Professional Documents
Culture Documents
Frazer
Kaynak metin: Adonis, Attis, Osiris; studies in the history of oriental re
ligion by Frazer, James George, Sir, 1907, London: Macmillan and co.,
limited.
ISBN: 978-605-9460-45-3
J. G. Frazer
İçindekiler
Birinci Baskıya Önsöz .............................................................. 7
Üçüncü Baskıya Önsöz . . .. . . .. .
.. . .. . . .. ..... .. ..................... .. .. . . ... . 9 . ...
1 . KİTAP
ADON İS
2. KİTAP
ATTİS
J. G. FRAZER.
TRINITY COLLEGE, CAMBRIDGE,
22 Temmuz 1906
7
Üçüncü Baskıya Önsöz
9
üzere bu saldırının sonuçsuz kalması halinde, Yitik Öncü
Kuvvetler (Forlorn Hope) gibi boşa kürek çekmiş olsak da
onursuzca bir şey yapmadığımızı söyleyebiliriz.
J. G. FRAZER.
CAMBRIDGE,
16 Ocak 1914.
10
.
1. KiTAP
ADONİS
1. Bölüm
Adonis Miti
13
din kuramı almış ya da onu tamamlamışhr. Çünkü insan
lar artık yıllık değişim çevrimini esas olarak tannlarındaki
mukabil değişimlere bağlasalar da haia kimi büyü ayinle
riyle, yaşamın ilkesi olan tanrıya karşıt ilkeyle, yani ölümle
mücadelesinde yardımcı olabileceklerini düşünmekteydi
ler. Onun kullanamadığı enerjisinden yararlanabilecekle
rini ve hatta onu ölümden döndürebileceklerini hayal et
mekteydiler. Bu amaçla düzenledikleri törenler aslında
hızlandırmak istedikleri doğal süreçlerin dramatik bir tak
lidinden ibaretti; çünkü büyünün en bilinen ilkelerinden
biri, istenen etkiyi, onu taklit ederek elde etmenin müm
kün olduğu inancıdır. Öte yandan, arhk büyüme ve çürü
meyi, üreme ve yok olmayı tanrıların evlenmesiyle, ölüm
leriyle ve yeniden doğuşlarıyla ya da dirilişleriyle açıkla
dıkları için dini öyküler ya da daha doğru ifadeyle büyü
öyküleri büyük ölçüde bu temalara dönmüştür. Bereket
güçlerinin, yani kutsal eşlerden en azından birinin üzüntü
verici ölümüyle onun sevindiren dirilişinin doğurgan bir
liğini ortaya koymuşlardır. Böylece bir din kuramı bir bü
yü uygulamasıyla harmanlanmışhr. Bu bileşime tarihte
sıkça rastlanmaktadır. Aslında çok az din kendini büyü
nün eski ayak bağlarından kurtarabilmiştir. Birbirine zıt iki
ilkeye göre hareket etmenin tutarsızlığı filozofun ruhunu
incitse de sıradan insan için pek sorun değildir; aslında sı
radan insan çoğu zaman bunun farkında bile değildir.
Onun işi eylemdir, eyleminin saiklerini çözümlemek değil.
Zaten insanoğlu her zaman manhklı ve akıllıca davranmış
olsaydı, tarih uzun bir ahmaklık ve suç günlüğünden iba
ret olmazdı.1
1 Bu ciltte Doğu inanç ve uygulamalarını ele aldığım için uzun süre Do
ğu' da yaşamış olan ve Doğu'yu iyi bilen birinden şu alınhyı yapabilirim:
"Doğu düşüncesinde mantığın ayak bağları yoktur. Doğu düşüncesinin
aynı anda birbirine zıt iki şeyi kabullenebildiği ve inanabildiği bir ger
çektir. Yunan ve İngiliz hbbını benimseyen ve katı hijyen kuralları uygu
layan son derece nitelikli ve hatta bilgili Hint doktorlarının kendi evle
rinde ve ailelerinde bunun tamamen tersini yaptıklarını görüyoruz. Gü-
14
Ilıman kuşakta mevsimlerin getirdiği en çarpıcı değişik
lik bitki örtüsünü etkileyen değişikliklerdir. Mevsimlerin
hayvanlar üstündeki etkisi büyük olmakla birli}<.te o kadar
belirgin değildir. Dolayısıyla kışı uzaklaşhrıp baharı geri
getirmeye yönelik büyü öykülerinde bitkilere vurgu ya
pılması ve bunlarda ağaçlarla otların vahşi hayvan ve kuş
lara göre daha fazla öne çıkması doğaldır. Ancak bu ayin
leri düzenleyenlerin zihninde yaşamın iki yönünün, yani
bitkilerle hayvanların birbirinden ayrılması söz konusu
değildi. Aslında tersine, hayvan ve bitki dünyası arasında
ki bağın gerçekte olduğundan daha yakın olduğuna ina
nılmaktaydı; o yüzden hem hayvan, hem bitki hem de in
sanların aynı zamanda ve aynı hareketle çoğalabilmesi için
çoğunlukla, yeniden canlanan bitkilerin dramatik bir tem
silini gerçek ya da dramatik bir cinsler arası birlikle birleş
tirirlerdi. Onlara göre ister hayvan olsun ister bitki, yaşam
ve doğurganlık birdi, bölünemezdi. Yaşamak ve yaşatmak,
15
yemek ve çocuk sahibi olmak; eskiden insanların başlıca
talepleri bunlardı ve dünya durdukça da başlıca talepler
bunlar olmaya devam edecek. Bunlara insan yaşamını
zenginleştirip güzelleştirmesi için başka şeyler eklenebilir,
ancak bu ihtiyaçlar karşılanmadığı sürece insanoğlunun
varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, mev
simleri düzenlemeye yönelik büyü ayinlerinin elde etmeye
çalıştığı başlıca şey bu ikisi yani yiyecek ve çocuk olmuş
tur.
Göründüğü kadarıyla bu ritüellerin en yaygın ve ciddi
biçimde uygulandığı yerler Doğu Akdeniz'e sınır bölgeler
olmuştur. Mısır ve Batı Asya halkları her yıl ölüp sonra
yeniden dirilen bir tanrı şeklinde kişileştirdikleri yaşamın
her yıl solup yeniden canlanmasını Osiris, Tammuz, Ado
nis ve Attis adlarıyla simgeleştirmişlerdi. Ritler ad ve ay
rıntılar bakımından bölgeden bölgeye farklılık gösterseler
de özsel olarak aynıydılar. Bu araştırmanın konusu, birçok
ad almakla birlikte temelde yapısı değişmeyen bu doğu
tanrısının söz konusu ölümü ve yeniden dirilişidir. Buna
da Tammuz ya da Adonis'le başlayacağız.2
" Renan (Mission de Phbıicie, Paris, 1 864, ss. 216, 235) ve Chwolsohn (Die
Ssabier und der Ssabismus, St. Petersburg, 1856, ii. 510) gibi bazı araştırma
cılar Tammuz ile Adonis'in eşdeğer olduğu fikrine kuşkuyla yaklaşmış
ya da reddetmişlerdir. Origenes (Selecta in Ezechielem, Migne, Patrologia
Graeca, xiii. 797), Hieronymus (Epist. lviii. 3 ve Commentar. in Ezechielem,
viii. 13, 14, Migne, Patrologia Latiııa, xxii. 581, xxv. 82), İskenderiyeli Cyril
(lsaiam, kitap ii. c. iii. ve "Hosea, iv. 15"e şerh, Migne, Patrologia Graeca,
lxx. 441, lxxi. 136), Theodoretus (Ezechielis cap. viii., Migne, Patrologia
Graeca, lxxxi. 885), Paschal Chronicle (Migne, Patrologia Gracea, xcii. 329)
ve Melito (W. Cureton, Spicelegium Syriacıını, Londra, 1855, s. 44) gibi
isimler iki tanrının aynı olduğunu savunmaktadır; buna bakarak, uzak
kaynakları ne olursa olsun, antikitenin son dönemlerinde Tammuz ve
Adonis'in kesinlikle birbiriyle eşdeğer olduğunu söyleyebiliriz. Bkz. W.
W. Graf Baudissin, Studien zur semitisclıen Religionsgesclıiclıte (Leipzig,
1878-1878), i. 299; aynı yazar, Rea/encyclopiidie für protestantische Theologie
uııd Kirchengeschiclıte, "Tammuz" maddesi; aynı yazar, Adonis und Esnııııı
(Leipzig, 191 1 ), ss. 94 vd.; W. Mannhardt, Antike Wa/d-ııııd Feldkulte (Ber
lin, 1877), ss. 273 vd.; C. Vellay, "Le dieu Tammuz," Revııe de /'Histoire
16
Adonis tapınmaalığı Babil ve Suriye'nin Sami halkların
da görülmekteydi, Yunanlar da bunu İsa' dan önce yedinci
yüzyıl gibi tarihte onlardan almışh.3 Tanrının gerçek adı
Tammuz idi: Adonis adı, ona tapanların onurlandırma un
vanı olarak kullandığı, "efendi" anlamına gelen Sami di
lindeki Adon' dan gelmektedir.4 Eski Ahit'in İbranicesinde
Yehova'ya sık sık, özgün biçimi muhtemelen Adoni yani
"efendim" olan aynı Adonai adıyla hitap edilmektedir.5
Ancak Yunanlar bir yanlış anlama sonucu bu onursal un
vanı gerçek bir ada dönüştürdüler. Tammuz ve onun eş
değeri olan Adonis, Sami halklar arasında geniş ve kalıcı
biçimde yayılırken, Adonis' e tapınmanın başka bir kandan
ve başka bir dilden ırkla, yani tarihin şafağında İran Kör
fezi'nin ucundaki düz alüvyon ovalarında yaşayan ve son
radan Babil adını alan uygarlığı yaratan Sümerlerle başla
dığını düşünmek için nedenler vardır. Bu halkın kökeni ve
kimle akraba oldukları bilinmemektedir; gerek fiziksel ge
rekse dil olarak bütün komşularından farklıydılar. Farklı
ırklar arasında sıkışıp kalmış gibi duran ayrık konumlan,
insanlık tarihini inceleyen araştırmacıya Basklarla Etrüsk
lerin Avrupa'nın Ari halkları arasındaki farklı konumuna
T. Bergk'in Poetae Lyrici Graeci'si, iii. (Leipzig, 1868), s. 897; Pausanias, ix.
29. 8.
' E. Meyer, Geschichte des Altertums, i. 2 (Berlin, 1909), ss. 394 vd.; W. W.
Graf Baudissin, Adonis u11d Esmun, ss. 65 vd.
" E11cyclopaedia Biblica, (ed.) T. K. Cheyne ve J. S. Black, iii. 3327. Eski
ı\hit'te insanlar için sık sık Adoni, yani "efendim," unvanı kullanılmak
tadır. Bkz., örneğin, Yaratılış xxxiii. 8, 13, 14, 15, xlii. 10, xliii. 20, xliv. 5, 7,
9, 1 6, 18, 19, 20, 22, 24.
17
benzer sorunlar oluşturmaktadır. Yaratıcı ama kanıtlan
mamış bir hipotez bunları, bir zamanlar bereketli olan top
raklan kıraç alanlara çevirerek antik uygarlık merkezlerini
kayan bir kum denizinin altına gömen kuraklık sonucu Or
ta Asya'dan sürülen göçmenler olarak tanımlamaktadır.
Geldikleri yer neresi olursa olsun, Sümerlerin çok erken bir
tarihte Güney Babil'de ciddi bir uygarlık sahası kurdukları
kesindir; çünkü toprağı sürmüş, hayvan beslemiş, kentler
inşa etmiş, kanallar kazmış ve hatta zaman içinde Sami
komşularının da alacağı bir yazı sistemi icat etmişlerdi. 6
Görünüşe göre Tammuz bu antik halkın panteonunda en
önemli değilse bile en eski figürlerden biridir.7 Adı Sümer
cede "hakiki oğul" ya da tam olarak "derin suyun hakiki
oğlu"8 anlamına gelen bir deyişten gelmektedir. Günümü-
Babylonische Mythen und Epen (Berlin, 1900), s. 560; H. Zimmem, a.g.e., ss.
18
ze kadar ulaşan yazılı Sümer metinleri arasında, Tammuz
adına günümüzden yaklaşık iki bin yıl önce yazılmış ol
makla birlikte çok daha erken bir dönemde oluşturulmuş
ilahiler de bulunmaktadır.9
Babil dinsel literatüründe Tammuz, doğanın üretken
enerjisinin vücut bulmuş hali olan büyük ana tanrıça İş
tar'ın genç eşi veya sevgilisi olarak görünmektedir. Mitler
de ve ritüellerde bu ikisinin bağlanhsına yapılan gönder
meler hem bölük pörçük hem de muğlak olmakla birlikte,
bunlardan Tammuz'un her yıl ölerek neşeli dünyadan
kasvetli yer alh dünyasına geçtiğine ve kutsal eşinin her yıl
onun peşinden "dönüşü olmayan topraklara, kapısıyla üs
tündeki kilidin tozla kaplı olduğu karanlığın evine" gitti
ğine inanıldığını anlamaktayız. İş tar' ın yokluğunda aşk
arzusu sona ererdi, erkekler ve hayvanlar soylarını ço
ğaltmayı unuturdu, bütün yaşam tükenme tehlikesiyle
karşı karşıya kalırdı. Bütün hayvanlar aleminin cinsel iş
levleri bu tanrıçayla o kadar yakından bağlanblıydı ki, o
olmadan bu işlevler yerine getirilemezdi. Bunun üzerine,
bunca şeyin kendisine bel bağladığı tanrıçayı kurtarmak
üzere büyük tanrı Ea'nın elçisi gönderilmişti. Ölüler diya
rının aamasız tanrıçası Allatu ya da Ereşkigal istemeye is
temeye İştar' a Hayat Suyu serpilip -muhtemelen aşığı
Tammuz'la birlikte- bırakılarak yukarıdaki dünyaya dön-
703 vd.; aynı yazar, E. Schrader, Die Keilinschriften und das Aite Testament
içinde, (Berlin, 1902), s. 397; P. Dhorme, LJı Religion Assyro-Babylonieııne
(Paris, 1910), s. 105; W. W. Graf Baudissin, Adonis und Esmun (Leipzig,
1911), s. 104.
'' H. Zimmem, "Der babylonische Gott Tamüz," Abhandl. d. Kön. Sachs.
Gesellsclıaft der Wissensclıaften, xxvii. No. xx. (Leipzig, 1909), s. 723. İlahi
ler ve çevirileri için bkz. H. Zimmem, "Sumerisch-babaylonische Tamüz
lieder," Berichte über die Verhandlungen der Königlich Bachsischen Gesel/sc
/111(1 der Wissenschaften zu Leipzig, Philologisch-historische Klasse, lix. (1907),
ss. 201-252. Bkz. H. Gressmann, Altorientalische Texte und Bilder (Tübin
19
melerine ve böylece bütün doğanın yeniden canlanmasına
izin vermişti.
Bazı Babil ilahilerinde Tammuz'a düzülen ve onu hızla
solan bitkilere benzeten ağıtlar bulunmaktadır. O,
20
Onun ağıdı bir gölcük içindir, balıkların yetişmediği.
Onun ağıdı bir sazlık içindir, hiçbir sazın büyümediği.
Onun ağıdı orman içindir, ılgınların yetişmediği.
Onun ağıdı bakir topraklar içindir, selvilerin (?)yeşermediği.
Onun ağıdı ağaçlığın derinlikleri içindir, balın ve şarabın çıkma-
dığı.
Onun ağıdı otlaklar içindir, hiçbir bitkinin yetişmediği.
Onun ağıdı bir saray içindir, bir yaşamın filizlenmediği. "ı o
21
Adonis'in trajik öyküsünü ve melankolik ayinleri, kopuk
Babil edebiyat örneklerinden ya da tapınağın kuzey kapı
sında Temmuz için ağlayan Yeruşalim kadınlarını gören
Hezekiel peygambere yapılan kısa göndermeden çok Yu
nan yazarlarının anlahmlarından öğrenmekteyiz.11 Yunan
mitolojisine yansıhldığında bu doğu tanrısı Afrodit'in çok
sevdiği yakışıklı bir genç olarak görünmektedir. Tanrıça,
gençliğinde onu ölüler ülkesinin kraliçesi Persephone'ye
emanet ettiği bir dolapta saklamışh. Ancak Persephone do
labı açıp da bebeğin güzelliğini görünce, Afrodit'in bizzat
cehenneme inerek sevgili bebeğini mezardan kurtarmak
için fidye teklif ehnesine rağmen geri vermeyi reddetmişti.
Aşk tanrıçasıyla ölüm tanrıçası arasındaki tartışma
Zeus'un araya girmesiyle son bulmuştu. Zeus, Adonis'in,
yılın bir bölümünde yer altında, Persephone ile birlikte,
diğer bölümünde yukarıdaki dünyada Afrodit ile birlikte
kalmasına karar vermişti. Zarif genç sonunda av sırasında
bir yaban domuzu ya da rakibini öldürmek için yaban
domuzu kılığına giren kıskanç Ares tarafından öldürül
müştü. Afrodit çok sevdiği Adonis için acı acı ağıtlar yak
mıştı.12 İki kutsal rakibin Adonis'e sahip olma mücadelesi
bir Etrüsk aynasında da tasvir edilecektir. Kitabelerde kim
likleri anlatılan iki tanrıça, yargı makamında oturan ve sert
ifadelerle Persephone'ye bakarak parmağını uyarır bir şe-
22
kilde kaldıran Jüpiter'in iki yanında durmaktadır. Keder
içinde kıvranan aşk tanrıçası yüzünü pelerinine gömerken,
bir elinde bir dal tutan inatçı rakibi, öteki eliyle içinde
muhtemelen genç Adonis'in bulunduğu kapalı bir sandığı
işaret etmektedir.13 Mitin bu biçiminde, Afrodit'le Persep
hone arasındaki Adonis'i sahiplenme mücadelesi, açık bir
biçimde ölüler diyarındaki İştar'la Allatu arasındaki mü
cadeleyi yansıhrken, Zeus'un, Adonis'in yılın bir bölümü
nü yer altında ve öteki bölümünü yer üstünde geçirme ka
ran, açıkça Temmuz'un her yıl kaybolup yeniden ortaya
çıkışının Yunan türevidir.
11W. W. Graf Boadissin, Adonis und Esmun (Leipzig, 1911), ss. 152 vd. ve
levha iv. Adonis mitinin Etrüsk aynalannda ve geç Roma sanahnda,
özellikle de lahit ve duvar resimlerinde tasvir edilişi için, bkz. Otto Jahn,
Archiiologische Beitriige (Berlin, 1847), ss. 45-51.
23
il. Bölüm
Suriye' deki Adonis
H. Engel, Kypros (Berlin, 1841), i. 168-1 73, ii. 94-136; Stoll, "Kinyras"
maddesi, W. H. Roscher, Lexicon der griech. Und röm. Mythologie içinde, ii.
1 189 vd. Melit, Adonis'in babasını Cuthar diye adlandırmakta ve onu,
başkenti Gebal (Biblos) olan Fenike'nin kralı olarak tanıtmaktadır. Bkz.
Melito, "Oration to Antoninus Caesar," W. Cureton'un Spicilegium Sy
riacum adlı yapıtı, (Londra, 1855), s. 44.
·1 Bibloslu Philon, alıntıyı yapan Eusebius, Praeparatio Evangelii, i. 10;
Fragmenta Historicorum Graecorıım, (ed.) C. Müller, iii. 568; Stephanus By
zantius, "Bu�Aoc;" maddesi. Biblos, hala kullanılmakta olan Sami dilin
deki Gebal'in (ı,J;) Yunanca karşılığıdır. Bkz. E. Renan, Mission de Pheni
cie (Paris, 1864), s. 155.
25
kenti olarak görülüyordu.4 Kent deniz kıyısındaki bir te
peye kurulu olup5 içinde Astarte'ye ait büyük bir tapınak
bulunmaktaydı. Revaklarla çevrili olan ve basamaklarla
çıkılan büyük bir açık alanın ortasında uzun bir koni ya da
dikilitaş, yani tanrıçanın kutsal imgesi vardı.6 Adonis ayin
leri bu tapınakta gerçekleştirilmekteydi.7 Aslında bu tanrı
dan dolayı bütün kent kutsaldı,8 Biblos'un biraz güneyin
den denize dökülen Nehru İbrahim'in (İbrahim Nehri) çok
eski çağlardaki adı da Adonis idi.9 Burası Kinyras'ın kral
lığı idi.10 İlk çağlardan son zamanlara kadar kent muhte
melen bir senato ya da yaşlılar konseyinin yardım ettiği
krallar tarafından yönetilmişti.11 Hakkında kesin tarihsel
kanıt bulunan ilk kral Zekar-baal'dir. Bu kral Süley
man'dan yaklaşık yüz yıl önce saltanat sürmüştü. Bu bula
nık geçmişe rağmen Zekar-baal figürü Mısırlı bir tüccar ya
da devlet görevlisi olan Wen-Ammon'un günümüze kadar
-iyi ki- muhafaza edilen papirüse yazdığı günlükleri saye
sinde garip denecek kadar canlı ve taze kalmayı başarmış
hr. Bu kişi kralla Biblos'ta biraz vakit geçirmiş ve sunduğu
pahalı hediyeler karşılığında ondan Lübnan ormanların-
26
dan bir miktar kereste almıştı.12 Sibitti-baal adını taşıyan
bir başka Biblos kralı M.Ö. 739 yılında Asur kralı III. Tig
lat-Pileser'e haraç vermişti.13 Ayrıca M.Ö. beşinci veya
dördüncü yüzyılda yazılmış bir metinden, Yehar-baal'in
oğlu ve Adom-melek'in ya da Uri-melek'in torunu olan
Yehaw-melek adlı bir Biblos kralının, Baalath Gebal yani
Bibloslu -kadın- Baal adı altında tapındığı tanrıçaya, üs
tünde altın kakma ve bronz bir sunak bulunan sütunlu bir
kemer adadığını öğrenmekteyiz.14
Bu kralların adlan tanrılarıyla, yani Baal ya da Molok ile
bir yakınlık iddiasında olduklarını göstermektedir, zira
Molok, melek'in yani "kral"ın bozulmuş halidir. Başka bir
çok Sami kralı da benzer iddialarda bulunmuştur. 15 Ba
bil'in ilk monarklarına yaşamları boyunca tanrı diye tapı
nılmaktaydı.16 Moab kralı Meşa tanrı Kemoş'un oğlu oldu
ğunu söylüyordu.17 Şam'ın Kutsal Kitap'ta bahsedilen
Arami hükümdarları arasında birden fazla Ben-hadad, ya
ni Suriyelilerin baş erkek tanrısı olan "tanrı Hadad'ın oğ-
12 L. B. Paton, The Early History of Syria and Palestine (Londra, 1902), ss.
169-171 . Bkz. aşağıda, ss. 90 vd.
13 L. B. Paton, a.g.e., s. 235; R. F. Harper, Assyrian and Babylonian Literatııre,
s. 57 (Nimrud'taki III. Tiglat-Pileser kitabeleri).
14 Kitabe Renan tarafından bulunmuştur. Bkz. C. Vellay, Le culte et /es
fetes d'Adonis-Thammouz dans /'Orient antique (Paris, 1904), ss. 38 vd.; G.
A. Cooke, Text-book of North -Semitic lnscriptions (Oxford, 1903), No. 3, ss.
18 vd. Büyük İskender döneminde Biblos kralı, adı kente ait bir para üs
tünde görünen (F. C. Movers, Die Phonizier, ii, 1, s. 103, not 81) Enylus
diye biriydi (Arrianus, Anabasis, ii. 20).
15 Sami kralların kutsallığı ve Sami tannlarının krallığı için bkz. W. R.
Smith, Religion of the Semites, (Londra, 1894), ss. 44 vd., 66 vd.
16 H. Radau, Early Babylonian History (New York ve Londra, 1900), ss.
18 2. Krallar viii. 7, 9, xiii. 24 vd.; Yeremya xlix. 27. Tann Hadad için bkz.
Macrobius, Saturn. İ. 23. 17-19 (son dönem yazarları Suriyelileri Asurlu
lar olarak adlandırmaktadır); Bibloslu Philon, Fragmenta Historicorum
Graecorıım, (ed.) C. Müller, iii. 569; F. Baethgen, Beitriige zur semitischen
Religionsgeschichte (Berlin, 1888), ss. 66-68; G. A. Cooke, Text-book of
North-Semitic Inscriptions, No. 61, 62, ss. 161 vd., 164, 173, 1 75; M. J. Lag
range, Etudes sur /es Religions Seınitiques (Paris, 1905), ss. 93, 493, 496 vd.
Zekeriya peygamber (xii. 1 1 ) Megiddon ovasında Hadadrimmon için
yapılan büyük bir yas ayininden söz eder. Adonis ağıtı gibi Suriye yağ
mur, fırtına ve gök gürültüsü tanrısı Hadad-Rimmon için de bu ağıt ya
kılmıştır. Bkz. S. R. Driver'ın bölümle ilgili notu (The Minor Prophets, ss.
266 vd., Century Bible); W. W. Graf Baudissin, Adonis und Esmun, ss. 92.
19 Josephus, Antiquit. Jud. ix. 4. 6.
20
Yaratılış xxxvi. 35 vd.; 1. Krallar xi. 14-22; 1 Tarihler i. 50 vd. Yarah
lış'ta (xxxvi. 31-39) ve 1 Tarihler'de (i. 53-50) söz edilen sekiz Edom kra
lından hiçbiri selefinin oğlu değildi. Bu da, başka yerlerde olduğu gibi
Edom'da da kraliyette verasetin kadın soyundan devam ettiğini ve kral
ların başka ailelerden geldiğini hatta yabancı olduğunu ve tahta soydan
gelen prenseslerle evlenerek geçtiklerini göstermektedir. Bkz. The Magic
Art and the Evolution of Kings, ii. 268 vd. İsraillilerde bir yabanarun kral
olması yasaktı (Yasa'nın Tekrarı xvii. 15, S. R. Driver'ın notuyla birlikte),
bu da söz konusu geleneğin komşu bölgelerde uygulandığına işaret et
mektedir. A. H. Sayce'nin uzun zaman önce gözlemlediği üzere (Lectures
on the Religion of the Ancient Babylonians, Londra ve Edingburgh, 1887, s.
54) bazı Edom krallarının adlarının tanrı adları olması önemlidir.
21 G. A. Cooke, a.g.e., No 62, 63, ss. 163, 165, 173 vd., 181 vd.; M. J. Lag
range, a.g.e., ss. 496 vd. Kral Bar-rekub'un ölümlü babası Kral Pan
ammu'yla ilgili bir yazıtta, Tanrı Rekub-el'den tanrı Hadad, El, Reşef ve
Şamaş'la birlikte söz edilmektedir (G. A. Cooke, a.g.e., No. 61, s. 161).
28
Suriye kralları Baal'den geldiklerini iddia ediyor22 ve anla
şıldığı kadarıyla kendilerini de tanrı olarak görüyorlardı.23
Bazıları kısmen Baal ve Astarte'nin adlarından oluşan ad
lar taşıyordu; birinin adı sadece Baal idi.24 Taklit ettikleri
Baal kuşkusuz "kentin tanrısı" olan ve adının işaret ettiği
üzere Yunanların Herakles'le özdeşleştirdiği büyük tanrı
Melkart idi; çünkü Sur Baal'in hem Melkart'la hem de He
rakles'le aynı olduğunu gösteren iki dilde yani Fenike ve
Yunan dillerinde yazılmış bir yazıt bu konuda kuşku bı
rakmamaktadır.2s
Aynı şekilde, Biblos kralları da Adonis'in tarzını benim
semiş olabilir; çünkü Adonis kentin Adon'u yani "efendi
si" idi ki bu unvan anlam bakımından Baal ("efendi") ve
Melek'ten ("kral") farklı değildi. Biblos krallarından biri
Renan'ın düşündüğü gibi Adom-melek, yani Adonis Me
lek, Efendi Kral adını taşımış olsaydı bu varsayım doğru
lanmış olacakh. Ama ne yazık ki bu adın geçtiği yazıtın
okunuşunda kuşkular vardır.26 İnsan adı olmaktan çok
22 Virgilius, Aeıı. İ . 729 vd., Servius'un notuyla birlikte; Silius ltalicus, Pu
ııica, i. 86 vd.
" Hezekiel xxviii. 2, 9.
'' Efesli Menandros, alıntıyı yapan Josephus, Contra Apionem, i. 18 ve 21;
/'rııgmenla Historicorum Graecorum, (ed.) C. Mililer, iv. 446 vd; Josep
hus'un kaleme aldığı, B. Niese tarafından düzenlenen metne göre, söz
konusu kralların adlan Abibal, Balbazer, Abd-astart, Leastart'ın oğlu
Methusastart, Ithobal, Balezor, Baal, Balator, Merbal idi. Menandros bö
lümü Eusebius tarafından da alıntılanmıştır, Chronic, i. ss. 1 18, 120, (ed.)
A. Schoene.
,c, G. A. Cooke, Text-book of North-Semitic lnscriptions, No. 36, s. 102. Sur
1 ferakles'i Melkarth için bkz. E. Meyer, "Melkart" maddesi, W. H. Rosc
lll'r, Lexikon d. Griech. U. Röm. Mythologie içinde, ii. 2650 vd. Sur kralları
nın adlarından birinin Abi-milk (Abi-melek) yani "bir kralın babası" ya
da "Molok'un babası olduğu görülmektedir. Bu kralın Mısır kralına
yazdığı bir mektup Tel-el-Amama yazışmalarında saklanmaktadır. Bkz.
it F. Harper, Assyriaıı and Babyloniaıı Literalure, s. 237. Adın sahibinin bir
ı.ınrının babası olduğunu ima eden unvan için bkz. aşağıda, ss. 65 vd.
'" E. Renan, alıntıyı yapan C. Vellay, Le Culte et /es fetes d'Adoııis
'/"/ıammouz, s. 39. (G. A. Cooke, Text-bobok of North-Semitic lııscriptions,
No. 3, s.18).
29
tanrısal adlar olan Adoni-bezek ve Adoni-zedek27 gibi ad
lara bakacak olursak, bazı eski Kenanlı Kudüs krallarının
yaşarken Adonis rolü üstlendikleri anlaşılmaktadır. Ado
ni-zedek "doğruluğun Efendisi" demektir, dolayısıyla bu,
Kenanlı Kudüs krallarından ne eksik ne fazla olan şu esra
rengiz Salem kralının ve Yüce Tanrı'nın rahibinin unvanı
olan Melkizedek'le yani "doğruluk kralı" ile eşdeğerdir.28
Dolayısıyla, Kudüs'ün eski rahip kralları Adonis rolünü
oynamışsa eğer, daha sonraki dönemlerde Kudüs kadınla
rının, tapınağın kuzey kapısında Tammuz yani Adonis için
gözyaşı dökmesine şaşmamak gerekir.29 Bu yaptıklarıyla
kadınların, Yahudilerin bölgeyi istila etmesinden çok önce
aynı yerde Kenanlılar tarafından uygulanan bir geleneği
sürdürüyor olmaları mümkündür. Belki de Yahudi krallı
ğının neredeyse son günlerine kadar Kudüs'teki tapınağın
duvarları arasında yaşayan -adlandırıldıkları üzere şu
"kutsal adamlar"30, kadınların yaşayan Astarte'sine karşı
yaşayan Adonis rolünü oynamışlardır. Her halükarda, bu
tuhaf din görevlilerinin hücrelerinde kadınların, bazıların
ca Astarte'nin vücut bulmuş hali olarak görülen sunağın
yanında duran kutsal direkler yani aşerim31 için örtü ör-
Kudüs de sadece elli bir yıl sonra düşmüştü. Bkz. 2. Krallar xxiii. 7. Bu
"kutsal adamlar" (kedeshim) için bkz. aşağıda, ss. 86 vd.
11
2. Krallar xxiii. 7. Burada Septuaginta'yı izleyerek Tanah ' taki C'D� ibare
sini c·r:ı� şeklinde okumamız gerek, R. Kitte) ve J. Skinner'in yaptığı gibi.
30
düklerini biliyoruz.32 Bu "kutsal adamlar" Kudüs'teki ta
pınakta kesinlikle dini olduğu düşünülen bir işlev yük
lenmiş olmalıdır. Yine, erkeklerin tapınaktan sürüldüğü
zamana33 denk gelen, fahişelikten kazanılan paraların Tan
rı'nın evine getirilmesi uygulamasının yasaklanmasının
mevcut uygulamaya karşı konulduğu da kuşkusuzdur.
Öteki Sami topraklarında olduğu gibi Filistin'de de kutsal
fahişelerin kiralanmasındaki ücretler muhtemelen tanrının
değişmez haklarından biri olarak ona tahsis edilmişti: Ka
dın ve erkekler haraçlarını koyun, keçi, kümes hayvanı sü
rüleri, tarlalar, bağlar ve zeytinlikler sunarak ödüyorlardı.
Ama Kudüs eskiden beri cennetin anahtarlarını ellerinde
tutan ve her yerde aynı anda hem kral hem de tanrı olarak
görülen ruhani hükümdarlar ya da Büyük Lamalar hane
danının merkezi olduğuna göre, sonradan türeme Da
vut'un burayı niçin kılıç zoruyla ele geçirerek yeni krallı-
31
ğın başkenti yaptığını kolaylıkla anlayabiliriz. El değme
miş kalenin merkezi konumu ve doğal dayanıklılığı siyasi
hükümdarın tahtını El Halil' den Kudüs' e nakletmesini et
kileyen tek ya da en önemli teşvik unsuru değildi.34 Kendi
sini kentin eski krallarının mirasçısı ilan etmek suretiyle,
makul biçimde onların geniş topraklarıyla birlikte ruhani
ünlerinin mirasına da konabilir, taçlarıyla beraber başla
rındaki halelerini de takabilirdi.35 Dolayısıyla daha sonra
Ammon'u fethedip kraliyet kenti Rabbah'ı ele geçirdiği
zaman, Ammon tanrısı Milkom'un ağır altın taam alıp
kendi başına yerleştirerek tanrı pozunu takınmıştı.36 O
:ı.ı
El Halil' de yedi yıl, Kudüs'te otuz üç yıl hüküm sürmüştü (2 Samuel v.
5; 1 Krallar ii. 1 1 ; 1 Tarihler xxix. 27).
Js Profesör A. H. Sayce, Davut'un asıl adının Elhanan olduğunu (2 Sa
muel xxi. 19 ve xxiii. 24) ve sonradan aldığı Davut adının Güney Kenan
ülkesinde Tammuz (Adonis) için kullanılan ve Kudüslü Yevusluların
özellikle büyük tanrılarına verdikleri bir sıfat olan Dod ya da Dodo, "Se
vilen Kişi," şeklinde yazılıyor olması gerektiğini söyler. Bkz. A. H. Sayce,
Lectures on the Religion of the Ancient Babylonians (Londra ve Edinburgh,
1887), ss. 52-57. Eğer haklıysa, vardığı sonuçlar benim de bağımsız ola
rak vardığım sonuçlarla örtüşüyor, yani Davud bu adı, yani Davud
(Dod, Dodo) adını Kudüs'ün fethinden sonra kendini, çok eski tarihler
den beri aynı unvanı taşıyan kentin tanrısıyla özdeşleştirmek için almış
demektir. Ancak bütün olarak bakıldığında, Profesör Kennett'in de işaret
ettiği gibi, eski Elhanah öyküsünde Calut'u öldürenin Davut'tan tama
men farklı bir kişi olup, devi öldüren kişi sıfahnın Davut'a sonradan,
yani ününün kendisinden daha küçük kahramanlann ünlerini gölgede
bıraktığı sonraki bir zamanda verilmiş olması daha kuvvetli bir olasılık
tır.
36 2 Samuel xii. 26-31; 1 Tarihler xx. 1 -3. Eleştirmenler genel olarak, bu
32
yüzden, Kudüs'ün fethinde de tam olarak aynı siyaseti iz
lediğini varsaymak manhk dışı değildir. Öte yandan, kent
te yaşayan Yevuslulann kralın saldırısını soğukkanlı bir
güvenle bekleyerek, durdukları mazgallardan kuşatmacı
larla dalga geçme cesareti bulmaları,37 kasvetli eski duvar
ların yüksekliğiyle kalınlığından çok yerel tanrıya duyduk
ları güvenin bir sonucu olabilir. Yüzyıllar sonra Yahudile
rin aynı yeri Asur ve Roma ordularına karşı inatla savun
maları da büyük ölçüde Sion'un Tanrısı'na duydukları ay
nı inancın sonucu olmalıdır.
Öyle bile olsa, İbrani krallar tarihi, hiç de zorlamadan,
kendilerinin ya da seleflerinin kutsal ve özellikle de mem
leketin kutsal efendisi Adonis rolünü oynadıkları bir za
manın izleri ya da kalınhları olarak yorumlanabilecek bazı
özellikler göstermektedir. İbrani kralı yaşarken Adoni-ham
melek, yani "Efendi Kralım,"38 olarak anılırken, öldükten
sonra Hou ahi! Hoi Adon! "Vah kardeşim! Vah Efendim!"39
15, 21, xvi. 4, 9, xviii. 28, 31, 32; 1 Krallar i. 2, 13, 18, 20, 21, 24, 27; 1 Tarih
ler xxi. 3, 23.
'9 Yeremya xxii. 18, xxxiv. 5. Tanah'a göre önceki bölümde, ağıtın tam ha
li şöyleydi: "Vah kardeşim! Vah kız kardeşim! Vah efendim! Vah onun
görkemi!" Ağıt yakılan kız kardeş kimdi? Profesör T. K. Cheyne bu kişi
nin Astarte olduğunu ve çok küçük bir değişiklikle (:ıı;ı yerine :ııı) "gör
kemi" yerine "Dodah" diye okunduğunu, böylece cümlecikler arasında
yeniden bir denge oluşturduğunu; çünkü bu durumda "Dodah"ın
"Adon"a (efendi) "kız kardeş"in "erkek kardeş"e cevap verdiği gibi ce
vap verdiğini düşünmektedir. Bu varsayımı bana mektupla ileten Profe
sör Cheyne'e teşekkür etmek isterim. Profesör Cheyne, Dod'un Tam
muz'un bir unvanı olması gibi Dodah'ın da " İ ştar'ın bir unvanı" oldu
ğunu yazmakta ve -Dodah okunuşunun hata kuşkulu olduğu- Moab Ta
şı'nın Dodah'ını kanıt olarak göstermektedir. Bkz. G. A. Cooke, Text-book
of North-Semitic Jnscriptions, No. 1, ss. 1, 3, 1 1 ; Encyclopaedia Biblica, ii.
3045; S. R. Driver, Notes on tlıe Hebreuı Text a11d tlıc Topograplıy of tlıe Books
of Samııe/, İkinci Baskı (Oxford, 1913), ss. lxxxv., lxxxvi, xc.; F. B<ıethgen,
33
şeklindeki ağıtlarla anılmaktaydı. Bir Yuda kralının ölümü
için dile getirilen bu keder ifadeleri kuşkusuz, tapınağın
kuzeyindeki sundurmada ölü Tammuz için gözyaşı döken
Kudüs'ün ağlayan kadınlarının haykırışlarının tıpatıp ay
nısıydı.40 Ancak bu tür hitap biçimlerine fazla önem atfet
mek doğru değildir, çünkü İbranice Adon, tıpkı İngilizce
"efendi" gibi hem seküler hem de dini bir unvandı. Fakat
İbrani kralları Adonis'le özdeşleştirilsin veya özdeşleşti
rilmesin, bir yanlarıyla Yehova'nın temsilcisi ve bir ölçüde
onun yeryüzünde vücut bulmuş hali olarak kesinlikle kut
sal görülmekteydiler. Çünkü kralın tahtına Yehova'nın
tahtı denmekteydi;41 başına kutsal yağ sürülerek de kutsal
ruhun bir kısmının doğrudan ona geçtiğine inanılmaktay
dı.42 Dolayısıyla kral Mesih unvanını taşıyordu ki, Yunan-
42 1 Samuel xvi. 13, 14, bkz. a.y., x. 1 ve 20. Kralın başına yağ döküldü (1
34
cadaki karşılığı olan Christ (İsa) "Kutsal Yağla Meshedil
miş" anlamına gelmektedir. O yüzden Davut saklandığı
karanlık mağarada Şaul'un cübbesinin eteğini kesince, gü
nahkar ellerini Adoni Messiah /ehovah'ya, "Efendime, Yeho
va'nın meshettiğine" sürdüğü için pişman olmuştu.43
Öteki tanrısal veya yan tanrısal hükümdarlar gibi İbrani
kralları da kıtlık veya salgından sorumlu tutulmaktaydı.
Örneğin kış yağmurlan yağmadığı için meydana gelen kıt
lık üç yıl sürünce, Kral Davud kahine danışmış, o da bun
dan dolayı selefi Şaul'u sorumlu tutmuştu. Ölü kralı ceza
landırmak cidden mümkün değildi, ama oğulları cezalan
dırılabilirdi. Sonuçta Davut yedi tanesini seçti ve bunlar
ilkbaharda arpa hasadının başlangıanda Tann'nın huzu
runda asıldı. Asılanlardan ikisinin annesi bütün yaz bo
yunca darağacının altında oturarak, sonbaharla birlikte
kutsal yağmurun nihayet sallanan bedenleri ıslahp kıraç
toprağı yeniden bereketlendirmesine kadar geceleri çakal
ları, gündüzleri de akbabaları uzak tuttu. Sonra ölülerin
kemikleri darağaandan indirilip babalarının türbesine
gömüldü.44 Bu prenslerin öldürüldüğü mevsim, yani arpa
hasadının başlangıç mevsimi ve bunların darağacında asılı
kaldıkları süre idamlarının sadece bir cezalandırma olma
dığını, bir yağmur büyüsüne dönüştüğünü göstermekte-
35
dir. Çünkü ölülerin kemikleriyle gerçekleştirilen büyü tö
renleriyle yağmur yağdırmak yaygın bir inanç olup,45 bu
çerçevede yaşarken yağmur yağdırmaları beklenen prens
lerin kemiklerine özel bir güç atfetmek doğaldır. İsrailliler
Samuel'den bir kral isteyince, kendisinin yerini Şaul diye
bir sonradan türedinin almasını istemeyen öfkeli peygam
ber Tanrı'ya seslenerek gök gürültüsü ve yağmur gönder
mesini istedi. Tann da daha yazın başı olmasına ve orakçı
ların buğday tarlalarında çalışmakta olmasına, yani genel
de bulutsuz Suriye göğünden tek bir yağmur damlasının
düşmediği bir zaman olmasına rağmen isteğini derhal ye
rine getirdi.46 Anlaşıldığı kadarıyla mucizeyi kayda geçiren
dindar tarihçi bunu gök gürültüsünde sesini duyduğu tan
rının gazabının bir işareti olarak görmüştü. Ama buradan,
Samuel'in havaya söz geçirebildiğini göstererek, bir pey
gamberin de çok daha zahmetsizce yapabileceği bir şeyi,
yani toprakların bereketlenmesini bir kraldan istemenin
uygunsuzluğunu nazikçe ima etmiş olduğu sonucunu da
çıkarabiliriz.
Anlaşılan, İsrail'de yağmurun az yağması gibi fazla
yağması da tanrının öfkesinin bir sonucu olarak görülmek
teydi.47 Yahudiler büyük esaretten Kudüs'e dönüp ilk kez
enkaz halindeki tapınağın önündeki meydanda toplandı
ğında hava son derece yağmurluydu ve halk yağmurun al
tında korunaksızca sırılsıklam olurken günahları ve yağ
mur karşısında tir tir titriyorlardı.48 Doğanın değişen yüz-
36
!erinde Tanrı'nın elini görmek her çağda İsrail'in gücü ve
zaafı olmuştur. Dolayısıyla böyle bir zamanda ve yukarı
daki gökyüzünün alçaldığı böyle kasvetli bir manzara kar
şısında, gözlerinin önündeki kararmış tapınak enkazı ve
başlarına aralıksız düşen yağmur damlaları karşısında, ge
ri dönen sürgünlerin suçluluk ve ilahi gazaba maruz kal
ma duygusuyla iki kat ezilmiş olmaları şaşırhcı değildir.
Zar zor hatırlamalarına rağmen kendilerine uzun süre yu
va olan Babil' in parlak güneşine, bereketli topraklarına ve
kenarları söğüt salkımlarıyla dolu, geniş ırmaklarına49 dair
anıların uzaklara, ufka doğru uzanan ya da Ölü Deniz' in iç
karartan sularını işaret eden doğudaki koyu mavi çizgiye
doğru alçalan çorak boz tepeleriyle Yahudiye topraklarının
sertliğine derin bir keder gölgesi düşürmüş olması müm
kündür.50
İbrani monarşisinin hüküm sürdüğü günlerde krala in
sanları hasta etme ve iyileştirme gücü de atfedilmekteydi.
Örneğin Suriye kralı, cüzamlı birini iyileştirmesi için İsrail
kralına göndermişti; tıpkı zamanında sıraca hastalarının
bir Fransız veya İngiliz kralının dokunmasıyla iyileşebile-
37
ceklerine inandıkları gibi. Ama İbrani monark, modem
zamanlardaki kral kardeşlerinin gösterdiğinden daha fazla
sağduyu sergileyerek böyle bir mucize gerçekleştiremeye
ceğini söylemişti. "Ben Tanrı mıyım ki," demişti, "birini
öldüreyim ya da dirilteyim? Ben Tanrı mıyım ki, iyileştir
mem için bu cüzamlı adamı gönderiyorlar?"51 Başka bir
olayda da ülke vebadan kırılırken vebayla boğuşan halkın
uyarılmış hayal gücü bulutların arasında Kudüs'ün üstüne
uzanmış kılıcıyla Yok Edici Melek'in silüetini görünce in
sanlar nüfus sayımı yaparak huysuz ve çabuk parlayan
tanrıyı öfkelendiren Kral Davut'u suçlamıştı. İhtiyatlı mo
nark halkın estirdiği fırtınaya boyun eğerek suçunu kabul
etmiş ve öfkeli tanrıyı yatıştırmak için Kudüs'te yaşayan
Yevuslu Aravna'nın harman yerinde bir kurban yakmıştı.
Bunun üzerine melek parlayan kılıanı kınına sokmuş ve
ölen kişilerin çığlıkları ve ölülere düzülen ağıtlar sokaklar
da bir daha duyulmaz olmuştu.52
Kutsal Kitab'ın tarihsel haplarında izine çok az rastlan
dığı için İbrani krallarının kutsallığı ya da tanrısallığı ku-
51 2 Krallar v. 5-7.
52 2 Samuel xxiv.; 1 Tarihler xxi. Bu bölümde Tarihçi, her zamankinden
farklı olarak, sıkıa tarih anlahmını Krallar bölümünde görmediğimiz
kadar renkli dokunuşlarla canlandırmışhr. Veba Meleği'nin kılıcını Ku
düs'ün üstüne doğru uzahp sonra da kınına sokma sahnesini ona borç
luyuz. Defoe, Londra'daki Büyük Veba salgınını anlathğı gerçek veya
hayali, deha ürünü ifadelerini ondan almış olmalıdır. "Vebanın başlama
sından bir süre önce, sanının Mart ayıydı, sokakta bir kalabalık gördüm
ve merakımı gidermek için onlara kahlınca hepsinin de bir kadının gör
düğünü söylediği şeyi, yani elinde keskin bir kılıç hıtarak bunu başının
üstünde sallayan beyazlar giymiş bir meleği görmek için havaya doğru
baktığını fark ettim . . . . Biri bir şey, öteki başka bir şey görüyordu. Ben de
onlar gibi hevesle baktım ama onlar kadar etkilenmeye hevesli olmadı
ğım için olsa gerek, bir tarafı güneşin ışığıyla parlayan beyaz bir bulut
tan başka bir şey görmediğimi söyledim." Bkz. Daniel Defoe, History of
the Plague in London (Edinburgh, 1810, ss. 33 vd.). Burada Defoe'nun ak
lında Tarihçi'nin bulunuyor olması kuvvetle muhtemeldir, çünkü birkaç
sayfa önce Yunus peygamber ile kendisinde çok iyi bir etki bırakan Jo
sephus adlı birinden söz etmektedir.
38
ramına itiraz edilebilir. Ancak zamanın koşulları ve bu
hapların nihai şeklini aldığı ortam göz önünde bulundu
rulduğunda bu itiraz zayıflamaktadır. Sekizinci ve yedinci
yüzyılların büyük peygamberleri, öğretilerinin getirdiği
ruhani idealleri ve ahlaki coşkularıyla tarihte belki de ben
zeri görülmemiş bir dini ve ahlaki reform gerçekleştirmiş
lerdi. Onların etkisiyle eski, duyulara seslenen doğal güç
lere tapınmanın yerini katı bir tek tannalık almıştı; zaaflı
boyun eğişleriyle, mum gibi kolayca etkilenişleriyle ve be
densel günahlara eğilim göstermesiyle eski yumuşak ruh
hali, yerini kah bir püriten ruha, kararlı bir zihinsel kesin
liğe bırakmışh. Peygamberlerin telkin ettiği ahlaki öğreti
ler zamanın siyasi olaylarıyla ve her şeyden çok da büyük
Asur imparatorluğunun Filistin'in küçük devletleri üstün
deki sürekli artan baskılarıyla iç içe geçmişti. Uzun Sami
riye kuşatmasının53 yaşathğı acılardan Yahudiyelileri tir tir
titreten bir kaygı doğmuş olmalıdır, çünkü tehlike kapıla
rına dayanmıştı. Kuşatma alhndaki kentin eteklerinde
uzandığı Efraim'in mavi tepelerini görmek için gözlerini
kaldırıp kuzeye bakmaları yeterliydi. Kentin düşüşü ve
kuzey krallığının yok edilişi, kederli önseziler taşıyan kar
deş ülkedeki zihinleri meşgul ediyordu. Kudüs'ün üzerin
deki gökyüzü adeta alçalmış ve gök gürültüsünün homur
tularına teslim olmuştu. Bir keresinde Sanherib'in Kudüs
kuşatmasını54 bitirip, surlardaki gözcülerin son uzun mız
rak hattının ve son mavi üniformalı Asur süvarilerinin bir
toz bulutu arasında gözden kaybolduğunu ilan etmesiyle
bulutlar kalkar gibi olsa da, o tarihten Yahudi monarşisi
nin ortadan kalkmasına kadar, yani yaklaşık bir buçuk
yüzyıl boyunca bulutlar asla geçip gitmedi.55
39
İlki kral Hizkiya, ikincisi da bir yüzyıl sonra kral Yoşiya
tarafından gerçekleştirilen İsrail dinindeki reformlar işte
bu ulusal sıkıntı ve umutsuzluk döneminde gündeme
gelmişti.56 Bu durumda, tıpkı Commonwealth mutaassıpla
rının Merry England'ın çok daha masum eğlencelerine so
ğuk bakması gibi, o dönemlerde ve sonraki dönemlerde
ülkelerinin günlüklerini tutan reformcuların da atalarının
reformdan geçmemiş eski paganizmine soğuk bakmasın
da; ve Tanrı'yı yüceltme taassuplarıyla, ülkelerinin karşı
karşıya kaldığı felaketlerden sorumlu tuttukları uygulama
ların anısını silmek için tarihin birçok sayfasını karalama
larında şaşılacak bir şey yoktur. Bütün tarihsel haplar bu
püriten sansürcünün57 tezgahından geçmişti; nitekim tez
gaha girdikleri sırada gösterişle sergiledikleri rengarenk
tüyleri yolunmuş olarak dışarı çıktıklarına kuşku yoktur.
Dökülen tüyler arasında, ister kral olsun ister sıradan in
san, bütün insanları tanrısal sıfatlarla donatan bölümler de
vardı. Kuşkusuz hiçbir sayfa sansürcüye daha iğrenç bir
küfür olarak görünemezdi; dolayısıyla resmi mührü hiçbi
rine bu kadar sert basmazdı.
Ancak genel olarak Sami krallar ve özel olarak da Bib
los'un kralları daha çok Baal'in ya da Adonis'in tarzını be
nimsemişlerse eğer, o zaman kentin tanrıçasıyla yani Baa
lath ya da Astarte ile çiftleşmiş olabilirlerdi. Kuşkusuz, As
tarte rahipleri olan Sur ve Sayda (Sidon) kralları duymak-
Bkz. W. Robertson Smith, The Old Testamenl in the /ewish Church, (Londra
ve Edinburgh, 1892), ss. 395 vd., 425; Encyclopaedia Biblica, ii. 2078 vd.,
2633 vd., iv. 4273 vd.; K. Budde, Geschichte der althebriiischen Litteratur
(Leipzig, 1906), ss. 99, 121 vd., 127 vd., 132; J. Skinner, "Krallar'a Giriş"
yazısı (The Century Bible), ss. 10 vd.
40
tayız.58 Tarımla uğraşan Samiler'e göre Baal ya da bir top
rağın tanrısı o toprağın her türlü bereketinin tasarrufunu
elinde tutuyordu; Sami dünyasının kurak bölgelerinde da
ha çok kaynaklar, akarsular ve yer altı suları şeklinde gö
rülen canlandırıcı sularıyla buğdayı, üzümü, inciri ve ke
teni üreten o idi.59 Ayrıca;
"Tanrının yaşam veren gücü sadece bitkiler alemiyle sı
nırlı değildi, hayvan yaşamının gelişmesi, sürülerin ve ta
bii yurdun insanlarının çoğalması da ona bağlıydı. Çünkü
canlı doğanın gelişimi son tahlilde toprağın bereketine
bağlıydı ve farklı yaşam biçimlerini birbirinden tam olarak
ayırt edemeyen ilkel ırklar hem hareketli canlıların hem de
bitkilerin yaşamının kaynağının toprak olduğunu ve on
dan çıktığım düşünüyorlardı. Birçok mitolojik dünya gö
rüşünde toprak her şeyin büyük anasıdır. Diğer birçok il
kel şiirde olduğu gibi Samilerin şiirinde de yaygın olan, in
san yaşamının ya da insanın sermayesinin bir ağacın ya
şamıyla karşılaştırılması durumu esasında sadece hayali
bir tasvir değildir. Bitkilerin gelişiminin özel bir ilahi güce
bağlandığı yerde, aynı güç sığırların ve insanların çoğal
masından dolayı kendisine tapanların şükran ve saygıları
nı kazanmaktadır. Baalim'in tapınaklarında ilk doğan
hayvanlar ve ilk meyveler sunulurken, ebeveynlerin oğul
veya kızlarına verdikleri en yaygın adlar genellikle çocu
ğun tanrının bir armağanı olduğunu anlatan adlar olur
du." Özetle; "Baal üremenin eril kaynağı, döllediği topra
ğın kocası olarak"60 görülürdü.
Dolayısıyla Samiler doğanın üretici enerjisini erkek ve
kadın, yani Baal ve Baalath olarak kişileştirirken, erkek gü
cünü özellikle suyla, kadın gücünü de toprakla özdeşleş-
41
tirmişti. Bu bakışa göre bitkilerle ağaçlar, insanlarla hay
vanlar Baal ile Baalath'ın dölleri ya da çocuklarıdırlar.
Biblos'ta veya başka bir yerde Sami kralının tanrı rolünü
oynayıp tanrıçayla evlenmesine izin verilmişse ya da is
tenmişse, o zaman bu geleneğin amacı sadece homeopatik
büyü aracılığıyla toprağın bereketini ve insanlarla sığırla
rın çoğalmasını arhrmak olabilir. Antik dünyanın başka
bölgelerinde ve özellikle de hem kadın hem erkek güçle
rin, yani Dianus'la Diana'nın bir yanlarıyla hayat veren su
ların kişileşmiş hali olduğu Nemi' de de benzer bir güdüyle
benzer geleneklerin ortaya çıktığını düşünmek mümkün
dür .61
Son Biblos kralının adı Kinyras'tı, Gnaeus Pompeius
Magnus aşın zalimliği yüzünden kafasını kesmişti. Efsa
nevi adaşı Kinyras'ın, Lübnan Dağı'nda, başkente bir gün
mesafede bir yere Afrodit yani Astarte için bir tapınak dik
tirdiği söylenmektedir. Burası muhtemelen Biblos ile Baal
bek'in ortasında, Adonis nehrinin kaynağında bulunan
Afka idi; çünkü Afka'da Astarte'ya ait ünlü bir koru ve bir
tapınak vardı ve Konstantin habis tapınma biçiminden do
layı tapınağı yıktırmıştı. Vahşi, romantik ve ormanlık
Adonis vadisinin ağzındaki, hala Afka adım taşıyan, yok
sul bir köyün yakınlarında bulunan tapınağın yeri modem
gezginler tarafından keşfedilmiştir. Köy bir şelalenin he
men yanındaki yüksek ceviz ağaçlarının arasındadır. Az
ötede, yüksek tepelerin arasında kalan büyük bir amfiti
yatronun dibindeki büyük bir mağaradan çıkan akarsu bir
dizi çağlayan halinde vadinin derinliklerine doğru hızla
dökülür. Su vadinin derinliklerine indikçe bitki örtüsü de
giderek gürleşip sıklaşır, kayaların çatlaklarından ve oyuk
larından fışkıran bitkiler aşağıdaki derin uçurumda kükre
yen ya da mırıldanan akıntının üzerini yeşil bir örtü gibi
kaplar. Bu devinen suların tazeliğinde, dağ havasının tatlı
lığında ve saflığında, bitki örtüsünün canlı yeşilliğinde tat-
61
The Magic Art And The Evolution Of Kings, ii. 120 vd., 376 vd.
42
lı, neredeyse insanı sarhoş eden bir şey vardır. Kocaman
yontulmuş taşlarıyla, yeşil ve pembe renkli ince bir granit
sütunuyla alana hala damgasını vuran tapınağın, ırmağın
kaynağına bakan muhteşem manzaralı bir terası vardır. Şe
lalelerin köpük ve uğultularının karşısında büyük mağara
ile biraz ötede, yukarıda derin uçurumun tepe noktası gö
rünmektedir. Uçurum o kadar yüksektir ki, çalılıklara
ulaşmak için tırmanan keçiler bakana yüzlerce metre aşa
ğıdaki karıncalar gibi görünür. Manzara denize doğru,
güneşin derin vadiyi altın rengi bir ışık seline boğarak dağ
siperinin bütün fantastik payandalarıyla yuvarlak kulele
rini gözler önüne serdiği sırada özellikle etkileyicidir. Ef
saneye göre Adonis, Afrodit'le ilk ve son kez burada karşı
laşmıştır ve ezilmiş bedeni burada gömülüdür. Trajik bir
aşk ve ölüm öyküsü için bundan daha uygun bir sahne
hayal edilemezdi. Ancak vadi ıssız olmakla birlikte tama
men terk edilmiş de değildir. Şurada burada çıkıntı yapan
bir kayalığın üstünde ya da ırmağın köpüklerinin ve gü
rültüsünün üstünde neredeyse dik bir açıyla yükselen uçu
rumun kenarına tutunmuş bir mezra veya köyün göğe
doğru yükseldiği görülebilir; akşamları karanlığın içinden
göz kırpan ışıklar insanın ayak basmasına izin vermez gibi
görünen yamaçlardaki insan iskanını ele verir. Bu sevimli
vadi eski çağlarda tamamen Adonis'e adanmış gibi gö
rünmektedir ve onun anısı bugün de varlığını hissettir
mektedir. Vadiyi dışa kapatan kimi yükseltilerin dorukla
rında tapınak kalıntıları bulunmaktadır; bunlardan bazıları
ürkütücü uçurumun kenarında adeta asılmış gibidir. Bu
radan aşağı, epeyce derinlerde kalan yuvalarının etrafında
dönen kartallara bakan kişinin başını döndürürler. Bu anıt
lardan biri de Ghineh'tedir. Tepesi kabaca yontulmuş bü
yük bir kayanın bir yüzüne Adonis ve Afrodit figürleri
oyulmuştur. Adonis elinde bir mızrakla bir ayının saldır
masını beklerken, Afrodit de kederle oturmaktadır.62 Ke-
43
derli Afrodit, pekala Macrobius'un tarif ettiği Lübnanlı Af
rodit, kayadaki girinti de aşığının mezarı olabilir. Kendisi
ne tapanlara göre Adonis her yıl dağlarda yaralanarak ölür
ve doğa her yıl onun kutsal kanına boyanırdı. Bu yüzün
den Suriyeli genç kızlar her yıl onun zamansız ölümüne
ağıtlar yakarken, Lübnan'ın sedir ağaçları arasında onun
çiçeği olan kırmızı dağ laleleri açar ve mavi Akdeniz'in kı
yılan boyunca dolanan ırmak rüzgar kıyıya doğru esmeye
başlayınca kızıla boyanarak, kızıl bir kıvrımlı bant gibi de
nize doğru akardı.
vanm bir yaban domuzu değil de bir ayı olduğundan emin görünmekte
dir. Anıt görüntüleri A. Jeremias, Das Aite Testament im Lichte des Alten
Orients (Leipzig, 1906), s. 90 ve Baudissin, Adonis und Esmun, levha i. ve
ii., ss. 78 vd. tarafından verilmiştir.
44
111. Bölüm
Kıbns'ta Adonis
45
tanlanndan kendi tanrılarını da getirmişlerdi. Onlar aynı
zamanda, pekala Adonis olabilecek, Lübnan Baali'ne tapı
nıyorlardı ve güney sahilindeki Amatus'ta Adonis ve Af
rodit ya da daha doğrusu Astarte ayinleri düzenliyorlardı. 3
Biblos'ta olduğu gibi burada da ayinler Mısır'daki Osiris
tapınmalarına o kadar çok benziyordu ki, bazıları Amatus
lu Adonis'le Osiris'in aynı kişi olduğunu dahi düşünmüş
tür. Amatus'ta Surlu Melkart ya da Molok'a da tapınıl
maktaydı, nitekim yakın çevrede bulunan mezarlar kentin
uzun bir süre Fenikelilere ait olduğunu kanıtlamaktadır.
Ancak Kıbrıs'taki büyük Afrodit ve Adonis tapınma
merkezi adanın güney bahsındaki Paphos'taydı. Çok eski
tarihlerden M.Ö. 4. yüzyılın sonuna kadar Kıbrıs'ta hüküm
süren küçük krallıklar arasında en önemlisi Paphos olma
lıdır. Burası dalga dalga yükselen ve tarla ve bağlarla bir
birinden ayrılıp, zaman içinde kendilerine muazzam de
rinliklerde yataklar kazmak suretiyle içerilere doğru iler
lemeyi güçleştirerek zahmetli hale getiren ırmaklar tara
fından bölünmüş tepe ve dağ silsilelerinden oluşan bir
toprak parçasıdır. Yılın büyük bölümünde dorukları kar
larla kaplı olan yüksek Olimpos Dağı silsilesi (bugünkü
Trodos dağları) Paphos'u kuzey ve doğu rüzgarlarından
korurken adanın geri kalanından da ayırır. Dağ sırasının
46
yamaçlarına serpilmiş Kıbns'ın çam ağaçları, Apeninleri
aratmayan manzarasıyla etraftaki manastırlara siper olur.
Eski Paphos kenti denizden yaklaşık bir mil ötedeki bir te
penin doruğunu kaplamaktaydı; yeni kent ise on mil kadar
ilerdeki bir limandan yükselir. Eski Paphos'taki (bugünkü
Kuklia) Afrodit tapınağı antik dünyanın en ünlü tapınak
larından biriydi. En eski tarihlerden son zamanlara kadar
temel özellikleri değişmeden kalmıştı. Çünkü İmparator
luk çağının paralarının üzerinde tapınağın tasviri bulun
makta olup, bu tasvirler Miken'deki iki kraliyet mezarında
bulunan altın tapınak modelleriyle büyük benzerlik gös
termektedir. Hem paralarda hem de tapınak modellerinde
üstüne bir çift güvercin konmuş ve üç bölüme ya da şapele
ayrılarak ortadaki şapelin yüksek bir taçla süslendiği bir
ön cephe görmekteyiz. Altın modellerde, her şapelde birbi
rinin içine geçmiş bir çift borunun içinden yükselen bir sü
tun görmekteyiz; şapellerin iki yanı ise aynı şekilde bir çift
boru ve her dış borunun üstüne tünemiş bir güvercinin bu
lunduğu bir taçla süslenmiştir. Paralardaki her şapelin ya
nında bir sütun ya da şamdana benzer bir obje bulunmak
tadır. Ortadaki şapelde bir koni ve koninin iki yanında, te
peleri top şeklinde iki yüksek sütun mevcuttur, sütun te
pelerinin arasında bir yıldız ve hilal görünmektedir. Gü
vercinler kuşkusuz kutsal Afrodit ya da Astarte güvercin
leridir. Boru ve sütunlar bize Girit'teki tarih öncesine ait
büyük Knossos sarayı ile Yunanistan'ın Miken ve Minoya
dönemindeki birçok abidede görülen benzer dini sembol
leri hatırlatmaktadır. Antik dönem meraklıları altın model
leri Paphos'taki tapınağın kopyaları olarak görmede hak
lıysa eğer, bu tapınak bin yıldan uzun bir süre boyunca ne
redeyse hiç değişikliğe uğramamış demektir; zira modelle
rin bulunduğu Miken'deki kral mezarlarının M.Ö. 12.
yüzyıldan daha yeni olması mümkün değildir.
Sonuç olarak Paphos'taki Afrodit tapınağı görünüşe göre
muazzam bir kadimlikteydi. Herodotos'a göre tapınak Aş
kelon'dan gelen Fenikeli koloniciler tarafından yapılmıştı;
47
ancak Fenikelilerin gelmesinden önce burada yerel bir be
reket tanrıçasına tapılıyor olması ve yeni gelenlerin onu
gerçekten benzerlik gösteren kendi Baalath ya da Astarte
lerine benzetmiş olmaları da mümkündür. Eğer iki tanrı
böylece tek bir tanrıda birleşmiş ise, o zaman bunların, ilk
çağlardan beri bütün Batı Asya' da tapınılan büyük analık
ve bereket tanrıçasının farklı biçimleri olduğunu varsaya
biliriz. Tanrıçanın imgesinin eski biçimi ve adına düzenle
nen ayinlerin şehevi yapısı bu varsayımı doğrulamaktadır;
çünkü hem aynı biçim hem de aynı özellikteki ayinler di
ğer Asya tanrılarında da görülmektedir. Bu tanrıçanın im
gesi basitçe beyaz bir koni ya da piramit şeklindeydi.4 Ay
nı şekilde Biblos'taki Astarte'nin, Yunanların Pamfilya5
48
bölgesindeki Perge' de Artemis adını verdikleri tanrıçanın
ve Suriye'nin Emesa [günümüzde Hums -çn] bölgesindeki
güneş tanrısı Heliogabalus'un sembolü de bir koni idi.6
Kıbrıs'ta Golgi'de ve Malta'daki Fenike tapınaklarında da
görünüşe göre idol işlevi gören konik taşlar bulunmuştu;7
Sina'nın kıraç tepeleriyle tehditkar görünümlü sarp uçu
rumlarının arasındaki "Sahibe-i Firuze" tapınağında kum
taşından koniler günışığına çıkarılmışh. 8 Bu türden bir
simgenin anlamı, tıpkı Tacitus zamanında olduğu gibi ka
ranlık kalmaktadır. Likyalılarla Karyalıların kahldığı dini
festivalde bu kutsal koninin bir adet olarak olarak zeytin
yağı ile yağlandığı görülmektedir.9 Kutsal bir taşı yağlama
geleneği dünyanın çeşitli yerlerinde görülmektedir; örne
ğin Delfi' deki Apollon tapınağında da bu gelenek vardı.
Bu eski gelenek Paphos'ta günümüzde dahi yaşatılmakta
dır. Nitekim "Kuklia köylüleri hala her yıl Paphos Tanrıça
sı Tapınağı'nın yıkıntılarının büyük köşe taşlarını Betle-
49
hemli Bakire onuruna yağlarnaktadır. Tıpkı bir zamanlar
gizemli ayinlerle Afrodit' e yakarılması gibi, Müslümanlar
la Hıristiyanlar da ha.Ia Kıbrıslı kadınları kısırlıktan kur
tarmak veya Kıbrıslı erkeklerin erkekliğini güçlendirmek
için büyülü sözler söyleyip delikli taşların içinden geçmek
suretiyle Meryem'e yakarmaktadırlar."10 Böylece bereket
tanrıçası tapınmasının başka bir ad altında devam ettiği
görülmektedir. Hatta adanın bazı kısımlarında eski tanrı
çanın adı bile aynen korunmaktadır; zira Kıbrıslı köylüle
rin birçok şapelde İsa'mn annesine Panagia Afroditessa
dediği görülmektedir.11
Kıbrıs'ta geleneksel olarak bütün kadınların evlenmeden
önce, adı ister Afrodit ister Astarte isterse başka bir şey ol
sun, tanrıçanın tapınağında yabancılara fahişelik yapması
gerekmekteydi.12 Benzer geleneklere Batı Asya'mn birçok
bölgesinde rastlanmaktadır. Bu uygulamanın nedeni ne
olursa olsun ona son derece saygı duyuluyordu; o, bir şeh
vet alemi olarak değil, adı bölgeden bölgeye farklılıklar
göstermekle birlikte tipi hiç değişmeyen Batı Asya'nın bü
yük Ana Tanrıçası için yerine getirilen ciddi bir dini görev
olarak görülmekteydi. Dolayısıyla Babil' de ister zengin ol
sun ister yoksul, her kadının yaşamında bir kere Mylitta,
İştar ya da Astarte'nin tapınağında bir yabancının koynu
na girip, bu kutsal fahişelikten kazandığı parayı tanrıçaya
adaması gerekmekteydi. Kutsal alan geleneği yerine ge
tirmek için bekleyen kadınlarla dolup taşardı. Bazılarının
yıllarca beklemesi gerekirdi.13 Suriye' deki -bugün harabe-
50
ye dönmüş tapınaklarının etkileyici azametiyle ünlü- Heli
opolis veya Baalbek' te, geleneklere göre her bakirenin As
tarte tapınağında bir yabancıyla fahişelik yapması gerekir
di; tıpkı bakireler gibi evli kadınlar da tanrıçaya olan bağlı
lıklarını yine bu şekilde gösterirlerdi. İmparator Konstan
tin bu geleneği kaldırıp tapınağı yıkarak yerine bir kilise
inşa ettirmişti.14 Fenike tapınaklarında tanrıçayı hoşnut
edip lütfuna ermek isteyen kadınlar din adına para karşılı
ğı fahişelik yaparlardı.15 "Amoritlerde evlenmeye hazırla-
51
nan genç kızın ana kapıda yedi gün fahişelik yapması ge
rekirdi."16 Bibloslular her yıl Adonis yasında kafalarını ka
zıhrlardı. Saçlarını kazıtmak istemeyen kadınlar festivalin
belli bir gününde kendilerini yabancılara sunarlar, kazan
dıkları parayı da tanrıçaya adarlardı. 17 Bu gelenek, Bib
los'ta ve başka yerlerde istisnasız her kadının namusunu
dinin hizmetinde feda etmesini mecbur tutan eski yasanın
yumuşahlmış bir şekli olabilir. Kadının saçını sunmasının
bedenini sunmasına eşdeğer tutulmasının nedenine daha
önce değinmiştim. Lidya' da çeyiz parası kazanmak isteyen
bütün genç kızlar fahişelik yapmak zorundaydı;18 ancak
geleneğin temelinde asıl olarak ekonomiden çok kendini
adama güdüsünün yattığını düşünebiliriz. Nitekim Lid
ya' da Tralles' de bulunan ve bu ülkede dini fahişelik uygu
lamasının M.Ö. 2. yüzyıl gibi bir zamana kadar sürdüğünü
kanıtlayan bir yazıt bu düşünceyi desteklemektedir. Yazıt
ta Aurelia Aemilia adlı bir kadının, tanrının açık emri üze
rine sadece kendisinin değil, aynı zamanda annesinin ve
diğer kadın atalarının da kendisinden önce fahişelik yapa
rak tanrıya hizmet ettikleri anlahlmaktadır. Bir sunağı des
tekleyen mermer bir sütunun üzerine oyulmuş yazıhn
herkese açık olması, böyle bir yaşamın ve bu şekilde süre
cek neslin hiçbir biçimde gayrimeşru görülmediğini gös
termektedir. Ermenistan'da soylu aileler kızlarını Acilisena
tapınağında tanrıça Anaitis'in hizmetine adar, genç kızlar
evlenmeden önce uzun süre burada fahişelik yaparlardı.
Hizmet dönemleri bittiğinde hiç kimse bu kızlarla evlen-
rin bakireliğini bozan kölelerin yani kedeşim in, tapınağın kutsal köleleri
'
52
mekte tereddüt göstermezdi.19 Yine, Pontus'taki Koma
na'da tanrıça Ma'run hizmetinde çalışan birçok kutsal fahi
şe vardı; iki yılda bir düzenlenen festivaller sırasında kom
şu kentlerden binlerce erkek ve kadın tanrıçaya adak sun
mak üzere Ma'nın tapınağına akardı.20
Bu konuyla ilgili, bazıları henüz okuyucunun önüne çı
karılmamış olan, bütün verileri inceleyecek olursak birçok
Batı Asya halkında farklı adlar altında olmakla birlikte
benzer mitik özellikler gösteren ve benzer ritüellerle tapı
nılan, doğanın bütün üretken enerjilerinin vücut bulmuş
hali olan büyük bir Ana Tanrıça'nın bulunduğu; adının,
genellikle ilahi olmakla birlikte ölümlü de olabilen, yılda
bir kez bir araya geldiği bir sevgiliyle ya da daha doğrusu
bir dizi sevgiyle anıldığı; hayvan ve bitkilerin çoğalması
için bunların ilişkiye girmelerinin zorunlu görüldüğü;21 bu
kutsal çiftin masalsı birlikteliğinin yeryüzünde, tanrıçanın
tapınağında karşıt cinsler tarafından geçici olmakla birlikte
gerçek bir şekilde taklit edilerek toprağın, insanların ve
hayvanların bereketinin artırıldığı sonucuna varabiliriz.22
53
Böyle bir Ana Tanrıça kavramı muhtemel göründüğü üze
re evlilik kurumunun henüz bilinmediği ya da eski komü
nal hukukun ahlakdışı ihlali olarak görülmediği bir döne
me kadar gerilere gidiyorsa eğer, o zaman tanrıçanın ne
den bir zamanlar evlenmemiş ve iffetsiz varsayıldığını ve
ona tapanların niçin onu bir şekilde taklit etmek zorunda
olduğunu anlamak mümkündür. Kendisi ilahi bir kocayla
birleşmiş ilahi bir eş olarak görüldüğünden, onların birlik
teliklerinin doğal karşılığı da erkeklerle kadınların yasal
evliliği olacak ve homeopatik büyü ilkelerine göre evlilik
kurumu içinde karşı cinslerin meşru ilişkisiyle daha iyi bir
şekilde elde edilebilecek sonuçlara varmak için fahişelik ya
da rastgele cinsel ilişki gibi bir sisteme başvurmaya gerek
kalmayacakhr. Daha önceleri muhtemelen her kadın ya
şamında en azından bir kez, çok daha önceki bir dönemde
kabilenin bütün erkeklerinin kalıcılığıyla ilgili görülen bu
evlilik hukukunun uygulanmasına boyun eğmek zorun
daydı. Fakat zaman içinde bireysel evlilik kurumunun ağır
basıp eski komüncülüğün giderek saygınlığını yitirmeye
başlamasıyla beraber, eski uygulamanın bir kadının yaşa
mında bir kereliğine yeniden canlanması halkın ahlak
duygularına giderek daha aykırı gelmeye başladı. Bunun
sonucunda da halk teoride hala kabul ettiği zorunlu uygu
lamadan kaçmak için çeşitli yöntemlere başvurdu. Bu yön
temlerden biri, kadının bedenini sunması yerine saçlarını
sunmasıydı; bir diğeri müstehcen bir hareketin yerine
müstehcen bir simge ikame etmekti. Ancak kadınların ço-
54
ğunluğu dinin gereklerini kendi namuslarını feda etmeden
yerine getirmenin yollarını bulurken, genel refah için hala
bazı kadınların eski yükümlülüğü yerine getirmelerinin
zorunlu olduğu düşünülmekteydi. Bu kadınlar tapınak
lardan birinde ya ölene kadar ya da belli bir süre fahişelik
yaphlar. Kendilerini dinin hizmetine adayan bu kadınlara
kutsal bir nitelik atfedildi23 ve ayıp görülmeyen meslekleri
ruhani sınıftan olmayanlar tarafından uzun bir süre top
lumsal bir erdem olarak görüldü. Bu kadınlar, dünyanın
çeşitli yerlerinde Yaratıalarını, cinsiyetlerinin doğal işlev
lerinden ve hassas insan ilişkilerinden feragat ederek farklı
bir şekilde onurlandırmak isteyen kadınlara karşı gösteri
len duygulara benzer biçimde, hayranlık, hürmet ve acıma
duygularından oluşan bir karışımla ödüllendirildi. İnsanın
budalalığı böylece zıt uçlarda; hem muzır hem de içler acı
sı olanda eşit bir çıkış noktası bulmaktadır.
Paphos'ta dini fahişelik geleneğinin Kral Kinyras tara
fından başlatıldığı24 ve ilk kez Afrodit'in gazabını üstlerine
çektikleri için yabanalarla ilişkiye giren ve son günlerini
Mısır' da geçiren, Adonis' in kızkardeşleri olan kızları tara
fından uygulandığı belirtilmektedir.25 Bu gelenekte Afro
dit'in gazabı muhtemelen, kendi ahlak duygusunu sarsan
bu uygulamayı tanrıçaya inananların düzenli olarak uygu
ladığı bir fedakarlık olarak görmekten çok tanrıçanın ver
diği bir ceza olarak gören bir otorite tarafından daha sonra
eklenen bir niteliktir. Her koşulda bu öykü sıradan kadın
lar gibi Paphos prenseslerinin de bu geleneğe uymak zo
runda olduğunu göstermektedir.
" İ skenderiyeli Klemens, Protrept. ii. 13, s. 12, (ed.) Potter; Amobius, Ad
versus Nationes, v. 19; Firmicus Matemus, De errore profanarum religionum,
10.
25 Apollodoros, Bibliotlıeka, iii. 14. 3.
55
Kinyras'ların efsanevi kraliyet tarihi ve ruhani aileleri
son derece öğreticidir. Kilikya'ya göç eden Sandacus adlı
bir Suriyelinin, Hyria kralı Megassares'in kızı Pharnace ile
evlenerek Kelenderis kentini kurduğu söylenmektedir.
Buna göre karısı ona bir oğul, yani Kinyras'ı verdi. Kinyras
bir zaman sonra yanında bir grup insanla denizi geçerek
Kıbrıs'a ulaştı; orada adanın kralı olan Pygmalion'un kızı
Metharme ile evlendi ve Paphos'u kurdu.26 Bu efsanelerde
kadın soyundan geçen ve soydan prenseslerle evlenen er
kekler, bazen de yabanalar, tarafından yönetilen Kilikya
ile Kıbrıs'taki krallıkların anıları yer alıyor gibi görünmek
tedir. Paphos'taki tapınağın kurucusunun aslında Kinyras
olmadığına işaret eden bazı göstergeler de mevcuttur. Da
ha eski bir gelenek kurucunun, bazılarının kral, bazıları
nınsa bizzat tanrıça olarak gördüğü Aerias diye biri oldu
ğunu söylemektedir. Öte yandan Kinyras ya da onun Pap
hos'taki torunları bazı rakiplerle uğraşmak zorundaydı.
Bunlar soylarını Kilikyalı kahine; Tamiras'a dayandıran bir
kahinler sülalesi olan Tamiraslardı. İlk başlarda törenlere
her iki aile birlikte başkanlık yapıyordu, ancak bir süre
sonra Tamiraslar başkanlığı Kinyraslara bıraktılar. Hane
danlığın kurucusu olan Kinyras hakkında birçok öykü an
latılmaktadır. Kral olmasının yanı sıra Afrodit'in rahibiydi
ve zenginliği bir deyime bile konu olmuştu. Torunlarına
yani Kinyraslara zenginliğini ve unvanlarını miras bırak-
26
Apollodoros, Bibliotheka, iii. 14. 3. Kilikya'nm güney kıyısında bulunan
Kelenderis'in tahkimli bir yarımadayla korunan küçük bir limanı vardı.
Birçok eski mezar son dönemlere kadar varlığını korumuş olmakla bir
likte artık çoğu kaybolmuştur. Konstantinopolis' ten Kıbrıs'a gelen Türk
gemileri bu limanı kullanırdı. Son durum ve kalıntılar için bkz. F. Bea
ufort, Karmania, (Londra, 1817), s. 201; W. M. Leake, /ourna/ of a Tour in
Asia Minor (Londra, 1824), ss. 1 14-1 1 8; R. Heberdey ve A. Wilhelm, "Rei
sen in Kilikien," Denkschriften der kais. Akademie der Wissenschaften, Philo
sopfı .. -historiscfıe Classe, xliv. (1896) No. vi. s. 94. Paphos'taki Afrodit tapı
nağının Truva savaşından sonra Kıbrıs'ta bir koloni kuran Arkadyalı
Agapenor tarafından inşa edildiği şeklindeki açıklama kesinlikle geçer
siz kabul edilebilir.
56
mışh; her halükarda, Paphos'ta krallık yapmışlar ve tanrı
çaya rahip olarak hizmet etmişlerdi. Kinyras da dahil ol
mak üzere tümü tapınağa gömülmüştü.27 Ancak M.Ö. 4.
yüzyıla gelindiğinde aile gerilemeye başlayarak yok olma
nın eşiğine gelmişti. Büyük İskender adaletsiz ve kötü
davranan bir Paphos kralını sürünce, elçileri kralın yerine
Kinyras soyundan gelen birilerini aramaya başlamışh. So
nunda elçi onlardan birini yoksulluk içinde yaşarken ve
ekmeğini bostancılık yaparak kazanırken bulmuştu. Kralın
elçileri, taa efendilerinin elinden giydirmek üzere onu Bü
yük İskender'in yanına götürmeye geldiklerinde bahçe su
lamaktaydı.28 Ancak hanedanın yok olmasına karşın, kral
ların ve sıradan insanların armağanlarıyla zenginleşen tan
rıçanın tapınağının ünü Roma dönemine kadar sürdü. Mı
sır kralı Ptolemy Auletes M.Ö. 57' de halkı tarafından sürü
lünce, Cato tahtla birlikte kaybettiği para ve saygınlığı tela
fi etmek üzere kendisine Paphos rahipliğini teklif etti.
Bu rahip kralların atası ve Adonis'in babası olan Kinyras
için anlahlan öykülerden bazıları dikkat çekicidir. Bunlar
dan birincisi, oğlu Adonis'in, beyaz giyimli kadınların ha
sadın ilk ürünü olarak buğdaydan taçlar sunduğu ve do
kuz gün boyunca katı bir cinsel oruç tuttuğu bir buğday
45, s. 40, (ed.) Potter; Amobius, Adversus Nationes, vi. 6. Paphos kralları
nın aynı zamanda tanrıçanın rahipleri olduğuna dair yazarların ifadeleri
dışında başka bir kanıt da bölgede bulunan yazıtlardır. Bkz. H. Collitz,
Sammlung der griechischen Dialektinschriften, i. (Göttingen, 1884), s. 22, No.
38, 39, 40. Bu yazıtlarda tanrıçanın unvanı Kraliçe veya Sahibe'dir. Bu
muhtemelen Sami dilindeki Baalat'ının karşılığıdır.
'" Plutarkhos, De Alexandri Magni fortuna aut virtute, ii. 8. Bahçıvan kralın
adı Alynomus'tu. Kinyras sülalesinin Makedonya dönemine kadar sür
düğüne dair kanıtlardan biri de Eski Paphos'ta bulunan ve Kinyrasların
başı Ptolemy'nin oğlu olan Demokrates adlı biriyle eşi Eunike'in kızları
nın bir heykelini Paphos Afroditi'ne adadıklarını anlatan bir Yunan yazı
lıdır. Anne-babaların kız veya oğullarının heykellerini Paphos'taki tanrı
�·aya adaması yaygın bir uygulamaydı. İngiliz arkeologları kaidelerinde
yazıtlar bulunan bu türden çok sayıda heykel bulmuşlardır. Bkz. fournal
of Hellenic Stııdies, ix. (1888), ss. 228, 235, 236, 237, 241, 244, 246, 255.
57
tanrıçası festivalinde kızı Myrrha ile girdiği ensest ilişki
den olduğudur.29 Kızıyla ensest ilişkiye girme vakalarına
birçok antik dönem kralında rastlanmaktadır.30 Bu tür an
latımların temelsiz olmaları ve doğal olmayan şehevi ar
zunun tesadüfi patlamalarına gönderme yapmaları müm
kün gözükmemektedir. Bunların belli özel koşullarda belli
bir nedene bağlı olarak yaşama geçirilen bir uygulamaya
dayandığını düşünebiliriz. Kraliyetin sadece kadın soyun
dan devam ettiği ve buna bağlı olarak kralın ancak gerçek
hakim olan soydan gelen prenseslerle evlenmek suretiyle
tahta geçebildiği ülkelerde prensin, aksi halde başka bir
adama ve belki de bir yabancıya gidecek olan tahta otura-
29 Ovidius, Metam. x. 298 vd.; Hyginus, Fab. 58, 64; Fulgentius, Mytholog.
iii. 8; Lactantius Placidius, Narrat. Fabul. x. 9; Servius'un "Virgilius, Ec/. x.
1 8 ve Aen. v. 72"ye şerhi; Plutarkhos, Paral/ela, 22; "Theokritus, i. 107"e
şerh. Ensest ilişkinin yaşandığı festivali anlatan kişi Ovidius idi (Metam.
x. 431 vd.). Ovidius'un kaynakları muhtemelen, Plutarkhos'un (a.y.) öy
künün kaynağı olarak gösterdiği Yunan yazar Theodorus'un yazdığı Me
tamorphoses idi. Söz konusu festival muhtemelen, kadınların iffetlerini
korumak zorunda olduğu Thesmophoria idi. "Nikandros, Ther. 70
vd.''na şerh; Plinius, Nat. Hist. xxiv. 59; Dioscorides, De Materia Medica, i.
134 (135); bkz. Aelianus, De natura animalium, ix. 26). Bkz. E. Fehrle, Die
kultische Keuschheit im Altertum (Giessen, 1910), ss. 103 vd., 1 21 vd., 151
vd. Antik dönemde Kıbns'ın buğdayı ve ekmeği ünlüydü. Bkz. Eshilos,
Suppliants, 549 (555); Hipponax, alıntılayan Strabon, viii. 3. 8, s. 340; Eu
bulus, alıntılayan Athenaeus, iii. 78, s. 1 1 2; E. Oberhummer, Die insel Cy
pern, i. (Munich, 1903) vd. 274 vd. Diğer bir öyküye göre Adonis, Kıbrıs
kralı Theias'ın kızı Myrrha ile girdiği ensest ilişkinin bir meyvesiydi.
Bkz. Apollodoros, Bibliotheka, iii. 14. 4 (Panyasis'i kaynak göstermekte
dir); Antoninus Liberalis, Transform. 34 (Lübnan Dağı'ndaki sahneyi an
latan kişi). Metinde söz edilen taçlan Romalı Arval Kardeşliğinin kutsal
işler yaparken giydiği ve tanrıça suretlerine de giydirilen taçlara ben
zetmek mümkündür. Bkz. G. Henzen, Acta Fratrum Arvalium (Berlin,
1874), ss. 24-27, 33 vd. Bkz. Pausanias, vii. 20. 1 . vd.
30 Hyginus, Fab. 253, bu türden benzer örnekler vermektedir. Bunlardan
58
bilmek için kendi kız kardeşiyle evlenmesine sıkça rast
lanmaktadır.31 Kişinin kızıyla ensest ilişkiye girmesinin ar
dında da aynı soy kuralı olamaz mı? Çünkü böyle bir yö
netimde, eşinin yani kraliçenin ölmesi halinde kralın tahtı
bırakması gerekecektir, zira tahta çıkışının tek dayanağı
onunla gerçekleştirdiği evliliğidir. Bu evlilik bittiğinde taht
hakkı da onunla birlikte sona erecek ve hemen kızının ko
casına geçecektir. O yüzden kral eşinin ölümünden sonra
tahtta kalmaya devam etmek istiyorsa, bunu meşru yoldan
yapmanın tek yolu kızıyla evlenmek ve daha önce annesi
üzerinden elde edilen unvanı bu kez onun üzerinden elde
tutmaktır.
Bu bağlamda, Roma'da Flamen Dialis'in, eşi Flamini
ca'nın ölümü üzerine rahiplik makamını boşaltmak zo
runda kaldığını hatırlamakta yarar vardır. Eğer Flaminica
ikilinin daha önemli tarafı olmuş ve Flamen de makama
onunla evliliği sayesinde gelmiş olsaydı kural anlaşılabi
lirdi. Başka bir yerde Flamen ve eşinin, Jüpiter ve Juno ya
da Dianus ve Diana rolünü oynayan eski rahip kral ve kra
liçeler çizgisini temsil ettiğini varsaymak için nedenler bu
lunduğunu söylemiştim.32 Eğer bu varsayım doğruysa,
eşinin ölümü üzerine onu rahiplikten çekilmeye mecbur
bırakan gelenek, temsil ettikleri iki ilahi varlıktan tanrıça
nın, yani Juno ya da Diana'nın aslında daha üstün olan ta
raf olduğunu kanıtlar görünmektedir. Ancak Roma' da tan
rıça Juno her zaman önemsiz taraf olmuştu; Nemi' deyse
yaşlı ikizi Diana son derece güçlü olup, eşini yani Dianus
ya da Virbius'u gölgede bırakmaktaydı. Dolayısıyla Fla
minica'run Flamen'e göre üstün olduğuna işaret eden bir
kural ikilinin tanrısal kökenlerinin Jüpiter ve Juno' dan çok
Dianus ve Diana olduğunu; aynca Roma' da Jüpiter ve Ju-
59
no'nun baba-soyluluğu ya da kocanın kansına üstünlüğü
nü temsil ederken, Nemi'deyse Dianus ve Diana'nın eski
anne-soyluluğu ya da miras konulannda kannın kocasına
üstünlüğünü temsil ettiğini göstermektedir. Bu durumda,
Roma' da krallığın ilk başlarda plebyen bir kurum olduğu
ve kadın tarafından geldiği şeklindeki iddiamda33 haklıy
sam eğer, o zaman Nemi' deki Diana tapınağını inşa ettiren
halkın da Romalı krallar gibi pleb kökenli olduğu ve bü
yük bir Baba Tanrı'ya değil de büyük bir Ana Tanrıça'ya
taptıkları; Ana Tannça'nın analık işlevlerinin ağaçlık tepe
lerdeki eski tapınağında bulunan adaklar tarafından kanıt
landığı sonucunu çıkarmamız gerekir. Öte yandan, daha
sonra ülkeyi işgal eden patrisyenler beraberlerinde katı bir
baba-soyluluk getirmiş ve Anne Juno'dan çok daha Baba
Jove'ye bağlılıklarını sunmuşlardı.
Flamirıica ile kocası Flamen arasındaki ilişkiyi bir nokta
ya kadar miras ve din konularında eski anne-soylu ilişkiyi
günümüze kadar sürdüren Assamlı Khasilerde de görmek
mümkündür. Çünkü bu halklarda topluluğun refahı için
ölen ataların hoşnut edilmesi gerekmekte olup ataları ara
sında en fazla saygı gösterdikleri klanın en eski kadın ata
sıdır. Bu çerçevede, kurban törenlerinde rahiplere bir rahi
be eşlik etmelidir; hatta bizlere rahibin sadece rahibeye
yardım işlevi gördüğü ve rahibenin "kesinlikle bütün dini
törenlerin rahibe tarafından düzenlediği anaerkil dönemin
bakiyesi olduğu" söylenmiştir. Görünüşe bakılırsa, rahibin
rahibenin kocası olması gerekmemektedir; ancak her böl
genin adaklar sunulan kendi tanrıçasına sahip olduğu
Khyrim Eyaleti'nde rahibe rahibin annesi, kız kardeşi, ku
zeni ya da anne tarafından bir akrabası olabilir. Kurban tö
renlerini düzenlemek onun görevidir, onun katkısı olma
dan kurban töreni düzenlenemez. Bu durumda, eski Ro
malılarda tanrıçanın ya da ilahi kadın ataların tanrıdan ya
da ilahi atadan üstün olması gibi, burada da rahibenin ra-
33 Tlıe Magic Art and tlıe Evo/ııtion of Kings, ii. 268 vd.
60
hipten üstün olduğunu görmekteyiz. Yine Roma' da oldu
ğu gibi burada da rahip, kutsal görevlerini yerine getirir
ken yardım alabileceği meşru ilişkide olduğu bir kadın
yoksa görevini bırakmak zorundadır.
Bunun dışında, Jüpiter ve Juno'nun temsilcileri olarak
Roma'da Flamen ve Flaminica'nın, doğanın güçlerinin be
reketini sürdürmek üzere her yıl Kutsal Bir Evliliği kutla
mış olabileceği varsayımında bulunmuştum.34 Hindis
tan'da hala uygulanmakta olan benzer bir gelenekle bu
varsayımı desteklemek mümkündür. Bengal'de ilkel bir
dağ kabilesi olan Oraonlarda Güneş'le Dünya'nın evliliği
nin Güneş tanrısı ile Dünya tanrıçasını temsil eden bir ra
hip ve rahibe tarafından her yıl nasıl kutlandığını görmüş
tük.35 Kutsal Evlilik töreni halkı ve yerel dinlerini yakın
dan tanıyan bir Cizvit misyoner tarafından ayrınhlı olarak
tarif edilmişti. Ayin sal ağacının çiçek açtığı Mayıs ayında
düzenlenmekte olup festivalin yerel dildeki adı (haddi)
ağacın çiceğinden gelmektedir. Yılın en büyük festivalidir.
"Festivalin amaa Güneş-Tanrı (Bhagawan) ile Dünya
Tannçanın (Dharti-mai) mistik evliliğini kutlayarak anlan
bol ve güzel hasat vermeye teşvik etmektir." Aynı zaman
da köyün bütün küçük tanrı veya şeytanlarının da gönlü
alınmış ve böylece Güneş Tanrı ile Dünya Tannça'nın ya
rarlı faaliyetini engellemelerinin önüne geçilmiş olur. Fes
tival gününün arefesinde kimse tarlasını sürmez; birkaç
köylünün eşlik ettiği rahip kutsal koruda bakım yapıp da
vul çalarak bütün görünmez konuklan ertesi gün kendile
rini bekleyen festivale davet eder. Ertesi sabah, çok erken
bir saatte, horozlar ötmeden bir rahip yardıması yeni bir
toprak çömlekle sessizce kutsal kaynağa giderek su aşırır.
Bu kutsal su hasat için her türlü kutsamayı barındırır. Ra
hip kutsal su için çeşitli renklerde pamuk iplerle çevrilmiş
olan evinin ortasında bir yer hazırlamıştır. Su o kadar kut-
.-..ı The Magic Art and the Evolution of Kings, ii. 191 vd.
" The Magic Art and the Evolution of Kings, ii. 148.
61
saldır ki, rahibin evine girmeden önce üstüne düşebilecek
bir kem göz onu tamamen kirletip bütün özelliğini bozabi
lir. Rahip yardıması sabahleyin ev ev dolaşıp kurbanlık
toplar. Öğleden sonra bütün halk kutsal koruda toplanır
ve rahip kurban törenini yerine getirmek üzere gelir. İlk
kurbanlar Güneş Tanrı için kurban edilecek beyaz bir ho
rozla Dünya Tanrıça için kurban edilecek siyah bir tavuk
tur; festival bu iki ilahi varlığın evliliği olduğundan, bu iki
kümes hayvanı ebediyete gitmeden önce kendileri için bir
evlilik töreni düzenlenir. Ayrıca hpkı insan evliliğinde ge
linle damada al renk sürülmesi gibi iki hayvana da al renk
sürülür; yine kurban töreninin düzenlediği noktada, sanki
gerçek bir gelinmiş gibi toprağa da bir allık sürülür. Bunu
küçük tanrılar için düzenlenen kümes hayvanı ve keçi
kurbanları izler. Kurbanların bedenleri köy çocukları tara
fından toplanarak aynı yerde pişirilir; bütün başlar kur
banları kesenlere gider. Alabildiklerini alan tanrılar arhk
şu veya bu şekilde hoşnut edilmişlerdir. Bu arada rahip
yardımcısı sal ağacından çiçek toplamış ve bunları kurban
alanının çevresine dizmiştir. Ayrıca rahibin evinde duran
kutsal suyu da almışhr. Daha sonra bir tören alayı düzen
lenir ve rahip zafer çığlıkları arasında evine taşınır. Eşi ev
de rahibi beklemektedir; rahip gelince ikili evlilik töreni
yapar ve "Güneş-Tanrı ile Dünya-Tanrıçanın mistik evlili
ğini temsil edecek şekilde" birbirlerine al renk sürerler. Bu
arada köyün bütün kadınlan ellerinde birer harman sa
vurma sepeti, kendi evlerinin kapı eşiğinde beklemektedir.
Sepetin içinde iki fincan vardır. Biri kutsal su için boş tutu
lurken, ötekinde kutsal adama sunulacak pirinç birası bu
lunmaktadır. Kutsal adam uğradığı her kapıda çiçek ve
kutsal su dağıtarak kadınlan hoşnut eder ve onları "Oda
larınız ve ambarlarınız pirinçle dolup taşsın ki rahibin adı
yücelsin," şeklindeki dualarla zenginleştirir. Her kapıya
bıraktığı kutsal su, ertesi yıl ekilmek üzere bekletilen to
humların üstüne serpilir. Rahip ev sahibesine yaptığı bere
ket duasının ardından birayı kafasına diker; bu dua ve içki
62
alemi her evde tekrarlanınca rahip doğal olarak köyün son
evine gelene kadar sarhoş oluverir. "Bu arada köydeki
herkes rahibi takip edip pirinç birası içtiği için köyün bü
tün şeytanları serbest kalır ve ortalığı tarif edilemeyecek
bir sefahat manzarası kaplar; bütün bunların amacı Gü
neş'le Dünya'yı daha bereketli olmaya teşvik etmektir."36
Dolayısıyla, antik dönemde ahlak dışı ilişkinin toprağın
bereketini artırdığına inananlar sadece Kıbrıs ve Batı Asya
halkları değildi.37
Kinyras'ın aşırı yakışıklılığıyla ünlü olduğu ve Afrodit'in
kendisine çok kur yaptığı söylenmektedir. Sonuç olarak,
araştırmacıların da gözlemlediği üzere, Kinyras bir bakıma
çabuk öfkelenen tanrıçanın da gönlünü kaptırdığı yakışıklı
oğlu Adonis'in bir kopyasıydı. Dahası, Afrodit'in Paphos
kraliyet hanedanının iki üyesine olan aşkıyla ilgili bu öy
küler, Afrodit'in suretine aşık olup yatağına alan Kıbrıs'ın
Fenikeli kralı Pygmalion hakkında anlatılan efsaneden ba
ğımsız değildir.38 Pygmalion'un Kinyras'ın kayınpederi
olduğunu, Kinyras'ın oğlunun Adonis olduğunu ve farklı
kuşaklardan gelen bu üç erkeğin de Afrodit'le aşk ilişkisi
ne girdiğini düşündüğümüzde, Paphos'un eski Fenikeli
krallarının ya da bunların oğullarının sadece tanrıçanın
rahipleri olmakla kalmayıp aynı zamanda onun sevgilileri
oldukları, başka bir deyişle resmen Adonis rolünü oyna
dıkları sonucuna varmaktayız. Her halükarda Kıbrıs'ı yö
neten kişinin Adonis olduğu söylenmekte ve adanın bütün
"' P. Dehon, "Religion and Customs of the Uraons", Memoirs of the Asiatic
Society of Bengal, vol. 1, no 9 (Kalküta, 1906).
·17 Detaylı bilgi için bkz. The Magic Art and the Evolution of Kings, ii. 97 vd.
111 Amobius, Adversus Nationes, vi. 22; İskenderiyeli Klemens, Protrept. iv-
63
Fenikeli krallarının oğullarının Adonis unvanını taşıdığı
kesin görünmektedir.39 Bu unvanın "efendi"den başka bir
anlama gelmediği doğrudur; ancak Kıbrıslı prensleri aşk
tanrıçasına bağlayan efsaneler, bu kişilerin Adonis'in insa
ni asaletini ve tanrısal doğasını sahiplenmeye çalışhklarına
işaret etmektedir. Pygmalion öyküsünde, kralın Afrodit ya
da daha doğrusu Astarte tasviriyle evlendiği bir kutsal ev
lilik töreninden söz edilmektedir. Bu durumda öykü bir
anlamda sadece tek bir erkek için değil, bir dizi erkek için
de geçerli demektir. Eğer Pygmalion genel olarak bütün
Sami krallarının ve özellikle de Kıbrıslı kralların kullandığı
bir adsa, aynı şey Pygmalion için daha da geçerlidir. Her
halükarda Pygmalion, kız kardeşi Dido'nun kaçtığı ünlü
Sur kralının adı olarak bilinmektedir; Büyük İskender dö
neminde hüküm süren Kıbrıs'taki Kition (Citium) ve Ida
lium krallarından birinin adı da Pygmalion idi; ya da daha
doğrusu Yunanlar tarafından Pygmalion' a dönüştürülen
bir Fenike adı olan Pumiyathon idi.40 Ayrıca Pygmalion ve
Astarte gibi adların Kartaca' da bir mezarda bulunan alhn
madalyonun üzerindeki Kartaca yazısında birlikte görül
düklerini hahrlatmakta yarar var; yazıda kullanılan karak
terler çok eskidir.41 Paphos'ta dini fahişelik kurumunun
64
Kral Kinyras tarafından başlahlarak kızlan tarafından uy
gularunası geleneğine gelince, buradan Paphos krallarının,
bir heykelle evlilikten daha az masum bir yöntemle, kutsal
güvey rolünü oynadığı; belli bazı festivallerde kralların,
tapınağın kutsal fahişelerinden biriyle veya birden fazla
sıyla ilişkiye girmek zorunda olduğu sonucunu çıkarabili
riz. Eğer böyleyse, Hıristiyanlığın kurucuları tarafından di
le getirilen, Kinyras'ın taptığı Afrodit'in herkesin yarar
landığı bir fahişe olduğu şeklindeki suçlama42 sanıldığın
dan daha gerçek demektir. Bu birlikteliklerin meyveleri
tanrının oğullan ve kızlan unvanını alacak ve bir süre son
ra tıpkı kendilerinden önceki anne ve babaları gibi tanrı ve
tanrıçaların anne-babaları olacaklardır. Bu çerçevede Pap
hos ve fahişelik uygulamasının bulunduğu büyük Asya
tannçalannın muhtemelen bütün tapınakları da insan tan
rılarla, ilahi kralın eşlerinden, cariyelerinden ve tapınak
fahişelerinden olan olan çocuklarıyla dolu olmalıdır. Bun
lardan herhangi birinin tahtta babasının yerini alması43 ya
da zaman zaman olduğu gibi, savaşın gerginliğinin veya
başka nazik durumların kraliyet ailesinden birinin ölümü
nü gerektirmesi halinde onun yerine kurban edilmesi
mümkündür. Zaman zaman ülkenin iyiliği adına kralın
evlatlarına getirilen bu yükümlülük ilahi kuşağı bitirmedi
ği gibi babalık şefkatini birçok evladı arasında paylaştıran
babanın kalbini de kırmamaktaydı. Her durumda, Sami
krallar aynı zamanda soydan gelen tanrılar olarak kabul
edildiğine göre, sahiplerinin bir tanrının oğlu veya kızı, kız
65
veya erkek kardeşi, anne veya babası olduğunu gösteren
Sami adlarının sıkça kullanılmasını anlamak kolaydır. Do
layısıyla bazı araşhrmaalar gibi sözcüklerin doğrudan an
lamı dışında bir anlam aramaya gerek yoktur.44 Bu yorum
Mısır' da kullanılan benzer ifadeler tarafından da doğru
lanmışhr; çünkü kralların kutsal kabul edilip tapınıldığı
Mısır' da kraliçeye "tanrının kansı" ya da "tanrının anası"
denirken, sadece kralın gerçek babası için değil aynı za
manda kayınpederi için de "tanrının babası" unvanı kulla
nılmaktaydı. Aynı şekilde, Samilerde kızını kraliyet hare
mine gönderen bir adamın kendisine "tanrının babası"
demesine de izin verilebiliyordu.
Adından yola çıkacak olursak Kinyras adını taşıyan Sami
kralı da Kral Davut gibi bir harpçı idi; Kinyras adı Yunan
ca "lir" anlamına gelen cinyra ile doğrudan bağlanhlı olup,
bu da Sami dilindeki 'kinnor'dan yani Davut'un Şaul'un
önünde çaldığı enstrüman olan lirden gelmektedir. Bura
dan da Kudüs'te olduğu gibi Paphos'ta da lir ya da harp
çalmanın sadece vakit geçirmek için yapılan bir uğraş ol
mayıp, dini hizmetin bir parçası olduğu ve tanrıyı hoşnut
etmeyi amaçladığı sonucuna varmak yanlış olmayacaktır.
Kudüs'teki tapınakta düzenli görev yapan din adamları
harp, çenk ve zillerin sesiyle kehanette bulunmaktaydı; an
laşıldığı kadarıyla, peygamber olarak adlandırabileceği
miz, düzenli görev yapmayan din adanılan da kendilerin-
44Kişinin bir tanrının babası olduğunu ima eden adlar Samiler üzerine
çalışan seçkin araşhrmacıların kafasını karıştırmıştır. Bkz. W. Robertson
Smith, Religiım of the Semites, s. 45, dipnot 2. T. Nöldeke, Encyclopaedia
Biblica, iii. 3287 vd., "Names" maddesi; W. W. Graf Baudissin, Adonis und
Esmun, ss. 39 vd., 43 vd. Bu tür adlardan bazıları şunlardır: Abi-baal
("Baal'in babası"), Abi-el ("El'in babası"), Abi-jah ("Yehova'nın babası")
ve Abi-melek ("bir kralın babası" ya da "Molok'un babası"). Metinde or
taya konan hipoteze göre bir tanrının babasıyla bir tanrının oğlu tam
olarak aynı temele dayanmakta olup, aynı kişi her ikisi de olabilmekte
dir. Babanın oğluna göre adlandırıldığı yerlerde (Taboo and the Perils of
the Soul, ss. 331 vd.) kutsal bir kral ileri yaşlarda genellikle "şu şu tanrı
nın babası" olarak adlandırılmaktaydı.
66
den geçmek için aynı şekilde bu enstrümanlardan yarar
lanmaktaydı. Bu çerçevede, yüksek bir yerden ellerinde bir
çenk, zilli def, kaval ve bir harpla inen ve bu sırada keha
netlerde bulunan peygamberlerden söz edildiğini görmek
teyiz.45 Yine, Yahuda ile Efraim'in birleşik güçleri düşma
nın peşinden ıssız Moab' ı geçerken, üç gün boyunca su bu
lamayarak hem kendileri hem de yük hayvanları susuz
luktan ölme noktasına gelir. Bunun üzerine, orduyla birlik
te olan peygamber Elişa bir ozan çağırarak enstrüman
çalmasını emreder. Peygamber müziğin etkisi alhnda as
kerlere, yürüyüş yolunun üstünde bulunan susuz vadi ya
tağının kumlu zemininde çukurlar kazmasını emreder.
Askerler çukurlar kazar ve ertesi gün çukurlar çevredeki
sarp ve ıssız dağlardan gelen yer altı sularıyla dolup taşar.
Peygamberin ıssızlıkta su bulması, yöntemler farklı olmak
la birlikte su arama çubuğuyla su bulan modem insanları
hatırlatmaktadır. Peygamber tesadüfen yurttaşlarına bir
hizmette daha bulunur. Kayalıkların arasındaki sığınakla
rından bakan Moablar kızıl çöl güneşinin suda yansıdığını
görür ve bunun düşmanlarının kam ya da belki de kanının
işareti olduğunu düşünerek cesaretlerini toplayıp kampa
saldırırlar ve yenilerek katledilirler.46
Yine, Şaul'un kasvetli zihnini zaman zaman karartan me
lankoli bulutunun kendisine eziyet eden Tanrı'dan gelen
kötü bir ruh olarak görülmesi gibi, dertli düşüncelerini sa
kinleştirip şekillendiren harpın ağırbaşlı nağmelerinin de
kendinden geçen krala Tanrı'run ya da huzur fısıldayan iyi
meleğinin sesi gibi gelmiş olması mümkündür. Günü
müzde dahi müziğin büyüsü karşısında son derece duyarlı
olan büyük bir dini yazar, kanı kaynatıp kalbi yumuşatan
müzik notalarının sadece içi boş basit sesler olamayacağını
" 1 Samuel x. 5.
'" 2 Krallar iii. 4-24. Bu mucize için bkz. W. Robertson Smith, The Old Tes
lııment in the fewish Church, (Londra ve Edinburgh, 1892), ss. 146 vd.
Moabların sudaki kızıl ışığı gerçek kandan çok kan işaretine benzettiği
�eklindeki varsayım için Profesör Kennett'e teşekkür ederim.
67
söylemişti; hayır, onlar daha yüksek bir küreden geldiler,
onlar ebedi ahengin dışavurumları, meleklerin sesi, azizle
rin ilahileridir.47 Böylece ilkel insanın kaba hayalleri şekil
değiştirir ve onun cılız, peltek konuşmaları Newman'ın
müzikal yazılarında gürüldeyen bir yansımayla yankılanır.
Aslında müziğin dinin gelişimindeki etkisi ayrıntılı bir
araştırmayı hak eden bir konudur. Çünkü bütün sanatların
en içteni ve en etkileyicisi olan müzik, dini duyguların ifa
desinde olduğu gibi onların oluşmasında ve dolayısıyla ilk
bakışta sadece yönlendirir gibi göründüğü inanan şu veya
bu şekilde değişmesinde de büyük pay sahibidir. Dinin
oluşumunda müzisyen de tıpkı peygamber ve düşünür gi
bi rol oynamıştır. Her inancın kendine uygun bir müziği
vardır ve öğretiler arasındaki farklılıklar müzikal notalara
da yansır. Örneğin Kibele'nin vahşi eğlencelerini Katolik
Kilisesi'nin görkemli ayinlerinden ayıran fark, zillerle def
lerin uyumsuz çatışmasını Palestrina ve Hande}' deki ağır
harmoniden ayıran fark kadar büyüktür. Müzikteki farklı
lıkta başka bir ruh solumaktadır.48
Apollon'u Kinyras'ın arkadaşı yapan efsane, ikisinin de
lire olan tutkularından kaynaklanmış olabilir. Peki ama,
yaylı çalgılarla yapılan müzik Yunan ve Sami ritüellerinde
nasıl bir rol oynamıştı? Müzik, Tanrının insan sözcüsünü
peygamberce bir kendinden geçişe mi itmişti? Yoksa ta
panların etrafında hiçbir kötülüğün girmeye cesaret ede
mediği büyülü bir çember oluşturarak sadece cinlerle şey
tanları kutsal yerlerden ve kutsal hizmetten mi uzak tut
muştu? Kısaca, iyi ruhları çekip kötü ruhları uzaklaştırma
yı mı amaçlıyordu? Hedefi vahiy miydi yoksa şeytan çı
karma mıydı? Elişa ve Davut efsanelerinden ya da yaşam
larından çıkartılan örnekler lir müziğinin İbranilerle birlik-
68
te her iki amaçla da kullanıldığım göstermektedir. Çünkü
Elişa müziği peygamberce bir ruh haline girmek için kul
lanırken, Davut müziğe Şaul'un içindeki kötü ruhu çı
kartmak için başvurmuştu. Öte yandan, eski Yunanlarda
yaylı çalgı müziğinin Apollon ya da diğer kahin tannlann
insan sözcülerinin esrime veya vecd halini doğurmak için
kullanıldığı görülmemektedir. Aksine Yunanların ilgisini
yaylı çalgı müziğinin, flüt müziğinin coşturan etkisinden
farklı olan dinginleştirici ve yahşhrıcı etkisi çekmekteydi.49
Din adamı ya da bahl inançlı insan ağır ve tatlı müziğin
yarathğı zihinsel durumu kötü ruhlardan kurtulmaya,
özetle şeytan çıkarmaya bağlayabilir; lirden söz eden Pin
daros da bu görüşe paralel olarak dünya üzerinde Zeus'a
iğrenç gelen her şeyin müziğin sesiyle titrediğini söyle
mektedir.50 Ancak lirin efsanevi peygamber Orpheus ve
kahin tanrı Apollon ile özdeşleştirilmesi, eski çağlarda lir
melodilerinin gerek İbraniler gerekse Yunanlar tarafından,
yoğun düşsel fantezilerin tanrısal iletişim olarak görülece
ği bir zihinsel coşku durumuna geçmek için de kullanılmış
olabileceğini göstermektedir.51 Müziğin bu olumlu veya
olumsuz, ilham verici veya koruyucu iki işlevinden hangi
sinin Adonis dininde ağır bastığını bilemiyoruz; belki de
ona tapanlann gözünde ikisi arasında belirgin bir fark yok
tu.
Adonis mitinde sürekli gözlenen bir özellik de onun er
ken ve şiddet içeren ölümüydü. Paphos krallan düzenli
olarak Adonis rolünü oynamışsa, o zaman yaşamda oldu
ğu gibi ölümde de bu tanrısal prototiplerini taklit edip et
mediklerini sorgulamamız gerekir. Kinyras'ın sonuyla ilgi
li rivayetler muhteliftir. Bazıları kız kardeşiyle girdiği en-
''' Lir ve flütün Yunan dini ve Yunan düşüncesi üzerindeki etkisi için
bkz. L. R. Famell, The Cults of the Greek States (Oxford, 1896-1909), iv. 243
vd.
·.ıı Pindaros,Pyth., i. 13 vd.
··•Apollon karakterinin müzikal ve kahin yönlerini doğru bir şekilde bir
lt>ştiren Dr. Famell'in görüşü de bu yöndedir (a.g.e. iv. 245).
69
sest ilişki nedeniyle intihar ettiğini düşünmekteydi;52 bazı
larıyla Marsias gibi onun da bir müzik yarışmasında Apol
lon' a yenilerek onun tarafından öldürüldüğünü iddia et
mekteydi.53 Bununla birlikte Anakreon'un öne sürdüğü gi
bi54 yüz altmış gibi ileri bir yaşa kadar yaşamış ise o zaman
gençliğinin baharında ölmüş olduğu kesinlikle söylene
mez. İki öykü arasında bir seçim yapmak zorundaysak, o
zaman antikçağ ölçütlerine göre çok kısa kaçsa da şu meş
hur Thomas Parr'ınkini sekiz yıl aşan bir yaşam sürmüş
olma olasılığından çok şiddet sonucu ölmüş olması daha
muhtemel görünmektedir. Eski çağlarda önemli insanların
yaşam süreleri son derece esnek olup, tarihin çıkarlarına,
tarihçinin keyfine ve hayal gücüne göre uzayıp kısalabili
yordu.
70
iV. Bölüm
Kutsal Adamlar ve Kadınlar
71
kış açısına yöneltilen itirazlardan bazılarını şu şekilde sıra
layabiliriz:
(1) Bu kuram antik dönemde bütün Bah Asya'da uygu
lanan sözkonusu geleneklerin derin dini doğasını açıkla
yamamaktadır. Bu dini doğa büyük bir tanrıçaya adanan
tapınaklarda uygulanan geleneklerden, fahişelikten elde
edilen gelirin o tanrıçaya adanmasından, kadınların fahişe
lik yaparak onu memnun ettiği inancından ve bir erkek
tanrının kendisine bu çerçevede hizmet edilmesini isteme
sinden anlaşılmaktadır.2
(2) Kuram evli kadınların Heliopolis'te ve görünüşe göre
aynı zamanda Babil ve Biblos'ta niçin fahişelik yaphğını
açıklayamamaktadır. Zira otoritelerimiz, yani Herodotos
ve Lukianos Babil ve Biblos'taki uygulamayı anlahrken
bakirelerden değil sadece kadınlardan söz etmektedir.3 Yi
ne Hoşea'dan, İsrail'de de evli genç kadınların tepelerdeki
tapınaklarda kutsal meşe, aselbent, yabanıl fıstık ağaçları
gölgelerinde fahişelik yaptığını öğrenmekteyiz.4 Peygam
ber bu orjilere katılan bakirelerden hiç söz etmemektedir.
Belki bakireler de katılmıştır, ancak onun kullandığı dil bu
konuda hiçbir imada bulunmamaktadır: Hosean sadece
"kızlarınız" dan ve "gelinleriniz" den söz etmektedir. Bura
da eleştirilen hipotez evli kadınların fahişeliğini hiçbir şe-
72
kilde açıklayamamaktadır. Ancak bunun, bazı yerlerde di
ğeriyle aynı sırada yapılan bakirelerin fahişeliğinden ayn
görülmesi mümkün değildir.
(3) Kuram Lidya, Pontus, Ermenistan ve görünüşe göre
bütün Filistin' de görülen, tekrar edilerek ve profesyonelce
gerçekleştirilen fahişelik olgusunu açıklayamamaktadır.
Ancak bu türden devamlılık arz eden fahişelik de kadının
yaşamında bir kez fahişelik yapması uygulamasından ayrı
görülemez. Bu durumda ilk kez yapılan fahişeliği bir şe
kilde, tekrar tekrar yapılanı başka bir şekilde mi açıklaya
cağız? İlk kez yapılanı tamamen seküler, sürekli yapılanı
tamamen dini mi kabul edeceğiz?
(4) Kuram Kedeşim ("kutsal adamlar") ile Kedeşot'un
("kutsal kadınlar") tapınaklarda yan yana olmasını da
açıklayamamaktadır; çünkü bu "kutsal adamlar"ın dini iş
levleri nasıl görünürse görünsün, bu işlevlerin "kutsal ka
dınlar"ınkine benzer olması olasılığı yüksek olup aynı şe
kilde açıklanmaları gerekmektedir.
(5) Üstünde konuştuğumuz hipoteze göre, bakire kızla
rın bakireliğini alan erkeklerin tehlikeli bir hizmet gördük
leri için ödüllendirilmeleri gerektiğini düşünebiliriz. Nite
kim söz konusu uygulamanın yapıldığı yerlerde bunların
emeklerinin karşılığının genellikle ödendiğini görmekte
yiz. Ama Batı Asya' da bunun tam tersi söz konusuydu.
Orada para ödenen kişi erkek değil kadındı; hatta Lid
ya'da ve Kıbrıs'ta bu ödemeler o kadar iyiydi ki, genç kız
lar bu paralarla çeyizlerini bile düzebiliyorlardı.5 Bu da
hizmeti verenlerin erkekler değil kadınlar olduğunu açıkça
göstermektedir. Yoksa erkeklerin hem tehlikeli bir hizmet
verip hem de üstüne para verdiğini mi düşüneceğiz?6
73
Batı Asya geleneklerinin uzak kökenleri her ne olursa ol
sun, bu etkenler tartışma konusu hipotezin varsaydığı böy
le bir güdünün bilinen tarih dönemi içinde görülmesinin
mümkün olmadığını açıkça kanıtlamaktadır. Bütün veriler
bu geleneklerin, uygulandıkları dönemde tamamen dini
yapılı olduğunu göstermektedir, dolayısıyla bunların dini
bir saiki olması gerekmektedir. Böyle bir saiki ise görebil
diğim kadarıyla bilinen bütün olguları açıklayan kuram
ortaya koymaktadır.
Ayrıca görüşlerini eleştirdiğim yazarlara haksızlık et
memek adına, Batı Asya' da kutsal fahişeliğin kaynağının
her zaman tamamen seküler bir nitelik taşımadığını be
lirtmek isterim. Zira öncelikle bu işte kullanılan kişinin ba
zen bir rahip olabildiği kaydedilmektedir; ikinci olarak,
kimi yerlerde, örneğin Roma' da ve Hindistan'ın bazı yer
lerinde bakirelik doğrudan bir erkek tanrının putuna feda
edilmekteydi.7 Bu uygulamaların nasıl bir anlam taşıdığı
son derece belirsiz olup, konuyla ilgili mevcut bilgilerimi
zin kısıtlılığı göz önüne alındığında kesin sonuçlara var
mak yanıltıa olabilir. Tamamen seküler bir önlem gibi gö
rünen şeyin sadece dini bir ayinin bozulmuş bir biçimi ol
ması mümkündür; öte yandan dini ayinin geçmişte, tıpkı
Avustralya aborijinlerinde hala görüldüğü gibi tamamen
fiziksel bir evlilik hazırlığı olması da mümkündür.8 Ancak
böyle bir tarihsel köken olsa bile bu, Batı Asya halkları ta-
74
rafından o çağlarda uygulanan söz konusu geleneklerin sa
iklerini açıklamamaktadır. Bu geleneklerle kurulabilecek
doğru bir paralellik, Hindistan' da ve Afrika' da kendilerini
adayan kadınların bugün de sürdürmekte olduğu kutsal
fahişelik geleneğidir. Bu modem uygulamalar eski gele
neklere de ışık tutabilir.
'' Mysore Hükümeti ahlak dışı olduğu gerekçesiyle bir süre önce bu ge
leneği yasakladı. Bkz. Homeward Mail, 6 Haziran 1909 (Bunu gönderen
General Begbie'ye teşekkür ederim).
75
en az bir kızın tapınak hizmetine adanması gerekir. Coim
batore'de bu kızlardan birinin hizmete alınış ritüeli "bir
tür gerdek törenine benzemektedir. Kutlu bir günde akra
balar davet edilir, dayı ya da onun temsilcisi kızın alnına
alhn bir alınlık takar ve onu taşıyıp toplanan konukların
önündeki bir tahtaya oturtur. Bir Brahman rahip mantralar
okur ve kutsal ateşi (homam) hazırlar. Kızın dayısına yeni
giysiler verilir. Gerçek gerdeklerde mümkünse zengin bir
Brahman, değilse düşük statülü bir Brahman davet edilir.
Brahman'ın davet edilmesinin nedeni, tann suretinden
sonra en önemli kişi ya da onun temsilcisi olmasıdır.
Adam kıza ilk kez iyilik ederken ya da onunla ilk kez bir
leşirken kızın yanına en azından birkaç dakikalığına bir kı
lıç bırakıldığı söylenir." Bu dansçı kızlardan biri öldüğün
de üstüne, bu amaçla tanrı heykelinden alınan yeni bir giy
si giydirilir ve ait olduğu tapınaktan getirilen çiçekler ser
pilir. Ölünün bedeniyle ilgili bütün ayinler tamamlanma
dan tapınak içinde başka hiçbir dini ayin yapılmaz, çünkü
kızın kocası kabul edilen tann heykelinin yas tutan insan
larla birlikte tamamen bu ayin üstünde yoğunlaşması sağ
lanır.10 Mahratta' da bu tür kadınlara "murli" denir. Sıra
dan insanlar zaman zaman bu kadının üstüne tanrının
gölgesinin düştüğüne ve ona sahip olduğuna inanırlar.
Böyle zamanlarda, sahip olunan kadın ileri geri sallanma
ya başlar ve insanlar ayaklarının önüne para bırakıp ondan
kehanetlerde bulunmasını isterler ve dudaklarından dökü
len sözcükleri bazen bilgece kehanetler bazen de budalalık
olarak görürler. Tapınak fahişeliği mesleği sadece kızlar
tarafından yapılmamaktadır. Güney Hindistan'ın Tulava
10
Edgar Thurston, Castes and Tribes of Southern India (Madras, 1909), iii.
37-39. Bkz. aynı yazar, Etnographic Notes in Southern India (Madras, 1906),
ss. 29 vd. Güney Hindistan' da dayı evlilik töreninde babadan daha
önemli bir roldedir. Bkz. örneğin, E. Thurston, Castes and Tribes of Sout
hern India, ii. 497, iv. 147. Gelenek bir erkeğin kendi çocuklannın değil,
onun kız kardeşinin çocuklarının mirasçı kabul edildiği eski anne-soylu
sistemden gelmektedir.
76
bölgesinde dört yüksek kasttan birine mensup olup koca
sından bıkan ya da dul kalan ve dolayısıyla bir daha ev
lenme şansı olmayan bir kadın bekarlıktan usanınca bir
tapınağa gidebilir ve tanrı heykeline sunulan pirinci yiye
bilir. Bundan sonra kadın bir Brahman ise ister tapınakta
isterse tapınağın dışında yaşayabilir. Eğer tapınakta yaşa
maya karar verirse günlük pirinç istihkakı olur. Buna kar
şılık tapınağı süpürmek, tann heykelini yelpazelemek ve
Brahmanlara aşkını sunmak zorundadır. Bu kadınların er
kek çocukları "moylar" denilen özel bir sınıf oluşturur, an
cak "stanika" unvanını almaktan da hoşlanırlar. Çoğu ta
pınak çevresinde takılabilecekleri işler bulup çevreyi süpü
rür, etrafa tezek serpiştirir, tanrıların önünde meşale taşır
ve benzeri tuhaf işleri yaparlar. Bu kutsal yerlere yaklaş
ması yasaklanan bazıları ise ekmeklerini dürüst bir işle ka
zanmak gibi bir zahmete girmek zorunda kalırlar. Kızlarsa
ya anneleri gibi yetiştirilir ya da bir stanika ile evlendirilir.
Brahman kadınları tapınakta yaşamayı tercih etmez, daha
alttaki üç kasttan kadınlarsa saf bir soydan gelen bir erkek
le beraber olur, ancak bunun için tapınağa belli bir yıllık
ödeme yaparlar.11 Travancore'da tapınağa adanan bir
dansçı kıza "dasi", "devadasi" ya da "devaratial" "Tan
rı'nın hizmetçisi" denir. Bir kızın tapınağa nasıl adandığını
ve nasıl yaşadığını aktarmakta yarar var, çünkü kız yaphğı
işin temel yanını anlatmamakla birlikte tanrıyla evlendiği
fikrini açıkça ortaya koymaktadır. "Bir devaratial'in evlen
mesi demek sıradan aile yaşamından vazgeçip kendisini
Tanrı hizmetine adaması demektir. Hindu dininin ilk çağ
larında bir Hindu tapınağında çalışan devadasi ile hastane
de çalışan hemşire ya da manastırda çalışan rahibe eşit öl
çüde saygı görürdü. Dasfnin adanma evliliği töreninde
namussuz bir yaşamın tam tersi bir geçmişi işaret eden un-
78
töreninde elinde lambayla etrafında döner. Geçit törenin
den sonra Jayadeva'nın Gitagôvinda'sından bir veya iki
şarkı ve birkaç gece ilahisi söyler, gece işi böylece tamam
lanır. Artık bu işleri yapamaz hale gelince Tôtuvaikkuka ya
da küpeleri çıkarma denilen özel bir törenle görevden çeki
lir. Maha Raja'nın sarayında düzenlenen bu törenden son
ra kadın bir Tllikkizhavi (yaşlı anne) olur ve kendisine ya
şamını sürdürmesine yetecek kadar ödenek bağlanır. Öl
düğünde cenaze masrafları tapınak tarafından karşılanır.
Ölüm döşeğindeyken ve ölümünden hemen sonra bir ra
hibin katılımıyla tören düzenlenir ve bedeni safran tozuyla
yıkanır."12
'' N. Subramhanya Aiyar, Census of India, 1901, cilt. xxvi., Travancore, Kı
sım i. (Trivandrum, 1903) içinde ss. 276 vd. Hindistan'daki kutsal dansçı
kızlarla ilgili bu ve diğer bölümleri bana aktaran dostum Mr. W. Croo
kl'' a teşekkür ederim.
79
şarkılar ve danslar öğrenir, rahiplere ve rahip okullarının
öğrencilerine fahişelik yaparlar; müritlik süresi bitince de
genel fahişe olurlar. Ancak bu küçültücü bir şey olarak gö
rülmez; bu kadınların tanrıyla evlendikleri varsayılır ve
yaphkları taşkınlıkların alhnda Tanrı'nın yathğı kabul edi
lir. Aslında beraberliklerinin sadece tanrının tapınağındaki
erkek müminlerle sınırlı olması gerekmekle birlikte, uygu
lamada herkesle yatarlar. Bu tür beraberliklerden doğan
çocuklar tanrıya aittir."13 Bu kadınlar tanrının eşi kabul
edildiği için başkalarıyla evlenmelerine izin verilmez. 14
Yine, Afrika'nın bu bölgesinde "Dafi.h-gbi'nin ya da
Dafih-sio'nun kadın Kosio'ları ya da eşleri, rahibeler ve pi
ton tanrı Dafi.h-gbi'nin tapınak fahişelerinin kendi örgütle
ri vardır. Bunlar genellikle çitle çevrilmiş grup halindeki
ev veya kulübelerde birlikte yaşarlar ve adaylar buralarda
üç yıllık kabul sürecinden geçerler. Yeni üyelerin çoğu
üyeliğe kabul edilen genç kızlardır; ancak evli veya bekar,
köle veya özgür herhangi bir kadın da herkese açık bir şe
kilde tanrı tarafından ele geçirilmiş gibi yapmak ve tanrı
tarafından ele geçirilmenin işareti olan sesleri çıkartmak
suretiyle buraya kahlabilir ve düzen tarafından kabul edi
lebilir. Bu şekilde kahlan bir kadın dokunulmazlık kazanır;
adaylık döneminde, bekarsa eğer, anne-babasının evine,
evliyse, kocasının evine giremez. Bu dokunulmazlık bir
yandan kadına yasak tutkularını tahnin ehne fırsatı verir
ken, bazen de zulmedilen köleyi ya da ihmal edilen kadını
efendinin ya da kocanın kötü davranışlarından korur; zira
tanrı tarafından ele geçirilmiş ve kendinden geçmiş gibi
yapması yeterlidir, yani buraya sığınabilir."15 Piton tanrı
bu kadınlarla tapınağında gizlice evlenir, kadınlar da ço
cuklarının babasının o olduğunu söyler; ama aslında ka-
80
dınlar rahiplerle yatmaktadır.16 Bizim amaamız bakımın
dan, toprağın bereketiyle bu kadınların yılanla evlenmesi
arasında yakın bir bağlantı olduğunu vurgulamak önemli
dir. Çünkü yılan tanrı için yeni gelinler aranan mevsim da
rının filizlenmeye başladığı mevsimdir. Ellerinde değnek
ler olan yaşlı rahibeler o mevsimde kendilerini sokaklara
atarak deliler gibi çığlıklar atar ve evlerin dışında bulduk
ları yılan tanrının sekiz ile on iki yaş arasındaki gelin aday
larını alıp götürürler. Böyle zamanlarda dindarlar bazen
tanrıya adanma onuruna erişmesini istedikleri kızlarım
kapıda bırakırlar.17 Hollandalı tacir Bosman bir defasında
kötü sezon geçiren Whydah Kralı'nın öfke saçtığını gör
müştü. Majesteleri "o yıl bereketli bir hasat almak için yı
lan-evine her zamankinden çok armağan gönderdiğini;
(bana gösterdiği) naiplerinden birinin rahipler adına ken
disinden daha fazla armağan istediğini, aksi takdirde kıt
bir yıl geçirmekle tehdit ettiklerini söylediğini; kendisinin
de bu yıl daha fazla armağan vermeye niyetli olmadığını
belirttiğini; yılan bu yıl bereketli bir hasat vermiyorsa bu
nun kendi bileceği iş olduğunu; çünkü tarladaki tahılın
büyük kısmının zaten çürüdüğü için başına bundan daha
büyük bir felaket gelemeyeceğini ifade ettiğini," belirterek
öfkesinin bundan kaynaklandığını söylemişti.18
İngiliz Doğu Afrikası'ndaki Akikuyularda da "Batı Afri
kalı piton tanrıyla eşlerini hatırlatan bir gelenek görülmek
tedir. Büyücü-tabipler bir nehir yılanına tapmak üzere yıl
dan yıla kulübeler inşa edilmesini emrederler. Yılan tanrı,
eş isteyince kadınlar ve özellikle de kızlar bu kulübelere
gider. Burada kadınlarla birlikte olan kişi büyücü-tabiptir.
Gönüllü olarak kulübelere giden kadın sayısı yeterli değil
se, kızlar zorla götürülür. Tahminime göre bu beraberlik-
81
ten olan çocukların babalarının Tanrı olduğu (Ngaı) söyle
nir: Nitekim Kikuyu' da Tanrı'mn çocukları olarak görülen
çocuklar bulunmaktadır."19
Köle Sahili'nin siyahları arasında erkek kosiolar ve kadın
kosiolar vardır; yani adanmış kadınlar ve adanmış erkekler,
rahipler ve rahibeler vardır ve bunlarla ilgili düşünce ve
gelenekler de görünüşe göre aynıdır. Kadınlar gibi erkek
ler de üç yıllık bir çıraklık sürecinden geçerler ve bu süre
nin sonunda her aday tanrının kendisini kabul ettiğini ve
vahye değer bulduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu kişi
bir grup rahip eşliğinde bir tapınağa gider ve orada tanrı
ya ait bir iskemleye ohırur. Sonra rahipler başına mistik bir
bitki özü sürer ve birlikte vahşi bir sesle tanrıya uzunca
yakarırlar. Bu yakarış sırasında genç, tanrı tarafından ka
bul edilmişse şiddetle titremeye, bayılma nöbetleri geçir
meye başlar, ağzından köpükler gelir ve bazen bir saatten
uzun bir süre çıldırmış biçimde dans eder. İşte bu, içine
Tanrı'mn girdiğinin bir kanıtıdır. Genç aday bundan sonra
bir tapınakta hiç konuşmadan yedi gün yedi gece geçirir.
Bu sürenin sonunda dışarı çıkartılır, bir rahip ağzım açarak
artık dilini kullanabileceğini belirtir, kendisine yeni bir ad
verilir ve resmen hizmete başlar. O andan itibaren bir ra
hip ve hizmet ettiği tanrının temsilcisi olur. İlahi vahiy de
nilen o marazi zihinsel coşku anında ağzından çıkan sözler
tanrının sözlerinin bir insanın ağzından çıkmış hali olarak
kabul edilir. Bir rahibin kendinden geçme anında işlediği
suç cezalandırılmaz, çünkü bunun kesinlikle tanrıdan
kaynaklandığı düşünülür. Ancak din adamları o fırsatı o
kadar çok kötüye kullanmıştır ki Kral Gezo döneminde bu
yasanın değiştirilmesi gerekmiştir; buna göre, tanrının içi
ne girdiği sırada vahiy alan suçlu o an için güvende olsa
bile, ilahi ruh kendisini terk eder etmez cezalandırılır. Yine
de genel olarak bu halklarda "rahip ya da rahibe kutsaldır.
19 Elyazması notları, bana ileten (21 Mayıs 1908) yazar Mr. A. C. Hollis'e
teşekkür ederim.
82
Sıradan bir insanın ona el kaldırması veya hakaret etmesi
bir yana, ona yanlışlıkla vurması veya sokakta yanlışlıkla
çarpması bile kabul edilemez. Rahip Bouche, bir defasında
Agweh reisini ziyareti sırasında şefin eşlerinden birinin
dört rahip tarafından eve getirildiğini, yüzünün kanlar
içinde olduğunu ve bedeninde kamçı izleri bulunduğunu
anlatır.20 Kadın yanlışlıkla bir rahibin ayağına bastığı için
vahşi biçimde kamçılanmıştı; şef ağzını açmaya bile cesaret
edememiş, aksine barış nişanesi olarak rahiplere bir şişe
rom ikram etmek zorunda kalmıştı."21
Batıdaki Köle Sahili'nin Ewe dilini konuşan halklarıyla
bunlara komşu olan Altın Sahil'in Tshi dilini konuşan
halklarında adanmış erkek ve kadınlarla, rahipler ve rahi
belerle ilgili gelenek ve inançlar oldukça benzerlik gösterir.
Bu kişilerin içine zaman zaman tanrının girdiğine veya
hizmet ettikleri tanrıdan vahiy aldıklarına inanılır. Bu du
rumdayken kendilerine kahin muamelesi yapılır. Bu kişiler
davul eşliğinde dans ederek kendilerini gerekli coşku du
rumuna sokarlar; her tanrının kendi ilahisi, kendi davul
çalma tarzı ve kendi dansı vardır. Rahip veya rahibe davul
eşliğinde dans ederken gırtlaktan gelen ya da vıraklamaya
benzeyen, duyanların tanrının sesi kabul ettiği bir sesle
kehanetlerde bulunur. Dolayısıyla rahip ve rahibelerin eği
timinde dans önemli bir yer tutar; halkın önüne çıkmadan
önce aylarca dans eğitimi alırlar. Yaşamla ilgili hemen her
konuda bu tanrı sözcülerine danışılır ve hizmetleri için
kendilerine cömertçe ödemeler yapılır.22 "Rahipler de top
luluğun diğer üyeleri gibi evlenebilir ve eş satın alabilir;
ama rahibeler kesinlikle evlenemez ve rahibelerden 'kelle
vergisi' alınmaz. Çünkü rahibeler hizmet ettikleri tanrının
malıdır, dolayısıyla evlenseler olacakları şekliyle bir erke
ğin malı olamazlar. Bu yasak sadece evlilikle sınırlıdır, ra-
83
hibe seks ticaretine devam edebilir. Rahip ya da rahibenin
çocukları ruhbanlık mevkiinde görev yapamaz, bunun için
aradan bir kuşak geçmesi gerekir, yani ancak torunlar o
mesleği yapabilir. Rahibeler genelde seks düşkünü olurlar
ve gelenek, tutkularını şans eseri ilgilerini çeken herhangi
biriyle dindirmelerine izin verir."23 Kalıhmla geçen ruh
banlık makamlarına genelde kendilerini adayan ya da ak
raba veya efendileri tarafından adanan kişiler getirilir. Do
layısıyla erkekler, kadınlar ve hatta çocuklar ruhban sınıfın
üyesi olabilirler. Bir anne ölüm nedeniyle birkaç çocuğunu
kaybedecek olursa, yeni doğacak ilk çocuğunu tanrıların
hizmetine adayabilir; böylece çocuğun yaşamasını teminat
alhna alabilir. Dolayısıyla, çocuk doğunca ruhbanlık göre
vi için ayrılır, büyüyünce annesinin vaadini yerine getirir
ve rahip ya da rahibe olur. Adanan kişi atama töreninde
kendinden geçmek ya da geçmiş gibi yapmak, davulun
ritmiyle çılgınca dans etmek ve tanrının geçici olarak bir
kadın ya da erkeğin bedenine girerek onun ağzından ko
nuşuyormuş izlenimi yaratacak şekilde tuhaf sesler çı
kartmak suretiyle mesleğe olan yatkınlığını kanıtlamak zo
rundadır.24
84
dönemlerde Bah Asya halkları arasında görülen kutsal fa
hişelik geleneğiyle ilgili açıklamalarım özetle bunlardır. İs
ter bakire ister evli ister profesyonel fahişe olsun, tapınak
larda cinsel ilişkiye giren kadınlar, bu sırada toprağın,
ağaçların, erkeklerin ve hayvanların bereketi için büyük
bir bereket tanrıçasını taklit ederlerdi. Kadınlar bu kutsal
ve önemli işlevi yerine getirirken, hpkı Bah Afrikalı kız
kardeşleri gibi içlerine tanrının girdiği düşünülürdü. Bu
hipotez gerçekleri en azından basit ve doğal biçimde açık
lamaktadır; kadınların tanrılarla evlenebileceğini varsa
yarken, Babil' de, Abur ülkesinde ve Mısır' da kabul edilen
bir ilkeye dayarunaktadır.25 Babil' de bir kadın düzenli ola
rak Bel' in ya da Marduk'un tapınak içindeki yüksek bir pi
ramidin tepesinde bulunan yatağında yatardı. Tanrının o
kadını Babil'in bütün kadınları arasından özel olarak seçti
ğine ve yatakta onunla birlikte yathğına inanılırdı. Ancak
Hint ve Bah Afrikalı tanrı eşlerinden farklı olarak, Herodo
tos bu Babil tanrısının eşinin iffetini kaybetmemiş olduğu
nu belirtir.26 Ancak buna kuşkuyla yaklaşmak gerekir;
çünkü Bel'in bu eşleri ya da sevgilileriyle, Marduk'un
Hammurabi kanunlarında sözü edilen eşleri ya da aşıkları
muhtemelen aynıdır. Yasalardan da tanrıların kadın
adanmışlarının anne ve evli olabileceğini biliyoruz. Ba
bil' de Marduk gibi güneş-tanrı Şamaş'ın da kendilerini
onun hizmetine adamış insan eşleri vardı ve hpkı kendile
rini Marduk' a adayanlar gibi onlar da çocuk sahibi olabi
lirdi. 27 Bu Babilli kadınlara kadiştu derunekteydi ki, bu da
İbranicede tapınak fahişeleri için kullanılan kedeşa yani
"adarunış kadın" ile aynı sözcüktür.28 Yasaların bu kutsal
85
kadınlara yapılan herhangi bir saygısızlığı şiddetle ceza
landırdığı doğrudur;29 ancak Bah Afrika örneği bu tip in
sanlara gösterilen resmi bir saygının, ciddi cezalarla daya
hldığında bile kadınların iffetinin bir kanıtı olmadığını
göstermektedir. Mısır'ın Teb kentinde Amon tapınağında
bir kadın yatardı ve tanrının kendisini ziyaret ettiğine ina
nılırdı.30 Mısır metinleri bu kadından ilahi eş olarak söz
etmektedir. Görünüşe göre eskiden bu kadın genellikle
bizzat Mısır Kraliçesi olurdu. Ancak Strabon zamanında
Amon'un bu eşleri ya da o zamanki deyişle cariyeleri soy
lu ailelerden gelen güzel genç kızlar olurdu ve bunlar sa
dece ergenlik dönemine kadar hizmet ederlerdi. Bu hizmet
dönemi boyunca canlarının istediği erkekle özgürce yatar
lardı. Ergenlik döneminden sonra evlenirler ve sanki öl
müşler gibi kendileri için yas töreni düzenlenirdi.31 Bunlar
öldüklerinde özel mezarlara gömülürlerdi.
86
rırun geçici veya kalıcı olarak vücut bulmuş hali olarak,
onun ilahi ruhu tarafından ele geçirilen, onun adına hare
ket eden ve onun adına konuşan bedenler olarak görülmüş
olabilir.32 Nitekim Kafkas Amavutlarındaki Ay Tapına
ğı'nda böyle olduğunu biliyoruz. Tapınak üzerindeki kut
sal kölelerle birlikte geniş topraklara sahipti ve mevki ola
rak kraldan sonra gelen bir yüksek rahip tarafından yöne
tilmekteydi. Kölelerin çoğu tanrıdan vahiy almış olup ke
hanetlerde bulunmaktaydılar; bir defasında bunlardan biri
bu ilahi sarhoşluk halinde, tek başına ormanda dolaşırken
yüksek-rahip kendisini yakalatarak kutsal bir zincirle zin
cirletmiş ve bir yıl boyunca rahatlık içinde yaşatarak ko
rumuştu. Sonra zavallı adam dışarı çıkartılıp üstüne mer
hemler sürülmüş ve diğer kurbanlarla birlikte Ay'a kurban
edilmişti. Kurban tarzı şöyleydi. Bir adam kutsal bir mız
rak alır ve yandan kurbanın kalbine saplardı. Kurban sen
deleyip yere düşerken ötekiler düşüşü yakından izler ve
düşüş şeklinden birtakım işaretler çıkartmaya çalışırlardı.
Ardından ceset sürüklenerek ve taşınarak belli bir yere gö
türülür, bütün arkadaşları onu arındırma mahiyetinde ba
şında dikilirlerdi.33 Bu gelenekte kahinin ya da daha doğ
rusu meczubun gerçek anlamda ay tarafından çarpıldığı,
yani seçilen temsilcisinin ve sözcüsünün kadın değil erkek
olmasından anlaşıldığı üzere Frigyalılar gibi Arnavutların
n Kedeş irn 'in gerçek yapısıyla ilgili bu önemli varsayım için Rahip Prof.
R. H. Kennett'e teşekkür ederim. Eski Ahit'te bu erkeklerden söz edilen
bölümler şunlardır: Yasanın Tekrarı xxiii. 17 (Terat'ta 18); 1 Krallar xiv.
24, xv. 12, xxii. 46; 2 Krallar xxiii. 7; Eyüb xxxvi. 14 (burada kedeşim İngi
lizceye "temiz olmayan" şeklinde çevrilmiştir). Ancak İngilizce Eski
Ahit'teki diğer bölümlerde bu karşılık doğrulanmamaktadır; Euse
bius'un Aph Afka'da düzenlenen günahkar ayinlere yaptığı gönderme
lerden böyle bir anlam çıkarılmış olabilir (Vita Constantini, iii 55; Migne,
Patrologia Graeca, xx. 1 1 20). Eusebius'un burada tanrıçanın onuruna ken
dilerini hadım eden ve sonra da kadın kıyafetleri giyen erkeklerden söz
etmiş olması da mümkündür. Bkz. Lukianos, De dea Syria, 5; ve aşağıda,
ss. 293 vd.
33 Strabon, xi. 4. 7, s. 503.
87
da erkek olduğunu varsaydığı Ay tanrısı tarafından ele ge
çirildiği ya da ondan vahiy aldığı düşünülürdü.34 Bu ne
denle kutsal erkeklerin bulunduğu Batı Asya' daki öteki
tapınaklarda bu dini temsilcilerin, ay çarpmasına uğrayan
Arnavut kahinin kaderini paylaşmasalar bile, benzer bir
kahinlik işlevi görmüş olmaları pekala mümkündür. Bu
Asyalı kahinlerin etkisi sadece Asya ile sınırlı değildir. Si
cilya' da yıkıa Köle Savaşı'nı ateşleyen kıvılom, arkadaşla
rıru Suriye tanrıçası adına silaha sarılmaya teşvik etmek
:ı.ı
Strabon'un Arnavut tanrısını bir tannça olarak düşündüğü doğrudur,
ancak bu sadece ayın dişi olduğu Yunan diline uyarlama çabası olabilir.
35 1 Krallar xx. 41. Afrika'da "rahiplerle rahibeleri toplumun geri kala
nından kolayca ayırmak mümkündür. Bunların saçtan uzun ve dağınık
olurken, kıyı kasabalarındaki kadınlar hariç, diğer sıradan insanların
saçları kısa olurdu . . . . Rahip ve rahibelerin gözlerinin çevresine genellik
le beyaz boya sürülür ya da beyaz renkte takılar, işaretler takılır, yüze,
boyuna, omuz ve kollara beyaz boya sürülürdü" (A. B. Ellis, The Tshi
speakiııg Peoples of the Gold Coast, s. 123). "Dahomi'de ruhbanlar sıradan
yerlilerin taşıdığı kabile dövmelerine ek olarak, kimi çok ayrıntılı olan
88
manda günlük sıradan konularda da hpkı siyahi kardeşleri
gibi İbrani peygamberlere danışılmakta, küçük bir ücret
karşılığında bilgi ve tavsiye beklenmekteydi. Örneğin bir
Zulu kahinine kayıp inekler için danışılması gibi,36 Sa
muel'e de kayıp eşekler için danışılırdı;37 yine su kıtlığı ya
şanınca Eliyasa'nın çubukla yer alh suyu aradığını gör
müştük. Hatta bir peygamberin eski adının, asıl işlevinin
önceden tahmin etme anlamında, esinden çok kehanet ol
duğunu ima eden "bilici/görücü"38 olduğunu öğreniyoruz.
Yine de İbrani tarzı vahiy İsrail'le sınırlı değildi; aslında bu
neredeyse bütün dünyada görülen bir olguydu; birçok
yerde ve birçok zamanda kendinden geçen kadın ve erkek
lerin ağzından bir keşmekeş içinde dökülen vahşice sözler,
ilave işaretler taşırlar, bir uzman bu işaretlere bakarak bir rahibin hangi
tanrıya tapındığını ve düzen içindeki yerinin neresi olduğunu anlardı.
Bu hiyerarşi işaretleri düz ve sarmal çizgilerden, baklava şekilli işaret
lerden, bazen bir timsah ya da bukalemun şeklinden oluşurdu·. Omuzlar
genellikle birbirine yakın noktaya benzer işaretlerle dolu olurdu. Bütün
bu işaretlerin kutsal olduğu düşünülür, sıradan insanların bunlara do
kunmasına izin verilmezdi" (The Ewe-speaking Peoples of the Gold Coast, s.
146). Kahinin omuzlanrun işaretli olmasının nedenine dair bir açıklama
bir Zulu'nun "bir doktorun [büyücü-tabibin] en duyarlı yeri omuzlan
dır. Hissettiği her şey omuzlanndadır. Siyahilerin Amatongo'yu (atala
rın ruhları) hissettiği yer burasıdır," şeklindeki sözlerinde yatmaktadır.
Bkz. H. Callaway, The Religious System of the Amazulu, kısım ii. s. 159. Bu
Afrika öyküleri Zekeriya peygamberin bir İbrani peygamberin nişanlan
olduğunu söylediği (xiii. 6) "kollar arasındaki yaralar"ın (aslında "eller
arasındaki") kutsal konumunun işareti olarak omuzlanna yapılan döv
meler olduğunu göstermektedir. Peygamberin, kendisini sevenlerin
evinde yaralandığı şeklindeki kendi anlahmı da bu varsayımı doğrula
maktadır; zira aynı sevenler sözcüğü Hoşea peygamber tarafından Baa
lim' e uyarlanmıştır (Hoşea, ii. 5, 7, 10, 12, 13).
:ıt. H. Callaway, The Religious System of the Amazulu, kısım iii, ss. 300 vd.
89
o kişilerin içine giren tanrının sözleri olarak kabul edil
mekteydi.39 İbrani tarzı vahyi diğerlerinden ayıran şey, bu
işi yapan birkaç kişinin dehasının bu kaba ama güçlü aracı
temel kullanım biçiminden çıkarıp, yüksek bir ahlak lehine
kullanarak insanlığa paha biçilmez bir hizmette bulunma
sıdır. Bu İsrail için bir gurur kaynağıdır, ancak biz burada
esinin bu yönüyle ilgilenmiyoruz.
Amaamız açısından bizi daha fazla ilgilendiren yan, ilk
İbrani peygamberinin yazılarının bizlere ulaşmasından
yüzyıllar önce Adonis'in kutsal kenti Biblos'ta sıradan
vahyin büyük rağbet görmesidir. Mısırlı seyyah Wen
Amon, Kralın emriyle kenti terk etmek üzere Biblos lima
nında beklerken görevlilerinden ya da uşaklarından biri
nin içine Tanrı'nın ruhu girmiş ve adam kahinvari bir coş
ku içinde Kralın Mısırlı yabanayı tanrı Amon'un gönder
diği bir elçi olarak kabul etmesi gerektiğini söylemişti.40
Oğlanın içine girip onun aracılığıyla konuşan tanrı muh
temelen kentin tanrısı Adonis idi. Bu kraliyet görevlileri
nin mevkileri konusunda bilgimiz yok; ancak kutsal bir
kralın temsilcileri ve tanrı tarafından esinlenmeye eğilimli
kişiler olarak, doğallıkla kendileri de kutsal olmalıdır; hat
ta kutsal köleler ya da kedeşim sınıfından olmaları da
mümkündür. Eğer böyleyse bu da yukarıdaki araşhrmanın
işaret ettiği sonucu, yani peygamberlerle kedeşim arasında
90
temelde büyük bir fark olmadığını; peygamberler için sü
rekli tekrarladığı üzere bunların da "tanrının Adamları"
olduğunu; başka bir deyişle, esinlenmiş kahinlerin, tanrı
nın zaman zaman kendilerinde tezahür ederek ağızların
dan konuştuğu ve kendileriyle eylediği kişiler, kısaca tan
rının geçici olarak yeniden doğmuş hali olduklarını doğru
layacaktır. Ancak peygamberler ülkede serbestçe dolaşır
ken, kedeşim belli bir tapınağa bağlı olmak durumundaydı;
kedeşim'in tapınakta yerine getirdiği görevler arasında, saf
bir ahlak anlayışını benimsemiş insanların bilincini isyan
ettiren görevler de bulunmaktaydı. Bu görevlerin neler ol
duğunu, kısmen tapınağa gelen kadınlardan biri olan
Eli'nin oğullarının davranışlarından,41 kısmen Suriyeli
köylüler arasında bugüne kadar yaşayan "kutsal adam
lar"la ilgili inanç ve uygulamalardan çıkarabiliriz.
Bu "kutsal adamlar"ın "sahtekar değillerse tabi, Suriyeli
lerin mecnun adını verdiği ve cinler ya da ruhlar tarafından
ele geçirildiklerine inanılan, deli diyebileceğimiz insanlar
olduğu söylenmektedir. Bunlar genellikle ya çıplak ya da
pejmürde kıyafetlerle dolaşırlar. Tanrı tarafından sarhoş
edildikleri düşünüldüğü için saygın insanlar, en itibarlı
Müslümanlar dahi onların ağzından çıkan saçma sözlere
bile değer verirler ve cahil Müslüman kadınlar onların
kendilerine yaklaşmasından çekinmez, çünkü onların batıl
inançlarına göre bu insanlar Tanrı tarafından, direnme cü
retini gösteremedikleri ilahi bir otorite tarafından ele geçi
rilmiş kabul edilirler. Böylesi bir rıza gösterme istisnai bir
durum olabilir, ancak bunun basit söylenti olmaktan ileri
geçen bir durum olduğunu gösteren işaretler mevcuttur.
Bu 'kutsal insanlar' seyyahların Kahire' de gördüklerini
söyledikleri dervişlerden ve kendilerine ve başkalarına za
rar vermesinler diye zincire vurulan sıradan delilerden
farklıdır. Bu kişilerin dış görünüşleri ve davranış biçimleri
Hoşea'nın zamanındaki eski "bilicileri/görücüleri" ya da
91
kahinleri hahrlatmaktadır: 'Peygamber budala, ruhsal in
san deli sayıldı"42; Yeremya'nın zamarunda43 kendini pey
gamber ilan eden kişinin ancak bir deli kadar sağlam ol
duğu düşünülürdü."44 Benzerlikleri sürdürecek olursak,
bu berduşların "ayrıca kahinlerin gücüne sahip oldukları
na, geleceği söyleyebildiklerine ve içinde yaşadıkları top
lumu yaklaşan tehlikeler konusunda uyarabildiklerine
inanılmaktaydı."45
Buradan, kadınların "kutsal adamlar"m yakınlaşma ta
lebine boyun eğmelerinin alhnda onlardan çocuk sahibi
olma umudunun yattığı sonucuna varabiliriz. Zira Suri
ye' de ölmüş azizlerin bile kısır kadınları çocuk sahibi ya
pabileceğine hala inanılmaktadır; nitekim kısır kadınların
tapınaklara gitmesinin alhnda bu arzu yatmaktadır. Örne
ğin, Kuzey Filistin' deki Süleyman hamamlarında yerden
sıcak hava fışkırdığı görülür; bu hamamlardan biri olan
Ebu Rabah, çocuksuz kadınların annelik özlemlerini gi
dermek için geldiği bir yerdir. Burada Üzerlerinden sıcak
hava akımı geçiren kadınlar çocuk sahibi olduklarında,
bunun tapmaktaki aziz sayesinde gerçekleştiğine gerçek-
42 Hoşea ix. 7.
43 Yeremya xxix. 26.
44 S. 1. Curtiss, Primitive Semitic Religion To-day (Chicago, New York, To
92
ten inanırlar.46 Ama bu konuda en fazla isim yapan kişi
Aziz Georgios'tur. Aziz Georgios adına tapınak yapılan
her yerde boy gösterir; her tapınakta bir mezarı ya da me
zara benzer bir şeyi vardır. Bu tapınaklardan en ünlüsü
Kuzey Suriye'deki Kal'atü'l-Hüsn'dür. Müslümanlar da
dahil olmak üzere, her sınıftan kısır kadın buraya gelir.
"Kadınlarla bağlantılı olarak bu tapınaktan söz edildiğinde
omuz silkenler görülür. Ama şüphesiz birçoğu buranın
gerçek özelliğinden, yani çoğu insanın en kudretli azizin
kendilerine oğullar verebileceğine inandığından bihaber
dir." "Ancak buranın gerçek özelliği giderek anlaşılmaya
başladı, öyle ki birçok Müslüman kadınlarının buraya git
mesini yasakladı."47
6. Tanrının Oğulları
Yukarıdakine benzer gelenekler bir tek Suriye ile sınırlı
olmayan, kadın ve erkeklerin sadece metafor olarak olarak
değil gerçekte de bir tanrının oğullan ve kızlan olabileceği
inancının kaynağını açıklayabilir. Çünkü ister Hıristiyan
olsun ister Müslüman, Suriyeli annelerin çocuklarının ba
baları olan bu modem azizler ince bir örtü altındaki eski
tanrılardan başka bir şey değildir. Bugün olduğu gibi antik
dönemde de Sami kadınları kısırlıktan kurtulmak için ta
pınaklara gidiyorlarsa -Hanna'mn duası48 bu uygulamanın
bildik bir örneğidir mesela- buradan, sadece 'kızlardan ço
cuk yapan Tanrı'nın oğulları geleneğini'49 değil, aynı za-
93
manda İbranice insan adlarında son derece sık görülen ila
hi unvanları da anlayabiliriz.50 Aslında çocuk sahibi olmak
için kutsal yerlere giden kadınların erkek ve kadın çocuk
ları tanrının gerçek çocukları olarak kabul edilerek kendi
lerine buna göre adlar verilmekteydi. Hanna'nın çocuğuna
"Tanrının adı" ya da "onun adı Tanrı'dır" anlamına gelen
"Samuel" adını vermesinin nedeni de buydu;51 ya da Han
na çocuğun rahmine tanrı tarafından konulduğuna gerçek
ten inanıyordu.52 Bu tür çocukların tapınakta Tanrı'nın
hizmetine adanması sadece kutsal oğulu kutsal babaya
vermek demekti. Benzer biçimde, Batı Afrika' da bir kadın,
kadınlara çocuk veren tek tanrı olan Agbasia'nın tapına
ğında çocuk sahibi olunca, onu kutsal bir köle olarak tan
rıya adardı.53
Nitekim günümüzdeki Suriye inanç ve geleneklerinde,
antik çağlarda aynı bölgede uygulanan dini fahişeliğin iz
lerine rastlamak mümkündür. Şimdi olduğu gibi o zaman
da kadınlar içlerindeki doğal arzuyu tatmin etmek için ye
rel tanrıya, Baal'e ya da eskinin Adonis'ine, Ebu Rabah'a
ya da bugünün Aziz Georgios'una bakarlardı; yine şimdi
olduğu gibi o zaman da tanrıyı taklit ederken gerçekten
ilahi bir esinin etkisi altında olduklarına inanılan ve topra
ğın bereketi ve insanın çoğalması için varlıklarına ihtiyaç
duyulan kutsal adamlar tanrı rolünü oynardı. Hıristiyanlı-
94
ğın ve Müslümanlığın arındırıcı etkisi bu tür gelenekleri
epeyce sınırlamış olmakla birlikte, Türklerin idaresi altın
da bile bu tür gelenekler kıyıda köşede yaşamaya devam
etmiştir. Ancak uygulama seyrelmiş olsa bile altındaki ilke
temel olarak aynı gibi duruyor; o da türlerin devam etmesi
arzusu, ayrıca bu kadar doğal ve meşru bir amacın ancak
kendini kadın ve erkek bedeninde dışavuran ilahi bir güç
tarafından karşılanabileceği inancıdır.
Antik ve modem dönemlerde Tanrı'nın fiziksel babalığı
na dair inanç sadece Suriye ile sınırlı değildir. Başka yer
lerde de birçok erkek sözcüğün tam anlamıyla Tanrı'nın
oğulları olarak görülmüş, ölümlü kadınların rahimlerine
onun kutsal ruhu tarafından kondukları kabul edilmiştir.
Burada bu öğretiyi klasik antik dönemden birkaç örnekle
açacağım. Kadınlar çocuk sahibi olmak için güzel bir yay
lada bulunan ve Epidaurus körfezinden başlayarak uzun
bir orman geçidi boyunca uzanan bir patikayla ulaşılan
büyük Asklepios tapınağına giderlerdi. Burada kutsal yer
de uyur ve rüyalarında bir yılan tarafından ziyaret edilir
lerdi; bu ziyaretten sonra sahip oldukları çocukların baba
sının yılan olduğuna inanılırdı. Yılanın tanrının kendisi
olduğuna inanıldığı kesin görünmektedir; çünkü Askle
pios sık sık yılan kılığında ortaya çıkar ve hastaların teda
visi için onun tapınaklarında kendisinin vücut bulmuş hali
olarak görülen yılanlar beslenirdi. Dolayısıyla, bu şekilde
Asklepios'un tapınağını ziyaret eden kadınlardan doğan
çocukların babası da muhtemelen yılan-tanrı idi. Klasik
antikitede birçok tanınmış erkek benzer mucizevi doğum
efsaneleri sayesinde kutsal hiyerarşide önemli yerler
edinmişlerdi. Hemşehrileri ünlü Sikyonlu Aratus'un Ask
lepios'un oğlu olduğuna inanmaktaydı; annesinin bir yı
lanla girdiği ilişkiden olduğu söylenmekteydi.54 Muhteme
len ya bir yılanın üstüne oturmuş bir heykelcikle tasvir
95
edildiği Sikyon' daki Asklepios tapınağında55 ya da buraya
çok uzak olmayan Titane'deki, kutsal yılanların derinlikle
rinden bulanık bir nehrin aklığı dar ve yeşil Asopus vadi
sine yukardan bakan tepedeki selviler arasında dolandığı,
aynı tanrıya ait daha izbe bir tapınakta gecelemişti.56 Ara
tus'un annesi orada, selvilerin gölgesinde, kulağında Aso
pus'un mırıltıları, ülkesinin müstakbel kurtarıcısına hamile
kalmış ya da öyle olduğunu hayal etmişti. Yine, Augus
tus'un annesinin Apollon tapınağında ilişkiye girdiği bir
yılandan oğluna hamile kaldığı söylenir; dolayısıyla impa
ratorun o tanrının oğlu olduğu düşünülürdü.57 Messenyalı
kahraman Aristomenes, Büyük İskender ve yaşlı Scipio
için de benzer öyküler anlahlır; hepsinin babasının da yı
lan olduğu söylenirdi.58 Aelianus'a göre, Hirodes'in zama
nında bir yılan aynı şekilde Yahudalı bir kadınla ilişkiye
girmişti.59 Bu öykü İsa'nın anne-babasıyla ilgili çarpıtılmış
bir söylenti olabilir mi?
Hindistan'ta taştan oyulmuş yılanların dahi kadınlan
hamile bırakma gücü olduğunu inanılmaktadır. Maisurlu
Komatiler "Naga'ya ya da yılan tanrıya taparlar. Tapınma
işi genellikle kadınlarla sınırlı olup, yılda bir kez Srava
na'nın (Temmuz ve Ağustos) beşinci günü gerçekleştirilir.
Taş levhalardan yılan tasvirleri oyulup, üzerinde ayrıca bir
tespih ağaa bulunan bir platformdaki Asvattha ağaanın et
rafına yerleştirilir. Adaklar eşliğinden yerleştirilen bu taş
ların yaralara ve diğer deri hastalıklarına iyi geldiği gibi
96
hamile kalmaya da yaradığı söylenir. Kadınlar festival şek
linde kutlanan belli bir günde bu tapınaklara giderken
yanlarında süt, meyve ve çiçekler götürürler." Taşlan yı
kar, üstlerine zerdeçal sürer, kaymak ve meyveler arma
ğan ederler. Bazen yılanların yuvalarını bulur ve delikten
içeri süt dökerler.6CJ
97
ramanlığıyla ya da başka bir erdemiyle tanınan ve öldük
ten sonra bir hayvanda vücut bulan uzak bir atanın ruhu
olduğu düşünülür. Iban geleneğine göre kabilede önemli
bir kişi öldüğünde gömülmek yerine yakınlardaki bir te
peye ya da tenha bir yüksek yere bırakılır. Ölünün bırakıl
dığı yere her gün yiyecek götürülür, birkaç gün sonra be
den kaybolacak olursa Tua ya da koruyucu ruh olduğu
söylenir. Kronik şikayetleri olanlar genellikle bir türbeye
gider ve türbede yatan kişiden yardım alabilmek için gi
derken yanlarında armağanlar götürürler. Bu kişiler rüya
larında ölen kişinin hangi tür hayvanda yeniden vücut
bulduğunu görürler. Ruhun en fazla vücut bulduğu hay
van yılandır. O yüzden bir Dyak evinde yılan bulunursa
öldürülmez veya kovulmaz; yiyecek verilir, çünkü o, ken
disinden talepte bulunanların iyi olup olmadığına bakmak
ve onlara iyi şans getirmek için gelmiş koruyucu ruhtur.
Böyle bir yılanın ağzında bulunan şey hemen alınıp uğur
olsun diye saklanır."62 Aynı şekilde Yeni Gine'nin batısın
da kalan Trobriand Adalarından biri olan Kiriwina' da
"yerliler yılanları kabilenin eski şeflerinden, atalarından
biri olarak daha doğrusu onun ruhunun meskun mahalli
olarak görürler. Bir evde yılan görüldüğünde eski şefin es
ki evine ziyarete geldiğine inanırlar. Yerliler bunu uğur
suzluk sayarlar ve daima hayvanı olabildiğince çabuk dı
şarıya çıkarmaya çalışırlar. Bu durumda şefin itibarı yılana
geçmiştir; yerliler yılanı çömelir vaziyette karşılarlar ve
ona bu şekilde davrandıklarında onu yüksek rütbeli bir şef
62
Leo Nyuak, "Religious Rites and Customs of the Iban or Dyaks of Sa
rawak,", Dyak dilinden çev. Rahip Edm. Dunn, Anthropos, i. (1906), s.
182. Deniz Dyakları'nın yılanlara duyduğu saygı ve ruhların (antus) yı
lanlarda yeniden dünyaya geldiği inancı için aynca bkz. J. Perham, "Sea
Dyak Religion," fournal of tlıe Straits Branch of the Royal Asiatic Society, No.
10 (Aralık, 1882), ss. 222-224; H. Ling Roth, The Natives of Sarawak and Bri
tish North Borneo (Londra, 1 896), i. 187 vd. Ancak bu ikinci anlahmdan,
yılanların içine giren ruhların (antus) insan ataların ruhları olduğunun
varsayıldığı sonucu çıkmamaktadır.
98
gibi selamlamış olurlar. Kendilerine zarar vermesin ve ça
bucak orayı terk etsin diye edilen dualarla birlikte ona ya
tıştırıcı hediyeler sunarlar. Yılanı öldürmeye cüret edemez
ler, çünkü yılanın ölümü öldüren kişiye hastalık ve ölüm
getirecektir."63
Yılanların, ataların dünyaya yeniden gelmiş hali olarak
görüldüğü yerlerde halk doğal olarak bunlara büyük saygı
gösterir ve onları sütle besler, çünkü süt bebeklerin gıdası
dır ve yılanlar da kadınlardan yeniden doğabilen, henüz
ilk aşamadaki insanlar olarak görülür. O yüzden "Kafir
Zulular atalarının kendilerini yılan kılığında ziyaret ettiği
ne inanırlar. Evlerinin çevresinde bir yılan görünce baba
diyerek hemen onu selamlar, yoluna kase içinde süt koyar
ve onu nazikçe ve büyük bir saygıyla geri çevirirler."64
Doğu Afrikalı Masailerde "bir şifacı veya zengin biri ölüp
gömüldükten sonra bedeni çürür çürümez ruhu yılana
dönüşür; yılan çocuklara göz kulak olmak üzere onların
köyüne gider. Bu yüzden Masailer kutsal yılanlarını öl
dürmezler. Bir kadın kulübesinde yılan görürse içmesi için
yere süt döker ve yılan sütü içip gider."65 Britanya Doğu
Afrikası'ndaki Nandilerde "bir yılan bir kadının yatağına
girerse öldürülmez, çünkü onun ölmüş bir atanın ya da
akrabanın ruhu olduğuna ve bir sonraki çocuğunun güven
içinde doğacağını kadına bildirmek için gönderildiğine
inanılır. İçmesi için yere süt dökülür, adam ya da eşi şöyle
der: ' . . . ziyaret etmek istiyorsan, gel, davet edildin.' Sonra
gitmesine izin verilir. Eğer bir yılan yaşlıların evine girerse
ona süt verir ve 'ziyaret etmek istiyorsan, çocukların kulü
belerine git,' deyip onu gönderirler."66 Ölünün dünyaya
yeniden gelmiş hali olarak görülen yılanın gerdek yatağına
ve gençlerin kulübelerine gelmesi, yılan bedeninde vücut
03 George Brown, Melanesians and Polynesians, (Londra, 1910), ss. 238 vd.
o.ıRahip E. Casalis, The Basutos (Londra, 1861), s. 246. Bkz. A. Kranz, Na
tıır und Kulturleben der Zulus (Wiesbaden, 1 880), s. 1 12.
05 A. C. Hollis, 11ıe Masai (Oxford, 1 905), s. 307.
99
bulan ölmüş kişinin dünyaya yeniden bir çocuk olarak
geldiğine işaret eder. Yine, Britanya Doğu Afrikası'nın
Suklarında "öldükten sonra kişinin ruhunun bir yılana
geçtiğine inanılır. Bir yılan bir eve girerse, ölünün ruhunun
çok aç olduğu düşünülür. Yoluna süt dökülür ve yemesi
için yere biraz et ve tütün bırakılır. Yılana yiyecek veril
mezse hane halkından birinin veya birkaçının öleceğine
inanılır. Bununla birlikte ev dışında karşılaşılırsa öldürü
lebilir ve bu sırada içinde ölü bir adamın ruhu varsa 'o ruh
da ölür.'"67 Benzer biçimde yılanların bu dünyadan ayrı
lanların ngoma'sı ya da ruhları olduğuna inanan Britanya
Doğu Afrikası'ndaki Akikuyular "yılanı öldürmezler, iç
mesi için bal ve süt koyarlar, o da diliyle içer ve uzaklaşır.
Eğer birisi bir yılanın ölümüne neden olursa, derhal köyün
Yaşlılarını toplayıp bir koyun keser. Yaşlılar koyunu yer ve
hayvanın sağ omuz bölgesindeki deriden bir rukwaru kese
rek yılanı öldüren kişinin sağ bileğine sararlar; bu tören
yapılmazsa o kişinin eşi ve çocukları ölür."68 Bagandalar
da, Victoria Nyanza gölü kıyısında piton tanrı Selwan
ga'ya ait bir tapınak vardı, Selwanga piton kılığında bura
da yaşardı. Tapınak, duvarında kıvrılan tanrının istediği
zaman girip çıktığı yuvarlak bir delik bulunan koni şek
linde sıradan bir kulübeydi. Tapınakta bir kadın yaşardı,
kulübeye giren piton tanrıya tahta bir kap içinde süt uzata
rak beslemek onun göreviydi. Çocukların babasının yılan
olduğu düşünülmekteydi; dolayısıyla, çevrede oturan genç
çiftler birliklerinin tanrı tarafından kutsanması, çocuksuz
100
kadınlar da kısırlık lanetinden kurtulmak için çok uzak
lardan tapınağa gelirlerdi.69 Bu piton tanrının ölmüş bir
atanın vücut bulmuş hali olup olmadığı konusuna deği
nilmemekle birlikte böyle olması muhtemeldir; kadınları
hamile bırakma gücünün olması bu olasılığı desteklemek
tedir.
Görünüşe göre Romalılarla Yunanlar da ölülerin ruhları
nın yılanların bedenlerinde yeniden dünyaya geldiklerine
inanmaktaydı. Romalılarda genius'un ya da her erkeğin
koruyucu ruhunun sembolü bir yılandı.70 Roma evlerinde
o kadar çok yılan beslenirdi ki, zaman zaman çıkan yan
gınlarla sayılan azalmasa yaşayacak yer bulamazlardı.71
Yunan efsanesine göre Kadmos ve eşi Hannonia öldükten
sonra yılana dönüşmüşlerdi.72 Sparta kralı Kleomenes Mı
sır' da öldürülüp çarmıha gerilince, büyük bir yılan başına
dolanarak yüzünü akbabalardan korumuştu. Halk bu ola
ğanüstü olayı Kleomenes'in tanrıların oğlu olduğunun bir
kanıh olarak gönnüştü.73 Yine, Plotinus ölüm döşeğinde
yatarken yatağının alhndan bir yılan çıkmış ve duvardaki
69 Rahip J. Roscoe, The Baganda (Londra, 1 91 1 ), ss. 320 vd. Dostum Mr.
Roscoe, Uganda'nın kuzeyindeki Banyoroların yılanları kutsal kabul
ederek sütle beslediğini anlahnaktadır; ancak bu yaratıkların ölenlerin
yeniden dünyaya gelmiş halleri olup olmadığı konusunda bir şey söy
lememektedir. Gallaların bir kısmı da yılanları kutsal kabul ederek süt
sunmaktadır, ancak bunların ölmüş ruhların vücut bulmuş hali olup ol
madığı konusunda herhangi bir şey söylenmemektedir. Bkz. Rahip J. L.
Krapf, Trave/s, Researches and Missionary Labours in Eastern Africa (Londra,
1860), ss. 77 vd. Gine' deki Whydahlar da taptıkları yılanları sütle besle
mektedir. Bkz. Thomas Astley, New General Collection of Voyages and Tra
ve/s, iii. (Londra, 1 746), s. 29.
70 L. Preller, Römische Mythologie (Berlin, 1881-1883), ii. 196 vd.; G. Wis
sowa, Religion und Kultus der Römer (Münih, 1912), ss. 176 vd. Roma İ m
paratorluğu'nda genius'a tapmak çok yaygın bir uygulamaydı. Bkz. Tou
tain, Les Cultes Paiens dans /'Empire Romain, I. Cilt, i. (Paris, 1907), ss. 439
vd.
71 Plinius, Nat. Hist. xxix. 72. Bkz. Seneca, De Ira, iv. 31. 6.
72 Apollodoros, Bibliotheka, iii. 5. 4; Hyginus, Fab. 6; Ovidius, Metam. iv.
563-603.
73 Plutarkhos, Kleomenes, 39.
101
bir deliğin içinde gözden kaybolmuş, aynı anda filozof da
can vermişti.74 Görünüşe göre batıl inanç bu yılanlarda
ölülerin ruhlarını görmüştü. Yunan dininde yılan tapılası
ölüleri temsil etrnekteydi;75 aynca Zulularla günümüzün
öteki Afrika kabileleri gibi eski Yunanların da ölülerin ruh
larının yılanlarda yaşadığına inandığı açıktır. Atina'da
Erekhtheion' da yaşayan ve ayda bir ballı çörekle beslenen
kutsal yılanın muhtemelen, sağlığında aynı yerde hüküm
süren ölmüş kral Erekhtheus'un ruhunu barındırdığı dü
şünülüyordu.76 Yunanların mezara dökme suretiyle ger
çekleştirdiği süt saçısında77 amaç muhtemelen ölülerin vü
cut bulmuş hali olduğu düşünülen yılanları beslemekti;
Tegea'da bulunan iki mezar taşında bir erkek ve bir kadın,
bir yılana sırayla içinde süt olduğu sanılan bir kase uzat
maktadır.78 Çeşitli Afrika kabilelerinin ölü atalarının yeni
den dünyaya gelmiş hali olarak gördükleri yılanları sütle
beslediklerini görmüştük;79 aynı geleneği uygulayan Din
kalar da gömme işleminden bir süre sonra dostlarının me
zarlarına süt dökmektedir.80 Yunan sanatında yaygın ola
rak görülen, fincan tabağından bir yılanı besleyen kadın
figürünün ölülerin ruhlarıyla ilgili benzer uygulamadan
alınmış olması mümkündür.81
81 Bkz. C. O. Mililer, Denkmiiler der alten Kust (Göttingen, 1854), lxi. (be
nimsenen sayfa numaralama sisteminin ilgili referanslan kullanılamaz
hale getirdiği) Cilt i' deki bağlantılı metinle birlikte. Bu gruplarda kadın
figürünün genellikle ve belki de doğru olarak Sağlık Tanrısı (Hygieia) ol
duğu varsayılmaktadır. Hygieia'nın yılan tanrı Asklepios'un kızı oldu
ğunu (Pausanias, i. 23. 4) ve dini ritüellerde ve sanatta Asklepios ile bir-
1 02
Ayrıca, Thesmophoria'da Yunan kadınların Ekim ayında
düzenlediği ekim festivalinde, buğday-tanrıçası Deme
ter' den dolayı kutsal olan büyük mağara veya mahzenler
de yaşayan yılanlara çörek ve domuz atma geleneği vardı.
Bu şekilde hoşnut edilen yılanların, tarım işlerinden dolayı
topraktan yataklarında kolayca rahatsız olabilecek ölmüş
kadın ve erkeklerin yeniden doğmuş halleri olarak görül
düklerini pekala tahmin edebiliriz. Bu nazik evlerin, çalıla
rının üstünde ileri geri çift süren öküzler yüzünden sar
sılmalarından ve bozulmalarından daha rahatsız edici ne
olabilir ki? Bu durumda rahatsız edilenlerin armağanlarla
gönüllerinin alınması şaşırtıcı değildir. Ancak bazen çiftçi
nin rahatsız ettiği şey ölüler değil Toprak Tanrıçası' dır.
Columbia Nehri'ndeki Priest Rapids'te bir Kızılderili ka
hin, "toprak anamızı tarımsal amaçla yaralamak ve kes
mek, yırtmak veya eşelemek günahhr," diyerek müritleri
nin toprağı sürmesini engellemişti.82 "Toprağı sürmemi is
tiyorsunuz," demişti bu bilge Kızılderili, "Bir bıçak alıp
annemin bağrım mı yırtayım? Taş çıkarmamı istiyorsunuz.
Derisini kesip alhndaki kemikleri mi çıkarayım? Otları ve
samanları kesip satarak beyaz adam gibi zengin olmamı
söylüyorsunuz. Annemin saçlarım kesmeye nasıl cüret
edebilirim?"83 Hindistan'ın orta bölgelerinde yaşayan ilkel
bir Dravid kabilesi olan Baigalar aralıklarla ve farklı yer-
103
lerde tarım yaparlar, belli bir ormanlık alanı yakhktan son
ra yağmurlarla birleşen küllerin zenginleştirdiği toprağa
tohum ekerlerdi. "Toprağı sürmeyi reddetmelerinin bir
açıklaması, saban demiriyle toprak ananın göğsünü yırt
manın günah olduğunu düşünmeleridir."84 Çin'de kazma
ve sürme gibi işlemlerle toprağın ruhlarının rahatsız edil
mesi o kadar ciddi bir durumdu ki, Çin felsefesi, toprağın
ruhlarının evde olmadığı veya insanlığın iyiliği için birta
kım geçici tatsızlıklara katlanma nezaketini gösterdiği belli
günler haricinde toprağın kazılmasını veya sürülmesini
yasaklamak suretiyle rahatsız ruhlara dinlenme olanağı
sağlamıştı. M.Ö. 1. yüzyılda yaşayan Çinli yazarın yazdığı
şu sahrlardan da bu anlam çıkmaktadır: "Topraktaki ruh
ların kazılarak rahatsız edilmeye karşı çıkhklan eğer doğ
ruysa," diyor bu yazar, "o zaman garıklar açmak ve tarla
larımızı sürmek için belli günler belirlememiz uygun olur.
(Ama bu hiç yapılmıyor); dolayısıyla şöyle anlaşılıyor; top
rağın ruhları, çok kızmış olsalar bile, kötü niyetle yapıl
madığı sürece insanların bu kusurunu görmezden gelirler.
İnsan bunu sadece geçinmek ve refah için yaptığından, bu
davranış toprağın ruhlarında öfke uyandırmaz; o halde
belli günler seçilmiş olmasa bile toprağın ruhları insana
kötü talih getirmezler. Ama toprağın ruhlarının yaphkla
rından dolayı insanı affetmeden duramayacaklarına ve
toprağı rahatsız ettiği için ondan nefret etmeyeceğine ina
nırsak, o zaman toprağı sürmek için özel günler belirleme
nin ne anlamı kalır ki?"85 Gerçekten de ne yararı kalır? Bu
durumda Kızılderili kahine göre tek mantıksal sonuç, ta
rımı ruhlar dünyasına yapılan saygısızca bir tecavüz ola
rak kabul edip tamamen yasaklamakhr. Ancak tarımla uğ
raşan çok az halk üstün güçlere saygı uğruna tarımdan
vazgeçmiştir; bu konuda dine verebilecekleri en fazla ödün
vd.
104
tarımsal işlemleri, bu işlemlerin toprağın ruhlarını her za
mankinden çok rahatsız ettiği belli zamanlarda ve belli
mevsimlerde yasaklamakhr. Nitekim Bengal'de, Toprak
Ana adına yapılan büyük festival, kadınlarınkine benzer
bir kirlilik yaşadığı varsayılan sıcak sezonun sonunda dü
zenlenir ve bu süre boyunca her türlü çift sürme, ekim ve
benzeri faaliyet durdurulur.86 Toprağa armağanlar sunulan
yılın belli gününde Batı Afrikalı Ewe çiftçisi toprağı çapa
lamaz, Ewe dokumaası toprağa sivri kazık sokmaz, "çün
kü çapa ve kazık Toprağı yaralar ve aatır."87 Meyve ağaç
larının çiçek açıp meyve vermesini sağlayan tanrı Ratuma
imbulu yılda bir kez Fiji'ye gelince halk, önemli işini ya
parken rahatsız olmasın diye bir ay boyunca fazla gürültü
etmezdi. Bu süre boyunca bir şey ekmez, inşaat yapmaz,
denize açılmaz ya da savaşa gitmezdi hatta birçok iş ya
saklanırdı. Tanrının geliş ve gidiş zamanlarını rahipler du
yururdu.88 Bu dinlenme ve sessizlik dönemlerini Kızılderili
ve Fijili paskalya perhizi olarak nitelemek mümkün.
Dolayısıyla, kadınların bir yılan tanrıdan hamile kalabi
leceğine dair Yunan inancının89 altında yılan kılığındaki
ölülerden hamile kalabilecekleri inana yatmaktadır. Eğer
böyle bir inanç söz konusuysa, kısır kadınların rahimleri
nin canlandırılması için türbelere gitmeleri şaşırtıcı olma
dığı gibi, bu durum kadınların söz konusu amaçla yılan
tanrı Asklepios'un tapınağını -ki tapınak önceleri yalnızca
mezardı- ziyaret etmelerini de açıklamaktadır. Suriye'de
çocuk sahibi olmak isteyen kadınların gittiği Aziz Geor
gios türbelerinde bir lahit veya birinin tasvirinin bulunma-
1 05
sı; 90 ve günümüzde Suriyeli köylülerin, kadınların gerçek
bir erkekle ilişkiye girmeden, ölmüş bir kocadan, azizden
ya da bir cinden hamile kalabileğine inanması önemlidir.91
Doğu Antiller' de de ruhların kadınlarla ilişkiye girebildi
ğine ve onları hamile bırakabildiğine inanılmaktadır. Bor
neo'daki Olo Ngadjoeları albinoların, ayın ruhunun ölüm
lü kadınlarla ilişkisinden doğan çocukları olduğuna ve ço
cukların soluk renginin ilahi babalarının solgunluğunu
yansıttığına inanrnaktadır.92
Bu tür inançlar birçok halkta görülen, ölülerin ruhunun
doğrudan kadınların rahmine geçtiği ve çocuk olarak ye
niden doğduğu şeklindeki inançla yakından bağlantılıdır.
Örneğin Huronlar, ruhları yoldan geçen kadınların içine
girip yeniden doğsun diye küçük çocukları yol kenarlarına
gömerlerdi.93 Yine benzer biçimde, Batı Afrikalı siyahiler
ruhları yanlarından geçen kadınlar arasından yeni bir anne
seçsin diye küçük çocukları çalılıklara atarlardı.94 Aşağı
Kongo kabilelerinde "bir bebek çalılığa değil her zaman
annesinin evinin yakınına gömülürdü. Eğer bebek annesi
nin evinin yakınına gömülmezse, annenin şansının kötü
gideceği ve başka çocuğu olmayacağı düşünülürdü." Bu
rada çıkış noktası muhtemelen, annesinin evinin yakınla-
90 Bkz. yukarıda, s. 94. Güney Slavlarda kadınlar çocuk sahibi olmak için
türbelere giderler. Bkz. aşağıda, s. 1 1 1 .
9 1 S. 1. Curtiss, Primitive Semitic Religion To-day, ss. 1 1 5 vd.
92 A. C. Kruijt, Het Animisme in den lndischen Archipel (Lahey, 1 906), s. 398.
93 Relations des /t!sııites, 1636, s. 130 (Kanada baskısı, Quebec, 1858). Ben
zer bir amaca yönelik benzer bir gelenek Musquakie Kızılderilileri'nde
de görülmekteydi. Bkz. Mary Alicia Owen, Fo/k-lore of the Mıısqııakie Indi
ans of North America (Londra, 1904), ss. 22 vd., 86. Burada verilen örnek
lerden bazıları daha önce, dünyanın farklı yerlerinde görülen çocuk
gömme geleneklerinin yeniden doğumu sağlamaya yönelik olma olasılı
ğının yüksek olduğunu savunan J. E. King tarafından gündeme getiril
mişti. Bkz. J. E. King, "Infant Burial", Classical Review, xvii. (1903), ss. 83
vd. Ölülerin yeniden dünyaya gelişine dair inançla ilgili aynnhlı örnek
ler için, bkz. E. S. Hartland, Primitive Paternity (Londra, 1909-1910), i. 156
vd.
94 Mary H. Kingsley, Travels in West Africa, (Londra, 1897), s. 478.
106
rına gömülen ölü çocuğun onun rahmine girip yeniden
dünyaya geleceği anlayışıdır, çünkü bu halk ölülerin yeni
den dünyaya geleceğine inanmaktadır. Onlara göre "çocu
ğun tek yeni yanı bedenidir. Ruh yaşlıdır ve daha önceleri
ölmüş birine aittir ya da yaşayan birinin ruhuna sahiptir."
Örneğin, çocuk annesine, babasına veya amcasına benzi
yorsa, çocuğun benzediği kişinin ruhuna sahip olduğu ve
dolayısıyla ruhu çocuğa geçen kişinin yakında öleceği dü
şünülür.95 Kongo'nun kuzeyinde, Ekvator Afrikası'nda ya
şayan yamyam bir kabile olan Bangalalarda bir gün bir
kadının ana yolun ortasına bir çukur kazdığı görülmüştü.
Kocası onu yalnız bırakması için Belçikalı bir subaya yal
varmış, eşinin çocuk sahibi olmak istediğini belirterek yolu
daha sonra onarma sözü vermişti. İyi yürekli subay ses çı
karmayarak kadını izlemişti. Kadın ilk çocuğunun kalınh
lan olan küçük bir iskeleti çıkarana kadar kazmaya devam
etmiş, iskelete şefkatle sarılmış ve ölü çocuğa içine girip
kendisine annelik duygusunu tekrar yaşatması için yal
varmıştı. Subay doğru olanı yapmış ve bu duruma gül
memişti.96 Uganda Protektorası'ndaki Elgon Dağı'ndaki
Bantu kabilelerinden Bagişular "en küçük çocuk ya da hp
kı onun gibi dünyada uzun bir ömür sürmesi istenen yaşlı
büyükbaba veya büyükanne dışında ölülerini bir yere atar
lar. . . . Yaşlı bir adamın veya kadının ya da yeni doğmuş bir
bebeğin dünyada uzun bir ömür sürmesi isteniyorsa, en
yakın akrabalardan biri yeni bir çocuk sahibi olana kadar
ceset evin içinde ya da saçak alhnda gömülü tutulur. Yeni
doğan çocuk cesedin adını alır. Bagişular ölünün ruhunun
bu yeni çocuğa geçtiğine ve dünyada yaşadığına yürekten
inanırlar. Yeni çocuğun doğmasından sonra mezar kazılır
ve ceset açığa atılır."97
1 07
Yine, tıpkı iyi ruhların yeniden doğumunu kolaylaştır
mak için bir şeyler yapılması gibi, kötü hortlakların yeni
den doğmasını engellemek için de önlemler alınır. Örne
ğin, Orta Afrika Bagandalannda "yeni kuşaklar gebeliğin
nedenini bilirken, eski tarihlerde yaşayanların gebeliğin
nasıl oluştuğundan emin olmadıklarını ve erkek cinsiyle
ilişkiye girmeden de hamile kalınabileceğini düşündükle
rini okuyoruz. O yüzden intihar edenin cesedinin yakıldığı
ya da doğum sırasında önce ayakları gelen çocuğun gö
müldüğü bir yerden geçilirken önlemler alınırdı. Kadınlar
böyle bir noktaya ot veya çubuk parçaları atardı, çünkü
böylelikle ölünün ruhunun içlerine girmesini ve yeniden
doğmasını engelleyebileceklerini düşünürlerdi."98 Bu tür
hortlaklar tarafından hamile bırakılma korkusu sadece evli
kadınlarla sınırlı değildi; genç yaşlı, evli bekar bütün ka
dınlar aynı korkuyu paylaşırdı ve hepsi de tehlikeyi aynı
yöntemle savuşturmaya çalışırdı.99 Yine Baganda kadınlan
karşı cinsin katkısı olmadan, sadece sevimsiz hortlaklar
dan değil, aynı zamanda muz çiçeğinden de hamile kalabi
leceklerini düşünürlerdi. Eğer bir kadın bahçesinde muz
ağaçlarının altında çalışırsa ve şans eseri ağaçlardan birin
den büyük bir mor çiçek sırtına ya da omuzlarına düşerse,
Bagandalara göre hamile kalması işten bile değildi; bir ka-
108
dm kocasından başka bir nedenle hamile kalır ve zinayla
suçlanırsa, gururla çocuğun babasının muz çiçeği olduğu
nu söylemesi suçlamadan kurtulması için yeterliydi. Bu
önemli olayın muz çiçeğine bağlanmasının altında, ataların
ruhlarının muz bahçelerinde yaşadığına inanılması ve Ba
gandalann çocukların ikizi olarak gördüğü plasentalann
doğumdan sonra genellikle muz ağaçlannın dibine gö
mülmesi yatrnaktadır.100 Her çiçeğe bir ruh oturduktan
sonra çiçek kılığında şehvetle bir kadının sırtına düşerek
rahmine yerleşmesinden daha doğal ne olabilir ki?
Yine, Kuzey Hindistan' da bir çocuk öldüğü zaman ge
nellikle evin eşiğine gömülür, "çünkü anne-baba her gün
mezarın üstüne basarak yürüyeceği için ruhun aile içinde
yeniden doğacağına inanılır. Mr. Rose'un öne sürdüğü gi
bi, Hindu çocuklarının niçin yakılmayıp gömüldüğünün
açıklaması işte burada yatmaktadır. Ruhlan odun ateşinin
dumanıyla havaya kanşmaz, aile içinde yeniden dünyaya
gelmek üzere toprakta kalır."101 Ölen çocukların yeniden
dünyaya geleceği inancı Pencap'ta ilginç ve etkileyici gele
neklere yol açmışhr. Örneğin, "Hissar Eyaleti'nde Bişnoiler
ruhun anneye dönüşünü kolaylaşhracağı inancıyla ölen
çocuklannı eşiğe gömerler. Bu gelenek, ölü bedenin arka
kapının eşiğine gömüldüğü Kangra eyaletinde de yaygın
olarak uygulanmaktadır. Bazı yerlerde, çocuğun bebekken
ölmesi ve annesinin sütünün iki üç gün toprağa düşmesi
halinde çocuğun ruhunun yeniden doğmak üzere geri gel
diğine inanılır. Bunun için suyla kanşhnlan süt küçük bir
toprak kaseye konur ve ölü çocuğun ruhuna peş peşe üç
akşam sunulur. Yine Ambala ve Gucerat eyaletlerinde, ça
kallarla köpeklerin ölen çocuğun bedenini eşeleyerek çı-
100 Rahip J. Roscoe, The Baganda, ss. 47 vd.; Totemism aııd Exogamy, ii. 506
vd. Çocuk plasentalarının muz ağaçlarının dibine gömülmesi geleneği
için bkz. J. Roscoe, a.g.e., ss. 52, 54 vd.
101 W. Crooke, Natives of Nortlıerıı lııdia, (Londra, 1907), s. 202. Hindular
da çocukları gömme ve yetişkinleri yakma geleneği için bkz. The Belief in
lmmortality and the Worship of the Dead, i. 162 vd.
1 09
karbp köye veya kasabaya doğru getirmesi halinde, bu
nun, çocuğun annesine döneceği, başka tarafa götürmesi
halinde ise ruhun başka bir ailede yeniden dünyaya gele
ceği anlamına geldiği düşünülür. Anne bu amaçla çocuğun
ölümünün ikinci günü sabahleyin erkenden dışarı çıkarak
köpeklerin cesedi köye doğru götürüp götürmediğine ba
kar. Çocuk gömülmek üzere götürülürken, anne üzerinde
ki eşyadan bir parça keserek ruhu kendisine geri dönmeye
ikna etmek için saklar. Kısır kadınlar ya da çocuklarını be
bek yaşta kaybedenler, ölü çocuğun annesi yerine kendile
rine döneceği inancıyla kıyafetinden bir parça yırtarak bu
nu kendi kıyafetlerine tuttururlar. Bu yüzden aileler ölen
çocuklarının giysilerinin kaybolmamasına büyük dikkat
gösterir, hatta bazıları bunları evlerinin içine gömerler." 102
Bilaspur'da "yeni doğan ya da chhatti'den (alhncı gün,
arınma günü) önce ölen bir çocuk gömülmek üzere evden
çıkarılmak yerine toprak bir kabın içine konup evin kori
doruna ya da bahçesine gömülür."103 Burada, Bilaspur' da
halk ölenin ne zaman dünyaya yeniden çocuk olarak gel
diğini saptamak için basit bir yol geliştirmişti. Herhangi
biri ölünce vücudunu is veya yağla işaretlerler ve aile için
de yeni doğan bebekte benzer bir işaret görülürse ölenin
hayata yeniden geldiği sonucuna varırlardı. 104 Güney Hin
distan' daki Godavari eyaletinde yaşayan Koilerde ölüler
genellikle yakılır, ancak çocuklarla genç kadın ve erkekle
rin bedenleri gömülür. Bir çocuk doğumundan sonraki bir
ay içinde ölürse, genellikle evine yakın bir yere gömülür,
"böylece saçaklardan damlayan yağmur mezarın üstüne
düşer ve anne babanın başka bir çocukla kutsanmasını
sağlar." Buna göre, ölen çocuğun yağmurla tazelenip can-
ıoz Census of lndia, 1911, cilt xiv. Puııjab, Kısım i., Rapor, Pandit Harikis
1 10
lanan ruhunun tekrar annenin rahmine geçeceği varsayılır.
Hindistan'daki suç kayıtlarında "öldürülen çocuğun ru
hunun çocuk sahibi olmak isteyen kadında yeniden dün
yaya geldiği inanayla, kısırlığa deva bulmak adına bir er
kek çocuğun törenle öldürüldügti birçok vakaya rastlan
maktadır. Tören sırasında kadın çocuğun ruhuyla birleş
mek için cesedin üstünde ya da cesedin yıkandığı suda yı
kanır. Son zamanlarda kadının çocuğun kanıyla yıkandığı
vakalara dahi rastlanmışhr." 105
Gondlar ölümün beşinci gününde ruhu geri getirme tö
reni düzenlerler. Bu amaçla bir nehir kıyısına gidip yüksek
sesle ölenin adını söyler ve suya girip bir balık veya böcek
yakalarlar. Sonra bu hayvanı eve götürüp mukaddes ölüle
rin arasına bırakırlar. Bu şekilde ölenin ruhunun eve geri
getirildiğini varsayarlar. Bazen de balık ya da böcek bir ço
cuk olarak yeniden dünyaya geleceği inancıyla yenir. Bu
son gelenek bir bitki ya da hayvan yiyerek ya da sadece
bunları göğsüne koyarak hamile kaldığı düşünülen bakire
lerin durumunu açıklamaktadır.106 Bütün bu vakalarda,
bitki ya da hayvanın ölen kişinin ruhunu taşıdığı ve bunun
da bakirenin rahmine geçip çocuk olarak yeniden dünyaya
geldiği sonucunu çıkarabiliriz. Güney Slavlarda çocuksuz
kadınlar çocuk sahibi olmak için genellikle hamileyken
ölen bir kadının mezarını ziyaret ederler. Orada mezar üs
tündeki otlardan bir miktar ısırıp ölenin adını söyler ve
rahmindeki meyveyi kendilerine vermesi için yalvarırlar.
Sonra mezardan küçük bir miktar toprak alır ve kuşakları
nın altına bağlayarak dolaşmaya başlarlar.107 Anlaşıldığı
kadarıyla doğmamış çocuğun ruhunun otların ya da top
rağın içinde olduğunu ve oradan kendi bedenlerine geçe
ceğini düşünürler.
105 W . Crooke, Natives of Northern lndia, s. 202; Census of India, 1901, cilt.
xvii. Pıınjab, Kısım i., Rapor, H. A. Rose (Simla, 1902), ss. 213 vd.
106 Bazı öykülerde hamilelik bir şey yiyerek değil de su içmek suretiyle
gerçekleşir. Ama ilke aynıdır.
107 F. S. Krauss, Sitte und Branch der Sud-Slaven (Viyana, 1885), s. 531.
111
Alman Yeni Ginesi'ndeki Kailerde "imkansız gibi görün
se de kadınlar cinsel ilişkiyle hamilelik arasında bir bağ
lanh olduğunu bütün ciddiyetleriyle reddederler. Kuşku
suz insanların çoğu bu sürecin pekala bilincindedir. Bazı
bireylerin bu konudaki cehaleti muhtemelen birçok evli
kadının ömür boyu çocuk sahibi olamamasından kaynak
lanmaktadır. Son olarak, animist inanç da bu bilgisizliği
pekiştirmektedir."108 Bazı Güney Melanezya adalarında da
yerliler hamile kalmak için cinsel ilişkiye gerek olmadığına
ve kadının bir hayvan ya da meyve ruhla, erkeğin yardı
mına gerek olmadan hamile kalabileceğine inanmaktadır.
Banks adalarından biri olan Mota adasında "olaylar genel
likle şu şekilde gelişir: Bahçesinde, çalılıkta ya da kıyıda
oturan bir kadın peştamalının içinde bir hayvan ya da
meyve bulur. Bunu alıp köye götürür ve ne anlama geldi
ğini sorar. Çevredekiler de bu hayvanın karakterini taşıyan
ya da bizzat hayvan olan bir çocuk doğuracağını söyler.
Sonra kadın yaratığı bulduğu yere geri götürür ve yuvası
na, yani kara hayvanıysa karaya, su hayvanıysa geldiği
düşünülen gölete ya da akarsuya bırakır. Etrafına bir du
var örer ve her gün oraya giderek yaratığı besler. Bir süre
sonra hayvan ortadan kaybolur ve bu durumda hayvanın
kadının içine girdiğine inanılır. Burada hayvandan fiziksel
olarak hamile kalındığına ya da hayvan şeklindeki bir cis
min kadının rahmine girdiğine dair bir inanç olmadığı
açıktır. Edinebildiğim bilgilere göre bu şekilde bulunan bir
hayvan, en baştan itibaren maddi bir cisim olmaktan çok,
şu veya bu şekilde doğaüstü bir varlık, bir ruh-hayvan ola
rak görülür. Halen Mota'da yaşamakta olan yaşlı bir ada
mın anlattığına göre, peştamalında hayvan bulan bir kadın
bunu avucunun içinde dikkatle köye götürmüş, ama hay
vanı çevresindekileri göstermek için elini açhğında hayva
nın gittiğini görmüş ve buradan, kadın çalılıktan eve gelir-
um
R. Neuhauss, Deııtsch Neıı-Gııinea, iii. (Berlin, 191 1 ), içinde C. Keysser,
"Aus dem Leben der Kaileute," s. 26.
112
ken hayvanın kadının vücuduna girdiği sonucuna varıl
mış . . . . Doğan çocuk bir bakıma anne tarafından bulunmuş
bir hayvan ya da bitki olarak görülür. Çocuk hayah bo
yunca o hayvanı yemez, yerse de ciddi bir hastalığa yaka
lanır, hatta hayahnı kaybeder. Bulunan şey bir meyveyse,
çocuk o meyveyi yemez ve o meyvenin yetiştiği ağaca do
kunmaz . . . . Söz konusu hayvanın neden yenmediğini araş
tırınca, bunun kişinin kendini yemesi olarak algılandığını
öğrendim. Dolayısıyla bu, bir tür yamyamlık olarak gö
rülmekteydi. Kişiyle, bu şekilde özdeşleştirildiği tür ara
sında çok yakın bir ilişki olduğuna dair inanan olduğu
açıkhr.
"Çocuğun hayvan doğasına dair inancın bir başka yönü
de, özdeşleştirildiği hayvanın fiziksel ve zihinsel özellikle
rini de aldığı inancıdır. Dolayısıyla, bulunan hayvan bir
deniz yılanıysa ve bu sık görülen bir şeyse, çocuk zayıf,
tembel ve yavaş olacakhr; eğer bir yılanbalığı ise, benzer
özellikler olacaktır; bir keşiş yengeciyse, çocuk fevri bir ka
raktere sahip olacakhr; yarasaysa, hem fevri karakterde
hem de esmer olacakhr; fırça hindisiyse, huyu iyi olacakhr;
kertenkeleyse, çocuk yumuşak ve nazik olacakhr; fareyse,
düşüncesiz, aceleci ve sert olacakhr. Bulunan nesne meyve
ise, yine çocuk onun özelliklerini alacaktır. Yabani Malay
elması (malmalagaviga) olması durumunda, çocuğun koca
bir karnı olacak ve bu durumdaki kişiye, 'Sen malmalagavi
ga' dan mı oldun?' denecektir. Womarakaraqat denilen bir
meyve ise, çocuk iyi huylu olacakhr.
"Mota'ya yakın bir ada olan Motlav adasında da annenin
giysisi içinde bir hayvan bulması halinde çocuğun o hay
vana benzeyeceğine ve o hayvanı yememesi gerektiğine
inanılır. Yine burada da çocuğun o hayvanın özelliklerini
alacağına, sarı yengeçle özdeşleştirilmesi halinde iyi huylu
ve beyaz tenli, keşiş yengeciyle özdeşleştirilirse çocuğun
öfkeli ve huysuz olacağına inanılır. Bu adada çocuğunun
belli bir karakterde olmasını isteyen bir kadın sık sık aynı
özellikleri sergileyen hayvanı bulabileceği yere gider. Do-
1 13
layısıyla, eğer beyaz tenli bir çocuk istiyorsa, açık renkli
yengeçlerin olduğu bir yere gider."109
Avustralya'nın büyük bir bölümünde, özellikle de Orta,
Kuzey ve Batı bölgelerde aborijinler çocuk sahibi olmak
için ille de çiftlerin bir araya gelmesi gerekmediğine inanır
lar; hatta birçoğu daha ileri giderek türlerin çoğalmasının
gerçek nedeninin cinsel ilişki olmadığını savunur. Arunta
larda, Kaitishler, Luritchalar, Ilpirra ve Orta Avustral
ya'nın kıraç steplerinde dolaşan diğer kabilelerde, her bi
reyin ölmüş bir atanın yeniden dünyaya gelmiş hali oldu
ğuna ve ölülerin ruhlarının doğrudan kadınların rahmine
geçtiğine ve kadınların bunları karşı cinsle ilişkiye girme
den doğurduğuna inanılır. Bu kabileler ölenlerin ruhları
nın kaya ya da ağaç gibi doğal bir özellikle işaretlenmiş
belli yerlerde bir araya gelerek oralarda yaşadıklarını ve
bu dinlenme yerlerinden çıkıp, yakından geçen kadın ya
da kızların bedenlerine girdiğini düşünmektedirler. Bir
kadın, rahminin uyandığını hissedince yakınlardaki bir
ölüler mekanından içine bir ruhun girdiğini bilir. Hamile-
1 14
liğe ve doğuma getirilen olağan açıklama budur. "Bu kabi
lelerin yerlileri çocuğun, atalardan birinin ruhunun anne
nin içine girmesinin doğrudan sonucu olduğuna inanırlar.
Üremenin cinsel birleşmeyle bağlantısı konusunda hiçbir
fikirleri yokhır ve çocukların cinsel birleşme olmadan do
ğabileceğine kesinlikle inanırlar."110 Ruhların yeniden
doğmak üzere toplandığı yerler genellikle çok eski zaman
larda yaşamış uzak ataların toprağa geçtiği söylenen yer
lerdir; yani buralar kabilenin atalarının öldüğü ya da gö
müldüğü düşünülen yerlerdir. Örneğin Warramunga kabi
lesinde, Kara-yılan klanının atasının bir derenin kenarın
daki kaya ve ağaçlara birçok Kara-yılan çocuk bıraktığı
söylenir. Dolayısıyla bugün hiçbir kadın bu ağaçlara balta
vurmaya cüret edemez, çünkü balta vuracak olursa ağacın
içindeki ruh-çocuklardan birinin serbest kalıp hemen içine
gireceğini kesinlikle bilir. Onlara göre ruh bir kum taneci
ğinden daha büyük olmayıp, kadının içine göbeğinden gi
rer ve rahminde gelişerek çocuk haline gelir.111 Yine, Arun
ta kabilesinin geniş topraklarında çeşitli yerlerde, içinde
yeniden doğmayı bekleyen ruhların bulunduğu kimi kaya
lar vardır. O yüzden bu kayalara "çocuk-kayalar" denir.
Bunlardan birinde bir delik vardır, kayanın içindeki ruh
çocuklar bu delikten gelip geçen kadınlara bakarlar. Bu
kayanın yanına gelen bir kadının hamile kalacağına kesin
olarak inanılır. Genç bir kadın çocuk istemediği halde ka
yanın yanından geçmek zorunda kalırsa, yüzünü buruşhı
rup elinde bastonla topallayarak gençliğini özenle gizler.
İhtiyar bir kadın gibi iki büklüm olur ve yaşlılarınki gibi
çatallaşmış bir sesle, "Bana gelme, ben yaşlı bir kadınım,"
der. Ancak kayayı ziyaret etmeyen kadınların da hamile
115
kalabileceği düşünülür. Eğer karı ve kocanın ikisi de çocuk
istiyorsa, koca saç bağını taşın etrafına bağlayıp taşı okşa
yarak kansının olduğu tarafı işaret eder. Aynca kötü niyet
li bir adamın benzer bir ayinle kadınları uzaktan hamile
bırakhrabileceğine de inanılır.112
Bu tür inançlar sadece Orta Avustralya ile sınırlı olma
yıp, kuzeydeki Eyre Gölü'nden denize ve Carpentaria Kör
fezi'ne kadar bütün kabilelerde görülür.113 Örneğin Mun
garailer çok uzak mazide eski atalarının ülkenin her yerin
de dolaşarak toprağa doğal özelliklerini verdiklerini ve
durdukları yerlerde arkalarında ruh-çocuklar bırakhklarını
söylerler. Ataların bedenlerinden çıkan bu çocuklar belli
noktalarda bekleyerek, içine girip doğacakları bir kadın
geçmesini kollarlar. Örneğin Roper Nehri'ndeki McMinn
kumluğunda hepsi de tek bir toteme ait olan ve o totemin
kadınlarına girmeye can atan ruh-çocuklarla dolu büyük
bir sakız ağaa vardır. Yine, gök gürültüsü totemine bağlı
olan atalardan biri Crescent Lagünü'ne birçok ruh-çocuk
bırakmıştır; eğer Gnaritjbellan altsınıfından bir kadın aya
ğını suya fazla daldıracak olursa, ruh-çocuklardan biri ba
cağına ve oradan bedenine geçer ve bir süre sonra tote
minden dolayı gökgörültüsüyle gelecek bir çocuk doğar.
Ya da kadın eğilip su içerse, ruhlardan biri ağzından kadı
nın içine girer. Yine, Roper Nehri'nde kırmızı zambakların
1 16
büyüdüğü lagünler vardır; ve su bir kanguru adam tara
fından bırakılmış ruh-çocuklarla doludur. Gnaritjbellan
altsınıfından kadınlar zambak toplamak için suya girince,
küçük ruhlar bacaklarına akın eder ve kanguru çocuklar
dünyaya gelir. Aynı şekilde, Nullakun kabilesinin toprak
larında bir adamın gökkuşağı totemine ait ruh-çocuklar bı
raktığı bir akarsu vardır; aynı totemden bir kadın su içmek
için buraya gelince, gökkuşağı çocuğun ruhu onun içine
girer ve doğar. Yine, Yungman kabilesine ait topraklarda
Elsey Irmağı'nın yakınlarındaki ağaç ve taşlar şeker
torbası (bal peteği) totemine ait ruh-çocuklarla doludur; bu
şeker-torbası çocukları aynı totemden kadınların içine gi
rer ve dünyaya gelirler.114
Queensland'te Tully Nehri yerlileri cinsel ilişkiyle kadın
hamileliği arasında bağlantı olmadığını düşünürken, garip
bir şekilde hayvanlardaki hamileliği cinsel ilişkiye bağlar
ve türlerini sürdürmek için hayvanlar gibi aşağılık ve kaba
araçlara başvurmak zorunda olmadıkları için üstünlükle
riyle gurur duyarlar. Onlara göre kadınların hamile kal
masının altında dört neden yatar. Birincisi, kadın çocuğu
Avrupalıların bilgi eksikliğiyle baba diye adlandırdığı bir
erkekten özel bir tür siyah mercanbalığı alarak yüklenmiş
olabilir; bunu kızartıp, kızarmış balığın iştah açıcı kokusu
nu içine çekmiş olabilir. Bu, çocuk sahibi olmak için fazla
sıyla yeterlidir. İkinci olarak, kadın bir çeşit boğa kurbağa
sı yakalamak amaayla dışarı çıkmış olabilir, yakalamayı
başarmışsa eğer, bu da hamileliği için pekala kesin ve tat
min edici bir açıklama olabilir. Üçüncü olarak, bir adam
kendisine hamile kalmasını söylemiş olabilir, sadece söy
lemek bile istenen etkiyi yaratabilir. Dördüncü ve son ola
rak, kadın sadece çocuğun içine koyulmuş olabileceğini
hayal edebilir ki bu da hamile kalmak için yeterlidir. Beyaz
adam bu konuda ne düşünürse düşünsün, Tully Neh-
114 W. Baldwin Spencer, An Intro dııction to the Stııdy of Certain Native Tri
lıcs of the Northern Tcrritory (Melboume, 1912), ss. 41 -45.
1 17
ri'ndeki siyahilere göre bebek doğumlarının ardındaki
gerçek nedenler bunlardır.115 Queensland'teki Cape Bed
ford civarında yaşayan yerliler bebeklerin, başlarının ön ve
arkasında iki çift göz bulunan ve sık çalılıklarda yaşayan
uzun saçlı periler tarafından gönderildiğine inanırlar. Ço
cuklar güneşin bathğı uzak bahda, bebek olarak değil tam
gelişmiş olarak üretilir; ancak güneşin bathğı topraklardan
rahimlere geçerken, kız iseler mahmuzlu kızkuşuna, erkek
iseler yılana dönüşürler. O yüzden, geceleyin bir kızkuşu
sesi duyulunca siyahiler kulaklarını dikip, "Merhaba! Ya
kınlarda bir yerde bir bebek var," derler. Bir kadın dışarı
da, çalılıklarda yiyecek ararken, gerçekte kendisine anne
arayan bir erkek bebek olan sevimli yılan görürse ailesine
seslenir, onlar da koşarak gelip taşları, yapraklan ve odun
ları çevirerek yılanı ararlar; bulamazlarsa, yılanın kadının
içine gittiğini ve yakında erkek bebek olarak dünyaya ge
leceğini bilirler.116 Queensland'teki Pennefather Irmağı'nda
kadının içine bebek koyan varlığa Anje-a adı verilir. Bu
varlık mangrov bataklıklarından bir parça çamur alır, ça
muru yoğurup bebek şekli verir ve bunu kadının rahmine
sokmaya çalışır. Ormanın derinliklerinde, kayalıklarda ve
uzun mangrov bataklıklarında yaşadığı için bu varlığı
görmek mümkün değildir; ama zaman zaman oralarda
kendi kendine güldüğü duyulabilir; güldüğü duyulursa
bu, birileri için bir bebek hazırlamış demektir.117 Kuzey
Queensland'teki Cairns bölgesi kabilelerinde "bir kadının
bir erkekten yiyecek kabul etmesi sadece bir evlilik töreni
olarak değil, aynı zamanda hamile kalma gerekçesi olarak
1 18
görülür."1 1 8 Benzer biçimde, Kuzey Bölgesi'ndeki, Port Da
rin, Daly River ve özellikle de Larrekiya ve Wogait civa
rındaki Avustralya kabilelerinde "hamilelik cinsel ilişkinin
doğrudan bir sonucu olarak görülmez." Wogait yaşlıları
büyük bir ateşten bebekler alıp bunları doğurmaları için
kadınların rahimlerine koyan kötü bir ruh olduğunu söy
lerler. Normalde ava gidip bir hayvan avlayan ya da başka
yiyecek toplayan bir erkek bunu eşine verir ve o da hamile
kalıp çocuk doğurma umuduyla bunu yer. Doğan çocuk
ilk dişleri çıkana kadar anneyi hamile bırakan bu yiyecek
ten yemez.119 Yiyeceklerin hamileliğe yol açbğına dair ben
zer inanç Bah Avustralya'da da görülür. A. R. Brown bu
konuda şöyle diyor: "Gascoyne Nehri'nin ağzındaki In
garda kabilesinde çocuğun, annenin hamilelik sırasında
yaşadığı ilk mide bulantısından hemen önce yediği yiye
ceğin ürünü olduğuna inanıldığını gördüm. Bu konuda
bana bilgi veren kişi, babasının mızrakla muhtemelen
bandikut faresi olan bandaru adlı, artık bu civarlarda pek
görülmeyen küçük bir hayvan avladığını söyledi. Anne bu
hayvanı yedi ve sonunda bana bu bilgiyi veren kişiyi dün
yaya getirdi. Bu kişi bana, annesi tarafından yenmeden ön
ce babasının mızrağı sapladığı yer olduğunu söylediği yan
tarafındaki izi gösterdi. Annesinin evcil bir kediyi yemesi
sonucu dünyaya geldiği söylenen küçük bir kız çocuğu
gösterildi; kızın erkek kardeşi de bir toy kuşundan ortaya
çıkmıştı. . . . Toy kuşu bu iki çocuğun babasının ve dolayı-
119
sıyla çocukların bağlı olduğu totemlerden biriydi. Ancak
bu, tamamen bir rastlanh gibi görünmektedir. Çoğu du
rumda hamileliğin kaynağı olan hayvan babanın totemle
rinden değildir. Bir bireyin doğumuyla bu şekilde bağlan
tılı olan türler onun için hiçbir şekilde kutsal değildir. Er
kek onu öldürebilir veya yiyebilir; aynı tür hayvan saye
sinde hamile kalmış bir kadınla evlenebilir; doğumuyla il
gili rastlantı ona, bu hayvanla bağlanhlı totem ayinlerine
kahlma hakkı vermez.
"Aynı inancın izlerine Ingarda' nın kuzeyindeki bazı ka
bilelerde de rastladım, ancak bunlar tek tük olgulardı; yani
bazıları inanıyor, bazıları inanmıyordu. Bazı kişiler kendi
lerinin veya ötekilerin geldikleri hayvan ya da bitkiyi söy
leyebilirken, bazıları hiçbir şey söyleyemiyor, hatta bazı
durumlarda bunların hamileliğin kaynağı olduğunu dahi
reddediyorlardı. Ancak benzer özellikler gösteren başka
inançlar da vardı. Buduna kabilesinden bir kadın bugün
lerde yerli kadınların melez çocuklara hamile olduklarını,
çünkü beyaz undan ekmek yediklerini söylemişti. Erkekle
rin çoğu hamileliğin nedeninin cinsel ilişki olduğuna ina
nıyordu, ancak bu yerliler uzun yıllardır beyazlarla temas
halinde olduklarından, bu durum inançlarının kökenine
dair tatmin edici bir kanıt olarak görülemez.
"Kuzeydeki bazı başka kabilelerde daha ilginç ve daha
iyi örgütlenmiş bir inanç sistemi gördüm. Kariera, Namal
ve lnjibandi kabilelerinde hamileliğin kaynağının baba de
ğil, özel bir adamın aracılığı olduğuna inanılmaktadır. Bu
adam doğan çocuğun wororu'sudur. Wororu'nun nasıl ha
mile bıraktığına dair -her biri bana farklı vesilelerle anlatı
lan- üç açıklama vardır. Birincisine göre adam, kadına bir
yiyecek verir, bu bir hayvan ya da sebze olabilir. Kadın
bunu yer ve hamile kalır. İkinci anlatıma göre adam terci
hen kanguru veya devekuşu olmak üzere bir hayvan avlar.
Hayvan can çekişirken onun ruhuna veya hayaletine belli
bir kadına gitmesini söyler. Ölü hayvanın ruhu o kadına
gider ve çocuk doğar. Üçüncü anlatım bir öncekine çok
1 20
benzemektedir. Bir kanguru ya da devekuşu öldüren avcı
ölü hayvanın yağından bir parça alıp onu bir tarafa bırakır.
Bu yağ ruh-bebek diyebileceğimiz bir şeye dönüşür ve
adamı geceleyeceği yere kadar izler. Adam gece yansı
uyurken ruh-bebek gelir ve adam onu belli bir kadına yö
neltir, kadın da böylece hamile kalır. Çocuk doğunca adam
onu kendisinin gönderdiğini söyler ve wororu olur. Bizzat
incelediğim toplam kırk kadar vakada bir erkek ya da ka
dının wororu'sunun onun için babanın kardeşi ya da kabi
ledaşı derecesinde bir yakınlık ifade ettiğini gördüm. Kişi
nin wororu'suna karşı görevleri tam olarak tanımlanmış
değildir. Kişinin wororu'suna 'bakhğı', yani onun için kü
çük hizmetler gördüğü ve muhtemelen yiyecek verdiği
söylenmektedir. Hamileliğe yol açan hayvan ya da bitki,
çocuğun da wororu'nun da totemi değildir. Çocuğun türe
diği hayvanla özel, büyüyle ilişkili bir bağlanhsı yoktur.
Birçok vakada söz konusu hayvan ya kanguru ya da deve
kuşudur." 1 20
Görüldüğü üzere, bazı ilkel ırklarda fiziksel üreme süre
ciyle ilgili çocukça bir cehalet hüküm sürmekte ve dolayı
sıyla üreme sürecine çocukça bir merak içeren açıklamalar
getirilmektedir. Bu cehaletin eskiden günümüzde oldu
ğundan çok daha yaygın olduğunu rahatlıkla söyleyebili
riz; hatta insanlığın bir bölümünün henüz vahşilikten kur
tulamadığı uzun çağlarda doğumun gerçek nedeninin hiç
bilinmiyor olması ve dolayısıyla insanların bu esrarengiz
olayı Orta Afrika, Melanezya ve Avustralya'nın vahşi ve
barbar kabilelerinde hala revaçta olan kuramlarla açıkla
mış olmaları kuvvetle muhtemeldir. Vahşi yaşam koşulları
üstüne biraz düşündüğümüzde, bu cehaletin aslında uy
gar bir gözlemciye ilk bakışta göründüğü kadar şaşırtıcı
olmadığını ya da başka bir deyişle, çocuğun dünyaya geli-
1 20
A. R. Brown, "Beliefs Conceming Childbirth in some Australian Tri
bes," Man, xii. (1912), ss. 180 vd. Bkz. "Three Tribes of Westem Austra
lia," journal of the Raya/ Anhropologica/ lnstitute, xliii. (1913), s. 168.
121
şinin gerçek nedeninin o zamanlar bizim düşündügümüz
kadar açık olmadığını kolayca anlarız. Geçmişte bütün in
sanlarda olduğu gibi medeniyetsiz vahşilerde de erkek ve
kız çocuklar ergenlik öncesi dönemde özgürce hep bir ara
daydılar, hatta hamilelikle sonuçlanmayan ve sonuçlan
ması mümkün olmayan cinsel ilişkilere fazlasıyla aşinadır
lar. Dolayısıyla, her cinsel ilişkinin mutlaka hamilelikle so
nuçlanacağını kolayca reddetmeleri o kadar şaşırtıcı değil
dir. Yine, ana rahmine düşmeyle gebeliğin ilk belirtilerinin
baş göstermesi arasındaki uzun aralık dikkatsiz vahşinin
iki olgu arasında hayati bir ilişki kurmasını kolayca engel
leyebilir. Bu değerlendirmeler, uygar insanın, türünün
önemli bir kısmının, hatta tümünün, onun için son derece
açık ve doğanın temel gerçeği olan bir şeye kuşkuyla bak
masını ya da reddetmesini kabul etmekte doğal olarak gös
terdiği tereddüdü ortadan kaldırabilir ya da azaltabilir.121
Yukarıdaki kanıtlar ışığında tanrıların mucizevi doğuşla
rı ve bakire annelerden doğan kahramanlar eski günlerde
kendilerini sarmalayan büyülü atmosferin büyük bir kıs
mını artık yitirirken, bugün onları tıpkı mazideki çocukça
cehaleti ve saflığı anlatan fosiller gibi günümüze kadar
ulaşan batıl inanç kalıntıları olarak görmekteyiz.
dan geldiğine dair bir anlayış vardı. Bkz. Homeros, Odysseia xix. 163; F.
122
lerden söz ederken, belirsiz bir retorik dil kullanmaktan
çok, çağdaşları arasındaki mevcut inançları küçümsemek
tedir. Hizkiya ve Yoşiya reformlarına kadar, Yehova tapı
nakları da dahil bütün eski Kenan tapınaklarında düzenli
olarak tapınılan iki nesnenin kutsal bir kütük ve kutsal bir
taş olduğunu aynca kutsal erkeklerle (kedeşim) kutsal ka
dınların (kedeşot) bu tapınaklarda ahlak dışı ayinler yaptık
larını artık biliyoruz. Batıl inançlı İsraillilerin anne ve baba
lan olarak gördükleri ağaç ve taşın tapınaktaki kutsal kü
tük (aşera) ve kutsal taş (masseba) olduğu varsayımı ve bu
yerlerde serbestçe girilen ilişkilerden doğan çocukların da
-tıpkı Orta Avustralya'daki kutsal ağaç ve taşlar için var
sayıldığı gibi- bu tuhaf ama tapılmaya layık görülen putla
rın; içlerinde ölülerin yeniden doğmaya hazır olarak bek
lediği düşünülen bu putların çocukları ya da tohumlan ol
duğu varsayımı makul değil midir? Çocuk doğuran ya da
doğurma aracı olan kutsal kadın ve erkeklerin iki kutsal
varlığın insan şeklinde vücut bulmuş halleri olarak görül
mesinin altında bu bakış yatmaktaydı. Burada erkek muh
temelen dalları soyulmuş olan kutsal ağacı, kadın da koni,
dikilitaş ya da sütun şeklindeki kutsal taşı temsil etmek
teydi.123
Kudüs ile deniz arasında kalan Efraim'in güney sınırın
daki yüksek, ücra noktada kalan antik bir Kenan kenti olan
1 23
Gezer' de yapılan son araşhrmaların sonuçları da bu çıka
rımları desteklemektedir. Burada yapılan İngiliz kazıları
kutsal taştan sütun ya da dikili taşları (masebot) hala bir sı
ra halinde duran ve iki sıra arasında güzel bir kare şeklin
de, muhtemelen kutsal bir kütük ya da direğin (aşera) so
kulduğu içi oyuk geniş bir taş bulunan bir tapınağın kalın
tılarını ortaya çıkarmıştır. Tapınağın ortasında yığılı duran
toprağın içinde, yumuşak kireçtaşından kabaca oyulmuş
çok sayıda erkek figürü ve terakota tabletlere hafif ka
bartma şeklinde işlenmiş ana tanrıça figürleri bulunmuş
tur. Bu şeylerin tapınmaya gelenlerin kutsal kütük ve kut
sal taş şeklinde temsil edilen erkek ve kadın tanrılara sun
dukları adaklar oldukları kesindir; bunların çok sayıda
olması da tapınaktaki tanrıların her şeyden önce bereket
kaynakları olarak görülen tanrı ve tanrıçalar olduğu var
sayımını güçlendirmektedir. Son derece ilginç bir keşif bu
varsayımı daha da pekiştirmektedir. Tapınak zemininin al
tında hiçbiri bir haftalıktan büyük olmayan ve hepsi de
büyük küplerin içine gömülmüş olan çok sayıda yeni
doğmuş bebek kemiği bulunmuştur. Bu küçük bedenlerde
hiçbir darp ya da şiddet izine rastlanmamışhr; başka bir
çok bölgede görülen gelenekler124 ışığında, çocukların ölü
doğmuş ya da doğduktan kısa bir süre sonra ölmüş olduk
ları ve ilahi gücün de yardımıyla annenin rahmine düşüp
dünyaya tekrar gelecekleri umuduyla ebeveynleri tarafın
dan tapınağa gömüldükleri sonucuna varabiliriz.125 Bu
124
Bkz. yukarıda, ss. 106 vd.
125Gezer kazıları için, bkz. R. A. Stewart Macalister, Reports on the Excava
tion of Gezer (Londra, tarihsiz), ss. 76-89; ayrıca aynı yazar, Bible Side
lights from the Mound of Gezer (Londra, 1906), ss. 57-67, 73-75. Profesör
Macalister delikli taşı kutsal direğin temeli olmaktan çok yatağı olarak
görme eğilimindedir. Gömülen çocukların, ilk çocuğun adanmasını ön
gören antik yasa çerçevesinde kurban edilen ilk çocuklar olduğunu dü
şünmektedir. Çocukların bedenlerinde herhangi bir yara bulunmaması
benim benimsediğim açıklamayla örtüşmekte olup, Filistin'deki
Ti'inik'te (Teli Ta'annek) yapılan ve iki yaşına kadar olan çocukların aile
mezaklıkları yerine küplere gömüldüğünü ortaya koyan Avusturya ka-
124
gömülü bebeklerin ruhlarının kutsal ağaç ve taşlara ve bu
radan da tapınağa gelen müstakbel annelerin bedenine
geçtiği varsayılıyorsa, Orta Avustralya ile olan benzerlik
tam yerine oturacakhr. Günümüz Suriye'sinde çocuk sahi
bi olmak isteyen kadınların hala ermişlerin mezarlarına
gidiyor ve tanrısallığın tecessüm etmiş hali olan "kutsal
erkekler"den medet bekliyor oluşu da bu benzerliğin ha
yali değil gerçek olduğunun bir kanıhdır. Diğer birçok ba
tıl inançta olduğu gibi burada da geçmişi yorumlamak için
kullanılabilecek en iyi araç şimdiki durumdur; çünkü yük
sek dini inanç biçimleri bulutlar gibi yok olup giderken,
düşük biçimler kaya gibi sapasağlam ayakta kalmaktadır.
Bir dönemin "kutsal adamları" bir sonraki dönemin ermiş
leridir, dünün Adonis'i bugünün Aziz Georgios'udur.
1 25
V. Bölüm
Melkart'ın Yakılışı
1 The Dying God, ss. 166 vd. Bkz. Not 1., "Moloch the King,", bu cildin so
nunda.
2 Bibloslu Philon, alıntıyı yapan Eusebius, Praepar. Evang. i. 10. 29 vd.; 2
Krallar iii. 27.
3 Bkz. yukarıda, s. 27.
1 27
yok olduğu anlamına gelmektedir. Her halükarda, kentin
en büyük tanrısının temsili suretini periyodik olarak yak
ma geleneği Sur'da ve Sur'un kolonilerinde yakın bir za
mana kadar süregelmiş olup, belki suretin yerine bir insan
ikame edilmiş olabilir. Çünkü Sur'un yüce tanrısı Melkart,
Yunanlar tarafından büyük bir odun yığınının üstünde
kendini yakarak bir bulutun içinde, gök gürültüsü eşliğin
de göğe ağdığı söylenen Herakles'le özdeşleştirilmektey
di.5 Sophokles'in ölümsüzleştirdiği ünlü Yunan efsanesin
de bu trajedinin gerçekleştiği yer Oeta Dağı iken, hikaye
nin başka bir türevinde olay mahalli Sur olarak göstermek
tedir.6 Ekleyeceğim diğer kanıtlarla birlikte düşünüldü
ğünde bu gelenek, Herakles' in ya da daha doğrusu Mel
kart' ın temsili suretinin Sur'da düzenlenen büyük bir fes
tivalde düzenli aralıklarla yakıldığına dair varsayımı güç
lendirmektedir. Bu festival, "Herakles'in uyanışı" olarak
bilinen ve aşağı yukarı Ocak ayına denk gelen Peritius
ayında düzenlenen festival olabilir.7 Festivalin adı, tanrının
odun yığını üstündeki ölümününün dramatik temsilini,
tanrının yeniden dirilme görüntüsünün izlediği varsayı
mını desteklemektedir. Yunan yazarın yeniden dirilmeyi
anlathğı öyküye göre Fenikeliler Herakles'e bıldırcın kur
ban ederdi, çünkü Herakles Libya'ya yolculuk ederken Ti
fon tarafından öldürülmüş ancak elinde bir bıldırcınla
peyda olan Iolaos tarafından hayata döndürülmüştü: Ölü
tanrı kuşun kokusunu alınca dirilmişti.8 Başka bir anlahma
128
göre Iolaus bir bıldırcını canlı canlı yakmış ve bıldırcın eti
ni çok seven ölü kahraman yarunış kuşun lezzetli koku
suyla tekrar hayata dönmüştü.9 Bu ikinci rivayet Fenikeli
lerin Melkart' a kurban amacıyla canlı bıldırcın yakmaları
geleneğine işaret eder gibidir. 1 0 Bu çerçevede, bıldırcınların
büyük sürüler halinde Akdeniz'in kuzeyine göç ettiği ve
birçoğunun ağla yakalanarak sahldığı bahar aylarında tan
rının yeniden dirilişi için festival düzenleruniş olması
mümkündür.11 Binlerce kuş Mart ayında tek bir gecede Fi
listin'e geri döner ve üremek üzere açık alanlarda, batak
lıklarda ve buğday tarlalarında konaklarlar. 1 2 Bıldırcınlarla
Melkart arasında yakın bir bağlantı olduğu açıkhr; çünkü
efsaneye göre Sur Heraklesi'nin yani Melkart'ın annesi As
teria bir bıldırcına dönüşmüştü.13 Kartacalılar muhtemelen
bu ölüm ve yeniden diriliş festivali için her yıl ana memle
ketleri olan Sur'a elçiler gönderirlerdi. 14
İspanya'nın Atlantik kıyılarında bulunan ve eski bir Sur
kolonisi olan Gades'te15 (bugünkü Cadiz) Herakles'e, yani
Surlu Melkart'a tapınılan kadim, ünlü ve zengin bir tapı-
ıs Strabon, iii. 5. 5, ss. 169 vd.; Mela, iii. 46; Scymnus Chius, Orbis Descrip
1 29
nak vardı. Hatta tanrının da burada gömülü olduğu söy
lenmekteydi. Tapınakta hiçbir figür yoktu, ancak sunakta
aralıksız ateş yanardı ve ömür boyu evlenme yasağı olan
çıplak ayaklı, çıplak kafalı ve beyaz cüppeli rahipler tara
fından tütsüler sunulurdu. Kadınlar ve domuzlar varlıkla
rıyla bu kutsal yeri kirletemezdi. Daha sonraki yıllarda
birçok önemli Romalı, tehlikeli bir sefere çıkmadan önce ve
dileklerinin kabul edilmesinden sonra şükranlarını sun
mak üzere Atlantik sahilindeki bu ücra tapınağa hac ziya
retinde bulunmuştu.16 Hannibal'in İtalya üstüne yürüme
den önce yaphğı son şeylerden biri Gades'i ziyaret ederek
Melkart' a karşılıksız kalacak dualar etmek oldu. Bundan
kısa bir süre sonra uğursuz bir rüya görmüştü.17 Anlaşıldı
ğı kadarıyla Sur'da olduğu gibi Gades'teki tapınakta da
herhangi bir Melkart figürü bulunmamasına karşın her yıl
bir temsili suret yakılıyordu. Çünkü Magnesialı Cleon adlı
biri Gades'i ziyarete gittiğinde, Herakles'in yani Melkart'ın
emri üzerine beraberindekilerle birlikte adadan uzaklaşh
rıltığını ve geri döndüklerinde devasa bir adamın sahilde
nasıl yandığını anlatmıştı; tanrının onu yıldırımla çarphğı
söylenmişti.18 Buradan, her yıl düzenlenen Melkart festiva-
1 • Silius ltalicus, iii. 14-32; Mela, iii. 46; Strabon, iii. 5. 3, 5, 7, ss. 169, 170,
1 72; Diodorus Siculus, v. 20. 2; Philostratus, Vita Apollonii, v. 4. vd.; Ap
pianos, Hispanica, 65. Bkz. Arrianus, Anabasis, ii. 16. 4. Herakles'in ke
miklerinin Gades'te gömülü olduğunu gündeme getiren isim Mela'dır.
Bkz. Amobius, Adversus Nationes, i. 36. İtalya' da kadınların Herakles
adına yapılan kurban törenlerine katılmasına izin verilmez (Aulus Gel
lius, xi. 6. 2; Macrobius, Saturn., i. 12. 28; Sextus Aurelius Victor, De origi
ne gentis Romanae, vi. 6; Plutarkhos, Queastiones Romanae, 60). Gades'teki
Melkart rahiplerinin bakir olup olmadığı ya da yalnızca belli mevsim
lerde cinsel oruç tutup tutmadığı açık değildir. Sur'daki Melkart rahiple
ri evlenebilirdi Oustinus, xviii. 4. 5). İspanya'run güneyinde Melkart'a
Herakles adı altında tapınma Roma İmparatorluğu dönemlerine kadar
sürdü. Bkz. J. Toutain, Les Cultes Pai"ens dans l'Empire Romain, 1. Cilt, i.
(Paris, 1907), ss. 400 vd.
1 7 Livius, xxi. 21 . 9, 22. 5-9; Cicero, De Divinatione, i. 24. 49; Silius Italicus,
iii. 1 vd., 158 vd.
ı s Pausanias, x. 4. 5.
130
linde yabanalann kentten çıkarıldığı ve esrarengiz tanrı
nın yakılması olayının onlar yokken gerçekleştirildiği so
nucu çıkıyor. Bu hipoteze göre Cleon ve diğerlerinin
Gades' e dönerken gördükleri şey, Sur paralarında tasvir
edildiği üzere denizahna binmiş bir adama benzeyen de
vasa Melkart temsilinin küllerinden tüten dumanlar olma
lıydı.19 Aynı biçimde, Yunanlar da adı Melkart'ın hafif de
ğiştirilmiş hali olan deniz tanrısı Melikertes' i bir yunusa
binmiş ya da bir hayvanın sırtına uzanmış bir şekilde tas
vir etmekteydi.
Sur kolonilerinin en büyüğü olan Kartaca' da tanrının
temsili suretini yakma geleneğini hahrlatan bir öykü de
kentin kurucusu ve kraliçesi olan Dido ya da Elissa ile ilgi
liydi. Kraliçe aşığının usandıran ısrarlarından kurtulmak
için ya da onun kendisini aamasızca terk etmesi üzerine
kendini bir odun yığınının üstünde hançerlemiş ya da sa
rayından yanan ateşin üstüne atlamıştı.20 Kartaca'nın ba
ğımsız olduğu dönemde Dido bir tanrı olarak kabul edil
miş ve kendisine tapılmışh.21 Porsuk ve köknar ağaçlarının
gölgelediği tapınağı kentin merkezinde bulunmaktaydı. 22
Hem biri hem de öteki olduğunu; Kartaca kraliçesinin, hp
kı Mısır kraliçesi gibi ilk başlarda kutsal kabul edildiğini
ve hpkı diğer yerlerdeki insan tanrılar gibi belli bir döne
min sonunda ya da bedensel ve zihinsel güçlerinin arhk iş
göremez hale geldiğinde öldürüldüğünü düşünecek olur-
131
sak, bir kraliçe ve bir tanrıça olarak Dido'nun görünüşte
birbiriyle çelişen bu özelliklerini uzlaşhnnak mümkündür.
Bu sert gelenek sonraki dönemlerde yumuşahlmış ve kra
liçenin yerini onun temsili almış ya da ateşten yaralanma
dan geçmesine izin verilmişti. Antik bir yasanın benzer bi
çimde yumuşatılması uygulaması Kartaca'nın ana kenti
olan Sur' da da görülmektedir. Dido'nun geldiği Sur kralla
rının kendilerinin tanrı Melkart olduğunu iddia ettiklerini
ve her yıl düzenlenen bir festivalde tanrının ya temsili su
reti ya da birinin şahsında yakıldığını varsaymak için ne
denler bulunduğunu daha önce görmüştük.23 Yine, Heze
kiel'in Sur kralını tanrı rolü oynamakla suçladığı aynı bö
lümde peygamber, kralı "yanan taşların ortasında ileri ge
ri" yürürken tasvir etmektedir. 24 Sur kralının bir zaman
sonra sıcak taşların üzerinde ileri geri yürümesine rağmen
ayağında birkaç kabarcıkla kurtulduğunu düşündüğü
müzde bu tasvir daha da açıklık kazanmaktadır. Devlette
işler iyi gittiğinde Molok'un fırınına mahkum edilen ço
cukların şiddetli sıra dayağına boyun eğmek kaydıyla
yanmaktan kurtulmuş olmaları da mümkündür. Her ha
lükarda, dünyanın birçok yerinde bu türden dini ayin
geçmişten beri düzenlenmekte ve bugün de halii görül
mektedir. Ayine katılanlar izleyicilerin bakışları arasında
ısıtılmış taşların ya da kor halindeki odunların üzerinden
yürümektedir. Gelenekle ilgili örnekler bu çalışmanın ayrı
bir bölümünde ele alınmıştır.25 Ben burada yalnızca birine
değineceğim. Güney Kapadokya' daki Kastabala antik ken
tinde Yunanların Pers Artemisi adını verdiği bir Asya tan-
132
rıçasına tapılmaktaydı. Bu tanrıçanın rahibeleri çıplak
ayakla hiçbir yara almadan odun kömürü ateşinde yürür
lerdi. Orestes ve Tauris Artemisi'nin Kastabala'daki mace
rası bu ayinin ölü ya da diri insan yakmanın bir alternatifi
olduğunu doğrulamaktadır;26 çünkü Tauris Artemisi'ne
kurban edilen kadın ve erkekler önce kılıçla öldürülür ve
ardından bir kutsal ateş çukurunda yakılırdı.27 Benzer bir
uygulamaya Kartacalılar' da, sabahın şafağından geceyan
sına kadar süren vahim Himera savaşının hikayesinde de
rastlanmaktadır. Kartaca kralı Hamilcar çarpışma sırasın
da ordugahta kalarak kurbanlarını büyük bir ateşin üze
rinde yakmışh; ama ordusunun Yunanlar karşısında kırıl
dığını görünce kendisini ateşin içine atarak yakmışh.
Hemşehrileri bundan sonra ona kurbanlar adamış ve Kar
taca' da adına dikilen büyük bir anıtın yanı sıra bütün Kar
taca kolonilerinde de adına küçük anıtlar dikilmişti.28 Ola-
1 33
ğanüstü önlemler gerektiren acil toplumsal durumlarda
Kartaca kralı ülkesinin iyiliği için pekala kendisini kurban
etme zorunluluğu hissedebilir. Kartacalıların, ölümünden
sonra verdiği saygın unvanlara bakılırsa, Hamilcar'ın
ölümünü umutsuzluk sonucu intihar değil de kahramanca
bir eylem olarak gördükleri anlaşılmaktadır.
Yukarıdaki örnekler bir arada değerlendirildiğinde, her
ne kadar kanıt noktasında olmasa da, Sur' da ve kolonile
rinde düzenlenen yıllık festivallerde bir tanrının, özellikle
de Melkart'ın ister temsili suretini ister insan temsilcisini
yakma geleneği olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim,
Sur tanrısı olan Herakles'in kendini ateş yığınının içine
atarak öldürdüğü inancının nereden kaynaklandığını da
buradan anlayabiliriz. Fenikelilerin ticaret yaphğı Ege' deki
birçok kıyıda ve limanda Yunanlar gecenin karanlığında
parlayan Melkart ateşlerini seyretmiş ve şu garip yabancı
ların tanrılarını yakışlarını şaşkınlık içinde izlemiş olabilir
ler. Herakles'in deniz yolculuklarını ve alevler arasında
ölüşünü dile getiren efsaneler işte bu şekilde doğmuş ola
bilir. Ancak Yunanlar efsaneyle birlikte tanrıyı yakma ge
leneğini de almışh; zira kahramanın Oeta Dağı'nda yana
rak ölümünün anısına Herakles festivallerinde büyük ateş
ler yakılmaktaydı.29 Buradan, açıkça ifade edilmese de ateş
yığınında bir Herakles suretinin düzenli olarak yakıldığı
sonucuna varabiliriz.
)emektedir (Hanniba/, vii. 4), Livius ise (xxx. 7. 5) bunları konsüllere ben
zetmektedir; ancak Cicero (De re publica, ii. 23. 42 vd.) ömür boyu seçil
diklerini ima eder görünmektedir. Bkz. G. A. Cooke, Text-book of North
Semitic Inscriptions, ss. 115 vd.
29 Lukianos, Amores, 1 ve 54.
134
VI. Bölüm
Sandan'ın Yakılışı
1. Tarsuslu Baal
Kıbns'taki Amatus'ta Surlu Melkart ile Adonis'e aynı
anda tapınılmaktaydı; Fenike yazıtları Melkart'ın Idalium
ve Lamaka'da da saygı gördüğünü kanıtlamaktadır. Lar
naka' da Yunanlar onu bir deniz tanrısı olarak görmekte ve
Poseidon'la özdeşleştirmekteydi.1 Amatus'ta bulunan il
ginç bir heykelin, Yunanların Herakles tasvirlerindekine
benzer biçimde aslan öldüren Melkart tasviri olması
mümkündür. Söz konusu heykel devasa boyutlarda olup
tıknaz, kaslı, neredeyse bir hayvan kadar kıllı bir yapısı,
şaşı gözleri, büyük kulakları ve başının üstünde bir çift kı
sa boynuzu vardır. Sakalları kıvırcık ve kare şeklindedir.
Saçları üç at kuyruğu halinde omuzlarına düşmektedir.
Güçlü kollarında dövmeler bulunmaktadır. Bir aslan deri
si, tokayla belinin etrafına tutturulmuştur; önünde de dişi
bir aslanın derisini tutmakta, her bir elinde aslanın arka
pençeleri bulunmakta ve bacaklarının arasından hayvanın
başı sarkmaktadır. Dişi aslanın çenelerinin arasından bir
su kaynağı çıkıyor olmalıdır, zira hayvanın başının olması
gereken yerde, bir kanalla heykelin arkasındaki deliğe bağ
lanan dikdörtgen bir delik bulunmaktadır. Bunu veya ben
zeri bir vahşi modeli işleyen Yunan sanatçılar, başının üs
tünde külah gibi bir aslan kafa derisi bulunan daha estetik
bir Yunan Heraklesi ortaya çıkarmışlardı. Kıbrıs'ta bu sa-
135
natsal evrimin orta aşamalarını temsil eden Herakles hey
kelleri bulunmuştur.2 Ancak Kıbrıs'ta Surlu Melkart tasvi
rinin ya da insan temsilcisinin yakıldığına dair bir kanıt
yoktur.3
Öte yandan, benzer bir geleneğin Kıbrıs'ın karşı yaka
sındaki topraklarda bulunan ve Adonis geleneğinin kay
nağı olan Kilikya' da da görüldüğüne dair açık göstergeler
mevcuttur. Fenikelilerin Kilikya'yı kolonileştirip kolonileş
tirmedikleri belli değildir, 4 ama her halükarda bu ülkenin
halkı son zamanlara kadar, sevilen bir Yunan tanrısına yü
zeysel olarak uyarlanmasına karşın, gerek doğum yeri ge
rekse yapısıyla Doğulu olan erkek bir tanrıya tapınaktaydı.
Asıl merkezi Tarsus'ta, kuzeyden Tarsus'un karlı dağla
rından ve güneyde denizden gelen esintilerle yumuşayan
bereketli ve neredeyse tropikal bir iklime sahip olan bir
ovada bulunmaktaydı.5 Tarsus milattan sonraki dönem
lerde Atina ve İskenderiye'dekileri geride bırakan Yunan
felsefe okullarıyla övünse de6 kentin yapısı ve ruhu temel
de hep Doğulu kalmışhr. Sokaklarda dolaşan kadınlar Do-
167-174, 207 vd. Herodotos Kilikya adının, Fenikeli Agenor'un oğlu olan
Cilix'ten geldiğini söylemektedir (vii. 91).
5 Tarsus ovasının bereketi ve iklimi için bkz. E. J. Davis, Life in Asiatic
Turkey (Londra, 1879), böl. i.-vii. Kentin sırurları boyunca kilometrelerce
uzanan tarlalar son derece güzel olmakla birlikte, ıssız ve ihmal edilmiş
tir, başta meşe, alıç, portakal ve limon olmak üzere muhteşem ağaçlarla
doludur. Üzüm bağları en yüksek tepelere kadar uzanır ve hemen her
tarladan bülbül sesleri yükselir (E. J. Davis, a.g.e., s. 35).
6 Strabon, xiv. 5. 13, ss. 673 vd.
1 36
ğu tarzında gözlerine kadar örtünmüştür; Dio Chrysostom
bu kentin insanlarının öykündükleri Yunanlardan çok bo
zuk ahlaklı Fenikelilere benzediğini söylemektedir.7 Kent
paralarında yerel tanrı, üst kısmı çıplak, bacaklarının alt
kısımlan dökümlü bir kumaşa sarılmış ve bir elinde tepe
sinde bazen bir kartal bazen de bir lotus çiçeği bulunan bir
asa tutar halde tahta oturmuş olarak tasvir edilerek Zeus' a
uyarlanmıştır. Ancak adı ve sıfatları yabana doğasını ele
vermektedir; çünkü paraların üstündeki Aramice yazılar
da Tarsuslu Baal adını taşırken, bir elinde buğday başağı
ile bir üzüm salkımı tuhnaktadır.8 Bu sıfatlar onun genel
de, kendisine tapanlara doğanın bütün armağanlarının en
değerlisi olan buğday ve üzüm veren bir bereket tanrısı
olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, bu bir Yunan tanrı
sı olmaktan çok muhtemelen Sami ya da son tahlilde Do
ğulu bir tanrıydı. Çünkü Samilerde bütün tanrılar aynı ya
pıda olup kendilerinden neredeyse hep aynı hizmetler
beklenirken, daha ince ve görsel muhayyileleri daha geliş
kin olan Yunanlar tanrılarına ayrı ayrı karakterler vermiş
ve kutsal dünya ekonomisinde ayrı ayn işlevler yüklemiş
tir. Örneğin buğday üretimi Demeter'e, üzüm Dionysos'a
verilmiştir; Yunan zaten işi başından aşkın olan tanrıdan
her ikisi birden istemeyecek kadar mantık sahibiydi.
2. İvriz Tannsı
Bütün o Zeus taklitlerine rağmen Tarsuslu Baal'in aslın
da Doğulu bir tanrı olduğu Güney Kapadokya' daki İv
riz' de bulunan, kayadan oyulmuş dikkat çekici bir abidey
le de doğrulanmıştır. Buranın Tarsus'tan kuş uçuşu elli
milden uzak bir mesafede bulunmasına karşın, at sırtında
yapılacak bir yolculuk beş gün sürmektedir; zira Toros
7 Dio Chrysostom, Or. xxxiii. cilt. ii. ss. 14 vd., 17, (ed.) L. Dindorf (Leip
zig, 1 857).
" Paralardaki Tarsuslu Baal M.Ö. 17S'li yıllardan itibaren Zeus'a uyar
lanmıştır.
1 37
dağları arada devasa bir duvar gibi yükselmektedir. Yol
ünlü Kilikya kapısından geçer ve buralarda manzara Alp
ler' i andırır. Dağlar her yandan göğe doğru yükselir, do
rukları göz kamaşhrıcı kar örtüsüyle sarılı, yer yer geçit
vermez vadilerle birbirinden ayrılan ya da dar vadi bo
yunca kilometrelerce uzanan kızıl ve gri uçurumlarla ya
rılmış yamaçlar neredeyse simsiyah denecek yoğun çam
ormanlarıyla kaplıdır. Seyyahın geride bırakhğı Tarsus
ovasının nemli sıcağıyla tezat oluşturarak insanı canlandı
ran sert dağ esintisi manzaranın görkemini daha da artırır.
Seyyah dar boğazdan geniş Anadolu platosuna çıkınca
sanki Asya'dan çıkmış da hemen önünde arhk Avrupa'ya
uzanan anayolla karşı karşıyaymış duygusuna kapılır. Ar
hk arkasında bırakhğı büyük dağlar yüzyıllar boyunca Hı
ristiyan Batı ile Müslüman Doğu arasındaki sınırı oluş
turmuştu; güneyde Halifelerin toprakları, kuzeyde ise Bi
zans İmparatorluğu vardı. Toroslar uzun süre Arap istila
dalgalarını geri püskürten bir baraj işlevi görmüştü; ancak
bu dalgalar her geçen yıl Kilikya Kapıları'nı aşıp platoya
yıkım ve felaket getirmiş olsa da sular her defasında alçak
Kilikya ovalarına geri çekilmişti. Toroslardan Konstanti
nopol'e kadar uzanan yol ışıkları başkent Bizans'a Müslü
man istilacıların yaklaşhğını haber vermekteydi.9
İvriz köyü eski adı Kybistra olan Ereğli'ye on on iki ki
lometre mesafede, Toroslar'ın kuzey yamaana kurulmuş
tur. Ereğli'den köye giden yol Devonshire'ın yeşil patika
larından daha sevimli olan ve iki yanında kalın çitlerle sö
ğüt, kavak, fındık, akdiken ve devasa ceviz ağaçlarının sı
ralandığı, yazın başlarında bülbül seslerinin yankılandığı
patikalar boyunca uzanan zengin buğday tarlalarıyla
üzüm bağlarının arasından geçer. İvriz'in kendi de meyve
bahçeleri, ceviz ve üzüm bağlarından oluşan yeşilliklerin
gölgesi alhndadır. Köy kızıl kayalardan oluşan büyük uçu-
9 W. M. Ramsay, Luke the Physician and other Studies in the History of Reli
gion, (Londra, 1908), ss. 112 vd.
138
romlarla bölünen derin bir vadinin ağzında bulunmakta
dır. Kristal berraklığında, koyu mavi renkli bir su bu sarp
kayalıklann bahsından adeta fışkınr gibi çıkar ve diğer
akarsularla birleşip güçlenerek bir anda köpükler saçan
geçit vermez bir akıntıya dönüştükten sonra kayalık yata
ğının içinden kükreyerek akar. Kaynaktan az ötede ırmak
tan ayrılan bir dal, suyun içinden adeta fırlamış gibi görü
nen kızıl bir kayanın dibinden, dar ve derin bir kanal bo
yunca akmaya devam eder. Yüzeyi traşlanmış olan bu ka
yanın üstünde kabartma heykeller vardır. İki büyük figür
den biri bir tanrıya, öteki de ona tapan bir ibadetçiye aittir.
Yaklaşık beş metre yüksekliğindeki tanrı sakallı bir erkek
figürü olup, başında birkaç çift boynuzla süslenmiş sivri
uçlu bir başlık bulunmaktadır; üstünde dizlerine kadar
gelmeyen kısa bir tunik ile belinde bir kemer vardır. Ba
cakları ve ayaklan çıplakhr; el bileklerinde halka ya da bi
lezikler görülmektedir. Ayaklanndaysa uç kısımlan kal
kık, yüksek çizmeler vardır. Sağ elinde, üzerinden salkım
salkım üzümler sarkan bir üzüm dalını tutarken, yukarı
kaldırdığı sol elinde bugün Kapadokya' da hala yetiştirilen
buğdaylardan bir demet tutmaktadır; parmaklarının ara
sından buğday başağı çıkarken, uzun sapları ayaklarına
kadar inmektedir. Önünde kendisinden daha küçük, aşağı
yukarı iki buçuk metrelik bir figür durmaktadır. Bu figür
belli ki bir rahip ya da kraldır, ya da daha büyük bir olası
lıkla her ikisidir. Zengin giysileri tanrının mütevazı kıyafe
tiyle tezat oluşturmaktadır. Başında sivri değil de yuvarlak
şekilli, düz bantlarla çevrilmiş ve ön tarafı gülbezekle ya
da bugün Doğulu hükümdarlarda hala görülen değerli taş
larla süslenmiş bir başlık vardır. Boynundan ayak bilekle
rine kadar uzanan ve eteklerinde püsküller bulunan kafta
nın üstüne mücevherlerle süslü bir tokayla göğüs kısmın
dan tutturulmuş bir şal ya da harmani giyilmiştir. Hem
kaftan hem de şalın üstüne nakışı andıran işlemeler oyul
muştur. Halkalardan ya da boncuklardan yapılmış ağır bir
kolye boynu sarmaktadır; tıpkı tannnınkiler gibi onun
1 39
ayaklarında da çizme vardır. Tapınma hareketi çerçeve
sinde bir ya da iki el birden kaldırılmıştır. Hem tanrının
hem de ona tapan kişinin yüzlerindeki şahin gagasına
benzeyen geniş burun dikkat çekmektedir; her ikisinin saç
ve sakalları da gür ve kıvrımlıdır.10
Bu dikkat çekici abidenin durumu Lübnan' daki Af
ka'nınkine benzemektedir;11 çünkü her iki yerde de kaya
ların arasından çıkarak aşağıdaki zengin topraklara bere
ket getiren heybetli bir ırmak vardır. İnsanoğlu muhteme
len başka hiçbir yerde, toprağın bereketini borçlu olduğu
nu ve yaşamın kendisi sayesinde vücut bulduğunu dü
şündüğü doğanın muazzam güçlerine bu kadar yerinde
bir saygı gösteremez. İnsanı zindeleştiren serin havasıyla,
uçsuz bucaksız yeşillikleriyle, -yazın yakıcı sıcağında bu
kadar hoş olan- buz gibi soğuk muhteşem akarsuyuyla ve
uçsuz bucaksız bereketli topraklarıyla vadi, bu abideyle
140
tanrıya sadakat ve minnettarlığını bildirmek isteyen eski
bir prense veya yüksek rütbeli bir rahibe peka.Ia ev sahip
liği yapabilir. Bu kral veya rahip hükümdarın yaşadığı yer
Kybistra12 ya da artık meyve bahçeleri, ceviz, kavak, söğüt,
dut ve meşe ağaçlarıyla dolu bahçelerin aralarına dağılmış,
harap ve yoksul bir yer olan günümüz Ereğlisi olabilir.
Bölge bir kuş cennetidir. Burada ardıç kuşlarıyla bülbüller
avazları çıktığınca şarkı söylerler, ibibikler taraklı sorguç
larını dalgalandırır, parlak renkli ağaçkakanlar daldan da
la atlar ve yüzlerce karasağan gruplar halinde havada da
lışlar yaparlar. Biraz ileride, ırmak ve derelerin bittiği yer
de tam bir kasvet havası -yazlan büyük bataklıklarla ve
geniş tuz arazileriyle bölünen çorak bir arazi, kışları güne
şin artan sıcaklığıyla kururken geride zehirli bir sıtma bı
rakan geniş bir durgun su- hakimdir. Batıya doğru, uçsuz
bucaksız ve ürkütücü, çıplak, ağaçsız ve ıssız Likaonya
ovası, mavi ufukta soluncaya ya da güneşli havalarda bir
kadife kadar yumuşak, mor bulutların gölgelerinin düştü
ğü dik volkanik dağlarla uzaklarda sınırlanıncaya kadar;
göz alabildiğine uzanır. Bir toprak parçasında söz konusu
olan ve insanın yüzünü güldürecek bollukla bir diğerinin
kasvetli ıssızlığı arasındaki bu keskin tezatın bolluk için
deki toprakları ilkel insanın gözünde Tanrının hakiki bir
bahçesine dönüştürmesi şaşırtıa değildir. İvriz tanrısını bir
bereket kaynağı olarak ortaya koyan özellikler arasında,
yüksek başlığının üstündeki boynuzlar gözden kaçırılma
malıdır. Bunlar muhtemelen boğa boynuzlarıdır; çünkü
boğa ilkel sığır yetiştiricileri için en büyük üretici güç sem
bolüydü. Fırat üstündeki büyük Hitit başkenti Karka
mış' ta, üzerine gösterişli bir elbise geçirmiş ve tepesinde
141
çember bulunan uzun boynuzlu bir başlık giyen bir tanrı
ya da rahip kabarhnası bulunmuştur.13 Kuzeybatı Kapa
dokya' da bir höyük yakınlarındaki sarayda bulunan hey
keller Hititler'in boğaya taptığını ve onun adına koç kur
ban ettiklerini göstermektedir.14 Aynı şekilde, Yunanlar da
şarap tanrısı Dionysos'u boğa şeklinde tasvir ehnekteydi.15
3. Tarsuslu Sandan
Ellerinde üzüm ve buğday tutan İvriz tanrısının aynı
sembolleri taşıyan Tarsuslu Baal'le aynı tanrı oldukları ke
sindir.16 Ama adı neydi? Ona kimler tapıyordu? Görünüşe
göre Yunanlar ona Herakles diyordu; komşu Kybistra ken
ti en azından Bizans döneminde Heraclea adını kullan
maktaydı ki, bu da bölgenin baş tanrısının Herakles oldu
ğunu göstermektedir.17 Ancak İvriz' deki figürlerin tarzı ve
kostümü bunun bir Doğu tanrısı olduğunu tartışmasız bi
çimde kanıtlamaktadır. Eğer bunun için bir kanıt gereki
yorsa, bu da heykellerin yanlarına kazınan yazılarla sağ
lanmıştır, çünkü bu yazılar bugün Hititçe olarak bilinen
142
özgün bir hiyeroglif sisteminden oluşmaktadır. Buradan
da Tarsus ve İvriz' de tapınılan tanrının bir Hitit tanrısı ol
duğu, Küçük Asya'nın merkezine yerleşen bu eski ve hak
kında az şey bilinen halkın bir yazı sistemi icat ettiği ve
hakimiyetini değilse bile etkinlik alanını Fırat'tan Ege'ye
kadar genişlettiği sonucu çıkmaktadır. Bu zorlu dağ insan
ları, yazın çok yakıa sıcaklarıyla kışın keskin soğuklan
arasında gidip gelen bir iklimin hüküm sürdüğü Orta As
ya'nın yüksek ve kıraç iç platolarından yola çıkıp, dağ ge
çitlerinden geçerek, çok erken bir tarihte Suriye ve Kilik
ya'nın zengin güney ovalarına yerleşmişlerdi.18 Dilleri ve
ırkları hala tarhşma konusudur, ama ağır basan görüş dil
lerinin ve de ırklarının Semitik olmadığı yönündedir.19
İki araşhrmacı İvriz' deki devasa tanrı figürüne iliştirilen
yazıda Sandan ya da Sanda adını okumayı başardılar. 20
1 43
Her ne olursa olsun, Sandan, Sandon ya da Sandes'in bir
Kapadokya ya da Kilikya bereket tanrısının adı olduğunu
düşünmek için sağlam nedenler mevcut. Çünkü gördü
ğümüz gibi, Kapadokya'daki İvriz tanrısı Yunanlar tara
fından Herakles'le özdeşleştirilmiş olup, Herakles'in Ka
padokya ve Kilikya dilindeki adının Sandan ya da Sandes
olduğu söylenmektedir. Tarsus'un kurucusunun bu San
dan ya da Herakles olduğu ve kent halkının her yıl ya da
periyodik olarak düzenlenen bir festivalde adına büyük bir
ateş yakarak onu andığı belirtilmektedir.21 Görünüşe göre,
tıpkı Melkart festivalinde olduğu gibi bu festivalde de tan
rının temsili sureti odun ateşinde yakılmaktaydı. Zira Tar
sus paralan odun yığınını genellikle çelenklerle süslenmiş
bir sunağa ya da zemine yerleştirilmiş, ortasında Sandan
ve tepesinde, yanan tanrının yükselen dumanı ve ateşin
içindeki ruhunu göğe taşımaya hazırlanır gibi kanatlarını
açmış bir kartal figürü bulunan koni şekilli bir yapı olarak
tasvir etmektedir.22 Yine, Roma imparatoru taht için geride
144
bir oğul bırakarak öldüğü zaman, balmumundan ölüyü
tasvir eden bir kukla yapılır ve kare şekilli bir ahşap zemi
nin üstünde kurulan büyük bir odun ateşinde yakılırdı,
aynca ölerek tanrılaşan imparatorun ruhunu göğe taşımak
üzere odun ateşinin tepesine bir kartal bırakılırdı.23 Roma
lılar Doğu' dan, Roma basitliğinden çok Doğu dalkavuklu
ğunun kokusunu taşıyan cafcaflı bir gelenek almış görün
mektedir.
Tarsus paralarında tasvir edilen Sandan ya da Herakles
tipi, aslan üstünde oturan bir Asya tanrısıyla aynıdır. Şu
farkla ki, Sandan ya da Herakles de bir odun yığınının üs
tünde ancak yığından ayrı bir figür olarak tasvir edilmek
tedir. Tasvirlerden tanrının özelliklerine ve şekline dair ol
dukça doğru bir tanrı kavramı çıkartabiliriz. Tanrı burada
boynuzlu ve çoğu zaman da kanatlı bir aslanın üstünde
duran sakallı bir erkek olarak tasvir edilmektedir. Başında
yüksek ve sivri uçlu bir başlık ya da taç vardır, bazen uzun
bir kıyafet bazen kısa bir tunik giymektedir. En az bir pa
ranın üstünde, ayaklarında yüksek ve dilli çizmeler bu
lunmaktadır. Yan tarafında ya da omzunda bir kılıç, yay
kılıfı ve okluk, bazen bunlardan sadece bir veya ikisi bu
lunmaktadır. Sağ eli kalkık durumdadır ve bazen bir çiçek
tutmaktadır. Sol eli iki başlı bir baltayı kavramakta, bazen
baltaya ek olarak ya da onun yerine bir çelenk bulunmak-
145
tadır; ancak balta Sandan tasvirlerinde en sık görülen fi
gürlerden biridir.
4. Boğazköy Tanrıları
Hemen hemen aynı özellikleri gösteren bir tanrı figürü
nü de Kuzeybatı Kapadokya' daki Boğazköy' de bulunan
bir grup Hitit heykelinde görmekteyiz. Boğazköy yani
"geçit köyü" gri kireçtaşından kayalık dağlarla kaplı yük
sek ve vahşi bir vadide bulunan derin, dar ve güzel bir ge
çidin ağzındadır. Evler tepelerin alt yamaçlarına inşa
edilmiş olup, geçidin içinden çıkarak evlerin yanıbaşından
geçen bir dere batıya doğru aşağı yukarı on saatlik bir me
safede Kızılırmak'la birleşmektedir. Köyün hemen üst ta
rafında devasa surlarla çevrelenmiş büyük bir antik kent
dağın kayalık zemininden yükselerek yalçın kayalıkların
tepesine oturan iki iç kale ile doruğa ulaşmaktadır. Birçok
yerde duvar yüksekliği dört metreyi bulmakta veya aş
maktadır. Duvarlar aşağı yukarı dört buçuk metre geniş
likte olup, ortası taş dolguyla doldurulmuş olan iç ve dış
yüzeyleri büyük blok taşlarla örülmüştür. Duvarlar dış ta
rafta çeşitli aralıklarla dikilen ve askeri amaçlı olmaktan
çok mimari bir destek olarak tasarlanmış, yaklaşık otuz
metre yükseklikteki kule veya payandalarla güçlendiril
miştir. Birbirine paralel olarak yerleştirilen büyük taşlar
aynı dönemlerde yapılan Miken surlarını hahrlatmaktadır.
Sağında ve solunda Hitit sanalının en iyi örneklerinden bir
çift devasa aslan heykeli bulunan Boğazköy'ün güney ka
pısı Miken'deki ünlü Aslanlı Kapı'nın aynısıdır. Doğu ka
pısının iç tarafında bir Amazon ya da Hitit savaşçısı rölyefi
bulunmaktadır. Alan bugün sık, bodur meşelerle kaplıdır.
Surlarla çevrili hakim bir mevkide devasa taş bloklardan
inşa edilmiş büyük bir saray ya da tapınak vardır. Çevresi
sekiz dokuz kilometreyi bulan bu büyük kent Lidya kralı
Kroisos'un Kyros'la girdiği savaşta ele geçirdiği antik Pte
ria' dır. Frigyalılann Avrupa' dan Küçük Asya içlerine ka-
146
dar gelerek Kızılırmak'ın bahsında rakip bir devlet kurma
sından önce burası muhtemelen güçlü Hitit imparatorlu
ğunun başkentiydi.
Dik ve taşlık bir patika Boğazköy'den aşağı yukarı üç ki
lometre kadar doğudaki bir tapınağa uzanır. Burada, gri
renkli kireçtaşı yarların arasında dikdörtgen şeklinde, tek
çatısı gökyüzü olan ve üç tarafı yüksek kayalarla çevrili
geniş bir doğal oda ya da salon vardır. Bir taraf açıktır; bü
yük bir çerçevenin içinde zarif bir manzara oluşturan az
Herdeki ve daha uzaklardaki dağların yamaçları görülmek
tedir. Odanın boyu aşağı yukarı otuz üç metre olup, geniş
liği sekiz ile on altı metre arasındadır. Zemin neredeyse
tamamen çimenle kaplıdır. İçeri girişte sağ tarafta bulunan
kayaların arasındaki dar bir açıklık, bir iç tapınak ya da en
kutsal oda olduğu sanılan daha küçük bir odaya ya da da
ha doğrusu koridora açılmaktadır. Burası kayaların derin
gölgelerinin ceviz ağaçlarınının parlak yeşil yapraklarıyla,
yukarıdaki gökyüzünün ve bulutların görüntüsüyle renk
lendiği romantik bir noktadır. Her iki odanın da kaya du
varlarında ünlü alçak kabartmalar bulunmaktadır. Dış ta
pınaktaki alçak rölyefler odanın iki yanı boyunca uzanan
ve iç tarafta karşı karşıya gelen iki büyük tören alayını tas
vir etmektedir. Sol duvardaki figürlerin büyük bölümü,
yüksek tepelikli bir başlık, uçları yukarı kalkık ayakkabılar
ve bel seviyesinden büzülüp dizlerin üstüne kadar inen
tunikten oluşan tipik Hitit kıyafetleri giymiş erkeklerden
oluşmaktadır.24 Sağ duvarda uzun, kare biçimli, üstü düz
ve yanlan oluklu başlıklar giyen kadınlar bulunmaktadır;
kadınların uzun giysileri dikey kıvrımlar halinde erkekle
rinkilere benzer ayakkabılar geçirilmiş ayaklarına kadar
uzanmaktadır. Tören alaylarının karşılaşhğı kısa duvarda
ise merkezi figürlerin büyüklüğü, duruşu ve üstlerindeki
ler gibi uzun plili kıyafetler giymiş iki kadın, (b) iki kanatlı canavar; (c)
bir rahip ya da kral figürü bulunmaktadır.
1 47
malzemeler bunların kutsal olduğunu göstermektedir. Er
kek tören alayının başında sivri külahlı başlık, kısa tunik
ve ucu kalkık ayakkabılardan oluşan geleneksel Hitit kıya
fetleri giymiş sakallı bir tanrı yürümekte ya da taşınmak
tadır; ancak ayakları iki erkeğin eğilmiş başlarına basmak
tadır, omzuna koyduğu sağ elinde ucunda topuz bulunan
bir gürz ya da sopa tutarken, ileri doğru uzanan sol eli,
ucunda bir bağlama çubuğuyla tutturulmuş oval bir cisim
bulunan üç dişli mızraktan bir sembolü kavramaktadır.
Onun arkasında, ona benzeyen ama biraz daha kısa bir er
kek ya da tanrı figürü vardır. O da sağ elinde bir topuz ya
da kalın sopa tutarken, sol elinde kabzası düz bir uzun kı
lıç vardır; ayakları iki adama değil, muhtemelen dağları
temsil eden iki düz tepeli kuleye basmaktadır. Kadın tören
alayının başında, iki adamın üstünde yükselen büyük tan
rıya bakan ve bir dişi aslan ya da panterin üstünde duran
tanrıça yer alır. Kıyafeti kadınlarınkinden farklı değildir:
örgülü saçları sırtından aşağı sarkmaktadır. İleri doğru
uzattığı sağ elinde tanrınınkine değecek şekilde bir sembol
tutmaktadır. Sembolün şekli ve anlamı belirsizdir. Sembol
ucunda üst üste iki çift yumru bulunan bir saptan ve hpkı
tanrı sembolündeki gibi bunların üstünde duran bağlama
çubuğuyla oval nesneden oluşmaktadır. İki tanrının ileri
doğru uzanan kollarının alhndan genellikle boğa oldukları
tahmin edilmekle birlikte daha çok keçiye benzeyen iki
hayvanın ön kısımları görünmektedir; her birinin başında
koni biçimli Hitit başlıkları bulunmakta olup bedenleri de
tannnınkine benzer bir giysiyle örtülüdür. Tanrıçanın he
men arkasında ondan daha küçük ve anlaşıldığı kadarıyla
genç bir erkek figürü vardır ve bu figür de tıpkı onun gibi
bir dişi aslanın ya da panterin üstünde durmaktadır. Sakalı
yoktur ve külah şapka, kısa tunik ve uçları kalkık ayakka
bılardan oluşan Hitit kıyafetleri giymektedir. Yan tarafın
dan hilal kabzalı bir kılıç sarkmaktadır; sol elinde iki başlı
bir balta, sağ elinde ise başın yerinde bağlama çubuğuyla
oval cismin bulunduğu kolsuz bir bebek sembolüyle dona-
148
tılmış bir asa vardır. Onu, tören alayının başındaki tanrı
çaya benzeyen ancak farklı semboller taşıyan ve dişi bir as
lan yerine kanatlarını açmış iki başlı bir kartalın üstünde
duran iki kadın ya da daha doğrusu tanrıça izlemektedir.
Küçük odanın girişi her iki tarafta kayaya oyulmuş ka
natlı bir canavar figürü tarafından korunmaktadır; her iki
figür de insan bedeni taşımakta olup birinde köpek, diğe
rinde ise aslan başı bulunmaktadır. Canavarlar tarafından
korunan girişin uzandığı iç tapınağın duvarları da rölyef
lerle kaplıdır. Bir tarafta, sağ ellerinde kılıçlar bulunan Hi
tit kıyafetli on iki askerden oluşan bir kafile görmekteyiz.
Karşı duvarda başı insan başı olup gövdesi, ikisi üstte ve
baş aşağı duran ve ikisi altta olmak üzere dört aslandan
oluşan bir devasa tann figürü bulunmaktadır. Tanrı yük
sek külah şeklindeki Hitit başlığı giymiştir. Genç bir yüzü
vardır ve büyük odadaki dişi aslanın üstünde duran erkek
figürü gibi o da sakalsızdır; bakana dönük olan kulağın
dan bir küpe sarkmaktadır. Dizlerinden aşağıya doğru bir
hançere ya da kısa kılıca benzetilen bir cisim sarkmaktadır.
Bu tanrının sağ tarafındaki kare biçimli panoya yine iki fi
gürden oluşan bir kabartma oyulmuştur. Figürlerden bü
yük olanı dış tapınaktaki, aslan üstünde duran gence çok
benzemektedir. Çenesinde sakal yoktur; aynı külah biçimli
başlığı, aynı kısa tuniği ve aynı kalkık uçlu ayakkabıları
giymekte, aynı hilal kabzalı kılıa taşımakta ve sağ elinde
benzer bir kolsuz bir bebek tutmaktadır. Ancak sol kolu,
kendisini korur gibi yandan kavradığı daha küçük bir fi
gürü sarmaktadır. Tann tarafından bu şekilde kucaklanan
küçük figür kesinlikle bir rahip ya da rahip kraldır. Yüzü
sakalsızdır; kafasında bir başlığı, ayaklarına kadar uzanan
uzun bir harmanisi ve onun üstüne giyilmiş bir tür kolsuz
cüppesi vardır. Harmaninin altından bir kılıcın hilal şekilli
kabzası görünmektedir. Sağ el bileği tanrının sol eli tara
fından kavranmıştır; rahip sol elinde alt ucu kıvrımlı bir
çoban değneği ya da asası tutmaktadır. Hem rahibin hem
de koruyucusunun yüzleri aslan-tanrıya dönüktür. Arka-
1 49
larındaki panonun üst köşesinde, iki İyon sütununa ben
zeyen figürlerin üstünde duran kanatlı diskten ibaret kut
sal bir sembol bulunmaktadır. Aralarında ise anlamı belir
siz üç sembol görünmektedir. Bu kıyafet içindeki rahip ya
da kral figürü tanıdık bir figürdür; çünkü dış tapınakta ve
Boğazköy'ün kuzeydoğusunda atla dört buçuk saat mesa
fede bulunan Höyük'teki büyük Hitit sarayında iki kez
önümüze çıkmıştır. Boğazköy' deki dış tapınakta rahibin
erkeklerden oluşan tören alayıyla birlikte yürüdüğünü, bir
elinde ucu kıvrık bir asa ya da lituus, ötekinde dişi aslanın
üstünde duran tanrıçaya benzer bir sembol taşıdığını gör
mekteyiz. Başının üstünde başka herhangi bir özelliği ol
mayan kanatlı bir disk görünmektedir. Ayrıca rahip dış
tapınağın sağ tarafındaki duvarda, iki tören alayından ba
ğımsız olarak belirgin bir yer işgal etmekte olup buradaki
figürlerin hepsinden daha geniş bir alana oyulmuştur. Bu
rada muhtemelen iki dağı temsil eden iki yığının üstünde
durmakta ve sağ elinde, aralarında başka semboller bulu
nan iki İyon sütunuyla desteklenen kanatlı disk sembolü
nü taşımaktadır. Ancak ortadaki sembolün yerinde külah
başlık ve köpek dişi deseniyle süslenmiş uzun cübbe giyen
bir erkek figürü bulunmaktadır. Höyük sarayındaki ka
bartmalardan birinde rahibi tipik kıyafeti ve asasıyla ve
arkasında bir rahibeyle birlikte, ikisinin de elleri adeta ya
karırcasına açılmış olarak görüyoruz. Önünde bir sunak
bulunan yüksek bir kaidenin üstünde duran bir boğa figü
rüne doğru yaklaşmaktalar. Arkalarında bir rahip koç sü
rüsünü kurban etmeye götürmektedir. Höyük'teki diğer
bir kabartmada aynı şekilde giyinen ve ardından bir rahi
benin geldiği bir rahip vardır; oturan bir tanrıçaya yaklaş
makta ve anlaşıldığı kadarıyla tanrıçanın ayaklarına şarap
saçısı yapmaktadır. Her iki sahne de kuşkusuz, birinde bir
tanrıçaya, diğerinde bir boğaya yapılan ibadeti temsil et
mektedir.25
150
Bugün hala Boğazköy' deki kaya kabartmalarının anlam
larını araşhnyoruz. Bu karşı karşıya duran tören alayları
nedir? Temsil edilen kişiler kimlerdir ve ne yapmaktadır
lar? Bazıları bunun tarihsel bir sahne olup, iki halk arasın
da yapılan bir barış antlaşması ya da bir kralın oğlunun
başka bir kralın kızıyla evlenmesi gibi büyük bir olayın
1842), i. 393-395; H. F. Tozer, Tıırkish Armenia and Eastern Asia Minor, ss.
59 vd., 66-78; W. M. Ramsay, "Historical Relations of Phrygia and Asia
Minor," foıırnal of the Royal Asiatic Society, xv. (1883) ss. 113-120; G. Perrot
ve C. Chipiez, Histoire de /'Art dans /'Antiquite, iv. 623-656, 666-672; K.
Humann ve O. Puchstein, Reisen in Kleinasien und Nordsyrien, ss. 55-70,
Atlas, levha vii.-x.; E. Chantre, Mission en Cappadoce, ss. 3-5, 16-26; L.
Messerschmidt, The Hittites, ss. 42-50; Th. Macridy-Bey, La Porte des
Sphinx a Eyuk, ss. 13 vd. (Mitteilungen der Vorderasiatischen Gese/lschaft,
1 908, No. 3, Berlin); E. Meyer, Geschichte des Altertums, i. 2. ss. 631 vd.; J.
Garstang, The Land of the Hittites (Londra, 1910), ss. 196 vd. (Boghaz
Keui) 256 vd. (Eyuk). Bkz. P. }ensen, Hittiter und Armenier, ss. 165 vd.
Meslektaşım Profesör J. Garsang bana ilettiği bazı notlarda, dış tapınakta
tanrıyla tanrıçanın arasında duran ve Hitit başlıkları giyen iki hayvanın
boğa değil kesinlikle keçi olduğunu söylemektedir; ayrıca dış tapınakta
rahibin üstünde durduğu iki yığının köknar kozalağı olduğunu düşün
mektedir. Profesör E. Meyer rahip kralın giydiği kıyafetin Güneş
tanrıçasınınkiyle aynı olduğunu ve dış tapınağın sol tarafındaki erkek
geçit alayındaki benzer figürün rahip kral değil bizzat Güneş-tanrıça ol
duğunu savunmaktadır. "Kralın yanındaki semboller," demektedir
(a.g.e., s. 632) "Hitit yazıtlarının da gösterdiği gibi, Hititlerde dişi bir tan
rı olan Güneşin yeniden doğuşunu anlatmaktadır; o yüzden sembolü de
Güneş tapınağıdır." Yazıtlarda Hitit krallarına verilen "Güneş" unvanı
için bkz. H. Winckler, "Vorlaufige Nachrichten über die Ausgrabungen
in Boghaz-köi im Sommer 1907," Mitteilungen der Deutschen Orient
Gesel/schaft zu Berlin, No. 35, Aralık 1 907, ss. 32, 33, 36, 44, 45 53. Bu hal
kın gerçek adı, İbranice "no" gelen Hitit değil Chatti ya da Hatti gibi gö
rünmektedir. Bkz. M. Jastrow, Encyclopaedia Biblica, ii. 2094 vd., "Hitti
tes" maddesi.
Hem Boğazköy'deki tapınakta hem de Höyük sarayındaki ilginç bir Hitit
sembolü de çift başlı kartaldır. Bu sembol her iki yerde de kutsal kişilere
ya da rahiplere destek olarak kullanılmaktadır. Bu sembol Ortaçağlarda
Selçuklu Sultanları tarafından nişan olarak kabul edildikten sonra, Haçlı
larla birlikte Avrupa'ya geçti ve zaman içinde Avusturya ve Rus impara
torluklarının arması haline geldi. Bkz. W. J. Hamilton, a.g.e., i. 383; G.
Perrot ve C. Chipiez, a.g.e. iv. 681-683, levha viii. E; L. Messerschmidt,
The Hittites, s. 50.
151
kutlanması olduğunu düşünmektedir.26 Ancak başlıca fi
gürlerin Üzerlerindeki giysi ve eşyaların, onların tarihsel
olmaktan çok dini veya mitik figürler olduğunu kanıtladı
ğı belirtilerek bu görüşe haklı olarak karşı çıkılmaktadır.
Birbirine sembollerini gösteren, tören alaylarının başındaki
iki karaktere gelince, gerçeğe en yakın görüş bunların, ad
lan ne olursa olsun Asya bereket tanrısı ile ona eşlik eden
kişiye karşılık geldiği görüşüdür; çünkü bütün Batı As
ya' da benzer ayinlerle, farklı adlar altında aynı ilahi çifte
tapıldığı görülmektedir. Uzattığı sol elinde üç dişli mızrak
tutarak erkek figürlerden oluşan kafilenin başında giden
sakallı tann, muhtemelen sembolü yıldırım ve boğa olan
Hititlerin 'gürüldeyen gök tanrısı' yani Baba tanrıdır; çün
kü taşıdığı üç dişli mızrak yıldırıma çok benzetilmektedir.
Kuzey Suriye'deki Zencirli' de ve Babil' de bulunan Hitit
sanatına ait iki taş anıt üstündeki tann da aynı şekilde
temsil edilmektedir. Her ikisinde de uzun başlık, kısa tu
nik ve kıvrık uçlu ayakkabılardan oluşan geleneksel Hitit
kıyafeti giyen iki sakallı erkek tann görmekteyiz. Yan tara
fında hilal kabzalı bir kılıç vardır, elleri havadadır, sağ el
de tek başlı bir balta ya da çekiç, sol elde çatallı bir şimşek
ya da bir yıldırım demeti bulunmaktadır. Üzerinde uzun
bir Hitit yazıtı bulunan Babil levhasında tanrının başlığı
çift boynuzla süslenmiştir.27 Başlıktaki boynuzlar muhte-
152
melen bir boğaya aittir; çünkü Fırat kıyısındaki Malatya' da
bulunan başka bir Hitit anıhnda boğanın üstünde duran
ve sol elinde üç dişli mızrak ya da yıldırım tutan gelenek
sel Hitit kıyafeti giymiş bir tanrı kabartması varken, onun
karşısında da uzun bir kıyafet giymiş, tek eliyle çoban asa
sı ya da değneği tutarken ötekiyle şarap döken bir rahip
durmaktadır.28 Hitit Kralı Hattuşili ile Mısır Kralı il. Ram
ses arasında aşağı yukarı M.Ö. 1290' da yapılan bir ittifak
antlaşmasından bir Hitit fırtına-tanrısının varlığını öğren
mekteyiz. Büyük bir talih eseri, elimizde bu antlaşmanın
hem Hitit hem de Mısır dilinde yazılmış nüshaları bulun
maktadır. Kil tabletlere çivi yazısıyla yazılmış Hitit nüsha
sı birkaç yıl önce Boğazköy' de bulundu; antlaşmanın Mısır
dilindeki iki nüshası ise Teb' deki tapınakların duvarlarına
oyulmuştu. Okunan ve çevrilen Mısır nüshalarından fırtı
na-tanrının Hititler'in baş tanrısı olduğunu ve antlaşmaya
basılan iki Hitit mührünün fırtına-tanrı tarafından kucak
lanan Kral ile Güneş-tanrıça Arenna tarafından kucakla-
yönetilen bir halk olan Mitanilerin en büyük tannsının bu isimde bir tan
rı olduğu bilinmektedir. Dr. H. Winckler'in Boğazköy'deki kil tabletler
üzerinde bulduğu Hitit arşivlerinde de bu tanrıdan tekrar tekrar söz
edilmektedir. Konuyla ilgili beni bilgilendirme nezaketini gösteren Prof.
J. Garstang'ın Boğazköy' deki tören alayının başında bulunan Hitit tann
sıyla ilgili yorumuna ben de katılıyorum. Daha önce bu tannyı Tammuz,
Adonis ve Attis'in Hitit karşılığı olarak değerlendirmiştim. Ancak bu gö
rüşe karşı, (1) tanrının sakallı ve dolayısıyla ileri yaşta olduğu, Tammuz
ve onun arkadaşlannın ise genellikle genç olarak bilindiği; (2) elinde ta
şıyor göründüğü yıldırımın bir yıldırım değil bitki tannsı olan Tam
muz'a hiç uygun düşmediği; ve (3) Hitit Tammuz'unun tören alayında
Ana Tannça'nm hemen arkasında tasvir edildiği ve aynı sahnede farklı
özelliklerle iki kez tasvir edilmesinin mümkün olmadığı görüşü öne sü
rülebilir. Tammuz'un sakallı bir tann olarak değerlendirilmesine karşı
bu görüş bana daha ikna edici ve Profesör Garstang'ın bakış açısını des
tekler görünmektedir
28 J. Garstang, "Notes of a Joumey through Asia Minor," Annals of Arc/ıa
1 53
nan Kraliçe'yi tasvir ettiğini öğreniyoruz.29 Bu gürüldeyen
gökyüzü tanrısı Kommagene' deki Dülük' e kadar varlığını
sürdürmüştür, çünkü geç Roma sanahnda bir Firigya baş
lığı giymiş, boğanın üstüne oturmuş ve bir elinde iki başlı
bir balta ve ötekinde yıldırım tutar şekilde Jüpiter Dolic
henus adıyla yeniden ortaya çıkmaktadır. Jüpiter Doliche
nus tapınması bu şekilde Suriye' deki evinden alınarak as
kerler ve köleler tarafından Roma imparatorluğunun bü
yük bir kısmına, özellikle de lejyon kıtalarında daha da
serpileceği cephelere kadar yayılmışhr. Boğayla fırtınanın
birlikte tanrı sembolü haline gelmesi hayvanın sadece gü
cünden dolayı değil aynı zamanda sesi için seçildiğini gös
termektedir; çünkü ilkel insan gök gürültüsünün sesinde
pekala göksel bir boğanın kükreyişini duymuş olabilir.
Boğazköy' deki tapınakta büyük gök-tanrı ile karşı karşı
ya gelen kadın kafilesinin başındaki tanrıça genellikle As
yalı büyük, hayat ve bereket tanrıçası yani kutsal Ana ola
rak bilinmektedir. Başına takhğı dikey oluklu, düz tepeli
uzun başlıkla üstüne bindiği dişi aslan ya da panter, Kızı
lırmak' ın karşı yakasındaki komşu Firigya'da tapınılan Ki
bele'nin aslan tarafından çekilen kuleli arabasını hahrlat
maktadır.30 Hierapolis/Menbic'teki büyük Suriye tanrıçası
Atargis de aslanların üstünde oturmuş ve başına bir burç
takmış halde tasvir edilmekteydi.31 Babil' de, Yunanların
154
Rhea olarak adlandırdığı bir tanrıça imgesinde, tanrıçanın
dizlerinin üstünde duran iki aslan figürü bulunmaktadır.32
Peki ama, Boğazköy' deki kaya heykellerinde, büyük tan
rıçanın hemen arkasında bir dişi aslanın ya da panterin üs
tünde duran ve iki başlıklı balta tutan uzun külahlı genç
kimdir? Bu figür epeyce dikkat çekicidir, çünkü uzun ka
dın kafilesinin içindeki tek erkektir. Muhtemelen tanrıça
nın kutsal oğlu ya da kutsal aşığıdır; çünkü daha sonra Fi
rigya mitolojisinde Attis'in kendini bu karakterlerle birleş
tirdiğini görmekteyiz.33 Üstünde durduğu dişi aslan ya da
1 905), iii. 139 vd.; J. Garstang, The Syrian Goddes, ss. 21 vd., 70, şekil 7.
Strabon da Hierapolis/Menbic' teki Suriye tanrıçasının adının Atargis ol
duğunu söylemektedir (xvi. 1. 27, s. 748). Bkz. W. Max Müller, Asien und
Europa, ss. 314 vd. Hierapolis/Menbic'in, Fırat üzerindeki büyük Hitit
başkenti Karkamış'ın doğrudan devamı olduğu ve Hitit dininin birçok
özelliğini miras aldığı hahrlanacakhr. Bkz. A. H. Sayve, The Hittites, ss.
94 vd., 105 vd.; ve Karkamış'taki Hitit anıtları için bkz. J. Garstang, The
1.And of the Hittites, ss. 122 vd.
32 Diodorus Siculus, ii. 9. 5.
1 55
panter, benzer bir hayvanın üstünde duran tanrıçayla olan
yakınlığına işaret etmektedir. Aslan-tanrıçanın bir arlan
oğlu ve aslan-sevgilisi olması doğaldır. Çünkü aslanların
ve diğer hayvanların sırtında oturan insan şeklinde tasvir
edilen Doğu tanrılarının ilk başlarda hayvanlardan ayırt
edilmemiş olması ve zaman içinde insanın kendini ve gü
cünü tanımasıyla birlikte kendine saygı duymasının bir
sonucu hayvan figürünün insan ya da tanrı figüründen
tamamen ayrılmış olması mümkündür. Mısır'ın insan be
denli, hayvan başlı melez tanrıları antropomorfik tanrıla
rın hayvanlardan insana evriminde bir ara aşama oluştur
maktadır.
Arhk Boğazköy' deki tapınağın içinde bulunan o insan
başlı, aslan bedenli devasa tuhaf figürün anlamı konusun
da bir sonuca varma cesaretini gösterebiliriz. Çünkü figü-
156
rün başının genç ve sakalsız olduğu, uzun ve sivri uçlu bir
başlık giydiği ve böylece her iki yönüyle de dış tapınakta
ki, aslan üstünde duran çift başlı balta taşıyan gence ben
zediği görülmektedir. İç tapınaktaki aslana benzer figürün
gerçek gizemi, yani dış tapınakta kendini etrafındaki tapı
nanlara bir insan şeklinde gösteren tanrının eski yaban do
ğasını ortaya koyduğunu varsayabiliriz. Canavarlar tara
fından korunan kapıyı geçerek en kutsal odaya girmesine
izin verilen seçilmiş birkaç kişiye tanrılarının aslında bir
aslan ya da daha doğrusu bir aslan-adam olduğu; insan ve
hayvan doğalarını gizemli biçimde birleştiren bir varlık
olduğu açıklanmış olabilir.34 Okuyucu kayanın üstünde,
aslana benzeyen tanrının yanında, koruma hareketiyle ko
lunu rahibinin boynuna dolayıp rahibin elini kavrayan bir
tanrıyı gösteren tasvirin oyulmuş olduğunu hatırlayacak
tır. Her iki figür de aslan-canavara bakarak ona doğru
adım atmakta ve tanrı onu işaret edercesine sağ elini ileri
uzatmaktadır. Bu sahne, söz konusu gizemi rahibe anlatan
ya da onu bütün güç ve cesaretine ihtiyaç duyacağı ciddi
bir ayine hazırlayan bir tanrı tasviri olabilir. Burada tanrı
rahibi bir yere götürüyor, ilahi kol onu kucakladığı ve ilahi
el onun elini tuttuğu sürece başına hiçbir şey gelmeyeceği
konusunda ona güven veriyor gibidir. Onu acaba nereye
götürüyor? Belki de ölüme. Kasvetli bir şekilde iki figürün
üstüne düşen kayaların derin gölgesi, pek yakında rahibin
" Aynı şekilde, Torres Boğazı Adalan'ndan biri olan Yam'daki bir tapı
nakta, sırayla çekiç başlı köpekbalığı ve timsah şeklinde tasvir edilen Si
gai ve Maiau adlı iki erkek kardeşin kaplumbağa kabuğundan yapılmış
heykellerine tapınılmaktadır. Ancak "tapınaklar o kadar kutsaldır ki,
yabancılann buralara girmesi ya da içerde neler olduğunu bilmesi
mümkün değildir; yabancılar Sigai ile Maiau'yu biliyorlardı, ancak Si
gai'nin çekiç başlı köpekbalığı, ötekininse timsah olduğunu bilmiyorlar
dı. Bu gizem yabancılarla paylaşılamayacak kadar kutsaldır. Kahraman
lardan söz edilirken onlann hayvan ya da totem adlan değil insan adları
kullanılırdı." Bkz. A. C. Haddon, "The Religion of the Torres Straits Is
landers," Anthropological Essays presented to E. B. Tylor, (Oxford, 1907), s.
185.
1 57
üstüne düşecek olan daha karanlık gölgelerin bir işareti
olabilir. Rahip elindeki değneği yine de bırakmamakta ve
adeta "Evet, ölüm gölgesi vadisinde yürüyor olsam da
hiçbir kötülükten korkmuyorum; çünkü yanımda sen var
sın: Senin asan ve senin değneğin bana güven veriyor,"
dercesine yürümeye devam etmektedir.
Bu tahminlerde bir gerçeklik payı varsa eğer -ki daha
fazlası vardır-, Boğazköy' deki geçit töreni sahnesindeki
başlıca üç figür kutsal Baba'yı, kutsal Anne'yi ve Kutsal
Oğul'u temsil etmektedir. Ama yine de sormam gerekiyor:
Ne yapıyorlar bunlar? Bir tür dini ayin yaphkları kesin.
Ama nasıl bir ayin? Bunun kutsal bir evlilik töreni oldu
ğunu ve aynı yerde tanrıların insan temsilcileri tarafından
periyodik olarak düzenlenen bir törenden kopya edilmiş
bir sahne olduğunu varsayabiliriz.35 Aslında kafilelerin
başlarındaki kadın ve erkek figürlerin resmi karşılaşması
açıkça bir evliliğe işaret etmekte ve araşhrmaalar tarafın
dan bu şekilde, yani -karakterlere eşlik eden kutsallık
sembolleri görmezden gelinerek ya da açıklanmadan- bir
tanrı ile tanrıçanın mistik birleşmesinden çok bir prens ile
prensesin tarihsel evliliği şeklinde yorumlanmaktadır. Kü
çük Asya'nın iç bölgelerinde birçok yerde olduğu gibi Bo
ğazköy' de de yönetimin rahiplik işlevleriyle kraliyet işlev
lerini birleştiren ve adlarını taşıdıkları tanrıları taklit eden
bir ailenin ellerinde olduğunu varsayabiliriz. Nitekim, da
ha sonra göreceğimiz üzere, Firigya' daki Pessinus' ta Kibe
le rahiplerinin onun yanındaki Attis'in adını taşımasının
ve ritüellerde onu temsil etmesinin nedeni budur.36 Eğer
158
Boğazköy' de durum böyleyse, baş rahip ve ailesinin, top
rağın bereketini ve insanlarla hayvanların çoğalmasını te
minat altına almak için her yıl kutsal bereket güçlerinin,
yani Baba Tanrı ile Ana Tanrıça'nın evliliklerini kutladık
ları sonucuna varabiliriz. Bu durumda doğal olarak tören
de başrolü başrahip ve eşi oynayacakh, tabii geçerli bir ne
denle bu onurlu görevi başkasına devretmezse. Başrahibin
kafile içinde tali bir yerde görünmesi ve başka bir yerde tö
reni adeta uzaktan seyrediyormuş gibi ayn tasvir edilmesi
söz konusu görev devrinin yapıldığının göstergesi olabi
lir. 37 Ayinde kutsal Oğul rolü başrahibin muhtemelen sayı
sı çok olan çocuklarından birine devredilmiş olabilir. Çün
kü Küçük Asya'daki başka yerlerde olduğu gibi burada da
Ana Tanrıça rolü, tanrının vücut bulmuş hali olarak düşü
nülen ruhani öndere eşlik etmesi gereken kutsal fahişe bö
lüğü tarafından oynanmaktaydı. Ancak ayinlerde Tan
rı'nın Oğlu rolünü üstlenmek oyuncunun omuzlarına ağır
bir ıstırap yüklüyorsa, tanrının temsilcisinin kutsal fahişe
lerin doğurduğu birçok çocuk arasından seçilmesi de
mümkündür; çünkü Ana Tanrının vücut bulmuş hali olan
bu kadınların kutsallıklarının bir kısmını muhtemelen ço
cuklarına da aktardıkları düşünülüyordu. Her ne olursa
olsun, Boğazköy' deki tören alayında yer alan üç önemli
figürün aslında rahip değil onun temsil ettiği tanrı ya da tanrıça olabile
ceğini düşünmekte haklı olabilir. Bkz. yukarıda, ss. 150-151, dipnot 25.
1 59
karakter gerçekten de Baba, Anne ve Oğul olup, tören ala
yında, kadın kafilesi içinde Anne'sinin arkasından tek ba
şına yürüyen Oğul'un dikkat çekici konumu, Oğul'un Ba
ba' sından çok Anne'sine yakın olduğunu göstermektedir.
Yine buradan da Hititler' de soyun babadan değil anneden
geldiği sonucuna varabiliriz. Hitit arşivleri de bu görüşü
desteklemektedir, çünkü devlet belgelerinde Kral'ın adıyla
birlikte Büyük Kraliçe ve Ana Kraliçe'nin adlarından söz
edilmektedir.38 Kafiledeki diğer karakterler kıyafetleriyle
ve taşıdıkları eşyalarla tanrıları temsil eden insanlar olabi
lir. Örneğin çift başlı kartalın üstünde duran iki kadın fi
gürü; iki dağın üstünde yürür gibi görünen iki erkek figü
rü ve erkek kafilesindeki -başının üstündeki hilalden dola
yı biri Ay-tanrı olması muhtemel- iki kanatlı varlık böyle
dir.
160
Sandan'a verdiği Herakles unvanıyla da kusursuz biçimde
örtüşmektedir; zira Herakles büyük baba tanrı Zeus'un oğ
luydu. Aynca elinde üzüm salkımları ve buğday bulunan
Tarsuslu Baal'in Zeus'a dönüştüğünü görmüştük. Dolayı
sıyla, Boğazköy' de olduğu gibi Tarsus'ta da Yunanların sı
rasıyla Zeus ve Herakles'le özdeşleştirdiği bir kutsal Baba
ve bir kutsal oğul olmak üzere iki tanrı olduğu görülecek
tir. Tarsuslu Baal yanındaki eşyaların da ima ettiği üzere
bir bereket tanrısıysa, Zeus'la özdeşleştirilmesi doğaldır,
çünkü Yunanlara göre gökten bereket yağmuru gönderen
Zeus'tur.40 Yine Sandan'ın Herakles'le özdeşleştirilmesi de
doğaldır, çünkü aslan ve odun yığını üstünde ölme özel
likleri her ikisinde de ortakhr. Bu durumda, Tarsus'ta ve
muhtemelen Boğazköy' de tasviri ya da insan temsilcisi ya
kılan kişi kutsal Oğul, aslan-tanrıdır. Samilerle olan para
lellikler, ateş üstündeki Tanrı'nın Oğlu rolünü üstlenen
kurbanın kesinlikle kralın oğlu olması gerektiğini göster
mektedir. 41 Ancak son zamanlarda insanın yerini bir sure
tin aldığına kuşku yoktur.
'" The Magic Art and the Evolution of Kings, ii. 358 vd.
" The Dying God, ss. 166 vd.
n Athenaeus, v. 54, s. 215 B, C. Hierapolis'teki Suriye tanrıçası başrahibi
bir yıl bu makamda kalmış ve mor renkli bir cübbe ve altın bir taç giy-
161
meşru veya gayrimeşru şekilde kullanıldığını bilemesek de
Tarsus'ta Herakles yani Sandan rahipliğinin, geçmişteki
krallar pek önem vermemiş olsalar da, son zamanlara ka
dar büyük güç ve saygınlık getiren bir makam olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz. Kilikya kralları hakkındaki sınırlı
bilgilerimizden, kutsal Sandan ile bir tür özel ilişkisi olan
iki ismi biliyoruz. Bunlardan biri, Kilikya' daki Anchiale ve
Sis ile özdeşleştirilen Kundi ve Sizu'nun efendisi San
du' arri idi.43 Ötekiyse kızını Asur kralı Asurbanipal ile ev
lendiren Sanda-sarme idi.44 Tarsus kralları daha önceleri
Sandan rahipliği yapmış ve onu kendi kişiliklerinde temsil
ettiklerini iddia etmişlerse, bu durum kurulan benzerlikle
uyumlu demektir.
Batı ya da Dağlık Kilikya'nın tümünün krallık makamını
Zeus rahipliğiyle ya da daha doğrusu Yunanların kendi
Zeuslarına dönüştürdükleri Tarsuslu Baal gibi yerel bir
tanrının rahipliğiyle birleştiren krallar tarafından yönetil
diğini biliyoruz. Bu rahip hükümdarlar Olba' da oturur ve
çoğu Teukros ya da Aias adını alırdı,45 ancak bu adların
sadece yerel Kilikya adlarının Yunancaya dönüştürülmüş
şekilleri olması mümkündür. Teukros, hepsi de Kilikya ra
hip ya da krallarına verilmiş adlar olan Tark, Trok, Tarku
ya da Troko'nun bozulmuş hali olabilir. Her durumda, bu
rahip Teukroslardan birinin ya da ikisinin Tarkuaris adlı
bir babasının olması ve Olba'ya çok uzak olmayan Kory
kos (Cennet Cehennem) mağarasında Zeus' a hizmet eden
162
birçok rahip adı arasında Tarkuaris, Tarkumbios, Tarki
mos, Tromoarbasis ve Trokombigremis adlarının, birçok
diğer yerel adla birlikte, Teukros ve öteki saf Yunan adla
rıyla yan yana olması dikkate değerdir.46 Aynı şekilde,
Kıbrıs'taki Salamis'te hüküm süren47 ve kökenlerini Zeus'a
kadar götürerek Yunan uygarlığının revaçta olduğu dö
nemde kendilerine Yunan bir soy uyduran Teukroslar
pekala yerli bir hanedan olabilir. Kıbrıs'taki Salamis'in ku
ruluşunu Telamon'un oğlu Teukros'a atfeden efsane Ho
meros tarafından bilinmediğine göre sonradan ortaya çık
mış olmalıdır.48 Aynca, kentte yazılı tarih dönemlerine ka
dar uygulanan aamasız insan kurban etme geleneği Yu
nan insanallığından çok Doğu barbarlığı kokmaktadır.
Gençler tarafından getirilen ya da sürüklenen bir adam
sunağın etrafında üç kez döndürülür; sonra rahip onu bo
ğazından mızraklayarak bedenini odun ateşinde yakardı.
Afrodit ayında düzenlenen kurban töreni Kekrops'un kızı
Agralus'la birlikte Salamis'te bir tapınağı olan Diomede'ye
adarurdı. Kutsal alanda bir de Athena tapınağı bulunurdu.
Eski çağlarda kurbanın Diomede'ye değil Agraulus'a
adandığı söylenmektedir. Başka bir anlahma göre kurban
töreni Teukros tarafından Zeus onuruna düzenlenmektey
di. Her halükarda bu barbar gelenek, Kıbrıs kralı Diphi-
"' C. Michel, Recuei/ d'lnscriptions Grecques, ss. 718 vd., M. Ö . birinci yüz
yılda Doğu Kilikya'nın iki kralının adı Tarkondimotos idi. Bunlardan bi
ri Cicero'nun çağdaşı olup Actium savaşında ölmüştü. Bkz. Cicero, Epist.
ad Familiares, xv, 1, 2; Strabon, xiv. 5. 1 8, s. 676; Dio Cassius, xli. 63. l,
xlvii. 26. 2, 1. 14. 2. li. 2. 2, li. 7. 4, !iv. 9. 2; Plutarkhos, Antoninus, 61; B. V.
Head, Historia Numorum (Oxford, 1 887), s. 618; W. Dittenberger, Orientis
Graeci lnscriptiones Selectae (Leipzig, 1 903-1905), ii. ss. 494 vd., No. 752,
753. Aynca, gümüş bir mühür üstüne kazınmış iki dilli bir Hitit ve çivi
yazısında Tarkudimme ya da Tarkuwassimi kelimeleri Erme (?) ya da
Urmi (?) kralının adı olarak önümüze çıkmaktadır.
'7 Isocrates, Or. ix. 14 ve 18 vd.; Pausanias, ii. 29. 2 ve 4; W. E. Engel, Kyp
ros, i. 212 vd. Teukros ve Teucrialı adlan için bkz. P. Kretschmer, a.g.e.,
ss. 189-191. Prof. Kretschmer, Kıbrıs' ın yerli halkının Küçük Asya'nın Ari
olmayan nüfusundan olduğunu düşünmektedir.
'" W. E. Engel, Kypros, i. 216.
1 63
lus'un insan kurban etme geleneğini kaldırarak yerine
öküz kurbanını getirdiği Hadrianus'un saltanahna kadar
sürdü.49 Bu hipoteze göre Kıbns'taki Salamis'te bulunan
kutsal ya da kahraman figürlerin Yunanca adlarının Asya
panteonundaki benzer figürlerle üç aşağı beş yukarı örtüş
tüğü sonucuna varabiliriz. Salamis'te bir erkeğin yakılarak
kurban edilmesinden yola çıkarak, belki Sandan ya da He
rakles imgesiyle düzenlenen bu törenin tarihteki ilk şeklini
ortaya çıkartabiliriz. Bir insan yerine bir öküz kurban edil
diğinde eski kurban ayinlerinin diğer gelenekleri aynen
sürdürülürdü; hayvan sunağın etrafında üç kez döndürü
lür, bir mızrak saplanır ve büyük bir odun ateşinde yakı
lırdı. Suriye Hierapolis'inde düzenlenen yılın en büyük
festivali Odun Yığını ya da Meşale adını taşımaktaydı. Fes
tival baharın başında düzenlenirdi. Büyük ağaçlar kesilir
ve saray meydanına yığılırdı. Koyunlar, keçiler, kuşlar ve
diğer yarahklar bunların üstüne asılırdı. Kurban edilecek
hayvanlar ateşin etrafında döndürülürdü. Sonra da ateş
tutuşturulur ve her şey alevlerin arasında yok olurdu.50
Muhtemelen burada da hayvan kurbanı insan kurbanının
yerini almıştı. İnsan kurban edilmesi artık insanların kaldı-
164
ramayacağı kadar rahatsız edici hale gelince, bu geleneğe
son verilerek yerine ya hayvanlar ya da yaşayan kadın ve
ya erkeklerin imgeleri konmuştu. Salamis'te kesinlikle, Hi
erapolis'te ise muhtemelen insanların yerini hayvanlar al
mışh. Yanılmıyorsam, Tarsus'ta tasvirler kullarulmışh. Bu
bağlamda bir Yunan yazarın Kıbrıs'taki Adonis tapınma
sıyla ilgili anlatımları dikkat çekicidir. Yazar Adonis'in Af
rodit tarafından onurlandırılmasına benzer biçimde, Kıb
rıslıların da ölümünden sonra onun onuruna odun ateşine
canlı güvercinler athklarını ve alevlerden kaçan kuşların
başka bir ateş yığınına düşerek öldüklerini anlatmakta
dır.51 Anlaşıldığı kadarıyla burada Adonis'e güvercin ya
karak kurban etıne geleneği anlatılmaktadır. Adonis'in bu
şekilde onurlandırılması dikkat çekicidir, çünkü Adonis'in
eşi Afrodit ya da Astarte için güvercinler kutsaldı. Örneğin
Afrodit tapınmacılığının merkezlerinden biri olan Suriye
Hierapolis'inde bu kuşlar o kadar kutsaldı ki onlara do
kunmak bile yasaktı. Eğer bir kişi yanlışlıkla bir güvercine
dokunacak olsa kirlendiği düşünülür ve günün geri kala
nında kendisine dokunulmazdı. O yüzden hiç rahatsız
edilmeyen bu kuşlar o kadar evcilleşmişti ki, insanların ev
lerinde yaşamaya ve yemlerini yerde korkusuzca yemeye
başlamışlardı.52 Kıbrıs'taki Adonis tapınmasında Afro
dit'in kutsal kuşunun yakılması, tanrıçanın sevgilisini tem
sil eden kutsal bir erkeğin yakılmasının yerini almış olabi
lir mi?
Birçok araştırmacının düşündüğü gibi, bazen gök ya da
şimşek tanrısı olarak adlandırılan büyük bir Hitit tanrısı
nın adı ya da adının bir kısmı Tark ya da Tarku idiyse53,
1 65
buradan Tark ya da Tarku'nun, Yunanların Zeus adını
verdiği Olba tanrısının yerel adı olduğu ve Teukros adını
taşıyan rahip kralların kendi kişiliklerinde tanrı Tark ya da
Tarku'yu temsil ettikleri sonucunu çıkartabiliriz. Kentin
eski adı olan Olba'nın, bugün de kullanılmakta olan
Ura'nın Yunancaya dönüşmüş bir biçimi olması da bunu
doğrulamaktadır.54 Dahası, kentin konumu buranın en
baştan beri bir yerli yerleşimi olduğu ve birçok Asya kenti
gibi daha sonradan Yunan kültürünün etkisine girdiği gö
rüşünü desteklemektedir. Çünkü kent denizden uzak bir
noktada, Kilikya'nın dağlık arazileri üzerinde, sert kışların
yaşandığı yüksek ve kıraç bir platoya kurulmuştu.
Batı ya da eskilerin deyişiyle Dağlık Kilikya'nın soğuk
rüzgarlı yüksek arazileriyle, kış mevsiminin neredeyse hiç
bilinmediği ve yaz mevsiminin katlanılmaz sıcağıyla ova
ların ölümcül ateşinin nüfusu dağların serin havasına sı
ğınmaya zorladığı Doğu Kilikya'nın yumuşak ve ferah
ovalan arasında büyük bir tezat vardır. Öte yandan Batı
Kilikya'da sahile dik bir şekilde inen yüksek bir plato içle
re doğru düzenli bir şekilde yükselerek nihayet bölgeyi iç
kısımlardan ayıran yükselti zincirine kadar uzanır. Burası
denizden bakıldığında, Toroslann uzaklardaki karlarında
kırılarak köpüğe dönüşen büyük bir mavi dalgayı andırır.
Platonun yüzeyi neredeyse tamamen kayalık olup, kayala
rın kesintiye uğrattığı yoğun, dikenli ve neredeyse geçit
vermez çalılıklarla kaplıdır. Verimsiz toprak sadece oraya
önce, Olba'nın yerel Urba (Urva şeklinde telaffuz ediliyor) adının Yu
nancaya dönüştürülmüş bir şekli olduğunu düşünmeyi gerektiren kanıt
lar olduğunu göstermiştir.
1 66
buraya serpilmiş çukur ve küçük vadilerde tarım yapmaya
izin vermektedir; yine oraya buraya serpilmiş ince meşe ve
çınarlar çalıların arasında yükselerek vadilerin derinlikle
rinde daha zengin bir bitki örtüsüyle birleşirler. Bu kayalık
çölde, koyun sürüsüyle birlikte buralara düzensizce uğra
yan çobanların dışında kimse varlık gösteremez. Buna kar
şılık bölgenin çeşitli yerlerinde boy gösteren enkaz halin
deki kentler antik çağlarda buralarda yoğun bir nüfusun
yaşadığını kanıtlarken, çok sayıda üzüm sıkma aletleriyle
şarap fıçıları başarılı bir üzüm hasadının varlığına tanıklık
etmektedir. Bugünkü viranlığın başlıca nedeni susuzluk
tur; çünkü çok az kuyu vardır ve sular tuzludur, sürekli
akan su neredeyse yok gibidir ve bir zamanlar toprağa ha
yat ve bereket getiren eski su kemerleri uzun zamandır ha
rabe halindedir.
Ancak bu yüksek arazilerin eski sakinleri ekmeklerini
yüzyıllarca bu çiftçilerle bağaların çektiği zahmetlerden
daha az saygın araçlarla kazanmışlardı. Kadırgalarıyla açık
denizlerde dolaşıp korsanlık ve köle tacirliği yapmışlar,
yağmaladıkları mallarıyla dağların geçit vermeyen koru
naklarına çekilmişlerdi. Doğu' da Yunan hakimiyetinin ge
rilemesiyle birlikte Kilikya'nın korsan toplulukları kor
kunç bir devlete dönüşmüş, her taraftan bölgeye gelen gö
zü dönmüş ve başıbozuk çeteleri işe almışlardı. Platoyu sık
sık kesen derin vadilerin kenarlarında bu yağmacıların sı
ğınaklarına hala rastlamak mümkündür. Baş döndürücü
derinliklere bakan devasa taş duvarları, kuleleri ve maz
gallı siperleriyle adaletin takibine meydan okuyabilecek
bir güce kavuşmuşlardı. Antik dönemde ülkenin büyük bir
bölümünü kaplayan ve gemileri için korsanlara kereste
sağlayan karanlık sedir ormanları bu sığınaklara ulaşmayı
daha da zorlaştırmış olmalıdır. Çatallı bir şimşek gibi dağ
ların kalbine dalan büyük Lamas Çayı geçidi birkaç kilo
metreye bir serpilmiş, kimi enkaz halindeyken bile hala
muhteşem olan, akarsunun üstündeki yüksek uçurumlara
hakim, müstahkem yerleşimlerle kaplıdır. Buralar şimdi
1 67
sadece dağ keçileriyle ayılara ev sahipliği yapmaktadır. Bu
toplulukların her birinin arhk bozulmakta olan kulelerin
köşelerine işlenmiş kendi arması ya da amblemleri vardır.
Aynı armaların, korsanların Girit'le Afrika arasındaki tica
ret yolu adını verdiği Altın Deniz'deki zengin tüccarlara
korku salan, zorbalarla dolu kadırganın gövdesini, yelken
lerini ve flamalarını da süslediğine kuşku yoktur.
Kayaya oyulmuş bir merdiven harabe haldeki bu kale
lerden birini üç yüz metre aşağıdaki çaya bağlar. Ancak
basamaklar yıpranrnışhr ve tehlikelidir, hatta geçit ver
mez. Bu yarlar boyunca aşağı inen bir yol bulana kadar, ki
lometrelerce yürünebilir. Yollar tepelerin üzerinden gider,
çünkü dere yatakları bu ıssızlıkta dolaşan tek halk olan en
gözüpek göçerlere bile ayak basacak yer bırakmaz. Ak
şamlan sıcaklığın düşmesiyle birlikte derin vadiden buhar
gibi yükselerek vadinin üstünde yumuşacık bir bulut çiz
gisi şeklinde asılı kalan sis boyunca akan çayı izlemek
mümkündür. Ama Lamas çayının daha da etkileyici yanı
Korykos mağarası yakınlarındaki Şeytandere olarak bili
nen ürkütücü boğazdır. Yoğun güneş ışığında parıldayan,
gölgede kararan ve bir yaz gökyüzüyle koyu maviye dö
nen heybetli kaya duvarlar, kayaların ve ince sapları, sivri
yaprakları ve kırmızı çiçekleriyle dikkat çeken zakkumla
rın da aralarında bulunduğu yaprak dökmeyen bitkilerin
arasında sıkışan bir kış akınhsının kuru yatağında kıvn
lır.55
bols," Classical Review, iv. (1890), ss. 321 vd. Bu armalar arasında bir değ
nek (Olga amblemi), bir salkım üzüm, Dioskouroi başlıklan, üç ayaklı
sembol vb. bulunmaktadır. Antik dönemde Kilikya sedirleri ve gemi ya
pımında kullanılan kereste için bkz. Theophrastus, Historia Plantarum, iii.
2. 6, iv. 5. 5. Sedirlerle köknarlar bugün Torosların yüksek yamaçlanna
doğru çekilmiştir. Yörükler sürüleriyle ormanlara büyük zarar vermek
tedir; çünkü ağaçların alhnda ateş yakmakta, köknarlardan terebentin
çıkarmakta, ev ve kovanlan için sedir ağaçlarının kabuklarını soymakta
ve koyun ve keçileri için otlak açmak üzere ağaçlan yok etmektedirler.
1 68
Küçük asyarun en büyük ve en dikkat çeken yerlerinden
biri olan Olba harabeleri 1890' da J. Theodore Bent tarafın
dan keşfedildi. Ancak bundan üç yıl önce bir İngiliz sey
yah buranın gökyüzüne karşı bir efsun veya rüya kenti gi
bi yükselen kuleleriyle mazgallarının dış hatlarım fark et
mişti.56 Denizden yaklaşık iki bin metre yüksekte olan yu
karı şehir her yönde uçsuz bucaksızca uzanan, tekdüze ve
başıboş bir araziye hakim konumdadır. Güneyde, uzaklar
da deniz görülmektedir. Bu yükseklikte kış sert ve çetindir.
Kar yerden aylarca kalkmaz. Hiçbir Yunan böylesine
rüzgarlı, soğuk ve mavi sulardan uzak bir yeri şehir yap
mazdı; ama haydutlara karşı son derece korunaklıydı. De
rin geçitler -ki içlerinden biri kilometreler boyunca mezar
larla doludur- kenti her yandan sararak adeta yüksek kale
suru işlevi görür. Tepenin üstünde kasabaya Cebel Hisar
adım veren ve kasabanın simgesi haline gelen dört katlı,
kare şeklinde büyük bir kule yükselir. Kalenin üstüne ka
zınmış bir Yunan yazıtı buranın, Olba'nın rahip hüküm
darlarından biri olan Tarkuaris'in oğlu Teukros tarafından
yaptırıldığını doğrular. Öteki kamu binası kalıntılarından
biri de büyük Olba Zeusu tapınağına ait kırk adet Korint
hos tarzı, uzun sütunlardır. Yıkıntıların arasından yükse
len bu devasa sütunlar kaba tarzlarına ve uzun süredir
maruz kaldıkları don ve kar nedeniyle aşınmış olmalarına
karşın hala etkileyicidirler. Bu sütunların oluşturduğu ta
pınağın Olba Zeusu'na ait olduğunu kanıtlayan işaret kut
sal alanda bulunan bir Yunan yazıtıdır. Burada, sınır du
varlarının iç kısmında kalan sundurmaların Kral Seleukos
Nikator tarafından yaptırıldığı ve Olba Zeusu onuruna
"Zenophanes'in oğlu, büyük yüksek rahip Teukros tara
fından" onartıldığı yazar. Bu tapınaktan iki yüz metre ka
dar uzaklıkta kader tanrısına adanmış küçük bir tapınağın
Bkz. J. T. Bent, Proceedings of the Royal Geographical Society, xii. (1890) ss.
453-458.
56 D. G. Hogarth, A Wandering Scholar in the Levanı (Londra, 1896), ss. 57
vd.
1 69
zarif granit sütunları yükselir. Biraz daha ileride iki tiyatro
ile birçok başka kamu binasının kalınhları bu dağ kentinin
eski görkemini yansıhr. Korinthos tarzı bazı sütunlarının
baştabanları hala yerinde duran kemerli bir sütun sırası
kentin içinden geçer; ve kenarlarında mezar ve yıkınhlar
sıralanan eski bir kaldırımlı yol tepeden iki veya üç mil
aşağıdaki küçük kente kadar uzanır. Ura işte bu aşağı şeh
rin adıdır. Kaya mezarlarıyla dolu iki dar geçitle çevrele
nen ana kalınhlar burada köknarlarla örtülmüştür. İki ge
çit kentin aşağı kısmında birleşerek büyük bir boğaz oluş
turur, bunun hemen alhndan da denize doğru uzanan eski
yol geçer.57
170
içine akhğı benzer yarıklara Yunanistan' da ve bizim ülke
mizde Yorkshire yakınlarındaki Ingleborough civarında da
rastlanmaktadır. Kireçtaşı mağaralarındaki breş ve dikitle
rin içinde sık sık soyu tükenmiş hayvanların fosillerine
rastlanmaktadır. Örneğin Torquay yakınlarındaki ünlü
Kent Mağarası mamut, gergedan, aslan, sırtlan ve ayı ke
mikleriyle doludur; Avrupa' da uzun süre önce yok olmuş
dört ayaklıların kemikleriyle dolu olan kırmızı breş taşları
Akderıiz'e kıyısı olan hemen her ülkede görülmektedir.58
Bah Kilikya, Miyosen dönem kalıntıları açısından Anado
lu'nun diğer kısımlarından daha zengin olup, Olba yakın
larındaki kireçtaşı geçitler istiridye, mercan ve diğer deniz
kabuğu fosilleriyle doludur.59 Burada da kireçtaşı plato beş
millik bir alan içinde, Yunan dininin Zeus ve Tifon'la iliş
kilendirdiği büyük yarıklarla bölünmektedir. Bu yarıklar
dan biri ünlü Korykos mağarasıdır.
Çevresindeki doğal güzelliklerle ve ünlü efsaneyle çeki
ciliği bir kat daha artan bu noktayı ziyaret etmek için, ha
rabe haldeki surları, duvarları, kiliseleri, kayalara oyulmuş
evleri ve sarnıçları, paramparça durumdaki mendireği ve
harap halde olmasına rağmen hala etkileyici olan ada
kalesiyle denizdeki Kilikya kenti Korykos'tan yola çıkılır.
Arka plandaki koyu renkli ormanlık tepelerle tezat oluştu
ran ve geniş bir alanı kaplayan beyaz yıkıntılarıyla Kilikya
sahilinin bu kısmı, denizden bakıldığında canlı ve görkem
li bir manzara oluşturur. Ama biraz daha yakından bakıl
dığında bir zamanlar zenginlik fışkıran bu araziye şimdi
ıssızlık ve çoraklığın hakim olduğu görülür.6() Korykos'tan
bahya doğru, sahilde bir saat kadar ilerleyince karşınıza, o
noktaya Tatlısu adını veren tertemiz, soğuk bir su kayna
ğının denize yakın bir noktada kabarcıklar çıkardığı or-
58 Charles Lyell, Principles of Geology (Londra, 1875), ii. 518 vd.; Encyclopa
edia Britannica, 9. Baskı, "Caves," maddesi, v. 265 vd. Bkz. Pausanias üs
tüne notlanm, i. 35-7, viii. 29. 1.
59 J. T. Bent, Proceedings of the Royal Geographical Society, xii. (1890), s. 447.
60 Fr. Beaufort, Karmania (Londra, 1817), ss. 240 vd.
1 71
manlarla çevrelenmiş şirin bir koy çıkar. Dik bir antik kal
dırımlı yol buradan içerdeki platoya doğru uzanır. Burada
deniz fosillerinin meydana getirdiği bir hrhklı kalker kaya
labirentinin arasından yürüyünce, bir anda kendinizi ayak
larınızın dibinde açılan derin bir yarığın eşiğinde bulursu
nuz. İşte burası Korykos (Cennet Cehennem) mağarasıdır.
Aslında burası bir mağara değil, çevresi muhtemelen ya
rım mili bulan, oval bir çukur ya da obruktur. Çukurun
dik kenarlarının yüksekliği otuz ile altmış metre arasında
değişmektedir. Engebeli zemini güneyden kuzeye doğru
sürekli iniş çıkışlarla dolu olup, ağaç ve çalılardan oluşan
sık bir bitki örtüsüyle -derelerin, yer alh sularının ve yük
sek yarların gölgesinin sürekli taze ve yeşil tuttuğu mersin
ağaçları, nar ağaçları, keçiboynuzu ağaçları ve başka bir
çok ağaçla- kaplıdır. Dar bir patika derinliklere kadar uza
nır. Yol uzun ve engebelidir, ancak aşağı indikçe bitki ör
tüsü yoğunlaşır ve kulaklarınıza fısıldayan yaprakların
benekli gölgesiyle derelerin şınlhsı arasında nihayet dibe
ulaşırsınız. Her ne kadar yakın çevrede hala yetişmekteyse
de eskilerin burada, çalılıkların arasında yetiştirdiği safranı
artık bulmak mümkün değildir. Zengin yeşilliği, insanı fe
rahlatan serinliği, rahatlatan gölgesiyle bu bereketli yere
çobanlar Cennet adı vermiştir. Çobanlar develerini buraya
bağlar, keçilerini burada otlatırlar ve olmuş narları topla
mak üzere yaz sonlarında buraya gelirler. Bu yarlarla çev
rili büyük çukurun güney ve en derin ucunda karşınıza
gerçek bir mağara çıkar. Bir putperest tapınağının yerini
alan Bizans kilisesinin kalıntıları girişi kısmen kapahr.
Mağara iç kısımlara doğru hafif bir eğimle alçalarak iner,
çok köşeli taşlardan oluşan eski yol hala durmakla birlikte
kumun alhnda kalmışhr. Mağara içeri doğru otuz metre
kadar iner ve burada bir yer altı suyunun mahşeri gürültü
sü kulaklara yansır. Diz üstünde yürüyerek sarkıtlardan
oluşan bir tavanın örttüğü küçük bir su birikintisine ulaşı
lır, ancak kulakları sağır eden akınhyı görmek mümkün
değildir. Antik dönemde durum böyle değildi. Kayadan
172
tertemiz bir su fışkırır ve bu suyun oluşturduğu dere ya
rıkların arasında gözden kaybolurdu. Yer sarsınhlarına ve
volkanik patlamaların yol açtığı bozulmalara sahne olan
bölgelerde akarsu yataklarının bu türden değişimlere uğ
raması doğaldır. Antik dönemdekiler bu esrarengiz mağa
rada cinlerin yaşadığına inanmaktaydı. Onlar suların
gümbürtüsünün ilahi ellerin çaldığı ziller olduğunu dü
şünmekteydi.61
Mağaradan çıkarak aynı yol üzerinden tepeye dönecek
olursak, platoda, büyük Korykos yarığının batı ucunda bir
kasabayla bir tapınağın kalınhlarını görürüz. Kutsal böl
genin duvarı sarp kayaların birkaç metre iç tarafına inşa
edilmiş olup, tapınak esas mağara ile onun yer altı suları
nın tam üstünde duruyor olmalıdır. Sonraki tarihlerde
mağara bir Hiristiyan kilisesine dönüştürülmüştü. Şansı
yaver giden Mr. Bent, kutsal yapının bir kısmını yıkılınca
tapınakta görev yapan rahiplerin adlarından oluşan uzun
bir listenin bulunduğu bir Yunan yazıhnı ortaya çıkarmış
tı. Listede karşımıza sıkça çıkan isim Zas idi. Bu isim muh
temelen sadece Zeus'un değişik bir ağızla söylenen şekliy
di. Eğer böyleyse, bu adı taşıyan rahiplerin de tanrıyı taklit
etmiş olması mümkündür.62 Ancak listede barbarlara ait
61
Strabon, xiv. 5. 5, ss. 670 vd.; Mela, i. 72-75, (ed.) G. Parthey; J. T. Bent,
"Explorations in Cilicia Tracheia," Proceedings of the Roya/Geographica/ So
ciety, xii. (1890) ss. 446-448; aynı yazar, "A Joumey in Cilicia Tracheia,"
/ournal of Hellenic Studies, xii. (1891) ss. 212-214; R. Heberdey ve A. Wil
helm, "Reisen in Kilikien," Denkschriften der kaiser. Akademie der Wissensc
haften Philos. histor. C/asse, xliv (1896) No. vi. ss. 70-79. Korykos mağara
sıyla ilgili verdiği bilgiler için Mr. D. G. Hogarth'a teşekkür ederim. Bü
tün bu modem yazarlar Strabon ve Mela'nın yaptığı tasvirlerin genel
olarak doğru olduğunu teyit etmektedir. Aslında Mr. Hogarth, Mela'nın
abartıya kaçtığını söylemekte, ancak Mr. A. Wilhelm bu düşünceye ka
tılmamaktadır. Mağaraya üç mil mesafede bulunan, sahildeki Korykos
kenti kalıntıları için bkz. Fr. Beaufort, Karmania, (Londra, 1817), ss. 232-
238; R. Heberdey ve A. Wilhelm, a.g.e., ss. 67-70.
62
Bu sav A. S. Cook tarafından ortaya atılmıştıdr. Bkz. konuyla ilgili ma
kalesi, "The European Sky-god," C/assical Review, xvii. (1903), s. 418, dip
not 2.
1 73
görünen birçok tuhaf ve açıkça yabancı olduğu anlaşılan
isim mevcut olup Zas da bunlardan biri olabilir. Bununla
beraber, Korykos mağarasında Zeus'a tapıldığı kesindir;
buradan yaklaşık yarım mil uzakta, bir tepenin doruğun
da, bir yazıta göre Korykoslu Zeus'a adandığı anlaşılan
daha büyük bir tapınağın yıkınhları bulunmaktadır.
Ancak Zeus ya da yerel adı her ne ise o tanrı derin vadi
de tek başına hüküm sürmüyordu. Büyük Korykos yarığı
nın doğu ucuna sadece birkaç yüz metre mesafedeki nok
tada bulunan çok daha korkunç bir uçurumda ondan daha
ürkütücü bir varlık vardı. Genel hatlarıyla Korykos yarığı
nı hahrlatan ancak daha küçük, daha derin ve görüntüsü
çok daha ürkütücü olan, çevresi bir çeyrek millik, daire
şeklinde bir kazandır bu. Yanlarından damlataşlar sark
maktadır. Oraya inen bir yol yoktur. Bitkilerle kaplı olan
dibe inmenin tek yolu uzun bir iple aşağı sarkıhlmaktır.
Göçerler burayı Cennet adım verdikleri yerden ayırt etmek
için Cehennem adını vermişlerdir. İki çukur arasında bir
yer alh geçidi olduğunu ve Korykos mağarasında yakılan
ateşin dumanının öteki taraftan çıkabileceğini söylerler. Bu
ikinci ve daha ürkütücü mağaradan açık biçimde söz eden
antik yazarlardan biri Mela'dır. Mela buranın dev Tifon'un
barınağı olduğunu ve içine bırakılan hiçbir hayvanın ya
şamadığını söylemektedir.63 Aeschylus, Prometheus'un
ağzından, Tanrılara karşı isyan ederek, korkunç çeneleri
nin arasından yıkım saçarken dehşet verici gözlerinden
şimşekler çıkaran "Kilikya mağaralarında yaşayan, yüz
başlı, korkunç canavar, ölümlü Tifon'un" öyküsünü anla
tır. Fakat gökten düşen, alev saçan yıldırım onu tam kal
binden vurmuştu. O şimdi büzülmüş ve kavrulmuş bir
halde dar denizin yakınlarındaki Etna'nın ağırlığı alhnda
yatmaktadır. Ancak bir gün öfkeyle kaynar seller, alev ne
hirleri yağdırarak bereketli Sicilya ovalarını yakıp yıkacak-
63Mela, i. 76, (ed.) G. Parthey (Berlin, 1867). Tifon'un mağarası J.T. Bent
tarafından da anlatılmaktadır.
1 74
tır.64 Pindaros'un65 anlahmlarıyla da doğrulanan bu şiirsel
canavar tasviri Tifon'un, göksel tannlan öldürmek isterce
sine göğe ateş ve duman püskürten aktif yanardağların ki
şileştirilmiş hali olduğunu göstermektedir. Korykos mağa
raları volkanik değildir, ancak antik dönem insanları bun
ları öyle görmekteydi, yoksa orayı Tifon'un sığınağı yap
mazlardı.
Bir efsaneye göre Tifon, Kilikya'da Tartarus ile Toprak
Ana' dan dünyaya gelen yan hayvan, yarı insan bir cana
vardı. Üst tarafı insan, ama belden aşağısı korkunç bir yı
landı. Tanrılarla Gigantlann (devlerin) Mısır' da yaphğı sa
vaşta Tifon, Zeus'u yılan gibi büklümleriyle sararak eğri
kılıcını aldı ve bununla el ve ayaklarındaki kaslarını kesti.
Sonra onu sırhna alıp denizi geçerek Kilikya'ya götürdü ve
Korykos mağarasına bırakh. Burada o kasları bir ayı pos
tuna sarıp sakladı. Ancak Hermes ile Aegipan kayıp kasla
rı çalarak onları kutsal sahibine iade etmeyi başardı. Böy
lece eski bütünlüğüne ve gücüne kavuşan Zeus rakibine
yıldırımlar yağdırarak onu oradan oraya kovaladı ve so
nunda Etna Dağı'nın altına hapsetti. Yıldırımların tıslaya
rak düştüğü yerlerden hala alevler yükselmektedir.66
Soyu tükenmiş büyük hayvanların fosilleşmiş kemikleri
nin bulunması Gigant öyküsünün Korykos mağarasında
geçtiğine dair bir işaret olabilir belki. Gördüğümüz gibi ki
reçtaşı mağaralarda bu tür kemikler sıklıkla bulunmaka
olup, kireçtaşı Kilikya geçitleri de fosilden yana epeyce
zengindir. Arkadyalılar tanrılarla Gigantlar (devler) ara
sındaki savaşın, birçok mamut kemiğinin güruşığına çıkh
ğı ve topraktan alevler fışkırıp yıllarca yandığı Megalopo
lis ovasında yaşandığını söylüyorlardı.67 Bu doğal koşullar
175
tanrılarla dövüşen ve yıldırımlar tarafından öldürülen bir
dev masalına kolayca esin kaynağı olabilir; için için yanan
topraktaki alev toplan ilahi şimşeklerin toprağa vurduğu
yerler olarak değerlendirilebilir zira. Arkadyalılar da işte
bu yüzden gökgörültüsüyle şimşeklere kurban adıyorlar
dı.68 Sicilya' da da büyük miktarlarda mamut, fil, hipopo
tam ve soylan çok uzun zaman önce tükenmiş diğer hay
vanların kemikleri bulunmuş ve yurtsever Sicilyalılar bu
durumdan, atalarının ya da kendilerinden önce yaşayanla
rın dev yapılı insanlar olduğu yorumuna varmışlardı.69 Si
cilya'nın ormanlarında gezinip ırmaklarında yıkanan bu
dev yaratıklar Etna'nın ateşleriyle birleşerek, yanardağın
altına hapsedildikten sonra kraterinden alev ve duman fış
kırtan dev öykülerine esin kaynağı olmuş olabilir. "Büyük,
fosilleşmiş kemiklerin bulunmasıyla doğrudan bağlantılı
olan dev ve canavar öyküleri bütün mitoloji dünyasına ya
yılmıştır. Guayaquil'in kuzeyinde, Punto Santa Elena'da
bulunan devasa kemikler orada yaşayan devlerden oluşan
bir 'devler kolonisi' öyküsünün temelini oluşturmuştur.
Pampa bölgesinin tümü adeta soyu tükenmiş hayvanlara
ait büyük bir mezarlıktır; büyük bir ovaya 'devler sahası'
gibi adlar verilmesi, 'dev tepesi', 'hayvan akarsuyu' gibi
adların fosilleşmiş kemik araştırmasında jeologlara rehber
lik ehnesi boşuna değildir."70
Korykos mağaralarının beş mil kadar kuzeydoğusunda
ama derin boğazlar ve geçitvermez kayalarla onlardan ay
rılmış olan oldukça benzer başka bir yarık daha vardır.
Böylece antik bir kentin çok iyi korunmuş yıkıntılanyla
kaplı düz bir alana ulaşılır. Çokgen taşlardan yapılmış ka-
176
le, büyük kilise ve birçok ev kalınhsıyla sayısız mezar ve
çevredeki kalkerli kireçtaşlarına oyulmuş rölyef bu yerin
büyüklük ve önemine tanıklık eder. Ancak buranın adı
hiçbir antik yazarda geçmez. Yazıtlar buranın adının, gü
nümüzde kullanılan Kanlıdivane'nin eski şekli olan Kany
teldeis ya da Kanytelideis olduğunu göstermektedir. Bü
yük yarık kentin tam kalbine açılır. Kalınhlar o kadar faz
ladır ki, uçurumun birkaç metre yakınına gelene kadar
varlığını fark etmek mümkün değildir. Burası çapı yakla
şık bir çeyrek mil, çevresi de bir mil olan ve derinliği yet
miş metreyi bulan neredeyse tam bir dairedir. Uçurumun
dik kenarları yolcuya Siraküza' daki büyük taşocaklarını
hatırlahr. Ancak tıpkı çok benzediği büyük Korykos mağa
rası gibi burası da doğal bir çukurdur; diğerleri gibi onun
dibi de ağaç ve bitkilerle kaplıdır. Antik dönemlerde aşağı
inen iki yol kayaların arasından oyularak yapılmıştır. Bun
lardan biri tünel olup bugün kapalıdır; diğeriyse hala açık
tır. Yarığın dibindeki sütun ve yontulmuş taş kalıntıları bir
zamanlar burada bir tapınak bulunduğunu göstermekte
dir. Ancak yarların dibinde hiçbir mağara yoktur ve derin
çukurdan hiçbir su akmamaktadır ya da yer altı gürültüsü
işitilmemektedir. Yarığın güney ucunda bulunan çokgen
taşlardan yapılmış bir kule kalınhsında buranın Tar
kuaris'in oğlu rahip Teukros tarafından Olbalı Zeus'a
adandığını ifade eden bir Yunan yazıh mevcuttur. Harfler
M.Ö. 3. yüzyıl tarzında, zarifçe oyulmuştur. Bu tapınağın
yapıldığı tarihte kentin Olba'nın rahip krallarına ait oldu
ğu ve büyük yarığın Olbalı Zeus adına kutsal olduğu so
nucuna varabiliriz.
O zaman bu iki büyük doğal yarıkta Zeus adıyla tapını
lan tanrının özellikleri neydi? Bir platonun ortasında hiçbir
belirti göstermeksizin aniden ortaya çıkan yarıklar bakanı
etkileyip ürkütecek kadar derindir; dereciklerle yer alh su
larının beslediği dipteki yemyeşil bitkilerin görüntüsü çev
redeki platonun gri, çorak ve kayalık yabaniliğiyle tezat
oluşturmuş olsa gerekir. Böyle bir yer sıradan insana bir
1 77
cennet, bir Tanrı bahçesi ve yabanıllığın güller, mersin
ağaçlan, narlar, çimenler ve çalılarla yeşillere bürünmesini
sağlayan yüce güçlerin mekanı gibi görünmüş olmalıdır.
Daha önce gördüğümüz gibi Samiler için de toprağın Baa
li, onu gökten yağan yağmurla değil de yer alh sularıyla
bereketlendiren ve dolayısıyla gökyüzünde değil toprağın
derinliklerinde yaşayan kişidir.71 Yağmurun yağmadığı
memleketlerde gök-tanrı Avrupa' daki gibi serin ve bulutlu
iklimlerde sahip olduğu temel işlevlerinden birini yitirmiş
tir. Aslında onun su teminiyle çok az bir ilişkisi vardır hat
ta hiç yoktur ve dolayısıyla kendisine tapanlara su sağla
mak gibi bir sorunu yoktur. Aslında Kilikya yağmur alma
yan bir yer değildir ancak Akdeniz'e kıyısı olan bölgelerde
kuraklık yaz boyunca kesintisiz sürer. Bu dönemlerde bit
kiler kurur. Doğanın yüzü kavrulur ve kararır. Irmakların
çoğu kurur; buraların nereye aktığını ancak bir tek ayakla
rı yakacak kadar sıcak olan ve göz kamaştıran taşlı yatak
ları söyleyebilir. İşte böyle mevsimlerde Güney' de dolaşan
yolcu yeşil bir çukurla, kaya gölgesiyle, mırıldayan akar
suyla karşılaştığında mutlu olur ve görmemiş Kuzeylinin
hayal bile edemeyeceği şeyler düşünür. İngiltere'nin geniş
ve yavaş akan nehirleri, kıvrımlı uzantıları, çimenlik kıyı
ları ve yumuşak İngiliz göğünün sakin suya yansıttığı gri
söğütleri arkasında çoraklık, sıcaklık ve güney toprağının
gözleri kamaşhran kızgınlığını bıraktıktan sonra bu man
zarayı ilk kez gören seyyaha hiç olmadığı kadar muhteşem
görünür.
Bu durumda Korykos ve Olba mağaraları tanrısının bir
bereket kaynağı olarak görüldüğünü düşünebiliriz. Bugün
artık yeralhndan gürüldeyerek akan ırmağın Korykos ma
ğarasında kayaların arasından fışkırdığı o kadim dönem
lerde manzara, akarsuyun kaynağındaki ekin ve şarap tan
rısına tapınılan İvriz'deki manzaraya benziyor olmalıdır;
yine, köpüklü çağlayanlarında nehre adını veren tanrıya
178
tapınılan Lübnan' daki Adonis vadisi de ona benziyor ol
malıdır. Bitkilerin ve kayaların arasından fışkıran akarsu
larının bolluğu bu üç arazinin ortak noktasıdır. Dolayısıyla
bu özelliklerin söz konusu bölgelerde yaşadığı düşünülen
tanrıların özelliklerini şekillendirdiğini varsaymakla ya
nılmış olmayız. Korykos mağarasında endişe verici, kor
kunç ikinci bir yarığın bulunması da pekala onun içinde
pusuda bekleyen ve iyi tanrının yaphklarını tersine çevir
meye çalışan kötücül bir varlığı akla getirmektedir. Böyle
ce ortaya ikisi arasındaki çatışmanın, Zeus'la Tifon arasın
daki savaşın öyküsü çıkmaktadır.
Bütün olarak bakıldığında, bu büyük kireçtaşı yarıklar
dan birinde tapınılan ve Korykos Zeusuyla kesinlikle aynı
olan Olbalı Zeus'un, aynı zamanda ekin ve şarap tanrısı
olan ve kendisi de İvriz tanrısından farklı olmayan Tarsus
lu Baal ile de özdeş olduğunu görüyoruz. Bu varsayım
doğruysa, Olbalı Zeus'un yerel adı Tark ya da Tork idi ve
Olbalı rahip Teukrosların kişiliğinde temsil edilmekteydi.
Bu hipoteze göre Aias adını taşıyan Olbalı rahipler adı bi
linmeyen başka bir yerel tanrının, belki de Tark'ın oğlunun
da bedenlenmiş haliydi. Tarsus paralarıyla İvriz ve Boğaz
köy' deki Hitit abideleri arasında yapılan bir karşılaştırma
bizleri, Tarsusluların en az iki farklı tanrıya, Samilerin Baal
ve Yunanların da Zeus adını verdiği bir baba ile yerlilerin
Sandan, Yunanların Herakles dediği bir oğula taptığı so
nucuna götürür. Buradan Olba'da Teukros ve Aias adları
nın iki Tarsus tanrısına karşılık geldiği sonucunu çıkarabi
liriz; ekin ve şarap tanrısının önünde tapınır gibi duran İv
riz'deki küçük figürü ilahi Baba'nın huzurunda duran ilahi
Oğul olarak yorumlayacak olursak üç yerde de birbirinin
aynı olan ama farklı rahip kral nesilleri tarafından temsil
edilen bir tanrı çiftinin bulunduğunu söyleyebiliriz. Ancak
elimizdeki kanıtlar bu hipotezi basit bir çıkarımdan kesin
bir sonuç noktasına götürmeye yetmiyor.
1 79
8. Kilikya Tannçaları
Şu ana kadar ele alınan Kilikya tanrıları erkeklerden iba
retti; buraya kadar Kapadokya ve Firigya dininde, büyük
Toros sıradağlarının ötesinde önemli bir rol oynayan bü
yük bir Ana Tanrıça'nın izine rastlamadık. Küçük Asya' da
olduğu kadar önemli olmamakla birlikte, yine de buradan
Ana Tanrıça'nın Kilikya' da hiç bilinmediği anlamını çıkar
tamayız. Belki bu farklılık şu iddiaların kanıtı olarak yo
rumlanabilir; anne-soyluluk ve dolayısıyla Ana Tanrıçala
rın hakimiyeti, yumuşak iklim ve bereketli toprağın iç
Anadolu'nun kasvetli platolarında yüksek bir uygarlığın
gelişmesini ve bununla birlikte Kilikya'nın verimli arazile
rinde kadınlardan erkek-soyluluğa geçişi teşvik etmesin
den çok sonraki zamanlara kadar varlığını sürdürmüştür.
Her ne şekilde olursa olsun, erkek bir eşi olsun veya olma
sın, Kilikya tanrıçalarının ülkenin çeşitli bölgelerinde saygı
gördüğü bilinmektedir.
Örneğin Tarsus'ta Baal'le birlikte tanrıça 'Atheh'e tapıl
maktaydı; başında bir örtüyle aslanın üstünde otururken
tasvir edilen 'Atheh'in yanına Aramice harflerle adı da ka
zınmıştır.72 Dolayısıyla Boğazköy'de olduğu gibi Tarsus'ta
da Baba Tanrı'nın Frigyalı Kibele ya da Suriyeli Atargatis
gibi bir aslan-tanrıça ile çiftleşmiş olması gerekir. Atargatis
adı Aramice bileşik bir sözcük olan ve Tarsuslu tanrıçanın
adını da içeren ' Athar-'ateh'in bozulmuş halidir.73 Dolayı-
180
sıyla Baalli Tarsus'un kadın eşi hem isim hem de taşıdığı
özellikler bakımından, Fırat yakınlarındaki Hierapolis
Membic' te bir aslan ya da aslanların üstüne oturmuş figü
rüne büyük bir huşu ve debdebe ile tapınılan Suriyeli Ana
Tanrıça Atargatis'e karşılık gelmektedir.74 Şimdi bir adım
daha ileri gidip Tarsuslu Baal ile Atargatis'in Hierapolis
Membic'teki tanrı-eşi arasında bir bağlanh kurabilir miyiz?
Tarsuslu Baal gibi tanrı-eş de Yunanlar tarafından Zeus'la
özdeşleştirilmiştir. Lukianos bu tanrıyla Zeus'un arasında
her bakımdan kesin bir benzerlik olduğunu söylemektedir.
Ancak Zeus' tan farklı olarak onun figürü boğaların üstüne
oturmuştu.75 Aslına bakılırsa, bu tanrı-eş muhtemelen Su
riyelilerin en büyük tanrısı olan, gök görültüsü ve bereket
tanrısı Hadad idi çünkü Yunan sanalının gerileme döne
mine ait, bugüne ulaşmış en etkileyici abidesi olan Güneş
tapınağının kalınhlarırun bulunduğu Lübnan'ın Baalbek
kentindeki figür sol elinde bir yıldırımla buğday başakları
181
tutrnaktaydı.76 Yine, Kuzey Suriye' deki Zencirli yakınla
rında bulunan devasa bir tanrı heykeli de onu sakallı bir
erkek başı ve güç, bereket sembolü olan boynuzlarla tasvir
etrnektedir.77 Babillilerle Asurluların ilk dönemlerinde de
benzer bir gökgörültüsü ve şimşek tanrısına tapılrnaktay
dı; onun adı da benzer şekilde Adad olup, sembolleri yıl
dırım ve boğa idi. Bir Asur kabartmasında figür, kısa bir
tunik ve iki çift boynuzu olan bir başlık giyen ve sağ elinde
balta, sol elinde yıldırım tutan sakallı bir erkek şeklinde
tasvir edilmektedir. Dolayısıyla bu figür Hititlere ait gü
rüldeyen gökyüzü tanrısına oldukça benzer. Bu Babil ve
Asur tanrısının başka bir adı da "haykırma" ya da " gürül
deme" anlamına gelen 'ramamu' dan türetilen Rarnman
idi.78 Özellikleri Tarsus'lu Baal ile örtüşen İvriz tanrısının
boğa boynuzlarıyla süslenmiş başlık taktığını; dişi aslanın
üstünde oturan Ana Tanrıça'yla karşı karşıya duran Bo
ğazköy' deki Baba Tanrı'nın yanında genellikle boğa oldu
ğu tahmin edilen bir hayvan bulunduğunu; Boğazköy ya-
lin üstünde, yazı stili Moab Taşı'ndaki arkaik tarza benzeyen uzun bir
yazı bulunmaktadır. Yazının içeriği bunun III. Tiglat-Pileser dönemin
den (M.Ö . 745-727) öncesine ait olduğunu göstermektedir. Suriyeli gök
gürültüsü tanrısı Hadad için bkz. F. Baethgen, Beitriige zur semitischen Re
ligionsgeschiclıte, ss. 66-68; C. P. Tiele, Geschichte der Religion im Altertum, i.
248 vd.; M. J. Lagrange, Etudes sur /es Religions Semitiques, ss. 92 vd. Ha
dad'ın Hierapolis-Membic'teki Atargatis'in eşi olduğu fikri, onun aynı
zamanda gökgürültüsü ve bereket tanrısı olduğunu söyleyen P. Jensen'e
(Hittiter und Armenier, s. 171) aittir. Prof. J. Garstang da aynı görüştedir
(17ıe Syrian Goddess, ss. 25 vd.). Hierapolis-Membic'teki başlıca erkek tan
rının adının Hadad olduğu, Büyük İskender zamanında, adı "Hadad'ın
hizmetkarı" anlamına gelen rahip kral Abd-Hadad tarafından basılan
kent paralarında da dile getirilmektedir. Bkz. B. V. Head, Historia Nıımo
rum (Oxford, 1887), s. 654.
78 Babil dilindeki ramamu (haykırmak, gürüldemek) sözcüğünün İbrani
182
kınlarındaki Höyük'te bereket sembolü olan bu boğaya ta
pınıldığını görmüştük. Sonuç olarak Hierapolis-Membic'te
olduğu gibi Tarsus ve Boğazköy'de de Baba Tanrı ile Ana
Tanrıça'nın kutsal hayvanları ya da sembolleri sırasıyla
boğa ve aslandır. Sonraki tarihlerde tanrıça Yunan etkisiy
le, Tarsus paralarında başı yüksek bir başlıkla örtülmüş
halde otururken, elinde buğday demeti ile afyon çiçeği bu
lunan kadın şeklinde görünen Talih Tanrıçası'yla (Tike)
yer değiştirmiş ya da ona dönüşmüştü. Tanrıçanın aslanı
arhk yoktur, ancak tahhnın aslan bacağıyla süslenmiş ola
rak tasvir edildiği bir paranın üstünde eseri kalmış gö
rünmektedir.79 Yunan Doğusu'nda ve özellikle de Suri
ye' de kentlerin koruyucusu olarak görülen Talih Tanrıçası
genel hatlarıyla, Samilerin şans ve kader tanrısı Gad'ın;
gramerden anlaşıldığı kadarıyla erkek olması gerekmesine
karşın, sadece kentlerin patroniçesi ve koruyucusu olarak
görülen büyük tanrıça Astarte ya da Atargatis'in özel bir
görünüşü olduğu varsayılan Gad'ın değişime uğramış bi
çiminden başka bir şey değildi. 80 Doğu dinlerinde bu tür
yer değiştirmeler ya da bileşimler şaşırtıcı değildir. Tanrı
lar söz konusu olduğunda her şey mümküntür. Kıbrıs'ta
aşk tanrıçasının sakalı vardı81 ve Büyük İskender bazen Ar
temis kıyafeti giyerken, bazen de Herakles, Hermes ve
Amon'un ilahi gardroblarından kostümler seçerdi.82 Bir
Sami kişi adı olarak kullanılan Gad-' Ateh (Ateh' in Talihi)
adıyla bilindiğini varsayacak olursak, Tarsuslu tanrıça
'Atheh'in Gad'a ya da Talih'e dönüşmesi hiç de zor değil
dir.83 Aynı şekilde, büyük Zeus tapınağının84 yanında ken-
79 G. F. Hill, Catalogue of the Greek Coins of Lycaonia, lsauria, and Ci/icia, ss.
181, 1 82, 185, 1 88, 190, 228.
80 E. Meyer, Geschichte des Altertums, i. (Stutgart, 1884), ss. 246 vd.; F. Ba
1 83
dine ait küçük bir tapınağı olan Olba'daki Talih tanrıçası
nın da esas olarak yerel tanrı Tark ya da Tarku'nun eşi ol
ması mümkündür.
Kilikya' da bir Doğu tann ve tanrıçasına birlikte tapınılan
bir diğer yer de Mallus idi. Şehir Ceyhan nehrinin ağzına
yakın bir yerde, büyük Kilikya ovasındaki bir tepenin üze
rine kurulmuştu.85 Şehrin paralannda biri erkek ve biri dişi
olmak üzere iki kanatlı tanrı diz çökmüş ya da koşarken
tasvir edilmektedir. Bazı paralarda erkek tanrı tıpkı Janus
gibi, iki çift kanadı bulunan ve ters taraflara bakan iki baş
şeklinde tasvir edilmektedir, başın alt tarafında ise insan
başlı bir boğanın ön tarafı görülmektedir. Kadın tanrıçanın
bulunduğu paraların arka tarafında ise yanlarında bazen
iki salkım üzüm bulunan koni şeklinde bir taş mevcuttur.86
Tıpkı öteki Asya kentlerinde87 olduğu gibi bu konik taş da
muhtemelen bir Ana Tannça'yı sembolize ederken, üzüm
salkımları da onun bereket saçan gücünü göstermekteydi.
İki başlı, dört kanatlı tanrının Yunanların Kronos dediği
Fenikeli El' den başkası olması mümkün değildir; zira El'in
iki önde ve iki arkada olmak üzere dört gözü ve üç çift ka
nadı vardı. Kanat sayısındaki fark, söz konusu benzerliği
ortadan kaldıracak kadar hayati değildir. Tanrı, Fenike
Mallus yolunda kolayca, fazladan birkaç tüy çıkarmış ola-
1 84
bilir. Bu tuhaf Doğu tanrıları daha sonraki Mallus parala
rında ortadan kalkar ve yerlerini bunlara karşılık gelen
Yunan tanrılarına, özellikle de bir tarafta bir Kronos başı
olan, öteki tarafta da buğday demeti tutan Demeter figü
rüne bırakırlar. Kuşkusuz bu değişiklik eski yerel tanrıları
Yunan panteonunun yeni ve güncel tanrılarına uyarlama
arzusundan kaynaklanmaktadır. El ile kadın eşinin yerine
hasat tanrıları Kronos ve Demeter seçilmişse, bu seçimin
temelinde kesinlikle iki tanrı çifti arasındaki benzerlik ya
tıyor olmalıdır. Dolayısıyla gözden düşen çiftin yani El ile
eşinin çiftçiler tarafından aynı zamanda bereket, ekin ve
şarap kaynağı olarak da tapıldıklarını varsayabiliriz. Daha
sonraki Mallus paralarından birinde Dionysos olgun üzüm
yığınının üstünde oturmuş halde tasvir edilirken, öteki
yüzde de boyunduruklu öküzlerin önünde toprağı sürer
gibi giden bir erkek görülmektedir. Şarap tanrısıyla çift sü
ren adamın görüntüleri, yerel dini değişen koşullara uyar
lama, yani eski Asya şarabını yeni Yunan şişelerine dökme
girişimi olsa gerektir. Çok başlı ve çok kanatlı barbar cana
var mükemmel bir insan Dionysos'a dönüştürülmüştür.
Kutsal ama acınacak durumdaki eski konik taş paraların
üstünde artık gururla boy göstermemektedir; alçakgönüllü
bir belirsizliğe çekilerek yerini doğal ve zarif şaraba bı
rakmıştır. Zekanın gelişimiyle gerçekten ilerici bir teoloji
böylece at başı gitmektedir. Mallus'taki kültür havarileri
bunları yapabildiğine göre başkent Tarsus'taki din adam
larının da eski inancı modern bir temele oturtma çabala
rında aynı bölgedeki kardeşlerinden geri kalması herhalde
düşünülemez. Bu çabalarının sonucunda da Baal, 'Ateh ve
Sandan'ın yerini şu veya bu şekilde Zeus, Talih Tanrıçası
ve Herakles almış gibidir.88
Aynı şekilde, Güneydoğu Kilikya' da, Suriye sınırı yakın-
"" Yunan kisvesine bürünen diğer bir yerel Kilikya tanrısı da muhteme
len Anazarba ya da Anazarbus'taki (Anavarza) Olibrialı Zeus'hı, ancak
onun hakkında fazla bir şey bilmiyoruz.
1 85
larında bir tapınağı bulunan Sarpedonlu Artemis'in aslın
da ödünç alınmış kuş tüyleriyle dolaşan bir yerel tanrıça
olduğunu da düşünebiliriz. İlahi sarhoşluk anlarında tan
rıçanın yeniden dünyaya gelmiş hali olarak görülebilen
esinlenmiş bir adamın ya da daha büyük bir olasılıkla ka
dının ağzından kehanet gibi cevaplar vermişti.89 Asyalı ol
duğu daha belirgin olan başka bir tanrı da Doğu Kilik
ya' da Hieropolis-Kastabala'da tapınılan Perasia ya da Ar
temis Perasia idi. Bugün Bodrum olarak bilinen antik ken
tin geniş kalıntıları Ceyhan nehrinin üç çeyrek mil kadar
kuzeyindeki bir tepenin yamaçlarını kaplamaktadır. Bu ka
lıntıların üstünde koyu gri renkteki sarp bir kayalığın do
ruğuna inşa edilmiş ve kayalıktaki derin bir yarıkla yanın
daki dağdan ayrılan Akropolis bulunmaktadır. Eski hisa
rın yerini kırmızımsı sarı renkte kireçtaşı bloklardan ya
pılmış bir ortaçağ kalesi almıştır. Şehirde büyük bir tiyatro
ve bazıları yıkıntılar arasında hala ayakta duran iki yüz
adet zarif kolondan oluşan bir geçit vardır. Bugün çalılık
ve otlardan oluşan yoğun bir örtü bu ıssız ve terk edilmiş
arazinin büyük bölümünü kaplamış durumdadır. Kış ve
bahar aylarında bu terk edilmiş kentin yakınlarında sadece
çobanlar konaklamaktadır. Yakın çevre de ağaçsızdır; an
cak Mayıs ayında muhteşem buğday ve arpa tarlaları gözü
şenlendirirken, vadilerdeki yoncalar atların dizlerine kadar
yükselir. Bu tapınak şehrine (Hieropolis)90 hakim olan tanrı-
186
çanın muğlaklığı, kuşkularını oldukça kayıtsız Yunanca
sözcüklerle bizzat tanrının kendisine karşı da dile getiren,
kafası karışık bir mümin, Lucius Minius Claudianus adlı
bir hekim tarafından da itiraf edilmişti. Akıllıca bir tavırla,
Artemis mi, Ay mı, Hekate mi, Afrodit mi yoksa Demeter
mi olduğunu söyleme işini tanrıçanın kendisine bırakmış
tı.91 Tanrıça hakkında bildiğimiz tek şey gerçek adının Pe
rasia olduğu ve belli gelirlere sahip olduğudur.92 Ayrıca,
Kilikya Kastabalası'nda bu tanrıçaya, aynı adı taşıyan baş
ka bir kentteki yani Kapadokya Kastabalası'ndaki adaşı
Artemis Perasia'ya düzenlenen ayinlerin aynısının düzen
lendiğini söyleyebiliriz. Gördüğümüz üzere buradaki tan
rıçanın rahibeleri çıplak ayakla ateş üstünde yaralanmadan
yürüyorlardı.93 Aynı etkileyici tören muhtemelen Kilikya
Kastabalası'ndaki mümin kalabalığı önünde de düzenlen
mekteydi. Ayinin tam anlamı ne olursa olsun, bu tanrıça
yan kentler bir tapınağın etrafında yavaşça büyürdü; kentte Yunan ha
kimiyetinin olduğu dönemde kentin adı Hierapolis ya da Kutsal Kent
iken, yerel unsurun ağır bastığı dönemde Hieropolis ya da Tapınak Ken
ti olarak bilinmekteydi.
91 E. L. Hicks, "lnsciptions from Eastem Cilicia," Journal of Hel/enic Stu
dies, xi. (1890), ss. 251-253; R. Heberdey ve A. Wilhelm, a.g.e., s. 26. Ancak
bu yazarlar kalıntılar arasındaki kireçtaşı zemine kazınmış olan dizeleri
farklı okumaktadır. Ben Heberdey ve Wilhelm'in okuma biçimini esas
aldım.
92 J. T. Bent ve E. L. Hicks, a.g.e., ss. 235, 246 vd.; R. Heberdey ve A. Wil
helm, a.g.e., s. 27.
93 Strabon, xii. 2. 7, s. 537. Bkz. yukarıda, s. 133. Strabon, yazıtlarda adı
geçen Kilikya Kastabalası'ndan hiç söz etmemektedir. Küçük Asya'yı
çok iyi tanıyan Strabon'un Toros dağlarının kuzeyinde kalan Kapadokya
ile bu dağların güneyinde kalan Kilikya'yı birbirine karıştırması pek
mümkün değildir. Aynı adı taşıyan iki kentin bulunması ve Strabon'un
bunlardan birinden söz etmemiş olması daha büyük bir olasılıktır. Aynı
şekilde, biri Kapadokya'da ve öteki Pontus'ta olmak üzere Komana adıy
la anılan iki kent vardı; iki kentte de ayru tanrıçaya tapılmaktaydı. Bkz.
Strabon, xii. 2. 3, s. 535, xii. 3. 32, s. 557. Antik yazarların söz ettiği Kasta
balaların durumu F. Imhoof-Blumer ("Zur Münzkunde Kilikiens,"
Zeitsclırift Jür Numismatik, x. (1883), ss. 285-288) tarafından da ele alınmış
tır.
1 87
kesinlikle Yunanların sıklıkla Artemis adını verdiği Asyalı
Ana Tanrıçalardan biriydi.94 Rahibelerin ateşten etkilen
memeleri de tanrı tarafından esinlenmiş olmalarına bağ
lanmaktaydı. Suriyeli filozof Jamblichus bir tanrı tarafın
dan esinlenme ya da ele geçirilme olayını tartışırken, bu
nun belirtilerinden birinin acıya karşı kesin duyarsızlık ol
duğunu söylemektedir. Birçok esinlenmiş insan "ilahi esin
sayesinde ateşte yanmaz, ateş onları etkilemez; birçoğu da
yanmalarına karşın bunu algılamaz, çünkü o anda bir canlı
hayah yaşamamaktadırlar. Bedenlerine şiş sokarlar ama
hiçbir şey hissetmezler. Ufak baltayla sırtlarını keserler,
hançerle kollarını doğrarlar ama ne yaptıklarının farkında
değildirler, çünkü hareketleri sadece insan hareketleri de
ğildir. Çünkü geçilemez yerler ruhla dolanlar için geçilebi
lir hale gelir. Tıpkı Kastabala rahibeleri gibi ateşin içine da
lar, ateşin içinden geçerler. Bu belirtiler onların esinin etki
si alhndayken kendilerinde olmadıklarını, tamamen esin
lendiklerinde ya da ele geçirildiklerinde duyu, irade ve ya
şamlarının insanınkine de hayvanınkine de benzemediği
ni, bu kişilerin başka, daha ilahi bir yaşam sürdürdüklerini
göstermektedir," demektedir.95 Sonuç olarak, kor ateşin
içinden geçerken Perasialı rahibelerin kendilerinde olma
dıklarına, içlerinin tanrıçayla dolduğuna ve gerçekten tan
rıçanın yeniden dünyaya gelişi olduklarına inanılmaktay
dı.96
188
Kuzeybatı Hindistan'ın Himalayalar bölgesindeki bazı
köylerde de hala benzer bir esinlenme ölçüsü kullanılmak
tadır. Bu köylüler yerel bir tanrı olan ve ıssız tepelerde,
kuş uçmaz kervan geçmez arazilerde tapınakları olan, üç
çatallı bir mızrakla temsil edilen Airi'ye yılda bir taparlar.
Adına düzenlenen festivalde köylüler büyük bir ateşin et
rafına dizilir. Bir davul çalınır ve bir bir tanrı tarafından ele
geçirilen köylüler ayağa fırlayıp haykırışlar eşliğinde alev
lerin etrafında zıplamaya başlarlar. Bazıları bedenlerine
kızgın demir kaşık basıp ateşin içine oturur. Buradan yara
lanmadan çıkmak gerçekten esinlenildiği anlamına gelir
ken, yaralananlar esinlenmiş taklidi yaptıkları için küçüm
senir. Ruh tarafından bu şekilde ele geçirilen kişilere Aii
ri'nin atları ya da köleleri denir. Aşağı yukarı on gün süren
bu eğlenceler sırasında bunlar başlarının etrafına kırmızı
handana sarar ve inançlılardan sadaka toplarlar. Bu adam
lar kendilerini o kadar kutsal görürler ki, kimsenin kendi
lerine dokunmasına izin vermezler, tanrılarının sembolü
olan kutsal üç çatallı mızrağa ancak onlar dokunabilirler.97
Batı Asya' da bugünkü fanatikler atalarının Jamblichus
zamanında uyguladığı benzer işkenceleri hala uygulamak
tadır. "Küçük Asya'da, akkor halindeki demiri 'gül' diye
adlandırarak yalayan, kor halindeki kömürü çiğneyen,
başlarını taş duvarlara vuran, yanaklarına, kafa derilerine,
şakaklarına şiş sokup 'Allah, Allah' diye bağıran ve bu
kendinden geçme anlarında acıyı hiç hissetmediklerini
söyleyen farklı mezheplerden birçok derviş bulunmakta
dır."98
1 89
9. Kilikya Tannlannın Yakılışı
Bu durumda, bir bütün olarak, Kilikya'nın barbar yerli
tanrılarının ince bir Yunan insancıllık cilası altında yaşa
maya devam ettiğini ve bunların da arasında büyük Asya
tanrıçasının, en azından miladi dönemlerin başına kadar
Küçük Asya'nın iç platolarında birinci sırada olmasa bile
özel bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Eğer yanılmıyorsam,
Kastabala ve Olba' da olduğu gibi Sarpedonlu Artemis ta
pınağında da esinlenen rahip ya da rahibelerin kişilikle
rinde tanrıyı temsil ettikleri düşünülmekteydi. Dolayısıyla
Tarsus'taki Baal, 'Ateh ve Sandan üçlüsünün de aynı za
manda kral ve kraliçe, prens ve prenses olan rahip ve rahi
belerin kişiliğinde temsil edildiği görüşünün yanlış olması
mümkün değildir. Ayrıca bu hipoteze göre Tarsus'ta San
dan temsilinin yakılması Perasia rahibesinin Kastabala' da
ateş üstünde yürümesini de açıklamaktadır. Belki her ikisi
de bir rahip kral ya da kraliçeyi ya da kraliyet üyesinin
başka bir üyesini yakarak öldürme geleneğinin hafifletil
miş biçimleriydi.
190
VII. Bölüm
Sardanapalus ve Herakles
1. Sardanapalus'un Yakılışı
Eskiden Tarsus'ta kral veya prenslerin tanrı karakteri ve
rilerek yakıldığı şeklindeki kuram tamamen ayn bir başka
görüş hattı tarafından da doğrulanmaktadır. Çünkü bir an
latıma göre Tarsus, Sandan tarafından değil de büyük bir
odun ateşi üstünde yakılarak öldürülmesiyle en büyük
Doğu efsanelerinden birine konu olan ünlü Asurlu monark
Sardanapalus tarafından kurulmuştu. Tarsus'a bir günlük
yürüme mesafesinde, denize yakın bir yerde Anchiale (Ka
raduvar) adlı büyük bir antik kentin kalıntıları bulunmak
tadır. Kent surlarının dışında Sardanapalus anıtı denen ve
üstündeki taşa monark figürü oyulan bir anıt vardır. Figür,
sağ elinin parmaklarını şaklatır gibi tasvir edilmiştir. Asur
ca karakterlerle kazınan hemen yanındaki bir yazıda bu
hareket için şunlar yazılmıştı: "Anacyndaraxes'in oğlu
Sardanapalus, Anchiale ile Tarsus'u tek bir günde inşa etti.
Ye, iç, eğlen, diğer insani şeyler bu kadar değerli değildir."
Bununla başka hiçbir insani olayın parmak şaklatmaya bile
değmediği ima edilmekteydi. 1 Bu hareket yanlış yorum-
1 Strabon, xiv. 5. 9. ss. 671 vd.; Arrianus, Anabasis, ii. 5; Athenaeus, xii. 39,
s. 530 A, B. Bkz. Stephanus Byzantius, "AyxıaAr( maddesi; Georgius
Syncellus, Chronographia, cilt i. s. 312, (ed.) G. Dindorf (Bonn, 1829). Anc
hiale'nin yeri henüz bulunmamıştır. Zaman zaman Tarsus' ta bulunan
büyük bir dört köşeli yapının Sardanapalus anıtı olduğu söylenmekte
dir. Bkz. E. J. Davis, Life in Asiatic Turkey, ss. 37-39; G. Perrot ve C. Chipi
ez, Histoire de /'Art dans /'Antiquite, iv. 536 vd. Ancak Mr. O. G. Hogarth
söz konusu kalıntıların bir Roma tapınağının beton temelleri olduğunu
191
lanmış ve yazı yanlış çevrilmiş olabilir, 2 ancak Asur kay
naklı olmaktan çok Hitit kaynaklı olduğu sonucuna var
mak mümkünse de böyle bir anıhn varlığından kuşku
duymak için bir neden yokhır; aynca Tarsus'ta bulduğu
muz Hitit sanat ve dinine ait izlerle, Maraş'ta, yukarı Py
ramus (Ceyhan) vadisinde bulunan bir grup Hitit anıtını
da unutmamak gerekir. Asurlular Kilikya'ya bir süre ha
kim olmuş olabilir, ancak Hitit etkisi çok daha derin ve
daha uzun süreliydi.3 Tarsus'un Sardanapalus tarafından
kurulması öyküsü uydurma olabilir,4 ancak Sardanapa
lus'un adının kentle birlikte anılmasının bir nedeni olmalı
dır. Mevcut hipoteze göre bu neden Sardanapalus'un ölüm
şeklinde yatmaktadır. Sardanapalus, Ninova'yı kuşatan is
yancıların eline düşmemek için sarayın içine büyük bir
ateş yaktırıp altın, gümüş ve kraliyet giysilerini ateşe athk
tan sonra kendini, eşini, cariye ve hadım kölelerini yakmış
tı.5 Sardanapolus'un yani büyük Asur kralı Asurbanipal'in
öyküsü tarihsel açıdan doğru olmamakla birlikte, kardeşi
Şamaşşumukin'inki doğrudur. Asurbanipal'in Babil'e kral
atadığı Şamaşşumukin hükümdar ve koruyucusuna karşı
isyan edince Asurbanipal tarafından kendi başkentinde
kuşahldı. Kuşatma uzun, direniş amansızdı, çünkü Babilli
ler zalim Asurlulardan merhamet beklemenin boşuna ol-
192
duğunu biliyorlardı. Ama açlık ve vebayla kırıldılar; şeh
rin artık tutunma umudu kalmayınca öfkeli kardeşinin eli
ne canlı geçmek istemeyen Kral Şamaşşumukin sarayına
kapanarak, tam kuşatmaaların kentin kapılarını yerle bir
ettiği sırada eşleri, çocukları, köleleri ve hazineleriyle bir
likte kendini ateşe vererek öldü.6 Bunun üzerinden çok
fazla geçmeden aynı trajedi bu kez Ninova' da son Asur
kralı Sarakos ya da Sinşarişkun'la tekrarlandı. Sinşarişkun,
Babil kralı isyana Nabopolassar ile Med kralı Siyaksares
tarafından kuşahlan sarayında kendini yakh. Bu da Nino
va'nın ve Asur imparatorluğunun sonu oldu.7 Yunan tarihi
bu felaketin anısını korumakla birlikte onu, gerçek kurban
lardan çok daha ünlü olan ve Asur ihtişam güneşinin
sönmesine rağmen ünü yüzyıllarca ayakta kalan Asurba
nipal' e nakletmişti.
2. Krezüs'ün Yanışı
Hiç değilse alevlerin arasında ölmeye hazır başka bir
Doğulu monark da Lidya kralı Krezüs idi. Herodotos, Ki
ros'un liderliğindeki Perslerin, Lidya'nın başkenti Sardes'i
nasıl ele geçirip Krezüs'ü esir aldığını ve nasıl Kiros'un
büyük bir odun yığdınp prangalar içindeki esiriyle yedi
Lidyalı genci odunların üstüne bağladığını anlatmaktadır.
Sonra odunlar tutuşturulmuş, ancak Kiros'un son anda ka
rarından vazgeçerek ateşi söndürtmesiyle Krezüs kurtul
muştu.8 Ancak ateşe büyük saygı duyan Perslerin bu kut
sal elementi kirlerin en kötüsüyle, ölü bedenlerin temasıyla
6 G. Maspero, Histoire Ancienne des Peuples de l'Orient Classique, iii. 422 vd.
Kral hakkındaki yazıtlar ve tarhşmalar için bkz. C. F. Lehmann (Haupt),
Samassumukin, Köııig von Babylonien, 668-648 v. Chr. (Leipzig, 1892).
7 C. P. Tiele Sarakos'un ölüm öyküsünün, Şamaşşumukin'in ölümünün
popüler ama hatalı bir benzeri olabileceğini düşünmektedir (Babaylo
nisch-assyrische Geschichte, ss. 410 vd.) İ srail kralı Zimri de düşmanlarının
eline düşmemek için kendini sarayında yakmışh (1 Krallar xvi. 18).
8 Herodotos, i. 86 vd.
1 93
kirletmekten çekinmiş olmaları da kuvvetle muhtemeldir.9
Onlara göre böyle bir hareket yapılabilecek en büyük say
gısızlıkh. Çünkü onlar için ateş göksel nurun, ölümsüz,
ebedi ve kutsal olanın dünyevi şekliydi; buna karşılık
ölüm çürümenin ve kirliliğin temel kaynağı idi. Dolayısıy
la ateşi ölümün kirinden uzak tutmak için çok dikkatli
davranılıyordu.10 Eğer adamın biri ya da bir köpek kutsal
ateşin yandığı evde ölmüşse, ateşin evden uzaklaşhrılıp
kışın dokuz gece, yazın bir ay uzakta tutulması gerekiyor
du; eğer bir kişi kuralı çiğner ve ateşi vaktinden önce geri
getirirse iki yüz kırbaçla cezalandırılırdı.11 Bir cesedi ateşte
yakmaya gelince, bu, bütün günahların en büyüğü idi, Eh
rimen' in, yani kötülüğün keşfedilmesiydi, bunun telafisi
yoktu, karşılığı ölümdü.12 Üstelik yasa asla kitap üstünde
kalmaz, uygulanırdı. İsa'nın doğumuna kadar uzanan ta
rihlerden beri ateşe ceset ya da inek dışkısı atmanın cezası
ölümdü; sırf ateşi harlamak için bile ahlsa. ·13 Dolayısıyla
bir Pers kralının, tebaasına işlenebilecek en büyük günah
olarak gördüğü bir şeyi emrettiğine inanmak kolay değil
dir.
Krezüs ve Kiros öyküsünün başka ve bazı bakımlardan
daha doğru bir varyanh iki daha eski tanık -bu olaydan
yaklaşık kırk yıl sonra dünyaya gelen Yunan şair Bakkhy
lides14 ile şairin doğduğu sıralarda ya da az sonra bu sah-
hums, i. (Stutgart, 1 884), s. 604). Bakkhylides M.Ö. 512 ile 505 arasında
194
neyi kırmızı bir vazonun üstüne resmeden bir Yunan sa
natçı- tarafından dile getirilmişti. Bakkhylides, Persler Sar
des'i işgal ettiği zaman, köleliğin düşüncesine bile taham
mül edemeyen Krezüs'ün sarayın önüne odun yığdınp eşi
ve çocuklarıyla üstüne çıkhktan sonra bir uşağa emir vere
rek ateşi tutuşturttuğunu söyler. Odun yığınından parlak
bir alev yükselmiş ancak Zeus gökten yağmur yağdırarak
ateşi söndürmüş, Altın Kılıçlı Apollon da dindar kralı ve
kızlarını alarak Kuzey Rüzgarı'nın ötesindeki huzurlu top
raklara götürmüştü.15 Vazo ressamı da aynı şekilde Kre
züs' ün yanışını işgalci tarafından uygulanmış bir ceza ola
rak değil, tamamen gönüllü bir eylem olarak tasvir etmek
tedir. Ressam Krezüs'ü başında defne yapraklarından taç
la, bir elinde asa tutarken ötekiyle toprağa şarap döker va
ziyette odun yığınının üstünde otururken tasvir etmekte
dir. Bir uşak ise elinde, bir görüşe göre odunları tutuştur
mak için meşale, bir görüşe göreyse kutsal su serpmeye
yarayan fırça olarak yorumlanan cisimle ateşe yaklaşmak
tadır. Kral sakin ve vakurdur; aşağılayıa bir ölümle karşı
karşıya değil de dini bir ayin yapmaktadır adeta. 16
Dolayısıyla bazı önemli modem araşhrmaalardan17 yola
çıkarak Krezüs'ün alevlerin içinde bir kral ya da bir tanrı
gibi ölmeye hazırlıklı olduğu sonucuna varabiliriz. Eski
doğmuş olmalıdır. Bkz. R.C. Jebb, Bacchy/ides, the Poems and Fragments
(Cambridge, 1905), ss. 1 vd.
15 Bacchylides, iii. 24-62.
16 F. G. Welcker, Aite Denkmiiler, (Göttingen, 1 849-1864), iii. Levha xxxiii;
1 95
Lidyalı kralların soyundan geldiğini iddia ettikleri Herak
les18 yerden göğe işte böyle yükselmişti; İsrail kralı Zimri
düşmanlarının ulaşamayacağı bir yere işte böyle gihnişti;
Babil kralı Şamaşşumukin kardeşinin intikamından işte
böyle kaçmışh; son Asur kralı başkentinin yıkınhları ara
sında işte böyle kaybolmuştu ve Sardes'in ele geçirilme
sinden alhnış yıl sonra Kartaca kralı Hamilcar kaybedilmiş
bir savaşı işte böyle bir yöntemle, kahramanın ölümüyle
kazanmaya çalışmıştı.19
Asur'un efsanevi kralı Semiramis'in en sevdiği atın ölü
münün üzüntüsüyle kendini ateşte yakhğı söylenir.2° Kra
liçeyi mitik yanıyla bir tür İştar ya da Astarte21 olarak
görmek için güçlü nedenler olduğuna göre, Semiramis'in
atına olan sevgisi yüzünden kendini alevler arasında öl
dürmesi efsanesiyle aşkından perişan olan ve aynı büyük
Asya tanrıçasının açık bir Avatar'ı gibi görünen Dido'nun
ölümü arasında dikkat çekici bir paralellik vardır.22 Semi
ramis ile Dido'nun yakılma öykülerini birbirleriyle ve Do
ğulu monarkların yakılma vakalarıyla karşılaşhrdığımız
da, kral ve kraliçelerin belli koşullarda, belki örneğin eşle
rinin ölümü halinde ateşte yakılmalarının beklendiği so
nucuna varabiliriz. İngiliz yönetimi altındaki Hindistan' da
ölen erkeğin eşinin de yakılması geleneğinin hala hatıra
larda canlı biçimde yaşamaya devam ettiğini hatırlayacak
ıs Herodotos, i. 7.
19 Bkz. yukanda, ss. 133 vd., 193 vd.
20
Hyginus, Fab. 243; Plinius, viii. 155.
21 Bkz. W. Robertson Smith, "Ctesias ve Semiramis Legend," English His
torical Review, ii. (1887), ss. 303-317. Ancak Semiramis efsanesi M.Ö. 9.
yüzyılın sonlanna doğru yaşamış olan, tarihsel yazıtlardan tanıdığımız
Şammuramat adlı gerçek bir Asur kraliçesinin etrafında örülmüş görül
mektedir. Bkz. C. F. Lehmann-Haupt, Die historische Semiramis und ihre
Zeit (Tübingen, 1910), ss. 1 vd.; aynı yazar, "Semiramis" maddesi, W.H.
Roschers, Lexicon der griech. Und röm. Mythologie içinde, iv. 678 vd.; The
Scapegoat, ss. 369 vd.
22
Bkz. yukarıda, s. 131.
196
olursak bu sonucun hiç de abartılı olmadığı görülecektir.23
Kudüs'te de kralların ölü veya diri olarak yakılması uy
gulamasının kalıntıları şu sözleri söyleyen Yeşaya'nın dö
nemine kadar sürmüş görünmektedir:24 "Tofet çoktan ha
zırlandı; evet, kral için hazırlandı; geniş ve yüksektir odun
yığını; ateşi, odunu boldur; Rab kızgın kükürt selini andı
ran soluğuyla tutuşturacak onu."25 Yahuda'run ölen kralla
rı için "büyük ateşler yakıldığını" biliyoruz.26 Ayrıca Yeşa-
1 97
ya'nın kral ateşleri için ayırdığı yerin, ebevynlerin ilk ço
cuklarını Molok' a, "Kral" a adayarak yakhkları Hinnom
Vadisi olması da kesinlikle tesadüf olamaz. Hinnom Vadi
si'nin kesin yeri tarhşmalıdır, ancak Kudüsü'ü çevreleyen
ya da kesen vadilerden biri olduğu konusunda herkes
hemfikirdir; yine bazı önemli yazarlara göre burası Josep
hus'un Tyropoeon dediği yerdi.27 Bu son tespit doğruysa,
çocukların odun ateşinde yakıldığı vadi kraliyet sarayı ile
tapınağın hemen alhndaydı. Genç kurbanlar muhtemelen
Tanrı ve kral için ölmekteydi. 28
Yahudi krallar için yakılan "büyük ateşler" bağlamında,
günümüz Filistinin'de Yahudiler için en ünlü hac merkezi
olan Celile'deki ünlü Meiron köyünde, ölmüş Yahudi Ha
hamlar adına her yıl yakılan büyük ateşlerden de söz et
mekte yarar vardır. Burada Haham mezarları kayalara
oyulmuş olup, kadın erkek binlerce hacı Nisan ayının otu
zuncu günü, 1 Mayıs'ın arefesinde burada toplanarak, şal,
eşarp, mendil, kitap ve benzeri eşyalarını yakarlar. Bu
malzemeler iki alçak sütunun üstündeki iki taşın üstüne
yerleştirilip üstüne yağ döküldükten sonra seyredenlerin
alkış ve bağırışları arasında yakılır. Pahalı bir şal yakarak
törenin açılışını yapma ayrıcalığını elde etmek için bir ki
şinin tam iki bin kuruş teklif ettiği bilinmektedir. Böyle du
rumlarda düzeni sağlayan Türk yetkililerin umursamaz
sakinliğiyle Yahudilerin büyük çoşkusu ilginç bir tezat
oluşturmaktadır.29 Bu ilginç tören ölülerin yararına ya da
onların ihtiyaçları için malzeme yakma uygulamasıyla
açıklanabilir. Örneğin, tiran Perianderos, nekromansi yo-
198
luyla kendisine mesaj göndererek, kendisiyle birlikte gö
mülen giysiler yanmadığı için öteki dünyada çok üşüdü
ğünü söyleyen ölmüş eşi için Korinthoslu kadınların en
güzel giysilerini toplayıp bir çukurda yakmışh.30 Yahuda
krallarının kullanması için aynı şekilde diğer eşya ve de
ğerli malzeme de ateşte yakılmış olabilir. Siyam'da (Tay
land) bir kral ya da kraliçenin cesedi kalıcı bir saraya ben
zeyen, otuz metreye kadar yükselen çok sayıda süslü ku
leden oluşan ve bazen dört dönümlük bir alanı kaplayan
büyük bir yapının içinde yakılır.31 Böylesine devasa bir ka
tafalktan yükselen alevler Yahudi krallar için düzenlenen
"büyük yakışlar"ı andırmaktadır.
3. Ateşle Annma
Bu olay ve gelenekler Doğu monarklarının belli koşul
larda kendilerini bilerek yakmayı seçtiğini göstermektedir.
Peki, bu koşullar nelerdi? Bu eylem nasıl sonuçlar doğuru
yordu? Amaç sadece bir işgalcinin elinden kurtulmaksa
bunun için daha kolay bir yöntem seçilebilirdi. Ateşle öl
meyi seçmenin belli bir nedeni olmalıydı. Herakles'in ef
sanevi ölümü, Hamilcar'ın tarihsel ölümü, bir odun yığı
nının üstünde tahta oturmuş halde toprağa şarap döken
Krezüs tasviri, bütün bunlar diri diri yakılmanın dini bir
kurban töreni ya da ondan da fazla, kurbanı bir tanrı mer
tebesine yükselten bir ilahlaşhrma olarak görüldüğünü
göstermektedir.32 Çünkü Hamilcar ve Herakles'e öldükten
30 Herodotos, v. 92. 7.
31 C. Bock,
Temples and Elephants (Londra, 1884), ss. 73-76.
32 Bu görüş uzun süre önce Sardanapalus ve Krezüs'ün ölümüyle ilgili
olarak, Raoul-Rochette tarafından dile getirilmişti. Yazar, "kendi seçtiği
ölüm şekliyle son parçasına kadar yok olan Asur monarkırun, bu yolla
kendisini ilahlaştırmak ve odun ateşinde yok edilmek suretiyle kendisini
ülkesinin ulusal tannsıyla özdeşleştirmek istediğini" savunuyordu . . . .
"Böylece mitoloji ile tarih tannyla monarkın sonunda birbiriyle karıştığı
bir efane içinde birleşmiş olacaktır. Bu Asya uygarlığırun ideal ve gele
nekleriyle de örtüşmektedir." Bkz. "Sur l'Hercule Assyrien et Pheni-
1 99
sonra tapınıldığını unutmamak gerekir. Ayrıca ateş antik
çağda yaşayanlar tarafından o kadar güçlü bir arındırma
aracı olarak görülmekteydi ki doğru bir şekilde uygulan
dığında ölümlü olan her şeyi yakarak geriye sadece kutsal
ve ölümsüz ruhu bırakacağına inanılmaktaydı. Nitekim
kralların bebeklik çağındaki oğullarını gece ateşte yakarak
onlara ölümsüzlük kazandırdığını düşünen tanrıçalardan
söz edildiğini okumaktayız; ancak anne veya babanın ca
hilce müdahalesi, yani çocuğun yakıldığı odaya bakıp onu
alevler içinde görünce dehşet içinde feryat etmeye başlaya
rak tanrıçanın büyü ayinini bozması yüzünden bu yararlı
amaç daima sekteye uğruyordu. Nitekim Biblos kralının
sarayındaki İsis, Eleusis kralının sarayındaki Demeter ve
ölümlü kocası Peleus'un sarayındaki Thetis'in bu tür cahil
ce müdahalelerde bulunduğu anlatılmaktadır. Hafif farklı
bir anlatıma göre büyücü Medea, bu şekilde çocuklarını
kaybeden büyüklere çocuklarını geri vermek için onları si
hirli bir karışımla birlikte kazanda kaynatırdı;33 nitekim
Pelops, zalim babası Tantalos tarafından kesilip doğran
dıktan sonra düzenlenen bir ziyafetle tanrılara ikram edi
lince, çocuğa acıyan ilahlar kalan parçalarını bir kazana
atmış ve Pelops canlı ve dinç bir şekilde yeniden ortaya
çıkmıştı.34 "Ateş," der Jamblichus, "kurbanın maddi kıs-
152"ye şerh.
200
mıru yok eder, onunla birlikte olan her şeyi arındırır, onları
maddenin bağlarından kurtarır ve doğal saflıkları içinde
tanrılarla buluşmalarını sağlar. Ateş aynı şekilde bizleri de
çürümenin bağlarından kurtarır, bizleri tanrılara benzetir,
onların dostluğuyla aşina kılar ve maddi doğamızı mane
viyata dönüştürür."35 Kutsallık elde etmek isteyen krallarla
sıradan insanların niçin ateşle ölümü seçtiğini böylece an
layabiliriz. Bu onlara cennetin kapılarını açmaktaydı.
Onursuz macerasını Oliympia' da alevler arasında sona er
diren şarlatan Peregrinus öldükten sonra insanları gecenin
kötülüklerinden koruyan bir ruha dönüşeceğini iddia et
mişti; ancak Lukianos'un dediği gibi, kuşkusuz ona birkaç
budaladan başkası inanmamıştı.36 Bir öyküye göre, hayatı
boyunca tanrı olmayı kuran Sicilyalı filozof Empedokles
tanrılık iddiasında bulunabilmek için Etna'nın kraterine at
lamıştı.37 Bu geleneğin inanılmaz bir yanı yoktu. Kafayı
şöhrete takmış olan çatlak filozof pekala Hint fakirleri, 38
antik dönemdeki arsız şarlatan Peregrinus ve modem za
manlarda Rus köylülerle Çinli Budistlerin yaptığı gibi ya
pabilirdi.39 Fanatizmin, gösterişin ya da ikisinin karışımı
nın kurbanlarını iteceği aşırılığın bir sınırı yoktur.
201
nüşe göre bu Lidya Herakles'i gerek isim gerekse varlığı
itibarıyla, Tarsus'ta her yıl tasviri büyük bir odun ateşinde
yakılan Kilikya Herakles'iyle aynıydı. Lidya Herakles'i,
Sandon adını taşımaktaydı;41 Kilikya Herakles'i, Sandan ya
da daha büyük bir olasılıkla Sandon adını taşımaktaydı,
çünkü yazıtlardan ve öteki belgelerden Sandon'un bir Ki
likya adı olduğu bilinmektedir.42 Kilikya Herakleslerinin
kendilerine özgü sembolleri aslan ve iki başlı baltadır; bu
iki sembol Sardes'te karşımıza Herakles hanedanıyla bağ
lanhlı olarak çıkmaktadır. Çünkü çift başlı balta efsanevi
kraliçe Omphale'nin zamanından Herakles krallarının so
nuncusu olan Kandaules'in saltanatına kadar Lidya kralla
rının giydiği kutsal kıyafetin bir parçasıydı. Bu baltanın
Omphale'ye bizzat Herakles tarafından verildiği söylen
mekte ve Heraklesler saltanahnın nişanesi olarak görül
mekteydi. Çünkü iyice yaşlanan Kandaules baltayı taşı
yamaz hale gelip bir saray mensubuna teslim edince isyan
çıkmış ve kadim Heraklesler hanedanı yıkılmıştı. Yeni kral
Gyges eski hükümranlık sembolünü taşımak istememiş;
baltayı diğer malzemelerle birlikte Karya' daki Zeus' a
adamıştı. Dolayısıyla Karya Zeusu figürü elinde bir balta
tutmakta olup, "balta"nın Lidya dilindeki karşılığı olan
labrys'ten gelen Lanrandeus takma adıyla anılmaktaydı.43
202
Plutarkhos'un anlatımı bu şekildedir; ancak Zeus'un ya da
daha doğrusu Yunanların Zeus'la özdeşleştirdiği yerel tan
rının baltayı Kandaules'in çok öncesinden beri taşıyor ol
ması mümkündür. Balta genel olarak düşünüldüğü gibi
Asyalı gökgörültüsü-tanrısının bir sembolü idiyse eğer,44
halkları için sık sık yağmur yağdırması, gökgürültüsü çı
karhnası ve şimşek çaktırması beklenen kralların eline ga
yet uygun bir sembol olacaktır. Lidya krallarının gökgü
rültüsü çıkartarak yağmur yağdırmak zorunda olup olma
dıklarını bilmiyoruz ama her halükarda, tıpkı birçok eski
monark gibi onların da hava durumundan ve ekinlerden
sorumlu olduğu görülmektedir. Meles'in saltanatında
memleket ciddi bir kıtlıkla karşı karşıya kalınca halk bir
kahine danışmış, o da bundan geçmiş yıllarda cinayet suçu
işleyen kralları sorumlu tuhnuştu. Bunun üzerine kahinler,
dökülen kanların izlerinin silinmesi için, kişisel olarak so
rumlu olmadığı halde Kral Meles'in üç yıl süreyle tahttan
uzaklaştırılması gerektiğine karar vermişlerdi. Kral da bu
na itaat ehniş ve üç yıl süreyle Babil' e çekilmişti. Onun
yokluğunda krallık, Cadys'in oğlu olan ve soyu Tilon'a
dayanan Sadyattes adlı bir naip tarafından yönetilmişti.45
Bu Tilon' a birazdan değineceğiz. Yine, Lidyalıların, "çok
zalim olduğu ve onun saltanatında çok kuraklık yaşandığı
için" krallarından biri olan Spermus'un ölümüne çok se
vindiklerini okuyoruz.46 Görünüşe göre Lidyalılar kuraklı
ğı krala bağlamış ve suikastçinin bıçağıyla hak ettiğini
bulduğunu düşünmüşlerdi.
203
Kilikya Herakles'inin sembolü olan aslana gelince, kıtlık
nedeniyle tahttan uzaklaştırılan aynı kral Meles'in, Sardes
akropolisinin etrafında bir cariyenin doğurduğu bir aslan
dolaştırarak buranın ele geçirilmesini engellemeye çalıştığı
söylenmektedir. Ne yazık ki uçurumun ayak bile basmaya
elvermediği tek bir noktada aslanı dolaşhrmayınca Persler
buradan kaleye girmeyi başarmışh.47 Meles atalarının as
lan-kahraman Herakles'ten gelmesiyle övünen eski Herak
lid hanedanındandı;48 o yüzden akropolisin etrafında aslan
dolaştırmak muhtemelen kaleyi, kraliyet hanedanının ata
dan gelen tanrısı olan aslan-tanrının korumasına bırakma
ya yönelik bir tür kutsamaydı. Kralın cariyesinin aslan do
ğurması öyküsü, Lidya krallarının sadece bu hayvanla ak
rabalık ilişkisi kurmakla kalmayıp aynı zamanda bizzat as
lan taklidi yapmasını ve oğullarına aslan yavrusu olarak
göstermelerini de açıklamaktadır. Krezüs Delphi'ye, belki
de Lidya'nın bir sembolü olarak saf altından bir aslan
adamıştı. Üstünde aslan derisi bulunan Herakles ise Sar
des paralarında sıkça görülen bir figürdür.49
Krezüs'ün odun ateşi içinde ölümü ya da kendini öl
dürme girişimi böylece Kilikya ve Lidya Heraklesleri ara
sındaki benzerliği tamamlamaktadır. Tarsus ve Sardes'te,
sembolleri bir aslan ve çift başlı balta olan, belki temsili su
reti belki de bir insan temsilcisi odun ateşinde yakılan bir
tanrıya tapıldığını görmekteyiz. Yunanlar buna Herakles
demekteydi, ancak yerel adı Sandan ya da Sandan idi.
Sardes'te bu tanrı çift başlı balta taşıyan ve tıpkı atası He
rakles gibi üstünde aslan derisi bulunan kralların kişili
ğinde temsil edilmekteydi. Buradan, aynı zamanda Tar
sus'ta da kraliyet ailesinin aslan-tanrıyı taklit ettiği sonu
cuna varabiliriz. Her halükarda, tanrı ismi olan Sandan'ın
47 Herodot, i. 84.
48 Eusebius, Chronic. i. 69, (ed.) A. Schoene (Berlin, 1866-1875).
49 B. V. Head, Historia Numorum (Oxford, 1887), s. 553; aynı yazar, Catalo
gue of the Greek Coins of Lydia (Londra, 1901), ss. xcviii, 239, 240, 241, 244,
247, 253, 254, 264, levha xxiv. 9-11, 13, xxv. 2, 12, xxvii. 8.
204
Kilikya krallarının adlarına girdiğini ve sonraki tarihlerde
Tarsus'taki Sandan rahiplerinin giysilerinde kraliyet moru
kullandığını bilmekteyiz. 50
205
6. Tilon'un Yeniden Dirilişi
Melkart'ın yakılması gibi Sandan'ın da yakılmasının ar
dından, ilahi yaşamın sona ermeyip sadece daha taze ve
saf bir şekil aldığını göstermek için muhtemelen bir yeni
den diriliş ya da uyanış töreni düzenlenmekteydi. Bildiğim
kadarıyla elimizde bu yeniden dirilişe dair doğrudan bir
kanıt bulunmamaktadır. Ancak önce öldürülüp sonra ye
niden dirilen Tilon ya da Tilus adlı Lidyalı bir kahramanla
ilgili öyküler vardır. Öykü şöyledir; Tilon ya da Tilus Top
rağın oğluydu.52 Bir gün Gediz'in kıyısında yürürken yılan
soktu ve öldü. Kederli kızkardeşi Moire, Damasen adlı bir
deve gitti, o da yılanı öldürdü. Fakat yılanın eşi ormanda
"Zeus çiçeği" denen bir şifalı bitki buldu ve bunu ağzına
alıp ölmüş yılanın dudaklarına götürdü ve ölü yılan bir
anda dirildi. Bunu gören Moire de aynı bitkiyi kardeşi Ti
lon'a değdirip onu yeniden canlandırdı.53 Benzer vakalara
halk hikayelerinde sıkça rastlanmaktadır. Yılanlar genel
likle yeniden hayat veren bitkiler hakkında bilgi sahibi ol
malarıyla bilinirler.54 Ancak Tilon basit bir masal kahra
manı olmaktan daha fazla şey ifade etmektedir. Sardes'le
yakından ilişkiliydi, çünkü kent paralarında destekçisi
Damasen ya da Masnes, ölü yılan ve hayat veren dal ile
birlikte boy göstermektedir.55 Tilon ayrıca çeşitli yollardan
206
Lidya kraliyet ailesiyle bağlanhlıydı; çünkü kızı ülkenin ilk
krallarından biri olan Kotys ile evliydi56 ve torunlarından
biri Kral Meles'in tahttan uzaklaşhrıldığı dönemde naiplik
yapmıştı.57 Tilos'un ölüp yeniden dirilmesi öyküsünün ba
harda bitki yaşamının yeniden canlanmasını sembolize
eden bir gösteri olduğu savunulmuştur.58 Her halükarda,
ilkbahar aylarında Sardes'te Persephone adına Alhn Çiçek
Bayramı adı verilen bir festival kutlanmakta olup, kahra
manla tanrıçanın yeniden dirilişi pekala birlikte canlandı
rılmış olabilir. Bu durumda Altın Çiçek Festivali, efsanenin
"Zeus çiçeği" ve belki de doğanın sarı safranı ya da daha
doğrusu onun görkemli kızkardeşi Doğulu safran olacak
tır. Çünkü Zeus'un Korikos mağarasında safran bolca bu
lunmaktaydı;59 aynca buranın tam adının "Crocus Mağa
rası" anlamına gelmesi de hoş bir varsayımdır.60 Ancak
Sardes paralarındaki büyülü bitki bir çiçekten çok dala, bir
Altın Çiçek'ten çok bir Altın Dal'a benzemektedir.
207
VIII. Bölüm
Volkanik Din
209
"İnsanın taptığı bir tanrıyı yakması," diyebilir, "inançsızlı
ğın ya da budalalığın daniskasıdır. Tanrıyı öldürebilirseniz
onun değerli hizmetlerinden mahrum kalırsınız. Öldüre
mezseniz, onu fena halde kızdırırsınız ve eninde sonunda
hiddetine maruz kalırsınız." İnançlı kişi sabırlı ve nazikse
eğer, kendisini eleştirenin cehaletine ve aptallığına acıyan
bir gülümsemeyle dinler onu. "Taptığımız tanrıyı öldür
meye kalktığımızı düşünmekle," der, "ne kadar yanılıyor
sun. Böyle bir düşünce sana olduğu gibi bize de iğrenç ge
lir. Oysa bizim niyetimiz senin bize atfettiğinin tam tersi.
Biz tanrıyı yok etmeyi istemek bir yana, tam tersine onun
sonsuza kadar var olmasını, doğası gereği her şeyin özün
de bulunan yozlaşma ve nihai çürüme sürecinden bağışık
olmasını istiyoruz. Tanrı ateşte ölmez. Ah, hayır! Sadece
bozulabilen, ölümlü yanları alevler arasında yok olur: Te
mel unsurların bulaşmasına karşı bağışıklık kazanacağı
için bozulmayan ve ölümsüz olan yanları daha da saflaşır
ve güçlenir. Şu gördüğün kül yığını bizim tanrımız değil.
O sadece üzerinden çıkarıp athğı deri ya da kabukhır.
Tanrının kendisi uzaklarda, gökyüzündeki bulutlarda,
toprağın derinliklerinde, akan sularda, ağaçta, çiçekte,
buğdayda ve üzümdedir. Onu doğrudan göremeyiz, ama
o her yıl ikbaharda çiçeklerle ve sonbaharda meyvelerle
kutsal yaşamını bizlere gösterir. Ekmekte onun parçalan
mış bedenini yeriz. Üzüm suyunda onun dökülmüş kanını
içeriz."
210
gibi din tarihi de yerel koşullardan alabildiğine etkilenir ve
o koşullardan bağımsız olarak anlaşılamaz. Söz konusu
uygulamanın epeyce yaygın olduğu yer, yani Küçük Asya
çok eski tarihlerden beri büyük volkanik güçlerin hareket
lerine sahne olmaktadır. Bu bölgedeki yanardağların bili
nen zaman dilimi içinde sönmüş oldukları doğrudur, an
cak bunların ölmüş ya da uyumakta olan ateşlerinin izleri
ni birçok yerde görmek mümkün olduğu gibi bu topraklar
aralıklarla korkunç yer sarsınhlarına da sahne olmaktadır.
Bu olguların o topraklarda yaşayanların hayal gücünü et
kilememiş ve dolayısıyla dinlerinde birtakım izler bırak
mamış olması mümkün değildir.
Anadolu' daki sönmüş yanardağların en büyüğü eski Hi
tit ülkesinin kalbi olan Kapadokya'mn merkezindeki Ar
gaeus (Erciyes) Dağı'dır. Aslında burası Küçük Asya'mn
en yüksek noktası ve eski çağlarda yaşayanların tanıdığı
en görkemli dağlardan biridir; zira yükseklikte Mont
Blanc' dan aşağı kalmamaktadır. Ovanın içinde bir anda
devasa bir piramit gibi yükselen dağ kilometreler boyunca
insanın dikkatini çeker. Dorukları hiç erimeyen karlardan
dolayı hep beyazdır, aşağı yamaçları antik çağlarda ağaç
sız Kapadokya ovalarında yaşayanların kereste ihtiyacını
karşılayan sık ormanlarla kaplıydı. Yanardağın cansız
alevleri miladın ilk yıllarına kadar bu ormanlarla dağın
eteklerindeki alçak ovalarda varlığını sürdürmüştür. Top
rak zemin aldahaydı. Otlarla kaplı yüzeyin alhnda ateş
çukurları gizlenmekteydi ve başıboş sığırlar ya da bölgeyi
bilmeyen yabanalar sık sık bunların içine düşmekteydi.
Deneyimli ormanalar ağaç kesmek için ormana girdikle
rinde bunlara son derece dikkat ederlerdi. Toprak diğer
yerlerde bataklıktı ve geceleri orada burada ateşler oyna
şırdı.1 Bu ürkütücü yerlerde birtakım bahl fantezilerin ko-
211
layca filizlendiğine kuşku yoktur, ancak bunların nasıl bir
şekil aldığını bilemiyoruz. Her ne kadar yapılan ilginç bir
keşif bu soruya olumlu cevap vermemizi gerektirse de da
ğın zirvesinde kurbanlar adanıp adanmadığını da bilmiyo
ruz. Zirveden hiç eksik olmayan karların arasından insanı
etkileyecek kadar görkemli ve bir tırmanıcının ulaşamaya
cağı kadar yüksekte, somaki mermerden yapılmış sütunlar
yükselmektedir. Tozer, çeşitli noktalarında mağara evler
oyulan bir kaya bulmuştur. Kayaya oyulmuş bu tür evler
den biri kıvrılarak kayanın içlerine kadar uzanmaktadır;
oyuğun yanlarına kaba nişler oyulmuştur, tavanında ve
duvarlarında kullanılan aletlerin izleri görülebilmektedir.2
Antik çağlarda yaşayanlar kuşkusuz dağlara zevk ya da
sağlık için tırmanmıyordu, aynca böyle bir yere evler
yapmak için insanın aklına batıl inançtan başka bir itici
güç de gelmiyor. Bu kaya içine oyulmuş odaların zirvede
dini ya da büyülü ayinler düzenlemekle görevlendirilen
rahiplerin sığınakları olması mümkündür.
menia, ii. 269-181; H. F. Tozer, Turkish Armenia and Eastern Asia Minor, ss.
94, 1 13-131; Elisee Reclus, Nouvelle Geographie Universelle (Paris, 1879-
1894), ix. 476-478. Erciyes Dağı'nın eteklerinde, Asarcık yakınlarında bir
Hitit yazıtı bulunmaktadır. Bkz. J. Garstang, The Land of the Hittites, ss.
152 vd.
2 H. F. Tozer, a.g.e., ss. 125-127.
212
giymiş rahipler hergün bu ateşin etrafında ayin düzenler
di.3 Modern zamanlara kadar başka yerlerdeki benzer ateş
lerin de dini saygı nesnesi olduğu göz önünde bulundu
rulduğunda, Erciyes Dağı'nm eteklerinde aralıksız yanan
doğal ateşlerin Zerdüş dinine inananların bağlılığını çek
miş olması akla yatkın görünmektedir. Örneğin Himalaya
ların eteklerindeki Jualamukhi'de topraktan yanıcı gazlar
fışkırmaktadır ve bunların üstüne birçok haaya ev sahip
liği yapan büyük bir Hindu tapınağı inşa edilmiştir. Tapı
nağın ön bahçesindeki bir çukurdan yükselen daimi alev
lerin kırmızımsı rengi ve aromatik bir kokusu vardır. İna
nanlar genellikle çiçeklerden oluşan armağanlarını buranın
müdavimi olan fakirlere verir, onlar da bu çiçekleri önce
ateşin üstünde tutup sonra da tapınağın ana bloğunun içi
ne atarlar. Yine, Hindu hacılar petrol yataklarından çıkan
daimi ateşlere tapmak için Hazar Denizi'nin kıyısındaki
Bakü'ye gitmek uğruna binbir güçlüğe katlanırlar. Kutsal
yer kentin on mil kadar kuzeydoğusundadır. On sekizinci
yüzyılın ortalarında Bakü'ye giden bir İngiliz seyyah bu
rayı ve ibadetleri şu sözlerle anlatmışb. "Hepsi de ateşe
adandığı sanılan, taştan yapılmış birkaç eski tapınak var
dır; çoğu üç ile beş metre arasında değişen kemer tonoz
lardan ibarettir. Ayrıca içinde Hintlilerin ibadet ettiği kü
çük bir tapmak vardır; sunağın yanında aşağı yukarı dok
san santim yükseklikte, ucunda gaz lambasmmki kadar
renkli ve yumuşak olmayan ama daha saf görünen mavi
bir alev çıkan içi boş bir boru bulunmaktadır. Hintliler bu
alevin tufandan beri biç sönmediğini ve dünya var olduğu
3 Strabon, xv. 3. 14 vd., ss. 732 vd. Pers rahipleri ayin sırasında hala elle
rinde Barsom (Avesta'da Beresma) denilen bir demet çubuk tutmaktadır.
Bkz. M. Haug, Essays on the Sacred Language, Wrifings and Religion of the
Parsis (Londra, 1884), ss. 4 dipnot 1, 283. Güney Hindistan' da bir ev tan
rısı olarak tapınmak üzere çömlek yapan bir çömlekçi, "soluğuyla çöm
leği etkisiz hale getirmemek için ağzım bir bantla kapatmak zorunda
dır." Bkz. E. Thurston, Castes and Tribes of Southern India (Madras, 1909),
iv. 151.
21 3
sürece de sönmeyeceğini; burada söndürülmeye çalışıldığı
takdirde başka bir yerden çıkacağını savunuyorlar. Burada
hac için ülkelerinden gelmiş kırk elli kadar yoksul Hindu
var, yabani meyve sebzeler, tadı çok güzel olan bir çeşit
Kudüs enginarı ve diğer bitki ve köklerle karınlarını doyu
ruyorlar. Yaptıkları şey kefaret ödemek, sadece kendi gü
nahları için değil başkalarının günahları için de; adına ke
faret ödedikleri kişi ne kadar çoksa burada da o kadar çok
kalıyorlar. Alınlarına safran sürüyor ve kızıl tüylü ineklere
büyük saygı duyuyorlar."4 Hacıların günahlarından arın
mak için bu kadar yol geldiğine bakılırsa, böylelikle kutsal
ateşe arındırıcı bir özellik atfedildiği görülmektedir.
4 Jonas Hanway, An Historical Accoııııt of the Britislı Trade over tlıı: Caspimı
Sea: witlı theAııtlıor's foıırııal of Travels, 2. Baskı (Londra, 1754), i. 263.
5 Strabon, xii. 8. 18 vd., s. 579; xiii. 4. 1 1, s. 628. Bölgede üretilen şaraptan
Vitruvius (viii. 3. 12) ile Plinius da (Nat. Hist. xiv. 75) söz etmektedir.
214
sönmüş yanardağ bugün de bu arazi parçasının önemli
özelliklerindendir. Her biri yanları dik ve ortasında bir
krater olan gevşek cüruf, mucur ve küllerden oluşan siyah
bir koni şeklindedir. Her birinden dışarı doğru akan siyah
lavlar volkanın eteklerinde patlayarak vadi boyunca aşa
ğıdaki Gediz nehrinin yatağına akmıştır. Vadilerin kıvrım
larını izleyen koyu renkli ırmakların kasvetli renkleri çev
redeki arazilerin zengin yeşilliğiyle tezat oluşturmaktadır.
Binlerce fantastik şekle giren yüzey bir fırtınayla kabarmış
ve sonra birden sertleşerek taşlaşmış denizi andırmaktadır.
Bu siyah cüruf dağlarıyla siyah lav nehirleri jeolojik ba
kımdan nispeten yeni oluşumlardır. Binlerce yıldır havayla
temas etmiş olmalarına rağmen sertliklerinden hiçbir şey
kaybetmemiş ve humuslu toprağa dönüşmemişlerdir; ya
nardağ akımı sanki daha dün kesilmiş kadar sert ve surat
sızdırlar. Ancak aynı bölgede, yumuşak şekillerinden, nis
peten düz yüzeylerinden ve Üzerlerindeki bitki örtüsün
den daha yaşlı oldukları anlaşılan otuzdan fazla başka
volkanik dağ daha bulunmaktadır. Bazılarının dorukların
da üzüm bağları bulunmaktadır.6 Demek ki volkanik top
rak üzüm üretimine bugün de en az antik dönemlerde ol
duğu kadar elverişlidir. Volkanik toprakla üzüm yetiştiri
ciliği arasındaki ilişkiden antik çağdakiler de söz etmekte
dir. Strabon Yanık Topraklar'ın üzüm bağlarını Etna Ya
nardağı'nın külleriyle bereketlenen Katanya'nın bağlarına
benzetmekte ve bazı yerlilerin ateşten doğan Dionysos'u
volkanla bereketlenen bir üzüm miti olarak gördüğünü
söylemektedir.7
21 5
5. Deprem Tanrısı
Ancak uyuyan ateşler bu bölgelerde yaşayanlara üzüm
suyunun bolluğundan başka ve daha az kabul edilebilir
şeyler de hahrlatmaktadır. Çünkü sadece Yanık Topraklar
değil, aynı zamanda Menderes vadisini de kapsayacak şe
kilde güneye doğru uzanan topraklar da sık sık şiddetli
yer sarsıntılarına sahne olmaktaydı. Toprak gevşek, ufa
lanmaya yatkın ve çok tuzlu olup ateş ve su kaynaklan
nedeniyle alh boştu. Özellikle de Alaşehir tam bir çalkantı
merkeziydi. Şokların ardı arkası kesilmiyordu. Evler sal
lanmış, duvarlar ya tamamen ya da kısmen yarılmıştı; bir
kaç kişi yıkılmak üzere olan evlerini onarıp sağlamlaştırı
yor ve gedikleri kapatıyordu. Ama çoğu bahçelere dağılma
akıllılığını göstermişti. Strabon böyle bir şehirde birilerinin
yaşamasının hayret verici olduğunu, ama böyle bir şehrin
inşa edilmiş olmasının daha da hayret verici olduğunu
söylemektedir.8 Ancak bu insanların evlerinin temellerini
sarsan bu deprem bilgece bir ilahi takdirle onların inançla
rını daha da pekiştirmiştir. Kasabaları defalarca yerle bir
olan Apameia (Dinar) halkı deprem tanrısı Poseidon' a olan
bağlılıklarını coşkuyla göstermiştiler.9 Yine, Yunan Takı
madalan'ndaki Santoron binlerce yıldır büyük volkanik
faaliyetlere sahne olmaktadır. Bir defasında körfezin suları
kaynamış ve sulardan günlerce alevler yükselmişti. Der
ken dalgalarından arasından adeta bir makineyle kaldırıl
mışçasına, ağır ağır kor rengi bir ada yükselmişti. O za
manlar denizlerin hakimleri, akılcı politikaları, sert ama
hayırsever oligarşileri ve yerel sanat hazinelerinden yana
zengin ve güzel ada-şehirleri sayesinde antik dünyanın
Venediklileri olarak anılan Rodoslulardı. Patlamanın ate
şinin ve sıcaklığının azalmasından sonra Rodoslu denizci-
" Strabon, xii. 8. 16-18, ss. 578 vd.; xiii. 4. 10 vd., s. 628.
9 Strabon, xii. 8. 18, s. 579. Bkz. Tacitus, Annals, xii. 58.
216
ler yeni adaya çıkhklannda, üstüne toprağı başa çıkama
yacağından fazla sarsmaması için bir tasvir dikilen bir Ku
rucu veya Koruyucu Poseidon10 tapınağıyla karşılaşhlar.
Birçok yerde insanlar adı kadar iyi olacağı ve evlerini baş
larına yıkmayacağı umuduyla Kurucu Poseidon'a kurban
lar adamışlardır. 1 1
Yeralhndaki kaygılı ruhunu sakinleştirmeye yönelik di
ğer bir Yunan girişimi öğreticidir, çünkü vahşiler tarafın
dan benzer koşullarda hala benzer tepkiler gösterilmekte
dir. Bir zamanlar Kral Agesipolis'in komutasındaki Sparta
ordusu savaş alanına çıkhğında ayaklarının altındaki top
rağın sarsıldığını görmüştü. Akşam saatleriydi ve kral
kurmaylarıyla yemek yemekteydi. Şoku hisseder hisset
mez sakince masadan kalkmış ve Poseidon onuruna meş
hur bir ilahiyi söylemeye başlamışlardı. Çadırın dışındaki
askerler de ilahiye katılmış ve bir anda bütün ordu aynı
melodiyi söylemeye başlamıştı.12 Spartalı kırmızı urbalıları
a.g.e., iv. 5. 8, vi. 4. 14; Xenophon, Respublica Lacedaem. xiii. 1, xv. 4. Spar
talılar deprem olduğunda genellikle yapacakları işleri bırakırlardı
(Thukydides, iii. 59. 1 . V. 50. 5, vi. 95. 1).
21 7
savaşa çağıran bandonun tiz sesiyle bu adamlara eşlik edip
etmediği bilinmemektedir. 13 Her halükarda, yeri sarsan
tanrıya edilen duaların tek amacı onun durmasını sağla
mak olmalıdır. Burada Spartalı kırmızı urbalılardan söz et
tim, çünkü Sparta askerlerinin üniformaları kırmızıydı.
Sparta askerleri derinlemesine değil yanlamasına hat oluş
hırduğu için, bir Sparta hathnın hpkı Britanyalılarda oldu
ğu gibi daima ince kırmızı bir hat olması gerekirdi. Termo
fil' de Perslerle işte bu düzende karşı karşıya gelmişlerdi,
tabii o sırada müziğin de çaldığına ve güneşin silahların
üstünde parıldadığına kuşku yoktur. Tıpkı Cromwell'in
Ironsides'ı (demir saflar) gibi bu askerler de bir yandan sa
vaşırken bir yandan da ilahiler söylerlerdi.14
Spartalılar depremi asker korosuyla durdurabileceklerini
düşündülerse eğer, bu kuram ve uygulamaları diğer bar
barlarınkileri hatırlatmaktadır. Örneğin Bah Antiller' deki
Timor halkı dünyanın büyük bir devin omuzlarında dur
duğunu ve devin bir omzu yorulduğunda dünyayı öbür
218
omzuna aktardığını, bunun da depreme yol açhğını dü
şünmekteydi. Böyle zamanlarda halk avazı çıkhğı kadar
bağınrarak deve dünyanın üstünde insanların bulundu
ğunu hatırlatmaya çalışırdı; devin yükünden yorularak
onu denize atacağından korkulurdu. Maniheistler de dep
rem konusunda neredeyse aynı şeyleri düşünmekteydi.
Tek farkla ki, onlara göre yorgun dev dünyayı otuz yılda
bir öteki omzuna aktarırdı. Bu görüş de büyük olasılıkla
yer sarsınhlarının sıklığıyla ilgili gözlemlere dayanıyor
olmalıdır.15 Ancak bu tanrıtanımazların dünyayı sarsan
deve kendilerini düşürdüğü durumu hahrlatmak için ba
ğırmak gibi saçma bir uygulamaya başvurup başvurma
dıkları bilinmemektedir. Bununla birlikte Doğu Antiller'in
çeşitli bölgelerinde söz konusu uygulama hem kuram hem
de uygulamada kendine bolca yer bulmaktadır. Balililerle
Sudanlılar depremi hissedince dünyayı sarsan tanrıyı ya
da devi varlıklarından haberdar etmek için "Hala canlı
yız," ya da "Hala yaşıyoruz," diye bağırırlar. Hint takıma
dalarından Leti, Moa ve Lakor yerlileri depremlerin, to
runlarının hala orada olup olmadığını öğrenmek isteyen
Büyük Toprak Ana tarafından çıkarıldığını düşünürler. O
yüzden, büyükannenin yalnız olmadığını hahrlatmak için
yüksek sesle bağırırlar. Alman Yeni Ginesi'ndeki Tamiler
depremleri büyük bir kayanın altında oturan Panku adlı
birine bağlarlar; buna göre Panku kımıldayınca dünya sal
lanır. Sarsınh uzun sürerse palmiye yapraklarıyla toprağa
vurarak, "Hey, aşağıdaki! Rahat dur! Biz hala buradayız,"
diye bağırırlar. Budist keşişler Burmalı Şanlara, kuyruğu
ağzında olan büyük bir balığın dünyanın altında uyudu
ğunu ama bazen uyanıp yanlışlıkla kuyruğunu ısırınca
acıyla titreyip sarsıldığını öğretirler. Büyük depremlerin
nedeni işte budur. Ancak küçük depremlerin nedeni daha
farklıdır. Bu depremlere, yer altında yaşayan ve zaman
68).
219
zaman kendilerini yalnız hissederek başlarının üzerindeki
dünyanın tavanına vuran küçük adamlar yol açmaktadır;
işte bu vuruşlar hafif sarsantılara neden olmaktadır. Şanlar
böyle bir sarsıntı hissedince evlerinden dışarı fırlayarak
diz çöker ve küçük adamlara "Buradayız! Buradayız" diye
cevap verirler. Doğu Peru'nun Palma del Sacramento böl
gesinde de sık sık deprem yaşanır. Büyük Ucayali Neh
ri'nin sol yakasında yaşayan Conibo Kızılderili kabilesi bu
depremleri, genellikle gökte oturan ama yarattığı şeylerin
yerli yerinde olup olmadığını görmek için zaman zaman
yere inen yaratıcıya bağlarlar. İşte bu depreme yol açar. O
yüzden bu Kızılderililer deprem olunca abartılı hareketler
le kulübelerinden dışarı fırlayıp sanki birine cevap veri
yormuşcasına, "Bir dakika, bir dakika, ben buradayım, ba
ba, ben buradayım!" diye bağırırlar. Kuşkusuz, amaçları
göksel babalarına hala sağ olduklarını bildirmek ve gönül
rahatlığıyla yükseklerdeki yerine dönmesini sağlamaktır.
Deprem dışında yaratıalarını hiç önemsemezler. Afrika' da
Nyassa Gölü çevresinde yaşayan Atonga kabilesi depre
min, halkının orada olup olmadığını anlamaya çalışan
Tanrı'nın sesi olduğuna inanırlardı. Dolayısıyla, yeraltın
daki sarsıntıyı duyunca hep bir ağızdan "Ye, ye," diye ses
verir ve bazıları da buğday dövmek için kullanılan dibek
lerin yanına gidip tokmaklarla dibeklere vururlardı. İlahi
çağrıya cevap vermeyen kişilerin öleceğine inanırlardı.
Ourwira' da insanlar depreme, yeraltından geçen ölmüş bir
sultanın yol açtığını düşünürlerdi; bu yüzden ona saygı
göstermek üzere ayağa kalkar ve selamlamak için ellerini
kaldırırlar. Ölüye bu saygıyı göstermezlerse canlı canlı yu
tulma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklarını düşünürler.
Orta Afrika' daki Bagandalar depremi yeraltında yaşayan
ve kımıldayınca dünyayı sarsan Musisi adlı bir tanrıya
bağlarlar. Böyle zamanlarda insanlar ellerini bedenlerine
vurup sakinleşmesi için tanrıya yalvarırlardı; çocuklu ka
dınlarsa tanrının kendi canlarını ve henüz doğmamış be
beklerinin canlarını almaması için karınlarına vururlardı;
220
diğerleriyse tanrının sakinleşmesi için aa çığlıklar atarlar
dı.
Sumatra'daki Bataklar depremi hissedince "Sap! Sap!"
diye bağırırlar. Bu bağırışa çeşitli anlamlar verilir. Kimi
burada, dünyayı sallayan şeytanın ya da yılanın bedenine
sokulan kılıca gönderme yapıldığını söylemektedir. Böyle
likle huzursuzluk çıkartan varlıkla alay edilmiş ya da eğ
lenilmiş olur. Kimileriyse yaratıcı Batara-gurunun dünya
ya şekil verirken bir sal yapmaya başladığını ve Naga
padoha'nın da salı alttan tuttuğunu söylerler. Ancak çalı
şırken elindeki keski kırılır ve Naga-padoha yükün altında
kıpırdar. Bunun üzerine Batara-guru "Biraz sağlam dur!
Keskinin sapı kırıldı," der. Batakların deprem sırasında
"Keskinin sapı," diye bağırmasının nedeni işte budur. Do
layısıyla Naga-padohanın bu bağırışları yaratıcının sesi
sanarak sağlam duracağına inanırlar.
Celebes'in (Sulawesi) bazı bölgelerinde yer sarsılınca bir
köyün bütün sakinlerinin evlerinden dışarı fırlayarak top
rak-ruhun dikkatini çekmek için yerden avuçlar dolusu ot
kopardıkları ve böylece saçları bu şekilde kökünden kopa
rılan toprağın o aanın etkisiyle yukarıda hala yaşayanlar
olduğunu fark edeceklerini umdukları anlatılmıştı. Yine
Samoa' da yerliler deprem olunca koşarak kendilerini yere
atıp toprağı ısırırlar ve deprem tanrısı Mafuie'ye dünyayı
sarsıp parçalamaktan vazgeçmesini söylerlerdi. Bu yerliler
Mafuie'nin sadece bir kolu olduğu düşünerek "Bir de iki
kolu olsaydı kim bilir neler olurdu!" derlerdi. Filipin Ada
ları'ndan Bagobo yerlileri dünyanın, büyük bir yılanın
kaldırmaya çalıştığı büyük bir postun üstünde durduğuna
inanırlar. Yılan postu sallayınca dünya sarsılır. Böyle za
manlarda Bagobolar köpeklerine vurarak havlatırlar, çün
kü köpeklerin havlaması yılanı korkutur ve postu salla
mayı bırakır. Bu yüzden bir Bagobo köyünde yer sarsılma
ya devam ettiği sürece her evden köpek sesleri yükselir.
Tongalılar, dünyanın yüzükoyun yatan tanrı Moooi'ye da
yandığına inanırlar. Moooi bu şekilde yatmaktan sıkılıp
221
dönmeye yeltenince yer sarsılır. O zaman insanlar bağırır
ve kıpırdamadan yatması için sopalarla toprağa vurur. Bir
deprem sırasında Burmalılar, toprağı sarsan kötü ruhu
korkutup kaçırmak için evlerinin duvarlarına vurup bağı
rarak gürültü çıkarmışlardı. Yeni Britanya'nın Gazelle Ya
rımadası'nda meydana gelen benzer olayda, yine aynı
amaçla davullar çalınıp deniz kabuğundan borular üflen
mişti. Panamalı Kızılderili kabilelerinden Dorasqueler,
Chiriqui volkanında, kızdığı zaman deprem yaratan güçlü
bir ruhun yaşadığına inanırlardı. Yerliler böyle zamanlar
da ruhu ürküterek, dünyayı sallamaktan vazgeçmesi için
volkana doğru oklar atarlardı. Bazı Peru Kızılderilileri
depremi tanrıların susamasının bir işareti olarak görerek
toprağa su dökerlerdi. Ashantee' de depremden sonra bazı
insanlar öldürülürdü; bunlar zalimliğinden hiç değilse bir
süre vazgeçmesi umuduyla deprem tanrısı Sasabonsun' a
kurban edilirlerdi. Deprem sırasında yıkılan ya da hasar
gören evlere yeniden yapılmadan ya da onarılmadan önce
insan kanı serpilirdi. Coomassie' de deprem kralın evinin
bir kısmını yıkınca elli genç kız kesilerek öldürülmüş ve
kanları onarım için kullanılan çamura karıştırılmışh.
Fiji' de bir İngiliz, Kantavu adasında dindarlığın bir anda
artmasını birçok yerlinin ölümüne yol açan şiddetli bir yer
sarsıntına bağlamışh. Fijililer adalarının, uykusunda dö
nünce depreme yol açan bir tanrıya dayandığına inanırlar.
Dolayısıyla, olabildiğince yavaş dönmesi için ona çok de
ğerli armağanlar verirler.16 Nias'ta meydana gelen şiddetli
bir deprem yerlilerin ahlak değerleri üzerinde çok etkili
olmuştur. Yerliler, Batoo Bedano adlı bir tanrının, insanla
rın kötülüklerinden dolayı dünyayı yok etmeye çalışhğına
16
J. Jackson'ın ifadelerine şuradan ulaşılabilir; J. E. Erskine, /ournal of a
Cruise among the Islands of the Western Pacific (Londra, 1853), s. 473. Müte
veffa dostum Lorimer Fison, Fijili deprem tanrısının adının, Jackson'ın
dediği gibi 'A Dage' değil 'Maui' olduğunu yazmıştı (15 Aralık, 1906).
Fison ayrıca şunları söylüyor: "Tanrıyı uyandırmak için avazları çıktığı
kadar bağınp toprağa vurarak delmeye çalışan Fijililer gördüm."
222
inanırlar. O yüzden toplanıp bir ağaç kütüğünden bu tan
rının büyük bir suretini yaparlar. Armağanlar sunarlar,
günahlarını itiraf ederler, hileli ağırlıkları ve ölçüleri dü
zeltirler, bir daha kötülük yapmayacaklarına dair söz ve
rirler, af dilerler ve dünya üzerinde bir yarık açılmışsa, ya
rığa küçük bir altın atarlar. Ama tehlike geçince bütün o
sözler ve yakarmalar unutuluverir.17
Ahaya ve Küçük Asya'nın batı sahilleri gibi sarsıntılar
dan büyük zarar gören Yunan topraklarında Poseidon bir
deniz tanrısı olduğu kadar bir deprem tanrısı olarak da gö
rülmekteydi. 18 Bilindiği üzere, bir yer sarsıntısını genellikle
denizden gelen ve geniş bir alanı sular altında bırakan dağ
gibi büyük bir dalga izler; hatta sık sık her iki felakete de
maruz kalan Şili ve Peru' da dalgalardan duyulan korku
nun, yer sarsıntısına karşı duyulan korkudan daha büyük
olduğu söylenmektedir. Yunanlar bu iki afetle, yani deniz
ve toprağın insan yaşamına karşı giriştiği bu ortak saldı
rıyla sık sık karşılaşmaktaydı.19
Ahaya sahilindeki Helike bir kış gecesi bütün sakinleriy
le birlikte işte böyle yok olmuştu ve bu durum Posei
don'un öfkesine bağlanmıştı.20 Korkunç deprem tanrısıyla
deniz tanrısının yarattığı bu çifte afetin aynı anda meyda
na gelmesine şahit olan insanlar için bundan daha doğal
bir şey olamaz. Tarihçi Diodorus Siculus, antik dönemde
Poseidon'un Peleponez'de yaşadığına inanıldığını, bir an
lamda bütün ülkenin onun için kutsal olduğunu ve bu ül-
20 Strabon, viii. 7. 1 vd., ss. 384 vd.; Diodorus Siculus, xv. 49; Aelianus,
Nat. Anim. xi. 19; Pausanias, vii. 24. 5 vd. ve 12, vii. 25. 1 ve 4.
223
kedeki bütün şehirlerde Poseidon' a diğer tanrılardan fazla
saygı duyulduğunu belirtmektedir. Poseidon'a duyulan
saygının kısmen bu ülkenin sık sık maruz kaldığı deprem
ve su baskınlarından, kısmen de kireçtaşından dağlarının
dikkat çekici bir özelliği olan büyük yarıklarla yer alh su
larından kaynaklandığını söylemektedir.21
224
yükselir. Java' da Talaga Bodas volkanına yakın başka bir
kraterden çıkan kükürt gazlan kaplanların, kuşların ve sa
yısız böceğin ölümüne yol açmıştır; bu yaratıkların lifler,
kaslar, kıllar ve deri gibi yumuşak kısımları tamamen ko
runmuş durumdayken kemikler erimiş veya yok olmuştur.
Antik çağlarda yaşayanlar kendi ülkelerindeki bu kötü
kokulu gazları tanıyor ve bu gazların çıktığı delikleri ce
hennemin girişi olarak görüyorlardı.23 Yunanlar buralara
Plouton'un yerleri (Plutania) ya da Kharon'un yerleri
(Kharonia) diyorlardı. İtalya' da bu dumanlar yarımadanın
çeşitli bölgelerinde tapınılan Mefitis adlı bir tanrıçanın ki
şiliğinde vücut buluyordu.24 Bu tanrıçanın, Plouton'un so
luğu olduğu düşünülen gazların oraya ayak basanı ölüre
cek kadar ölümcül olduğu Hirpini topraklarındaki ünlü
Amsanctus vadisinde bir tapınağı vardı.25 Bölge, Frigento
şehrine yaklaşık dört mil mesafedeki kireçtaşı tepelerin
arasından uzanan, kısmen ceviz ağaçlarıyla kaplı küçük
bir vadidir. Burada, bozulmuş kireçtaşından raf şeklindeki
bir setin altında koyu kül rengi bir suyun bulunduğu, uzak
bir gökgörültüsüne benzer bir patlamayla sürekli köpüren
bir havuz vardır. Aynı siyahımsı sudan oluşan küçük çağ
layan çıplak kayalık tepenin altından bu havuza akar, an
cak bu küçük çağlayanın yüksekliği bir metreden fazla de
ğildir. Biraz yukarıda, toprakta, sıcak kükürtlü hidrojen
patlamalarının çukurların büyüklüğüne göre sesler çıkar
dığı birtakım çukurlar vardır. Antik dönem insanlarına gö
re bu patlamalar Plouton'un soluklarıydı. Bugün bu havu-
225
za Mefite ve Mefitinelle çukurlan denmektedir. Havuzun
diğer tarafında Coccacio ya da sürekli kaynadığı için Ca
uldron denilen daha küçük bir su birikintisi vardır. Bu bi
rikintiden dalgalar halinde yükselen kötü kokulu buhar
yüzlerce metreden görülebilmektedir. Bu sulardan yükse
len gazlar zaman zaman, özellikle de rüzgarlı havalarda
öldürücü olabilmektedir. Ancak karbonik asit gazı nor
malde yerden yarım ila bir metreden fazla yükselmediğin
den sakin havalarda havuzların çevresinde yürümek
mümkündür, tabii eğilmek ya da suya düşmek yine de
tehlikelidir. Antik Mefitis tapınağının yerini şehit Santa Fi
licita'run türbesi almıştır.26
Benzer zehirli gazlar Karya' daki volkanik bölgenin bazı
noktalarında da görülmekte olup antik dönemde çeşitli ba
tıl inançların konusu olmuştu. Örneğin Thymbria köyünde
zehirli gazlar çıkaran kutsal bir mağara vardı ve buranın
Kharon'un evi olduğu düşünülmekteydi.27 Menderes vadi
sindeki Nysa yakınlarında bulunan Akaraka köyünde de
benzer bir mağara bulunmaktadır. Mağaranın aşağısında,
Plouton ile Persephone'ye adanmış bir tapınağın bulun
duğu güzel bir koru vardır. Burası Plouton' dan dolayı kut
saldı, ancak hastalar da iyileşmek için buraya gelirlerdi. Bu
insanlar yakınlardaki köylerde yaşar ve rahipler de bunla
ra rüyalarında iki tanrıdan aldıkları esinlere göre reçeteler
verirlerdi. Rahipler genellikle hastaları mağaraya götürüp
orada günlerce aç susuz bekletirlerdi. Hastalar bazen rüya
larında bizzat esinlenseler de daima rahiplerin ruhani yön
lendirmesine göre hareket ederlerdi. Bu mağaraya hasta-
226
lardan başkası yaklaşamazdı, yoksa ölürlerdi. Köyde yılda
bir festival düzenlenir ve hastalar iyileşmek için bir araya
toplanırlardı. O gün çıplak bedenlerine yağ sürülen bir
grup atletik genç erkek öğle saatlerinde bir boğayı mağa
raya götürüp orada salardı. Ancak hayvan daha mağaraya
doğru bir iki adım atamadan düşer ve ölürdü; çıkan buhar
o kadar öldürücüydü yani.28
Benzer bir Plouton tapınağı da Hierapolis'te, yukarı
Menderes vadisinde, Lidya ve Firigya sınırında idi.29 Bu
rada, tepenin yamacında sadece bir insanın girebileceği
genişlikte ağzı olan derin bir mağara vardı. Mağaranın
önündeki kare şeklindeki boşluk demir parmaklıkla kapa
hlmışh ve parmaklığın iç kısmında o kadar yoğun bir gaz
bulutu vardı ki zemini görmek mümkün değildi. İnsanlar
güzel havalarda parmaklığa kadar güvenle çıkabiliyordu,
ancak onun ötesine geçmek anında ölüm demekti. Buraya
itilen boğalar toprağa düşüyor ve cansız bir şekilde geri
çekiliyorlardı; seyircilerin sisin içine doğru uçurduğu ser
çeler anında düşüp ölüyordu. Ancak Büyük Ana Tanrı
ça'nın hadım rahipleri demir parmaklığın ardına hiçbir şey
olmadan geçebiliyorlardı; bununla da kalmayıp mağaranın
ağzına kadar gidiyor, eğiliyor ve soluklarını tutarak mağa
ranın belli bir yerine kadar ilerleyebiliyorlardı; ancak yüz
lerinde sanki soluksuz kalmışlar gibi bir görüntü oluyor
du. Bazıları rahiplerin bu bağışıklığını ilahi korumaya, ba
zılarıyla panzehir kullanmalarına bağlamaktaydı.30
28 Strabon, xiv. 1. 44, ss. 649 vd. Bir Nysa parasında boğanın altı genç ta
rafından taşındığı ve başlarında da çıplak bir flütçünün bulunduğu gö
rülmektedir. Bkz. B. V. Head, Catalogue of the Greek Coins of Lydia, s.
lxxxiii. 181, şekil xx. 10. Strabon bu çevreyi biliyordu, çünkü gençliğinde
Nysa'da filozof Aristodemus'tan ders aldığını söylemektedir (xiv. 1 . 48,
s. 650).
29 Antiklerden bazısı Hierapolis'in Lidya'ya bağlı olduğunu söylerken,
bazısı da Firigya'ya bağlı olduğunu söyler, W. M. Ramsay, Cities and Bis
hoprics ofPhrygia, i. (Oxford, 1895), ss. 84 vd.
:ıo Strabon, xiii. 4. 14, ss. 629 vd.; Dio Cassius, lxviii. 27. 3; Plinius, Nat.
227
7. Sıcak Kaynak Sularına Tapınma
Modern tarihlerde içinden ölümcül bir sis yükselen Hie
rapolis' teki gizemli yarıktan herhangi bir iz kalmamıştı; as
lında burası daha antik dönemde ortadan kaybolmuştu.
Muhtemelen bir yer sarsıntısı sonucu yok olmuştu. Ancak
Kutsal şehirden günümüze başka bir olağanüstü şey kal
mıştır. Tıpkı bir büyücünün sihirli değneği gibi dokundu
ğu her şeyi taşa çeviren kalkerli sıcak kaynak suları antik
çağ insanını hayretler içinde bırakmış, aradan geçen yüz
yıllarsa bu büyük dönüşüm sahnesinin olağanüstü görke
mini daha da artırmıştı. Hierapolis'in etkileyici kalıntıları
uzaklarda, Honaz Dağı'nın gölgeli yükseklikleriyle göz
kamaştıran karlarından Firigya'nın yanık zirvelerine kadar
uzanan ve ağır ağır kızıla bürünerek kaybolan gökyüzü
nün maviliklerine karışan olağanüstü güzellikteki görkem
li manzaraya hakim dağ yamacında geniş bir sahanlığı ya
da terası kaplamaktadır. Şehrin arkasından ağaçlık vadiler
le bölünen tepeler yükselmektedir. Terasın ön kısmı yüz
metrelik yarlarla ıssız ve ağaçsız Lycus (Çürii ksu) vadisine
doğru alçalmaktadır. Bu yarların üstünden bin yıllardır sı
cak su kaynakları akmakta ya da sızmakta ve bu yarların
üstünü tuz ya da savrulmuş kara benzer inci beyazı bir
maddeyle kaplamaktadır. Adeta iki mil genişlikte devasa
bir nehir bir anda daralıp büyük bir yardan aşağı düşerek
beyaz mermere dönüşüyor gibidir. Burası taşlaşmış bir Ni
agara' dır. Görüntü sıcak sulardan yükselen buharın, çağ
layanın köpüklerini kaplayan bir serpinti örtüsü gibi ha
vada asılı kaldığı kış dönemlerinde ya da soğuk yaz sabah
larında çok daha çarpıadır. Seyyahın dikkatini daha yirmi
mil öteden çeken beyaz yara yakından bakmak onun gü
zelliğini daha da artırmakta ve bir yanılsama yerini başka
bir yanılsamaya bırakmaktadır. Bugün burası, buz saçakla
rına benzeyen uzun sarkıtlarıyla ve yer yer hepsi de gök
kuşağı renkleri olan mavi, kızıl ve yeşil renklerle bezenen
kar beyazı yüzeyiyle bir buzulu andırmaktadır. Hierapoli-
228
sin bu taşlaşmış çağlayanları dünyanın harikaları arasın
dadır. Hatta Yeni Zelanda'daki ünlü beyaz ve pembe Ro
tomahana teraslarının ya da merdivenlerinin bir volkan
patlaması sonucu yok olmasından sonra türleri arasında
bir benzeri daha yoktur. Hierapolis'teki bu mucizeleri ya
ratan sıcak su antik kentin çok geniş ve etkileyici yıkınhları
arasındaki büyük ve derin bir havuzdan çıkmaktadır. Su
yeşilimsi mavi renkte olmasına karşın temiz ve berrakhr.
Dibinde daha önceleri kutsal bir havuzu çevrelemiş olması
muhtemel, güzel bir Korinthos sütunlar dizisinin beyaz
mermer sütunları görülebilir. Yeşilimsi mavi suyun için
den parıldayan bu sütunlar Naiad'ın sarayına benzer. Kü
çük gölün üzerinden sarkan zakkum ve nar buraya ayn bir
güzellik katar. Ancak bu büyüleyici yer bazı tehlikeler de
barındırır. Dipten aralıksız karbonik asit kabarcıkları yük
selir ve titreşen gümüş parçacıkları gibi yüzeyde toplanır.
Zaman zaman buradan su içmeye gelen kuşlar ve hayvan
ların kenarda zehirli gazdan boğulmuş ölü bedenleri bu
lunur; yine köylüler zehirli gazdan etkilenerek boğulan ya
da havuzun dibine çekilerek su-ruh tarafından öldürülen
ziyaretçilerden söz ederler.
Artık dindar insanların gözetiminde olmayan sıcak su
akıntıları yüzyıllardır yataklarından taşarak denetimsiz bir
şekilde platoya yayılmaktadır. Geride bıraktıkları tortu
toprağı metrelerce yükseltmiş, beyaz tepeleri ağzına kadar
dolmuş olan eski kanallar dışında basamak ve kalıntıları
örtmüş, dolayısıyla seyyahın bu tuhaf manzarayı attan
inmeden izleyebileceği yeni patikalar oluşmuştur. Antik
dönemde çiftçiler bu suyu kasıtlı olarak tarla ve bağlarının
çevresindeki arklara akıhr ve böylece birkaç yıl içinde tar
laların etrafı sert taştan duvarlarla çevrilirdi. Bu su aynı
zamanda yün boyamada da kullanılırdı. Bazı köklerden
elde edilen boyalarla karıştırılarak mor ve kırmızının en
ince tonları elde edilirdi.31
11
Suyun sıcaklığı 29.5 ile 32 santigrat derece arasında değişmektedir.
Apenin dağlarının eteklerini kaplayan volkanik Toskana bölgesi Hiera-
229
Kuşkusuz, Hierapolis kutsal bir şehir olarak ününü bü
yük ölçüde sıcak su kaynaklarıyla kötü kokulu gazlara
borçludur. Mineral ve termal suların tedavi edici özelliği
antik dönemde yaşayanlar tarafından da çok iyi bilinmek
tedir. Nitekim bahl inançlarla bu tür suların kullanımının
zaman içinde birbirinden nasıl ayrıldığını ve birçok volka
nik din merkezinin nasıl modem hbbi banyolara dönüştü
ğünü geriye doğru izleyebilmek çok ilginç olurdu. Yunan
inanana göre bütün sıcak su kaynaklan Herakles'ten do
layı kutsaldı.32 "Aristophanes'te Adaletsizlik, "Hiç Herak
les'ten dolayı kutsal olan, soğuk kaplıca bilen var mı?" di
ye sorar; ve Adalet de güçlü kahramanın sıcak suların üs
tündeki hakimiyetinin, gymnasiumda terleyen gençlerin
bütün gün buharlar çıkaran suyun içinde yayılmasından
kaynaklandığını kabul eder.33 Sıcak su kaynaklarının çok
çalışan Herakles'in dinlenmesi için üretildiği söylenirdi;
bazıları bu nazik düşüncenin Athena' dan kaynaklandığını
belirtirken, bazıları Hephaestus'a ve bazıları da nemflere
bağlamaktaydı.34 Bu kaynakların sıcak suları özellikle deri
hastalıklarının tedavisinde kullanılmaktaydı; zira "Herak
les'in kaşınması"ndan söz eden bir Yunan deyimi sıcak
suya ihtiyaç duyan uyuzlu kişiler için de kullanılmaktay
dı.35 Herakles hbbi kaynak sularıyla güçlü bağlanhsı saye
sinde tedavi sanahnın efendisi olmuştur. Lukianos' a gü-
230
venecek olursak, Herakles gökte bile Asklepios' a yer ver
meyi reddetmiş ve iki tanrı arasındaki çekişme yersiz bir
kavgaya dönüşmüştü. "Eczacının masaya benden önce mi
oturacağını söylüyorsun?" diye öfkeyle patlamıştı Herak
les babası Zeus' a. Eczacı da buna sertçe karşılık vererek,
irikıyım kahramanın özel hayahndaki sancılı olayları hahr
latmıştı. Zeus, Asklepios'un Herakles'ten önce öldüğünü
ve dolayısıyla tanrı olarak ondan daha kıdemli olduğunu
belirtip Aeusculapis lehinde karar vererek tartışmaya son
vermişti.36
Herak.les'ten dolayı kutsal olan sıcak su kaynakları için
de en ünlüleri Thermopylae (Termofil) geçidinde ortaya
çıkan ve bu geçide Sıcak Geçitler adının verilmesine neden
olan kaynaklardı.37 Yerlilerin "Çanak" adını verdiği sıcak
havuzlar M.S. 2. yüzyılda zengin sofist Herodes Atticus ta
rafından savaş gazilerinin kullanımına uygun şekilde ge
nişletilip iyileştirilmişti. Bunların yanında bir Herakles su
nağı bulunmaktaydı.38 Bir öyküye göre buradaki sıcak su
kaynaklarını Herakles'in dinlenmesi için Athena yaratmış
h.39 Denizin çekilmesiyle dar geçidin genişleyip, çamurlu
Sperchius akınhsının ağır ağır denize akhğı bataklık bir
düzlüğe dönüşmesine rağmen, bu kaynaklar günümüze
kadar değişmeden gelmiştir. Öte yanda kayalık dağlar,
uçurumlar ve yarlar halinde geçide doğru alçalmakta olup
kayalık yamaçları bitkilerin tutunabildiği yerlerde baş gös
teren bodur ağaçlar veya çalılıklarla, dorukları ise göğe
doğru uzanan çam ağaçlarıyla kaplıdır. Bunlar bir İskoç' a,
Ben Venue'nün Loch Katrine'inin Gümüş Sahil'inde "ora
ya buraya rastgele dağılmış uçurumları, tepeleri ve tüm
sekleri" hahrlahr. Ana kaynak dağ silsilesinin en dik ve en
yüksek yamaandaki kayaların arasından çıkar. Kaynak
burada küçük bir havuz oluşturduktan sonra dağların
231
eteklerini yalayarak hızla doğuya doğru akar. Su en azın
dan kaynağa yakın noktada o kadar sıcaktır ki içine el
sokmak mümkün değildir, ayrıca dere haline gelip aktığı
yatak boyunca yüzeyinden yoğun buhar yükselir. Bu be
yaz buhar bulutlarıyla güçlü kükürt kokusu seyyaha kay
nağın yakınlarında olduğunu hatırlatır. Su temizdir ancak
derin bir deniz mavisi ya da deniz yeşili görüntüsü verir.
Bu görüntü akarsu yatağındaki yoğun balçık halindeki
mavi-yeşil kükürt birikimlerinden kaynaklanır. Kükürt
kokulu buhar çıkaran mavi dere dağ yamacı boyunca bir
kaç yüz metre doğuya doğru ilerler ve sonra kayaların ara
sındaki bir tür doğal hamamdan daha sakince fışkıran
başka bir akarsuyla birleşir. Bu hamamın kenarları derenin
kıyıları kadar kükürt kaplı değildir; dolayısıyla altmış san
tim derinlikteki suyu da o kadar mavi değildir. Bunun az
ilerisinde, kara şeklinden ve düz kenarlarından kısmen
yapay olduğu anlaşılan daha büyük ikinci bir hamam var
dır. Bu iki hamam Antik yazarların sözünü ettiği "Çanak
lar" olmalıdır. Buralar ziyaretçiler tarafından hala kulla
nılmakta olup ziyaretçilerin giyinip soyunması için birkaç
ahşap bölme mevcuttur. Suyun bir kısmı yapay bir kanalla
geçidin yarım mil kadar doğusundaki değirmene yönlen
dirilmiştir. Geri kalanı düzlüğü geçerek denize doğru ak
maktadır. Bu yolculuk sırasında bataklık zemini altında
boşluk varmış duygusu yaratan beyaz bir tabakayla kap
lamıştır.
Dolayısıyla bu bölgenin Herakles'le özdeşleştirilmesinin
ve yakınlarda bulunan Oeta Dağı'nın zirvesinde yanarak
öldüğü sahnenin ardında bu göz aha kaynakların yattığı
sonucuna varabiliriz. Bölge volkanik olup sık sık deprem
lerle sarsılmaktadır.40 Boğazın karşısındaki Eğriboz adası
da aynı tarihlerde aynı nedenlerden etkilenmişti; nitekim
adanın güney kıyılarında tıpkı Termofildekilere benzeyen
232
ama ondan çok daha sıcak ve güçlü olan ve hpkı onlar gibi
Herakles'e adanan kükürtlü kaynaklar bulunmaktadır.41
Suların özellikle de deri hastalıkları ve gut tedavisinde ya
rarlanılan şifa verme özelliği antik ve modern dönemlerde
hastaları buraya çeken nokta olmuştur. Sulla bu suları gut
tedavisinde kullanmışh;42 Kaynaklara iki mil uzaklıktaki
yeşil bir vadide bulunan komşu Aedepsus kasabası Plu
tarkhos döneminde Yunanistan'ın en gözde sayfiyelerin
den biriydi. Bu hamamların özelliklerine zarif ve ferah bi
nalar, hoş bir arazi, bol balık ve eğlence de kahlınca, özel
likle görkemli Yunan baharında, Aedapsus'ta mevsimin en
gözde zamanında kalabalıktan buraya çekmek için fazla
sıyla neden hazırdı. Bazıları dans eden dansçıları izler ya
da harptan yükselen sesleri dinlerken, bazıları da revaklı
bahçelerin gölgesinde pinekleyerek yahut suyun karşı ya
kasındaki öyküyle ölümsüzleşen dağların arka fon oluş
turduğu güzel boğazın sahillerinde dolaşarak vakit geçi
rirdi.43 Bütün bu Yunan zerafet ve lüksünden geriye he
men hemen hiçbir şey kalmamışhr. Buna karşılık kaynak
suları eskisi gibi özgürce şifa akıtmaya devam etmektedir.
Suyun geride bıraktığı beyaz ve san kalkerli tortu dağların
eteğinde zamanla bir tepecik oluşturmuşhır, su da kayanın
üzerinden denize artık buharlı bir şelale şeklinde dökül
mektedir. Meydana gelen bir depremin ardından bir za
manlar kaynak suları üç gün boyunca kesilmiş ve aynı an
da Termofil'in sıcak suları da kurumuştu.44 Bu olay boğa
zın her iki yakasındaki Herakles Hamamları'nın birbirle-
41 Aristoteles, Meteora, ii. 8, ss. 366 A, (ed.) Bekker; Strabon, ix. 4. 2, s. 425.
Aristoteles bu bölgede sıkça görüldüğünü söylediği depremlerle sıcak su
kaynakları arasındaki bağlantıyı açık bir şekilde dile getirmişti. Eğri
boz' daki depremler için ayrıca bkz. Thukydides, iii. 87, 89; Strabon, i. 3.
16 ve 20, ss. 58, 60 vd.
42 Plutarkhos, Su/la, 26.
43 Plutarkhos, Quaesf. Conviviales, iv. 4. 1; aynı yazar, De fraterno Amore,
1 7.
44 Strabon, i. 3. 20, s. 60.
233
riyle ve yanardağlarla olan bağlantısını kanıtlamaktadır.
Başka bir olayda da Aedepsus sıcak su kaynaklarının ya
nından aniden soğuk bir kaynak fışkırmış, suyun son de
rece şifalı olduğunu düşünen hastalar ta uzaklardan bu
suyu içmeye koşmuşlardı. Ancak bu işten nemalanmak is
teyen, Kral Antigonus'un generalleri suya vergi koymuştu;
su da sanki böyle kullanılmaktan iğrenirmişçesine, çıktığı
gibi yine birden kuruyuvermişti.45
Herakles'in sıcak su kaynaklarıyla özdeşleştirilmesi sa
dece Yunanistan'a özgü değildir. Yunan etkisi bunu Sicil
ya'ya46, İtalya'ya47 ve hatta Daçya'ya kadar yaymıştı.48 Ni
çin bu kahramanın termal suların efendisi seçildiğini bil
miyoruz. Ancak bu tür kaynakların bir bakıma birbiriyle
çelişen, çift yönlü ateş ve su,49 bereket ve yıkım ilkesini bir
leştirdiğini ve Herakles'in alevler içinde ölümünün onu
yakıcı unsurlarla birleştirmiş göründüğünü hatırlatmakta
yarar var. Aynca iki ilke arasındaki çatışma, ilk bakışta on
lara yükleyeceğimiz denli mutlak değildir; çünkü bitki ve
45 Athenaeus, iii. 4, s. 73 E, D.
46 Himera'daki (bugünkü Termini) sıcak su kaynaklarının yorgun Herak
234
hayvan yaşamı açısından sıcaklık da en az nem kadar ge
reklidir. Hatta volkanlardan fışkıran ateşin bile yararlı
yanları vardır, çünkü bu ateşin semereleri üzümün suyuna
daha fazla lezzet katar. Gördüğümüz üzere bizzat antik
dönem insanları dahi iyi şarapla volkanik toprak arasın
daki bağlanhyı biliyor ve yarı şaka yarı ciddi olarak şarap
tanrısı Dionysos'un ateşin çocuğu olduğunu söylüyorlar
dı.50 Herakles sıcak su kaynaklarının efendisi olarak ısıyla
nemin işe yarayan unsurlarını birleştirmek suretiyle, bir
çok özelliğinden biri olarak, muhtemelen bereket ilkesin
den yana tavır koymuştu.
Suriye' de çocuksuz kadınlar suların azizlerinden ya da
cinlerinden çocuk sahibi olabilmek için hala sıcak su kay
naklarına giderler; örneğin büyük bir vadiden Ölü Denize
akan Moab topraklarındaki sıcak su kaynaklarına. Antik
dönemde kaynak suları Yunanca Kallirrhoe, yani hoşça
akan adıyla anılmaktaydı. Dindar Yahudilerin Tanrı'nın
intikamına bağladığı birtakım hastalık belirtileriyle çöke
rek ölümün eşğine gelen Hirodes ölümcül hastalığın iler
lemesini durdurmak ya da hafifletmek umuduyla bunlara
başvurmuştu. Şifalı sular acılarını hafifletmeye yetmemiş
ve ölümü beklemek üzere Eriha'ya çekilmişti.51 Derin ro
mantik vadinin değişik noktalarından fışkıran sıcak su
kaynakları hızlı akan ve genişçe bir ılık su akınhsı oluştu
rur. Bu akınh çağlayanın derinliklerinden aşağı doğru ka
yalara çarpıp köpükler oluşturarak, sık ılgın ağaçlarının ve
hızını kesen kamışların altından ilerler. Kaynaklardan biri
yüzeyi kükürtlü suyun parlak san rengine bürünmüş bir
uçurumun kayalık kenarından aşağı düşer. Dar boğazı tı
kayan yüksek kayalıklar sarp, etkileyici ve kırmızı kumta
şından beyaz ve sarı kireçtaşına ve siyah bazalta kadar de
ğişen renktedirler. Sular kumtaşıyla kireçtaşının birleştiği
235
noktadan çıkar. Oldukça sıcak olup, yan taraflardaki dağ
ların derin yarıklarından yükselen buhar bulutlarını gör
mek ve akan suyun gürlemesini duymak mümkündür. Ya
rığın dip kısmı çeşitli bitkilerle kaplıdır ya da kapalıdır; zi
ra deniz seviyesinin çok alhnda kaldığı için sıcak vadide
neredeyse tam bir Afrika iklimi ve bitki örtüsü hakimdir.
Burada her esen rüzgarda titreşip başını sallayan tüylü
püsküllü kamışlar yetişir; koyu yeşil yapraklı ve pembe çi
çekli zakkumlar büyür; uzun hurma ağaçlan görkemli baş
larını sıcak suların akhğı yöne eğerler. Muhteşem çiçekler
her yanı halı gibi kaplar. Kimi pembemsi mor, kimi parlak
sarı renkteki büyüleyici canavarotları büyük öbekler ha
linde yetişirken, bir metreye kadar uzayan her bir sap te
peden tırnağa çiçeklere bürünmüş olur. Taşların arasından
gül rengi sardunyalar fışkırır ve toprağın her zamankin
den biraz daha zengin olduğu yerler öbek öbek kırmızı
düğün çiçekleriyle, kuzukulağı ve siklamenlerle kaplıdır.
Bütün bu bitkilerin üzerinde parlak renkli büyük kelebek
ler uçuşur. Çok uzaklara doğru uzanan vadinin ağzına ba
kıldığında, bir tarafta siyah bazalt sütunlardan ve öteki ta
rafta parlak kırmızı kumtaşından duvarlarla çevrelenmiş
olan Yahuda'nın mor tepeleri görülür.52
Araplar her yılın Nisan ve Mayıs aylarında sudan yarar
lanmak üzere vadiye gider. Sık sazlıklardan kesilmiş saz
lardan yapılan kulübelere yerleşirler. Buharlı suda yıkanır
ya da kayalıkların arasındaki yarıktan güçlü bir şekilde
fışkıran suyu vücutlarına serperler. Ancak gerek Müslü
man gerekse Hıristiyan ziyaretçiler bundan önce kaynağın
başında kurban kesip kırmızı kanı suya akıtarak yerin ru
hunun ya da koruyucu varlığının (genius) gönlünü alırlar.
Sonra da Süleyman Hamamları dedikleri bu yerde yıkanır
lar. Efsaneye göre Süleyman Peygamber hamamı buraya
yapmış ve suyu sıcak tutmak için cine ateşi söndürmeme-
236
sini tembihlemişti. Cin Süleyman'ın emirlerine halen de
uymakla birlikte zaman zaman işi gevşetmekte ve o zaman
da su azalarak soğumaktadır. Bunu gören ziyaretçiler "Ey
Süleyman, yaş odun, kuru odun getir," derler ve çok geç
meden su tekrar gür akmaya ve eskisi gibi buhar çıkarma
ya başlar. Hastalar kaynak suların içinde yaşayan, görün
mez azize ya da şeyhe şikayetlerini anlahrlar; hastalığın
tam yerini, yani sırt, baş ya da bacaklarını gösterirler; eğer
su soğumuşsa, "hamam soğuk, ey şeyh, hamam soğuk!"
derler, bunun üzerine şeyh ateşi besler ve s u kaynamaya
başlar. Ama yakınmalara rağmen su ısınmazsa şeyhin hac
ca gittiğini söyler ve çabuk dönmesi için bağırırlar. Kısır
Müslüman kadınlarsa bu kaplıcaya çocuk sahibi olmak
için gelirler; yine Kerak yakınlarındaki benzer kaplıcalarda
da aynı şeyi yaparlar. Kerak yakınlarındaki kaplıcada bir
kadının suların ruhuna "Ey şeyh Süleyman, ben henüz
yaşlı değilim, bana çocuklar ver," dediği bilinmektedir.53
Arap kadın ve erkeklerinin kaplıcada şeyh Süleyman' a
gösterdiği bu saygı, Yunan erkek ve kadınlarının benzer
yerlerde kahraman Herakles' e gösterdiği saygıyı anlama
mızı kolaylaştırabilir. Herakles erkek gücünün sembolü
olarak kendisine inanan bazı kişilerin babası şeklinde gö
rülebilir ve Yunan eşler gönüllerinden geçene ulaşabilmek
için onun buharlı sularına hac ziyaretinde bulunmuş olabi
lir.
53Antonin Jaussen, Coutumes des Arabes au pays de Moab (Paris, 1908), ss.
359 vd.
237
cak genel olarak volkan olgusuna tapınmayla ilgili bilgile
rimiz oldukça sınırlı görünmektedir. Bununla birlikte bir
kaç gerçeği hatırlatmakta yarar var.
Dünyanın en büyük aktif yanardağı Hawaii' deki Kiauea
volkanıdır. Burası birkaç millik dairesel eni, yüzlerce metre
derinliği olan ve içi korkunç bir şekilde köpüren lavlarla
dolu devasa bir kazandır. Bu kızıl köpüklerin arasından
siyah koniler ya da gri dumanlar, gürüldeyen ağızlarından
parlak alevler yayan yalıtılmış kraterler yükselirken, alev
rengi lavlar dağın eteklerinden aşağıdaki erimiş ateş deni
zine doğru akar. Manzara özellikle de, bu cehennem gölü
nün yükselen kabartılarının tamamen kükürt mavisi ya da
metal kızılı alevlerle kaplanarak havaya sık aralıklarla alev
akımları gönderdiği ve patlayan yuvarlak lavların ya da
kor halindeki parlak taşların içinden havaya sıçradıkları
kraterlerin diş diş olmuş kenarlarını aydınlattığı geceleri
etkileyicidir.54 Böylesine etkileyici bir manzaranın yerlile
rin hayal gücünü de etkileyip kafalarını, evi cehennem
olan korkunç varlıklar fikriyle doldurmuş olması şaşırtıcı
değildir. Bize anlatıldığına göre yerliler krateri volkanik
tanrılarının kadim evleri olarak görüyorlardı. Yanan gölün
içinden ada gibi yükselen siyah koniler onlara tanrıların
dama oynayarak eğlendiği evler gibi görünmekteydi. Ate
şin gümbürtüsüyle alevlerin çıtırtıları dans müzikleriydi
ve yalazlı kabarmalar üzerinde sörf yaptıkları dalgalardı. 55
O yüzden bu ürkütücü tanrıların kendilerine yakışan ad
lan vardı; birinin adı Buhar ya da Buğu Kralı, diğeri Gece
Yağmuru, diğeri Göktürültüsünün Kocası, diğeri, Ateş
Mızraklı Savaş Çocuğu, diğeri Ateşli Bakışlı Kano Dalgası,
Bulutlan Durduran ya da Yükselten Kor Sıcaklı Dağ, vb.
idi. Hepsi de ürkütücüydü; hiçbiri merhamet gibi boş işler
le ilgilenmiyor sadece sunulan armağanları kabul ediyor
238
ya da intikam alıyordu. Bir yere geldiklerini anlamak için
oranın sarsılması, volkan patlamasının parlak ışığını, şim
şeğin çaktığını görmek ve gökgürültüsünün patlayışını
duymak yeterliydi. Bütün ada onlara saygı duymak ya da
tapınaklarını destekleyip onlara tapmak zorundaydı; şefler
ya da halk doğru dürüst armağan göndermemiş, onlara
hakaret ederek kızdırmış yahut kraterlerin etrafındaki ta
buları çiğnemişse, Kirauea'nın doruğundaki devasa kazanı
erimiş lavla doldurur ve kızgın sıvıyı etrafa atarlardı. Ya
da günahkarların yaşadığı yerlerdeki ölümlülerin krater
adını verdiği bazı evlere giderek bir nehir ya da ateş sütu
nu halinde günahkarları ezip geçerlerdi. Balıkçılar onlara
denizden yeterli balık getirmemişse aşağı iner, bütün ba
lıkları öldürür, bütün kumsalları lavla doldurup balık
alanlarını yok ederlerdi. Dolayısıyla, volkan püskürme ha
lindeyse yahut patlamak üzereyse halk, tanrıların öfkesini
yatıştırıp kızgın akıntıyı durdurmak için ölü, diri ne kadar
domuz varsa kratere ya da lav nehrine atardı.56 Dağda ye
tişen kimi kutsal kirazları koparmak, yamaçlardaki toprağı
kazmak yahut kratere taş atmak tanrıları kızdıran hareket
lerdi. Tanrılar duman bulutları çıkarır, yaramazlık yapan o
kişiyi taş yağmuruyla ezer, zifiri karanlıkta ya da yağmur
altında bırakarak yolunu kaybettirirdi. Ama bir bölümünü
tanrıça Pele'ye vermek kaydıyla kutsal kiraz toplayıp ye
mek serbestti. Kutsal kiraz toplayan kişi kırmızı ve san çi
leklerle dolu bir dalı alıp uçurumun kenarına gelir ve du
manın en yoğun olduğu noktaya bakarak, "Pele, işte kiraz
ların: Birazı senin, birazı benim," derdi. Bunu söyleyerek
dalın bir kısmını kratere atar, kalanını da kendi yerdi.57
239
Dağda insan saçı kadar ince teller şeklinde, koyu zeytin
rengi ve yarı saydam bir tür ince volkanik cam bulunur;
yerliler bunlara tanrıça Pele'nin saçları derler.58 İnananlar
içinde yaşayan ürkütücü tanrıçaya armağan niyetine Kira
uea kraterine kendi saçlarından bir tutam atarlardı. Bu tan
rıçanın bir vadinin dibinde bir de tapınağı vardı, burada
beyaz ve sarı kumaşlara sarılmış kaba taştan iki ikon bulu
nurdu. Rahipler ve Pele'ye tapanlar yılda bir burada top
lanıp çeşitli ayinler yapar, şölen düzenleyip Hamakua'nın
dindar yerlilerinin kutsal yere bolca getirdiği domuz ve
köpekleri keser, meyveler yerlerdi. Bu yıllık festivalin
amacı volkan tanrıçanın gönlünü alarak ülkeyi depremler
den ve erimiş lav akınhlarından korumakh.59 Her ne kadar
bu esinlenme dünyevi göze sarhoşluk gibi görünse de vol
kan tanrıçanın insanları esinlendirdiği düşünülürdü. Bu
esinlenmiş rahibelerden biri, bir misyonere ciddi ciddi tan
rıça Pele'nin kendisi olduğunu ve onun gibi ölümsüz ol
duğunu söylemişti. Kadın kurumlu bir havayla, "Ben Pe
le'yim; hiç ölmeyeceğim; beni izleyenler ölünce, kemikle
rinin bir parçası Kirauea'ya [volkanın adı] götürülürse, on
lar da oradaki parlak ateşlerin arasında benimle yaşaya
cak," demişti.60 O yüzden "Pele'ye tapanlar, ölülerinin
volkan tanrılar topluluğuna kabul edilmesi ve geride ka
lanları volkan ateşinin hiddetinden koruması umuduyla
kemiklerinin bir parçasını volkana atarlardı."61
Bu son inanç bazı halkların volkana insan atma gelene
ğini açıklamaya yardıma olabilir. Böyle bir uygulamada
amacın, sadece ürkütücü volkanik ruhların kana susamış
lıklarını tatmin etmek suretiyle onları yahşhrmak olması
gerekmez; kraterde yanarak ölen kadın ya da erkeklerin
ruhlarının bu kızgın ateşte yaşayan şeytanların arasına ka
tılıp onların hiddetini dindirmeleri sayesinde insanların
240
hayatlarını ve mallarını kurtarmak da istemiş olabilirler.
Ancak bu geleneği nasıl açıklarsak açıklayalım, aktif vol
kan kraterlerine değerli armağanların yanı sıra insan at
manın dünyanın çeşitli yerlerinde görülen yaygın bir uy
gulama olduğu açıkhr. Örneğin Nikaragua Yerlileri aktif
volkan Massaya'ya kadın, erkek ve çocuk kurban ederek
kratere atarlardı; ahlan kişilerin kaderlerine gönüllü olarak
razı olduğu belirtilmektedir.62 Daha önceleri Celebeler'in
kuzeyindeki Siao adasında Goowoong Awoo volkanını
sakin tutmak için her yıl bir çocuk kurban edilirdi. Zaval
lıya dokuz gün süren festival boyunca işkence yapılırdı.
Sonraki dönemlerde çocuğun yerini ahşap kuklalar almış
ve bunlar da aynı şekilde parça parça edilmişti. Halmahe
ralı Galelareese, Ternate Sultanı'nın adayı volkanın kötü
lüklerinden korumak için her yıl insan kurbanlar istediğini
ve bunların volkanın kraterine atıldığını söylemektedir.63
Java' da halk Broma ya da Bromok volkanının kraterine her
yıl hindistancevizi, muz, mango, pirinç, tavuk, çörek, giysi,
para ve benzeri şeyler atarak ibadet eder.64 Merkezinde
Bromo kraterinin bulunduğu dağlarda yaşayan aborijin
kabilelerinden Tenggereeselere göre yılın en büyük festi
vali volkana armağanlar sunulan festivaldir. Bu festival on
ikinci ayın dolunay zamanında yüce rahip tarafından dü
zenlenir. Her ev bir gün önceden sunacağı armağanları ha
zırlar. En iyi giysileri içindeki kadın, erkek ve çocuklar do
lunayda sabah erkenden sıraya girerek Bromo Dağı'na
doğru yola çıkarlar. Dağa giderken, ölülerin ruhlarının
Ölüler Festivali'yle volkana kabul edilene kadar beklediği
düz ve geniş ovadan geçerler. Binlerce insanın farklı yön
lerden düz kumlara doğru akışı oldukça çarpıcı bir manza
ra oluşturur. Bu insanlar çevredeki tepelerden inerken, at-
241
lar dik bayırlardan düzlüğe ulaşır ulaşmaz koşmaya baş
larlar. Rengarenk ve canlı giysiler, rahiplerin fantastik kos
tümleri, yol boyu taşman armağanlar yükselen güneşin
ışınları alhnda aydınlanarak manzaraya benzersiz bir çeki
cilik katar. Kalabalık yiyecek içecek ve armağanların satıl
dığı kraterin ağzında toplanır. Yüzlerce insanın bütün yıl
boyunca hazırladıkları adaklarla son derece canlı bir man
zara söz konusudur. Rahipler minderlerin üzerinde sırala
nırlar ve yüksek rahip gelince, "Bromü, armağanların, bize
verdiklerin ve sana olan şükranlarımızı göstermek için
sunduğumuz armağanları kabul ettiğin için sana teşekkür
ederiz. Çocuklarımızı ve çocuklarımızın çocuklarını kut
sa," derler. Duanın sona ermesinden sonra rahibin verdiği
işaretle grup ayağa kalkarak dağa tırmanmaya başlar. Kra
terin kenarına ulaştıklarında, yüksek rahip kratere atılan
yiyecek, giyecek ve paraları tekrar kutsar. Ancak bu arma
ğanların çok azı ruhlara ulaşır; çünkü yaramaz çocuklar
hayatlarını tehlikeye atmak pahasına kraterin içine üşüşe
rek sunulan armağanların büyük bir bölümünü alırlar.
Armağanları ellerinden alman ruhlar sadece niyetle ye
tinmek zorunda kalırlar. Efsaneye göre bir defasında bir
rahip halkını açlıktan kurtarması halinde çocuklarından
birini volkana sunmayı vaat etmişti. Duası karşılık bulmuş
ve o da şükran borcunu ödemek için en küçük çocuğunu
kratere atmıştı.
Java' daki diğer bir aktif volkan olan Smeroe Dağı'nda
yerlilerin dağa çıktıkları zaman taparak dua ettiği iki kü
çük ikon vardır. Yerliler volkan tanrısının gönlünü yap
mak için bu figürlerin önüne yiyecek bırakırlar. Antik dö
nemde Etna'nın kraterine alhn ve gümüş kaplar ve her tür
lü kurban ahlırdı. Eğer ateş armağanları yutarsa bu iyiye
işaretti; yok, eğer yutmazsa, armağanı sunanın başına mut
laka kötü bir şey gelecek demekti.65
242
Bu örnekler insan ya da tasvir yakma geleneğinin altında
muhtemelen, orada yaşayan aç ruhları ya da tanrıların
gönlünü almak için aktif volkan kraterlerine insan ya da
tasvir atma uygulamasının yattığını göstermektedir. An
cak Kapadokya'daki Erciyes Dağı'yla Likya'daki Yanartaş
Dağı66 haricinde Batı Asya' da patlamış bir yanardağ kay
dına rastlarunamaktadır. Bu durumda genel olarak, As
ya' daki kral ya da tanrı yakma geleneği ile volkan olgusu
arasında hiçbir bağlantı olmadığı sonucuna varabiliriz.
Ama verilen olumsuz cevaba rağmen yine de bu bağlantı
sorusunu gündeme getirmek muhtemelen yararlı olmuş
tur. Din tarihinde fiziksel çevrenin etkisi konusunun bu
günkünden daha ayrıntılı ele alınması gerekmektedir. 67
yanmaktadır. Bkz. Plinius, Nat. Hist. ii. 236, v. 1 00; Servius'un "Virgilius,
Aen. vi. 288"e şerhi; Seneca, Epist. x. 3. 3; Diodorus, alıntılayan Photius,
Bibliotheca, ss. 212 B, 10 vd., (ed.) 1. Bekker (Berlin, 1824). Likya sahilin
deki Porto Genovese yakınlarındaki bu sönmeyen ateş Kaptan Beafort
tarafından bulunmuştu. Kolayca ufalanan bir yılantaşı kayanın üstünden
çıkan bu ateş yoğun sıcaklık vermekle birlikte duman çıkarmaz. "Bu kü
çük kraterin etrafında ağaçlar, çalılar ve otlar biter, hemen altından kü
çük bir su akar, ateş ancak çevresindeki birkaç santimlik zemini ısıhr."
Ateşe yer sarsıntılarının veya seslerin eşlik etmesi söz konusu değildir;
içinden taş fırlamaz veya zehirli gazlar çıkmaz. Çobanların üstünde ye
mek pişirdiği sönmeyen parlak bir alevden başka bir şey yoktur. Bkz. F.
Beaufort, Karmania (Londra, 1817), s. 46; bkz. T. A. B. Spratt ve E. Forbes,
Travels in Lycia (Londra, 1 847), ii. 181 vd.
67 Asya çerçevesinde ele alınan yukarıdaki tarhşmayı Kapadokya, Lidya
ve Karya ile sınırlı tuttum. Ancak Adonis ve Melkart'ın vatanı olan Suri
ye ile Filistin "volkanik olaylardan yana zengin olup dönem dönem bü
yük yer sarsıntılarına, yıkımlara, can ve mal kayıplarına sahne olmuştur.
Tarihte Sayda, Sur, Beyrut, Laodicea ve Antakya ile Kıbrıs adasında
meydana gelen depremlerin yarathğı felaketlerden bolca söz edilmekte
dir. Ölü Deniz çevresindeki bölgenin çeşitli noktalarında Tristram'ın
243
volkan kaynaklı olduğunu düşündüğü kükürt ve katran tabakaları gö
rülmektedir." (C. Lyell, Principles of Geology, i. 592 vd.) Suriye ve Feni
ke' de meydana gelen depremler için bkz. Strabon, i. 3. 16, s. 58; Lucre
tius, vi. 585; Josephus, Antiquit. Jud. xv. 5. 2; aynı yazar, Beli. Jud. i. 19. 3;
W. M. Thomson, The Land and the Book, Central Palestine and Phoenicia, ss.
568-574; (Ed.) Robinson, Biblica/ Researches in Palestine, ii. 422-424; S. R.
Driver, "Amos iv. 1 1 " üzerine, (Cambridge Bible for Schoo/s and Colleges).
Antakya'nın İmparator Justinianus zamanında meydana gelen korkunç
bir depremde tamamen yerle bir olduğu ve üç yüz bin insanın öldüğü
söylenmektedir (Procopius, De Bel/o Persico, ii. 14). Sodom ve Gomo
re'nin (Yaratılış, xix. 24-28) meydana gelen bir deprem sonucu ortaya çı
kan büyük miktarda petrol ve yanıcı gaz nedeniyle yok olduğu belirtil
mektedir. Bkz. H. B. Tristram, The Land of Israe/, Dördüncü Baskı (Lond
ra, 1 882), ss. 350-354; S. R. Driver, The Book of Genesis, (Londra, 1905), ss.
202 vd.
244
IX. Bölüm
Adonis Ayini
245
kında çok az bilgi vermişlerdir; en azından, aktardıkları
bilgilerin çok azı günümüze ulaşmıştır. Dolayısıyla aşağı
daki anlatımların esas kaynağı gördüklerini anlatan Yunan
yazarlardır; insana! hissiyatın gelişimiyle birlikte kaba ta
pınma biçimlerinin kısmen yumuşadığı bir dönemdir bu.
Batı Asya' da ve Yunan adalarında düzenlenen Adonis
festivallerinde her yıl tanrının ölümü için yas tutulur; özel
likle kadınlar kendilerini paralayarak ağlaşırlar; gömül
mek üzere taşınan cesede benzetilmiş Adonis figürleri de
nize ya da nehre atılır;1 bazı yerlerde de ertesi gün yeniden
dirilişi kutlanır.2 Ancak kutlamanın şekli ve mevsimi ba
kımından farklı yerlerde farklı uygulamalar görülürdü. İs
kenderiye' de Afrodit ve Adonis ayrı divanlarda sergile
nirdi; yanlarında her türlü meyve, çörek, çiçek saksılarında
yetiştirilmiş bitkiler ve anason kokulu yeşillikler olurdu.
Bir gün aşıkların evliliği kutlanırken, ertesi gün dağınık
saçlı, çıplak ayaklı, yas kıyafetleri giymiş kadınlar çıplak
göğüslerinin üstünde ölü Adonis tasviriyle deniz kıyısına
kadar yürüyüp tasviri denize atarlardı. Ancak bu umutsuz
bir üzüntü değildi, çünkü ölünün bir gün tekrar geri gele
ceğini anlatan şarkılar söylerlerdi.3 Bu İskenderiye töreni
nin ne zaman yapıldığı açıkça belirtilmemektedir; ancak
olgun meyvelerden söz edilmesine bakılırsa yaz sonlarına
doğru olmalıdır.4 Adonis, Biblos'taki büyük Astarte tapı
nağında her yıl flütün tiz notalarıyla, gözyaşlarıyla, ağıt
larla ve sineler dövülerek anılırdı; ama ertesi gün yeniden
dirilip kendisine tapanların önünde göğe yükseleceğine
inanılırdı. Geride kalan yüreği yanık inananlar, tıpkı kutsal
boğa Apis'in ölümünden sonra kafalarını kazıtan Mısırlılar
1 Plutarkhos, Alcibiades, 18; aynı yazar, Nicias, 13; Zenobius, Centur. i. 49;
Theocritus, xv. 132 vd.; Eustathius, "Homeros, Od. xi. 590" üzerine.
2 İ skenderiyeli Cyril, ln lsaiam, kitap ii. cilt iii. Cyril'in anlathklanndan,
Adonis'in ölüm ve yeniden diriliş festivalinin kendi zamanına yani dör
düncü hatta beşinci yüzyıla kadar, Hıristiyanlığın ortaya çıkışından çok
sonraki dönemlere kadar İskenderiye' de de düzenlendiğini öğreniyoruz.
� Teocritus, xv.
246
gibi kafalarını kazıhrlardı; güzel buklelerine kıyamayan
kadınlarsa festivalin belli bir gününde kendilerini yabancı
lara verir, bu günahtan kazandıkları parayı da Astarte'ye
adarlardı.5
Anlaşıldığı kadarıyla Fenike'deki bu festival ilkbaharda
düzenlenmekteydi, çünkü tarih Adonis nehrinin renk de
ğiştirme dönemine denk getirilmekteydi ki, modem sey
yahlara göre bu da ilkbaharda meydana gelmektedir. O
dönemde yağmurun dağlardan kopararak nehre hatta de
nize akıthğı kırmızı toprak nehir ve denizin rengini kızıla
çevirir. Bu rengin her yıl Lübnan Dağı'nda yaban domuzu
tarafından yaralanarak öldürülen Adonis'in kanı olduğuna
inanılır.6 Yine, Adonis'in kanından kırmızı anemonların
fışkırdığı ya da bunların Adonis'in kanına bulandığı söy
lenir;7 Suriye' de anemonlar Paskalya zamanı açlığına göre,
247
Adonis festivalinin ya da en azından festivallerinden biri
nin ilkbaharda düzenlendiği düşünülebilir. Çiçeğin adı
muhtemelen Adonis'in sıfatlarından biri olan Naaman'dan
("sevgili") gelmektedir. Araplar anemona hala "Naa
man'ın yaralan" derler.8 Kırmızı gülün de rengini üzücü
bir olaya borçlu olduğu söylenmekteydi; buna göre, yaralı
sevgilisine yetişmeye çalışan Afrodit beyaz güllerin üstüne
basmıştı; zalim dikenler nazik derisini yırtmış ve kutsal
kanı beyaz gülleri sonsuza dek kırmızıya çevirmişti. 9 Çiçek
takviminden elde edilen kanıtlara bu kadar fazla vurgu
yapmak ve de özellikle güllerin açması gibi hassas bir tar
tışmanın üstünde bu kadar durmak belki de gereksizdir.
Ancak şanı gülünü Adonis'in ölümüne bağlayan öykü bir
ilkbahar kutlamasından çok yaz kutlamasına işaret etmek
tedir. Festival Attika'da kesinlikle yazın ortasına denk
gelmekteydi. Çünkü Atina'nın Siraküza'ya karşı hazırladı
ğı ve yok olmasıyla birlikte Atina'nın kalıcı biçimde zayıf
düşmesine yol açan filo yaz ortasında denize açılmıştı ve
uğursuz bir rastlantı sonucu bu sefer tam da kasvetli Ado
nis ayinleriyle çakışmıştı. Askerlerin gemilere binmek üze
re limana doğru giderken geçtiği sokaklar tabutlarla ve ce
sede benzeyen tasvirlerle doluydu ve havada ölü Adonis
için ağıtlar yakan kadınların sesleri yankılanıyordu. Bu
yüzden Atinalılann denize açılan en muhteşem silahları
nın üstüne kasvetli bir hava çökmüştü.10 Bundan yüzyıllar
248
sonra İmparator Jülianus Antakya'ya ilk kez ayak bash
ğında, Doğu'nun bu renkli ve zengin başkentinin Ado
nis'in ölümünden sonra kedere boğulduğunu görmüştü.
Jülianus'un yaklaşan uğursuzluğa dair herhangi bir önse
zisi var idiyse eğer, kulağına kadar gelen bu ağıtlar onun
için ölüm habercisi olmalıydı. 1 1
Bu törenlerle başka bir yerde anlattığım12 Hint ve Avru
pa törenleri arasında açık bir benzerlik vardır. Özellikle de
kuşkulu görünen düzenlenme tarihleri dışında İskenderiye
törenleri Hint törenleriyle neredeyse bire bir örtüşmekte
dir. Her ikisinde de bitkilerle yakın ilişkilerine etraflarını
saran bitkilerce işaret edilen iki kutsal varlığın evliliği tem
sili suretler, kuklalar aracılığıyla kutlanmakta ve ardından
kuklalara ağıtlar düzülüp bunlar suya atılmaktadır.13 Bu
geleneklerin birbirleriyle ve modem Avrupa'daki ilkbahar
ve yaz dönümü gelenekleriyle benzerliklerine bakarak
hepsine ortak bir açıklama getirmek mümkündür. Dolayı
sıyla, berikine getirdiğim açıklama doğruysa, Adonis'in
ölüm ve yeniden diriliş törenlerinin aynı zamanda bitkiler
aleminin ölüp yeniden canlanmasının simgesi olması ge
rekir. Bu şekilde geleneklerin benzerliğine dayanan yorum
Adonis efsane ve ritüllerinin şu özellikleriyle de doğru
lanmaktadır. Adonis'in bitkilerle yakından ilişkili olduğu
doğumuyla ilgili meşhur öyküden hemen anlaşılmaktadır.
Adonis'in mür ağaandan doğduğu, on aylık bir gebeliğin
ardından ağacın kabuğunun patlayarak sevimli çocuğu
dünyaya getirdiği söylenmekteydi. Kimilerine göreyse bir
domuz, kabuğu ısırarak açmış ve bebeği dünyaya getir
mişti. Adonis'in annesinin, bebeği doğurduktan kısa bir
süre sonra mür ağacına dönüşen Mür adlı bir kadın oldu-
maktadır.
249
ğu söylenerek efsaneye hafif bir rasyonalizm kazandırıl
maya çalışılmıştı. 14 Bu öykü Adonis festivallerinde mür
kokusu kullanmaktan da kaynaklanmış olabilir.15 Benzer
Babil ayinlerinde16 ve puta tapan İbranilerin Astarte' den
başkası olmayan Gök Kraliçesi'nin17 onuruna düzenlediği
törenlerde de koku yakıldığını görmüştük. Yine, Adonis'in
yılın yarısını ya da bazılarına göre üçte birini aşağı dünya
da, kalanını da yukarı dünyada geçirdiğine dair öyküsü en
basit ve en doğal olarak, bitkileri, özellikle de yılın yansın
da toprak altında olan ve diğer yarısında yukarı çıkan eki
ni temsil ettiği varsayımıyla açıklanabilir. Her yıl tekrar
eden doğal olaylar arasında, ölüm ve yeniden diriliş fikri
ne işaret eden en açık olgu bitkilerin sonbaharda yok olup
ilkbaharda yeniden ortaya çıkmasıdır. Adonis, güneşin ye
rini tutmaktaydı; ancak güneşin sıcak ve tropik bölgeler
deki yıllık hareketlerinde, yılın yarısında ya da üçte birin
de ölü, yansında ya da üçte ikisinde canlı olduğunu göste
ren bir şey yoktur. Aslında kışın zayıfladığı düşünülebilir,
ancak ölmesi söz konusu değildir; günlük yeniden çıkışları
ise bu varsayımla çelişmektedir. 18 Güneşin her yıl enleme
göre yirmi dört saat ile altı ay arasında değişen bir sürede
sürekli batık durumda olduğu Kuzey Kutup Dairesi bağ
lamında Adonis'in ölümünden ve yeniden dirilişinden söz
250
edilebilir belki; ama talihsiz astronom Bailly 1 9 dışında hiç
kimse Adonis tapınmasını Kutup bölgelerine bağlamaya
kalkmamışhr. Öte yandan bitkilerin her yıl ölüp yeniden
dirilmesi, insana kendini vahşiliğin ve uygarlığın her aşa
masında dayatan bir kavramdır; bu sonsuz yok oluş ve
yeniden dirilişin ölçeğinin genişliği varlığını sürdürmek is
teyen insanın ona olan bağımlılığıyla birleşerek en azından
sıcak bölgelerde doğanın en etkileyici yıllık olayını mey
dana getirmektedir. Bu kadar önemli, bu kadar çarpıcı, bu
kadar evrensel bir olayın benzer fikirlere kaynaklık ederek
birçok ülkede benzer dini törenlere esin kaynağı olması şa
şırhcı değildir. Dolayısıyla, doğanın gerçekleriyle ve diğer
topraklardaki benzer dini törenlerle bu kadar iyi örtüşen
bir Adonis tapınması açıklaması kabul edilebilir bir açık
lamadır. Ayrıca bu açıklama, ölen ve yeniden dirilen tanrı
yı tekrar tekrar hasat edilen ve filizlenen tanecikler şeklin
de yorumlayan antik dönem insanları arasında hakim olan
genel düşünce tarafından da desteklenmektedir.
Bir ekin-ruh olarak Tammuz ya da Adonis karakteri
onuncu yüzyılda bir Arap yazarın yaphğı bir festival anla
tımında bütün açıklığıyla tasvir edilmektedir. Yazar Har
ranlı dinsiz Suriyelilerin yılın farklı dönemlerinde düzen
ledikleri ayinleri ve kurban törenlerini anlahrken şöyle
demektedir: "Tammuz [Temmuz]. El-Bukılt yani ağlayan
kadınlar festivali bu ayın ortasında olup, Tanrı Ta-uz'un
adına düzenlenen Ta-uz festivali budur. Kadınlar onun
için gözyaşı dökerler, çünkü efendisi onu zalimce öldür-
19 Bailly, Lettres sur /'Origine des Sciences (Londra ve Paris, 1777), ss. 255
vd.; aynı yazar, Lettres sur /'Atlantide de Platon (Londra ve Paris, 1 779), ss.
1 14-125. Cariyle, zavallı masum Bailly'nin sulusepken yağmurlu, ürkü
tücü bir Kasım günü nasıl Parislilerin lanetleri ve haykınşlan arasında
darağacına sürüklendiğini tasvir etmişti (French Revolution, kitap v, böl.
2). Dostum, müteveffa Profesör C. Bendall bana, Hindu bir beyefendinin
yazdığı, Aryanların ilk yurtlarının Kutup bölgeleri olduğunu öne süren
kitabını göstermişti. Bkz. Bal Gangadhar Tilak, The Arctic Home in the Ve
das (Poona ve Bombay, 1903).
251
müş, kemiklerini değirmende unufak etmiş ve sonra da
bunları rüzgara savurmuştu. [Bu festival sırasında] Kadın
lar değirmende öğütülmüş hiçbir şey yemez, sadece suda
ıslatılmış buğday, tatlı burçak, hurma, kuru üzüm ve ben
zeri şeylerle yetinirler."20 Tammuz' dan başka bir şey ol
mayan Ta-uz burada Bums'ün John Barleycom'una ben
zemektedir -
20
D. Chwolsohn, Die Ssabier und der Ssabismus (St. Petersburg, 1856), ii.
27; aynı yazar, Ueber Tammilz und die
Menschenverehrung bei den alten Babylioniern (St. Petersburg, 1860), s. 38.
Bkz. W. W. Graf Baudissin, Adonis und Esmıın, ss. 1 1 1 vd.
252
lerin toynakları alhnda ezilerek ölen ekin-tanrının gönlünü
yapmaya yönelik bir hasat ayini olduğunu düşünmektey
di. Erkekler ekin-tanrıyı öldürürken, kadınlar evde ölü
müne çok üzülmüş gibi yapıp timsah gözyaşları dökerek
öfkesini yatıştırmaya çalışıyordu.21 Kuram ilkbahar veya
yaza denk gelen festival tarihleriyle tam olarak örtüşmek
tedir; zira Adonis' e tapınılan topraklarda arpa ve buğday
hasadı sonbaharda değil ilkbaharda ve yazın yapılmakta
dır. 22
21 M. ]. Lagrange, Etudes sur !es Religions Semitiques (Paris, 1905), ss. 307
vd.
22 İ skenderiyeli Philon ekin hasadının ilkbahar ortalarında yapıldığını
söylemektedir (De special. legibus, i. 1 83, cilt. V, s. 44, ed. L. Cohn). Profe
sör W. M. Flinders Petrie bu konuda bana şöyle yazıyor: "Kıpti takvimi
ne göre Yukan Mısır' da buğday hasadının başlangıç tarihi 2 Nisan, Aşa
ğı Mısır'da 2 Mayıs'tır. Filistin'de arpa hasadı buğdaydan iki veya üç
hafta önce yapılır, ancak Mısır'da muhtemelen daha erken yapılmakta
dır. Filistin'de hasat mevsimi aşağı yukarı Kuzey Mısır'dakine denk
gelmektedir." Filistin için şunlar söylenmektedir: "Filistin' de hasat mev
simi Nisan' da arpa hasadıyla; Ü rdün vadisinde Mart sonunda başlamak
tadır. Arpa hasadının sonuyla buğday hasadının başlangıa arasında iki
veya üç haftalık bir ara vardır. Dolayısıyla, genel olarak hasat mevsimi
yaklaşık yedi hafta sürmektedir." O. Benzinger, Hebriiische Archiiologie,
Freiburg ve Leipzig, 1894, s. 209). "Filistin'in başlıca tahıl ürünleri arpa,
buğday, mercimek, mısır ve akdarıdır. Akdarı üretimi çok kısıtlı olup
hasadı Mayıs sonunda tamamlanır. Ü rdün vadisinin daha sıcak bölgele
rinde arpa hasadı Mart sonuna kadar tamamlanır . Ülke genelinde buğ
day hasadı Mayıs sonunda doruk noktasına ulaşır, bir tek Celile' deki
yüksek arazilerde iki haftalık bir gecikme yaşanır." (H. B. Tristram, Tlıe
Land of lsrael, Dördüncü Baskı, Londra, 1882, ss. 583 vd.) Profesör Gard
ner, Yunanistan'da hasadın ovalarda Nisan-Mayıs aylarında, yüksek
yerlerde bundan bir ay sonra yapıldığını söylemektedir. Ayrıca şunu ek
lemektedir: "Bu durumda, alçak bölgelerde arpa hasadı Nisan'ın ikinci
yansında, buğday hasadı ise Mayıs' ta yapılmaktadır, ancak bilindiği gibi
bölgeler arasında büyük iklim farkları bulunmaktadır; aynı durum bir
aylık farkla yapılan üzüm hasadı için de söz konusudur." Gournia'da
kazı yapan Mrs. Hawes (Miss Boyd) Girit'te arpa hasadının Nisan ile
Mayıs başlannda, buğday hasat ve harmanının 20 Haziran' dan sonra
yapıldığını, ancak bu tarihlerin deniz seviyesinden yüksekliğe göre deği
şiklik gösterdiğini söylemektedir. Haziran Eğriboz'da harman mevsimi
dir (R. A. Arnold, From the Levant, Londra, 1868, i. 250). Dolayısıyla ilk-
253
Bu şekilde yorumlandığında Adonis'in ölümü, genel ola
rak bitkilerin yaz sıcağındaki yahut kış soğuğundaki doğal
ölümleri değildir; bu ölümde ekinin, onu tarlada keserek
harman yerinde parçalara ayıran ve değirmende öğüterek
una çeviren insan tarafından yok edilmesi söz konusudur.
Nitekim son dönemlerde Adonis, Levant'ın tarımla uğra
şan halklarına kendini esas olarak bu şekilde göstermişti;
ama en baştan itibaren ekinden başka bir şey olmadığı ko
nusu kuşkuludur. Önceki dönemlerde çobanlar için yağ
murdan sonra boy veren ve zayıf düşmüş aç sığırlara zen
gin otlaklar sunan taze çayır da olabilir. Daha da eski tarih
lerde, güz ağaçlarının vahşi avalarla eşlerine sunduğu sert
kabuklu yemişlerle yumuşak meyvelerin ruhunun vücut
bulmuş hali olabilir. Ve tıpkı çiftçinin, tükettiği ekinin ru
hunun gönlünü alması gibi, çobanların sığırlarının hapır
hupur yediği ot ve yaprakların, avcıların da çıkardıkları
köklerin ve daldan topladıkları meyvelerin ruhunu yatış
tırması gerekir. Hepsinde de yaralı ve öfkeli ruhlar, elim
bir kaza veya zorunlulukla katledilip soyulmak suretiyle
öldüklerinde yakılan yüksek sesli ağıtların eşlik ettiği ay
rıntılı bahaneler ve özürlerle yatıştırılmaktadır. Burada sa
dece eski dönemlerin vahşi avasının ya da çobanının he
nüz soyut bir bitki kavramına ulaşmadığını; buna bağlı
olarak kafalarındaki Adonis'in bütün bir bitki aleminin ki
şileştirilmesinden çok tek tek her ağaç ve bitkinin Adon'u
ya da efendisi olması gerektiğini akıldan çıkarmamamız
gerekmektedir. Dolayısıyla ne kadar ağaç ve çalı varsa o
kadar çok Adonis olacak ve kişiliğine ya da gövdesine ve-
bahardaki Adonis festivalinin Mart ayındaki ilk arpa hasadıyla, yaz fes
tivalinin ise Haziran' daki son buğday harmanıyla çakışması muhtemel
görünmektedir. Rahip Lagrange (a.g.e., ss. 305 vd.) Adonis ayinlerinin
yazları her zaman Haziran ayının sonlarında ya da ondan kısa bir süre
sonra gerçekleştirildiğini söylemektedir. Baudissin de sadece yaz tören
lerinin tarihlerinin sabit olduğunu, ilkbaharda yapılan törenlerin tanrı
nın ölümünden başka bir nedeni olması gerektiğini kaydetmektedir.
Bkz. Adonis und Esmun, ss. 132 vd.
254
rilen hasar için her bitki ayrı ayrı yatıştırılmayı bekleyecek
tir. Böylece her yıl bitkilerin yapraklarının dökülmesiyle
birlikte Adonis de sohbaharın kızıl yapraklarıyla birlikte
kanaya kanaya ölecek ve ilkbaharın taze yeşilliğiyle birlik
te tekrar yaşama dönecektir.
Adonis'in eski tarihlerde zaman zaman yaşayan ve tanrı
karakterinde öldürülen bir insanın kişiliğine büründüğünü
düşünmek için nedenler bulunduğunu görmüştük. Ayrıca
Doğu Akdeniz'in tarımcı halkları arasında, belli bir adı
olan ekin-ruhunun genellikle hasat alanında kesilen insan
kurbanlar tarafından temsil edildiğini gösteren kanıtlar
bulunmaktadır.23 Bu doğruysa, bu durumda ekin-ruhunun
gönlünün alınması bir yere kadar ölülere tapınmayı da te
tikleyecektir. Çünkü bu kurbanların ruhlarının, kanlarıyla
suladıkları başaklarla yaşama dönüp, ekin hasadıyla bir
likte ikinci kez öldükleri düşünülebilir. Şiddet yoluyla öl
dürülenlerin fırsatını bulur bulmaz katillerinden intikam
larını alacakları kesindir. Dolayısıyla, öldürülen ekin-ruhu
yatıştırmakla kurbanların ruhlarını yatıştırmak en azından
halkın gözünde iç içe geçecektir. Böylece filizlenen ekin bi
çiminde geri dönen ölülerin, yumuşak bahar havasıyla
uzun uykularından uyanan bahar çiçekleri olarak da geri
döndükleri düşünülebilir. Bunlar uzun zamandır çimlerin
altında dinleniyorlardı. Toprağın içinden filizlenen me
nekşelerin, sümbüllerin, güllerin ve anemonların onların
kanıyla morarıp pembeleşerek onların ruhlarının bir bö
lümünü almasından daha doğal ne olabilir?
255
"Akarsuyun kenarında biten her ot
Gülen meleğin dudağından parıldıyor sanki
Yavaşça yaklaş ona aman çığlık atmasın
Değil mi ki bir lale yüzlünün toprağından serpildi "24
24 Hayyam' a isnat edilen, birincisi "Der her deşti ki lalezari bı'.'ıde est" ve
diğeri "Her sebze ki ber kenar-ı cı'.'ıyi" ile başlayan iki rubai. Frazer, Fitz
gerald'ın oldukça serbest sayılabilecek İngilizce çevirisini kullanıyor -en.
25
T. B. Macaulay, History of England, böl. xx, cilt iv (Londra, 1855), s. 410.
26 Ö
lüler festivali için kullanılan Anthesteria adının anlamına dair bu açık
lama R. Wünsch'e aittir (Das Frühlingsfest der insel Malta, Leipzig, 1902,
ss. 43 vd.). Dr. A. W. Verrall'ın yapbğı zekice türetmeyi; söz konusu ke
limeyi "ruh çağırma" anlamına gelecek şekilde ava8iaaaa8m" fiilin
,,
256
olan 'ölüm kültünü' gören Renan'ın kuramında bir gerçek
lik payı olması mümkündür. Renan Lübnan' daki doğanın
sonsuz çekiciliğinin aayla haz ve uykuyla gözyaşı arasın
da gidip gelen bu türden görsel ve duyusal duygulara yol
açtığını düşünüyordu.27 Suriyeli köylülerin genel olarak
ölüm gibi tamamen soyut bir kavrama taptıklarını var
saymak kesinlikle hata olur. Ancak onların basit zihninde
'bitkilerin yeniden dirilen ruhu' fikrinin, çok somut olan ve
baharda ilk çiçeklerle, ekinlerin taze yeşiliyle ve ağaçların
rengarenk çiçekleriyle birlikte canlanan ölülerin hayaleti
kavramıyla iç içe geçmiş olması doğru olabilir. Böylece bu
insanların ölen ve yeniden dirilen doğa anlayışları, ölen ve
yeniden dirilen insan anlayışlarıyla, kişisel üzüntüleri,
umutları ve korkularıyla renklenir. Aynı şekilde, Renan'ın
Adonis kuramının, Lübnan yamaçlarında kendi gözlerini
mühürleyen tutkulu anılardan, uyuyan ölüm anılarından,
Adonis topraklarında uykuya dalan ve bir daha hiç ane
monlar ve güllerle birlikte uyanmayan kızkardeşin anıla
rından epeyce etkilendiğine de kuşku yoktur.
257
X. Bölüm
Adonis Bahçeleri
259
Bana göre modem Avrupa' daki benzer törenlerde suya
Ölüm'ün kuklasını ve Çiçek Demetlerini atma uygulama
sının amaa da aynıdır.2 Bugün Avrupa'da yağmur yağ
dırmak için hala başvurulan bir uygulama da bitkileri tem
sil ettiği kesin olan yaprakla örtünmüş bir kişinin suya
daldırılmasıdır.3 Benzer biçimde, bazı yerlerde görülen,
hasat edilen son ekine ya da onu getiren kişiye su atma ge
leneğinin (bu gelenek Almanya ve Fransa' da görülmekle
birlikte, son zamanlara kadar İngiltere ve İskoçya' da da
görülmekteydi) amaa ertesi yılın ekini için yağmur temin
etmektir. Örneğin, Transilvanya'nın Wallachia bölgesinde
ya da Transilvanyalı Romanyalılar arasında geleneğe göre,
bir kız eve başında hasadın son başaklarından yapılmış bir
taçla dönünce herkes ona su atmak için dışarı fırlar, hatta
iki çiftlik çalışanı sırf bunun için kapıda bekler; çünkü bu
su atılmazsa ertesi yılki ekinin kuraklıktan yok olacağı dü
şünülür.4 Transilvanya Saksonlarında da biçilen son ekin-
260
den yapılan çelengi takan kişi iliklerine kadar ıslahlır; çün
kü ne kadar ıslanırsa gelecek yılın hasadı o kadar iyi olur
ve o kadar çok harman yapılır. Çelengi takan kişi bazen de
son ekini biçen kişi olur. Kuzey Eğriboz'da ekin sapları bir
yere yığıldıktan sonra çiftçinin eşi bir testi su getirip elleri
ni yıkamaları için çalışanlara tutar. Elini yıkayan kişi suyu
ekine serper ve ekinin sonsuza kadar var olmasını diler.
Son olarak çiftçinin eşi testiyi eğik biçimde tutup sap yığı
nının etrafında koşarak suyu damlahr ve ekin yığınının,
çizdiği daire kadar büyük olmasını diler.5
Prusya'da ilkbahardaki saban mevsiminde toprağı sürüp
eken işçiler tarladan eve dönünce, çiftçinin eşiyle hizmetçi
ler üstlerine su serperdi. İşçiler de buna kadınlan havuza
atıp başlarını suya sokarak karşılık verirdi. Çiftçinin eşi
sudan kurtulmak için para teklif ederdi, ama onun dışın
daki herkes suya bahnlırdı. Bu gelenekle ektikleri tohum
ların bol yağmur görmesini umarlardı.6 Prusya' da hasattan
sonra, biçilen son ekinden yapılan çelengi takan kişi suyla
ıslahlırken, "ekinin suda filizlenip çoğaldığı gibi, ambarda
da filizlenip çoğalması" için dua edilirdi. Brandenburg'a
bağlı Schlanow' da ekiciler ilk ekimden eve dönünce,
"ekinlerin boy atması için" suyla ıslahlırlar.7 Anhalt'ta ay
nı durumda çiftçinin üstüne ailesi tarafından su serpilir;
adamları, atları ve hatta sabanı bile aynı işlemden geçirilir.
Arensdorflulann anlathğına göre bu geleneğin amacı "tar
laların yıl boyunca bereketli olmasını sağlamakhr."8 Yine
Hesse' de, sabananın sabanıyla birlikte tarladan döndüğü
ilk gün pusuda bekleyen kadınlarla kızlar üstüne su atar
lar.9 Bavyera'daki Naaburg yakınlarında tarla sürmekten
261
ya da ekimden gelen adamın üstüne ilk akşam, pusuya ya
tanlar tarafından su ahlır.10 Baden'in Hettingen bölgesinde
yulaf ekmeye başlayan çiftçiye yulafın büzüşmemesi için
su serpilir. 11 Kuzey Amerikalı Tusayan Kızılderilileri tarla
larını ekmeye gitmeden önce kadınlar bazen üstlerine su
dökerler; bunun nedeni "tıpkı erkeklerin üstüne dökülen
su gibi tarlaların da sulanmasıdır."12 Santiago Tepehuacan
Kızılderilileri, suların tanrısının tarlalara gereken suyu
vermesi için buğday tohumunu ekmeden önce suda bekle
tir.13
Adonis bahçelerinin özünde bereketi artırmaya yönelik
büyüler olduğu ve başka bir yerde sözünü ettiğim14 mo
dern Avrupa'nın ilkbahar ve yaz halk gelenekleriyle ben
zer gelenekler olduğu düşüncesi sadece olasılıklara da
yanmamaktadır. Neyse ki Adonis bahçelerinin (genel ola
rak söyleyecek olursak) ekim mevsiminde ilkel bir ırk tara
fından ve ikinci olarak da yaz ortasında Avrupalılar tara
fından hala ekildiğini gösterebiliyoruz. Bengal'in Oraonla
rında ve Mundalarında tohum yatağında büyütülen pirin
cin ekim zamanı gelince, kız ve erkeklerden oluşan bir
grup genç ormana giderek genç bir Karma ağaanı ya da
dalını keser. Ağaa yüklenir ve zafer kazanmış bir edayla
dans edip şarkılar söyleyerek ve davullar çalarak köye
döndükten sonra ağaa dans alanının ortasına dikerler.
Ağaca bir kurban verilir; ertesi gün kızlarla erkeklerden
oluşan gençler kol kola girerek, üstüne renkli çaputlar, sa
mandan örülmüş sahte bilezikler ve kolyeler asılmış olan
Karma ağaanın etrafında bir çember oluşturup dans eder-
10 Bavaria, Landes- und Volkskunde des Königreichs Bayern, ii. (Münih, 1863),
s. 297.
11 E. H. Meyer, Badisches Volks/eben (Strasburg, 1900), s. 420.
12 J. Walter Fewkes, "The Tusayan New Fire Ceremony," Proceedings of
the Boston Society of Natura/ History, xxvi. (1895) s. 446.
13 "Lettre du cure de Santiago Tepehuacan a son eveque, " Bul/etin de la
Societe de geographie (Paris), İkinci Baskı, ii. (1834) ss. 181 vd.
14 The Magic Art and the Evolution of Kings, ii. 59 vd.
262
ler. Köy şefinin kızlan festivale hazırlık olarak değişik bir
şekilde arpa saplan toplarlar. Tohumlar zerdeçalla karıştı
rılmış nemli ve kumlu toprağa ekilir ve soluk sarı veya
açık san renkte yapraklar çimlenip açılır. Festival günü
kızlar bu yaprakları alıp sepetlerle dans alanına taşır ve
saygıyla yüzükoyun uzanarak bir bölümünü Karma ağa
cının önüne bırakırlar. Son olarak Karma ağacı buradan
alınıp bir akarsuya ya da su deposunun içine atılır.15 Bu
arpa saplarım ekip sonra da Karma ağaona sunmanın an
lamı açıktır. Ağaçların ekinlerin büyümesini hızlandırdığı
düşünülmektedir. Aynca söz konusu halklarda yani Mun
dalarda ya da Mundarilerde "ekinlerden, ağaçlık tanrıları
sorumludur."16 O yüzden Mundaların ekim mevsiminde
bir ağaç getirip ona bu kadar saygı göstermelerinin nedeni,
ekilecek pirincin hızlı büyümesini sağlamaktır; arpa sapla
rım hızla çimlendirip sonra da ağaca sunma geleneği de
muhtemelen aynı amaca hizmet etmekte, yani bu hızlı çim
lenme örneğiyle ağaç ruha ekinlere karşı olan görevi hatır
latılmaktadır. Karma ağacının suya atılması ise bir tür
yağmur duası olarak düşünülebilir. Burada arpa saplarının
da suya atılıp atılmadığından söz edilmemektedir; ancak
gelenekle ilgili değerlendirmelerim doğruysa eğer, muh
temelen saplar da atılmaktadır. Bu Bengal geleneğiyle Yu
nanların Adonis ayinleri arasındaki fark, Bengal' de ağaç
ruhun asli biçiminde bir ağaç olarak görünmesidir; Adonis
tapınmasında ise ölü bir adam olarak temsil edilen insan
biçiminde görünmektedir; buna karşılık bitkisel doğası, bir
ağaç-ruh olarak ilk gücünün ikincil dışavurumu olan
Adonis bahçeleri tarafından gösterilmektedir.
Hem toprağın hem de insanın bereketini artırmak iste
yen Hindular da Adonis Bahçeleri düzenlemektedir. Ör
neğin Rajputana' daki Udaypur' da "bereket tanrıçası Gori
263
ya da Isani -yani Mısırlı İ sis, Yunan Ceres- adına bir festi
val düzenlenmektedir. Öncesinden düzenlenen Rajput Sa
hımalia gibi o da tropik kuşağa yakın olan bu bölgelerde
doğanın adeta çoşhığu ve tombul Gori'nin altın örtüsünü
ilkbaharı simgeleyen toy Vassanti'nin üstüne athğı ilkba
har gündönümünde gerçekleştirilmektedir. Sonra gözlere
hitap eden meyveler sergilenir; kahil kulakları melodilerle
doldurur; havaya hoş bir koku hakim olur ve kırmızı ge
lincikler albn rengi taneciklerden oluşan başaklarla tezat
oluşhırarak iyiliksever Gori için bir çelenge dönüşür. Ken
disiyle tamamen kadınlara özgü olan bu ayinlerde bir ara
ya gelen en büyük tanrılardan Mahadeva ya da lswara'nın
eşi olan Isa ya da Parvati'nin isimlerinden biridir Gori. Go
ri, tanrıçaya inananların onun olgun ekin rengine boyan
mış kadın şeklindeki kuklalarına taptığı mevsimde olgun
laşan ekinin sembol rengi olan 'sarı' demektir." Ayin gü
neşin, Hindu yılının başlangıcı olan Koç burcuna girmesiy
le başlar. Topraktan yapılmış bir tanrıça Gori figürü ile ko
cası lswara'nın daha küçük figürü yan yana konur. Küçük
bir çukur kazılır, tohum içine dikilir ve toprak sulanıp to
hum filizlenene kadar yapay biçimde ısıblır. Tohum filiz
lenince kadınlar el ele hıhışup etrafında dans ederek Go
ri' den kocalarını kutsamasını isterler. Sonra kadınlar filiz
halindeki ekinleri alıp erkeklere dağıhr ve erkekler de bun
ları sarıklarına takarlar. Her zengin ailenin ya da en azın
dan her mahallenin kendine ait bir simgesi vardır. Sadece
inananların bildiği bu ve benzeri ayinler kapalı kapıların
ardında birkaç gün sürer. Sonra tanrıçayla kocasının figür
leri süslenip bir tören alayıyla derin mavi suları bulutsuz
Hint göğünü, mermer sarayları ve portakal bahçelerini
yansıtan güzel bir göle götürülür. Burada, saçlarında gül
ler ve yaseminler takılı olan kadınlar Gori figürünü mer
mer bir merdivenden su kenarına indirir ve etrafında dans
edip ilahiler ve aşk şarkıları söylerler. Bu arada tanrıçanın
suda yıkandığı varsayılır. Erkekler törene kablamaz; hatta
Iswara'ya yani koca-tanrı figürüne bile fazla ilgi gösteril-
264
mez.17 Bu ayinlerde erkeklere arpa filizi dağıhlması ve eş
lerin kocalannın kutsanmasını istemesi, geleneğin amaçla
rından birinin çocuk sahibi olmak olduğunu açıkça gös
termektedir. Madras'taki Brahman evliliklerinde Adonis
bahçelerinin kullanılması da muhtemelen aynı amaca yö
neliktir. Burada beş ila on çeşit tohum karıştırılıp, sırf bu
amaçla yapılıp içine toprak doldurulan toprak çömleklere
dikilir. Gelin ve damat bu tohumları dört gün boyunca sa
bah akşam sular; beşinci gün tohumlar tıpkı gerçek Adonis
bahçeleri gibi bir su deposuna veya ırmağa ahlır.18
Kuzeybah Hindistan'ın Himalaya bölgelerinde çiftçiler,
aşağı yukarı Temmuz'un ortalarına denk gelen dördüncü
ayın (Asarh) yirmi dördüncü günü toprak dolu bir sepete
arpa, darı, bakliyat ya da hardal ekerler. Sonra, ayın son
günü yeni filizlerin içine Mahadeo ve Parvati figürleri ko
yup bu iki tanrının evliliğini anmak için dua ederler. Ertesi
gün yeşil sapları kesip başlıklarına takarlar. 1 9 Yukarı Hin
distan' da Jayi ya da Jawara, Orta Eyaletlerde Bhujariya
olarak bilinen arpa festivali de farklı değildir. Sawan ayı
nın ikinci güneşli yarısının yedinci günü bir gübre kabına
arpa taneleri dikilir ve bunlar ayın sonuna kadar o kadar
hızlı büyür ki, kabın içi uzun ve sarımsı yeşil renkte sap
larla dolup taşar. Ertesi Bhadon ayının ilk günü kadınlarla
kızlar bu sapları söküp toprakla gübreyi suya atar, bitkileri
de erkek dostlanna dağıhrlar. Onlar da bunlan sarıklarına
ve giysilerine sararlar.20 Hindistan'ın Orta Eyaletlerinden
570-572.
ıH G. F. D'Penha, "A Collection of Notes on Marriage Customs in the
Madras Presidency," Indian Antiquary, xxv. (1896) s. 144; E. Thurston,
Ethnographic Notes in Southern India (Madras, 1906), s. 2.
19 E. T. Atkinson, Tlıe Himalayan Districts of the North- Western Provinces of
India, ii. (Allahabad, 1 884), s. 870.
20 W. Crooke, Popular Religion and Folk-lore of Northern India (Westrninster,
1896), ii. 293 vd. Bkz. Baboo lshuree Dass, Domestic Manners and Customs
of the Hindoos of Northern India (Benares, 1860), ss. 1 1 1 vd. İkinci yazara
göre, Salono [Salonan değil] festivali Ağustos ayında yapılır ve arpa, fes-
265
Sargal' da bu tören Eylül ayının ortalarında gerçekleştirilir.
Törenlere sadece kadınlar katılabilir, erkeklerse kenardan
seyrederler. Festivalden kısa bir süre önce, büyük yaprak
lardan çok zekice üretilen ve akasya dikenleriyle hıtturu
lan kaplara buğday ve öteki tahıllar dikilir. Işık almadan
büyüyen filizler soluk bir renk alır. Adonis bahçeleri adını
verdiğimiz bu ekili şeyler belirlenen günde şehrin hemen
dışındaki göle götürülür. Her aileden ya da arkadaş gru
bundan bir kadın kendi kabını taşır ve yere bırakıp etra
fında dans eder. Sonra filizlenmiş tahıl kaplarını alıp su
yun kenarına inerler ve kabın içindeki toprağı suya boşal
tırlar; filizleri de arkadaşlarına dağıtırlar.21 Aşvin (Eylül
Ekim) ayının parlak ikinci yansında, Bombay'e bağlı
Pandharpur yakınlarındaki tanrıça Padmavati tapınağında
Dokuz Gece festivali yapılır. Figürün önüne bambudan bir
çerçeve asılır ve çiçek çelenkleriyle kepekli çörekler buna
bağlanır. Çerçevenin altındaki kaidenin önüne, içinde
buğday bulunan toprak yayılır ve buğdayın çimlenmesi
beklenir. 22 Pandharpur' da tapınaklan bulunan diğer iki
tannça Ambabai ve Lakhubai'nin figürleri önünde de aynı
ayda benzer bir ayin düzenlenir.23
Bavyera'nın bazı bölgelerinde, Kamaval'ın son üç gü
nünde bir çömleğe keten tohumu ekilmesi gelenektir; en
iyi büyüyen çekirdeğe bakılarak erken mi, orta dönem mi,
yoksa geç ekilen tohumun mu en iyi hasadı vereceği kesti
rilmeye çalışılır.24 Sardinya'da Adonis bahçeleri hala Aziz
tivalden birkaç gün önce kadın ve kızlar tarafından dikilir. Birkaç santim
uzayınca yine kadınlarla kızlar tarafından bir ırmağa ya da su deposuna
atılır.
2 1 Mrs. ]. C. Murray-Aynsley, "Secular and Religious Dances," Folk- /ore
/ourna/, v. (1887) ss. 253 vd. Yazar törenin "belli bir ürünün ekim mevsi
mini" belirlediğini düşünmektedir.
22 Gazetteer of the Bombay Presidency, xx. (Bombay, 1884) s. 454. Bu parag
rafı bana gösteren dostum W. Crooke'a teşekkür ederim.
ı.ı Gazetteer of the Bombay Presidency, xx. 443, 460.
24 Bavaria, Landes- und Volkskunde des Königreichs Bayern (Münih, 1860-
266
Yahya'nın adını taşıyan büyük Yaz Dönümü festivaline
göre ekilir. Köyün gençlerinden biri Mart ayının sonunda
ya da Nisan'ın birinde bir kızın önüne çıkar ve ondan co
mare'si (sözlü veya sevgili) olmasını ister. Bu davet kızın
ailesi tarafından bir onur olarak görülür ve kabul edilir.
Mayıs ayının sonunda kız mantar meşesi kabuğundan bir
çömlek yapar ve toprakla doldurduktan sonra içine buğ
day veya arpa diker. Güneşli bir yere bırakılıp sık sık sula
nan bitki çabucak filizlenir ve Yaz Dönümü'nde (Aziz
Yahya Arefesi, 23 Haziran) güzelce baş verir. O zaman bu
çömleğe Erme ya da Nenneri denir. Aziz Yahya günü en iyi
kıyafetlerini giyen genç erkek ve kız uzun bir kortej eşli
ğinde, önlerinde hoplayıp zıplayan çocuklarla birlikte kö
yün dışındaki kiliseye doğru ilerlerler. Burada çömleği ki
lisenin kapısına atıp kırarlar. Sonra da çimene halka yapa
rak oturulur ve flüt eşliğinde yumurtayla yeşillik yenir. Bir
fincana şarap doldurulup elden ele dolaştırılarak içilir.
Sonra el ele tutuşup, flüt eşliğinde tekrar tekrar Aziz /1
267
durur ve her biri uzun bir değneğin bir ucunu tutup üç kez
ileri üç kez geri giderek değneği ateşin üstünden geçirirler
ve bu arada üç kez ellerini alevlere tutmuş olurlar. Bu ha
reket birbirleriyle ilişkilerini pekiştirir. Dans ve müzik ge
ceyarısına kadar sürer. Bu Sardinya tahıl çömlekleriyle
Adonis bahçelerinin tam olarak örtüştüğü görülürken, da
ha önceleri çömleklerin içine konulan figürler de Adonis
bahçelerindeki Adonis figürlerine karşılık gelmektedir.
Benzer gelenekler aynı mevsimde Sicilya' da da görül
mektedir. Kızlı erkekli çiftler Aziz Yahya Günü'nde birbir
lerinin saçlarından birer tel kopartıp bunlarla çeşitli tören
ler yaparak birbirleriyle Aziz Yahya sözlüsü olurlar. Örne
ğin kopardıkları saç tellerini birbirine bağlar ve havaya
atarlar, yahut bir çömleği ikiye ayırarak her birinin içine
saç tellerini koyarlar ve bunları birbirlerine verirler, aldık
ları parçayı özenle saklarlar. Böylece kurulan bağın ömür
boyu süreceği düşünülür. Sicilya'nın bazı bölgelerinde
Aziz Yahya sözlüleri birbirlerine festivalden on dört gün
önce tabağa dikilerek filizlenmiş buğday, mercimek ve kuş
yemi sunarlar. Tabağı alan kişi filizlerden birini çeker, ona
kurdele bağlar ve en değerli eşyaları arasında saklarken,
tabağı geri verir. Katanya' da sözlüler reyhan ve büyük sa
latalık çömlekleri değiş tokuş ederler; kızlar genelde bü
yüyüp kalınlaştıkça daha değerli olan reyhanı tercih eder.25
R. Wünsch'ün varsaydığı gibi,26 Sardinya ve Sicilya'daki
bu yaz dönümü geleneklerinde Adonis'in yerini Aziz
Yahya almıştır. Tammuz yahut Adonis ayinlerinin genel
likle yaz ortasında gerçekleştirildiğini görmüştük; Hie
ronymus' a göre bunlar Haziran ayında gerçekleştiriliyor
du. 27 Tarihler, bitki ekilen çömlek ve tahıl bağlamındaki
268
benzerliğe ek olarak, biri putperest olup öteki Hıristiyanlı
ğa ait iki festival arasında bir benzerlik daha vardır. Her
ikisinde de su önemli yer tutmaktadır. Babil'deki yaz dö
nümü festivalinde adı "derin suyun hakiki oğlu" anlamına
gelen Tammuz figürü temiz suyun içine daldırılırdı; İs
kenderiye' deki yaz dönümü festivalindeyse Adonis figürü,
tanrısal sevgilisi Afrodit'in figürüyle birlikte dalgalara bı
rakılırdı; Yunanistan' daki yaz dönümü festivalinde de
'Adonis bahçeleri' denize veya akarsuya atılırdı. Aynı şe
kilde, Aziz Yahya'nın adıyla anılan yaz dönümü festivali
nin en önemli özelliklerinden biri de Yaz Dönümü'nde ya
da Yaz Dönümü Arefesi sabalu denizde, akarsuda, ırmakta
yıkanmak veya ıslanmakh. Örneğin Napoli'de Denizin
Aziz Yahyası (5. Giovan a mare) adıyla bilinen ve Vaftizci
Yahya'ya adanmış bir kilise vardır; eskiden beri kadınlar
ve erkekler Aziz Yahya Arefesi'nde yani Yaz dönümü Are
fesi'nde denize girerek bütün günahlarından arınacakları
na inanırlar.28 Abruzzi bölgesinde suyun Aziz Yahya Ge
cesi birtakım olağanüstü ve yararlı özellikler kazandığına
hala inanılır. O gece güneş ve ayın suda yıkandığı söylenir.
O yüzden birçok kişi o mevsimde, özellikle de güneş do
ğarken denizde veya ırmakta yıkanır. Castiglione a Casau
ria'da güneş doğmadan Pescara Irmağı'na ya da bir su
kaynağına gidilip eller, yüzler yıkanır ve ağrılardan kur
tulmak için vücuda şeytan şalgamı dalları sarılarak bir
parçasıyla şakaklar ovulur. Pescina'da kız ve erkek çocuk
lar bir ırmak veya su kaynağında birbirlerinin yüzünü yı
kayıp birbirlerini öperek sözleşirler. Abruzzi'de Aziz Yah
ya Gecesi düşen çiyin de ister çiçek, ister su, ister insan be
deni olsun, dokunduğu yere iyi geldiğine inanılır. O ne
denle halk su kaplarını pencere eşiklerine ya da teraslara
çıkartıp, kendilerini arındırmak, başağrısı ve soğukalgınlı
ğından kurtulmak için sabahleyin yıkanırlar. Ayru sonucu
elde etmenin daha etkili bir yolu da şafakta kalkıp elleri
çiyli otla ıslatmak ve sonra da ıslak eli göz kapaklarına,
269
kaşlara ve şakaklara sürmektir, çünkü çiyin baş ve göz ra
hatsızlıklarını iyileştirdiğine inanılır. Ayrıca bunun deri
hastalıklarına da iyi geldiğine inanılır. Bu tür rahatsızlıkla
rı olanlar çiyli ot sürerler. Durumlarının ağır olmasından
ya da başka bir nedenden dolayı evinden dışarı çıkamayan
hastalar söz olduğunda arkadaşları çiyli otu çarşaf veya
sofra bezinde getirip ağrıyan yere sürerler.29 Sicilya'nın
Marsala bölgesinde bir yer alh mağarasından akan kaynak
suyuna Sibyl Mağarası denir. Bu kaynağın yanında, eski
den burada bulunan bir Apollon tapınağının yerine yapıl
dığı düşünülen Aziz Yahya Kilisesi vardır. 23 Haziran'a
denk gelen Aziz Yahya Günü Arefesi'nde kadınlar, kızlar
bu yer alh mağarasına gelip gelecekten haber veren sudan
içerek kocalarının önceki yıl kendilerine sadık kalıp kal
madıklarını ya da gelecek yıl kendilerine bağlı kalıp kal
mayacaklarını öğrenirler. Aynı şekilde hastalar da suya
girmek veya sudan içmek suretiyle iyileşeceklerine inanır
lar.30 Sicilya'nın Chiaramonte bölgesinde ise, Aziz Yahya
Günü Arefesi'nde şu gelenek uygulanır; erkekler bir çeş
menin başına, kadınlar başka bir çeşmenin başına gider ve
başlarını suya sokup Aziz Yahya için dua ederler. Bunun
yanıklara iyi geldiğine ya da yanığı önlediğine inanırlar.31
Petrarca, Köln'e tesadüfen Aziz Yahya Günü'nün Arefe
si'nde gelmişti. Güneş neredeyse batmak üzereyken ev sa
hibi kendisini hemen Ren ırmağına götürmüştü. Orada il
ginç bir sahneyle karşılaşmıştı, çünkü nehir kıyısı güzel
kadınlarla doluydu. Kalabalık büyük ama sakindi. Petrar
ca bulunduğu tepecikten, suyun kenarında diz çöküp kol-
270
larıru dirseklerine kadar sıvamış halde beyaz el ve kollarını
nehirde yıkarken İtalyan şairin anlamadığı birtakım söz
cükler mırıldanan, hoş kokulu bitkilere sarılmış kadınların
çoğunu görebiliyordu. Kendisine bunun eski bir gelenek
olduğu ve sıkı sıkıya uyulduğu söylenmişti; çünkü halk,
özellikle de kadınlar Aziz Yahya Günü Arefesi'nde nehir
de yıkanmanın ertesi yılın bütün kötülüklerini def edece
ğine inanmaktaydı.32 Kopenhaglılar, Aziz Yahya Günü
Arefesi'nde yakınlardaki bir su kaynağına giderek haa
olurlar, suyun içine girerek kendilerini iyileştirip kuvvet
kazarurlardı.33 İspanya'da halk bugün bile Aziz Yahya Gü
nü Arefesi'nde denize girer ya da çıplak olarak çayırların
çiyleri arasında yuvarlarur.34 Yine Normandiya ve Piri
gord'ta da Aziz Yahya Günü Arefesi sabahı çiyin içinde
yuvarlanmanın deri hastalıklarına iyi geldiği düşünülür.
Perigord'ta bu iş için özellikle bir kenevir tarlası tavsiye
edilir. Hasta içinde yuvarlandığı bitkilerle daha sonra be
denini ovalar.35 Provence'ın Ciotat bölgesinde gençler yaz
dönümü şenlik ateşi yakıp denize atlar ve neşeyle birbirle
rine su atardı. Vitrolles' de yıl boyunca soğukalgınlığına
yakalanmamak için bir havuza girerler, Saint-Maries' de at
lan uyuza karşı suyla yıkarlardı.36 Toulon, Marsilya ve di
ğer güney Fransa kentlerinde de suyla ıslanma geleneği
vardı. Pencerelerden gelip geçenlerin üstüne şırıngayla su
sıkılırdı.37 Aziz Yahya Günü'nde ırmakta ve su kaynağın-
:ı.ı Dr. Otero Acevado'nun Madr'id üzerine yazısı, Le Temps, Eylül 1898.
tiquaires de Picardie, viii. (1845), ss. 237 vd. Bkz. Balder tlıe Beautijul, i. 193
vd.
271
da yıkanma geleneği İspanyollar araalığıyla Avrupa' dan
Yeni Dünya'ya da geçmiştir.38
Yaz Dönümü Arefesi'nde ya da Yaz Dönümü'nde suda
ya da çiyde yıkanma geleneğinin tamamen Hıristiyanlara
özgü olduğu ve Vaftizci Yahya'ya adanmış bir güne dö
nüştürüldüğü varsayılabilir. Ama gerçekte bu gelenek Hı
ristiyanlıktan daha eskidir, çünkü tanrıtanımaz bir uygu
lama olduğu gerekçesiyle Augustinus tarafından lanetle
nerek yasaklanmışhr.39 Öte yandan Kuzey Afrikalı Müs
lüman halklar yaz gündönümlerinde bu geleneği hala sür
dürmektedir.40 Buradan, paganiznim kalıntılarını temizle
yemeyen Kilise'nin, bu geleneğe Hıristiyan bir ayin süsü
vermek suretiyle, istemeye istemeye sürmesine göz yum
duğu sonucunu çıkartabiliriz. Bu putperest yıkanma gele
neğine bir aziz desteği arayan Hıristiyan doktorların bu iş
için Vaftizci Yahya' dan daha uygun birini bulamayacakları
da aşikardır.
Peki ama, Vaftizci kimin yerini almıştı? Yukarıdaki ka
nıtların işaret ettiği gibi, yerini aldığı tanrı gerçekten Ado
nis miydi? Sardinya ve Sicilya'da böyle olabilir, çünkü bu
adalardaki Sami etkisi kesinlikle derindi ve muhtemelen
de kalıcıydı. Dolayısıyla Sicilya ve Sardinyalı çocukların
yaz dönümü eğlenceleri Kartaca'daki Tammuz ayinlerinin
doğrudan bir uzantısı olabilir. Ancak yaz dönümü festivali
Orta ve Kuzey Avrupa'da, kökleri Doğu kaynaklarında ya
da özellikle Adonis kültünde bulunamayacak kadar fazla
ca yayılmış ve kökleşmiş görünmektedir. Doğu' dan ithal
272
edilmiş egzotik bir gelenek olmaktan çok yerel bir havası
var gibidir. O yüzden, uzak bir geçmişte benzer ihtiyaçlar
dan kaynaklanan benzer düşünce biçimlerinin, Kuzey De
nizi'nden Fırat'a kadar farklı topraklardaki insanları bir
birlerinden bağımsız olarak, birbiriyle büyük ölçüde ben
zeşmekle birlikte çeşitli farklılıklar da gösteren ayinlerde
yaz gündönümleri kutlamaya ittiğini; eski tarihlerde muh
temelen Babil' den başlayan bir Doğu dalgasının, festivalin
Tammuz veya Adonis biçimini bahya taşıyarak benzer ye
rel festival biçimleriyle karşılaşmasını sağladığını; birbi
rinden farklı olmakla birlikte birbirlerine benzeyen bu fes
tivallerin Roma uygarlığının baskısı alhnda birbiriyle iç içe
geçerek değişik şekiller almak suretiyle, bunları tamamen
ortadan kaldıramayan Kilise'nin bunların kötü yanlarını
ayıklayıp isimlerini ustaca değiştirerek Hıristiyan olarak
nitelenmelerine izin vermesine kadar şu veya bu şekilde
birbirinden ayn olarak ama yan yana var olmaya devam
ettiklerini varsaymak daha doğru olur. Ayrıca yazdönümü
festivali için söylenenler birtakım değişikliklerle ilkbahar
festivalleri için de geçerlidir. Bu festivaller de Avrupa ve
Doğu' da birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmış ve
yüzyıllar süren bir ayrılıktan sonra Roma İmparatorluğu
ile Hıristiyan Kilisesi'nin etkisi alhnda birleşmiş görün
mektedirler. Gördüğümüz gibi Suriye'de, ilkbaharda bir
Adonis kutlaması yapılmaktaydı; bu noktada, Attis ayinle
rinde kesinlikle Doğu'ya özgü bir ilkbahar festivali örne
ğiyle karşılaşmaktayız. Bu arada kısa süreliğine Aziz Yah
ya adıyla düzenlenen yaz dönümü festivaline dönelim.
Sardinya'da Aziz Yahya Arefesi'nde büyük bir şenlik
ateşinin etrafında eğlence düzenleme geleneği, Avrupa'nın
birçok noktasında tarih öncesi dönemlerden beri düzenle
nen yaz dönümü festivali geleneklerinden biridir. Başka
bir yerde bu geleneği daha ayrınhlı olarak ele almıştım.41
273
Bu çalışmanın başka yerlerinde değindiğim örnekler yaz
dönümü şenlik ateşiyle bitkiler arasında bir bağlanh oldu
ğunu göstermektedir. Örneğin hem İsveç'te hem de Bo
hemya'da festivalin önemli bir unsuru Mayıs-direği ya da
Yazdönümü ağacı dikmektir. Bu arada Bohemya'da bu di
rek ya da ağaç şenlik ateşinde yakılır.42 Yine Ruslara ait bir
yazdönümü festivalinde, Mayıs-direğinin ya da Yazdö
nümü-ağacının yanına bitkilerin simgesi olan Kupalo'nun
samandan yapılmış bir figürü konur ve sonra da ateşin
üzerinde ileri geri taşırur.43 Tıpkı Adonis'in bir Adonis fi
gürüyle ve Adonis bahçesiyle temsil edilmesi gibi, burada
da Kupalo ikili olarak, yani Yazdönümü ağaayla ağaç şek
linde ve saman kuklayla insan şeklinde temsil edilir; yine
tıpkı Adonis sembolleri gibi Kupalo sembolleri de suya atı
lır. Sardinya ve Sicilya geleneklerindeki Aziz Yahya Sözlü
leri ya da Sevgilileri de muhtemelen bir yandan Adonis ile
Astarte'ye, öte yandan Mayıs Kralı ve Kraliçesi'ne karşılık
gelmektedir. İsveç'in Blekinge eyaletinde yazdönümü fes
tivali çerçevesinde bir Yaz-dönümü Gelini seçilir, gelin de
damadı seçer ve artık karı-koca olarak görülen çift için pa
ra toplanır.44 Tıpkı Mayıs çiftleri gibi Yazdönümü çiftleri
de genel olarak bitkilerin veya bereketin gücüne karşılık
gelmektedir. Hint törenlerindeki Siva veya Mahadeo ve
Parvati, İskenderiye' deki Adonis ve Afrodit kuklalarına
karşılık gelen et ve kan şeklinde temsil edilirler.
Amacı ekinin bereketini artırmak olan törenlerin neden
şenlik ateşiyle özdeşleştirildiğini; özellikle de bitki temsil
lerin neden ağaç olarak yakıldığını veya yaşayan bir çift ya
da onların kuklaları olarak ateşin üstünden geçirildiğini
başka bir yerde ele almıştım.45 Burada sadece bu özdeşliğin
[Yazar, The Golden Boııgh (Altın Dal) adlı kitabının 7. cildindeki " Balder
the Beautiful " bölümünü kastediyor -en.]
42 The Magic Art and the Evolııtion of Kings, ii. 65 vd.
274
kanıtını göstermek ve dolayısıyla, şenlik ateşlerinin bitki
lerle ilgisi olmadığını söyleyerek Sardinya geleneğiyle ilgi
li kuramıma karşı yükseltilebilecek itirazların önüne geç
mek yeterli olacaktır. Aksini kanıtlamak üzere biraz daha
kanıt gösterilebilir. Almanya ve Avusturya'nın bazı bölge
lerinde genç kız ve erkekler keten ve kenevirin iyice bü
yümesi için yaz şenlik ateşinin üzerinden atlarlar.46 Bu
yüzden, Sardinya geleneğinde yazdönümü festivali için
çömleğe sokulan ve Adonis bahçelerine çok benzeyen
buğday ve arpa saplarının, asıl amacı bitkilerin ve özellikle
de ekinlerin bereketini artırmak olan yaygın yazdönümü
törenlerinden biri olduğunu varsayabiliriz. Ayrıca bitki
ruhunun, bir fikir esnetmesiyle kolayca hem insan hem de
hayvan yaşamı üzerinde yararlı ve bereketli bir etki yaptı
ğına inanılmasına benzer biçimde, Mayıs-ağaçları ya da
Mayıs-dalları gibi Adonis bahçelerinin de onları eken aile
ye ya da kişiye iyi şans ve belki de bolluk getireceği düşü
nülmekteydi. Hatta bu düşüncenin refahla birlikte anılmaz
olmasından sonra dahi bu şeylerin hata iyilik ve kötülük
işaretleri olarak kullanılabildikleri görülmektedir. Büyü iş
te bu yolla kehanete dönüşmektedir. Buna bağlı olarak da
yazdönümünde uygulanan ve az çok Adonis bahçelerini
andıran kehanet tarzları görmekteyiz. Örneğin 16. yüzyıl
d a yaşamış bir İtalyan yazar Aziz Yahya festivalinden
(Yazdönümü Günü) ve aynı zamanda Aziz Vitus festiva
linden birkaç gün önce arpa ve buğday ekme geleneği ol
d uğunu yazmıştı; böylelikle adına ekim yapılan kişinin
şanslı olacağına ve ekinin iyi filiz vermesi halinde iyi bir
karı veya koca bulacağına inanılmaktaydı; yok, eğer filizler
kötüyse o kadın ya da erkek de şanssız olacak demekti.47
İtalya'nın çeşitli bölgelerinde ve bütün Sicilya'da, Aziz
Yahya Arefesi'nde suya veya toprağa tohum atma geleneği
275
vardı; özellikle aşkta şansın yaver gidip gitmeyeceği bu
tohumların Aziz Yahya Günü'nde filizlenip filizlenmedi
ğine bakılarak anlaşılırdı. Bu amaçla kullanılan bitkilerden
bazıları Ciuri di S. Giuvanni (Aziz Yahya otu?) ile ısırgan
dı.48 İki yüz yıl önce Prusya'da çiftçiler, Yazdönümü Are
fesi'nde ya da Yazdönümü Günü'nde (Aziz Yahya Günü)
hizmetçilerini veya özellikle de eşlerini Aziz Yahya otu
toplamaya gönderirlerdi. Bu otların toplanmasından sonra
bir çiftçi orada bulunan kişi sayısı kadar otu duvara veya
kirişlerin arasına sokardı; otu çiçek açmayan kişinin ya
kında hastalanacağı ya da öleceği düşünülürdü. Otların
geri kalanı bir demet halinde bağlanıp, kapıya ya da bir
sonraki hasatta tahılın konacağı yere dikilen bir direğin
ucuna takılırdı. Bu demete Kupole denirdi, törene de Kupo
le festivali adı verilirdi; çiftçi törende iyi bir tahıl hasadı
gibi şeyler dilerdi.49 (Kupole ile kesinlikle aynı olan) Kupa
lo'nun aslında bir bitki tanrısı olduğu fikrini güçlü bir şe
kilde desteklemesi açısından bu Prusya geleneği özellikle
dikkat çek.icidir.50 Çünkü burada Kupalo'nun sembolü halk
geleneğinde yazdönümüyle özdeşleşen bitki demetidir;
hasadın taşındığı yere bırakılan bitki sembolüyle ve bu ve
sileyle edilen iyi hasat dualarıyla bitkiler üzerindeki etkisi
açıkça gösterilmiş olur. Bu da Ölüm'ün -ki başka bir yerde
gösterdiğim gibi Kupalo, Yarilo ve diğerleri onun analoji
leridir- esas olarak bitkilerde, daha özel olarak da ölmekte
olan ya da ölmüş kış bitkilerinde kişileştiğine dair görüşü
"" G. Pitre, a.g.e., ss. 302 vd.; Antonio de Nino, Usi e Costumi Abrıızzesi
(Floransa, 1879-1883), i. 55 vd.; A. de Gubematis, Usi Nuziali in Italia e
presso gli altri Popoli Indo-Europei (Milan, 1878), 55. 39 vd. Bkz. L. Pas5ari
ni, "il Comparatico e la Festa di S. Giovanni nelle Marche e in Roma,"
Archivio per /o Studio dele Tradizioni Popolari, i. (1882) s. 135. İ zmir' de Aziz
Yahya Günü'nde benzer amaçla Agnus castııs adlı bir çiçek kullanılmak
ta, ancak farklı şekilde bir yorumlama yapılmaktadır. Bkz. Teofilo, "La
notte di San Giovanni in Oriente," Archivio per lo Studia delle Tradizioni
Popolari, vii. (1888), ss. 128-130.
�9 Matthaus Pratorius, Deliciae Prussicae (Berlin, 1871), s. 56.
50 The Dying God, ss. 261 vd.
276
destekleyen yeni bir argümandır.51 Ayrıca bu Prusya gele
neğinde de Adonis bahçeleri ve tanrı tasviri için aynı tür
bitkilerin kullanılmasının ortaya çıkmasıyla Adonis bahçe
leriyle ilgili yorumum da doğrulanmış durumdadır. Hiçbir
şey Adonis bahçelerinin sadece, tanrının başka bir tezahü
rü olduğu şeklindeki kuramın gerçekliğini daha güçlü bir
şekilde ortaya koyamazdı.
Sicilya' da Adonis bahçeleri hala bahar ve yaz aylarında
ekilir; buradan da Suriye' de olduğu gibi Sicilya'da da ilk
bahardaki ölüler ve dirilen tanrı festivalinin eskiden beri
kutlandığı sonucuna varabiliriz. Paskalya Yortusu'nun
yaklaşmasıyla beraber Sicilyalı kadınlar tabaklara buğday,
yeşil mercimek, kuşyemi eker ve iki günde bir sularlar.
Bitkiler çok geçmeden filizlenir; saplan bir araya getirile
rek kırmızı kurdeleyle bağlanır ve içinde bulundukları ça
naklar -hpkı Adonis bahçelerinin ölü Adonis'in mezarına
gömülmesi gibi- ölü İsa'nın tasvirleriyle birlikte Kutsal
Cuma günü52 Katolik ve Yunan kiliselerindeki kabirlere
gömülür.53 Bu uygulama sadece Sicilya'yla sınırlı değildir,
zira Calabria' daki Cosenza' da54 ve muhtemelen başka yer
lerde de görülmektedir. Bütün bu gelenek -mezarlar ve fi
lizlenen tahıl çanakları- Adonis tapınmasının başka bir ad
alhnda devamından başka bir şey olmayabilir.
Sicilya ve Calabria gelenekleri Adonis ayinlerini andıran
tek Paskalya Yortusu törenleri değildir. "Balmumundan
yapılmış bir İsa tasviri Kutsal Cuma günü Yunan kilisele
rinin ortasına konur ve kiliseyi hklım tıklım dolduran ka
labalık tarafından öpücüklere boğulurken kilise de melan
kolik ve tekdüze ağıtlarla çınlar. Akşam geç saatlerde ha
vanın kararmasından sonra balmumu tasvir limon, gül,
yasemin ve öteki çiçeklerle süslenmiş bir tabut içinde ra-
277
hipler tarafından sokağa çıkarılır ve kalabalığın oluştur
duğu tören alayının eşliğinde ağır ve vakur adımlarla bü
tün kasabada dolaştırılır. Bu sırada kendi mumunu taşıyan
tören alayındaki erkekler acılı ağıtlar yakarlar. Tören ala
yının önünden geçtiği evlerin kapılarında oturan kadınlar
ellerindeki buhurdanlıklarla, ilerleyen tören alayını tütsü
lerler. Topluluk İsa'sını sanki gerçekten ölmüş gibi ciddi
bir tavırla gömer. En sonunda balmumu imge tekrar kili
seye döner ve aynı hüzünlü ilahiler yeniden yankılanır.
Kah bir orucun eşlik ettiği bu ağıtlar Cumartesi gecesine
kadar devam eder. Saat onikiyi vurduğunda piskopos gö
rünür ve ' İsa'nın dirildiği' şeklindeki mutlu haberini verir,
kalabalık da 'Gerçekten dirildi' diye cevap verir ve bütün
kasaba bir anda sevinç çığlıklarıyla, bağırış çağırışlarla,
sonu gelmeyen top ve tüfek sesleriyle ve her çeşit havai fi
şek patlamasıyla şenlenir. Aynı anda insanlar kah bir oruç
tan kuzu eti ve şarap ziyafetine geçiş yapar"55
Aynı şekilde Katolik Kilisesi de takipçilerinin önüne
'Mesih'in ölümü ve yeniden diriliş'inin görünür bir for
munu sunmaktaydı. Bu tür kutsal dramlar, Katolisizmin
gösteriş ve şatafahnın Cermen halklarının nispeten soğuk
doğasına olduğundan daha hoş göründüğü duygusal gü
ney halkının canlı imgelemini etkilemeye ve sıcak duygu
larını harekete geçirmeye çok uygundur. Sicilyalı bir yazar
buradaki Kutsal Cuma gününü, yani İsa Mesih'in çarmıha
gerilişinin anıldığı günü şöyle anlatmaktadır. "Akşamleyin
Sicilya' daki her toplulukta düzenlenen geçit alayıyla
İsa'nın çarmıhtan indirilişi insanı gerçekten heyecanlandı
ran törenlerdir. Geçit alayına tarikatlar katılır; erkek aziz
leri, kadın azizleri temsil eden ve arka tarafta sıralanmış
birçok kız ve erkek çocuk İsa'nın çarmıha gerilişini simge
leyen ikonalar taşırlardı. Çarmıhtan İndiriliş işlemi rahip
ler tarafından yapılırdı. Ölü İsa'nın içinde bulunduğu ta
butun yanlarında, sadece İsa değil aynı zamanda onu izle-
278
yen Meryem Ana görüntüsüyle oluşan derin acıma duy
gusunun ortasında bir dehşet ve nefret kaynağı olan kılıçlı
Yahudiler dururdu. Arada bir Çarmıha Geriliş'in 'gizleri'
ya da sembolleri önden giderdi. Bazen de topluluk ' İsa'nın
çarmıhta acı çekişini' ve 'Çarmıhtan İndiriliş'ini' takip
ederdi. İsa Mesih'in Haç' ta geçirdiği üç saatti o 'üç saat'.
İki rahip, İsa'nın çektiği acılar için İtalya saatiyle 18' de baş
layıp 21'e kadar sırayla dua ederdi. Eskiden 'Golgota' de
dikleri alanda, açık havada ilahiler okunurdu. Nihayet
üçüncü saatin sonuna yaklaşınca, emisit spiritum sözleriyle
izleyenlerin hıçkırık ve gözyaşları arasında İsa'nın başı dü
şer ve ölürdü. Bunun hemen ardından, bazı yerlerdeyse üç
saat sonra kutsal bedenin üstündeki çiviler sökülür ve be
den tabuta konurdu. Castronuovo' da, A ve Maria duası sı
rasında Yahudi kılığına giren ve Aramatyalı Yusuf ile Ni
kodim'i temsil eden iki rahip, hizmetkarlarıyla birlikte
Golgota'ya giderdi. Orada ortama uygun şiirler ve ilahiler
eşliğinde Çarmıhtan İndiriliş işlemi gerçekleştirilir ve son
ra da tören alayı büyük kiliseye giderdi . . . . Salaparuta'da
kilisenin içinde Golgota kayası dikilir. Ölüm duası sırasın
da, ateşlenen silahlar, çalınan trampetler eşliğinde ve Me
sih'in ölümüne yas tutan halkın sessiz bakışları arasında
Çarmıha Gerilmiş İsa'nın başı bir makineyle önüne düşü
rülür ve hüzünlü bir cenaze alayından yükselen ilahiler
duyulur. İsa Mesih üç rahip tarafından Haç'tan indirilip
tabuta konur. Ölü İsa alayının ardından gömme töreni ger
çekleştirilir, yani iki rahip İsa Mesih'i hayali bir mezara
koyar. Kutsal Cumartesi günü İsa'nın yeniden dirilen im
gesi mezardan çıkıp bir makine vasıtasıyla sunağın üstüne
konur."56 Ayrıntılarda farklılık göstermekle birlikte benzer
pitoresk semboller Abruzzi' de57 ve muhtemelen Katolik
279
dünyasının birçok değişik yerindeki Paskalya Yortularında
da görülmektedir.58
Kilise'nin yeni inanan tohumlarını paganizmin eski top
rağına nasıl da sık sık ustaca dikmeyi başardığını düşüne
cek olursak, ölen ve yeniden dirilen İsa için düzenlenen
Paskalya Yortusu kutlamalarının, aynı mevsimde Suri
ye' de düzenlenen benzer 'ölen ve yeniden dirilen Adonis'
kutlamalarının uzantısı olduğu sonucuna varabiliriz. Yu
nan sanatçıların ürettiği, kollarında ölmekte olan sevgilisi
ni tutan kederli tanrıça tipi, Hıristiyan sanatının Pietiı'sını,
yani Michelangelo tarafından yapılan en ünlü örneği Aziz
Petrus Bazilikası'nda bulunan, kucağında ölü İsa Mesih'i
tutan Meryem Ana heykelini andırmaktadır. Sağ olan an
nenin kederinin oğuldaki ölüme dair kayıtsızlıkla bu kadar
mükemmelce tezat oluşturduğu bu soylu görüntü en güzel
mermer kompozisyonlardan biridir. Antik Yunan sanatı
bizlere bu kadar güzel olabilen çok az eser bırakmıştır, yi
ne de hiçbiri bu kadar etkileyici değildir.59
Bu bağlamda Hieronymus' a ait çok iyi bilinen bir cümle
yi önemsemek gerekmektedir. Hieronymus, İsa'nın doğ
duğu kabul edilen Beytüllahim' de Suriyeli Tanrı Ado
nis' ten daha yaşlı olan bir koru bulunduğunu ve bebek
İsa'nın ağladığı yerde Venüs'ün aşığının da ağladığını söy
lemektedir.60 Hieronymus açıktan ifade etmese bile Adonis
korusunun, İsa'nın doğumundan sonra bu kutsal yeri leke
lemek amaayla putperestler tarafından dikildiğini düşü
nür gibi görünmektedir. Ancak bu konuda yanılıyor olabi-
280
lir. Daha önceden de belirttiğim gibi, Adonis gerçekten de
ekinin ruhu idiyse, bu yer için Beytüllahim'den, yani "Ek
mek Evi"nden61 daha uygun bir ad bulunamayacağı gibi,
Adonis'e de kendi Ekmek Evi'nde "Ben hayatin ekmeği
yim"62 diyen İsa'nın doğumundan yüzyıllar önce tapılmış
olması mümkündür. Beytüllahim'de Adonis'in İsa'dan
sonra var olduğu hipotezinde dahi, ikisinin ölüm ve yeni
den dirilişlerinin temsil edildiği ayinlerin benzerliğini ha
tırladığımızda, Hıristiyanların Efendilerine bağlılıklarının
kederli Adonis imgesini kendilerine döndürmüş olabilme
ihtimali bize o kadar da etkileyici gelmez. Yeni tanrıya en
eski tapınma yerlerinden biri Antakya idi ve daha önce
gördüğümüz gibi,63 eski tanrının ölümünün büyük bir
ciddiyetle anıldığı yer de yine Antakya idi. Julianus'un
Adonis festivali sırasında kente girişinde yaşanan bir du
rum kutlama tarihine bir miktar ışık tutabilir. İmparator
şehre yaklaşınca sanki tanrıymış gibi dualar eşliğinde kar
şılanmış ve Kurtuluş Yıldızı'run doğu yönünden Üzerleri
ne doğduğunu söyleyen büyük kalabalığın sevinç naraları
karşısında şaşırmıştı.64 Kuşkusuz bu, Doğulu bir dalkavuk
281
kalabalığın Roma İmparatoru'na gösterdiği şakşakçılıktan
başka bir şey olmayabilir. Ama aynı zamanda, parlak bir
yıldızın yükselişiyle birlikte festival işaretinin verilmesi ve
tesadüf eseri tam da imparatorun yaklaşbğı sırada yıldızın
doğu ufkundan yükselmesi de olabilir. Eğer gerçekleşmiş
se, bu rastlantının babl inançlı ve heyecanlı kalabalığın ha
yal gücünü harekete geçirmesi ve imparatoru göklerdeki
işaretin haber verdiği tanrı olarak görmüş olması da
mümkündür. Ya da imparator yıldız için atılan sevinç na
ralarını kendisi için atılıyor sanmış olabilir. Adonis'in tan
rısal sevgilisi Astarte de Venüs gezegeniyle özdeşleştiril
miş ve sabahtan akşama geçirdiği değişim, ortaya çıkış ve
gözden kayboluşlarına bakarak kehanetlerde bulunan Ba
billi astronomlar tarafından dikkatle kayda geçirilmişti.65
Dolayısıyla Adonis festivalinin her zaman Venüs'ün Sabah
ya da Akşam Yıldızı olarak ortaya çıkışına denk geldiği
sonucuna varabiliriz. Ancak Antakyalıların festival sıra
sında selamladığı yıldız Doğu' da görülmüştü; dolayısıyla,
eğer gerçekten Venüs idiyse, sadece Sabah Yıldızı olabilir
di. Ünlü bir Astarte tapınağının bulunduğu Suriye'nin Af
ka bölgesinde dini törenlerin başlama işareti belli bir gün
de bir yıldız gibi Lübnan Dağı'nın doruğundan Adonis
nehrine düşen bir meteorun görünmesiyle verilmekteydi.
Meteorun, Astarte'nin kendisi olduğu66 düşünülmekteydi
282
ve doğal olarak havadaki uçuşu da şehvetli tanrıçanın aşı
ğının kucağına düşmesi olarak yorumlanmaktaydı. An
takya ve diğer yerlerde Sabah Yıldızı'nın festival günü gö
rünmesi aşk tanrıçasının ölmüş sevgilisini toprak yatağın
dan uyandırıp kaldırması olarak selamlanmış da olabilir.
Eğer böyleyse, buradan doğunun bilgelerini Beytüllahim' e
yani Hieronymus 'un bebek İsa'nın ağladığını ve Adonis'e
ağıtlar yakıldığını duyduğu yere yönlendiren şeyin Sabah
Yıldızı olduğu sonucuna varabiliriz.
283
.
2. KiTAP
ATTİS
1. Bölüm
Attis Miti ve Ayini
1 Attis mitine dair antik döneme ait edebi ve yazıt niteliğindeki kanıtlar
Mr. H. Hedping'in monografisinde bir araya getirilerek tartışılmıştır, At
tis, seine Mythen und sein Kıılt (Giessen, 1903).
2 Hippolytus, Refutatio omniıım haeresium, v. 9, s. 168 (ed.) L. Duncker ve
F. G. Schneidewin (Gottingen, 1859); Socrates Scholasticus, Historia Ecc/e
siastica, iii. 23. 51 vd.
3 Büyük Ana, Tanrıların Anası olan ve hem hayvansal hem bitkisel bütün
yaşamın kaynağı olarak görülen Kibele için bkz. Rapp, "Kybele" madde
si, W. H. Hoscher, Lexicon der griech und röm. Mythologie içinde, ii. 1638
vd.
• "Lukianos, /upiter Tragoedus, 8, s. 60" üzerine şerh, (ed.) H. Rabe (Leip
zig, 1906), (cilt. iv. p. 173 ed. C. Jacobite); Hippolytus, Refutatio omnium
haeresium, v. 9, ss. 1 68, 170 (ed.) Duncker ve Schneidewin.
287
badem her şeyin babası olarak görülürdü, çünkü çıplak
dallarda yaprakların çıkmasından önce açan leylak rengi
narin çiçeği5 ilkbaharın ilk habercilerinden biriydi. Bu tür
bakire anne öyküleri, çocukların kadın-erkek arasındaki
ilişkilerin sonucu olduğunu henüz bilmeyen insanların ço
cuksu bir cehaletinin kalınhlandır. Varlığını sürdüren en
ilkel vahşiler, yani orta Avustralya'nın aborijin kabileleri6
arasında hala hakim olan bu cehalet bir dönem kuşkusuz
ki bütün dünyaya hakimdi. Hatta insanların doğanın yasa
larını daha iyi anlamaya başladığı sonraki zamanlarda bile
bu yasaların istisnalarının olabileceği ve mucizevi varlıkla
rın hayalında erkek eli değmemiş bir kadından mucizevi
olarak dünyaya gelebilecekleri kabul edilmekteydi. Filis
tin' de bugün bile kadınların cinlerden ya da ölmüş kocala
rının ruhundan hamile kalabileceklerine inanılmaktadır.
Nebk'te böyle bir birlikteliğin meyvesi olduğuna inanılan
bir adam vardır ya da son zamanlara kadar vardı, basit
halk annesinin erdemini asla sorgulamamıştı.7 Attis'in
ölümüne dair iki ayrı öykü mevcuttur. Bir anlahma göre
tıpkı Adonis gibi bir yaban domuzu tarafından öldürül
müştü. Diğer anlatıma göre bir çam ağacının altında ken
dini hadım ederken aşırı kanama sonucu ölmüştü. Bu ikin
ci öykünün, büyük bir Kibele merkezi olan Pessinus halkı
tarafından dile getirildiği söylenmektedir ve öykünün bir
kısmını oluşturan efsaneye antik niteliğini vurgulayan bir
kabalık ve vahşilik damga vurmaktadır.8 Her iki öykü de
288
doğrudan geleneklere dayanıyor olabileceği gibi, inananla
rın uyguladığı bazı gelenekleri açıklamak üzere üretilmiş
olabilir. Attis'in kendi cinsel organını kesme öyküsü, bes
belli, tanrının hizmetine girmeden önce kendilerini hadım
eden rahiplerinin kendi cinsel organlarını kesmelerini açık
lamaya yönelik girişimdir. Yaban domuzu tarafından öl
dürülme öyküsü, kendisine tapanların, özellikle de Pessi
nus halkının niçin domuz yemediğini açıklamak için anla
tılmış olabilir.9 Aynı şekilde Adonis'e tapanlar da domuz
dan uzak dururlardı, çünkü tanrılarını bir yaban domuzu
öldürmüştü. Attis'in öldükten sonra çam ağacına dönüş
tüğü söylenmektedir.10
Frigyalı Tanrıların Anası'na tapınma Hannibal'le yapılan
uzun mücadelenin sonlarına doğru, M.Ö. 204'te Romalılar
tarafından da benimsenmişti. Çünkü yorgun ruhları,
Sibylline Kitapları denilen kitaplarından; şu karmakarışık
ve anlamsız -ama kullanışlı- kitaplarından alınan, büyük
Doğu tanrıçasının Roma'ya getirilmesi halinde yabana is
tilacıların İtalya'dan kovulacağı şeklindeki kehanetle se
vince boğulmuştu. Bu çerçevede Filigya' daki kutsal şehri
Pessinus' a elçiler gönderilmişti. Güçlü tanrıçayı temsil
eden küçük siyah taş, elçilere teslim edilmiş ve Roma'ya
götürülmüştü. Burada büyük saygıyla karşılanan taş Pala
tino Tepesi'ndeki Zafer tapınağına dikilmişti. Tanrıça ken-
289
te ulaştığında Nisan'ın ortalarıydı, 11 gelir gelmez işe ko
yuldu. O yıl görülmemiş bir hasat yaşandı, 12 ertesi yıl da
Hannibal ve askerleri Afrika'ya kaçtı. Arkasında giderek
uzaklarda solan İtalya'daki sonuna baktığında, ordularını
püskürten Avrupa'nın, Doğu'nun tanrılarından medet
umacağını hiç tahmin edemezdi. Galiplerin öncü kuvvetle
ri mağlupların artçılarının sahillerden uzaklaşmasını bile
beklemeden, çoktan İtalya'nın kalbine yerleşmişti bile.
Her ne kadar dile getirilmese de buradan Tanrıların
Anası'nın Bah'daki yeni evine giderden yanında genç sev
gilisine ya da oğluna tapınmayı da getirdiği sonucuna va
rıyoruz. Tabii Romalılar Cumhuriyet'in sona ermesinden
önce Galli'yi ve Attis'in hadım rahiplerini biliyordu. Doğu
lu kostümleri içinde, boyunlarına asılmış küçük figürlerle
bu cinsiyetsiz varlıklar, ellerinde tanrıçanın imgeleriyle, zil
ve teflerin eşliğinde ilahiler söyleyerek tören alayları ha
linde yürüdükleri Roma sokaklarında bilindik bir görüntü
sergilemekteydi. Fantastik gösteriden etkilenen ve çıkan
vahşi seslerle coşkuya kapılan halk ise onlara bolca sadaka
atıyor ve tanrıça figürüyle onu taşıyanları gül yağmuruna
tutuyordu. İmparator Claudius da Firigya'ya özgü kutsal
ağaç tapınmasını ve onunla birlikte muhtemelen sefahat
dolu Attis ayinlerini de mevcut Roma dininin içine katarak
bir adım daha ileri gitmişti.13 İlkbahar' daki büyük Kibele
11 Livius, xxix. 10, 1 1 ve 14. bölümler; Ovidius, Fasti, iv. 259 vd. Hero
dian, ii. 1 1 . Tanrıçayı temsil eden taş için bkz. Amobius, Adversus Natio
nes, vii. 49.
12 Plinius, Nat. Hist. xviii. 16.
290
ve Attis festivalini en iyi Roma' da gördüğümüz şekliyle
bilmekteyiz; ancak Roma törenlerinin aynı zamanda Frig
ya törenleri olduğunu öğrendiğimize göre14 Asya' daki öz
gün haliyle aralarında fark olmadığını varsayabiliriz. Fes
tival düzeni şu şekildeydi;
Mart'ın 22. günü ormandan bir çam ağacı kesilir ve Kibe
le tapınağına getirilirdi; ağaç burada büyük bir tanrı mu
amelesi görürdü. Kutsal ağacı taşıma görevi bir Ağaç
taşıyıcıları birliğine verilmişti. Ağacın gövdesi hpkı bir ce
set gibi yün sargılarla sarılıp üstüne menekşeden yapılmış
291
çelenkler konurdu, çünkü hpkı güllerle anemonların Ado
nis'in kanından çıkması gibi menekşelerin de Attis'in ka
nından çıkhğı söylenirdi. Gövdenin ortasına kesinlikle At
tis' i temsil eden, genç bir adamın kuklası bağlanırdı. Festi
valin ikinci günü, yani 23 Mart'ta asıl tören olarak bora
zanlar çalınırdı.15 Üçüncü gün yani Mart'ın yirmi dördün
cü günü Kan Günü olarak bilinirdi: Archigallus ya da yük
sek-rahip kolundan kan alıp armağan olarak sunardı.16
Bunu yapan sadece o değildi. Birbirine vuran zillerin,
gümbürdeyen davulların, çalan borazanların ve çınlayan
flütlerin vahşi ve barbar müziğiyle coşan alt düzeydeki din
adamları da başlarını sallayıp saçlarını savurarak, heye
candan kendilerinden geçmiş ve artık aaya duyarsız hale
gelmiş vaziyette sunağı ve kutsal ağacı kanlarıyla sulamak
adına çömlek kırıklarıyla bedenlerini yaralayana ya da bı
çaklarla kesene dek ortalıkta dans ederlerdi. Bu korkunç
ayin muhtemelen Attis mateminin bir parçasını oluştur
makta olup, ona yeniden dirilecek kuvveti kazandırmayı
amaçlıyor olabilir. Avustralyalı aborijinler de arkadaşları
nın yeniden dünyaya gelmesi için mezarlarının başında
aynı şekilde kendilerini keserler.17 Aynca, açıkça belirtil
mese de rahip adaylarının aynı şekilde Kan Günü'nde ve
yine aynı amaçla erkekliklerini kurban ettiklerini varsaya
biliriz. Dini çoşkunun doruğuna çıkan adaylar kestikleri
organlarını zalim tanrıça figürüne atardı. Arhk işe yara
mayan bu bereket araçları saygıyla paketlenip toprağa ya
da Attis'in yeniden hayata döndürülmesini ve doğanın
bahar güneşinin altında yeniden dirilerek yaprak ve çiçek
lere bürünmesini hızlandırmak için kullanıldıkları yeral-
17 Tlıe Magic Art and tlıe Evolution of Kings, i. 90 vd., 101 vd.
292
tındaki kutsal Kibele bölmelerine18 gömülürdü. Attis'in
annesinin, Attis'in bir tür ikizi olan Agdestis adlı bir insan
canavarın kesik cinsel organlarından çıkan narı kucağına
koyarak hamile kaldığım anlatan ilkellere ait bir öykü bu
yorumu doğrulamaktadır.19
Bu yorumda bir gerçeklik payı varsa eğer, niçin diğer
Asya bereket tanrıçalarına da hadım rahipler tarafından
hizmet edildiğini kolayca anlayabiliriz. Bu kadın tanrılar
kutsal aşıkları temsil eden erkek rahiplerinden yararlı iş
levlerini yerine getirme araçlarını bırakmalarını istemek
teydi; kendileri hayat veren enerjiyle hamile kalır ve bunu
dünyaya aktarırlardı. Efesli Artemis20 ve Hierapolis'teki
tapınağın sahibi; haaların akınına uğrayan ve Asur, Babil,
Fenike, Arabistan' dan gelen armağanlarla zenginleşerek
görkemli günlerinde Doğu'nun en çok rağbet gören tapı
nağının sahibi, Suriyeli büyük Astarte21 gibi tanrıçalar bu
şekilde hadım rahipler kullanmaktaydı.22 Bu Suriyeli tanrı-
293
çanın cinsiyetsiz rahipleri Kibele'nin rahiplerine o kadar
çok benzemekteydi ki bazıları bunların aynı tanrıçalar ol
duğunu düşünrnekteydi.23 Bunların kendilerini dini yaşa
ma adayış biçimleri de aynı şekilde benzerdi. Hierapolis'te
yılın büyük festivali, Suriye'den ve çevre bölgelerden ka
labalıkların tapınağa akın ettiği ilkbaharın başına denk
gelmekteydi. Flütler çalınıp davullar vurulur ve hadımlar
bıçakla kendilerini doğrarken, dini coşku adeta bir dalga
gibi, bunları seyreden kalabalığa yayılır ve sırf festivali iz
lemek için gelen birçok kişi aklına bile gelmeyen şeyler
yapardı. Müzikle kanı kaynayan ve gözlerinin önünde
akan kanın etkisiyle adeta kendinden geçen birçok erkek
üstündekileri bir kenara fırlatıp haykırarak ortaya fırlar ve
bu amaçla kenarda duran kılıçlardan birini kapıp oracıkta
kendi cinsel organını keserdi. Sonra o kanlı parçaları eline
alıp şehrin içinde koşar ve bunları o çılgınlık anında
önünden geçtiği evlerden birinin içine ahverirdi. Ev sahibi
de böylece ona artık ömür boyu giyeceği bir kadın kıyafeti
ve kadın süsleri verme onuruna erişmiş olurdu.24 Duygu
karmaşası geçip de adam kendine geldiğinde bu geri dö
nülemez işlemi genellikle derin bir üzüntü ve ölene kadar
süren bir pişmanlık izlerdi. Catullus ünlü bir şiirinde fana
tik bir dini coşku anını izleyen bu ani duygusal değişimi
çok güzel anlatmaktadır.2s
nun mitlerdeki Attis değil, onunla aynı adı taşıyan ve tanrısının aalarını
çeken, Attis'in sıradan rahiplerinden biri olduğu şeklindeki düşüncesine
ben de katılıyorum. Şiir bu gözle okunduğunda daha da güç kazanmak
ta ve daha etkileyici olmaktadır. Kendi insanımızın gerçek üzüntüleri
bizleri hayali tannlannkinden daha fazla etkilemektedir.
Erkekliğin kurban edilmesi ve hadım rahiplik kurumu çok yaygın ol
mamakla birlikte bu uygulamaya birkaç örnek daha eklemek mümkün
dür. Karya'daki Stratonikeia'da bir hadım, Zeus ve Hekate tapınmasıyla
bağlantılı olarak kutsal bir yere sahipti (Corpus lnscriptionum Graecarum,
No. 2715). Eustathius'a göre ("Homeros, lllias, xix. 254"e şerh, s. 1 183)
294
Mısır rahipleri erkekliklerini tanrılara kurban etmiş hadımlardan oluş
maktaydı. Kore'de, "Chu-il olarak bilinen, on ikinci ayın belli bir gece
sinde üç yüz kadar saray hadımı ertesi yılki hasadın iyi geçmesi için bir
ayin düzenlerdi. Koro halinde ilahiler söyler, ellerindeki yanan meşalele
ri bir süre etraflarında döndürürlerdi. Bunun, tarla fareleriyle diğer za
rarlıları yok etmek için ölen otların yakılmasını simgelediği söylenir."
Bkz. W. Woodville Rockhill, "Notes on some of the Laws, Customs, and
Superstitions of Korea," The American Anthropologist, iv. (Washington,
1891) s. 185. Bkz. lsabella Bird, Korea and her Neighbours (Londra, 1 898), ii.
56 vd. Güney Nijerya Ekoilerinde bol hasat ve gökgürültülerinden ko
runmak için düzenlenen festivallerde hem erkeklerin hem de kadınların
cinsel organlan kesilirdi. Görünüşe göre kurbanlar kan kaybından ölür
dü. Bkz. Amaury Talbot, in the Shadow of the Bush (Londra 1912), ss. 74
vd. Mr. Talbot bana şöyle yazıyor: "Idua'da kısa bir süre önce korkunç
bir olay meydana geldi, bir adam kendi membrum virile'sini kesti" (Eket,
Nr Calabar, Güney Nijerya, 7 Şubat 1 91 3 tarihli mektup). Kongo'daki Ba
sundilerle Ba-bwendelerde birçok genç "kendini fallik tapınmaya daha
çok verebilmek için hadım ediliyor. Sahilden içerilere gittikçe bu vakala
rın sayısı arhyor. Manyanga ve Isangila arasındaki kimi köylerde yeni
ayı kutlamak üzere tuhaf hadım dansları yapılıyor, kanatları kesilmiş
beyaz bir horoz canlı canlı havaya ahlıyor ve yere düşerken hadımlar ta
rafından yakalanıp tüyleri yolunuyor. Bana ilk başlarda bu törende in
sanların kurban edildiği, genç bir erkek ya da kızın hadımlar tarafından
havaya atılıp, düşerken parça parça edildiği, ancak sonraki yıllarda köle
lerin azalmasıyla ya da kurban törenlerinin yumuşamasıyla beraber in
sanın yerini beyaz horozun aldığı" söylendi (H. H. Johnston, "On the
Races of the Congo," /ournal of the Anthropological lnstitute, xiii. (1884), s.
473; bkz. aynı yazar, The River Congo, Londra, 1 884, s. 409). Hindistan' da
doğuştan hadım olan ya da bir şekilde sonradan hadımlaşan erkekler
zaman zaman Huligamma adlı bir tanrıçaya adanmaktadır. Bunlar kadın
kıyafetleri giyerler, dolayısıyla kadınlarla karıştırıldıkları olur. Aynca ik
tidarsız olan ya da iktidarsız olduğunu düşünen erkekler kadın gibi gi
yinebilir ve erkeklik organlarından kurtulma umuduyla tanrıçaya hiz
met edebilir. Bkz. F. Fawcett, "On Basivis," /ournal of the Anthropological
Society of Bombay, ii. 343 vd. İngiliz seyyah Alexander Hamil ton, Pegu' da
toprak tanrıları adına yapılan bir dansa tanıklık etmişti. "Dansçılar ge
nellikle bu ülkede sayısı çok olan hermafroditlerden seçilir. Dokuz tane
sinin yarım saatten uzun bir süre deliler gibi dans ettiğini gördüm; sonra
bazıları yere düşerek kasılmaya başladı ve yarım saat boyunca ağızla
rından köpük geldi; kendilerine geldiklerinde o yıl ekin hasadının bol ya
da az olacağı gibi ve o anla ilgili başka kehanetlerde bulundular. Bütün
bunlar kendinden geçmiş dansçıların vecd haline geçerek tanrılarla kur
duğu o yarım saatlik iletişimin bir sonucuydu" (A. Hamilton, "A New
295
Bu Suriyeli tapınmaaların benzer davranışları, benzer
Kibele tapınmasında da, Yaralı aşığından damlayan kırmı
zı damlalardan fışkırdığı varsayılan menekşeler çamların
arasında açarken tanrıça için düzenlenen ilkbahar ayinleri
çerçevesindeki Kan Günü'nde erkekliğin kurban edildiği
görüşünü doğrulamaktadır. Attis'in kendini bir çam ağa
cının altında hadım etme öyküsü26 aslında bu rahiplerin
Attis adına düzenlenen festivalde kutsal menekşelerle süs
lenmiş ağacın yanında aynısını yapmasına gerekçe olarak
üretilmiştir. Her halükarda, Kan Günü'nde Attis için yas
tutulduğundan ve tören sonunda kuklasının gömüldü
ğünden kuşku duyamayız.27 Mezara koyulan figürle ağaca
asılan figür muhtemelen aynıydı.28 Tapınanlar yas dönemi
boyunca ekmek orucu tutardı, çünkü Kibele de güya At
tis'in ölümü üzerine böyle yapmışh,29 ama gerçekte muh
temelen Harranlı kadınların Tammuz için gözyaşı döktük
leri sırada değirmende öğütülmüş hiçbir şey yememelerine
yol açan aynı nedenden dolayı o orucu tutuyorlardı.30 Böy
le bir mevsimde ekmeği ya da unu paylaşmak tanrının ya-
Account of the East lndies,", J. Pinkenton, Voyages and Travels içinde, viii.
427). Attis tapınmasında da Archigallus ya da hadım rahiplerin başı aynı
şekilde kehanetlerde bulunurdu; belki o da coşkulu bir dans sonucu
esinlenme noktasına erişiyordu. Bkz. H. Dessau, Inscriptions Latinae Selec
tae, cilt ii., böl. i., ss. 142, 143, No. 4130, 4136; G. Wilmanns, Exempla Insc
riptionum Latinarum (Berlin, 1873), cilt i., s. 36, No. 1 19a, 120; J. Toutain,
Les Cultes Paiens dans l'Empire Romain, ii. 93 vd. Suriye dininde erkeklik
organının kurban edilmesi için bk.z. T. Nöldeke, "Die Selbstentmannung
bei den Syrem," Archiv für Religionswissenschaft, x. (1907), ss. 1 50-152.
26 Amobius, Adversus Nationes, v. 7 ve 16; Servius, "Virgilius, Aen. ix.115"
üzerine.
27 Diodorus Siculus, iii. 59; Arrianus, Tactica, 33; "Nikandros, Alexiphar
296
ralı ya da kırgın bedeninin saygısızca kullanılması olarak
görülmüş olabilir. Ya da belki de oruç kutsal bir yemek
öncesi hazırlık olabilir.31
Fakat gece çökünce inananların kederi sevince dönüşür
dü. Çünkü bir anda karanlıkta bir ışık parıldardı; işte me
zar açılmış ve Tanrı ölüm uykusundan uyanmıştı. Rahip
ağlayan ağıtçıların dudaklarına melisa yağı sürerken, bir
yandan da kulaklarına yumuşak bir şekilde kurtuluş müj
desini fısıldardı. Tanrının yeniden dirilişi, takipçileri tara
fından kendilerinin de mezarın çürümüşlüğünden zaferle
çıkacaklarının vaadi olarak görülürdü. Ertesi gün yani ilk
bahar gündönümü olarak kabul edilen Mart'ın yirmi be
şinci günü kutsal yeniden diriliş çılgınca sevinç nidalarıyla
kutlanırdı. Roma' da ve muhtemelen diğer yerlerde bu kut
lama karnavala dönüşürdü. Neşe Festivali'ydi (Hilaria) bu.
Her şey serbestti. Herkes istediğini yapıp istediğini söyle
yebilirdi. İnsanlar kılık değiştirerek sokaklarda dolaşırdı.
Hiçbir yüksek mevki en basit vatandaşın cezalandırılması
na neden olacak kadar yüksek ya da kutsal değildi. Com
modus'un saltanatında bir fesatçı çetesi bu kılık değiştir
meyi fırsat bilerek, İmparatorluk Muhafızları gibi giyinip
eğlenenlerin arasında karışmak suretiyle imparatorun ya
nına yaklaşarak onu bıçaklamayı planlamıştı. Ama komplo
başarılı olamamıştı.32 Hatta amansız Alexander Severus bi
le bu neşe gününde bir köylüyü yakınına kabul edecek ka
dar gevşemişti.33 Ertesi gün, yani Mart'ın yirmi altıncı gü-
297
nü, istirahat günü ilan edilirdi ki bu kadar heyecan ve eğ
lenceden sonra buna gerçekten ihtiyaç vardı.34 Roma festi
vali nihayet Mart'ın yirmi yedinci günü Almo ırmağına
doğru yapılan toplu yürüyüşle sona ererdi. Yüzü, pürüzlü
siyah taştan yapılma gümüş tanrıça figürü öküzler tarafın
dan çekilen bir arabaya konurdu. Önünde çıplak ayaklı
soylular bulunan araba borazan ve davulların yüksek sesli
melodilerinin eşliğinde Porta Capena' dan yavaşça hareket
ederek, Roma surlarının hemen dışında Tiber' e karışan
Almo'nun kıyısına inerdi. Mor cübbeli yüksek rahip bura
da araba ve figürle diğer kutsal nesneleri akarsuda yıkardı.
Araba ve öküzler dönüşte taze ilbahar çiçekleriyle süsle
nirdi. Herşey sevinç ve eğlenceden ibaretti. Daha kısa bir
süre öncesine kadar akan kanlar unutulurdu. Hatta hadım
rahipler bile yaralarını unuturdu.35
İlkbahardaki Attis'in ölüm ve yeniden diriliş törenleri iş
te böyle gerçekleşmekteydi. Ancak bu genel ayinlerin ya
nında, muhtemelen tapınan kişiyi, özellikle de rahip ada
yını tanrısıyla daha yakın iletişime sokmayı amaçlayan ba
zı gizli veya mistik törenler de düzenlenmekteydi. Ne ya
zık ki bu gizemli törenler ve tarihleri hakkında çok az bil
gimiz var, ancak bunların kutsal bir yemeği ve kan vaftizi
ni de içerdiği görülmektedir. Kutsal yemekte aday, coşku
cus, Argonaut., viii. 239 vd.; Martial, iii. 47. I vd.; Ammianus Marcellinus,
xxiii. 3. 7; Amobius, Adversus Nationes, vii. 32; Prudentius, Peristephan. x.
154 vd. Tannça figürünün tasviri için bkz. Amobius, Adversus Nationes,
vii. 49. Kartaca'da tanrıça yıkanmaya arabada değil tahhrevanda götürü
lürdü (Augustinus, De civitate Dei, ii. 4). Frigya'da yıkanma faslı festiva
lin bir parçasıydı; bu gelenek Romalılardan geçmişti (Arrianus, Tactica,
33). Cyzicus'ta, bir tür Kibele olan Placianialı Ana'ya "bahriyeli" denilen
ve görevleri tannça figürünü denizde yıkamak olan kadınlar tarafından
hizmet edilirdi (C. Michel, Recueil d'Inscriptions Grecques Brüksel, 1900,
ss. 403 vd., No. 537). Bkz. ayrıca, J. Marquardt, Römische Staatsverwaltuııg,
iii. 373; H. Hepding, Attis, ss. 133 vd .
298
veren Attis orkestrasının başlıca enstrümanları olarak ka
bul edilen bir davuldan yemek yiyip bir zilden içerek gi
zemleri paylaşmış olurdu.36 Ölü tanrı için tutulan yasa eş
lik eden oruç,37 kişinin bedenini bulaşmış her türlü kirden
kutsal unsurlara dokunmak suretiyle arındırarak ayine ha
zırlamayı amaçlıyor olabilir.38 Vaftiz sırasında, başına alhn
bir taç takılan kişi ağzı ahşap bir kafesle kapatılmış çukura
inerdi. Sonra çiçekten çelenklerle süslenen ve alnına parıl
dayan bir alhn yaprak konulan bir boğa kafesin üstüne sü
rülür ve orada kutsanmış bir mızrakla öldürülürdü. Hay
vanın oluk gibi akan sıcak ve pis kanı aralıklardan aşağı
dökülürken, çukurdaki kişi bu kanı büyük bir iştahla be
deninin ve kıyafetinin her yerine sürerdi. Ardından, tepe
den hmağa kandan sırılsıklam olmuş ve kızıla bürünmüş
halde, üzerinden kanlar damlayarak ve boğanın kanında
günahlarından arınıp ebedi yaşama yeniden doğmuş biri
olarak, arkadaşlarının saygılı ve hatta hayranlık dolu ba
kışları altında çukurdan çıkardı.39 Bunun ardından yeni
36 İ skenderiyeli Klements, Protrept. ii. 15, s. 13, (ed.) Potter; Firmicus Ma
temus, De errore profanarum religionum, 18.
37 Bkz. yukarıda, s. 297.
311 H. Hepding, Attis, s. 185.
299
doğan bebek gibi bir süre sadece sütle beslenerek kendisi
ne sanki yeni doğmuş gibi davranılırdı.40 Bu kişinin yeni
den doğuşuyla tanrısının yeniden doğuşu aynı zamana,
yani ilkbahardaki gündönümüne denk gelirdi.41 Roma'da
yeniden doğuş ve günahların boğa kanıyla temizlenmesi
uygulamaları Vatikan Tepesi'ndeki Frigya tanrıçasının ta
pınağında ya da büyük Aziz Petrus bazilikasının bugün
bulunduğu noktaya yakın bir noktada gerçekleştirilirdi; zi
ra 1608 veya 1609 yılındaki kilise genişletme çalışmaları sı
rasında ayinlere dair birçok yazıt bulunmuştur. Bu barbar
ca hurafe, merkezi olduğu Vatikan' dan Roma İmparator
luğu'nun diğer bölgelerine yayılmış görünmektedir. Gal
ya' da ve Almanya' da bulunan yazıtlar yerel tapınakların
ritüllerinde Vatikan'ı örnek aldığını göstermektedir. Yine
aynı kaynaktan bu törenlerde boğa testislerinin yanı sıra
boğa kanının da önemli bir rol oynadığını öğrenmekteyiz.
Bunlar muhtemelen doğurganlık ve yeni doğumu hızlan
dırma hlsımları olarak görülmekteydi.
vd.; J. Toutain, Les Cııltes Pai'ens dans l'Empire Romain, ii. 84 vd.; G. Wis
sowa, Religion ıınd Kııltııs der Römer, ss. 322 vd. Özgün Kibele tapınma
sında taııroboliıım bulunmamakla beraber, muhtemelen görece sonraki
bir tarihte, M.S. 2. yüzyılda benimsenmiş olmalıdır. Kaynağı net değil
dir. Eski yazıtlann çoğunda bu ayinden taııropoliıım diye söz edilmekte
olup, doğru sözcüğün bu olduğu ve Asya tanrıçası Artemis Tauropolis
tapınmasından geldiği iddia edilmektedir (Strabon, xii. 2, 7, ss. 537).
Prof. F. Cumont da daha önce bu görüşteydi (Pauly-Wissowa, Real
Encyclopiidie der classischen Altertumswissenschaft içinde, "Anaitis" mad
desi, i. 2. ol. 2031); ancak bugün taurobolium'u benimsemekte ve hem
adın hem de ayinin Anadolu'daki antik kementle vahşi boğa yakalama
geleneğinden geldiğini savunmaktadır.
40 Sallustius philosophus, "De diis et mundo," iv., Fragmenta Philosopho
300
il. B ölüm
Bitki Tanrısı Olarak Attis
301
her halükarda bu hadım rahiplerin bedenlerine sarmaşık
yaprakları dövmeleri yaptırdığını okumaktayız. Çamın
kutsal olmasının bir başka nedeni de yararlılığıydı. Fıstık
çamının kozalaklarında kuruyemişe benzeyen ve antik
çağlardan beri yiyecek olarak kullanılıp örneğin Roma' da
yoksul sınıflar tarafından hala da yenilmekte olan çekir
dekler bulunmaktadır. Ayrıca bu çekirdeklerden şarap ya
pılmaktadır. Nitekim antik dönemdekilerin Dionysos ayin
lerine benzettiği .Kibele ayinlerinin orjiyi andıran yapısı
kısmen buradan kaynaklanmaktadır. Bunun dışında, çam
kozalakları bereket sembolü ya da aracı olarak görülmek
teydi. O yüzden Tesmophoria festivalinde, toprağı ve ka
dınların rahimlerini canlandırmak için kutsal Demeter'in
mezarına domuzların ve diğer doğurganlık araç ve simge
lerinin yanında kozalak da atılmaktaydı.
Ağaç-ruhların geneli gibi Attis'in de toprağın ürünleri
üzerinde gücünü kullandığı hatta ekinle aynı olduğu dü
şünülmekteydi. Attis'in lakaplarından biri "çok bereketli"
idi; ona "Ekinin olgunlaşmış yeşil (ya da san) başağı" da
denirdi. Onun acıları, ölümü ve yeniden dirilişi orakçı ta
rafından yaralanıp tahıl ambarına gömülen ve toprağa
ekildiğinde yeniden yaşama dönen olgun taneciğin acısı,
ölümü ve yeniden dirilişi olarak görülürdü. Roma' daki La
teran Müzesi'nde bulunan bir Attis heykeli toprağın ürün
leriyle ve özellikle de ekinle olan ilişkisini açık biçimde
göstermektedir; burada heykel elinde bir demet buğday
başağıyla ve başında çam kozalakları, nar ve öteki ürün
lerden bir taçla tasvir edilirken, Firigya başlığından buğ
day başakları sarkmaktadır. Bir Archigallus'un ya da yük
sek Attis rahibinin küllerinin bulunduğu taştan ayaklı va
zoda aynı düşünce hafif farklı biçimde ifade edilmektedir.
Ayaklı vazonun üst kısmı kabartma şeklinde oyulmuş
buğday başaklarıyla süslü olup onun üstünde de başak
şeklinde kuyruğu olan bir horoz tasviri vardır.2 Aynı şe-
302
kilde Kibele de dünyanın meyvelerini üreten ya da onları
bozan bir bereket tanrıçası olarak görülmekteydi; çünkü
Galya' daki Augustodunum (Autun) halkı bağ ve bahçele
rinin bereketi için arabalarında onun figürünü taşır, o figü
rün önünde dans edip şarkı söylerlerdi;3 ayrıca İtalya' da
olağanüstü bereketli bir hasadın Büyük Ana'nın gelişine
bağlandığını da görmüştük.4 Tanrıça tasvirinin bir ırmakta
yıkanması pekala ekinlerin bolca su almasına yönelik bir
yağmur büyüsü olabilir. Yahut da, Mr. Hepding'in iddia
ettiği gibi, festivalde Afrodit'le Adonis'in birleşmesi gibi
Kibele'yle Attis'in birleşmesi temsil edilmiş olabilir; tanrı
çanın yıkanması da tıpkı insanların evliliklerinde sık sık
görüldüğü gibi gelinin törensel biçimde arınması olabilir.5
Aynı şekilde, Afrodit'in Adonis'le, Demeter'in Poseidon'la
birleştikten sonra yıkandıkları söylenmektedir.6 Hera,
Zeus'la evlendikten sonra ırmakta yıkanmışh;7 her yıl Ka-
Ixxi. 884). Burada atıfta bulunulan tanrıçanın yerel bir Galya tanrısı değil
de Kibele olduğu görüşü, daha önce de düşündüğüm gibi (Lectııres on the
Early History of the Kingship, s. 1 78), şu yazı tarafından kanıtlanmaktadır;
"Passion of St. Symphorian," böl. 2 ve 6 (Migne, Patrologia Graeca, v.
1463). Gregorius ve "Passion of St. Symphorian"ın yazarı bu tanrıçaya
Berecynthia derken, ikinci yazar "Tanrıçaların Anası" lakabının Hıristi
yan versiyonu olan "Demonlann Anası" lakabını eklemektedir.
4 Bkz. yukarıda, s. 289. Thera adasında Tanrıların Anası'na bir öküz,
303
nathos ırmağında yıkanarak bakireliğini yeniden kazarur
dı.8 Her ne şekilde olursa olsun, Kibele ve Attis'e tapanla
rın dini oruçları sırasında uyguladıkları diyet kuralları
kendini toprağın ürünlerinde ve özellikle de toprağın sak
ladığı ürünlerde dışa vurmaktaydı. Çünkü inananlar et
yedikleri halde domuz veya balık eti yemezlerdi, sebzele
rin tohum ve köklerini yemeleri yasaktı, ama bitkilerin
saplarını veya diğer kısımlarını yiyebilirlerdi.9
304
111. B ölüm
Baba Tanrı Olarak Attis
305
ğin evlilik bağından daha onurlu olduğu şeklinde sapkın
ve zararlı bir kurama dayanmamaktadır. Daha önce gös
terdiğim gibi, esas olarak babalık gerçeğinin bilinmediği
bir ilkellik durumundan kaynaklanmaktadır. Nitekim bu,
sonraki dönemlerde, yani babalığın doğasının artık öğre
nildiği ileriki tarihlerde Baba Tanrı'nın mitolojide niçin ge
nellikle Ana Tanrıça olan eşinden çok daha az önemli gö
rüldüğünü açıklamaktadır. Hazır Attis'in babalığından söz
ederken, Bitinyalıların dağların tepelerine çıkarak orada
Attis'e 'Papas' diye seslendiklerini de hatırlatmakta yarar
var. Bu geleneği, bir Bitinyalı olarak bolca gözleme şansı
bulan Arrianus6 ortaya çıkarmıştır. Buradan da Bitinyalıla
rın Attis'i bir gök-tanrı ya da -özdeşleştirildiği- Zeus gibi
göksel bir baba olarak gördüğü sonucunu çıkarabiliriz.
Eğer böyleyse, Attis ile Kibele'nin, yani Baba Tanrı ile Ana
Tanrıça'nın aşk öyküleri, Baba Gökyüzü tarafından dölle
nen Toprak Ana'yı temsil eden yaygın mitin belli bir var
yantına ait özelliklerden biri olabilir.7 Ayrıca, Attis'in ha-
Und röm. Mythologie içinde, ii. 1 648; Wagner, "Nana" maddesi, a.g.e., iii. 3
vd. Bakire Anne olarak hamile kalan diğer bir büyük bereket tanrıçası
Neith ya da Net idi. "Büyük Tanrıça, Bütün Tanrıların Anası" olarak ad
landırılmakta olup, erkek bir eş olmadan Ra'yı, Güneş'i dünyaya getir
diğine inanılmaktadır. Bkz. C. P. Tiele, Geschichte der Religion im Alter
tum, i. 1 1 1; E. A. Wallis Budge, The Gods of the Egyptians (Londra, 1904), i.
457-462. Bu son yazar şöyle demektedir (s. 462): "Eskiden Net, kendi
kendine yeten ve kendiliğinden var olan, bilinmeyen ve gizli ve her yanı
saran ebedi bir kadın yaşam ilkesinin sembolüydü; daha maddi düşü
nenler oğlu Ra'yı bir koca olmadan dünyaya getirdiğini kabul etmekle
beraber, bir çocuğun dünyaya gelmesi için bir erkek tohuma ihtiyaç ol
duğu düşüncesini akıldan çıkaramıyor ve bu durumda Ra'nın bedeninin
kendisininkiyle yine kendi içinde bulunan bir erkek tohumun döllenme
si sonucu oluştuğunu düşünüyorlardı. Dolayısıyla Net, parteno-genez
(döllenmesiz üreme) türündendi.
6 Alıntılayan; Eustathius, "Homer, il. V. 408" üzerine; Fragmenta Histori
corum Graecorum, (ed.) C. Mililer, iii. 592, Frag. 30.
7 Edward B. Tylor, Primitive Culture, i. 321 vd., ii. 270 vd. Örneğin, Bah
306
dım olma öyküsü, Kronus'un babasını, eski gök-tanrısı
Uranüs'ü8 hadım etıne ve kendisinin de kendi oğlu, genç
gök-tanrısı Zeus tarafından hadım edilmesi öyküsüyle pa
ralellik göstermektedir.9 Gök-tanrısının oğlu tarafından
hadım edilme öyküsü, bazı ırkların, örneğin Polinezyalıla
rın ilk başta birbirlerine sıkı sıkı sarıldıklarını düşündükle
ri toprakla gökyüzünün birbirinden şiddetli bir şekilde ay
rıldığı mitiyle açıklanmaktaydı.10 Ancak Galliler gibi ha-
307
dım rahipler düzeninin sadece kozmogonik bir mite da
yanması muhtemel görünmemektedir: Sırf gök-tanrısı baş
langıçta öyle oldu diye niçin sürekli hadım edilsinler? Ha
dım etme geleneği, salt dünyanın yaradılışı sırasında ya
şanan efsanevi bir olayı yansıtmak için değil, sürekli orta
ya çıkan bir ihtiyacı karşılamak üzere ortaya çıkmış olma
lıdır. Bu ihtiyaç da her yıl iklimlerin değişmesiyle tehlike
ye düşen toprağın bereketinin sağlanmasıdır. Ancak, halk
lara hakim olan eski düşünceyi, yani dünyanın nihai ola
rak güneşin sıcaklığının her yıl artmasına bağlı olan büyük
dönüşümle yıldan yıla oluştuğu şeklindeki inancı hahrla
yacak olursak, Attis rahiplerinin hadım edilmesi ve kesilen
parçaların toprağın bereketini artırmak için kullanılması
kuramı kozmogonik mitle örtüşüyor olabilir. 11 Fakat At
tis'in göksel yanıyla ilgili göstergeler bu konuda emin bir
şekilde konuşmamıza izin vermeyecek kadar azdır. Bu ya
na dair bir iz, Kibele' den aldığı söylenen ve bazı anıtlarda
kendisini simgelediği düşünülen yıldızlarla süslenmiş baş
lıkta varmış görünmektedir. Firigya' daki ay tanrısı Men
Tyrannus' a benzetilmesi aynı şeye işaret etmekle birlikte,
gerçek bir halk geleneğinden çok, muhtemelen geç dönem
lere ait bir dini spekülasyondan kaynaklanmışhr. 12
308
iV. B ölüm
Attis'in İnsan Temsilcileri
vd., 209.
309
nemlerde uygulanan insan kurban etme geleneğinin yerini
aldığı sonucuna varabiliriz. Firigya konusundaki birikimi
tartışmasız olan W. M. Ramsay, bu Firigya törenlerinde
"tannrun sembolünün her yıl muhtemelen tıpkı tanrının
kendisi gibi öldürüldüğü"4 görüşündedir. Strabon'dan5,
Pessinus rahiplerinin ayru zamanda kral olduğunu öğreni
yoruz; dolayısıyla bu rahipler, görevleri her yıl halkları ve
dünya için ölmek olan kutsal krallar ya da hükümdarlar
sınıfına ait olabilirler. Doğrudur, farklı kuşaklarda Midas
ve Gordias gibi adlar taşıdıkları anlaşılan eski Frigya kral
larının adları arasında Attis adı geçmemektedir; fakat Mi
das' ın mezarı olarak bilinen ünlü bir Frigya anıtının üs
tündeki kayaya kazınan çok eski bir yazıtta aruhn, adı At
tis'le aynı olan ve kendisi kral değilse bile kraliyet ailesin
den olması muhtemel olan Ates adlı biri tarafından Kral
Midas için yapıldığı ya da ona adandığı belirtilmektedir.6
Yine Attis'in sadece başka bir biçimi gibi görünen Atys
adının da eski bir Lidya kralına ait olarak geçiyor olması/
Lidya kralı Krezüs'ün bir oğlunun adının sadece Atys ol
makla kalmayıp bir yaban domuzu avında, soyunu Kral
Midas' a dayandıran ve bilmeden kendi kardeşini öldür
dükten sonra Krezüs'ün sarayına kaçan Frigya kraliyet ai
lesinden biri tarafından öldürülmesi ilginçtir.8 Araştırmacı-
(1888) ss. 379 vd.; aynı yazar, "A Study of Phrygian Art," /ournal of Helle
nic Studies, x. (1889) ss. 156 vd.; G. Perrot ve C. Chipiez, Histoire de /'Art
dans l'Antiquite, v. 82 vd.
7 Herodotos, i. 94. W. M. Ramsay'ye göre Lidya'yı fetheden yönetici kast
Frigya soyundan gelmekteydi (Joıırna/ of He/lenic Stııdies, ix., 1888, s. 351).
8 Herodotos, i. 34-45. Krezüs'ün Atys'in yakınına demir silah yaklaştır
mama geleneği benzer bir tabunun Attis adlı Frigya rahiplerine de uygu-
310
lar bu öyküdeki Krezüs'ün oğlu Atys'ün ölümünün Attis
mitinin tam bir kopyası olduğunu düşünmekteydi.9 Mev
cut araştırmalar sonucu önümüze gelen bilgiler ışığında10,
öldürülmüş bir tanrı mitinin kralın oğlu için anlatılması
ciddiye alınacak bir durumdur. Buradan Attis adını taşı
yan ve aynı adlı tanrıyı temsil eden Frigya rahiplerinin,
babaları, amcaları, kardeşleri veya diğer yakınlarının onla
ra tanrı rolünde öldürülme onurunu bağışlarken, doğanın
elverdiği ölçüde kendilerine kral olarak hayatta kalma ro
lünü verdikleri kraliyet ailesi üyesi ve belki de en büyük
oğulları oldukları sonucunu çıkartabilir miyiz? Eğer du
rum böyleyse Frigya' daki Midas hanedanı, en büyük oğul
larının sunağa çıkarılmaya yazgılı olduğu Yunan Athamas
hanedanıyla yakın bir paralellik gösteriyor olabilir.11 An
cak Attis adını taşıyan kutsal rahiplerin, Frigyalıların Av
rupa'dan Asya'ya geçtiklerinde fethettikleri, sonradan
Frigya adını alan topraklardaki yerli ırka mensup olmaları
da muhtemeldir.1 2 İkinci hipoteze göre rahiplerin barbar is
tilacılarınkinden daha eski ve daha yüksek bir uygarlığı
temsil etmeleri mümkündür. Öyle bile olsa temsil ettikleri
tanrı, kutsal yaşamı özellikle çam ağacıyla ilkbahar me
nekşelerinde kendini gösteren bir bitki tanrısıydı. Ayrıca
rahipler bu tanrının yapısına uygun olarak ölmüşlerse
eğer, ilkbaharda Avrupalı köylüler tarafından hala öldü-
baskı, xviii. 849 vd.; aynı yazar, "A Study of Phrygian Art," /ournal of
Hel/enic Studies, ix. (1 888) ss. 350 vd. Prof. P. Kretschmer hem Kibele'nin
hem de Attis'in Frigyalı istilacıların değil yerli, Asyalı halkın tanrıları ol
duğunu savunmaktadır (Einleitung in die Geschichte der griechischen Sprac
he, Göttingen, 1896, ss. 194 vd.).
31 1
riilme taklidi yapılan maskeli temsilcilere ve uzun zaman
önce Nemi Gölü'run ağaçlık kıyısında gerçekten öldüriilen
rahibe karşılık gelmekteydiler.
312
V. Bölüm
Asılan Tanrı
1 Diodorus Siculus, iii. 58 vd. Çoban veya sığırtmaç Marsias için bkz.
Hyginus, Fab. 165; Nonnus, Dionys. i. 41 vd. Pausanias onun bir Silenus
olduğunu söylemektedir (i. 24. 1).
2 Pausanias, x. 30. 9.
3 Apollodoros, Bibliotheka, i. 4. 2; Hyginus, Fab. 165. Birçok antik yazar
313
ki tarihlerde Kelainai' da sergilenmişti. Marsias ırmağın
gürültülü bir coşkuyla fışkırarak Küçük Menderes'le bir
leştiği bir mağaranın ağzına asılmıştı.4 Adonis de Lüb
nan'ın sarp kayalıklarının içinden dolu dolu fışkırmakta
dır; mavi İvriz ırmağı da Toros'un kızıl kayalıklarından
kristal gibi fışkırmaktadır; yeraltının derinliklerinden
gümbürdeyerek akan kaynak da Korikos mağarasının loş
ışığında karanlıktan karanlığa geçerken bir an için parıl
damaktadır. Eski insanlar bereket ve yaşam vaat eden bü
tün bu birbirine benzeyen kaynaklarda Tann'nın elini gö
rür ve yuvarlanan suyun kulaklarındaki müziğiyle gürül
deyen ırmağın yanında ona tapardı. Geleneklere güvene
cek olursak, Kelainai' daki mağarada asılan Marsias'ın
ölümünde bir harmoni vardı; çünkü ölü satirin derisinin
yerel Firigya melodilerinin sesiyle titreşmeye başladığı,
ama müzisyenin Apollon'u öven bir havaya bürünmesiyle
sağırlaşıp hareketsizleştiği söylenmektedir.5
Kibele'nin dostluğuna mazhar olan bu Firigyalı satir, ço
ban ya da sığırtmacın Kibele ayinlerine özgü müziğinde ve
onun ağacındaki yani çam ağaandaki ölümünde, tanrıça
nın gözde çobanı ya da sığırtmacı olup kaval çaldığı6, bir
çam ağaanın altında öldüğü söylenen ve tıpkı Marsias gibi
her yıl bir çama asılan bir tasviriyle temsil edilen At
tis'inkiyle yakın bir benzerlik yok mu? Buradan, eski tarih
lerde, ilkbahardaki Kibele festivallerinde Attis adını taşı
yan onun rolüne bürünen rahibin her zaman kutsal ağaca
asıldığı ya da orada öldürüldüğü, sonraları bu barbarca
geleneğin geç dönemlerde bildiğimiz şekle, yani rahibin
Roscher, Lexicon der griech. und röm. Mythologie içinde, ii. 2442). Çam ağa
cının mitte ve Kibele ritüelinde ele alınış şekli çam lehindeki antik taruk
hklıkları desteklemektedir.
� Herodotos, vii. 26; Xenophon, Anabasis, i. 2. 8; Livius, xxxviii. 13. 6:
Quintus Curtius, iii. 1. 1-5; Plinius, Nat. Hist. v. 106. Herodotos ırmağın
adının Katarraktes olduğunu söylemektedir.
5 Aelianus, Var. Hist. xiii. 21.
6 Hippolytus, Refutatio omnium haeresiıım, v. 9. s. 1 68, (ed.) Duncker ve
Schneidewin.
314
sadece bir ağacın altında bedeninden kan alıp ağaca kendi
yerine bir tasvirini astığı şekle dönüştüğü sonucuna vara
biliriz. Upsala'daki kutsal koruda erkekler ve hayvanlar
kutsal ağaçlara asılmak suretiyle kurban edilmekteydi.7
Odin'e adanan insan kurbanlar asılarak veya hem asılıp
hem bıçaklanmak suretiyle ya da bir ağaç veya darağaana
asılıp mızrakla öldürülürdü. Bu yüzden Odin' e 'Darağaç
lannın Efendisi' ya da 'Asılanların Tanrısı' da denir ve bir
darağacının altında otururken tasvir edilirdi.8 Hatta tanrı
nın nasıl sihirli rünik alfabesini öğrenerek kutsal güce ka
vuştuğunu anlatan Havamal'ın tuhaf dizelerinden öğrendi
ğimize göre onun bilindik yoldan kendi kendini kurban et
tiği söylenmektedir:
315
"Rüzgarlı ağaca asıldığımı biliyorum
Tam dokuz gece boyunca,
Mızrakla yaralanmış halde, Odin'e adamış olarak
Kendi kendimi. "9
9 Havama/, 139 vd. (K. Simrock, Die Edda, s. 55; K. Müllenhoff, Deutsche
Altertumskunde, v. 270 vd.).
ıo Fay-Cooper Cole, The Wild Tribes of Davao District, Mindanao (Chicago,
316
ünlü tapınağının yer aldığı Efes' te de rastlamak mümkün
dür. Bu, kendini asan ve bunun üzerine merhametli tanrı
çanın kendi kutsal elbisesini giydirdiği Hekate adlı kadınla
ilgili bir efsanedir.12 Aynı şekilde, Phthia'yaki Melite' de
kendini asan ama aslında bir tür Artemis olan Aspalis adlı
bir kızdan söz edilmektedir. Zira ölümünden sonra cesedi
kaybolmuş ancak Artemis tasvirinin yanında bir tasviri
bulunmuştu ve halk da ona tanrıçanın sıfatlarından biri
olan hecaerge ya da Keskin Nişana unvanını yakışhrmıştı.
Bakireler her yıl bir yavru keçiyi asarak tasvire kurban
ederlerdi, çünkü Astypalis' in kendini aslığı söylenirdi.13
Artemis tasvirini ya da insan temsilcisini asma uygulama
sının yerini bu kurban işlemi almış olabilir. Yine Rodos'ta,
Ağacın Helen'i unvanıyla güzel Helen'e tapılmaktaydı,
çünkü adanın kraliçesi, Erinyeler kılığına giren hizmetçile
rinden kendini bir dala asmalarını istemişti.14 Bir öküz ya
da ineğin ağaca asılıp dalların arasında ya da hayvanın ar
kasında duran bir adam tarafından bıçakla öldürülüşünün
tasvir edildiği Ilium paralarında Asya'daki Yunanların bu
şekilde hayvan kurban ettiklerine dair göstergeler mevcut
tur.15 Hierapolis'te de kurbanlar yakılmadan önce ağaca
rın doğru bir şekilde anladığı üzere, muhtemelen aynı türden bir ritüeli
açıklamak için uydurulmuştu. Bkz. L. Preller, Griechische Mythologie, i.
305, dipnot 2; L. R. Famell, The Cults of the Greek States (Oxford, 1896-
1 909), ii. 428 vd .. ; M. P. Nilsson, Griechische Feste (Leipzig, 1906), ss. 232
vd. Arkadya'daki Asılmış Artemis'e tapma geleneğine Callimachus da
dikkat çekmişti. Bkz. İ skenderiyeli Klemens, Protrept. ii. 38, s. 32, (ed.)
Potter.
12 Eustathius, "Homeros, Od. xii. 85" üzerine, s. 1714; 1. Bekker, Anecdota
Graeca (Berlin, 1814-1821), i. 336 vd., "AyaAµa: 'EKaTI]c;'' maddesi. Tanrı
ça Hekate, köken olarak çok farklı olmasına rağmen bazen Artemis'le
özdeşleştirilirdi. Bkz. L. R. Famell, The Cults of the Grerek States, ii. 499 vd.
1 3 Antoninus Liberalis, Transform. xiii.
1� Pausanias, iii. 1 9. 9 vd.
15 H. von Fritze, "Zum griechischen Opferritual," /ahrbuch des kaiser. de
utsch. Archiiologischen Instituts, xviii. (1903) ss. 58-67. Eleusis ritüelinde
kurban edilecek öküz bazen yerden genç erkekler tarafından kaldırılırdı.
Bkz. G. Dittenberger, Sylloge Inscriptionum Graecarum, cilt. ii. ss. 166 vd.
317
asılırdı.16 Önümüzdeki bu Yunan ve İskandinav örnekleri
ışığında, Frigya' da her yıl bir erkek-tanrının kutsal ama
ölümcül bir ağaca asıldığı sonucuna varmamak mümkün
değildir.
Tarihsel dönemlere doğru Marsias'ın derisinin yüzülüp
Kelainai 'da sergilenmesi geleneği, ölü tanrının derisini
yüzüp yeniden dirilişini ve onunla birlikte baharda bitkile
rin yeniden canlanmasını sağlama aracı olarak çam ağaa
na asma ritüelini hatırlatmaktadır. Benzer biçimde, antik
Meksika' da genellikle tanrıları temsil eden insan kurbanla
rın derileri yüzülür ve ölü tanrıların yeniden yaşama dö
nüşünü temsil eden erkekler bu kanlı derileri üstlerine gi
yerlerdi.17 Bir İskit kralı öldüğünde cariyelerinden ve saki
lerinden biri, aşçısı, seyisi, uşağı ve ulağı öldürülüp onunla
birlikte mezara gömülür, mezarın üstüne büyük bir höyük
yapılırdı. Bir yıl sonra elli hizmetçisi ve en iyi elli atı daha
boğularak öldürülür ve iç organları çıkarılıp temizlenen
bedenleri samanla doldurularak dikilir, sonra da her adam
gerçek yaşamdaki gibi koşum takımları giydirilip gem-
318
lenmiş bir ölü ata bindirilerek höyüğün etrafına dizilirdi.18
Bu tuhaf atlıların kralı koruduklarına inanılırdı. Samanla
doldurulmuş bedenlerinin dikilmesiyle hayalet olarak ye
niden dirilmeleri sağlanmış olurdu.
Ortaçağ' da yaşayan seyyah de Plano Carpiri'nin Moğol
cenaze törenleriyle ilgili anlattıkları İskitlerdeki aynı anla
yışın burada da görüldüğünü göstermektedir. Seyyah, soy
lu bir Moğol öldüğünde, geleneğe göre, eyerli ve dizginli
atı, bir kısrağı ve bir tayıyla birlikte çadırın ortasına gö
müldüğünü söylemektedir. Ayrıca başka bir atın da eti ye
nilip, gönü samanla doldurulur ve direklerle ayağa diki
lirdi. Bütün bunların amacı ölen kişinin öbür dünyada
içinde yaşayacak bir çadıra, sütünü sağacağı bir kısrağa,
binebileceği bir ata sahip olmasını sağlamaktı. Ayrıca etini
yedikleri atın kemikleri de ölünün ruhunun huzura ka
vuşması için yakılırdı.19 Ondördüncü yüzyılda Pekin'i zi
yaret eden Arap seyyah İbn Battfıta savaşta öldürülen bir
Çin imparatorunun cenazesine tanıklık ehnişti. Ölen hü
kümdar dört genç kadın köle ve altı muhafızla birlikte bir
yer altı mezarına gömülmüş ve üstüne adeta bir tepeye
benzeyen bir höyük yığılmıştı. Ardından dört at artık ko
şamayacak hale gelinceye kadar höyüğün etrafında koştu
rulduktan sonra öldürülüp kazıklara geçirilerek mezarın
yanına dikilmişti.20 Bir Patagonya Kızılderilisi ölünce bazı
mallarıyla birlikte çukura gömülür. Sonra en sevdiği atı
öldürülüp derisi yüzülür ve içi samanla doldurulduktan
sonra başı mezara bakacak şekilde kazıklara dikilir. Bir şef
öldüğünde dört at kurban edilir ve her biri mezarın dört
yanına dikilir. Ölenin giysileriyle diğer malzemeleri yakılır
319
ve son olarak at etiyle ziyafet verilir.21 İskitler ruhun
ölümden sonra da varlığını koruduğuna ve etki edebilece
ğine kesinlikle inanmaktaydı. İskit kabilelerinden biri olan
ve esirlerinin kafasını kesip, ruhlarının hanelerini koruma
sı için evlerinin üstündeki, özellikle de bacalardaki kazık
lara geçiren Kırım Taurilerinin uygulamaları da bunu ka
nıtlamaktadır.22 Borneolu bazı vahşiler çok sevdikleri insan
kafası kesme geleneklerini benzer bir nedene bağlamakta
dır. Bir Kaya şefi, "Bu gelenek korkunç değil. Bize babala
rımızdan, babalarımızın babalarından miras kalan eski, iyi,
yararlı bir gelenek; bizi kutsuyor, bol hasat getiriyor, has
talıklardan ve acılardan koruyor. Bir zamanlar düşmanı
mız olanlar artık koruyucularımız, dostlarımız ve velini
metlerimiz oldular" demişti.23 Yani ölüleri dost ve müttefi-
21R . Fitz-roy, Narrative of the Surveying Voyages of His Majesty 's Ships "Ad
venture" and "Beagle" (Londra, 1839), ii. 155 vd.
22 Herodotos, iv. 103. İskitlerin çoğu ölen düşmanlarının derisini yüzüp
ahşap bir çerçeveye gererek at üstünde dolaştırırdı (Herodotos, iv. 64).
Muhtemelen ölülerin ruhlarının, kalıntılarını taşıyan adama eşlik ve
hizmet ettiğine inanılmaktaydı. Ayrıca bu geleneğin ölüden barbarca in
tikam almaktan başka bir şey olmaması da mümkündür. Nitekim bir
Pers kralının düşmanının derisini yüzüp içini samanla doldurduktan
sonra yüksek bir ağaca astığı bilinmektedir (Procopius, De bello Persico, i.
5. 28). Heretikler önderi Mani, Pers kralının oğlunu iyileştiremeyince işte
böyle bir muameleye uğramıştı (Sokrates, Historia Ecc/esiastica, i. 22;
Migne, Patrologia Graeca, lxvii, 137, 139). Ancak bu ceza bir tür dini ayin
olarak da görülmüş olabilir. İlk Portekizli misyonerlerin İsalı çarmıhları
nı gören Beninli siyahiler, insan kurbanlarını çarmıha germe fikrini on
lardan öğrenmiş görünmektedir. Bkz. H. Ling Roth, Great Benin (Halifax,
1 903), ss. 14 vd.
23 W. H. Fumess, Home-Life of Borneo Head-Hunters (Philadelphia, 1902), s.
59. Hose ve McDougall'a göre, kafataslarına hayat veren ruhlar, başları
omuzlarından alınan kişilerin ruhları değil gibidir. Ancak (Toh adı veri
len) ruhlar başlarda veya onların etrafında durur ve "evdeki varlıkları
nın oraya bir şekilde, özellikle de iyi hasat şeklinde refah getirdiği düşü
nülür; başlar evin refahı için o kadar gereklidir ki evde çıkan yangın ne
deniyle başlar kaybolacak olsa ve savaş ihtimali de yoksa, halk başka bir
ahbabın evindeki baştan ya da onun bir parçasından medet umar ve bil
dik törenlerle onu kendi evlerine getirirler." Bkz. C. Hose ve W. McDou
gall, The Pagan Tribes of Borneo (Londra, 1912), ii. 20, 23.
320
ke çevirmek için gereken tek şey, festivalde köye getirildik
lerinde kafataslarını besleyip gönüllerini almaktır. "Başlara
ve ruhlara yiyecek sunulur, böylece gönülleri alınan baş
lar, daha önce bir bedeni süsleyen kafatasım elinde bulun
duranlara düşmanlık etmekten veya zarar vermeye çalış
maktan vazgeçerler." 24 Sarawak'ın Deniz Dyakları başarılı
bir kafatası avından geri dönünce, palmiye yapraklarına
sarılmış kafayı törenle deniz kenarına getirirler. "Kıyıda ve
köyde kafaya aylar boyunca büyük bir özen gösterilir, akla
gelebilecek her türlü güzel sıfatlarla ve adlarla seslenilir;
ağzına, gündelik öğünlerde yenilse de leziz görülen yiye
ceklerinin en güzel parçası konur. Böylece ölünün, kendini
ele geçiren kabileye uyum sağlayan ruhu arlık yanlarından
ayrılmaz; ona sirih yaprakları ve meyvesi sunulur. Ayrıca
korkunç görünüşlü solgun dudaklarının arasına sık sık si
gara tutturulur. Bütün bu taklitlerin amacı kesinlikle alay
etmek değil, nezaket göstererek ruhun gönlünü ve artık bir
üyesi olduğu varsayılan kabile için iyi dileklerini almak
tır."25 Dyaklara göre bütün şölen ve törenler içinde en fay
dalısı yukarda anlatılan "Kafa-Şöleni"dir. "Bütün bunların
amao pirincin bol olmasını, ormanın yabani hayvanlarla
dolmasını, köpekleriyle tuzaklarının avda başarılı olması
nı, ırmakların balıkla dolup taşmasını, halktan sağlık ve
bereket fışkırmasını, kadınların doğurganlaşmasını sağla
maktır. Bunları elde etmenin en emin yolu da taze bir ka
fanın hamiliğini, duasını ve desteğini almaktır. Bunların
toprağa iyi geldiğine, toprağı daha bereketli kıldığına, hat
ta yıkanan Raca'nın içine altın parçaları attığı suyun dö
külmesinden bile daha bereketli kıldığına inarulır." 26
24 Spenser St. John, Life in the Forests of the Far East (Londra, 1863), i 197.
25 Hugh Low, Sarawak (Londra, 1848), ss. 206 vd. Bu alınhyı yaparken
birtakım gramer bozukluklannı düzelttim.
26 Spenser St. John, a.g.e., i. 204. Bkz. ayrıca G. A. Wilken, "lets over de
321
Aynı şekilde, vardığım sonuç doğruysa eğer, Firigya'nın
baba-tanrısını temsil eden kişi öldürüldükten sonra sa
manla doldurulan derisi, ruhunun hasadı arhrmak, hay
vanların çoğalmasını sağlamak ve kadınların doğurganlı
ğını artırmak üzere çalışması için kutsal çam ağacına ası
lırdı. Yine Atina' da da ekin-ruhu temsil eden öküz her yıl
düzenlenen kurban töreniyle öldürüldükten sonra içi sa
manla doldurulup dikilir ve ardından harman sonunda
öldürülen ekin-ruhun yeniden dirilişini sağlamak üzere
ayağa dikilip sanki sabanı çekecekmiş gibi bir sabanın bo
yunduruğuna sokulurdu.27 Kutsal hayvanların derisinin
bu şekilde, öldürülen kutsal varlığın yeniden dirilişini sağ
lamak için kullanılmasına başka örnekler de göstermek
mümkündür.28 Attis ayinlerinde yeniden hayat veren kan
banyosu için öldürülen boğanın postunun da aynı amaçla
kullanılıyor olması mümkündür.
322
VI. Bölüm
Batıdaki Doğu Dinleri
4105, 4106, 41 16, 41 1 7, 4119, 4120, 4121, 4123, 4124, 4127, 4128, 4131, 4136,
4139, 4140, 4142, 4156, 4163, 4167; H. Hepding, Attis, ss. 85, 86, 93, 94, 95,
yazıt numaraları; 21-24, 26, 50, 51, 52, 61, 62, 63.
2 S. Dili, Roman Society in the Last Century of the Western Empire (Londra,
1 899), s 16.
J Augustinus, De civitate Dei, vii. 26.
323
barlığı, acımasızlığı ve zıvanadan çıkmış aşırılıkları, Ado
nis'in benzer ama daha ince ayinlerini tercih eden Yunan
ların seçkin zevk ve insanlık anlayışına kuşkusuz tiksindi
rici gelmekteydi. Ancak Yunanlara sarsıcı ve itici gelen bu
özelliklerin, onlara göre daha az incelmiş Romalılarla Ba
tı' nın barbarlarına cazip gelmiş olması mümkündür. Yan
lışlıkla tanrısal esin zannedilen5 bu çılgınlık noktasındaki
taşkınlıkların; bedenin parçalanması, yeniden doğuş ve
kan dökmek suretiyle günahların bağışlanması kuramının
kökeninde vahşilik yatmaktadır.6 Bunlar, doğal olarak, iç
lerinde hala vahşi içgüdüler barındıran halklara hitap et
mektedir. Bu insanların gerçek karakterleri genellikle,
324
kendinden geçmiş ve coşkulu inananlara dayahlmaya el
verişli olan ve daha seviyelileri bile aslında anlan dehşet
ve tiksintiyle dolduracak şeylere razı eden alegorik veya
felsefi bir yorum alhnda gizlenirdi.
Kaba vahşiliği ruhsal arzularla garip bir şekilde birleşti
ren 'Büyük Ana' dini paganizmin geç tarihlerde bütün
Roma İmparatorluğu'na yaydığı birçok benzer Doğu inan
cından sadece biri olup, Avrupa halklarını ağır ağır kendi
lerine yabana hayat ülkülerinin esiri yaparak bütün antik
uygarlığın çahsıru çökertmişti.7 Yunan ve Roma toplumları
bireyin topluma, vatandaşın devlete tabi olması anlayışına
dayanmaktaydı; gerek bu dünyada gerekse başka bir dün
yada en yüce amaç bireyin güvenliğinden önce devletin
güvenliği idi. Çocukluktan itibaren bu özgecil idealle yetiş
tirilen vatandaşlar yaşamlarını kamu hizmetine adar ve
toplumun yararı için feda etmeye hazır olurdu; bu yüce
adanma hoşlarına gitmese bile kişisel varlıklarını ülkenin
çıkarlarına tercih edecek şekilde eylemenin dışında bir se
çenekleri olmadığını bilirlerdi. Ruhun Tann'yla birleşme
sini, yaşamaya değer tek amaan ebedi kurtuluş olduğunu
ve devletin varlığının, refahının dahi bu ideal karşısında
hiçbir önem taşımadığını öğreten Doğu dinlerinin yayıl
masıyla birlikte bütün bunlar değişime uğradı. Bu bencil
ve töre karşıh öğretinin kaçınılmaz sonucu, inanan kişinin
giderek kamu hizmetinden çekilip düşüncelerini kendi
ruhsal duyguları üzerinde toplaması ve daha iyi, ebedi bir
yaşam için sadece bir hazırlık aşaması olarak gördüğü
mevcut yaşamı küçümsemesi oldu. Dünyayı küçümseyen,
coşkulu bir cennet düşüncesiyle kendinden geçmiş aziz ve
keşiş, toplumun en yüksek insanlık ideali haline gelerek,
kendini ve hayatını düşünmeyen ve yurdu için ölmeye ha-
325
zır olan eski yurtsever ve kahraman ideallerini kenara itti.
Gözleri gökyüzünün bulutları arasındaki Tanrı'nın Devle
ti'ni izleyen insana dünyevi devlet yoksul ve bayağı gö
ründü. Böylece, deyiş yerindeyse, çekim merkezi bugün
den gelecekteki bir yaşama kaydı ve öbür dünya ağırlık
kazandıkça bu dünya ağırlığını kaybetti. Siyasi yapı dağıl
dı. Devlet ve aile bağlan gevşedi. Toplumsal yapı bireysel
unsurlarına ayrılmaya ve böylece barbarlığa kaymaya baş
ladı; çünkü uygarlık ancak yurttaşların etkin işbirliğiyle ve
toplumsal yaran kişisel çıkarlarından üstün tutma irade
siyle mümkündür. Oysa artık insanlar ülkelerini savun
mayı ve hatta soylarını devam ettirmeyi bile reddediyor
du.8 Kendilerinin ve başkalarının ruhlarını kurtarma kay
gısıyla, kötülükle özdeşleştirdikleri maddi dünyayı kendi
çürümesine terk etmişlerdi. Bu takınh tam bin yıl sürdü.
Orta Çağ'ın kapanmasıyla birlikte Roma yasalarının, Aris
totelesçi felsefenin, antik sanat ve edebiyatın yeniden can
lanması Avrupa'nın kendi öz yaşam ve davranış biçimle
rine, daha akıla ve atılgan dünya görüşlerine geri dönmesi
anlamına geliyordu. Uygarlığın ilerleyişi sırasındaki uzun
duraklama sona ermişti. Doğu istilası dalgası nihayet
durmuştu. Nitekim hata da gerilemeye devam ediyor.9
•Bkz. Servius, "Virgilius, Aen. ii. 604, vi. 661" üzerine; Origenes, Contra
Celsum, viii. 73 (Migne, Patrologia Graeca, xi. 1628); G. Boissier, La Religion
Romaine d'Auguste aux Antonins, (Paris, 1900), i. 357 vd.; E. Westermarck,
The Origin and Deve/opment of the Moral Ideas (Londra, 1906- 1908), i. 345
vd.; H. H. Milman, History of Lıı tin Christianity, i. 150-153, ii. 90. Origenes
sözü edilen paragrafta Hıristiyanlann verilen emre rağmen İ mpara
tor'un peşinden savaş alanına gitmeyi reddettiğini söylemektedir; ancak
imparatora dua ettiklerini ve böylece ona kılıçla olduğundan daha fazla
hizmet ettiklerini eklemektedir. Hıristiyan çileciliğin etkisiyle yurttaşlık
erdemlerinin gerilemesi için bkz. W. E. H. Lecky, History of European Mo
ral from Augustus to Charlemagne (Londra, 1877), ii. 139 vd.
9 Herhangi bir yanlış anlamayı önlemek için Doğu dinlerinin yayılışının,
eski uygarlığın çökmesine yol açan birçok nedenden sadece biri olduğu
nu eklemeliyim. Yargılarına ve bilgisine çok güvendiğim bir dostum bu
nedenler arasında, günümüzde Türk imparatorluğunu vuran çürüme
den de görebileceğimiz üzere, ulusların refahını yerle bir eden en önemli
326
Antik dünyanın gerileme döneminde Batı'nın bağlılığını
kazanmak için birbiriyle yanşan doğu kökenli tanrılardan
biri de eski Pers tanrısı Mitra idi. Roma İmparatorluğu'nun
her yanına yayılan anıtların sayısı bu tanrının ne kadar ilgi
gördüğünü göstermektedir.10 Hem öğreti hem de ayinler
bağlamında Mitra kültü sadece Tanrıların Anası'nın diniy
le11 değil aynı zamanda Hıristiyanlıkla da birçok bakımdan
benzerlikler göstermektedir.12 Benzerlik Hıristiyan din
adamlarının da dikkatini çekmiş ve bu benzerliği, insanla
rın ruhlarını sahte ve sinsi taklitlerle gerçek dinden so
ğutmaya çalışan şeytanın işi olarak açıklamışlardı.13 Yine,
Meksika ve Peru'yu istila eden İspanyol fatihler de yerlile-
iki unsur olan kötü yönetimi ve perişan haldeki mali sistemi de saymak
tadır. Dostumun düşüncesine göre, yabancı inançların hızla yayılması
yaygın entelektüel çürümenin de nedenlerinden biriydi. Bu tür zararlı
gelişmeler Greko-Romen zihnine en ihtişamlı günlerinde musallat ol
muştu. Roma Yönetimi'nin ilk Baküs salgınıyla nasıl bir enerjiyle müca
dele ettiğini hatırlayalım (T. Mommsen, Roman History, iii. 115 vd., 1 894).
Roma'run imparatorluk nüfusu ve endüstrisi, özellikle de Yunan nüfus
ve endüstrisi üzerindeki mali baskısının yıkıcı etkileri George Finlay ta
rafından ayrıntılı olarak anlatılmaktadır (Greece under the Romans, Edin
burgh ve Londra, 1857, ss. 47 vd.).
10 Bkz. F. Cumont, Textes et monuments ftgures relatifs aux Mysteres de
40; Iustinus Martyr, Apologia, i. 66; aynı yazar, Dialogus cum Tryphone, 78
(Migne, Patrologia Graeca, vi. 429, 660). Tertullianus da, İsis ve Kibele
adına tutulan oruçla Hıristiyanlıktaki oruçlar arasında benzerlikler gör
müştü (De /ejunio, 16). Iustinus Martyr şeytanlann esinlenmiş kahinlerin
sözlerini dinleyerek ve bir dizi kirli, kafirce taklitle onların ilahi niyetle
rini keşfettiklerini düşünüyordu. Ona göre ölüm, yeniden diriliş ve Di
onysos'un göğe yükselişi, Perseus'un bakire bir anneden doğması ve
eşeğe binen İsa'yı taklit eden Pegasus'a binmiş Bellerophon gibi olgular
bu taklitlerden bazılarıydı. Bkz. Iustinus Martyr, Apology, i. 54.
327
rin putperest ayinlerini Hıristiyan ritüellerin şeytani taklit
leri olarak görmüşlerdi.14 Modern bir karşılaşhrmalı dinler
öğrencisi bu tür benzerlikleri, evrenin sırlarını çözmeye ve
küçük yaşamını bu acayip gizemlere göre ayarlamaya çalı
şan insan zihninin birbirinden bağımsız olarak yarathğı,
benzer eserler olarak görecektir. Ne şekilde olursa olsun,
ciddi bir ritüeli ahlaki saflık ve ölümsüzlük umuduyla bir
leştiren Mitra dininin Hıristiyanlığa sıkı bir rakip olduğu
na kuşku yoktur.15 Aslında iki inanç arasındaki çatışma bir
süre dengeli gitmişti.16 İkisi arasındaki uzun mücadelenin
izlerinden biri, Hıristiyanlığın doğrudan putperest raki
binden aldığı Noel festivalinde hata varlığını sürdürmek
tedir. Jülyen takvime göre 25 Aralık kış gündönümü
olup,17 Güneşin Doğuşu olarak görülmekteydi, çünkü o ta
rihte günler uzamaya başlamakta ve yılın o dönüm nokta
sından itibaren güneşin gücü artmaktadır.18 Suriye ve Mı
sır' da kutlanan doğuş ritüeli dikkat çekiciydi. Kutlamaya
kahlanlar tapınakların iç kısmına çekilir, gece yarısı "Baki
re doğurdu! Işık tecelli ediyor!" diye bağırırlardı.19 Hatta
328
Mısırlılar yeni-doğan güneş için doğum gününde yani kış
gündönümünde, onun simgesi olarak inananlara gösteri
len, yeni doğmuş bebek sembolü kullaruyorlardı.20 26 Ara
lık'ta bu şekilde çocuk doğuran Bakire'nin, Samilerin Gök
sel Bakire ya da sadece Göksel Tanrıça adını verdikleri bü
yük Doğu tanrıçası olduğuna kuşku yoktur; bu tanrıça
Sami ülkesinde bir çeşit Astarte idi.21 Dolayısıyla Mitra ge
nellikle Güneş'le yani kendi deyişleriyle Fethedilemeyen
Güneş'le özdeşleştirilmekteydi;22 dolayısıyla doğumu Ara
lık'ın yirmi beşine denk gelmekteydi.23 İnciller İsa'nın do
ğumu hakkında herhangi bir şey söylememektedir, o yüz
den eski Kilise doğum gününü kutlamamaktaydı. Ama
zaman içinde Mısırlı Hıristiyanlar 6 Ocak'ı İsa'nın Doğum
Günü olarak benimseyince Mesih'in doğumunu kutlama
geleneği Doğu' da resmen kabul edildiği 4. yüzyıla kadar
yavaş yavaş her yere yayıldı. Ancak 6 Ocak'ı İsa'run Do
ğum Günü olarak kabul etmeyen Batı Kilisesi 3. yüzyılda
ya da 4. yüzyılın başlarında 25 Aralık'ı gerçek tarih olarak
kabul etti ve bu karar zaman içinde Doğu Kilisesi tarafın-
329
dan da benimsendi. Bu değişim Antakya' da aşağı yukarı
M.S. 375'e kadar kabul görmedi.24
Dini otoritelerin Noel festivalini benimsemesinin ardında
ne yatmaktaydı? Kendisi de Hıristiyan olan Suriyeli bir
yazar bu kararın ardındaki gerekçeyi büyük bir içtenlikle
anlatmaktadır. "Kutlama tarihinin 6 Ocak'tan 25 Aralık'a
alınmasının nedeni şuydu," der yazar, "Putperestler aynı
25 Aralık tarihinde Güneş'in doğumunu kutluyor, kandil
ler yakıyorlardı. Bu dini ayinlerle festival eğlencelerine Hı
ristiyanlar da kahldılar. Kilise mensupları Hıristiyanların
bu festivale ilgi gösterdiğini görünce toplanarak İsa'nın
gerçek doğum gününün o gün kutlanmasına, 6 Ocak'ın ise
Epifani Yortusu olarak kutlanmasına karar verdiler. Böyle
ce bu gelenek çerçevesinde, ayın 6' sına kadar kandil yak
ma uygulaması da yerleşmiş oldu."25 Augustinus da Hıris
tiyanların o kutsal günü güneş adına değil, güneşi yaratan
adına kutladığını söylerken açıkça olmasa da Noel'un put
perest kökenini ima etmektedir.26 Aynı şekilde, Papa Bü
yük Leo'da, Noel'in, İsa'nın doğum günü olarak değil de
güneşin doğumu olarak kutlanmasını lanetlemişti.27
Buradan Hıristiyan Kilisesi'nin, Kurucusu'nun doğum
günü olarak 26 Aralık'ı seçmesinin alhnda, putperestlerin
Doğruluk Güneşi olarak adlandırılan Güneş' e olan inancı-
24 J. Bingham, The Antiquities of the Christian Church, kitap xx., böl. iv.
(Bingham, Works, cilt. vii., ss. 279 vd., Oxford, 1855); C. A. Credner, "De
natalitiorum Christi origine," Zeitschrift für die historische Theologie, iii. 2
(1833), ss. 236 vd.; L. Duchesne, Origines du Culte Chretien (Paris, 1 903),
257 vd.; T. Mommsen, Corpus Inscriptionum Latinarum, i s. 338. 'Noel fes
tivali' ilk kez M.S. 336' da Roma' da hazırlanan Philocalus takviminde
geçmektedir. Bunun için kullanılan sözcükler şöyledir: VIII. kal. jan., Na
tııs Christus in Betleem Judee (L. Duchesne, a.g.e., s. 258).
25 Alıntılayanlar; C. A. Credner, a.g.e., s. 239, dipnot 46; T. Mommsen,
Corpus Inscriptionum Latinarum, i. ss. 338 vd.; H. Usener, Das Weihnachts
fest, (Bonn, 191 1 ), ss. 349 vd.
26 Augustinus, Serm, cxc. l (Migne, Patrologia Latina, xxxviii. 1007).
27 Leone Magno (Papa l. Leo), Serm. xxii. l (al. xxi.) 6 (Migne, Patrologia
Latina, liv. 198). Aziz Ambrosius, Serm. vi. 1 (Migne, Patrologia Latina,
xvii. 614).
330
nı kendisine yönlendirme niyetinin yathğı anlaşılmakta
dır.28 Böyleyse eğer, aynı niyetin dini otoriteleri, Tanrı'nın
ölümünün ve yeniden dirilişinin kutlandığı Paskalya Fes
tivali'ni aynı mevsimde ölen başka bir Asya tanrısının
ölüm ve yeniden diriliş festivaline uyarlamaya itmiş olabi
leceği sonucuna varmak mümkündür. Bugün Yunanistan,
Sicilya ve Güney İtalya' da düzenlenen Paskalya ayinleri
Adonis ayinleriyle bazı bakımlardan çarpıa benzerlikler
göstermekte olup, ben Kilise'nin, ruhları Mesih'e kazan
dırmak amaayla yeni festivali bilinçli olarak putperest ön
cüllerine uyarlamış olabileceğini düşünüyordum.29 Ancak
bu uyarlamanın antik dünyanın Latince konuşan kısımla
rından çok Yunanca konuşulan bölgelerinde meydana
gelmiş olması muhtemeldir; zira Yunanlar arasında yeşe
ren Adonis tapınması Roma'yla Batı'yı fazla etkilememiş
görünmektedir.30 Yani bu ayin kesinlikle resmi Roma dini
nin bir parçası değildi. Kaba insanların ilgisini çekmiş ola-
28
A. Credner, a.g.e., ss. 236 vd.; E. B. Tylor, Primitive Culture, ii. 297 vd.; F.
Cumont, Textes et Monutnents, i. 342, 355 vd.; T. Mommsen, Corpus Insc
riptionum Latinarum, i. ss. 338 vd.; H. Usener, Das Weihnachtsfest, (Bonn,
191 1 ), ss. 348 vd. Farklı bir Noel açıklaması da Duchesne tarafından dile
getirilmiştir. Duchesne ilk Hıristiyanlarda İ sa'nın ölümünün 25 Mart'a
denk geldiğini, bugünün "resmi ilkbahar gündönümüyle çakışhğı için
ya da gelişigüzel seçildiğini" söylemektedir. İ sa'nın dünya üzerinde belli
bir süre yaşadığını ve dolayısıyla hem yeniden dirilişinin hem de ölü
münün 25 Mart'ta meydana geldiğini kabul etmek doğaldır. Aslında Ki
lise de Tebliğ Günü'nü ve onunla birlikte İsa'nın annesinin hamileliğinin
başlangıcını o gün olarak kabul etmişti. Eğer böyleyse, İ sa'nın doğumu
doğal olarak dokuz ay sonra, yani 25 Aralık'ta gerçekleşmiş olmalıdır.
Dolayısıyla Duchesne'nin kuramında buradan yola çıkılarak İ sa'nın do
ğum günü aynı zamanda Çarmıha Gerilme tarihi olarak belirlenmişti. O
tarih de resmi ilkbahar gündönümüyle çakışhğı için seçilmişti. Duchesne
ilkbahar gündömünün Attis festivaliyle çakıştığını fark etmemiştir.
Onun şu kitabına bkz. Origines du Culte Chretien, (Paris, 1903), ss. 261-
265, 272. İ sa'nın hem ana rahmine düşüşünün hem de ölümünün 25
Mart'a denk geldiği görüşü Augustinus tarafından da benimsenmiştir
(De Trinitate, iv. 9. Migne, Patrologia Latina, xlii. 894).
29 Bkz. yukarıda, ss. 267 vd.
331
bileceği yer de zaten daha önce benzer fakat daha barbar
bir Adonis ve Büyük Ana tapınmasına ev sahipliği yapan
bölgelerdir. Attis'in ölümü ve yeniden dirilişi arhk 24 ve
25 Mart'ta31 Roma'da resmen kutlanmaktaydı; 25 Mart ilk
bahar gündönümü32 olarak kabul ediliyordu, dolayısıyla
kış boyunca ölen ya da uyuyan bitki tanrısının yeniden
canlanması için en uygun gündü. Ancak yaygın bir antik
geleneğe göre İsa'nın eza çekmesi 25 Mart' taydı, dolayısıy
la Hıristiyanlar ayın durumuna bakmadan, Çarmıha Geri
lişi o gün anıyorlardı. Frigya, Kapadokya ve Galya' da ke
sinlikle bu gelenek hakim olup, Roma' da da aynı gelene
ğin mevcut olduğunu düşünmek için bazı nedenler var
dır.33 Yani İsa'run ölümünü 22 Mart'ta yerleştirme geleneği
332
antik dönemlere kadar uzanmakta olup kökleri oldukça
derindir. Bu gerçekten ilginçtir, çünkü astronomik yakla
şım bunun hiçbir tarihsel temeli olamayacağını göstermek
tedir.34 Buradan ister istemez, eski bahar gündönümü fes
tivaliyle çakışhrrnak adına İsa'nın çilesinin keyfi olarak o
tarihe kaydırıldığı sonucu çıkmaktadır. Mesih'in ölümü
nün bu şekilde, yaygın inanca göre dünyanın yaratıldığı
düşünülen tarihe denk getirildiğini savunan mahir din ta
rihçisi Duchesne bu görüştedir.35 Öte yandan tanrısal Baba
ve tanrısal OğuP6 karakterlerini kendinde bir araya getiren
Attis'in yeniden dirilişi Roma'da aynı gün resmen kutlan
maktaydı. Nisan ayında kutlanan Aziz Georgios festivali
nin antik pagan Parilia festivalinin yerini aldığını;37 Vaftiz-
son anlatıma göre, 25 Mart günü anılan şey İsa'nın çarmıha gerilişi değil,
yeniden dirilişiydi; ancak Duchesne bu ifadeyi yazarın hatasına bağla
maktadır. Roma'da 25 ve 27 Mart tarihlerinde anılmaları dikkate alına
rak Haça Geriliş ve Yeniden Diriliş'in antik martirolojide tarihlerinin bu
tarihler olduğuna değinilmektedir. Bkz. Vetutstius Occidentalis Ecclesiae
Martyrologium, (ed.) Franciscus Maria Florentinus (Lucca, 1667), ss. 396
vd., 405 vd. Duchesne bu konuda şunları söylemektedir: "Hippolitus,
Paschal Tablosu'nda İsa'nın Çilesi'nin, 14 Nisan'ın 25 Mart Cuma'ya
denk geldiği yıl meydana geldiğini söylemektedir. Daniel kitabını şer
hinde açıkça 25 Mart Cuma'ya ve İkizler Burcu'nun konumuna işaret
etmektedir. Papaların Philocalia Kataloğu'nda gün ve yıl olarak aynı ta
rih verilmektedir. Hippolitus çevrimiyle Philocalia Kataloğunun resmi
belgelerden çıktığı ve Roma'daki dini kullanım biçiminin bir kanıtı ola
rak görülebileceği açıktır" (Origines du Culte Chretien, s. 262).
:ı.ı L. Duchesne, a.g.e., s. 263.
37 The Magic Art and the Evolution of Kings, ii. 324 vd.
333
ci Yahya festivalinin öncüsünün pagan bir Yazdönümü su
festivali olduğunu;38 Ağustos ayında kutlanan Bakire Mer
yem' in Göğe Ağışı festivalinin Diana festivalinin yerini al
dığını;39 Kasım Ayı'ndak.i Bütün Ruhlar Günü festivalinin
eski bir pagan ölüler bayramının devamı olduğunu; ve
İsa'nın Doğumu'nun, Güneşin Doğuşu olarak kabul edilen
Aralık ayındaki kış gündönümüne denk geldiğini hatırla
dığımızda40 Hıristiyan kilisesinin öteki büyük festivali olan
Paskalya Yortusu'nun da aynı şekilde Firigyalı tanrı At
tis'in ilkbahar gündönümünde kutlanan doğum ayininin
uyarlanmış biçimi olduğu sonucuna varmakla hiç de hatalı
ya da akıldışı bir çıkarımda bulunmuş olmayacağımızı
söyleyebiliriz.41
Hıristiyan ve putperest tanrısal ölüm ve yeniden diriliş
festivallerinin aynı mevsimde, aynı yerlerde kutlanıyor
olması daha fazlası değilse bile en azından dikkat çekici bir
rastlantıdır. Zira İsa'nın ölümünün ilkbahar gündönü
münde kutlandığı yerler Firigya, Galya ve görünüşe göre
Roma, yani tam da Attis tapınmasının çıktığı veya derin
kökler saldığı yerlerdi. Bunun tamamen tesadüf olduğunu
söylemek güçtür. Doğanın taze bir enerji patlamasıyla can
landığı sıcak bölgelerde ilkbahar gündönümü çok eskiden
beri dünyanın bir tanrının yeniden dirilişiyle her yıl yeni
den yaratılması olarak görülmüşse eğer, yeni tanrının da
yılın aynı zamanında yeniden dirilmesinden daha doğal
bir şey olamaz. İsa'nın ölümü 25 Mart'a denk geliyorsa,
334
Hıristiyan geleneğe göre yeniden dirilişi de Jülyen takvime
göre ilkbahar gündönümüne ve Attis'in yeniden dirilişine
denk gelen 27 Mart'ta gerçekleşmiş olmalıdır. Hıristiyan
kutlamaların putperest kutlamalara göre ayarlandığı ben
zer bir tarih değişimi de Aziz Georgios ve Bakire Mer
yem' in Göğe Ağışı festivallerinde görülmektedir. Ancak
Lactantius'un ve muhtemelen Galya'daki Kilise uygulama
larının benimsediği başka bir Hıristiyan geleneğinde
İsa'nın ölümü 23 Mart'a, yeniden dirilişi de 25 Mart'a denk
gelmekteydi.42 Eğer böyleyse, İsa'nın yeniden dirilişiyle
Attis'in yeniden dirilişi tam olarak aynı zamana denk gel
mekteydi.
Milattan Sonra 4. yüzyılda yaşayan ancak kimliği bilin
meyen bir Hıristiyan'ın anlahmına göre kendi tanrılarının
ölüm ve yeniden diriliş tarihleri arasındaki rastlanh hem
Hıristiyanları hem de paganları şaşırtmış ve rakip iki dinin
taraftarları arasında sert bir çatışmaya yol açmış, paganlar
İsa'nın yeniden dirilişinin Attis'in yeniden dirilişinin bir
taklidi olduğunu söylerken, Hıristiyanlar da Attis'in yeni
den dirilişinin İsa'nınkinin şeytani bir taklidi olduğunu
savunmuşlardı. Bu yakışıksız tarhşmada, kendi tanrıları
nın daha eski ve dolayısıyla taklit değil özgün tanrı oldu
ğunu, çünkü orijinal olanın kopya olandan daha eski ol
duğunu söyleyen putperestler tarafsız bir gözlemciye göre
daha güçlü sayılabilecek bir konumdaydılar. Ama Hıristi
yanlar bu zayıf argümanı kolayca çürüttüler. Evet, konuya
zaman açısından bakıldığında İsa daha genç bir tanrıydı,
ancak böyle bir durumda doğanın genel düzenini tersine
çevirerek üste çıkan Şeytan'ın kurnazlığını öne sürerek
İsa'nın daha kıdemli olduğunu kanıtlamayı başardılar.43
335
Hepsi bir arada düşünüldüğünde, Hıristiyan ayinlerle
putperest festivallerin tesadüfi olamayacak kadar fazla ve
yakından çakışhkları görülmektedir. Bu çakışmalar zafer
kazanan Kilise'nin zayıflamakla birlikte hala tehlikeli olan
rakipleriyle uzlaşmaya varmak zorunda kaldıklarını gös
termektedir. Putperestliğe karşı sert tavır takınan ilk teb
liğcilerin katı Protestanlığı yerini yumuşak bir siyasete,
geniş hoşgörüye ve Hıristiyanlığın dünyayı ancak Kuru
cu'sunun fazla katı ilkelerini yumuşahnak ve kurtuluşa
giden dar yolu azıak genişlehnek suretiyle ele geçirebile
ceğini açıkça anlayan uyanık din adamlarının geniş mer
hametine bırakmıştı. Bu bağlamda Hıristiyanlığın ve Bu
dizmin tarihi arasında ilginç bir paralellik gözlenir. 44 Her
336
iki sistem de başlangıçta asil Kurucularının; zayıf ve ku
surlu doğalarımızı takviye edip bize rehberlik etmek için
daha iyi bir dünyadan gelmiş gibi görünen ve yeryüzünde
nadiren ortaya çıkabilen bu iki güzel ruhun yüce gönüllü
gayretlerinden, ulvi arzularından, sevecen merhametlerin
den doğmuş -ve özlerinde ahlaki- reformlardır.45 İkisi de
yaşamın yüce hedefi olarak gördükleri şeye, bireyin ruhu
nun ebedi kurtuluşuna ahlaki erdemle ulaşılabileceğini
vaazetmişti. Ancak ilginç bir karşıtlıkla bu iki kurucudan
biri kurtuluşu mutlu ebediyetle ararken, öteki nihai kurtu
luşu ıshrapta görmüştü. Vaazettikleri kah kutsal idealler
sadece zayıf iradelere değil aynı zamanda insanlığın doğal
içgüdülerine de o kadar derinden karşıydı ki, bunları an
cak inzivanın sakin yalıtılmışlığında kurtuluşa ermek adı
na aile bağlarını ve devleti reddeden küçük bir grup takip
çi uygulayabilirdi. Bu tür inançların bütün uluslar ya da
bütün dünya tarafından kabul görebilmesi için, sıradan in
sanların önyargılarıyla, tutkularıyla ve boş inançlarıyla
uyum sağlayacak şekilde değiştirilip yumuşatılmaları ge
rekiyordu. Bu uyum süreci ancak yüzyıllar sonra üstatla
rından daha az ruhani olan ve dolayısıyla üstatlarıyla sıra
dan sürü arasında arabuluculuk yapmaya daha uygun
olan takipçiler tarafından gerçekleştirildi. Böylece iki din
zaman içinde, yaygınlıklarıyla orantılı olarak, tam da ina
nanları bastırmak için ortaya attıkları bu temel unsurları
giderek daha fazla geri çektiler. Böylesi ruhani gerilemeler
kaçınılmazdır. Dünyanın, büyük adamların düzeyinde ya-
337
şaması mümkün değildir. Ancak Budizm ve Hıristiyanlı
ğın ilk çizgilerinden sapmalarını insanlığın ahlaki ve ente
lektüel zayıflığına bağlamak da insanlığın geneline haksız
lık olur. Bu iki dinin yoksulluğu ve bekarlığı yüceltmek
suretiyle sadece sivil toplumun değil bizzat insan varlığı
nın temellerine de darbe indirdiği akıldan çıkartılmamalı
dır. Bu darbe, ruhlarını, türünü yok etme karşılığında kur
tarmayı reddeden büyük çoğunluğun bilgeliğiyle ya da
budalalığıyla savuşturulmuştur.
338
VII. Bölüm
Hyakınthos
339
mızı üniformalı Sparta birlikleri Korinthos'un surlarının
dibinde kamp kurmuştu. Kumandanları bu Amyklai tabu
runa eve dönüp Sümbül festivalini evlerinde kutlama izni
vermişti. Ama bu kederli çiçek o askerlerin ölüm habercisi
olacakh; çünkü fazla yol almamışlardı ki hafif silahlı düş
manlardan oluşan bir orduyla kuşahlarak paramparça
edildiler.2
Hyakinthos'un mezarı Amyklai'da arkaik bronz Apollon
heykelini destekleyen sunağa benzer, devasa bir kaidenin
alhndaydı. Kaidenin sol tarafında bronz bir kapı vardı; her
yıl düzenlenen Sümbül festivalinde Apollon için kurbanlar
verilmeden önce, bir tanrıya değil de bir kahramana veya
ölü bir adama götürülürmüş gibi Hyakinthos' a götürülen
armağanlar bu kapıdan geçiriliyordu. Kaidenin üstüne
oyulan alçak kabartmalar Hyakinthos ile bir grup tanrıça
nın eşliğinde göğe çıkartılan genç kız kardeşi Polyboia'yı
tasvir etmekteydi.3 Sümbül festivali her yıl Mayıs' a denk
geliyor gibi duran Hekatombeus ayında düzenlenmektey
di.4 Törenler üç gün sürerdi. Birinci gün halk Hyakinthos
der grieclıischen Mythologie (lnnsbruck, 1890), ss. 257 vd.; O. Schrader, Re
allexikon der Indogermanischen Altertumskunde (Strasburg, 1901), ss. 383
vd. Miss J. E. Harrison bana, üzerindeki ağıt yazısı açıkça görülen bu çi
çeğin (Delphinium Ajacis) iki türünden söz etti. Üzerinde benzer bir işaret
bulunan beyaz ve kırmızı renkli bir çiçek de Aias'ın ölümüyle özdeşleşti
rilmekteydi (Pausanias, i. 35. 4). Ancak genelde bu iki çiçeğin aynı çiçek
ler olduğu düşünülmekteydi (Ovidius, Metam., xiii. 394 vd.; "Theocritus,
x. 28" üzerine şerh; Plinius, Nat. Hist. xxi. 66; Eustathius, "Homeros, Iliad,
ii. 557" üzerine şerh, s. 285).
2 Ksenophon, Hellenica, iv. 5. 7-17; Pausanias, iii. 10. 1 .
3 Pausanias, iii, 1 . 3 , iii. 1 9 . 1-5.
340
için yas tutar, taç takmaz, sevinç nidalarında bulunmaz,
ekmez yemez ve ağırbaşlı davranırdı. Hyakinthos'un me
zarına muhtemelen o gün armağanlar sunulurdu. Ertesi
gün sahne değişirdi. Herkes neşeyle koşuştururdu. Binler
ce kişi Amyklai' daki festivale kahlıp izlemek için yollara
düşünce başkent boşalırdı. Üstten kuşaklı tunikler içindeki
erkek çocuklar flüt ve liderin eşliğinde tanrının onuruna
ilahiler söylerlerdi. Güzel giyimli öteki çocuklar meydanda
at sırtında resmi geçit yapardı, gençlik koroları yerel şarkı
lar söylerdi. Dansçılar dans ederdi, genç kızlar hasır kol
tuklarda oturur veya araba yarışlarını izlemeye giderdi.
Bolca kurban kesilirdi, yurttaşlar dostlarıyla ve hatta köle
leriyle ziyafet çekerlerdi.5 Bu sevinç patlamasıyla Hyakint
hos'un yeniden dirilişinin ve belki de aynı zamanda meza
rında tasviri bulunan göğe yükselişinin kutlandığı varsayı
labilir. Bununla birlikte, göğe yükseliş festivalin üçüncü
gününde gerçekleşiyor olabilir; ancak bu konuda bir şey
bilmiyoruz. Bazıları onunla birlikte göğe yükselen kız kar
deşin Artemis ya da Persephone olduğunu söylemektedir.6
Erwin Rohde'nin belirttiği gibi Hyakinthos'un, Dorların
bu ülkeyi istila etmesinden çok önce Amyklai' da tapınılan
eski bir yer alh tanrısı olması da kuvvetle muhtemeldir.
Eğer böyleyse, Apollon'la ilişkisine dair öykü görece ileri
bir tarihte türetilmiştir; yeni gelenler onun himayesini
kendilerine de göstermesi umuduyla bu toprakların eski
341
tanrısını kendi mit sistemlerine uydurmayı amaçlamış ol
malıdırlar. Bu kuramda, festivalde verilen kurbanların,
Apollon' a sunulmadan önce bir kahraman olarak Hya
kinthos' a sunulması önemlidir.7 Aynca benzer tanrılarla
yapılan karşılaşhrma sırasında Hyakinthos'un yanında er
kek değil dişi bir refakatçinin bulunmakta olduğunu gör
mekteyiz. Bu refakatçi onunla birlikte göğe yükselen kız
kardeşi Polyboia olabilir. Apollon'un Hyakinthos'a aşık
olduğu şeklindeki yeni mit -eğer yeniyse- kendi eşinin hi
kayesini de etkileyecek olan değişik bir yerel tanrı kavra
mına yol açacaktır. Çünkü Hyakinthos genç ve bekar bir
tanrı olarak düşünülünce öyküsünde bir eşe yer olmaya
cak ve eş bir şekilde ortadan kaldırılacaktı. Mit yaratıcısı
için kadını evlenmemiş bir kız kardeşe çevirmekten daha
kolay ne olabilirdi? Nasıl bir açıklama getirirsek getirelim,
Hyakinthos fikrinde bir değişiklik kaçınılmazdır; nitekim
Hyakinthos mezarında sakallı bir adam olarak tasvir edi
lirken, sonraki yapıtta gençliğe özgü güzelliğinin doru
ğunda tasvir edilmektedir.8 Ancak Polyboia ile olan kar
deşlik ilişkisinin sonradan ortaya atılmış bir mit olduğunu
söylemeye gerek bile yoktur. Kronos ile Rea, Zeus ile Hera,
Osiris ile İsis öyküleri bizlere eski tarihlerde krallar gibi
tanrıların da muhtemelen aynı nedenle, yani kraliyet kanı
nın erkek değil kadın üzerinden devam ehnesi kuralına
göre taht üzerinde hak iddia edebilmek için kız kardeşle-
342
riyle evlendiklerini hatırlatmaktadır.9 Hyakinthos'un sağ
lığında Amyklai' da hüküm sürmüş ve sonra da mezarında
tapılan kutsal bir kral olması mümkün değildir. Kız karde
şiyle birlikte muzaffer bir şekilde göğe yükselişini gösteren
tasvir, tıpkı Adonis ve Persephone gibi onun da yılın bir
bölümünü karanlığın ve ölümün hüküm sürdüğü yer al
tında, bir bölümünü de ışık ve yaşamın hüküm sürdüğü
yer üstünde geçirdiğini akla getirmektedir. Adonis'in dö
nüşünü simgeleyen dağ laleleri ve filizlenen ekin gibi, adı
nı verdiği çiçekler de Hyakinthos'un göğe yükselişini ha
ber vermiş olabilir.
343