yaparak dışarı çıkmaya başlar. Çocuk, hata yaptıkça tecrübe kazanır
Eğer anne kelebek olarak yavru kelebeğin bu kıvranışla- Çocuklar genel ahlak
kurallarını çiğnemedikçe hata yap-rına üzülür ve "yavrum dışarı daha kolay
çıksın" diye, deli- malarına göz yummak gerekir. Çünkü çocuklar hata yaptık-ği
genişletirse kelebek bir ömür boyu uçamaz. Çünkü yavru ça tecrübe kazanırlar.
Tecrübe, başarıya yürüyen bir insanın kelebek, o daracık delikten dışarı çıkmaya
çalışırken koza en guçıu hafızasıdır. Çocuk pratikte bir şeyler yaptıkça ya-
içinde, vücuduna bulaşmış olan bir sıvıyı da kanatlarından pabileceği şeyleri
keşfeder. Eğer anne-baba, "Aman oğlum sıyırmaya çalışmaktadır.
sen yapm3/ ben hallederim" diyorsa "Aman kızım, sen ya-
Annenin kozadan zorlanarak çıktığım zannettiği yavru pamazsın..." diye
çocuklarının pratik tecrübe kazanmaları-kelebek, aslında, kanatlarındaki sıvıdan
kendini kurtararak na izin vermiyorlarsa bu tür çocuklar, hayatlarının geri ka-
uçuşa hazırlanmaktadır. Yavru kelebek, kozadan çıkarken lan kısmını, birilerine
muhtaç olarak geçirme temayülü içeri-kanatlarındaki sıvıyı, kozadaki o dar delik
vasıtası ile sıyır- sine girebilirler, mamış ise hiçbir zaman uçamayacaktır.
Aşırı korumacı ve "evlatkolik" bir aile içindeki çocuk,
Her kanat çırpışında, ıslak kanatları ya birbirine yapışır kendini ve kendi
kabiliyetlerini tanıyamaz, hata yapmaktan ya da kanatlarını ağırlıktan
taşıyamaz.
JC- ¦ y u \, u rv ı cı uıycoıımc L/uyı u uıı ı ııcıı ı
aıııuıaı
korkar, hata yapmadıkça ve risk almadıkça da atacağı her adımda, tereddüt ve
kararsızlık içinde kalabilir.
Davranışları bu yönde olan, sosyal hayata hazırlanama-mış çocuklar için "anne-
baba bağımlısı çocuk" demeyi tercih etmiyoruz. Çünkü bu haldeki bir çocuk,
çocukluk döneminde anne-babasına bağlı olsa da yetişkinlik döneminde, okuldaki
grup liderine, evlendiğinde de eşine bağımlı olma meyli taşır. Farklı kişilere
olan yapışma ihtiyacı bir "davranış sapması"dır.
Hâlbuki anne-babaların çocuklarına olan bağımlılığı, "sadece ve kesinlikle kendi
çocukları içindir." Çocuklarının yerine başkasını kabul etmezler. Anne-babanın
bağımlılığı tek bir noktada ve tek hedefte kilitlendiği halde, çocuklardaki bu
durum, o an çevrede bulunan en yakın "güçlü" kişiye yönelebilmektedir.
Bağımlı ebeveynin çocuğunu bekleyen birkaç tehlike
1. Bağımlı anne-baba, çocuğunun yapması gereken işleri kendisi yaptığı için
çocuk, hayata yeterince hazırlanamaz.
2. Çocuk, aşırı sevgiden rahatsız olabilir ve bu hali suis-timal edebilir ve
sevgisizlik anında boşluğa düşebilir.
3. Çocuk bağımlısı anne-baba, çocuklarını, kendi arzu ve isteklerine göre
meslek seçmelerini ister, çocuklarının istek, imkân ve kabiliyetlerini dikkate
almaz.
4. Çocuğunu evlendirse bile, eşi tarafından ihmal edildiği ve gerekli değerin
verilmediği endişesini taşır, bağımlı anne-baba. Çocuğunun yeni hayatına da
aşırı müdahil olur.
5. Bağımlı anne-babanın çocuğu, yetişkin bile olsa her an bir hata yapacağı
endişesini üzerinden atamaz. Bu hal, hem anne-babayı hem de çocuğu gergin bir
bekleyişe iter.
Elbette sadece çocuklar olumsuz etkilenmez. Bağımlı anne-babanın hayatını da
bekleyen birçok zorluk vardır. Mese-
la, bağımlı anne-baba, ölümle yaşanacak ayrılık gerçeğine hazır değildir. Böyle
bir anda ağır zihnî travma geçirebilir. Bağımlı anne-baba, kendi huzur ve
mutluluğunu çocuğuna endekslediği için mutluluk ve huzur duyulacak asıl
kaynakları ihmal edebilir. Ayrıca böyle ebeveynin karşılaşacağı en büyük'risk,
"manevî boşluğa düşme tehlikesi"dir.
Anne-babalar ikaz ediliyor
Mademki anne-babalar, böyle kaygan bir fay hattının üzerinde duruyorlar ve
çocuklarına karşı "bağımlı olma" riski taşıyorlar, o halde, Allah (c.c.)
kelamına kulak verelim. Bu konuda anne-babalar nasıl uyarılmışlar?
Kur'an-ı Kerim'in, Teğâbun Suresinin 15. ayet-i kerimesinde, Allahu Teala,
"Doğrusu mallarınız, evlatlarınız, sizin için sadece bir imtihandır..."
buyurarak çocukların bir imtihan mevzuu olduğuna ve gerçekte hayatın asıl gayesi
olmadığına dikkat çekmektedir.
Aşırı evlat tutkusu, insanı birçok değerden alıkoyabilir. Hatta çocuklara olan
aşırı düşkünlük "gayretullah"a da dokunabilir. Bu manevî tehlikeye "muhabbetin
dozunu ayarla-yamamak" denilebilir.
"Bağımlılık" kaos, "bağlılık" huzur doğurur
Madem her bir anne-baba, potansiyel bir "çocuk bağımlısı" dır, o halde,
insanların hayatını altüst edebilecek bu risk, kontrol altına alınmalıdır.
Kontrol altına alınmış olan ebe-veyn-çocuk ilişkisine, "bağlılık" diyoruz ki
sağlıklı bir anne-babanın çocuğu ile ilişkisi, bağlılık durumundadır. Bağlılığın
azalması ile "ilgisiz anne-baba", bağlılığın çoğalması ile de "bağımlı anne-
baba" oluşur.
Anne-babaların çocuklarına karşı bağımlı olma riski taşıyor olmalarına rağmen
çocuklar anne-babalarına aynı riski taşımamaktadır.
Çocuklarda var olduğu düşünülen "bağımlılık" hali, asıl itibariyle bir "davranış
sapması"dır. O yüzden bu durum, çocukların hayata hazırlanmasındaki "kırılmalar"
olarak değerlendirilmelidir.
Çocuk Eğitimi mi, Çocuk Terbiyesi mi?
Katıldığım birçok toplantıda anneler, "Çocuklarımızı en iyi şekilde nasıl
eğitebiliriz?" tarzında sorular yöneltiyor veya "çocuk eğitimi" ile ilgili kitap
tavsiyeleri istiyorlar.
Hâlbuki anneler "çocuk eğitimi" diye kurdukları cümlelerde, çoğu zaman "çocuk
terbiyesi"ni kast etmektedirler. Çünkü anneler çocuklarını en güzel ahlaka sahip
olarak yetiştirmek için çaba sarf ederler. En güzel ahlaka doğru giden sürece
verilen isim de çocuk eğitimi değil, çocuk terbiyesi-dir.
İyi eğitilmiş çocuk, iyi terbiye edilmiş çocuk mudur?
Bir baba, yaşadığı olumsuz tecrübelerden yola çıkarak çocuğunun eğitimi üzerinde
ısrarla durmaktadır. Çocuğunu, çok erken yaşlardan itibaren dikkatli ve özenle
eğitmektedir. Bunda da başarılıdır. Bu çocuğu görenler, hayretlerini gizle-
_JO ¦ ^uluk. ıcıuıyciiııuc L/uyıu uıııııcıı i dllllMdr
yemezler. Öyle ki çocuk, kısa bir tramvay yolculuğu esnasında, hiç kimseye fark
ettirmeden, onlarca kişinin cüzdanını çalabilmektedir. Hatta çaldığı cüzdanların
içindeki paralan aldıktan sonra cüzdanları yine kimseye hissettirmeden, aynı
ceplere koyabilmektedir.
Babası, oğlunun bu başarısı ile gurur duymaktadır. Çünkü kendisi, geçmişte,
kapkaççılık konusunda ciddi bir eğitim almadığı için birçok defa polislere
yakalanmıştır. Can sıkıcı karakol olaylarını çocuğunun da yaşamaması için onu,
en iyi şekilde eğitmiştir.
Şimdi soracak olursak: Bu çocuk, iyi eğitilmiş bir çocuk mudur?
Cevap, "Evet, bu çocuk, çok iyi eğitilmiş bir çocuktur" olacaktır. Yani eğitimde
başarı yakalanmıştır!
Peki, bu çocuk, "İyi terbiye edilmiş bir çocuk mudur?"
Cevap, "Hayır, bu çocuk, iyi terbiye edilmiş bir çocuk değildir."
"Çocuk eğitimi" ile "çocuk terbiyesi" arasındaki fark nedir?
Kelime anlamı olarak baktığımızda, belli bir konuda bilgi, beceri ve tecrübe
kazandırmaya, "eğitim" diyoruz.
İyi eğitilmiş çocuk da belli bir konuda, bilgi, beceri ve tecrübe kazandırılmış
çocuk demektir. Yani kapkaççılık konusunda çok iyi bilgi ve beceri kazanmış usta
bir çocuk, iyi kapkaççılık eğitimi almış çocuktur.
Kötü eğitilmiş çocuk ise eğitilmesi düşünülen konuda, eğitici tarafından,
yetersiz bırakılmış çocuktur. Bu noktada altını özellikle çizmek istiyorum ki
iyi eğitim, "eğitimin iyi" olduğuna vurgu yapmaktadır, eğitimin içeriği ve
konusunun iyi olduğuna değil. Bu açıdan baktığımızda, kötü eğitim
^1/v.ur ı cı uıyeaı uue uuyru Diıınen Yanlışlar ¦ b/
ise "eğitimdeki başarısızlığa" vurgu yapar, eğitilen kişinin kötü olduğuna
değil.
0 halde "çocuk terbiyesi" nedir?
Terbiyenin kelime anlamı, çocuğun "ruhen" ve "cismen" yükselmesi, olgunlaşması,
kemale ermesidir.
Örnekteki iyi bir kapkaç eğitimi almış çocuğu, iyi terbiye almış olarak kabul
edemeyeceğimiz çok açıktır. Çocuk, yankesicilikle "cismen" olgunlaşmış olsa da
"ruhen" cüce kalmıştır.
Bununla birlikte çocuk eğitimi ve çocuk terbiyesindeki önemli farklardan biri de
"hedeftir. Çocuk "eğitimi"nde varılacak en son hedef önemlidir. Çünkü
başlangıçta tayin edilmiş olan hedefe çocuğun ulaştırılmış olmasına, "eğitimde
başarı" diyoruz.
Örneğimizde, baba, çocuğunu "usta bir kapkaççı" olarak yetiştirmeyi hedef olarak
seçmiştir. İyi ve disiplinli bir eğitim süreci ile çocuğunu da o hedefe
ulaştırmıştır. Bu itibarla, bu eğitimde başarı yakalanmıştır diyebiliriz.
Çocuk "terbiyesi"nde ise hedeften önce, başlangıç noktası önemlidir. Bunu
"referans nokta"sı olarak isimlendiriyoruz.
Çocuk terbiyesindeki referans noktaları olarak normlar (evrensel kabul görmüş
değerler, örf-adet, kültür, din) alınıyorsa artık buna çocuk eğitimi değil,
"çocuk terbiyesi" diyoruz.
Örneğe yeniden dönecek olursak yankesici baba, "Ben çocuğumu iyi bir kapkaççı
olarak terbiye etmek istiyorum" dediğinde, karşısına, "normlar" çıkacak ve
babanın kendi çocuğunu kapkaççı olarak eğitmesine izin vermeyecektir. Eğer baba,
çocuğunu ısrarla kapkaççı yapmak isterse o takdirde bu çocuğu -norm dışı hareket
eden anlamına gelen- "anormal davranışlı" diye adlandıracağız.
JO ¦ LULU1\ ICIUiyCOlMUC l^uylU UIIIIICII I dil I I Ş I
Ü l
Yani bir çocuğun, eğitimde başarı sağlayamamış olması, asla o çocuğun anormal
olduğu anlamına gelmez. Yahut eğitimde başarı sağladığı halde din, kültür, ahlak
ve norm dışı davranışlar sergileyen kişiye de normal biri diyemeyiz.
O halde biz çocuklarımızı iyi bir terbiye ile eğitmeliyiz!
Çocuk Tanınmadan, "Çocuk Terbiyesi" Olmaz
Hiçbir çocuk bir diğeri ile aynı değildir. Nasıl ki gökyüzünden dökülen
milyarlarca kar tanesi birbirine benzediği halde, hiçbiri birbirinin aynı
değilse her bir çocuk da bir diğerinden farklıdır. Hepsi ayrı karaktere
sahiptir. Bu, kardeş bile olsa...
Eğer çocukların bu farklılıkları göz önüne alınmadan, karakterleri tanınmadan
çocuk terbiyesine soyunulur ise şahin karakterli bir çocuk, bir süre sonra
korkak bir kargaya dönüşme riski taşır. Nasıl mı?
Şahin'in korkak bir kargaya dönüşme hikâyesi
Yaralı şahin kuşu, bir yaşlı kadının bahçesine kondu. Yaşlı kadın perişan
görünümlü şahine acıdı, merhamet etti ve yanına aldı.
w v - yuvui's. ihiuı/vjiKuı, \j \j y ı u uıııııcıı I
alilindi
Aç şahinin Önüne çocukları için hazırladığı hamur bulamacını koydu. Şahinin
birden önüne konan tasa gagasını daldırmasıyla başını sallayarak geri çekmesi
bir oldu. Çünkü şahin et yerdi; bu yüzden de hamur bulamacını yiyemedi.
Yaşlı kadın, şahinin bu halini görünce üzüldü; "Vah!" dedi. "Gagan uzamış,
kıvrım kıvrım olmuş. Yumuşacık bir hamur bulamacını bile yiyemez olmuşsun. Senin
önceki sahibin hiç mi Allah'tan korkmazdı ki şu gaganı düzeltmemiş" dedi ve
eline aldığı kör makas ile şahinin gagasını kesmeye çalıştı.
Şahin, yaşlı kadının elinden kurtulmak için çırpınsa da nafile, kaçamadı.
Sonunda yaşlı kadın şahinin gagasını kesti.
Şahin çırpmırken yaşlı kadın, şahinin kanatlarım gördü. "Vah" dedi. "Senin eski
sahibin sana hiç bakmamış, şu kanatların ne hale gelmiş? Kimi uzun kimi kısa
kalmış..."
Bu düşünceyle eline makası alarak şahinin güzelim kanatlarını düzeltmeye
başladı. Şahin acı ile kıvrandı, çırpındı... Çaresizce pençelerini kadının
koluna attı ve tırnaklarını kadının koluna geçirdi. Yaşlı kadın şahinin
kanatlarını -güya- düzeltirken koluna batan tırnakları gördü. "Vah, vah! Önceki
sahibin ne kadar merhametsizmiş. Bir kere bile tırnaklarını kesmemiş.
Tırnakların ne de çirkin olmuş" dedi ve elindeki makas ile şahinin avlanırken
kullandığı pençelerini söktü attı.
Cahil, yaşlı kadının elinde rezil olan şahinin gözleri doldu.
Yaşlı kadın, şahinin bu halini görünce hiddetlendi:
"Kimseye iyilik yaramıyor ki... Ben iyilik yapıyorum, kuş ağlıyor" dedi ve
elindeki kuşu, "Git hadi bildiğin yere" diyerek kaldırdı, havaya attı.
Şahin çırpındı uçmak için; ama kanatları kesilmişti bir kere, uçamadı. Acı ile
yere inmek istedi, tırnakları sökülmüştü
y w v. u r\ iLlliljCJIIIUC U U y [ U L> I I I I I C I I T
Ü IH I Ş I d T ¦ Ol
yere de konamadı. Kendini yan üzeri bir kulübeciğin arkasına attı.
Koca koca avları, gökyüzünde süzüle süzüle avlayan cesur şahin kuşu, cahil
kadının elinde korkak bir kargaya dönüşmüştü...
İşte birçok anne baba da -bu bilgisiz kadın gibi- çocuklarını yeterince
tanıyamadıkları için ellerindeki "şahin" bakışlı çocukları, kargaya çeviriyorlar
ve bunu fark etmiyorlar. Hâlbuki çocuk terbiyesinin birinci ve en önemli maddesi
çocuğu tanımaktır.
Çocuğunuzu yeniden keşfedin
Albert Einstein'ı bilirsiniz. Hani dünyanın en zeki adamı olarak kabul edilen
ünlü Alman fizikçi...
Albert Einstein, çocukluk yıllarında ne öğretmenleri ne de ailesi tarafından
yeterince keşfedilememişti. Öğretmeni Einstein'ı her defasında babasına şikâyet
ediyor, "Çocuğunuz öğrenim zorluğu çekiyor, bu da diğer çocuklara öğreteceğim
konuların hızını kesiyor" diyordu. Einstein'ın babası artık okulun bu
baskılarından bunaldığı için oğlunu okuldan aldı ve "hiç olmazsa bir mesleği
olsun" diyerek meslek okuluna kayıt ettirdi.
12 yaşına kadar oğlunun eğitim problemleriyle boğuşan baba, çocuğunun dünyanın
en zeki insanı olduğunu fark edemedi.
Anlasaydı şayet, her sinirlendiğinde, "Senin kadar aptal bir çocuk daha dünyaya
gelmemiştir" diye bağırıp çağır-mazdı herhalde.
Einstein okulda başarısızdı; çünkü öğretmenin öğretmeye çalıştığı konular onun
ilgisini çekmiyordu... O dönemde ta-
2
Mevlana Hazretleri'nin Mesnevi eserinde yer alan doğan kuşu hikâyesinden
esinlenilmiştir.
0£ ¦ ^ULUK I eruıytilMUC uuyru uımıcıı i d ı ıı ı i ı d. r
rım toplumu olan Almanya'da, "İnek nasıl sağılır? Toprak nasıl gübrelenir? Ağaç
nasıl budanır?" konulan çocuklara öğretiliyordu. Einstein için bunlar anlamsız
şeylerdi. O yüzden dikkatini veremiyordu bir türlü anlatılan derslere... O,
kâinattaki ince dengenin nasıl kurulduğunu, maddenin ötesindeki mananın nasıl
şekillendiğini merak ediyordu.
Yıllar sonra Einstein'in farklılığı anlaşılınca bilim dünyası, onun her
konuşmasını nefesini kesip dinlemeye başlamıştı. Ne yazık ki her çocuk, Einstein
kadar şanslı değil...
Derslerinde başarısız olan binlerce çocuğun, bir ömür boyu karga muamelesi
yapılarak tırnakları, gagası, kanatları yolunarak şahini şahin yapan tüm
özellikleri kopartılıyor da kimsecikler çok defa fark etmiyor bile.
Sadece Einstein değildir; aynı kaderi yaşayan. Daha kimler var... Mesela Van
Gogh. Dünyaca ünlü ressam Van Gogh'un tabloları bugün paha biçilemeyecek kadar
değerli olduğu halde, yaşadığı dönemde kimsecikler dönüp onun yaptığı resimlere
bakmıyordu bile. Hatta eşi ona bir gün, "Bırak şu gereksiz işleri de git adam
gibi bir işte çalış, evinin ihtiyacını karşıla, evde yemek yapacak bir şeyimiz
kalmadı" dediğinde, öyle sinirlenmişti ki atölyesinde bulunan onlarca tabloyu o
gün sokak ortasında bir parça ekmek karşılığında satmıştı. Dün bir ekmek
karşılığında satılan o tablolar, bugün kimin elinde ise o kişi dev bir hazinenin
sahibi durumunda...
Çocuğu tanımada, "başarı" mı "başarısızlık" mı ölçü olmalı?
Çocuğunun eğitimi konusunda tavsiyeler isteyen bir anne:
- Kızım Tarih ve İngilizcede çok zayıf. İstemeye istemeye özel derse
gönderiyorum. Bu da onu çok yoruyor. Onu mo-
i^ocuk leroıyesınae uogru bilinen Yanlışlar ¦ 63
tive edebilmem için ne tavsiyelerde bulunursunuz, diye sormuştu...
Bense bu kız çocuğunun hangi derslerde iyi olduğunu merak etmiş ve sormuştum.
Anne:
- Matematikte çok başarılıdır kızım, demişti.
- Peki, neden kızınızı matematikte özel derse yazdırmıyorsunuz, diye sorduğumda
ise anne, omuz silkerek:
- Gerek görmüyoruz, çünkü kızım çocukluğundan beri matematik dersinden hep on
üzerinden on alır, demişti...
Şaşırmıştım annenin "Gerek görmüyoruz" deyişine... Çünkü bu anne, kızının
başarısız olduğu derslere verdiği önemi, başarılı olduğu derse göstermiyordu.
Hâlbuki bu çocuğun kabiliyeti, matematik sahasında ayan beyan ortaya çıkmıştı.
Anne kızının bu başarısını "Gerek yok" diye geçiştiriyordu...
Hem kendinize hem de etrafınızdaki ebeveynlere bakın, aynı örnekteki bu anne
gibi davrandığınızı fark edersiniz. Genelde çocukların başarısız oldukları
alanlarda daha fazla yardıma ihtiyaç duydukları düşünülür ve bu sahalar takviye
edilir. Oysa asıl önemli olan çocuğun başarılı olduğu alanlarda destek
görmesidir.
Ne yazık ki günümüz eğitim sistemi, her şeyden bir şey öğretmeye yönelik olduğu
için bir şeyden her şeyi bilmeye yönelik kabiliyet taşıyan çocuklar arada
kaybolup gitmekte-ler. Hâlbuki anne babalar, çocuklarının başarısızlığına dikkat
çektiği ve özen gösterdiği kadar (ve hatta daha da fazla) çocuklarının başarılı
oldukları sahalara da eğilmeli, onların meyillerini takip etmeli, o konularda
yollarını açmalı, destek vermeliler...
Çocuğu en iyi tanıyan, annedir
Hiçbir kişi, bir çocuğun kabiliyetini keşfetme konusunda anne-baba kadar bilgiye
sahip olamaz. Özellikle anneler, ço-
cuklarının doğduğu ilk günden son güne kadar hangi kabiliyetlerinin olduğunu
anlayabilecek özel donanıma sahiptirler. Yeter ki bu donanımı "empati"
kanallarını tıkamadan kullanabilsinler. Tabii ki her anne-baba iyi niyetlidir ve
çocuklarının geleceğini en iyi biçimde şekillenmesini ister. Ancak iyi niyet,
her zaman iyi netice vermez.
Yaşlı kadın da iyi niyetliydi, bahçesine konan şahinin kanatlarını, pençesini
iyi niyetle kesmişti; lakin o güzelim şahin, iyi niyetli; fakat bilgisiz yaşlı
kadının elinde rezil olmaktan kendini kurtaramadı.
O halde bir ebeveyn olarak yapılacak ilk şey, daha anne karnındayken çocuğun
psikolojisini yakından takip etmek ve doğduğu andan itibaren onu tanımaya gayret
sarf etmektir.
/
Akıllı Uslu Çocuk, Terbiyeli Çocuk mudur?
38 yaşında, üç çocuk annesi olan Nisa Hanım, çok önemli bir soru sormuştu:
"Çocuklarımızı yetiştirme konusunda eşim ve ben çok hassas davranmaya çalıştık;
ama 16 yaşındaki büyük kızımın bana söylediği bir söz vicdanımı sızlaüyor. Kızım
bana, 'Sizin yüzünüzden, ben hiç çocukluğumu yaşamadım' deyince şok oldum.
Hâlbuki kızım çok sakin bir çocukluk geçirmişti. Ne beni ne de babasını üzecek
bir şey yapmadı bu yaşa kadar. Kızımın, yıllar sonra mutlu geçen çocukluğu için
böyle söylemesine anlam veremiyorum. Ben nerede hata yaptım?"
Bu soru, aslında, bizim çocuk terbiyesinde ne kadar yanlış yollarda gezdiğimizin
de bir işaretidir. Çünkü ne yazık ki bizim çocuk terbiyesinden anladığımız şey,
akıllı uslu çocuk yetiştirmek. Hâlbuki "akıllı, uslu" diye tarif ettiğimiz
çocuk-
ların normal çocuk olmama ihtimali oldukça yüksektir. Lakin biz, anne babalar
çoğu zaman bunu fark etmeyiz; tıpkı Nisa Hanım ve eşinde olduğu gibi.
Size bir sır vermek istiyorum ve lütfen bu sırrımı herkesle paylaşın! Çünkü anne
babalar bu sırrı bilmedikleri için çocuk terbiyesinde ciddi yanlışlara
düşüyorlar ve yıllar sonra çocukları tarafından yüzlerine vuruluncaya kadar da
bu yanlışı fark etmiyorlar.
Lütfen oturup kalktığınız ve tanıdığınız tüm anne-babalara söyleyin ki akıllı
uslu zannettiğimiz çocukların; aslında yanlış terbiye edilmiş olma ihtimalleri
çok yüksektir.
Neden?
Çünkü akıllı uslu çocuk yoktur.
Çocuk, delidir...
Ne kural bilir ne de kaide...
Henüz dünyaya gelmiş bir çocuktan hangi kural ve kaideye uymasını
bekleyeceksiniz ki!.. Çocuk bu. Koşacak, coşacak, düşecek; bazen cam kıracak
bazen de kalp... Eğer bir çocuk bunları yapmıyor; sanki büyük bir adam gibi,
evin bir köşesinde akıllı uslu oturuyorsa muhtemelen o çocuk ya velidir ya da
üzerinde yoğun duygusal veya psikolojik baskı vardır. Tıpkı Nisa Hanım'ın
sorduğu sorunun satır arasında gizli olan gerçek gibi. Nisa Hanım ne demişti?
"Kızım, bugüne kadar, ne beni ne de babasını üzecek bir şey yapmadı!"
Nisa Hanım'a şöyle bir soru yöneltmiştim:
"Kızınız, neden sizi üzecek bir şey yapmadı yahut yapamadı?
Sakın kızınız, sizin sevginizi kaybetmekten korktuğu için, sizi üzmemek için,
çocukluğunun deli dolu yanlarını yaşamaktan vazgeçmiş olmasın?
Siz farkına varmadan kızınıza 'Eğer yanlış yaparsan üzülürüm' duygusal baskısını
hissettirmiş olmayasmız ve kızınız da sizin sevginizi kaybetmemek için 'akıllı
uslu olmalıyım' sahte kimliğine bürünmüş olmasın?"
Ne yazık ki birçok anne baba, akıllı uslu çocuk hayali kurarken
kızlarının/oğullarının üzerinde yoğun bir duygusal baskı oluşturduklarını
farkına bile varmazlar. Hâlbuki anne babanın aslî görevi, çocuklarına baskı
yaparak karakter değişikliğine zorlamak değil, aksine daha bebeklikten itibaren
çocuklarını iyice tanıyarak onların kabiliyetlerini ve zayıf yanlarını
keşfetmektir. Keşfettikleri kabiliyet ve zaafları hesaba katarak onların hem
ahlakî hem de zihinsel gelişimlerinin önünü açmaktır.
Eğer bu söylediklerim size birazcık tanıdık geliyorsa işte hata yaptığınız yer
de orasıdır.
Peki, Nisa Hanım ve onunla aynı kaderi paylaşan aileler böyle bir durumda neler
yapabilir?
Nisa Hanım'a ve onun nezdindeki bütün ailelere sesleniyorum:
Aslında yapacağınız çok da bir şey yok. Zaman geriye dönmüyor. Size tavsiyem,
çocuğunuzla oturup çok açık yüreklilikle konuşun.
"Kızım/oğlum seni öyle seviyorduk, öyle seviyorduk ki bir şeyler yanlış gidecek,
diye, senin çocukluğunu yaşamana bile fırsat vermedik. Belki de çocuk
yetiştirmekte çok bilinçli değildik. Keşke bize hakkını helal etsen" deyin.
Çekinmeyin, deyin.
Göreceksiniz bu sözünüz, kızınızın/oğlunuzun boğazm-daki düğümlenmiş kördüğümü
çözen sihirli söz olacakür ve sizin bu samimi itirafınız, onun gözünde büyük
değer kazanmanızı sağlayacaktır.
Bu cevaptan da anlaşılacağı üzere, anne babanın çocuk terbiyesinde aslî görevi,
çocuğunun fıtratını değiştirmek ve onu akıllı uslu, sessiz sakin bir çocuk
yapmak için mücadele etmek değil, aksine çocuğunun özelliklerini keşfedip o
özelliklerine göre onu yetiştirmek ve onun kendisi gibi olma yolunu açmaktır.
Hani derler ya, "Karga, serçenin yürüyüşünü taklit edeyim derken kendi
yürüyüşünü şaşırmış" diye. İşte anne babalar, çocuklarının yaradılıştan sahip
oldukları fıtratı çok iyi tespit etmeli ve o fıtrata uygun, yol açıcı yardımcı
olucu bir eğitim/terbiye metodu geliştirmelidirler.
Terbiyedeki asıl maksat, koltuğun bir köşesine oturmuş, büyük adamlar gibi
sessiz sedasız bekleyen çocuk yetiştirmek değil, aksine çocuğun kendi ruhu ile
özgürce; ama belirli kurallar dâhilinde kendini sergilemesine yardımcı olmaktır.
Çocuk Terbiyesi İçin Mükemmel Fırsat: Ramazan
Hangi yetişkine sorarsak soralım, çocukluğun en güzel anılarının gizli
sandukasından bayram kıyafetleri ve Ramazan telaşı çıkar.
Dün bizim için "Ah, o eski Ramazanlar!" olan hatıralar, yarın kendi
çocuklarımızın da ağzından duyacağımız ifadelere dönüşecektir. Ramazan
hatıralarını özel kılan şey, eski Ramazanların güzelliğinden daha çok,
çocukların "saf" ve "temiz" duygularla o günleri yaşamasıdır. Bir anne baba
olarak bize düşen şey, bugün yanı başımızda bizden habersiz kendi dünyası içinde
Ramazan yaşayan çocuklara öyle Ramazan hatıraları yaşatmak olmalıdır ki, çocuk,
yıllar sonra kendi Ramazan hatıralarını anlatırken anne ve babasını muhabbet ve
dua ile yâd etsin. O saf ve tertemiz kalbi ile sizin yanınızda gördüğü her şeyi,
hiçbir süzgeçten geçirmeden zihninin en silinmez noktalarına nakşetsin. Çünkü
Ra-
mazan, çocuk terbiyesi açısından bulunmaz bir fırsattır. Hem anne baba
hem de çocuk için...
Çocuktan terbiye olmak
Eğer anne baba, çocuklarının Ramazanını dolu dolu geçirmek için gayret sarf
etmek üzere bir Ramazan hazırlığına girerse, aslında farkında olmadan kendi
Ramazan günlerini de dolu dolu geçirecektir. İşte biz buna "çocuktan terbiye
olmak" diyoruz.
Hani kendisinden sigara içmemesini isteyen ancak kendisi sigara içen anne babaya
çocuğun "O halde sen neden sigara içiyorsun?" yanıtından sonra kendine çekidüzen
veren ve dürüst bir anne baba olmak için "çocuğumdan istemediğim şeyi kendim
yapmamalıyım" diyerek sigarayı bırakan birçok anne babaları bilirsiniz. İşte
çocuktan terbiye olmak! Ramazanı çocuğuna dolu dolu yaşatma sevdasına kapılan
anne babaların farkında olmadan kendilerinin de dolu dolu Ramazan yaşaması...
Ramazana bu itibarla bakıldığında, Ramazanda çocuk terbiyesi konusunda nelere
dikkat edeceğimizle ilgili birkaç ipucu vermeye çalışacağız:
İftar davetleri ve çocuk terbiyesi
Birçok bilinçli ailenin pedagog ve psikologlara en özel sorusu "Çocuğumun
sosyalleşmesi için ne yapmahyım?"dır. Şahsen bu konuda yüzlerce soru ile
karşılaştım ve bu soruların onlarcasma tavsiyem, (Ramazan ayma denk geldiği
için) "Evinizde bol bol iftar daveti verin"dir.
Evet, iftarın kendine has bir sevabı ve dinî anlamı olsa da pedagojik açıdan
baktığımızda karşımıza mükemmel bir sahne çıkar. Ezik, içe kapanık, utangaç
birçok çocuk iftar davetlerinin kendine has sosyal atmosferi içinde kendine
gelebilir ve Ramazan öncesi hallerinden eser kalmayabilir.
Nasıl mı?
Bilinçli bir ailenin iftar hazırlık saatleri bir yardımlaşma ve telaş içinde
geçmelidir. İftar sofrası hazırlamak sadece annenin vazifesi olmamalıdır. Mutfak
sadece annenin sırtına bir kambur gibi yüklenmemeli, aksine bir yandan
salataların hazırlanışı, bir yandan Ramazan hoşaflarının kâselere konusuyla aile
içinde herkesin bir şeyler paylaştığı dakikalar olmalıdır. İşte bu gibi
ortamlarda evdeki çocuklara da mutlaka vazife verilmelidir.
Örneğin evin genç kızının iftar sofrasının nasıl hazırlandığını, geminin ikinci
kaptanı gibi, devamlı gemi kaptanı olan annesini izlemesine fırsat verilmelidir.
Evin genç delikanlısına kendi yaşı itibarı ile bazen bir ekmek sepetini masaya
koyması için yardımcı olması ricasında bulunulduğu gibi, yaşı ileri ise, ona
enfes bir "cacık" yapma imkânı sunulmalıdır.
Ailece yaşanan bu telaş, yıllar sonra sizin bir anne baba olarak çocuklarınız
tarafından dua ile anıldığınız hatıralar olarak anlatılacaktır.
Teravih namazları ve çocuk terbiyesi
Sadece iftar davetleri değil, teravih namazları da bir çocuğun terbiyesi
açısından bulunmaz fırsattır. Çocukluk yıllarımı hatırlıyorum. Ramazan yaz
aylarına denk gelmişti. İftar yemekleri yenildiğinde, hafif hafif evin içinde
bir kıpırdanma başlardı. Abdestler alınır; sanki ailece akşam yürüyüşüne çıkılır
gibi, güle oynaya teravih namazının yolu tutulurdu.
Sokağa çıktığımızda sokaklar dolu olurdu. Onca insan birbiriyle sohbet eder ve
yavaşça dere yatağına akan bir su gibi, herkesin yolu mahallemizin camisine
doğru yönelirdi. Yolda giderken karşımıza çıkan falanca ile selamlaşılır, cami
avlusunda soluklanan filanca ile hasbıhal edilir ve tüm bunların şahidi de
çocuklar olurdu.
Teravih namazlarına ait unutamayacağım en önemli şey -vefat etti ise Allah
rahmet etsin- mahallemizdeki caminin gür sesli imamının heyecan dolu
sohbetleriydi. Biz çocuklar olarak ezan okunmasına birkaç dakika kala içeri
girerdik; ama cami imamının o gür sesi öteki mahalleden duyulacak kadar güçlü
idi. İtiraf etmeliyim ki imama saygının ne demek olduğunu işte bu teravih
namazlarında öğrendim. Gecenin o saatinde, yüzlerce kişiye bıkmadan, usanmadan
Allah ve din anlatan bir insan, nasıl olur da çocuğun gözünde saygın olmazdı ki?
"Çocuğuma cami ve hoca sevdiremiyo-rum" diyen anne babaların kulakları çınlasın.
Bunun da ötesinde, o yıllara ait unutamayacağım başka bir hatıram ise teravihte
cami gezmeleri idi. Bugün bu camide teravih kılar, ertesi gün başka bir camide
teravih kılmak için yola koyulurduk. Her gittiğimiz caminin avlusunda,
şadırvanında ya yeni birileri ile tanışır ya da -kim bilir- okul
arkadaşlarımızla karşılaşırdık...
Hayat olabildiğince sosyal ve doğaldı.
Şimdilerde teravih namazlarına gitmeyen -veya gidemeyen- anne babalar gözüme
çarptıkça -dinî boyut bir yana-çocuk terbiyesinde neleri kaybettikleri hayalime
geliyor ve içimde tuhaf bir sızı hissediyorum.
Onlarca insan dışarıda oluk oluk sosyal hayaün unsurlarını doyasıya yaşarken
mahallenin hemen kenar evinde bulunan başka bir çocuğun, bilmem kaç metre kare
evin içine hapsedilmiş ve dışarıdaki sosyal hayat ile irtibatı kesilmiş olduğunu
düşündükçe bunu kabullenmekte zorlanıyorum. Anne babalar böylesi bir fırsatı
neden heba ediyor ve sonra da yanımıza gelip "Çocuğunun içe kapanık ve asosyal"
olduğundan şikâyette bulunuyor?
Teravih namazları ve teravihte cami ziyaretleri çocukların sosyal hayata güçlü
girmesi adına bir fırsattır. Belki Rama-
^ u ı, u ı\ ı cı uıycjımjc L/uyı u uı ı ıııcıı ı anıl jiai ¦
l J
zanm kendine has bir yorgunluğu olsa da çocuk terbiyesine soyunmuş bir anne baba
bu zahmete katlanmak zorundadır. Bu zorunluluğu yerine getirirken aslında
kendisi de kârlı çıkacaktır ve "çocuktan terbiye olma" kazancı ile de Ramazan
teravihlerini camilerde kılmanın sevabı da alınmış olacaktır.
Sahur ve çocuk terbiyesi
Bana bir yetişkin gösterir misiniz acaba, anne babası sahura kalkmış olsun da
kendisi sahura kalkma heyecanı duymamış olsun?
Yaşamın o masum yıllarında, gecenin yarısında sahura kalkan anne ve babasının
yanında olmak istemeyen çocuk yoktur. İşte anne ve babalar sahura kalkma
konusuna bir de bu açıdan bakmalıdır. Sahuru bir yük, bir zahmet olarak değil,
aile içindeki bağların daha da güçlendiği dakikalar olarak kullanmak gerek.
"Sahur, aile bağlarını neden güçlü kılar?" diye soracak olursanız hemen
söyleyelim:
Sabah namazları ve gece sahura kalkmalar "gizli" ibadet kapsamındadır. Gecenin o
örtücü ve gizleyici maviliği arasında birçok kişi uykusunda iken sessizce
kalkmak... O sırada uyku uyuyan herkese inat uyanmak... Gecenin o saatini anne
ve baba ile değerlendirmek... Daha sonra da kıvrılıp yatağa yeniden girmek...
Bütün bunlar bir çocuk açısından müthiş bir gizemdir.
Çocuklar ise gizemi severler. Gizemli dakikalar kiminle yaşandı ise o kişiler de
özeldir. Gecenin bir vaktinde anne babası ile uyanmış, sahur için bir şeyler
yapılmış ve ardından namazlar kılınmış ve kimsecikler görmeden yeniden herkes
tekrar yerine geçmiş... Böylesi bir duygu, çocuk ile aile arasında "sır"
paylaşımını doğurduğundan dolayı aile ile çocuk arasındaki bağlar güçlendirir.
Sadece çocuklar için değil, özel dakikaların paylaşıldığı herkes birbirine göre
"özel kişi" olur. Düşünün lütfen nice insanlar vardır ki paylaştıkları "sır" ve
"özel dünyalar" nedeni ile birbirleriyle can ciğerdirler. Çünkü "sır", dostluğu
pekiştirir. Belki sırf bu yüzdendir ki Müslümanlar kendilerine "hayırhah"lar
seçer ve dostluklarını daha da perçinlerler. Hayırhahlar ile kimseyle
paylaşılmayan sırlar ve gizem dolu anılar paylaşılır.
Eğer anne babalar, çocukları ile dostluklarını daha da perçinlemek istiyorlarsa
onları gece sahura kaldırmayı ve sabah namazına onları da şahit etmeyi ihmal
etmemelidirler.
Mukabele ve çocuk terbiyesi
Ramazanın çocuk terbiyesindeki yerini saymakla bitiremeyiz. Bunlardan bir tanesi
de Ramazan aylarında okunan mukabelelerdir. Mukabele, Kur'an okuyan birinin
etrafında bulunanlar tarafından, okunan Kur'an'ı kendi kitaplarından takip
etmeleridir. Bu metot çocukların Kur'an öğrenmeleri teşvik açısından önemlidir.
Ancak bizim burada dikkatleri çekmek istediğimiz başka bir nokta daha var ki, o
da, çocuklar Kur'an mukabeleleri sırasında "kitap okuma alışkanlığı" edinirler.
Birçok anne babanın şikâyet ettiği "Çocuğum kitap okumayı sevmiyor" sorusunun
cevabı, işte bu bir ay devam edecek olan mukabele sürecinde rahatlıkla
çözülebilir.
Çünkü kitap okuma alışkanlığına tesir eden en önemli faktör olan, "Zaman
planlaması, kitap okuma atmosferinin oluşturulması ve okuma sürecinin başkaları
tarafından da desteklenmesi" mukabeleler esnasında otomatik olarak oluşmaktadır.
Çünkü mukabeleler birkaç kişi ile birlikte yapıldığı için mecburî bir "zaman
planlaması" vardır. Mukabeleye katılacak kişiler aynı saatte bir araya gelirler.
Aynı saatte okumaya
başlarlar, işte bu davranış kitap okuma alışkanlığının kazanılmasının bel
kemiğidir. Biz, çocuklarına kitap okuma alışkanlığı kazandırma noktasında
sıkıntı çeken ailelere, "Kitap okuma saatleriniz özel olsun. Kitap okumaya
rastgele anlarda değil, mutlaka belli bir saatte başlayın ve belli bir saatte de
bitirin^ diyor ve zaman planlaması olmadan çocuklara okuma alışkanlığının
kazandırılmasının zor olduğunu anlatıyoruz.
Bunun da ötesinde, her ne kadar zaman planlamasını yapsanız ve çocuk hangi
saatlerde kitap okuyacağını bilse de evin içindeki "atmosfer" kitap okumaya
müsait değilse kitap okumanın bir anlamı kalmaz. Anne televizyon seyrediyor,
baba müzik dinliyor, diğer kardeş de gürültü yapıyorsa kitap okuma
alışkanlığının kazanılması zorlaşır. İşte Ramazan mukabeleleri bu sorunu da
otomatik olarak çözüyor. Çünkü mukabele esnasında, telefonlar kapatılır,
televizyonlar susar, sessiz bir ortam içinde Kur'an okunur ve Kur'an takip
edilir.
Böylesi bir yöntem, kitap okuma alışkanlığının kazanılması açısından hayatî önem
taşımaktadır.
Kitap okuma alışkanlığının son faktörü ise "okuma sürecinin başkaları tarafından
da desteklenmesi"dir ki mukabeleler birbirine kenetlenmiş bir grup tarafından,
grup bilinci ile yapıldığı için "ben bugün Kur'an okumak istemiyorum"
düşüncesini ortadan kaldırmaktadır. Mukabele sırasında kişi, yürüyen bir bandın
üzerinde otomatik bir süreç takip etmektedir ki böylesi bir yöntem Ramazan
sonrasında çocuklarda kitap okuma alışkanlığının devam etmesi açısından bulunmaz
bir fırsattır.
Çocuğun Kur'an okuma yaşında olmaması ya da Kur'an okumayı bilmiyor oluşu
mukabele alışkanlığını terk ettirmemeli; aksine anne babalar kitap okuma ve
kitap okunurken sessiz bir atmosfer oluşturulması noktasında çocuklarına görsel
örnek olmalıdırlar.
Sadaka ve çocuk terbiyesi
Ramazan ayının en önemli özelliği fakir ve fukarayı düşünmektir. Batılı birçok
düşünürün hayran kaldığı bu yönteme günümüzde "sosyal empati" adını veriyoruz.
Kişi sadece kendi adına yaşama değil, başkalarını yaşatma adına kendi
tatlarından vazgeçebilme gücünü ortaya koyabilme kabiliyeti kazanıyor Ramazanda.
Kendisi ile boks ringine çıkıp kendi yakasından tutup kendine gücünün yettiğini
delikanlıca ispat ediyor. Böylesi bir insan, aç ve susuz olduğu halde, önünde
hazır duran sofraya elini uzatmamanın verdiği güç ile güçlendiği gibi, açlık
hissinin verdiği ıstırabı iliklerine kadar hissederek toplumun diğer sosyal
katmanlarında açlık çeken insanların ıstırabını hissedebilme becerisi de
kazanıyor bütün Ramazan boyunca.
Ve ötesinde, Ramazan sonunda "bayram" yapmadan önce, bir fakiri bulup ona sadaka
verebilmek için hassasiyet kazanılıyor.
Çocukların, fakir birine yardım edilmesi gerektiğini öğrenmesi, çocuğun daha o
yaşlarda "sosyal empati" kazanması adına büyük bir başarıdır. Çocuk,
yardımlaşmanın, başkalarını düşünmenin (ve böylece yarın da kendisinin zor
durumda kalması durumunda kendisinin de başkaları tarafından düşünüleceğinin)
verdiği rahatlık ile sosyal hayatta tebessüm ederek yürüyebilir.
Yoksa "hayat bir mücadeledir, ne kadar kimden ne kopa-rırsan kârdır" mantığı
içinde yetişen çocuklar pedagojik açıdan sorunlu çocuklar olmaya adaydırlar.
Bayram ve çocuk terbiyesi
Az önce bahsettiğimiz gibi, "sosyal empati" ve "kolektif şuur" kazanma açısından
bakıldığında bayramlar, çocuk terbiyesinde ihmal edilmemesi gereken günlerdir.
İhmal edilmemesinin ötesinde, dolu dolu yaşanması gereken günler-
dir. Teknolojik kolaylıklara kapılıp bayramda dostlara hazır SMS'ler göndermek,
suni bir iki cümle ile telefonla bayramlaşmalar yerine yüz yüze ziyaretlerle,
tatlı ve şeker ikramla-rıyla ve çocuklara hediye almalarla bayramlar yaşanmalı
ve çocuklara bu atmosfer teneffüs ettirilmelidir.
Bir büyüğün etrafında toplanma, bayram sofrasına kavga dövüş, cümbür cemaat
oturmak, belki de kalabalıktan dolayı aç kalkmak, yıllar sonra çocuğunuzun
hasretle yâd edeceği hatıralar arasında yer alacağından emin olabilirsiniz.
Özetle Ramazan dinî atmosferin yaşandığı özel bir ay olduğu gibi, insanın doğal
bir psikolojik tedavi sürecini yaşadığı aydır. Eğer Ramazanın kendine has
sürükleyiciliğine direnmeden aile içinde Ramazan atmosferi oluşturulmaya
çalışılır ve Ramazandan ailecek istifade edilmeye çalışılırsa Ramazan ayı
bulunmaz bir fırsattır.
Sosyalleşme ve Ramazan
Hollanda'da tanıdığımız ve sevdiğimiz bir Türk-Müslü-man aile, 2006 yılında
neredeyse otuz Ramazan iftar daveti verdikten sonra son günlerin birinde hemen
yan komşusu olan Hıristiyan Hollandalı aileyi de davet etmişti.
Kendisinin iftara davet edilmesinden çok mutlu olan Hollandalı aile, o gün özel
kıyafetlerle ve çok özenerek davet edildiği ailenin iftar yemeğine gitmek üzere
komşu kapının zilini çalmış. İftara henüz yarım saatlik bir zaman olduğu için
beklemek zorunda kalan Hollandalı aile, iftar hazırlığı sırasında aile
üyelerinin telaşını ve heyecanına bizzat şahit olmuş. Bir yandan salataları evin
beyi yapmaya çalışıyor, diğer yandan sofranın dizaynı ile evin genç kızı
ilgileniyor, mahallede herkesin yaka silktiği delikanlı çocuk ise anne babasının
kendisine verdiği yemekleri masaya yetiştirmek için çaba sarf ediyor. Manzara
bir Hollandalı aile için büyüleyici! Müthiş bir birliktelik! Büyük bir
dayanışma! İşte size doğal
çocuk terbiyesinin en güzel sahnesi. Mahallenin en sorunlu çocuğu sanki iftar
terapisi yaşar gibi evin içinde ailesi ile baş başa.
İftar saati yaklaştığında, masaya oturuluyor. Herkesin gözü dakikalarda. Kimi
çocuk "Anne acıktım" diye naz yaparken kimisi de gözleri kapalı bildiği duaları
okuyor iftar hurmasını ağzına götürmeden önce. Hollandalı aile yaşanan bu
dakikaların her saniyesini bilinçli bir gözle gözlemliyor.
İftar için saat geldiğinde, neşe içinde herkes sofra nimetlerine uzanıyor.
Yemekler yenilmeye başlasa da aile içindeki dayanışma yine devam ediyor. Çocuk
tuz istiyor, anne uzatıyor. Babanın çorbası bitiyor, kız boş çorba kâsesini
hemen görüyor ve babasının tabağına yemek hazırlıyor. Misafirlerin bir eksiği mi
var acaba diye delikanlı, misafirleriyle ilgileniyor.
2006 yılında yaşanan bu iftar olayı, Hollandalı aileye öylesine tesir etmiş ki
bu olaydan sonra kendileri de iftar yemekleri düzenlemek üzere karar almışlar.
Geçen yıl; yani 2007 yılının Ramazan ayında, neredeyse tüm Ramazan boyunca bu
Hollandalı aile kendi komşularını iftar yemeğine davet etti, kendileri de bütün
Ramazan ayını oruçlu geçirdiler.
Herkesi hayretler içinde bırakan bu Hollandalı ailenin yaptığı şey, zaten akim
gereği idi. Böylesi sosyal bir ortamın hazırlanmasına katkı sağlayan Ramazan
ayından neden kendileri istifade etmesindi ki!
Ramazan iftarlarına bir de bu Hollandalı ailenin penceresinden bakıldığında
manzara çok açık. "Çocuğumun sosyalleşmesi için ne yapmalıyım?" diyen ailelere,
hiç tereddütsüz diyorum ki "Otuz Ramazan iftar daveti verin, görün bakın Ramazan
Bayramı'nda çocuğunuzun asosyal davranışlarından hiç eser kalacak mı?"
Pembe Babalar, Hırçın Anneler
Birçok anne-baba, çocukları ile olan iletişimlerinin mükemmel olduğunu düşünür.
Bu belki kendi açılarından doğrudur; ama ya çocuk açısından? Acaba gerçekten
çocuk açısından bakıldığında her şey yine güllük gülistanlık mıdır?
Anne gibi anne, baba gibi baba olmak
Sağlıklı aile modellerinde, anne "annedir", baba da "baba". Çocuk da zaten anne
gibi anne, baba gibi baba görmek ister. Ne yazık ki günümüz sosyal yaşantısı,
anne babaların aile içindeki rollerini altüst etti. Altüst olmuş aile içi
yaşantı karşısında çocuklar da şaşkına dönmüş durumdalar. Artık kapısını
araladığımız evlerin birçoğunda "pembe babalar" ile "hırçın anneler"e rastlamak
çok normal geliyor hepimize.
Hâlbuki sağlıklı aile yapısında, anne, "şefkat ve sevgi"yi, baba da aile içinde
"otorite"yi temsil eder.
Baba, ailede otorite temsilcisidir
Otorite kelime anlamı olarak "Kural koyma ve konulmuş olan kuralların
uygulanmasını sağlamaktır." Aile içinde otoritenin yanlış olarak kullanılmasına;
yani suistimal edilmesine, ya "ilgisizlik" ya da "diktatörlük" diyoruz. Otorite,
zorla oluşturulamaz. Yani otoriteye yanlış bir anlam yüklenmemeli, otorite,
diktatörlük, baskıcılık gibi kabul edilmemelidir.
Otorite sahibi olan kişiye bu görev, aile fertleri tarafından "gönüllü" olarak
verilmişse otorite, otoritedir. Zorla elde edilmeye çalışılan otorite, şiddeti
ve geçimsizliği doğurur. Kişinin saygınlığını kaybettirir.
Otoriter olmak, zor kullanmak, asık suratlı ve sert yapılı olmak anlamına da
asla gelmemelidir. Gerçek otoriter kişi, sevecen yanı ile kural koyucu yanını
karıştırmadan dengeli hareket eder.
Örneğin öğretmen sınıf içinde bir otoritedir. Öğretmensiz bir sınıf kaosa döner.
Bir yandan öğretmen sınıfındaki öğrencilere başarısızlık durumunda kırık not
verirken öfkeli ve asık suratlı olmak zorunda değildir. Aksine düşük not alan
öğrencisine, "Bir dahaki sefere daha yüksek not alacağını umuyorum" diyerek hem
smıf içindeki otoritesini elinde tutar hem de sevecenliğini muhafaza eder.
Başka bir misal vermek gerekirse kalabalık bir aile düşünün. Ailenin en
büyüğünün taşıdığı otoriteye dikkatlerinizi çekmek isterim. Birçok ailenin en
yaşlı bireyi, o ailenin otoritesidir. Bayramlarda, seyranlarda ve düğünlerde
ailenin en yaşlı bireyi bir köşede sessizce oturur. Belki fizik olarak ailenin
en zayıf ve güçsüzüdür; ama üzerinde taşıdığı otorite vasfı ile aile içinde
sözüne en çok itibar edilen kişi de çoğunlukla odur.
Bu misalde de olduğu gibi, ailedeki en yaşlı şahıs taşıdığı otoriteyi ne asık
suratlılığı ile ne de bağırıp çağırması (böyle
kişiler de yok değildir!) ile etrafına hissettirir. Aksine o yaşlı belki de
sevimli ve tonton haliyle aile içinde en çok sevilen kişi konumunu da
korumaktadır.
İşte aile içinde otoriteyi temsil eden baba, asla asık suratlı, öfkeli, sinirli
hali ile "Bu evin otoritesi benim!" dememeli. Evde terör havası estirmemeli.
Zaten böyle bir babanın üstlendiği rol, otorite değil; "zayıf kişiliğin dışa
yansıyan yö-nü"dür.
Bunun tam zıddı olarak bazen babalar, otorite konusunda tam ters istikamette
zafiyetler taşıyabilmekteler. Böyle bir baba, başındaki otorite tacını
taşıyamayacak kadar hafif meşrep, laubali, aile içindeki sorunlardan ve
sorumluluklardan habersiz olmaktadır ki evde kimse ona hak ettiği otoriteyi
verme taraftan olmaz.
Birçok babanın, "Beni evde dinleyen kimse yok" diye yaptığı serzenişin altında
böylesi zafiyetlerin yattığına dikkatlerinizi çekmek isterim.
Anne, aile içinde şefkat temsilcisi, denge unsurudur
Doğal aile modelinde, anne, aile içindeki dengeleri sağlayıcı bir stabilizatör
(dengeleyici) gibidir. Doğal aile yapısında, annenin çocuklarına karşı beslediği
sevgi ve şefkat hissi ile aile içinde bozulması muhtemel dengeleri her an
düzeltici bir rolü vardır. Bu itibarla bakıldığında, kelimenin tam anlamı ile
aile içindeki "Şefkat pınarı" hükmündedir. Anne, fıtratına en yakın olan bu rol
sayesinde, evin içinde dengeleri sağlamaktan huzur bulur.
Ne yazık ki günümüz aile yapısında, annenin sevgi ve şefkat rolü üstlenmesine
"pasiflik" olarak bakılıyor olması, annelerin bu görevleri yerine getirmelerinde
psikolojik bir engel teşkil etmektedir. Çocuklarına karşı fıtratlarının gereği
olarak şefkat sunan annelere, çevre tarafından çok defa, "Bu
kadar yumuşak olma, çocuklar yarın seni dinlemez" ikazlarının yapılması, o
annelerin "doğal anne" olmaları önünde, psikolojik bir baskı unsuru olmaktadır.
Böylece gelecek adına endişe taşıyan anne, çocuklarına karşı, bol bol şefkat
şerbeti içirmektense -aslında babanın rolü olan- otoriter olmayı tercih
etmektedir. Hâlbuki burada altını defalarca çizmek istediğimiz bir husus var ki
annelerin sinir sistemi ve taşıdıkları ruhanî yapı, otoriter olmalarına
engeldir. Bir anne, otoriter olmaya soyunur ve babanın rolünü üstlenirse ortaya
"şiddet" çıkar.
Düşünün lütfen; eve geç gelmemesi konusunda kendisine ikaz edilen genç kız, geç
geldiği bir gün, ilk önce babasının evde olup olmadığını anlamak için
ayakkabılarına bakmaz mı? Kapıyı açan anneye, ilk sorusu "Babam geldi mi?" olmaz
mı? Eğer babası evde ise "Ufff ne olacak şimdi?" demez mi? İşte tüm bunlar,
babanın doğal olarak üzerinde taşıdığı "otorite"nin, bir kız çocuğu üzerindeki
tesirleridir. Hâlbuki bu kız, kapıyı açan anneye karşı aynı tedirginliği
yaşamaz. Anne ona, "Nerede kaldın? Biz sana eve erken gel demedik mi?" diye
serzenişte bulunsa, bağırsa, çağırsa bile...
Muhtemel ki kız, annesine karşı, "Ne olmuş yani, kötü bir şey mi yapıyoruz.?
Güvenmiyor musunuz bana? Yeter artık!.." diye karşılık verebilir. Sakin bir
anne, olayı dengelemeyi bilir.
Otoriteyi elinde bulundurmaya çalışan bir anne ise muhtemel ki kendisine böyle
karşılık veren kızma karşı, daha da sertleşecek, belki de şiddet uygulayacaktır.
İşte bu örnekte olduğu gibi, eğer anne, babanın doğal otoritesini -o veya bu
sebeple- kendisi yerine getirmeye kalkarsa evin içinde öfke, şiddet ve
huzursuzluk nöbetleri baş gösterir. Çocuklarınızın anne gibi annelere, baba gibi
babala-
ra ihtiyacı var. Çocuk terbiyesinde yalnızlığa terk edilmiş bir annenin evin
içinde mutluluk tebessümleri sergilemesi neredeyse imkânsızdır.
Hadi, babalar otoritenize sahip çıkın!
i
Çocukların, Çocuk Olduklarını Unutmayın!
Anne baba olmanın zorunluluklarından biri de "kontrollü tecrübe aktarımı"na
"hakemlik" yapmaktır. Kontrollü tecrübe aktarımı hem zor hem de zahmetli olduğu
için anne babalar, daha çok çocuklarına -sözlü- "bilgi aktarımını" tercih
etmektedirler.
Çocuklar, hiç tanımadıkları bu evrene geldiklerinde, bir yandan "şaşkın" bir
yandan da her şeyi "hemen öğrenme" arzusundadırlar ve onlar için "olamaz" diye
bir şey yoktur. Her şey olabilir... Elindeki cam bardağı havaya atan çocuğun
bardağın yere düşüp kırılacağını bilmesi için yer çekimi kuralını tatması ve
öğrenmesi gerekir. Ona göre bardağın havada durmaması için bir sebep yoktur.
Örneğin siz, çok titiz bir annesinizdir. Ev dekorasyonuna çok önem verirsiniz.
Salondaki "fiskos masanızın" üzerine serdiğiniz saten masa örtüsü ile üzerine
koyduğunuz aynı
renkteki çiçekli vazonuzu çok beğeniyorsunuzdur. Bu renk
kombinasyonu size zevk veriyordur.
1 Allı pullu, cicili bicili bir masa ve aynı tonlara yakın bir
vazo...
Oluşturduğunuz bu köşe, sizin dünyanızda, evinizin bütünlüğü ile uyum içinde bir
değer ifade etmektedir. Hatta masanızın yanından her gelip geçtikçe masa
örtüsünü hafif düzeltir ve en ufak bir dağınıklığa meydan vermemeye
çalışırsınız. Ama -ne yazık ki- o masa, o saten örtü ve üzerindeki o çok cicili
bicili vazo, çocuğunuz için hiçbir şey ifade etmeyebilir. Aslında, çocuğunuz
açısından bakıldığında, oluşturmaya çalıştığınız o köşe, ne kadar alacalı
bulacak, süslü püslü ise o kadar çok merak edilecek bir yerdir. Çocuk, ne
orijinal dede yadigârı vazonun kaç para olduğunu bilir ne de biraz sonra gelecek
misafirlere karşı evin dağınık bulunmasının ne anlama geldiğini! Onun için
etraftaki her ilginç şey, bu garip gezegeni tanımak için el atılması gereken
"deney tahtası" dır.
Düzen içinde hazırladığınız bu köşe ve üzerindeki vazo, çocuğunuzun kafasında
birçok soru işaretinin oluşmasına neden olabilir:
Bu vazo havada nasıl duruyor?
Acaba havada durma özelliği vazonun kendisinden mi, yoksa masa örtüsünden mi
kaynaklanıyor?
Bu ve benzeri sorulara cevap bulmak için masa örtüsünü ucundan çekebilir. (Masa
örtüsünü çeken çocukların birçoğu, masa üzerindeki vazonun hâlâ havada
duracağını zanneder. Aşağıya düşüp kırılacağım hesap edemez; bu yüzden de masa
örtüsünü çeker.)
Anormal davranış girdabına henüz girmemiş hiçbir çocuğun niyeti, ortalığı
dağıtmak ve kaos oluşturmak değildir.
"Hayatı tecrübe" ederek tanımaya çalışırken vazoyu masadan düşürebilir.
Böylece çocuk, vazonun altında masa olmadığında vazonun havada durmadığını
öğrenmiş olur. Bu tarz bir'tecrübeyi kazanan çocuğa kızmak, bağırmak ve ceza
vermek, çocuğun hayatı "tadarak" tanımasına engel olacaktır. Bir anne babanın
yapması gereken şey, "Bırak kırsın" ı kabullenebil-mektir.
Bunun aksini düşünelim. "Bırak kırsın" anlayışını taşımayan bir anne baba,
"Kırılacağım ben anlatırım; bu şekilde öğrenir" diye düşünüyorsa çocuklarında
sadece bilgi birikimi oluşmasını sağlar.
Peki, tecrübe ne olacak?
Bu tarz hareket eden anne babaların çocukları, hayatlarında tecrübe eksikliği
olduğu için her zaman birilerinden duydukları bilgilere dayanarak hareket
edecekler. Yani merdivenleri tecrübeyle çıkmayacak, işittikleri bilgilere göre
çıkacaklar.
Bunun ne zararı olabilir?
Bu, çocuğun "kişilik gelişimini" ve "irade gücünü" tehlikeye atmak demektir.
"Bilgi ile hayatı tanıyan" çocuklar, "hayatı tadarak tanıyan" çocuklara nazaran
daha "bilgisiz" ve daha "istikametsiz" olabilmektedirler...
Hayatı bilgi ile öğrenen çocukların, "birilerine kanmaları" ve "kandırılmaları"
daha kolaydır. O yüzden "Feleğin çarkından geçme" değimi, çocuk terbiyesinde de
büyük önem taşımaktadır.
Evli bir çift, çocuk sahibi olduğunda, yani yeni bir "Dünyalıyı evlerine "buyur"
ettiklerinde, artık tüm yaşantılarını bu dünyalıya göre ayarlamalıdırlar. Eski
alışkanlıklar, ev dizaynları ve dekorasyonlar değişmelidir.
Çocuk ne kadar "dokunma yasak'Tı bir evde büyürse o oranda, kendinden ve
yapacağı işten tereddüt duyabilir. Eşyayı tanımada başarısız olabilir.
Tüm bunlar, tecrübesi sıfır olan çocuğun temel bilgi ihtiyacıdır. Tatmak ve
tanımak... Anne babanın görevi ise "öğrenme" ve "hayatı tatma" konusunda merak
dolu olan bu yeni dünyalıya, "kontrollü tecrübe akışını" sağlamak olmalıdır.
Yeni ve dünyalar tatlısı bir misafiri "buyur" etmiş bir an-ne-baba, evlerinin
içindeki her şeyi çocuğa göre yeniden gözden geçirmelidir.
Kırılması ve kırılmaması gerekli olan eşyaları bu yeni dünyalıya göre
seçmelidirler. Boyaması ve karalanması gereken duvarın hangisi olduğuna karar
vermeli çocuk. Videonun düğmesine bastığında ekrana görüntü geldiğini sevinerek
öğrenmeli. Müzik setinin düğmesini açtığında evin içinin gürültüye boğulduğunu
duymasına anne baba müsaade etmelidir. Tüm bu tecrübeleri geciktirmek, hem çocuk
hem de anne baba için bir gün hayatın zorlaşmasına neden olabilir.
Nasıl mı?
Örneğin, nezaket ve hürmet ile kabul edildiğiniz bir aile dostunuzun evinde
misafirlikte olduğunuzu düşünün. Çocuğunuzun dikkatini, vitrin içindeki müzik
seti çekiyor. Yanına gidip sesini bir açıp bir kapatarak kendisine göre "akustik
keşfe" çıkıyor. Ancak bu ses, misafirlikte bulunduğunuz ortamı rahatsız ediyor.
Eğer çocuğunuzun, bu tecrübeyi kendi evinizde yaşamasına izin vermemişseniz, onu
tatmin olma noktasına kadar özgür bırakmamışsanız o anda, misafirlikte ne
deseniz fayda etmez. "Dur", "çek elini", "bozarsın yapma" deseniz de çocuğunuz
için bu uyarılar pek bir şey ifade etmeyecektir.
Şimdi de masa olmadan, vazoların havada duramayacağı tecrübesini kendi evinde
yaşamamış olan bir çocuk hayal edin. Bu çocuk annesiyle komşu ziyaretine gitmiş
olsun. Komşunun, fiskos masası üzerinde duran "dede yadigârı" vazo, çocuğun
dikkatini çekecektir. Zaten evde annesi, sürekli engellemiştir onu. Kimsenin
fark etmediği bir anda o güzelim vazonun altındaki masa örtüsünü çekince şangır
şungur bir sesle irkiliverir anne ve komşu. Oysa ne de güzel sohbet ediyorlardı!
Artık yapacak bir şey yoktur. O çocuk; masa örtüsü çekildiğinde artık vazonun
yere düşüp kırılacağı gerçeğini öğrenmiştir. Ama olan komşunun vazosuna
olmuştur.
Hem anne mahcup olmuştur bu durumdan hem de manevî değere sahip olan vazonun
kırılması komşuyu üzmüştür.
O yüzden, çocuk terbiyesinde anne-babalara tavsiyemiz:
Bırakın ilk tecrübeyi sizinle iken yaşasınlar... Bırakın kırsınlar... Bırakın
tatsınlar...
Çocuklar İçin Oyun, Oyun Değildir
"Defol!.. Gözüm görmesin seni artık" dediğinde dünyası başına yıkılmıştı
Ali'nin. "Hâlbuki ben onu her şeyden daha çok seviyorum" diyordu. Gözyaşları ile
çıktı odadan. Arabasını aldı. Bunaldığında koştuğu sadık arkadaşıydı arabası...
Hiç beklemeden gaza bastı, trafiğin yoğunluğuna aldırmadan hız yapıyordu.
Kırmızı ışıkta durmak istemiyordu. Etrafındaki arabalar kornaya basıyordu; ama o
aldırmıyordu. Kulağmdaki tek ses:
"Defol!.. Gözüm görmesin seni"ydi.
Bir yandan ağlıyor bir yandan da gaza bastıkça basıyordu, içindeki o sese
hıçkırıkla cevap vermekten başka bir şey gelmiyordu elinden:
"Defolmuyorum... Defolmuyorum işte... Sen, beni sev-mesen de ben seni çok
seviyorum. Babamı özlüyorum. Keşke şu an yanımda olsaydı!"
isteğine cevap gelmişti işte. Birden başına uzanan elin sıcaklığını hissetti.
"Oğlum! Neden ağlıyorsun?" diyordu babası. Yaşlı gözlerle dönüp başını okşayan
babasına baka kalmıştı.
"Gel hadi kucağıma" diyordu babası.
Arabasını, yemek masasının hemen kenarına yavaşça park edip babasının kucağına
oturmuştu.
"Annem, beni sevmiyor, baba" diyordu Ali. "Bana, 'Defol, gözüm görmesin seni'
dedi."
Babasının o sıcacık eli gözyaşlarını siliyor, "Annen seni çok seviyor oğlum"
diyordu. Tam o sırada Ali'nin annesi girmişti odaya. Söylenenleri duymuştu
tabii. Hemen oğlunun gönlünü almak istercesine:
"Ama oğlum, sen de beni çok bunalttın. Ben mutfakta iş yapıyorum, sen benden
olmayacak şeyler istiyorsun."
Sonra Ali'nin üzgün bakışlarını gören annesi, "Özür dilerim, haklısın.
Bağırmamalıydım" diyordu.
Ali' nin gönlü olmuştu. Gülümseyerek annesinin kucağına yerleşmişti bile...
Oyun, oyun değildir
Tıpkı yukarıda Ali'nin annesi ile yaşadığı olayda olduğu gibi, duygusal boşluğa
düşen çocukların ilk sarıldıkları terapi yöntemidir oyun... Yetişkinler,
çocukların oyun oynadıklarını sansalar da çocuklar için oyun, oyun değildir.
Oyun, çocuğun dünyasında büyülü bir masal ülkesidir (Ali'nin üzüldüğünde çıktığı
yolculuk gibi). Orada sizin tanımadığınız; ama çocuğunuzun arkadaşı olan birçok
şey gizlidir. Sizin göremediğiniz eşyaları, sesini duyamadığınız birçok
şarkıları vardır...
Oyun, çocuk için bazen sığınılacak bir liman bazen öğrendiklerini uygulayacağı
bir deneme yanılma tahtası bazen de kendisini en rahat hissettiği gizemli
dünyasıdır.
"Hadi, git biraz oyna!"
Birçokr anne-baba, günlük işlerini daha rahat halledebilmek için çocuklarını
oyuna teşvik etseler de bir çocuk için oyunun anlamı, asla "Hadi, git biraz oyun
oyna" emrinin karşılığı değildir.
Oyun, konsantre olmayı gerektirir.
Oyun, çocuk ile oyunun ruhunun bütünleşmesini gerektirir.
Oyunda, çocuk kendine ait bir dünya oluşturur/hayal eder.
Elindeki arabası, o arabanın küçücük tekerleri, sizin göremediğiniz; ama onun
görüp konuştuğu arabanın içinde oturan yolcuları, arabasının yolları ve yolların
kenarında yanan trafik lambaları, kırmızı ışıkta bekleyen yayaları vb. çocuğun
dünyasında oyun sırasında harekete geçen sihirli kahramanlardır. Tıpkı Ali'nin
salonun ortasındaki arabasıyla yolculuğa çıkması gibi.
Oyalamak mı, oynamak mı?
Birçok anne baba, çocukları ile "oyun oynar gibi" yapar. Hâlbuki bir çocuğun en
tahammül edemeyeceği şey, kendisi ile "oyun oynar gibi" oyun oynayan kişilerin
varlığıdır.
Çocuk, kendi hayal gücü ölçüsünde, oyun oynadığı bölgeyi tamamen kontrol altına
alır. Çocuğun o anda tuttuğu sadece küçük bir bebek olsa da (kim bilir) o
bebeğin görünmeyen annesi, markete gitmiş onun için süt alıyordur. Yine (kim
bilir) o küçük bebeğin başı ağrıyordur da doktora gitmesi gerektiği için babası
beklenmektedir...
Kısacası, çocuğun oyun esnasında hayal gücü sınırsız şekilde çalışır.
/l ¦ yutur ı cf uı/cjıııuc L/uyıu u ı ı ı 11 c 11 ı diııı^idr
İşte tüm bunlar bilinmeden, çocuğun hayal dünyası kavranmadan, çocukla oyun
oynamaya kalkmak, çocuk açısından sıkıntıdan başka bir şey oluşturmaz. Her ne
kadar anne baba kendilerini kandırmak için "Bak seninle bir saattir oyun
oynuyorum" dese de çocuk için böylesi geçen bir saat, oyun değil; ancak
"oyalanmak"tır.
Çocukla oyun oynamak, beceri ister
Tüm bu gerçeklerden yola çıkarak baktığımızda diyebiliriz ki oyun, "çocuğun
fantezi dünyasına girip onun dünyasındaki gizli kahramanlar ile tanışmak ve onun
hayal dünyasındaki kuralları öğrenerek o kurallara tabi olmaktır." Yoksa çocuğun
yanında bulunup onun arabalarından birini alıp masanın üzerinde "düüt düüt"
diyerek araba sürmek, çocukla oyun oynamak anlamına gelmez. Çocukla oyun
oynamanın ilk ve temel şartı, çocuğun sizi oyun oynayabilecek "kabiliyette"
bulması ve sizi kendi hayal dünyasına "kabul etmesi"dir. Çocuk, kurallarını
kendisinin koyduğu, kahramanlarını kendisinin oluşturduğu bu özel dünyaya,
herkesi hemencecik kabul etmez; bu kendi anne-babası da olsa.
Çocuk oynadığı oyunun hükmedicisidir
Her ne kadar siz çocuğun dünyasına girmiş olmaya hak kazansanız ve o liyakatle
onun yanında bulunuyor olsanız da onunla oynamanın püf noktasını ihlal ederseniz
çocuk, sizi anında o masal dünyasındaki özel bölgeden dışarı atar. Oyunun püf
noktası, "Her çocuk kendi oyununun hükmedicisidir" kuralıdır. Siz her ne kadar
anne de baba da olsanız, anneliğiniz ve babalığınız kendi evinizin içinde
geçerlidir. Çocuğun fantezi dünyasında annelik ve babalık hükümsüzdür... Orada
hüküm ve kurallar çocuğa aittir. Çocukla oynamayı kabul etti iseniz kuralları
siz koymamalısınız. Çocuğun kurallarına uymalısınız. Küçük oyuncak arabalarınızı
masanın üzerinde yavaş yavaş sürerken birden çocuğun dur-
VfUUUl*. ıtrıuıycillıuc uuyıu u.....en laıııı^ıaı ¦ 7j
duğunu gördüğünüzde, kırmızı ışığın yandığını unutmamalısınız. Sakın ola ki
"Kırmızı ışık nerede?" diye sormayın, çocuk böylesi bir soru karşısında hayal
kırıklığına uğrar.
Oyun, amaçsızdır
Çocuk oyuna başladığında, ne bir amacı vardır ne de daha önce yazılmış bir
senaryosu. Her şey bir anda gelişir. Bu durum çocuğun bir yandan hayal dünyasını
olağanüstü hızla geliştirirken diğer yandan çocuğun sorunları çözme kapasitesini
de artırır. Oyun sırasında hiç beklenmedik bir sorunla karşılaşan çocuk, anlık
bir karar verme ile (kendince) o sorunu çözebilme kabiliyetini de elde eder.
Örneğin küçücük araba ile hız yapan bir çocuğu durduran (hayalî) trafik polisi,
"Neden hız yapıyorsun?" diye sorduğunda çocuğun vereceği her bir alternatif
cevap, çocuğun analitik düşünme gücünün artmasına da neden olacaktır.
Oyuncak, modaya değil, çocuğa uygun olmalıdır
Teknolojinin baş döndürücü gelişimi, oyuncak seçiminde anne babayı etki altına
almaktadır. Ebeveynler, çoğu zaman, çocuklarına oyuncak seçerken onların
ihtiyaçlarına göre değil, teknolojinin büyüsüyle (reklamların bilinçaltmdaki
etkisiyle) tercih yaparlar. Ya da kendi çocukluk yıllarında, içlerinde kalan
özlemleri gidermek isteğiyle oynayamadıkları o-yuncak ve hediyeleri çocuklarına
alarak mutlu olmaktadırlar. Her iki durumda da çocuğa uygun oyuncak değil,
oyuncağa uygun çocuk yetiştirme gayreti dikkat çekmektedir. Çocuğun zihinsel,
motorik (fizyolojik) ve duygusal gelişimini destekleyecek oyuncaklar ne yazık ki
oyuncak mağazalarında hiç dikkat çekmeyen yerlerde boynu bükük beklemektedir.
Öyle ise hangi yaştaki çocuğun, hangi oyuncak türüne ihtiyaç duyduğunu da bilmek
çok önemli:
6 aylıktan küçüklere
Bu kategorideki bebeklere tercih edilecek oyuncaklar, onların zihinsel ve
motorik gelişimini hızlandıracak özellikler taşımalıdır. 6 aydan küçük
bebeklere, renk, ışık ve ses veren oyuncaklar seçilmeli. Böylece beş duyu
organına daha çok sinyal akışı sağlanabilir. Bu dönemde kendiliğinden hareket
eden, ses ve ışık veren oyuncaklar tercih edilmelidir. Bunun yanı sıra, çocuğun
elini uzattığında tutabileceği; ancak ağzına tek parça olarak alamayacağı ve
kimyasal boyası bulunmayan, farklı sertlikteki oyuncaklar yeğlenmeli, ayrıca
hedef çocuğun dokunma ve hissetme kabiliyetini artırmak olmalıdır.
2 yaşma kadar
Bütünü parçalara ayırmak, kutuyu doldurup boşaltmak, basit kule, köprü bina
yapılabilecek yapboz oyunları, bebeklik döneminde, zihinsel ve motorik gelişime
katkı sağlayacaktır. Yine bu yaşta, kendiliğinden hareket eden, ses ve ışık
veren oyuncaklar tercih edilebilir.
3 yaşından sonra
Üç tekerlekli bisiklet, çocuğun bacak kaslarının gelişimine, dikkatini bir
noktada toplamasına ve bütün vücudunu uyum içinde kullanmasına katkı
sağlayacağından dolayı özellikle seçilebilir. Bununla birlikte, bu evredeki
çocuk, tahta blokları kullanarak birbirinden ayrı parçalardan bir bütün
oluşturmaktan büyük keyif alır. Buna benzer oyunlar, çocuğun zihinsel gelişimini
destekleyeceği gibi fantezi dünyasının derinleşmesine de pozitif tesir
oluşturur. Ayrıca kum, oyun hamuru gibi üzerinde şekil verebileceği, el
becerisini kullanabileceği oyunlar da bu yaş grubu için ideal oyun gereçleri
olabilir.
3-5 yaş arası
Bu yaş grubu çocuklar için fantezi ve keşfetmeye (evcilik oyunu, okulculuk
oyunları ile bebekler, mutfak ve doktorcu-luk oyunları), dil gelişimine destek
veren oyunlar/oyuncaklar, (renkli tuşları olan piyano, müzik ve öykü kasetleri
ile kuklalar gibi) ve aritmetiğe hazırlamaya yol açan oyunlar/oyuncaklar, (resim
ve sayı eşleme oyunları; domino, kızmabirader, takva yarışı ve sayı kartları)
tercih edilebilir.
Özellikle sekiz yaşma kadar olan çocuklar oyuncak seçiminde yeterince bilinçli
davranamaz ve nasıl bir oyuncağa ihtiyaç duyduklarını kavrayamazlar. Kimi zaman
renklerin kimi zaman da ses ve ışığın cazibesi, çocuğu yanlış tercihe
sürükleyebilir. Sekiz yaşma kadar olan çocuklara oyuncak seçiminde sınırsız
tercih imkânı sunmak yerine, anne-baba-lar, onların gelişim sürecini göz önünde
bulundurarak bilinçli, sınırlandırılmış oyuncak alternatifleri oluşturmalılar.
6-8 yaşları arasında
Sosyal gelişim sürecinde bulunan bu yaş grubu çocuklar için grup halinde
oynayabilecekleri oyunlar tercih edilmeli, çocuğun işbirliği kapasitesinin
artışı gözlemlenmelidir (sessiz sinema, isim-eşya-bitki-hayvan isimlerini tahmin
etme, bulmaca, top oyunları -örneğin yakan top- seksek, dama, minyatür
arabalar...).
Zihinsel beceriler ve algılama becerilerini artıran oyunlar ve oyuncaklar
alınmalıdır (minyatür maketler, yap-boz oyunları...).
Üretici zekâyı teşvik eden hikâye kahramanlarının figürleri ile kuklalar
(Hacivat karagöz, keloğlan) vs. tercih edilebilir.
9-11 yaşları arasında
Sorun çözme yeteneklerini artırıcı oyunlar/oyuncaklar, (hafıza kartları,
karmaşık masa üstü oyunları ve video oyun-
lan), ince ayrıntılı hareket becerileri kazandıran oyunlar/oyuncaklar (küçük
parçalı, karmaşık yap-boz oyunları, üç boyutlu model uçaklar, uzaktan kumandalı
araçlar, kumaş boyama, ağaç işleme ve akvaryum bakımı) ve stratejik yeteneklere
yönelik oyun ve oyuncaklar (sözcük türetme, monopol, tenis, ping-pong ve golf)
bu yaş grubu için idealdir.
12 yaşın üzerinde
Soyut düşünme ve akıl yürütmeye yönelik oyun ve oyuncaklar (basit mikroskop veya
teleskop, kimya yahut elektronik setleri gibi) ile bağımsız yaşam becerileri
kazanmaya yönelik (yürüyüş, bisiklete binme), ailecek ve grup halindeki geziler,
piknikte oynanan toplu oyunlar, bu yaş grubu çocukların dâhil olmaktan keyif
aldığı oyunlardır.
Asıl Tehlike Oyuncak Silah Değildir
Anne babaların sıkça soldukları sorularından biri, oyuncak silahlar
konusundadır. Birçok anne baba, çocuklarının ileride silah kullanma
alışkanlığından endişe ettiği için oyuncak silahların "S"sini bile çocuklarına
bulaştırmamaya gayret ederler. Yine bir kısım anne baba da var ki çocuklarının
kendini savunabilmesi ya da ezilip horlanmaması için şiddet içeren oyuncakların
kullanılmasında bir sakınca görmemekte.
Peki, oyuncak silahlar veya şiddet içeren oyuncakların pedagojik boyutu nedir?
İşin aslı, çocuğun dünyasına zarar veren şey, oyuncak silahın "kendisi" değil,
çocuğun o silahla bütünleştirdiği (çizgi) film kahramanının davranışlarıdır.
Eğer çocuğun oynamayı arzu ettiği oyuncak silaha ruh verecek bir "kahraman" veya
"idol" yoksa öylesi bir oyuncak silah, çocuk açısından bir değer ifade etmez.
Çocuklar
kahramanı olmayan silahla oynamaya ilgi duymazlar. Örneğin çok az çocuk vardır
ki uzay silahlarına ilgi duysun. Çünkü bu silahlan kullanan kahramanlar,
televizyon ekranlarında ya da güncel hayattaki haberlerde öyle sık sık boy
göstermezler. Yani uzay tabancasına "ruh verecek" bir kahramanın ortalarda çok
bulunmuyor oluşu, çocukların bu türden oyuncak silahlara duyduğu ilgiyi de
azaltır. Bunun yerine çocukların asıl ilgi duyduğu silahlar, günümüzde güncel
olarak en çok kullanılan ve bir kahramanı olan silahlardır: bazukalar, roket
atarlar, makineli tüfekler, suikast tabancaları...
Çocukların böylesi silahlara ilgi duyuşu, silahın kendisinin "güzel" oluşundan
değil, o silahı elinde bulunduran kahramanın "çok kuvvetli" ve "kudretli" bir
imaj ile çocuğun dünyasına sunulmasından kaynaklanmaktadır.
Anne babanın asıl dikkat etmeleri gereken, oyuncak silahın kendisi değil,
çocuğun, o oyuncak silahla hangi kahraman veya sembolik şahısla bütünleşecek
olmasıdır.
Anormal davranış çok çabuk bulaşır
Elinde silah ile çocukların hayal dünyasına giren bu kahramanların her bir
davranışı çocuk için "bire bir" kopya edilecek özelliktedir. Tehlike de bu
noktada başlamaktadır. Örneğin (çizgi) filmde elinde silahlı bir şahıs, silahlı
olmanın verdiği cesaretle bir grup insanla kavga edecek olsa ve kavga ettiği
kişilere ağır küfürlerle hakaretler etse bu görüntüleri izleyen çocuk da
kahramanın bu davranışlarını kendi davranışı olarak ezberleyecektir. Çocukla bu
kahramanı bütünleştiren şey ise ikisinin de aynı silahı taşıması, kötülerle
mücadelede aynı yöntemi izlemesidir.
Bu açıdan bakıldığında, elinde oyuncak silah ile gezen bir çocuğun, anormal
davranışları, -çok büyük bir ihtimalle- bir yerlerden kopyalanmış taklit
davranışlardır. Eğer çocuk
kendine örnek aldığı bu kahramanın davranışlarını benimser ve alışırsa o
takdirde, bu davranışlar çocuğun gerçek karakteri olmaya aday olacaktır.
Oyuncak silah merakı, çocuğun dünyasındaki kırık noktaların işaretçisidir
Televizyonda ya da gerçek hayatta silah kullanan kişilerin silahtan cesaret
alması, silahın karşı taraftaki kişileri korkutuyor olması çocuk için çok
önemlidir. Zira hayatının belli dönemlerinde "eziklik", "önemsenmeme",
"hakaretlere uğrama" gibi davranışlarla karşılaşmış çocuklar için tıpkı bir
imdat simidi gibidir oyuncak silahlar. Silah ne kadar büyük ve korkunç olursa
çocuk kendi dünyasındaki kötülere karşı o kadar güçlü olacağını düşünür.
Oynadığı oyunlardaki kötü insanları vuruyor ve öldürüyor olmanın verdiği hazzı
yaşamaya çalışır.
Bu itibarla da bakınca biz uzmanlar olarak silah kullanan çocukların dünyasında
bir takım kötü insanların bulunma ihtimalini not alır ve böylesi çocukların
kendi eziklik ve ör-selenmişliklerini oyuncak silahlarla atmaya çalıştıklarını
gözlemleriz.
Oyuncak silahlardan çocuk nasıl uzak tutulmalıdır?
Eğer çocuğunuzun oyuncak silahlarla adım adım şiddete doğru kaydığını
düşünüyorsanız aşağıdaki tedbirleri almadan çocuğunuzun silah hevesi ile
mücadeleye girişmemenizi tavsiye ederiz:
1. Çocuk, şiddet içeren (çizgi) filmlerden uzak tutulmalıdır.
2. Teknoloji ve bilgisayar oyunlarında şiddet sıfır noktasına indirilmelidir.
3. Çocuk aile içinde örselenmemen, ezilmemeli, ihmale uğratılmamalıdır.
4. Aile içinde şiddet yaşanıyorsa evdeki çocuğun hatırına bu davranışlara son
verilmelidir.
5. Çocuğun mahalledeki oyun arkadaşları, şiddete meraklı ya da silahla kendini
ifade eden tiplerden seçilmemelidir.
6. Çocuğun silah merakının önüne geçebilmek için belli bir dönem, daha makul ve
daha güzel oyuncaklar alınmalı. Hatta oyuncaklardan bazıları sosyal oyunları
teşvik etmeli. (Örneğin kızmabirader vb.)
7. Çocuğun dünyasından oyuncak silahın çıkabilmesi için o silaha ruh veren
kahramanın da çocuğun dünyasından çıkması gerektiğini unutmamak gerekir.
Çocuklara "Kendine Güvenmeyi" Öğretmek Doğru mu?
Anne-babaların en büyük isteğidir geride kalan çocuklarının kendi ayaklarının
üzerinde durabilecek kabiliyete erişmesi. Kimi zaman "öz güven" kimi zaman da
"kendine güven" diye tarif edilen bu terbiye yöntemi ne kadar doğrudur? Birçoğu
yabancı eser olan, "Kendine güvenen çocuk nasıl yetiştirilir?" konulu kitaplar,
bizim terbiye metodumuza ne kadar uygundur? Ya da soruyu farklı bir biçimde
sorarsak kendine güvenen çocuk yetiştirmek doğru mudur?
Batı kaynaklı pedagoglar, terbiye açısından sağlıklı bir çocuğu tarif ederken
"kendi ayakları üzerinde durabilen ve hayatının geri kalan kısmını kimseye
muhtaç olmadan yürütebilecek cesareti kendinde bulan çocuk, sağlıklı
yetiştirilmiş çocuktur..." diye tarif etmektedir. Ne yazık ki günümüzdeki çocuk
terbiyesinin hedefi, bu mantık üzerine şekillenmekte!
Kendi ayakları üzerinde durmak, insanı yorar
Üniversite yıllarımda, "Çocuk Psikolojisi" dersine gelen Hollandalı bir
Profesörün sözleri hâlâ kulaklarımda çınlar:
"Çocuklarımıza kendi ayakları üzerinde durup kimseye muhtaç olmadan yaşamaları
gerektiğini öğretirken ne yazık ki büyük bir hata yaptık. Bir şeyi hesap
edemedik; günümüz insanı artık kendine çok güveniyor ve her şeyi yapmaya cesaret
duyabiliyor. Hiç çekinmiyor. Korkmuyor. Artık insanlar kendilerinin dışında
kimseye güvenmiyorlar. Maalesef bu mantıkla, hastalıklı ruha sahip insanlar
meydana getirdik. Hayat bir mücadeleden ibarettir, mantığına sahip bireyleri
yetiştirdik. Bu yüzden insanlar, hayatta kalabilme tedirginliği yaşadıkları için
artık birbirleriyle savaşmaktan çekinmiyorlar. Benim kliniğime gelen
hastalarımın birçoğu, kendi ayakları üzerinde durma mücadelesi verirken yorulup
pes eden veya yıkılan kişilerden oluşuyor. İlk bakışta, kendine güvenen insan
modeli kulağa çok hoş geliyor; ama pratik tecrübelerimle gördüm ki kendine
güvenmek insanı yoruyor ve bu yorgun yaşantı bir yerde akıl sağlığını tehlikeye
atıyor. Ben, sağlıklı insanı, 'kendi ayakları üzerinde durabilen değil,
başkaları ile yardımlaşarak ayakta durmaya çalışan insan' olarak tarif
ediyorum..."
Bu sözler, emekliliğine az kalmış ve tüm ömrünü on binlerce ruh hastasını
gözlemleyerek geçirmiş, yaşlı bir klinik psikiyatrın samimi tespitleri idi.
O halde, anne ve babalar, çocuklarını yetiştirirken onların ileride
taşıyamayacakları yüklerin altına girmelerini teşvik etmemeliler. Tek başına
ayakta kalma mücadelesine yönlendirmek yerine, sosyal çevreleriyle yardımlaşarak
ve dayanışarak hayatlarını sürdürmeyi öğretmeliler.
Sırtına, taşıyamayacağından fazla yük yüklenmiş, hayatı bir mücadele ve ayakta
kalabilme savaşı olarak tanımış ço-
cuklar, korku, endişe ve şüphe içinde kalarak etraf ile iletişim kuruyorlar. Her
an bir darbe alacağının, her an aldatıla- , cağının ve her an mahvolacağının
endişesi ile çevrelerine şüphe ile bakıyorlar. Bu gergin bekleyiş, bir gün akıl
zembereğinin boşalmasına kadar devam ediyor.
Kendi 'ayakları üzerinde durma mücadelesi veren çocuğun hali, bir gemide deniz
yolculuğuna çıkmış şu yolcunun haline benziyor:
Bir adam, uzun bir yola çıkmak üzere gemiye biner. Kimseye muhtaç olmadan ve
kendi ayakları üzerinde durarak yolculuğunu sürdüreceğine inanır. Kimseye güven
duymamaktadır ve sırtındaki yükü de bu yüzden yere koymamaktadır. Kendisinin bu
garip tutumuna şahit olan diğer yolcular, "kendine yazık ediyorsun, yolculuğumuz
çok uzun, sırtındaki yükü indir ve dinlenmek üzere otur" dediklerinde, onun
cevabı "hayır ben eşyamın kaybolmasını istemiyorum. Kendi ayaklarım üzerinde
durabilecek ve kendimi idare edebilecek gücüm de var" diye cevap verse ne kadar
akıllıca bir cevap olmuş olur?
İşte insan da tıpkı bu yolcu gibi uzun deniz yolculuğuna çıkmıştır. Geminin
kaptanına güvenmelidir. Sırtındaki yükü güven içinde yere indirmeli, aynı gemide
yolculuk yapan diğer yolcularla tanışmalı ve dayanışmalıdır. Yoksa bu yolculuğun
belli bir noktasında, taşımaya çalıştığı yükün ağır baskısı altında kalarak yere
yığılabilir.
İşte yukarıda bahsettiğim psikiyatrın "Çocuklarımıza kendi ayakları üzerinde,
kimseye muhtaç olmadan yaşaması gerektiğini öğretirken ne yazık ki büyük bir
hata yaptık. Hastalıklı ruha sahip insanlar yetiştirdik. Korku, panik ve güven
duygusundan yoksun insanlar oluşturduk" derken sırtındaki yükü indirmeden, korku
ve endişe ile hayat yolculuğuna devam eden yolcuların halini anlatıyordu.
Hollanda Devlet istatistik Enstitüsü'nün (CBR) yaptığı araştırmaya göre 8 ila 11
yaşları arasındaki çocukların % 7'si ağır psikolojik problem yaşıyor. Yine aynı
kurumun yaptığı araştırmaya göre, stres ile tanışma yaşı 8'e inmiş durumda.
Hâlbuki daha ergenlik çağında bile olmayan bu çocuklar için hayat, rengârenk ve
eğlence dolu bir lunapark gibi olmalıydı.
Ne oldu da daha hayat yolculuğunun başladığı ilk yıllarda, çocuklar, ağır
psikolojik problemler yaşar hale geldiler?
İnsan, sosyal bir varlıktır. Kendi ayakları üzerinde durarak yaşamayı beceremez.
En güçlü insanlar bile en basit zaaf ve ihtiyaçlarını tek başlarına
karşılayamazlar.
Düşünün lütfen!.. Bütün insanlar bir gün dünyayı terk etseler ve Mars'a
gitseler, dünyadaki her şeyi de size bıraksalar... Bütün arabalar park
yerlerinde öylece beklese ve hepsi sizin olsa... Tüm ülkelerin başbakanlık,
krallık/kraliçelik makamına sahip olsanız... Dünyadaki tüm avro'lar, dolarlar ve
TL'ler emrinizde bulunsa... Evler, apartmanlar... Kısacası gözünüzün görebildiği
her şey sizin hâkimiyetinizde!.. İşte size tek başınıza ayakta durabilecek tüm
güç, kuvvet ve servet. Ama sizden başka bu dünyada tek bir kişi dahi yok! Mutlu
olur musunuz?
Tüm bu imkânlar sizde olsa kendinize bir Cumartesi gününü ayırıp çarşıda
alışverişe gitme heyecanı duyar mısınız?
Bir bayram sabahı heyecanla erkenden kalkıp o günün mutluluğunu yaşayabilir
misiniz? Yaşayamazsınız...
Çünkü insan, tek başına ayakta durmak üzere programlanarak yaratılmış bir canlı
değildir. Aksine her bir ihtiyacı için başka biriyle dayanışma içinde olmaya
ihtiyaç hisseder. Bir marangoz ne kadar maharetli de olsa söküğünü dikecek bir
terziye ihtiyaç duyar ya da bir terzi ne kadar usta da olsa bozulan kilidini
tamir edecek bir çilingirciye ihtiyaç hisseder.
Tüm bunları teker teker analiz ettiğimizde görüyoruz ki insanın tek başına
ayakta durmaya çalışması onun ruhen yıpranmasından başka bir şey değildir.
Sağlıklı terbiye almış çocuk, "sosyal çevresi ile birlikte uyum sağlayarak
ayakta durmaya çalışan çocuktur." Hatta sosyal çevresi ile uyum sağlaması bile
bizce yeterli değildir.
Düşünün ki sosyal yaşantısı çok iyi olan bir çocuk var. Ama hayvanlara eziyet
ediyor. Kuşların kafalarım kopartıyor. Kedilerin kuyruklarından tutup yere
vuruyor. Bu çocuk sağlıklı terbiye edilmiş midir? Elbette, hayır! O halde,
sağlıklı yetiştirilmiş çocuk, "hem sosyal çevre ile hem de hayvanlar ile uyum
içinde olan çocuktur" dersek yeterli mi? Tabii ki değil.
Varsayalım ki sosyal çevresi ve hayvanlar ile ilişkisi mükemmel olan bir çocuk
var. Ama önüne geçen ağacın yapraklarını yoluyor. Çiçekleri kopartıp dallarını
kırıyor. Elindeki kimyasal ve zehirli maddeleri sağa sola savuruyor. Bu çocuk
ruhen sağlıklıdır diyebilir miyiz? Tabii ki değildir.
O halde tanımımızı genişletirsek "sağlıklı terbiye almış çocuk, sosyal çevresi
ile dayanışma ile yaşayan ve kendi dışındaki, canlı ve cansız varlıklar ile uyum
içinde olmaya çalışan çocuktur" diyebiliriz belki. Bu ifade, sağlıklı bir
terbiye metodunu kapsamlı bir şekilde tarif etse bile yine de yeterli değildir.
Çünkü insanın ihtiyaçlarının içinde bir de sonsuzluk isteği vardır. İnsan ölümü
sevmez. Yok olmayı istemez. Bir insan, bir gün yok olacağına, her şeyin birden
sona ereceğine inanıyorsa o insan her ne kadar ruhen sağlıklı gibi görünse de
beyninin bir köşesini kemiren "yok olma endişesinin" ağır baskısına yenik
düşecektir. O halde "sağlıklı terbiye nedir?" sorusuna, "sosyal çevresi ile
dayanışma ve yardımlaşma ile yaşamaya çalışan, kendi dışındaki, canlı ve cansız
varlıklara değer veren, sonsuzluk istek ve heyecanını
yok etmemiş çocuk, sağlıklı terbiye edilmeye çalışılmış çocuktur" diyebiliriz.
Gemide yolculuk yapan birini örnek olarak vermiştik; hatırladınız mı? Sırtındaki
yükü indirmeden "tek başıma ayakta duracağım" stresi ile yoluna devam ediyordu.
Bu stresli yolcuya, bir de "bu gemi bir süre sonra batacak ve hepimiz yok
olacağız" deseniz onu ne hale getirirsiniz? Hayatın bu yorucu yükü ve her şeyin
boş olması, çıkılan yolculuğun yo-ruculuğu bu insanı pes ettirmez mi? Bu yolcu
sonunda, kendini sarhoşluğa itip her şeyi unutmaya çalışmaz mı?
Otonom çocuk yetiştirmek, bela yetiştirmektir
Anne babalar çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmeye çalışırken bir yandan
onları kendi ayakları üzerinde durmaya teşvik ettikleri gibi diğer yandan da
onları otonom (bağımsız) olmaya yönlendirmektedirler.
Uzun yıllar üniversitelerde ders vermiş bir psikolog, otonom çocuk yetiştirmeyi
"başa bela" yetiştirmekle eş değer görüyordu. "Hayatı ben merkezci olarak
algılayan çocukların ne zaman, ne yapacağı ve kimin başına hangi belayı açacağı
bilinmez" diyordu.
Böylesi bir çocuk için hayatın anlamı, zevktir.
Hayatın anlamı, özgürlüktür.
Hayatın anlamı, "ben"dir.
Ona göre, "problem çözmek ve başkalarının derdi ile dertlenmek bir ahmaklıktır."
Belki çocukluklarda, bebeklik yıllarındaki o sempatik ve sevimli hal, bu
davranışın çirkinliğinin görünmesine engel olabilir. Ancak yetişkin olmaya
başladıkça ve ergenliğe doğru adımlar attıkça otonom çocuklar, anne ve babaları
için birer kâbus halini alabilirler.
Örneğin trafikte arabalar her ne kadar birbirinden bağımsız hareket ediyor
olsalar da her bir trafik kuralı, her bir sürücüyü bir diğerine bağlı hale
getirmektedir. Siz; trafikteki bir araba sürücüsü olarak ben bağımsızım ve
kimseye uymak zorunda değilim, diyerek dönüşlerde sinyal vermeden dönet5ilir
misiniz? Kırmızı ışıklarda durmadan yolunuza devam edebilir misiniz? Hız sınırı
konulmuş yollarda "hiç umurumda bile değil" diyerek sürat yapabilir misiniz?
Tabii ki yapamazsınız. Yaparsanız trafik canavarı olursunuz. O halde nasıl ki
trafikte bağımsız olunamıyorsa sosyal yaşantıda da bağımsızlık diye bir şeyden
söz edilemez. Eğer bir çocuk bu düşünce ile yetiştirilmeye çalışılırsa üpkı
trafik canavarının trafiği kâbusa çevirdiği gibi, böylesi bir çocuk da sosyal
yaşantıyı kâbus haline getirebilir. Bundan da en başta, anne ve babalar zarar
görür.
O halde, anne-babalar çocuk terbiyesinde hedef olarak otonomiyi ve bağımsızlığı
değil, vicdan kültürünü ve bağlılığı seçmelidirler.
Kendine güvenen çocuk yetiştirmeyin
Güçlünün her zaman kazanacağı düşüncesi ile hayata alıştırılan çocuklar,
genellikle kendilerinden güçlü kişilerin gücü altında ezilmeye de mahkûm
olmaktadırlar. Her şeyi güç ve kendi başarısı ile elde ettiğini düşünen
çocuklar, bunun böyle olmadığını ve olamayacağını anladıkları an, büyük bir ruhî
çöküntü ile karşılaşmaktadırlar.
Hayat zordur. İnsan ise zayıf. Bu zayıf insanın ihtiyacı sınırsızdır. Sınırsız
ihtiyaç sahibi insanın imkânları ise sınırlıdır. Tüm bu zafiyet içindeki insanın
kendi sınırlı güç ve kuvvetine güvenerek değil, Allah'a güvenerek yaşaması onu
ruhen daha da mutlu edecektir. O halde, anne ve babalar, kendine güvenen değil,
Allah'a güvenen çocuklar yetiştirmelidirler.
Çocuğunuzun Öfkesini Söndürmeyin
Ne yazık ki günümüz çocuk terbiyesinde doğrular ve yanlışlar iç içe girdiğinden,
anne-babalar, çocuklarını terbiye ederken sağlıklı bir insanda bulunması gereken
birçok özelliği de bilinçsizce köreltmektedirler. Bunların başında da çocuklarda
yok edilmeye çalışılan "öfke" duygusu gelmektedir.
Öfke, doğuştan her insanda var olan, tehlikelere karşı o insanı korumak üzere
programlanmış bir refleks davranıştır. Bilinenin aksine, öfke, sağlıklı her
insanda olmazsa olmaz olan bir duygudur.
Güçlü veya güçsüz fark etmez, öfke anında insan vücudunda salgılanan hormonlar,
kendisinden onlarca kere güçlü olan birini yere serebilecek kadar enerji
kaynağıdır.
insan içinde taşıdığı öfke sayesinde, kendini sosyal hayatta güvende hisseder.
Öfke sayesinde, onurunu korumaya çalışır.
Öfke sayesinde, namusuna uzatılan ele karşılık verir.
Öfke refleksi kırılmış bir insan ise -kitabın başında vermiş olduğum örnekteki-
pençesi koparılmış şahin kuşu gibi korkak ve çaresiz olur. Merhametli; ama cahil
bir yaşlı kadın ne yapmıştı şahine? Cesur bir kuşu, korkak bir kargaya
dönüştürmüştü.
İşte öfkesi sindirilen bir çocuk da kendisine yönelecek tehlikelere karşı,
kanatlarını açamaz. Dişlerini ve yumruklarını sıkamaz. Ses tonunu değiştirip
hasmının üzerine yürüyemez... Böylesine önemli işlevi bulunan öfke, ne yazık ki
çocuk terbiyesi sırasında anne-babalar tarafından, çok defa "Çocuğum saldırgan
davranıyor" diyerek sindirilmeye çalışılmaktadır. Oysaki öfke, çocuğu
tehlikelerden koruyan, şahin kuşunun pençesi gibidir.
Öfke, sosyal hayatı bilinçaltından düzene sokar
Bir kapkaççı, kendisinden çok güçsüz olan bir genç kızın çantasını çarptıktan
sonra neden kaçar? Ya da hırsızlar ellerinde silah olduğu halde neden sessizce
ve gizlice hırsızlık yapmaya çalışırlar? Çocuk tacizcileri, neden acele etmeden,
adım adım ve sabırla planlarını yürütürler?
İşte tüm bunların altında yatan sebep, maruz kalınacak "öfke" den korkudur.
Gerek toplumun gerekse mağdurun öfkesinden korkan hırsız, yankesici veya
tacizci, planladığı eylemi, öfkeye maruz kalmayacak şekilde uygulamaya çalışır.
Farkında olunsun ya da olunmasın, her insanda potansiyel bir "öfke" duygusu
olması, sosyal hayatın düzen içinde gitmesi için en ö-nemli unsurlardan biridir
ve insana musallat olabilecek birçok fenalığı yok etmeye yarayan koruyucu bir
kalkandır.
Öfke, çocukları tacizden koruyan bir silahtır
Yapılan araştırmalar ve pratik tecrübeler gösteriyor ki tacize uğrayan
çocukların tacizcinin elinden kurtulamamasının en önemli nedenlerinden biri,
"Çocuğun öfke duygusunu kullanamaması"dır.
Ne yazık ki anne babalar, bilerek veya bilmeyerek çocuklarını eğitirken onların
doğal koruyucu kalkanı olan "öf-ke"yi bastırmakta, yok etmekte veya kullanılamaz
hale getirmektedirler. Öfkenin faydaları düşünülmeden, sadece zararları göz
önünde tutularak uygulanan terbiye yöntemleri, çocukları kötü niyetli kişilerin
tuzaklarına düşmeye fırsat vermektedir.
Tacize uğrayan çocuklarla yapılan röportajlarda, "Neden karşı koymadın?"
sorusuna çocukların büyük çoğunluğunun, "Karşı koyarsam bana kızacağından
korktum" diye cevap verdikleri görülmektedir. Hâlbuki işte öfke, tam bu noktada
devreye girmeliydi. Çocukların taciz anında yaşadıkları korku ve endişe ile öfke
duygusunu kullanmaları, bağırıp çağırmaları, ortalığı birbirine katmaları
gerekirdi. Ne yazık ki bu çocuklar öfke reflekslerini harekete geçiremedikleri
için bir kuş gibi çaresizce tacizcilerin ellerinde kalmışlardır. Tacize uğrayan
çocukların aile yapıları incelendiğinde, aile içinde psikolojik ve duygusal
baskı altında tutuldukları dikkat çekmektedir. Bu tür ailelerin, çocuklarının
aile içinde öfke refleksini kullanmalarına müsaade etmedikleri görülmektedir.
Hâlbuki aile ortamı bir jimnastik salonudur. Çocuk orada kendini geliştirecek,
kendini o ortamda hayata hazırlayacaktır.
Tıpkı şahin kuşu örneğinde olduğu gibi, yanlış terbiye yöntemleri ile çocukların
aile içinde, gagaları kesilir, kanatları yolunur ve pençeleri kırılırsa
kendilerine yönelecek tehlikelere karşı tabii ki karşı koyamayacaklardır.
Öfkenin önüne geçilmezse zararlı olmaz mı?
Çocuk terbiyesi ile meşgul bir anne babanın aklına bu yazıyı okuduktan sonra şu
soru takılabilir:
"Çocukların öfkesinin önüne geçmez isek bu öfke yarın hem çocuğun kendisine hem
de çevresine zarar vermez mi?"
Bu sorunun cevabına "Evet, verir" diyebiliriz. Eğer çocuk terbiyesinde, çocuğun
öfkesini nasıl kullanacağı yönünde bir metot izlenmez ise o takdirde, öfke, hem
çocuğun kendisine hem de çevresine ciddi zararlar verebilir.
O yüzden burada sorulması gereken esas sorular şunlardır:
O halde öfkede denge nasıl kurulur?
Bir yandan öfke duygusunun önü açılırken diğer yandan da öfkenin gerektiği
yerlerde kullanılması hangi terbiye metodu ile gerçekleşir?
Unutmamalıdır ki öfke bir duygudur. Akıl, öfkeyi önlese bile öfke, aklı
başarabilecek kadar güçlüdür. Bu nedenle, öfkeli bir insana sadece "aklını
kullan", "sakin ol" demek bir anlam ifade etmeyebilir ya da "öfke anında derin
nefes al ve 10'a kadar say" tavsiyeleri pratikte çok geçerli olamayabilir.
Böylesi tavsiyelerin hele ki çocuk terbiyesinde hemen hemen kullanılması
imkânsızdır. Öfkeyi kontrol altına alıp dengeyi kurmak isteyenlerin sıkça
yaptığı yanlışlardan birkaçıdır bunlar.
Mademki öfke bir duygudur, bu duygunun yok olmadan düzen içinde tutulmasının da
yine duyguların yardımı ile olacağı açıktır. O halde, öfkeyi öldürmeden onu iç
dünyada dengede tutacak olan duygu hangisidir?
"Öfke" zehir, "vicdan" panzehirdir
Öfke terbiyesinde, "vicdan" duygusunun kullanılması hayatî önem taşımaktadır.
Anne babalar, 4 yaşından itibaren
lld ¦ V^yv.uı\ ı cı uijicjiiiuc uuyı u unıncıı ı
aını^ıaı
çocuklarmdaki vicdan mekanizmasını çalıştıracak terbiye metotlarını hayata
geçirmelidirler. Sadece bununla da kalmamalı, zaman zaman, çocuklarını vicdan
testine tabi tutup vicdan mekanizmalarının doğru çalışıp çalışmadığını da
kontrol etmelidirler.
Vicdan ve öfke dengesi
Öfke gelişir, vicdan terbiyesi unutulursa o çocuğun ileride bir baş belası
olmaması içten bile değildir.
İşte bu noktada, çocuklarda öfkeyi öldürmeden vicdan hissinin nasıl
geliştirilebileceğinden bahsetmekte fayda var. Bununla ilgili bir baba-oğlun
diyalogunu aktarmak istiyorum:
Bir baba ile oğlu, rengârenk çiçeklerle bezenmiş, yüksekçe bir dağda
geziniyorlardı. Çocuğun bir an ayağı bir taşa takıldı ve düştü. Canı yanan
çocuk, ayağına takılan taşa öfke ile bağırdı:
- Allah seni kahretsin!

Çocuk birden bire, boşlukta, bir ses duydu:


- Allah seni kahretsin!
Çocuk korktu. Kimdi o bağıran? Neden kendisine böyle sesleniyordu? Çocuk,
boşluğa doğru döndü ve seslendi.
- Sen kimsin be?
Karşıdan cevap gecikmeden geldi:
- Sen kimsin be?
Çocuk kayalıkların arkasına gizlenmiş ve ortaya çıkmaya korkan biri olduğunu
düşündüğü sesin sahibine, öfke ile yeniden seslendi:
- Sen bir korkaksın, korkak olmasan saklanmazsın, çık ortaya hadi.
Karşıdan gelen ses, pes edecek gibi değildi, o da çocuğa seslendi:
- Sen bir korkaksın, korkak olmasan...
Olanlara bir anlam veremeyen çocuk, korku ve şaşkınlıkla, babasına döndü:
- Baba, kim bu? Neden bana bağırıp hakaret ediyor? Baba, gayet sakin ve
tebessümle, sesin geldiği yöne doğru
döndü ve:
- Seni çok seviyoruuummm, diye bağırdı. Karşı taraftan aynı şekilde bir
karşılık geldi:
- Seni çok seviyoruuummm!.. Çocuk şaşırdı:
- Ama baba, o kişi neden bana kötü söz söylüyor da sana seni seviyorum, diyor
ki?
Baba, çocuğun saçlarını okşarken tebessümle cevap verdi:
- Buna "yankı" denir oğlum, sen ne söylersen ondan aynı karşılığı alırsın. Eğer
sen onu sever ve sevdiğini söylersen o da sana sevgiyle karşılık verir. Eğer sen
ona, bağırır çağırır ve hakaret edersen hiç bıkmadan usanmadan o da sana aynı
ifadeleri kullanır, dedi.
Çocuk utandı. Çünkü yankıya ilk kötü sözü o söylemişti. Eğer yankı o kötü sözü
duymamış olsaydı kendisine kötü karşılık vermeyecekti. Çocuk o günden sonra
kimseye kötü söz söylememeye yemin etti.
Çocuklar, anne babasının yankısıdır
Çocuklar, anne babasının birer yankısıdır. Anne baba çocuklarına nasıl
seslenirse çocuklar da anne babalarına aynı karşılığı verirler; tıpkı yukarıdaki
örnekte olduğu gibi.
Çocuklar, özellikle ilk 4 yıl, anne babalarını taklit ederek hayatın kurallarını
öğrenirler. Yeni doğan bir bebek, annesi yürüdüğü için emeklemeyi bırakıp
ayaklarının üzerinde durmak için bir şeyler yapmaya çalışır. Annesi konuştuğu
zaman onun dudaklarına bakar ve kendi de aynı sesleri çıkartmaya gayret eder.
Bütün yeni doğan bebekler, yeni bir insan olma yolunda, bu kopyalama sürecini
çok kısa sürede başarırlar ve ilk dört yaşa kadar öğrendikleri bu davranışları
geliştirerek bir ömür boyu sürdürürler.
Çocuk, bu taklit sürecinde, anne babadan sadece konuşmayı ve yürümeyi değil,
hangi olaylara, hangi tepkiler vereceğini de öğrenir. Mesela anne, ayağının
altına gelen bir karıncaya basmak üzere iken "Aman üzerine basmayım yoksa
karıncanın ayakları kırılır ve yuvasına gidemez" diyerek çocuğuna böyle bir
davranış gösteriyorsa çocuk annenin bu hassas ve vicdanî davranışını anında
kopyalayacaktır. Dolayısıyla çocuklar, anne babalarının sadece davranışlarını
değil, vicdanlarını da kopya ederler.
Anne babanın vicdanı, çocuklarının vicdanının tohumudur
Çocuklardaki vicdan duygusunun gelişiminin ilk ve temel şartı, anne babanın
taşıdığı vicdanın hassasiyetidir. Anne babanın vicdanı ne kadar hassas ise
çocuklar o hassas vicdanı, kendi vicdanlarının tohumu olarak gönüllerine
ekeceklerdir. Anne babanın vicdanı ne kadar katı ve sert ise çocuklar da o
sertlikten nasibini mutlak surette alacaktır. Mademki anne-babanın vicdanı,
çocukların vicdanının tohumu niteliğindedir, o halde anne baba kendi
vicdanlarının ne kadar hassas olduğunu ölçmelidir.
Özellikle çocuk terbiyesine soyunmuş bir anne-babanın, kendine soracağı en
önemli soru şudur:
"Benim vicdanım ne kadar hassas?"
Ama kimsenin elinde vicdan terazisi yok ki kimin ne kadar vicdan sahibi olduğunu
nasıl öğreneceğiz?
Yeryüzünde çok nadir insan vardır ki kendisine, "Ben çok vicdansız biriyim"
diyebilsin. Kime sorsanız, kendi vicdanının hassasiyetinden bahseder. Bir katil,
vurup öldürdüğü kişinin çocuklarını gördüğünde yüreği sızlar ve "Şu yavruları
görünce vicdanım dayanmıyor" diyebilir...
Bir hırsız, çaldığı paraların bir kısmını yolda karşılaştığı bir dilenciye
verebilir ve verirken "Şu insanları görünce vicdanım kanıyor" diyebilir.
Örneği birazcık daha genişletirsek öfke anında annesine bağıran bir çocuğa,
anne, "Çabuk çık odadan gözüm seni görmek istemiyor" diyebilir. Neden böyle
yaptığını da "Onun iyiliği için yaptım tabii ki. Kuralları öğrenmesi gerek..."
diye izah edebilir.
İşte bu son söz, kişinin kendi vicdanını tanımada en önemli ipucudur. Anne, "Ama
ben onun iyiliği için böyle yaptım" derken kendi vicdanını susturmak için bir
bahane söylemektedir. Vicdan o bahaneyi ne kadar kabul ederse içeride verdiği
rahatsızlığı o oranda azaltacaktır.
Bir katil, bir adamı vurmadan önce içinde çılgınca itiraz eden vicdanını
susturmak için bahaneler bulmaya çalışır:
"Ama o adam bana yanlış yaptı..." ya da "Ama o adamın yaşaması bu topluma zarar
veriyordu..."; "Ama... Ama... Ama..."
Bahane, vicdanı öldürür
"Vicdanım ne kadar hassas?" diye merak ediyorsanız, kullandığınız "Ama"
kelimelerine dikkat edin. Ne kadar çok bahane buluyor, ne kadar çok "Ama"
diyorsanız bilin ki o "ama"lardan sonra kullandığınız her söz ile kendi
vicdanınızı öldürüyorsunuz.
116 ¦ Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar
5 yaşındaki bir çocuğun öğretmeni tarafından demir sopa ile dövüldüğünü düşünün.
Bu dayağın verdiği acı ile çocuğun baygınlık geçirmesi, her insanda farklı
farklı vicdanî tepki oluşturur. Vicdanlarda oluşan bu tepkinin farklılığı, olaya
şahit olan insanın kendi vicdanına söylediği bahaneler adedince azalır.
Örneğin, dayak yiyerek baygınlık geçiren bu çocuğun, aslında ne kadar yaramaz ve
baş belası olduğunu bilen okuldaki başka bir öğretmenin "Böyle bir olayı
kesinlikle tasvip etmiyorum; ama çocuk da gerçekten çok yaramazdı" dediğine
şahit olabilirsiniz. İşte bu "ama"dan sonra söylenilen şeyler, vicdan sızısını
azaltan birer "bahane"dir. Bahaneler, insan vicdanmdaki sesi kesen birer "akıl
cambazlığıdır". Duru bir vicdan, bahanesizdir. Hiçbir şeyden etkilenmeden karar
verir. Hassas bir vicdandan çıkan ses, "Bir çocuğu döverek baygınlık geçirtmek,
tek kelime ile vicdansızlıktır. Hem de ama'sız bir vicdansızlıktır" diyecektir.
Kişi kendi dünyasındaki vicdanı ölçerken olaylara karşı verdiği tepkilere ve bu
tepkiler karşısında kullandığı kelimelere bakmalıdır.
Siz ha bire bahane üreten biri misiniz?
Size sunulan her olaya, "ama" diye mi karşılık veriyorsunuz?
O halde, siz büyük bir ihtimal ki kendinize ve sizin insan gibi insan olmanızı
sağlayan vicdanınıza karşı çok haksızlık yapıyorsunuz.
Öyleyse çocuk terbiyesi ile meşgul bir anne-baba, ne kadar vicdan sahibi
olduğunu sorgularken kendisini iyice göz-lemlemelidir. Karşılaştığı ve vicdanını
yokladığı olaylar karşısında, ne kadar çok bahane üretiyor, ne kadar çok "ama",
"fakat", "ancak" gibi kelimelerle akıl cambazlığı yapmaya çalışıyor, dikkat
etmelidir.
Çocuk i eroıyesmae uogru cııınen rarmşıar ¦ x±ı
Unutmayın ki karşılaştığınız her bir olay karşısında vicdanınızı susturmayı
alışkanlık haline getirmişseniz susturmaya çalıştığınız o vicdan, çocuğunuzun
vicdanının çekirdeği olacaktır. Çocuğunuzun susturulmuş bir vicdan ile hayata
ilk adımı atmasını ister misiniz?
Din, vicdanı besleyen şah damardır, suni davranışlar bu damarı tıkar
Din, vicdanı besleyen "şahdamar"dır. Vicdan bu damardan gelen kan ile coşar ve
hassasiyet kazanır. Dinî duyguların zedelenmesi, aynı zamanda vicdanın da
zedelenmesi anlamına gelir. Gerek aile içinden gerekse çevresinden "samimi" dinî
duygularla değil, "suni" ve yapmacık dinî söylemlerle beslenen bir çocuğun
gelişmiş bir vicdan sahibi olacağını düşünmek hata olur. Anne babalar, çocukluk
dönemini iyi değerlendirmeli ve hayatlarının bu safhasında, çok daha fazla
çocuklarının samimi dinî değerlerle tanışmalarına özen göstermelidirler.
İlahiler, ezgiler ve çocuk vicdanı
Bir anne-baba, çocuklarına dinî eğitimin bir parçası olarak gördüğü, ilahiler ve
ezgiler dinletmeye özen gösteriyor olabilir. Ancak bu ilahileri/ezgileri
söyleyen sanatçı ile ilahinin/ezginin sözleri arasında bir uyumsuzluk var ise
işte o zaman şah damardan vicdana akan kan, vicdanı besleyici değil, vicdanı
zehirleyici özellik taşır.
Örneğin, sanatçı, bir ilahide, "Seni andıkça gözlerimden ırmak gibi yaş boşalır,
neredesin ya Nebiler Nebisi..." diyor; ama gözlerinden bir damla yaş akıtmıyorsa
bu ilahiye muhatap olan çocuk, vicdanen kirlenmeye, ikiyüzlü olmaya, olmadığı
gibi görünmeye adaydır. Vicdanına bu tür suni duygular akan çocuk, içinde
taşımadığı duyguları sanki taşıyörmüş gibi gösterilebileceğinin örneğini bu
ilahi ile öğrenecektir. Böylesi bir hal ise vicdan eğitimi açısından bir
yıkımdır.
ıiü ¦ ^umft ıcıuıycjıııuc uuyıu uınııtıı i d n ıı i ı d r
Bu noktada, anne-babalar -her ne kadar iyi niyetli olarak da olsa- evlerinde,
arabalarında, bu türden suni ilahi/ezgi ve şarkı dinliyor ve çocuklarına
dinletiyorlarsa ciddi endişe taşımalıdırlar.
Vicdan eğitimi konusunda çocuklarına karşı bilinçli bir yol izleyecek anne-
babalar, sözleriyle davranışları arasında tezatlık taşımamalılar. O yüzden böyle
ilahileri kendileri gözyaşı içinde ve samimi olarak söyleseler yetiştirdikleri
çocukların vicdanında binlerce kez daha olumlu tesir oluştururlar. Böylece suni
atmosferleri çocuklarına yaşatmazlar.
Ayrıca anne-babalar, çocuklarına dinî eğitim verirken veya dinî eğitim verecek
bir şahsı tespit ederken azami ölçüde dikkat etmelidirler. Çocuğun gittiği bir
sohbette ya da dinî derste, sohbeti yapan kişi "Allah, derken kalbim duracak
gibi oluyor, kendimden geçiyorum" dese; ama sohbet bitene kadar da kendinden
geçmese, sohbetin sonunda da "Çok yorulduk; şöyle güzel ikramlar gelse de
sohbetin tadı çıksa" diye espri yapsa bu ortamın çocuğun vicdanını
geliştireceğini düşünmek çok doğru olmaz.
Çocuk, gerek aile ortamında gerekse dinî eğitim sırasında karşılaştığı her türlü
iletişimde gayet samimi kişilerle muhatap olmalıdır.
Yine bir örnek vermek gerekirse; okunan bir Kur'an-ı Kerim, ne okuyan kişide ne
de dinleyenlerde tesir oluşturmu-yorsa çocuk böyle ortamlara şahit tutulmaktan
kaçınılmalıdır. Ne zaman ki okunan Kur'an-ı Kerim'in tesiri ile ses boğazda
düğümleniyor, gözlerden yaş geliyorsa çocuk bu ortamdan etkilenecektir. Çocuk,
gözyaşları içinde, Kur'an okuyan anne-babasının o halini bütün bir ömür boyu
vicdanında sıcacık bir hatıra olarak taşıyacaktır. Çünkü din ve dine ait
değerler vicdana aracısız olarak, "doğrudan" tesir eder. Çocuk din ve dinî
değerlerle muhatap olduğu her dakika, vicdan kapısını açık tutar. Samimice
açılmış olan bu
I^OCUK lerDiyesınae uoyru Diıınerı idinışidr ¦ j.j.7 ¦
vicdan kapısından suni duygular girdiği takdirde, çocuk vicdan kapısını açmakta
tereddüt geçirir. Karşılaştığı olaylara şüphe ve tereddütle bakar. Olayları
vicdan muhasebesi ile değil de "akıl" hesabı ile değerlendirmeyi öne çıkartır.
Köşe başında vurulmuş bir kişi için "Ne kadar üzücü, vicdanım sızladı" demek
yerine, "Bir suçu olmasa köşe başında vurmazlardı" diyecek karaktere doğru adım
adım yaklaşır.
Bu konudaki örneklerden biri de namazla ilgilidir. Çocuk, namaz kılan anne-
babasmı, dede ve ninesini gayet ciddi ve vakarlı bir vaziyette görmüyorsa, namaz
kılan kişi laubalice hızlı hızlı yatıp kalkıyorsa çocuğun vicdanını besleyen o
şahdamarm yavaş yavaş tıkanıyor olduğu bilinmelidir.
Çocuklar, özellikle dört ila yedi yaş arasında bu samimi gözyaşları ve
duygularla tanışmalıdır. Bunun tam tersi olarak da (dört-yedi yaş da dâhil olmak
üzere) özellikle ergenlik çağma gelmiş bir çocuğa, yukarıda örneklerini
verdiğimiz, sahte duygu ve hisler taşıyan ortamlar oluşturulmamalıdır.
Sadece dinî duygulardaki sunilik değil, aynı zamanda, günlük yaşantıda da çocuğa
çok samimi ve içten davranmalı, yapmacık davranışlardan kaçınılmalıdır.
Hissetmediği şeyi hissediyormuşçasma konuşmalar, yaşamadığı duygulan yaşıyor
gibi göstermeye çalışmalar, gelişmekte olan çocuğun vicdanını perişan eder.
Örneğin, komşuları vefat etmiş bir aile, çocukları ile birlikte taziye ziyareti
yapıyor olsun. Ziyarete giden anne-baba çocuklarının yanında, rahmetlinin ne
kadar dürüst ve iyi bir insan olduğunu söylese; hatta üzüntüden gözyaşı dökse
taziye bitip eve doğru giderken aynı anne-baba, çocuklarının yanında vefat eden
kişinin aslında ne kadar da kötü bir hayat yaşadığından bahsedecek olsa, bu
çocuğun vicdanında koca bir yük olarak bir ömür boyu asılı kalır.
120 ¦ Çocuk Terbiyesinde Doğru bilinen Yanlışlar
Çocuk, taziyedeyken gözyaşı döken anne-babasmın, kendi evlerine giderken farklı
bir karaktere büründüğüne şahit olur ve yalancı duyguların nasıl ve ne zaman
kullanılacağı hakkında bilgi depolar. İşte bu yüzden anne-baba, günlük hayatın
her safhasında samimi davranışlar sergilemeli ve yalanın zerresine
bulaşmamalıdır. Çünkü yalan vicdanı zehirleyen bir kobra yılanı gibidir.
Yalan, vicdanı zehirler
Bir çocuğun nasıl ki yapmacık dinî davranışlarla karşılaştığında, vicdanı
katılaşıyorsa yalan söyleyen insanlarla muhatap olduğunda da vicdanı körelir.
Bazen küçük ve tatlı yalanlar bazen de "şakacıktan" söylenilen "pembe" yalanlar,
çocukların vicdanına zehir akıtır. Zira hiçbir vicdan söylenmiş olan bir yalan
karşısında sessiz duramaz. Eğer kişinin vicdanı ölmedi ise söylenen bir yalan, o
vicdanı ha bire rahatsız eder. Vicdanın verdiği bu rahatsızlıktan bunalan kişi,
sonunda vicdanının sesini bastırmaya ve söylediği yalanı meşru göstermeye gayret
sarf edecektir ki bu da vicdan duygusunun dibine dökülen zehir niteliğindedir.
Gelişmesi ve berrakça parlaması arzu edilen vicdan, üzerine dökülen bu zehrin
tesiri ile gün geçtikçe yok olup gidecektir.
O halde çocuğun vicdanını geliştirmek ve o vicdanı berrak vaziyette tutmak
isteyen bir anne-baba, yalandan, yılandan kaçar gibi kaçmalı. Çocuklarına
yalanın zerresi bulaştığında, onların vicdanlarında açılan yarayı hesap
etmelidir.
"Yalan söylemedim, sadece şaka yaptım!"
Çocuklar, bazen "Yalan söylemedim, sadece şaka yaptım" bahanesine sığınırlar ve
söyledikleri yalanlar ile "şaka" arasındaki farkı net olarak bilemeyebilirler.
Anne-baba bu noktada çocuklarına devamlı yol gösterici olmalı ve bu konuda şu
şekilde açıklamalar yapmalılar:
"Yalan, aldatmak maksadı ile gerçek olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi göstermeye
denir. Şaka ise güldürmek, eğlendirmek amacıyla karşısındakini kırmadan yapılan
hareket veya söylenen söze denir. Yalan ile şaka arasındaki en bariz fark,
birinde gerçek dışı bir şeyin gerçekmiş gibi gösterilme gayretidir. Diğerinde
ise gerçekler farklı bir açıdan esprili bir şekilde dile getirilmektedir..."
Bu duruma en güzel örnek Arifin annesine yaptığı şaka-dır.1
7 yaşındaki Arif, mutfakta yemek yapan annesinin yanına gelir ve annesine mahcup
bir şekilde sorar:
- Anne, hani dedemin sana hediye ettiği, senin de çok sevdiğin aile fotoğrafı
var ya...
Anne meraklı gözlerle Arifi dinler:
- Eeee...
Arif devam eder:
- Ben onu yırtsam kızar mısın? Anne birden çok üzülür.
- Nasıl yaparsın Arif, o babamın bizle beraber çektirdiği son resimdi, der.
Arif devam eder:
- Yok anne yırtmadım da yırtsam kızar mısın diye sordum, der...
Anne birden rahatlar ve Arife sarılır.
Arif çok zekice, annesini şaşırtan bir şaka yapmıştır. Annesinin çok sevdiği bir
resmi kullanarak ona soru sormuş, anne de sorulan sorunun gerçek olduğunu
düşünerek birden heyecana kapılmıştır.
Bu örneğe başka bir açıdan bakalım: Arif, annesinin yanma gelip "Anne dedemin
sana hediye ettiği fotoğrafı yırt-
122 ¦ Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar
tim. Bana kızar mısın?" deseydi işte o zaman bu söz bir yalan olurdu.
Çocuklar bu ve benzeri örneklerle şaka ile yalan arasındaki farkı kavramalı,
onların yalana bulaşmalarına izin verilmemelidir. Ama şaka yapmalarına da mâni
olunmamalı-dır. Çünkü espri ve şaka yapmak, aynı zamanda çocuğun zihnini de
geliştirmeye yarar...
/
Kardeş, Kardeşin "Kumaşıdır!"
Birçok anne babaya yaka silktiren konudur kardeş kıskançlığı. Kimi zaman
öylesine işin içinden çıkılmaz hal alır ki evin içi savaş alanına dönüverir hiç
umulmadık bir anda. Bir yanda birbirine yan gözle bakan iki kardeş, bir yanda
onları ayırmak için trafik polisi gibi çırpınan anne-babanın çaresizliği
gözlerden okunuverir.
Peki, nedir kardeşi, kardeşe düşüren, anne babayı çaresiz bırakan kardeş
kıskançlığının aslı? Kardeş, kardeşi neden kıskanır? Kıskançlık çocuğun
karakteri midir, sonradan mı gelişir?
"Kıskançlık onun kanında var"
Birçok anne-baba, çocuklarının kıskançlığını tarif ederken "ta çocukluğundan
beri böyle işte, kardeşi ile bir türlü anlaşamaz. Kıskançlık onun damarlarında
var" tarzındaki ifadeleri kullanırlar. Acaba bu tanım ne kadar doğrudur? Gerçek-
124» Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar
ten kıskançlık duygusu, kişinin genleri vasıtası ile nesilden nesle mi
aktarılmaktadır?
Bu soruya hemen cevap vermek gerekirse diyebiliriz ki kıskançlık insanın
yaradılışında hazır bulunan bir mayadır. Allah, her insanı yaratırken insanın
hayatını devam ettirebilmesi için duygu dünyasının hamuruna, "kıskançlık"
mayasını da yerleştirmiştir.
"Öfke" duygusu yaradılış gereği her insanda vardır ki o insan kendisine zarar
verebilecek ellere karşı kendini koruyabilsin. Tıpkı bunun gibi, kıskançlık
duygusu da her insanda yaratılış itibari ile vardır ki insan kendi elinde olan
değerlere sahip çıkabilsin.
Tahrip edilen duygular kıskançlığı başlatır
Madem insanın mayasında kıskançlık duygusu vardır, o halde neden bazı insanlar,
cinnet noktasında kıskançlık krizlerine kapılır da bazılarına hiç uğramaz bu
duygu? Bazılarının umurunda bile olmaz, kıskanmaları gerekli olan şeylere el
uzatılması?
Bu soruya pedagojik açıdan vereceğimiz ana cevap; "çocuk terbiyesinde izlenilen
yanlış metotlar"dır. Yanlış metodoloji, bir insanın sahip olabileceği en masum
duygu olan kıskançlık duygusunun ya aşırı derecede tetiklenmesine ya da tamamen
öldürülmesine neden olabilmektedir.
Birçok anne-baba, çocuklarının kıskançlıklarını onların karakterinin bir parçası
olarak görseler de o parçayı, karakter haline getiren asıl etken, çocuğun duygu
dünyasının (farkında olunmadan) tahrip ediliyor olmasıdır.
Çocuklara eşit davranmak, kıskançlığı körükler
Pratik tecrübelerimize dayanarak söylemek gerekirse günümüzde kardeşler arasında
oluşan kıskançlığın ana neden-
çocuk ı erbıyesınde uogru bilinen Yanıışıar ¦ i<ü>
lerinden biri, anne-babaların çocuklarına karşı eşit davranma heyecanıdır.
Zira hiçbir çocuk, bir diğeri ile eşit değildir. Gerek karakter yapısı itibari
ile gerek önce veya sonra dünyaya gelişiyle her bir kardeş, bir diğer kardeşten
farklıdır. Bu farklılıkları gözetmeden bir anne-baba şefkatiyle çocukları
eşitlemeye çalışmak, eşitlik çizgisinin ilerisinde bulunan çocuğu ezmek anlamına
gelir. İnsanın başka biri yüzünden eziliyor olması, kıskançlığı ha bire
körükler.
Düşünün lütfen; yaşlan birbirine yakın iki çocuğunuz var. Bu iki kardeş birbiri
ile kavga ediyorlar. Siz de araya girip kavgayı durdurmak için kardeşleri
ayırıyorsunuz. Sonra ikisine de aynı cezayı veriyorsunuz. Siz iki çocuğunuzu da
birbirinden ayırt etmeden aynı muameleyi göstermiş olsanız da farkında olmadan
çocuklarınızdan birini (veya ikisini) diğerine karşı ezmiş olabilirsiniz.
Örneğin bu çocuklardan biri, bir diğerinin ağabeyi (ablası) ise büyük ve küçüğün
aynı cezayı alması doğru mu acaba? Aynı suçu işlemiş iki kardeşe, aynı cezayı
vermek, görünüşte "eşif'lik gibi görünse de çocuk terbiyesinde böylesi bir
eşitlik "adaletsizliği" doğurur.
Aynı örnek üzerinden düşünmeye devam edelim:
Aynı kabahati işleyen bu iki çocuğunuzdan biri, çok duygusal, diğeri ise
vurdumduymaz olsun. Siz duygusal olan çocuğunuza -belki- "öte git" deseniz kalbi
kırılabilir ve bir hafta sizin yüzünüze bakmayabilir. Vurdumduymaz olan
çocuğunuza, "öte git" deseniz umurunda bile olmayabilir; hatta ertesi gün aynı
kabahati fazlası ile işleyebilecek cesareti kendinde bulabilir. Bu durumda, siz
her ne kadar kendinizi çocuklarınıza karşı eşit davranıyor sansanız da
çocuklarınızın iç dünyasında uyandırdığınız duygular itibari ile bu eşitlik,
adaletsizliği barındırmaktadır.
ızb ¦ gocuK lerDiyesınae uogru Diıınen ranıışıar
Adaletsizlik, kıskançlık doğurur
Anne babalar çocukları ile kurdukları iletişimde eşitlik ilkesine sadık kalayım
diye uğraşırlarken bir yandan da çocuklarının duygu dünyasının röntgenini
çekmeyi ihmal etmemelidirler. Hâlbuki çocuklara eşit davranmak çocuğun iç
dünyasında uyanan duygu itibari ile eşitlik taşımalıdır.
Bir örnek daha vermek gerekirse anne baba olarak çarşıya çıktığınız bir gün
çocuklarınıza hediye almayı planladınız ve aynı yaştaki iki erkek çocuğunuza, -
birbirleri ile kavga etmesinler diye- aynı hediyeyi aldınız. Acaba doğru mu
yaptınız?
Çocuklarınızdan birisi, sosyal yönlü oyuncakları, diğeri matematiksel oyunları
seviyorsa aldığınız aynı oyuncak her iki çocuğunuzda da aynı sevinci
uyandırabilir mi?
Eve gidip büyük bir sevinçle hediyeleri verdiniz. Fakat çocuklardan biri çok
sevindi diğeri kenara geçip "zaten en güzel oyuncağı hep kardeşime
alıyorsunuz..." diye içindeki duyguları size aktardı. Siz de bu söylem
karşısında, 'Ama ikinize de aynı oyuncağı aldım' diye mi düşündünüz?
İşte çocuklar ile anne-baba arasında daha çocukluk yıllarında başlayan anne
babaya göre eşitlik; ama çocuklara göre "adaletsizlik", insanın doğuştan var
olan kıskançlık duygularının alev almasını sağlar.
Adaletsizlik, güvensizliği; güvensizlik, kıskançlığı tetikler
Çocuk terbiyesinin en can alıcı noktası adalet duygusudur. Eğer çocuk o ya da bu
sebeple kendisine haksızlık yapıldığı, anne babasının kendisine adil
davranmadığı hissine kapılırsa bunun sonucu, güven bunalımıdır. Çocuk, anne
babasına bir defa güvensizlik hissederse kıskançlığın ikinci tetikçisi harekete
geçmiştir bile.
gocuk lerDiyesınae uogru bilinen Yanlışlar ¦ ızı
Statü kaybı ve kıskançlık
Çocuklara yönelik adil olmayan davranışlar, çocuklar arasındaki statü kaybına da
neden olmaktadır. Statü kaybı ise kıskançlığı körükleyen en önemli sebeplerden
biridir.
Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, çocuklardan biri, diğerine göre büyük ise büyük
olma statüsüne dikkat edilmeden çocuklarla iletişime geçmek, büyük çocuğun statü
kaybına yol açacağı için kıskançlık duygusunu da tetikleyecektir.
Eve yeni gelen en küçük kardeşe olan aşırı ilgi, büyük kardeşi rahatsız
edebilir. Kendisi daha önceden evin tek hâkimi iken birden bu hâkimiyetin
kaybolduğu hissine kapılabilir. Sevgiyi tek başına kazanıyorken, anne babasının
tek sahibi kendisi iken, elinde tuttuğu bu statüyü birden kaybetmek, çocuğu
paniklettirebilir.
Böylesi durumlarda, anne babanın yapacağı şey, büyük çocuğuna büyümüş çocuk
muamelesi yapmak, yeni kardeşe de bebek muamelesi yapmak olmalıdır. Büyük
kardeşe daha önceden sahip olduğu hiçbir statünün kaybolmadığı gösterilmeli;
hatta ağabey olmakla evde daha da önemli bir pozisyona geldiği
hissettirilmelidir.
Çocuklar arası yaş farkı, kıskançlıkta rol oynar
Sadece anne babanın çocuklarına olan davranışları değil, bazen hiç beklenmedik
dış etkenler de kardeş kıskançlığında rol oynar. Bunlardan biri de kardeşler
arası yaş farkıdır. Eğer bir çocuk, 3-4 yaşları arasında yeni bir kardeşe sahip
olursa kuvvetli ihtimal ki bu iki kardeş arasında büyük bir kıskançlık
yaşanacaktır. Çünkü çocuklar, 3-4 yaşları arasında "ben" merkezcidirler.
Paylaşmayı sevmezler. Minik ergenlik dönemi denilen bu evrede çocuk kardeş
sahibi olursa evdeki ilginin azalmasından, eşyalarının paylaşılacak olmasından,
dikkatlerin başka birinin üzerinde yoğunlaşmasından ciddi rahatsız olur. Bu
nedenle anne babalar çocuk terbiyesinin zor-
İZÖ m (^ocuk lermyesınae uogru d 11 ineri idiııı^mr
luğuna bir de kardeş kıskançlığını eklemek istemiyorlarsa çocuk sahibi olmayı
planladıkları döneme dikkat etmelidirler.
"Tıpkı babası gibi gözleri var"
Kardeş kıskançlığının körükleyici, diğer bir nedeni de kardeşler arasında kıyas
yapılması, bir kardeşin aile büyüklerine benzetilmesi, diğer kardeşin kendini
aile halkası dışında hissetmesidir. İki kardeşten birine yönelik söylenen,
"Maşallah gözleri de tıpkı babası gibi" ya da "Gülüşü ne de çok annesine
benziyor" tarzındaki ifadeler, diğer kardeşin kıskançlık damarını kabartır.
Özetle, diyebiliriz ki çocuk terbiyesinde izlenilen yanlış metotlar gayet doğal
ve en insanî duygu olan kıskançlık hissini tahrik etmektedir. Bu itibarla
bakıldığında, anne babalar, çocuklarının iç dünyalarını tanıyarak ve onların
aile içindeki konumlarını dikkate alarak onlarla iletişime geçmelidirler.
Çocuk ile anne-baba arasında yürütülen ilişki, eşitlik temeline göre değil,
adalet anlayışına göre şekillenmelidir. Çocuk, kendini aile içinde her zaman
güven ve huzur içinde hissetmeli, duygularının kırıldığı hissine kapılmamalıdır.
Unutmamalıdır ki kardeş, kardeşin kumaşıdır. Oturuşunuz, duruşunuz konuşmanız,
en ufak kaş-göz işaretiniz çocuklarınız tarafından yanlış anlaşılabilir ve o
evin atmosferi birden bire aleyhinize çevrilebilir.
Çocuğum Yaramaz mı, Hiperaktif mi?
Günümüzde o kadar yaygın hale geldi ki Hiperaktivite kelimesi, çocuk azıcık
koşacak olsa, sağda solda zıplayıp enerjisini boşaltacak olsa, anne babalar
hemen telaşa kapılıp "Yoksa bizim çocuk hiperaktif olmasın?" diye tedirgin
oluyorlar. Oysa hiperaktif oldukları sanılan çocukların birçoğu ADHD değil,
sadece yaramazdır.
Birçok çocuk, alt alta, üst üste sıkıştırılmış apartman hayatının verdiği
bunalım sonucu koltuklar üzerinde koşmakta, yerlerde taklalar atmakta, yemek
masasında bir türlü rahat oturamamaktadır. Bu tür çocuklar, genelde ADHD değil,
üzerlerindeki statik enerjiyi toprağa boşaltamayan yaramaz çocuklardır. Zira
ADHD'li çocuk, yaramaz çocuk değil, çok tuhaf davranışlı çocuktur. ADHD olan bir
çocuk, Otistik,
Down Sendromlu bir çocuk gibi -belirtileri aynı olmasa da-psikolojik rahatsızlık
taşır.
Hiperaktiflik nedir?
Dünya üzerindeki birçok çocuğu pençesinde kıvrandıran bu rahatsızlığın Psikoloji
literatüründeki adı, Attention-Deficit and Hyperactivity Disorder'dır (ADHD).
Türkçeye ise Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu olarak çevrilmiştir.
Hollanda'daki ailelerin yüzde 3'ü, Amerika'daki anne babaların yüzde 5'i ve
İngiltere'deki velilerin yüzde l'i, çocuklarındaki bu rahatsızlıklarla mücadele
etmektedir. Türkiye'de ise bu rakam yüzde 5'tir.
ADHD olan bir çocuğun davranışları, "normal" çocuklar gibi olmadığından,
Avrupa'da bu tür çocuklar "özürlü çocuklar" için açılmış okullara
yönlendirilmekte, psikolog ve pedagogların yardımı ile eğitim sürecini
tamamlamasına gayret sarf edilmektedir.
ADHD'nin belirgin özellikleri nedir?
ADHDTi bir çocuğun en belirgin özelliği, kendisini dur-duramayıp düşünmeden "her
an" hareket halinde olmasıdır. Çocuk sanki üzerine yüklenmiş olan fazla
enerjiden kurtulmak istercesine her an bir şey yapma, birilerine sataşma, ayağa
kalkma, havaya zıplama veya oturduğu yerde elleriyle, ayaklarıyla hareket etme
ihtiyacı içindedir. Çocuk, tıpkı pilli bir oyuncak araba gibi, yere koyduğunuz
her an bir tarafa doğru gitmek için çırpmır. Hiperaktiflik diye bahsedilen şey,
işte budur. Yoksa çocuğun masum koşuşturmacasına ve annesini yormasına
Hiperaktiflik demiyoruz.
Bununla birlikte, ADHD olan bir çocukta dikkat dağınıklığı mevcuttur. Örneğin,
altı yaşındaki bir çocuk, normal şartlar altında dikkatini dağıtmadan 20 dakika
boyunca kendini bir konuya odaklayabildiği halde, ADHD olan bir çocuk
bunu başaramaz. Bir konuya odaklanmak istese de her an dikkati dağılır. Ya
etraftaki bir şeylere yönelir ya aklına gelen bir şeyi yapmak için o anki
ortamdan uzaklaşır ya da konuyla ilgisi olmayan o anda aklındaki bir soruyu
sorar.
Ancak burada dikkat edilecek bir püf nokta daha vardır ki o da bazı çocukların
bazı dersleri (konuları) sevmemesi veya öğretmenin (anne babanın), çocukların
seviyesine inememesi ve bunun neticesi olarak çocuğun kendisini o derse (konuya)
verememesi... Bunları, ADHD belirtisi olarak kabul etmiyoruz. Böyle bir durum
çocuğun rahatsızlığı değil, eğiticinin yetersizliğidir.
ADHDTi bir çocuğun yine en belirgin özelliği hırçınlığıdır. O, her an herkes ile
kavga yapma ve sataşma potansiyeline sahiptir. Çevresi ile uyumsuzdur.
Çevresindeki çocuklara verdiği zarardan dolayı arkadaş edinmekte zorluk çeker,
bu ise ADHD'li çocuğu daha da hırçınlaştırır.
ADHD nasıl oluşur?
Bir çocukta ADHD oluşmasının dört temel sebebi vardır. Bunlardan biri, annenin
hamileliği sırasında yaşadığı olaylardır. Doğumda çocuğun 2,500 gramdan daha az
kilo ile doğmuş olması, annenin hamilelik sürecinin 32 haftadan daha az olması,
annenin hamilelik sırasında sigara ve alkol kullanması, ana rahminin
fonksiyonlarını tam yerine getirememesi, doğacak çocuğun ADHD'li olarak
doğmasına neden olduğu bilinmektedir.
Annenin hamileliği sırasında yaşadığı bu negatif tecrübelerin yanı sıra, bir de
çocuğun doğduktan sonra kuralları olmayan, düzensiz bir ailede yetişiyor olması
ADHD riskini artırır. Çocuğun aile hayatının kaos içinde olması, aile içinde
kendini değersiz hissetmesi ve statüsünü bulamaması gibi durumların, ADHD
davranış sapmasına neden olduğu bilinmektedir. Tüm bunlara ek olarak çocuğun
erken yaşlarda
televizyon ve bilgisayar (türevi) ile tanışmış olması ADHD riskini artıran
etmenlerdir.
ADHD'nin sebeplerinden üçüncüsü ise çocukların tükettikleri gıdalarla ilgilidir.
Özellikle kimyasal katkı ile tatlandırılmış, cips, çikolata ve dondurulmuş
gıdalar ile içerisine kimyasal boya katılmış meyve suları çocukların bu
rahatsızlığa yakalanmasına neden olduğu görüşü üzerinde durulmaktadır. Bununla
birlikte, çocuğun yediği yiyeceklerde hormon bulunuyor olması da ADHD'yi
tetiklemektedir.
Ayrıca ADHD'li çocuklar üzerinde yapılan araştırmalar gösteriyor ki bu
rahatsızlığın bir kısmı da genler vasıtası ile anne babadan geçmektedir. ADHD
olan bir anne baba büyük ihtimalle çocuğuna da bu rahatsızlığı aktarmaktadır.
ADHD'nin tedavisi var mıdır?
ADHD'nin tedavisi vardır; ancak burada dikkat edilecek bir husus, anne babanın
ADHD olan çocukların tedavisi için tercih edeceği yöntemdir. Zira birçok veli,
ilaçla tedaviyi tercih ediyor hem kolay olduğu için hem de bazı doktorların
yanlış yönlendirmesiyle bu yola başvuruyorlar. Hâlbuki şu an, Dikkat Eksikliği
ve Hiperaktivite Bozukluğu teşhisiyle ilköğretim çağındaki on binlerce çocuk
gereksiz yere uyarıcı ve antidepresan ilaçlar kullanmaktadır. "Gereksiz yere
kullanmaktadır" diyoruz; çünkü ADHD'nin tam bir teşhisi yoktur. Psikolojinin
bugün ulaştığı nokta itibari ile hiçbir çocuğa "kesinlikle sen ADHD'sin" diye
teşhis konulamamaktadır. Konulan teşhisler daha çok ihtimal hesapları
üzerinedir. Bu rahatsızlığın birinci boyutunun böyle olduğunu düşünürsek belki
de gereksiz yere çocuklara bu türden ilaçlar vermenin ne kadar da vahim bir hata
olduğu, gözler önüne serilebilir.
Bununla birlikte (muhtemel) ADHD teşhisi konulmuş çocuklara genellikle, uyarıcı
özelliğe sahip "Ritalin" isimli ilaç verilmektedir. Ritalin, kokain gibi tesiri
olan ve kırmızı reçe-
te ile satılan bir ilaçtır. Bu ilaç, yerinde bir türlü duramayan çocuğu
uyuşturup sakinleştirmeye yönelik bir özellik taşıdığı için birçok hekim
tarafından tereddütlü ilaçlar listesinde yer almaktadır. Özellikle Avrupa
ülkelerinde, çocuklara verilen uyuşturucu türevi ilaçların bağımlılık yaptığı ve
etik olmadığı gerekçesi ile kullanımı giderek azalmasına rağmen (maalesef)
Türkiye'de, bu konu hakkında yeterince bilgisi olmayan ailelerin ve (ne yazık
ki) ihtiyatsız davranan uzmanların sayesinde bu tür ilaçlar çok rahatlıkla
kullanılabilmektedir.
Ayrıca Houston Kanser Merkezi'nde 12 çocuk üzerinde Ritalin'in kanser ile
bağlantısına yönelik yapılan araştırmada, Ritalin kullanan çocuklardaki kanser
riskinin, Ritalin kullanmayan çocuklara nispeten 3 kat daha fazla olduğu tespit
edilmiştir.
Tüm bu faktörler göz önüne alındığında, kesin teşhisi bile henüz olmayan bu
rahatsızlık için çocuğa erken yaşta uyuşturucu özelliği taşıyan ağır ilaçların
verilmesini doğru bulmadığımızı belirtmeliyiz.
Avrupa'da, ilaçlı tedavi yöntemi tavsiye edilmeyen ADHD için ilaçsız psikoterapi
yöntemleri kullanılmaktadır.
Son bir tavsiye
Çocuklarında hiperaktiflik özellikleri gören/tahmin eden anne babaların
sofralarına koydukları gıdalara göz atmalarını tavsiye ediyoruz. "Teknoloji"
gıdası olarak adlandırdığımız suni gıdalar, kimyasal yöntemlerle dondurulmuş
veya konserve ürünler, çeşitli kimyasal katkı maddeler (E ürünleri), suni olarak
tat ve koku verilmiş cips, şekerleme vb. gibi yiyecekler, kimyasal boyalarla
renklendirilmiş ve sıkıştırılmış gaz ilave edilmiş içecekler... Bu tarz
gıdaların çocuklarda bu ve benzeri rahatsızlıkları tetiklediği hatırdan
çıkarılmamalıdır.
Anne Babaların Hazırlıksız Yakalandığı Soru: "Allah Nerede?"
Çocuklar etrafı ve etrafta şekillenen olayları kavramaya başladıkları yaşlardan
itibaren anne babalarını soru yağmuruna tutarlar.
"Bu nedir? Bu niye böyledir? O kim?" gibi sorular anne babayı oldukça yorar; ama
bu sorular içinde öyle bir tanesi daha vardır ki birçok anne baba ansızın
yakalanır buna ve doğru cevabı bulmanın telaşını yaşar. O soru, "Allah nerede?"
dir.
Küçüktüm, hayal meyal hatırlıyorum. Anneme sormuştum:
- Anne, Allah nerede?
Annem bütün kalbî samimiyeti ile cevap vermişti:
- Allah nerede anarsak orada oğlum.

Bu cevap kafamda yeni soruları da beraberinde getirmişti.


"Allah'ı nerede anarsak oraya geliyor. Teşbih çekenlerin neden hızlı hızlı
Allah, diyerek teşbih çektiğini anlamıştım o an. Hep Allah'ı yanlarında
hissetmek istiyorlardı demek ki!.." '
Zihnimde onlarca soru dolaşırdı. Mesela "Peki ya Allah'ı anmazsak?" diye
düşündüğümü hatırlıyorum gece vakti yatağımda uyumaya çalışırken.
Bir süre sonra mahallemizdeki caminin hocası, aynı soruya farklı bir cevap
vermişti. Yaramaz arkadaşım Ramazan, "Allah nerede Hocam?" diye sorunca Hoca sağ
elini kalbine götürerek "Allah kalbimizde oğlum" demişti.
Bu cevap annemin verdiği cevaptan daha çok düşündürmeye başlamıştı beni.
"Allah kaç tane ki? Herkesin kalbinde Allah varsa o zaman neden 'Allah bir'
diyoruz? Allah insanların kalbine niye giriyor ki?" gibi birçok soru aklımdan
geldi, gitti, durdu. Tüm bu sorularımı çocukluk yıllarımda ne kimseye sorabildim
ne de bu soruların sorulduğu bir ortamda verilen cevapları duyabildim.
Bilinçaltında büyüyen öcü
Geçenlerde Televizyon kanallarının birinde, çocuk terbiyesi konusunda bir
programa rastlamıştım. İzleyicilerden gelen sorulara cevap vermeye çalışan bir
psikologa, bir anne, çocuğu ile ilgili bir soru sordu:
"5 yaşında bir oğlum var. Israrla bana 'anne, Allah nerede?' diye soruyor, ben
de 'Oğlum Allah kalbimizde' diye cevap veriyorum. Sizce nasıl cevap vermeliyim?"
Televizyonda soruları cevaplandıran uzmanın cevabı göz
yaşartıcıydı.
İ^ÖB^ULUK ItrUiytSHlUC L/UyiU l_lllllit.ii -•«¦**-y--*ı
"5 yaşındaki bir çocuğa kalbinde Allah var, diye cevap vermeniz, çocuğun aklına
yeni birçok soru işaretlerini doğurabileceği için doğru bir cevap değil. O
nedenle, oğlunuzun bu sorusuna 'Allah çoooook uzaklarda onu biz göremeyiz' diye
cevap vermenizi tavsiye ederim" deyiverdi.
Televizyon ekranlarındaki bu diyalogu duyunca çocukluk yıllarıma döndüm ve o
yıllarda aklıma takılan sorulan hatırladım. Bizzat o dönemi yaşamış biri olarak
ve konuyla yakından ilgilenen bir pedagog nazarıyla bu cevap, beni çok üzmüştü.

"Allah nerede?" sorusuna verilen bu tür yanlış cevaplar, çocuğun bilinçaltına


yerleştirilmiş saatli bir bomba gibi "tik tak" ederek patlayacağı anı bekler.
Eğer uygun bir zamanda uzman birileri tarafından saatli bombanın kabloları
çekilmez ise çocukluk yıllarını atlatan gencin içinde dev gibi bir patlama
olmaması içten bile değildir.
Her kalpte Allah varsa kaç tane Allah var?
Henüz eşyalar arasında ilişkileri tam kuramamış yedi yaş grubundan önceki
çocuklara verilecek "Allah kalbimizde" cevabı, çocuğun zihninde birçok yeni
soruyu daha ürmala-yacaktır:
"Her kalpte bir Allah varsa kaç tane Allah var?"
"Kalbimizde Allah nasıl nefes alıyor?"
"Allah içimde kımıldarsa ben korkarım."
Çocuğun hayal gücü nispetinde yeni yeni sorular ortaya çıkacaktır. İç içe
geçmiş, anne babanın artık cevap veremeyeceği yeni sorular...
Annemin ben daha çok küçükken söylediği, "Allah nerede anarsan oradadır" cevabı
da yine soyut düşünme dönemine geçen 7 yaş grubu çocuklarda, "Ya Allah'ı
anmazsak...
O zaman Allah orada yok mu?" gibi paradoksların yaşanmasına neden olacaktır.
. "Bana dinden imandan bahsetmeyin"
Bütün bu fikrî iç savaşla yetişkinliğe doğru ilerleyen çocuğun elinden bir gün
birileri tutmaz ve bilinçaltmdaki bu çelişki, akrep ve yılanların yuva kurduğu
örtüyü kaldırmaz ise bir gün o akrep ve yılanlar çocuğa artık "bana dinden-
minden bahsetmeyin, boş verin böyle şeyleri" dedirterek zihinsel "es geçmelere"
neden olabilir.
Peki, "Allah nerede?" sorusuna nasıl cevap verilmelidir?
Bu soruya verilecek cevapları, çocukların yaş dönemleri dikkate alınarak üç
kategoride topluyoruz:
Yedi yaşına kadar olan çocuklar
Bu yaş grubundaki çocukların "Allah nerede?" sorusun-daki kasıtları, ismini
duyduğu eşyaların zihinde şekillendirme çabasıdır. Çocuk en iyi bildiği kavram
ile yeni duyduğu şey arasında kıyas yaparak çevreyi tanımaya çalışır. Örneğin,
"Bir hafta sonra teyzene gideceğiz" dediğinizde, çocuk "bir hafta"nın ne demek
olduğunu henüz bilmiyorsa "Yedi kere akşam olacak, ondan sonra gideceğiz"
tarzında a-çıklama yapmalısınız. Yani çocuk, bir önceki tanıdığı ile bir sonraki
tanınacak arasında ilişki kurarak hayatı algılamaya çalışır. Bu itibarla, çocuk
eğer "Allah çoook uzaklarda" diye duymuşsa bu uzaklık onun zihninde bir şeylerle
kıyasa tabi tutulacaktır. "Ankara kadar uzakta... İstanbul kadar uzakta...
Yıldızlar kadar uzakta..." gibi. Bu nedenle bu yaş grubundaki çocuklara
verilecek cevaplar, bir mesafe, şekil, görüntü içermemeli, aksine ileriki
yaşlarda kendisinde merak hissi uyandıracak, Allah arayışını kesmeyecek cevaplar
olmalıdır. Verilecek olan cevap, zihnin bir köşesinde alarmı kurulmuş bir soru
olarak her an mevcudiyetini korumalıdır.
Bu yüzden bu yaş grubu çocuklara verilecek cevap konusunda, çocuk ile aile
arasında şu iletişimi tavsiye ediyoruz:
"Oğlum, ağaçları yaratan Allah. Kuşları yaratan Allah. Çiçekleri yaratan Allah.
Bizi yaratan Allah. Onun yarattığı her şeyi etrafımızda görüyor, hissediyoruz...
Ama O nerede ben bilemiyorum. Hissediyorum her an O bizimle... Ama nerede
olduğunu bilemiyorum."
Bu yaştaki bir çocuğun "Allah nerede?" sorusuna aradığı cevap, filozofik,
tasavvufî ve bilimsel derinlikte ve yoğunlukta olmamalı, aksine verilecek cevap,
bir sonraki zihinsel yaşta verilecek cevaba hazırlık niteliğini taşımalıdır.
On dört yaşına kadar olan çocuklar

Bu yaş grubu çocuklara verilecek cevapta, akıl ve mantık ön planda olmalı veya
soruya, soru ile karşılık verilmelidir. Çocuğa kendi zihnî kapasitesi ölçüsünde
ufuk ve düşünce boyutu açacak yaklaşımlar sergilenmelidir.
Örneğin "Allah'ı görmemiz mümkün değil. Nasıl mı? Bana havayı gösterir misin?
Gösteremezsin. Çünkü gözlerimiz her şeyi göremiyor. Göremiyoruz; ama havanın
varlığını her an, her yerde hissediyoruz. İşte bunun gibi, Allah'ın varlığını
her an, her yerde hissediyoruz. Çiçekleri yaratışında hissediyoruz ki hemen
yakınımızda. Kuşları yaratışından hissediyoruz ki bizimle beraber. O, her an,
her yerde... Nefes alırken, uyurken, uyanıkken hep bizimle..."
Yirmi bir yaşına kadar olan çocuklar
Bu yaş grubundaki gençlere ise bu yazının başında geçen (tasavvufî) açıklamalar
yapılabilir. Gençlerle, şu anlayışta bir iletişim içinde olunmalı: "Allah
kalbimizde. Eğer kendimizi ve kalbimizi keşfedebilirsek onun bize şah
damarımızdan daha yakın olduğunu göreceğiz" ya da "Allah ötelerde. Kürsüsünde.
Arşında... O kâinatı her an kuşatmış hali ile her an her zerrenin hâkimi ve
sahibi..."
Pembe Renk, Kız Çocuğuna Yakışır; ama
Renkler, insan hayatının vazgeçilmezidir. Renklerin yok olduğu, cismin tek renk
olduğu bir dünyayı hayal etmek bile
zor.
Düşünün, yer, gök tek renk... Ağaçlar, çiçekler tek renk... Hatta aynada
baktığınız cildiniz bile tek renk. Ne mahcup olurken kızarıyor ne de korkunca
sararıyorsunuz...
Renksiz bir dünyada yaşamak kadar, renklerin uyumsuzca tasarlandığı bir âlemde
hayat sürmek de insan psikolojisini altüst ederdi.
Hayal edin:
Su yeşil. Süt sarı. Bir kulağınız mavi, diğer kulağınız mor. Eşinizin gözleri
kırmızı. Komşularınızın dişleri siyah...
Tıpkı korku filmi gibi değil mi?
İşte bu noktada insana düşen görev, insan psikolojisinde bu kadar tesir
oluşturan renklerin anlamını öğrenmektir. Zaten modern bilim de renklerin insan
psikolojisi üzerindeki etkisini en ince ayrıntısına kadar hesap etmektedir.
Örneğin kırmızı rengin, insan üzerinde, canlandırıcı, kışkırtıcı, heyecan
verici, tahrik edici bir etkisi vardır. Kışkırtıcı bu renk yiyecek ve
içeceklerin ambalajında kullanıldığında, insanda "acıkma" hissini
kamçılamaktadır. Dev gıda firmalarının (Coca Cola, Pizza Hut, MC Donald's,
Burger King) ambalaj ve dizaynlarında kırmızı renk tercihi bundan
kaynaklanmaktadır.
Kırmızı rengin insanı motive edici bu özelliğinin yanı sıra, uzun süreli
kullanımında özellikle sinirlerde gerginliğe ve strese sebebiyet verdiği
bilinmektedir. Bu nedenle hasta odalarında kırmızı renk kullanmak ve hastane
bahçelerine toplu halde kırmızı çiçeklere yer vermek uygun olmaz. Kırmızı renge
uzun süre maruz kalan insanın tansiyonu yükselir, kan akışı hızlanır, sinirleri
gerilir.
Kırmızı rengin en bilinen başka bir özelliği de cinsel duyguları kamçılamasıdır.
O yüzden, gerek erotik dergiler ve erotik internet siteleri, kırmızı rengi
tercih etmekte ve kırmızının her tonundan bu amaçla faydalanmaya
çalışmaktadırlar. Özellikle cinsel arzuların tesiri altında ezilmiş ve nefsini
kontrolde zorluk çeken kişiler için kırmızının dayanılmaz bir çekiciliği vardır.
Çocuklarınızı ateşe atmayın
Kırmızı rengin insan psikolojisinde uyandırdığı duyguları yukarıda izah etmeye
çalıştık.
Peki ya pembe?
Pembe renk ise kırmızı rengin içerisine 1/3 oranında mavi ilave edilerek elde
edilen, kırmızının hafif maviye çalan bir tonudur. Yani aslında pembe renk,
kırmızının biraz daha
tatlımsı akrabasıdır. Kırmızı rengin insanda uyandırdığı duygular ne ise pembe
renkte uyarılan duygular da aynıdır. Yani pembe de canlandırıcı, kışkırtıcı ve
heyecan verici, cinsel duyguları kamçılayıcı bir özellik taşır. O halde anne
babalar, kız çocuklarına kırmızı ve pembe tonlarda kıyafetler giydirirken bir
değil, binlerce kere düşünmelidir.
Anne babalar, çocuklarına şefkat ve merhamet ile baktıklarından dolayı, kırmızı
ve pembe renkli kıyafetlerin çocuklarına ne kadar da çok yakıştığını
düşünebilirler; ama unutulmamalıdır ki o çocuğa bakan her gözde bir anne baba
şefkati yoktur.
Bu kadar bariz tahrik edici özellik taşıyan renkten oluşan kıyafetlerle dolaşan
kız çocuğunun "dengesiz insanların" hedefi haline gelebileceği unutulmamalıdır.
Çocuğuna gözü gibi bakan anne babalar, böyle risk taşıyan bir renk ile
çocuklarını ateşe atmamalıdırlar.
Peki, kız çocuklarında hangi renk tercih edilmelidir?
Peygamber Efendi'miz (a.s.m.), kızı Hz. Fatma'nın bebeği doğunca hiçbir şey
yapılmadan kendisine haber verilmesini ister.
Doğum gerçekleşir ve Peygamber Efendi'mizin torunu Hz. Hasan dünyaya gelir.
Müjdeli haber Peygamber dedeye ulaştırılır. Efendi'miz, bebeğin yanma
geldiğinde, Hz. Hasan'in "sarı" renkli bir kundağa sarılmış olduğunu görür. Bu
durum hoşuna gitmez. Sonra etrafındakilere dönerek tarihi mesajını verir:
3
"Sarı, kızlar için; beyaz, erkek çocukları içindir."
Peygamber Efendi'mizin bu işaretinden yola çıkıldığında ilginç bir gerçekle
karşılaşmaktayız. Zira Efendi'mizin (a.s.m.)
3
i. Canan, Prof. Dr., Hadis Ansiklopedisi/Kütüb-i Sitte, Akçağ Yayınları, Nisan
2003, c. 1,s. 306.
kızlara tavsiye ettiği sarı renk, insanda "şefkat, huzur, samimiyet ve merhamet"
duygularını tetiklemektedir. İşin daha da ilginç yanı, tıpkı sarı renk gibi, kız
çocuklarının fıtratlarında da "şefkat, samimiyet ve merhamet" duygularının ön
planda olduğunu görmekteyiz.
Yapılan araştırmalar gösteriyor ki kızlar, duygusallıkta, samimiyette ve
şefkatte erkeklerden daha fazla potansiyele sahipler. İşte Efendi'miz, sarı
rengi kız çocuklarına tavsiye ederek onların zaten doğuştan yoğun olarak
barındırdıkları bu potansiyel duyguların daha da aktif hale getirilmesinin
yolunu da göstermiştir.
Böylece sarı ve tonlarından oluşmuş kıyafetler giyen kız çocuğu, kırmızı ve
pembe renklerde olduğu gibi, çevresinde, tahrik edici, kışkırtıcı duygular
değil, şefkat ve merhamet duygularının oluşmasına zemin hazırlamaktadır.
Öyle ise anne babalar, tüm bu bilgiler ışığında, kız çocuklarına kırmızı ve
pembe renk tercih etme alışkanlığını bir kez daha ciddi olarak gözden geçirmeli
ve sarının en güzel tonlarının kullanımını yaygınlaştırmayı son Peygamber'in bir
işareti olarak kendilerine görev kabul etmeliler değil mi?
Anne-Baba ve
Çocuklar için
TATİL REHBERİ
Pedagog Adem Güneş
224 sayfa
İJESİL
(0212) 551 32 25
Tatilin kendine has bir psikolojisi vardır. Umutlar, heyecanlar ve aynı evin
içinde farklı farklı tatil planları...
Bir yandan tatilde huzurlu ve mutlu olabilmek bir yandan bütün aile bireylerinin
tatil beklentisini karşılamak bir yandan da çocukların eğitim faaliyetlerini
sürdürmelerine yardımcı olmak için bilinçli bir tatil planına ihtiyaç vardır.
Çocuklar tatilde ders çalışmalı mı? Yaz okuluna göndermek doğru mu? Yazın Kur'an
okumayı öğrenmeleri gerekir mi? Daha binlerce soru anne-babaların zihinlerini
meşgul eder.
İşte bu kitapta, bir yandan A'dan Z'ye tatil psikolojisi, hikâye tadında ele
alınırken bir yandan da tatili güzel geçirebilmek için ipuçları veriliyor.
Güzelim ülkemizin cennet misal yerlerindeki gezilip görülecek en önemli
mekânları, tarihî ve kültürel mirasları toplu halde sunuluyor.
Evinizde, ailenizle birlikte ne zaman tatil konusu gündeme gelirse bu kitap
sizin için en ideal "tatil rehberi" olacaktır.
RAHAT BIRAKIN BENİ
Utangaçlık, sıkılganlık, çekingenlik her gencin az ya da çok karşılaştığı
sorulardan biridir. Kiminde az, kiminde çok...
Bu kitap, çevresi ile kolay iletişim kuramayan, rahatsız olan, çekinen ve
sıkılan gençlere yönelik özel olarak hazırlandı.
Kitap bir yandan sosyal fobisi olan Emre'nin başından geçen olayları anlatırken,
diğer yandan da utangaç ve çekingen yapılı gençlere bilinçlice yaşama ve
sorunlarını tanıma fırsatı vermektedir.
96 Sayfa

BİLMEZSEN KORKARSIN TABİ


Her anne baba, çocuklarının belirli yaş aralıklarında yaşadığı korkuların
şahididir. Aslında, basit yöntemlerle atlatılabilecek olan bu geçici dönem,
bazen, anne babaların eksik/yanlış tutumları sonucu, çocukların bütün bir
hayatına yayılabilecek izler bırakabilmektedir.
Bu kitap, birtakım korkular yaşayan 5 yaş ve üzeri çocuklar için özel olarak
hazırlandı. Kitap, 64 Sayfa
beş güne yayılmış farklı hikâyelerden oluşmaktadır. Çocuklar bir yandan hikâye
kahramanının yaşadığı serüveni heyecanla takip ederken, diğer yandan da farkında
olmadan bilinçaltına yerleşmiş korkularını yenmektedirler.
Korkularla baş edebilmek sadece çocuğun üstesinden gelebileceği bir sorun
değildir. Özellikle anne babaların da bu konuda titiz davranması gerekir. Bu
düşünceyle, hikâyelerin içerisinde, anne babaların, korkular yaşayan çocuklarına
nasıl davranmaları gerektiği konusunda ipuçları da verilmektedir.
IESİL Tel: 0212 551 32 25 / www.nesilyayinlari.com
DOğPU Bilinen
Yanlışlar
Pedagog
ADEM GÜNEŞ
Ne zaman ki biz, bizi kaybettik, çocuklarımızı da kaybettik...
Bizim zamanımızda çocuk suçlan olarak okul koridorlarında koşmak, istiklal marşı
okunurken düzgün durmamak, el kaldırmadan öğretmenle konuşmak geliyordu.
Ya da bayramda, bayram namazına geç kalmak, şeker toplarken birkaç şekere birden
el uzatmak, arabaların arkasından koşmak, çocuk suçları olarak konuşuluyordu. Ne
oldu bize ki artık çocuk suçlan olarak annesini kesmek, babasını silahla tehdit
etmek, sokakta araba yakmak, öğretmenini köşe başında şişlemek, güvenlik
kamerasına el sallayarak hırsızlık yapmak kayıtlara geçer oldu?
O çocuklar mı başkaydı, bu çocuklar mı başka?
O anne babalar mı başkaydı, bu anne babalar mı başka?
O günkü terbiye metotları mı başkaydı, bugünkü terbiye metotları mı başka?
Biz nerede hata yapıyoruz?
Yapıyoruz ki yanı başımızda büyüyen o masum yüzlü sevimli çocuklar, bir süre
sonra dünyamızı zehir edecek hale geliyorlar.
İşte bu kitapta, bu soruların cevaplarını bulabilmek için bir mum yakılıyor.
Çocuk terbiyesinde doğru zannedilen yanlışlarla yüzleşiliyor.
Belki de herkes kendisi ile yüzleşiyor...
Çünkü kendimizi kaybettiğimiz yerde, çocuklarımızı da kaybettik, biliyoruz...
5.50 TL
«booh<«w
9 789752"694767
www.nesilyayinlari.com
Adem Güneş _ Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar

Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır.

UYARI:

www.kitapsevenler.com

Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar...


Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak
gördüğümüz sitemizdeki
tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine
istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla
ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma
ekran
vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi
formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik
karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için,
hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki
e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç
gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük
esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği
sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin
istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya
kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz.
Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir.
Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.
www.kitapsevenler.com
web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek
ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir.
Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça pekişeceğine inanıyoruz.
Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri
çabalardan ve
yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyoruz.
Bilgi paylaşmakla çoğalır.

İLGİLİ KANUN:
5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK
MADDE 11" :
"ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat
eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa
hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya
üçüncü bir kişi tek nüsha olarak
ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi
kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri
formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi
bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."
Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında
kullanılamaz ve kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin
bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."

bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir.


Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir.
Ne mutlu ki, bir görme engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı
okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmek tüm zahmete değer.
Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp,
kitapsevenler@kitapsevenler.com veya kitapsevenler@gmail.com
Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.
Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek
lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.
Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan
ediniz...
Teşekkürler.
Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.
TÜRKİYE Beyazay Derneği

www.kitapsevenler.org
www.kitapsevenler.com
e-posta: kitapsevenler@kitapsevenler.com kitapsevenler@gmail.com

Adem Güneş _ Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar

You might also like