You are on page 1of 345

J. G.

Frazer

Adonis, Attis, Osiris


Doğu Dinleri Tarilıi Araştırmaları I

James George Frazer (1854-1941): İskoçyalı sosyal antropolog, kla­


sikler tercümanı, yazar, halk-bilimci. Mitoloji ve karşılaştırmalı din­
ler alanında başlangıç döneminde yapılan çalışmalarda etkili olmu�­
tur. Modem antropolojinin kurucu babası sayılır. Bu yönüyle 20.
yüzyıldaki antropologlar üzerinde derin izler bırakmıştır. Ortaya
koyduğu birçok kitap, makale, tercüme ve yorumla sadece antropo­
loglar için değil psikologlar, psikanalistler, sosyal bilimciler ve ede­
biyatçılar için de rehber olmuştur.
İsmail Hakkı Yılmaz: 1961'de Ordu'da doğdu. Başta Aktüel, Nokta,
Radikal, NTV, Milliyet olmak üzere çeşitli dergi, gazete ve TV kanal­
larında muhabir, editör, müdür, yazar olarak çalıştı. 1990 yılından
beri gazetecilik mesleğine ek olarak Yaprak Yayınevi, Haziran Yayı­
nevi, Afa Yayınları, İş Bankası Kültür Yayınları gibi yayınevlerine ki­
tap ve dergi çevirileri yapmaktadır.
PİNHAN YAYINCILIK
Litros Yolu, Fatih San. Sitesi No: 12/214-215
Topkapı/Zeytinburnu İstanbul
Tel: (0212) 259 27 60 Faks: (0212) 565 16 74
www.pinhanyayincilik.com
info®pinhanyayincilik.com
Sertifika No: 20913

Kaynak metin: Adonis, Attis, Osiris; studies in the history of oriental re­
ligion by Frazer, James George, Sir, 1907, London: Macmillan and co.,
limited.

©Pinhan Yayınalık, 2018


Türkçe çeviri©İsmail Hakkı Yılmaz, 2018

Birinci Basım: Şubat 2018

Genel Yayın Yönetmeni: Mahmut Sever


Çeviri Editöıii: Mustafa Yalçınkaya
Kapak Tasanmı: Mahmut Sever
Dizgi: Özlem Sümbül

Teknik Hazırlık, Baskı ve Cilt:


Yaylaak Matbaaalık San. Tic. Ltd. Şti.
Litros Yolu Fatih San. Sitesi No: 12/197-203
Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 567 80 03
Sertifika No: 11931

Pinhan Yayınalık: 160 Antropoloji Dizisi: 2

ISBN: 978-605-9460-45-3

Bu kitabın tüm yayın haklan saklıdır. Tanıhm amaayla, kaynak gös­


termek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında gerek metnin, gerek
görsel malzemenin yayınevinden izin alınmadan herhangi bir yolla
çoğalhlması, yayımlanması ve dağıtılması 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu'nun hükümlerine aykındır ve hak sahiplerinin maddi
ve manevi haklannın çiğnenmesi anlamına geldiği için suç oluşturur.
ADONİS, ATTİS, ÜSİRİS
Docu DİNLERİ TARİHİ ARAŞTIRMALARI ı

J. G. Frazer
İçindekiler
Birinci Baskıya Önsöz .............................................................. 7
Üçüncü Baskıya Önsöz . . .. . . .. .
.. . .. . . .. ..... .. ..................... .. .. . . ... . 9 . ...

1 . KİTAP
ADON İS

1. Bölüm: Adonis Miti ............... .


. ... ... . .
. ... . ... . 13 .... ........ .... . ... ..

il. Bölüm: Suriye' deki Adonis ... ...... .... .. . . . ..... . .


. .25 .. . .. . . . .. .....

111. Bölüm: Kıbrıs'ta Adonis ...... .... .. ............. . ..... .... . 45


. . . . . . ....

iV. Bölüm: Kutsal Adamlar ve Kadınlar ..... ..... .......... . 71 . . ..

1 . Alternatif Bir Kuram .... ... ..................... ............... . .


. . . 71
2. Hindistan' da Kutsal Kadınlar ................................
75
3. Batı Afrika' da Kutsal Kadınlar ve Erkekler . 79 ....... ..

4. Batı Asya' da Kutsal Kadınlar . . . .. . .. .. .. .


. . 84 ... . ............. .

5. Batı Asya'da Kutsal Erkekler ..............................


.. . 86 .

6. Tanrının Oğulları .........


. .. ..
. ............... ......... . . . ..... .....
. 93
7. Ölülerin Başka Bir Bedende Dirilişi 97 ... ........... . . .......

8. Samilerde Kutsal Ağaçlar ve Taşlar . . . 122 ...... ...........

V. Bölüm: Melkart'ın Yakılışı ........................... ...... .. ..


. . . . 127
VI. Bölüm: Sandan'ın Yakılışı .. .. ...... ..............................
. 135
1. Tarsuslu Baal .......... ......
.. ...
.. . ........
. . 135 .. ................. ... ..

2. İvriz Tanrısı ....... .. .... . ........ . ......... .


.... ... .. . . 137 . . ... . . . .........

3. Tarsuslu Sandan ............. . . . . . . ... ............................


. . . 142
4. Boğazköy Tanrıları . ...
. . .......... .. ...............................
146
5. Tarsus'taki Sandan ve Baal .. ................................. 160
6. Olba'nın Rahip Kralları . ... . ... ................ .. .... ...
. . . .. . 161 . .

7. Korykos Mağarası Tanrısı. . ................


.... .. .. . 170 ... .. . ....

8. Kilikya Tanrıçaları . ... ..................... .. . . ... ......


. ... . .. 180 ....

9. Kilikya Tanrılarının Yakılışı . . . . .. ........... .. .... ... ..


190 .....
VII. Bölüm: Sardanapalus ve Herakles ... . . . ..... 191 .. .... . ........

1. Sardanapalus'un Yakılışı ...........


. . ... ... . . .. ..
191 ..... ........

2. Krezüs'ün Yanışı .............. ............... .. . . .


.. . . . . 193 . ........ . ..

3. Ateşle Arınma .........................................................


199
4. Lidya Krallarının Tanrısallığı ...............................
201
5. Tarsus ve Sardes'teki Hitit Tanrıları ............ ....
. .. 205 .

6. Tilon' un Yeniden Dirilişi... .................................... 206


VIII. Bölüm: Volkanik Din ........................ .....................
. 209
1 . Bir Tanrı'nın Yakılışı . .. . ..... .. ..........
. ........ ... .
. . ... . . 209 . ....

2. Volkanik Kapadokya Bölgesi . .. ... ...... ................ ..


. 210
3. Kapadokya'da Ateşe Tapınma .......... ...................
212
4. Yanmış Lidya Toprağı ............... ................. .........
. . 214
5. Deprem Tanrısı .. . . . ...
. .... . . . . . .. .
. ........
. .. ........ ......
. 216 .......

6. Kötü Kokulu Dumana Tapınma ..........................


224
7. Sıcak Kaynak Sularına Tapınma . . .. . .....................
228
8. Diğer Topraklarda Yanardağlara Tapınma 237 ........

IX. Bölüm: Adonis Ayini . . . . .. .. . .


. .... .... . . .. . ... ....... .. .... ......
. . . 245
X. Bölüm: Adonis Bahçeleri ..................
.. . . ............. ....... . .
259

2. KİTAP
ATTİS

1. Bölüm: Attis Miti ve Ayini .......................


287 . . .. .. ......
. .... . . .
il. Bölüm: Bitki Tanrısı Olarak Attis ......... . .. ...............
301 .. .
III. Bölüm: Baba Tanrı Olarak Attis . ..... .........................
305
İ
iV. Bölüm: Attis'in nsan Temsilcileri . . . . 309 . ........ ...... ........

V. Bölüm: Asılan Tanrı ............. .


. .. ..................
.... . . . 313 . .. ..... ..

VI. Bölüm: Batıdaki Doğu Dinleri . . . ... .. ....... .......


. .. . 323 ... ... ..

VII. Bölüm: Hyakınthos . . ................. ......... .... ..


. . . .. 339 ............
Birinci Baskıya Önsöz

Bu çalışmalar Altın Dal adlı kitabımın ilgili bölümlerinin


genişletilmiş hali olup, bir süredir hazırlamakta olduğum
yapıhn üçüncü basımının bir bölümünü oluşturmaktadır­
lar. Çok büyük bir kısmı yeni olmakla beraber umanın,
başlı başına eksiksiz ve anlaşılır bir bütün meydana getiri­
yorlar. Önceki denemelerin mevcut hali üstüne yapılan
eleştirilerden yararlanıp bunları daha geniş kapsamlı yapı­
tımda hayata geçirebilmişsem ne mutlu bana.
Yapı olarak birbirine benzeyen bu üç Doğu tapınma bi­
çimini incelerken bunların doğduğu toprakların doğal
özelliklerine eskisinden daha çok dikkat gösterdim, çünkü
tüm öteki kurumlar gibi dinin de fiziksel çevreden ciddi
biçimde etkilendiğine ve düşüncelere, alışkanlıklara ve bir
halkın bütün yaşamına kalıcı biçimde damgasını vuran ha­
rici ortamın kimi yönleri hesaba kahlmadan dinin anlaşı­
lamayacağına her zamankinden daha fazla inanmaktayım.
Ne yazık ki Doğu'yu hiç görmedim, bu yüzden Adonis,
Attis ve Osiris'in anavatanlarını kendi kişisel bilgilerimle
tarif etmem mümkün değil. Ama bu açığı, görgü tanıkları­
nın anlahmlarını karşılaştırmak ve bu tanıklıklardan, bu
cilt çerçevesinde ele almak durumunda kaldığım manzara­
ların -deyiş yerindeyse- karma bir resmini yapmak suretiy­
le kapatmaya çalıştım. Doğunun manzarası, atmosferi ve
göz kamaşhrıcı renkleri hakkında kaynaklardan bir şeyler
öğrenebilmiş ve okuyucularıma bulanık da olsa buna dair
bir bilgi aktarabilmişsem işimi kısmen başarmış sayılırım.

J. G. FRAZER.
TRINITY COLLEGE, CAMBRIDGE,
22 Temmuz 1906

7
Üçüncü Baskıya Önsöz

Üçüncü baskı için kitabı yeniden gözden geçirirken, son


baskının yayımlarunasından sonra ortaya çıkan bazı önem­
li yapıtlardan da faydalandım. Bunlardan, Baudissin'in
Adonis, Dr. E. A. Wallis Budge'ın Osiris ve meslekdaşım
Profesör J. Garstang'ın geçmişin sisleri arasında giderek
daha fazla belirginleşmeye başlayan o gizemli halk, yani
Hitit Uygarlığı üstüne kaleme aldıkları değerli bilimsel in­
celemeleri özellikle arunak isterim. Dr. Wallis Budge örne­
ğini izleyerek Osiris' e tapınmayla modern Afrika kabileleri
arasında görülen, ölülere, özellikle de ölmüş krallara ta­
pıruna arasında kimi benzerlikler olduğunu gösterdim. Bu
benzerliklerin işaret ettiği sonuç şudur: Tazim edilmiş Osi­
ris'in; ölen ve öldükten sonra tekrar dirilen bu tanrının
üzerindeki mitolojik örtünün ardında bir zamanların ölü
adamı yatmaktadır. Ben bunun doğru olup olmadığı ko­
nusuna girmeyeceğim. Kadim mitolojiyle ilgili meselelerin
derinlerine ne kadar girersem bu konularla uğraşmada o
kadar çekingen oluyorum ve bu çözümsüz sorunlara çö­
züm arayışına yıllarım harcayan bizlerin hpkı tekrar tekrar
kayayı dağın tepesine çıkartıp onun vadinin dibine geri
yuvarlanmasını izlemek zorunda kalan Sisifos' a, ya da kı­
rık küplere su doldurmaya mahkum edilen Danaos'un kız­
larına benzediğimizi düşünmekten kendimi alamıyorum.
Hayatımızı asla öğrenilemeyecek ya da öğrenilebilse bile
buna değmeyecek bir şeyi öğrenmeye çalışarak boşa har­
camakla görevlendirilmişsek elimizden ne gelir? Bundan
pek korkmuyorum. Bu tür işleri saf akılla savunmak
mümkün değildir. Bu durumda sadece, ne olduğunu bil­
mediğimiz bir şeyin bizleri cehalet denen büyük düşmana
nerede görürsek saldırmaya ittiğini ve muhtemel olduğu

9
üzere bu saldırının sonuçsuz kalması halinde, Yitik Öncü
Kuvvetler (Forlorn Hope) gibi boşa kürek çekmiş olsak da
onursuzca bir şey yapmadığımızı söyleyebiliriz.

J. G. FRAZER.
CAMBRIDGE,
16 Ocak 1914.

10
.

1. KiTAP

ADONİS
1. Bölüm
Adonis Miti

Dünya üzerinde her yıl meydana gelen büyük değişimler


her çağda insanların zihnini ciddi biçimde etkilemiş ve on­
ları bu devasa ve merak uyandıracak dönüşümlerin ne­
denleri üzerinde düşünmeye itmiştir. Merakları tamamen
nedensiz değildir; çünkü bir vahşi bile kendi yaşamının
doğal yaşamla ne kadar yakından bağlantılı olduğunun ve
akarsuyu dondurup dünya üzerindeki bitkileri yok eden
süreçlerin kendisini de yok olma tehdidiyle karşı karşıya
bıraktığının farkındadır. İnsan gelişiminin bir aşamasında,
afet tehlikesini bertaraf ehnenin kendi ellerinde olduğunu
ve büyü sanatıyla mevsimlerin dönüşümünü hızlandırıp
yavaşlatmanın mümkün olduğunu hayal etmiş gibi gö­
rünmektedir. Bu doğrultuda, yağmur yağdırmak, güneşin
ışık saçması, hayvanların çoğalması ve meyvelerin bollaş­
ması için törenler düzenlemiş ve büyülü sözler söylemiştir.
Bilginin zaman içinde ağır ağır gelişip değer verilen birçok
yanılsamayı ortadan kaldırmasıyla birlikte, insanoğlunun
en azından daha fazla düşünenleri yazla kışın, ilkbaharla
sonbaharın yer değiştirmesinin sadece kendi büyü ayinle­
rinin sonucu olmadığını, doğa sahnesindeki değişimlerin
ardında daha derin bir nedenin, daha büyük bir gücün
yattığını fark etmiştir. Bitkilerin büyümesini ve solmasını,
canlıların doğumunu ve ölümünü artık tanrısal varlıkların,
tıpkı insan gibi doğan veya ölen, evlenip çocuk sahibi olan
tanrı ve tanrıçaların artan veya azalan güçlerinin bir sonu­
cu olarak görmeye başlamıştır.
Böylece eski, büyüye dayalı mevsim kuramının yerini

13
din kuramı almış ya da onu tamamlamışhr. Çünkü insan­
lar artık yıllık değişim çevrimini esas olarak tannlarındaki
mukabil değişimlere bağlasalar da haia kimi büyü ayinle­
riyle, yaşamın ilkesi olan tanrıya karşıt ilkeyle, yani ölümle
mücadelesinde yardımcı olabileceklerini düşünmekteydi­
ler. Onun kullanamadığı enerjisinden yararlanabilecekle­
rini ve hatta onu ölümden döndürebileceklerini hayal et­
mekteydiler. Bu amaçla düzenledikleri törenler aslında
hızlandırmak istedikleri doğal süreçlerin dramatik bir tak­
lidinden ibaretti; çünkü büyünün en bilinen ilkelerinden
biri, istenen etkiyi, onu taklit ederek elde etmenin müm­
kün olduğu inancıdır. Öte yandan, arhk büyüme ve çürü­
meyi, üreme ve yok olmayı tanrıların evlenmesiyle, ölüm­
leriyle ve yeniden doğuşlarıyla ya da dirilişleriyle açıkla­
dıkları için dini öyküler ya da daha doğru ifadeyle büyü
öyküleri büyük ölçüde bu temalara dönmüştür. Bereket
güçlerinin, yani kutsal eşlerden en azından birinin üzüntü
verici ölümüyle onun sevindiren dirilişinin doğurgan bir­
liğini ortaya koymuşlardır. Böylece bir din kuramı bir bü­
yü uygulamasıyla harmanlanmışhr. Bu bileşime tarihte
sıkça rastlanmaktadır. Aslında çok az din kendini büyü­
nün eski ayak bağlarından kurtarabilmiştir. Birbirine zıt iki
ilkeye göre hareket etmenin tutarsızlığı filozofun ruhunu
incitse de sıradan insan için pek sorun değildir; aslında sı­
radan insan çoğu zaman bunun farkında bile değildir.
Onun işi eylemdir, eyleminin saiklerini çözümlemek değil.
Zaten insanoğlu her zaman manhklı ve akıllıca davranmış
olsaydı, tarih uzun bir ahmaklık ve suç günlüğünden iba­
ret olmazdı.1

1 Bu ciltte Doğu inanç ve uygulamalarını ele aldığım için uzun süre Do­
ğu' da yaşamış olan ve Doğu'yu iyi bilen birinden şu alınhyı yapabilirim:
"Doğu düşüncesinde mantığın ayak bağları yoktur. Doğu düşüncesinin
aynı anda birbirine zıt iki şeyi kabullenebildiği ve inanabildiği bir ger­
çektir. Yunan ve İngiliz hbbını benimseyen ve katı hijyen kuralları uygu­
layan son derece nitelikli ve hatta bilgili Hint doktorlarının kendi evle­
rinde ve ailelerinde bunun tamamen tersini yaptıklarını görüyoruz. Gü-

14
Ilıman kuşakta mevsimlerin getirdiği en çarpıcı değişik­
lik bitki örtüsünü etkileyen değişikliklerdir. Mevsimlerin
hayvanlar üstündeki etkisi büyük olmakla birli}<.te o kadar
belirgin değildir. Dolayısıyla kışı uzaklaşhrıp baharı geri
getirmeye yönelik büyü öykülerinde bitkilere vurgu ya­
pılması ve bunlarda ağaçlarla otların vahşi hayvan ve kuş­
lara göre daha fazla öne çıkması doğaldır. Ancak bu ayin­
leri düzenleyenlerin zihninde yaşamın iki yönünün, yani
bitkilerle hayvanların birbirinden ayrılması söz konusu
değildi. Aslında tersine, hayvan ve bitki dünyası arasında­
ki bağın gerçekte olduğundan daha yakın olduğuna ina­
nılmaktaydı; o yüzden hem hayvan, hem bitki hem de in­
sanların aynı zamanda ve aynı hareketle çoğalabilmesi için
çoğunlukla, yeniden canlanan bitkilerin dramatik bir tem­
silini gerçek ya da dramatik bir cinsler arası birlikle birleş­
tirirlerdi. Onlara göre ister hayvan olsun ister bitki, yaşam
ve doğurganlık birdi, bölünemezdi. Yaşamak ve yaşatmak,

neş ve ay tutulmalarını önceden saptayabilen ama bu tutulmalara bir ej­


derhanın güneşi yutmasının neden olduğuna inanan astronomlar görü­
yoruz. Mucizevi güçleri ve Tann'yla yakın birliktelik içinde olan ama al­
kolik ve ahlaksızca bir yaşam sürdüren ve başkalannı sürekli dolandıran
kutsal kişilikler görüyoruz. Doğu zihniyetine göre bir şeyin hüküm sür­
mesi için kolayca inanılamayacak kadar inanılmaz olması gerekir" (Riots
and Unrest in the Punjab, bir gazeteciden," The Times Weekly Edition, 24
Mayıs 1907, s. 326). Yine, Aşağı Kongo halklanndan söz eden deneyimli
bir misyoner bu halkın dinsel düşüncelerini "belli bir sistematiğe oturtu­
lamayacak kadar karmaşık," olarak niteleyerek, "Aynı kişi farklı zaman­
larda size, ayrılan ruhun öbür dünyaya, karanlık bir ormana, aya ya da
güneşe gittiğini söyleyebilir. İnançlarında bir tutarlılık yoktur, evrenin
yaratılışıyla ve gelecekle ilgili düşünceleri son derece bulanıktır. Ölüm­
den sonra cezalandınlmaya inandıklan halde bu konudaki inançları o
kadar muğlaktır ki caydıncı gücünü yitirmektedir. Aşağıdaki sayfalarda
mantıksal bir birlik varsa eğer, bunu yerel aklın olumlu hanesine yaz­
mak gerekir, çünkü onlann kafa bulanıklıklannın temelinde mantık tu­
tarsızlığı yatmaktadır," demektedir. Bkz. Rahip John H. Weeks, "Notes
on some Customs of the Lower Kongo People," Folk-lore, xx. (1909), ss. 54
vd. İnsan zihninin, aynı anda birbiriyle çelişen inançlar taşımaya izin ve­
ren bu içsel kapasitesini kabul etmediğimiz takdirde genel olarak dü­
şünce tarihini, özel olarak da dinlerin tarihi anlamak mümkün değildir.

15
yemek ve çocuk sahibi olmak; eskiden insanların başlıca
talepleri bunlardı ve dünya durdukça da başlıca talepler
bunlar olmaya devam edecek. Bunlara insan yaşamını
zenginleştirip güzelleştirmesi için başka şeyler eklenebilir,
ancak bu ihtiyaçlar karşılanmadığı sürece insanoğlunun
varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, mev­
simleri düzenlemeye yönelik büyü ayinlerinin elde etmeye
çalıştığı başlıca şey bu ikisi yani yiyecek ve çocuk olmuş­
tur.
Göründüğü kadarıyla bu ritüellerin en yaygın ve ciddi
biçimde uygulandığı yerler Doğu Akdeniz'e sınır bölgeler
olmuştur. Mısır ve Batı Asya halkları her yıl ölüp sonra
yeniden dirilen bir tanrı şeklinde kişileştirdikleri yaşamın
her yıl solup yeniden canlanmasını Osiris, Tammuz, Ado­
nis ve Attis adlarıyla simgeleştirmişlerdi. Ritler ad ve ay­
rıntılar bakımından bölgeden bölgeye farklılık gösterseler
de özsel olarak aynıydılar. Bu araştırmanın konusu, birçok
ad almakla birlikte temelde yapısı değişmeyen bu doğu
tanrısının söz konusu ölümü ve yeniden dirilişidir. Buna
da Tammuz ya da Adonis'le başlayacağız.2

" Renan (Mission de Phbıicie, Paris, 1 864, ss. 216, 235) ve Chwolsohn (Die
Ssabier und der Ssabismus, St. Petersburg, 1856, ii. 510) gibi bazı araştırma­
cılar Tammuz ile Adonis'in eşdeğer olduğu fikrine kuşkuyla yaklaşmış
ya da reddetmişlerdir. Origenes (Selecta in Ezechielem, Migne, Patrologia
Graeca, xiii. 797), Hieronymus (Epist. lviii. 3 ve Commentar. in Ezechielem,
viii. 13, 14, Migne, Patrologia Latiııa, xxii. 581, xxv. 82), İskenderiyeli Cyril
(lsaiam, kitap ii. c. iii. ve "Hosea, iv. 15"e şerh, Migne, Patrologia Graeca,
lxx. 441, lxxi. 136), Theodoretus (Ezechielis cap. viii., Migne, Patrologia
Graeca, lxxxi. 885), Paschal Chronicle (Migne, Patrologia Gracea, xcii. 329)
ve Melito (W. Cureton, Spicelegium Syriacıını, Londra, 1855, s. 44) gibi
isimler iki tanrının aynı olduğunu savunmaktadır; buna bakarak, uzak
kaynakları ne olursa olsun, antikitenin son dönemlerinde Tammuz ve
Adonis'in kesinlikle birbiriyle eşdeğer olduğunu söyleyebiliriz. Bkz. W.
W. Graf Baudissin, Studien zur semitisclıen Religionsgesclıiclıte (Leipzig,
1878-1878), i. 299; aynı yazar, Rea/encyclopiidie für protestantische Theologie
uııd Kirchengeschiclıte, "Tammuz" maddesi; aynı yazar, Adonis und Esnııııı
(Leipzig, 191 1 ), ss. 94 vd.; W. Mannhardt, Antike Wa/d-ııııd Feldkulte (Ber­
lin, 1877), ss. 273 vd.; C. Vellay, "Le dieu Tammuz," Revııe de /'Histoire

16
Adonis tapınmaalığı Babil ve Suriye'nin Sami halkların­
da görülmekteydi, Yunanlar da bunu İsa' dan önce yedinci
yüzyıl gibi tarihte onlardan almışh.3 Tanrının gerçek adı
Tammuz idi: Adonis adı, ona tapanların onurlandırma un­
vanı olarak kullandığı, "efendi" anlamına gelen Sami di­
lindeki Adon' dan gelmektedir.4 Eski Ahit'in İbranicesinde
Yehova'ya sık sık, özgün biçimi muhtemelen Adoni yani
"efendim" olan aynı Adonai adıyla hitap edilmektedir.5
Ancak Yunanlar bir yanlış anlama sonucu bu onursal un­
vanı gerçek bir ada dönüştürdüler. Tammuz ve onun eş­
değeri olan Adonis, Sami halklar arasında geniş ve kalıcı
biçimde yayılırken, Adonis' e tapınmanın başka bir kandan
ve başka bir dilden ırkla, yani tarihin şafağında İran Kör­
fezi'nin ucundaki düz alüvyon ovalarında yaşayan ve son­
radan Babil adını alan uygarlığı yaratan Sümerlerle başla­
dığını düşünmek için nedenler vardır. Bu halkın kökeni ve
kimle akraba oldukları bilinmemektedir; gerek fiziksel ge­
rekse dil olarak bütün komşularından farklıydılar. Farklı
ırklar arasında sıkışıp kalmış gibi duran ayrık konumlan,
insanlık tarihini inceleyen araştırmacıya Basklarla Etrüsk­
lerin Avrupa'nın Ari halkları arasındaki farklı konumuna

des Religions, xlix. (1904) ss. 154-162. Baudissin, Tammuz ve Adonis'in


aynı ortak kökenden ortaya çıkmış iki farklı tanrı olduğunu savunmak­
tadır (Adonis und Esmun, s. 368). Adonis kültünün Asur kökeni uzun
zaman önce Macrobius (Sat. i. 21. 1) tarafından dile getirilmişti. Genel
olarak Adonis ve Adonis tapınması için aynca bkz. F. C. Movers, Die
Phonizier, i. (Bonn, 1841 ), ss. 191 vd.; W. H. Engel, Kyrpos (Berlin, 1841), ii.
536 vd.; C. Vellay, Le cıılte et /es fetes d'Adonis - Thammouz dans /'Orie11t
mıtique (Paris, 1904).
1 M. Ö. 600'lerde yaşayan Sappho, Adonis yasından söz etmektedir. Bkz.

T. Bergk'in Poetae Lyrici Graeci'si, iii. (Leipzig, 1868), s. 897; Pausanias, ix.
29. 8.
' E. Meyer, Geschichte des Altertums, i. 2 (Berlin, 1909), ss. 394 vd.; W. W.
Graf Baudissin, Adonis u11d Esmun, ss. 65 vd.
" E11cyclopaedia Biblica, (ed.) T. K. Cheyne ve J. S. Black, iii. 3327. Eski
ı\hit'te insanlar için sık sık Adoni, yani "efendim," unvanı kullanılmak­
tadır. Bkz., örneğin, Yaratılış xxxiii. 8, 13, 14, 15, xlii. 10, xliii. 20, xliv. 5, 7,
9, 1 6, 18, 19, 20, 22, 24.

17
benzer sorunlar oluşturmaktadır. Yaratıcı ama kanıtlan­
mamış bir hipotez bunları, bir zamanlar bereketli olan top­
raklan kıraç alanlara çevirerek antik uygarlık merkezlerini
kayan bir kum denizinin altına gömen kuraklık sonucu Or­
ta Asya'dan sürülen göçmenler olarak tanımlamaktadır.
Geldikleri yer neresi olursa olsun, Sümerlerin çok erken bir
tarihte Güney Babil'de ciddi bir uygarlık sahası kurdukları
kesindir; çünkü toprağı sürmüş, hayvan beslemiş, kentler
inşa etmiş, kanallar kazmış ve hatta zaman içinde Sami
komşularının da alacağı bir yazı sistemi icat etmişlerdi. 6
Görünüşe göre Tammuz bu antik halkın panteonunda en
önemli değilse bile en eski figürlerden biridir.7 Adı Sümer­
cede "hakiki oğul" ya da tam olarak "derin suyun hakiki
oğlu"8 anlamına gelen bir deyişten gelmektedir. Günümü-

• C. P. Tiele, Geshichte der Religion im Altertum (Gotha, 1896-1903), i. 134


vd.; G. Maspero, Histoire Ancienne des Peuples de l'Orient C/assique, /es
Origines (Paris, 1895), ss. 550 vd.; L. W. King, Babylonian Religion and
Mythology (Londra, 1899), ss. 1 vd.; aynı yazar, A History of Sumer and Ak­
kad (Londra, 1910), ss. 1 vd., 40 vd.; H. Winckler, E. Schrader Die Kei­
lingschriften und das aite Testament içinde (Berlin, 1902), ss. 10 vd., 349; F.
Hommel, Grundriss der Geographie und Geschichte des alten Orients (Münih,
1904), ss. 18 vd.; ss. 18 vd.; E. Meyer, Geschiclıte des Altertııms, i. 2 (Berlin,
1909), ss. 401 vd. Sümerlerin Orta Asya'dan göçtüğü yolundaki hipotez
için bkz. L. W. King, History of Sumer and Akkad, ss. 351 vd. Sümerlerin
göç etmesine yol açtığı düşünülen Orta Asya'run yavaş yavaş çölleşmesi
yaklaşımı, benzer biçimde Roma İmparatorluğu'nun çöküşünün açık­
lanmasında da kullanılmıştır; buna göre büyük alanların yaşanmaz hale
gelişi, azılı barbarları Avrupa'da yeni topraklar aramaya itmişti. Bkz.
Profesör J. W. Gregory'nin Kraliyet Coğrafya Topluluğu'nda verdiği ve
The Times'da, 9 Aralık 1913, yayımlanan "Is the Earth Drying Up?" baş­
lıklı dersleri. Prof. Hommel (a.g.e., ss. 19 vd.) Sümer dilinin Ural-Altay ai­
lesine ait oduğunu, ancak dilsel yakınlıklarının bilinmediğini belirtmişti.
Bir zamanlar şiddetle savunulan, Sümercenin bir dil olmayıp sadece ka­
balistik bir Sami yazım biçimi olduğu şeklindeki görüş artık geçerliliğini
yitirmiştir.
7 H. Zimmem, "Der babylonische Gott Tamüz," Ablıandlungen der philolo­
gisch-historischen Klasse der Königl. Sachsisc/ıen Gesellschaft der Wissenschaf­
ten, xxvii. No. Xx. (Leipzig, 1909), ss. 701. 722.
R Dumu-zi, ya da tam olarak Dumuzi-abzu. Bkz. P. Jensen Assyrisch­

Babylonische Mythen und Epen (Berlin, 1900), s. 560; H. Zimmem, a.g.e., ss.

18
ze kadar ulaşan yazılı Sümer metinleri arasında, Tammuz
adına günümüzden yaklaşık iki bin yıl önce yazılmış ol­
makla birlikte çok daha erken bir dönemde oluşturulmuş
ilahiler de bulunmaktadır.9
Babil dinsel literatüründe Tammuz, doğanın üretken
enerjisinin vücut bulmuş hali olan büyük ana tanrıça İş­
tar'ın genç eşi veya sevgilisi olarak görünmektedir. Mitler­
de ve ritüellerde bu ikisinin bağlanhsına yapılan gönder­
meler hem bölük pörçük hem de muğlak olmakla birlikte,
bunlardan Tammuz'un her yıl ölerek neşeli dünyadan
kasvetli yer alh dünyasına geçtiğine ve kutsal eşinin her yıl
onun peşinden "dönüşü olmayan topraklara, kapısıyla üs­
tündeki kilidin tozla kaplı olduğu karanlığın evine" gitti­
ğine inanıldığını anlamaktayız. İş tar' ın yokluğunda aşk
arzusu sona ererdi, erkekler ve hayvanlar soylarını ço­
ğaltmayı unuturdu, bütün yaşam tükenme tehlikesiyle
karşı karşıya kalırdı. Bütün hayvanlar aleminin cinsel iş­
levleri bu tanrıçayla o kadar yakından bağlanblıydı ki, o
olmadan bu işlevler yerine getirilemezdi. Bunun üzerine,
bunca şeyin kendisine bel bağladığı tanrıçayı kurtarmak
üzere büyük tanrı Ea'nın elçisi gönderilmişti. Ölüler diya­
rının aamasız tanrıçası Allatu ya da Ereşkigal istemeye is­
temeye İştar' a Hayat Suyu serpilip -muhtemelen aşığı
Tammuz'la birlikte- bırakılarak yukarıdaki dünyaya dön-

703 vd.; aynı yazar, E. Schrader, Die Keilinschriften und das Aite Testament
içinde, (Berlin, 1902), s. 397; P. Dhorme, LJı Religion Assyro-Babylonieııne
(Paris, 1910), s. 105; W. W. Graf Baudissin, Adonis und Esmun (Leipzig,
1911), s. 104.
'' H. Zimmem, "Der babylonische Gott Tamüz," Abhandl. d. Kön. Sachs.
Gesellsclıaft der Wissensclıaften, xxvii. No. xx. (Leipzig, 1909), s. 723. İlahi­
ler ve çevirileri için bkz. H. Zimmem, "Sumerisch-babaylonische Tamüz­
lieder," Berichte über die Verhandlungen der Königlich Bachsischen Gesel/sc­
/111(1 der Wissenschaften zu Leipzig, Philologisch-historische Klasse, lix. (1907),
ss. 201-252. Bkz. H. Gressmann, Altorientalische Texte und Bilder (Tübin­

�en, 1909), i. 93 vd.; W. W. Graf Baudissin, Adonis und Esmun (Leipzig,


1911), ss. 99 vd.; R. W. Rogers, Cuneiform Parallels to the Old Testament
(Oxford, N.D.), ss. 179-185.

19
melerine ve böylece bütün doğanın yeniden canlanmasına
izin vermişti.
Bazı Babil ilahilerinde Tammuz'a düzülen ve onu hızla
solan bitkilere benzeten ağıtlar bulunmaktadır. O,

"Bahçede hiç su içmeyen,


Tarlada tepesi hiç çiçeklenmeyen bir ılgındır.
Derenin suyundan çekemeyen bir söğüttür,
Kökleri harap olmuş bir söğüt.
Bahçede hiç su içmeyen bir ot."

Görünüşe göre kadın ve erkekler tarafından yazın kendi


adıyla anılan ayda yani Temmuz' da ölümü için her yıl yas
tutulurdu. Temiz suyla yıkanıp yağla meshedilerek kırmızı
bir cüppe giydirilen 'ölü tanrı' suretine ağıtlar yakılırken,
adeta uyuyan duygularım keskin kokularıyla hareketlen­
direrek onu ölüm uykusundan uyandırmak için, bir yan­
dan da havaya tütsü dumanlan yükselirdi. Flütlerin Tem­
muz İçin Ağıdı başlıklı bir ağıtta, ağıdı söyleyenlerin hü­
zünlü nakaratı tekrarlayan seslerini hala duyarmış ve tıpkı
uzaklardan gelen bir müzik sesi gibi flütlerin giderek za­
yıflayan notalarım yakalarmış gibi oluruz;

O kaybolunca üzerine bir ağıt yakar,


'Ah çocuğum!' diye bir ağıt yakar o kaybolunca;
'Benim Damu'm!' diye bir ağıt yakar o kaybolunca.
'Benim büyücüm ve rahibim!' diye bir ağıt yakar o kaybolunca,
Bir açıklığa kök salmış, parlayan sedir ağacında,
Eanna'da, aşağıda ve yukarıda, bir ağıt yakar.
Bir ağıt yakar, bir evin beyi için yaktığı ağıt gibi,
Bir ağıt yakar, bir kentin efendisi için yaktığı ağıt gibi.
Onun ağıdı yatakta büyümeyen bir ot içindir,
Onun ağıdı başak vermeyen bir buğday içindir.
Onun odası bir mülkiyet getirmeyen bir mülkiyettir,
Bitkin bir kadın, bitkin bir çocuk, bezgin.
Onun ağıdı büyük bir ırmak içindir, hiçbir söğüdün büyümediği,
Onun ağıdı bir tarla içindir, buğday ve otların bitmediği.

20
Onun ağıdı bir gölcük içindir, balıkların yetişmediği.
Onun ağıdı bir sazlık içindir, hiçbir sazın büyümediği.
Onun ağıdı orman içindir, ılgınların yetişmediği.
Onun ağıdı bakir topraklar içindir, selvilerin (?)yeşermediği.
Onun ağıdı ağaçlığın derinlikleri içindir, balın ve şarabın çıkma-
dığı.
Onun ağıdı otlaklar içindir, hiçbir bitkinin yetişmediği.
Onun ağıdı bir saray içindir, bir yaşamın filizlenmediği. "ı o

ıu A. Jeremias, Die babylonisclı-assyrischen Vorstellungen vom Leben nach


dem Tode (Leipzig, 1887), ss. 4 vd.; aynı yazar, W. H. Roscher, Lexikon der
griech. und röm. Mythologie içinde, ii. 808, iii. 258 vd.; M. Jastrow, The Reli­
gion of Babylonia and Assyria (Boston, 1 898), ss. 565-576, 584, 682 vd.; W.
L. King, Babylonian Religion and Mythology, ss. 178-183; P. Jensen, Assy­
risch-babylonische Mythen und Epen, ss. 81 vd., 95 vd., 169; R. F. Harper,
Assyrian and Babylonian Literature (New York, 1901), ss. 316 vd., 338,408
vd. ; H. Zimmem, E. Schrader, Die Keilinschriften und das Aite Testament
içinde, ss. 397 vd., 561 vd.; aynı yazar, "Sumerisch-babylonische Tamuz­
lieder," Berickte uber die Verhandlungen der fconiglich Sachsischen Gesel/sc­
lıaft der Wissenschaften zu Leipzig, Philologisch-historische Klasse, lix. (1907)
ss. 220, 232, 236 vd.; aynı yazar, "Der babylonische Gott Tamüz," Ab­

lıandlungen der philologisch-historischen Klasse der Königl. Sachsischen Ge­


sellsc/ıaft der Wissenschaften, xxvii. No. xx. (Leipzig,1909) ss. 725 vd., 729-
735; H. Gressmann, Altorientalische Texte und Bilder zum Alten Testamente
(Tubingen,1909), i. 65-69; R. W. Rogers, Cuneiform Paral/els to the Old Tes­
lııment (Oxford, N.D.), ss. 121-131; W. W. Graf Baudissin, Adonis und Es­
mun (Leipzig, 1911), ss. 99 vd., 353 vd. Hieronymus'a göre ("Hezekiel
viii, 14"e şerhinde) Temmuz ayı Haziran idi; ancak modem araşhrmacı­
lara göre Temmuz'a ya da Haziran'ın bir bölümüyle Temmuz'un bir bö­
lümüne denk gelmekteydi. Bkz. F. C. Movers, "Die Phonizier, i. 210; F.
Lenormant, "ll mito di Adone-Tammuz nei documenti cunei-formi," Atti
ıld iV. Congresso Internasionale degli Orientalisti (Floransa, 1880), i. 144 vd.;
W. Mannhardt, Antike Wald-und Feldkulte, ss. 275; Encyclopaedia Biblica,
"Months" maddesi, iii. 3194. Dostum W. Robertson Smith, çeşitli yerel
Suriye takvimlerinden yola çıkarak, Temmuz ayının, yaz ortasından
sonbahara ya da Haziran' dan Eylül'e kadar, farklı yerlerde farklı zaman­
lara denk geldiğini söylemektedir. Prof. M. Jastrow'a göre, Tammuz fes­
livali yaz gündönümünden hemen önce kutlanmaktaydı (The Religion of
/lıı/ıylonia and Assyria, ss. 547, 682). M. Jastrow "Yahudi Kilisesi takvi­
minde, Temmuz'un 17'nci gününün hala oruç günü olarak görüldüğünü
Vl' Houtsma'run, o günün Kudüs'ün Romalılar tarafından fethiyle özdeş­

ll'�tirilmesinin sadece eski festivali daha önemli gösterme çabası oldu­


�ıınu gösterdiğini" belirtmektedir.

21
Adonis'in trajik öyküsünü ve melankolik ayinleri, kopuk
Babil edebiyat örneklerinden ya da tapınağın kuzey kapı­
sında Temmuz için ağlayan Yeruşalim kadınlarını gören
Hezekiel peygambere yapılan kısa göndermeden çok Yu­
nan yazarlarının anlahmlarından öğrenmekteyiz.11 Yunan
mitolojisine yansıhldığında bu doğu tanrısı Afrodit'in çok
sevdiği yakışıklı bir genç olarak görünmektedir. Tanrıça,
gençliğinde onu ölüler ülkesinin kraliçesi Persephone'ye
emanet ettiği bir dolapta saklamışh. Ancak Persephone do­
labı açıp da bebeğin güzelliğini görünce, Afrodit'in bizzat
cehenneme inerek sevgili bebeğini mezardan kurtarmak
için fidye teklif ehnesine rağmen geri vermeyi reddetmişti.
Aşk tanrıçasıyla ölüm tanrıçası arasındaki tartışma
Zeus'un araya girmesiyle son bulmuştu. Zeus, Adonis'in,
yılın bir bölümünde yer altında, Persephone ile birlikte,
diğer bölümünde yukarıdaki dünyada Afrodit ile birlikte
kalmasına karar vermişti. Zarif genç sonunda av sırasında
bir yaban domuzu ya da rakibini öldürmek için yaban
domuzu kılığına giren kıskanç Ares tarafından öldürül­
müştü. Afrodit çok sevdiği Adonis için acı acı ağıtlar yak­
mıştı.12 İki kutsal rakibin Adonis'e sahip olma mücadelesi
bir Etrüsk aynasında da tasvir edilecektir. Kitabelerde kim­
likleri anlatılan iki tanrıça, yargı makamında oturan ve sert
ifadelerle Persephone'ye bakarak parmağını uyarır bir şe-

11 Hezekiel viii. 14.


12
Apollodoros, Bibliotheka, iii. 14.4; Bion, Idyl., i.; J. Tzetzes, "Lycophron,
831"e şerh: Ovidus, Metam., x. 503 vd.; Aristides, Apology, (ed.) J. Rendel
Harris (Cambridge, 1891), ss. 44, 1 06 vd. Tammuz'la ilgili Babil metinle­
rinde yaban domuzunun yol açtığı bir ölümden söz edilmemektedir.
Bkz. H. Zimmem, "Sumerisch-babylonische Temuzlieder," s. 451; aynı
yazar, "Der babylonische Gott Tamüz," s. 731 . Baudissin yaban domuzu
olayının Adonis mitine sonradan eklendiğini düşünme eğilimindedir.
Bkz. Adonis ımd Esmun, ss. 142 vd. Yaban domuzuyla Adonis, Attis ve
Osiris gibi akraba tanrılar arasındaki ilişkiye gelince, yaban domuzunun
tanrının düşmanı olduğu fikrinin, vahşi domuzların ekin tarlalarında ya­
rattığı büyük hasarlarla bağlantılı olabileceğinin gösterildiği şu kaynağa
bkz. Spirits of the Corn a11d of the Wild, ii. 22 vd.

22
kilde kaldıran Jüpiter'in iki yanında durmaktadır. Keder
içinde kıvranan aşk tanrıçası yüzünü pelerinine gömerken,
bir elinde bir dal tutan inatçı rakibi, öteki eliyle içinde
muhtemelen genç Adonis'in bulunduğu kapalı bir sandığı
işaret etmektedir.13 Mitin bu biçiminde, Afrodit'le Persep­
hone arasındaki Adonis'i sahiplenme mücadelesi, açık bir
biçimde ölüler diyarındaki İştar'la Allatu arasındaki mü­
cadeleyi yansıhrken, Zeus'un, Adonis'in yılın bir bölümü­
nü yer altında ve öteki bölümünü yer üstünde geçirme ka­
ran, açıkça Temmuz'un her yıl kaybolup yeniden ortaya
çıkışının Yunan türevidir.

11W. W. Graf Boadissin, Adonis und Esmun (Leipzig, 1911), ss. 152 vd. ve
levha iv. Adonis mitinin Etrüsk aynalannda ve geç Roma sanahnda,
özellikle de lahit ve duvar resimlerinde tasvir edilişi için, bkz. Otto Jahn,
Archiiologische Beitriige (Berlin, 1847), ss. 45-51.

23
il. Bölüm
Suriye' deki Adonis

Adonis miti Batı Asya'da iki noktada yerelleştirilmiş ve


ritler çok daha törensel havada gerçekleştirilmişti. Bunlar­
dan biri Suriye kıyısındaki Biblos, öteki de Kıbrıs'taki
Paphos'tur. Her ikisi de büyük Afrodit ya da onun Sami
karşılığı olan Astarte'ye tapınma merkezleriydi;1 ve efsane­
leri doğru kabul edecek olursak, her ikisinde de Adonis'in
babası Kinyras kraldı.2 İki kentten Biblos daha eskiydi; hat­
ta Fenike'deki en eski kent olduğu ve dünyanın ilk çağla­
rında Yunanlar'ın Kronos'la Romalıların da Satürn'le öz­
deşleştirdiği büyük tanrı El tarafından kurulduğu iddia
edilmekteydi.3 Kent eski dönemlerde kutsal bir yer olarak,
Mekke ya da Fenikelilerin Kudüs'ü gibi ülkenin dini baş-

1 Antik dönem halklan Adonis'in eşi olan Suriyeli ve Kıbnslı Afrodit'in

Astarte' den başka biri olmadığının farkındaydılar. Bkz. Cicero, De Natu­


ra deorum, iii. 23.59; Joannes Lydus, De mensibus, iv. 44. Fenike'deki Ado­
nis için bkz. W. Graf Baudissin, Adonis und Esmun (Leipzig, 1911), ss. 71
vd.
2 Kyniras için bkz. F. C. Movers, Die Phoenizier, i. 238 vd., 2. 226-231; W.

H. Engel, Kypros (Berlin, 1841), i. 168-1 73, ii. 94-136; Stoll, "Kinyras"
maddesi, W. H. Roscher, Lexicon der griech. Und röm. Mythologie içinde, ii.
1 189 vd. Melit, Adonis'in babasını Cuthar diye adlandırmakta ve onu,
başkenti Gebal (Biblos) olan Fenike'nin kralı olarak tanıtmaktadır. Bkz.
Melito, "Oration to Antoninus Caesar," W. Cureton'un Spicilegium Sy­
riacum adlı yapıtı, (Londra, 1855), s. 44.
·1 Bibloslu Philon, alıntıyı yapan Eusebius, Praeparatio Evangelii, i. 10;
Fragmenta Historicorum Graecorıım, (ed.) C. Müller, iii. 568; Stephanus By­
zantius, "Bu�Aoc;" maddesi. Biblos, hala kullanılmakta olan Sami dilin­
deki Gebal'in (ı,J;) Yunanca karşılığıdır. Bkz. E. Renan, Mission de Pheni­
cie (Paris, 1864), s. 155.

25
kenti olarak görülüyordu.4 Kent deniz kıyısındaki bir te­
peye kurulu olup5 içinde Astarte'ye ait büyük bir tapınak
bulunmaktaydı. Revaklarla çevrili olan ve basamaklarla
çıkılan büyük bir açık alanın ortasında uzun bir koni ya da
dikilitaş, yani tanrıçanın kutsal imgesi vardı.6 Adonis ayin­
leri bu tapınakta gerçekleştirilmekteydi.7 Aslında bu tanrı­
dan dolayı bütün kent kutsaldı,8 Biblos'un biraz güneyin­
den denize dökülen Nehru İbrahim'in (İbrahim Nehri) çok
eski çağlardaki adı da Adonis idi.9 Burası Kinyras'ın kral­
lığı idi.10 İlk çağlardan son zamanlara kadar kent muhte­
melen bir senato ya da yaşlılar konseyinin yardım ettiği
krallar tarafından yönetilmişti.11 Hakkında kesin tarihsel
kanıt bulunan ilk kral Zekar-baal'dir. Bu kral Süley­
man'dan yaklaşık yüz yıl önce saltanat sürmüştü. Bu bula­
nık geçmişe rağmen Zekar-baal figürü Mısırlı bir tüccar ya
da devlet görevlisi olan Wen-Ammon'un günümüze kadar
-iyi ki- muhafaza edilen papirüse yazdığı günlükleri saye­
sinde garip denecek kadar canlı ve taze kalmayı başarmış­
hr. Bu kişi kralla Biblos'ta biraz vakit geçirmiş ve sunduğu
pahalı hediyeler karşılığında ondan Lübnan ormanların-

4 R. Pietschmann, Geschichte der Phoenizier (Berlin, 1889), s. 139. Bozuk pa­


raların üstünde "Kutsal Biblos" olarak tasvir edilmektedir.
5 Strabon, xvi. 1. 18, s. 755.
6 Tapınak ve imge Biblos paralarının üstünde de tasvir edilmektedir.
Bkz. T. L. Donaldson, Architectura Numismatica (Londra, 1859), ss. 105
vd.; E. Renan, Mission de Phenicie, s. 1 77; G. Perrot ve C. Chipiez, Histoire
de /'Art dans l'Antiquite, iii. (Paris, 1 885), s. 60; R. Pietschmann, Geschichte
der Phoenizier, s. 202; G. Maspero, Histoire Ancienne des Peuples de /'Orient
C/assique, ii (Paris, 1897), s. 173. Renan, kutsal dikilitaşı taşıdığını düşün­
düğü, devasa taşlardan yapılmış, kare biçimli büyük bir sütun kaidesini
ortaya çıkannışb (a.g.e., ss. 174-178).
7 Lukianos, De dea Syria, 6.
8 Strabon, xvi. 1.18, s. 755.

9 Lukianos, Da dea Syria, 8; Plinius, Nat. Hist. v. 78; E. Renan, Mission de

Phenicie, ss. 282 vd.


10 Eustathius, Commentary on Dionisius Periegetes, 912 (Geographi Graeci
Minores, ed. C. Müller, ii. 376); Melito, W. Cureton'un Spicilegium Sy­
riacum adlı yapıbnda, s. 44.
11 Hezekiel xxvii. 9. Gebal adı için bk.z. yukarıda, s. 25, dipnot 3.

26
dan bir miktar kereste almıştı.12 Sibitti-baal adını taşıyan
bir başka Biblos kralı M.Ö. 739 yılında Asur kralı III. Tig­
lat-Pileser'e haraç vermişti.13 Ayrıca M.Ö. beşinci veya
dördüncü yüzyılda yazılmış bir metinden, Yehar-baal'in
oğlu ve Adom-melek'in ya da Uri-melek'in torunu olan
Yehaw-melek adlı bir Biblos kralının, Baalath Gebal yani
Bibloslu -kadın- Baal adı altında tapındığı tanrıçaya, üs­
tünde altın kakma ve bronz bir sunak bulunan sütunlu bir
kemer adadığını öğrenmekteyiz.14
Bu kralların adlan tanrılarıyla, yani Baal ya da Molok ile
bir yakınlık iddiasında olduklarını göstermektedir, zira
Molok, melek'in yani "kral"ın bozulmuş halidir. Başka bir­
çok Sami kralı da benzer iddialarda bulunmuştur. 15 Ba­
bil'in ilk monarklarına yaşamları boyunca tanrı diye tapı­
nılmaktaydı.16 Moab kralı Meşa tanrı Kemoş'un oğlu oldu­
ğunu söylüyordu.17 Şam'ın Kutsal Kitap'ta bahsedilen
Arami hükümdarları arasında birden fazla Ben-hadad, ya­
ni Suriyelilerin baş erkek tanrısı olan "tanrı Hadad'ın oğ-

12 L. B. Paton, The Early History of Syria and Palestine (Londra, 1902), ss.
169-171 . Bkz. aşağıda, ss. 90 vd.
13 L. B. Paton, a.g.e., s. 235; R. F. Harper, Assyrian and Babylonian Literatııre,
s. 57 (Nimrud'taki III. Tiglat-Pileser kitabeleri).
14 Kitabe Renan tarafından bulunmuştur. Bkz. C. Vellay, Le culte et /es
fetes d'Adonis-Thammouz dans /'Orient antique (Paris, 1904), ss. 38 vd.; G.
A. Cooke, Text-book of North -Semitic lnscriptions (Oxford, 1903), No. 3, ss.
18 vd. Büyük İskender döneminde Biblos kralı, adı kente ait bir para üs­
tünde görünen (F. C. Movers, Die Phonizier, ii, 1, s. 103, not 81) Enylus
diye biriydi (Arrianus, Anabasis, ii. 20).
15 Sami kralların kutsallığı ve Sami tannlarının krallığı için bkz. W. R.
Smith, Religion of the Semites, (Londra, 1894), ss. 44 vd., 66 vd.
16 H. Radau, Early Babylonian History (New York ve Londra, 1900), ss.

307-317; P. Dhorme, La Religion Assyro-Bal1ylonienne (Paris, 1910), ss. 168


vd.
17 Bununla ilgili kanıt Moablara ait bir taşta bulunmaktadır. Ancak taşın

okunuşunda kuşkular bulunuyor. Bkz. S. R. Driver, Encyclopedia Biblica,


cilt iii. 3041 vd., "Meşa" maddesi; Notes on the Hebrew Text and the Topog­
raphy of the Books of Samuel, İkinci Baskı (Oxford, 1913), ss. lxxxv., lxxxvi.,
lxxxviii., vd.; G. A. Cooke, Text-book of North-Semitic lnscriptions, No. 1,
.
ss. 1 vd , 6.
lu" adını görmekteyiz;18 Josephus, kendi döneminde yani
M.Ö. birinci yüzyılda, Şam halkının kısaca Adad dediği 1.
Ben-hadad ve halefi Hazael'e tanrı olarak tapındığını ve
onuruna her gün geçit törenleri düzenlendiğini söylemek­
tedir.19 Bazı Edom kralları bir adım daha ileri giderek he­
nüz yaşarlarken kendilerini tanrıyla özdeşleştirmişlerdi;
herhangi bir sıfat eklemeden Hadad adını kullanmışlardı. 20
Tiglat-Pileser'in zamanında (M.Ö. 745-727) Kuzey-Bah Su­
riye'deki Samal'da hüküm süren Kral Bar-rekub'un adın­
dan, kralın kendini, tahta çıkışını borçlu olduğunu düşün­
düğü Rekub-el'in oğlu olarak gördüğü anlaşılmaktadır.21

18 2. Krallar viii. 7, 9, xiii. 24 vd.; Yeremya xlix. 27. Tann Hadad için bkz.
Macrobius, Saturn. İ. 23. 17-19 (son dönem yazarları Suriyelileri Asurlu­
lar olarak adlandırmaktadır); Bibloslu Philon, Fragmenta Historicorum
Graecorıım, (ed.) C. Müller, iii. 569; F. Baethgen, Beitriige zur semitischen
Religionsgeschichte (Berlin, 1888), ss. 66-68; G. A. Cooke, Text-book of
North-Semitic Inscriptions, No. 61, 62, ss. 161 vd., 164, 173, 1 75; M. J. Lag­
range, Etudes sur /es Religions Seınitiques (Paris, 1905), ss. 93, 493, 496 vd.
Zekeriya peygamber (xii. 1 1 ) Megiddon ovasında Hadadrimmon için
yapılan büyük bir yas ayininden söz eder. Adonis ağıtı gibi Suriye yağ­
mur, fırtına ve gök gürültüsü tanrısı Hadad-Rimmon için de bu ağıt ya­
kılmıştır. Bkz. S. R. Driver'ın bölümle ilgili notu (The Minor Prophets, ss.
266 vd., Century Bible); W. W. Graf Baudissin, Adonis und Esmun, ss. 92.
19 Josephus, Antiquit. Jud. ix. 4. 6.
20
Yaratılış xxxvi. 35 vd.; 1. Krallar xi. 14-22; 1 Tarihler i. 50 vd. Yarah­
lış'ta (xxxvi. 31-39) ve 1 Tarihler'de (i. 53-50) söz edilen sekiz Edom kra­
lından hiçbiri selefinin oğlu değildi. Bu da, başka yerlerde olduğu gibi
Edom'da da kraliyette verasetin kadın soyundan devam ettiğini ve kral­
ların başka ailelerden geldiğini hatta yabancı olduğunu ve tahta soydan
gelen prenseslerle evlenerek geçtiklerini göstermektedir. Bkz. The Magic
Art and the Evolution of Kings, ii. 268 vd. İsraillilerde bir yabanarun kral
olması yasaktı (Yasa'nın Tekrarı xvii. 15, S. R. Driver'ın notuyla birlikte),
bu da söz konusu geleneğin komşu bölgelerde uygulandığına işaret et­
mektedir. A. H. Sayce'nin uzun zaman önce gözlemlediği üzere (Lectures
on the Religion of the Ancient Babylonians, Londra ve Edingburgh, 1887, s.
54) bazı Edom krallarının adlarının tanrı adları olması önemlidir.
21 G. A. Cooke, a.g.e., No 62, 63, ss. 163, 165, 173 vd., 181 vd.; M. J. Lag­

range, a.g.e., ss. 496 vd. Kral Bar-rekub'un ölümlü babası Kral Pan­
ammu'yla ilgili bir yazıtta, Tanrı Rekub-el'den tanrı Hadad, El, Reşef ve
Şamaş'la birlikte söz edilmektedir (G. A. Cooke, a.g.e., No. 61, s. 161).

28
Suriye kralları Baal'den geldiklerini iddia ediyor22 ve anla­
şıldığı kadarıyla kendilerini de tanrı olarak görüyorlardı.23
Bazıları kısmen Baal ve Astarte'nin adlarından oluşan ad­
lar taşıyordu; birinin adı sadece Baal idi.24 Taklit ettikleri
Baal kuşkusuz "kentin tanrısı" olan ve adının işaret ettiği
üzere Yunanların Herakles'le özdeşleştirdiği büyük tanrı
Melkart idi; çünkü Sur Baal'in hem Melkart'la hem de He­
rakles'le aynı olduğunu gösteren iki dilde yani Fenike ve
Yunan dillerinde yazılmış bir yazıt bu konuda kuşku bı­
rakmamaktadır.2s
Aynı şekilde, Biblos kralları da Adonis'in tarzını benim­
semiş olabilir; çünkü Adonis kentin Adon'u yani "efendi­
si" idi ki bu unvan anlam bakımından Baal ("efendi") ve
Melek'ten ("kral") farklı değildi. Biblos krallarından biri
Renan'ın düşündüğü gibi Adom-melek, yani Adonis Me­
lek, Efendi Kral adını taşımış olsaydı bu varsayım doğru­
lanmış olacakh. Ama ne yazık ki bu adın geçtiği yazıtın
okunuşunda kuşkular vardır.26 İnsan adı olmaktan çok

22 Virgilius, Aeıı. İ . 729 vd., Servius'un notuyla birlikte; Silius ltalicus, Pu­
ııica, i. 86 vd.
" Hezekiel xxviii. 2, 9.
'' Efesli Menandros, alıntıyı yapan Josephus, Contra Apionem, i. 18 ve 21;
/'rııgmenla Historicorum Graecorum, (ed.) C. Mililer, iv. 446 vd; Josep­
hus'un kaleme aldığı, B. Niese tarafından düzenlenen metne göre, söz
konusu kralların adlan Abibal, Balbazer, Abd-astart, Leastart'ın oğlu
Methusastart, Ithobal, Balezor, Baal, Balator, Merbal idi. Menandros bö­
lümü Eusebius tarafından da alıntılanmıştır, Chronic, i. ss. 1 18, 120, (ed.)
A. Schoene.
,c, G. A. Cooke, Text-book of North-Semitic lnscriptions, No. 36, s. 102. Sur
1 ferakles'i Melkarth için bkz. E. Meyer, "Melkart" maddesi, W. H. Rosc­
lll'r, Lexikon d. Griech. U. Röm. Mythologie içinde, ii. 2650 vd. Sur kralları­
nın adlarından birinin Abi-milk (Abi-melek) yani "bir kralın babası" ya
da "Molok'un babası olduğu görülmektedir. Bu kralın Mısır kralına
yazdığı bir mektup Tel-el-Amama yazışmalarında saklanmaktadır. Bkz.
it F. Harper, Assyriaıı and Babyloniaıı Literalure, s. 237. Adın sahibinin bir
ı.ınrının babası olduğunu ima eden unvan için bkz. aşağıda, ss. 65 vd.
'" E. Renan, alıntıyı yapan C. Vellay, Le Culte et /es fetes d'Adoııis­
'/"/ıammouz, s. 39. (G. A. Cooke, Text-bobok of North-Semitic lııscriptions,
No. 3, s.18).

29
tanrısal adlar olan Adoni-bezek ve Adoni-zedek27 gibi ad­
lara bakacak olursak, bazı eski Kenanlı Kudüs krallarının
yaşarken Adonis rolü üstlendikleri anlaşılmaktadır. Ado­
ni-zedek "doğruluğun Efendisi" demektir, dolayısıyla bu,
Kenanlı Kudüs krallarından ne eksik ne fazla olan şu esra­
rengiz Salem kralının ve Yüce Tanrı'nın rahibinin unvanı
olan Melkizedek'le yani "doğruluk kralı" ile eşdeğerdir.28
Dolayısıyla, Kudüs'ün eski rahip kralları Adonis rolünü
oynamışsa eğer, daha sonraki dönemlerde Kudüs kadınla­
rının, tapınağın kuzey kapısında Tammuz yani Adonis için
gözyaşı dökmesine şaşmamak gerekir.29 Bu yaptıklarıyla
kadınların, Yahudilerin bölgeyi istila etmesinden çok önce
aynı yerde Kenanlılar tarafından uygulanan bir geleneği
sürdürüyor olmaları mümkündür. Belki de Yahudi krallı­
ğının neredeyse son günlerine kadar Kudüs'teki tapınağın
duvarları arasında yaşayan -adlandırıldıkları üzere şu­
"kutsal adamlar"30, kadınların yaşayan Astarte'sine karşı
yaşayan Adonis rolünü oynamışlardır. Her halükarda, bu
tuhaf din görevlilerinin hücrelerinde kadınların, bazıların­
ca Astarte'nin vücut bulmuş hali olarak görülen sunağın
yanında duran kutsal direkler yani aşerim31 için örtü ör-

27 Hakimler i. 4-7; Yeşu x. 1 vd.


2" Yaratılış xiv, 18-20, Prof. 5. R. Driver'ın şerhiyle; Encyclopaedia Biblica,
"Adoni-bezek," "Adoni-zedek," "Melchizedek" maddeleri. Adoni- ile
birleştirilen adlan bazen özel kişilerin de kullandığı görülmektedir. Bu
tür adlar, Adoni-kam (Ezra ii. 13) ve Adoni-ram (1. Krallar iv. 6) ve tabii
bir prens olan ve babası Davut'un tahtına göz diken Adoni-jah'tır (1.
Krallar i. 5 vd.) Bu adlar genellikle adı taşıyanın tapındığı tannrun niteli­
ğini anlatan ifadelerdir. Bkz. Prof. T. Nöldeke, Encyclopaedia Biblica, iii.
3286, "Names" maddesi. Bir zamanlar kutsallık ifade eden adların sonra­
ları sıradan insanlar tarafından kullanılmasıyla birlikte sıradanlaşmış
olması mümkündür.
29 Hezekiel viii. 14.
JO Bunlar M. Ö. 637'de tahta çıkan Kral Yoşiya tarafından sürülmüştür.

Kudüs de sadece elli bir yıl sonra düşmüştü. Bkz. 2. Krallar xxiii. 7. Bu
"kutsal adamlar" (kedeshim) için bkz. aşağıda, ss. 86 vd.
11
2. Krallar xxiii. 7. Burada Septuaginta'yı izleyerek Tanah ' taki C'D� ibare­
sini c·r:ı� şeklinde okumamız gerek, R. Kitte) ve J. Skinner'in yaptığı gibi.

30
düklerini biliyoruz.32 Bu "kutsal adamlar" Kudüs'teki ta­
pınakta kesinlikle dini olduğu düşünülen bir işlev yük­
lenmiş olmalıdır. Yine, erkeklerin tapınaktan sürüldüğü
zamana33 denk gelen, fahişelikten kazanılan paraların Tan­
rı'nın evine getirilmesi uygulamasının yasaklanmasının
mevcut uygulamaya karşı konulduğu da kuşkusuzdur.
Öteki Sami topraklarında olduğu gibi Filistin'de de kutsal
fahişelerin kiralanmasındaki ücretler muhtemelen tanrının
değişmez haklarından biri olarak ona tahsis edilmişti: Ka­
dın ve erkekler haraçlarını koyun, keçi, kümes hayvanı sü­
rüleri, tarlalar, bağlar ve zeytinlikler sunarak ödüyorlardı.
Ama Kudüs eskiden beri cennetin anahtarlarını ellerinde
tutan ve her yerde aynı anda hem kral hem de tanrı olarak
görülen ruhani hükümdarlar ya da Büyük Lamalar hane­
danının merkezi olduğuna göre, sonradan türeme Da­
vut'un burayı niçin kılıç zoruyla ele geçirerek yeni krallı-

�ı Aşera (aşerinı'in tekil hali) kesinlikle ahşaptan yapılmıştı (Hakimler vi.


26): Anlaşıldığı kadarıyla, dalları yontulup Yehova'ya ya da öteki tanrı­
lara ait olan sunağın yanındaki zemine dikilmişti (Yasa'nın Tekrarı xvi.
21; Yeremya xvii. 2). 1. Krallar xviii. 19; 2. Krallar xxi. 3, xxiii. 4'te, aşe­
ra'nın, Baal'in kadın eşi olan bir tanrı olarak görüldüğünden söz edil­
mektedir; ayrıca, Hakimler ii. 13 ile Hakimler iii. 7'nin karşılaştırılma­
sından, bu tanrıçanın Aştoret (Astarte) ile özdeşleştirildiği sonucunu çı­
karmak mümkündür. Ama öte yandan bu direk ya da ağaç bazıları tara­
fından da bir erkek gücü olarak görülmektedir (Yeremya ii. 27; bkz. aşa­
ğıda, ss. 122 vd.), ve bazı önde gelen çağdaş yazarlar tarafından aşera'nın
Astarte ile özdeşleştirilmesine kuşkuyla bakılmaktadır. Bu konuyla ilgili
olarak bkz. W. Robertson Smith, Religion of the Senıites, ss. 187 vd.; S. R.
Driver "Yasa'nın Tekrarı xvi. 21" üzerine; ]. Skinner "l . Krallar xiv. 23"
üzerine; M. ]. Lagrange, Etııdes sur les religions Senıitiques, ss. 1 73 vd.; G.
F. Moore, Encyclopaedia Biblica, cilt i. 330 vd. "Asherah" maddesi.
u Yasa'nın Tekrarı xxiii. 17 vd. (İbranice'de 18 vd.). Yasa'nın Tekrarı

M. Ö. 62l'de, aralarında kedeşim'in tapınaktan çıkarılmasının da bulun­


duğu reformlarını bu yasaya dayandıran Kral Yoşiya'nın saltanatında
ilan edilmişti. Bkz. W. Robertson Smith, The Old Testanıent in the fewish
Clıurch, (Londra ve Edinburgh, 1892), ss. 256 vd., 353 vd.; S. R. Driver,
Critical and Exegetical Conımentary on Deuteronomy (Edinburgh, 1902), ss.
xliv. vd.; K. Budde, Geschichte der a/thebriiischen Litteratur (Leipzig, 1906),
ss. 105 vd.

31
ğın başkenti yaptığını kolaylıkla anlayabiliriz. El değme­
miş kalenin merkezi konumu ve doğal dayanıklılığı siyasi
hükümdarın tahtını El Halil' den Kudüs' e nakletmesini et­
kileyen tek ya da en önemli teşvik unsuru değildi.34 Kendi­
sini kentin eski krallarının mirasçısı ilan etmek suretiyle,
makul biçimde onların geniş topraklarıyla birlikte ruhani
ünlerinin mirasına da konabilir, taçlarıyla beraber başla­
rındaki halelerini de takabilirdi.35 Dolayısıyla daha sonra
Ammon'u fethedip kraliyet kenti Rabbah'ı ele geçirdiği
zaman, Ammon tanrısı Milkom'un ağır altın taam alıp
kendi başına yerleştirerek tanrı pozunu takınmıştı.36 O

:ı.ı
El Halil' de yedi yıl, Kudüs'te otuz üç yıl hüküm sürmüştü (2 Samuel v.
5; 1 Krallar ii. 1 1 ; 1 Tarihler xxix. 27).
Js Profesör A. H. Sayce, Davut'un asıl adının Elhanan olduğunu (2 Sa­

muel xxi. 19 ve xxiii. 24) ve sonradan aldığı Davut adının Güney Kenan
ülkesinde Tammuz (Adonis) için kullanılan ve Kudüslü Yevusluların
özellikle büyük tanrılarına verdikleri bir sıfat olan Dod ya da Dodo, "Se­
vilen Kişi," şeklinde yazılıyor olması gerektiğini söyler. Bkz. A. H. Sayce,
Lectures on the Religion of the Ancient Babylonians (Londra ve Edinburgh,
1887), ss. 52-57. Eğer haklıysa, vardığı sonuçlar benim de bağımsız ola­
rak vardığım sonuçlarla örtüşüyor, yani Davud bu adı, yani Davud
(Dod, Dodo) adını Kudüs'ün fethinden sonra kendini, çok eski tarihler­
den beri aynı unvanı taşıyan kentin tanrısıyla özdeşleştirmek için almış
demektir. Ancak bütün olarak bakıldığında, Profesör Kennett'in de işaret
ettiği gibi, eski Elhanah öyküsünde Calut'u öldürenin Davut'tan tama­
men farklı bir kişi olup, devi öldüren kişi sıfahnın Davut'a sonradan,
yani ününün kendisinden daha küçük kahramanlann ünlerini gölgede
bıraktığı sonraki bir zamanda verilmiş olması daha kuvvetli bir olasılık­
tır.
36 2 Samuel xii. 26-31; 1 Tarihler xx. 1 -3. Eleştirmenler genel olarak, bu

paragraflarda b:ı'nı ibaresinin Tanah ve daha sonra da İngilizce metinde­


ki gibi rııa/kam "onlann kralı," değil, Mi/kom olması gerektiğinde hemfi­
kir görünmektedir. Orijinal İbranice metni bozmayan Mi/kom okunuşu,
Septuaginta'daki MoAxoµ rnü �aau\iwç aı:n:wv okunuşuyla da destek­
lenmektedir -burada son üç sözcük muhtemelen MoAxc'ıµ'nın izahıdır.
Bkz. 5. R. Driver, Notes on the Hebrew Text and the Topography of the Books
of Samue/, İkinci Baskı (Oxford, 1913), s. 294; Dean Kirkpatrick, 2 Samuel
xii. 30 ile ilgili notu (Cambridge Bible for Schools and Colleges); Encyclopaedia
Biblica, iii. 3085; R. Kitte], Biblia Hebraica, i. 433; Brown, Driver ve Briggs,
Hebrew and English Lcxicon of the O/d Testamcnt (Oxford, 1906), ss. 575 vd.

32
yüzden, Kudüs'ün fethinde de tam olarak aynı siyaseti iz­
lediğini varsaymak manhk dışı değildir. Öte yandan, kent­
te yaşayan Yevuslulann kralın saldırısını soğukkanlı bir
güvenle bekleyerek, durdukları mazgallardan kuşatmacı­
larla dalga geçme cesareti bulmaları,37 kasvetli eski duvar­
ların yüksekliğiyle kalınlığından çok yerel tanrıya duyduk­
ları güvenin bir sonucu olabilir. Yüzyıllar sonra Yahudile­
rin aynı yeri Asur ve Roma ordularına karşı inatla savun­
maları da büyük ölçüde Sion'un Tanrısı'na duydukları ay­
nı inancın sonucu olmalıdır.
Öyle bile olsa, İbrani krallar tarihi, hiç de zorlamadan,
kendilerinin ya da seleflerinin kutsal ve özellikle de mem­
leketin kutsal efendisi Adonis rolünü oynadıkları bir za­
manın izleri ya da kalınhları olarak yorumlanabilecek bazı
özellikler göstermektedir. İbrani kralı yaşarken Adoni-ham­
melek, yani "Efendi Kralım,"38 olarak anılırken, öldükten
sonra Hou ahi! Hoi Adon! "Vah kardeşim! Vah Efendim!"39

Davut'un oğlu ve halefi Milkom tapınmasını benimseyerek onun adına


Kudüs'ün dışında yüksek bir yer yaptırmıştır. Bkz. 1 Krallar xi. 5; 2 Kral­
lar xxiii. 13.
'' 2 Samuel v. 6-10; 1 Tarihler xi. 4-9.
:ııı Örneğin bkz. 1 Samuel xxiv. 8; 2 Samuel xiv. 9, 12, 15, 17, 18, 19, 22, xv.

15, 21, xvi. 4, 9, xviii. 28, 31, 32; 1 Krallar i. 2, 13, 18, 20, 21, 24, 27; 1 Tarih­
ler xxi. 3, 23.
'9 Yeremya xxii. 18, xxxiv. 5. Tanah'a göre önceki bölümde, ağıtın tam ha­
li şöyleydi: "Vah kardeşim! Vah kız kardeşim! Vah efendim! Vah onun
görkemi!" Ağıt yakılan kız kardeş kimdi? Profesör T. K. Cheyne bu kişi­
nin Astarte olduğunu ve çok küçük bir değişiklikle (:ıı;ı yerine :ııı) "gör­
kemi" yerine "Dodah" diye okunduğunu, böylece cümlecikler arasında
yeniden bir denge oluşturduğunu; çünkü bu durumda "Dodah"ın
"Adon"a (efendi) "kız kardeş"in "erkek kardeş"e cevap verdiği gibi ce­
vap verdiğini düşünmektedir. Bu varsayımı bana mektupla ileten Profe­
sör Cheyne'e teşekkür etmek isterim. Profesör Cheyne, Dod'un Tam­
muz'un bir unvanı olması gibi Dodah'ın da " İ ştar'ın bir unvanı" oldu­
ğunu yazmakta ve -Dodah okunuşunun hata kuşkulu olduğu- Moab Ta­
şı'nın Dodah'ını kanıt olarak göstermektedir. Bkz. G. A. Cooke, Text-book
of North-Semitic Jnscriptions, No. 1, ss. 1, 3, 1 1 ; Encyclopaedia Biblica, ii.
3045; S. R. Driver, Notes on tlıe Hebreuı Text a11d tlıc Topograplıy of tlıe Books
of Samııe/, İkinci Baskı (Oxford, 1913), ss. lxxxv., lxxxvi, xc.; F. B<ıethgen,

33
şeklindeki ağıtlarla anılmaktaydı. Bir Yuda kralının ölümü
için dile getirilen bu keder ifadeleri kuşkusuz, tapınağın
kuzeyindeki sundurmada ölü Tammuz için gözyaşı döken
Kudüs'ün ağlayan kadınlarının haykırışlarının tıpatıp ay­
nısıydı.40 Ancak bu tür hitap biçimlerine fazla önem atfet­
mek doğru değildir, çünkü İbranice Adon, tıpkı İngilizce
"efendi" gibi hem seküler hem de dini bir unvandı. Fakat
İbrani kralları Adonis'le özdeşleştirilsin veya özdeşleşti­
rilmesin, bir yanlarıyla Yehova'nın temsilcisi ve bir ölçüde
onun yeryüzünde vücut bulmuş hali olarak kesinlikle kut­
sal görülmekteydiler. Çünkü kralın tahtına Yehova'nın
tahtı denmekteydi;41 başına kutsal yağ sürülerek de kutsal
ruhun bir kısmının doğrudan ona geçtiğine inanılmaktay­
dı.42 Dolayısıyla kral Mesih unvanını taşıyordu ki, Yunan-

Beifriige zur semitischen Religionsgeschichte (Berlin, 1888), s. 234; H.


Winckler, Geshichte lsrae/s (Leipzig, 1895-1900), ii. 258. (Sevilen) anlamın­
daki "dod" kökünden türetilen İbrani adlan için bkz. Brown, Driver ve
Briggs, Hebrew and English Lexicon of the Old Testament, ss. 187 vd.; G. B.
Gray, Studies in Hebrew Proper Nanıes (Londra, 1896), ss. 60 vd .
.ıo Bu Renan tarafından dile getirilmiştir (Histoire du peuple d'lsrae/, iii.

273), Prof. T. K. Cheyne bana şöyle yazmaktadır: "Genel yas formülü


Adonya törenlerinden alınmışhr; Lenormant bunu çok uzun zaman önce
görmüştü."
4 1 1 Tarihler xxix. 23; 2 Tarihler ix. 8.

42 1 Samuel xvi. 13, 14, bkz. a.y., x. 1 ve 20. Kralın başına yağ döküldü (1

Samuel x. l; 2 Krallar ix. 3, 6). Kutsal ruhun yağ araalığıyla aktarılması


için bkz. aynı zamanda Yeşaya lx. 1 . Mısır kralları vassal Suriye kralları­
nı başlarına yağ dökerek kutsamaktaydı. Bkz. Tell-el-Amama mektupla­
rı, No. 37 (H. Winckler, Die T1ıontafeln von Te/1-el-Amarna, s. 99). Bah Af­
rikalı bazı rahipler benzer bir törenle yağlanmaktadır. Bkz. aşağıda, s. 88.
Bir Doğu Hindistan adası olan Buru yerlileri vücutlarına hindistancevizi
yağı sürerek kötü ruhları kovabileceklerine inanmaktadırlar, ancak yağ
evlenmemiş genç kızlar tarafından hazırlanmalıdır. Bkz. G. A. Wilken,
"Bijdrage tot de kennis der Alfoeren van het eiland Boeroe," Verhande/in­
gen van /ıet Bataviaasch Genootschap van Kımtsen en Wetenschappen, xxxviii.
(Batavia, 1875), s. 30; Verspreide Geschriften (Lahey, 1912), i. 61 . Bazı Ku­
zey-Batı Amerika kabilelerinde avcılar ava çıkmadan önce saçlarını kay­
natılmış bi tki özleriyle ve geyik beyniyle yağlardı. Bu uygulama muh­
temelen başarılı bir av için yapılan bir büyüydü. Bkz. C. Hill-Tout, The
Home of the Salih and Dene (Londra, 1 907), s. 72.

34
cadaki karşılığı olan Christ (İsa) "Kutsal Yağla Meshedil­
miş" anlamına gelmektedir. O yüzden Davut saklandığı
karanlık mağarada Şaul'un cübbesinin eteğini kesince, gü­
nahkar ellerini Adoni Messiah /ehovah'ya, "Efendime, Yeho­
va'nın meshettiğine" sürdüğü için pişman olmuştu.43
Öteki tanrısal veya yan tanrısal hükümdarlar gibi İbrani
kralları da kıtlık veya salgından sorumlu tutulmaktaydı.
Örneğin kış yağmurlan yağmadığı için meydana gelen kıt­
lık üç yıl sürünce, Kral Davud kahine danışmış, o da bun­
dan dolayı selefi Şaul'u sorumlu tutmuştu. Ölü kralı ceza­
landırmak cidden mümkün değildi, ama oğulları cezalan­
dırılabilirdi. Sonuçta Davut yedi tanesini seçti ve bunlar
ilkbaharda arpa hasadının başlangıanda Tann'nın huzu­
runda asıldı. Asılanlardan ikisinin annesi bütün yaz bo­
yunca darağacının altında oturarak, sonbaharla birlikte
kutsal yağmurun nihayet sallanan bedenleri ıslahp kıraç
toprağı yeniden bereketlendirmesine kadar geceleri çakal­
ları, gündüzleri de akbabaları uzak tuttu. Sonra ölülerin
kemikleri darağaandan indirilip babalarının türbesine
gömüldü.44 Bu prenslerin öldürüldüğü mevsim, yani arpa
hasadının başlangıç mevsimi ve bunların darağacında asılı
kaldıkları süre idamlarının sadece bir cezalandırma olma­
dığını, bir yağmur büyüsüne dönüştüğünü göstermekte-

43 1 Samuel xxiv. 6. Mesih'in İbranicesi Mashiah'tır (rr!V�). Mesih'in İngi­


lizcesi Yunanca aracılığıyla Aramice' den alınmıştır. Bkz. T. K. Cheyne,
Encylopaedia Biblica, cilt. iii. 3057 vd, "Messiah" maddesi. Saç yağının ne­
den bir vahiy aracı olarak görüldüğü bilinmemektedir. Zeytinyağı Atina­
lılarda olduğu gibi İbranilerde de tanrının koruması altında olan kutsal
bir ağaç olarak görülmüş olsaydı, buna bir cevap bulmak mümkün ola­
bilirdi; çünkü o zaman kutsal kokunun bir parçasının yağın içinde oldu­
ğu düşünülebilirdi. W. Robertson Smith başlangıçta bitkisel yağın yerine
kurban edilen kişinin yağının kullanıldığını, bitkisel yağın sonradan kul­
lanılmaya başlandığını söylemektedir (Religion of the Semites, ss. 383 vd.)
Konuyla ilgili olarak bkz. J. Wellhausen, "Zwei Rechtsriten bei den
Hebraem," Archiv für Religionswissenschaft, vii. (1904), ss. 33-39; H. Wei­
nel, " nıım und seine Derivate," ?.eitschrift für die a/ttestamentliche Wissensc­
lıaft, xvii. (1898), ss. 1-82.
1·1 2 Samuel xxi. 1 -14, Dean Kirkpatrick'in 1 ve 10 üstüne notlanyla.

35
dir. Çünkü ölülerin kemikleriyle gerçekleştirilen büyü tö­
renleriyle yağmur yağdırmak yaygın bir inanç olup,45 bu
çerçevede yaşarken yağmur yağdırmaları beklenen prens­
lerin kemiklerine özel bir güç atfetmek doğaldır. İsrailliler
Samuel'den bir kral isteyince, kendisinin yerini Şaul diye
bir sonradan türedinin almasını istemeyen öfkeli peygam­
ber Tanrı'ya seslenerek gök gürültüsü ve yağmur gönder­
mesini istedi. Tann da daha yazın başı olmasına ve orakçı­
ların buğday tarlalarında çalışmakta olmasına, yani genel­
de bulutsuz Suriye göğünden tek bir yağmur damlasının
düşmediği bir zaman olmasına rağmen isteğini derhal ye­
rine getirdi.46 Anlaşıldığı kadarıyla mucizeyi kayda geçiren
dindar tarihçi bunu gök gürültüsünde sesini duyduğu tan­
rının gazabının bir işareti olarak görmüştü. Ama buradan,
Samuel'in havaya söz geçirebildiğini göstererek, bir pey­
gamberin de çok daha zahmetsizce yapabileceği bir şeyi,
yani toprakların bereketlenmesini bir kraldan istemenin
uygunsuzluğunu nazikçe ima etmiş olduğu sonucunu da
çıkarabiliriz.
Anlaşılan, İsrail'de yağmurun az yağması gibi fazla
yağması da tanrının öfkesinin bir sonucu olarak görülmek­
teydi.47 Yahudiler büyük esaretten Kudüs'e dönüp ilk kez
enkaz halindeki tapınağın önündeki meydanda toplandı­
ğında hava son derece yağmurluydu ve halk yağmurun al­
tında korunaksızca sırılsıklam olurken günahları ve yağ­
mur karşısında tir tir titriyorlardı.48 Doğanın değişen yüz-

45 The Magic Art and the Evolution of Kings, i. 284 vd.


46 1 Samuel xii. 17 vd. Aynı şekilde, Musa da asasını gökyüzüne doğru
kaldırmış ve Tanrı gök gürültüsü ve yağmur göndermiştir (Mısır'dan
Çıkış ix. 23). Her iki paragrafta da gök gürültüsü için "sesler" sözcüğü
kullanılmaktadır. İbraniler gök gürültüsü sesinde Yehova'nın sesini du­
yarken, Yunanlar Zeus'un, Romalılarsa Jüpiter'in sesini duymaktaydı.
�7 Hezekiel xiii. 1 1, 13, xxxviii. 22; Yeremya iii. 2 vd. İbraniler yağmur için

Yehova'dan medet umarken (Levililer xxvi. 3-5; Yeremya v. 24), Yunan­


lar Zeus'tan, Romalılarsa Jüpiter' den medet beklerdi.
�� Ezra x. 9-14. Bu olayda tanrıya ihanet dedikleri özel günah, Musevi
olmayan bir kadınla evlenmeleriydi. Burada, açıkça söylenmemekle bir-

36
!erinde Tanrı'nın elini görmek her çağda İsrail'in gücü ve
zaafı olmuştur. Dolayısıyla böyle bir zamanda ve yukarı­
daki gökyüzünün alçaldığı böyle kasvetli bir manzara kar­
şısında, gözlerinin önündeki kararmış tapınak enkazı ve
başlarına aralıksız düşen yağmur damlaları karşısında, ge­
ri dönen sürgünlerin suçluluk ve ilahi gazaba maruz kal­
ma duygusuyla iki kat ezilmiş olmaları şaşırhcı değildir.
Zar zor hatırlamalarına rağmen kendilerine uzun süre yu­
va olan Babil' in parlak güneşine, bereketli topraklarına ve
kenarları söğüt salkımlarıyla dolu, geniş ırmaklarına49 dair
anıların uzaklara, ufka doğru uzanan ya da Ölü Deniz' in iç
karartan sularını işaret eden doğudaki koyu mavi çizgiye
doğru alçalan çorak boz tepeleriyle Yahudiye topraklarının
sertliğine derin bir keder gölgesi düşürmüş olması müm­
kündür.50
İbrani monarşisinin hüküm sürdüğü günlerde krala in­
sanları hasta etme ve iyileştirme gücü de atfedilmekteydi.
Örneğin Suriye kralı, cüzamlı birini iyileştirmesi için İsrail
kralına göndermişti; tıpkı zamanında sıraca hastalarının
bir Fransız veya İngiliz kralının dokunmasıyla iyileşebile-

likte, havaların soğuk gitmesi bu talihsiz birlikteliklere bağlanmaktaydı.


Aynı şekilde, "yağmur mevsiminde güneş büyük karanlık bulutların ar­
kasına saklanınca, Yerliler, güneşin kendilerine kızgın olduğunu ve bir
daha üstlerinde parlamayacağını düşünerek, işledikleri günahlar için
ağıtlar yakarlardı." Bkz. Francis C. Nicholas, "The Aborigines of Santa
Maria, Colombia," American Anthropologist, N. S., iii. (New York, 1901), s.
641. Sözü edilen Yerliler, Güney Amerika'daki Kolombiya Aurohuakala­
rı idi.
" Derin bir çukurun içinde bulunan Ölü Deniz'in silüeti Zeytin Da­
ğı'ndan da görülebilmektedir; aslında hava o kadar açıktır ki, bakan ki­
şiden on beş mil uzakta ve bin küsur metre aşağıda olmasına karşın ma­
vi sular adeta bakanın dibindeymiş gibi görünür. Bkz. K. Baedeker, Pa­
/estine and Syria, (Leipzig, 1906), s. 77. Güneş, Ölü Deniz'in üstünde pa­
rıldayınca göl parlak mavi bir renk alır (G. A. Smith, Historical Geography
of tlıe Holy Lıınd, Londra, 1 894, ss. 501 vd.); ama parlaklığı bulutlu gökyü­
zünün altında solar.
50 Mezmur cxxxvii. Babil nehrinin kıyısındaki söğütlerden Tammuz için

yakılan ağıtlarda da söz edilmektedir. Bkz. yukar, ss. 9, 10.

37
ceklerine inandıkları gibi. Ama İbrani monark, modem
zamanlardaki kral kardeşlerinin gösterdiğinden daha fazla
sağduyu sergileyerek böyle bir mucize gerçekleştiremeye­
ceğini söylemişti. "Ben Tanrı mıyım ki," demişti, "birini
öldüreyim ya da dirilteyim? Ben Tanrı mıyım ki, iyileştir­
mem için bu cüzamlı adamı gönderiyorlar?"51 Başka bir
olayda da ülke vebadan kırılırken vebayla boğuşan halkın
uyarılmış hayal gücü bulutların arasında Kudüs'ün üstüne
uzanmış kılıcıyla Yok Edici Melek'in silüetini görünce in­
sanlar nüfus sayımı yaparak huysuz ve çabuk parlayan
tanrıyı öfkelendiren Kral Davut'u suçlamıştı. İhtiyatlı mo­
nark halkın estirdiği fırtınaya boyun eğerek suçunu kabul
etmiş ve öfkeli tanrıyı yatıştırmak için Kudüs'te yaşayan
Yevuslu Aravna'nın harman yerinde bir kurban yakmıştı.
Bunun üzerine melek parlayan kılıanı kınına sokmuş ve
ölen kişilerin çığlıkları ve ölülere düzülen ağıtlar sokaklar­
da bir daha duyulmaz olmuştu.52
Kutsal Kitab'ın tarihsel haplarında izine çok az rastlan­
dığı için İbrani krallarının kutsallığı ya da tanrısallığı ku-

51 2 Krallar v. 5-7.
52 2 Samuel xxiv.; 1 Tarihler xxi. Bu bölümde Tarihçi, her zamankinden
farklı olarak, sıkıa tarih anlahmını Krallar bölümünde görmediğimiz
kadar renkli dokunuşlarla canlandırmışhr. Veba Meleği'nin kılıcını Ku­
düs'ün üstüne doğru uzahp sonra da kınına sokma sahnesini ona borç­
luyuz. Defoe, Londra'daki Büyük Veba salgınını anlathğı gerçek veya
hayali, deha ürünü ifadelerini ondan almış olmalıdır. "Vebanın başlama­
sından bir süre önce, sanının Mart ayıydı, sokakta bir kalabalık gördüm
ve merakımı gidermek için onlara kahlınca hepsinin de bir kadının gör­
düğünü söylediği şeyi, yani elinde keskin bir kılıç hıtarak bunu başının
üstünde sallayan beyazlar giymiş bir meleği görmek için havaya doğru
baktığını fark ettim . . . . Biri bir şey, öteki başka bir şey görüyordu. Ben de
onlar gibi hevesle baktım ama onlar kadar etkilenmeye hevesli olmadı­
ğım için olsa gerek, bir tarafı güneşin ışığıyla parlayan beyaz bir bulut­
tan başka bir şey görmediğimi söyledim." Bkz. Daniel Defoe, History of
the Plague in London (Edinburgh, 1810, ss. 33 vd.). Burada Defoe'nun ak­
lında Tarihçi'nin bulunuyor olması kuvvetle muhtemeldir, çünkü birkaç
sayfa önce Yunus peygamber ile kendisinde çok iyi bir etki bırakan Jo­
sephus adlı birinden söz etmektedir.

38
ramına itiraz edilebilir. Ancak zamanın koşulları ve bu
hapların nihai şeklini aldığı ortam göz önünde bulundu­
rulduğunda bu itiraz zayıflamaktadır. Sekizinci ve yedinci
yüzyılların büyük peygamberleri, öğretilerinin getirdiği
ruhani idealleri ve ahlaki coşkularıyla tarihte belki de ben­
zeri görülmemiş bir dini ve ahlaki reform gerçekleştirmiş­
lerdi. Onların etkisiyle eski, duyulara seslenen doğal güç­
lere tapınmanın yerini katı bir tek tannalık almıştı; zaaflı
boyun eğişleriyle, mum gibi kolayca etkilenişleriyle ve be­
densel günahlara eğilim göstermesiyle eski yumuşak ruh
hali, yerini kah bir püriten ruha, kararlı bir zihinsel kesin­
liğe bırakmışh. Peygamberlerin telkin ettiği ahlaki öğreti­
ler zamanın siyasi olaylarıyla ve her şeyden çok da büyük
Asur imparatorluğunun Filistin'in küçük devletleri üstün­
deki sürekli artan baskılarıyla iç içe geçmişti. Uzun Sami­
riye kuşatmasının53 yaşathğı acılardan Yahudiyelileri tir tir
titreten bir kaygı doğmuş olmalıdır, çünkü tehlike kapıla­
rına dayanmıştı. Kuşatma alhndaki kentin eteklerinde
uzandığı Efraim'in mavi tepelerini görmek için gözlerini
kaldırıp kuzeye bakmaları yeterliydi. Kentin düşüşü ve
kuzey krallığının yok edilişi, kederli önseziler taşıyan kar­
deş ülkedeki zihinleri meşgul ediyordu. Kudüs'ün üzerin­
deki gökyüzü adeta alçalmış ve gök gürültüsünün homur­
tularına teslim olmuştu. Bir keresinde Sanherib'in Kudüs
kuşatmasını54 bitirip, surlardaki gözcülerin son uzun mız­
rak hattının ve son mavi üniformalı Asur süvarilerinin bir
toz bulutu arasında gözden kaybolduğunu ilan etmesiyle
bulutlar kalkar gibi olsa da, o tarihten Yahudi monarşisi­
nin ortadan kalkmasına kadar, yani yaklaşık bir buçuk
yüzyıl boyunca bulutlar asla geçip gitmedi.55

53 2 Krallar xvii. 5 vd., xviii. 9 vd.


54 2 Krallar xix. 32-36.
55 Mavi üniformaları ve görkemli süslemeleri içindeki etkileyici Asur sü­
varisi portresini Hezekiel'e (xxiii. 5 vd., 12) borçluyuz. Peygamber, Babil
surlarının kıyısındaki sürgünü sırasında savaş teçhizatları içinde cephe­
ye doğru ilerleyen mavi alayların geçişinden söz etmektedir.

39
İlki kral Hizkiya, ikincisi da bir yüzyıl sonra kral Yoşiya
tarafından gerçekleştirilen İsrail dinindeki reformlar işte
bu ulusal sıkıntı ve umutsuzluk döneminde gündeme
gelmişti.56 Bu durumda, tıpkı Commonwealth mutaassıpla­
rının Merry England'ın çok daha masum eğlencelerine so­
ğuk bakması gibi, o dönemlerde ve sonraki dönemlerde
ülkelerinin günlüklerini tutan reformcuların da atalarının
reformdan geçmemiş eski paganizmine soğuk bakmasın­
da; ve Tanrı'yı yüceltme taassuplarıyla, ülkelerinin karşı
karşıya kaldığı felaketlerden sorumlu tuttukları uygulama­
ların anısını silmek için tarihin birçok sayfasını karalama­
larında şaşılacak bir şey yoktur. Bütün tarihsel haplar bu
püriten sansürcünün57 tezgahından geçmişti; nitekim tez­
gaha girdikleri sırada gösterişle sergiledikleri rengarenk
tüyleri yolunmuş olarak dışarı çıktıklarına kuşku yoktur.
Dökülen tüyler arasında, ister kral olsun ister sıradan in­
san, bütün insanları tanrısal sıfatlarla donatan bölümler de
vardı. Kuşkusuz hiçbir sayfa sansürcüye daha iğrenç bir
küfür olarak görünemezdi; dolayısıyla resmi mührü hiçbi­
rine bu kadar sert basmazdı.
Ancak genel olarak Sami krallar ve özel olarak da Bib­
los'un kralları daha çok Baal'in ya da Adonis'in tarzını be­
nimsemişlerse eğer, o zaman kentin tanrıçasıyla yani Baa­
lath ya da Astarte ile çiftleşmiş olabilirlerdi. Kuşkusuz, As­
tarte rahipleri olan Sur ve Sayda (Sidon) kralları duymak-

56 Samiriye M.Ö. 722'de, Hizkiya'nın saltanatından ya da ondan hemen


önce düşmüştü: Kral Yoşiya'nın reformlarının köşe taşı olan Yasa'nın
Tekrarı Kitabı M.Ö. 621'de yazılmıştı; Kudüs ise M.Ö. 586'da düşmüştü.
Yahuda kronolojisinde en tartışmalı konulardan biri de Hizkiya'nın tah­
ta çıkış tarihidir. Bkz. "Krallar'a Giriş" yazısı ve Yeşaya i. xxxix., sırasıyla
J. Skinner ve O. C. Whitehouse, The Century Bible.
57 Ya da eleştirmenlerin deyişiyle "Yasa'nın Tekrarı'nın düzeltmeni".

Bkz. W. Robertson Smith, The Old Testamenl in the /ewish Church, (Londra
ve Edinburgh, 1892), ss. 395 vd., 425; Encyclopaedia Biblica, ii. 2078 vd.,
2633 vd., iv. 4273 vd.; K. Budde, Geschichte der althebriiischen Litteratur
(Leipzig, 1906), ss. 99, 121 vd., 127 vd., 132; J. Skinner, "Krallar'a Giriş"
yazısı (The Century Bible), ss. 10 vd.

40
tayız.58 Tarımla uğraşan Samiler'e göre Baal ya da bir top­
rağın tanrısı o toprağın her türlü bereketinin tasarrufunu
elinde tutuyordu; Sami dünyasının kurak bölgelerinde da­
ha çok kaynaklar, akarsular ve yer altı suları şeklinde gö­
rülen canlandırıcı sularıyla buğdayı, üzümü, inciri ve ke­
teni üreten o idi.59 Ayrıca;
"Tanrının yaşam veren gücü sadece bitkiler alemiyle sı­
nırlı değildi, hayvan yaşamının gelişmesi, sürülerin ve ta­
bii yurdun insanlarının çoğalması da ona bağlıydı. Çünkü
canlı doğanın gelişimi son tahlilde toprağın bereketine
bağlıydı ve farklı yaşam biçimlerini birbirinden tam olarak
ayırt edemeyen ilkel ırklar hem hareketli canlıların hem de
bitkilerin yaşamının kaynağının toprak olduğunu ve on­
dan çıktığım düşünüyorlardı. Birçok mitolojik dünya gö­
rüşünde toprak her şeyin büyük anasıdır. Diğer birçok il­
kel şiirde olduğu gibi Samilerin şiirinde de yaygın olan, in­
san yaşamının ya da insanın sermayesinin bir ağacın ya­
şamıyla karşılaştırılması durumu esasında sadece hayali
bir tasvir değildir. Bitkilerin gelişiminin özel bir ilahi güce
bağlandığı yerde, aynı güç sığırların ve insanların çoğal­
masından dolayı kendisine tapanların şükran ve saygıları­
nı kazanmaktadır. Baalim'in tapınaklarında ilk doğan
hayvanlar ve ilk meyveler sunulurken, ebeveynlerin oğul
veya kızlarına verdikleri en yaygın adlar genellikle çocu­
ğun tanrının bir armağanı olduğunu anlatan adlar olur­
du." Özetle; "Baal üremenin eril kaynağı, döllediği topra­
ğın kocası olarak"60 görülürdü.
Dolayısıyla Samiler doğanın üretici enerjisini erkek ve
kadın, yani Baal ve Baalath olarak kişileştirirken, erkek gü­
cünü özellikle suyla, kadın gücünü de toprakla özdeşleş-

"' Efesli Menandros, alıntı yapan Josephus, Contra Apionem, i. 18 (Frag­


menta Historicorum Graecorum, ed. C. Mililer, iv. 446); G. A. Cooke, Text­
/ıook of North-Semitic Inscriptions, No. 4, ss. 26.
''' Hoşea ii. 5 vd.; W. Robertson Smith, Religion of the Semites (Londra,
1 894), ss. 95-107.
"' W. Robertson Smith, Religion of the Semites, ss. 107 vd.

41
tirmişti. Bu bakışa göre bitkilerle ağaçlar, insanlarla hay­
vanlar Baal ile Baalath'ın dölleri ya da çocuklarıdırlar.
Biblos'ta veya başka bir yerde Sami kralının tanrı rolünü
oynayıp tanrıçayla evlenmesine izin verilmişse ya da is­
tenmişse, o zaman bu geleneğin amacı sadece homeopatik
büyü aracılığıyla toprağın bereketini ve insanlarla sığırla­
rın çoğalmasını arhrmak olabilir. Antik dünyanın başka
bölgelerinde ve özellikle de hem kadın hem erkek güçle­
rin, yani Dianus'la Diana'nın bir yanlarıyla hayat veren su­
ların kişileşmiş hali olduğu Nemi' de de benzer bir güdüyle
benzer geleneklerin ortaya çıktığını düşünmek mümkün­
dür .61
Son Biblos kralının adı Kinyras'tı, Gnaeus Pompeius
Magnus aşın zalimliği yüzünden kafasını kesmişti. Efsa­
nevi adaşı Kinyras'ın, Lübnan Dağı'nda, başkente bir gün
mesafede bir yere Afrodit yani Astarte için bir tapınak dik­
tirdiği söylenmektedir. Burası muhtemelen Biblos ile Baal­
bek'in ortasında, Adonis nehrinin kaynağında bulunan
Afka idi; çünkü Afka'da Astarte'ya ait ünlü bir koru ve bir
tapınak vardı ve Konstantin habis tapınma biçiminden do­
layı tapınağı yıktırmıştı. Vahşi, romantik ve ormanlık
Adonis vadisinin ağzındaki, hala Afka adım taşıyan, yok­
sul bir köyün yakınlarında bulunan tapınağın yeri modem
gezginler tarafından keşfedilmiştir. Köy bir şelalenin he­
men yanındaki yüksek ceviz ağaçlarının arasındadır. Az
ötede, yüksek tepelerin arasında kalan büyük bir amfiti­
yatronun dibindeki büyük bir mağaradan çıkan akarsu bir
dizi çağlayan halinde vadinin derinliklerine doğru hızla
dökülür. Su vadinin derinliklerine indikçe bitki örtüsü de
giderek gürleşip sıklaşır, kayaların çatlaklarından ve oyuk­
larından fışkıran bitkiler aşağıdaki derin uçurumda kükre­
yen ya da mırıldanan akıntının üzerini yeşil bir örtü gibi
kaplar. Bu devinen suların tazeliğinde, dağ havasının tatlı­
lığında ve saflığında, bitki örtüsünün canlı yeşilliğinde tat-

61
The Magic Art And The Evolution Of Kings, ii. 120 vd., 376 vd.

42
lı, neredeyse insanı sarhoş eden bir şey vardır. Kocaman
yontulmuş taşlarıyla, yeşil ve pembe renkli ince bir granit
sütunuyla alana hala damgasını vuran tapınağın, ırmağın
kaynağına bakan muhteşem manzaralı bir terası vardır. Şe­
lalelerin köpük ve uğultularının karşısında büyük mağara
ile biraz ötede, yukarıda derin uçurumun tepe noktası gö­
rünmektedir. Uçurum o kadar yüksektir ki, çalılıklara
ulaşmak için tırmanan keçiler bakana yüzlerce metre aşa­
ğıdaki karıncalar gibi görünür. Manzara denize doğru,
güneşin derin vadiyi altın rengi bir ışık seline boğarak dağ
siperinin bütün fantastik payandalarıyla yuvarlak kulele­
rini gözler önüne serdiği sırada özellikle etkileyicidir. Ef­
saneye göre Adonis, Afrodit'le ilk ve son kez burada karşı­
laşmıştır ve ezilmiş bedeni burada gömülüdür. Trajik bir
aşk ve ölüm öyküsü için bundan daha uygun bir sahne
hayal edilemezdi. Ancak vadi ıssız olmakla birlikte tama­
men terk edilmiş de değildir. Şurada burada çıkıntı yapan
bir kayalığın üstünde ya da ırmağın köpüklerinin ve gü­
rültüsünün üstünde neredeyse dik bir açıyla yükselen uçu­
rumun kenarına tutunmuş bir mezra veya köyün göğe
doğru yükseldiği görülebilir; akşamları karanlığın içinden
göz kırpan ışıklar insanın ayak basmasına izin vermez gibi
görünen yamaçlardaki insan iskanını ele verir. Bu sevimli
vadi eski çağlarda tamamen Adonis'e adanmış gibi gö­
rünmektedir ve onun anısı bugün de varlığını hissettir­
mektedir. Vadiyi dışa kapatan kimi yükseltilerin dorukla­
rında tapınak kalıntıları bulunmaktadır; bunlardan bazıları
ürkütücü uçurumun kenarında adeta asılmış gibidir. Bu­
radan aşağı, epeyce derinlerde kalan yuvalarının etrafında
dönen kartallara bakan kişinin başını döndürürler. Bu anıt­
lardan biri de Ghineh'tedir. Tepesi kabaca yontulmuş bü­
yük bir kayanın bir yüzüne Adonis ve Afrodit figürleri
oyulmuştur. Adonis elinde bir mızrakla bir ayının saldır­
masını beklerken, Afrodit de kederle oturmaktadır.62 Ke-

•2 E. Renan, Mission de Phenicie, ss. 292-294. Yazar Adonis'e saldıran hay-

43
derli Afrodit, pekala Macrobius'un tarif ettiği Lübnanlı Af­
rodit, kayadaki girinti de aşığının mezarı olabilir. Kendisi­
ne tapanlara göre Adonis her yıl dağlarda yaralanarak ölür
ve doğa her yıl onun kutsal kanına boyanırdı. Bu yüzün­
den Suriyeli genç kızlar her yıl onun zamansız ölümüne
ağıtlar yakarken, Lübnan'ın sedir ağaçları arasında onun
çiçeği olan kırmızı dağ laleleri açar ve mavi Akdeniz'in kı­
yılan boyunca dolanan ırmak rüzgar kıyıya doğru esmeye
başlayınca kızıla boyanarak, kızıl bir kıvrımlı bant gibi de­
nize doğru akardı.

vanm bir yaban domuzu değil de bir ayı olduğundan emin görünmekte­
dir. Anıt görüntüleri A. Jeremias, Das Aite Testament im Lichte des Alten
Orients (Leipzig, 1906), s. 90 ve Baudissin, Adonis und Esmun, levha i. ve
ii., ss. 78 vd. tarafından verilmiştir.

44
111. Bölüm
Kıbns'ta Adonis

Kıbrıs adası Suriye'ye bir günlük seyir mesafesindedir.


Aslında açık yaz akşamlarında batan güneşin kızıl ışıkları­
na karşı dağlarının alçak ve koyu karaltılarını seçmek
mümkündür. Zengin bakır madenleri, köknar ve görkemli
sedir ormanlarıyla ada Fenikeliler gibi tüccar ve denizci bir
halk için doğal bir çekim merkezi olmuştu. Buğday, üzüm
ve zeytinyağı burayı Fenikelilerin gözünde, dağlarla deniz
arasına sıkışmış kendi engebeli kıyılarının kısır doğasına
kıyasla bir Vaadedilen Toprak haline getirmişti.1 O yüzden
çok eski tarihlerden itibaren Kıbrıs'a yerleşmişler ve Yu­
nanların ada kıyılarına yerleşmesinden çok sonraki zaman­
lara kadar burada kalmışlardı. Çünkü yazıt ve paralardan
Fenike krallarının Kition'da, yani İbranilerin Kittim'inde
(Lamaka) Büyük İskender dönemine kadar hüküm sür­
düklerini biliyoruz.2 Sami koloniciler doğal olarak anava-

' Kıbrıs'ın doğal zenginlikleri için bkz. Strabon, xiv. 6. 5; W. H. Engel,


Kypros, i. 40-71; F. C. Movers, Die Phönizier, ii. 2. ss. 224 vd.; G. Maspero,
Histoire Ancienne des Peuples de l'Orient Classique, ii. 200 vd.; E. Ober­
hummer, Die insel Cypern, i. (Münih, 1903), ss. 175 vd., 243 vd. Kıbrıs'ın
köknar ve sedir ağaçları için bkz. Theophrastus, Historia Plantarum, v. 7.
!, v. 9. 1. Kıbrıslılar omurgasından yelkenlerine kadar bir gemiyi kendi
adalarından çıkan malzemelerle donatabilmekle övünüyorlardı (Ammi­
anus Marcellinus, xiv. 8. 14).
' G. A. Cooke, Text-Book of North-Semitic Inscriptions, No. 12-25, ss. 55-76,
347-349; P. Gardner, New Chapters in Greek History (Londra, 1892), ss. 179,
185. Kitium adının etimolojik olarak Hitit'le aynı olduğu savunulmakta­
dır. Eğer böyleyse, o zaman Fenikeliler gelmeden önce kentte Sami ol­
mayan bir halkın yaşadığını düşünmek gerekecektir. Bkz. Encyclopaedia
Rilılica, "Kittim" maddesi. Kıbrıs' ta bu eski ırka dair başka, Anadolu'daki

45
tanlanndan kendi tanrılarını da getirmişlerdi. Onlar aynı
zamanda, pekala Adonis olabilecek, Lübnan Baali'ne tapı­
nıyorlardı ve güney sahilindeki Amatus'ta Adonis ve Af­
rodit ya da daha doğrusu Astarte ayinleri düzenliyorlardı. 3
Biblos'ta olduğu gibi burada da ayinler Mısır'daki Osiris
tapınmalarına o kadar çok benziyordu ki, bazıları Amatus­
lu Adonis'le Osiris'in aynı kişi olduğunu dahi düşünmüş­
tür. Amatus'ta Surlu Melkart ya da Molok'a da tapınıl­
maktaydı, nitekim yakın çevrede bulunan mezarlar kentin
uzun bir süre Fenikelilere ait olduğunu kanıtlamaktadır.
Ancak Kıbrıs'taki büyük Afrodit ve Adonis tapınma
merkezi adanın güney bahsındaki Paphos'taydı. Çok eski
tarihlerden M.Ö. 4. yüzyılın sonuna kadar Kıbrıs'ta hüküm
süren küçük krallıklar arasında en önemlisi Paphos olma­
lıdır. Burası dalga dalga yükselen ve tarla ve bağlarla bir­
birinden ayrılıp, zaman içinde kendilerine muazzam de­
rinliklerde yataklar kazmak suretiyle içerilere doğru iler­
lemeyi güçleştirerek zahmetli hale getiren ırmaklar tara­
fından bölünmüş tepe ve dağ silsilelerinden oluşan bir
toprak parçasıdır. Yılın büyük bölümünde dorukları kar­
larla kaplı olan yüksek Olimpos Dağı silsilesi (bugünkü
Trodos dağları) Paphos'u kuzey ve doğu rüzgarlarından
korurken adanın geri kalanından da ayırır. Dağ sırasının

ilkel soylarınkine benzer izler bulunmuştur; bunlardan en açık olanı ne


Fenikelilere ne de Yunanlara ait olan Kıbns hece yazısıdır. Bkz. P. Gard­
ner, a.g.e., ss. 154, 173-175, 178 vd.
" Stephanus Byzantius, "Aµa.Soüç" maddesi; Pausanias, ix. 41. 2 vd. Pa­
usanias'a göre Amathus' taki Adonis ve Afrodit tapınağında yeşil taşlar­
dan ilginç bir kolye vardı. Yunanlar bunun Harmonia'nın ya da Eriphy­
le'nin kolyesi olduğunu düşünüyordu. Amathus'ta (?) bulunan bir As­
tarte heykelciğinde tanrıçanın boynunda bir eliyle dokunduğu bir kolye
bulunmaktadır. Bkz. L. P. di Cesnola, Cyprus (Londra, 1877), s. 275.
Amathus'ta az miktarda bulunan kalıntılar deniz kenanndaki uzak bir
tepenin üstündedir. Bunlardan biri de yarısı toprağa gömülü ve dört
kulpu boğa figürleriyle süslü olan büyük bir küptür. Küpün muhteme­
len Fenikelilere ait olduğu düşünülmektedir. Bkz. L. Ross, Reisen nach
Kos, Halikarnassos, Rhodes und der insel Cypern (Halle, 1852), ss. 168 vd.

46
yamaçlarına serpilmiş Kıbns'ın çam ağaçları, Apeninleri
aratmayan manzarasıyla etraftaki manastırlara siper olur.
Eski Paphos kenti denizden yaklaşık bir mil ötedeki bir te­
penin doruğunu kaplamaktaydı; yeni kent ise on mil kadar
ilerdeki bir limandan yükselir. Eski Paphos'taki (bugünkü
Kuklia) Afrodit tapınağı antik dünyanın en ünlü tapınak­
larından biriydi. En eski tarihlerden son zamanlara kadar
temel özellikleri değişmeden kalmıştı. Çünkü İmparator­
luk çağının paralarının üzerinde tapınağın tasviri bulun­
makta olup, bu tasvirler Miken'deki iki kraliyet mezarında
bulunan altın tapınak modelleriyle büyük benzerlik gös­
termektedir. Hem paralarda hem de tapınak modellerinde
üstüne bir çift güvercin konmuş ve üç bölüme ya da şapele
ayrılarak ortadaki şapelin yüksek bir taçla süslendiği bir
ön cephe görmekteyiz. Altın modellerde, her şapelde birbi­
rinin içine geçmiş bir çift borunun içinden yükselen bir sü­
tun görmekteyiz; şapellerin iki yanı ise aynı şekilde bir çift
boru ve her dış borunun üstüne tünemiş bir güvercinin bu­
lunduğu bir taçla süslenmiştir. Paralardaki her şapelin ya­
nında bir sütun ya da şamdana benzer bir obje bulunmak­
tadır. Ortadaki şapelde bir koni ve koninin iki yanında, te­
peleri top şeklinde iki yüksek sütun mevcuttur, sütun te­
pelerinin arasında bir yıldız ve hilal görünmektedir. Gü­
vercinler kuşkusuz kutsal Afrodit ya da Astarte güvercin­
leridir. Boru ve sütunlar bize Girit'teki tarih öncesine ait
büyük Knossos sarayı ile Yunanistan'ın Miken ve Minoya
dönemindeki birçok abidede görülen benzer dini sembol­
leri hatırlatmaktadır. Antik dönem meraklıları altın model­
leri Paphos'taki tapınağın kopyaları olarak görmede hak­
lıysa eğer, bu tapınak bin yıldan uzun bir süre boyunca ne­
redeyse hiç değişikliğe uğramamış demektir; zira modelle­
rin bulunduğu Miken'deki kral mezarlarının M.Ö. 12.
yüzyıldan daha yeni olması mümkün değildir.
Sonuç olarak Paphos'taki Afrodit tapınağı görünüşe göre
muazzam bir kadimlikteydi. Herodotos'a göre tapınak Aş­
kelon'dan gelen Fenikeli koloniciler tarafından yapılmıştı;

47
ancak Fenikelilerin gelmesinden önce burada yerel bir be­
reket tanrıçasına tapılıyor olması ve yeni gelenlerin onu
gerçekten benzerlik gösteren kendi Baalath ya da Astarte­
lerine benzetmiş olmaları da mümkündür. Eğer iki tanrı
böylece tek bir tanrıda birleşmiş ise, o zaman bunların, ilk
çağlardan beri bütün Batı Asya' da tapınılan büyük analık
ve bereket tanrıçasının farklı biçimleri olduğunu varsaya­
biliriz. Tanrıçanın imgesinin eski biçimi ve adına düzenle­
nen ayinlerin şehevi yapısı bu varsayımı doğrulamaktadır;
çünkü hem aynı biçim hem de aynı özellikteki ayinler di­
ğer Asya tanrılarında da görülmektedir. Bu tanrıçanın im­
gesi basitçe beyaz bir koni ya da piramit şeklindeydi.4 Ay­
nı şekilde Biblos'taki Astarte'nin, Yunanların Pamfilya5

4 Bu tasvir antik dönem yazarlannın yazılanyla paralarda da görülmek­


tedir. Bkz. Tacitus, Hist. ii. 3; Maximus Tyrius, Dissert. Viii. 8; Servius'un
"Virgilius, Aen. i. 720"i şerhi; T. L. Donaldson, Architectura Numismatica,
s. 107, Şekil: 3 1 . /ournal of Hel/enic Studies, ix. (1888), ss. 210-212. Maximus
Tyrius'a göre, piramidin neyden yapıldığı bilinmiyordu. Muhtemelen
taştan yapılmıştı. İngiliz arkeologlar Paphos'taki tapınak alanında beyaz
koni parçalan bulmuştu: Ortadaki salonda hala orijinal konumunda du­
ran bir koni kireçtaşından yapılmış olup biraz daha büyükçeydi; /ournal
of Hel/enic Studies, ix. (1888), s. 180.
5 Perge paralarında kutsal koni zengin süslerle donatılmış olup sfenksle­

rin arasındaki bir tapınakta durmaktadır. Bkz. B. V. Head, Historia Nu­


morum (Oxford, 1887), s. 585; P. Gardner, Types of Greek Coins (Cambrid­
ge, 1883), levha xv. No. 3; G. G. Hill, Catalogue of the Greek Coins of Lycia,
Pamphylia, and Pisidia (Londra, 1897), levha xxiv. 12, 15, 16. Ancak Mr. G.
F. Hill bana şunlan yazmaktadır: "Perge'deki taş gerçekten bir koni mi?
Ben her zaman onun bir küp ya da ona benzer bir şey olduğunu düşün­
müşümdür. Paralardaki eğimli üst kısım görünüşe göre özenle hazır­
lanmış bir örtü veya başörtüsüdür. Taşa ekli bulunan baş bunun orta­
sında olup, üstünde de uzun bir kalathos mevcuttur." Tapınak bir tepenin
üstündeydi ve her yıl burada bir festival düzenlenirdi (Strabon, xiv. 4. 2.,
s. 667). Tannçanın buradaki adı Anassa, yani "Kraliçe," idi. Bkz. B V.
Head, a.y.; Wemicke, "Aremis" maddesi Pauly-Wissowa, Rea/-Encyc­
lopaedia der classisclıen Altertums-wissensclıaft içinde, ii. 1, col. 1397. Pap­
hos'taki Afrodit de aynı adı taşımaktaydı. Bkz. aşağıda, s. 57, dipnot 27.
Halikamas'taki Perge Artemis tapınması ölene kadar görev yapan ve her
yeni ayda kent için şefaatte bulunan bir rahibenin gözetiminde gerçek-

48
bölgesindeki Perge' de Artemis adını verdikleri tanrıçanın
ve Suriye'nin Emesa [günümüzde Hums -çn] bölgesindeki
güneş tanrısı Heliogabalus'un sembolü de bir koni idi.6
Kıbrıs'ta Golgi'de ve Malta'daki Fenike tapınaklarında da
görünüşe göre idol işlevi gören konik taşlar bulunmuştu;7
Sina'nın kıraç tepeleriyle tehditkar görünümlü sarp uçu­
rumlarının arasındaki "Sahibe-i Firuze" tapınağında kum­
taşından koniler günışığına çıkarılmışh. 8 Bu türden bir
simgenin anlamı, tıpkı Tacitus zamanında olduğu gibi ka­
ranlık kalmaktadır. Likyalılarla Karyalıların kahldığı dini
festivalde bu kutsal koninin bir adet olarak olarak zeytin­
yağı ile yağlandığı görülmektedir.9 Kutsal bir taşı yağlama
geleneği dünyanın çeşitli yerlerinde görülmektedir; örne­
ğin Delfi' deki Apollon tapınağında da bu gelenek vardı.
Bu eski gelenek Paphos'ta günümüzde dahi yaşatılmakta­
dır. Nitekim "Kuklia köylüleri hala her yıl Paphos Tanrıça­
sı Tapınağı'nın yıkıntılarının büyük köşe taşlarını Betle-

leştirilmekteydi. Bkz. G. Dittenberger, Sylloge lnscriptionum Graecarum


(Leipzig, 1898-1901), cilt ii., s. 373, No. 601 .
"" Herodianus, v. 3. 5. Bu koni siyah taştan olup, Pessinus'taki taştan Ki­
bele heykelinde olduğu gibi üstünde küçük yumrular bulunmaktaydı.
Aynı figür Emesa paralarında da mevcuttur. Bkz. B. V. Head, Historia
Numorum (Oxford, 1 887), s. 659; P. Gardner, Types of Greek Coins, levha
xv. No. 1 . Romalıların İ kinci Kartaca Savaşı sırasında Pessinus'tan Ro­
ma'ya getirdiği taş Kibele heykeli küçük, siyah ve pütürlüydü, ancak
konik şekilli olduğundan söz edilmemektedir. Bkz. Amobius, Adversus
Nationes, vii. 49; Livius, xxix. 1 1 . 7. Bir incelemeye göre Servius (Virgilius,
Aen., vii. 188) iğne (acus) niyetine kullanılan koni şekilli taş Kibele' den
söz etmektedir. Ancak bu incelemeyi doğrulayacak yazılı bir kaynak
mevcut değildir.
7 G. Perrot ve C. Chipiez, Histoire de /'Art dans /'Antiquite, iii. 273, 298 vd.,

304 vd. Golgi'deki Afrodit ya da Astarte tapınağının Paphos'taki tapı­


naktan daha eski olduğu söylenmektedir (Pausanias, viii. 5.2).
" W. M. Flinders Petrie, Researches in Sinai (Londra, 1 906), ss. 135 vd., 189.
Babil'de, özellikle de Lagaş ve Nippur'da çamurdan yapılmış çok sayıda
dilek konisi bulunmuştu. Bkz. M. Jastrow, The Religion of Babylonia and
Assyria (Boston., 1898), ss. 672-674.
'' Bunu Paphos'ta bulunan bir yazıttan öğreniyoruz. Bkz. Journal of Helle­
ııic Studies, ix. (1888), ss. 188, 231 .

49
hemli Bakire onuruna yağlarnaktadır. Tıpkı bir zamanlar
gizemli ayinlerle Afrodit' e yakarılması gibi, Müslümanlar­
la Hıristiyanlar da ha.Ia Kıbrıslı kadınları kısırlıktan kur­
tarmak veya Kıbrıslı erkeklerin erkekliğini güçlendirmek
için büyülü sözler söyleyip delikli taşların içinden geçmek
suretiyle Meryem'e yakarmaktadırlar."10 Böylece bereket
tanrıçası tapınmasının başka bir ad altında devam ettiği
görülmektedir. Hatta adanın bazı kısımlarında eski tanrı­
çanın adı bile aynen korunmaktadır; zira Kıbrıslı köylüle­
rin birçok şapelde İsa'mn annesine Panagia Afroditessa
dediği görülmektedir.11
Kıbrıs'ta geleneksel olarak bütün kadınların evlenmeden
önce, adı ister Afrodit ister Astarte isterse başka bir şey ol­
sun, tanrıçanın tapınağında yabancılara fahişelik yapması
gerekmekteydi.12 Benzer geleneklere Batı Asya'mn birçok
bölgesinde rastlanmaktadır. Bu uygulamanın nedeni ne
olursa olsun ona son derece saygı duyuluyordu; o, bir şeh­
vet alemi olarak değil, adı bölgeden bölgeye farklılıklar
göstermekle birlikte tipi hiç değişmeyen Batı Asya'nın bü­
yük Ana Tanrıçası için yerine getirilen ciddi bir dini görev
olarak görülmekteydi. Dolayısıyla Babil' de ister zengin ol­
sun ister yoksul, her kadının yaşamında bir kere Mylitta,
İştar ya da Astarte'nin tapınağında bir yabancının koynu­
na girip, bu kutsal fahişelikten kazandığı parayı tanrıçaya
adaması gerekmekteydi. Kutsal alan geleneği yerine ge­
tirmek için bekleyen kadınlarla dolup taşardı. Bazılarının
yıllarca beklemesi gerekirdi.13 Suriye' deki -bugün harabe-

ıo D. G. Hogarth, A Wandering Seha/ar in the Levant (Londra, 1 896), ss. 1 79


vd. Kadınlar çocuk sahibi olabilmek için Aberdeenshire'daki Dee'de de­
likli bir taşın içinden geçerdi. Bkz. Balder the Beautiful, ii. 187.
11
G. Perrot ve C. Chipiez, Histoire de /'Art dans /'Antiquite, iii. 628.
12 Herodotos, i. 199; Athenaus xii. il, s. 516 A; Lactantius, Divin. İnst. i. 17;
W. H. Ene!, Kypros, ii. 142 vd. W. Mannhardt (Antike Wald-und Feldkulte,
ss. 283 vd.) Asya' da görülen bu tür geleneklerden söz etmektedir.
13 Herodotos, i. 199; Strabon, xvi. 1. 20, s. 745. Mylitta ile Astarte'nin aynı

oluşu için. H. Zimmem'in şuradaki çalışmasına bkz.; Schrader, Die Kei­


linschriften und das aite Testament, s. 423 dipnot 7 ve s. 428 dipnot 4. Ona

50
ye dönmüş tapınaklarının etkileyici azametiyle ünlü- Heli­
opolis veya Baalbek' te, geleneklere göre her bakirenin As­
tarte tapınağında bir yabancıyla fahişelik yapması gerekir­
di; tıpkı bakireler gibi evli kadınlar da tanrıçaya olan bağlı­
lıklarını yine bu şekilde gösterirlerdi. İmparator Konstan­
tin bu geleneği kaldırıp tapınağı yıkarak yerine bir kilise
inşa ettirmişti.14 Fenike tapınaklarında tanrıçayı hoşnut
edip lütfuna ermek isteyen kadınlar din adına para karşılı­
ğı fahişelik yaparlardı.15 "Amoritlerde evlenmeye hazırla-

göre Mylitta adı Mu 'al/idtu'dan "doğum sancısı çeken kadınlara yardım


eden kişi" gelmekteydi. Bu karakterde İ ştar, Yunan Artemis'ine ve Latin
Diana'sına karşılık gelmekteydi. İ ştar'a tapınırken yapılan kutsal fahişe­
lik için bkz. M. Jastrow, The Religion of Babylonia and Assyria, ss. 475 vd.,
484 vd.; P. Dhorme, La Religion Assyro-Babylonienne (Paris, 1910), ss. 86,
300 vd.
14 Eusebius, Vita Constantini, iii. 58; Sokrates, Historia Ecclesiastica, i. 18. 7-

9; Sozomenus, Historia Ecclesiastica, v. 10. 7. Sokrates, Heliopolis'te yerel


geleneklere göre kadınların herkesle yatmak zorunda olduğunu, dolayı­
sıyla babalık sıfabnın bilinmediğini, "çünkü anne-baba, çocuk ayrımı
olmadığını, insanların kızlarını kendilerini ziyarete gelenlere sunduğu­
nu" söylemektedir. Eusebius hem evli hem de bekar kadınların fahişelik
yaptığından söz etmektedir. Suriye'de doğup ömrünün sonuna kadar
orada yaşayan ve bu uygulamaları bizzat gören Kayserya piskoposu bu
konuda en güvenilir bilgilere sahipti. Dolayısıyla, Prof. M. P. Nilsson'un
yaptığı gibi (Griechische Feste, Leipzig, 1906, s. 366 dipnot 2) bu konudaki
pozitif tanıklıklarına, geleneğin kaldırılmasından çok uzun bir süre ya­
zan tarihçi Sozomenus'tan daha fazla değer vermemiz gerekmektedir.
Eusebius kendi piskoposluk bölgesindeki putperest gelenekleri yakın­
dan biliyordu; çünkü Konstantin tarafından Mamre' deki kutsal meşenin
ya da sakızağacının albndaki sunaklarda yapılan kurban ayinlerini ke­
sinlikle engellemekle görevlendirilmişti; o da imparatorun emirlerine
uyarak sunakları yerle bir etmiş ve ağaç altındaki aynı yere küçük bir
tapınak inşa ettirmişti. Yine İ rlanda' da da kutsal meşelerin altındaki eski
putperest tapınaklar Hıristiyan misyonerler tarafından kilise ve manas­
tırlara çevrilmişti. Bkz. Sokrates, Historia Ecclesiastica, i. 18; The Magic Art
ıınd the Evolution of Kings, ii. 242 vd.
1 5 Athanasius, Oratio contra Gentes, 26 (Migne, Patrologia Graeca, xxv. 52).

H. Ploss'un Fenike geleneğine dair anlabmları (Das Weib, i. 302) ve bu­


nun Fr. Schwally tarafından tekrarlanması (Semitische Kriegsaltertümer,
Leipzig, 1901, ss. 76 vd.) sadece Athanasius'un bu paragrafının yanlış an­
laşılmasının bir sonucu olabilir. Ama eğer doğruysa, buradan, bakirele-

51
nan genç kızın ana kapıda yedi gün fahişelik yapması ge­
rekirdi."16 Bibloslular her yıl Adonis yasında kafalarını ka­
zıhrlardı. Saçlarını kazıtmak istemeyen kadınlar festivalin
belli bir gününde kendilerini yabancılara sunarlar, kazan­
dıkları parayı da tanrıçaya adarlardı. 17 Bu gelenek, Bib­
los'ta ve başka yerlerde istisnasız her kadının namusunu
dinin hizmetinde feda etmesini mecbur tutan eski yasanın
yumuşahlmış bir şekli olabilir. Kadının saçını sunmasının
bedenini sunmasına eşdeğer tutulmasının nedenine daha
önce değinmiştim. Lidya' da çeyiz parası kazanmak isteyen
bütün genç kızlar fahişelik yapmak zorundaydı;18 ancak
geleneğin temelinde asıl olarak ekonomiden çok kendini
adama güdüsünün yattığını düşünebiliriz. Nitekim Lid­
ya' da Tralles' de bulunan ve bu ülkede dini fahişelik uygu­
lamasının M.Ö. 2. yüzyıl gibi bir zamana kadar sürdüğünü
kanıtlayan bir yazıt bu düşünceyi desteklemektedir. Yazıt­
ta Aurelia Aemilia adlı bir kadının, tanrının açık emri üze­
rine sadece kendisinin değil, aynı zamanda annesinin ve
diğer kadın atalarının da kendisinden önce fahişelik yapa­
rak tanrıya hizmet ettikleri anlahlmaktadır. Bir sunağı des­
tekleyen mermer bir sütunun üzerine oyulmuş yazıhn
herkese açık olması, böyle bir yaşamın ve bu şekilde süre­
cek neslin hiçbir biçimde gayrimeşru görülmediğini gös­
termektedir. Ermenistan'da soylu aileler kızlarını Acilisena
tapınağında tanrıça Anaitis'in hizmetine adar, genç kızlar
evlenmeden önce uzun süre burada fahişelik yaparlardı.
Hizmet dönemleri bittiğinde hiç kimse bu kızlarla evlen-

rin bakireliğini bozan kölelerin yani kedeşim in, tapınağın kutsal köleleri
'

olduğu ve tanrının temsilcileri olarak bu görevi yerine getirdikleri sonu­


cuna varabiliriz. Kedeşim ya da "kutsal erkekler" için bkz. yukarıda, ss.
30 vd. ve aşağıda ss. 86 vd.
16 The Testaments of the Twelve Patriarchs, (çev. ve ed.) R. H. Charles

(Londra, 1908), böl. xii, s. 81 .


17 Lukianos, De dea Syria, 6. Yazar burada kadınların kendilerini sadece
yabancılara sunduklarının alhnı özenle çizmektedir.
'" Herodotos, i. 93 vd.; Athenaeus, xii. 1 1, ss. 515 vd.

52
mekte tereddüt göstermezdi.19 Yine, Pontus'taki Koma­
na'da tanrıça Ma'run hizmetinde çalışan birçok kutsal fahi­
şe vardı; iki yılda bir düzenlenen festivaller sırasında kom­
şu kentlerden binlerce erkek ve kadın tanrıçaya adak sun­
mak üzere Ma'nın tapınağına akardı.20
Bu konuyla ilgili, bazıları henüz okuyucunun önüne çı­
karılmamış olan, bütün verileri inceleyecek olursak birçok
Batı Asya halkında farklı adlar altında olmakla birlikte
benzer mitik özellikler gösteren ve benzer ritüellerle tapı­
nılan, doğanın bütün üretken enerjilerinin vücut bulmuş
hali olan büyük bir Ana Tanrıça'nın bulunduğu; adının,
genellikle ilahi olmakla birlikte ölümlü de olabilen, yılda
bir kez bir araya geldiği bir sevgiliyle ya da daha doğrusu
bir dizi sevgiyle anıldığı; hayvan ve bitkilerin çoğalması
için bunların ilişkiye girmelerinin zorunlu görüldüğü;21 bu
kutsal çiftin masalsı birlikteliğinin yeryüzünde, tanrıçanın
tapınağında karşıt cinsler tarafından geçici olmakla birlikte
gerçek bir şekilde taklit edilerek toprağın, insanların ve
hayvanların bereketinin artırıldığı sonucuna varabiliriz.22

1• Strabon, xi. 14. 16, s. 532.


w Strabon, xii. 3. 32, 34 ve 36, ss. 557-559; bkz. xii. 2. 3, s. 535. Pontus, Ka­
padokya ve Firigya' daki diğer tapınaklar da kutsal kölelerle dolup taş­
maktaydı. Buradan, açıkça belirtilmemekle birlikte, bu kölelerin çoğu­
nun fahişe olduğu sonucuna varabiliriz. Bkz. Strabon, xi. 8. 4, xii. 2. 3 ve
6, xii. 3. 31 ve 37, xii. 8. 14.
2 1 Bu büyük Asya tannçalanyla sevgilileri hakkında bilgi edinmek için
bkz. özellikle, Sir W. M. Ramsay, Cities and Bishoprics of Phrygia, i. 87 vd.
" Bkz. W. Mannhardt, Antike Wald-und Feldkulte, ss. 284 vd.; W. Robert­
son Smith, The Prophets of lsrael, Yeni Baskı (Londra, 1 902), ss. 171-174.
Aynı şekilde, daha önce Çin İmparatorluğu'nun bir eyaleti olan Ca­
mul'da erkekler, eşlerini eve gelen yabancı konuklara sunarlar ve konuk­
ların bunu kabul etmesini bir onur olarak görürlerdi. Geleneği duyan
imparator derhal yasaklamıştı. Halk bu yasağa üç yıl uymuş, ancak top­
raklarının artık eskisi gibi bereketli olmadığını ve başlarına bir yığın
olumsuz şey geldiğini görünce, geleneği tekrar başlatmak için imparato­
ra yalvarmışlardı, çünkü "sahip olduklan bütün iyi şeyleri tanrılara
borçlu olduklarına, onlan hoşnut etmedikleri takdirde varlıklarını sür­
düremeyeceklerine" inanıyorlardı. Bkz. The Book of Ser Marco Polo, (çev.
ve ed.) Henry Yule, İkinci Baskı, (Londra, 1875), i. 212 vd. Görünüşe göre

53
Böyle bir Ana Tanrıça kavramı muhtemel göründüğü üze­
re evlilik kurumunun henüz bilinmediği ya da eski komü­
nal hukukun ahlakdışı ihlali olarak görülmediği bir döne­
me kadar gerilere gidiyorsa eğer, o zaman tanrıçanın ne­
den bir zamanlar evlenmemiş ve iffetsiz varsayıldığını ve
ona tapanların niçin onu bir şekilde taklit etmek zorunda
olduğunu anlamak mümkündür. Kendisi ilahi bir kocayla
birleşmiş ilahi bir eş olarak görüldüğünden, onların birlik­
teliklerinin doğal karşılığı da erkeklerle kadınların yasal
evliliği olacak ve homeopatik büyü ilkelerine göre evlilik
kurumu içinde karşı cinslerin meşru ilişkisiyle daha iyi bir
şekilde elde edilebilecek sonuçlara varmak için fahişelik ya
da rastgele cinsel ilişki gibi bir sisteme başvurmaya gerek
kalmayacakhr. Daha önceleri muhtemelen her kadın ya­
şamında en azından bir kez, çok daha önceki bir dönemde
kabilenin bütün erkeklerinin kalıcılığıyla ilgili görülen bu
evlilik hukukunun uygulanmasına boyun eğmek zorun­
daydı. Fakat zaman içinde bireysel evlilik kurumunun ağır
basıp eski komüncülüğün giderek saygınlığını yitirmeye
başlamasıyla beraber, eski uygulamanın bir kadının yaşa­
mında bir kereliğine yeniden canlanması halkın ahlak
duygularına giderek daha aykırı gelmeye başladı. Bunun
sonucunda da halk teoride hala kabul ettiği zorunlu uygu­
lamadan kaçmak için çeşitli yöntemlere başvurdu. Bu yön­
temlerden biri, kadının bedenini sunması yerine saçlarını
sunmasıydı; bir diğeri müstehcen bir hareketin yerine
müstehcen bir simge ikame etmekti. Ancak kadınların ço-

burada toprağın bereketi kadınların kocalarıyla değil de yabancılarla


ilişkiye girmesine bağlıydı. Aynı şekilde, Faslı bir Arap kabilesi olan Ou­
lad Abdilerde, "evli kadınlar genellikle kocalarından boşanır ve yeniden
evlenene kadar fahişelik yapardı; bu süre içinde yine boşandıkları koca­
larının yanında kalmaya devam ederlerdi. Yönetici otorite harekete geçe­
rek bu fahişeliği bir düzene bağlamaya çalışmış ancak halk ;ılınacak bir
önlemin ekin hasadını düşüreceğini savunarak bu girişime karşı çıkmış­
tı. Bkz. Edmond Doutte, Magie et Re/igion dans /'Afriqııe dıı Nord (Algiers,
1 908), ss. 560 vd.

54
ğunluğu dinin gereklerini kendi namuslarını feda etmeden
yerine getirmenin yollarını bulurken, genel refah için hala
bazı kadınların eski yükümlülüğü yerine getirmelerinin
zorunlu olduğu düşünülmekteydi. Bu kadınlar tapınak­
lardan birinde ya ölene kadar ya da belli bir süre fahişelik
yaphlar. Kendilerini dinin hizmetine adayan bu kadınlara
kutsal bir nitelik atfedildi23 ve ayıp görülmeyen meslekleri
ruhani sınıftan olmayanlar tarafından uzun bir süre top­
lumsal bir erdem olarak görüldü. Bu kadınlar, dünyanın
çeşitli yerlerinde Yaratıalarını, cinsiyetlerinin doğal işlev­
lerinden ve hassas insan ilişkilerinden feragat ederek farklı
bir şekilde onurlandırmak isteyen kadınlara karşı gösteri­
len duygulara benzer biçimde, hayranlık, hürmet ve acıma
duygularından oluşan bir karışımla ödüllendirildi. İnsanın
budalalığı böylece zıt uçlarda; hem muzır hem de içler acı­
sı olanda eşit bir çıkış noktası bulmaktadır.
Paphos'ta dini fahişelik geleneğinin Kral Kinyras tara­
fından başlatıldığı24 ve ilk kez Afrodit'in gazabını üstlerine
çektikleri için yabanalarla ilişkiye giren ve son günlerini
Mısır' da geçiren, Adonis' in kızkardeşleri olan kızları tara­
fından uygulandığı belirtilmektedir.25 Bu gelenekte Afro­
dit'in gazabı muhtemelen, kendi ahlak duygusunu sarsan
bu uygulamayı tanrıçaya inananların düzenli olarak uygu­
ladığı bir fedakarlık olarak görmekten çok tanrıçanın ver­
diği bir ceza olarak gören bir otorite tarafından daha sonra
eklenen bir niteliktir. Her koşulda bu öykü sıradan kadın­
lar gibi Paphos prenseslerinin de bu geleneğe uymak zo­
runda olduğunu göstermektedir.

23Tapınak fahişesi İ branicede "kutsal kadın" (kedeşa) anlamına gelmek­


teydi. Bkz. Encyclvpaedia Bib/ica, "Harlot" maddesi; S. R. Driver, 'Yaratılış
xxxviii. 21' üzerine yazdıklan. Bu tür "kutsal kadınlar'' için bkz. aşağıda,
ss. 84 vd.

" İ skenderiyeli Klemens, Protrept. ii. 13, s. 12, (ed.) Potter; Amobius, Ad­
versus Nationes, v. 19; Firmicus Matemus, De errore profanarum religionum,
10.
25 Apollodoros, Bibliotlıeka, iii. 14. 3.

55
Kinyras'ların efsanevi kraliyet tarihi ve ruhani aileleri
son derece öğreticidir. Kilikya'ya göç eden Sandacus adlı
bir Suriyelinin, Hyria kralı Megassares'in kızı Pharnace ile
evlenerek Kelenderis kentini kurduğu söylenmektedir.
Buna göre karısı ona bir oğul, yani Kinyras'ı verdi. Kinyras
bir zaman sonra yanında bir grup insanla denizi geçerek
Kıbrıs'a ulaştı; orada adanın kralı olan Pygmalion'un kızı
Metharme ile evlendi ve Paphos'u kurdu.26 Bu efsanelerde
kadın soyundan geçen ve soydan prenseslerle evlenen er­
kekler, bazen de yabanalar, tarafından yönetilen Kilikya
ile Kıbrıs'taki krallıkların anıları yer alıyor gibi görünmek­
tedir. Paphos'taki tapınağın kurucusunun aslında Kinyras
olmadığına işaret eden bazı göstergeler de mevcuttur. Da­
ha eski bir gelenek kurucunun, bazılarının kral, bazıları­
nınsa bizzat tanrıça olarak gördüğü Aerias diye biri oldu­
ğunu söylemektedir. Öte yandan Kinyras ya da onun Pap­
hos'taki torunları bazı rakiplerle uğraşmak zorundaydı.
Bunlar soylarını Kilikyalı kahine; Tamiras'a dayandıran bir
kahinler sülalesi olan Tamiraslardı. İlk başlarda törenlere
her iki aile birlikte başkanlık yapıyordu, ancak bir süre
sonra Tamiraslar başkanlığı Kinyraslara bıraktılar. Hane­
danlığın kurucusu olan Kinyras hakkında birçok öykü an­
latılmaktadır. Kral olmasının yanı sıra Afrodit'in rahibiydi
ve zenginliği bir deyime bile konu olmuştu. Torunlarına
yani Kinyraslara zenginliğini ve unvanlarını miras bırak-

26
Apollodoros, Bibliotheka, iii. 14. 3. Kilikya'nm güney kıyısında bulunan
Kelenderis'in tahkimli bir yarımadayla korunan küçük bir limanı vardı.
Birçok eski mezar son dönemlere kadar varlığını korumuş olmakla bir­
likte artık çoğu kaybolmuştur. Konstantinopolis' ten Kıbrıs'a gelen Türk
gemileri bu limanı kullanırdı. Son durum ve kalıntılar için bkz. F. Bea­
ufort, Karmania, (Londra, 1817), s. 201; W. M. Leake, /ourna/ of a Tour in
Asia Minor (Londra, 1824), ss. 1 14-1 1 8; R. Heberdey ve A. Wilhelm, "Rei­
sen in Kilikien," Denkschriften der kais. Akademie der Wissenschaften, Philo­
sopfı .. -historiscfıe Classe, xliv. (1896) No. vi. s. 94. Paphos'taki Afrodit tapı­
nağının Truva savaşından sonra Kıbrıs'ta bir koloni kuran Arkadyalı
Agapenor tarafından inşa edildiği şeklindeki açıklama kesinlikle geçer­
siz kabul edilebilir.

56
mışh; her halükarda, Paphos'ta krallık yapmışlar ve tanrı­
çaya rahip olarak hizmet etmişlerdi. Kinyras da dahil ol­
mak üzere tümü tapınağa gömülmüştü.27 Ancak M.Ö. 4.
yüzyıla gelindiğinde aile gerilemeye başlayarak yok olma­
nın eşiğine gelmişti. Büyük İskender adaletsiz ve kötü
davranan bir Paphos kralını sürünce, elçileri kralın yerine
Kinyras soyundan gelen birilerini aramaya başlamışh. So­
nunda elçi onlardan birini yoksulluk içinde yaşarken ve
ekmeğini bostancılık yaparak kazanırken bulmuştu. Kralın
elçileri, taa efendilerinin elinden giydirmek üzere onu Bü­
yük İskender'in yanına götürmeye geldiklerinde bahçe su­
lamaktaydı.28 Ancak hanedanın yok olmasına karşın, kral­
ların ve sıradan insanların armağanlarıyla zenginleşen tan­
rıçanın tapınağının ünü Roma dönemine kadar sürdü. Mı­
sır kralı Ptolemy Auletes M.Ö. 57' de halkı tarafından sürü­
lünce, Cato tahtla birlikte kaybettiği para ve saygınlığı tela­
fi etmek üzere kendisine Paphos rahipliğini teklif etti.
Bu rahip kralların atası ve Adonis'in babası olan Kinyras
için anlahlan öykülerden bazıları dikkat çekicidir. Bunlar­
dan birincisi, oğlu Adonis'in, beyaz giyimli kadınların ha­
sadın ilk ürünü olarak buğdaydan taçlar sunduğu ve do­
kuz gün boyunca katı bir cinsel oruç tuttuğu bir buğday

27 "Pindaros, Pyth. ii. 15 (27)"e şerh ; İskenderiyeli Klemens, Protrept. iii.

45, s. 40, (ed.) Potter; Amobius, Adversus Nationes, vi. 6. Paphos kralları­
nın aynı zamanda tanrıçanın rahipleri olduğuna dair yazarların ifadeleri
dışında başka bir kanıt da bölgede bulunan yazıtlardır. Bkz. H. Collitz,
Sammlung der griechischen Dialektinschriften, i. (Göttingen, 1884), s. 22, No.
38, 39, 40. Bu yazıtlarda tanrıçanın unvanı Kraliçe veya Sahibe'dir. Bu
muhtemelen Sami dilindeki Baalat'ının karşılığıdır.
'" Plutarkhos, De Alexandri Magni fortuna aut virtute, ii. 8. Bahçıvan kralın
adı Alynomus'tu. Kinyras sülalesinin Makedonya dönemine kadar sür­
düğüne dair kanıtlardan biri de Eski Paphos'ta bulunan ve Kinyrasların
başı Ptolemy'nin oğlu olan Demokrates adlı biriyle eşi Eunike'in kızları­
nın bir heykelini Paphos Afroditi'ne adadıklarını anlatan bir Yunan yazı­
lıdır. Anne-babaların kız veya oğullarının heykellerini Paphos'taki tanrı­
�·aya adaması yaygın bir uygulamaydı. İngiliz arkeologları kaidelerinde
yazıtlar bulunan bu türden çok sayıda heykel bulmuşlardır. Bkz. fournal
of Hellenic Stııdies, ix. (1888), ss. 228, 235, 236, 237, 241, 244, 246, 255.

57
tanrıçası festivalinde kızı Myrrha ile girdiği ensest ilişki­
den olduğudur.29 Kızıyla ensest ilişkiye girme vakalarına
birçok antik dönem kralında rastlanmaktadır.30 Bu tür an­
latımların temelsiz olmaları ve doğal olmayan şehevi ar­
zunun tesadüfi patlamalarına gönderme yapmaları müm­
kün gözükmemektedir. Bunların belli özel koşullarda belli
bir nedene bağlı olarak yaşama geçirilen bir uygulamaya
dayandığını düşünebiliriz. Kraliyetin sadece kadın soyun­
dan devam ettiği ve buna bağlı olarak kralın ancak gerçek
hakim olan soydan gelen prenseslerle evlenmek suretiyle
tahta geçebildiği ülkelerde prensin, aksi halde başka bir
adama ve belki de bir yabancıya gidecek olan tahta otura-

29 Ovidius, Metam. x. 298 vd.; Hyginus, Fab. 58, 64; Fulgentius, Mytholog.
iii. 8; Lactantius Placidius, Narrat. Fabul. x. 9; Servius'un "Virgilius, Ec/. x.
1 8 ve Aen. v. 72"ye şerhi; Plutarkhos, Paral/ela, 22; "Theokritus, i. 107"e
şerh. Ensest ilişkinin yaşandığı festivali anlatan kişi Ovidius idi (Metam.
x. 431 vd.). Ovidius'un kaynakları muhtemelen, Plutarkhos'un (a.y.) öy­
künün kaynağı olarak gösterdiği Yunan yazar Theodorus'un yazdığı Me­
tamorphoses idi. Söz konusu festival muhtemelen, kadınların iffetlerini
korumak zorunda olduğu Thesmophoria idi. "Nikandros, Ther. 70
vd.''na şerh; Plinius, Nat. Hist. xxiv. 59; Dioscorides, De Materia Medica, i.
134 (135); bkz. Aelianus, De natura animalium, ix. 26). Bkz. E. Fehrle, Die
kultische Keuschheit im Altertum (Giessen, 1910), ss. 103 vd., 1 21 vd., 151
vd. Antik dönemde Kıbns'ın buğdayı ve ekmeği ünlüydü. Bkz. Eshilos,
Suppliants, 549 (555); Hipponax, alıntılayan Strabon, viii. 3. 8, s. 340; Eu­
bulus, alıntılayan Athenaeus, iii. 78, s. 1 1 2; E. Oberhummer, Die insel Cy­
pern, i. (Munich, 1903) vd. 274 vd. Diğer bir öyküye göre Adonis, Kıbrıs
kralı Theias'ın kızı Myrrha ile girdiği ensest ilişkinin bir meyvesiydi.
Bkz. Apollodoros, Bibliotheka, iii. 14. 4 (Panyasis'i kaynak göstermekte­
dir); Antoninus Liberalis, Transform. 34 (Lübnan Dağı'ndaki sahneyi an­
latan kişi). Metinde söz edilen taçlan Romalı Arval Kardeşliğinin kutsal
işler yaparken giydiği ve tanrıça suretlerine de giydirilen taçlara ben­
zetmek mümkündür. Bkz. G. Henzen, Acta Fratrum Arvalium (Berlin,
1874), ss. 24-27, 33 vd. Bkz. Pausanias, vii. 20. 1 . vd.
30 Hyginus, Fab. 253, bu türden benzer örnekler vermektedir. Bunlardan

bazıları, Arkadya kralı Clymenus'u n kızı Harpalyce ile (bkz. Hyginus,


Fab. 206); Pisa kralı Oenamus'in kızı Hippodamia ile (bkz. J. Tzetzes,
"Lycoplıron, 156"e şerh; Lukianos, Charidemus, 19); Atina kralı
Erekhtheus'un kızı Prokris ile ve Midilli kralı Epopeus'un kızı Nyktime­
ne ile (bkz. Hyginus, Fab. 204) ile girdiği ilişkilerdir.

58
bilmek için kendi kız kardeşiyle evlenmesine sıkça rast­
lanmaktadır.31 Kişinin kızıyla ensest ilişkiye girmesinin ar­
dında da aynı soy kuralı olamaz mı? Çünkü böyle bir yö­
netimde, eşinin yani kraliçenin ölmesi halinde kralın tahtı
bırakması gerekecektir, zira tahta çıkışının tek dayanağı
onunla gerçekleştirdiği evliliğidir. Bu evlilik bittiğinde taht
hakkı da onunla birlikte sona erecek ve hemen kızının ko­
casına geçecektir. O yüzden kral eşinin ölümünden sonra
tahtta kalmaya devam etmek istiyorsa, bunu meşru yoldan
yapmanın tek yolu kızıyla evlenmek ve daha önce annesi
üzerinden elde edilen unvanı bu kez onun üzerinden elde
tutmaktır.
Bu bağlamda, Roma'da Flamen Dialis'in, eşi Flamini­
ca'nın ölümü üzerine rahiplik makamını boşaltmak zo­
runda kaldığını hatırlamakta yarar vardır. Eğer Flaminica
ikilinin daha önemli tarafı olmuş ve Flamen de makama
onunla evliliği sayesinde gelmiş olsaydı kural anlaşılabi­
lirdi. Başka bir yerde Flamen ve eşinin, Jüpiter ve Juno ya
da Dianus ve Diana rolünü oynayan eski rahip kral ve kra­
liçeler çizgisini temsil ettiğini varsaymak için nedenler bu­
lunduğunu söylemiştim.32 Eğer bu varsayım doğruysa,
eşinin ölümü üzerine onu rahiplikten çekilmeye mecbur
bırakan gelenek, temsil ettikleri iki ilahi varlıktan tanrıça­
nın, yani Juno ya da Diana'nın aslında daha üstün olan ta­
raf olduğunu kanıtlar görünmektedir. Ancak Roma' da tan­
rıça Juno her zaman önemsiz taraf olmuştu; Nemi' deyse
yaşlı ikizi Diana son derece güçlü olup, eşini yani Dianus
ya da Virbius'u gölgede bırakmaktaydı. Dolayısıyla Fla­
minica'run Flamen'e göre üstün olduğuna işaret eden bir
kural ikilinin tanrısal kökenlerinin Jüpiter ve Juno' dan çok
Dianus ve Diana olduğunu; aynca Roma' da Jüpiter ve Ju-

·1 1 Kraliyet ailelerinde kardeş evliliği geleneğine sık rastlanmaktadır. Bkz.


Pausanias üstüne şerhim, i. 7. 1 (cilt ii. ss. 84 vd.). Bildiğim kadarıyla bu
geleneğe dair doğru bir açıklama ilk olarak J. F. McLennan'dan (71ıe Pat­
riarchal Theory, Londra, 1 885, s. 95), gelmiştir.
12
The Magic Art and the Evolution of Kings, ii. 179, 190 vd.

59
no'nun baba-soyluluğu ya da kocanın kansına üstünlüğü­
nü temsil ederken, Nemi'deyse Dianus ve Diana'nın eski
anne-soyluluğu ya da miras konulannda kannın kocasına
üstünlüğünü temsil ettiğini göstermektedir. Bu durumda,
Roma' da krallığın ilk başlarda plebyen bir kurum olduğu
ve kadın tarafından geldiği şeklindeki iddiamda33 haklıy­
sam eğer, o zaman Nemi' deki Diana tapınağını inşa ettiren
halkın da Romalı krallar gibi pleb kökenli olduğu ve bü­
yük bir Baba Tanrı'ya değil de büyük bir Ana Tanrıça'ya
taptıkları; Ana Tannça'nın analık işlevlerinin ağaçlık tepe­
lerdeki eski tapınağında bulunan adaklar tarafından kanıt­
landığı sonucunu çıkarmamız gerekir. Öte yandan, daha
sonra ülkeyi işgal eden patrisyenler beraberlerinde katı bir
baba-soyluluk getirmiş ve Anne Juno'dan çok daha Baba
Jove'ye bağlılıklarını sunmuşlardı.
Flamirıica ile kocası Flamen arasındaki ilişkiyi bir nokta­
ya kadar miras ve din konularında eski anne-soylu ilişkiyi
günümüze kadar sürdüren Assamlı Khasilerde de görmek
mümkündür. Çünkü bu halklarda topluluğun refahı için
ölen ataların hoşnut edilmesi gerekmekte olup ataları ara­
sında en fazla saygı gösterdikleri klanın en eski kadın ata­
sıdır. Bu çerçevede, kurban törenlerinde rahiplere bir rahi­
be eşlik etmelidir; hatta bizlere rahibin sadece rahibeye
yardım işlevi gördüğü ve rahibenin "kesinlikle bütün dini
törenlerin rahibe tarafından düzenlediği anaerkil dönemin
bakiyesi olduğu" söylenmiştir. Görünüşe bakılırsa, rahibin
rahibenin kocası olması gerekmemektedir; ancak her böl­
genin adaklar sunulan kendi tanrıçasına sahip olduğu
Khyrim Eyaleti'nde rahibe rahibin annesi, kız kardeşi, ku­
zeni ya da anne tarafından bir akrabası olabilir. Kurban tö­
renlerini düzenlemek onun görevidir, onun katkısı olma­
dan kurban töreni düzenlenemez. Bu durumda, eski Ro­
malılarda tanrıçanın ya da ilahi kadın ataların tanrıdan ya
da ilahi atadan üstün olması gibi, burada da rahibenin ra-

33 Tlıe Magic Art and tlıe Evo/ııtion of Kings, ii. 268 vd.

60
hipten üstün olduğunu görmekteyiz. Yine Roma' da oldu­
ğu gibi burada da rahip, kutsal görevlerini yerine getirir­
ken yardım alabileceği meşru ilişkide olduğu bir kadın
yoksa görevini bırakmak zorundadır.
Bunun dışında, Jüpiter ve Juno'nun temsilcileri olarak
Roma'da Flamen ve Flaminica'nın, doğanın güçlerinin be­
reketini sürdürmek üzere her yıl Kutsal Bir Evliliği kutla­
mış olabileceği varsayımında bulunmuştum.34 Hindis­
tan'da hala uygulanmakta olan benzer bir gelenekle bu
varsayımı desteklemek mümkündür. Bengal'de ilkel bir
dağ kabilesi olan Oraonlarda Güneş'le Dünya'nın evliliği­
nin Güneş tanrısı ile Dünya tanrıçasını temsil eden bir ra­
hip ve rahibe tarafından her yıl nasıl kutlandığını görmüş­
tük.35 Kutsal Evlilik töreni halkı ve yerel dinlerini yakın­
dan tanıyan bir Cizvit misyoner tarafından ayrınhlı olarak
tarif edilmişti. Ayin sal ağacının çiçek açtığı Mayıs ayında
düzenlenmekte olup festivalin yerel dildeki adı (haddi)
ağacın çiceğinden gelmektedir. Yılın en büyük festivalidir.
"Festivalin amaa Güneş-Tanrı (Bhagawan) ile Dünya­
Tannçanın (Dharti-mai) mistik evliliğini kutlayarak anlan
bol ve güzel hasat vermeye teşvik etmektir." Aynı zaman­
da köyün bütün küçük tanrı veya şeytanlarının da gönlü
alınmış ve böylece Güneş Tanrı ile Dünya Tannça'nın ya­
rarlı faaliyetini engellemelerinin önüne geçilmiş olur. Fes­
tival gününün arefesinde kimse tarlasını sürmez; birkaç
köylünün eşlik ettiği rahip kutsal koruda bakım yapıp da­
vul çalarak bütün görünmez konuklan ertesi gün kendile­
rini bekleyen festivale davet eder. Ertesi sabah, çok erken
bir saatte, horozlar ötmeden bir rahip yardıması yeni bir
toprak çömlekle sessizce kutsal kaynağa giderek su aşırır.
Bu kutsal su hasat için her türlü kutsamayı barındırır. Ra­
hip kutsal su için çeşitli renklerde pamuk iplerle çevrilmiş
olan evinin ortasında bir yer hazırlamıştır. Su o kadar kut-

.-..ı The Magic Art and the Evolution of Kings, ii. 191 vd.
" The Magic Art and the Evolution of Kings, ii. 148.

61
saldır ki, rahibin evine girmeden önce üstüne düşebilecek
bir kem göz onu tamamen kirletip bütün özelliğini bozabi­
lir. Rahip yardıması sabahleyin ev ev dolaşıp kurbanlık
toplar. Öğleden sonra bütün halk kutsal koruda toplanır
ve rahip kurban törenini yerine getirmek üzere gelir. İlk
kurbanlar Güneş Tanrı için kurban edilecek beyaz bir ho­
rozla Dünya Tanrıça için kurban edilecek siyah bir tavuk­
tur; festival bu iki ilahi varlığın evliliği olduğundan, bu iki
kümes hayvanı ebediyete gitmeden önce kendileri için bir
evlilik töreni düzenlenir. Ayrıca hpkı insan evliliğinde ge­
linle damada al renk sürülmesi gibi iki hayvana da al renk
sürülür; yine kurban töreninin düzenlediği noktada, sanki
gerçek bir gelinmiş gibi toprağa da bir allık sürülür. Bunu
küçük tanrılar için düzenlenen kümes hayvanı ve keçi
kurbanları izler. Kurbanların bedenleri köy çocukları tara­
fından toplanarak aynı yerde pişirilir; bütün başlar kur­
banları kesenlere gider. Alabildiklerini alan tanrılar arhk
şu veya bu şekilde hoşnut edilmişlerdir. Bu arada rahip
yardımcısı sal ağacından çiçek toplamış ve bunları kurban
alanının çevresine dizmiştir. Ayrıca rahibin evinde duran
kutsal suyu da almışhr. Daha sonra bir tören alayı düzen­
lenir ve rahip zafer çığlıkları arasında evine taşınır. Eşi ev­
de rahibi beklemektedir; rahip gelince ikili evlilik töreni
yapar ve "Güneş-Tanrı ile Dünya-Tanrıçanın mistik evlili­
ğini temsil edecek şekilde" birbirlerine al renk sürerler. Bu
arada köyün bütün kadınlan ellerinde birer harman sa­
vurma sepeti, kendi evlerinin kapı eşiğinde beklemektedir.
Sepetin içinde iki fincan vardır. Biri kutsal su için boş tutu­
lurken, ötekinde kutsal adama sunulacak pirinç birası bu­
lunmaktadır. Kutsal adam uğradığı her kapıda çiçek ve
kutsal su dağıtarak kadınlan hoşnut eder ve onları "Oda­
larınız ve ambarlarınız pirinçle dolup taşsın ki rahibin adı
yücelsin," şeklindeki dualarla zenginleştirir. Her kapıya
bıraktığı kutsal su, ertesi yıl ekilmek üzere bekletilen to­
humların üstüne serpilir. Rahip ev sahibesine yaptığı bere­
ket duasının ardından birayı kafasına diker; bu dua ve içki

62
alemi her evde tekrarlanınca rahip doğal olarak köyün son
evine gelene kadar sarhoş oluverir. "Bu arada köydeki
herkes rahibi takip edip pirinç birası içtiği için köyün bü­
tün şeytanları serbest kalır ve ortalığı tarif edilemeyecek
bir sefahat manzarası kaplar; bütün bunların amacı Gü­
neş'le Dünya'yı daha bereketli olmaya teşvik etmektir."36
Dolayısıyla, antik dönemde ahlak dışı ilişkinin toprağın
bereketini artırdığına inananlar sadece Kıbrıs ve Batı Asya
halkları değildi.37
Kinyras'ın aşırı yakışıklılığıyla ünlü olduğu ve Afrodit'in
kendisine çok kur yaptığı söylenmektedir. Sonuç olarak,
araştırmacıların da gözlemlediği üzere, Kinyras bir bakıma
çabuk öfkelenen tanrıçanın da gönlünü kaptırdığı yakışıklı
oğlu Adonis'in bir kopyasıydı. Dahası, Afrodit'in Paphos
kraliyet hanedanının iki üyesine olan aşkıyla ilgili bu öy­
küler, Afrodit'in suretine aşık olup yatağına alan Kıbrıs'ın
Fenikeli kralı Pygmalion hakkında anlatılan efsaneden ba­
ğımsız değildir.38 Pygmalion'un Kinyras'ın kayınpederi
olduğunu, Kinyras'ın oğlunun Adonis olduğunu ve farklı
kuşaklardan gelen bu üç erkeğin de Afrodit'le aşk ilişkisi­
ne girdiğini düşündüğümüzde, Paphos'un eski Fenikeli
krallarının ya da bunların oğullarının sadece tanrıçanın
rahipleri olmakla kalmayıp aynı zamanda onun sevgilileri
oldukları, başka bir deyişle resmen Adonis rolünü oyna­
dıkları sonucuna varmaktayız. Her halükarda Kıbrıs'ı yö­
neten kişinin Adonis olduğu söylenmekte ve adanın bütün

"' P. Dehon, "Religion and Customs of the Uraons", Memoirs of the Asiatic
Society of Bengal, vol. 1, no 9 (Kalküta, 1906).
·17 Detaylı bilgi için bkz. The Magic Art and the Evolution of Kings, ii. 97 vd.
111 Amobius, Adversus Nationes, vi. 22; İskenderiyeli Klemens, Protrept. iv-

57, s. 51, (ed) Potter; Ovidius, Metam. x. 243-297. Bu öykünün kaynağı


Philostephanus'un Kıbrıs'ın tarihi üzerine yazdığı (De Cypro) hem Amo­
bius hem de Clemens'in alıntı yaptığı kitaptır. Ovidius'un efsaneyle ilgili
şiirinde Pygmalion bir heykeltıraştır ve aşık olduğu heykel de duası üze­
rine Venüs'ün yaşam verdiği güzel bir kadındır. Kral Pygmalion'un Fe­
nikeli olduğu, Kıbrıslı Asclepiades'i referans gösteren Porphyrios tara­
fından (De abstinentia, iv. 15) dile getirilmiştir

63
Fenikeli krallarının oğullarının Adonis unvanını taşıdığı
kesin görünmektedir.39 Bu unvanın "efendi"den başka bir
anlama gelmediği doğrudur; ancak Kıbrıslı prensleri aşk
tanrıçasına bağlayan efsaneler, bu kişilerin Adonis'in insa­
ni asaletini ve tanrısal doğasını sahiplenmeye çalışhklarına
işaret etmektedir. Pygmalion öyküsünde, kralın Afrodit ya
da daha doğrusu Astarte tasviriyle evlendiği bir kutsal ev­
lilik töreninden söz edilmektedir. Bu durumda öykü bir
anlamda sadece tek bir erkek için değil, bir dizi erkek için
de geçerli demektir. Eğer Pygmalion genel olarak bütün
Sami krallarının ve özellikle de Kıbrıslı kralların kullandığı
bir adsa, aynı şey Pygmalion için daha da geçerlidir. Her
halükarda Pygmalion, kız kardeşi Dido'nun kaçtığı ünlü
Sur kralının adı olarak bilinmektedir; Büyük İskender dö­
neminde hüküm süren Kıbrıs'taki Kition (Citium) ve Ida­
lium krallarından birinin adı da Pygmalion idi; ya da daha
doğrusu Yunanlar tarafından Pygmalion' a dönüştürülen
bir Fenike adı olan Pumiyathon idi.40 Ayrıca Pygmalion ve
Astarte gibi adların Kartaca' da bir mezarda bulunan alhn
madalyonun üzerindeki Kartaca yazısında birlikte görül­
düklerini hahrlatmakta yarar var; yazıda kullanılan karak­
terler çok eskidir.41 Paphos'ta dini fahişelik kurumunun

39 Aristoteles, Kıbrıs'taki siyasi kurumlar üstüne kaleme aldığı yapıtında,


kralların oğullarıyla kardeşlerine "efendiler (avaKn:ç)", kız kardeşleriy­
le eşlerine ise "hanım (avaaam)" unvanının verildiğini söylemektedir.
Bkz. Harpocration ve Suidas, "AvaKn:ç" maddesi. Bkz. Isocrates, ix. 72;
Solili Klearkhos, alıntıyı yapan Athenaeus, vi. 68, s. 256 A. Kıbrıs hece
yazımına dair ipuçları veren iki dilli Idalium yazıtında, Yunanca versi­
yon "Fıivat," unvanını Fenike dilindeki Adon un (lıK) karşılığında kul­
'

lanmaktadır. Bkz. Corpus /nscriptionum Semiticarum, i. No. 89; G. A. Coo­


ke, Text-book of North-Semitic lnscriptions, s. 74, dipnot 1 .
40 Milk-Yathon'un oğlu Pumi-Yathon'un adı Idalium'da bulunan Fenike

yazıtlarında geçmektedir. Bkz. G. A. Cooke, Text-bobok of North-Semitic


Inscriptions, No. 12 ve 13, ss. 55 vd. Üzerinde Kral Pumi-Yathon'un adı
yazan paralar da vardır. Bkz. G. G. Hill. Catalogue of the Greek Coins of
Cyprus (Londra, 1904), ss. xl. vd., 21 vd., levha iv. 20-24.
41 G. A. Cooke, a.g.e., s. 55, dipnot 1 . Mr. Cooke adın yazılış biçiminin
Yunan etkisinden kaynaklanmış olabileceğini söylemektedir.

64
Kral Kinyras tarafından başlahlarak kızlan tarafından uy­
gularunası geleneğine gelince, buradan Paphos krallarının,
bir heykelle evlilikten daha az masum bir yöntemle, kutsal
güvey rolünü oynadığı; belli bazı festivallerde kralların,
tapınağın kutsal fahişelerinden biriyle veya birden fazla­
sıyla ilişkiye girmek zorunda olduğu sonucunu çıkarabili­
riz. Eğer böyleyse, Hıristiyanlığın kurucuları tarafından di­
le getirilen, Kinyras'ın taptığı Afrodit'in herkesin yarar­
landığı bir fahişe olduğu şeklindeki suçlama42 sanıldığın­
dan daha gerçek demektir. Bu birlikteliklerin meyveleri
tanrının oğullan ve kızlan unvanını alacak ve bir süre son­
ra tıpkı kendilerinden önceki anne ve babaları gibi tanrı ve
tanrıçaların anne-babaları olacaklardır. Bu çerçevede Pap­
hos ve fahişelik uygulamasının bulunduğu büyük Asya
tannçalannın muhtemelen bütün tapınakları da insan tan­
rılarla, ilahi kralın eşlerinden, cariyelerinden ve tapınak
fahişelerinden olan olan çocuklarıyla dolu olmalıdır. Bun­
lardan herhangi birinin tahtta babasının yerini alması43 ya
da zaman zaman olduğu gibi, savaşın gerginliğinin veya
başka nazik durumların kraliyet ailesinden birinin ölümü­
nü gerektirmesi halinde onun yerine kurban edilmesi
mümkündür. Zaman zaman ülkenin iyiliği adına kralın
evlatlarına getirilen bu yükümlülük ilahi kuşağı bitirmedi­
ği gibi babalık şefkatini birçok evladı arasında paylaştıran
babanın kalbini de kırmamaktaydı. Her durumda, Sami
krallar aynı zamanda soydan gelen tanrılar olarak kabul
edildiğine göre, sahiplerinin bir tanrının oğlu veya kızı, kız

12 İskenderiyeli Klemens, Protrepticus, ii. 13, s. 12; Amobius, Adversus Na­

limıes, v. 9; Julius Finnicus Matemus, De errore profmıarum religionum, 10.


" Tahta çıkınca ağabeyi Adoniya'yı öldürten Süleyman örneği kralın

mutlaka en büyük oğul olması gerekmediğinin bir kanıtıdır (1 Krallar ii,


22-24). Aynı şekilde, Avimelek Şekem kralı olunca yetmiş erkek kardeşi­
ni acımasız bir şekilde öldürtmüştü. Bkz. Hakimler viii. 29-31, ix. 5 vd.,
1 8. Kral Rehavam'ın seksen sekiz çocuğu vardı (2 Tarihler xi. 21), Kral
ı\viya'nınsa otuz sekiz çocuğu (2 Tarihler xiii. 21). Bu örnekler çok eşli
lıir kralın ailesinin ulaşabileceği boyutları göstermektedir.

65
veya erkek kardeşi, anne veya babası olduğunu gösteren
Sami adlarının sıkça kullanılmasını anlamak kolaydır. Do­
layısıyla bazı araşhrmaalar gibi sözcüklerin doğrudan an­
lamı dışında bir anlam aramaya gerek yoktur.44 Bu yorum
Mısır' da kullanılan benzer ifadeler tarafından da doğru­
lanmışhr; çünkü kralların kutsal kabul edilip tapınıldığı
Mısır' da kraliçeye "tanrının kansı" ya da "tanrının anası"
denirken, sadece kralın gerçek babası için değil aynı za­
manda kayınpederi için de "tanrının babası" unvanı kulla­
nılmaktaydı. Aynı şekilde, Samilerde kızını kraliyet hare­
mine gönderen bir adamın kendisine "tanrının babası"
demesine de izin verilebiliyordu.
Adından yola çıkacak olursak Kinyras adını taşıyan Sami
kralı da Kral Davut gibi bir harpçı idi; Kinyras adı Yunan­
ca "lir" anlamına gelen cinyra ile doğrudan bağlanhlı olup,
bu da Sami dilindeki 'kinnor'dan yani Davut'un Şaul'un
önünde çaldığı enstrüman olan lirden gelmektedir. Bura­
dan da Kudüs'te olduğu gibi Paphos'ta da lir ya da harp
çalmanın sadece vakit geçirmek için yapılan bir uğraş ol­
mayıp, dini hizmetin bir parçası olduğu ve tanrıyı hoşnut
etmeyi amaçladığı sonucuna varmak yanlış olmayacaktır.
Kudüs'teki tapınakta düzenli görev yapan din adamları
harp, çenk ve zillerin sesiyle kehanette bulunmaktaydı; an­
laşıldığı kadarıyla, peygamber olarak adlandırabileceği­
miz, düzenli görev yapmayan din adanılan da kendilerin-

44Kişinin bir tanrının babası olduğunu ima eden adlar Samiler üzerine
çalışan seçkin araşhrmacıların kafasını karıştırmıştır. Bkz. W. Robertson
Smith, Religiım of the Semites, s. 45, dipnot 2. T. Nöldeke, Encyclopaedia
Biblica, iii. 3287 vd., "Names" maddesi; W. W. Graf Baudissin, Adonis und
Esmun, ss. 39 vd., 43 vd. Bu tür adlardan bazıları şunlardır: Abi-baal
("Baal'in babası"), Abi-el ("El'in babası"), Abi-jah ("Yehova'nın babası")
ve Abi-melek ("bir kralın babası" ya da "Molok'un babası"). Metinde or­
taya konan hipoteze göre bir tanrının babasıyla bir tanrının oğlu tam
olarak aynı temele dayanmakta olup, aynı kişi her ikisi de olabilmekte­
dir. Babanın oğluna göre adlandırıldığı yerlerde (Taboo and the Perils of
the Soul, ss. 331 vd.) kutsal bir kral ileri yaşlarda genellikle "şu şu tanrı­
nın babası" olarak adlandırılmaktaydı.

66
den geçmek için aynı şekilde bu enstrümanlardan yarar­
lanmaktaydı. Bu çerçevede, yüksek bir yerden ellerinde bir
çenk, zilli def, kaval ve bir harpla inen ve bu sırada keha­
netlerde bulunan peygamberlerden söz edildiğini görmek­
teyiz.45 Yine, Yahuda ile Efraim'in birleşik güçleri düşma­
nın peşinden ıssız Moab' ı geçerken, üç gün boyunca su bu­
lamayarak hem kendileri hem de yük hayvanları susuz­
luktan ölme noktasına gelir. Bunun üzerine, orduyla birlik­
te olan peygamber Elişa bir ozan çağırarak enstrüman
çalmasını emreder. Peygamber müziğin etkisi alhnda as­
kerlere, yürüyüş yolunun üstünde bulunan susuz vadi ya­
tağının kumlu zemininde çukurlar kazmasını emreder.
Askerler çukurlar kazar ve ertesi gün çukurlar çevredeki
sarp ve ıssız dağlardan gelen yer altı sularıyla dolup taşar.
Peygamberin ıssızlıkta su bulması, yöntemler farklı olmak­
la birlikte su arama çubuğuyla su bulan modem insanları
hatırlatmaktadır. Peygamber tesadüfen yurttaşlarına bir
hizmette daha bulunur. Kayalıkların arasındaki sığınakla­
rından bakan Moablar kızıl çöl güneşinin suda yansıdığını
görür ve bunun düşmanlarının kam ya da belki de kanının
işareti olduğunu düşünerek cesaretlerini toplayıp kampa
saldırırlar ve yenilerek katledilirler.46
Yine, Şaul'un kasvetli zihnini zaman zaman karartan me­
lankoli bulutunun kendisine eziyet eden Tanrı'dan gelen
kötü bir ruh olarak görülmesi gibi, dertli düşüncelerini sa­
kinleştirip şekillendiren harpın ağırbaşlı nağmelerinin de
kendinden geçen krala Tanrı'run ya da huzur fısıldayan iyi
meleğinin sesi gibi gelmiş olması mümkündür. Günü­
müzde dahi müziğin büyüsü karşısında son derece duyarlı
olan büyük bir dini yazar, kanı kaynatıp kalbi yumuşatan
müzik notalarının sadece içi boş basit sesler olamayacağını

" 1 Samuel x. 5.
'" 2 Krallar iii. 4-24. Bu mucize için bkz. W. Robertson Smith, The Old Tes­
lııment in the fewish Church, (Londra ve Edinburgh, 1892), ss. 146 vd.
Moabların sudaki kızıl ışığı gerçek kandan çok kan işaretine benzettiği
�eklindeki varsayım için Profesör Kennett'e teşekkür ederim.

67
söylemişti; hayır, onlar daha yüksek bir küreden geldiler,
onlar ebedi ahengin dışavurumları, meleklerin sesi, azizle­
rin ilahileridir.47 Böylece ilkel insanın kaba hayalleri şekil
değiştirir ve onun cılız, peltek konuşmaları Newman'ın
müzikal yazılarında gürüldeyen bir yansımayla yankılanır.
Aslında müziğin dinin gelişimindeki etkisi ayrıntılı bir
araştırmayı hak eden bir konudur. Çünkü bütün sanatların
en içteni ve en etkileyicisi olan müzik, dini duyguların ifa­
desinde olduğu gibi onların oluşmasında ve dolayısıyla ilk
bakışta sadece yönlendirir gibi göründüğü inanan şu veya
bu şekilde değişmesinde de büyük pay sahibidir. Dinin
oluşumunda müzisyen de tıpkı peygamber ve düşünür gi­
bi rol oynamıştır. Her inancın kendine uygun bir müziği
vardır ve öğretiler arasındaki farklılıklar müzikal notalara
da yansır. Örneğin Kibele'nin vahşi eğlencelerini Katolik
Kilisesi'nin görkemli ayinlerinden ayıran fark, zillerle def­
lerin uyumsuz çatışmasını Palestrina ve Hande}' deki ağır
harmoniden ayıran fark kadar büyüktür. Müzikteki farklı­
lıkta başka bir ruh solumaktadır.48
Apollon'u Kinyras'ın arkadaşı yapan efsane, ikisinin de
lire olan tutkularından kaynaklanmış olabilir. Peki ama,
yaylı çalgılarla yapılan müzik Yunan ve Sami ritüellerinde
nasıl bir rol oynamıştı? Müzik, Tanrının insan sözcüsünü
peygamberce bir kendinden geçişe mi itmişti? Yoksa ta­
panların etrafında hiçbir kötülüğün girmeye cesaret ede­
mediği büyülü bir çember oluşturarak sadece cinlerle şey­
tanları kutsal yerlerden ve kutsal hizmetten mi uzak tut­
muştu? Kısaca, iyi ruhları çekip kötü ruhları uzaklaştırma­
yı mı amaçlıyordu? Hedefi vahiy miydi yoksa şeytan çı­
karma mıydı? Elişa ve Davut efsanelerinden ya da yaşam­
larından çıkartılan örnekler lir müziğinin İbranilerle birlik-

47 J. H. Newman, Sermons preached before the University of Oxford, (3. Baskı)


No. xv., ss. 346 vd.
•H Diğer sanatlarda da benzer bir inceleme çizgisi izlemek ilginç olurdu.

Fidias'ın Yunan dini üzerindeki etkisi neydi? Katolisizm Fra Angelico'ya


neler borçludur?

68
te her iki amaçla da kullanıldığım göstermektedir. Çünkü
Elişa müziği peygamberce bir ruh haline girmek için kul­
lanırken, Davut müziğe Şaul'un içindeki kötü ruhu çı­
kartmak için başvurmuştu. Öte yandan, eski Yunanlarda
yaylı çalgı müziğinin Apollon ya da diğer kahin tannlann
insan sözcülerinin esrime veya vecd halini doğurmak için
kullanıldığı görülmemektedir. Aksine Yunanların ilgisini
yaylı çalgı müziğinin, flüt müziğinin coşturan etkisinden
farklı olan dinginleştirici ve yahşhrıcı etkisi çekmekteydi.49
Din adamı ya da bahl inançlı insan ağır ve tatlı müziğin
yarathğı zihinsel durumu kötü ruhlardan kurtulmaya,
özetle şeytan çıkarmaya bağlayabilir; lirden söz eden Pin­
daros da bu görüşe paralel olarak dünya üzerinde Zeus'a
iğrenç gelen her şeyin müziğin sesiyle titrediğini söyle­
mektedir.50 Ancak lirin efsanevi peygamber Orpheus ve
kahin tanrı Apollon ile özdeşleştirilmesi, eski çağlarda lir
melodilerinin gerek İbraniler gerekse Yunanlar tarafından,
yoğun düşsel fantezilerin tanrısal iletişim olarak görülece­
ği bir zihinsel coşku durumuna geçmek için de kullanılmış
olabileceğini göstermektedir.51 Müziğin bu olumlu veya
olumsuz, ilham verici veya koruyucu iki işlevinden hangi­
sinin Adonis dininde ağır bastığını bilemiyoruz; belki de
ona tapanlann gözünde ikisi arasında belirgin bir fark yok­
tu.
Adonis mitinde sürekli gözlenen bir özellik de onun er­
ken ve şiddet içeren ölümüydü. Paphos krallan düzenli
olarak Adonis rolünü oynamışsa, o zaman yaşamda oldu­
ğu gibi ölümde de bu tanrısal prototiplerini taklit edip et­
mediklerini sorgulamamız gerekir. Kinyras'ın sonuyla ilgi­
li rivayetler muhteliftir. Bazıları kız kardeşiyle girdiği en-

''' Lir ve flütün Yunan dini ve Yunan düşüncesi üzerindeki etkisi için
bkz. L. R. Famell, The Cults of the Greek States (Oxford, 1896-1909), iv. 243
vd.
·.ıı Pindaros,Pyth., i. 13 vd.
··•Apollon karakterinin müzikal ve kahin yönlerini doğru bir şekilde bir­
lt>ştiren Dr. Famell'in görüşü de bu yöndedir (a.g.e. iv. 245).

69
sest ilişki nedeniyle intihar ettiğini düşünmekteydi;52 bazı­
larıyla Marsias gibi onun da bir müzik yarışmasında Apol­
lon' a yenilerek onun tarafından öldürüldüğünü iddia et­
mekteydi.53 Bununla birlikte Anakreon'un öne sürdüğü gi­
bi54 yüz altmış gibi ileri bir yaşa kadar yaşamış ise o zaman
gençliğinin baharında ölmüş olduğu kesinlikle söylene­
mez. İki öykü arasında bir seçim yapmak zorundaysak, o
zaman antikçağ ölçütlerine göre çok kısa kaçsa da şu meş­
hur Thomas Parr'ınkini sekiz yıl aşan bir yaşam sürmüş
olma olasılığından çok şiddet sonucu ölmüş olması daha
muhtemel görünmektedir. Eski çağlarda önemli insanların
yaşam süreleri son derece esnek olup, tarihin çıkarlarına,
tarihçinin keyfine ve hayal gücüne göre uzayıp kısalabili­
yordu.

52 Hyginus, Fab. 242. Adonis'in Theias'ın babası yapan öyküde, babanın


yaptığı şeyi anlayınca kendini öldürdüğü söylenmektedir (Antoninus
Liberalis, Transform. 34).
53 Şılrih ve Eustathius'un "Homeros, Illias xi. 20" ye şerhi. Aynca krş. F.
C. Movers, Die Phönizier, ss. 243 vd; W. H. Engel, Kypros, ss. 109-116; W.
H. Engel, "Kinyras" maddesi, W. H. Roscher, Lexikon der griechischen und
römischen Mythologie içinde, s. 1 191.
54 Anakreon, alıntılayan Pilinius, Nat. Hist. vii. 154. Nonnos da Kinyras'ın

uzun yaşadığına gönderme yapar; Dionys. xxxii. 212 vd.

70
iV. Bölüm
Kutsal Adamlar ve Kadınlar

1. Alternatif Bir Kuram


Önceki bölümde kutsal fahişelik düzeninin bütün Bah
Asya' da düzenli olarak uygulandığını ve bu uygulamanın
hem Fenike'de hem de Kıbns'ta özellikle Adonis tapınma­
sıyla iç içe geçtiğini görmüştük. Gelenek konusunda benim
benimsediğim açıklama, görüşlerine büyük saygı duyulan
yazarlar tarafından reddedildiği için bu bölümde konunun
biraz daha aynnhlarına girip konuya daha yakından ve
daha geniş bir açıdan bakarak, bu geleneği ve onunla bir­
likte Adonis tapınmasını daha fazla açığa kavuşturacak
kanıtlar toplayacağım. Öncelikle bu konuyu açıklamak
üzere ortaya ahlan alternatif kuramı ele almakla başlaya­
cağım.
Alternatif olarak ortaya atılan kuramda, Batı Asya' daki
dini fahişeliğin tamaman seküler bir biçimde ele alınması
ve gelini kocasına "belli bir kültür dünyasında birçok er­
keğin, zifaf gecesinde çekindikleri tehlikeden" emin bi­
çimde teslim etmek amaayla bekaretini önceden bozarak
alınan bir önlem olarak görülmesi önerilmektedir.1 Bu ba-

1 L. R. Famell, "Sociological hyphotheses conceming the position of wo­

men in ancient religion," Archiv für Religionswissenschaft, vii. (1904), s. 88;


M. P. Nilsson, Griechische Feste (Leipzig, 1906), ss. 366 vd.; Fr. Cumont,
Les religions orientales dans le paganisme Romain (Paris, 1909), ss. 361 vd.
Bana göre bu geleneklerle ilgili farklı ama daha doğru bir bakış açısı da­
ha önce Prof. Nilsson tarafından dile getirilmişti. Bkz. Studia de Dionysiis
Atticis (Lund, 1900), ss. 1 19-121. Konuyla ilgili geniş bir veri kaynağı ola­
rak bkz. W. Hertz, "Die Sage vom Gift- miidchen," Gesammelte Abhand-

71
kış açısına yöneltilen itirazlardan bazılarını şu şekilde sıra­
layabiliriz:
(1) Bu kuram antik dönemde bütün Bah Asya'da uygu­
lanan sözkonusu geleneklerin derin dini doğasını açıkla­
yamamaktadır. Bu dini doğa büyük bir tanrıçaya adanan
tapınaklarda uygulanan geleneklerden, fahişelikten elde
edilen gelirin o tanrıçaya adanmasından, kadınların fahişe­
lik yaparak onu memnun ettiği inancından ve bir erkek
tanrının kendisine bu çerçevede hizmet edilmesini isteme­
sinden anlaşılmaktadır.2
(2) Kuram evli kadınların Heliopolis'te ve görünüşe göre
aynı zamanda Babil ve Biblos'ta niçin fahişelik yaphğını
açıklayamamaktadır. Zira otoritelerimiz, yani Herodotos
ve Lukianos Babil ve Biblos'taki uygulamayı anlahrken
bakirelerden değil sadece kadınlardan söz etmektedir.3 Yi­
ne Hoşea'dan, İsrail'de de evli genç kadınların tepelerdeki
tapınaklarda kutsal meşe, aselbent, yabanıl fıstık ağaçları
gölgelerinde fahişelik yaptığını öğrenmekteyiz.4 Peygam­
ber bu orjilere katılan bakirelerden hiç söz etmemektedir.
Belki bakireler de katılmıştır, ancak onun kullandığı dil bu
konuda hiçbir imada bulunmamaktadır: Hosean sadece
"kızlarınız" dan ve "gelinleriniz" den söz etmektedir. Bura­
da eleştirilen hipotez evli kadınların fahişeliğini hiçbir şe-

lungen (Stuttgart ve Berlin, 1905), ss. 195-219. Hazırladığım yapıtın mat­


baaya gönderilmesinden sonra bu son çalışmaya dikkatimi çeken kişi
Michigan Ü niversitesi'nden Prof. G. L. Hamilton olmuştur. Hertz'in ko­
nuyu ele alış biçimine genel olarak ben de katılıyorum; ayrıca değerli ça­
lışmasında yer verdiği ancak benim daha önce gözümden kaçan bazı ya­
zarları kendisinden öğrendim.
2 Yukarıda, s. 52. Prof. Nilsson, Lidya'daki uygulamanın tamamen sekti­
ler olduğunu söylerken (a.g.e., s. 367) hataya düşmektedir. Yukarıda sö­
zünü ettiğim yazıt bunun tersini kanıtlamaktadır. Gerek kendisi gerekse
Dr. Famell antik dönemlerdeki bu geleneklerin çoğunun dini boyutunun
tamamen farkında olduğu halde, görünen o ki Prof. Nilsson köken itiba­
rıyla tamamen sektiler olan bir uygulamanın zaman içinde dini bir yapı
kazandığını göstermeye çalışmaktadır.
3 Bkz. yukarıda ss. 50, 52.
' Hoşea iv. 13.

72
kilde açıklayamamaktadır. Ancak bunun, bazı yerlerde di­
ğeriyle aynı sırada yapılan bakirelerin fahişeliğinden ayn
görülmesi mümkün değildir.
(3) Kuram Lidya, Pontus, Ermenistan ve görünüşe göre
bütün Filistin' de görülen, tekrar edilerek ve profesyonelce
gerçekleştirilen fahişelik olgusunu açıklayamamaktadır.
Ancak bu türden devamlılık arz eden fahişelik de kadının
yaşamında bir kez fahişelik yapması uygulamasından ayrı
görülemez. Bu durumda ilk kez yapılan fahişeliği bir şe­
kilde, tekrar tekrar yapılanı başka bir şekilde mi açıklaya­
cağız? İlk kez yapılanı tamamen seküler, sürekli yapılanı
tamamen dini mi kabul edeceğiz?
(4) Kuram Kedeşim ("kutsal adamlar") ile Kedeşot'un
("kutsal kadınlar") tapınaklarda yan yana olmasını da
açıklayamamaktadır; çünkü bu "kutsal adamlar"ın dini iş­
levleri nasıl görünürse görünsün, bu işlevlerin "kutsal ka­
dınlar"ınkine benzer olması olasılığı yüksek olup aynı şe­
kilde açıklanmaları gerekmektedir.
(5) Üstünde konuştuğumuz hipoteze göre, bakire kızla­
rın bakireliğini alan erkeklerin tehlikeli bir hizmet gördük­
leri için ödüllendirilmeleri gerektiğini düşünebiliriz. Nite­
kim söz konusu uygulamanın yapıldığı yerlerde bunların
emeklerinin karşılığının genellikle ödendiğini görmekte­
yiz. Ama Batı Asya' da bunun tam tersi söz konusuydu.
Orada para ödenen kişi erkek değil kadındı; hatta Lid­
ya'da ve Kıbrıs'ta bu ödemeler o kadar iyiydi ki, genç kız­
lar bu paralarla çeyizlerini bile düzebiliyorlardı.5 Bu da
hizmeti verenlerin erkekler değil kadınlar olduğunu açıkça
göstermektedir. Yoksa erkeklerin hem tehlikeli bir hizmet
verip hem de üstüne para verdiğini mi düşüneceğiz?6

' Herodotos, i. 93; Justinus, xviii. 5. 4. Bu şekilde alman ücretlerin bir


kısmı muhtemelen tapınağa aktarılmaktaydı. Bkz. yukarıda, ss. 51, 52.
Ancak Strabon'a göre (xi. 14 . 16, s. 532) zengin ailelerden gelen Ermeni
kızları sevgililerine, onlardan aldıklarından daha fazlasını verirlerdi.
" Söz konusu kurama yöneltilen bu ölümcül itiraz W. Hertz tarafından
(a.g.e., s. 217) açık bir şekilde dile getirilmiştir. Böyle adil ve birikimli bir
araştırmacıyla aynı fikirde olduğum için mutluyum.

73
Batı Asya geleneklerinin uzak kökenleri her ne olursa ol­
sun, bu etkenler tartışma konusu hipotezin varsaydığı böy­
le bir güdünün bilinen tarih dönemi içinde görülmesinin
mümkün olmadığını açıkça kanıtlamaktadır. Bütün veriler
bu geleneklerin, uygulandıkları dönemde tamamen dini
yapılı olduğunu göstermektedir, dolayısıyla bunların dini
bir saiki olması gerekmektedir. Böyle bir saiki ise görebil­
diğim kadarıyla bilinen bütün olguları açıklayan kuram
ortaya koymaktadır.
Ayrıca görüşlerini eleştirdiğim yazarlara haksızlık et­
memek adına, Batı Asya' da kutsal fahişeliğin kaynağının
her zaman tamamen seküler bir nitelik taşımadığını be­
lirtmek isterim. Zira öncelikle bu işte kullanılan kişinin ba­
zen bir rahip olabildiği kaydedilmektedir; ikinci olarak,
kimi yerlerde, örneğin Roma' da ve Hindistan'ın bazı yer­
lerinde bakirelik doğrudan bir erkek tanrının putuna feda
edilmekteydi.7 Bu uygulamaların nasıl bir anlam taşıdığı
son derece belirsiz olup, konuyla ilgili mevcut bilgilerimi­
zin kısıtlılığı göz önüne alındığında kesin sonuçlara var­
mak yanıltıa olabilir. Tamamen seküler bir önlem gibi gö­
rünen şeyin sadece dini bir ayinin bozulmuş bir biçimi ol­
ması mümkündür; öte yandan dini ayinin geçmişte, tıpkı
Avustralya aborijinlerinde hala görüldüğü gibi tamamen
fiziksel bir evlilik hazırlığı olması da mümkündür.8 Ancak
böyle bir tarihsel köken olsa bile bu, Batı Asya halkları ta-

7 Lactantius, Divin. lnstitut. i. 20; Amobius, Adversus Nationes, iv. 7; Au­


gustinus, De civitate Dei, vi. 9, vii.
24; D. Barbosa, Description of the Coasts of East Africa and Ma/abar (Hakluyt
Society, 1866), s. 96; Sonnerat,
Voyage aux Indes Orienta/es et a la Chine (Paris, 1782), i. 68; F. Liebrecht,
Zur Volkskunde (Heilbronn, 1879), ss. 396 vd., 511; W. Hertz, "Die Sage
vom Gift-miidchen," Gesammelte Abhandlungen, ss. 270-272. Amobius' a
göre puttan medet umanlar bakireler değil, evli kadınlardı. Bu da gele­
neğin çocuk sahibi olabilmek için yapılan bir uygulama olduğunu gös­
termektedir.
M Avustralya' da bu gelenek, erkeklerin kadınlar üzerindeki eski komünal

haklannın uygulanması şeklinde sürmektedir.

74
rafından o çağlarda uygulanan söz konusu geleneklerin sa­
iklerini açıklamamaktadır. Bu geleneklerle kurulabilecek
doğru bir paralellik, Hindistan' da ve Afrika' da kendilerini
adayan kadınların bugün de sürdürmekte olduğu kutsal
fahişelik geleneğidir. Bu modem uygulamalar eski gele­
neklere de ışık tutabilir.

2. Hindistan'da Kutsal Kadınlar


Hindistan'da kendilerini Tamil tapınaklarında hizmete
adayan dansçı kızlara deva-dasis, yani "tanrının hizmetçile­
ri ya da köleleri" denir, ama genel konuşma dilinde bunla­
ra açıkça fahişe derunektedir. Güney Hindistan'daki her
büyük Tamil tapınağında kutsal kadınlar mevcuttur. Bun­
ların resmi görevi günde iki kez, sabah ve akşam dans et­
mek, tapınılan tanrı heykelini Tibet öküzü kuyruğuyla
yelpazelemek, ayin yürüyüşü sırasında taşınırken tanrı
heykelinin önünde dans etmek ve Kumbarti denilen kutsal
ışığı taşımaktır. Yazıtlar M.S. 1004 yılında, Chola kralı Ra­
jaraja'nın Tanjore' deki büyük tapınağında dört yüz "tapı­
nak kadını"nın hizmet ettiğini, bunların tapınak çevresin­
deki sokakta bulunan ücretsiz odalarda yaşadığını ve bun­
lara vergiden muaf toprak bağışlandığını göstermektedir.
Bu kadınlar çocukluktan itibaren dans ve şarkı söyleme
eğitimi alırdı. Anneler güvenli bir gelir elde etme umuduy­
la kız çocuklarını Tanrı'nm hizmetine adardı. Madras Eya­
leti'ne bağlı küçük bir kasaba olan Tiru-kalli-kundram do­
kumacılarında her ailenin en büyük kızı tapınağa atlanırdı.
Bu şekilde tanrıya sunulan kızlar göreve başlamadan önce
bazen tanrı heykeliyle, bazen de bir kılıçla usulen evlenir;
böylece her zaman olmasa da çoğu zaman tanrının eşleri
kabul edilirler.9 Bütün Güney Hindistan'a yayılmış büyük
bir Tamil dokumacı kastı olan Kaikolanlarda her aileden

'' Mysore Hükümeti ahlak dışı olduğu gerekçesiyle bir süre önce bu ge­
leneği yasakladı. Bkz. Homeward Mail, 6 Haziran 1909 (Bunu gönderen
General Begbie'ye teşekkür ederim).

75
en az bir kızın tapınak hizmetine adanması gerekir. Coim­
batore'de bu kızlardan birinin hizmete alınış ritüeli "bir
tür gerdek törenine benzemektedir. Kutlu bir günde akra­
balar davet edilir, dayı ya da onun temsilcisi kızın alnına
alhn bir alınlık takar ve onu taşıyıp toplanan konukların
önündeki bir tahtaya oturtur. Bir Brahman rahip mantralar
okur ve kutsal ateşi (homam) hazırlar. Kızın dayısına yeni
giysiler verilir. Gerçek gerdeklerde mümkünse zengin bir
Brahman, değilse düşük statülü bir Brahman davet edilir.
Brahman'ın davet edilmesinin nedeni, tann suretinden
sonra en önemli kişi ya da onun temsilcisi olmasıdır.
Adam kıza ilk kez iyilik ederken ya da onunla ilk kez bir­
leşirken kızın yanına en azından birkaç dakikalığına bir kı­
lıç bırakıldığı söylenir." Bu dansçı kızlardan biri öldüğün­
de üstüne, bu amaçla tanrı heykelinden alınan yeni bir giy­
si giydirilir ve ait olduğu tapınaktan getirilen çiçekler ser­
pilir. Ölünün bedeniyle ilgili bütün ayinler tamamlanma­
dan tapınak içinde başka hiçbir dini ayin yapılmaz, çünkü
kızın kocası kabul edilen tann heykelinin yas tutan insan­
larla birlikte tamamen bu ayin üstünde yoğunlaşması sağ­
lanır.10 Mahratta' da bu tür kadınlara "murli" denir. Sıra­
dan insanlar zaman zaman bu kadının üstüne tanrının
gölgesinin düştüğüne ve ona sahip olduğuna inanırlar.
Böyle zamanlarda, sahip olunan kadın ileri geri sallanma­
ya başlar ve insanlar ayaklarının önüne para bırakıp ondan
kehanetlerde bulunmasını isterler ve dudaklarından dökü­
len sözcükleri bazen bilgece kehanetler bazen de budalalık
olarak görürler. Tapınak fahişeliği mesleği sadece kızlar
tarafından yapılmamaktadır. Güney Hindistan'ın Tulava

10
Edgar Thurston, Castes and Tribes of Southern India (Madras, 1909), iii.
37-39. Bkz. aynı yazar, Etnographic Notes in Southern India (Madras, 1906),
ss. 29 vd. Güney Hindistan' da dayı evlilik töreninde babadan daha
önemli bir roldedir. Bkz. örneğin, E. Thurston, Castes and Tribes of Sout­
hern India, ii. 497, iv. 147. Gelenek bir erkeğin kendi çocuklannın değil,
onun kız kardeşinin çocuklarının mirasçı kabul edildiği eski anne-soylu
sistemden gelmektedir.

76
bölgesinde dört yüksek kasttan birine mensup olup koca­
sından bıkan ya da dul kalan ve dolayısıyla bir daha ev­
lenme şansı olmayan bir kadın bekarlıktan usanınca bir
tapınağa gidebilir ve tanrı heykeline sunulan pirinci yiye­
bilir. Bundan sonra kadın bir Brahman ise ister tapınakta
isterse tapınağın dışında yaşayabilir. Eğer tapınakta yaşa­
maya karar verirse günlük pirinç istihkakı olur. Buna kar­
şılık tapınağı süpürmek, tann heykelini yelpazelemek ve
Brahmanlara aşkını sunmak zorundadır. Bu kadınların er­
kek çocukları "moylar" denilen özel bir sınıf oluşturur, an­
cak "stanika" unvanını almaktan da hoşlanırlar. Çoğu ta­
pınak çevresinde takılabilecekleri işler bulup çevreyi süpü­
rür, etrafa tezek serpiştirir, tanrıların önünde meşale taşır
ve benzeri tuhaf işleri yaparlar. Bu kutsal yerlere yaklaş­
ması yasaklanan bazıları ise ekmeklerini dürüst bir işle ka­
zanmak gibi bir zahmete girmek zorunda kalırlar. Kızlarsa
ya anneleri gibi yetiştirilir ya da bir stanika ile evlendirilir.
Brahman kadınları tapınakta yaşamayı tercih etmez, daha
alttaki üç kasttan kadınlarsa saf bir soydan gelen bir erkek­
le beraber olur, ancak bunun için tapınağa belli bir yıllık
ödeme yaparlar.11 Travancore'da tapınağa adanan bir
dansçı kıza "dasi", "devadasi" ya da "devaratial" "Tan­
rı'nın hizmetçisi" denir. Bir kızın tapınağa nasıl adandığını
ve nasıl yaşadığını aktarmakta yarar var, çünkü kız yaphğı
işin temel yanını anlatmamakla birlikte tanrıyla evlendiği
fikrini açıkça ortaya koymaktadır. "Bir devaratial'in evlen­
mesi demek sıradan aile yaşamından vazgeçip kendisini
Tanrı hizmetine adaması demektir. Hindu dininin ilk çağ­
larında bir Hindu tapınağında çalışan devadasi ile hastane­
de çalışan hemşire ya da manastırda çalışan rahibe eşit öl­
çüde saygı görürdü. Dasfnin adanma evliliği töreninde
namussuz bir yaşamın tam tersi bir geçmişi işaret eden un-

1 1 Francis Buchanan, "A Joumey from Madras through the countries of


Mysore, Canara and Malabar," J. Pinkerton, Voyages and Travels, viii.
(Londra, 1811). s. 749.
surlar vardır. Evlenecek kızın yaşı genellikle alh ile sekiz
arasında değişir. Damat yerel tapınağın baş tanrısıdır. Tö­
ren onun evinde yapılır. Kutlama harcamaları kısmen
onun varlıklarından karşılanır. Suchindram tapınağında
bir Yoga ya da üst düzey görevlilerden oluşan bir heyet ge­
rekli hazırlıkları yapar. Evlenecek kız yıkanır ve yanında
iki parça giysi, bir tali, bete! yaprağı ve areka somunuyla,
vs. tapınağa gider. Bunlar rahip tarafından tasvirin ayak
ucuna bırakılır. Kız yüzü tanrıya dönük oturur. Rahip kut­
sal ateşi canlandırarak Tirukkalyanam festivalinde uygula­
nan bütün ritüelleri uygulamaya başlar. Sonra gelini bir
Saiva tapınağındaysa Pancakshara mantra'ya, bir Vaishnava
tapınağındaysa Ashtıikshara'ya sunar. Gelinin getirdiği iki
giysiden birini kutsal damat adına bağışlar ve taliyi boy­
nuna bağlar. Ne kadar eskilere dayandığı belli olmayan
uygulamaya göre, daha sonra gelin kendi evine götürülür
ve burada dört gün boyunca her zamanki düğün şenlikleri
yapılır. Brahman evliliklerindeyse, Nalunku töreni düzen­
lenir, yani gelin bir hindistancevizini damada yuvarlar, o
da geri yuvarlar ve bu işlem müzik eşliğinde birkaç kez
tekrarlanır. Burada tapınak rahibi damat rolünü oynar.
Ondan sonra gelin tanrının eşi olur, hpkı kutsal bir evlilik
bağıyla efendisine bağlanan sadık bir eş gibi yaşamının ge­
ri kalanını resmen onun hizmetine adar. İlham perilerinin
sunabileceği bütün yeteneklerle donanan bir devadasinin
yaşamı en küçük bir leke bulaşmamış saflıkta bir yaşam­
dır. Günümüzde de geçimi tapınak tarafından sağlanır.
Tapınak festivalleriyle bağlanhlı olarak oruç tutar; örneğin
Apamargam töreni çerçevesinde tuttuğu yedi gün orucu gi­
bi. Oruç süresince katı bir kural uygulanır; bu süre içinde
ölmemek ve en azından bir dönem, tüm yaşamı boyunca
emredildiği şekilde nefsine sahip olabilmek için sadece bir
kez yemek yiyebilir. Günlük işlerinin bazı ayrıntıları ilginç
görünmektedir; Diparadhana'ya yani her sabah gündoğu­
munda tanrının önünde düzenlenen lamba sallama ayini­
ne katılır; onu öven ilahiler söyler, önünde dans eder, geçit

78
töreninde elinde lambayla etrafında döner. Geçit törenin­
den sonra Jayadeva'nın Gitagôvinda'sından bir veya iki
şarkı ve birkaç gece ilahisi söyler, gece işi böylece tamam­
lanır. Artık bu işleri yapamaz hale gelince Tôtuvaikkuka ya
da küpeleri çıkarma denilen özel bir törenle görevden çeki­
lir. Maha Raja'nın sarayında düzenlenen bu törenden son­
ra kadın bir Tllikkizhavi (yaşlı anne) olur ve kendisine ya­
şamını sürdürmesine yetecek kadar ödenek bağlanır. Öl­
düğünde cenaze masrafları tapınak tarafından karşılanır.
Ölüm döşeğindeyken ve ölümünden hemen sonra bir ra­
hibin katılımıyla tören düzenlenir ve bedeni safran tozuyla
yıkanır."12

3. Batı Afrika'da Kutsal Kadınlar ve Erkekler


Amaamız açısından daha öğretici bir konu da Batı Afri­
ka gelenekleridir. Köle Sahili'nin Ewe dili konuşan halkları
arasında "rahip adayları, gençlerin üyeliğe kabul edilmesi
ve yetişkinlerin doğrudan adanması seçenekleriyle olmak
üzere iki şekilde belirlenir. Bir tanrıya adanan ya da üyeli­
ğe kabul edilen genç kadın ve erkeklere kona' dan yani 'be­
reketsiz'den gelen kosio adı verilir, çünkü tanrıya adanan
çocuk onun hizmetine girdiği için pratik olarak ebeveynle­
ri için kayıp ve si yani 'kaçak'tır. Kadınlar kendilerini ada­
dıkları tanrının 'eşi' olduklarından, [bu adanmış kadınlar
için kullanılan başka bir ad olan] vodu-si' deki si ifadesi Av­
rupalılar tarafından 'eş' olarak çevrilmiştir; ancak terimin
genel kullanımdaki anlamı bu olmayıp, söz konusu terim
tamamen tanrıya adanan kişilere gönderme yapar. Kadın
kosi'nin başlıca işi fahişeliktir ve her kasabada, on ile on iki
yaşları arasındaki en güzel kızların kabul edildiği en az bir
tapınak vardır. Kızlar burada üç yıl kalır, ibadet amaçlı

'' N. Subramhanya Aiyar, Census of India, 1901, cilt. xxvi., Travancore, Kı­
sım i. (Trivandrum, 1903) içinde ss. 276 vd. Hindistan'daki kutsal dansçı
kızlarla ilgili bu ve diğer bölümleri bana aktaran dostum Mr. W. Croo­
kl'' a teşekkür ederim.

79
şarkılar ve danslar öğrenir, rahiplere ve rahip okullarının
öğrencilerine fahişelik yaparlar; müritlik süresi bitince de
genel fahişe olurlar. Ancak bu küçültücü bir şey olarak gö­
rülmez; bu kadınların tanrıyla evlendikleri varsayılır ve
yaphkları taşkınlıkların alhnda Tanrı'nın yathğı kabul edi­
lir. Aslında beraberliklerinin sadece tanrının tapınağındaki
erkek müminlerle sınırlı olması gerekmekle birlikte, uygu­
lamada herkesle yatarlar. Bu tür beraberliklerden doğan
çocuklar tanrıya aittir."13 Bu kadınlar tanrının eşi kabul
edildiği için başkalarıyla evlenmelerine izin verilmez. 14
Yine, Afrika'nın bu bölgesinde "Dafi.h-gbi'nin ya da
Dafih-sio'nun kadın Kosio'ları ya da eşleri, rahibeler ve pi­
ton tanrı Dafi.h-gbi'nin tapınak fahişelerinin kendi örgütle­
ri vardır. Bunlar genellikle çitle çevrilmiş grup halindeki
ev veya kulübelerde birlikte yaşarlar ve adaylar buralarda
üç yıllık kabul sürecinden geçerler. Yeni üyelerin çoğu
üyeliğe kabul edilen genç kızlardır; ancak evli veya bekar,
köle veya özgür herhangi bir kadın da herkese açık bir şe­
kilde tanrı tarafından ele geçirilmiş gibi yapmak ve tanrı
tarafından ele geçirilmenin işareti olan sesleri çıkartmak
suretiyle buraya kahlabilir ve düzen tarafından kabul edi­
lebilir. Bu şekilde kahlan bir kadın dokunulmazlık kazanır;
adaylık döneminde, bekarsa eğer, anne-babasının evine,
evliyse, kocasının evine giremez. Bu dokunulmazlık bir
yandan kadına yasak tutkularını tahnin ehne fırsatı verir­
ken, bazen de zulmedilen köleyi ya da ihmal edilen kadını
efendinin ya da kocanın kötü davranışlarından korur; zira
tanrı tarafından ele geçirilmiş ve kendinden geçmiş gibi
yapması yeterlidir, yani buraya sığınabilir."15 Piton tanrı
bu kadınlarla tapınağında gizlice evlenir, kadınlar da ço­
cuklarının babasının o olduğunu söyler; ama aslında ka-

13 A. B. Ellis, Tlıe Ewe-speakiııg Peoples of the Slave Coast of West Africa


(Londra, 1890), ss. 140 vd.
14 A. B. Ellis, a.g.e., s. 142.
15 A. B. Ellis, a.g.e., ss. 148 vd.

80
dınlar rahiplerle yatmaktadır.16 Bizim amaamız bakımın­
dan, toprağın bereketiyle bu kadınların yılanla evlenmesi
arasında yakın bir bağlantı olduğunu vurgulamak önemli­
dir. Çünkü yılan tanrı için yeni gelinler aranan mevsim da­
rının filizlenmeye başladığı mevsimdir. Ellerinde değnek­
ler olan yaşlı rahibeler o mevsimde kendilerini sokaklara
atarak deliler gibi çığlıklar atar ve evlerin dışında bulduk­
ları yılan tanrının sekiz ile on iki yaş arasındaki gelin aday­
larını alıp götürürler. Böyle zamanlarda dindarlar bazen
tanrıya adanma onuruna erişmesini istedikleri kızlarım
kapıda bırakırlar.17 Hollandalı tacir Bosman bir defasında
kötü sezon geçiren Whydah Kralı'nın öfke saçtığını gör­
müştü. Majesteleri "o yıl bereketli bir hasat almak için yı­
lan-evine her zamankinden çok armağan gönderdiğini;
(bana gösterdiği) naiplerinden birinin rahipler adına ken­
disinden daha fazla armağan istediğini, aksi takdirde kıt
bir yıl geçirmekle tehdit ettiklerini söylediğini; kendisinin
de bu yıl daha fazla armağan vermeye niyetli olmadığını
belirttiğini; yılan bu yıl bereketli bir hasat vermiyorsa bu­
nun kendi bileceği iş olduğunu; çünkü tarladaki tahılın
büyük kısmının zaten çürüdüğü için başına bundan daha
büyük bir felaket gelemeyeceğini ifade ettiğini," belirterek
öfkesinin bundan kaynaklandığını söylemişti.18
İngiliz Doğu Afrikası'ndaki Akikuyularda da "Batı Afri­
kalı piton tanrıyla eşlerini hatırlatan bir gelenek görülmek­
tedir. Büyücü-tabipler bir nehir yılanına tapmak üzere yıl­
dan yıla kulübeler inşa edilmesini emrederler. Yılan tanrı,
eş isteyince kadınlar ve özellikle de kızlar bu kulübelere
gider. Burada kadınlarla birlikte olan kişi büyücü-tabiptir.
Gönüllü olarak kulübelere giden kadın sayısı yeterli değil­
se, kızlar zorla götürülür. Tahminime göre bu beraberlik-

"' A. B. Ellis, a.g.e., s. 60.


17 Des Marchais, Voyage en Guinee et iı Cayenne (Amsterdam, 1731), ii. 146
vd.
1" J. Pinkerton, Voyages and Travels, xvi. (Londra, 1814), içinde W. Bos­
man, "Description of the Coast of Guinea", s. 494.

81
ten olan çocukların babalarının Tanrı olduğu (Ngaı) söyle­
nir: Nitekim Kikuyu' da Tanrı'mn çocukları olarak görülen
çocuklar bulunmaktadır."19
Köle Sahili'nin siyahları arasında erkek kosiolar ve kadın
kosiolar vardır; yani adanmış kadınlar ve adanmış erkekler,
rahipler ve rahibeler vardır ve bunlarla ilgili düşünce ve
gelenekler de görünüşe göre aynıdır. Kadınlar gibi erkek­
ler de üç yıllık bir çıraklık sürecinden geçerler ve bu süre­
nin sonunda her aday tanrının kendisini kabul ettiğini ve
vahye değer bulduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu kişi
bir grup rahip eşliğinde bir tapınağa gider ve orada tanrı­
ya ait bir iskemleye ohırur. Sonra rahipler başına mistik bir
bitki özü sürer ve birlikte vahşi bir sesle tanrıya uzunca
yakarırlar. Bu yakarış sırasında genç, tanrı tarafından ka­
bul edilmişse şiddetle titremeye, bayılma nöbetleri geçir­
meye başlar, ağzından köpükler gelir ve bazen bir saatten
uzun bir süre çıldırmış biçimde dans eder. İşte bu, içine
Tanrı'mn girdiğinin bir kanıtıdır. Genç aday bundan sonra
bir tapınakta hiç konuşmadan yedi gün yedi gece geçirir.
Bu sürenin sonunda dışarı çıkartılır, bir rahip ağzım açarak
artık dilini kullanabileceğini belirtir, kendisine yeni bir ad
verilir ve resmen hizmete başlar. O andan itibaren bir ra­
hip ve hizmet ettiği tanrının temsilcisi olur. İlahi vahiy de­
nilen o marazi zihinsel coşku anında ağzından çıkan sözler
tanrının sözlerinin bir insanın ağzından çıkmış hali olarak
kabul edilir. Bir rahibin kendinden geçme anında işlediği
suç cezalandırılmaz, çünkü bunun kesinlikle tanrıdan
kaynaklandığı düşünülür. Ancak din adamları o fırsatı o
kadar çok kötüye kullanmıştır ki Kral Gezo döneminde bu
yasanın değiştirilmesi gerekmiştir; buna göre, tanrının içi­
ne girdiği sırada vahiy alan suçlu o an için güvende olsa
bile, ilahi ruh kendisini terk eder etmez cezalandırılır. Yine
de genel olarak bu halklarda "rahip ya da rahibe kutsaldır.

19 Elyazması notları, bana ileten (21 Mayıs 1908) yazar Mr. A. C. Hollis'e
teşekkür ederim.

82
Sıradan bir insanın ona el kaldırması veya hakaret etmesi
bir yana, ona yanlışlıkla vurması veya sokakta yanlışlıkla
çarpması bile kabul edilemez. Rahip Bouche, bir defasında
Agweh reisini ziyareti sırasında şefin eşlerinden birinin
dört rahip tarafından eve getirildiğini, yüzünün kanlar
içinde olduğunu ve bedeninde kamçı izleri bulunduğunu
anlatır.20 Kadın yanlışlıkla bir rahibin ayağına bastığı için
vahşi biçimde kamçılanmıştı; şef ağzını açmaya bile cesaret
edememiş, aksine barış nişanesi olarak rahiplere bir şişe
rom ikram etmek zorunda kalmıştı."21
Batıdaki Köle Sahili'nin Ewe dilini konuşan halklarıyla
bunlara komşu olan Altın Sahil'in Tshi dilini konuşan
halklarında adanmış erkek ve kadınlarla, rahipler ve rahi­
belerle ilgili gelenek ve inançlar oldukça benzerlik gösterir.
Bu kişilerin içine zaman zaman tanrının girdiğine veya
hizmet ettikleri tanrıdan vahiy aldıklarına inanılır. Bu du­
rumdayken kendilerine kahin muamelesi yapılır. Bu kişiler
davul eşliğinde dans ederek kendilerini gerekli coşku du­
rumuna sokarlar; her tanrının kendi ilahisi, kendi davul
çalma tarzı ve kendi dansı vardır. Rahip veya rahibe davul
eşliğinde dans ederken gırtlaktan gelen ya da vıraklamaya
benzeyen, duyanların tanrının sesi kabul ettiği bir sesle
kehanetlerde bulunur. Dolayısıyla rahip ve rahibelerin eği­
timinde dans önemli bir yer tutar; halkın önüne çıkmadan
önce aylarca dans eğitimi alırlar. Yaşamla ilgili hemen her
konuda bu tanrı sözcülerine danışılır ve hizmetleri için
kendilerine cömertçe ödemeler yapılır.22 "Rahipler de top­
luluğun diğer üyeleri gibi evlenebilir ve eş satın alabilir;
ama rahibeler kesinlikle evlenemez ve rahibelerden 'kelle
vergisi' alınmaz. Çünkü rahibeler hizmet ettikleri tanrının
malıdır, dolayısıyla evlenseler olacakları şekliyle bir erke­
ğin malı olamazlar. Bu yasak sadece evlilikle sınırlıdır, ra-

20 La Côte des Esclaves, ss. 127 vd.


21 A . B. Ellis, a.g.e., s. 147.
22 A . B. Ellis, The Tshi-speaking Peoples of the Gold Coast of West Africa,
(Londra, 1887), ss. 120-138.

83
hibe seks ticaretine devam edebilir. Rahip ya da rahibenin
çocukları ruhbanlık mevkiinde görev yapamaz, bunun için
aradan bir kuşak geçmesi gerekir, yani ancak torunlar o
mesleği yapabilir. Rahibeler genelde seks düşkünü olurlar
ve gelenek, tutkularını şans eseri ilgilerini çeken herhangi
biriyle dindirmelerine izin verir."23 Kalıhmla geçen ruh­
banlık makamlarına genelde kendilerini adayan ya da ak­
raba veya efendileri tarafından adanan kişiler getirilir. Do­
layısıyla erkekler, kadınlar ve hatta çocuklar ruhban sınıfın
üyesi olabilirler. Bir anne ölüm nedeniyle birkaç çocuğunu
kaybedecek olursa, yeni doğacak ilk çocuğunu tanrıların
hizmetine adayabilir; böylece çocuğun yaşamasını teminat
alhna alabilir. Dolayısıyla, çocuk doğunca ruhbanlık göre­
vi için ayrılır, büyüyünce annesinin vaadini yerine getirir
ve rahip ya da rahibe olur. Adanan kişi atama töreninde
kendinden geçmek ya da geçmiş gibi yapmak, davulun
ritmiyle çılgınca dans etmek ve tanrının geçici olarak bir
kadın ya da erkeğin bedenine girerek onun ağzından ko­
nuşuyormuş izlenimi yaratacak şekilde tuhaf sesler çı­
kartmak suretiyle mesleğe olan yatkınlığını kanıtlamak zo­
rundadır.24

4. Batı Asya'da Kutsal Kadınlar


Bu yüzden, Afrika' da ve düzenli değilse bile zaman za­
man Hindistan' da tapınaklara bağlı olan kutsal fahişeler
tanrının eşleri olarak görülür. Ölçüsüz davranışları sergi­
leyenin kadınların kendisi olmadığı, yani ilahi vahiyle ha­
reket ettikleri düşünülerek taşkınlıkları hoş görülür. Antik

23 A. B. Ellis, a.g.e., s. 121.


24 A. B. Ellis, a.g.e., ss. 120 vd., 129-138. Alman misyoner Mr. J. Spieth,
Eweler üstüne kaleme aldığı ayrıntılı yapıtında (Die Ewe-Stiimme: Mate­
rial zur Kunde des Ewe-Vo/kes in Deutsch-Togo, Berlin, 1 906, ss. 228, 309,
450, 474, 792, 797, vb.), çocukluktan itibaren tanrıya adanan, kadın veya
erkek kölelerden sıkça söz etmektedir. Ancak verdiği bilgiler metinde
dikkat çektiğim temel noktalara değinmemektedir.

84
dönemlerde Bah Asya halkları arasında görülen kutsal fa­
hişelik geleneğiyle ilgili açıklamalarım özetle bunlardır. İs­
ter bakire ister evli ister profesyonel fahişe olsun, tapınak­
larda cinsel ilişkiye giren kadınlar, bu sırada toprağın,
ağaçların, erkeklerin ve hayvanların bereketi için büyük
bir bereket tanrıçasını taklit ederlerdi. Kadınlar bu kutsal
ve önemli işlevi yerine getirirken, hpkı Bah Afrikalı kız
kardeşleri gibi içlerine tanrının girdiği düşünülürdü. Bu
hipotez gerçekleri en azından basit ve doğal biçimde açık­
lamaktadır; kadınların tanrılarla evlenebileceğini varsa­
yarken, Babil' de, Abur ülkesinde ve Mısır' da kabul edilen
bir ilkeye dayarunaktadır.25 Babil' de bir kadın düzenli ola­
rak Bel' in ya da Marduk'un tapınak içindeki yüksek bir pi­
ramidin tepesinde bulunan yatağında yatardı. Tanrının o
kadını Babil'in bütün kadınları arasından özel olarak seçti­
ğine ve yatakta onunla birlikte yathğına inanılırdı. Ancak
Hint ve Bah Afrikalı tanrı eşlerinden farklı olarak, Herodo­
tos bu Babil tanrısının eşinin iffetini kaybetmemiş olduğu­
nu belirtir.26 Ancak buna kuşkuyla yaklaşmak gerekir;
çünkü Bel'in bu eşleri ya da sevgilileriyle, Marduk'un
Hammurabi kanunlarında sözü edilen eşleri ya da aşıkları
muhtemelen aynıdır. Yasalardan da tanrıların kadın
adanmışlarının anne ve evli olabileceğini biliyoruz. Ba­
bil' de Marduk gibi güneş-tanrı Şamaş'ın da kendilerini
onun hizmetine adamış insan eşleri vardı ve hpkı kendile­
rini Marduk' a adayanlar gibi onlar da çocuk sahibi olabi­
lirdi. 27 Bu Babilli kadınlara kadiştu derunekteydi ki, bu da
İbranicede tapınak fahişeleri için kullanılan kedeşa yani
"adarunış kadın" ile aynı sözcüktür.28 Yasaların bu kutsal

25 The Magic Art and the Evolution of Kings, ii. 129-135.


2• Herodotos, i. 181 vd. Tapınakta her akşam aynı mı yoksa farklı bir ka­
dının mı yathğı açık değildir.
'' C. H. W. Johns, "Notes on the Code of Hammurabi,", a.g.e., buradan (s.
1 04) kendini Şamaş'a adayan bir kadının kız çocuğunun olduğunu öğre­
niyoruz.
'" Code of Hammurabi, Böl. 181; C. H. W. Johns, "Notes on the Code of
Hammurabi," a.g.c., ss. 100 vd.; S. A. Cook, a.g.e., s. 148. Dr. Johns bu adı

85
kadınlara yapılan herhangi bir saygısızlığı şiddetle ceza­
landırdığı doğrudur;29 ancak Bah Afrika örneği bu tip in­
sanlara gösterilen resmi bir saygının, ciddi cezalarla daya­
hldığında bile kadınların iffetinin bir kanıtı olmadığını
göstermektedir. Mısır'ın Teb kentinde Amon tapınağında
bir kadın yatardı ve tanrının kendisini ziyaret ettiğine ina­
nılırdı.30 Mısır metinleri bu kadından ilahi eş olarak söz
etmektedir. Görünüşe göre eskiden bu kadın genellikle
bizzat Mısır Kraliçesi olurdu. Ancak Strabon zamanında
Amon'un bu eşleri ya da o zamanki deyişle cariyeleri soy­
lu ailelerden gelen güzel genç kızlar olurdu ve bunlar sa­
dece ergenlik dönemine kadar hizmet ederlerdi. Bu hizmet
dönemi boyunca canlarının istediği erkekle özgürce yatar­
lardı. Ergenlik döneminden sonra evlenirler ve sanki öl­
müşler gibi kendileri için yas töreni düzenlenirdi.31 Bunlar
öldüklerinde özel mezarlara gömülürlerdi.

5. Batı Asya'da Kutsal Erkekler


Nasıl Batı Afrika' da tanrıya adanan kadınlar gibi erkek­
ler de varsa, Bah Asya' da da durum aynıydı; orada da kut­
sal kadınların (kedeşot) karşılığı olan kutsal erkekler (kede­
şim) vardı, başka bir deyişle, tapınakların kutsal erkek kö­
leleri, kutsal kadın kölelerin karşılığıydı. Bah Afrika' daki
adanmış erkeklerin temel, ayırt edici özelliği içlerine tanrı
girmesi ya da tanrı tarafından vahiy almaları olduğuna gö­
re, aynı şeyin Batı Asya'daki kutsal erkek köleler (kedeşim)
için de geçerli olduğu sonucuna varabiliriz; bunlar da tan-

"tapınak hizmetçisi" şeklinde çevirmektedir, (Babylonian aııd Assyrian


Laws, Contracts, arıd Lefters, s. 61). Yazar bu kadınlara karşı son derece
naziktir, ancak kendisinden, yasalan ilk çeviren Rahip Scheil'in bu dini
meslek konusunda çok daha az merhametli olduğunu öğreniyoruz.
29 Adanmış bir kadına tehditkar bir şekilde parmak sallayan herhangi bir

erkeğin alnı dağlanarak damgalanırdı (Code of Hammıırabi, Böl. 127).


30 Herodotos, i. 182.

31 Strabon, xvii. 1. 46, s. 816. "Zeus'un (Amon) cariyeleri" ifadesi Diodo­

rus Siculus'ta da geçmektedir (i. 47).

86
rırun geçici veya kalıcı olarak vücut bulmuş hali olarak,
onun ilahi ruhu tarafından ele geçirilen, onun adına hare­
ket eden ve onun adına konuşan bedenler olarak görülmüş
olabilir.32 Nitekim Kafkas Amavutlarındaki Ay Tapına­
ğı'nda böyle olduğunu biliyoruz. Tapınak üzerindeki kut­
sal kölelerle birlikte geniş topraklara sahipti ve mevki ola­
rak kraldan sonra gelen bir yüksek rahip tarafından yöne­
tilmekteydi. Kölelerin çoğu tanrıdan vahiy almış olup ke­
hanetlerde bulunmaktaydılar; bir defasında bunlardan biri
bu ilahi sarhoşluk halinde, tek başına ormanda dolaşırken
yüksek-rahip kendisini yakalatarak kutsal bir zincirle zin­
cirletmiş ve bir yıl boyunca rahatlık içinde yaşatarak ko­
rumuştu. Sonra zavallı adam dışarı çıkartılıp üstüne mer­
hemler sürülmüş ve diğer kurbanlarla birlikte Ay'a kurban
edilmişti. Kurban tarzı şöyleydi. Bir adam kutsal bir mız­
rak alır ve yandan kurbanın kalbine saplardı. Kurban sen­
deleyip yere düşerken ötekiler düşüşü yakından izler ve
düşüş şeklinden birtakım işaretler çıkartmaya çalışırlardı.
Ardından ceset sürüklenerek ve taşınarak belli bir yere gö­
türülür, bütün arkadaşları onu arındırma mahiyetinde ba­
şında dikilirlerdi.33 Bu gelenekte kahinin ya da daha doğ­
rusu meczubun gerçek anlamda ay tarafından çarpıldığı,
yani seçilen temsilcisinin ve sözcüsünün kadın değil erkek
olmasından anlaşıldığı üzere Frigyalılar gibi Arnavutların

n Kedeş irn 'in gerçek yapısıyla ilgili bu önemli varsayım için Rahip Prof.
R. H. Kennett'e teşekkür ederim. Eski Ahit'te bu erkeklerden söz edilen
bölümler şunlardır: Yasanın Tekrarı xxiii. 17 (Terat'ta 18); 1 Krallar xiv.
24, xv. 12, xxii. 46; 2 Krallar xxiii. 7; Eyüb xxxvi. 14 (burada kedeşim İngi­
lizceye "temiz olmayan" şeklinde çevrilmiştir). Ancak İngilizce Eski
Ahit'teki diğer bölümlerde bu karşılık doğrulanmamaktadır; Euse­
bius'un Aph Afka'da düzenlenen günahkar ayinlere yaptığı gönderme­
lerden böyle bir anlam çıkarılmış olabilir (Vita Constantini, iii 55; Migne,
Patrologia Graeca, xx. 1 1 20). Eusebius'un burada tanrıçanın onuruna ken­
dilerini hadım eden ve sonra da kadın kıyafetleri giyen erkeklerden söz
etmiş olması da mümkündür. Bkz. Lukianos, De dea Syria, 5; ve aşağıda,
ss. 293 vd.
33 Strabon, xi. 4. 7, s. 503.

87
da erkek olduğunu varsaydığı Ay tanrısı tarafından ele ge­
çirildiği ya da ondan vahiy aldığı düşünülürdü.34 Bu ne­
denle kutsal erkeklerin bulunduğu Batı Asya' daki öteki
tapınaklarda bu dini temsilcilerin, ay çarpmasına uğrayan
Arnavut kahinin kaderini paylaşmasalar bile, benzer bir
kahinlik işlevi görmüş olmaları pekala mümkündür. Bu
Asyalı kahinlerin etkisi sadece Asya ile sınırlı değildir. Si­
cilya' da yıkıa Köle Savaşı'nı ateşleyen kıvılom, arkadaşla­
rıru Suriye tanrıçası adına silaha sarılmaya teşvik etmek

için kendinden geçmiş taklidi yapan Suriyeli bir köle tara­


fından çakılmıştı. Bu eski zaman Mehdisi yakıcı sözlerini
daha da alevlendirmek için bir hokkabazın yardımıyla du­
daklarının arasından çıkardığı gerçek ateş ve dumanla söz­
lerini desteklemişti.
Aynı şekilde İbrani peygamberlerin içine de zaman za­
man ilahi ruh girdiğine ve tıpkı Batı Afrikalı siyahilerde
ilahi bir ruhun kendini adamış bir rahibin ağzından ko­
nuşması gibi onların ağzından konuşan ilahi ruhlardan
vahiy aldıklarına inanılmaktaydı. Aslında İsrailli peygam­
berlerle Batı Afrikalı kahinler arasında yakın ve ilginç ben­
zerlikler vardır. Tıpkı siyahi kardeşleri gibi İbrani pey­
gamberleri de peygamberane vecd haline geçmek için mü­
zikten yararlanmaktaydı; Batı Afrikalı kardeşleri gibi onlar
da ilahi ruha ulaşmak için başlarına büyülü bir yağ sür­
mekteydi; yine onlar gibi İbrani peygamberler de yüzle­
rindeki belli işaretlerle sıradan insanlardan ayrılmaktay­
dı.35 Sadece büyük, acil ulusal durumlarda değil aynı za-

:ı.ı
Strabon'un Arnavut tanrısını bir tannça olarak düşündüğü doğrudur,
ancak bu sadece ayın dişi olduğu Yunan diline uyarlama çabası olabilir.
35 1 Krallar xx. 41. Afrika'da "rahiplerle rahibeleri toplumun geri kala­
nından kolayca ayırmak mümkündür. Bunların saçtan uzun ve dağınık
olurken, kıyı kasabalarındaki kadınlar hariç, diğer sıradan insanların
saçları kısa olurdu . . . . Rahip ve rahibelerin gözlerinin çevresine genellik­
le beyaz boya sürülür ya da beyaz renkte takılar, işaretler takılır, yüze,
boyuna, omuz ve kollara beyaz boya sürülürdü" (A. B. Ellis, The Tshi­
speakiııg Peoples of the Gold Coast, s. 123). "Dahomi'de ruhbanlar sıradan
yerlilerin taşıdığı kabile dövmelerine ek olarak, kimi çok ayrıntılı olan

88
manda günlük sıradan konularda da hpkı siyahi kardeşleri
gibi İbrani peygamberlere danışılmakta, küçük bir ücret
karşılığında bilgi ve tavsiye beklenmekteydi. Örneğin bir
Zulu kahinine kayıp inekler için danışılması gibi,36 Sa­
muel'e de kayıp eşekler için danışılırdı;37 yine su kıtlığı ya­
şanınca Eliyasa'nın çubukla yer alh suyu aradığını gör­
müştük. Hatta bir peygamberin eski adının, asıl işlevinin
önceden tahmin etme anlamında, esinden çok kehanet ol­
duğunu ima eden "bilici/görücü"38 olduğunu öğreniyoruz.
Yine de İbrani tarzı vahiy İsrail'le sınırlı değildi; aslında bu
neredeyse bütün dünyada görülen bir olguydu; birçok
yerde ve birçok zamanda kendinden geçen kadın ve erkek­
lerin ağzından bir keşmekeş içinde dökülen vahşice sözler,

ilave işaretler taşırlar, bir uzman bu işaretlere bakarak bir rahibin hangi
tanrıya tapındığını ve düzen içindeki yerinin neresi olduğunu anlardı.
Bu hiyerarşi işaretleri düz ve sarmal çizgilerden, baklava şekilli işaret­
lerden, bazen bir timsah ya da bukalemun şeklinden oluşurdu·. Omuzlar
genellikle birbirine yakın noktaya benzer işaretlerle dolu olurdu. Bütün
bu işaretlerin kutsal olduğu düşünülür, sıradan insanların bunlara do­
kunmasına izin verilmezdi" (The Ewe-speaking Peoples of the Gold Coast, s.
146). Kahinin omuzlanrun işaretli olmasının nedenine dair bir açıklama
bir Zulu'nun "bir doktorun [büyücü-tabibin] en duyarlı yeri omuzlan­
dır. Hissettiği her şey omuzlanndadır. Siyahilerin Amatongo'yu (atala­
rın ruhları) hissettiği yer burasıdır," şeklindeki sözlerinde yatmaktadır.
Bkz. H. Callaway, The Religious System of the Amazulu, kısım ii. s. 159. Bu
Afrika öyküleri Zekeriya peygamberin bir İbrani peygamberin nişanlan
olduğunu söylediği (xiii. 6) "kollar arasındaki yaralar"ın (aslında "eller
arasındaki") kutsal konumunun işareti olarak omuzlanna yapılan döv­
meler olduğunu göstermektedir. Peygamberin, kendisini sevenlerin
evinde yaralandığı şeklindeki kendi anlahmı da bu varsayımı doğrula­
maktadır; zira aynı sevenler sözcüğü Hoşea peygamber tarafından Baa­
lim' e uyarlanmıştır (Hoşea, ii. 5, 7, 10, 12, 13).
:ıt. H. Callaway, The Religious System of the Amazulu, kısım iii, ss. 300 vd.

37 1 Samuel ix. 1 -20.


"' 1 Samuel ix. 9. Güneydoğu Avustralya'daki Wiimbaio kabilesinde bir
şifacıya "mekigar denmekteydi, bu ad 'görmek' ya da 'bakmak' yahut da
'gören kişi' yani insanlardaki hastalıkların kaynağını gören ve onu ku­
vartz kristalleri şeklinde hastadan çıkaran kişi anlamına gelen meki'den
gelmekteydi", (A. W. Howitt, The Native Tribes of South-East Australia,
Londra, 1904, s. 380).

89
o kişilerin içine giren tanrının sözleri olarak kabul edil­
mekteydi.39 İbrani tarzı vahyi diğerlerinden ayıran şey, bu
işi yapan birkaç kişinin dehasının bu kaba ama güçlü aracı
temel kullanım biçiminden çıkarıp, yüksek bir ahlak lehine
kullanarak insanlığa paha biçilmez bir hizmette bulunma­
sıdır. Bu İsrail için bir gurur kaynağıdır, ancak biz burada
esinin bu yönüyle ilgilenmiyoruz.
Amaamız açısından bizi daha fazla ilgilendiren yan, ilk
İbrani peygamberinin yazılarının bizlere ulaşmasından
yüzyıllar önce Adonis'in kutsal kenti Biblos'ta sıradan
vahyin büyük rağbet görmesidir. Mısırlı seyyah Wen­
Amon, Kralın emriyle kenti terk etmek üzere Biblos lima­
nında beklerken görevlilerinden ya da uşaklarından biri­
nin içine Tanrı'nın ruhu girmiş ve adam kahinvari bir coş­
ku içinde Kralın Mısırlı yabanayı tanrı Amon'un gönder­
diği bir elçi olarak kabul etmesi gerektiğini söylemişti.40
Oğlanın içine girip onun aracılığıyla konuşan tanrı muh­
temelen kentin tanrısı Adonis idi. Bu kraliyet görevlileri­
nin mevkileri konusunda bilgimiz yok; ancak kutsal bir
kralın temsilcileri ve tanrı tarafından esinlenmeye eğilimli
kişiler olarak, doğallıkla kendileri de kutsal olmalıdır; hat­
ta kutsal köleler ya da kedeşim sınıfından olmaları da
mümkündür. Eğer böyleyse bu da yukarıdaki araşhrmanın
işaret ettiği sonucu, yani peygamberlerle kedeşim arasında

39 E. Meyer, Geschichte des Alterturns, i.2. s. 383, Kenan ülkesinde peygam­

berlik makamının deliliğe duyulan yaygın saygıdan kaynaklandığı şek­


lindeki görüşü kayıtsız şartsız desteklemektedir.
'0 W. Max Müller, Mitteilungen der Vorderasiatischen Gesellschaft, 1900, No

1, içinde s. 17; A. Erman, "Eine Reise nach Phönizien im il Jahrhundert v.


Chr.", Zeitschrift für Agyptische Sprache und Altertumskunde, xxxviii.
(1900), ss. 6 vd; G. Maspero, Les contes populaires de /' Egypte ancienne, s.
192. Araştırmacılar Wen-Amon'un sözlerinin tarihsel bir gerçek olarak
kabul edilip edilmemesi konusunda farklı görüşlere sahiptir; ancak bu
anlahm kurgu bile olsa, Biblos'ta yaşanan kahince coşkunun tanıdık ol­
gulara dayandığını varsayabiliriz. Prof. Wiedemann uşağa esin veren
tannnın Fenikeli Adonis değil Mısırlı Amon olduğunu savunmaktadır,
ancak bana göre bu olasılık zayıftır.

90
temelde büyük bir fark olmadığını; peygamberler için sü­
rekli tekrarladığı üzere bunların da "tanrının Adamları"
olduğunu; başka bir deyişle, esinlenmiş kahinlerin, tanrı­
nın zaman zaman kendilerinde tezahür ederek ağızların­
dan konuştuğu ve kendileriyle eylediği kişiler, kısaca tan­
rının geçici olarak yeniden doğmuş hali olduklarını doğru­
layacaktır. Ancak peygamberler ülkede serbestçe dolaşır­
ken, kedeşim belli bir tapınağa bağlı olmak durumundaydı;
kedeşim'in tapınakta yerine getirdiği görevler arasında, saf
bir ahlak anlayışını benimsemiş insanların bilincini isyan
ettiren görevler de bulunmaktaydı. Bu görevlerin neler ol­
duğunu, kısmen tapınağa gelen kadınlardan biri olan
Eli'nin oğullarının davranışlarından,41 kısmen Suriyeli
köylüler arasında bugüne kadar yaşayan "kutsal adam­
lar"la ilgili inanç ve uygulamalardan çıkarabiliriz.
Bu "kutsal adamlar"ın "sahtekar değillerse tabi, Suriyeli­
lerin mecnun adını verdiği ve cinler ya da ruhlar tarafından
ele geçirildiklerine inanılan, deli diyebileceğimiz insanlar
olduğu söylenmektedir. Bunlar genellikle ya çıplak ya da
pejmürde kıyafetlerle dolaşırlar. Tanrı tarafından sarhoş
edildikleri düşünüldüğü için saygın insanlar, en itibarlı
Müslümanlar dahi onların ağzından çıkan saçma sözlere
bile değer verirler ve cahil Müslüman kadınlar onların
kendilerine yaklaşmasından çekinmez, çünkü onların batıl
inançlarına göre bu insanlar Tanrı tarafından, direnme cü­
retini gösteremedikleri ilahi bir otorite tarafından ele geçi­
rilmiş kabul edilirler. Böylesi bir rıza gösterme istisnai bir
durum olabilir, ancak bunun basit söylenti olmaktan ileri
geçen bir durum olduğunu gösteren işaretler mevcuttur.
Bu 'kutsal insanlar' seyyahların Kahire' de gördüklerini
söyledikleri dervişlerden ve kendilerine ve başkalarına za­
rar vermesinler diye zincire vurulan sıradan delilerden
farklıdır. Bu kişilerin dış görünüşleri ve davranış biçimleri
Hoşea'nın zamanındaki eski "bilicileri/görücüleri" ya da

" 1 Samuel ii. 22.

91
kahinleri hahrlatmaktadır: 'Peygamber budala, ruhsal in­
san deli sayıldı"42; Yeremya'nın zamarunda43 kendini pey­
gamber ilan eden kişinin ancak bir deli kadar sağlam ol­
duğu düşünülürdü."44 Benzerlikleri sürdürecek olursak,
bu berduşların "ayrıca kahinlerin gücüne sahip oldukları­
na, geleceği söyleyebildiklerine ve içinde yaşadıkları top­
lumu yaklaşan tehlikeler konusunda uyarabildiklerine
inanılmaktaydı."45
Buradan, kadınların "kutsal adamlar"m yakınlaşma ta­
lebine boyun eğmelerinin alhnda onlardan çocuk sahibi
olma umudunun yattığı sonucuna varabiliriz. Zira Suri­
ye' de ölmüş azizlerin bile kısır kadınları çocuk sahibi ya­
pabileceğine hala inanılmaktadır; nitekim kısır kadınların
tapınaklara gitmesinin alhnda bu arzu yatmaktadır. Örne­
ğin, Kuzey Filistin' deki Süleyman hamamlarında yerden
sıcak hava fışkırdığı görülür; bu hamamlardan biri olan
Ebu Rabah, çocuksuz kadınların annelik özlemlerini gi­
dermek için geldiği bir yerdir. Burada Üzerlerinden sıcak
hava akımı geçiren kadınlar çocuk sahibi olduklarında,
bunun tapmaktaki aziz sayesinde gerçekleştiğine gerçek-

42 Hoşea ix. 7.
43 Yeremya xxix. 26.
44 S. 1. Curtiss, Primitive Semitic Religion To-day (Chicago, New York, To­

ronto, 1902), ss. 150 vd.


45 S. 1. Curtiss, a.g.e., s. 152. Bu "kutsal adamlar" için ayrıca bkz. C. R.
Conder, Tent-work in Palestine (Londra, 1878), ii. 231 vd. "Ülkedeki en il­
ginç insanlar köy köy dolaşan, marifetler sergileyen, sadakayla geçinen
ve toplumda belli bir saygınlığı ve ayrıcalığı olan, kimi zaman rezaletler
yaratan Dervişler ya da kutsal kişilerdir. Bazdan deli, bazıları softadır,
ama tahminim, çoğu sahtekardır. Bunlara sadece köylüler değil, bazen
yönetici sınıf da saygı duyar. Nasıra Kadısının adalet salonunda oturan
ve sanki esinlenmiş gibi kendisine danışılan sefil ve pejmürde bir dilenci
için gösterişli bir sofra hazırladığına tanık olmuştum. Saygın bir Derviş
genellikle iyi kıyafetler giyer, temiz bir sarık takar ve önünde sancak ta­
şıyan biri, arkasında davul, zil ve tef eşliğinde yürüyen bir kalabalık
olur . . . . İ nsanın aklına ister istemez Yahudi Peygamberleriyle Dervişler
arasındaki benzerlik geliyor."

92
ten inanırlar.46 Ama bu konuda en fazla isim yapan kişi
Aziz Georgios'tur. Aziz Georgios adına tapınak yapılan
her yerde boy gösterir; her tapınakta bir mezarı ya da me­
zara benzer bir şeyi vardır. Bu tapınaklardan en ünlüsü
Kuzey Suriye'deki Kal'atü'l-Hüsn'dür. Müslümanlar da
dahil olmak üzere, her sınıftan kısır kadın buraya gelir.
"Kadınlarla bağlantılı olarak bu tapınaktan söz edildiğinde
omuz silkenler görülür. Ama şüphesiz birçoğu buranın
gerçek özelliğinden, yani çoğu insanın en kudretli azizin
kendilerine oğullar verebileceğine inandığından bihaber­
dir." "Ancak buranın gerçek özelliği giderek anlaşılmaya
başladı, öyle ki birçok Müslüman kadınlarının buraya git­
mesini yasakladı."47

6. Tanrının Oğulları
Yukarıdakine benzer gelenekler bir tek Suriye ile sınırlı
olmayan, kadın ve erkeklerin sadece metafor olarak olarak
değil gerçekte de bir tanrının oğullan ve kızlan olabileceği
inancının kaynağını açıklayabilir. Çünkü ister Hıristiyan
olsun ister Müslüman, Suriyeli annelerin çocuklarının ba­
baları olan bu modem azizler ince bir örtü altındaki eski
tanrılardan başka bir şey değildir. Bugün olduğu gibi antik
dönemde de Sami kadınları kısırlıktan kurtulmak için ta­
pınaklara gidiyorlarsa -Hanna'mn duası48 bu uygulamanın
bildik bir örneğidir mesela- buradan, sadece 'kızlardan ço­
cuk yapan Tanrı'nın oğulları geleneğini'49 değil, aynı za-

"' S. 1. Curtiss, a.g.e., ss. 116 vd.


�7 S. 1. Curtiss, a.g.e., ss. 1 18, 119. Hindistan' da da bazı Müslüman evliya­
ların çocuk sahibi yapabildiğine inanılmaktadır. Agra yakınlarındaki Fe­
tihpur Sikri'de Selim Çiştl'nin kabri bunlardan biridir. Çocuksuz kadın­
lar buraya gelerek kabrin kafesine çaput bağlar, "böylelikle kutsal ada­
mın ruhuyla doğrudan birleşirler." (W. Crooke, Natives of Northern lndia,
Londra, 1907, s. 203) .
.ıs 1 Samuel i.

4 9 Yaratılış vi. 1-3. Bu bölümdeki "Tanrının (ya da tanrıların) oğullan"

yaygın bir İbranice kalıba göre muhtemelen sadece "tanrılar" anlamına

93
manda İbranice insan adlarında son derece sık görülen ila­
hi unvanları da anlayabiliriz.50 Aslında çocuk sahibi olmak
için kutsal yerlere giden kadınların erkek ve kadın çocuk­
ları tanrının gerçek çocukları olarak kabul edilerek kendi­
lerine buna göre adlar verilmekteydi. Hanna'nın çocuğuna
"Tanrının adı" ya da "onun adı Tanrı'dır" anlamına gelen
"Samuel" adını vermesinin nedeni de buydu;51 ya da Han­
na çocuğun rahmine tanrı tarafından konulduğuna gerçek­
ten inanıyordu.52 Bu tür çocukların tapınakta Tanrı'nın
hizmetine adanması sadece kutsal oğulu kutsal babaya
vermek demekti. Benzer biçimde, Batı Afrika' da bir kadın,
kadınlara çocuk veren tek tanrı olan Agbasia'nın tapına­
ğında çocuk sahibi olunca, onu kutsal bir köle olarak tan­
rıya adardı.53
Nitekim günümüzdeki Suriye inanç ve geleneklerinde,
antik çağlarda aynı bölgede uygulanan dini fahişeliğin iz­
lerine rastlamak mümkündür. Şimdi olduğu gibi o zaman
da kadınlar içlerindeki doğal arzuyu tatmin etmek için ye­
rel tanrıya, Baal'e ya da eskinin Adonis'ine, Ebu Rabah'a
ya da bugünün Aziz Georgios'una bakarlardı; yine şimdi
olduğu gibi o zaman da tanrıyı taklit ederken gerçekten
ilahi bir esinin etkisi altında olduklarına inanılan ve topra­
ğın bereketi ve insanın çoğalması için varlıklarına ihtiyaç
duyulan kutsal adamlar tanrı rolünü oynardı. Hıristiyanlı-

gelmektedir, tıpkı "peygamberlerin oğulları"nın peygamberlerin kendi­


leri olması gibi. Bu kalıpla ilgili başka örnekler için bkz. Brown, Driver
ve Briggs, Hebrew and English Lexicon, s. 121 .
50 Örneğin, -el veya iah ile biten bütün İbranice adları tanrısal adlar olan

El ya da Yahwe ile terkip halindedir. Bkz. G. B. Gray, Studies in Hebrew


Proper Names (Londra, 1896), ss. 149 vd.
51 Brown, Driver ve Briggs, Hebrew and English Lexicon, s. 1028. Ancak

bkz. Encyclopaedia Biblica, iii. 3285, iv. 4452.


52 Benzer bir inancın izi muhtemelen, kısır kadınların erkek kılığındaki
Tanrı'yı ya da Tanrı'run meleğini ziyaret ettikten sonra çocuk sahibi ol­
duğunu aktaran "Yaratılış xxxi" ve "Hakimler xiii"deki anlatılarda da
görülmektedir.
53 J. Spieth, Die Ewe-Stiimme (Berlin, 1906), ss. 446, 448-450.

94
ğın ve Müslümanlığın arındırıcı etkisi bu tür gelenekleri
epeyce sınırlamış olmakla birlikte, Türklerin idaresi altın­
da bile bu tür gelenekler kıyıda köşede yaşamaya devam
etmiştir. Ancak uygulama seyrelmiş olsa bile altındaki ilke
temel olarak aynı gibi duruyor; o da türlerin devam etmesi
arzusu, ayrıca bu kadar doğal ve meşru bir amacın ancak
kendini kadın ve erkek bedeninde dışavuran ilahi bir güç
tarafından karşılanabileceği inancıdır.
Antik ve modem dönemlerde Tanrı'nın fiziksel babalığı­
na dair inanç sadece Suriye ile sınırlı değildir. Başka yer­
lerde de birçok erkek sözcüğün tam anlamıyla Tanrı'nın
oğulları olarak görülmüş, ölümlü kadınların rahimlerine
onun kutsal ruhu tarafından kondukları kabul edilmiştir.
Burada bu öğretiyi klasik antik dönemden birkaç örnekle
açacağım. Kadınlar çocuk sahibi olmak için güzel bir yay­
lada bulunan ve Epidaurus körfezinden başlayarak uzun
bir orman geçidi boyunca uzanan bir patikayla ulaşılan
büyük Asklepios tapınağına giderlerdi. Burada kutsal yer­
de uyur ve rüyalarında bir yılan tarafından ziyaret edilir­
lerdi; bu ziyaretten sonra sahip oldukları çocukların baba­
sının yılan olduğuna inanılırdı. Yılanın tanrının kendisi
olduğuna inanıldığı kesin görünmektedir; çünkü Askle­
pios sık sık yılan kılığında ortaya çıkar ve hastaların teda­
visi için onun tapınaklarında kendisinin vücut bulmuş hali
olarak görülen yılanlar beslenirdi. Dolayısıyla, bu şekilde
Asklepios'un tapınağını ziyaret eden kadınlardan doğan
çocukların babası da muhtemelen yılan-tanrı idi. Klasik
antikitede birçok tanınmış erkek benzer mucizevi doğum
efsaneleri sayesinde kutsal hiyerarşide önemli yerler
edinmişlerdi. Hemşehrileri ünlü Sikyonlu Aratus'un Ask­
lepios'un oğlu olduğuna inanmaktaydı; annesinin bir yı­
lanla girdiği ilişkiden olduğu söylenmekteydi.54 Muhteme­
len ya bir yılanın üstüne oturmuş bir heykelcikle tasvir

"' Pausanias, ii. 10. 3, iv. 14. 7 vd.

95
edildiği Sikyon' daki Asklepios tapınağında55 ya da buraya
çok uzak olmayan Titane'deki, kutsal yılanların derinlikle­
rinden bulanık bir nehrin aklığı dar ve yeşil Asopus vadi­
sine yukardan bakan tepedeki selviler arasında dolandığı,
aynı tanrıya ait daha izbe bir tapınakta gecelemişti.56 Ara­
tus'un annesi orada, selvilerin gölgesinde, kulağında Aso­
pus'un mırıltıları, ülkesinin müstakbel kurtarıcısına hamile
kalmış ya da öyle olduğunu hayal etmişti. Yine, Augus­
tus'un annesinin Apollon tapınağında ilişkiye girdiği bir
yılandan oğluna hamile kaldığı söylenir; dolayısıyla impa­
ratorun o tanrının oğlu olduğu düşünülürdü.57 Messenyalı
kahraman Aristomenes, Büyük İskender ve yaşlı Scipio
için de benzer öyküler anlahlır; hepsinin babasının da yı­
lan olduğu söylenirdi.58 Aelianus'a göre, Hirodes'in zama­
nında bir yılan aynı şekilde Yahudalı bir kadınla ilişkiye
girmişti.59 Bu öykü İsa'nın anne-babasıyla ilgili çarpıtılmış
bir söylenti olabilir mi?
Hindistan'ta taştan oyulmuş yılanların dahi kadınlan
hamile bırakma gücü olduğunu inanılmaktadır. Maisurlu
Komatiler "Naga'ya ya da yılan tanrıya taparlar. Tapınma
işi genellikle kadınlarla sınırlı olup, yılda bir kez Srava­
na'nın (Temmuz ve Ağustos) beşinci günü gerçekleştirilir.
Taş levhalardan yılan tasvirleri oyulup, üzerinde ayrıca bir
tespih ağaa bulunan bir platformdaki Asvattha ağaanın et­
rafına yerleştirilir. Adaklar eşliğinden yerleştirilen bu taş­
ların yaralara ve diğer deri hastalıklarına iyi geldiği gibi

55 Pausanias, ii. 10. 4.


56 Pausanias, ii. 1 1 . 5-8.
57 Suetonius, Divus Augustus, 94; Dio Cassius, xlv. 1. 2. Epir'deki kutsal
bir Apollon korusunda evcil yılanlar beslenirdi. Bunlar bakire bir rahibe
tarafından beslenir, yılanların rahibelerin ge�rdiği yiyecekleri yeme şe­
killerine bakılarak bolluk, sağlık ya da kıtlık ve hastalık kehanetlerinde
bulunulurdu.
511 Pausanias, iv. 14. 7; Livius, xxvi. 19; Aulus Gellius, vi. l; Plutarkhos, İs­

kender, 2. Bütün bu örnekler L. Deubner, De incubatione (Leipzig, 1900), s.


33, tarafından bu bağlamda daha önce ele alınmıştır.
59 Aelianus, De natura animalium, vi, 17.

96
hamile kalmaya da yaradığı söylenir. Kadınlar festival şek­
linde kutlanan belli bir günde bu tapınaklara giderken
yanlarında süt, meyve ve çiçekler götürürler." Taşlan yı­
kar, üstlerine zerdeçal sürer, kaymak ve meyveler arma­
ğan ederler. Bazen yılanların yuvalarını bulur ve delikten
içeri süt dökerler.6CJ

7. Ö lülerin Başka Bir Bedende Dirilişi


Yılanların sıkça insanların babası olarak görülmesinin al­
tında muhtemelen ölülerin dünyaya yılan şeklinde döne­
rek eski evlerini ziyaret ettiği inana yatmaktadır.
Bu inanç Afrika' da, özellikle Bantu kabilelerinde oldukça
yaygındır. Bu inanç örneğin, Zulular, Thongalar ve Güney
Afrika'run Caffre kabilelerinde; Britanya Orta Afrika­
sı'ndaki Ngonilerde; Wabondeiler, Masailer, Suklar, Nan­
dilerde, Alman ve Britanya Doğu Afrikası'ndaki Akikuyu­
lar ve Yukarı Nil'deki Dinkalarda görülmektedir.61 Yine
Madagaskar' daki Betsileo kabilesiyle öteki kabilelerde de
yaygındır. Ibanlarda ya da Borneo'daki Deniz Dyaklarında
bir erkeğin koruyucu ruhu (Tua) "bir yılanda, leoparda ya
da ormanın başka bir sakininde vücut bulur. Bunun, kah-

60 H. V. Nanjundayya, The Ethnographical Survey of Mysore, vi. Komati Cas­


te (Bangalore, 1906), s. 29.
•1 E. de Pruyssenaere, Reisen und Forschungen im Gebiete des Weissen und
Blauen Nil (Gotha, 1877), s. 27. Bkz. G. Schweinfurth, The Heart of Africa
(Londra, 1878), i. 55. Ankole Bahimalannda ölü şefler yılana, ölü krallar
aslana dönüşmektedir. Bkz. J. Roscoe, "The Bahima, a Cow Tribe of En­
kole in the Uganda Protectorate'', fournal of the Anthropological lnstitute,
xxxvii. (1907), ss. 101 vd.; J. A. Meldon, "Notes on the Bahima of Anko­
le", fournal of the African Society, No. xxii. (Ocak 1 907), s. 151. Leonard,
Güney Nijerya' da tapırulan pitonların ölülerin yeniden dünyaya gelmiş
hali olarak görüldüğünü anlatmaktadır; ancak bu oldukça kuşkuludur.
Bkz. A. G. Leonard, The Lower Niger and its Tribes (Londra, 1906), ss. 327
vd. Köle Sahili'ndeki Ewe dili konuşan halklar da pitonlara tapmaktadır,
ancak bunun nedeni ölülerin ruhlarının onlarda yaşıyor olduğu inancı
değildir. See A. B. Ellis, The Ewe-speaking Peoples of tlıe S/ave Coast of West
Africa, ss. 54 vd.

97
ramanlığıyla ya da başka bir erdemiyle tanınan ve öldük­
ten sonra bir hayvanda vücut bulan uzak bir atanın ruhu
olduğu düşünülür. Iban geleneğine göre kabilede önemli
bir kişi öldüğünde gömülmek yerine yakınlardaki bir te­
peye ya da tenha bir yüksek yere bırakılır. Ölünün bırakıl­
dığı yere her gün yiyecek götürülür, birkaç gün sonra be­
den kaybolacak olursa Tua ya da koruyucu ruh olduğu
söylenir. Kronik şikayetleri olanlar genellikle bir türbeye
gider ve türbede yatan kişiden yardım alabilmek için gi­
derken yanlarında armağanlar götürürler. Bu kişiler rüya­
larında ölen kişinin hangi tür hayvanda yeniden vücut
bulduğunu görürler. Ruhun en fazla vücut bulduğu hay­
van yılandır. O yüzden bir Dyak evinde yılan bulunursa
öldürülmez veya kovulmaz; yiyecek verilir, çünkü o, ken­
disinden talepte bulunanların iyi olup olmadığına bakmak
ve onlara iyi şans getirmek için gelmiş koruyucu ruhtur.
Böyle bir yılanın ağzında bulunan şey hemen alınıp uğur
olsun diye saklanır."62 Aynı şekilde Yeni Gine'nin batısın­
da kalan Trobriand Adalarından biri olan Kiriwina' da
"yerliler yılanları kabilenin eski şeflerinden, atalarından
biri olarak daha doğrusu onun ruhunun meskun mahalli
olarak görürler. Bir evde yılan görüldüğünde eski şefin es­
ki evine ziyarete geldiğine inanırlar. Yerliler bunu uğur­
suzluk sayarlar ve daima hayvanı olabildiğince çabuk dı­
şarıya çıkarmaya çalışırlar. Bu durumda şefin itibarı yılana
geçmiştir; yerliler yılanı çömelir vaziyette karşılarlar ve
ona bu şekilde davrandıklarında onu yüksek rütbeli bir şef

62
Leo Nyuak, "Religious Rites and Customs of the Iban or Dyaks of Sa­
rawak,", Dyak dilinden çev. Rahip Edm. Dunn, Anthropos, i. (1906), s.
182. Deniz Dyakları'nın yılanlara duyduğu saygı ve ruhların (antus) yı­
lanlarda yeniden dünyaya geldiği inancı için aynca bkz. J. Perham, "Sea
Dyak Religion," fournal of tlıe Straits Branch of the Royal Asiatic Society, No.
10 (Aralık, 1882), ss. 222-224; H. Ling Roth, The Natives of Sarawak and Bri­
tish North Borneo (Londra, 1 896), i. 187 vd. Ancak bu ikinci anlahmdan,
yılanların içine giren ruhların (antus) insan ataların ruhları olduğunun
varsayıldığı sonucu çıkmamaktadır.

98
gibi selamlamış olurlar. Kendilerine zarar vermesin ve ça­
bucak orayı terk etsin diye edilen dualarla birlikte ona ya­
tıştırıcı hediyeler sunarlar. Yılanı öldürmeye cüret edemez­
ler, çünkü yılanın ölümü öldüren kişiye hastalık ve ölüm
getirecektir."63
Yılanların, ataların dünyaya yeniden gelmiş hali olarak
görüldüğü yerlerde halk doğal olarak bunlara büyük saygı
gösterir ve onları sütle besler, çünkü süt bebeklerin gıdası­
dır ve yılanlar da kadınlardan yeniden doğabilen, henüz
ilk aşamadaki insanlar olarak görülür. O yüzden "Kafir­
Zulular atalarının kendilerini yılan kılığında ziyaret ettiği­
ne inanırlar. Evlerinin çevresinde bir yılan görünce baba
diyerek hemen onu selamlar, yoluna kase içinde süt koyar
ve onu nazikçe ve büyük bir saygıyla geri çevirirler."64
Doğu Afrikalı Masailerde "bir şifacı veya zengin biri ölüp
gömüldükten sonra bedeni çürür çürümez ruhu yılana
dönüşür; yılan çocuklara göz kulak olmak üzere onların
köyüne gider. Bu yüzden Masailer kutsal yılanlarını öl­
dürmezler. Bir kadın kulübesinde yılan görürse içmesi için
yere süt döker ve yılan sütü içip gider."65 Britanya Doğu
Afrikası'ndaki Nandilerde "bir yılan bir kadının yatağına
girerse öldürülmez, çünkü onun ölmüş bir atanın ya da
akrabanın ruhu olduğuna ve bir sonraki çocuğunun güven
içinde doğacağını kadına bildirmek için gönderildiğine
inanılır. İçmesi için yere süt dökülür, adam ya da eşi şöyle
der: ' . . . ziyaret etmek istiyorsan, gel, davet edildin.' Sonra
gitmesine izin verilir. Eğer bir yılan yaşlıların evine girerse
ona süt verir ve 'ziyaret etmek istiyorsan, çocukların kulü­
belerine git,' deyip onu gönderirler."66 Ölünün dünyaya
yeniden gelmiş hali olarak görülen yılanın gerdek yatağına
ve gençlerin kulübelerine gelmesi, yılan bedeninde vücut

03 George Brown, Melanesians and Polynesians, (Londra, 1910), ss. 238 vd.
o.ıRahip E. Casalis, The Basutos (Londra, 1861), s. 246. Bkz. A. Kranz, Na­
tıır und Kulturleben der Zulus (Wiesbaden, 1 880), s. 1 12.
05 A. C. Hollis, 11ıe Masai (Oxford, 1 905), s. 307.

"" A. C. Hollis, The Naııdi (Oxford, 1909), s. 90.

99
bulan ölmüş kişinin dünyaya yeniden bir çocuk olarak
geldiğine işaret eder. Yine, Britanya Doğu Afrikası'nın
Suklarında "öldükten sonra kişinin ruhunun bir yılana
geçtiğine inanılır. Bir yılan bir eve girerse, ölünün ruhunun
çok aç olduğu düşünülür. Yoluna süt dökülür ve yemesi
için yere biraz et ve tütün bırakılır. Yılana yiyecek veril­
mezse hane halkından birinin veya birkaçının öleceğine
inanılır. Bununla birlikte ev dışında karşılaşılırsa öldürü­
lebilir ve bu sırada içinde ölü bir adamın ruhu varsa 'o ruh
da ölür.'"67 Benzer biçimde yılanların bu dünyadan ayrı­
lanların ngoma'sı ya da ruhları olduğuna inanan Britanya
Doğu Afrikası'ndaki Akikuyular "yılanı öldürmezler, iç­
mesi için bal ve süt koyarlar, o da diliyle içer ve uzaklaşır.
Eğer birisi bir yılanın ölümüne neden olursa, derhal köyün
Yaşlılarını toplayıp bir koyun keser. Yaşlılar koyunu yer ve
hayvanın sağ omuz bölgesindeki deriden bir rukwaru kese­
rek yılanı öldüren kişinin sağ bileğine sararlar; bu tören
yapılmazsa o kişinin eşi ve çocukları ölür."68 Bagandalar­
da, Victoria Nyanza gölü kıyısında piton tanrı Selwan­
ga'ya ait bir tapınak vardı, Selwanga piton kılığında bura­
da yaşardı. Tapınak, duvarında kıvrılan tanrının istediği
zaman girip çıktığı yuvarlak bir delik bulunan koni şek­
linde sıradan bir kulübeydi. Tapınakta bir kadın yaşardı,
kulübeye giren piton tanrıya tahta bir kap içinde süt uzata­
rak beslemek onun göreviydi. Çocukların babasının yılan
olduğu düşünülmekteydi; dolayısıyla, çevrede oturan genç
çiftler birliklerinin tanrı tarafından kutsanması, çocuksuz

67 Mervyn W. H. Beech, The Suk, their Language and Folklore (Oxford,


191 1), s. 20.
68H. R. Tate, "The Native Law of the Southem Gikuyu of British East Af­
rica," /ournal of the African Society, No. xxxv., Nisan 1910, s. 243. Aynca
bkz. C. W. Hobley, "Further Researches into Kikuyu and Kamba Religi­
ous Beliefs and Customs," /ournal of the Royal Anthropological lnstitute, xli.
(1911) s. 408. Mr. Hobley'ye göre, Akikuyularda bir ruhun içine yerleşti­
ği düşünülen yılan nyamuyathi adlı farklı bir tür olup, sadece o türe saygı
gösterilir. Bkz. P. Cayzac, "La Religion des Kukuyu," Anthropos, v.
(1910), s. 312.

100
kadınlar da kısırlık lanetinden kurtulmak için çok uzak­
lardan tapınağa gelirlerdi.69 Bu piton tanrının ölmüş bir
atanın vücut bulmuş hali olup olmadığı konusuna deği­
nilmemekle birlikte böyle olması muhtemeldir; kadınları
hamile bırakma gücünün olması bu olasılığı desteklemek­
tedir.
Görünüşe göre Romalılarla Yunanlar da ölülerin ruhları­
nın yılanların bedenlerinde yeniden dünyaya geldiklerine
inanmaktaydı. Romalılarda genius'un ya da her erkeğin
koruyucu ruhunun sembolü bir yılandı.70 Roma evlerinde
o kadar çok yılan beslenirdi ki, zaman zaman çıkan yan­
gınlarla sayılan azalmasa yaşayacak yer bulamazlardı.71
Yunan efsanesine göre Kadmos ve eşi Hannonia öldükten
sonra yılana dönüşmüşlerdi.72 Sparta kralı Kleomenes Mı­
sır' da öldürülüp çarmıha gerilince, büyük bir yılan başına
dolanarak yüzünü akbabalardan korumuştu. Halk bu ola­
ğanüstü olayı Kleomenes'in tanrıların oğlu olduğunun bir
kanıh olarak gönnüştü.73 Yine, Plotinus ölüm döşeğinde
yatarken yatağının alhndan bir yılan çıkmış ve duvardaki

69 Rahip J. Roscoe, The Baganda (Londra, 1 91 1 ), ss. 320 vd. Dostum Mr.
Roscoe, Uganda'nın kuzeyindeki Banyoroların yılanları kutsal kabul
ederek sütle beslediğini anlahnaktadır; ancak bu yaratıkların ölenlerin
yeniden dünyaya gelmiş halleri olup olmadığı konusunda bir şey söy­
lememektedir. Gallaların bir kısmı da yılanları kutsal kabul ederek süt
sunmaktadır, ancak bunların ölmüş ruhların vücut bulmuş hali olup ol­
madığı konusunda herhangi bir şey söylenmemektedir. Bkz. Rahip J. L.
Krapf, Trave/s, Researches and Missionary Labours in Eastern Africa (Londra,
1860), ss. 77 vd. Gine' deki Whydahlar da taptıkları yılanları sütle besle­
mektedir. Bkz. Thomas Astley, New General Collection of Voyages and Tra­
ve/s, iii. (Londra, 1 746), s. 29.
70 L. Preller, Römische Mythologie (Berlin, 1881-1883), ii. 196 vd.; G. Wis­
sowa, Religion und Kultus der Römer (Münih, 1912), ss. 176 vd. Roma İ m­
paratorluğu'nda genius'a tapmak çok yaygın bir uygulamaydı. Bkz. Tou­
tain, Les Cultes Paiens dans /'Empire Romain, I. Cilt, i. (Paris, 1907), ss. 439
vd.
71 Plinius, Nat. Hist. xxix. 72. Bkz. Seneca, De Ira, iv. 31. 6.
72 Apollodoros, Bibliotheka, iii. 5. 4; Hyginus, Fab. 6; Ovidius, Metam. iv.
563-603.
73 Plutarkhos, Kleomenes, 39.

101
bir deliğin içinde gözden kaybolmuş, aynı anda filozof da
can vermişti.74 Görünüşe göre batıl inanç bu yılanlarda
ölülerin ruhlarını görmüştü. Yunan dininde yılan tapılası
ölüleri temsil etrnekteydi;75 aynca Zulularla günümüzün
öteki Afrika kabileleri gibi eski Yunanların da ölülerin ruh­
larının yılanlarda yaşadığına inandığı açıktır. Atina'da
Erekhtheion' da yaşayan ve ayda bir ballı çörekle beslenen
kutsal yılanın muhtemelen, sağlığında aynı yerde hüküm
süren ölmüş kral Erekhtheus'un ruhunu barındırdığı dü­
şünülüyordu.76 Yunanların mezara dökme suretiyle ger­
çekleştirdiği süt saçısında77 amaç muhtemelen ölülerin vü­
cut bulmuş hali olduğu düşünülen yılanları beslemekti;
Tegea'da bulunan iki mezar taşında bir erkek ve bir kadın,
bir yılana sırayla içinde süt olduğu sanılan bir kase uzat­
maktadır.78 Çeşitli Afrika kabilelerinin ölü atalarının yeni­
den dünyaya gelmiş hali olarak gördükleri yılanları sütle
beslediklerini görmüştük;79 aynı geleneği uygulayan Din­
kalar da gömme işleminden bir süre sonra dostlarının me­
zarlarına süt dökmektedir.80 Yunan sanatında yaygın ola­
rak görülen, fincan tabağından bir yılanı besleyen kadın
figürünün ölülerin ruhlarıyla ilgili benzer uygulamadan
alınmış olması mümkündür.81

74 Porphyrios, De vita Platini, s. 103, (Didot edisyonu).


75 Plutarkhos, Cleomenes, 39.
76 Herodotos, viii. 41; Plutarkhos, Themistok/es, 10; Aristophanes, Lysistra,
758 vd. Ayrıca bkz. Pausanias ile ilgili notlarım, i. 18. 2 (cilt ii. ss. 168
vd.).
77 Sofokles, Elektra, 893 vd.; Euripides, Orestes, 1 12 vd.

78 Mittheilungen des Deutsch. Archiiolog. lnstitutes in Athen, iv. (1879), levha


viii.
79 Yukarıda, ss. 99 vd.
80 E. de Pruyssenaere, a.y., (yukarıda, s. 97, dipnot 61).

81 Bkz. C. O. Mililer, Denkmiiler der alten Kust (Göttingen, 1854), lxi. (be­
nimsenen sayfa numaralama sisteminin ilgili referanslan kullanılamaz
hale getirdiği) Cilt i' deki bağlantılı metinle birlikte. Bu gruplarda kadın
figürünün genellikle ve belki de doğru olarak Sağlık Tanrısı (Hygieia) ol­
duğu varsayılmaktadır. Hygieia'nın yılan tanrı Asklepios'un kızı oldu­
ğunu (Pausanias, i. 23. 4) ve dini ritüellerde ve sanatta Asklepios ile bir-

1 02
Ayrıca, Thesmophoria'da Yunan kadınların Ekim ayında
düzenlediği ekim festivalinde, buğday-tanrıçası Deme­
ter' den dolayı kutsal olan büyük mağara veya mahzenler­
de yaşayan yılanlara çörek ve domuz atma geleneği vardı.
Bu şekilde hoşnut edilen yılanların, tarım işlerinden dolayı
topraktan yataklarında kolayca rahatsız olabilecek ölmüş
kadın ve erkeklerin yeniden doğmuş halleri olarak görül­
düklerini pekala tahmin edebiliriz. Bu nazik evlerin, çalıla­
rının üstünde ileri geri çift süren öküzler yüzünden sar­
sılmalarından ve bozulmalarından daha rahatsız edici ne
olabilir ki? Bu durumda rahatsız edilenlerin armağanlarla
gönüllerinin alınması şaşırtıcı değildir. Ancak bazen çiftçi­
nin rahatsız ettiği şey ölüler değil Toprak Tanrıçası' dır.
Columbia Nehri'ndeki Priest Rapids'te bir Kızılderili ka­
hin, "toprak anamızı tarımsal amaçla yaralamak ve kes­
mek, yırtmak veya eşelemek günahhr," diyerek müritleri­
nin toprağı sürmesini engellemişti.82 "Toprağı sürmemi is­
tiyorsunuz," demişti bu bilge Kızılderili, "Bir bıçak alıp
annemin bağrım mı yırtayım? Taş çıkarmamı istiyorsunuz.
Derisini kesip alhndaki kemikleri mi çıkarayım? Otları ve
samanları kesip satarak beyaz adam gibi zengin olmamı
söylüyorsunuz. Annemin saçlarım kesmeye nasıl cüret
edebilirim?"83 Hindistan'ın orta bölgelerinde yaşayan ilkel
bir Dravid kabilesi olan Baigalar aralıklarla ve farklı yer-

tikte anıldığını hatırlahnak gerekir. Bkz. örneğin, Pausanias, i. 40. 6, ii. 4.


5, ii. ii. 6, ii. 23. 4, ii. 27. 6, iii. 22. 13, v. 20. 3, v. 26. 2, vii. 23. 7, viii. 28. I,
viii. 31 . i, viii. 32. 4, viii. 47. i. Girit'te Goumia'da, tarihöncesi bir tapınak­
ta sureti bulunan yılanlı tanrıça, yılan besleyen Hygieia'nın bir önceli
olabilir. Bkz. R. M. Burrows, The Discoveries in Crete (Londra, 1907), ss.
137 vd. Erinys'ün simgesi olan yılanlar ölülerin sembollerinden ya da
daha büyük olasılıkla vücut bulmuş hallerinden başka bir şey olmayabi­
lir; yine Yunan düşüncesindeki antropomorfik eğilime göre Asklepios
gibi Erinys'ün de yılan derisinin içinden çıkmış olması mümkündür.
"2 A. S. Gatschet, The Klamath lndians of South- Western Oregon (Washing­
ton, 1890), s. xcii.
"' Washington Matthews, "Myths of Gestation and Parhırition," Ameri­
can Anthropologist, New Series, iv. (New York, 1902), s. 378.

103
lerde tarım yaparlar, belli bir ormanlık alanı yakhktan son­
ra yağmurlarla birleşen küllerin zenginleştirdiği toprağa
tohum ekerlerdi. "Toprağı sürmeyi reddetmelerinin bir
açıklaması, saban demiriyle toprak ananın göğsünü yırt­
manın günah olduğunu düşünmeleridir."84 Çin'de kazma
ve sürme gibi işlemlerle toprağın ruhlarının rahatsız edil­
mesi o kadar ciddi bir durumdu ki, Çin felsefesi, toprağın
ruhlarının evde olmadığı veya insanlığın iyiliği için birta­
kım geçici tatsızlıklara katlanma nezaketini gösterdiği belli
günler haricinde toprağın kazılmasını veya sürülmesini
yasaklamak suretiyle rahatsız ruhlara dinlenme olanağı
sağlamıştı. M.Ö. 1. yüzyılda yaşayan Çinli yazarın yazdığı
şu sahrlardan da bu anlam çıkmaktadır: "Topraktaki ruh­
ların kazılarak rahatsız edilmeye karşı çıkhklan eğer doğ­
ruysa," diyor bu yazar, "o zaman garıklar açmak ve tarla­
larımızı sürmek için belli günler belirlememiz uygun olur.
(Ama bu hiç yapılmıyor); dolayısıyla şöyle anlaşılıyor; top­
rağın ruhları, çok kızmış olsalar bile, kötü niyetle yapıl­
madığı sürece insanların bu kusurunu görmezden gelirler.
İnsan bunu sadece geçinmek ve refah için yaptığından, bu
davranış toprağın ruhlarında öfke uyandırmaz; o halde
belli günler seçilmiş olmasa bile toprağın ruhları insana
kötü talih getirmezler. Ama toprağın ruhlarının yaphkla­
rından dolayı insanı affetmeden duramayacaklarına ve
toprağı rahatsız ettiği için ondan nefret etmeyeceğine ina­
nırsak, o zaman toprağı sürmek için özel günler belirleme­
nin ne anlamı kalır ki?"85 Gerçekten de ne yararı kalır? Bu
durumda Kızılderili kahine göre tek mantıksal sonuç, ta­
rımı ruhlar dünyasına yapılan saygısızca bir tecavüz ola­
rak kabul edip tamamen yasaklamakhr. Ancak tarımla uğ­
raşan çok az halk üstün güçlere saygı uğruna tarımdan
vazgeçmiştir; bu konuda dine verebilecekleri en fazla ödün

84 Central Provinces, Ethnographic Survey, iii. Draft Articles on Forest Tribes


(Allahabad, 1907), s. 23.
85 J. J. M. de Groot, The Religious System of China, v. (Leyden, 1907) ss. 536

vd.

104
tarımsal işlemleri, bu işlemlerin toprağın ruhlarını her za­
mankinden çok rahatsız ettiği belli zamanlarda ve belli
mevsimlerde yasaklamakhr. Nitekim Bengal'de, Toprak
Ana adına yapılan büyük festival, kadınlarınkine benzer
bir kirlilik yaşadığı varsayılan sıcak sezonun sonunda dü­
zenlenir ve bu süre boyunca her türlü çift sürme, ekim ve
benzeri faaliyet durdurulur.86 Toprağa armağanlar sunulan
yılın belli gününde Batı Afrikalı Ewe çiftçisi toprağı çapa­
lamaz, Ewe dokumaası toprağa sivri kazık sokmaz, "çün­
kü çapa ve kazık Toprağı yaralar ve aatır."87 Meyve ağaç­
larının çiçek açıp meyve vermesini sağlayan tanrı Ratuma­
imbulu yılda bir kez Fiji'ye gelince halk, önemli işini ya­
parken rahatsız olmasın diye bir ay boyunca fazla gürültü
etmezdi. Bu süre boyunca bir şey ekmez, inşaat yapmaz,
denize açılmaz ya da savaşa gitmezdi hatta birçok iş ya­
saklanırdı. Tanrının geliş ve gidiş zamanlarını rahipler du­
yururdu.88 Bu dinlenme ve sessizlik dönemlerini Kızılderili
ve Fijili paskalya perhizi olarak nitelemek mümkün.
Dolayısıyla, kadınların bir yılan tanrıdan hamile kalabi­
leceğine dair Yunan inancının89 altında yılan kılığındaki
ölülerden hamile kalabilecekleri inana yatmaktadır. Eğer
böyle bir inanç söz konusuysa, kısır kadınların rahimleri­
nin canlandırılması için türbelere gitmeleri şaşırtıcı olma­
dığı gibi, bu durum kadınların söz konusu amaçla yılan­
tanrı Asklepios'un tapınağını -ki tapınak önceleri yalnızca
mezardı- ziyaret etmelerini de açıklamaktadır. Suriye'de
çocuk sahibi olmak isteyen kadınların gittiği Aziz Geor­
gios türbelerinde bir lahit veya birinin tasvirinin bulunma-

H6 W. Crooke, Natives of Northern lndia (Londra, 1907), s. 232.


87 J. Spieth, Die Ewe-Stiimme (Berlin, 1 906), s. 796.
RR J. E. Erskine, Journal of a Cruise among the lslands of the Western Pacific

(Londra, 1853), ss. 245 vd.


•• Sabazios gizemlerine kabul edilen kişilerin giysilerinin göğüs kısmına

bir yılan çizilir ve bu yılanın tanrı olduğu kabul edilirdi ( İskenderiyeli


Klemens, Protrept., ii. 16, s. 14, ed. Potter). Her ne kadar tören sadece ka­
dınlarla sınırlı olmasa da bu, kadınların yılanlar tarafından hamile bıra­
kıldığı inancının bir devamı olabilir.

1 05
sı; 90 ve günümüzde Suriyeli köylülerin, kadınların gerçek
bir erkekle ilişkiye girmeden, ölmüş bir kocadan, azizden
ya da bir cinden hamile kalabileğine inanması önemlidir.91
Doğu Antiller' de de ruhların kadınlarla ilişkiye girebildi­
ğine ve onları hamile bırakabildiğine inanılmaktadır. Bor­
neo'daki Olo Ngadjoeları albinoların, ayın ruhunun ölüm­
lü kadınlarla ilişkisinden doğan çocukları olduğuna ve ço­
cukların soluk renginin ilahi babalarının solgunluğunu
yansıttığına inanrnaktadır.92
Bu tür inançlar birçok halkta görülen, ölülerin ruhunun
doğrudan kadınların rahmine geçtiği ve çocuk olarak ye­
niden doğduğu şeklindeki inançla yakından bağlantılıdır.
Örneğin Huronlar, ruhları yoldan geçen kadınların içine
girip yeniden doğsun diye küçük çocukları yol kenarlarına
gömerlerdi.93 Yine benzer biçimde, Batı Afrikalı siyahiler
ruhları yanlarından geçen kadınlar arasından yeni bir anne
seçsin diye küçük çocukları çalılıklara atarlardı.94 Aşağı
Kongo kabilelerinde "bir bebek çalılığa değil her zaman
annesinin evinin yakınına gömülürdü. Eğer bebek annesi­
nin evinin yakınına gömülmezse, annenin şansının kötü
gideceği ve başka çocuğu olmayacağı düşünülürdü." Bu­
rada çıkış noktası muhtemelen, annesinin evinin yakınla-

90 Bkz. yukarıda, s. 94. Güney Slavlarda kadınlar çocuk sahibi olmak için
türbelere giderler. Bkz. aşağıda, s. 1 1 1 .
9 1 S. 1. Curtiss, Primitive Semitic Religion To-day, ss. 1 1 5 vd.
92 A. C. Kruijt, Het Animisme in den lndischen Archipel (Lahey, 1 906), s. 398.
93 Relations des /t!sııites, 1636, s. 130 (Kanada baskısı, Quebec, 1858). Ben­
zer bir amaca yönelik benzer bir gelenek Musquakie Kızılderilileri'nde
de görülmekteydi. Bkz. Mary Alicia Owen, Fo/k-lore of the Mıısqııakie Indi­
ans of North America (Londra, 1904), ss. 22 vd., 86. Burada verilen örnek­
lerden bazıları daha önce, dünyanın farklı yerlerinde görülen çocuk
gömme geleneklerinin yeniden doğumu sağlamaya yönelik olma olasılı­
ğının yüksek olduğunu savunan J. E. King tarafından gündeme getiril­
mişti. Bkz. J. E. King, "Infant Burial", Classical Review, xvii. (1903), ss. 83
vd. Ölülerin yeniden dünyaya gelişine dair inançla ilgili aynnhlı örnek­
ler için, bkz. E. S. Hartland, Primitive Paternity (Londra, 1909-1910), i. 156
vd.
94 Mary H. Kingsley, Travels in West Africa, (Londra, 1897), s. 478.

106
rına gömülen ölü çocuğun onun rahmine girip yeniden
dünyaya geleceği anlayışıdır, çünkü bu halk ölülerin yeni­
den dünyaya geleceğine inanmaktadır. Onlara göre "çocu­
ğun tek yeni yanı bedenidir. Ruh yaşlıdır ve daha önceleri
ölmüş birine aittir ya da yaşayan birinin ruhuna sahiptir."
Örneğin, çocuk annesine, babasına veya amcasına benzi­
yorsa, çocuğun benzediği kişinin ruhuna sahip olduğu ve
dolayısıyla ruhu çocuğa geçen kişinin yakında öleceği dü­
şünülür.95 Kongo'nun kuzeyinde, Ekvator Afrikası'nda ya­
şayan yamyam bir kabile olan Bangalalarda bir gün bir
kadının ana yolun ortasına bir çukur kazdığı görülmüştü.
Kocası onu yalnız bırakması için Belçikalı bir subaya yal­
varmış, eşinin çocuk sahibi olmak istediğini belirterek yolu
daha sonra onarma sözü vermişti. İyi yürekli subay ses çı­
karmayarak kadını izlemişti. Kadın ilk çocuğunun kalınh­
lan olan küçük bir iskeleti çıkarana kadar kazmaya devam
etmiş, iskelete şefkatle sarılmış ve ölü çocuğa içine girip
kendisine annelik duygusunu tekrar yaşatması için yal­
varmıştı. Subay doğru olanı yapmış ve bu duruma gül­
memişti.96 Uganda Protektorası'ndaki Elgon Dağı'ndaki
Bantu kabilelerinden Bagişular "en küçük çocuk ya da hp­
kı onun gibi dünyada uzun bir ömür sürmesi istenen yaşlı
büyükbaba veya büyükanne dışında ölülerini bir yere atar­
lar. . . . Yaşlı bir adamın veya kadının ya da yeni doğmuş bir
bebeğin dünyada uzun bir ömür sürmesi isteniyorsa, en
yakın akrabalardan biri yeni bir çocuk sahibi olana kadar
ceset evin içinde ya da saçak alhnda gömülü tutulur. Yeni
doğan çocuk cesedin adını alır. Bagişular ölünün ruhunun
bu yeni çocuğa geçtiğine ve dünyada yaşadığına yürekten
inanırlar. Yeni çocuğun doğmasından sonra mezar kazılır
ve ceset açığa atılır."97

95 Rahip John H. Weeks, "Notes on some Customs of the Lower Congo


People," Folk-lore, xix. (1908), s. 422 .
.,. T. Masui, Guide de la Section de l' ' E tat lndependant du Congo a l'Exposition
de Bruxel/es- Tervueren en 1897 (Brüksel, 1 897), ss. 1 13 vd.
97 J. B. Purvis, Through Uganda to Mount Elgon, (Londra, 1909), ss. 302 vd.

Bagişu veya Bageşular ve ölülerini atma gelenekleri için bkz. Rahip J.

1 07
Yine, tıpkı iyi ruhların yeniden doğumunu kolaylaştır­
mak için bir şeyler yapılması gibi, kötü hortlakların yeni­
den doğmasını engellemek için de önlemler alınır. Örne­
ğin, Orta Afrika Bagandalannda "yeni kuşaklar gebeliğin
nedenini bilirken, eski tarihlerde yaşayanların gebeliğin
nasıl oluştuğundan emin olmadıklarını ve erkek cinsiyle
ilişkiye girmeden de hamile kalınabileceğini düşündükle­
rini okuyoruz. O yüzden intihar edenin cesedinin yakıldığı
ya da doğum sırasında önce ayakları gelen çocuğun gö­
müldüğü bir yerden geçilirken önlemler alınırdı. Kadınlar
böyle bir noktaya ot veya çubuk parçaları atardı, çünkü
böylelikle ölünün ruhunun içlerine girmesini ve yeniden
doğmasını engelleyebileceklerini düşünürlerdi."98 Bu tür
hortlaklar tarafından hamile bırakılma korkusu sadece evli
kadınlarla sınırlı değildi; genç yaşlı, evli bekar bütün ka­
dınlar aynı korkuyu paylaşırdı ve hepsi de tehlikeyi aynı
yöntemle savuşturmaya çalışırdı.99 Yine Baganda kadınlan
karşı cinsin katkısı olmadan, sadece sevimsiz hortlaklar­
dan değil, aynı zamanda muz çiçeğinden de hamile kalabi­
leceklerini düşünürlerdi. Eğer bir kadın bahçesinde muz
ağaçlarının altında çalışırsa ve şans eseri ağaçlardan birin­
den büyük bir mor çiçek sırtına ya da omuzlarına düşerse,
Bagandalara göre hamile kalması işten bile değildi; bir ka-

Roscoe, "Notes on the Bageshu," /ournal of the Royal Anthropologica/ Inti­


tute, xxxix. (1909), ss. 181 vd.
98 Rahip. J. Roscoe, Tlıe Baganda (Londra, 191 1 ), ss. 46 vd. Kadınlar, ikizle­

rin mezanndan geçerken ikizlerin ruhlanrun içlerine girip yeniden doğ­


malarını engellemek için benzer bir önleme başvururdu (a.g.e., ss. 124
vd.) Bagandalar doğum sırasında önce ayakları gelen çocuklan boğarak
öldürüp yol kavşaklarına gömerlerdi. Yoldan geçen kadın ve kızlar tara­
hndan bu mezarlann üstüne ahlan çubuk ve ot yığınlan zaman içinde
yolu tıkayıp gelen geçenin dikkatini çekecek kadar büyük tepeler oluştu­
rurdu. Bkz. J. Roscoe, a.g.e., ss. 126 vd., 289.
99 Rahip. J. Roscoe, a.g.e., ss. 126 vd. Batı Afrika'nın Senegal ve Nijer böy­
gelerinde kadınların erkekle bedensel ilişkiye girmeden hamile kalabile­
ceklerine inandıklan söylenmektedir. Bkz. Maurice Delafosse, Haııt­
Senegal-Niger, Le Pays, /es Peııples, /es Langııes, /'Histoire, /es Civilisations
(Paris, 1912), iii. 171.

108
dm kocasından başka bir nedenle hamile kalır ve zinayla
suçlanırsa, gururla çocuğun babasının muz çiçeği olduğu­
nu söylemesi suçlamadan kurtulması için yeterliydi. Bu
önemli olayın muz çiçeğine bağlanmasının altında, ataların
ruhlarının muz bahçelerinde yaşadığına inanılması ve Ba­
gandalann çocukların ikizi olarak gördüğü plasentalann
doğumdan sonra genellikle muz ağaçlannın dibine gö­
mülmesi yatrnaktadır.100 Her çiçeğe bir ruh oturduktan
sonra çiçek kılığında şehvetle bir kadının sırtına düşerek
rahmine yerleşmesinden daha doğal ne olabilir ki?
Yine, Kuzey Hindistan' da bir çocuk öldüğü zaman ge­
nellikle evin eşiğine gömülür, "çünkü anne-baba her gün
mezarın üstüne basarak yürüyeceği için ruhun aile içinde
yeniden doğacağına inanılır. Mr. Rose'un öne sürdüğü gi­
bi, Hindu çocuklarının niçin yakılmayıp gömüldüğünün
açıklaması işte burada yatmaktadır. Ruhlan odun ateşinin
dumanıyla havaya kanşmaz, aile içinde yeniden dünyaya
gelmek üzere toprakta kalır."101 Ölen çocukların yeniden
dünyaya geleceği inancı Pencap'ta ilginç ve etkileyici gele­
neklere yol açmışhr. Örneğin, "Hissar Eyaleti'nde Bişnoiler
ruhun anneye dönüşünü kolaylaşhracağı inancıyla ölen
çocuklannı eşiğe gömerler. Bu gelenek, ölü bedenin arka
kapının eşiğine gömüldüğü Kangra eyaletinde de yaygın
olarak uygulanmaktadır. Bazı yerlerde, çocuğun bebekken
ölmesi ve annesinin sütünün iki üç gün toprağa düşmesi
halinde çocuğun ruhunun yeniden doğmak üzere geri gel­
diğine inanılır. Bunun için suyla kanşhnlan süt küçük bir
toprak kaseye konur ve ölü çocuğun ruhuna peş peşe üç
akşam sunulur. Yine Ambala ve Gucerat eyaletlerinde, ça­
kallarla köpeklerin ölen çocuğun bedenini eşeleyerek çı-

100 Rahip J. Roscoe, The Baganda, ss. 47 vd.; Totemism aııd Exogamy, ii. 506
vd. Çocuk plasentalarının muz ağaçlarının dibine gömülmesi geleneği
için bkz. J. Roscoe, a.g.e., ss. 52, 54 vd.
101 W. Crooke, Natives of Nortlıerıı lııdia, (Londra, 1907), s. 202. Hindular­
da çocukları gömme ve yetişkinleri yakma geleneği için bkz. The Belief in
lmmortality and the Worship of the Dead, i. 162 vd.

1 09
karbp köye veya kasabaya doğru getirmesi halinde, bu­
nun, çocuğun annesine döneceği, başka tarafa götürmesi
halinde ise ruhun başka bir ailede yeniden dünyaya gele­
ceği anlamına geldiği düşünülür. Anne bu amaçla çocuğun
ölümünün ikinci günü sabahleyin erkenden dışarı çıkarak
köpeklerin cesedi köye doğru götürüp götürmediğine ba­
kar. Çocuk gömülmek üzere götürülürken, anne üzerinde­
ki eşyadan bir parça keserek ruhu kendisine geri dönmeye
ikna etmek için saklar. Kısır kadınlar ya da çocuklarını be­
bek yaşta kaybedenler, ölü çocuğun annesi yerine kendile­
rine döneceği inancıyla kıyafetinden bir parça yırtarak bu­
nu kendi kıyafetlerine tuttururlar. Bu yüzden aileler ölen
çocuklarının giysilerinin kaybolmamasına büyük dikkat
gösterir, hatta bazıları bunları evlerinin içine gömerler." 102
Bilaspur'da "yeni doğan ya da chhatti'den (alhncı gün,
arınma günü) önce ölen bir çocuk gömülmek üzere evden
çıkarılmak yerine toprak bir kabın içine konup evin kori­
doruna ya da bahçesine gömülür."103 Burada, Bilaspur' da
halk ölenin ne zaman dünyaya yeniden çocuk olarak gel­
diğini saptamak için basit bir yol geliştirmişti. Herhangi
biri ölünce vücudunu is veya yağla işaretlerler ve aile için­
de yeni doğan bebekte benzer bir işaret görülürse ölenin
hayata yeniden geldiği sonucuna varırlardı. 104 Güney Hin­
distan' daki Godavari eyaletinde yaşayan Koilerde ölüler
genellikle yakılır, ancak çocuklarla genç kadın ve erkekle­
rin bedenleri gömülür. Bir çocuk doğumundan sonraki bir
ay içinde ölürse, genellikle evine yakın bir yere gömülür,
"böylece saçaklardan damlayan yağmur mezarın üstüne
düşer ve anne babanın başka bir çocukla kutsanmasını
sağlar." Buna göre, ölen çocuğun yağmurla tazelenip can-

ıoz Census of lndia, 1911, cilt xiv. Puııjab, Kısım i., Rapor, Pandit Harikis­

han Kaul (Lahor, 1912), s. 299.


ıo3 E. M. Gordon, Indian Folk Tales (Londra, 1908), s. 49. Yazar gelenekle
ilgili başka açıklamalar da yapmaktadır, ancak buradaki temel güdü
muhtemelen ölü çocuğun annede yeniden dünyaya gelmesini sağlama
arzusuydu.
ıo• E. M. Gordon, a.g.e., ss. 50 vd.

1 10
lanan ruhunun tekrar annenin rahmine geçeceği varsayılır.
Hindistan'daki suç kayıtlarında "öldürülen çocuğun ru­
hunun çocuk sahibi olmak isteyen kadında yeniden dün­
yaya geldiği inanayla, kısırlığa deva bulmak adına bir er­
kek çocuğun törenle öldürüldügti birçok vakaya rastlan­
maktadır. Tören sırasında kadın çocuğun ruhuyla birleş­
mek için cesedin üstünde ya da cesedin yıkandığı suda yı­
kanır. Son zamanlarda kadının çocuğun kanıyla yıkandığı
vakalara dahi rastlanmışhr." 105
Gondlar ölümün beşinci gününde ruhu geri getirme tö­
reni düzenlerler. Bu amaçla bir nehir kıyısına gidip yüksek
sesle ölenin adını söyler ve suya girip bir balık veya böcek
yakalarlar. Sonra bu hayvanı eve götürüp mukaddes ölüle­
rin arasına bırakırlar. Bu şekilde ölenin ruhunun eve geri
getirildiğini varsayarlar. Bazen de balık ya da böcek bir ço­
cuk olarak yeniden dünyaya geleceği inancıyla yenir. Bu
son gelenek bir bitki ya da hayvan yiyerek ya da sadece
bunları göğsüne koyarak hamile kaldığı düşünülen bakire­
lerin durumunu açıklamaktadır.106 Bütün bu vakalarda,
bitki ya da hayvanın ölen kişinin ruhunu taşıdığı ve bunun
da bakirenin rahmine geçip çocuk olarak yeniden dünyaya
geldiği sonucunu çıkarabiliriz. Güney Slavlarda çocuksuz
kadınlar çocuk sahibi olmak için genellikle hamileyken
ölen bir kadının mezarını ziyaret ederler. Orada mezar üs­
tündeki otlardan bir miktar ısırıp ölenin adını söyler ve
rahmindeki meyveyi kendilerine vermesi için yalvarırlar.
Sonra mezardan küçük bir miktar toprak alır ve kuşakları­
nın altına bağlayarak dolaşmaya başlarlar.107 Anlaşıldığı
kadarıyla doğmamış çocuğun ruhunun otların ya da top­
rağın içinde olduğunu ve oradan kendi bedenlerine geçe­
ceğini düşünürler.

105 W . Crooke, Natives of Northern lndia, s. 202; Census of India, 1901, cilt.
xvii. Pıınjab, Kısım i., Rapor, H. A. Rose (Simla, 1902), ss. 213 vd.
106 Bazı öykülerde hamilelik bir şey yiyerek değil de su içmek suretiyle
gerçekleşir. Ama ilke aynıdır.
107 F. S. Krauss, Sitte und Branch der Sud-Slaven (Viyana, 1885), s. 531.

111
Alman Yeni Ginesi'ndeki Kailerde "imkansız gibi görün­
se de kadınlar cinsel ilişkiyle hamilelik arasında bir bağ­
lanh olduğunu bütün ciddiyetleriyle reddederler. Kuşku­
suz insanların çoğu bu sürecin pekala bilincindedir. Bazı
bireylerin bu konudaki cehaleti muhtemelen birçok evli
kadının ömür boyu çocuk sahibi olamamasından kaynak­
lanmaktadır. Son olarak, animist inanç da bu bilgisizliği
pekiştirmektedir."108 Bazı Güney Melanezya adalarında da
yerliler hamile kalmak için cinsel ilişkiye gerek olmadığına
ve kadının bir hayvan ya da meyve ruhla, erkeğin yardı­
mına gerek olmadan hamile kalabileceğine inanmaktadır.
Banks adalarından biri olan Mota adasında "olaylar genel­
likle şu şekilde gelişir: Bahçesinde, çalılıkta ya da kıyıda
oturan bir kadın peştamalının içinde bir hayvan ya da
meyve bulur. Bunu alıp köye götürür ve ne anlama geldi­
ğini sorar. Çevredekiler de bu hayvanın karakterini taşıyan
ya da bizzat hayvan olan bir çocuk doğuracağını söyler.
Sonra kadın yaratığı bulduğu yere geri götürür ve yuvası­
na, yani kara hayvanıysa karaya, su hayvanıysa geldiği
düşünülen gölete ya da akarsuya bırakır. Etrafına bir du­
var örer ve her gün oraya giderek yaratığı besler. Bir süre
sonra hayvan ortadan kaybolur ve bu durumda hayvanın
kadının içine girdiğine inanılır. Burada hayvandan fiziksel
olarak hamile kalındığına ya da hayvan şeklindeki bir cis­
min kadının rahmine girdiğine dair bir inanç olmadığı
açıktır. Edinebildiğim bilgilere göre bu şekilde bulunan bir
hayvan, en baştan itibaren maddi bir cisim olmaktan çok,
şu veya bu şekilde doğaüstü bir varlık, bir ruh-hayvan ola­
rak görülür. Halen Mota'da yaşamakta olan yaşlı bir ada­
mın anlattığına göre, peştamalında hayvan bulan bir kadın
bunu avucunun içinde dikkatle köye götürmüş, ama hay­
vanı çevresindekileri göstermek için elini açhğında hayva­
nın gittiğini görmüş ve buradan, kadın çalılıktan eve gelir-

um
R. Neuhauss, Deııtsch Neıı-Gııinea, iii. (Berlin, 191 1 ), içinde C. Keysser,
"Aus dem Leben der Kaileute," s. 26.

112
ken hayvanın kadının vücuduna girdiği sonucuna varıl­
mış . . . . Doğan çocuk bir bakıma anne tarafından bulunmuş
bir hayvan ya da bitki olarak görülür. Çocuk hayah bo­
yunca o hayvanı yemez, yerse de ciddi bir hastalığa yaka­
lanır, hatta hayahnı kaybeder. Bulunan şey bir meyveyse,
çocuk o meyveyi yemez ve o meyvenin yetiştiği ağaca do­
kunmaz . . . . Söz konusu hayvanın neden yenmediğini araş­
tırınca, bunun kişinin kendini yemesi olarak algılandığını
öğrendim. Dolayısıyla bu, bir tür yamyamlık olarak gö­
rülmekteydi. Kişiyle, bu şekilde özdeşleştirildiği tür ara­
sında çok yakın bir ilişki olduğuna dair inanan olduğu
açıkhr.
"Çocuğun hayvan doğasına dair inancın bir başka yönü
de, özdeşleştirildiği hayvanın fiziksel ve zihinsel özellikle­
rini de aldığı inancıdır. Dolayısıyla, bulunan hayvan bir
deniz yılanıysa ve bu sık görülen bir şeyse, çocuk zayıf,
tembel ve yavaş olacakhr; eğer bir yılanbalığı ise, benzer
özellikler olacaktır; bir keşiş yengeciyse, çocuk fevri bir ka­
raktere sahip olacakhr; yarasaysa, hem fevri karakterde
hem de esmer olacakhr; fırça hindisiyse, huyu iyi olacakhr;
kertenkeleyse, çocuk yumuşak ve nazik olacakhr; fareyse,
düşüncesiz, aceleci ve sert olacakhr. Bulunan nesne meyve
ise, yine çocuk onun özelliklerini alacaktır. Yabani Malay
elması (malmalagaviga) olması durumunda, çocuğun koca
bir karnı olacak ve bu durumdaki kişiye, 'Sen malmalagavi­
ga' dan mı oldun?' denecektir. Womarakaraqat denilen bir
meyve ise, çocuk iyi huylu olacakhr.
"Mota'ya yakın bir ada olan Motlav adasında da annenin
giysisi içinde bir hayvan bulması halinde çocuğun o hay­
vana benzeyeceğine ve o hayvanı yememesi gerektiğine
inanılır. Yine burada da çocuğun o hayvanın özelliklerini
alacağına, sarı yengeçle özdeşleştirilmesi halinde iyi huylu
ve beyaz tenli, keşiş yengeciyle özdeşleştirilirse çocuğun
öfkeli ve huysuz olacağına inanılır. Bu adada çocuğunun
belli bir karakterde olmasını isteyen bir kadın sık sık aynı
özellikleri sergileyen hayvanı bulabileceği yere gider. Do-

1 13
layısıyla, eğer beyaz tenli bir çocuk istiyorsa, açık renkli
yengeçlerin olduğu bir yere gider."109
Avustralya'nın büyük bir bölümünde, özellikle de Orta,
Kuzey ve Batı bölgelerde aborijinler çocuk sahibi olmak
için ille de çiftlerin bir araya gelmesi gerekmediğine inanır­
lar; hatta birçoğu daha ileri giderek türlerin çoğalmasının
gerçek nedeninin cinsel ilişki olmadığını savunur. Arunta­
larda, Kaitishler, Luritchalar, Ilpirra ve Orta Avustral­
ya'nın kıraç steplerinde dolaşan diğer kabilelerde, her bi­
reyin ölmüş bir atanın yeniden dünyaya gelmiş hali oldu­
ğuna ve ölülerin ruhlarının doğrudan kadınların rahmine
geçtiğine ve kadınların bunları karşı cinsle ilişkiye girme­
den doğurduğuna inanılır. Bu kabileler ölenlerin ruhları­
nın kaya ya da ağaç gibi doğal bir özellikle işaretlenmiş
belli yerlerde bir araya gelerek oralarda yaşadıklarını ve
bu dinlenme yerlerinden çıkıp, yakından geçen kadın ya
da kızların bedenlerine girdiğini düşünmektedirler. Bir
kadın, rahminin uyandığını hissedince yakınlardaki bir
ölüler mekanından içine bir ruhun girdiğini bilir. Hamile-

109 W. H. R. Rivers, "Totemism in Polynesia and Melanesia," fournal of the


Royal Anthropological Institute, xxxix. (1909) ss. 173-175. Bkz. Totemisrıı and
Exogamy, ii. 89 vd. Hayvanlann kadınlann içine girebileceği ve o kadın­
lardan söz konusu hayvanınkine benzer özellikte çocuklar doğabileceği
şeklindeki bu inanç konusunda Dr. Rivers şu gözlemde bulunmaktadır
(s. 174): "Bu inancın, insan babanın fiziksel rolü konusundaki bilgisizlikle
bağlantılı olmadığı ve herhangi bir hayvanın görülmediği durumlarda
hamile bırakma rolünü babanın oynadığı açıktır. Çocuğun özelliklerinin
kadının etkilendiği hayvanınkine benzeyeceği şeklindeki inancı tam ola­
rak anlamak bize imkansız gelmektedir, ancak bu türden bir inancın,
uzun yıllar süren Avrupa etkisinden ve bazılarının benimsediği Hıristi­
yan öğretisinden etkilenmemiş olması da mümkün değildir. Bu konu üs­
tüne yapılmış uzun bir araştırmanın dahi halktaki söz konusu etkinin
kaynağıyla ilgili inançların kökenini ortaya çıkarabileceği kuşkuludur."
Bana göre, Dr. Rivers'ın bu metinde sözünü ettiği inanç, çocuğun doğa­
bilmesi için insan babanın varlığının zorunlu olduğuna dair inançla çe­
lişmektetir. Belki de Avrupalılarla girilen temas sonucunda halkın bu­
gün insan babalığı bir zorunluluk olarak kabul etmesine rağmen, bu in­
sanlar söz konusu inancın ilk ortaya çıktığı dönemde bunu kesinlikle ka­
bul etmemiş olmalıdırlar.

1 14
liğe ve doğuma getirilen olağan açıklama budur. "Bu kabi­
lelerin yerlileri çocuğun, atalardan birinin ruhunun anne­
nin içine girmesinin doğrudan sonucu olduğuna inanırlar.
Üremenin cinsel birleşmeyle bağlantısı konusunda hiçbir
fikirleri yokhır ve çocukların cinsel birleşme olmadan do­
ğabileceğine kesinlikle inanırlar."110 Ruhların yeniden
doğmak üzere toplandığı yerler genellikle çok eski zaman­
larda yaşamış uzak ataların toprağa geçtiği söylenen yer­
lerdir; yani buralar kabilenin atalarının öldüğü ya da gö­
müldüğü düşünülen yerlerdir. Örneğin Warramunga kabi­
lesinde, Kara-yılan klanının atasının bir derenin kenarın­
daki kaya ve ağaçlara birçok Kara-yılan çocuk bıraktığı
söylenir. Dolayısıyla bugün hiçbir kadın bu ağaçlara balta
vurmaya cüret edemez, çünkü balta vuracak olursa ağacın
içindeki ruh-çocuklardan birinin serbest kalıp hemen içine
gireceğini kesinlikle bilir. Onlara göre ruh bir kum taneci­
ğinden daha büyük olmayıp, kadının içine göbeğinden gi­
rer ve rahminde gelişerek çocuk haline gelir.111 Yine, Arun­
ta kabilesinin geniş topraklarında çeşitli yerlerde, içinde
yeniden doğmayı bekleyen ruhların bulunduğu kimi kaya­
lar vardır. O yüzden bu kayalara "çocuk-kayalar" denir.
Bunlardan birinde bir delik vardır, kayanın içindeki ruh­
çocuklar bu delikten gelip geçen kadınlara bakarlar. Bu
kayanın yanına gelen bir kadının hamile kalacağına kesin
olarak inanılır. Genç bir kadın çocuk istemediği halde ka­
yanın yanından geçmek zorunda kalırsa, yüzünü buruşhı­
rup elinde bastonla topallayarak gençliğini özenle gizler.
İhtiyar bir kadın gibi iki büklüm olur ve yaşlılarınki gibi
çatallaşmış bir sesle, "Bana gelme, ben yaşlı bir kadınım,"
der. Ancak kayayı ziyaret etmeyen kadınların da hamile

ı ıo B. Spencer ve F. J. Gillen, Northern Tribes of Central Aııstralia, (Londra,


1904), 5. 330; aynca bkz. a.y., 55. xi, 145, 147-151, 155 vd., 161 vd, 169 vd.,
174-176, 606; Native Tribes of Central Australia (Londra, 1899), 55. 52, 123-
125, 126, 132 vd., 265, 335-338.
1 1 1 B. Spencer ve F. J. Gillen, Northern Tribes of Central Australia, (Londra,
1904), 55. 162, 330 vd.

115
kalabileceği düşünülür. Eğer karı ve kocanın ikisi de çocuk
istiyorsa, koca saç bağını taşın etrafına bağlayıp taşı okşa­
yarak kansının olduğu tarafı işaret eder. Aynca kötü niyet­
li bir adamın benzer bir ayinle kadınları uzaktan hamile
bırakhrabileceğine de inanılır.112
Bu tür inançlar sadece Orta Avustralya ile sınırlı olma­
yıp, kuzeydeki Eyre Gölü'nden denize ve Carpentaria Kör­
fezi'ne kadar bütün kabilelerde görülür.113 Örneğin Mun­
garailer çok uzak mazide eski atalarının ülkenin her yerin­
de dolaşarak toprağa doğal özelliklerini verdiklerini ve
durdukları yerlerde arkalarında ruh-çocuklar bırakhklarını
söylerler. Ataların bedenlerinden çıkan bu çocuklar belli
noktalarda bekleyerek, içine girip doğacakları bir kadın
geçmesini kollarlar. Örneğin Roper Nehri'ndeki McMinn
kumluğunda hepsi de tek bir toteme ait olan ve o totemin
kadınlarına girmeye can atan ruh-çocuklarla dolu büyük
bir sakız ağaa vardır. Yine, gök gürültüsü totemine bağlı
olan atalardan biri Crescent Lagünü'ne birçok ruh-çocuk
bırakmıştır; eğer Gnaritjbellan altsınıfından bir kadın aya­
ğını suya fazla daldıracak olursa, ruh-çocuklardan biri ba­
cağına ve oradan bedenine geçer ve bir süre sonra tote­
minden dolayı gökgörültüsüyle gelecek bir çocuk doğar.
Ya da kadın eğilip su içerse, ruhlardan biri ağzından kadı­
nın içine girer. Yine, Roper Nehri'nde kırmızı zambakların

1 12 B. Spencer ve F. J. Gillen, Northern Tribes of Central Austra/ia, ss. 337 vd.


ıı.ı W. Baldwin Spencer, An Introduction to the Study of Certain Native Tri­
bes of the Northern Territory (Melboume, 1912), s. 6: "Vahşi kabilelerde iki
temel reenkamasyon anlayışı ve çocukların cinsel ilişkinin bir ürünü ol­
madığı inancı görülür. Bu iki inancın kuzeyde Katherine Irmağı'na ve
doğuda Carpentaria'ya kadar bütün kabilelerde görüldüğünü bilmekte­
yiz." Profesör Baldwin Spence (Melboume, 27 Temmuz 1913) tarihli bir
mekhıbunda bana, Kuzey Bölgesi'ndeki Timsah Nehri civannda yaşa­
yan yerlilerin -bpkı bütün öteki kabililerde olduğu gibi- "büyük ataların
nasıl ülkenin her yanında dolaşıp arkalarında ruh-çocuklar bırakhğına
ve bunların bir süre sonra yeniden dünyaya geldiğine dair ayrınblı gele­
neklere sahip olduklarını; adlarından anlaşıldığı üzere bu çocuklarda
kimin yeniden dünyaya geldiğini bildiklerini" yazmaktadır.

1 16
büyüdüğü lagünler vardır; ve su bir kanguru adam tara­
fından bırakılmış ruh-çocuklarla doludur. Gnaritjbellan
altsınıfından kadınlar zambak toplamak için suya girince,
küçük ruhlar bacaklarına akın eder ve kanguru çocuklar
dünyaya gelir. Aynı şekilde, Nullakun kabilesinin toprak­
larında bir adamın gökkuşağı totemine ait ruh-çocuklar bı­
raktığı bir akarsu vardır; aynı totemden bir kadın su içmek
için buraya gelince, gökkuşağı çocuğun ruhu onun içine
girer ve doğar. Yine, Yungman kabilesine ait topraklarda
Elsey Irmağı'nın yakınlarındaki ağaç ve taşlar şeker­
torbası (bal peteği) totemine ait ruh-çocuklarla doludur; bu
şeker-torbası çocukları aynı totemden kadınların içine gi­
rer ve dünyaya gelirler.114
Queensland'te Tully Nehri yerlileri cinsel ilişkiyle kadın
hamileliği arasında bağlantı olmadığını düşünürken, garip
bir şekilde hayvanlardaki hamileliği cinsel ilişkiye bağlar
ve türlerini sürdürmek için hayvanlar gibi aşağılık ve kaba
araçlara başvurmak zorunda olmadıkları için üstünlükle­
riyle gurur duyarlar. Onlara göre kadınların hamile kal­
masının altında dört neden yatar. Birincisi, kadın çocuğu
Avrupalıların bilgi eksikliğiyle baba diye adlandırdığı bir
erkekten özel bir tür siyah mercanbalığı alarak yüklenmiş
olabilir; bunu kızartıp, kızarmış balığın iştah açıcı kokusu­
nu içine çekmiş olabilir. Bu, çocuk sahibi olmak için fazla­
sıyla yeterlidir. İkinci olarak, kadın bir çeşit boğa kurbağa­
sı yakalamak amaayla dışarı çıkmış olabilir, yakalamayı
başarmışsa eğer, bu da hamileliği için pekala kesin ve tat­
min edici bir açıklama olabilir. Üçüncü olarak, bir adam
kendisine hamile kalmasını söylemiş olabilir, sadece söy­
lemek bile istenen etkiyi yaratabilir. Dördüncü ve son ola­
rak, kadın sadece çocuğun içine koyulmuş olabileceğini
hayal edebilir ki bu da hamile kalmak için yeterlidir. Beyaz
adam bu konuda ne düşünürse düşünsün, Tully Neh-

114 W. Baldwin Spencer, An Intro dııction to the Stııdy of Certain Native Tri­
lıcs of the Northern Tcrritory (Melboume, 1912), ss. 41 -45.

1 17
ri'ndeki siyahilere göre bebek doğumlarının ardındaki
gerçek nedenler bunlardır.115 Queensland'teki Cape Bed­
ford civarında yaşayan yerliler bebeklerin, başlarının ön ve
arkasında iki çift göz bulunan ve sık çalılıklarda yaşayan
uzun saçlı periler tarafından gönderildiğine inanırlar. Ço­
cuklar güneşin bathğı uzak bahda, bebek olarak değil tam
gelişmiş olarak üretilir; ancak güneşin bathğı topraklardan
rahimlere geçerken, kız iseler mahmuzlu kızkuşuna, erkek
iseler yılana dönüşürler. O yüzden, geceleyin bir kızkuşu
sesi duyulunca siyahiler kulaklarını dikip, "Merhaba! Ya­
kınlarda bir yerde bir bebek var," derler. Bir kadın dışarı­
da, çalılıklarda yiyecek ararken, gerçekte kendisine anne
arayan bir erkek bebek olan sevimli yılan görürse ailesine
seslenir, onlar da koşarak gelip taşları, yapraklan ve odun­
ları çevirerek yılanı ararlar; bulamazlarsa, yılanın kadının
içine gittiğini ve yakında erkek bebek olarak dünyaya ge­
leceğini bilirler.116 Queensland'teki Pennefather Irmağı'nda
kadının içine bebek koyan varlığa Anje-a adı verilir. Bu
varlık mangrov bataklıklarından bir parça çamur alır, ça­
muru yoğurup bebek şekli verir ve bunu kadının rahmine
sokmaya çalışır. Ormanın derinliklerinde, kayalıklarda ve
uzun mangrov bataklıklarında yaşadığı için bu varlığı
görmek mümkün değildir; ama zaman zaman oralarda
kendi kendine güldüğü duyulabilir; güldüğü duyulursa
bu, birileri için bir bebek hazırlamış demektir.117 Kuzey
Queensland'teki Cairns bölgesi kabilelerinde "bir kadının
bir erkekten yiyecek kabul etmesi sadece bir evlilik töreni
olarak değil, aynı zamanda hamile kalma gerekçesi olarak

1 15 Walter E. Roth, Nortlı Queensland Ethrıography, Bul/etin No. 5, Supersti­


tion. Magic, and Medicine (Brisbane, 1 903), ss. 22, 81 .
1 16 Walter E. Roth, a.x.e., s. 23.
1 17 Walter E. Roth, a.x.e., s. 23. Mr. Roth haklı olarak şöyle eklemektedir:
"Bütün bu Kuzey kabilelerinde geleneksel olarak kızların daha çocukken
ve ergenliğe daha yıllar olmasına rağmen evlendirildiği hahrlanacak
olursa, cinsel ilişki olmadan hamile kalma fikri kısmen de olsa anlaşılabi­
lir."

1 18
görülür."1 1 8 Benzer biçimde, Kuzey Bölgesi'ndeki, Port Da­
rin, Daly River ve özellikle de Larrekiya ve Wogait civa­
rındaki Avustralya kabilelerinde "hamilelik cinsel ilişkinin
doğrudan bir sonucu olarak görülmez." Wogait yaşlıları
büyük bir ateşten bebekler alıp bunları doğurmaları için
kadınların rahimlerine koyan kötü bir ruh olduğunu söy­
lerler. Normalde ava gidip bir hayvan avlayan ya da başka
yiyecek toplayan bir erkek bunu eşine verir ve o da hamile
kalıp çocuk doğurma umuduyla bunu yer. Doğan çocuk
ilk dişleri çıkana kadar anneyi hamile bırakan bu yiyecek­
ten yemez.119 Yiyeceklerin hamileliğe yol açbğına dair ben­
zer inanç Bah Avustralya'da da görülür. A. R. Brown bu
konuda şöyle diyor: "Gascoyne Nehri'nin ağzındaki In­
garda kabilesinde çocuğun, annenin hamilelik sırasında
yaşadığı ilk mide bulantısından hemen önce yediği yiye­
ceğin ürünü olduğuna inanıldığını gördüm. Bu konuda
bana bilgi veren kişi, babasının mızrakla muhtemelen
bandikut faresi olan bandaru adlı, artık bu civarlarda pek
görülmeyen küçük bir hayvan avladığını söyledi. Anne bu
hayvanı yedi ve sonunda bana bu bilgiyi veren kişiyi dün­
yaya getirdi. Bu kişi bana, annesi tarafından yenmeden ön­
ce babasının mızrağı sapladığı yer olduğunu söylediği yan
tarafındaki izi gösterdi. Annesinin evcil bir kediyi yemesi
sonucu dünyaya geldiği söylenen küçük bir kız çocuğu
gösterildi; kızın erkek kardeşi de bir toy kuşundan ortaya
çıkmıştı. . . . Toy kuşu bu iki çocuğun babasının ve dolayı-

1 1 8 Kuzey Queensland Piskoposu'nun (Dr. Frodsham) bana gönderdiği,


(Townsvill Piskoposluğu, Queensland,) 9 Temmuz 1909 tarihli mektup.
Piskopos'un ahnh yaphğı kişi, Yarrubah Misyon şefi Rahip C. W. Morri­
son' dır. Dr. Frodsham aynı mektupta kişisel gözlemlerini aktanrken,
"kuzey kabilelerinde yaygın olan, cinsel birleşmenin hamile kalma ne­
deni olmadığı inanandan" söz etmektedir. Bkz. J. G. Frazer, "Beliefs and
Customs of the Australian Aborigines," Folk-lore, xx. (1909), ss. 350-352;
Man, ix. (1909), ss. 145-147; Totemism and Exogamy, i. 577 vd.
1 1 9 Herbert Basedow, Anthropological Notes on the Western Coastal Tribes of
the Nortlıern Territory of South Australia, ss. 4 vd. (Transactions of the Royal
Society of South Australia'dan ayn baskı cilt. xxxi. 1907).

119
sıyla çocukların bağlı olduğu totemlerden biriydi. Ancak
bu, tamamen bir rastlanh gibi görünmektedir. Çoğu du­
rumda hamileliğin kaynağı olan hayvan babanın totemle­
rinden değildir. Bir bireyin doğumuyla bu şekilde bağlan­
tılı olan türler onun için hiçbir şekilde kutsal değildir. Er­
kek onu öldürebilir veya yiyebilir; aynı tür hayvan saye­
sinde hamile kalmış bir kadınla evlenebilir; doğumuyla il­
gili rastlantı ona, bu hayvanla bağlanhlı totem ayinlerine
kahlma hakkı vermez.
"Aynı inancın izlerine Ingarda' nın kuzeyindeki bazı ka­
bilelerde de rastladım, ancak bunlar tek tük olgulardı; yani
bazıları inanıyor, bazıları inanmıyordu. Bazı kişiler kendi­
lerinin veya ötekilerin geldikleri hayvan ya da bitkiyi söy­
leyebilirken, bazıları hiçbir şey söyleyemiyor, hatta bazı
durumlarda bunların hamileliğin kaynağı olduğunu dahi
reddediyorlardı. Ancak benzer özellikler gösteren başka
inançlar da vardı. Buduna kabilesinden bir kadın bugün­
lerde yerli kadınların melez çocuklara hamile olduklarını,
çünkü beyaz undan ekmek yediklerini söylemişti. Erkekle­
rin çoğu hamileliğin nedeninin cinsel ilişki olduğuna ina­
nıyordu, ancak bu yerliler uzun yıllardır beyazlarla temas
halinde olduklarından, bu durum inançlarının kökenine
dair tatmin edici bir kanıt olarak görülemez.
"Kuzeydeki bazı başka kabilelerde daha ilginç ve daha
iyi örgütlenmiş bir inanç sistemi gördüm. Kariera, Namal
ve lnjibandi kabilelerinde hamileliğin kaynağının baba de­
ğil, özel bir adamın aracılığı olduğuna inanılmaktadır. Bu
adam doğan çocuğun wororu'sudur. Wororu'nun nasıl ha­
mile bıraktığına dair -her biri bana farklı vesilelerle anlatı­
lan- üç açıklama vardır. Birincisine göre adam, kadına bir
yiyecek verir, bu bir hayvan ya da sebze olabilir. Kadın
bunu yer ve hamile kalır. İkinci anlatıma göre adam terci­
hen kanguru veya devekuşu olmak üzere bir hayvan avlar.
Hayvan can çekişirken onun ruhuna veya hayaletine belli
bir kadına gitmesini söyler. Ölü hayvanın ruhu o kadına
gider ve çocuk doğar. Üçüncü anlatım bir öncekine çok

1 20
benzemektedir. Bir kanguru ya da devekuşu öldüren avcı
ölü hayvanın yağından bir parça alıp onu bir tarafa bırakır.
Bu yağ ruh-bebek diyebileceğimiz bir şeye dönüşür ve
adamı geceleyeceği yere kadar izler. Adam gece yansı
uyurken ruh-bebek gelir ve adam onu belli bir kadına yö­
neltir, kadın da böylece hamile kalır. Çocuk doğunca adam
onu kendisinin gönderdiğini söyler ve wororu olur. Bizzat
incelediğim toplam kırk kadar vakada bir erkek ya da ka­
dının wororu'sunun onun için babanın kardeşi ya da kabi­
ledaşı derecesinde bir yakınlık ifade ettiğini gördüm. Kişi­
nin wororu'suna karşı görevleri tam olarak tanımlanmış
değildir. Kişinin wororu'suna 'bakhğı', yani onun için kü­
çük hizmetler gördüğü ve muhtemelen yiyecek verdiği
söylenmektedir. Hamileliğe yol açan hayvan ya da bitki,
çocuğun da wororu'nun da totemi değildir. Çocuğun türe­
diği hayvanla özel, büyüyle ilişkili bir bağlanhsı yoktur.
Birçok vakada söz konusu hayvan ya kanguru ya da deve­
kuşudur." 1 20
Görüldüğü üzere, bazı ilkel ırklarda fiziksel üreme süre­
ciyle ilgili çocukça bir cehalet hüküm sürmekte ve dolayı­
sıyla üreme sürecine çocukça bir merak içeren açıklamalar
getirilmektedir. Bu cehaletin eskiden günümüzde oldu­
ğundan çok daha yaygın olduğunu rahatlıkla söyleyebili­
riz; hatta insanlığın bir bölümünün henüz vahşilikten kur­
tulamadığı uzun çağlarda doğumun gerçek nedeninin hiç
bilinmiyor olması ve dolayısıyla insanların bu esrarengiz
olayı Orta Afrika, Melanezya ve Avustralya'nın vahşi ve
barbar kabilelerinde hala revaçta olan kuramlarla açıkla­
mış olmaları kuvvetle muhtemeldir. Vahşi yaşam koşulları
üstüne biraz düşündüğümüzde, bu cehaletin aslında uy­
gar bir gözlemciye ilk bakışta göründüğü kadar şaşırtıcı
olmadığını ya da başka bir deyişle, çocuğun dünyaya geli-

1 20
A. R. Brown, "Beliefs Conceming Childbirth in some Australian Tri­
bes," Man, xii. (1912), ss. 180 vd. Bkz. "Three Tribes of Westem Austra­
lia," journal of the Raya/ Anhropologica/ lnstitute, xliii. (1913), s. 168.

121
şinin gerçek nedeninin o zamanlar bizim düşündügümüz
kadar açık olmadığını kolayca anlarız. Geçmişte bütün in­
sanlarda olduğu gibi medeniyetsiz vahşilerde de erkek ve
kız çocuklar ergenlik öncesi dönemde özgürce hep bir ara­
daydılar, hatta hamilelikle sonuçlanmayan ve sonuçlan­
ması mümkün olmayan cinsel ilişkilere fazlasıyla aşinadır­
lar. Dolayısıyla, her cinsel ilişkinin mutlaka hamilelikle so­
nuçlanacağını kolayca reddetmeleri o kadar şaşırtıcı değil­
dir. Yine, ana rahmine düşmeyle gebeliğin ilk belirtilerinin
baş göstermesi arasındaki uzun aralık dikkatsiz vahşinin
iki olgu arasında hayati bir ilişki kurmasını kolayca engel­
leyebilir. Bu değerlendirmeler, uygar insanın, türünün
önemli bir kısmının, hatta tümünün, onun için son derece
açık ve doğanın temel gerçeği olan bir şeye kuşkuyla bak­
masını ya da reddetmesini kabul etmekte doğal olarak gös­
terdiği tereddüdü ortadan kaldırabilir ya da azaltabilir.121
Yukarıdaki kanıtlar ışığında tanrıların mucizevi doğuşla­
rı ve bakire annelerden doğan kahramanlar eski günlerde
kendilerini sarmalayan büyülü atmosferin büyük bir kıs­
mını artık yitirirken, bugün onları tıpkı mazideki çocukça
cehaleti ve saflığı anlatan fosiller gibi günümüze kadar
ulaşan batıl inanç kalıntıları olarak görmekteyiz.

8. Samilerde Kutsal Ağaçlar ve Taşlar


Yukarıdakilere benzer inanç ve gelenek izlerine antik
dönem Sami topluluklarında da rastlamak mümkündür.
Peygamber Yeremya bir kütük ya da ağaca (İbranicede her
iki sözcüğün karşılığı aynıdır) "Sen benim babamsın," ve
bir taşa da "Beni sen dünyaya getirdin,"122 diyen İsrailli-

1 21 Bu konunun daha da aynnhlanna girmek isteyenler E. S. Hartland'ın


bolca örnek ve tarhşmalar içeren Primitive Paternity (Londra, 1909-1910)
başlıklı değerli incelemesinden yararlanabilirler. Başka bir yerde babalık
hakkındaki ilkel cehaletin totemizmin kaynağını oluşturduğunu savun­
muştum. Bkz. Toteınisın and Exogamy, i. 155 vd., iv. 40 vd.
122 Yeremya ii. 27. Eski Yunanlarda insanların ağaçlardan ya da kayalar­

dan geldiğine dair bir anlayış vardı. Bkz. Homeros, Odysseia xix. 163; F.

122
lerden söz ederken, belirsiz bir retorik dil kullanmaktan
çok, çağdaşları arasındaki mevcut inançları küçümsemek­
tedir. Hizkiya ve Yoşiya reformlarına kadar, Yehova tapı­
nakları da dahil bütün eski Kenan tapınaklarında düzenli
olarak tapınılan iki nesnenin kutsal bir kütük ve kutsal bir
taş olduğunu aynca kutsal erkeklerle (kedeşim) kutsal ka­
dınların (kedeşot) bu tapınaklarda ahlak dışı ayinler yaptık­
larını artık biliyoruz. Batıl inançlı İsraillilerin anne ve baba­
lan olarak gördükleri ağaç ve taşın tapınaktaki kutsal kü­
tük (aşera) ve kutsal taş (masseba) olduğu varsayımı ve bu
yerlerde serbestçe girilen ilişkilerden doğan çocukların da
-tıpkı Orta Avustralya'daki kutsal ağaç ve taşlar için var­
sayıldığı gibi- bu tuhaf ama tapılmaya layık görülen putla­
rın; içlerinde ölülerin yeniden doğmaya hazır olarak bek­
lediği düşünülen bu putların çocukları ya da tohumlan ol­
duğu varsayımı makul değil midir? Çocuk doğuran ya da
doğurma aracı olan kutsal kadın ve erkeklerin iki kutsal
varlığın insan şeklinde vücut bulmuş halleri olarak görül­
mesinin altında bu bakış yatmaktaydı. Burada erkek muh­
temelen dalları soyulmuş olan kutsal ağacı, kadın da koni,
dikilitaş ya da sütun şeklindeki kutsal taşı temsil etmek­
teydi.123
Kudüs ile deniz arasında kalan Efraim'in güney sınırın­
daki yüksek, ücra noktada kalan antik bir Kenan kenti olan

G. Welcker, Griechische Götterlehre (Göttingen, 1 857-1862), i. 777 vd.; A. B.


Cook, "Oak and Rock," Classical Review, xv. (1901), ss. 322 vd.
1 23 Sami tanrıçaların konik biçimleri için bkz. yukarıda. ss. 48 vd. Kutsal
direk de (aşera) bazı halklar tarafından bir tanrının değil bir tanrıçanın
(Astarte) vücut bulmuş hali olarak görülmektedir. bkz. yukanda. s. 30.
Assamlı Kasilerde Sami 'masebot'u andıran kutsal dikili taşlann erkek,
yassı taşlarınsa dişi olduğu düşünülmekteydi. Bkz. P.R.T. Gordon, The
Khasis, (Londra, 1 907), s s . ] 12 vd., 150 vd. Yine Güney Pasifik' teki Gilbert
Adalan'ndan biri olan Nikunau'daki yerlilerde tannları ve tanrıçaları
temsil eden kumtaşından levhalar ya da sütunlar vardı. "Taş levha bir
tanrıçayı temsil ediyorsa dik olarak yerleştirilmez, yere yatay bir şekilde
konurdu. Bir kadını o kadar ayakta bekletmek zalimce bir davranış ola­
rak görülürdü." Bkz. G. Tumer, Sanıoa (Londra, 1884), s . 296.

1 23
Gezer' de yapılan son araşhrmaların sonuçları da bu çıka­
rımları desteklemektedir. Burada yapılan İngiliz kazıları
kutsal taştan sütun ya da dikili taşları (masebot) hala bir sı­
ra halinde duran ve iki sıra arasında güzel bir kare şeklin­
de, muhtemelen kutsal bir kütük ya da direğin (aşera) so­
kulduğu içi oyuk geniş bir taş bulunan bir tapınağın kalın­
tılarını ortaya çıkarmıştır. Tapınağın ortasında yığılı duran
toprağın içinde, yumuşak kireçtaşından kabaca oyulmuş
çok sayıda erkek figürü ve terakota tabletlere hafif ka­
bartma şeklinde işlenmiş ana tanrıça figürleri bulunmuş­
tur. Bu şeylerin tapınmaya gelenlerin kutsal kütük ve kut­
sal taş şeklinde temsil edilen erkek ve kadın tanrılara sun­
dukları adaklar oldukları kesindir; bunların çok sayıda
olması da tapınaktaki tanrıların her şeyden önce bereket
kaynakları olarak görülen tanrı ve tanrıçalar olduğu var­
sayımını güçlendirmektedir. Son derece ilginç bir keşif bu
varsayımı daha da pekiştirmektedir. Tapınak zemininin al­
tında hiçbiri bir haftalıktan büyük olmayan ve hepsi de
büyük küplerin içine gömülmüş olan çok sayıda yeni
doğmuş bebek kemiği bulunmuştur. Bu küçük bedenlerde
hiçbir darp ya da şiddet izine rastlanmamışhr; başka bir­
çok bölgede görülen gelenekler124 ışığında, çocukların ölü
doğmuş ya da doğduktan kısa bir süre sonra ölmüş olduk­
ları ve ilahi gücün de yardımıyla annenin rahmine düşüp
dünyaya tekrar gelecekleri umuduyla ebeveynleri tarafın­
dan tapınağa gömüldükleri sonucuna varabiliriz.125 Bu

124
Bkz. yukarıda, ss. 106 vd.
125Gezer kazıları için, bkz. R. A. Stewart Macalister, Reports on the Excava­
tion of Gezer (Londra, tarihsiz), ss. 76-89; ayrıca aynı yazar, Bible Side­
lights from the Mound of Gezer (Londra, 1906), ss. 57-67, 73-75. Profesör
Macalister delikli taşı kutsal direğin temeli olmaktan çok yatağı olarak
görme eğilimindedir. Gömülen çocukların, ilk çocuğun adanmasını ön­
gören antik yasa çerçevesinde kurban edilen ilk çocuklar olduğunu dü­
şünmektedir. Çocukların bedenlerinde herhangi bir yara bulunmaması
benim benimsediğim açıklamayla örtüşmekte olup, Filistin'deki
Ti'inik'te (Teli Ta'annek) yapılan ve iki yaşına kadar olan çocukların aile
mezaklıkları yerine küplere gömüldüğünü ortaya koyan Avusturya ka-

124
gömülü bebeklerin ruhlarının kutsal ağaç ve taşlara ve bu­
radan da tapınağa gelen müstakbel annelerin bedenine
geçtiği varsayılıyorsa, Orta Avustralya ile olan benzerlik
tam yerine oturacakhr. Günümüz Suriye'sinde çocuk sahi­
bi olmak isteyen kadınların hala ermişlerin mezarlarına
gidiyor ve tanrısallığın tecessüm etmiş hali olan "kutsal
erkekler"den medet bekliyor oluşu da bu benzerliğin ha­
yali değil gerçek olduğunun bir kanıhdır. Diğer birçok ba­
tıl inançta olduğu gibi burada da geçmişi yorumlamak için
kullanılabilecek en iyi araç şimdiki durumdur; çünkü yük­
sek dini inanç biçimleri bulutlar gibi yok olup giderken,
düşük biçimler kaya gibi sapasağlam ayakta kalmaktadır.
Bir dönemin "kutsal adamları" bir sonraki dönemin ermiş­
leridir, dünün Adonis'i bugünün Aziz Georgios'udur.

zıları da bunu desteklemektedir. Mezar olarak kullanılan bu küplerden


bazıları evlerin yanına ya da altına gömülürdü, ancak çoğu bir tepenin
farklı bir noktasında bulunan kayadan yontulmuş altarın etrafına koyu­
lurdu. Bu çocukların kurban edildiğine dair en küçük bir işaret yoktur:
Bazı iskeletlerin boyutları da bunların doğum sırasında öldürülmüş ol­
ma olasılığını ortadan kaldırmaktadır. Bunların tümü muhtemelen do­
ğum sırasında ölmüştü. Evlerin içine veya yakınına ya da bir altarın ya­
nına gömülme geleneğinin amacı ise muhtemelen ailenin yeniden çocuk
sahibi olmasını sağlamaktı. Bkz. Dr. E. Sellin, "Teli Ta'annek," Denksch­
riften der Kaiser. Akademie der Wissenschaften, Philosophisch-historische Klas­
se, 1. (Viyana, 1904), No. iv. ss. 32-37, 96 vd. Bkz. W. W. Graf Baudissin,
Adonis und Esmun, s. 59 dipnot 3. Dikkatimi Teli Ta'annek'teki kazılara
çeken Profesör R. A. Stewart'a teşekkür ehnek isterim. Burada ayrıca
Gezer'deki dikili taşlara yakın bir bölmede bulunan bronz bir kobra mo­
delinden de söz ehnekte yarar var. (R. A. Stewart Macalister, Bible Side­
lights, s. 76). Bu yılan muhtemelen tapınağın tanrısı ya da bir atanın ru­
hunun vücut bulmuş haliydi.

1 25
V. Bölüm
Melkart'ın Yakılışı

Bir kralı ya da oğlunu tanrı karakterine büründürüp öl­


dürme geleneği Sami dininin şiddetli ateşliliğinin Yunan
hümanizmasıyla yumuşatıldığı Kıbrıs adasında birtakım
küçük izler bırakırken, aynı kasvetli ayin Yunan ticaret
yollarından uzakta kalan Fenike kolonilerinde daha bariz
biçimde görülmektedir. Samilerde gerek tanrıyı tazim için
gerekse toplumsal tehlike ve afet dönemlerinde onun öfke­
sini yatıştırmak için bazı çocukları, genellikle de ilk çocuğu
kurban etme geleneği olduğunu biliyoruz. 1 Sıradan halk
böyle yaparken, omuzlarında onca ağır sorumluluk bulu­
nan kralların yurtlan uğruna bu ürkütücü kurbandan ka­
çabilmesi mümkün müdür? Gerçekte tarih tıpkı ötekiler
gibi kralların da kendilerini buna hazırladıklarını göster­
mektedir. 2 Burada, en büyük oğlunu ateşte yakarak kur­
ban eden Moab kralı Meşa'nın kendisi tanrının oğlu oldu­
ğunu iddia ettiğine göre,3 kutsallığının oğluna da geçtiği­
ne; ayrıca aynı kurban töreninin aynı şekilde Adonis ta­
pınmasının büyük merkezi olan Biblos'un kutsal kurucusu
tarafından da gerçekleştirildiğine kuşku yoktur.4 Bu da
geçmişte Adonis'in insan temsilcilerinin alevler arasında

1 The Dying God, ss. 166 vd. Bkz. Not 1., "Moloch the King,", bu cildin so­
nunda.
2 Bibloslu Philon, alıntıyı yapan Eusebius, Praepar. Evang. i. 10. 29 vd.; 2
Krallar iii. 27.
3 Bkz. yukarıda, s. 27.

� Bibloslu Philon, Fragmenta Historicorum Graecorum, (ed.) C. Müller içinde

iii. ss. 569, 570, 571 . Bkz. yukarıda, s. 25.

1 27
yok olduğu anlamına gelmektedir. Her halükarda, kentin
en büyük tanrısının temsili suretini periyodik olarak yak­
ma geleneği Sur'da ve Sur'un kolonilerinde yakın bir za­
mana kadar süregelmiş olup, belki suretin yerine bir insan
ikame edilmiş olabilir. Çünkü Sur'un yüce tanrısı Melkart,
Yunanlar tarafından büyük bir odun yığınının üstünde
kendini yakarak bir bulutun içinde, gök gürültüsü eşliğin­
de göğe ağdığı söylenen Herakles'le özdeşleştirilmektey­
di.5 Sophokles'in ölümsüzleştirdiği ünlü Yunan efsanesin­
de bu trajedinin gerçekleştiği yer Oeta Dağı iken, hikaye­
nin başka bir türevinde olay mahalli Sur olarak göstermek­
tedir.6 Ekleyeceğim diğer kanıtlarla birlikte düşünüldü­
ğünde bu gelenek, Herakles' in ya da daha doğrusu Mel­
kart' ın temsili suretinin Sur'da düzenlenen büyük bir fes­
tivalde düzenli aralıklarla yakıldığına dair varsayımı güç­
lendirmektedir. Bu festival, "Herakles'in uyanışı" olarak
bilinen ve aşağı yukarı Ocak ayına denk gelen Peritius
ayında düzenlenen festival olabilir.7 Festivalin adı, tanrının
odun yığını üstündeki ölümününün dramatik temsilini,
tanrının yeniden dirilme görüntüsünün izlediği varsayı­
mını desteklemektedir. Yunan yazarın yeniden dirilmeyi
anlathğı öyküye göre Fenikeliler Herakles'e bıldırcın kur­
ban ederdi, çünkü Herakles Libya'ya yolculuk ederken Ti­
fon tarafından öldürülmüş ancak elinde bir bıldırcınla
peyda olan Iolaos tarafından hayata döndürülmüştü: Ölü
tanrı kuşun kokusunu alınca dirilmişti.8 Başka bir anlahma

5 Sophokles, Trachiniae, 1 191 vd.; Apollodoros, Bibliotheka, ii. 7. 7; Diodo­


rus Siculus, iv. 38; Hyginus, Fab. 36.
6 [S. Clementis Romani,] Recognitiones, x. 24, s. 233, (ed.) E. G. Gersdorg
(Migne, Patrologia Graeca, i. 1434.)
7 Josephus, Antiquit. Jud. viii. 5. 3, Contra Apionem, i. 18. Sur'da dört yılda
bir düzenlenen Herakles festivalinin (2 Makkabiler iv. 18-20) yine dört
yılda bir sıra dışı bir debdebeyle düzenlenen "Melkart'ın uyanışı" festi­
vali mi yoksa başka bir uygulama mı olduğunu bilmiyoruz.
8 Knidoslu Eudoxos, alıntılayan Athenaeus, ix. 47, s. 392 D, E. Melkart'ın
ölümünün ve yeniden dirilişinin Sur'da her yıl düzenlenen bir festivalle
kutlandığı araştırmacılar tarafından dile getirilmektedir. Bazı çağdaş

128
göre Iolaus bir bıldırcını canlı canlı yakmış ve bıldırcın eti­
ni çok seven ölü kahraman yarunış kuşun lezzetli koku­
suyla tekrar hayata dönmüştü.9 Bu ikinci rivayet Fenikeli­
lerin Melkart' a kurban amacıyla canlı bıldırcın yakmaları
geleneğine işaret eder gibidir. 1 0 Bu çerçevede, bıldırcınların
büyük sürüler halinde Akdeniz'in kuzeyine göç ettiği ve
birçoğunun ağla yakalanarak sahldığı bahar aylarında tan­
rının yeniden dirilişi için festival düzenleruniş olması
mümkündür.11 Binlerce kuş Mart ayında tek bir gecede Fi­
listin'e geri döner ve üremek üzere açık alanlarda, batak­
lıklarda ve buğday tarlalarında konaklarlar. 1 2 Bıldırcınlarla
Melkart arasında yakın bir bağlantı olduğu açıkhr; çünkü
efsaneye göre Sur Heraklesi'nin yani Melkart'ın annesi As­
teria bir bıldırcına dönüşmüştü.13 Kartacalılar muhtemelen
bu ölüm ve yeniden diriliş festivali için her yıl ana memle­
ketleri olan Sur'a elçiler gönderirlerdi. 14
İspanya'nın Atlantik kıyılarında bulunan ve eski bir Sur
kolonisi olan Gades'te15 (bugünkü Cadiz) Herakles'e, yani
Surlu Melkart'a tapınılan kadim, ünlü ve zengin bir tapı-

araşhnnacılar Iolaus'un Fenikeli ve Kartacalı bir tanrı olan ve hakkında


fazla bir şey bilinmeyen Esmun olduğunu söylemektedir.
9 Zenobius, Centur. v. 56 (Paroemiographi Graeci, [ed.] E. L. Leutsch ve F. G.
Schneidewin, Gottingen, 1 839- 1851, vol. i. s. 143).
10
Bıldırcınlar belki de Kilikya Heraklesi ya da Tarsus' taki Sandan onu­
runa yakılmaktaydı. Bkz. aşağıda, s. 144, dipnot 22.
11 Alfred Newton, Dictionary of Birds, (Londra, 1893-96), s. 755.
12
H. B. Tristan, The Fauna and Flora of Palestine (Londra, 1884), s. 124. Bıl­
dırcın göçüyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. A. Dillmann'ın "Mısır' dan Çı­
kış xvi. 13" şerhi, (Leipzig, 1880), ss. 169 vd.
13
Surlu Herakles'in Zeus'la Asteria'nın oğlu olduğu söylenmektedir
(Knidoslu Eudoxos, alıntılayan Athenaeus, ix. 47, s. 392 D; Cicero, De na­
tura deorum, iii. 16. 42). Asteria'nın bıldırcına dönüşmesi için bkz Apol­
lodoros, Bibliotheka, i. 4. 1; J. Tzetzes, "Lycophron, 401"e şerh; Hyginus,
Fab. 53; Servius'un "Virgilius, Aen. iii. 73" şerhi. Asteria adı Astarte'nin
Yunanca şekli olabilir. Bkz. W. W. Graf Baudissin, Adonis und Esmım, s.
307.
ıı Quintus Curtius, iv. 2. 10; Arrianus, Anabasis, ii. 24. 5.

ıs Strabon, iii. 5. 5, ss. 169 vd.; Mela, iii. 46; Scymnus Chius, Orbis Descrip­

tio, 159-161 (Geograplıi Graeci Mirıores, ed. C. Müller, i. 200 vd.).

1 29
nak vardı. Hatta tanrının da burada gömülü olduğu söy­
lenmekteydi. Tapınakta hiçbir figür yoktu, ancak sunakta
aralıksız ateş yanardı ve ömür boyu evlenme yasağı olan
çıplak ayaklı, çıplak kafalı ve beyaz cüppeli rahipler tara­
fından tütsüler sunulurdu. Kadınlar ve domuzlar varlıkla­
rıyla bu kutsal yeri kirletemezdi. Daha sonraki yıllarda
birçok önemli Romalı, tehlikeli bir sefere çıkmadan önce ve
dileklerinin kabul edilmesinden sonra şükranlarını sun­
mak üzere Atlantik sahilindeki bu ücra tapınağa hac ziya­
retinde bulunmuştu.16 Hannibal'in İtalya üstüne yürüme­
den önce yaphğı son şeylerden biri Gades'i ziyaret ederek
Melkart' a karşılıksız kalacak dualar etmek oldu. Bundan
kısa bir süre sonra uğursuz bir rüya görmüştü.17 Anlaşıldı­
ğı kadarıyla Sur'da olduğu gibi Gades'teki tapınakta da
herhangi bir Melkart figürü bulunmamasına karşın her yıl
bir temsili suret yakılıyordu. Çünkü Magnesialı Cleon adlı
biri Gades'i ziyarete gittiğinde, Herakles'in yani Melkart'ın
emri üzerine beraberindekilerle birlikte adadan uzaklaşh­
rıltığını ve geri döndüklerinde devasa bir adamın sahilde
nasıl yandığını anlatmıştı; tanrının onu yıldırımla çarphğı
söylenmişti.18 Buradan, her yıl düzenlenen Melkart festiva-

1 • Silius ltalicus, iii. 14-32; Mela, iii. 46; Strabon, iii. 5. 3, 5, 7, ss. 169, 170,
1 72; Diodorus Siculus, v. 20. 2; Philostratus, Vita Apollonii, v. 4. vd.; Ap­
pianos, Hispanica, 65. Bkz. Arrianus, Anabasis, ii. 16. 4. Herakles'in ke­
miklerinin Gades'te gömülü olduğunu gündeme getiren isim Mela'dır.
Bkz. Amobius, Adversus Nationes, i. 36. İtalya' da kadınların Herakles
adına yapılan kurban törenlerine katılmasına izin verilmez (Aulus Gel­
lius, xi. 6. 2; Macrobius, Saturn., i. 12. 28; Sextus Aurelius Victor, De origi­
ne gentis Romanae, vi. 6; Plutarkhos, Queastiones Romanae, 60). Gades'teki
Melkart rahiplerinin bakir olup olmadığı ya da yalnızca belli mevsim­
lerde cinsel oruç tutup tutmadığı açık değildir. Sur'daki Melkart rahiple­
ri evlenebilirdi Oustinus, xviii. 4. 5). İspanya'run güneyinde Melkart'a
Herakles adı altında tapınma Roma İmparatorluğu dönemlerine kadar
sürdü. Bkz. J. Toutain, Les Cultes Pai"ens dans l'Empire Romain, 1. Cilt, i.
(Paris, 1907), ss. 400 vd.
1 7 Livius, xxi. 21 . 9, 22. 5-9; Cicero, De Divinatione, i. 24. 49; Silius Italicus,
iii. 1 vd., 158 vd.
ı s Pausanias, x. 4. 5.

130
linde yabanalann kentten çıkarıldığı ve esrarengiz tanrı­
nın yakılması olayının onlar yokken gerçekleştirildiği so­
nucu çıkıyor. Bu hipoteze göre Cleon ve diğerlerinin
Gades' e dönerken gördükleri şey, Sur paralarında tasvir
edildiği üzere denizahna binmiş bir adama benzeyen de­
vasa Melkart temsilinin küllerinden tüten dumanlar olma­
lıydı.19 Aynı biçimde, Yunanlar da adı Melkart'ın hafif de­
ğiştirilmiş hali olan deniz tanrısı Melikertes' i bir yunusa
binmiş ya da bir hayvanın sırtına uzanmış bir şekilde tas­
vir etmekteydi.
Sur kolonilerinin en büyüğü olan Kartaca' da tanrının
temsili suretini yakma geleneğini hahrlatan bir öykü de
kentin kurucusu ve kraliçesi olan Dido ya da Elissa ile ilgi­
liydi. Kraliçe aşığının usandıran ısrarlarından kurtulmak
için ya da onun kendisini aamasızca terk etmesi üzerine
kendini bir odun yığınının üstünde hançerlemiş ya da sa­
rayından yanan ateşin üstüne atlamıştı.20 Kartaca'nın ba­
ğımsız olduğu dönemde Dido bir tanrı olarak kabul edil­
miş ve kendisine tapılmışh.21 Porsuk ve köknar ağaçlarının
gölgelediği tapınağı kentin merkezinde bulunmaktaydı. 22
Hem biri hem de öteki olduğunu; Kartaca kraliçesinin, hp­
kı Mısır kraliçesi gibi ilk başlarda kutsal kabul edildiğini
ve hpkı diğer yerlerdeki insan tanrılar gibi belli bir döne­
min sonunda ya da bedensel ve zihinsel güçlerinin arhk iş
göremez hale geldiğinde öldürüldüğünü düşünecek olur-

1 9 B. V. Head, Historia Numorum (Oxford, 1887), s. 674; G. A. Cooke, Text­


Book of North-Semitic Inscriptions, s. 351.
20 Gesenius, Movers, E. Meyer ve A. H. Sayce, Dido adını Sami dilindeki,
"sevilen" anlamına gelen dôd'tan türetmişlerdir. Eğer haklılarsa, Di­
do'nun ilahi karaktere sahip olma olasılığı her zamankinden daha çok­
tur, çünkü "Sevilen" (Dodah) bir Sami tannçasına, muhtemelen de Astar­
te'ye ait bir unvana benzemektedir. Bkz. yukanda, s. 33, dipnot 39. Var­
ro'ya göre bu kişi Dido değil, Aeneas'a olan aşkından dolayı bir odun
yığınının üstünde kendini keserek intihar eden kız kardeşi Anna' dır.
(Servius'un "Virgilius, Aen. iv. 682"e şerhi).
21 Justinus, xviii. 6. 8.
22 Silius Italicus, i. 81 vd.

131
sak, bir kraliçe ve bir tanrıça olarak Dido'nun görünüşte
birbiriyle çelişen bu özelliklerini uzlaşhnnak mümkündür.
Bu sert gelenek sonraki dönemlerde yumuşahlmış ve kra­
liçenin yerini onun temsili almış ya da ateşten yaralanma­
dan geçmesine izin verilmişti. Antik bir yasanın benzer bi­
çimde yumuşatılması uygulaması Kartaca'nın ana kenti
olan Sur' da da görülmektedir. Dido'nun geldiği Sur kralla­
rının kendilerinin tanrı Melkart olduğunu iddia ettiklerini
ve her yıl düzenlenen bir festivalde tanrının ya temsili su­
reti ya da birinin şahsında yakıldığını varsaymak için ne­
denler bulunduğunu daha önce görmüştük.23 Yine, Heze­
kiel'in Sur kralını tanrı rolü oynamakla suçladığı aynı bö­
lümde peygamber, kralı "yanan taşların ortasında ileri ge­
ri" yürürken tasvir etmektedir. 24 Sur kralının bir zaman
sonra sıcak taşların üzerinde ileri geri yürümesine rağmen
ayağında birkaç kabarcıkla kurtulduğunu düşündüğü­
müzde bu tasvir daha da açıklık kazanmaktadır. Devlette
işler iyi gittiğinde Molok'un fırınına mahkum edilen ço­
cukların şiddetli sıra dayağına boyun eğmek kaydıyla
yanmaktan kurtulmuş olmaları da mümkündür. Her ha­
lükarda, dünyanın birçok yerinde bu türden dini ayin
geçmişten beri düzenlenmekte ve bugün de halii görül­
mektedir. Ayine katılanlar izleyicilerin bakışları arasında
ısıtılmış taşların ya da kor halindeki odunların üzerinden
yürümektedir. Gelenekle ilgili örnekler bu çalışmanın ayrı
bir bölümünde ele alınmıştır.25 Ben burada yalnızca birine
değineceğim. Güney Kapadokya' daki Kastabala antik ken­
tinde Yunanların Pers Artemisi adını verdiği bir Asya tan-

ı.1Bkz.yukarıda, ss. 29, 127 vd.


24 Hezekiel xxviii. 14, aynca bkz. 16.
25 Ba/der the Beautiful, ii. 1 vd. Ancak orada da işaret ettiğim üzere, ateş
üstünde yürüme geleneği insan kurban etme geleneğinin alternatifi ol­
mayıp, sadece zorlu bir arınma biçimidir. Bir arınma biçimi olarak ateş
için bkz. aşağıda, ss. 199 vd., 209 vd.
(Yazar, The Golden Bough (Altın Dal) adlı kitabının 7. cildindeki "Balder
the Beautiful" bölümünü kastediyor -en.]

132
rıçasına tapılmaktaydı. Bu tanrıçanın rahibeleri çıplak
ayakla hiçbir yara almadan odun kömürü ateşinde yürür­
lerdi. Orestes ve Tauris Artemisi'nin Kastabala'daki mace­
rası bu ayinin ölü ya da diri insan yakmanın bir alternatifi
olduğunu doğrulamaktadır;26 çünkü Tauris Artemisi'ne
kurban edilen kadın ve erkekler önce kılıçla öldürülür ve
ardından bir kutsal ateş çukurunda yakılırdı.27 Benzer bir
uygulamaya Kartacalılar' da, sabahın şafağından geceyan­
sına kadar süren vahim Himera savaşının hikayesinde de
rastlanmaktadır. Kartaca kralı Hamilcar çarpışma sırasın­
da ordugahta kalarak kurbanlarını büyük bir ateşin üze­
rinde yakmışh; ama ordusunun Yunanlar karşısında kırıl­
dığını görünce kendisini ateşin içine atarak yakmışh.
Hemşehrileri bundan sonra ona kurbanlar adamış ve Kar­
taca' da adına dikilen büyük bir anıtın yanı sıra bütün Kar­
taca kolonilerinde de adına küçük anıtlar dikilmişti.28 Ola-

26 Strabon, xii. 2. 7, s. 537. Yunanistan' da suçlanan kişiler masumiyetleri­


ni kanıtlamak için ateş üstünde yürürlerdi (Sophokles, Antigone, 264 vd.,
Jebb'in notuyla birlikte). Kastabala'da rahibeler muhtemelen bakirelikle­
rini kanıtlamak için ateş üstünde yürürlerdi. Altın Sahili'nin Tshi dili
konuşan halklarının rahip ve rahibeleri bu amaçla tek tek dar bir ateş
çemberinin içinde durarak sınavdan geçerlerdi. Bunun "o kişinin inziva
süresi içinde saf kalıp kalmadığım, cinsel ilişkiden uzak durup durma­
dığını ve dolayısıyla tanrılar tarafından esinlenmeye layık olup olmadı­
ğını gösterdiği varsayılırdı. Eğer gerçekten saflarsa yaralanmaz ve aa
çekmezlerdi." (A. B. Ellis. The Tshi-speaking Peop/es of the Go/d Coast,
Londra, 1887, s. 138). Bu örnekler a teş üstünde yürümeyle arınma ara­
sındaki ilişkiye işaret etmektedir.
27 Euripides, Iphigeneia en Taurois ( İphigenia Tauris 'te), 621-626. Bkz. Dio­
dorus Siculus, xx. 1 4 . 6.
2" Herodotos, vii. 167. Bu öykünün Kartaca versiyonudur. Başka bir anla­
tıma göre Hamilcar, Yunan süvarileri tarafından öldürülmüştü (Diodo­
rus Siculus, xi. 22. 1). Athenagoras da (Supplicatio pro Christianis, s. 64, ed.
J. C. T. Otto, Jena, 1857) Kartaca'da Hamilcar'a tapınıldığmdan söz et­
mektedir. Yunan yazarlara dayanarak (Herodotos, ii. 1 1; Aristoteles, Po­
litika ii 1 1; Polybius, vi. 51; Diodorus Siculus, xiv. 54. 5) Hamilcar'm kral
olduğunu yazdım. Ancak Kartaca'da iki suffete ya da baş yönetici vardı;
bunların bir yıl için mi yoksa ömür boyu mu seçildiği belli değildir. Bun­
ları kral olarak adlandıran Comelius Nepos yılda bir seçildiklerini söy-

1 33
ğanüstü önlemler gerektiren acil toplumsal durumlarda
Kartaca kralı ülkesinin iyiliği için pekala kendisini kurban
etme zorunluluğu hissedebilir. Kartacalıların, ölümünden
sonra verdiği saygın unvanlara bakılırsa, Hamilcar'ın
ölümünü umutsuzluk sonucu intihar değil de kahramanca
bir eylem olarak gördükleri anlaşılmaktadır.
Yukarıdaki örnekler bir arada değerlendirildiğinde, her
ne kadar kanıt noktasında olmasa da, Sur' da ve kolonile­
rinde düzenlenen yıllık festivallerde bir tanrının, özellikle
de Melkart'ın ister temsili suretini ister insan temsilcisini
yakma geleneği olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim,
Sur tanrısı olan Herakles'in kendini ateş yığınının içine
atarak öldürdüğü inancının nereden kaynaklandığını da
buradan anlayabiliriz. Fenikelilerin ticaret yaphğı Ege' deki
birçok kıyıda ve limanda Yunanlar gecenin karanlığında
parlayan Melkart ateşlerini seyretmiş ve şu garip yabancı­
ların tanrılarını yakışlarını şaşkınlık içinde izlemiş olabilir­
ler. Herakles'in deniz yolculuklarını ve alevler arasında
ölüşünü dile getiren efsaneler işte bu şekilde doğmuş ola­
bilir. Ancak Yunanlar efsaneyle birlikte tanrıyı yakma ge­
leneğini de almışh; zira kahramanın Oeta Dağı'nda yana­
rak ölümünün anısına Herakles festivallerinde büyük ateş­
ler yakılmaktaydı.29 Buradan, açıkça ifade edilmese de ateş
yığınında bir Herakles suretinin düzenli olarak yakıldığı
sonucuna varabiliriz.

)emektedir (Hanniba/, vii. 4), Livius ise (xxx. 7. 5) bunları konsüllere ben­
zetmektedir; ancak Cicero (De re publica, ii. 23. 42 vd.) ömür boyu seçil­
diklerini ima eder görünmektedir. Bkz. G. A. Cooke, Text-book of North­
Semitic Inscriptions, ss. 115 vd.
29 Lukianos, Amores, 1 ve 54.

134
VI. Bölüm
Sandan'ın Yakılışı

1. Tarsuslu Baal
Kıbns'taki Amatus'ta Surlu Melkart ile Adonis'e aynı
anda tapınılmaktaydı; Fenike yazıtları Melkart'ın Idalium
ve Lamaka'da da saygı gördüğünü kanıtlamaktadır. Lar­
naka' da Yunanlar onu bir deniz tanrısı olarak görmekte ve
Poseidon'la özdeşleştirmekteydi.1 Amatus'ta bulunan il­
ginç bir heykelin, Yunanların Herakles tasvirlerindekine
benzer biçimde aslan öldüren Melkart tasviri olması
mümkündür. Söz konusu heykel devasa boyutlarda olup
tıknaz, kaslı, neredeyse bir hayvan kadar kıllı bir yapısı,
şaşı gözleri, büyük kulakları ve başının üstünde bir çift kı­
sa boynuzu vardır. Sakalları kıvırcık ve kare şeklindedir.
Saçları üç at kuyruğu halinde omuzlarına düşmektedir.
Güçlü kollarında dövmeler bulunmaktadır. Bir aslan deri­
si, tokayla belinin etrafına tutturulmuştur; önünde de dişi
bir aslanın derisini tutmakta, her bir elinde aslanın arka
pençeleri bulunmakta ve bacaklarının arasından hayvanın
başı sarkmaktadır. Dişi aslanın çenelerinin arasından bir
su kaynağı çıkıyor olmalıdır, zira hayvanın başının olması
gereken yerde, bir kanalla heykelin arkasındaki deliğe bağ­
lanan dikdörtgen bir delik bulunmaktadır. Bunu veya ben­
zeri bir vahşi modeli işleyen Yunan sanatçılar, başının üs­
tünde külah gibi bir aslan kafa derisi bulunan daha estetik
bir Yunan Heraklesi ortaya çıkarmışlardı. Kıbrıs'ta bu sa-

1 G. A. Cooke, Text-book of North-Semitic Inscriptions, No. 23 ve 29, ss. 73,


83 vd, ss. 81, 84' teki notlarla birlikte.

135
natsal evrimin orta aşamalarını temsil eden Herakles hey­
kelleri bulunmuştur.2 Ancak Kıbrıs'ta Surlu Melkart tasvi­
rinin ya da insan temsilcisinin yakıldığına dair bir kanıt
yoktur.3
Öte yandan, benzer bir geleneğin Kıbrıs'ın karşı yaka­
sındaki topraklarda bulunan ve Adonis geleneğinin kay­
nağı olan Kilikya' da da görüldüğüne dair açık göstergeler
mevcuttur. Fenikelilerin Kilikya'yı kolonileştirip kolonileş­
tirmedikleri belli değildir, 4 ama her halükarda bu ülkenin
halkı son zamanlara kadar, sevilen bir Yunan tanrısına yü­
zeysel olarak uyarlanmasına karşın, gerek doğum yeri ge­
rekse yapısıyla Doğulu olan erkek bir tanrıya tapınaktaydı.
Asıl merkezi Tarsus'ta, kuzeyden Tarsus'un karlı dağla­
rından ve güneyde denizden gelen esintilerle yumuşayan
bereketli ve neredeyse tropikal bir iklime sahip olan bir
ovada bulunmaktaydı.5 Tarsus milattan sonraki dönem­
lerde Atina ve İskenderiye'dekileri geride bırakan Yunan
felsefe okullarıyla övünse de6 kentin yapısı ve ruhu temel­
de hep Doğulu kalmışhr. Sokaklarda dolaşan kadınlar Do-

2 G. Perrot ve C. Chipiez, Histoire de /'Art dans l'Antiquite, iii. 566-578.


Amatus'ta bulunan devasa heykel doğrudan ya da dolaylı biçimde, üs­
tünde kuyruğu sarkmış bir panter derisi bulunan sağlıkli bir çirkin cüce
şeklinde tasvir edilen Mısır tanrısı Bes'le ilişkilendirilebilir. Bkz. E. A.
Wallis Budge, The Gods of the Egyptians (Londra, 1904), ii. 284 vd.; A.
Wiedemann, Religion of the Ancient Egyptians (Londra, 1897), ss. 159 vd.;
A. Furtwangler, "Herakles" maddesi, W. H. Roscher, Lexikon der griech.
Und röm. Mythologie içinde, i. 2143 vd.
3 Bununla birlikte, Kıbrıs'taki Salamis'te insan kurbanlar yakılmaktaydı.

Bkz. aşağıda, s. 163.


4 Kilikya'daki Fenike izleri için bkz. F. C. Movers, Die Phönizier, ii. 2, ss.

167-174, 207 vd. Herodotos Kilikya adının, Fenikeli Agenor'un oğlu olan
Cilix'ten geldiğini söylemektedir (vii. 91).
5 Tarsus ovasının bereketi ve iklimi için bkz. E. J. Davis, Life in Asiatic
Turkey (Londra, 1879), böl. i.-vii. Kentin sırurları boyunca kilometrelerce
uzanan tarlalar son derece güzel olmakla birlikte, ıssız ve ihmal edilmiş­
tir, başta meşe, alıç, portakal ve limon olmak üzere muhteşem ağaçlarla
doludur. Üzüm bağları en yüksek tepelere kadar uzanır ve hemen her
tarladan bülbül sesleri yükselir (E. J. Davis, a.g.e., s. 35).
6 Strabon, xiv. 5. 13, ss. 673 vd.

1 36
ğu tarzında gözlerine kadar örtünmüştür; Dio Chrysostom
bu kentin insanlarının öykündükleri Yunanlardan çok bo­
zuk ahlaklı Fenikelilere benzediğini söylemektedir.7 Kent
paralarında yerel tanrı, üst kısmı çıplak, bacaklarının alt
kısımlan dökümlü bir kumaşa sarılmış ve bir elinde tepe­
sinde bazen bir kartal bazen de bir lotus çiçeği bulunan bir
asa tutar halde tahta oturmuş olarak tasvir edilerek Zeus' a
uyarlanmıştır. Ancak adı ve sıfatları yabana doğasını ele
vermektedir; çünkü paraların üstündeki Aramice yazılar­
da Tarsuslu Baal adını taşırken, bir elinde buğday başağı
ile bir üzüm salkımı tuhnaktadır.8 Bu sıfatlar onun genel­
de, kendisine tapanlara doğanın bütün armağanlarının en
değerlisi olan buğday ve üzüm veren bir bereket tanrısı
olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, bu bir Yunan tanrı­
sı olmaktan çok muhtemelen Sami ya da son tahlilde Do­
ğulu bir tanrıydı. Çünkü Samilerde bütün tanrılar aynı ya­
pıda olup kendilerinden neredeyse hep aynı hizmetler
beklenirken, daha ince ve görsel muhayyileleri daha geliş­
kin olan Yunanlar tanrılarına ayrı ayrı karakterler vermiş
ve kutsal dünya ekonomisinde ayrı ayn işlevler yüklemiş­
tir. Örneğin buğday üretimi Demeter'e, üzüm Dionysos'a
verilmiştir; Yunan zaten işi başından aşkın olan tanrıdan
her ikisi birden istemeyecek kadar mantık sahibiydi.

2. İvriz Tannsı
Bütün o Zeus taklitlerine rağmen Tarsuslu Baal'in aslın­
da Doğulu bir tanrı olduğu Güney Kapadokya' daki İv­
riz' de bulunan, kayadan oyulmuş dikkat çekici bir abidey­
le de doğrulanmıştır. Buranın Tarsus'tan kuş uçuşu elli
milden uzak bir mesafede bulunmasına karşın, at sırtında
yapılacak bir yolculuk beş gün sürmektedir; zira Toros

7 Dio Chrysostom, Or. xxxiii. cilt. ii. ss. 14 vd., 17, (ed.) L. Dindorf (Leip­
zig, 1 857).
" Paralardaki Tarsuslu Baal M.Ö. 17S'li yıllardan itibaren Zeus'a uyar­
lanmıştır.

1 37
dağları arada devasa bir duvar gibi yükselmektedir. Yol
ünlü Kilikya kapısından geçer ve buralarda manzara Alp­
ler' i andırır. Dağlar her yandan göğe doğru yükselir, do­
rukları göz kamaşhrıcı kar örtüsüyle sarılı, yer yer geçit
vermez vadilerle birbirinden ayrılan ya da dar vadi bo­
yunca kilometrelerce uzanan kızıl ve gri uçurumlarla ya­
rılmış yamaçlar neredeyse simsiyah denecek yoğun çam
ormanlarıyla kaplıdır. Seyyahın geride bırakhğı Tarsus
ovasının nemli sıcağıyla tezat oluşturarak insanı canlandı­
ran sert dağ esintisi manzaranın görkemini daha da artırır.
Seyyah dar boğazdan geniş Anadolu platosuna çıkınca
sanki Asya'dan çıkmış da hemen önünde arhk Avrupa'ya
uzanan anayolla karşı karşıyaymış duygusuna kapılır. Ar­
hk arkasında bırakhğı büyük dağlar yüzyıllar boyunca Hı­
ristiyan Batı ile Müslüman Doğu arasındaki sınırı oluş­
turmuştu; güneyde Halifelerin toprakları, kuzeyde ise Bi­
zans İmparatorluğu vardı. Toroslar uzun süre Arap istila
dalgalarını geri püskürten bir baraj işlevi görmüştü; ancak
bu dalgalar her geçen yıl Kilikya Kapıları'nı aşıp platoya
yıkım ve felaket getirmiş olsa da sular her defasında alçak
Kilikya ovalarına geri çekilmişti. Toroslardan Konstanti­
nopol'e kadar uzanan yol ışıkları başkent Bizans'a Müslü­
man istilacıların yaklaşhğını haber vermekteydi.9
İvriz köyü eski adı Kybistra olan Ereğli'ye on on iki ki­
lometre mesafede, Toroslar'ın kuzey yamaana kurulmuş­
tur. Ereğli'den köye giden yol Devonshire'ın yeşil patika­
larından daha sevimli olan ve iki yanında kalın çitlerle sö­
ğüt, kavak, fındık, akdiken ve devasa ceviz ağaçlarının sı­
ralandığı, yazın başlarında bülbül seslerinin yankılandığı
patikalar boyunca uzanan zengin buğday tarlalarıyla
üzüm bağlarının arasından geçer. İvriz'in kendi de meyve
bahçeleri, ceviz ve üzüm bağlarından oluşan yeşilliklerin
gölgesi alhndadır. Köy kızıl kayalardan oluşan büyük uçu-

9 W. M. Ramsay, Luke the Physician and other Studies in the History of Reli­
gion, (Londra, 1908), ss. 112 vd.

138
romlarla bölünen derin bir vadinin ağzında bulunmakta­
dır. Kristal berraklığında, koyu mavi renkli bir su bu sarp
kayalıklann bahsından adeta fışkınr gibi çıkar ve diğer
akarsularla birleşip güçlenerek bir anda köpükler saçan
geçit vermez bir akıntıya dönüştükten sonra kayalık yata­
ğının içinden kükreyerek akar. Kaynaktan az ötede ırmak­
tan ayrılan bir dal, suyun içinden adeta fırlamış gibi görü­
nen kızıl bir kayanın dibinden, dar ve derin bir kanal bo­
yunca akmaya devam eder. Yüzeyi traşlanmış olan bu ka­
yanın üstünde kabartma heykeller vardır. İki büyük figür­
den biri bir tanrıya, öteki de ona tapan bir ibadetçiye aittir.
Yaklaşık beş metre yüksekliğindeki tanrı sakallı bir erkek
figürü olup, başında birkaç çift boynuzla süslenmiş sivri
uçlu bir başlık bulunmaktadır; üstünde dizlerine kadar
gelmeyen kısa bir tunik ile belinde bir kemer vardır. Ba­
cakları ve ayaklan çıplakhr; el bileklerinde halka ya da bi­
lezikler görülmektedir. Ayaklanndaysa uç kısımlan kal­
kık, yüksek çizmeler vardır. Sağ elinde, üzerinden salkım
salkım üzümler sarkan bir üzüm dalını tutarken, yukarı
kaldırdığı sol elinde bugün Kapadokya' da hala yetiştirilen
buğdaylardan bir demet tutmaktadır; parmaklarının ara­
sından buğday başağı çıkarken, uzun sapları ayaklarına
kadar inmektedir. Önünde kendisinden daha küçük, aşağı
yukarı iki buçuk metrelik bir figür durmaktadır. Bu figür
belli ki bir rahip ya da kraldır, ya da daha büyük bir olası­
lıkla her ikisidir. Zengin giysileri tanrının mütevazı kıyafe­
tiyle tezat oluşturmaktadır. Başında sivri değil de yuvarlak
şekilli, düz bantlarla çevrilmiş ve ön tarafı gülbezekle ya
da bugün Doğulu hükümdarlarda hala görülen değerli taş­
larla süslenmiş bir başlık vardır. Boynundan ayak bilekle­
rine kadar uzanan ve eteklerinde püsküller bulunan kafta­
nın üstüne mücevherlerle süslü bir tokayla göğüs kısmın­
dan tutturulmuş bir şal ya da harmani giyilmiştir. Hem
kaftan hem de şalın üstüne nakışı andıran işlemeler oyul­
muştur. Halkalardan ya da boncuklardan yapılmış ağır bir
kolye boynu sarmaktadır; tıpkı tannnınkiler gibi onun

1 39
ayaklarında da çizme vardır. Tapınma hareketi çerçeve­
sinde bir ya da iki el birden kaldırılmıştır. Hem tanrının
hem de ona tapan kişinin yüzlerindeki şahin gagasına
benzeyen geniş burun dikkat çekmektedir; her ikisinin saç
ve sakalları da gür ve kıvrımlıdır.10
Bu dikkat çekici abidenin durumu Lübnan' daki Af­
ka'nınkine benzemektedir;11 çünkü her iki yerde de kaya­
ların arasından çıkarak aşağıdaki zengin topraklara bere­
ket getiren heybetli bir ırmak vardır. İnsanoğlu muhteme­
len başka hiçbir yerde, toprağın bereketini borçlu olduğu­
nu ve yaşamın kendisi sayesinde vücut bulduğunu dü­
şündüğü doğanın muazzam güçlerine bu kadar yerinde
bir saygı gösteremez. İnsanı zindeleştiren serin havasıyla,
uçsuz bucaksız yeşillikleriyle, -yazın yakıcı sıcağında bu
kadar hoş olan- buz gibi soğuk muhteşem akarsuyuyla ve
uçsuz bucaksız bereketli topraklarıyla vadi, bu abideyle

1 0 E. J. Davis, "On a New Hamathite lnscription at lbreez," Transactions of


the Society of Biblica/ Archaeology, iv. (1876) ss. 336-346; aynı yazar, Life in
Asiatic Turkey (Londra, 1879), ss. 245-260; G. Perrot ve C. Chipiez, Histoire
de /'Art dans /'Antiquite, iv. 723-729; Ramsay ve Hogarth, "Prehellenic
Monuments of Cappadocia,'' Recuei/ de Travaux Relatifs iı la Philologie Et iı
l'Archeologie Egyptiennes et Assyriennes, xiv. (1903) ss. 77-81, 85 vd, levha­
lar iii. ve iv. ile birlikte; L. Messerschmidt, Corpus Inscriptionum Hettitica­
rum (Berlin, 1900), Tafel xxxiv.; W. M. Ramsay, Luke the Physician (Lond­
ra, 1 908), ss. 171 vd.; John Garstang, The Land of the Hittites (Londra,
1910), ss. 191-195, 378 vd. W. M. Ramsay ve D. G. Hogarth bu kabartma­
lar için "dünyadaki başka hiçbir kabartma bu kadar etkileyici değil,"
demektedirler, (American fournal of Archaeology, vi., 1890, s. 347). Profesör
Garstang bu heykellerin M.Ö. on veya on birinci yüzyıllara kadar gitti­
ğini belirtmektedir. Bor' da, antik Tyana kentinin yakınlarında bulunan
diğer bir yazılı Hitit anıtında da aynı şekilde, tapınan bir kral ya da rahip
figürü görülmektedir. Hatta benzerlik kaftanla şalın üstündeki süsleme­
lere ve uzun kaftanın eteğindeki çok iyi bilinen swastika kabartmasına
kadar uzanmaktadır. Figür bir kaya levha üstüne kabartma şeklinde iş­
lenmiş olup etrafında kimi arhk okunamayan yazılar bulunmaktadır.
Bkz. ]. Garstang, a.g.e., ss. 1 85-188, levha lvi ile birlikte. Tarsus' tan İvriz'e
giden rota için bkz. E. ]. Davis, Life in Asiatic Turkey, ss. 198-244; ]. Gars­
tang, a.g.e., ss. 44 vd.
1 1 Bkz. yukarıda, ss. 42 vd.

140
tanrıya sadakat ve minnettarlığını bildirmek isteyen eski
bir prense veya yüksek rütbeli bir rahibe peka.Ia ev sahip­
liği yapabilir. Bu kral veya rahip hükümdarın yaşadığı yer
Kybistra12 ya da artık meyve bahçeleri, ceviz, kavak, söğüt,
dut ve meşe ağaçlarıyla dolu bahçelerin aralarına dağılmış,
harap ve yoksul bir yer olan günümüz Ereğlisi olabilir.
Bölge bir kuş cennetidir. Burada ardıç kuşlarıyla bülbüller
avazları çıktığınca şarkı söylerler, ibibikler taraklı sorguç­
larını dalgalandırır, parlak renkli ağaçkakanlar daldan da­
la atlar ve yüzlerce karasağan gruplar halinde havada da­
lışlar yaparlar. Biraz ileride, ırmak ve derelerin bittiği yer­
de tam bir kasvet havası -yazlan büyük bataklıklarla ve
geniş tuz arazileriyle bölünen çorak bir arazi, kışları güne­
şin artan sıcaklığıyla kururken geride zehirli bir sıtma bı­
rakan geniş bir durgun su- hakimdir. Batıya doğru, uçsuz
bucaksız ve ürkütücü, çıplak, ağaçsız ve ıssız Likaonya
ovası, mavi ufukta soluncaya ya da güneşli havalarda bir
kadife kadar yumuşak, mor bulutların gölgelerinin düştü­
ğü dik volkanik dağlarla uzaklarda sınırlanıncaya kadar;
göz alabildiğine uzanır. Bir toprak parçasında söz konusu
olan ve insanın yüzünü güldürecek bollukla bir diğerinin
kasvetli ıssızlığı arasındaki bu keskin tezatın bolluk için­
deki toprakları ilkel insanın gözünde Tanrının hakiki bir
bahçesine dönüştürmesi şaşırtıa değildir. İvriz tanrısını bir
bereket kaynağı olarak ortaya koyan özellikler arasında,
yüksek başlığının üstündeki boynuzlar gözden kaçırılma­
malıdır. Bunlar muhtemelen boğa boynuzlarıdır; çünkü
boğa ilkel sığır yetiştiricileri için en büyük üretici güç sem­
bolüydü. Fırat üstündeki büyük Hitit başkenti Karka­
mış' ta, üzerine gösterişli bir elbise geçirmiş ve tepesinde

12 Strabon, xii. 2. 7, s. 537. Cicero Kilikya'da genel valilik yaparken Ky­


bistra'da ordusuyla birkaç gün kamp kurmuştu; Atticus'a gönderdiği
mektuplardan ikisi burada kaleme alınmıştır. Ancak Suriye'yi istila eden
Partların Kilikya'yı tehdit ettiğini öğrenince cebri yürüyüşle Kilikya Ka­
pıları'ndan Tarsus'a geçmiştir. Bkz. Cicero, Ad Atticum, v. 18, 19, 20; Ad
Familiares, xv. 2, 4.

141
çember bulunan uzun boynuzlu bir başlık giyen bir tanrı
ya da rahip kabarhnası bulunmuştur.13 Kuzeybatı Kapa­
dokya' da bir höyük yakınlarındaki sarayda bulunan hey­
keller Hititler'in boğaya taptığını ve onun adına koç kur­
ban ettiklerini göstermektedir.14 Aynı şekilde, Yunanlar da
şarap tanrısı Dionysos'u boğa şeklinde tasvir ehnekteydi.15

3. Tarsuslu Sandan
Ellerinde üzüm ve buğday tutan İvriz tanrısının aynı
sembolleri taşıyan Tarsuslu Baal'le aynı tanrı oldukları ke­
sindir.16 Ama adı neydi? Ona kimler tapıyordu? Görünüşe
göre Yunanlar ona Herakles diyordu; komşu Kybistra ken­
ti en azından Bizans döneminde Heraclea adını kullan­
maktaydı ki, bu da bölgenin baş tanrısının Herakles oldu­
ğunu göstermektedir.17 Ancak İvriz' deki figürlerin tarzı ve
kostümü bunun bir Doğu tanrısı olduğunu tartışmasız bi­
çimde kanıtlamaktadır. Eğer bunun için bir kanıt gereki­
yorsa, bu da heykellerin yanlarına kazınan yazılarla sağ­
lanmıştır, çünkü bu yazılar bugün Hititçe olarak bilinen

13 L. Messerschmidt, The Hittites (Londra, 1903), ss. 49 vd. Halen British


Museum' da bulunan bir Asur silindirinin üzerinde, elinde ok ve yayla
bir aslana binen, boynuzlarla süslenmiş ve tepesinde bir yıldız ya da gü­
neş bulunan bir başlık giyen savaş tanrısına benzer bir tanrı görmekte­
yiz. Bkz. De Vogüe, Melanges d'Archeologie Orientale (Paris, 1868), s. 46.
De Vogüe bunun büyük Asya tanrısı olduğunu söylemektedir. Boynuzlu
İvriz tanrısına gelince, "boynuzların bu durumda Asur tanrı sembolüne
benzemesi manhklı görünmektedir. Heykel geç bir dönemde yontulmuş
olup, tarzı Sami etkisini yansıtmaktadır" (Profesör J. Garstang'ın, bana
gönderme nezaketini gösterdiği bazı elyazması notlarından).
t< Bkz. aşağıda, s. 150.

15 Spirits of the Corn and of the Wild, i. 16 vd., ii. 3 vd.


16 Bunların aynı tanrı oldukları E. Meyer (Geschichte des Altertums, i. 2. s.
641), G. Perrot ve C. Chipiez, Histoire de /'Art dans /'Antiquite, iv. 727) ile
P. Jensen (Hittiter und Armenier, Strasburg, 1898, s. 145) tarafından da ka­
bul edilmektedir.
17 Ramsay ve Hogarth, "Pre-Hellenic Monuments of Cappadocia," Re­
cueil de Travaux Relatifs il la Philologie Et il l 'Archeo/ogie Egyptiennes et Assy­
riennes, xiv. (1893), s. 79.

142
özgün bir hiyeroglif sisteminden oluşmaktadır. Buradan
da Tarsus ve İvriz' de tapınılan tanrının bir Hitit tanrısı ol­
duğu, Küçük Asya'nın merkezine yerleşen bu eski ve hak­
kında az şey bilinen halkın bir yazı sistemi icat ettiği ve
hakimiyetini değilse bile etkinlik alanını Fırat'tan Ege'ye
kadar genişlettiği sonucu çıkmaktadır. Bu zorlu dağ insan­
ları, yazın çok yakıa sıcaklarıyla kışın keskin soğuklan
arasında gidip gelen bir iklimin hüküm sürdüğü Orta As­
ya'nın yüksek ve kıraç iç platolarından yola çıkıp, dağ ge­
çitlerinden geçerek, çok erken bir tarihte Suriye ve Kilik­
ya'nın zengin güney ovalarına yerleşmişlerdi.18 Dilleri ve
ırkları hala tarhşma konusudur, ama ağır basan görüş dil­
lerinin ve de ırklarının Semitik olmadığı yönündedir.19
İki araşhrmacı İvriz' deki devasa tanrı figürüne iliştirilen
yazıda Sandan ya da Sanda adını okumayı başardılar. 20

18 Hititlerin merkezinin Küçük Asya'nın iç kesimleri ve özellikle de Ka­


padokya olduğu ve buradan güneye, doğuya ve bahya yayıldıktan şek­
lindeki görüş A. H. Sayve, W. M. Ramsay, O. G. Hogarth, W. Max Müler,
F. Hommel, L. B. Paton ve L. Messerschmidt tarafından dile getirilmek­
tedir. Hitit yazısı henüz okunamayan bir hiyeroglif sisteminden oluşu­
yor, ancak Hititler yabancı uluslarla ilişkiye geçtikten sonra Babil çivi
yazısını kullanmaya başlamışlardı. Dr. H. Winckler tarafından, Kapa­
dokya' daki büyük Hitit başkenti Boğazköy' de hem Babil hem de Hitit
dilinde yazılmış kil tabletler bulunmuştur; Hitit sözcüklerinin anlamlan
değilse bile seslendiriliş biçimleri artık bilinmektedir. Profesör E. Me­
yer'e göre Hitit dili ne Sami ne de Hint-Avrupa dillerine benzer. Boğaz­
köy' de bulunan yazılı tabletler için bkz. H. Winckler, "Vorlaufige Nach­
richten über die Ausgrabungen in Boghazköi im Sommer 1907, 1. Die
Tontafelfunde," Mitteilungen der
Deutschen Orient- Gesellschaft zu Berlin, No. 35, Aralık 1907, ss. 1-59; "Hit­
tite Archives from Boghaz-Keui," Meta E. Williams tarafından Dr.
Winckler'in Almanca metinlerinden çevrilmiştir, Annals of Archaeo/ogy
and Anthropology, iv. (Liverpool, 1912), ss. 90-98.
1 9 G. Maspero, Histoire Ancienne des Peuples de l'Orient Classique, ii. 351,
dipnot 3; L. B. Paton, a.g.e., s. 109; L. Messerschmidt, The Hittites, s. 10; F.
Hommel, a.g.e., s. 42; W. Max Miiller, Asien umd Europa, s. 332. Bkz. ön­
ceki dipnot.
20 A. H. Sayce, "The Hittite Inscriptions", Recueil de Travaux Relatifs iı la

Philologie Et iı l'Archeologie Egyptiennes et Assyriennes, xiv. (1893), ss. 48


vd; P. Jensen, Hittiter und Armenier, (Strasburg, 1898), ss. 42 vd.

1 43
Her ne olursa olsun, Sandan, Sandon ya da Sandes'in bir
Kapadokya ya da Kilikya bereket tanrısının adı olduğunu
düşünmek için sağlam nedenler mevcut. Çünkü gördü­
ğümüz gibi, Kapadokya'daki İvriz tanrısı Yunanlar tara­
fından Herakles'le özdeşleştirilmiş olup, Herakles'in Ka­
padokya ve Kilikya dilindeki adının Sandan ya da Sandes
olduğu söylenmektedir. Tarsus'un kurucusunun bu San­
dan ya da Herakles olduğu ve kent halkının her yıl ya da
periyodik olarak düzenlenen bir festivalde adına büyük bir
ateş yakarak onu andığı belirtilmektedir.21 Görünüşe göre,
tıpkı Melkart festivalinde olduğu gibi bu festivalde de tan­
rının temsili sureti odun ateşinde yakılmaktaydı. Zira Tar­
sus paralan odun yığınını genellikle çelenklerle süslenmiş
bir sunağa ya da zemine yerleştirilmiş, ortasında Sandan
ve tepesinde, yanan tanrının yükselen dumanı ve ateşin
içindeki ruhunu göğe taşımaya hazırlanır gibi kanatlarını
açmış bir kartal figürü bulunan koni şekilli bir yapı olarak
tasvir etmektedir.22 Yine, Roma imparatoru taht için geride

21 Ammianus Marcellinus, xiv. 8. 3; Dio Chrysostom, Or. xxxiii. vol. ii. s.


16, (ed.) L. Dindorf (Leipzig, 1857). Büyük ateşten sadece Dio Chrysos­
tom söz etmektedir. Dio Chrysostom bu geleneğin periyodik olarak uy­
gulandığını ima etmektedir. Sandan ya da Sandan için bkz. K. O. Mililer,
"Sandan und Sardanapal,"
Kunstarchaeologische Werke, iii. 6 vd.; F. C. Movers, Die Phönizier, i. 458
vd.; Raoul-Rochette, "Sur
L'Hercule Assyrien et Phenicien," Memoires de / 'Academie des lnscriptions
et Bel/es- Lettres, xvii. 2. cilt (Paris, 1848), vd. 178 vd.; E. Meyer, "Über ei­
nige Semitische Götter," :leitschrift der Deııtschen Morgeııliindischen Ge­
sel/schaft, xxxi. (1877) ss. 736-740: aynı yazar, Geschichte des Altertums, i. 2.
ss. 641 vd.
22 P. Gardner, Catalogue of Greek Coins, the Seleucid Kings of Syria (Londra,

1878), ss. 72, 78, 89, 112,


levha xxi. 6, xxiv. 3, xxviii. 8; G. F. Hill, Catalogue of the Greek Coins of
Lycaonia, Isauria, aııd Cilicia (Londra,1900), ss. 1 80, 181, 183, 190, 221, 224,
225, levha xxxiii. 2, 3, xxxiv. 10, xxxvii. 9; F. Imhoof-Blumer, "Coin-types
of some Kilikian Cities," /oıırnal of Hellenic Studies, xviii. (1898) s. 169,
levha xiii. 1, 2. Bazıları paralarda tasvir edilen yapının odun yığını değil
de Sandan ya da Sardanapalus anıtı olduğunu savunmaktadır. Kare şe­
killi zemindeki koni bize kesinlikle Biblos paralarındaki benzer yapıyla,

144
bir oğul bırakarak öldüğü zaman, balmumundan ölüyü
tasvir eden bir kukla yapılır ve kare şekilli bir ahşap zemi­
nin üstünde kurulan büyük bir odun ateşinde yakılırdı,
aynca ölerek tanrılaşan imparatorun ruhunu göğe taşımak
üzere odun ateşinin tepesine bir kartal bırakılırdı.23 Roma­
lılar Doğu' dan, Roma basitliğinden çok Doğu dalkavuklu­
ğunun kokusunu taşıyan cafcaflı bir gelenek almış görün­
mektedir.
Tarsus paralarında tasvir edilen Sandan ya da Herakles
tipi, aslan üstünde oturan bir Asya tanrısıyla aynıdır. Şu
farkla ki, Sandan ya da Herakles de bir odun yığınının üs­
tünde ancak yığından ayrı bir figür olarak tasvir edilmek­
tedir. Tasvirlerden tanrının özelliklerine ve şekline dair ol­
dukça doğru bir tanrı kavramı çıkartabiliriz. Tanrı burada
boynuzlu ve çoğu zaman da kanatlı bir aslanın üstünde
duran sakallı bir erkek olarak tasvir edilmektedir. Başında
yüksek ve sivri uçlu bir başlık ya da taç vardır, bazen uzun
bir kıyafet bazen kısa bir tunik giymektedir. En az bir pa­
ranın üstünde, ayaklarında yüksek ve dilli çizmeler bu­
lunmaktadır. Yan tarafında ya da omzunda bir kılıç, yay
kılıfı ve okluk, bazen bunlardan sadece bir veya ikisi bu­
lunmaktadır. Sağ eli kalkık durumdadır ve bazen bir çiçek
tutmaktadır. Sol eli iki başlı bir baltayı kavramakta, bazen
baltaya ek olarak ya da onun yerine bir çelenk bulunmak-

Paphos'taki konik şekilli Afrodit imgesini habrlatmaktadır (bkz. yukarı­


da, ss. 26, 48); ancak Dio Chrysostom'un ifadeleri Tarsus paralarındaki
tasarımın odun yığını olma olasılığını artırmaktadır. Tanrının yakılışı
aynı zamanda kaha bir kaya heykeliyle de anıtlaştırılmış olabilir. Bazı
Tarsus paralarında görülen "Bıldıran avı" efsanesi (G. F. Hill, a.g.e., ss.
lxxxvi. vd.), avlanan bıldırcınların odun ateşinde yakılmasına işaret edi­
yor olabilir. Bıldırcınların yakılmak suretiyle Biblos'a kurban edildiğini
daha önce görmüştük. Tarsus paralarındaki efsaneye dair bu açıklama
Raoul-Rochette (a.g.e., ss. 201-205) tarafından dile getirilmiştir. Adonis
için ateş yığınında güvercin yakılırdı (aşağıda, s. 165). Aynı şekilde Pat­
rae'deki Laphria Artemisi için de odun ateşinde kuşlar yakılmaktaydı
(Pausanias, vii. 18. 12).
23 Herodianus, iv. 2.

145
tadır; ancak balta Sandan tasvirlerinde en sık görülen fi­
gürlerden biridir.

4. Boğazköy Tanrıları
Hemen hemen aynı özellikleri gösteren bir tanrı figürü­
nü de Kuzeybatı Kapadokya' daki Boğazköy' de bulunan
bir grup Hitit heykelinde görmekteyiz. Boğazköy yani
"geçit köyü" gri kireçtaşından kayalık dağlarla kaplı yük­
sek ve vahşi bir vadide bulunan derin, dar ve güzel bir ge­
çidin ağzındadır. Evler tepelerin alt yamaçlarına inşa
edilmiş olup, geçidin içinden çıkarak evlerin yanıbaşından
geçen bir dere batıya doğru aşağı yukarı on saatlik bir me­
safede Kızılırmak'la birleşmektedir. Köyün hemen üst ta­
rafında devasa surlarla çevrelenmiş büyük bir antik kent
dağın kayalık zemininden yükselerek yalçın kayalıkların
tepesine oturan iki iç kale ile doruğa ulaşmaktadır. Birçok
yerde duvar yüksekliği dört metreyi bulmakta veya aş­
maktadır. Duvarlar aşağı yukarı dört buçuk metre geniş­
likte olup, ortası taş dolguyla doldurulmuş olan iç ve dış
yüzeyleri büyük blok taşlarla örülmüştür. Duvarlar dış ta­
rafta çeşitli aralıklarla dikilen ve askeri amaçlı olmaktan
çok mimari bir destek olarak tasarlanmış, yaklaşık otuz
metre yükseklikteki kule veya payandalarla güçlendiril­
miştir. Birbirine paralel olarak yerleştirilen büyük taşlar
aynı dönemlerde yapılan Miken surlarını hahrlatmaktadır.
Sağında ve solunda Hitit sanalının en iyi örneklerinden bir
çift devasa aslan heykeli bulunan Boğazköy'ün güney ka­
pısı Miken'deki ünlü Aslanlı Kapı'nın aynısıdır. Doğu ka­
pısının iç tarafında bir Amazon ya da Hitit savaşçısı rölyefi
bulunmaktadır. Alan bugün sık, bodur meşelerle kaplıdır.
Surlarla çevrili hakim bir mevkide devasa taş bloklardan
inşa edilmiş büyük bir saray ya da tapınak vardır. Çevresi
sekiz dokuz kilometreyi bulan bu büyük kent Lidya kralı
Kroisos'un Kyros'la girdiği savaşta ele geçirdiği antik Pte­
ria' dır. Frigyalılann Avrupa' dan Küçük Asya içlerine ka-

146
dar gelerek Kızılırmak'ın bahsında rakip bir devlet kurma­
sından önce burası muhtemelen güçlü Hitit imparatorlu­
ğunun başkentiydi.
Dik ve taşlık bir patika Boğazköy'den aşağı yukarı üç ki­
lometre kadar doğudaki bir tapınağa uzanır. Burada, gri
renkli kireçtaşı yarların arasında dikdörtgen şeklinde, tek
çatısı gökyüzü olan ve üç tarafı yüksek kayalarla çevrili
geniş bir doğal oda ya da salon vardır. Bir taraf açıktır; bü­
yük bir çerçevenin içinde zarif bir manzara oluşturan az
Herdeki ve daha uzaklardaki dağların yamaçları görülmek­
tedir. Odanın boyu aşağı yukarı otuz üç metre olup, geniş­
liği sekiz ile on altı metre arasındadır. Zemin neredeyse
tamamen çimenle kaplıdır. İçeri girişte sağ tarafta bulunan
kayaların arasındaki dar bir açıklık, bir iç tapınak ya da en
kutsal oda olduğu sanılan daha küçük bir odaya ya da da­
ha doğrusu koridora açılmaktadır. Burası kayaların derin
gölgelerinin ceviz ağaçlarınının parlak yeşil yapraklarıyla,
yukarıdaki gökyüzünün ve bulutların görüntüsüyle renk­
lendiği romantik bir noktadır. Her iki odanın da kaya du­
varlarında ünlü alçak kabartmalar bulunmaktadır. Dış ta­
pınaktaki alçak rölyefler odanın iki yanı boyunca uzanan
ve iç tarafta karşı karşıya gelen iki büyük tören alayını tas­
vir etmektedir. Sol duvardaki figürlerin büyük bölümü,
yüksek tepelikli bir başlık, uçları yukarı kalkık ayakkabılar
ve bel seviyesinden büzülüp dizlerin üstüne kadar inen
tunikten oluşan tipik Hitit kıyafetleri giymiş erkeklerden
oluşmaktadır.24 Sağ duvarda uzun, kare biçimli, üstü düz
ve yanlan oluklu başlıklar giyen kadınlar bulunmaktadır;
kadınların uzun giysileri dikey kıvrımlar halinde erkekle­
rinkilere benzer ayakkabılar geçirilmiş ayaklarına kadar
uzanmaktadır. Tören alaylarının karşılaşhğı kısa duvarda
ise merkezi figürlerin büyüklüğü, duruşu ve üstlerindeki

24 Erkeklerden oluşan bu tören alayının içinde, (a) tıpkı karşı duvardaki­

ler gibi uzun plili kıyafetler giymiş iki kadın, (b) iki kanatlı canavar; (c)
bir rahip ya da kral figürü bulunmaktadır.

1 47
malzemeler bunların kutsal olduğunu göstermektedir. Er­
kek tören alayının başında sivri külahlı başlık, kısa tunik
ve ucu kalkık ayakkabılardan oluşan geleneksel Hitit kıya­
fetleri giymiş sakallı bir tanrı yürümekte ya da taşınmak­
tadır; ancak ayakları iki erkeğin eğilmiş başlarına basmak­
tadır, omzuna koyduğu sağ elinde ucunda topuz bulunan
bir gürz ya da sopa tutarken, ileri doğru uzanan sol eli,
ucunda bir bağlama çubuğuyla tutturulmuş oval bir cisim
bulunan üç dişli mızraktan bir sembolü kavramaktadır.
Onun arkasında, ona benzeyen ama biraz daha kısa bir er­
kek ya da tanrı figürü vardır. O da sağ elinde bir topuz ya
da kalın sopa tutarken, sol elinde kabzası düz bir uzun kı­
lıç vardır; ayakları iki adama değil, muhtemelen dağları
temsil eden iki düz tepeli kuleye basmaktadır. Kadın tören
alayının başında, iki adamın üstünde yükselen büyük tan­
rıya bakan ve bir dişi aslan ya da panterin üstünde duran
tanrıça yer alır. Kıyafeti kadınlarınkinden farklı değildir:
örgülü saçları sırtından aşağı sarkmaktadır. İleri doğru
uzattığı sağ elinde tanrınınkine değecek şekilde bir sembol
tutmaktadır. Sembolün şekli ve anlamı belirsizdir. Sembol
ucunda üst üste iki çift yumru bulunan bir saptan ve hpkı
tanrı sembolündeki gibi bunların üstünde duran bağlama
çubuğuyla oval nesneden oluşmaktadır. İki tanrının ileri
doğru uzanan kollarının alhndan genellikle boğa oldukları
tahmin edilmekle birlikte daha çok keçiye benzeyen iki
hayvanın ön kısımları görünmektedir; her birinin başında
koni biçimli Hitit başlıkları bulunmakta olup bedenleri de
tannnınkine benzer bir giysiyle örtülüdür. Tanrıçanın he­
men arkasında ondan daha küçük ve anlaşıldığı kadarıyla
genç bir erkek figürü vardır ve bu figür de tıpkı onun gibi
bir dişi aslanın ya da panterin üstünde durmaktadır. Sakalı
yoktur ve külah şapka, kısa tunik ve uçları kalkık ayakka­
bılardan oluşan Hitit kıyafetleri giymektedir. Yan tarafın­
dan hilal kabzalı bir kılıç sarkmaktadır; sol elinde iki başlı
bir balta, sağ elinde ise başın yerinde bağlama çubuğuyla
oval cismin bulunduğu kolsuz bir bebek sembolüyle dona-

148
tılmış bir asa vardır. Onu, tören alayının başındaki tanrı­
çaya benzeyen ancak farklı semboller taşıyan ve dişi bir as­
lan yerine kanatlarını açmış iki başlı bir kartalın üstünde
duran iki kadın ya da daha doğrusu tanrıça izlemektedir.
Küçük odanın girişi her iki tarafta kayaya oyulmuş ka­
natlı bir canavar figürü tarafından korunmaktadır; her iki
figür de insan bedeni taşımakta olup birinde köpek, diğe­
rinde ise aslan başı bulunmaktadır. Canavarlar tarafından
korunan girişin uzandığı iç tapınağın duvarları da rölyef­
lerle kaplıdır. Bir tarafta, sağ ellerinde kılıçlar bulunan Hi­
tit kıyafetli on iki askerden oluşan bir kafile görmekteyiz.
Karşı duvarda başı insan başı olup gövdesi, ikisi üstte ve
baş aşağı duran ve ikisi altta olmak üzere dört aslandan
oluşan bir devasa tann figürü bulunmaktadır. Tanrı yük­
sek külah şeklindeki Hitit başlığı giymiştir. Genç bir yüzü
vardır ve büyük odadaki dişi aslanın üstünde duran erkek
figürü gibi o da sakalsızdır; bakana dönük olan kulağın­
dan bir küpe sarkmaktadır. Dizlerinden aşağıya doğru bir
hançere ya da kısa kılıca benzetilen bir cisim sarkmaktadır.
Bu tanrının sağ tarafındaki kare biçimli panoya yine iki fi­
gürden oluşan bir kabartma oyulmuştur. Figürlerden bü­
yük olanı dış tapınaktaki, aslan üstünde duran gence çok
benzemektedir. Çenesinde sakal yoktur; aynı külah biçimli
başlığı, aynı kısa tuniği ve aynı kalkık uçlu ayakkabıları
giymekte, aynı hilal kabzalı kılıa taşımakta ve sağ elinde
benzer bir kolsuz bir bebek tutmaktadır. Ancak sol kolu,
kendisini korur gibi yandan kavradığı daha küçük bir fi­
gürü sarmaktadır. Tann tarafından bu şekilde kucaklanan
küçük figür kesinlikle bir rahip ya da rahip kraldır. Yüzü
sakalsızdır; kafasında bir başlığı, ayaklarına kadar uzanan
uzun bir harmanisi ve onun üstüne giyilmiş bir tür kolsuz
cüppesi vardır. Harmaninin altından bir kılıcın hilal şekilli
kabzası görünmektedir. Sağ el bileği tanrının sol eli tara­
fından kavranmıştır; rahip sol elinde alt ucu kıvrımlı bir
çoban değneği ya da asası tutmaktadır. Hem rahibin hem
de koruyucusunun yüzleri aslan-tanrıya dönüktür. Arka-

1 49
larındaki panonun üst köşesinde, iki İyon sütununa ben­
zeyen figürlerin üstünde duran kanatlı diskten ibaret kut­
sal bir sembol bulunmaktadır. Aralarında ise anlamı belir­
siz üç sembol görünmektedir. Bu kıyafet içindeki rahip ya
da kral figürü tanıdık bir figürdür; çünkü dış tapınakta ve
Boğazköy'ün kuzeydoğusunda atla dört buçuk saat mesa­
fede bulunan Höyük'teki büyük Hitit sarayında iki kez
önümüze çıkmıştır. Boğazköy' deki dış tapınakta rahibin
erkeklerden oluşan tören alayıyla birlikte yürüdüğünü, bir
elinde ucu kıvrık bir asa ya da lituus, ötekinde dişi aslanın
üstünde duran tanrıçaya benzer bir sembol taşıdığını gör­
mekteyiz. Başının üstünde başka herhangi bir özelliği ol­
mayan kanatlı bir disk görünmektedir. Ayrıca rahip dış
tapınağın sağ tarafındaki duvarda, iki tören alayından ba­
ğımsız olarak belirgin bir yer işgal etmekte olup buradaki
figürlerin hepsinden daha geniş bir alana oyulmuştur. Bu­
rada muhtemelen iki dağı temsil eden iki yığının üstünde
durmakta ve sağ elinde, aralarında başka semboller bulu­
nan iki İyon sütunuyla desteklenen kanatlı disk sembolü­
nü taşımaktadır. Ancak ortadaki sembolün yerinde külah
başlık ve köpek dişi deseniyle süslenmiş uzun cübbe giyen
bir erkek figürü bulunmaktadır. Höyük sarayındaki ka­
bartmalardan birinde rahibi tipik kıyafeti ve asasıyla ve
arkasında bir rahibeyle birlikte, ikisinin de elleri adeta ya­
karırcasına açılmış olarak görüyoruz. Önünde bir sunak
bulunan yüksek bir kaidenin üstünde duran bir boğa figü­
rüne doğru yaklaşmaktalar. Arkalarında bir rahip koç sü­
rüsünü kurban etmeye götürmektedir. Höyük'teki diğer
bir kabartmada aynı şekilde giyinen ve ardından bir rahi­
benin geldiği bir rahip vardır; oturan bir tanrıçaya yaklaş­
makta ve anlaşıldığı kadarıyla tanrıçanın ayaklarına şarap
saçısı yapmaktadır. Her iki sahne de kuşkusuz, birinde bir
tanrıçaya, diğerinde bir boğaya yapılan ibadeti temsil et­
mektedir.25

25 W. J. Hamilton, Researches in Asia Miııor, Pontııs, and Arnıenia (Londra,

150
Bugün hala Boğazköy' deki kaya kabartmalarının anlam­
larını araşhnyoruz. Bu karşı karşıya duran tören alayları
nedir? Temsil edilen kişiler kimlerdir ve ne yapmaktadır­
lar? Bazıları bunun tarihsel bir sahne olup, iki halk arasın­
da yapılan bir barış antlaşması ya da bir kralın oğlunun
başka bir kralın kızıyla evlenmesi gibi büyük bir olayın

1842), i. 393-395; H. F. Tozer, Tıırkish Armenia and Eastern Asia Minor, ss.
59 vd., 66-78; W. M. Ramsay, "Historical Relations of Phrygia and Asia
Minor," foıırnal of the Royal Asiatic Society, xv. (1883) ss. 113-120; G. Perrot
ve C. Chipiez, Histoire de /'Art dans /'Antiquite, iv. 623-656, 666-672; K.
Humann ve O. Puchstein, Reisen in Kleinasien und Nordsyrien, ss. 55-70,
Atlas, levha vii.-x.; E. Chantre, Mission en Cappadoce, ss. 3-5, 16-26; L.
Messerschmidt, The Hittites, ss. 42-50; Th. Macridy-Bey, La Porte des
Sphinx a Eyuk, ss. 13 vd. (Mitteilungen der Vorderasiatischen Gese/lschaft,
1 908, No. 3, Berlin); E. Meyer, Geschichte des Altertums, i. 2. ss. 631 vd.; J.
Garstang, The Land of the Hittites (Londra, 1910), ss. 196 vd. (Boghaz­
Keui) 256 vd. (Eyuk). Bkz. P. }ensen, Hittiter und Armenier, ss. 165 vd.
Meslektaşım Profesör J. Garsang bana ilettiği bazı notlarda, dış tapınakta
tanrıyla tanrıçanın arasında duran ve Hitit başlıkları giyen iki hayvanın
boğa değil kesinlikle keçi olduğunu söylemektedir; ayrıca dış tapınakta
rahibin üstünde durduğu iki yığının köknar kozalağı olduğunu düşün­
mektedir. Profesör E. Meyer rahip kralın giydiği kıyafetin Güneş­
tanrıçasınınkiyle aynı olduğunu ve dış tapınağın sol tarafındaki erkek
geçit alayındaki benzer figürün rahip kral değil bizzat Güneş-tanrıça ol­
duğunu savunmaktadır. "Kralın yanındaki semboller," demektedir
(a.g.e., s. 632) "Hitit yazıtlarının da gösterdiği gibi, Hititlerde dişi bir tan­
rı olan Güneşin yeniden doğuşunu anlatmaktadır; o yüzden sembolü de
Güneş tapınağıdır." Yazıtlarda Hitit krallarına verilen "Güneş" unvanı
için bkz. H. Winckler, "Vorlaufige Nachrichten über die Ausgrabungen
in Boghaz-köi im Sommer 1907," Mitteilungen der Deutschen Orient­
Gesel/schaft zu Berlin, No. 35, Aralık 1 907, ss. 32, 33, 36, 44, 45 53. Bu hal­
kın gerçek adı, İbranice "no" gelen Hitit değil Chatti ya da Hatti gibi gö­
rünmektedir. Bkz. M. Jastrow, Encyclopaedia Biblica, ii. 2094 vd., "Hitti­
tes" maddesi.
Hem Boğazköy'deki tapınakta hem de Höyük sarayındaki ilginç bir Hitit
sembolü de çift başlı kartaldır. Bu sembol her iki yerde de kutsal kişilere
ya da rahiplere destek olarak kullanılmaktadır. Bu sembol Ortaçağlarda
Selçuklu Sultanları tarafından nişan olarak kabul edildikten sonra, Haçlı­
larla birlikte Avrupa'ya geçti ve zaman içinde Avusturya ve Rus impara­
torluklarının arması haline geldi. Bkz. W. J. Hamilton, a.g.e., i. 383; G.
Perrot ve C. Chipiez, a.g.e. iv. 681-683, levha viii. E; L. Messerschmidt,
The Hittites, s. 50.

151
kutlanması olduğunu düşünmektedir.26 Ancak başlıca fi­
gürlerin Üzerlerindeki giysi ve eşyaların, onların tarihsel
olmaktan çok dini veya mitik figürler olduğunu kanıtladı­
ğı belirtilerek bu görüşe haklı olarak karşı çıkılmaktadır.
Birbirine sembollerini gösteren, tören alaylarının başındaki
iki karaktere gelince, gerçeğe en yakın görüş bunların, ad­
lan ne olursa olsun Asya bereket tanrısı ile ona eşlik eden
kişiye karşılık geldiği görüşüdür; çünkü bütün Batı As­
ya' da benzer ayinlerle, farklı adlar altında aynı ilahi çifte
tapıldığı görülmektedir. Uzattığı sol elinde üç dişli mızrak
tutarak erkek figürlerden oluşan kafilenin başında giden
sakallı tann, muhtemelen sembolü yıldırım ve boğa olan
Hititlerin 'gürüldeyen gök tanrısı' yani Baba tanrıdır; çün­
kü taşıdığı üç dişli mızrak yıldırıma çok benzetilmektedir.
Kuzey Suriye'deki Zencirli' de ve Babil' de bulunan Hitit
sanatına ait iki taş anıt üstündeki tann da aynı şekilde
temsil edilmektedir. Her ikisinde de uzun başlık, kısa tu­
nik ve kıvrık uçlu ayakkabılardan oluşan geleneksel Hitit
kıyafeti giyen iki sakallı erkek tann görmekteyiz. Yan tara­
fında hilal kabzalı bir kılıç vardır, elleri havadadır, sağ el­
de tek başlı bir balta ya da çekiç, sol elde çatallı bir şimşek
ya da bir yıldırım demeti bulunmaktadır. Üzerinde uzun
bir Hitit yazıtı bulunan Babil levhasında tanrının başlığı
çift boynuzla süslenmiştir.27 Başlıktaki boynuzlar muhte-

26 W. J. Hamilton, Researches in Asia Minor, Pontus, and Armenia, i. 394 vd.;


H. Earth, Monatsberichtc der königl. Preuss. Akademie der Wissenschaften,
1 859, ss. 128 vd.; aynı yazar, "Reise von Trapezunt," Ergiinzungsheft zu
Petermann 's Geograph. Mittheilungen, No. 2 (Gotha, 1860), ss. 45 vd., H. F.
Tozer, Turkish Armenia and Eastern Asia Minor, s. 69; E. Chantre, Mission
en Cappadoce, ss. 20 vd. Barth'a göre bu sahnede Lidya kralı Alyattes'in
kızı Aryenis ile Medlerin kralı Siyaksares'in oğlu Astiages'in evlenme tö­
reni tasvir edilmektedir (Herodotos, i. 74). Konuyla ilgili farklı yorumla­
rın ortaya konduğu tartışmalar için bkz. G. Perrot ve C. Chipiez, Histoire
de /'Art dans l'Antiquite, iv. 630 vd.
27 Tanrının adının Teşub ya da Teşup olduğu sanılmaktadır; çünkü Tel­
el-Amama yazılanndan, Kuzey Mezopotamya'da yaşayan ve Hitit dili­
ne, dinine benzer dil ve dinleri olan ancak Ari bir hanedan tarafından

152
melen bir boğaya aittir; çünkü Fırat kıyısındaki Malatya' da
bulunan başka bir Hitit anıhnda boğanın üstünde duran
ve sol elinde üç dişli mızrak ya da yıldırım tutan gelenek­
sel Hitit kıyafeti giymiş bir tanrı kabartması varken, onun
karşısında da uzun bir kıyafet giymiş, tek eliyle çoban asa­
sı ya da değneği tutarken ötekiyle şarap döken bir rahip
durmaktadır.28 Hitit Kralı Hattuşili ile Mısır Kralı il. Ram­
ses arasında aşağı yukarı M.Ö. 1290' da yapılan bir ittifak
antlaşmasından bir Hitit fırtına-tanrısının varlığını öğren­
mekteyiz. Büyük bir talih eseri, elimizde bu antlaşmanın
hem Hitit hem de Mısır dilinde yazılmış nüshaları bulun­
maktadır. Kil tabletlere çivi yazısıyla yazılmış Hitit nüsha­
sı birkaç yıl önce Boğazköy' de bulundu; antlaşmanın Mısır
dilindeki iki nüshası ise Teb' deki tapınakların duvarlarına
oyulmuştu. Okunan ve çevrilen Mısır nüshalarından fırtı­
na-tanrının Hititler'in baş tanrısı olduğunu ve antlaşmaya
basılan iki Hitit mührünün fırtına-tanrı tarafından kucak­
lanan Kral ile Güneş-tanrıça Arenna tarafından kucakla-

yönetilen bir halk olan Mitanilerin en büyük tannsının bu isimde bir tan­
rı olduğu bilinmektedir. Dr. H. Winckler'in Boğazköy'deki kil tabletler
üzerinde bulduğu Hitit arşivlerinde de bu tanrıdan tekrar tekrar söz
edilmektedir. Konuyla ilgili beni bilgilendirme nezaketini gösteren Prof.
J. Garstang'ın Boğazköy' deki tören alayının başında bulunan Hitit tann­
sıyla ilgili yorumuna ben de katılıyorum. Daha önce bu tannyı Tammuz,
Adonis ve Attis'in Hitit karşılığı olarak değerlendirmiştim. Ancak bu gö­
rüşe karşı, (1) tanrının sakallı ve dolayısıyla ileri yaşta olduğu, Tammuz
ve onun arkadaşlannın ise genellikle genç olarak bilindiği; (2) elinde ta­
şıyor göründüğü yıldırımın bir yıldırım değil bitki tannsı olan Tam­
muz'a hiç uygun düşmediği; ve (3) Hitit Tammuz'unun tören alayında
Ana Tannça'nm hemen arkasında tasvir edildiği ve aynı sahnede farklı
özelliklerle iki kez tasvir edilmesinin mümkün olmadığı görüşü öne sü­
rülebilir. Tammuz'un sakallı bir tann olarak değerlendirilmesine karşı
bu görüş bana daha ikna edici ve Profesör Garstang'ın bakış açısını des­
tekler görünmektedir
28 J. Garstang, "Notes of a Joumey through Asia Minor," Annals of Arc/ıa­

eology and Anthropology, i. (Liverpool


ve Londra, 1 908) ss. 3 vd., levha iv.; aynı yazar, The Land of the Hittites, ss.
1 38, 359 levha xliv. Bu heykelde boğanın üstündeki tanrı sağ elinde gürz,
balta ya da çekiç yerine üçgen biçimli bir yay tutmaktadır.

1 53
nan Kraliçe'yi tasvir ettiğini öğreniyoruz.29 Bu gürüldeyen
gökyüzü tanrısı Kommagene' deki Dülük' e kadar varlığını
sürdürmüştür, çünkü geç Roma sanahnda bir Firigya baş­
lığı giymiş, boğanın üstüne oturmuş ve bir elinde iki başlı
bir balta ve ötekinde yıldırım tutar şekilde Jüpiter Dolic­
henus adıyla yeniden ortaya çıkmaktadır. Jüpiter Doliche­
nus tapınması bu şekilde Suriye' deki evinden alınarak as­
kerler ve köleler tarafından Roma imparatorluğunun bü­
yük bir kısmına, özellikle de lejyon kıtalarında daha da
serpileceği cephelere kadar yayılmışhr. Boğayla fırtınanın
birlikte tanrı sembolü haline gelmesi hayvanın sadece gü­
cünden dolayı değil aynı zamanda sesi için seçildiğini gös­
termektedir; çünkü ilkel insan gök gürültüsünün sesinde
pekala göksel bir boğanın kükreyişini duymuş olabilir.
Boğazköy' deki tapınakta büyük gök-tanrı ile karşı karşı­
ya gelen kadın kafilesinin başındaki tanrıça genellikle As­
yalı büyük, hayat ve bereket tanrıçası yani kutsal Ana ola­
rak bilinmektedir. Başına takhğı dikey oluklu, düz tepeli
uzun başlıkla üstüne bindiği dişi aslan ya da panter, Kızı­
lırmak' ın karşı yakasındaki komşu Firigya'da tapınılan Ki­
bele'nin aslan tarafından çekilen kuleli arabasını hahrlat­
maktadır.30 Hierapolis/Menbic'teki büyük Suriye tanrıçası
Atargis de aslanların üstünde oturmuş ve başına bir burç
takmış halde tasvir edilmekteydi.31 Babil' de, Yunanların

29 Antlaşmanın Hitit nüshası 1906 yılında Boğazköy'de Dr. H. Winckler


tarafından bulunmuştur. Arenna ya da Arinna'nın kimliği belirsizdir.
Yakında Liverpool'da yayımlanacak bir makalede (Profesör J. Garstang,
"The Sun God[dess] of Arenna", Annals of Archeology and Anthropology)
Arenna'nın Kapadokyalı Komana olduğu savunulmaktadır.
30 Kibele aslanıyla taç freski için bkz. Lucretius, ii. 600 vd.; Catullus, lxiii.

76 vd.; Macrobius, Saturn., i. 23. 20; Rapp, "Kybele" maddesi, W. H.


Roscher, Lexicon der griech. und röm. Mythologie içinde, ii. 1 644 vd.
3 1 Lukianos, De dea Syria, 31; Macrobius, Saturn., i. 23. 19. Lukianos'un
tasviri, tanrıçanın, yüksek bir başlık takmış ve bir aslan üstünde oturmuş
şekilde tasvir edildiği Hierapolis paralan tarafından da doğrulanmakta­
dır. Bkz. B. V. Head, Historia Numorum (Oxford, 1887), s. 654; G. Macdo­
nald, Catalogue of Greek Coins in the Hunterian Co/lection (Glasgow, 1899-

154
Rhea olarak adlandırdığı bir tanrıça imgesinde, tanrıçanın
dizlerinin üstünde duran iki aslan figürü bulunmaktadır.32
Peki ama, Boğazköy' deki kaya heykellerinde, büyük tan­
rıçanın hemen arkasında bir dişi aslanın ya da panterin üs­
tünde duran ve iki başlıklı balta tutan uzun külahlı genç
kimdir? Bu figür epeyce dikkat çekicidir, çünkü uzun ka­
dın kafilesinin içindeki tek erkektir. Muhtemelen tanrıça­
nın kutsal oğlu ya da kutsal aşığıdır; çünkü daha sonra Fi­
rigya mitolojisinde Attis'in kendini bu karakterlerle birleş­
tirdiğini görmekteyiz.33 Üstünde durduğu dişi aslan ya da

1 905), iii. 139 vd.; J. Garstang, The Syrian Goddes, ss. 21 vd., 70, şekil 7.
Strabon da Hierapolis/Menbic' teki Suriye tanrıçasının adının Atargis ol­
duğunu söylemektedir (xvi. 1. 27, s. 748). Bkz. W. Max Müller, Asien und
Europa, ss. 314 vd. Hierapolis/Menbic'in, Fırat üzerindeki büyük Hitit
başkenti Karkamış'ın doğrudan devamı olduğu ve Hitit dininin birçok
özelliğini miras aldığı hahrlanacakhr. Bkz. A. H. Sayve, The Hittites, ss.
94 vd., 105 vd.; ve Karkamış'taki Hitit anıtları için bkz. J. Garstang, The
1.And of the Hittites, ss. 122 vd.
32 Diodorus Siculus, ii. 9. 5.

33 İ ki başlıklı balta tutan genç konusunda M. M. Ramsay'in ("On the

Early Historical Relations between Phrygia and Cappadocia," Journal of


the Royal Asiatic Society, xv., 1 883, ss. 1 18, 120), C. P. Tiele'nin (Geschichte
der Religion im Altertum, i. 246, 255), ve Prof. J. Garstang'ın (The 1.And of
the Hittites, s. 235; The Syrian Goddes, s. 8) yorumlarına katılıyorum. Dişi
aslan ya da panterin üstünde duran genç figürünün büyük tanrıçanın
sevgilisi olduğu görüşü Profesör )ensen ile Prof. Hommel tarafından da
dile getirilmektedir. Bkz. P. )ensen, Hittiter und Armenier, ss. 173-175, 180;
F. Hommel, Grundriss der Geographie und Geschichte des alten Orients, s. 51 .
Prof. Perrot söz konusu gencin, erkek kafilesinin başında duran ve elin­
deki malzemeler farklı olsa da kıyafeti aynı olan sakallı tanrıçanın ikizi
olduğunu düşünmektedir (G. Perrot ve C. Chipiez, Histoire de /'Art dans
/'Antiquitıi, iv. 651). Ancak daha önce de belirttiğim gibi, aynı tanrıçanın,
aynı sahnede, farklı sembollerle iki kez tasvir edilmesi olasılığı düşüktür.
İki figür arasındaki benzerliği, Baba ve Oğul olduktan varsayımıyla açık­
lamak daha elverişlidir. Antik dönemde, Gordion üzerinden Ankara' dan
Pessinus'a uzanan yol üstünde bulunan Gavur Kalesi'ndeki bir kayaya
da aynı iki tanrı yani Baba ve Oğul oyulmuş görünmektedir. Burada ka­
ya yüzeyine, külah başlık, kısa tunik ve kıvrık uçlu ayakkabıdan oluşan
geleneksel Hitit kıyafetleri giymiş iki devasa figür kabartması işlenmiş­
tir. İki figürde de hilal kabzalı kılıçlar bulunmaktadır ve ikisi de sağ elle­
rini kaldırmış olarak bakana göre soldan yürümektedir; öndeki figürün

1 55
panter, benzer bir hayvanın üstünde duran tanrıçayla olan
yakınlığına işaret etmektedir. Aslan-tanrıçanın bir arlan­
oğlu ve aslan-sevgilisi olması doğaldır. Çünkü aslanların
ve diğer hayvanların sırtında oturan insan şeklinde tasvir
edilen Doğu tanrılarının ilk başlarda hayvanlardan ayırt
edilmemiş olması ve zaman içinde insanın kendini ve gü­
cünü tanımasıyla birlikte kendine saygı duymasının bir
sonucu hayvan figürünün insan ya da tanrı figüründen
tamamen ayrılmış olması mümkündür. Mısır'ın insan be­
denli, hayvan başlı melez tanrıları antropomorfik tanrıla­
rın hayvanlardan insana evriminde bir ara aşama oluştur­
maktadır.
Arhk Boğazköy' deki tapınağın içinde bulunan o insan
başlı, aslan bedenli devasa tuhaf figürün anlamı konusun­
da bir sonuca varma cesaretini gösterebiliriz. Çünkü figü-

sakalsız, arkadaki figürün sakallı olması dışında aralarında neredeyse


tam bir benzerlik vardır. Bkz. G. Perrot ve C. Chipiez, Historie de /'Art
dans l'Antiquite, iv. 714 vd., şekil 352; J. Garstang, 11ıe Land of the Hittites,
ss. 162-164. Benzer ama tek başına bir figür Karabel'deki bir kayanın ni­
şine oyulmuştur, fakat orada tann ya da adam sol omzunda üçgen şekilli
bir yay taşımaktadır. Bkz. aşağıda, s. 205.
Dişi aslanlara ya da panterlere gelince, Fırat üzerindeki Hitit krallığının
başkenti Karkamış'ta bulunan bir alçak rölyefte, Hitit kıyafetleri içinde,
yani sivri uçlu külah, kıvnk uçlu ayakkabı giyen ve çömelmiş bir aslanın
üstünde duran iki erkek figürü görülmektedir. Öndeki figür kanatlı
olup, sağ elinde kıvrık uçlu kısa bir asa tutmaktadır. Prof. Perrot'ya göre
iki figür bir kral ya da rahip tarafından takip edilen bir tannyı tasvir et­
mektedir. Bkz. G. Perrot ve C. Chipiez, Histoire de /'Art dans l'Antiquite,
iv. 549 vd.; J. Garstang, 11ıe Land of the Hittites, ss. 123 vd. Yine, Feni­
ke'de, Amrit'te bulunan bir levhada, bir aslanın üstünde duran ve sol
elinde bir yavru aslan tutarken, sağ elinde de bir kama ya da kılıç bulu­
nan bir tanrı görmekteyiz. Bkz. Perrot ve Chipiez, a.g.e., iii. 412-414. Bir
aslanın üzerinde duran ya da oturan bir tanrı ya da tannça tipine, Feni­
kelilerle Hititler'in kaynak olarak kullanmış olabileceği Asur sanahnda
da rastlamaktayız. Bkz. Perrot ve Chpiez, a.g.e., ii. 642-644. Ayrıca Raoul­
Rochette değerli bilimsel incelemesinde ("Sur l'Hercule Assyrien et
Phenicien," Memoires de l'Academie des Inscriptions et Belles-Lettres, xvii, 2.
cilt (Paris, 1848), ss. 106 vd.) aslanlarla birlikte tasvir edilen birçok Asya
tanrısı örneği vermektedir. Bkz. De Vogüe, Melanges d'Archeologie Orien­
tale, ss. 44 vd.

156
rün başının genç ve sakalsız olduğu, uzun ve sivri uçlu bir
başlık giydiği ve böylece her iki yönüyle de dış tapınakta­
ki, aslan üstünde duran çift başlı balta taşıyan gence ben­
zediği görülmektedir. İç tapınaktaki aslana benzer figürün
gerçek gizemi, yani dış tapınakta kendini etrafındaki tapı­
nanlara bir insan şeklinde gösteren tanrının eski yaban do­
ğasını ortaya koyduğunu varsayabiliriz. Canavarlar tara­
fından korunan kapıyı geçerek en kutsal odaya girmesine
izin verilen seçilmiş birkaç kişiye tanrılarının aslında bir
aslan ya da daha doğrusu bir aslan-adam olduğu; insan ve
hayvan doğalarını gizemli biçimde birleştiren bir varlık
olduğu açıklanmış olabilir.34 Okuyucu kayanın üstünde,
aslana benzeyen tanrının yanında, koruma hareketiyle ko­
lunu rahibinin boynuna dolayıp rahibin elini kavrayan bir
tanrıyı gösteren tasvirin oyulmuş olduğunu hatırlayacak­
tır. Her iki figür de aslan-canavara bakarak ona doğru
adım atmakta ve tanrı onu işaret edercesine sağ elini ileri
uzatmaktadır. Bu sahne, söz konusu gizemi rahibe anlatan
ya da onu bütün güç ve cesaretine ihtiyaç duyacağı ciddi
bir ayine hazırlayan bir tanrı tasviri olabilir. Burada tanrı
rahibi bir yere götürüyor, ilahi kol onu kucakladığı ve ilahi
el onun elini tuttuğu sürece başına hiçbir şey gelmeyeceği
konusunda ona güven veriyor gibidir. Onu acaba nereye
götürüyor? Belki de ölüme. Kasvetli bir şekilde iki figürün
üstüne düşen kayaların derin gölgesi, pek yakında rahibin

" Aynı şekilde, Torres Boğazı Adalan'ndan biri olan Yam'daki bir tapı­
nakta, sırayla çekiç başlı köpekbalığı ve timsah şeklinde tasvir edilen Si­
gai ve Maiau adlı iki erkek kardeşin kaplumbağa kabuğundan yapılmış
heykellerine tapınılmaktadır. Ancak "tapınaklar o kadar kutsaldır ki,
yabancılann buralara girmesi ya da içerde neler olduğunu bilmesi
mümkün değildir; yabancılar Sigai ile Maiau'yu biliyorlardı, ancak Si­
gai'nin çekiç başlı köpekbalığı, ötekininse timsah olduğunu bilmiyorlar­
dı. Bu gizem yabancılarla paylaşılamayacak kadar kutsaldır. Kahraman­
lardan söz edilirken onlann hayvan ya da totem adlan değil insan adları
kullanılırdı." Bkz. A. C. Haddon, "The Religion of the Torres Straits Is­
landers," Anthropological Essays presented to E. B. Tylor, (Oxford, 1907), s.
185.

1 57
üstüne düşecek olan daha karanlık gölgelerin bir işareti
olabilir. Rahip elindeki değneği yine de bırakmamakta ve
adeta "Evet, ölüm gölgesi vadisinde yürüyor olsam da
hiçbir kötülükten korkmuyorum; çünkü yanımda sen var­
sın: Senin asan ve senin değneğin bana güven veriyor,"
dercesine yürümeye devam etmektedir.
Bu tahminlerde bir gerçeklik payı varsa eğer -ki daha
fazlası vardır-, Boğazköy' deki geçit töreni sahnesindeki
başlıca üç figür kutsal Baba'yı, kutsal Anne'yi ve Kutsal
Oğul'u temsil etmektedir. Ama yine de sormam gerekiyor:
Ne yapıyorlar bunlar? Bir tür dini ayin yaphkları kesin.
Ama nasıl bir ayin? Bunun kutsal bir evlilik töreni oldu­
ğunu ve aynı yerde tanrıların insan temsilcileri tarafından
periyodik olarak düzenlenen bir törenden kopya edilmiş
bir sahne olduğunu varsayabiliriz.35 Aslında kafilelerin
başlarındaki kadın ve erkek figürlerin resmi karşılaşması
açıkça bir evliliğe işaret etmekte ve araşhrmaalar tarafın­
dan bu şekilde, yani -karakterlere eşlik eden kutsallık
sembolleri görmezden gelinerek ya da açıklanmadan- bir
tanrı ile tanrıçanın mistik birleşmesinden çok bir prens ile
prensesin tarihsel evliliği şeklinde yorumlanmaktadır. Kü­
çük Asya'nın iç bölgelerinde birçok yerde olduğu gibi Bo­
ğazköy' de de yönetimin rahiplik işlevleriyle kraliyet işlev­
lerini birleştiren ve adlarını taşıdıkları tanrıları taklit eden
bir ailenin ellerinde olduğunu varsayabiliriz. Nitekim, da­
ha sonra göreceğimiz üzere, Firigya' daki Pessinus' ta Kibe­
le rahiplerinin onun yanındaki Attis'in adını taşımasının
ve ritüellerde onu temsil etmesinin nedeni budur.36 Eğer

35 "Burada kutsal bir evliliğin, farklı yerlerde tapınılan Edfulu Horus ve


Denderahlı Hathor gibi iki tanrının karşılaşmasının tasvir edildiğine
kuşku yoktur" (C. P. Tiele, Geschischte der Religion im Altertum, i. 255).
Prof. E. Meyer (Geschichte des Altertums, i. 2. ss. 633 vd) ve Prof. J. Gars­
tang (The l.ımd of the Hittites, ss. 238 vd.; The Syrian Goddes, s. 7) sahnenin
büyük bir tanrı ile bir tanrıçanın Kutsal Evliliği'ni temsil ettiği görüşün­
dedir.
36 Bkz. aşağıda, s. 310. Sir W. M. Ramsay'in açıklamalarına bkz. ("Pre­

Hellenic Monuments of Cappadocia," Recueil de Travaux Relatifs iı la Phi-

158
Boğazköy' de durum böyleyse, baş rahip ve ailesinin, top­
rağın bereketini ve insanlarla hayvanların çoğalmasını te­
minat altına almak için her yıl kutsal bereket güçlerinin,
yani Baba Tanrı ile Ana Tanrıça'nın evliliklerini kutladık­
ları sonucuna varabiliriz. Bu durumda doğal olarak tören­
de başrolü başrahip ve eşi oynayacakh, tabii geçerli bir ne­
denle bu onurlu görevi başkasına devretmezse. Başrahibin
kafile içinde tali bir yerde görünmesi ve başka bir yerde tö­
reni adeta uzaktan seyrediyormuş gibi ayn tasvir edilmesi
söz konusu görev devrinin yapıldığının göstergesi olabi­
lir. 37 Ayinde kutsal Oğul rolü başrahibin muhtemelen sayı­
sı çok olan çocuklarından birine devredilmiş olabilir. Çün­
kü Küçük Asya'daki başka yerlerde olduğu gibi burada da
Ana Tanrıça rolü, tanrının vücut bulmuş hali olarak düşü­
nülen ruhani öndere eşlik etmesi gereken kutsal fahişe bö­
lüğü tarafından oynanmaktaydı. Ancak ayinlerde Tan­
rı'nın Oğlu rolünü üstlenmek oyuncunun omuzlarına ağır
bir ıstırap yüklüyorsa, tanrının temsilcisinin kutsal fahişe­
lerin doğurduğu birçok çocuk arasından seçilmesi de
mümkündür; çünkü Ana Tanrının vücut bulmuş hali olan
bu kadınların kutsallıklarının bir kısmını muhtemelen ço­
cuklarına da aktardıkları düşünülüyordu. Her ne olursa
olsun, Boğazköy' deki tören alayında yer alan üç önemli

lologie Et iı / 'Archeologie Egyptiennes et Assyriennes, xii., 1890, s. 78): "Ben­


zer rahip-hanedanlıklar Küçük Asya'daki ilkel toplumsal sistemin yay­
gın özelliklerinden biridir; bunların Komana'daki iki kentte, Tyana'nın
hemen kuzeyindeki Venasa'da, Olba'da, Pessinous'ta, Aizanoi'de ve bir­
çok başka yerde var oldukları ya kesin olarak bilinmekte ya da tahmin
edilmektedir. Bu rahiplerin çoğunda kendine özgü iki durum göze
çarpmaktadır: (1) Tanrı kıyafeti giymekte ve rahibi oldukları tanrıyı tem­
sil etmekteydiler; (2) Tahta çıkhklarında kendi bireysel adlarını bırakıp
kutsal bir ad, çoğunlukla da tanrının adını ya da o tanrı kültüyle bağlan­
tılı başka bir figürün adını almaktaydılar. Pessinous'taki Kibele rahibi
Attis adını taşırken, Sabazios rahiplerinki Saboi, Bacchos'unkilerse
Bacchoi idi." Olba'nın rahip hükümdarları için, bkz. aşağıda, ss. 162 vd.
37 Bkz. yukarıda, s. 150. Ancak Prof. E. Meyer, kafiledeki rahibe benzeyen

figürün aslında rahip değil onun temsil ettiği tanrı ya da tanrıça olabile­
ceğini düşünmekte haklı olabilir. Bkz. yukarıda, ss. 150-151, dipnot 25.

1 59
karakter gerçekten de Baba, Anne ve Oğul olup, tören ala­
yında, kadın kafilesi içinde Anne'sinin arkasından tek ba­
şına yürüyen Oğul'un dikkat çekici konumu, Oğul'un Ba­
ba' sından çok Anne'sine yakın olduğunu göstermektedir.
Yine buradan da Hititler' de soyun babadan değil anneden
geldiği sonucuna varabiliriz. Hitit arşivleri de bu görüşü
desteklemektedir, çünkü devlet belgelerinde Kral'ın adıyla
birlikte Büyük Kraliçe ve Ana Kraliçe'nin adlarından söz
edilmektedir.38 Kafiledeki diğer karakterler kıyafetleriyle
ve taşıdıkları eşyalarla tanrıları temsil eden insanlar olabi­
lir. Örneğin çift başlı kartalın üstünde duran iki kadın fi­
gürü; iki dağın üstünde yürür gibi görünen iki erkek figü­
rü ve erkek kafilesindeki -başının üstündeki hilalden dola­
yı biri Ay-tanrı olması muhtemel- iki kanatlı varlık böyle­
dir.

5. Tarsus'taki Sandan ve Baal


Bu spekülasyonlar için ne düşünürsek düşünelim, bir şey
oldukça açık ve kesindir; 'Boğazköy' deki kutsal Oğul' adı­
nı verdiğim figür Tarsus'ta odun yığının üstünde görünen
tanrı Sandan ile aynıdır. Her iki karakterin kıyafetleri, yan­
larındaki eşyalar ve tavırları aynıdır. Her ikisi de kısa tu­
nikli, uzun sivri başlıklı, yan tarafında bir kılıç, elinde çift
başlı balta ve ayaklarının altında bir aslan ya da panter bu­
lunan bir adam olarak tasvir edilmektedir.39 Dolayısıyla,
eğer bu karakterin Boğazköy' deki kutsal Oğul olduğu ko­
nusunda haklıysak, Tarsus' ta da Sandan adıyla aynı karak­
ter olduğu sonucuna varabiliriz. Bu varsayım, Yunanların

311(Yukarıda, s. 153) Mısır'la yapılan antlaşmanın tasvir edildiği Hitit


mühürlerinde Kraliçe'nin Kral ile birlikte boy gösterdiğini görmüştük.
Dr. H. Winkler, Hitit kraliçelerinden birinin aynı zamanda Kral'ın eşi ol­
duğunu düşünürken haklıysa eğer (a.g.e., s. 29), bu ilişki, antik dönem
Mısır'ında olduğu gibi Hititler' de de soyun anneden geldiğinin başka bir
kanıtıdır. Bkz. yukarıda, s. 58.
39 Tarsus paralarındaki figürde birtakım küçük farklılıklar söz konusu­

dur. Bkz. yukarıda söz edilen çalışmalar, s. 145.

160
Sandan'a verdiği Herakles unvanıyla da kusursuz biçimde
örtüşmektedir; zira Herakles büyük baba tanrı Zeus'un oğ­
luydu. Aynca elinde üzüm salkımları ve buğday bulunan
Tarsuslu Baal'in Zeus'a dönüştüğünü görmüştük. Dolayı­
sıyla, Boğazköy' de olduğu gibi Tarsus'ta da Yunanların sı­
rasıyla Zeus ve Herakles'le özdeşleştirdiği bir kutsal Baba
ve bir kutsal oğul olmak üzere iki tanrı olduğu görülecek­
tir. Tarsuslu Baal yanındaki eşyaların da ima ettiği üzere
bir bereket tanrısıysa, Zeus'la özdeşleştirilmesi doğaldır,
çünkü Yunanlara göre gökten bereket yağmuru gönderen
Zeus'tur.40 Yine Sandan'ın Herakles'le özdeşleştirilmesi de
doğaldır, çünkü aslan ve odun yığını üstünde ölme özel­
likleri her ikisinde de ortakhr. Bu durumda, Tarsus'ta ve
muhtemelen Boğazköy' de tasviri ya da insan temsilcisi ya­
kılan kişi kutsal Oğul, aslan-tanrıdır. Samilerle olan para­
lellikler, ateş üstündeki Tanrı'nın Oğlu rolünü üstlenen
kurbanın kesinlikle kralın oğlu olması gerektiğini göster­
mektedir. 41 Ancak son zamanlarda insanın yerini bir sure­
tin aldığına kuşku yoktur.

6. Olba'nın Rahip Kralları


Ne yazık ki Tarsus kralları ve rahipleri hakkında hemen
hemen hiçbir şey bilmiyoruz. Yunanlar döneminde, Lysias
adında Epikurosçu bir filozofun kent halkı tarafından Taç­
giyebilme mevkiine yani Herakles rahipliğine seçildiğini
öğreniyoruz. Ancak tacı giyen filozof bir daha onu bırak­
madı ve tiranlığa soyunarak kenarları mor renkli beyaz bir
cüppe, pahalı bir pelerin, beyaz ayakkabılar ve alhndan bir
defne çelengi de kuşandı. Zenginlerin mülklerini halka
dağıtarak onları yanına çekmeye çalışırken, cüzdanlarını
açmayanları da öldürttü.42 Bu olayda otoritenin ne kadar

'" The Magic Art and the Evolution of Kings, ii. 358 vd.
" The Dying God, ss. 166 vd.
n Athenaeus, v. 54, s. 215 B, C. Hierapolis'teki Suriye tanrıçası başrahibi

bir yıl bu makamda kalmış ve mor renkli bir cübbe ve altın bir taç giy-

161
meşru veya gayrimeşru şekilde kullanıldığını bilemesek de
Tarsus'ta Herakles yani Sandan rahipliğinin, geçmişteki
krallar pek önem vermemiş olsalar da, son zamanlara ka­
dar büyük güç ve saygınlık getiren bir makam olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz. Kilikya kralları hakkındaki sınırlı
bilgilerimizden, kutsal Sandan ile bir tür özel ilişkisi olan
iki ismi biliyoruz. Bunlardan biri, Kilikya' daki Anchiale ve
Sis ile özdeşleştirilen Kundi ve Sizu'nun efendisi San­
du' arri idi.43 Ötekiyse kızını Asur kralı Asurbanipal ile ev­
lendiren Sanda-sarme idi.44 Tarsus kralları daha önceleri
Sandan rahipliği yapmış ve onu kendi kişiliklerinde temsil
ettiklerini iddia etmişlerse, bu durum kurulan benzerlikle
uyumlu demektir.
Batı ya da Dağlık Kilikya'nın tümünün krallık makamını
Zeus rahipliğiyle ya da daha doğrusu Yunanların kendi
Zeuslarına dönüştürdükleri Tarsuslu Baal gibi yerel bir
tanrının rahipliğiyle birleştiren krallar tarafından yönetil­
diğini biliyoruz. Bu rahip hükümdarlar Olba' da oturur ve
çoğu Teukros ya da Aias adını alırdı,45 ancak bu adların
sadece yerel Kilikya adlarının Yunancaya dönüştürülmüş
şekilleri olması mümkündür. Teukros, hepsi de Kilikya ra­
hip ya da krallarına verilmiş adlar olan Tark, Trok, Tarku
ya da Troko'nun bozulmuş hali olabilir. Her durumda, bu
rahip Teukroslardan birinin ya da ikisinin Tarkuaris adlı
bir babasının olması ve Olba'ya çok uzak olmayan Kory­
kos (Cennet Cehennem) mağarasında Zeus' a hizmet eden

mişti (Lukianos, De dea Syria, 42). Buradan, geç dönemlerde, Tarsus'taki


Herakles rahipliğinin görev süresinin en azından bir yıl olduğu sonucu­
na varabiliriz.
43 Anchiale'nin biraz iç kesiminde kalan bir Kilikya kalesinin adı Kuinda
idi (Strabon, xiv. 5. 10, s. 672).
44 E. Meyer, a.g.e., i. 393, s. 480; C. P. Tiele, Babyloııisc/ı-assyrische Geschich­
te, s. 360. Sandon ve Sandas sık kullanılan Kilikya adlarındandır. Muh­
temelen kutsal adlardır ya da onların değiştirilmiş biçimleridir.
�5 Strabon, xiv. 5. 1 0, s. 672. Başrahip Aias'm adı aşağı yukarı miladi dö­
nemin başlarından itibaren Olba paralarında görülmektedir (B. V. Head,
Historia Numorum, Oxford, 1887, s. 609); Teukros adı da yazıtlarda geç­
mektedir. Bkz. aşağıda, ss. 1 63, 166, 167.

162
birçok rahip adı arasında Tarkuaris, Tarkumbios, Tarki­
mos, Tromoarbasis ve Trokombigremis adlarının, birçok
diğer yerel adla birlikte, Teukros ve öteki saf Yunan adla­
rıyla yan yana olması dikkate değerdir.46 Aynı şekilde,
Kıbrıs'taki Salamis'te hüküm süren47 ve kökenlerini Zeus'a
kadar götürerek Yunan uygarlığının revaçta olduğu dö­
nemde kendilerine Yunan bir soy uyduran Teukroslar
pekala yerli bir hanedan olabilir. Kıbrıs'taki Salamis'in ku­
ruluşunu Telamon'un oğlu Teukros'a atfeden efsane Ho­
meros tarafından bilinmediğine göre sonradan ortaya çık­
mış olmalıdır.48 Aynca, kentte yazılı tarih dönemlerine ka­
dar uygulanan aamasız insan kurban etme geleneği Yu­
nan insanallığından çok Doğu barbarlığı kokmaktadır.
Gençler tarafından getirilen ya da sürüklenen bir adam
sunağın etrafında üç kez döndürülür; sonra rahip onu bo­
ğazından mızraklayarak bedenini odun ateşinde yakardı.
Afrodit ayında düzenlenen kurban töreni Kekrops'un kızı
Agralus'la birlikte Salamis'te bir tapınağı olan Diomede'ye
adarurdı. Kutsal alanda bir de Athena tapınağı bulunurdu.
Eski çağlarda kurbanın Diomede'ye değil Agraulus'a
adandığı söylenmektedir. Başka bir anlahma göre kurban
töreni Teukros tarafından Zeus onuruna düzenlenmektey­
di. Her halükarda bu barbar gelenek, Kıbrıs kralı Diphi-

"' C. Michel, Recuei/ d'lnscriptions Grecques, ss. 718 vd., M. Ö . birinci yüz­
yılda Doğu Kilikya'nın iki kralının adı Tarkondimotos idi. Bunlardan bi­
ri Cicero'nun çağdaşı olup Actium savaşında ölmüştü. Bkz. Cicero, Epist.
ad Familiares, xv, 1, 2; Strabon, xiv. 5. 1 8, s. 676; Dio Cassius, xli. 63. l,
xlvii. 26. 2, 1. 14. 2. li. 2. 2, li. 7. 4, !iv. 9. 2; Plutarkhos, Antoninus, 61; B. V.
Head, Historia Numorum (Oxford, 1 887), s. 618; W. Dittenberger, Orientis
Graeci lnscriptiones Selectae (Leipzig, 1 903-1905), ii. ss. 494 vd., No. 752,
753. Aynca, gümüş bir mühür üstüne kazınmış iki dilli bir Hitit ve çivi
yazısında Tarkudimme ya da Tarkuwassimi kelimeleri Erme (?) ya da
Urmi (?) kralının adı olarak önümüze çıkmaktadır.
'7 Isocrates, Or. ix. 14 ve 18 vd.; Pausanias, ii. 29. 2 ve 4; W. E. Engel, Kyp­
ros, i. 212 vd. Teukros ve Teucrialı adlan için bkz. P. Kretschmer, a.g.e.,
ss. 189-191. Prof. Kretschmer, Kıbrıs' ın yerli halkının Küçük Asya'nın Ari
olmayan nüfusundan olduğunu düşünmektedir.
'" W. E. Engel, Kypros, i. 216.

1 63
lus'un insan kurban etme geleneğini kaldırarak yerine
öküz kurbanını getirdiği Hadrianus'un saltanahna kadar
sürdü.49 Bu hipoteze göre Kıbns'taki Salamis'te bulunan
kutsal ya da kahraman figürlerin Yunanca adlarının Asya
panteonundaki benzer figürlerle üç aşağı beş yukarı örtüş­
tüğü sonucuna varabiliriz. Salamis'te bir erkeğin yakılarak
kurban edilmesinden yola çıkarak, belki Sandan ya da He­
rakles imgesiyle düzenlenen bu törenin tarihteki ilk şeklini
ortaya çıkartabiliriz. Bir insan yerine bir öküz kurban edil­
diğinde eski kurban ayinlerinin diğer gelenekleri aynen
sürdürülürdü; hayvan sunağın etrafında üç kez döndürü­
lür, bir mızrak saplanır ve büyük bir odun ateşinde yakı­
lırdı. Suriye Hierapolis'inde düzenlenen yılın en büyük
festivali Odun Yığını ya da Meşale adını taşımaktaydı. Fes­
tival baharın başında düzenlenirdi. Büyük ağaçlar kesilir
ve saray meydanına yığılırdı. Koyunlar, keçiler, kuşlar ve
diğer yarahklar bunların üstüne asılırdı. Kurban edilecek
hayvanlar ateşin etrafında döndürülürdü. Sonra da ateş
tutuşturulur ve her şey alevlerin arasında yok olurdu.50
Muhtemelen burada da hayvan kurbanı insan kurbanının
yerini almıştı. İnsan kurban edilmesi artık insanların kaldı-

49 Porphyrios, De abstinentia, ii. 54 vd.; Lactantius, Divin. lnst. i. 21 . Lactan­


tius geleneğin "son zamanlarda, Hadrianus döneminde" kaldırıldığını
söylemektedir. Porphyrios, geleneğin Kıbrıs kralı Diphilus tarafından
"Teolog Seleucus" döneminde kaldırıldığını belirtmektedir. Kral Diphi­
lus ile Teolog Seleucus dönemleri konusunda bir şey bilinmediğinden,
Lactantius'un ifadesinin güçlü olmasına dayanarak, bunların Hadria­
nus'un çağdaşları olduğunu tahmin ediyorum. Ancak Kıbrıs krallarının
geç dönemlere kadar saltanat sürmüş olması ilginçtir. Tıpkı Britanya
Hindistan'ındaki yerli racalar gibi bunların otoritesinin de Roma valile­
rinin yanında basit bir otorite olmaktan öteye geçmesi mümkün değildir.
J. A. Fabricius'un iddia ettiği gibi (Bibliotheca Graeca, Hamburg, 1780-
1809, cilt. i., s. 86, bkz. s. 522) Teolog Seleucus'un tanrılar üstüne kap­
samlı bir eser yazan İskenderiyeli gramerci olması mümkündür (Suidas,
"EtArnKoç" maddesi). Suetonius, Tiberius'un sarayında ünlenip sonra
çabucak gözden düşen Seleucus adlı bir gramerciden söz etmektedir (Ti­
berius, 56).
50 Lukianos, De dea Syria, 49.

164
ramayacağı kadar rahatsız edici hale gelince, bu geleneğe
son verilerek yerine ya hayvanlar ya da yaşayan kadın ve­
ya erkeklerin imgeleri konmuştu. Salamis'te kesinlikle, Hi­
erapolis'te ise muhtemelen insanların yerini hayvanlar al­
mışh. Yanılmıyorsam, Tarsus'ta tasvirler kullarulmışh. Bu
bağlamda bir Yunan yazarın Kıbrıs'taki Adonis tapınma­
sıyla ilgili anlatımları dikkat çekicidir. Yazar Adonis'in Af­
rodit tarafından onurlandırılmasına benzer biçimde, Kıb­
rıslıların da ölümünden sonra onun onuruna odun ateşine
canlı güvercinler athklarını ve alevlerden kaçan kuşların
başka bir ateş yığınına düşerek öldüklerini anlatmakta­
dır.51 Anlaşıldığı kadarıyla burada Adonis'e güvercin ya­
karak kurban etıne geleneği anlatılmaktadır. Adonis'in bu
şekilde onurlandırılması dikkat çekicidir, çünkü Adonis'in
eşi Afrodit ya da Astarte için güvercinler kutsaldı. Örneğin
Afrodit tapınmacılığının merkezlerinden biri olan Suriye
Hierapolis'inde bu kuşlar o kadar kutsaldı ki onlara do­
kunmak bile yasaktı. Eğer bir kişi yanlışlıkla bir güvercine
dokunacak olsa kirlendiği düşünülür ve günün geri kala­
nında kendisine dokunulmazdı. O yüzden hiç rahatsız
edilmeyen bu kuşlar o kadar evcilleşmişti ki, insanların ev­
lerinde yaşamaya ve yemlerini yerde korkusuzca yemeye
başlamışlardı.52 Kıbrıs'taki Adonis tapınmasında Afro­
dit'in kutsal kuşunun yakılması, tanrıçanın sevgilisini tem­
sil eden kutsal bir erkeğin yakılmasının yerini almış olabi­
lir mi?
Birçok araştırmacının düşündüğü gibi, bazen gök ya da
şimşek tanrısı olarak adlandırılan büyük bir Hitit tanrısı­
nın adı ya da adının bir kısmı Tark ya da Tarku idiyse53,

51 Raoul-Rochette bu geleneğin kutsal ölüm ve yeniden diriliş ritüelinin


bir parçası olduğunu söyler ve bunu Sur' da Melkart'ın yakılmasına ben­
zetir. Bkz. "("Sur l'Hercule Assyrien et Phenicien," Memoires de
/' Academie des Inscriptions et Bel/es-Lettres, xvii, 2. cilt (Paris, 1 848), s. 32.
52 Lukianos, De dea Syria, 54.
53 W. M. Ramsay, Kapadokya'daki Dastarkon'da tapınağı bulunan ve
Yunanların Kataonyalı Apollon adını verdiği tanrının yerel adının Tark
olduğunu düşünmektedir: Bu tapınağa bütün Kapadokya'da saygı du-

1 65
buradan Tark ya da Tarku'nun, Yunanların Zeus adını
verdiği Olba tanrısının yerel adı olduğu ve Teukros adını
taşıyan rahip kralların kendi kişiliklerinde tanrı Tark ya da
Tarku'yu temsil ettikleri sonucunu çıkartabiliriz. Kentin
eski adı olan Olba'nın, bugün de kullanılmakta olan
Ura'nın Yunancaya dönüşmüş bir biçimi olması da bunu
doğrulamaktadır.54 Dahası, kentin konumu buranın en
baştan beri bir yerli yerleşimi olduğu ve birçok Asya kenti
gibi daha sonradan Yunan kültürünün etkisine girdiği gö­
rüşünü desteklemektedir. Çünkü kent denizden uzak bir
noktada, Kilikya'nın dağlık arazileri üzerinde, sert kışların
yaşandığı yüksek ve kıraç bir platoya kurulmuştu.
Batı ya da eskilerin deyişiyle Dağlık Kilikya'nın soğuk
rüzgarlı yüksek arazileriyle, kış mevsiminin neredeyse hiç
bilinmediği ve yaz mevsiminin katlanılmaz sıcağıyla ova­
ların ölümcül ateşinin nüfusu dağların serin havasına sı­
ğınmaya zorladığı Doğu Kilikya'nın yumuşak ve ferah
ovalan arasında büyük bir tezat vardır. Öte yandan Batı
Kilikya'da sahile dik bir şekilde inen yüksek bir plato içle­
re doğru düzenli bir şekilde yükselerek nihayet bölgeyi iç
kısımlardan ayıran yükselti zincirine kadar uzanır. Burası
denizden bakıldığında, Toroslann uzaklardaki karlarında
kırılarak köpüğe dönüşen büyük bir mavi dalgayı andırır.
Platonun yüzeyi neredeyse tamamen kayalık olup, kayala­
rın kesintiye uğrattığı yoğun, dikenli ve neredeyse geçit
vermez çalılıklarla kaplıdır. Verimsiz toprak sadece oraya

yulurdu (Strabon, xiv. 2. 5, s. 537). Prof. Hommel, Tarku ya da Tarc­


hu'nun baş Hitit tanrısı olup Küçük Asya'nın güneyindeki bütün bölge­
lerde kendisine tapınıldığını savunmaktadır. Prof. W. Max Müller ise
Targh ya da Tarkh'ın belli bir tanrı olmayıp, Hitit dilinde "tanrı" için
kullanılan genel bir ad olduğunu söylemektedir. Ancak Hitit fırtına­
tannsının adının Teşub ya da Teşup olduğuna dair ikna edici kanıtlar
mevcuttur. Bkz. yukarıda, s. 1 52, dipnot 27.
54 W. M. Ramsay, Mr. J. T. Bent'in bölgeyi ve adını keşfetmesinden daha

önce, Olba'nın yerel Urba (Urva şeklinde telaffuz ediliyor) adının Yu­
nancaya dönüştürülmüş bir şekli olduğunu düşünmeyi gerektiren kanıt­
lar olduğunu göstermiştir.

1 66
buraya serpilmiş çukur ve küçük vadilerde tarım yapmaya
izin vermektedir; yine oraya buraya serpilmiş ince meşe ve
çınarlar çalıların arasında yükselerek vadilerin derinlikle­
rinde daha zengin bir bitki örtüsüyle birleşirler. Bu kayalık
çölde, koyun sürüsüyle birlikte buralara düzensizce uğra­
yan çobanların dışında kimse varlık gösteremez. Buna kar­
şılık bölgenin çeşitli yerlerinde boy gösteren enkaz halin­
deki kentler antik çağlarda buralarda yoğun bir nüfusun
yaşadığını kanıtlarken, çok sayıda üzüm sıkma aletleriyle
şarap fıçıları başarılı bir üzüm hasadının varlığına tanıklık
etmektedir. Bugünkü viranlığın başlıca nedeni susuzluk­
tur; çünkü çok az kuyu vardır ve sular tuzludur, sürekli
akan su neredeyse yok gibidir ve bir zamanlar toprağa ha­
yat ve bereket getiren eski su kemerleri uzun zamandır ha­
rabe halindedir.
Ancak bu yüksek arazilerin eski sakinleri ekmeklerini
yüzyıllarca bu çiftçilerle bağaların çektiği zahmetlerden
daha az saygın araçlarla kazanmışlardı. Kadırgalarıyla açık
denizlerde dolaşıp korsanlık ve köle tacirliği yapmışlar,
yağmaladıkları mallarıyla dağların geçit vermeyen koru­
naklarına çekilmişlerdi. Doğu' da Yunan hakimiyetinin ge­
rilemesiyle birlikte Kilikya'nın korsan toplulukları kor­
kunç bir devlete dönüşmüş, her taraftan bölgeye gelen gö­
zü dönmüş ve başıbozuk çeteleri işe almışlardı. Platoyu sık
sık kesen derin vadilerin kenarlarında bu yağmacıların sı­
ğınaklarına hala rastlamak mümkündür. Baş döndürücü
derinliklere bakan devasa taş duvarları, kuleleri ve maz­
gallı siperleriyle adaletin takibine meydan okuyabilecek
bir güce kavuşmuşlardı. Antik dönemde ülkenin büyük bir
bölümünü kaplayan ve gemileri için korsanlara kereste
sağlayan karanlık sedir ormanları bu sığınaklara ulaşmayı
daha da zorlaştırmış olmalıdır. Çatallı bir şimşek gibi dağ­
ların kalbine dalan büyük Lamas Çayı geçidi birkaç kilo­
metreye bir serpilmiş, kimi enkaz halindeyken bile hala
muhteşem olan, akarsunun üstündeki yüksek uçurumlara
hakim, müstahkem yerleşimlerle kaplıdır. Buralar şimdi

1 67
sadece dağ keçileriyle ayılara ev sahipliği yapmaktadır. Bu
toplulukların her birinin arhk bozulmakta olan kulelerin
köşelerine işlenmiş kendi arması ya da amblemleri vardır.
Aynı armaların, korsanların Girit'le Afrika arasındaki tica­
ret yolu adını verdiği Altın Deniz'deki zengin tüccarlara
korku salan, zorbalarla dolu kadırganın gövdesini, yelken­
lerini ve flamalarını da süslediğine kuşku yoktur.
Kayaya oyulmuş bir merdiven harabe haldeki bu kale­
lerden birini üç yüz metre aşağıdaki çaya bağlar. Ancak
basamaklar yıpranrnışhr ve tehlikelidir, hatta geçit ver­
mez. Bu yarlar boyunca aşağı inen bir yol bulana kadar, ki­
lometrelerce yürünebilir. Yollar tepelerin üzerinden gider,
çünkü dere yatakları bu ıssızlıkta dolaşan tek halk olan en
gözüpek göçerlere bile ayak basacak yer bırakmaz. Ak­
şamlan sıcaklığın düşmesiyle birlikte derin vadiden buhar
gibi yükselerek vadinin üstünde yumuşacık bir bulut çiz­
gisi şeklinde asılı kalan sis boyunca akan çayı izlemek
mümkündür. Ama Lamas çayının daha da etkileyici yanı
Korykos mağarası yakınlarındaki Şeytandere olarak bili­
nen ürkütücü boğazdır. Yoğun güneş ışığında parıldayan,
gölgede kararan ve bir yaz gökyüzüyle koyu maviye dö­
nen heybetli kaya duvarlar, kayaların ve ince sapları, sivri
yaprakları ve kırmızı çiçekleriyle dikkat çeken zakkumla­
rın da aralarında bulunduğu yaprak dökmeyen bitkilerin
arasında sıkışan bir kış akınhsının kuru yatağında kıvn­
lır.55

55 Yerleşim alanlarına kazınan armalar için bkz. J. T. Bent, "Cilician Sym­

bols," Classical Review, iv. (1890), ss. 321 vd. Bu armalar arasında bir değ­
nek (Olga amblemi), bir salkım üzüm, Dioskouroi başlıklan, üç ayaklı
sembol vb. bulunmaktadır. Antik dönemde Kilikya sedirleri ve gemi ya­
pımında kullanılan kereste için bkz. Theophrastus, Historia Plantarum, iii.
2. 6, iv. 5. 5. Sedirlerle köknarlar bugün Torosların yüksek yamaçlanna
doğru çekilmiştir. Yörükler sürüleriyle ormanlara büyük zarar vermek­
tedir; çünkü ağaçların alhnda ateş yakmakta, köknarlardan terebentin
çıkarmakta, ev ve kovanlan için sedir ağaçlarının kabuklarını soymakta
ve koyun ve keçileri için otlak açmak üzere ağaçlan yok etmektedirler.

1 68
Küçük asyarun en büyük ve en dikkat çeken yerlerinden
biri olan Olba harabeleri 1890' da J. Theodore Bent tarafın­
dan keşfedildi. Ancak bundan üç yıl önce bir İngiliz sey­
yah buranın gökyüzüne karşı bir efsun veya rüya kenti gi­
bi yükselen kuleleriyle mazgallarının dış hatlarım fark et­
mişti.56 Denizden yaklaşık iki bin metre yüksekte olan yu­
karı şehir her yönde uçsuz bucaksızca uzanan, tekdüze ve
başıboş bir araziye hakim konumdadır. Güneyde, uzaklar­
da deniz görülmektedir. Bu yükseklikte kış sert ve çetindir.
Kar yerden aylarca kalkmaz. Hiçbir Yunan böylesine
rüzgarlı, soğuk ve mavi sulardan uzak bir yeri şehir yap­
mazdı; ama haydutlara karşı son derece korunaklıydı. De­
rin geçitler -ki içlerinden biri kilometreler boyunca mezar­
larla doludur- kenti her yandan sararak adeta yüksek kale
suru işlevi görür. Tepenin üstünde kasabaya Cebel Hisar
adım veren ve kasabanın simgesi haline gelen dört katlı,
kare şeklinde büyük bir kule yükselir. Kalenin üstüne ka­
zınmış bir Yunan yazıtı buranın, Olba'nın rahip hüküm­
darlarından biri olan Tarkuaris'in oğlu Teukros tarafından
yaptırıldığını doğrular. Öteki kamu binası kalıntılarından
biri de büyük Olba Zeusu tapınağına ait kırk adet Korint­
hos tarzı, uzun sütunlardır. Yıkıntıların arasından yükse­
len bu devasa sütunlar kaba tarzlarına ve uzun süredir
maruz kaldıkları don ve kar nedeniyle aşınmış olmalarına
karşın hala etkileyicidirler. Bu sütunların oluşturduğu ta­
pınağın Olba Zeusu'na ait olduğunu kanıtlayan işaret kut­
sal alanda bulunan bir Yunan yazıtıdır. Burada, sınır du­
varlarının iç kısmında kalan sundurmaların Kral Seleukos
Nikator tarafından yaptırıldığı ve Olba Zeusu onuruna
"Zenophanes'in oğlu, büyük yüksek rahip Teukros tara­
fından" onartıldığı yazar. Bu tapınaktan iki yüz metre ka­
dar uzaklıkta kader tanrısına adanmış küçük bir tapınağın

Bkz. J. T. Bent, Proceedings of the Royal Geographical Society, xii. (1890) ss.

453-458.
56 D. G. Hogarth, A Wandering Scholar in the Levanı (Londra, 1896), ss. 57
vd.

1 69
zarif granit sütunları yükselir. Biraz daha ileride iki tiyatro
ile birçok başka kamu binasının kalınhları bu dağ kentinin
eski görkemini yansıhr. Korinthos tarzı bazı sütunlarının
baştabanları hala yerinde duran kemerli bir sütun sırası
kentin içinden geçer; ve kenarlarında mezar ve yıkınhlar
sıralanan eski bir kaldırımlı yol tepeden iki veya üç mil
aşağıdaki küçük kente kadar uzanır. Ura işte bu aşağı şeh­
rin adıdır. Kaya mezarlarıyla dolu iki dar geçitle çevrele­
nen ana kalınhlar burada köknarlarla örtülmüştür. İki ge­
çit kentin aşağı kısmında birleşerek büyük bir boğaz oluş­
turur, bunun hemen alhndan da denize doğru uzanan eski
yol geçer.57

7. Korykos Mağarası Tanrısı


Olba' da henüz Yunanca Zeus adıyla tapınılan tanrının
özellikleri hakkında bilgi veren bir şey bulunamamıştır.
Ancak Olba' dan on dört on beş mil uzaklıkta, sahile yakın
iki noktada, Yunanların yine Zeus adını verdiği bir tanrıya
tapılmaktaydı. Bunlar tapınmayla doğrudan bağlanhsı ol­
ması ve dolayısıyla dikkat çekilmesi gereken ilginç bir or­
tamla kuşatılmışlardır. Her iki yerde de arazinin özellikleri
genel olarak aynı olup, birinde tanrı kesinlikle Olba Zeusu
ile aynıydı. Burada arazi kireçtaşı oluşumun tipik özelliği
olan derin yarıklarla kesintiye uğramış kalker kayalıklar­
dan oluşmaktadır. Dere veya ırmakların eşlik ettiği yahut

57 J. Theodore Bent, "Explorations in Cilicia Tracheia," Proceedings of the


Royal Geographical Society, xii. (1890) ss. 445 vd., 458-460; aynı yazar, "A
Joumey in Cilicia Tracheia," /ournal of Hel/enic Studies, xii. (1890) ss. 220-
222. Bent bir yerde Uournal of Hel/enic Studies, xii. 222) Olba'nın yüksekli­
ğini 1300 metre olarak vermektedir ancak bu baskı hatasıdır, çünkü baş­
ka bir yerde (Proceedings of the Royal Geographical Society, xiii. 446, 458)
yüksekliğin tam olarak 2000 metre olduğunu söylemektedir. Bu baskı
hatası Heberdey ve Wilhelm (a.g.e., s. 84 dipnot 1) tarafından tekrarlan­
mıştır. Uzun Olba kulesi kent paralannda da tasvir edilmektedir. Bkz. G.
F. Hill, Catalogue of the Greek Coins of Lycaonia, Issauria and Cilicia (Londra,
1 900), şekil xxii. 8.

170
içine akhğı benzer yarıklara Yunanistan' da ve bizim ülke­
mizde Yorkshire yakınlarındaki Ingleborough civarında da
rastlanmaktadır. Kireçtaşı mağaralarındaki breş ve dikitle­
rin içinde sık sık soyu tükenmiş hayvanların fosillerine
rastlanmaktadır. Örneğin Torquay yakınlarındaki ünlü
Kent Mağarası mamut, gergedan, aslan, sırtlan ve ayı ke­
mikleriyle doludur; Avrupa' da uzun süre önce yok olmuş
dört ayaklıların kemikleriyle dolu olan kırmızı breş taşları
Akderıiz'e kıyısı olan hemen her ülkede görülmektedir.58
Bah Kilikya, Miyosen dönem kalıntıları açısından Anado­
lu'nun diğer kısımlarından daha zengin olup, Olba yakın­
larındaki kireçtaşı geçitler istiridye, mercan ve diğer deniz
kabuğu fosilleriyle doludur.59 Burada da kireçtaşı plato beş
millik bir alan içinde, Yunan dininin Zeus ve Tifon'la iliş­
kilendirdiği büyük yarıklarla bölünmektedir. Bu yarıklar­
dan biri ünlü Korykos mağarasıdır.
Çevresindeki doğal güzelliklerle ve ünlü efsaneyle çeki­
ciliği bir kat daha artan bu noktayı ziyaret etmek için, ha­
rabe haldeki surları, duvarları, kiliseleri, kayalara oyulmuş
evleri ve sarnıçları, paramparça durumdaki mendireği ve
harap halde olmasına rağmen hala etkileyici olan ada­
kalesiyle denizdeki Kilikya kenti Korykos'tan yola çıkılır.
Arka plandaki koyu renkli ormanlık tepelerle tezat oluştu­
ran ve geniş bir alanı kaplayan beyaz yıkıntılarıyla Kilikya
sahilinin bu kısmı, denizden bakıldığında canlı ve görkem­
li bir manzara oluşturur. Ama biraz daha yakından bakıl­
dığında bir zamanlar zenginlik fışkıran bu araziye şimdi
ıssızlık ve çoraklığın hakim olduğu görülür.6() Korykos'tan
bahya doğru, sahilde bir saat kadar ilerleyince karşınıza, o
noktaya Tatlısu adını veren tertemiz, soğuk bir su kayna­
ğının denize yakın bir noktada kabarcıklar çıkardığı or-

58 Charles Lyell, Principles of Geology (Londra, 1875), ii. 518 vd.; Encyclopa­
edia Britannica, 9. Baskı, "Caves," maddesi, v. 265 vd. Bkz. Pausanias üs­
tüne notlanm, i. 35-7, viii. 29. 1.
59 J. T. Bent, Proceedings of the Royal Geographical Society, xii. (1890), s. 447.
60 Fr. Beaufort, Karmania (Londra, 1817), ss. 240 vd.

1 71
manlarla çevrelenmiş şirin bir koy çıkar. Dik bir antik kal­
dırımlı yol buradan içerdeki platoya doğru uzanır. Burada
deniz fosillerinin meydana getirdiği bir hrhklı kalker kaya
labirentinin arasından yürüyünce, bir anda kendinizi ayak­
larınızın dibinde açılan derin bir yarığın eşiğinde bulursu­
nuz. İşte burası Korykos (Cennet Cehennem) mağarasıdır.
Aslında burası bir mağara değil, çevresi muhtemelen ya­
rım mili bulan, oval bir çukur ya da obruktur. Çukurun
dik kenarlarının yüksekliği otuz ile altmış metre arasında
değişmektedir. Engebeli zemini güneyden kuzeye doğru
sürekli iniş çıkışlarla dolu olup, ağaç ve çalılardan oluşan
sık bir bitki örtüsüyle -derelerin, yer alh sularının ve yük­
sek yarların gölgesinin sürekli taze ve yeşil tuttuğu mersin
ağaçları, nar ağaçları, keçiboynuzu ağaçları ve başka bir­
çok ağaçla- kaplıdır. Dar bir patika derinliklere kadar uza­
nır. Yol uzun ve engebelidir, ancak aşağı indikçe bitki ör­
tüsü yoğunlaşır ve kulaklarınıza fısıldayan yaprakların
benekli gölgesiyle derelerin şınlhsı arasında nihayet dibe
ulaşırsınız. Her ne kadar yakın çevrede hala yetişmekteyse
de eskilerin burada, çalılıkların arasında yetiştirdiği safranı
artık bulmak mümkün değildir. Zengin yeşilliği, insanı fe­
rahlatan serinliği, rahatlatan gölgesiyle bu bereketli yere
çobanlar Cennet adı vermiştir. Çobanlar develerini buraya
bağlar, keçilerini burada otlatırlar ve olmuş narları topla­
mak üzere yaz sonlarında buraya gelirler. Bu yarlarla çev­
rili büyük çukurun güney ve en derin ucunda karşınıza
gerçek bir mağara çıkar. Bir putperest tapınağının yerini
alan Bizans kilisesinin kalıntıları girişi kısmen kapahr.
Mağara iç kısımlara doğru hafif bir eğimle alçalarak iner,
çok köşeli taşlardan oluşan eski yol hala durmakla birlikte
kumun alhnda kalmışhr. Mağara içeri doğru otuz metre
kadar iner ve burada bir yer altı suyunun mahşeri gürültü­
sü kulaklara yansır. Diz üstünde yürüyerek sarkıtlardan
oluşan bir tavanın örttüğü küçük bir su birikintisine ulaşı­
lır, ancak kulakları sağır eden akınhyı görmek mümkün
değildir. Antik dönemde durum böyle değildi. Kayadan

172
tertemiz bir su fışkırır ve bu suyun oluşturduğu dere ya­
rıkların arasında gözden kaybolurdu. Yer sarsınhlarına ve
volkanik patlamaların yol açtığı bozulmalara sahne olan
bölgelerde akarsu yataklarının bu türden değişimlere uğ­
raması doğaldır. Antik dönemdekiler bu esrarengiz mağa­
rada cinlerin yaşadığına inanmaktaydı. Onlar suların
gümbürtüsünün ilahi ellerin çaldığı ziller olduğunu dü­
şünmekteydi.61
Mağaradan çıkarak aynı yol üzerinden tepeye dönecek
olursak, platoda, büyük Korykos yarığının batı ucunda bir
kasabayla bir tapınağın kalınhlarını görürüz. Kutsal böl­
genin duvarı sarp kayaların birkaç metre iç tarafına inşa
edilmiş olup, tapınak esas mağara ile onun yer altı suları­
nın tam üstünde duruyor olmalıdır. Sonraki tarihlerde
mağara bir Hiristiyan kilisesine dönüştürülmüştü. Şansı
yaver giden Mr. Bent, kutsal yapının bir kısmını yıkılınca
tapınakta görev yapan rahiplerin adlarından oluşan uzun
bir listenin bulunduğu bir Yunan yazıhnı ortaya çıkarmış­
tı. Listede karşımıza sıkça çıkan isim Zas idi. Bu isim muh­
temelen sadece Zeus'un değişik bir ağızla söylenen şekliy­
di. Eğer böyleyse, bu adı taşıyan rahiplerin de tanrıyı taklit
etmiş olması mümkündür.62 Ancak listede barbarlara ait

61
Strabon, xiv. 5. 5, ss. 670 vd.; Mela, i. 72-75, (ed.) G. Parthey; J. T. Bent,
"Explorations in Cilicia Tracheia," Proceedings of the Roya/Geographica/ So­
ciety, xii. (1890) ss. 446-448; aynı yazar, "A Joumey in Cilicia Tracheia,"
/ournal of Hellenic Studies, xii. (1891) ss. 212-214; R. Heberdey ve A. Wil­
helm, "Reisen in Kilikien," Denkschriften der kaiser. Akademie der Wissensc­
haften Philos. histor. C/asse, xliv (1896) No. vi. ss. 70-79. Korykos mağara­
sıyla ilgili verdiği bilgiler için Mr. D. G. Hogarth'a teşekkür ederim. Bü­
tün bu modem yazarlar Strabon ve Mela'nın yaptığı tasvirlerin genel
olarak doğru olduğunu teyit etmektedir. Aslında Mr. Hogarth, Mela'nın
abartıya kaçtığını söylemekte, ancak Mr. A. Wilhelm bu düşünceye ka­
tılmamaktadır. Mağaraya üç mil mesafede bulunan, sahildeki Korykos
kenti kalıntıları için bkz. Fr. Beaufort, Karmania, (Londra, 1817), ss. 232-
238; R. Heberdey ve A. Wilhelm, a.g.e., ss. 67-70.
62
Bu sav A. S. Cook tarafından ortaya atılmıştıdr. Bkz. konuyla ilgili ma­
kalesi, "The European Sky-god," C/assical Review, xvii. (1903), s. 418, dip­
not 2.

1 73
görünen birçok tuhaf ve açıkça yabancı olduğu anlaşılan
isim mevcut olup Zas da bunlardan biri olabilir. Bununla
beraber, Korykos mağarasında Zeus'a tapıldığı kesindir;
buradan yaklaşık yarım mil uzakta, bir tepenin doruğun­
da, bir yazıta göre Korykoslu Zeus'a adandığı anlaşılan
daha büyük bir tapınağın yıkınhları bulunmaktadır.
Ancak Zeus ya da yerel adı her ne ise o tanrı derin vadi­
de tek başına hüküm sürmüyordu. Büyük Korykos yarığı­
nın doğu ucuna sadece birkaç yüz metre mesafedeki nok­
tada bulunan çok daha korkunç bir uçurumda ondan daha
ürkütücü bir varlık vardı. Genel hatlarıyla Korykos yarığı­
nı hahrlatan ancak daha küçük, daha derin ve görüntüsü
çok daha ürkütücü olan, çevresi bir çeyrek millik, daire
şeklinde bir kazandır bu. Yanlarından damlataşlar sark­
maktadır. Oraya inen bir yol yoktur. Bitkilerle kaplı olan
dibe inmenin tek yolu uzun bir iple aşağı sarkıhlmaktır.
Göçerler burayı Cennet adım verdikleri yerden ayırt etmek
için Cehennem adını vermişlerdir. İki çukur arasında bir
yer alh geçidi olduğunu ve Korykos mağarasında yakılan
ateşin dumanının öteki taraftan çıkabileceğini söylerler. Bu
ikinci ve daha ürkütücü mağaradan açık biçimde söz eden
antik yazarlardan biri Mela'dır. Mela buranın dev Tifon'un
barınağı olduğunu ve içine bırakılan hiçbir hayvanın ya­
şamadığını söylemektedir.63 Aeschylus, Prometheus'un
ağzından, Tanrılara karşı isyan ederek, korkunç çeneleri­
nin arasından yıkım saçarken dehşet verici gözlerinden
şimşekler çıkaran "Kilikya mağaralarında yaşayan, yüz
başlı, korkunç canavar, ölümlü Tifon'un" öyküsünü anla­
tır. Fakat gökten düşen, alev saçan yıldırım onu tam kal­
binden vurmuştu. O şimdi büzülmüş ve kavrulmuş bir
halde dar denizin yakınlarındaki Etna'nın ağırlığı alhnda
yatmaktadır. Ancak bir gün öfkeyle kaynar seller, alev ne­
hirleri yağdırarak bereketli Sicilya ovalarını yakıp yıkacak-

63Mela, i. 76, (ed.) G. Parthey (Berlin, 1867). Tifon'un mağarası J.T. Bent
tarafından da anlatılmaktadır.

1 74
tır.64 Pindaros'un65 anlahmlarıyla da doğrulanan bu şiirsel
canavar tasviri Tifon'un, göksel tannlan öldürmek isterce­
sine göğe ateş ve duman püskürten aktif yanardağların ki­
şileştirilmiş hali olduğunu göstermektedir. Korykos mağa­
raları volkanik değildir, ancak antik dönem insanları bun­
ları öyle görmekteydi, yoksa orayı Tifon'un sığınağı yap­
mazlardı.
Bir efsaneye göre Tifon, Kilikya'da Tartarus ile Toprak
Ana' dan dünyaya gelen yan hayvan, yarı insan bir cana­
vardı. Üst tarafı insan, ama belden aşağısı korkunç bir yı­
landı. Tanrılarla Gigantlann (devlerin) Mısır' da yaphğı sa­
vaşta Tifon, Zeus'u yılan gibi büklümleriyle sararak eğri
kılıcını aldı ve bununla el ve ayaklarındaki kaslarını kesti.
Sonra onu sırhna alıp denizi geçerek Kilikya'ya götürdü ve
Korykos mağarasına bırakh. Burada o kasları bir ayı pos­
tuna sarıp sakladı. Ancak Hermes ile Aegipan kayıp kasla­
rı çalarak onları kutsal sahibine iade etmeyi başardı. Böy­
lece eski bütünlüğüne ve gücüne kavuşan Zeus rakibine
yıldırımlar yağdırarak onu oradan oraya kovaladı ve so­
nunda Etna Dağı'nın altına hapsetti. Yıldırımların tıslaya­
rak düştüğü yerlerden hala alevler yükselmektedir.66
Soyu tükenmiş büyük hayvanların fosilleşmiş kemikleri­
nin bulunması Gigant öyküsünün Korykos mağarasında
geçtiğine dair bir işaret olabilir belki. Gördüğümüz gibi ki­
reçtaşı mağaralarda bu tür kemikler sıklıkla bulunmaka
olup, kireçtaşı Kilikya geçitleri de fosilden yana epeyce
zengindir. Arkadyalılar tanrılarla Gigantlar (devler) ara­
sındaki savaşın, birçok mamut kemiğinin güruşığına çıkh­
ğı ve topraktan alevler fışkırıp yıllarca yandığı Megalopo­
lis ovasında yaşandığını söylüyorlardı.67 Bu doğal koşullar

64 Aeschylus, Prometheus Vinctus, 351 -372.


65 Pindaros, Pyth. i. 30 vd., devin "birçok adı bulunan Kilikya mağarasın­
da yaşadığım" söylemektedir.
66 Apollodoros, Bibliotlıeka, i. 6. 3.

67 Pausanias, viii. 29. 1, benim notlanmla birlikte. Pausanias (viii. 32. 5)


Megalopolis'te görülen ve batıl inançlılann Hopladamus adlı deve ait

175
tanrılarla dövüşen ve yıldırımlar tarafından öldürülen bir
dev masalına kolayca esin kaynağı olabilir; için için yanan
topraktaki alev toplan ilahi şimşeklerin toprağa vurduğu
yerler olarak değerlendirilebilir zira. Arkadyalılar da işte
bu yüzden gökgörültüsüyle şimşeklere kurban adıyorlar­
dı.68 Sicilya' da da büyük miktarlarda mamut, fil, hipopo­
tam ve soylan çok uzun zaman önce tükenmiş diğer hay­
vanların kemikleri bulunmuş ve yurtsever Sicilyalılar bu
durumdan, atalarının ya da kendilerinden önce yaşayanla­
rın dev yapılı insanlar olduğu yorumuna varmışlardı.69 Si­
cilya'nın ormanlarında gezinip ırmaklarında yıkanan bu
dev yaratıklar Etna'nın ateşleriyle birleşerek, yanardağın
altına hapsedildikten sonra kraterinden alev ve duman fış­
kırtan dev öykülerine esin kaynağı olmuş olabilir. "Büyük,
fosilleşmiş kemiklerin bulunmasıyla doğrudan bağlantılı
olan dev ve canavar öyküleri bütün mitoloji dünyasına ya­
yılmıştır. Guayaquil'in kuzeyinde, Punto Santa Elena'da
bulunan devasa kemikler orada yaşayan devlerden oluşan
bir 'devler kolonisi' öyküsünün temelini oluşturmuştur.
Pampa bölgesinin tümü adeta soyu tükenmiş hayvanlara
ait büyük bir mezarlıktır; büyük bir ovaya 'devler sahası'
gibi adlar verilmesi, 'dev tepesi', 'hayvan akarsuyu' gibi
adların fosilleşmiş kemik araştırmasında jeologlara rehber­
lik ehnesi boşuna değildir."70
Korykos mağaralarının beş mil kadar kuzeydoğusunda
ama derin boğazlar ve geçitvermez kayalarla onlardan ay­
rılmış olan oldukça benzer başka bir yarık daha vardır.
Böylece antik bir kentin çok iyi korunmuş yıkıntılanyla
kaplı düz bir alana ulaşılır. Çokgen taşlardan yapılmış ka-

olduğunu iddia ettiği insanüstü boyutlardaki kemiklerden söz etmekte­


dir.
68 Pausanias, viii. 29. 1.

60 A. Holm, Gesclıichte Sicilieııs im Altertlıunı (Leipzig, 1870-1874), i. 57,


356.
70Edward B. Tylor, Researches into the Early History of Mankind (Londra,
1878), s. 322, yazar bu türden daha birçok kanıt göstermektedir.

176
le, büyük kilise ve birçok ev kalınhsıyla sayısız mezar ve
çevredeki kalkerli kireçtaşlarına oyulmuş rölyef bu yerin
büyüklük ve önemine tanıklık eder. Ancak buranın adı
hiçbir antik yazarda geçmez. Yazıtlar buranın adının, gü­
nümüzde kullanılan Kanlıdivane'nin eski şekli olan Kany­
teldeis ya da Kanytelideis olduğunu göstermektedir. Bü­
yük yarık kentin tam kalbine açılır. Kalınhlar o kadar faz­
ladır ki, uçurumun birkaç metre yakınına gelene kadar
varlığını fark etmek mümkün değildir. Burası çapı yakla­
şık bir çeyrek mil, çevresi de bir mil olan ve derinliği yet­
miş metreyi bulan neredeyse tam bir dairedir. Uçurumun
dik kenarları yolcuya Siraküza' daki büyük taşocaklarını
hatırlahr. Ancak tıpkı çok benzediği büyük Korykos mağa­
rası gibi burası da doğal bir çukurdur; diğerleri gibi onun
dibi de ağaç ve bitkilerle kaplıdır. Antik dönemlerde aşağı
inen iki yol kayaların arasından oyularak yapılmıştır. Bun­
lardan biri tünel olup bugün kapalıdır; diğeriyse hala açık­
tır. Yarığın dibindeki sütun ve yontulmuş taş kalıntıları bir
zamanlar burada bir tapınak bulunduğunu göstermekte­
dir. Ancak yarların dibinde hiçbir mağara yoktur ve derin
çukurdan hiçbir su akmamaktadır ya da yer altı gürültüsü
işitilmemektedir. Yarığın güney ucunda bulunan çokgen
taşlardan yapılmış bir kule kalınhsında buranın Tar­
kuaris'in oğlu rahip Teukros tarafından Olbalı Zeus'a
adandığını ifade eden bir Yunan yazıh mevcuttur. Harfler
M.Ö. 3. yüzyıl tarzında, zarifçe oyulmuştur. Bu tapınağın
yapıldığı tarihte kentin Olba'nın rahip krallarına ait oldu­
ğu ve büyük yarığın Olbalı Zeus adına kutsal olduğu so­
nucuna varabiliriz.
O zaman bu iki büyük doğal yarıkta Zeus adıyla tapını­
lan tanrının özellikleri neydi? Bir platonun ortasında hiçbir
belirti göstermeksizin aniden ortaya çıkan yarıklar bakanı
etkileyip ürkütecek kadar derindir; dereciklerle yer alh su­
larının beslediği dipteki yemyeşil bitkilerin görüntüsü çev­
redeki platonun gri, çorak ve kayalık yabaniliğiyle tezat
oluşturmuş olsa gerekir. Böyle bir yer sıradan insana bir

1 77
cennet, bir Tanrı bahçesi ve yabanıllığın güller, mersin
ağaçlan, narlar, çimenler ve çalılarla yeşillere bürünmesini
sağlayan yüce güçlerin mekanı gibi görünmüş olmalıdır.
Daha önce gördüğümüz gibi Samiler için de toprağın Baa­
li, onu gökten yağan yağmurla değil de yer alh sularıyla
bereketlendiren ve dolayısıyla gökyüzünde değil toprağın
derinliklerinde yaşayan kişidir.71 Yağmurun yağmadığı
memleketlerde gök-tanrı Avrupa' daki gibi serin ve bulutlu
iklimlerde sahip olduğu temel işlevlerinden birini yitirmiş­
tir. Aslında onun su teminiyle çok az bir ilişkisi vardır hat­
ta hiç yoktur ve dolayısıyla kendisine tapanlara su sağla­
mak gibi bir sorunu yoktur. Aslında Kilikya yağmur alma­
yan bir yer değildir ancak Akdeniz'e kıyısı olan bölgelerde
kuraklık yaz boyunca kesintisiz sürer. Bu dönemlerde bit­
kiler kurur. Doğanın yüzü kavrulur ve kararır. Irmakların
çoğu kurur; buraların nereye aktığını ancak bir tek ayakla­
rı yakacak kadar sıcak olan ve göz kamaştıran taşlı yatak­
ları söyleyebilir. İşte böyle mevsimlerde Güney' de dolaşan
yolcu yeşil bir çukurla, kaya gölgesiyle, mırıldayan akar­
suyla karşılaştığında mutlu olur ve görmemiş Kuzeylinin
hayal bile edemeyeceği şeyler düşünür. İngiltere'nin geniş
ve yavaş akan nehirleri, kıvrımlı uzantıları, çimenlik kıyı­
ları ve yumuşak İngiliz göğünün sakin suya yansıttığı gri
söğütleri arkasında çoraklık, sıcaklık ve güney toprağının
gözleri kamaşhran kızgınlığını bıraktıktan sonra bu man­
zarayı ilk kez gören seyyaha hiç olmadığı kadar muhteşem
görünür.
Bu durumda Korykos ve Olba mağaraları tanrısının bir
bereket kaynağı olarak görüldüğünü düşünebiliriz. Bugün
artık yeralhndan gürüldeyerek akan ırmağın Korykos ma­
ğarasında kayaların arasından fışkırdığı o kadim dönem­
lerde manzara, akarsuyun kaynağındaki ekin ve şarap tan­
rısına tapınılan İvriz'deki manzaraya benziyor olmalıdır;
yine, köpüklü çağlayanlarında nehre adını veren tanrıya

71 Bkz. yukarıda, ss. 40 vd.

178
tapınılan Lübnan' daki Adonis vadisi de ona benziyor ol­
malıdır. Bitkilerin ve kayaların arasından fışkıran akarsu­
larının bolluğu bu üç arazinin ortak noktasıdır. Dolayısıyla
bu özelliklerin söz konusu bölgelerde yaşadığı düşünülen
tanrıların özelliklerini şekillendirdiğini varsaymakla ya­
nılmış olmayız. Korykos mağarasında endişe verici, kor­
kunç ikinci bir yarığın bulunması da pekala onun içinde
pusuda bekleyen ve iyi tanrının yaphklarını tersine çevir­
meye çalışan kötücül bir varlığı akla getirmektedir. Böyle­
ce ortaya ikisi arasındaki çatışmanın, Zeus'la Tifon arasın­
daki savaşın öyküsü çıkmaktadır.
Bütün olarak bakıldığında, bu büyük kireçtaşı yarıklar­
dan birinde tapınılan ve Korykos Zeusuyla kesinlikle aynı
olan Olbalı Zeus'un, aynı zamanda ekin ve şarap tanrısı
olan ve kendisi de İvriz tanrısından farklı olmayan Tarsus­
lu Baal ile de özdeş olduğunu görüyoruz. Bu varsayım
doğruysa, Olbalı Zeus'un yerel adı Tark ya da Tork idi ve
Olbalı rahip Teukrosların kişiliğinde temsil edilmekteydi.
Bu hipoteze göre Aias adını taşıyan Olbalı rahipler adı bi­
linmeyen başka bir yerel tanrının, belki de Tark'ın oğlunun
da bedenlenmiş haliydi. Tarsus paralarıyla İvriz ve Boğaz­
köy' deki Hitit abideleri arasında yapılan bir karşılaştırma
bizleri, Tarsusluların en az iki farklı tanrıya, Samilerin Baal
ve Yunanların da Zeus adını verdiği bir baba ile yerlilerin
Sandan, Yunanların Herakles dediği bir oğula taptığı so­
nucuna götürür. Buradan Olba'da Teukros ve Aias adları­
nın iki Tarsus tanrısına karşılık geldiği sonucunu çıkarabi­
liriz; ekin ve şarap tanrısının önünde tapınır gibi duran İv­
riz'deki küçük figürü ilahi Baba'nın huzurunda duran ilahi
Oğul olarak yorumlayacak olursak üç yerde de birbirinin
aynı olan ama farklı rahip kral nesilleri tarafından temsil
edilen bir tanrı çiftinin bulunduğunu söyleyebiliriz. Ancak
elimizdeki kanıtlar bu hipotezi basit bir çıkarımdan kesin
bir sonuç noktasına götürmeye yetmiyor.

1 79
8. Kilikya Tannçaları
Şu ana kadar ele alınan Kilikya tanrıları erkeklerden iba­
retti; buraya kadar Kapadokya ve Firigya dininde, büyük
Toros sıradağlarının ötesinde önemli bir rol oynayan bü­
yük bir Ana Tanrıça'nın izine rastlamadık. Küçük Asya' da
olduğu kadar önemli olmamakla birlikte, yine de buradan
Ana Tanrıça'nın Kilikya' da hiç bilinmediği anlamını çıkar­
tamayız. Belki bu farklılık şu iddiaların kanıtı olarak yo­
rumlanabilir; anne-soyluluk ve dolayısıyla Ana Tanrıçala­
rın hakimiyeti, yumuşak iklim ve bereketli toprağın iç
Anadolu'nun kasvetli platolarında yüksek bir uygarlığın
gelişmesini ve bununla birlikte Kilikya'nın verimli arazile­
rinde kadınlardan erkek-soyluluğa geçişi teşvik etmesin­
den çok sonraki zamanlara kadar varlığını sürdürmüştür.
Her ne şekilde olursa olsun, erkek bir eşi olsun veya olma­
sın, Kilikya tanrıçalarının ülkenin çeşitli bölgelerinde saygı
gördüğü bilinmektedir.
Örneğin Tarsus'ta Baal'le birlikte tanrıça 'Atheh'e tapıl­
maktaydı; başında bir örtüyle aslanın üstünde otururken
tasvir edilen 'Atheh'in yanına Aramice harflerle adı da ka­
zınmıştır.72 Dolayısıyla Boğazköy'de olduğu gibi Tarsus'ta
da Baba Tanrı'nın Frigyalı Kibele ya da Suriyeli Atargatis
gibi bir aslan-tanrıça ile çiftleşmiş olması gerekir. Atargatis
adı Aramice bileşik bir sözcük olan ve Tarsuslu tanrıçanın
adını da içeren ' Athar-'ateh'in bozulmuş halidir.73 Dolayı-

n B. V. Head, Historia Numorıım (Oxford, 1887), s. 616.


71 'Athar-ate adı bir Palmira yazıtında görülmektedir. Bkz. G. A. Cooke,
Text -book of North-Semitic
lnscriptions, No. 1 1 2, ss. 267-270. 'Athar-'atheh'in Atargatis'e dönüşmesi
meselesinde şu kaynakları izledim; E. Meyer (Geschichte des Altertums, i.
2. ss. 605, 650 vd.), F. Baethgen (Beitriige zur semitischen Religionsgeschich­
te, ss. 68-75), Fr. Cumont (Pauly-Wissowa, Rea/-Encyclopiidie der classisc­
hen Altertumswissenschaft içinde "Atargatis" maddesi, ii. 1896), G. A. Co­
oke (a.y.), C. P. Tiele (Geschichte der Religion im Altertum, i. 245), F. Hom­
mel (Grundriss der Geographie und Geschichte des alten Orients, ss. 43 vd.),
Lagrange (Etudes sur /es Religions Semitiques, s. 130), ve L. B. Paton CT.

180
sıyla Baalli Tarsus'un kadın eşi hem isim hem de taşıdığı
özellikler bakımından, Fırat yakınlarındaki Hierapolis­
Membic' te bir aslan ya da aslanların üstüne oturmuş figü­
rüne büyük bir huşu ve debdebe ile tapınılan Suriyeli Ana
Tanrıça Atargatis'e karşılık gelmektedir.74 Şimdi bir adım
daha ileri gidip Tarsuslu Baal ile Atargatis'in Hierapolis­
Membic'teki tanrı-eşi arasında bir bağlanh kurabilir miyiz?
Tarsuslu Baal gibi tanrı-eş de Yunanlar tarafından Zeus'la
özdeşleştirilmiştir. Lukianos bu tanrıyla Zeus'un arasında
her bakımdan kesin bir benzerlik olduğunu söylemektedir.
Ancak Zeus' tan farklı olarak onun figürü boğaların üstüne
oturmuştu.75 Aslına bakılırsa, bu tanrı-eş muhtemelen Su­
riyelilerin en büyük tanrısı olan, gök görültüsü ve bereket
tanrısı Hadad idi çünkü Yunan sanalının gerileme döne­
mine ait, bugüne ulaşmış en etkileyici abidesi olan Güneş
tapınağının kalınhlarırun bulunduğu Lübnan'ın Baalbek
kentindeki figür sol elinde bir yıldırımla buğday başakları

Hastings, Encyclopaedia of Religion and Ethics içinde "Atargatis" maddesi,


ii. 164 vd.). Hierapolis/Menbic'deki büyük bir tapınakta Atargatis ile ka­
dın partnerinin imgeleri arasında esrarengiz bir albn imge bulunmakta­
dır. Bu ikisine de benzememekle birlikte diğer tannlann özelliklerini ta­
şımaktadır. Bazıları bunun Dionysos, bazıları Deukalion ve bazıları da
Semiramis olduğunu savunmaktadır; çünkü figürün başına geleneksel
olarak Semiramis ile özdeşleştirilen alhn güvercin tünemiştir. Suriyeliler
bu figüre Lukianos'un "işaret" diye çevirdiği bir ad vermişlerdi. (Bkz.
Lukianos, De dea Syria, 33.) F. Baethgen, manhklı olarak Lukianos'un
"işaret" diye çevirdiği adın gerçekte "işaret" ile sıkça kanştınlan 'Ateh
olduğu sonucuna varmışh. Bkz. F. Baethgen, a.g.e., s. 73. M.S. üçüncü
yüzyıla ait bir Hierapolis parası sırasıyla boğa ve aslan üstüne oturmuş
tanrı ile tanrıçayı tasvir etmektedir, aralarındaki esrarengiz nesne ise üs­
tünde bir kuş, muhtemelen güvercin duran bir mihrabın içindedir. Bkz.
J. Garstang, The Syrian Goddes (Londra, 1913), ss. 22 vd., 70 vd., şekil 7 ile
birlikte. Bu notun başında anılan modem yazarlar Suriyeli 'Ateh'in Atar­
gatis'in sevgilisi olan bir erkek tanrı olduğunu, isim ve karakter olarak
Firigyalı Attis'e benzediğini söylemektedir. Haklı olabilirler; ancak hiçbi­
ri 'Ateh adının Tarsus'taki bir tanrıça için kullanıldığını fark etmemiş gö­
rünmektedir.
7� Figür için bkz. yukarıda, s. 150.
75 Lukianos, De dea Syria, 31.

181
tutrnaktaydı.76 Yine, Kuzey Suriye' deki Zencirli yakınla­
rında bulunan devasa bir tanrı heykeli de onu sakallı bir
erkek başı ve güç, bereket sembolü olan boynuzlarla tasvir
etrnektedir.77 Babillilerle Asurluların ilk dönemlerinde de
benzer bir gökgörültüsü ve şimşek tanrısına tapılrnaktay­
dı; onun adı da benzer şekilde Adad olup, sembolleri yıl­
dırım ve boğa idi. Bir Asur kabartmasında figür, kısa bir
tunik ve iki çift boynuzu olan bir başlık giyen ve sağ elinde
balta, sol elinde yıldırım tutan sakallı bir erkek şeklinde
tasvir edilmektedir. Dolayısıyla bu figür Hititlere ait gü­
rüldeyen gökyüzü tanrısına oldukça benzer. Bu Babil ve
Asur tanrısının başka bir adı da "haykırma" ya da " gürül­
deme" anlamına gelen 'ramamu' dan türetilen Rarnman
idi.78 Özellikleri Tarsus'lu Baal ile örtüşen İvriz tanrısının
boğa boynuzlarıyla süslenmiş başlık taktığını; dişi aslanın
üstünde oturan Ana Tanrıça'yla karşı karşıya duran Bo­
ğazköy' deki Baba Tanrı'nın yanında genellikle boğa oldu­
ğu tahmin edilen bir hayvan bulunduğunu; Boğazköy ya-

76 Macrobius, Saturn. i. 23. 12 ve 17-19. Baalbek'in Yunanca adı Heliopo­


lis, yani "Güneş Kenti" idi.
77 G. A. Cooke, Text-book of North-Semitic lnscriptions, ss. 163, 1 64. Heyke­

lin üstünde, yazı stili Moab Taşı'ndaki arkaik tarza benzeyen uzun bir
yazı bulunmaktadır. Yazının içeriği bunun III. Tiglat-Pileser dönemin­
den (M.Ö . 745-727) öncesine ait olduğunu göstermektedir. Suriyeli gök­
gürültüsü tanrısı Hadad için bkz. F. Baethgen, Beitriige zur semitischen Re­
ligionsgeschiclıte, ss. 66-68; C. P. Tiele, Geschichte der Religion im Altertum, i.
248 vd.; M. J. Lagrange, Etudes sur /es Religions Semitiques, ss. 92 vd. Ha­
dad'ın Hierapolis-Membic'teki Atargatis'in eşi olduğu fikri, onun aynı
zamanda gökgürültüsü ve bereket tanrısı olduğunu söyleyen P. Jensen'e
(Hittiter und Armenier, s. 171) aittir. Prof. J. Garstang da aynı görüştedir
(17ıe Syrian Goddess, ss. 25 vd.). Hierapolis-Membic'teki başlıca erkek tan­
rının adının Hadad olduğu, Büyük İskender zamanında, adı "Hadad'ın
hizmetkarı" anlamına gelen rahip kral Abd-Hadad tarafından basılan
kent paralarında da dile getirilmektedir. Bkz. B. V. Head, Historia Nıımo­
rum (Oxford, 1887), s. 654.
78 Babil dilindeki ramamu (haykırmak, gürüldemek) sözcüğünün İbrani­

ce karşılığı ra'am "gürüldemek"tir. Zekeriya kitabında (xii. 11), Adad


(Hadad) ve Ramman adlan beraberce 'Hadad-rimmon' şeklinde ortaya
çıkmaktadır, (S. R. Driver'ın notuyla birlikte, Century Bib/e).

182
kınlarındaki Höyük'te bereket sembolü olan bu boğaya ta­
pınıldığını görmüştük. Sonuç olarak Hierapolis-Membic'te
olduğu gibi Tarsus ve Boğazköy'de de Baba Tanrı ile Ana
Tanrıça'nın kutsal hayvanları ya da sembolleri sırasıyla
boğa ve aslandır. Sonraki tarihlerde tanrıça Yunan etkisiy­
le, Tarsus paralarında başı yüksek bir başlıkla örtülmüş
halde otururken, elinde buğday demeti ile afyon çiçeği bu­
lunan kadın şeklinde görünen Talih Tanrıçası'yla (Tike)
yer değiştirmiş ya da ona dönüşmüştü. Tanrıçanın aslanı
arhk yoktur, ancak tahhnın aslan bacağıyla süslenmiş ola­
rak tasvir edildiği bir paranın üstünde eseri kalmış gö­
rünmektedir.79 Yunan Doğusu'nda ve özellikle de Suri­
ye' de kentlerin koruyucusu olarak görülen Talih Tanrıçası
genel hatlarıyla, Samilerin şans ve kader tanrısı Gad'ın;
gramerden anlaşıldığı kadarıyla erkek olması gerekmesine
karşın, sadece kentlerin patroniçesi ve koruyucusu olarak
görülen büyük tanrıça Astarte ya da Atargatis'in özel bir
görünüşü olduğu varsayılan Gad'ın değişime uğramış bi­
çiminden başka bir şey değildi. 80 Doğu dinlerinde bu tür
yer değiştirmeler ya da bileşimler şaşırtıcı değildir. Tanrı­
lar söz konusu olduğunda her şey mümküntür. Kıbrıs'ta
aşk tanrıçasının sakalı vardı81 ve Büyük İskender bazen Ar­
temis kıyafeti giyerken, bazen de Herakles, Hermes ve
Amon'un ilahi gardroblarından kostümler seçerdi.82 Bir
Sami kişi adı olarak kullanılan Gad-' Ateh (Ateh' in Talihi)
adıyla bilindiğini varsayacak olursak, Tarsuslu tanrıça
'Atheh'in Gad'a ya da Talih'e dönüşmesi hiç de zor değil­
dir.83 Aynı şekilde, büyük Zeus tapınağının84 yanında ken-

79 G. F. Hill, Catalogue of the Greek Coins of Lycaonia, lsauria, and Ci/icia, ss.
181, 1 82, 185, 1 88, 190, 228.
80 E. Meyer, Geschichte des Altertums, i. (Stutgart, 1884), ss. 246 vd.; F. Ba­

ethgen, Beitriige zur semitischen Religionsgeschichte, ss. 76 vd. Putperest İb­


raniler, Gad yani Talih için ziyafetler verirlerdi (İşaya lxv. 1 1).
" 1 Macrobius, Saturn., iii. 8. 2; Servius'un "Virgilius, Aen. ii. 632"ye şerhi.
•2 Ephippus, almhlayan; Athenaeus, xii. 53, s. 537.
ıı.ı F. Baethgen, a.g.e., s. 77; G. A. Cooke, Text-book of North-Semitic lnscri­
pions, s. 269.

1 83
dine ait küçük bir tapınağı olan Olba'daki Talih tanrıçası­
nın da esas olarak yerel tanrı Tark ya da Tarku'nun eşi ol­
ması mümkündür.
Kilikya' da bir Doğu tann ve tanrıçasına birlikte tapınılan
bir diğer yer de Mallus idi. Şehir Ceyhan nehrinin ağzına
yakın bir yerde, büyük Kilikya ovasındaki bir tepenin üze­
rine kurulmuştu.85 Şehrin paralannda biri erkek ve biri dişi
olmak üzere iki kanatlı tanrı diz çökmüş ya da koşarken
tasvir edilmektedir. Bazı paralarda erkek tanrı tıpkı Janus
gibi, iki çift kanadı bulunan ve ters taraflara bakan iki baş
şeklinde tasvir edilmektedir, başın alt tarafında ise insan
başlı bir boğanın ön tarafı görülmektedir. Kadın tanrıçanın
bulunduğu paraların arka tarafında ise yanlarında bazen
iki salkım üzüm bulunan koni şeklinde bir taş mevcuttur.86
Tıpkı öteki Asya kentlerinde87 olduğu gibi bu konik taş da
muhtemelen bir Ana Tannça'yı sembolize ederken, üzüm
salkımları da onun bereket saçan gücünü göstermekteydi.
İki başlı, dört kanatlı tanrının Yunanların Kronos dediği
Fenikeli El' den başkası olması mümkün değildir; zira El'in
iki önde ve iki arkada olmak üzere dört gözü ve üç çift ka­
nadı vardı. Kanat sayısındaki fark, söz konusu benzerliği
ortadan kaldıracak kadar hayati değildir. Tanrı, Fenike­
Mallus yolunda kolayca, fazladan birkaç tüy çıkarmış ola-

84 Bkz. yukarıda, s. 169.


"5 Strabon, xiv. 5. 16, s. 675.
ll6 Kadın ve erkek figürler farklı paralarla ayrı ayrı olarak görülmektedir.

J. P. Six ve G. F. Hill kadın figürlü, koni taşlı paraların Mallus'a atfedil­


mesine karşı çıkmaktadır. Ben F. lmhoof-Blumer ve B. V. Head'in görü­
şüne katılıyorum. [Ancak G. F. Hill bu paraların artık Mallus'a atfedil­
mediğini yazmaktadır. Imhoof-Blumer de artık bunları Kilikya' daki Af­
rodisias' a mal ederken, Mr. Hill de bu bağlantının muhtemel olduğunu
söylemektedir. Bkz. F. Imhoof-Blumer, Kleinasiatische Münzen (Viyana,
1901-1902), ii. 435 vd. Bu konudaki belirsizlik nedeniyle ben de metinde
değişiklik yapmadım. Zaten benim açımdan Mallus'ta ya da Afrodi­
sias'ta bu Kilikya tanrıçasına tapılıp tapılmaması fazla bir önem taşıma­
maktadır. İkinci Baskıya Not.]
"7 Bkz. yukarıda, ss. 47 vd.

1 84
bilir. Bu tuhaf Doğu tanrıları daha sonraki Mallus parala­
rında ortadan kalkar ve yerlerini bunlara karşılık gelen
Yunan tanrılarına, özellikle de bir tarafta bir Kronos başı
olan, öteki tarafta da buğday demeti tutan Demeter figü­
rüne bırakırlar. Kuşkusuz bu değişiklik eski yerel tanrıları
Yunan panteonunun yeni ve güncel tanrılarına uyarlama
arzusundan kaynaklanmaktadır. El ile kadın eşinin yerine
hasat tanrıları Kronos ve Demeter seçilmişse, bu seçimin
temelinde kesinlikle iki tanrı çifti arasındaki benzerlik ya­
tıyor olmalıdır. Dolayısıyla gözden düşen çiftin yani El ile
eşinin çiftçiler tarafından aynı zamanda bereket, ekin ve
şarap kaynağı olarak da tapıldıklarını varsayabiliriz. Daha
sonraki Mallus paralarından birinde Dionysos olgun üzüm
yığınının üstünde oturmuş halde tasvir edilirken, öteki
yüzde de boyunduruklu öküzlerin önünde toprağı sürer
gibi giden bir erkek görülmektedir. Şarap tanrısıyla çift sü­
ren adamın görüntüleri, yerel dini değişen koşullara uyar­
lama, yani eski Asya şarabını yeni Yunan şişelerine dökme
girişimi olsa gerektir. Çok başlı ve çok kanatlı barbar cana­
var mükemmel bir insan Dionysos'a dönüştürülmüştür.
Kutsal ama acınacak durumdaki eski konik taş paraların
üstünde artık gururla boy göstermemektedir; alçakgönüllü
bir belirsizliğe çekilerek yerini doğal ve zarif şaraba bı­
rakmıştır. Zekanın gelişimiyle gerçekten ilerici bir teoloji
böylece at başı gitmektedir. Mallus'taki kültür havarileri
bunları yapabildiğine göre başkent Tarsus'taki din adam­
larının da eski inancı modern bir temele oturtma çabala­
rında aynı bölgedeki kardeşlerinden geri kalması herhalde
düşünülemez. Bu çabalarının sonucunda da Baal, 'Ateh ve
Sandan'ın yerini şu veya bu şekilde Zeus, Talih Tanrıçası
ve Herakles almış gibidir.88
Aynı şekilde, Güneydoğu Kilikya' da, Suriye sınırı yakın-

"" Yunan kisvesine bürünen diğer bir yerel Kilikya tanrısı da muhteme­
len Anazarba ya da Anazarbus'taki (Anavarza) Olibrialı Zeus'hı, ancak
onun hakkında fazla bir şey bilmiyoruz.

1 85
larında bir tapınağı bulunan Sarpedonlu Artemis'in aslın­
da ödünç alınmış kuş tüyleriyle dolaşan bir yerel tanrıça
olduğunu da düşünebiliriz. İlahi sarhoşluk anlarında tan­
rıçanın yeniden dünyaya gelmiş hali olarak görülebilen
esinlenmiş bir adamın ya da daha büyük bir olasılıkla ka­
dının ağzından kehanet gibi cevaplar vermişti.89 Asyalı ol­
duğu daha belirgin olan başka bir tanrı da Doğu Kilik­
ya' da Hieropolis-Kastabala'da tapınılan Perasia ya da Ar­
temis Perasia idi. Bugün Bodrum olarak bilinen antik ken­
tin geniş kalıntıları Ceyhan nehrinin üç çeyrek mil kadar
kuzeyindeki bir tepenin yamaçlarını kaplamaktadır. Bu ka­
lıntıların üstünde koyu gri renkteki sarp bir kayalığın do­
ruğuna inşa edilmiş ve kayalıktaki derin bir yarıkla yanın­
daki dağdan ayrılan Akropolis bulunmaktadır. Eski hisa­
rın yerini kırmızımsı sarı renkte kireçtaşı bloklardan ya­
pılmış bir ortaçağ kalesi almıştır. Şehirde büyük bir tiyatro
ve bazıları yıkıntılar arasında hala ayakta duran iki yüz
adet zarif kolondan oluşan bir geçit vardır. Bugün çalılık
ve otlardan oluşan yoğun bir örtü bu ıssız ve terk edilmiş
arazinin büyük bölümünü kaplamış durumdadır. Kış ve
bahar aylarında bu terk edilmiş kentin yakınlarında sadece
çobanlar konaklamaktadır. Yakın çevre de ağaçsızdır; an­
cak Mayıs ayında muhteşem buğday ve arpa tarlaları gözü
şenlendirirken, vadilerdeki yoncalar atların dizlerine kadar
yükselir. Bu tapınak şehrine (Hieropolis)90 hakim olan tanrı-

89 Strabon, xiv. 5.19, s. 676. Strabon'un kullandığı ifadeler tanrıçanın tem­


silcilerinin erkek mi yoksa kadın mı olduğu konusunu muğlak bırak­
maktadır. Bah Kilikya' da Göksu Nehri'nin ağzına yakın bir noktada
Sarpedon adı verilen dağlık bir burun (Strabon, xiii. 4. 6, s. 627, xiv. 5. 4,
s. 670) ve Sarpedonlu ya da Sarpedonyalı Apollon'un burada bir tapına­
ğı vardı. Tapmak kayalara oyulmuş olup içinde bir tann resmi bulun­
maktaydı. Bkz. R. Heberdey ve A. Wilhelm, "Reisen in Kilikien,"
Denkschriften der kaiser. Akademie der Wissenschaften, Philosoph. -histor. Clas­
se, xliv. (Viyana, 1896) No. vi. ss. 100, 107. Bu Sarpedonyalı Apollon
muhtemelen Sarpedonyalı Artemis'e benzeyen, yerli bir tanrıydı.
90Hieropolis ile Hierapolis arasındaki fark için bkz. W. M. Ramsay, His­
torica/ Geography of Asia Miııor, ss. 85 vd. Ramsay'e göre bu tip adlar taşı-

186
çanın muğlaklığı, kuşkularını oldukça kayıtsız Yunanca
sözcüklerle bizzat tanrının kendisine karşı da dile getiren,
kafası karışık bir mümin, Lucius Minius Claudianus adlı
bir hekim tarafından da itiraf edilmişti. Akıllıca bir tavırla,
Artemis mi, Ay mı, Hekate mi, Afrodit mi yoksa Demeter
mi olduğunu söyleme işini tanrıçanın kendisine bırakmış­
tı.91 Tanrıça hakkında bildiğimiz tek şey gerçek adının Pe­
rasia olduğu ve belli gelirlere sahip olduğudur.92 Ayrıca,
Kilikya Kastabalası'nda bu tanrıçaya, aynı adı taşıyan baş­
ka bir kentteki yani Kapadokya Kastabalası'ndaki adaşı
Artemis Perasia'ya düzenlenen ayinlerin aynısının düzen­
lendiğini söyleyebiliriz. Gördüğümüz üzere buradaki tan­
rıçanın rahibeleri çıplak ayakla ateş üstünde yaralanmadan
yürüyorlardı.93 Aynı etkileyici tören muhtemelen Kilikya
Kastabalası'ndaki mümin kalabalığı önünde de düzenlen­
mekteydi. Ayinin tam anlamı ne olursa olsun, bu tanrıça

yan kentler bir tapınağın etrafında yavaşça büyürdü; kentte Yunan ha­
kimiyetinin olduğu dönemde kentin adı Hierapolis ya da Kutsal Kent
iken, yerel unsurun ağır bastığı dönemde Hieropolis ya da Tapınak Ken­
ti olarak bilinmekteydi.
91 E. L. Hicks, "lnsciptions from Eastem Cilicia," Journal of Hel/enic Stu­
dies, xi. (1890), ss. 251-253; R. Heberdey ve A. Wilhelm, a.g.e., s. 26. Ancak
bu yazarlar kalıntılar arasındaki kireçtaşı zemine kazınmış olan dizeleri
farklı okumaktadır. Ben Heberdey ve Wilhelm'in okuma biçimini esas
aldım.
92 J. T. Bent ve E. L. Hicks, a.g.e., ss. 235, 246 vd.; R. Heberdey ve A. Wil­
helm, a.g.e., s. 27.
93 Strabon, xii. 2. 7, s. 537. Bkz. yukarıda, s. 133. Strabon, yazıtlarda adı
geçen Kilikya Kastabalası'ndan hiç söz etmemektedir. Küçük Asya'yı
çok iyi tanıyan Strabon'un Toros dağlarının kuzeyinde kalan Kapadokya
ile bu dağların güneyinde kalan Kilikya'yı birbirine karıştırması pek
mümkün değildir. Aynı adı taşıyan iki kentin bulunması ve Strabon'un
bunlardan birinden söz etmemiş olması daha büyük bir olasılıktır. Aynı
şekilde, biri Kapadokya'da ve öteki Pontus'ta olmak üzere Komana adıy­
la anılan iki kent vardı; iki kentte de ayru tanrıçaya tapılmaktaydı. Bkz.
Strabon, xii. 2. 3, s. 535, xii. 3. 32, s. 557. Antik yazarların söz ettiği Kasta­
balaların durumu F. Imhoof-Blumer ("Zur Münzkunde Kilikiens,"
Zeitsclırift Jür Numismatik, x. (1883), ss. 285-288) tarafından da ele alınmış­
tır.

1 87
kesinlikle Yunanların sıklıkla Artemis adını verdiği Asyalı
Ana Tanrıçalardan biriydi.94 Rahibelerin ateşten etkilen­
memeleri de tanrı tarafından esinlenmiş olmalarına bağ­
lanmaktaydı. Suriyeli filozof Jamblichus bir tanrı tarafın­
dan esinlenme ya da ele geçirilme olayını tartışırken, bu­
nun belirtilerinden birinin acıya karşı kesin duyarsızlık ol­
duğunu söylemektedir. Birçok esinlenmiş insan "ilahi esin
sayesinde ateşte yanmaz, ateş onları etkilemez; birçoğu da
yanmalarına karşın bunu algılamaz, çünkü o anda bir canlı
hayah yaşamamaktadırlar. Bedenlerine şiş sokarlar ama
hiçbir şey hissetmezler. Ufak baltayla sırtlarını keserler,
hançerle kollarını doğrarlar ama ne yaptıklarının farkında
değildirler, çünkü hareketleri sadece insan hareketleri de­
ğildir. Çünkü geçilemez yerler ruhla dolanlar için geçilebi­
lir hale gelir. Tıpkı Kastabala rahibeleri gibi ateşin içine da­
lar, ateşin içinden geçerler. Bu belirtiler onların esinin etki­
si alhndayken kendilerinde olmadıklarını, tamamen esin­
lendiklerinde ya da ele geçirildiklerinde duyu, irade ve ya­
şamlarının insanınkine de hayvanınkine de benzemediği­
ni, bu kişilerin başka, daha ilahi bir yaşam sürdürdüklerini
göstermektedir," demektedir.95 Sonuç olarak, kor ateşin
içinden geçerken Perasialı rahibelerin kendilerinde olma­
dıklarına, içlerinin tanrıçayla dolduğuna ve gerçekten tan­
rıçanın yeniden dünyaya gelişi olduklarına inanılmaktay­
dı.96

94 Bkz. The Magic Art and the Evolution of Kings, i. 37 vd.


95 Jamblichus, De mysteriis, iii. 4.
% Büyük İskender'in lssus savaşından önce kurban adadığı diğer bir Ki­

likya tanrıçası Magarsuslu Athena idi. Bkz. Arrianus, Anabasis, ii. 5. 9; J.


Tzetses, "Lycophron, 444"e şerh. Kentin adının Doğulu bir havası var gi­
bidir, muhtemelen Sami dilindeki "mağara" ya karşılık gelmektedir. Ma­
ğaraların Sami dini açısından taşıdığı önem için bkz. W. Robertsen
Smith, Religion of the Senıites, ss. 197 vd. Görünüşe göre Magarsus'un ye­
ri, Kilikya ovasının güney ucunda, Adana'nın kırk beş mil kadar güne­
yinde, denizden yükselen bir tepe olan Karataş'tadır. Kireçtaşı bloklar­
dan yapılan kentin surlarının birkaç sırası hata ayakta olup, burada Ma­
garsuslu Athena rahiplerinden söz eden bir yazıt bulunmuştur. Bkz. R.

188
Kuzeybatı Hindistan'ın Himalayalar bölgesindeki bazı
köylerde de hala benzer bir esinlenme ölçüsü kullanılmak­
tadır. Bu köylüler yerel bir tanrı olan ve ıssız tepelerde,
kuş uçmaz kervan geçmez arazilerde tapınakları olan, üç
çatallı bir mızrakla temsil edilen Airi'ye yılda bir taparlar.
Adına düzenlenen festivalde köylüler büyük bir ateşin et­
rafına dizilir. Bir davul çalınır ve bir bir tanrı tarafından ele
geçirilen köylüler ayağa fırlayıp haykırışlar eşliğinde alev­
lerin etrafında zıplamaya başlarlar. Bazıları bedenlerine
kızgın demir kaşık basıp ateşin içine oturur. Buradan yara­
lanmadan çıkmak gerçekten esinlenildiği anlamına gelir­
ken, yaralananlar esinlenmiş taklidi yaptıkları için küçüm­
senir. Ruh tarafından bu şekilde ele geçirilen kişilere Aii­
ri'nin atları ya da köleleri denir. Aşağı yukarı on gün süren
bu eğlenceler sırasında bunlar başlarının etrafına kırmızı
handana sarar ve inançlılardan sadaka toplarlar. Bu adam­
lar kendilerini o kadar kutsal görürler ki, kimsenin kendi­
lerine dokunmasına izin vermezler, tanrılarının sembolü
olan kutsal üç çatallı mızrağa ancak onlar dokunabilirler.97
Batı Asya' da bugünkü fanatikler atalarının Jamblichus
zamanında uyguladığı benzer işkenceleri hala uygulamak­
tadır. "Küçük Asya'da, akkor halindeki demiri 'gül' diye
adlandırarak yalayan, kor halindeki kömürü çiğneyen,
başlarını taş duvarlara vuran, yanaklarına, kafa derilerine,
şakaklarına şiş sokup 'Allah, Allah' diye bağıran ve bu
kendinden geçme anlarında acıyı hiç hissetmediklerini
söyleyen farklı mezheplerden birçok derviş bulunmakta­
dır."98

Heberdey ve A. Wilhelm, "Reisen in Kilikien," Denkschriften der kaiser.


Akademie der Wissenschaften, Philosoph-histor. C/asse, xliv. (1896) No. vi. ss.
6-10.
97 E. T. Atkinson, The Himalayan Districts of the North-Western Provinces of
lndia, ii. (Allahabad, 1884), ss. 826 vd.
98Rahip G. E. White (eski Pontus'un Merzifon bölgesinde misyoner) ba­
na gönderdiği (11 Şubat 1907 tarihli, 19 Southmoor Road, Oxford) mek­
tubunda bunlardan söz etmekteydi.

1 89
9. Kilikya Tannlannın Yakılışı
Bu durumda, bir bütün olarak, Kilikya'nın barbar yerli
tanrılarının ince bir Yunan insancıllık cilası altında yaşa­
maya devam ettiğini ve bunların da arasında büyük Asya
tanrıçasının, en azından miladi dönemlerin başına kadar
Küçük Asya'nın iç platolarında birinci sırada olmasa bile
özel bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Eğer yanılmıyorsam,
Kastabala ve Olba' da olduğu gibi Sarpedonlu Artemis ta­
pınağında da esinlenen rahip ya da rahibelerin kişilikle­
rinde tanrıyı temsil ettikleri düşünülmekteydi. Dolayısıyla
Tarsus'taki Baal, 'Ateh ve Sandan üçlüsünün de aynı za­
manda kral ve kraliçe, prens ve prenses olan rahip ve rahi­
belerin kişiliğinde temsil edildiği görüşünün yanlış olması
mümkün değildir. Ayrıca bu hipoteze göre Tarsus'ta San­
dan temsilinin yakılması Perasia rahibesinin Kastabala' da
ateş üstünde yürümesini de açıklamaktadır. Belki her ikisi
de bir rahip kral ya da kraliçeyi ya da kraliyet üyesinin
başka bir üyesini yakarak öldürme geleneğinin hafifletil­
miş biçimleriydi.

190
VII. Bölüm
Sardanapalus ve Herakles

1. Sardanapalus'un Yakılışı
Eskiden Tarsus'ta kral veya prenslerin tanrı karakteri ve­
rilerek yakıldığı şeklindeki kuram tamamen ayn bir başka
görüş hattı tarafından da doğrulanmaktadır. Çünkü bir an­
latıma göre Tarsus, Sandan tarafından değil de büyük bir
odun ateşi üstünde yakılarak öldürülmesiyle en büyük
Doğu efsanelerinden birine konu olan ünlü Asurlu monark
Sardanapalus tarafından kurulmuştu. Tarsus'a bir günlük
yürüme mesafesinde, denize yakın bir yerde Anchiale (Ka­
raduvar) adlı büyük bir antik kentin kalıntıları bulunmak­
tadır. Kent surlarının dışında Sardanapalus anıtı denen ve
üstündeki taşa monark figürü oyulan bir anıt vardır. Figür,
sağ elinin parmaklarını şaklatır gibi tasvir edilmiştir. Asur­
ca karakterlerle kazınan hemen yanındaki bir yazıda bu
hareket için şunlar yazılmıştı: "Anacyndaraxes'in oğlu
Sardanapalus, Anchiale ile Tarsus'u tek bir günde inşa etti.
Ye, iç, eğlen, diğer insani şeyler bu kadar değerli değildir."
Bununla başka hiçbir insani olayın parmak şaklatmaya bile
değmediği ima edilmekteydi. 1 Bu hareket yanlış yorum-

1 Strabon, xiv. 5. 9. ss. 671 vd.; Arrianus, Anabasis, ii. 5; Athenaeus, xii. 39,
s. 530 A, B. Bkz. Stephanus Byzantius, "AyxıaAr( maddesi; Georgius
Syncellus, Chronographia, cilt i. s. 312, (ed.) G. Dindorf (Bonn, 1829). Anc­
hiale'nin yeri henüz bulunmamıştır. Zaman zaman Tarsus' ta bulunan
büyük bir dört köşeli yapının Sardanapalus anıtı olduğu söylenmekte­
dir. Bkz. E. J. Davis, Life in Asiatic Turkey, ss. 37-39; G. Perrot ve C. Chipi­
ez, Histoire de /'Art dans /'Antiquite, iv. 536 vd. Ancak Mr. O. G. Hogarth
söz konusu kalıntıların bir Roma tapınağının beton temelleri olduğunu

191
lanmış ve yazı yanlış çevrilmiş olabilir, 2 ancak Asur kay­
naklı olmaktan çok Hitit kaynaklı olduğu sonucuna var­
mak mümkünse de böyle bir anıhn varlığından kuşku
duymak için bir neden yokhır; aynca Tarsus'ta bulduğu­
muz Hitit sanat ve dinine ait izlerle, Maraş'ta, yukarı Py­
ramus (Ceyhan) vadisinde bulunan bir grup Hitit anıtını
da unutmamak gerekir. Asurlular Kilikya'ya bir süre ha­
kim olmuş olabilir, ancak Hitit etkisi çok daha derin ve
daha uzun süreliydi.3 Tarsus'un Sardanapalus tarafından
kurulması öyküsü uydurma olabilir,4 ancak Sardanapa­
lus'un adının kentle birlikte anılmasının bir nedeni olmalı­
dır. Mevcut hipoteze göre bu neden Sardanapalus'un ölüm
şeklinde yatmaktadır. Sardanapalus, Ninova'yı kuşatan is­
yancıların eline düşmemek için sarayın içine büyük bir
ateş yaktırıp altın, gümüş ve kraliyet giysilerini ateşe athk­
tan sonra kendini, eşini, cariye ve hadım kölelerini yakmış­
tı.5 Sardanapolus'un yani büyük Asur kralı Asurbanipal'in
öyküsü tarihsel açıdan doğru olmamakla birlikte, kardeşi
Şamaşşumukin'inki doğrudur. Asurbanipal'in Babil'e kral
atadığı Şamaşşumukin hükümdar ve koruyucusuna karşı
isyan edince Asurbanipal tarafından kendi başkentinde
kuşahldı. Kuşatma uzun, direniş amansızdı, çünkü Babilli­
ler zalim Asurlulardan merhamet beklemenin boşuna ol-

söylemektedir. Bu hataya daha önce Mr. R. Koldewey de dikkat çekmiş­


ti. Bkz. "Das sogenannte Grab des Sardanapal zu Tarsus," Aus der Arıo­
rnia (Berlin, 1890), ss. 178-185.
2 Bkz. G. Perrot ve C. Chipiez, Histoire de /'Art dans /'Antiquitı!, iv. 542 vd.
Bu isimler figürün, sağ kolunu kaldırıp başpannağını işaret parmağını
birleştirmek suretiyle yaygın bir dua hareketi yapan bir kralı tasvir etti­
ğini düşünmektedirler.
3 Prof. Max Müller Hitit uygarlığının ve Hitit yazı sisteminin Kapadok­
ya'dan çok Kilikya'da geliştiği görüşündedir (Asien und Europa, s. 350).
� Berorus ve Abydenus'a göre Tarsus'u Babil tarzında kuran ya da yeni­
den kuran ve Berdan çayını kentin ortasından geçiren kişi Sardanapalus
(Asur-banipal) değil Sanherib idi. Bkz. Fragrnenta Historicorurn Graeco­
rurn, (ed.) C. Müller, ii. 504, iv. 282; C. P. Tiele, Babylonisch-assyrische
Geschichte, ss. 297 vd.
5 Diodorus Siculus, ii. 27; Athenaeus, xii. 38, s. 529; Justinus, i. 3.

192
duğunu biliyorlardı. Ama açlık ve vebayla kırıldılar; şeh­
rin artık tutunma umudu kalmayınca öfkeli kardeşinin eli­
ne canlı geçmek istemeyen Kral Şamaşşumukin sarayına
kapanarak, tam kuşatmaaların kentin kapılarını yerle bir
ettiği sırada eşleri, çocukları, köleleri ve hazineleriyle bir­
likte kendini ateşe vererek öldü.6 Bunun üzerinden çok
fazla geçmeden aynı trajedi bu kez Ninova' da son Asur
kralı Sarakos ya da Sinşarişkun'la tekrarlandı. Sinşarişkun,
Babil kralı isyana Nabopolassar ile Med kralı Siyaksares
tarafından kuşahlan sarayında kendini yakh. Bu da Nino­
va'nın ve Asur imparatorluğunun sonu oldu.7 Yunan tarihi
bu felaketin anısını korumakla birlikte onu, gerçek kurban­
lardan çok daha ünlü olan ve Asur ihtişam güneşinin
sönmesine rağmen ünü yüzyıllarca ayakta kalan Asurba­
nipal' e nakletmişti.

2. Krezüs'ün Yanışı
Hiç değilse alevlerin arasında ölmeye hazır başka bir
Doğulu monark da Lidya kralı Krezüs idi. Herodotos, Ki­
ros'un liderliğindeki Perslerin, Lidya'nın başkenti Sardes'i
nasıl ele geçirip Krezüs'ü esir aldığını ve nasıl Kiros'un
büyük bir odun yığdınp prangalar içindeki esiriyle yedi
Lidyalı genci odunların üstüne bağladığını anlatmaktadır.
Sonra odunlar tutuşturulmuş, ancak Kiros'un son anda ka­
rarından vazgeçerek ateşi söndürtmesiyle Krezüs kurtul­
muştu.8 Ancak ateşe büyük saygı duyan Perslerin bu kut­
sal elementi kirlerin en kötüsüyle, ölü bedenlerin temasıyla

6 G. Maspero, Histoire Ancienne des Peuples de l'Orient Classique, iii. 422 vd.
Kral hakkındaki yazıtlar ve tarhşmalar için bkz. C. F. Lehmann (Haupt),
Samassumukin, Köııig von Babylonien, 668-648 v. Chr. (Leipzig, 1892).
7 C. P. Tiele Sarakos'un ölüm öyküsünün, Şamaşşumukin'in ölümünün
popüler ama hatalı bir benzeri olabileceğini düşünmektedir (Babaylo­
nisch-assyrische Geschichte, ss. 410 vd.) İ srail kralı Zimri de düşmanlarının
eline düşmemek için kendini sarayında yakmışh (1 Krallar xvi. 18).
8 Herodotos, i. 86 vd.

1 93
kirletmekten çekinmiş olmaları da kuvvetle muhtemeldir.9
Onlara göre böyle bir hareket yapılabilecek en büyük say­
gısızlıkh. Çünkü onlar için ateş göksel nurun, ölümsüz,
ebedi ve kutsal olanın dünyevi şekliydi; buna karşılık
ölüm çürümenin ve kirliliğin temel kaynağı idi. Dolayısıy­
la ateşi ölümün kirinden uzak tutmak için çok dikkatli
davranılıyordu.10 Eğer adamın biri ya da bir köpek kutsal
ateşin yandığı evde ölmüşse, ateşin evden uzaklaşhrılıp
kışın dokuz gece, yazın bir ay uzakta tutulması gerekiyor­
du; eğer bir kişi kuralı çiğner ve ateşi vaktinden önce geri
getirirse iki yüz kırbaçla cezalandırılırdı.11 Bir cesedi ateşte
yakmaya gelince, bu, bütün günahların en büyüğü idi, Eh­
rimen' in, yani kötülüğün keşfedilmesiydi, bunun telafisi
yoktu, karşılığı ölümdü.12 Üstelik yasa asla kitap üstünde
kalmaz, uygulanırdı. İsa'nın doğumuna kadar uzanan ta­
rihlerden beri ateşe ceset ya da inek dışkısı atmanın cezası
ölümdü; sırf ateşi harlamak için bile ahlsa. ·13 Dolayısıyla
bir Pers kralının, tebaasına işlenebilecek en büyük günah
olarak gördüğü bir şeyi emrettiğine inanmak kolay değil­
dir.
Krezüs ve Kiros öyküsünün başka ve bazı bakımlardan
daha doğru bir varyanh iki daha eski tanık -bu olaydan
yaklaşık kırk yıl sonra dünyaya gelen Yunan şair Bakkhy­
lides14 ile şairin doğduğu sıralarda ya da az sonra bu sah-

9 Raoul-Rochette, "Sur l'Hercule Assyrien et Pheniciens," Memoires de


l'Academie des Inscriptions et Belles-Lettres, xvii., 2. cilt (Paris, 1848), s. 274.
10 J. Dannesteter, The Zend-Avesta, cilt i. (Oxford, 1 880), ss. lxxxvi.,
lxxxviii-xc. (Sacred Books of the East, cilt. iv.).
11 Zend-Avesta, Vendidıid, Fargard, v. 7. 39-44 (Sacred Books of the East, iv.
60 vd.).
12 Zend-Avesta, (çev.) J. Dannesteter, i. ss. xc. 9, 1 10 vd. (Sacred Books of the
East, iv.).
13 Strabon, xv. 3. 14, s. 732. Ateşe benzediği gerekçesiyle bir cesedin yanı­
na alhn bile yaklaşhrılmazdı (a.g.e., xv. 3. 18, s. 734).
u Sardes M. Ö. 546 Ağustos'unda düştü (E. Meyer, Geschichte des Altert­

hums, i. (Stutgart, 1 884), s. 604). Bakkhylides M.Ö. 512 ile 505 arasında

194
neyi kırmızı bir vazonun üstüne resmeden bir Yunan sa­
natçı- tarafından dile getirilmişti. Bakkhylides, Persler Sar­
des'i işgal ettiği zaman, köleliğin düşüncesine bile taham­
mül edemeyen Krezüs'ün sarayın önüne odun yığdınp eşi
ve çocuklarıyla üstüne çıkhktan sonra bir uşağa emir vere­
rek ateşi tutuşturttuğunu söyler. Odun yığınından parlak
bir alev yükselmiş ancak Zeus gökten yağmur yağdırarak
ateşi söndürmüş, Altın Kılıçlı Apollon da dindar kralı ve
kızlarını alarak Kuzey Rüzgarı'nın ötesindeki huzurlu top­
raklara götürmüştü.15 Vazo ressamı da aynı şekilde Kre­
züs' ün yanışını işgalci tarafından uygulanmış bir ceza ola­
rak değil, tamamen gönüllü bir eylem olarak tasvir etmek­
tedir. Ressam Krezüs'ü başında defne yapraklarından taç­
la, bir elinde asa tutarken ötekiyle toprağa şarap döker va­
ziyette odun yığınının üstünde otururken tasvir etmekte­
dir. Bir uşak ise elinde, bir görüşe göre odunları tutuştur­
mak için meşale, bir görüşe göreyse kutsal su serpmeye
yarayan fırça olarak yorumlanan cisimle ateşe yaklaşmak­
tadır. Kral sakin ve vakurdur; aşağılayıa bir ölümle karşı
karşıya değil de dini bir ayin yapmaktadır adeta. 16
Dolayısıyla bazı önemli modem araşhrmaalardan17 yola
çıkarak Krezüs'ün alevlerin içinde bir kral ya da bir tanrı
gibi ölmeye hazırlıklı olduğu sonucuna varabiliriz. Eski

doğmuş olmalıdır. Bkz. R.C. Jebb, Bacchy/ides, the Poems and Fragments
(Cambridge, 1905), ss. 1 vd.
15 Bacchylides, iii. 24-62.
16 F. G. Welcker, Aite Denkmiiler, (Göttingen, 1 849-1864), iii. Levha xxxiii;

A. Baumeister, Denkmiiler des klassischen Altertums (Münih ve Leipzig,


1885-1888), ii. 796, şekil 860. Kambises'in Mısır kralı Amasis'in cesedini
mezardan sürükleyerek çıkarttıktan sonra parçalayıp yakhrdığı doğru­
dur; ancak antik tarihçi bunu Pers dinine karşı duyulan öfkenin sonucu
yapılmış bir eylem olduğunu söylemektedir (Herodotos, iii. 16).
17 Raoul-Rochette, "Sur l'Hercule Assyrien et Pheniciens," Memoires de
l'Academie des Inscriptions et Belles-Lettres, xvii., 2. cilt (Paris, 1848), ss. 277
vd.; M. Duncker, Geschichte des Alterthııms, iv. 330-332; E. Meyer, Gesc­
lıichte des Altertlıums, i. (Stuttgart, 1884) s. 604; G. Maspero, Histoire Anci­
enne des Peııples de /'Orient Clııssiqııe, iii. 618.

1 95
Lidyalı kralların soyundan geldiğini iddia ettikleri Herak­
les18 yerden göğe işte böyle yükselmişti; İsrail kralı Zimri
düşmanlarının ulaşamayacağı bir yere işte böyle gihnişti;
Babil kralı Şamaşşumukin kardeşinin intikamından işte
böyle kaçmışh; son Asur kralı başkentinin yıkınhları ara­
sında işte böyle kaybolmuştu ve Sardes'in ele geçirilme­
sinden alhnış yıl sonra Kartaca kralı Hamilcar kaybedilmiş
bir savaşı işte böyle bir yöntemle, kahramanın ölümüyle
kazanmaya çalışmıştı.19
Asur'un efsanevi kralı Semiramis'in en sevdiği atın ölü­
münün üzüntüsüyle kendini ateşte yakhğı söylenir.2° Kra­
liçeyi mitik yanıyla bir tür İştar ya da Astarte21 olarak
görmek için güçlü nedenler olduğuna göre, Semiramis'in
atına olan sevgisi yüzünden kendini alevler arasında öl­
dürmesi efsanesiyle aşkından perişan olan ve aynı büyük
Asya tanrıçasının açık bir Avatar'ı gibi görünen Dido'nun
ölümü arasında dikkat çekici bir paralellik vardır.22 Semi­
ramis ile Dido'nun yakılma öykülerini birbirleriyle ve Do­
ğulu monarkların yakılma vakalarıyla karşılaşhrdığımız­
da, kral ve kraliçelerin belli koşullarda, belki örneğin eşle­
rinin ölümü halinde ateşte yakılmalarının beklendiği so­
nucuna varabiliriz. İngiliz yönetimi altındaki Hindistan' da
ölen erkeğin eşinin de yakılması geleneğinin hala hatıra­
larda canlı biçimde yaşamaya devam ettiğini hatırlayacak

ıs Herodotos, i. 7.
19 Bkz. yukanda, ss. 133 vd., 193 vd.
20
Hyginus, Fab. 243; Plinius, viii. 155.
21 Bkz. W. Robertson Smith, "Ctesias ve Semiramis Legend," English His­

torical Review, ii. (1887), ss. 303-317. Ancak Semiramis efsanesi M.Ö. 9.
yüzyılın sonlanna doğru yaşamış olan, tarihsel yazıtlardan tanıdığımız
Şammuramat adlı gerçek bir Asur kraliçesinin etrafında örülmüş görül­
mektedir. Bkz. C. F. Lehmann-Haupt, Die historische Semiramis und ihre
Zeit (Tübingen, 1910), ss. 1 vd.; aynı yazar, "Semiramis" maddesi, W.H.
Roschers, Lexicon der griech. Und röm. Mythologie içinde, iv. 678 vd.; The
Scapegoat, ss. 369 vd.
22
Bkz. yukarıda, s. 131.

196
olursak bu sonucun hiç de abartılı olmadığı görülecektir.23
Kudüs'te de kralların ölü veya diri olarak yakılması uy­
gulamasının kalıntıları şu sözleri söyleyen Yeşaya'nın dö­
nemine kadar sürmüş görünmektedir:24 "Tofet çoktan ha­
zırlandı; evet, kral için hazırlandı; geniş ve yüksektir odun
yığını; ateşi, odunu boldur; Rab kızgın kükürt selini andı­
ran soluğuyla tutuşturacak onu."25 Yahuda'run ölen kralla­
rı için "büyük ateşler yakıldığını" biliyoruz.26 Ayrıca Yeşa-

23 Antik Yunan' da, Kapaneus'un cesedinin ateşte yakıldığı sırada eşinin


de kendini ateşe atarak yakhğını anlatan efsane dul eşin kendini yakma
geleneğini akıllara getirmektedir. Bkz. Euripides, Supplices (Yakarıcı/ar),
980 vd.; Apollodoros, Bibliotheka, iii. 7. 1; Zenobius, Cent. i. 30; Ovidius,
Tristia, v. 14. 38.
24 Türkçe çeviri https://jncil.info adresinden alınmıştır -çn.
25 Yeşaya, xxx. 33. Gözden geçirilmiş PT. iV. Cilt. 1. Versiyonda "Tofet"

yerine "bir Tofeth" vardır. Ancak İbranicede belirsiz artikel yoktur


(Aramice ";ın" kelimesinin bu şekilde kullanıldığı İncil'in bazı bölümleri
bu kuralın istisnasını oluşhırmaz.) Ayrıca Tofet'in (Topheth) genel an­
lamda kullanıldığına dair de bir gösterge yokhır. Her ne kadar çocukla­
rın kurban edilmesine bir gönderme bulunmadığını söylese de W. Ro­
bertson Smith Yeşaya'daki pasajı metinde haklı olarak bu anlamda yo­
rumlamıştır. Bkz. Lecures on the Religion of the Semites, ss. 372 vd. Şöyle
demektedir (s. 372, dipnot 3): "Filistinlilerin topraktan çıkarma ihtimali­
ne karşı Şaul'un bedeni yakıldı, ama daha çok dini gerekçeyle yakılmıştı.
Bu neredeyse bir tür ibadetti, çünkü kemikleri Cabiş'teki kutsal ılgın
ağacının altına gömüldü." 1 Tarihler, x. 12'de Şaul'un kemiklerinin, altı­
na gömüldüğü ağaç ılgın değil bir sakız ağacı ya da meşedir.
26 2 Tarihler, xvi. 14, xxi. 19; Yeremya, xxxiv. 5. Resmi versiyonun Ye­

remya xxxiv. S'te yaptığı gibi, bu zamanlarda sadece baharat yakıldığını


varsaymak mümkün değildir; hatta üç paragraftan hiçbirinde baharat
yakılmasından söz edilmemektedir. Cesetlerin üstüne serpilen, "eczacı­
lar tarafından hazırlanmış çeşitli baharatların tatlı kokuları" (2 Tarihler,
xvi. 14) cenaze töreninde yakılmak için değil muhtemelen cesedi mum­
yalamak için kullanılmaktaydı. Çünkü, ölen Yahuda kralları için "büyük
yakma törenleri" düzenlenmesine karşın, (kuşkulu Şaul vakası dışında)
bedenlerinin yakıldığına dair bir kanıt yokhır. Bunların genellikle ya­
kılmayıp gömüldüğünden söz edilmektedir. Yeşaya paragrafı kraliyet
cenaze töreninde yakılan şeyin büyük ama boş bir odun yığını olduğunu
göstermektedir. Renan krallar için a teş yakılması geleneğinin bir putpe­
rest geleneği olduğunu söylemektedir. (Histoire du peuple d'Israe/, iii. 121,
not)

1 97
ya'nın kral ateşleri için ayırdığı yerin, ebevynlerin ilk ço­
cuklarını Molok' a, "Kral" a adayarak yakhkları Hinnom
Vadisi olması da kesinlikle tesadüf olamaz. Hinnom Vadi­
si'nin kesin yeri tarhşmalıdır, ancak Kudüsü'ü çevreleyen
ya da kesen vadilerden biri olduğu konusunda herkes
hemfikirdir; yine bazı önemli yazarlara göre burası Josep­
hus'un Tyropoeon dediği yerdi.27 Bu son tespit doğruysa,
çocukların odun ateşinde yakıldığı vadi kraliyet sarayı ile
tapınağın hemen alhndaydı. Genç kurbanlar muhtemelen
Tanrı ve kral için ölmekteydi. 28
Yahudi krallar için yakılan "büyük ateşler" bağlamında,
günümüz Filistinin'de Yahudiler için en ünlü hac merkezi
olan Celile'deki ünlü Meiron köyünde, ölmüş Yahudi Ha­
hamlar adına her yıl yakılan büyük ateşlerden de söz et­
mekte yarar vardır. Burada Haham mezarları kayalara
oyulmuş olup, kadın erkek binlerce hacı Nisan ayının otu­
zuncu günü, 1 Mayıs'ın arefesinde burada toplanarak, şal,
eşarp, mendil, kitap ve benzeri eşyalarını yakarlar. Bu
malzemeler iki alçak sütunun üstündeki iki taşın üstüne
yerleştirilip üstüne yağ döküldükten sonra seyredenlerin
alkış ve bağırışları arasında yakılır. Pahalı bir şal yakarak
törenin açılışını yapma ayrıcalığını elde etmek için bir ki­
şinin tam iki bin kuruş teklif ettiği bilinmektedir. Böyle du­
rumlarda düzeni sağlayan Türk yetkililerin umursamaz
sakinliğiyle Yahudilerin büyük çoşkusu ilginç bir tezat
oluşturmaktadır.29 Bu ilginç tören ölülerin yararına ya da
onların ihtiyaçları için malzeme yakma uygulamasıyla
açıklanabilir. Örneğin, tiran Perianderos, nekromansi yo-

27 Josephus, Beli. /ud. v. 4. 1 . Bkz. Encyclopaedia Biblica, "Jerusalem" mad­


desi, cilt. ii. 2423 vd.
28 Molok tapınması için bkz. cildin sonundaki Not 1. Hinnom Vadisi ile

Tyropoeon'un aynı yer olabileceğine dair yorumu bana gösteren Profe­


sör R.H. Kennett'e teşekkür ederim.
29 W. M. Thomson, The Land and the Book, Central Palestine and Phoenicia,
(Londra, 1883), ss. 575-579; (ed.) Robinson, Biblical Researches in Palestine,
(Londra, 1867), ii. 430 vd.; K. Baedeker, Palestine and Syria, (Leipzig,
1906), s. 255.

198
luyla kendisine mesaj göndererek, kendisiyle birlikte gö­
mülen giysiler yanmadığı için öteki dünyada çok üşüdü­
ğünü söyleyen ölmüş eşi için Korinthoslu kadınların en
güzel giysilerini toplayıp bir çukurda yakmışh.30 Yahuda
krallarının kullanması için aynı şekilde diğer eşya ve de­
ğerli malzeme de ateşte yakılmış olabilir. Siyam'da (Tay­
land) bir kral ya da kraliçenin cesedi kalıcı bir saraya ben­
zeyen, otuz metreye kadar yükselen çok sayıda süslü ku­
leden oluşan ve bazen dört dönümlük bir alanı kaplayan
büyük bir yapının içinde yakılır.31 Böylesine devasa bir ka­
tafalktan yükselen alevler Yahudi krallar için düzenlenen
"büyük yakışlar"ı andırmaktadır.

3. Ateşle Annma
Bu olay ve gelenekler Doğu monarklarının belli koşul­
larda kendilerini bilerek yakmayı seçtiğini göstermektedir.
Peki, bu koşullar nelerdi? Bu eylem nasıl sonuçlar doğuru­
yordu? Amaç sadece bir işgalcinin elinden kurtulmaksa
bunun için daha kolay bir yöntem seçilebilirdi. Ateşle öl­
meyi seçmenin belli bir nedeni olmalıydı. Herakles'in ef­
sanevi ölümü, Hamilcar'ın tarihsel ölümü, bir odun yığı­
nının üstünde tahta oturmuş halde toprağa şarap döken
Krezüs tasviri, bütün bunlar diri diri yakılmanın dini bir
kurban töreni ya da ondan da fazla, kurbanı bir tanrı mer­
tebesine yükselten bir ilahlaşhrma olarak görüldüğünü
göstermektedir.32 Çünkü Hamilcar ve Herakles'e öldükten

30 Herodotos, v. 92. 7.
31 C. Bock,
Temples and Elephants (Londra, 1884), ss. 73-76.
32 Bu görüş uzun süre önce Sardanapalus ve Krezüs'ün ölümüyle ilgili
olarak, Raoul-Rochette tarafından dile getirilmişti. Yazar, "kendi seçtiği
ölüm şekliyle son parçasına kadar yok olan Asur monarkırun, bu yolla
kendisini ilahlaştırmak ve odun ateşinde yok edilmek suretiyle kendisini
ülkesinin ulusal tannsıyla özdeşleştirmek istediğini" savunuyordu . . . .
"Böylece mitoloji ile tarih tannyla monarkın sonunda birbiriyle karıştığı
bir efane içinde birleşmiş olacaktır. Bu Asya uygarlığırun ideal ve gele­
nekleriyle de örtüşmektedir." Bkz. "Sur l'Hercule Assyrien et Pheni-

1 99
sonra tapınıldığını unutmamak gerekir. Ayrıca ateş antik
çağda yaşayanlar tarafından o kadar güçlü bir arındırma
aracı olarak görülmekteydi ki doğru bir şekilde uygulan­
dığında ölümlü olan her şeyi yakarak geriye sadece kutsal
ve ölümsüz ruhu bırakacağına inanılmaktaydı. Nitekim
kralların bebeklik çağındaki oğullarını gece ateşte yakarak
onlara ölümsüzlük kazandırdığını düşünen tanrıçalardan
söz edildiğini okumaktayız; ancak anne veya babanın ca­
hilce müdahalesi, yani çocuğun yakıldığı odaya bakıp onu
alevler içinde görünce dehşet içinde feryat etmeye başlaya­
rak tanrıçanın büyü ayinini bozması yüzünden bu yararlı
amaç daima sekteye uğruyordu. Nitekim Biblos kralının
sarayındaki İsis, Eleusis kralının sarayındaki Demeter ve
ölümlü kocası Peleus'un sarayındaki Thetis'in bu tür cahil­
ce müdahalelerde bulunduğu anlatılmaktadır. Hafif farklı
bir anlatıma göre büyücü Medea, bu şekilde çocuklarını
kaybeden büyüklere çocuklarını geri vermek için onları si­
hirli bir karışımla birlikte kazanda kaynatırdı;33 nitekim
Pelops, zalim babası Tantalos tarafından kesilip doğran­
dıktan sonra düzenlenen bir ziyafetle tanrılara ikram edi­
lince, çocuğa acıyan ilahlar kalan parçalarını bir kazana
atmış ve Pelops canlı ve dinç bir şekilde yeniden ortaya
çıkmıştı.34 "Ateş," der Jamblichus, "kurbanın maddi kıs-

cien," Mimoires de l'Acadtimie des Inscriptions et Belles-Lettres, xvii, 2. cilt


(Paris, 1848), ss. 247 vd., 271 vd. Ateşle yeniden doğma kavramı Raul­
Rochette tarafından tamamıyla kabul edilir (a.g.e., ss. 30 vd.) Krezüs'ün,
Delphi'de Apollon'a adadığı büyük ve pahalı adakları büyük bir odun
ateşinde yaktığını hatırlatmak gerekir. Herodotos (i. 50), Krezüs'ün bu
yolla sunulan adakların Tanrı'run eline geçeceğini düşündüğünü söyle­
mektedir.
33 Medea'nın bu şekilde kocası İ ason'u, kayınpederi Aeson'u, Diony­

sos'un bakıcılarını ve onların kocalarını gençleştirdiği (Euripides, Medea,


Argum.; "Aristophanes, Hippeis (Atlılar), 1321"e şerh; bkz. Plautus, Pseu­
dolus, 879 vd.); ve aynı şeyi yaşlı bir keçiye de başarıyla uyguladığı
(Apollodoros, Bibi. i. 9. 27; Pausanias, viii. 1 1 . 2; Hyginus, Fab. 24) söy­
lenmektedir.
34 Pindaros, Olymp. i. 40 vd., Şiirih'le birlikte; J. Tzetzes, "Lycophron,

152"ye şerh.

200
mıru yok eder, onunla birlikte olan her şeyi arındırır, onları
maddenin bağlarından kurtarır ve doğal saflıkları içinde
tanrılarla buluşmalarını sağlar. Ateş aynı şekilde bizleri de
çürümenin bağlarından kurtarır, bizleri tanrılara benzetir,
onların dostluğuyla aşina kılar ve maddi doğamızı mane­
viyata dönüştürür."35 Kutsallık elde etmek isteyen krallarla
sıradan insanların niçin ateşle ölümü seçtiğini böylece an­
layabiliriz. Bu onlara cennetin kapılarını açmaktaydı.
Onursuz macerasını Oliympia' da alevler arasında sona er­
diren şarlatan Peregrinus öldükten sonra insanları gecenin
kötülüklerinden koruyan bir ruha dönüşeceğini iddia et­
mişti; ancak Lukianos'un dediği gibi, kuşkusuz ona birkaç
budaladan başkası inanmamıştı.36 Bir öyküye göre, hayatı
boyunca tanrı olmayı kuran Sicilyalı filozof Empedokles
tanrılık iddiasında bulunabilmek için Etna'nın kraterine at­
lamıştı.37 Bu geleneğin inanılmaz bir yanı yoktu. Kafayı
şöhrete takmış olan çatlak filozof pekala Hint fakirleri, 38
antik dönemdeki arsız şarlatan Peregrinus ve modem za­
manlarda Rus köylülerle Çinli Budistlerin yaptığı gibi ya­
pabilirdi.39 Fanatizmin, gösterişin ya da ikisinin karışımı­
nın kurbanlarını iteceği aşırılığın bir sınırı yoktur.

4. Lidya Krallarının Tanrısallığı


Ancak ateşin arındırıcı özelliklerine dair genel düşünce­
lerden ayn olarak, Lidya krallarının alevler arasında ölü­
mü uygun bir son olarak görmeleri için özel nedenleri var
gibidir. Zira Krezüs hanedanından önceki Heraklesler ha­
nedanı geçmişlerini bir tanrıya ya da Yunanların Herakles
adını verdiği bir kahramana kadar götürrnekteydi;40 görü-

35 Jamblichus, De mysteriis, v. 12.


36 Lukianos, De morte Peregriııi, 27.
37 Diogenes Laertius, viii. 2. 69 vd.
38 Lukianos, De morte Peregriııi, 25; Strabon, xv. 1. 64 ve 68 vd. 715, 717;

Arrianus, Aııabasis, vii. 3.


39 The Dyiııg God, ss. 42 vd.
40 Herodotos, i. 7.

201
nüşe göre bu Lidya Herakles'i gerek isim gerekse varlığı
itibarıyla, Tarsus'ta her yıl tasviri büyük bir odun ateşinde
yakılan Kilikya Herakles'iyle aynıydı. Lidya Herakles'i,
Sandon adını taşımaktaydı;41 Kilikya Herakles'i, Sandan ya
da daha büyük bir olasılıkla Sandon adını taşımaktaydı,
çünkü yazıtlardan ve öteki belgelerden Sandon'un bir Ki­
likya adı olduğu bilinmektedir.42 Kilikya Herakleslerinin
kendilerine özgü sembolleri aslan ve iki başlı baltadır; bu
iki sembol Sardes'te karşımıza Herakles hanedanıyla bağ­
lanhlı olarak çıkmaktadır. Çünkü çift başlı balta efsanevi
kraliçe Omphale'nin zamanından Herakles krallarının so­
nuncusu olan Kandaules'in saltanatına kadar Lidya kralla­
rının giydiği kutsal kıyafetin bir parçasıydı. Bu baltanın
Omphale'ye bizzat Herakles tarafından verildiği söylen­
mekte ve Heraklesler saltanahnın nişanesi olarak görül­
mekteydi. Çünkü iyice yaşlanan Kandaules baltayı taşı­
yamaz hale gelip bir saray mensubuna teslim edince isyan
çıkmış ve kadim Heraklesler hanedanı yıkılmıştı. Yeni kral
Gyges eski hükümranlık sembolünü taşımak istememiş;
baltayı diğer malzemelerle birlikte Karya' daki Zeus' a
adamıştı. Dolayısıyla Karya Zeusu figürü elinde bir balta
tutmakta olup, "balta"nın Lidya dilindeki karşılığı olan
labrys'ten gelen Lanrandeus takma adıyla anılmaktaydı.43

4 1 Joannes Lydus, De magistratibus, iii. 64.


42 Bkz. yukarıda 162, dipnot 44.
43 Plutarkhos, Quaestiones Graecae, 45. Karya'daki Mylasa yakınlarındaki
dağlarda bir geçitte bulunan Labraunda köyünde Zeus Labrandeus'a ta­
pılmaktaydı. Bu antik bir tapınaktı. Kutsal Yol adı verilen on millik bir
yol aşağıda, mermer bir taşocağının bulunduğu yüksek bir dağın etekle­
rindeki bereketli bir ovaya yayılmış, sütunlu yollar ve mermer tapınak­
lar kenti olan Mylasa'ya kadar uzanmaktaydı. Kutsal sembolleri taşıyan
tören alayları Mylasa ile Labraunda arasındaki Kutsal Yol'da bir ileri bir
geri gidip gelirdi. Bkz. Strabon, xiv. 2. 23, ss. 658 vd. Mylasa paralarıyla
kalıntıların üzerindeki çift başlı balta figürleri (C. Fellows, An Account of
Discoveries in Lycia, Londra, 1841, s. 75; B. V. Head, Historia Numorum,
Oxford, 1 887, ss. 528 vd.) Lidya ve Frigya'daki birçok şehrin parasında
çift başlı balta taşıyan atlı figürlerine rastlanmaktadır. Thyatira'da bu çift
başlı baltayı taşıyan kahramanın adı Tyrimnus idi ve adına oyunlar dü-

202
Plutarkhos'un anlatımı bu şekildedir; ancak Zeus'un ya da
daha doğrusu Yunanların Zeus'la özdeşleştirdiği yerel tan­
rının baltayı Kandaules'in çok öncesinden beri taşıyor ol­
ması mümkündür. Balta genel olarak düşünüldüğü gibi
Asyalı gökgörültüsü-tanrısının bir sembolü idiyse eğer,44
halkları için sık sık yağmur yağdırması, gökgürültüsü çı­
karhnası ve şimşek çaktırması beklenen kralların eline ga­
yet uygun bir sembol olacaktır. Lidya krallarının gökgü­
rültüsü çıkartarak yağmur yağdırmak zorunda olup olma­
dıklarını bilmiyoruz ama her halükarda, tıpkı birçok eski
monark gibi onların da hava durumundan ve ekinlerden
sorumlu olduğu görülmektedir. Meles'in saltanatında
memleket ciddi bir kıtlıkla karşı karşıya kalınca halk bir
kahine danışmış, o da bundan geçmiş yıllarda cinayet suçu
işleyen kralları sorumlu tuhnuştu. Bunun üzerine kahinler,
dökülen kanların izlerinin silinmesi için, kişisel olarak so­
rumlu olmadığı halde Kral Meles'in üç yıl süreyle tahttan
uzaklaştırılması gerektiğine karar vermişlerdi. Kral da bu­
na itaat ehniş ve üç yıl süreyle Babil' e çekilmişti. Onun
yokluğunda krallık, Cadys'in oğlu olan ve soyu Tilon'a
dayanan Sadyattes adlı bir naip tarafından yönetilmişti.45
Bu Tilon' a birazdan değineceğiz. Yine, Lidyalıların, "çok
zalim olduğu ve onun saltanatında çok kuraklık yaşandığı
için" krallarından biri olan Spermus'un ölümüne çok se­
vindiklerini okuyoruz.46 Görünüşe göre Lidyalılar kuraklı­
ğı krala bağlamış ve suikastçinin bıçağıyla hak ettiğini
bulduğunu düşünmüşlerdi.

zenlenirdi. Bu kahraman Apollon ve güneşle özdeşleştiririldi. Bkz. B, V.


Head, Catalogue of the Greek Coins of Lydia (Londra, 1901), s. cxxviii. Çift
başlı balta Lidya' daki bir Mostene parasının üstünde, adeta bir bereket
sembolü gibi, üzüm salkımıyla buğday başağının arasında tasvir edil­
mektedir (B. V. Head, a.g.e., s. 162, levha xvii. 1 1).
"" L. Preller, Griechische Mythologie, i. (Berlin, 1894), ss. 141 vd. Hitit gök­
gürültüsü-tannsı ve baltası için bkz. yukarıda, ss. 152 vd.
45 Nicolaus Damascenus, Fragmenta Historicorum Graecorum içinde, (ed.)
C. Müller, iii. 382 vd.
46 a.g.e. iii. 381.

203
Kilikya Herakles'inin sembolü olan aslana gelince, kıtlık
nedeniyle tahttan uzaklaştırılan aynı kral Meles'in, Sardes
akropolisinin etrafında bir cariyenin doğurduğu bir aslan
dolaştırarak buranın ele geçirilmesini engellemeye çalıştığı
söylenmektedir. Ne yazık ki uçurumun ayak bile basmaya
elvermediği tek bir noktada aslanı dolaşhrmayınca Persler
buradan kaleye girmeyi başarmışh.47 Meles atalarının as­
lan-kahraman Herakles'ten gelmesiyle övünen eski Herak­
lid hanedanındandı;48 o yüzden akropolisin etrafında aslan
dolaştırmak muhtemelen kaleyi, kraliyet hanedanının ata­
dan gelen tanrısı olan aslan-tanrının korumasına bırakma­
ya yönelik bir tür kutsamaydı. Kralın cariyesinin aslan do­
ğurması öyküsü, Lidya krallarının sadece bu hayvanla ak­
rabalık ilişkisi kurmakla kalmayıp aynı zamanda bizzat as­
lan taklidi yapmasını ve oğullarına aslan yavrusu olarak
göstermelerini de açıklamaktadır. Krezüs Delphi'ye, belki
de Lidya'nın bir sembolü olarak saf altından bir aslan
adamıştı. Üstünde aslan derisi bulunan Herakles ise Sar­
des paralarında sıkça görülen bir figürdür.49
Krezüs'ün odun ateşi içinde ölümü ya da kendini öl­
dürme girişimi böylece Kilikya ve Lidya Heraklesleri ara­
sındaki benzerliği tamamlamaktadır. Tarsus ve Sardes'te,
sembolleri bir aslan ve çift başlı balta olan, belki temsili su­
reti belki de bir insan temsilcisi odun ateşinde yakılan bir
tanrıya tapıldığını görmekteyiz. Yunanlar buna Herakles
demekteydi, ancak yerel adı Sandan ya da Sandan idi.
Sardes'te bu tanrı çift başlı balta taşıyan ve tıpkı atası He­
rakles gibi üstünde aslan derisi bulunan kralların kişili­
ğinde temsil edilmekteydi. Buradan, aynı zamanda Tar­
sus'ta da kraliyet ailesinin aslan-tanrıyı taklit ettiği sonu­
cuna varabiliriz. Her halükarda, tanrı ismi olan Sandan'ın

47 Herodot, i. 84.
48 Eusebius, Chronic. i. 69, (ed.) A. Schoene (Berlin, 1866-1875).
49 B. V. Head, Historia Numorum (Oxford, 1887), s. 553; aynı yazar, Catalo­
gue of the Greek Coins of Lydia (Londra, 1901), ss. xcviii, 239, 240, 241, 244,
247, 253, 254, 264, levha xxiv. 9-11, 13, xxv. 2, 12, xxvii. 8.

204
Kilikya krallarının adlarına girdiğini ve sonraki tarihlerde
Tarsus'taki Sandan rahiplerinin giysilerinde kraliyet moru
kullandığını bilmekteyiz. 50

5. Tarsus ve Sardes'teki Hitit Tanrıları


Tarsus dininin iki yoldan Kapadokya'daki Hitit dinine
kadar uzandığını gösterdik. Bir yol üzüm ve buğday tutan
Tarsuslu Baal'i İvriz tanrısına bağlamaktadır. Öteki yol ise
aslanlı ve çift başlı baltalı Tarsuslu Sandan ile Boğaz­
köy'deki benzer figürü birleştirmektedir. Dolayısıyla, fazla
ileri gitmeden, Lidya Herakles-Sandon'un aynı zamanda
bir Hitit tanrısı olduğunu ve Lidya'nın Heraklesler hane­
danının Hitit kanından geldiğini söyleyebiliriz. Hitit salta­
natının değilse bile Hitit etkisinin Lidya'ya kadar uzandığı
kesindir; en azından Hitit yazıtlarının eşlik ettiği iki kaya
kabartması bu bölgede hala görülmektedir. Bu kabartma­
lar antik Yunanların da dikkatini çekmişti. Kabartmalar­
dan biri Hitit kıyafeti giymiş, mızraklı ve yaylı bir tanrıyı
ya da savaşçıyı tasvir etmektedir. Gediz vadisinden Küçük
Menderes'e kadar uzanan, dar vadi biçimindeki eski yolun
yanındaki çalılık tepenin yamaanda dikkat çekici, boz
renkli bir kayanın üstüne oyulmuştur. Günümüzde buraya
Karabel denmektedir. Herodotos bu figürün Mısır kralı ve
fatih Sesostris'i tasvir ettiğini düşünüyordu. Öteki anıt an­
tik çağda yerlilerin Ana Plastene adını verdiği oturmuş bir
devasa Ana Tanrıça figürüdür. Büyük bir kayaya oyulmuş
olup Spil Dağının dik kuzey yamaandaki dik yarın üze­
rinde geniş bir yüzeyi kaplamaktadır.51 Böylece Hititlerin
bilinmeyen bir tarihte silahlarıyla Ege kıyılarına kadar
ulaştığı görülmektedir. Dolayısıyla Sardes'te bir Hitit ha­
nedanın hüküm sürmüş olduğu görüşü hiç de yabana atı­
lır değildir.

50 Bkz. yukarıda, s. 160.

51 Ana Plastene çoğu Hitit heykelinden farklı olarak neredeyse tamamen


yuvarlaktır. Bu Lidya anıtlarının yanlarındaki yazıların çoğu okunamaz
haldedir.

205
6. Tilon'un Yeniden Dirilişi
Melkart'ın yakılması gibi Sandan'ın da yakılmasının ar­
dından, ilahi yaşamın sona ermeyip sadece daha taze ve
saf bir şekil aldığını göstermek için muhtemelen bir yeni­
den diriliş ya da uyanış töreni düzenlenmekteydi. Bildiğim
kadarıyla elimizde bu yeniden dirilişe dair doğrudan bir
kanıt bulunmamaktadır. Ancak önce öldürülüp sonra ye­
niden dirilen Tilon ya da Tilus adlı Lidyalı bir kahramanla
ilgili öyküler vardır. Öykü şöyledir; Tilon ya da Tilus Top­
rağın oğluydu.52 Bir gün Gediz'in kıyısında yürürken yılan
soktu ve öldü. Kederli kızkardeşi Moire, Damasen adlı bir
deve gitti, o da yılanı öldürdü. Fakat yılanın eşi ormanda
"Zeus çiçeği" denen bir şifalı bitki buldu ve bunu ağzına
alıp ölmüş yılanın dudaklarına götürdü ve ölü yılan bir
anda dirildi. Bunu gören Moire de aynı bitkiyi kardeşi Ti­
lon'a değdirip onu yeniden canlandırdı.53 Benzer vakalara
halk hikayelerinde sıkça rastlanmaktadır. Yılanlar genel­
likle yeniden hayat veren bitkiler hakkında bilgi sahibi ol­
malarıyla bilinirler.54 Ancak Tilon basit bir masal kahra­
manı olmaktan daha fazla şey ifade etmektedir. Sardes'le
yakından ilişkiliydi, çünkü kent paralarında destekçisi
Damasen ya da Masnes, ölü yılan ve hayat veren dal ile
birlikte boy göstermektedir.55 Tilon ayrıca çeşitli yollardan

52 Halikamaslı Dionysos, Antiquit. Roman. i. 27. 1 .


53 Nonnus, Dionys. xxv. 451-551; Plinius, Nat. Hist. xxv. 14. Plinius 'den
öğrendiğimize göre öykü eski bir Lidyalı tarihçi olan Xanthus tarafından
anlahlmışhr.
54 Minos'un oğlu Glaukos, hileyi bir yılandan öğrenen kahin Polydus ta­

rafından böyle yaşama döndürülmüştü, Bkz. Apollodoros, Bibliotheka, iii.


3. 1. Aynı türden başka öyküler için bkz. "Pausanias, ii. 10. 3" üstüne no­
tum, (cilt. iii. ss. 65 vd). Yılanın Cennet bahçesindeki hayat ağaa hakkın­
daki bilgisi muhtemelen benzer öykülerle bağlantılıdır.
55 B. V. Head, Catalague of the Greek Coins of Lydia, ss. cxi-cxiii, levha xxvii
ile birlikte. Paralarda bu destekçinin adı Masnes ya da Masanes olarak
görülmektedir ancak bu okuma kuşkuludur. Masnes adına Xanthus'un
Lidya tarihinde de (Fragmenta Historicorıım Graecorum, ed. C. Müller, iv.
629) rastlanmaktadır. Bu Zeus ya da Toprak'ın oğlu ve Lidya'nın ilk kralı

206
Lidya kraliyet ailesiyle bağlanhlıydı; çünkü kızı ülkenin ilk
krallarından biri olan Kotys ile evliydi56 ve torunlarından
biri Kral Meles'in tahttan uzaklaşhrıldığı dönemde naiplik
yapmıştı.57 Tilos'un ölüp yeniden dirilmesi öyküsünün ba­
harda bitki yaşamının yeniden canlanmasını sembolize
eden bir gösteri olduğu savunulmuştur.58 Her halükarda,
ilkbahar aylarında Sardes'te Persephone adına Alhn Çiçek
Bayramı adı verilen bir festival kutlanmakta olup, kahra­
manla tanrıçanın yeniden dirilişi pekala birlikte canlandı­
rılmış olabilir. Bu durumda Altın Çiçek Festivali, efsanenin
"Zeus çiçeği" ve belki de doğanın sarı safranı ya da daha
doğrusu onun görkemli kızkardeşi Doğulu safran olacak­
tır. Çünkü Zeus'un Korikos mağarasında safran bolca bu­
lunmaktaydı;59 aynca buranın tam adının "Crocus Mağa­
rası" anlamına gelmesi de hoş bir varsayımdır.60 Ancak
Sardes paralarındaki büyülü bitki bir çiçekten çok dala, bir
Altın Çiçek'ten çok bir Altın Dal'a benzemektedir.

olduğu söylenen Manes'le muhtemelen aynıdır (Halikamaslı Dionysos,


Ant. Rom. İ. 27. 1). Manes Kral Atys'in babasıydı (Herodotos, i. 94). Do­
layısıyla Tilon destekçisi araalığıyla ve metinde söz edilen yollarla Lidya
kraliyet ailesiyle bağlanhlıydı.
56 Halikamaslı Dionysos, a.y.

s7 Bkz. yukarıda, s. 203.


58 B. V. Head, Catalogue of the Greek Coins of Lydia, s. cxiii.

59 Bkz. yukarıda, s. 172.

60 V. Hehn, Kulturpflanzen und Haustiere (Berlin, 1902), s. 261. İsim Sami

dilinden ya da Kilikya dilinden gelmektedir. Safranın İ branice karşılığı


karkô m ' dur. W. M. Leake "çuhaçiçekleri, menekşeler ve safranlann" Ku­
zeybatı Küçük Asya' da görülen tek bahar çiçekleri olduğunu söylemek­
tedir Uournal of a Tour in Asia Minor, Londra, 1 824, s. 143). Fellows Kar­
ya' daki Mylasa yakınlarında hpkı "koyu kırmızı, leylak, mavi, açık kır­
mızı ve san renkli çiçekler arasında çimen yeşilinin öne çıkmadığı zen­
gin bir Türk halısı gibi" san çiçeklerle ve çeşit çeşit dağ laleleriyle kap­
lanmış katırhmakları görmüştü (C. Fellows, An Account of Discoveries in
Lycia, Londra, 1841, s. 65). Şubat ayında Likya'nın kayalık ve otluk alan­
larını Gagca arvensis'in sarı yıldızları kaplar ve her yerde kadife çiçekleri
göze çarpar. Aynı mevsimde Likya'da çalı Colutea arborescen/er sarı çiçek­
ler açar. Bkz. T. A. B. Spratt ve E. Forbes, Travels in Lycia (Londra, 1 847),
ii. 133. Sardes'in Alhn Çiçeği'ni belirleme işini başkalarına bırakalım.

207
VIII. Bölüm
Volkanik Din

1. Bir Tanrı'nın Yakılışı


Böylece Batı Asya'nın iki halkı, yani Fenikelilerle Hititler
tarafından tanrının temsili suretini ya da bir insan temsilci­
sini yakma geleneğinin uygulandığı görülmektedir. Bunla­
rın söz konusu geleneği birbirinden bağımsız olarak geliş­
tirip geliştirmediğini ya da birinin ötekinden alıp almadı­
ğını bilemiyoruz. Yine bize garip ve canavarca görünen bu
geleneğin alhnda ne yattığı da meçhuldür. Yukarıdaki sa­
tırlarda bu uygulamanın alhnda ateşin arındırıcı etkisine
dair bir anlayışın yattığını düşünmek için nedenler bulun­
duğundan söz edilmişti. Bu anlayışa göre yozlaşmış ve bo­
zulabilir yanlarının ortadan kaldırılmasıyla insan hiç bo­
zulmayan ve ilahi olanla birleşmeye elverişli hale gelmek­
teydi. Kendilerine benzeyen tanrılar yaratan ve bunların
aynı bozulma ve ölüm kurallarına tabi olduğunu varsayan
halkların, ateşin insanlara yaptığına inanılan şeyleri doğal
olarak tanrılara da yapabileceğini, yani onları yozlaşma­
dan ve çürümeden arındırabileceğini, bileşimlerindeki
ölümlü unsuru ölümsüz olandan ayırabileceğini ve böyle­
ce onları ebedi gençlikle donatacağını düşünmesi gayet
doğaldır. Tanrıları ya da önemli tanrıları yenileyip güçlen­
dirmek için ateşle arındırma geleneği işte böyle doğmuş
olabilir. Konuya uzak ve yeterince bilgisi olmayan bir göz­
lemci kolayca farklı açıdan yaklaşabilir. Dindarlık ölçüsü­
ne ya da kuşkucu bakış açısına bağlı olarak bu geleneği
kutsal şeylere saygısızlık ya da saçmalık olarak görebilir.

209
"İnsanın taptığı bir tanrıyı yakması," diyebilir, "inançsızlı­
ğın ya da budalalığın daniskasıdır. Tanrıyı öldürebilirseniz
onun değerli hizmetlerinden mahrum kalırsınız. Öldüre­
mezseniz, onu fena halde kızdırırsınız ve eninde sonunda
hiddetine maruz kalırsınız." İnançlı kişi sabırlı ve nazikse
eğer, kendisini eleştirenin cehaletine ve aptallığına acıyan
bir gülümsemeyle dinler onu. "Taptığımız tanrıyı öldür­
meye kalktığımızı düşünmekle," der, "ne kadar yanılıyor­
sun. Böyle bir düşünce sana olduğu gibi bize de iğrenç ge­
lir. Oysa bizim niyetimiz senin bize atfettiğinin tam tersi.
Biz tanrıyı yok etmeyi istemek bir yana, tam tersine onun
sonsuza kadar var olmasını, doğası gereği her şeyin özün­
de bulunan yozlaşma ve nihai çürüme sürecinden bağışık
olmasını istiyoruz. Tanrı ateşte ölmez. Ah, hayır! Sadece
bozulabilen, ölümlü yanları alevler arasında yok olur: Te­
mel unsurların bulaşmasına karşı bağışıklık kazanacağı
için bozulmayan ve ölümsüz olan yanları daha da saflaşır
ve güçlenir. Şu gördüğün kül yığını bizim tanrımız değil.
O sadece üzerinden çıkarıp athğı deri ya da kabukhır.
Tanrının kendisi uzaklarda, gökyüzündeki bulutlarda,
toprağın derinliklerinde, akan sularda, ağaçta, çiçekte,
buğdayda ve üzümdedir. Onu doğrudan göremeyiz, ama
o her yıl ikbaharda çiçeklerle ve sonbaharda meyvelerle
kutsal yaşamını bizlere gösterir. Ekmekte onun parçalan­
mış bedenini yeriz. Üzüm suyunda onun dökülmüş kanını
içeriz."

2. Volkanik Kapadokya Bölgesi


Böyle bir akıl yürütme biçimi açıkça bir tanrının yakılışı
olarak adlandırdığım geleneği doğal olarak kanıtlayamasa
bile açıklayabilir. Ancak geleneğin gelişme sürecinde bu
genel düşüncelerin özel koşullar, yani örneğin içinde geliş­
tiği ülkenin doğal özellikleri tarafından güçlendirilip güç­
lendirilmediğini ya da değiştirilip değiştirilmediğini sor­
gulamak gerekir. Çünkü tıpkı tüm öteki kurumların tarihi

210
gibi din tarihi de yerel koşullardan alabildiğine etkilenir ve
o koşullardan bağımsız olarak anlaşılamaz. Söz konusu
uygulamanın epeyce yaygın olduğu yer, yani Küçük Asya
çok eski tarihlerden beri büyük volkanik güçlerin hareket­
lerine sahne olmaktadır. Bu bölgedeki yanardağların bili­
nen zaman dilimi içinde sönmüş oldukları doğrudur, an­
cak bunların ölmüş ya da uyumakta olan ateşlerinin izleri­
ni birçok yerde görmek mümkün olduğu gibi bu topraklar
aralıklarla korkunç yer sarsınhlarına da sahne olmaktadır.
Bu olguların o topraklarda yaşayanların hayal gücünü et­
kilememiş ve dolayısıyla dinlerinde birtakım izler bırak­
mamış olması mümkün değildir.
Anadolu' daki sönmüş yanardağların en büyüğü eski Hi­
tit ülkesinin kalbi olan Kapadokya'mn merkezindeki Ar­
gaeus (Erciyes) Dağı'dır. Aslında burası Küçük Asya'mn
en yüksek noktası ve eski çağlarda yaşayanların tanıdığı
en görkemli dağlardan biridir; zira yükseklikte Mont
Blanc' dan aşağı kalmamaktadır. Ovanın içinde bir anda
devasa bir piramit gibi yükselen dağ kilometreler boyunca
insanın dikkatini çeker. Dorukları hiç erimeyen karlardan
dolayı hep beyazdır, aşağı yamaçları antik çağlarda ağaç­
sız Kapadokya ovalarında yaşayanların kereste ihtiyacını
karşılayan sık ormanlarla kaplıydı. Yanardağın cansız
alevleri miladın ilk yıllarına kadar bu ormanlarla dağın
eteklerindeki alçak ovalarda varlığını sürdürmüştür. Top­
rak zemin aldahaydı. Otlarla kaplı yüzeyin alhnda ateş
çukurları gizlenmekteydi ve başıboş sığırlar ya da bölgeyi
bilmeyen yabanalar sık sık bunların içine düşmekteydi.
Deneyimli ormanalar ağaç kesmek için ormana girdikle­
rinde bunlara son derece dikkat ederlerdi. Toprak diğer
yerlerde bataklıktı ve geceleri orada burada ateşler oyna­
şırdı.1 Bu ürkütücü yerlerde birtakım bahl fantezilerin ko-

1 Strabon, xii. 2. 7, s. 538. Argaeus Dağı biraz değişmiş haliyle (Erciyes)


hala eski adıyla anılmaktadır. Burası yaklaşık 4 bin metredir. 19. yüzyıl­
da en az iki seyyah, W. J. Hamilton ve H. F. Tozer bu dağa hrmanmayı
başarmıştı. Bkz. W. J. Hamilton, Researches in Asia Minor, Pontus, and Ar-

211
layca filizlendiğine kuşku yoktur, ancak bunların nasıl bir
şekil aldığını bilemiyoruz. Her ne kadar yapılan ilginç bir
keşif bu soruya olumlu cevap vermemizi gerektirse de da­
ğın zirvesinde kurbanlar adanıp adanmadığını da bilmiyo­
ruz. Zirveden hiç eksik olmayan karların arasından insanı
etkileyecek kadar görkemli ve bir tırmanıcının ulaşamaya­
cağı kadar yüksekte, somaki mermerden yapılmış sütunlar
yükselmektedir. Tozer, çeşitli noktalarında mağara evler
oyulan bir kaya bulmuştur. Kayaya oyulmuş bu tür evler­
den biri kıvrılarak kayanın içlerine kadar uzanmaktadır;
oyuğun yanlarına kaba nişler oyulmuştur, tavanında ve
duvarlarında kullanılan aletlerin izleri görülebilmektedir.2
Antik çağlarda yaşayanlar kuşkusuz dağlara zevk ya da
sağlık için tırmanmıyordu, aynca böyle bir yere evler
yapmak için insanın aklına batıl inançtan başka bir itici
güç de gelmiyor. Bu kaya içine oyulmuş odaların zirvede
dini ya da büyülü ayinler düzenlemekle görevlendirilen
rahiplerin sığınakları olması mümkündür.

3. Kapadokya'da Ateşe Tapınma


Pers hakimiyeti altındayken Kapadokya, Zerdüştçü ateşe
tapmanın önemli merkezlerinden biri haline geldi ve uzun
süre öyle kaldı. Strabon zamanında yani miladın ilk yılla­
rında bu topraklarda Zerdüşt dinine inanan çok sayıda in­
san ve bunlara ait tapınaklar vardı. Tapınağın tam ortasın­
daki sunakta küllerle çevrelenmiş bir ateş sürekli yanardı;
ellerinde mersin ağacından bir demet çubuk bulunan ve
soluklarıyla kutsal ateşi söndürmemek için üzerinde du­
dakları örtmeye yarayan yanak parçaları bulunan başlıklar

menia, ii. 269-181; H. F. Tozer, Turkish Armenia and Eastern Asia Minor, ss.
94, 1 13-131; Elisee Reclus, Nouvelle Geographie Universelle (Paris, 1879-
1894), ix. 476-478. Erciyes Dağı'nın eteklerinde, Asarcık yakınlarında bir
Hitit yazıtı bulunmaktadır. Bkz. J. Garstang, The Land of the Hittites, ss.
152 vd.
2 H. F. Tozer, a.g.e., ss. 125-127.

212
giymiş rahipler hergün bu ateşin etrafında ayin düzenler­
di.3 Modern zamanlara kadar başka yerlerdeki benzer ateş­
lerin de dini saygı nesnesi olduğu göz önünde bulundu­
rulduğunda, Erciyes Dağı'nm eteklerinde aralıksız yanan
doğal ateşlerin Zerdüş dinine inananların bağlılığını çek­
miş olması akla yatkın görünmektedir. Örneğin Himalaya­
ların eteklerindeki Jualamukhi'de topraktan yanıcı gazlar
fışkırmaktadır ve bunların üstüne birçok haaya ev sahip­
liği yapan büyük bir Hindu tapınağı inşa edilmiştir. Tapı­
nağın ön bahçesindeki bir çukurdan yükselen daimi alev­
lerin kırmızımsı rengi ve aromatik bir kokusu vardır. İna­
nanlar genellikle çiçeklerden oluşan armağanlarını buranın
müdavimi olan fakirlere verir, onlar da bu çiçekleri önce
ateşin üstünde tutup sonra da tapınağın ana bloğunun içi­
ne atarlar. Yine, Hindu hacılar petrol yataklarından çıkan
daimi ateşlere tapmak için Hazar Denizi'nin kıyısındaki
Bakü'ye gitmek uğruna binbir güçlüğe katlanırlar. Kutsal
yer kentin on mil kadar kuzeydoğusundadır. On sekizinci
yüzyılın ortalarında Bakü'ye giden bir İngiliz seyyah bu­
rayı ve ibadetleri şu sözlerle anlatmışb. "Hepsi de ateşe
adandığı sanılan, taştan yapılmış birkaç eski tapınak var­
dır; çoğu üç ile beş metre arasında değişen kemer tonoz­
lardan ibarettir. Ayrıca içinde Hintlilerin ibadet ettiği kü­
çük bir tapmak vardır; sunağın yanında aşağı yukarı dok­
san santim yükseklikte, ucunda gaz lambasmmki kadar
renkli ve yumuşak olmayan ama daha saf görünen mavi
bir alev çıkan içi boş bir boru bulunmaktadır. Hintliler bu
alevin tufandan beri biç sönmediğini ve dünya var olduğu

3 Strabon, xv. 3. 14 vd., ss. 732 vd. Pers rahipleri ayin sırasında hala elle­
rinde Barsom (Avesta'da Beresma) denilen bir demet çubuk tutmaktadır.
Bkz. M. Haug, Essays on the Sacred Language, Wrifings and Religion of the
Parsis (Londra, 1884), ss. 4 dipnot 1, 283. Güney Hindistan' da bir ev tan­
rısı olarak tapınmak üzere çömlek yapan bir çömlekçi, "soluğuyla çöm­
leği etkisiz hale getirmemek için ağzım bir bantla kapatmak zorunda­
dır." Bkz. E. Thurston, Castes and Tribes of Southern India (Madras, 1909),
iv. 151.

21 3
sürece de sönmeyeceğini; burada söndürülmeye çalışıldığı
takdirde başka bir yerden çıkacağını savunuyorlar. Burada
hac için ülkelerinden gelmiş kırk elli kadar yoksul Hindu
var, yabani meyve sebzeler, tadı çok güzel olan bir çeşit
Kudüs enginarı ve diğer bitki ve köklerle karınlarını doyu­
ruyorlar. Yaptıkları şey kefaret ödemek, sadece kendi gü­
nahları için değil başkalarının günahları için de; adına ke­
faret ödedikleri kişi ne kadar çoksa burada da o kadar çok
kalıyorlar. Alınlarına safran sürüyor ve kızıl tüylü ineklere
büyük saygı duyuyorlar."4 Hacıların günahlarından arın­
mak için bu kadar yol geldiğine bakılırsa, böylelikle kutsal
ateşe arındırıcı bir özellik atfedildiği görülmektedir.

4. Yanmış Lidya Toprağı


Küçük Asya' daki diğer volkanik bölge, Yunanların dik­
kat çekici görünümünden yola çıkarak Yanık Topraklar
adını verdiği Lidya bölgesidir. Bölge, Gediz vadisinin yu­
karısında bulunan Sardes'in doğusunda kalmaktadır.
Strabon'un anlattığına göre bölgede antik dönemin birçok
ünlü şarabından hiç de aşağı kalmayan şaraplar üretilen
üzüm bağları dışında hiç ağaç yoktu. Ovaların yüzeyi kül
gibiydi; tepeler adeta ateşle yanmış siyah taşlardan oluş­
maktaydı. Bazıları Tifon'la tanrılar arasında geçen savaşın
bu Siyah Ülke'de yaşandığını söylemekte ve toprağın din­
siz canavara gökten fırlatılan yıldırımlar yüzünden yandı­
ğını düşünmekteydiler. Ancak akıllı Strabon bu felaketi
yaratan ateşlerin gökten değil yeraltından geldiğini savu­
narak, birbirine yaklaşık dört mil uzaklıkta ve her biri bir
mucur tepesinin ortasında bulunan üç kratere işaret et­
mekteydi.5 Strabon'un gözlemleri ve kuramı modem bilim
tarafından da doğrulanmıştır. Strabon'un söz ettiği üç

4 Jonas Hanway, An Historical Accoııııt of the Britislı Trade over tlıı: Caspimı
Sea: witlı theAııtlıor's foıırııal of Travels, 2. Baskı (Londra, 1754), i. 263.
5 Strabon, xii. 8. 18 vd., s. 579; xiii. 4. 1 1, s. 628. Bölgede üretilen şaraptan
Vitruvius (viii. 3. 12) ile Plinius da (Nat. Hist. xiv. 75) söz etmektedir.

214
sönmüş yanardağ bugün de bu arazi parçasının önemli
özelliklerindendir. Her biri yanları dik ve ortasında bir
krater olan gevşek cüruf, mucur ve küllerden oluşan siyah
bir koni şeklindedir. Her birinden dışarı doğru akan siyah
lavlar volkanın eteklerinde patlayarak vadi boyunca aşa­
ğıdaki Gediz nehrinin yatağına akmıştır. Vadilerin kıvrım­
larını izleyen koyu renkli ırmakların kasvetli renkleri çev­
redeki arazilerin zengin yeşilliğiyle tezat oluşturmaktadır.
Binlerce fantastik şekle giren yüzey bir fırtınayla kabarmış
ve sonra birden sertleşerek taşlaşmış denizi andırmaktadır.
Bu siyah cüruf dağlarıyla siyah lav nehirleri jeolojik ba­
kımdan nispeten yeni oluşumlardır. Binlerce yıldır havayla
temas etmiş olmalarına rağmen sertliklerinden hiçbir şey
kaybetmemiş ve humuslu toprağa dönüşmemişlerdir; ya­
nardağ akımı sanki daha dün kesilmiş kadar sert ve surat­
sızdırlar. Ancak aynı bölgede, yumuşak şekillerinden, nis­
peten düz yüzeylerinden ve Üzerlerindeki bitki örtüsün­
den daha yaşlı oldukları anlaşılan otuzdan fazla başka
volkanik dağ daha bulunmaktadır. Bazılarının dorukların­
da üzüm bağları bulunmaktadır.6 Demek ki volkanik top­
rak üzüm üretimine bugün de en az antik dönemlerde ol­
duğu kadar elverişlidir. Volkanik toprakla üzüm yetiştiri­
ciliği arasındaki ilişkiden antik çağdakiler de söz etmekte­
dir. Strabon Yanık Topraklar'ın üzüm bağlarını Etna Ya­
nardağı'nın külleriyle bereketlenen Katanya'nın bağlarına
benzetmekte ve bazı yerlilerin ateşten doğan Dionysos'u
volkanla bereketlenen bir üzüm miti olarak gördüğünü
söylemektedir.7

6 W. J. Hamilton, Researches in Asia Minor, Pontus and Armenia, i. 136-140,


ii. 131-138. Strabon'un tarif ettiği son üç volkandan birinin bugünkü adı
Karadevlit ya da Kara Hokka'dır. Zirvesi denizden 800 metre yükseklikte
olup, kendisini çevreleyen ovadan ise sadece 160 metre kadar yüksekte­
dir. Lav zeminin üstüne kurulan yakınlardaki Kula kasvetli ve sıkıntılı
bir yerdir. Aşağı yukarı aynı yükseklikte olan diğer bir volkanın krater
çevresi yarım mil olup yüz-yüz otuz metre derinliktedir.
7 Strabon, xiii. 4. ıı, s. 628. Strabon'un Katanya bağlarıyla ilgili anlatım ­

larına bakınız (vi. 2. 3, s. 269 ) .

21 5
5. Deprem Tanrısı
Ancak uyuyan ateşler bu bölgelerde yaşayanlara üzüm
suyunun bolluğundan başka ve daha az kabul edilebilir
şeyler de hahrlatmaktadır. Çünkü sadece Yanık Topraklar
değil, aynı zamanda Menderes vadisini de kapsayacak şe­
kilde güneye doğru uzanan topraklar da sık sık şiddetli
yer sarsıntılarına sahne olmaktaydı. Toprak gevşek, ufa­
lanmaya yatkın ve çok tuzlu olup ateş ve su kaynaklan
nedeniyle alh boştu. Özellikle de Alaşehir tam bir çalkantı
merkeziydi. Şokların ardı arkası kesilmiyordu. Evler sal­
lanmış, duvarlar ya tamamen ya da kısmen yarılmıştı; bir­
kaç kişi yıkılmak üzere olan evlerini onarıp sağlamlaştırı­
yor ve gedikleri kapatıyordu. Ama çoğu bahçelere dağılma
akıllılığını göstermişti. Strabon böyle bir şehirde birilerinin
yaşamasının hayret verici olduğunu, ama böyle bir şehrin
inşa edilmiş olmasının daha da hayret verici olduğunu
söylemektedir.8 Ancak bu insanların evlerinin temellerini
sarsan bu deprem bilgece bir ilahi takdirle onların inançla­
rını daha da pekiştirmiştir. Kasabaları defalarca yerle bir
olan Apameia (Dinar) halkı deprem tanrısı Poseidon' a olan
bağlılıklarını coşkuyla göstermiştiler.9 Yine, Yunan Takı­
madalan'ndaki Santoron binlerce yıldır büyük volkanik
faaliyetlere sahne olmaktadır. Bir defasında körfezin suları
kaynamış ve sulardan günlerce alevler yükselmişti. Der­
ken dalgalarından arasından adeta bir makineyle kaldırıl­
mışçasına, ağır ağır kor rengi bir ada yükselmişti. O za­
manlar denizlerin hakimleri, akılcı politikaları, sert ama
hayırsever oligarşileri ve yerel sanat hazinelerinden yana
zengin ve güzel ada-şehirleri sayesinde antik dünyanın
Venediklileri olarak anılan Rodoslulardı. Patlamanın ate­
şinin ve sıcaklığının azalmasından sonra Rodoslu denizci-

" Strabon, xii. 8. 16-18, ss. 578 vd.; xiii. 4. 10 vd., s. 628.
9 Strabon, xii. 8. 18, s. 579. Bkz. Tacitus, Annals, xii. 58.

216
ler yeni adaya çıkhklannda, üstüne toprağı başa çıkama­
yacağından fazla sarsmaması için bir tasvir dikilen bir Ku­
rucu veya Koruyucu Poseidon10 tapınağıyla karşılaşhlar.
Birçok yerde insanlar adı kadar iyi olacağı ve evlerini baş­
larına yıkmayacağı umuduyla Kurucu Poseidon'a kurban­
lar adamışlardır. 1 1
Yeralhndaki kaygılı ruhunu sakinleştirmeye yönelik di­
ğer bir Yunan girişimi öğreticidir, çünkü vahşiler tarafın­
dan benzer koşullarda hala benzer tepkiler gösterilmekte­
dir. Bir zamanlar Kral Agesipolis'in komutasındaki Sparta
ordusu savaş alanına çıkhğında ayaklarının altındaki top­
rağın sarsıldığını görmüştü. Akşam saatleriydi ve kral
kurmaylarıyla yemek yemekteydi. Şoku hisseder hisset­
mez sakince masadan kalkmış ve Poseidon onuruna meş­
hur bir ilahiyi söylemeye başlamışlardı. Çadırın dışındaki
askerler de ilahiye katılmış ve bir anda bütün ordu aynı
melodiyi söylemeye başlamıştı.12 Spartalı kırmızı urbalıları

ıo Strabon, i. 3. 16, s. 57. Bkz Plutarkhos, De Pythiae oraculis, 1 1; Plinius,


Nat. Hist. ii. 202; Justinus, xxx. 4. Bu olayların M.Ö. 197'de meydana gel­
diği sanılmaktadır. Hem antik hem de modem çağlarda aynı körfezde
başka adaların da yükseldiği bilinmektedir. Plinius antik çağlarda ortaya
çıkan adaların oluşum tarihlerini vermekle birlikte, belki kafasında belki
de kaleme aldığı metinde bu konuda bir karışıklık söz konusudur. Bkz.
W. Smith, Dictionary of Greek and Roman Geography (Londra, 1 873), ii.
1 1 58-11 60. En sonuncusu 1866'da meydana gelen ve ada oluşturan San­
toron körfezindeki patlamalar için bkz. Charles Lyell, Principles of Geo­
logy (Londra, 1875), i. 51, ii, 65 vd.; C. Neumann ve J. Partsch, Physikalisc­
he Geographie von Griechenland (Breslau, 1885), ss. 272 vd. Santoron ve bu­
rada meydana gelen patlamalar hakkında bir monograf bulunmaktadır
(F. Fouque, Santorin et ses eruptions, Paris, 1879). Strabon, Rodos mimari­
si, sanat hazineleri ve yapısı hakkında kısa ama çarpıa bilgiler vermiştir
(xiv. 2. 5. ss. 652 vd.). Rodos sanat okulları için bkz. H. Brunn, Geschichte
der griechischen Künstler (Stuttgart, 1857-1859), i. 459 vd., ii 233 vd., 286
vd.
11 Cornutus, Tlıeologiae Graecae Compendium, 22.

12 Xenophon, Hel/enica, iv. 7. 4. Sparta karargahındaki subaylar için bkz.

a.g.e., iv. 5. 8, vi. 4. 14; Xenophon, Respublica Lacedaem. xiii. 1, xv. 4. Spar­
talılar deprem olduğunda genellikle yapacakları işleri bırakırlardı
(Thukydides, iii. 59. 1 . V. 50. 5, vi. 95. 1).

21 7
savaşa çağıran bandonun tiz sesiyle bu adamlara eşlik edip
etmediği bilinmemektedir. 13 Her halükarda, yeri sarsan
tanrıya edilen duaların tek amacı onun durmasını sağla­
mak olmalıdır. Burada Spartalı kırmızı urbalılardan söz et­
tim, çünkü Sparta askerlerinin üniformaları kırmızıydı.
Sparta askerleri derinlemesine değil yanlamasına hat oluş­
hırduğu için, bir Sparta hathnın hpkı Britanyalılarda oldu­
ğu gibi daima ince kırmızı bir hat olması gerekirdi. Termo­
fil' de Perslerle işte bu düzende karşı karşıya gelmişlerdi,
tabii o sırada müziğin de çaldığına ve güneşin silahların
üstünde parıldadığına kuşku yoktur. Tıpkı Cromwell'in
Ironsides'ı (demir saflar) gibi bu askerler de bir yandan sa­
vaşırken bir yandan da ilahiler söylerlerdi.14
Spartalılar depremi asker korosuyla durdurabileceklerini
düşündülerse eğer, bu kuram ve uygulamaları diğer bar­
barlarınkileri hatırlatmaktadır. Örneğin Bah Antiller' deki
Timor halkı dünyanın büyük bir devin omuzlarında dur­
duğunu ve devin bir omzu yorulduğunda dünyayı öbür

13 Thukydides, v. 70. 1. Thukydides müziğin amacının insanları yürek­


lendirmek değil, uygun adımda ve dolayısıyla yakın düzende yürümele­
rini sağlamak olduğunu söylemektedir. Uzun cephe hath, müzik olma­
dığı takdirde hücum anında kolayca bozulabilir. Yunan savaşlarında ok
fazla kullanılmadığı için ilerlerken acele etmek gerekmemektedir; dola­
yısıyla hattı düzgün tutmak için müzikten yararlanılmaktadır. Spartalı­
ların kullandığı bu müziğe Kastor ezgisi denmekteydi. Bandoyu bizzat
kral komuta ederdi. Bkz. Plutarkhos, Lycurgus, 22.
14 Termofil'de güneşin Spartalıların üstünde parıldadığını varsaydım.
Çünkü savaş yazın tam ortasında, Yunan gökyüzünün tamamen bulut­
lardan arınmış olduğu ve o sabah havanın oldukça durgun olduğu bir
zamanda gerçekleşmişti. Persler bir önceki akşam Sparta!ılan arkadan
vurmak için zorlu bir geçitten birlik göndermişti; bu birlik tepeye vardı­
ğında güneş doğmaya başlamıştı ve tepede nöbet tutan muhafızların ku­
laklarına gelen ilk ses meşe ormanındaki yaprakların çıhrdamalan ol­
muştu. Ayrıca 'Pers oklarının gölgesinde savaşmak' şeklindeki ünlü
Sparta sözü o gün havanın parlak ve sıcak olduğuna işaret etmektedir.
Öğlen saatleriydi ve son yürüyüş muhtemelen öğle güneşinin alhnda
gerçekleşmişti. Bkz. Herodotos, vii. 215-226; (olimpiyatlara yakın bir za­
manda gerçekleşen) savaşın tam tarihi için bkz. Herodotos, vii. 206, viii.
12 ve 26; G. Busolt, Griechische Geschicte, ii. (Gotha, 1895), s. 673, dipnot 9.

218
omzuna aktardığını, bunun da depreme yol açhğını dü­
şünmekteydi. Böyle zamanlarda halk avazı çıkhğı kadar
bağınrarak deve dünyanın üstünde insanların bulundu­
ğunu hatırlatmaya çalışırdı; devin yükünden yorularak
onu denize atacağından korkulurdu. Maniheistler de dep­
rem konusunda neredeyse aynı şeyleri düşünmekteydi.
Tek farkla ki, onlara göre yorgun dev dünyayı otuz yılda
bir öteki omzuna aktarırdı. Bu görüş de büyük olasılıkla
yer sarsınhlarının sıklığıyla ilgili gözlemlere dayanıyor
olmalıdır.15 Ancak bu tanrıtanımazların dünyayı sarsan
deve kendilerini düşürdüğü durumu hahrlatmak için ba­
ğırmak gibi saçma bir uygulamaya başvurup başvurma­
dıkları bilinmemektedir. Bununla birlikte Doğu Antiller'in
çeşitli bölgelerinde söz konusu uygulama hem kuram hem
de uygulamada kendine bolca yer bulmaktadır. Balililerle
Sudanlılar depremi hissedince dünyayı sarsan tanrıyı ya
da devi varlıklarından haberdar etmek için "Hala canlı­
yız," ya da "Hala yaşıyoruz," diye bağırırlar. Hint takıma­
dalarından Leti, Moa ve Lakor yerlileri depremlerin, to­
runlarının hala orada olup olmadığını öğrenmek isteyen
Büyük Toprak Ana tarafından çıkarıldığını düşünürler. O
yüzden, büyükannenin yalnız olmadığını hahrlatmak için
yüksek sesle bağırırlar. Alman Yeni Ginesi'ndeki Tamiler
depremleri büyük bir kayanın altında oturan Panku adlı
birine bağlarlar; buna göre Panku kımıldayınca dünya sal­
lanır. Sarsınh uzun sürerse palmiye yapraklarıyla toprağa
vurarak, "Hey, aşağıdaki! Rahat dur! Biz hala buradayız,"
diye bağırırlar. Budist keşişler Burmalı Şanlara, kuyruğu
ağzında olan büyük bir balığın dünyanın altında uyudu­
ğunu ama bazen uyanıp yanlışlıkla kuyruğunu ısırınca
acıyla titreyip sarsıldığını öğretirler. Büyük depremlerin
nedeni işte budur. Ancak küçük depremlerin nedeni daha
farklıdır. Bu depremlere, yer altında yaşayan ve zaman

15 Epiphanius, Adversııs Hrıereses, ii. 2. 23 (Migne, Patrolog ia Graeca, xlii.

68).

219
zaman kendilerini yalnız hissederek başlarının üzerindeki
dünyanın tavanına vuran küçük adamlar yol açmaktadır;
işte bu vuruşlar hafif sarsantılara neden olmaktadır. Şanlar
böyle bir sarsıntı hissedince evlerinden dışarı fırlayarak
diz çöker ve küçük adamlara "Buradayız! Buradayız" diye
cevap verirler. Doğu Peru'nun Palma del Sacramento böl­
gesinde de sık sık deprem yaşanır. Büyük Ucayali Neh­
ri'nin sol yakasında yaşayan Conibo Kızılderili kabilesi bu
depremleri, genellikle gökte oturan ama yarattığı şeylerin
yerli yerinde olup olmadığını görmek için zaman zaman
yere inen yaratıcıya bağlarlar. İşte bu depreme yol açar. O
yüzden bu Kızılderililer deprem olunca abartılı hareketler­
le kulübelerinden dışarı fırlayıp sanki birine cevap veri­
yormuşcasına, "Bir dakika, bir dakika, ben buradayım, ba­
ba, ben buradayım!" diye bağırırlar. Kuşkusuz, amaçları
göksel babalarına hala sağ olduklarını bildirmek ve gönül
rahatlığıyla yükseklerdeki yerine dönmesini sağlamaktır.
Deprem dışında yaratıalarını hiç önemsemezler. Afrika' da
Nyassa Gölü çevresinde yaşayan Atonga kabilesi depre­
min, halkının orada olup olmadığını anlamaya çalışan
Tanrı'nın sesi olduğuna inanırlardı. Dolayısıyla, yeraltın­
daki sarsıntıyı duyunca hep bir ağızdan "Ye, ye," diye ses
verir ve bazıları da buğday dövmek için kullanılan dibek­
lerin yanına gidip tokmaklarla dibeklere vururlardı. İlahi
çağrıya cevap vermeyen kişilerin öleceğine inanırlardı.
Ourwira' da insanlar depreme, yeraltından geçen ölmüş bir
sultanın yol açtığını düşünürlerdi; bu yüzden ona saygı
göstermek üzere ayağa kalkar ve selamlamak için ellerini
kaldırırlar. Ölüye bu saygıyı göstermezlerse canlı canlı yu­
tulma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklarını düşünürler.
Orta Afrika' daki Bagandalar depremi yeraltında yaşayan
ve kımıldayınca dünyayı sarsan Musisi adlı bir tanrıya
bağlarlar. Böyle zamanlarda insanlar ellerini bedenlerine
vurup sakinleşmesi için tanrıya yalvarırlardı; çocuklu ka­
dınlarsa tanrının kendi canlarını ve henüz doğmamış be­
beklerinin canlarını almaması için karınlarına vururlardı;

220
diğerleriyse tanrının sakinleşmesi için aa çığlıklar atarlar­
dı.
Sumatra'daki Bataklar depremi hissedince "Sap! Sap!"
diye bağırırlar. Bu bağırışa çeşitli anlamlar verilir. Kimi
burada, dünyayı sallayan şeytanın ya da yılanın bedenine
sokulan kılıca gönderme yapıldığını söylemektedir. Böyle­
likle huzursuzluk çıkartan varlıkla alay edilmiş ya da eğ­
lenilmiş olur. Kimileriyse yaratıcı Batara-gurunun dünya­
ya şekil verirken bir sal yapmaya başladığını ve Naga­
padoha'nın da salı alttan tuttuğunu söylerler. Ancak çalı­
şırken elindeki keski kırılır ve Naga-padoha yükün altında
kıpırdar. Bunun üzerine Batara-guru "Biraz sağlam dur!
Keskinin sapı kırıldı," der. Batakların deprem sırasında
"Keskinin sapı," diye bağırmasının nedeni işte budur. Do­
layısıyla Naga-padohanın bu bağırışları yaratıcının sesi
sanarak sağlam duracağına inanırlar.
Celebes'in (Sulawesi) bazı bölgelerinde yer sarsılınca bir
köyün bütün sakinlerinin evlerinden dışarı fırlayarak top­
rak-ruhun dikkatini çekmek için yerden avuçlar dolusu ot
kopardıkları ve böylece saçları bu şekilde kökünden kopa­
rılan toprağın o aanın etkisiyle yukarıda hala yaşayanlar
olduğunu fark edeceklerini umdukları anlatılmıştı. Yine
Samoa' da yerliler deprem olunca koşarak kendilerini yere
atıp toprağı ısırırlar ve deprem tanrısı Mafuie'ye dünyayı
sarsıp parçalamaktan vazgeçmesini söylerlerdi. Bu yerliler
Mafuie'nin sadece bir kolu olduğu düşünerek "Bir de iki
kolu olsaydı kim bilir neler olurdu!" derlerdi. Filipin Ada­
ları'ndan Bagobo yerlileri dünyanın, büyük bir yılanın
kaldırmaya çalıştığı büyük bir postun üstünde durduğuna
inanırlar. Yılan postu sallayınca dünya sarsılır. Böyle za­
manlarda Bagobolar köpeklerine vurarak havlatırlar, çün­
kü köpeklerin havlaması yılanı korkutur ve postu salla­
mayı bırakır. Bu yüzden bir Bagobo köyünde yer sarsılma­
ya devam ettiği sürece her evden köpek sesleri yükselir.
Tongalılar, dünyanın yüzükoyun yatan tanrı Moooi'ye da­
yandığına inanırlar. Moooi bu şekilde yatmaktan sıkılıp

221
dönmeye yeltenince yer sarsılır. O zaman insanlar bağırır
ve kıpırdamadan yatması için sopalarla toprağa vurur. Bir
deprem sırasında Burmalılar, toprağı sarsan kötü ruhu
korkutup kaçırmak için evlerinin duvarlarına vurup bağı­
rarak gürültü çıkarmışlardı. Yeni Britanya'nın Gazelle Ya­
rımadası'nda meydana gelen benzer olayda, yine aynı
amaçla davullar çalınıp deniz kabuğundan borular üflen­
mişti. Panamalı Kızılderili kabilelerinden Dorasqueler,
Chiriqui volkanında, kızdığı zaman deprem yaratan güçlü
bir ruhun yaşadığına inanırlardı. Yerliler böyle zamanlar­
da ruhu ürküterek, dünyayı sallamaktan vazgeçmesi için
volkana doğru oklar atarlardı. Bazı Peru Kızılderilileri
depremi tanrıların susamasının bir işareti olarak görerek
toprağa su dökerlerdi. Ashantee' de depremden sonra bazı
insanlar öldürülürdü; bunlar zalimliğinden hiç değilse bir
süre vazgeçmesi umuduyla deprem tanrısı Sasabonsun' a
kurban edilirlerdi. Deprem sırasında yıkılan ya da hasar
gören evlere yeniden yapılmadan ya da onarılmadan önce
insan kanı serpilirdi. Coomassie' de deprem kralın evinin
bir kısmını yıkınca elli genç kız kesilerek öldürülmüş ve
kanları onarım için kullanılan çamura karıştırılmışh.
Fiji' de bir İngiliz, Kantavu adasında dindarlığın bir anda
artmasını birçok yerlinin ölümüne yol açan şiddetli bir yer
sarsıntına bağlamışh. Fijililer adalarının, uykusunda dö­
nünce depreme yol açan bir tanrıya dayandığına inanırlar.
Dolayısıyla, olabildiğince yavaş dönmesi için ona çok de­
ğerli armağanlar verirler.16 Nias'ta meydana gelen şiddetli
bir deprem yerlilerin ahlak değerleri üzerinde çok etkili
olmuştur. Yerliler, Batoo Bedano adlı bir tanrının, insanla­
rın kötülüklerinden dolayı dünyayı yok etmeye çalışhğına

16
J. Jackson'ın ifadelerine şuradan ulaşılabilir; J. E. Erskine, /ournal of a
Cruise among the Islands of the Western Pacific (Londra, 1853), s. 473. Müte­
veffa dostum Lorimer Fison, Fijili deprem tanrısının adının, Jackson'ın
dediği gibi 'A Dage' değil 'Maui' olduğunu yazmıştı (15 Aralık, 1906).
Fison ayrıca şunları söylüyor: "Tanrıyı uyandırmak için avazları çıktığı
kadar bağınp toprağa vurarak delmeye çalışan Fijililer gördüm."

222
inanırlar. O yüzden toplanıp bir ağaç kütüğünden bu tan­
rının büyük bir suretini yaparlar. Armağanlar sunarlar,
günahlarını itiraf ederler, hileli ağırlıkları ve ölçüleri dü­
zeltirler, bir daha kötülük yapmayacaklarına dair söz ve­
rirler, af dilerler ve dünya üzerinde bir yarık açılmışsa, ya­
rığa küçük bir altın atarlar. Ama tehlike geçince bütün o
sözler ve yakarmalar unutuluverir.17
Ahaya ve Küçük Asya'nın batı sahilleri gibi sarsıntılar­
dan büyük zarar gören Yunan topraklarında Poseidon bir
deniz tanrısı olduğu kadar bir deprem tanrısı olarak da gö­
rülmekteydi. 18 Bilindiği üzere, bir yer sarsıntısını genellikle
denizden gelen ve geniş bir alanı sular altında bırakan dağ
gibi büyük bir dalga izler; hatta sık sık her iki felakete de
maruz kalan Şili ve Peru' da dalgalardan duyulan korku­
nun, yer sarsıntısına karşı duyulan korkudan daha büyük
olduğu söylenmektedir. Yunanlar bu iki afetle, yani deniz
ve toprağın insan yaşamına karşı giriştiği bu ortak saldı­
rıyla sık sık karşılaşmaktaydı.19
Ahaya sahilindeki Helike bir kış gecesi bütün sakinleriy­
le birlikte işte böyle yok olmuştu ve bu durum Posei­
don'un öfkesine bağlanmıştı.20 Korkunç deprem tanrısıyla
deniz tanrısının yarattığı bu çifte afetin aynı anda meyda­
na gelmesine şahit olan insanlar için bundan daha doğal
bir şey olamaz. Tarihçi Diodorus Siculus, antik dönemde
Poseidon'un Peleponez'de yaşadığına inanıldığını, bir an­
lamda bütün ülkenin onun için kutsal olduğunu ve bu ül-

17 Java'nın Soerakarta bölgesinde deprem olunca insanlar yüzükoyun ya­


tar ve sarsıntı duruncaya kadar toprağı dilleriyle yalarlar. Bunun amacı
dişlerinin zamanından önce dökülmesini önlemektir.
18
Bunun için bkz. C. Neumann ve J. Partsch, Physikalische Geographie von
Griechenland (Breslau, 1885), ss. 332-336. Ahaya ve Küçük Asya'daki dep­
remler için bkz. Seneca, Epist. xiv. 3. 9; özellikle Ahaya için bkz. C. Neu­
mann ve J. Partsch, a.g.e., ss. 324-326. Ahaya sahilinde Poseidon'a ait bir
dizi tapınak bulunmaktaydı (L. Preller, Griechische Mythologie, i. 575).
19 Bkz. öm., Thukydides, iii. 89.

20 Strabon, viii. 7. 1 vd., ss. 384 vd.; Diodorus Siculus, xv. 49; Aelianus,
Nat. Anim. xi. 19; Pausanias, vii. 24. 5 vd. ve 12, vii. 25. 1 ve 4.

223
kedeki bütün şehirlerde Poseidon' a diğer tanrılardan fazla
saygı duyulduğunu belirtmektedir. Poseidon'a duyulan
saygının kısmen bu ülkenin sık sık maruz kaldığı deprem
ve su baskınlarından, kısmen de kireçtaşından dağlarının
dikkat çekici bir özelliği olan büyük yarıklarla yer alh su­
larından kaynaklandığını söylemektedir.21

6. Kötü Kokulu Dumana Tapınma


Ancak yanardağ püskürmeleri ve depremler bölge halk­
larının dinini etkileyen en korkunç olgu olsalar da bu etki­
yi yapan tek olgu değildir. Volkanik bölgelerde bolca gö­
rülen kötü kokulu zehirli gazlarla sıcak akarsulara da ta­
panlar vardı22 ve incelemekte olduğumuz Küçük Asya'nın
batı bölgelerinde her ikisine de bolca rastlanmaktadır ya
da rastlanmaktaydı. Kokulardan başlayacak olursak, Ca­
va' daki Batur yakınlarında bulunan Guevo Upas'ı ya da
Zehir Vadisi'ni bunun ölümcül etkisinin bir göstergesi ola­
rak alabiliriz. Burası, çevresi yarım mil ve derinliği doksan
ila yüz metre olan sönmüş bir yanardağın krateridir. Bura­
ya ne insan ne hayvan inebilir. Zemin, topraktan çıkan
karbonik asit gazından ölen kaplan, geyik, kuş iskeletleriy­
le ve hatta insan kemikleriyle doludur. İçine düşen hay­
vanlar birkaç dakikada ölür. Bu bölgedeki bütün tepeler
volkaniktir. Yanındaki iki kraterden sürekli dumanlar

21 Diodorus Siculus, xv. 49; 4 vd. Poseidon'un Peleponez'de ikamet ettiği


en ünlü yerlerden bazıları Lakonia'da Taenarum, Ahaya' da Helike, Ar­
kadia' da Mantinea ve Troezen sahilindeki Kalauria adasıydı. Bkz. Pau­
sanias, ii. 33. 2, iii. 25. 4-8, vii. 24. 5 vd., viii. 10. 2-4. Ahaya gibi Lakonia
da depremlerden çok çekmiş olup burada çok sayıda Poseidon tapınağı
bulunmaktadır. Burada Poseidon'un daha çok deprem tanrısı olarak gö­
rüldüğünü varsayabiliriz, çünkü Lakonia'nın dağlık arazisi denizle bağ­
lantılı işlere fazla elverişli olmadığı gibi, Lakedaomonyalılar da denizci
bir halk değildi. Bkz. C. Neumann ve J. Partsch, Physicalische Geographie
von Griech/and, ss. 330 vd., 335 vd. Lakonia'daki Poseidon tapınakları için
bkz. Pausanias, iii. 1 1 . 9, iii. 12. 5, iii. 14. 2 ve 7, iii. 15. 10, iii. 20. 2, iii. 21.
5, iii. 25. 4.
22 C. Lyell, Principles of Geology, i. 391 vd., 590.

224
yükselir. Java' da Talaga Bodas volkanına yakın başka bir
kraterden çıkan kükürt gazlan kaplanların, kuşların ve sa­
yısız böceğin ölümüne yol açmıştır; bu yaratıkların lifler,
kaslar, kıllar ve deri gibi yumuşak kısımları tamamen ko­
runmuş durumdayken kemikler erimiş veya yok olmuştur.
Antik çağlarda yaşayanlar kendi ülkelerindeki bu kötü
kokulu gazları tanıyor ve bu gazların çıktığı delikleri ce­
hennemin girişi olarak görüyorlardı.23 Yunanlar buralara
Plouton'un yerleri (Plutania) ya da Kharon'un yerleri
(Kharonia) diyorlardı. İtalya' da bu dumanlar yarımadanın
çeşitli bölgelerinde tapınılan Mefitis adlı bir tanrıçanın ki­
şiliğinde vücut buluyordu.24 Bu tanrıçanın, Plouton'un so­
luğu olduğu düşünülen gazların oraya ayak basanı ölüre­
cek kadar ölümcül olduğu Hirpini topraklarındaki ünlü
Amsanctus vadisinde bir tapınağı vardı.25 Bölge, Frigento
şehrine yaklaşık dört mil mesafedeki kireçtaşı tepelerin
arasından uzanan, kısmen ceviz ağaçlarıyla kaplı küçük
bir vadidir. Burada, bozulmuş kireçtaşından raf şeklindeki
bir setin altında koyu kül rengi bir suyun bulunduğu, uzak
bir gökgörültüsüne benzer bir patlamayla sürekli köpüren
bir havuz vardır. Aynı siyahımsı sudan oluşan küçük çağ­
layan çıplak kayalık tepenin altından bu havuza akar, an­
cak bu küçük çağlayanın yüksekliği bir metreden fazla de­
ğildir. Biraz yukarıda, toprakta, sıcak kükürtlü hidrojen
patlamalarının çukurların büyüklüğüne göre sesler çıkar­
dığı birtakım çukurlar vardır. Antik dönem insanlarına gö­
re bu patlamalar Plouton'un soluklarıydı. Bugün bu havu-

n Lucretius, vi. 738 vd.


2' Servius, "Virgilius, Aen. vii. 84"e şerhinde bazı halklann Mefitis'i tanrı
ve Leucothoe'nin erkek eşi, yani Venüs'ün Adonis'i ya da Diana'nın Vir­
bius'u olarak gördüğünü söylemektedir. Mefitis için bkz. L. Preller, Rö­
mische Mythologie (Berlin, 1881-1883), ii. 144 vd.; R. Peter, "Mentis" mad­
desi, W. H. Roscher, Lexikon der griech. und röm. Mytlıologie içinde, ii. 2519
vd.
25 Virgi lius, Aen. vii. 563-571, Servius'un şerhiyle birlikte; Cicero, De divi­

natione, i. 36. 79; Plinius, Nat. Hist. ii. 208.

225
za Mefite ve Mefitinelle çukurlan denmektedir. Havuzun
diğer tarafında Coccacio ya da sürekli kaynadığı için Ca­
uldron denilen daha küçük bir su birikintisi vardır. Bu bi­
rikintiden dalgalar halinde yükselen kötü kokulu buhar
yüzlerce metreden görülebilmektedir. Bu sulardan yükse­
len gazlar zaman zaman, özellikle de rüzgarlı havalarda
öldürücü olabilmektedir. Ancak karbonik asit gazı nor­
malde yerden yarım ila bir metreden fazla yükselmediğin­
den sakin havalarda havuzların çevresinde yürümek
mümkündür, tabii eğilmek ya da suya düşmek yine de
tehlikelidir. Antik Mefitis tapınağının yerini şehit Santa Fi­
licita'run türbesi almıştır.26
Benzer zehirli gazlar Karya' daki volkanik bölgenin bazı
noktalarında da görülmekte olup antik dönemde çeşitli ba­
tıl inançların konusu olmuştu. Örneğin Thymbria köyünde
zehirli gazlar çıkaran kutsal bir mağara vardı ve buranın
Kharon'un evi olduğu düşünülmekteydi.27 Menderes vadi­
sindeki Nysa yakınlarında bulunan Akaraka köyünde de
benzer bir mağara bulunmaktadır. Mağaranın aşağısında,
Plouton ile Persephone'ye adanmış bir tapınağın bulun­
duğu güzel bir koru vardır. Burası Plouton' dan dolayı kut­
saldı, ancak hastalar da iyileşmek için buraya gelirlerdi. Bu
insanlar yakınlardaki köylerde yaşar ve rahipler de bunla­
ra rüyalarında iki tanrıdan aldıkları esinlere göre reçeteler
verirlerdi. Rahipler genellikle hastaları mağaraya götürüp
orada günlerce aç susuz bekletirlerdi. Hastalar bazen rüya­
larında bizzat esinlenseler de daima rahiplerin ruhani yön­
lendirmesine göre hareket ederlerdi. Bu mağaraya hasta-

26 Hamilton'ın (Napoli Sarayı'ndaki Britanya Elçisi) /ournal of the Royal


Geographical Society'de, ii. (1832), ss. 62-65 yayımlanan mektubu; W.
Smith, Dictionary of Greek and Roman Geography, i. 127; H. Nissen, Italische
Landeskunde, (Berlin, 1883-1902), i. 242, 271, ii. 819 vd. İ talya'da zehirli
gazların bulunduğu bir başka yer Napoli'deki dei cani adlı mağaradır.
Addison burayı "Remarks on Several Parts of Italy" adlı yazısında
( Works, Londra, 1811, cilt ii. ss. 89-91) anlatmaktadır.
27 Strabon, xiv. l. 1 1, s. 636.

226
lardan başkası yaklaşamazdı, yoksa ölürlerdi. Köyde yılda
bir festival düzenlenir ve hastalar iyileşmek için bir araya
toplanırlardı. O gün çıplak bedenlerine yağ sürülen bir
grup atletik genç erkek öğle saatlerinde bir boğayı mağa­
raya götürüp orada salardı. Ancak hayvan daha mağaraya
doğru bir iki adım atamadan düşer ve ölürdü; çıkan buhar
o kadar öldürücüydü yani.28
Benzer bir Plouton tapınağı da Hierapolis'te, yukarı
Menderes vadisinde, Lidya ve Firigya sınırında idi.29 Bu­
rada, tepenin yamacında sadece bir insanın girebileceği
genişlikte ağzı olan derin bir mağara vardı. Mağaranın
önündeki kare şeklindeki boşluk demir parmaklıkla kapa­
hlmışh ve parmaklığın iç kısmında o kadar yoğun bir gaz
bulutu vardı ki zemini görmek mümkün değildi. İnsanlar
güzel havalarda parmaklığa kadar güvenle çıkabiliyordu,
ancak onun ötesine geçmek anında ölüm demekti. Buraya
itilen boğalar toprağa düşüyor ve cansız bir şekilde geri
çekiliyorlardı; seyircilerin sisin içine doğru uçurduğu ser­
çeler anında düşüp ölüyordu. Ancak Büyük Ana Tanrı­
ça'nın hadım rahipleri demir parmaklığın ardına hiçbir şey
olmadan geçebiliyorlardı; bununla da kalmayıp mağaranın
ağzına kadar gidiyor, eğiliyor ve soluklarını tutarak mağa­
ranın belli bir yerine kadar ilerleyebiliyorlardı; ancak yüz­
lerinde sanki soluksuz kalmışlar gibi bir görüntü oluyor­
du. Bazıları rahiplerin bu bağışıklığını ilahi korumaya, ba­
zılarıyla panzehir kullanmalarına bağlamaktaydı.30

28 Strabon, xiv. 1. 44, ss. 649 vd. Bir Nysa parasında boğanın altı genç ta­
rafından taşındığı ve başlarında da çıplak bir flütçünün bulunduğu gö­
rülmektedir. Bkz. B. V. Head, Catalogue of the Greek Coins of Lydia, s.
lxxxiii. 181, şekil xx. 10. Strabon bu çevreyi biliyordu, çünkü gençliğinde
Nysa'da filozof Aristodemus'tan ders aldığını söylemektedir (xiv. 1 . 48,
s. 650).
29 Antiklerden bazısı Hierapolis'in Lidya'ya bağlı olduğunu söylerken,
bazısı da Firigya'ya bağlı olduğunu söyler, W. M. Ramsay, Cities and Bis­
hoprics ofPhrygia, i. (Oxford, 1895), ss. 84 vd.
:ıo Strabon, xiii. 4. 14, ss. 629 vd.; Dio Cassius, lxviii. 27. 3; Plinius, Nat.

Hist. ii. 208; Ammianus Marcellinus, xxiii. 6. 18.

227
7. Sıcak Kaynak Sularına Tapınma
Modern tarihlerde içinden ölümcül bir sis yükselen Hie­
rapolis' teki gizemli yarıktan herhangi bir iz kalmamıştı; as­
lında burası daha antik dönemde ortadan kaybolmuştu.
Muhtemelen bir yer sarsıntısı sonucu yok olmuştu. Ancak
Kutsal şehirden günümüze başka bir olağanüstü şey kal­
mıştır. Tıpkı bir büyücünün sihirli değneği gibi dokundu­
ğu her şeyi taşa çeviren kalkerli sıcak kaynak suları antik
çağ insanını hayretler içinde bırakmış, aradan geçen yüz­
yıllarsa bu büyük dönüşüm sahnesinin olağanüstü görke­
mini daha da artırmıştı. Hierapolis'in etkileyici kalıntıları
uzaklarda, Honaz Dağı'nın gölgeli yükseklikleriyle göz
kamaştıran karlarından Firigya'nın yanık zirvelerine kadar
uzanan ve ağır ağır kızıla bürünerek kaybolan gökyüzü­
nün maviliklerine karışan olağanüstü güzellikteki görkem­
li manzaraya hakim dağ yamacında geniş bir sahanlığı ya
da terası kaplamaktadır. Şehrin arkasından ağaçlık vadiler­
le bölünen tepeler yükselmektedir. Terasın ön kısmı yüz
metrelik yarlarla ıssız ve ağaçsız Lycus (Çürii ksu) vadisine
doğru alçalmaktadır. Bu yarların üstünden bin yıllardır sı­
cak su kaynakları akmakta ya da sızmakta ve bu yarların
üstünü tuz ya da savrulmuş kara benzer inci beyazı bir
maddeyle kaplamaktadır. Adeta iki mil genişlikte devasa
bir nehir bir anda daralıp büyük bir yardan aşağı düşerek
beyaz mermere dönüşüyor gibidir. Burası taşlaşmış bir Ni­
agara' dır. Görüntü sıcak sulardan yükselen buharın, çağ­
layanın köpüklerini kaplayan bir serpinti örtüsü gibi ha­
vada asılı kaldığı kış dönemlerinde ya da soğuk yaz sabah­
larında çok daha çarpıadır. Seyyahın dikkatini daha yirmi
mil öteden çeken beyaz yara yakından bakmak onun gü­
zelliğini daha da artırmakta ve bir yanılsama yerini başka
bir yanılsamaya bırakmaktadır. Bugün burası, buz saçakla­
rına benzeyen uzun sarkıtlarıyla ve yer yer hepsi de gök­
kuşağı renkleri olan mavi, kızıl ve yeşil renklerle bezenen
kar beyazı yüzeyiyle bir buzulu andırmaktadır. Hierapoli-

228
sin bu taşlaşmış çağlayanları dünyanın harikaları arasın­
dadır. Hatta Yeni Zelanda'daki ünlü beyaz ve pembe Ro­
tomahana teraslarının ya da merdivenlerinin bir volkan
patlaması sonucu yok olmasından sonra türleri arasında
bir benzeri daha yoktur. Hierapolis'teki bu mucizeleri ya­
ratan sıcak su antik kentin çok geniş ve etkileyici yıkınhları
arasındaki büyük ve derin bir havuzdan çıkmaktadır. Su
yeşilimsi mavi renkte olmasına karşın temiz ve berrakhr.
Dibinde daha önceleri kutsal bir havuzu çevrelemiş olması
muhtemel, güzel bir Korinthos sütunlar dizisinin beyaz
mermer sütunları görülebilir. Yeşilimsi mavi suyun için­
den parıldayan bu sütunlar Naiad'ın sarayına benzer. Kü­
çük gölün üzerinden sarkan zakkum ve nar buraya ayn bir
güzellik katar. Ancak bu büyüleyici yer bazı tehlikeler de
barındırır. Dipten aralıksız karbonik asit kabarcıkları yük­
selir ve titreşen gümüş parçacıkları gibi yüzeyde toplanır.
Zaman zaman buradan su içmeye gelen kuşlar ve hayvan­
ların kenarda zehirli gazdan boğulmuş ölü bedenleri bu­
lunur; yine köylüler zehirli gazdan etkilenerek boğulan ya
da havuzun dibine çekilerek su-ruh tarafından öldürülen
ziyaretçilerden söz ederler.
Artık dindar insanların gözetiminde olmayan sıcak su
akıntıları yüzyıllardır yataklarından taşarak denetimsiz bir
şekilde platoya yayılmaktadır. Geride bıraktıkları tortu
toprağı metrelerce yükseltmiş, beyaz tepeleri ağzına kadar
dolmuş olan eski kanallar dışında basamak ve kalıntıları
örtmüş, dolayısıyla seyyahın bu tuhaf manzarayı attan
inmeden izleyebileceği yeni patikalar oluşmuştur. Antik
dönemde çiftçiler bu suyu kasıtlı olarak tarla ve bağlarının
çevresindeki arklara akıhr ve böylece birkaç yıl içinde tar­
laların etrafı sert taştan duvarlarla çevrilirdi. Bu su aynı
zamanda yün boyamada da kullanılırdı. Bazı köklerden
elde edilen boyalarla karıştırılarak mor ve kırmızının en
ince tonları elde edilirdi.31

11
Suyun sıcaklığı 29.5 ile 32 santigrat derece arasında değişmektedir.
Apenin dağlarının eteklerini kaplayan volkanik Toskana bölgesi Hiera-

229
Kuşkusuz, Hierapolis kutsal bir şehir olarak ününü bü­
yük ölçüde sıcak su kaynaklarıyla kötü kokulu gazlara
borçludur. Mineral ve termal suların tedavi edici özelliği
antik dönemde yaşayanlar tarafından da çok iyi bilinmek­
tedir. Nitekim bahl inançlarla bu tür suların kullanımının
zaman içinde birbirinden nasıl ayrıldığını ve birçok volka­
nik din merkezinin nasıl modem hbbi banyolara dönüştü­
ğünü geriye doğru izleyebilmek çok ilginç olurdu. Yunan
inanana göre bütün sıcak su kaynaklan Herakles'ten do­
layı kutsaldı.32 "Aristophanes'te Adaletsizlik, "Hiç Herak­
les'ten dolayı kutsal olan, soğuk kaplıca bilen var mı?" di­
ye sorar; ve Adalet de güçlü kahramanın sıcak suların üs­
tündeki hakimiyetinin, gymnasiumda terleyen gençlerin
bütün gün buharlar çıkaran suyun içinde yayılmasından
kaynaklandığını kabul eder.33 Sıcak su kaynaklarının çok
çalışan Herakles'in dinlenmesi için üretildiği söylenirdi;
bazıları bu nazik düşüncenin Athena' dan kaynaklandığını
belirtirken, bazıları Hephaestus'a ve bazıları da nemflere
bağlamaktaydı.34 Bu kaynakların sıcak suları özellikle deri
hastalıklarının tedavisinde kullanılmaktaydı; zira "Herak­
les'in kaşınması"ndan söz eden bir Yunan deyimi sıcak
suya ihtiyaç duyan uyuzlu kişiler için de kullanılmaktay­
dı.35 Herakles hbbi kaynak sularıyla güçlü bağlanhsı saye­
sinde tedavi sanahnın efendisi olmuştur. Lukianos' a gü-

polis'tekine benzer bir durum yaratan sıcak kalkerli kaynaklarla dolu­


dur. Hatta bazı yerlerde toprak tamamen suyun getirdiği tufalarla ve
travertenlerle kaplıdır ve hpkı Hierapolis'te olduğu gibi toprağın altı
boşmuş duygusu yarahr. Bkz. C. Lyell, Principfes of Geology, i. 397 vd. Ta­
ravera Yanardağı'nın 1886 yılında patlamasıyla yok olan Yeni Zelan­
da'daki Rotomahana terasları için bkz. Te ika A Maui, or New Zealand and
its Inhabitants (Londra, 1870), ss. 464-469.
32 Athenaeus, xii. 6. s. 512.
33 Aristophanes, Nephelai (Bulutlar), 1 044-1054.
34 Başka bir öyküde Musa gibi Herakles'in de hançeriyle kayayı yararak

su fışkırthğından söz etmektedir. (Antoninus Liberalis, Transform. 4).


35 Apostolius, viii. 68; Zenobius, vi. 49; Diogenianus, v. 7; Plutarkhos,
Proverbia Alexandrinorum, 21.

230
venecek olursak, Herakles gökte bile Asklepios' a yer ver­
meyi reddetmiş ve iki tanrı arasındaki çekişme yersiz bir
kavgaya dönüşmüştü. "Eczacının masaya benden önce mi
oturacağını söylüyorsun?" diye öfkeyle patlamıştı Herak­
les babası Zeus' a. Eczacı da buna sertçe karşılık vererek,
irikıyım kahramanın özel hayahndaki sancılı olayları hahr­
latmıştı. Zeus, Asklepios'un Herakles'ten önce öldüğünü
ve dolayısıyla tanrı olarak ondan daha kıdemli olduğunu
belirtip Aeusculapis lehinde karar vererek tartışmaya son
vermişti.36
Herak.les'ten dolayı kutsal olan sıcak su kaynakları için­
de en ünlüleri Thermopylae (Termofil) geçidinde ortaya
çıkan ve bu geçide Sıcak Geçitler adının verilmesine neden
olan kaynaklardı.37 Yerlilerin "Çanak" adını verdiği sıcak
havuzlar M.S. 2. yüzyılda zengin sofist Herodes Atticus ta­
rafından savaş gazilerinin kullanımına uygun şekilde ge­
nişletilip iyileştirilmişti. Bunların yanında bir Herakles su­
nağı bulunmaktaydı.38 Bir öyküye göre buradaki sıcak su
kaynaklarını Herakles'in dinlenmesi için Athena yaratmış­
h.39 Denizin çekilmesiyle dar geçidin genişleyip, çamurlu
Sperchius akınhsının ağır ağır denize akhğı bataklık bir
düzlüğe dönüşmesine rağmen, bu kaynaklar günümüze
kadar değişmeden gelmiştir. Öte yanda kayalık dağlar,
uçurumlar ve yarlar halinde geçide doğru alçalmakta olup
kayalık yamaçları bitkilerin tutunabildiği yerlerde baş gös­
teren bodur ağaçlar veya çalılıklarla, dorukları ise göğe
doğru uzanan çam ağaçlarıyla kaplıdır. Bunlar bir İskoç' a,
Ben Venue'nün Loch Katrine'inin Gümüş Sahil'inde "ora­
ya buraya rastgele dağılmış uçurumları, tepeleri ve tüm­
sekleri" hahrlahr. Ana kaynak dağ silsilesinin en dik ve en
yüksek yamaandaki kayaların arasından çıkar. Kaynak
burada küçük bir havuz oluşturduktan sonra dağların

36 Lukianos, Dialogi Deorum, 13.


37 Strabon, ix. 4. 13, s. 428.
38 Herodotos, vii. 176; Pausanias, iv. 35. 9; Philostratus, Vit. Sophist. ii. I. 9.
39 "Aristophanes, Nephelai (Bulutlar), lOSO"ye şerh.

231
eteklerini yalayarak hızla doğuya doğru akar. Su en azın­
dan kaynağa yakın noktada o kadar sıcaktır ki içine el
sokmak mümkün değildir, ayrıca dere haline gelip aktığı
yatak boyunca yüzeyinden yoğun buhar yükselir. Bu be­
yaz buhar bulutlarıyla güçlü kükürt kokusu seyyaha kay­
nağın yakınlarında olduğunu hatırlatır. Su temizdir ancak
derin bir deniz mavisi ya da deniz yeşili görüntüsü verir.
Bu görüntü akarsu yatağındaki yoğun balçık halindeki
mavi-yeşil kükürt birikimlerinden kaynaklanır. Kükürt
kokulu buhar çıkaran mavi dere dağ yamacı boyunca bir­
kaç yüz metre doğuya doğru ilerler ve sonra kayaların ara­
sındaki bir tür doğal hamamdan daha sakince fışkıran
başka bir akarsuyla birleşir. Bu hamamın kenarları derenin
kıyıları kadar kükürt kaplı değildir; dolayısıyla altmış san­
tim derinlikteki suyu da o kadar mavi değildir. Bunun az
ilerisinde, kara şeklinden ve düz kenarlarından kısmen
yapay olduğu anlaşılan daha büyük ikinci bir hamam var­
dır. Bu iki hamam Antik yazarların sözünü ettiği "Çanak­
lar" olmalıdır. Buralar ziyaretçiler tarafından hala kulla­
nılmakta olup ziyaretçilerin giyinip soyunması için birkaç
ahşap bölme mevcuttur. Suyun bir kısmı yapay bir kanalla
geçidin yarım mil kadar doğusundaki değirmene yönlen­
dirilmiştir. Geri kalanı düzlüğü geçerek denize doğru ak­
maktadır. Bu yolculuk sırasında bataklık zemini altında
boşluk varmış duygusu yaratan beyaz bir tabakayla kap­
lamıştır.
Dolayısıyla bu bölgenin Herakles'le özdeşleştirilmesinin
ve yakınlarda bulunan Oeta Dağı'nın zirvesinde yanarak
öldüğü sahnenin ardında bu göz aha kaynakların yattığı
sonucuna varabiliriz. Bölge volkanik olup sık sık deprem­
lerle sarsılmaktadır.40 Boğazın karşısındaki Eğriboz adası
da aynı tarihlerde aynı nedenlerden etkilenmişti; nitekim
adanın güney kıyılarında tıpkı Termofildekilere benzeyen

40Thukydides, iii. 87 ve 89; Strabon, i. 3. 20, ss. 60 vd.; C. Neumann ve J.


Partsch, Physikalische Geographie von Griechenland, ss. 321 -323.

232
ama ondan çok daha sıcak ve güçlü olan ve hpkı onlar gibi
Herakles'e adanan kükürtlü kaynaklar bulunmaktadır.41
Suların özellikle de deri hastalıkları ve gut tedavisinde ya­
rarlanılan şifa verme özelliği antik ve modern dönemlerde
hastaları buraya çeken nokta olmuştur. Sulla bu suları gut
tedavisinde kullanmışh;42 Kaynaklara iki mil uzaklıktaki
yeşil bir vadide bulunan komşu Aedepsus kasabası Plu­
tarkhos döneminde Yunanistan'ın en gözde sayfiyelerin­
den biriydi. Bu hamamların özelliklerine zarif ve ferah bi­
nalar, hoş bir arazi, bol balık ve eğlence de kahlınca, özel­
likle görkemli Yunan baharında, Aedapsus'ta mevsimin en
gözde zamanında kalabalıktan buraya çekmek için fazla­
sıyla neden hazırdı. Bazıları dans eden dansçıları izler ya
da harptan yükselen sesleri dinlerken, bazıları da revaklı
bahçelerin gölgesinde pinekleyerek yahut suyun karşı ya­
kasındaki öyküyle ölümsüzleşen dağların arka fon oluş­
turduğu güzel boğazın sahillerinde dolaşarak vakit geçi­
rirdi.43 Bütün bu Yunan zerafet ve lüksünden geriye he­
men hemen hiçbir şey kalmamışhr. Buna karşılık kaynak
suları eskisi gibi özgürce şifa akıtmaya devam etmektedir.
Suyun geride bıraktığı beyaz ve san kalkerli tortu dağların
eteğinde zamanla bir tepecik oluşturmuşhır, su da kayanın
üzerinden denize artık buharlı bir şelale şeklinde dökül­
mektedir. Meydana gelen bir depremin ardından bir za­
manlar kaynak suları üç gün boyunca kesilmiş ve aynı an­
da Termofil'in sıcak suları da kurumuştu.44 Bu olay boğa­
zın her iki yakasındaki Herakles Hamamları'nın birbirle-

41 Aristoteles, Meteora, ii. 8, ss. 366 A, (ed.) Bekker; Strabon, ix. 4. 2, s. 425.
Aristoteles bu bölgede sıkça görüldüğünü söylediği depremlerle sıcak su
kaynakları arasındaki bağlantıyı açık bir şekilde dile getirmişti. Eğri­
boz' daki depremler için ayrıca bkz. Thukydides, iii. 87, 89; Strabon, i. 3.
16 ve 20, ss. 58, 60 vd.
42 Plutarkhos, Su/la, 26.
43 Plutarkhos, Quaesf. Conviviales, iv. 4. 1; aynı yazar, De fraterno Amore,

1 7.
44 Strabon, i. 3. 20, s. 60.

233
riyle ve yanardağlarla olan bağlantısını kanıtlamaktadır.
Başka bir olayda da Aedepsus sıcak su kaynaklarının ya­
nından aniden soğuk bir kaynak fışkırmış, suyun son de­
rece şifalı olduğunu düşünen hastalar ta uzaklardan bu
suyu içmeye koşmuşlardı. Ancak bu işten nemalanmak is­
teyen, Kral Antigonus'un generalleri suya vergi koymuştu;
su da sanki böyle kullanılmaktan iğrenirmişçesine, çıktığı
gibi yine birden kuruyuvermişti.45
Herakles'in sıcak su kaynaklarıyla özdeşleştirilmesi sa­
dece Yunanistan'a özgü değildir. Yunan etkisi bunu Sicil­
ya'ya46, İtalya'ya47 ve hatta Daçya'ya kadar yaymıştı.48 Ni­
çin bu kahramanın termal suların efendisi seçildiğini bil­
miyoruz. Ancak bu tür kaynakların bir bakıma birbiriyle
çelişen, çift yönlü ateş ve su,49 bereket ve yıkım ilkesini bir­
leştirdiğini ve Herakles'in alevler içinde ölümünün onu
yakıcı unsurlarla birleştirmiş göründüğünü hatırlatmakta
yarar var. Aynca iki ilke arasındaki çatışma, ilk bakışta on­
lara yükleyeceğimiz denli mutlak değildir; çünkü bitki ve

45 Athenaeus, iii. 4, s. 73 E, D.
46 Himera'daki (bugünkü Termini) sıcak su kaynaklarının yorgun Herak­

les'i kendine getirmek için yarabldığı söylenmişti. Bkz. Diodorus Sicu­


lus, iv. 23. 1 . V. 3. 4. Kahramanın Siraküzalılara her yıl Persephone için
Siraküza yakınlarındaki Mavi Kaynak' ta (Cyane) bir adak adamayı öğret­
tiği; hayvanların havuzun suyunda boğulduğu söylenmektedir. Bkz. Di­
odorus Siculus iv. 23. 4, v. 4. 1 vd. Bugün Arapların getirdiği uzun papi­
rüs bitkileriyle sıkıca çevrili olan kaynak için bkz. K. Baedeker, Southern
Italy (Leipzig, 1880), ss. 356, 357.
47 Bugün birçok kalıntısına rastlanan Samnium'daki muhteşem Allifae

hamamları Herakles'ten dolayı kutsaldı. Bkz. G. Wilmanns, Exempla


Inscriptionum Latinarum (Berlin, 1873), cilt i. s. 227, No. 735 C; H. Nissen,
ltalische Landeskunde, 798. Bu Herakles hamamlarından söz eden aynı ya­
zının, buraların bir deprem sonucu yok olmasından söz ehnesi bu kay­
nakların volkanik yapısının ayırt edici özelliğidir.
48 H. Dessau, Inscripliones Latinae Se/ectae, cilt. ii. Bölüm i. (Berlin, 1902), s.
1 13, No. 3891 .
49 Lyell termal kaynaklardan söz ederken, karma bir yapıları olduğunu
yani aynı anda hem ateşle hem de suyla bağlantılı olduğu için buraların
'ateşle bağlantılı nedenler' başlığı altında da incelenebileceğini söyle­
mektedir (Principles of Geology, i. 392).

234
hayvan yaşamı açısından sıcaklık da en az nem kadar ge­
reklidir. Hatta volkanlardan fışkıran ateşin bile yararlı
yanları vardır, çünkü bu ateşin semereleri üzümün suyuna
daha fazla lezzet katar. Gördüğümüz üzere bizzat antik
dönem insanları dahi iyi şarapla volkanik toprak arasın­
daki bağlanhyı biliyor ve yarı şaka yarı ciddi olarak şarap
tanrısı Dionysos'un ateşin çocuğu olduğunu söylüyorlar­
dı.50 Herakles sıcak su kaynaklarının efendisi olarak ısıyla
nemin işe yarayan unsurlarını birleştirmek suretiyle, bir­
çok özelliğinden biri olarak, muhtemelen bereket ilkesin­
den yana tavır koymuştu.
Suriye' de çocuksuz kadınlar suların azizlerinden ya da
cinlerinden çocuk sahibi olabilmek için hala sıcak su kay­
naklarına giderler; örneğin büyük bir vadiden Ölü Denize
akan Moab topraklarındaki sıcak su kaynaklarına. Antik
dönemde kaynak suları Yunanca Kallirrhoe, yani hoşça­
akan adıyla anılmaktaydı. Dindar Yahudilerin Tanrı'nın
intikamına bağladığı birtakım hastalık belirtileriyle çöke­
rek ölümün eşğine gelen Hirodes ölümcül hastalığın iler­
lemesini durdurmak ya da hafifletmek umuduyla bunlara
başvurmuştu. Şifalı sular acılarını hafifletmeye yetmemiş
ve ölümü beklemek üzere Eriha'ya çekilmişti.51 Derin ro­
mantik vadinin değişik noktalarından fışkıran sıcak su
kaynakları hızlı akan ve genişçe bir ılık su akınhsı oluştu­
rur. Bu akınh çağlayanın derinliklerinden aşağı doğru ka­
yalara çarpıp köpükler oluşturarak, sık ılgın ağaçlarının ve
hızını kesen kamışların altından ilerler. Kaynaklardan biri
yüzeyi kükürtlü suyun parlak san rengine bürünmüş bir
uçurumun kayalık kenarından aşağı düşer. Dar boğazı tı­
kayan yüksek kayalıklar sarp, etkileyici ve kırmızı kumta­
şından beyaz ve sarı kireçtaşına ve siyah bazalta kadar de­
ğişen renktedirler. Sular kumtaşıyla kireçtaşının birleştiği

50 Bkz. yukarıda, s. 215.


51 Josephus, Antiquit. /ud. xvii. 6. Kaynak sularının tedavi edici özellikle­
rinden Plinius da söz etmektedir (Nat. Hist. v. 72).

235
noktadan çıkar. Oldukça sıcak olup, yan taraflardaki dağ­
ların derin yarıklarından yükselen buhar bulutlarını gör­
mek ve akan suyun gürlemesini duymak mümkündür. Ya­
rığın dip kısmı çeşitli bitkilerle kaplıdır ya da kapalıdır; zi­
ra deniz seviyesinin çok alhnda kaldığı için sıcak vadide
neredeyse tam bir Afrika iklimi ve bitki örtüsü hakimdir.
Burada her esen rüzgarda titreşip başını sallayan tüylü
püsküllü kamışlar yetişir; koyu yeşil yapraklı ve pembe çi­
çekli zakkumlar büyür; uzun hurma ağaçlan görkemli baş­
larını sıcak suların akhğı yöne eğerler. Muhteşem çiçekler
her yanı halı gibi kaplar. Kimi pembemsi mor, kimi parlak
sarı renkteki büyüleyici canavarotları büyük öbekler ha­
linde yetişirken, bir metreye kadar uzayan her bir sap te­
peden tırnağa çiçeklere bürünmüş olur. Taşların arasından
gül rengi sardunyalar fışkırır ve toprağın her zamankin­
den biraz daha zengin olduğu yerler öbek öbek kırmızı
düğün çiçekleriyle, kuzukulağı ve siklamenlerle kaplıdır.
Bütün bu bitkilerin üzerinde parlak renkli büyük kelebek­
ler uçuşur. Çok uzaklara doğru uzanan vadinin ağzına ba­
kıldığında, bir tarafta siyah bazalt sütunlardan ve öteki ta­
rafta parlak kırmızı kumtaşından duvarlarla çevrelenmiş
olan Yahuda'nın mor tepeleri görülür.52
Araplar her yılın Nisan ve Mayıs aylarında sudan yarar­
lanmak üzere vadiye gider. Sık sazlıklardan kesilmiş saz­
lardan yapılan kulübelere yerleşirler. Buharlı suda yıkanır
ya da kayalıkların arasındaki yarıktan güçlü bir şekilde
fışkıran suyu vücutlarına serperler. Ancak gerek Müslü­
man gerekse Hıristiyan ziyaretçiler bundan önce kaynağın
başında kurban kesip kırmızı kanı suya akıtarak yerin ru­
hunun ya da koruyucu varlığının (genius) gönlünü alırlar.
Sonra da Süleyman Hamamları dedikleri bu yerde yıkanır­
lar. Efsaneye göre Süleyman Peygamber hamamı buraya
yapmış ve suyu sıcak tutmak için cine ateşi söndürmeme-

52 Kaynak sularının oluşturduğu bu nehir günümüzde Zerka nehri ola­


rak anılmaktadır.

236
sini tembihlemişti. Cin Süleyman'ın emirlerine halen de
uymakla birlikte zaman zaman işi gevşetmekte ve o zaman
da su azalarak soğumaktadır. Bunu gören ziyaretçiler "Ey
Süleyman, yaş odun, kuru odun getir," derler ve çok geç­
meden su tekrar gür akmaya ve eskisi gibi buhar çıkarma­
ya başlar. Hastalar kaynak suların içinde yaşayan, görün­
mez azize ya da şeyhe şikayetlerini anlahrlar; hastalığın
tam yerini, yani sırt, baş ya da bacaklarını gösterirler; eğer
su soğumuşsa, "hamam soğuk, ey şeyh, hamam soğuk!"
derler, bunun üzerine şeyh ateşi besler ve s u kaynamaya
başlar. Ama yakınmalara rağmen su ısınmazsa şeyhin hac­
ca gittiğini söyler ve çabuk dönmesi için bağırırlar. Kısır
Müslüman kadınlarsa bu kaplıcaya çocuk sahibi olmak
için gelirler; yine Kerak yakınlarındaki benzer kaplıcalarda
da aynı şeyi yaparlar. Kerak yakınlarındaki kaplıcada bir
kadının suların ruhuna "Ey şeyh Süleyman, ben henüz
yaşlı değilim, bana çocuklar ver," dediği bilinmektedir.53
Arap kadın ve erkeklerinin kaplıcada şeyh Süleyman' a
gösterdiği bu saygı, Yunan erkek ve kadınlarının benzer
yerlerde kahraman Herakles' e gösterdiği saygıyı anlama­
mızı kolaylaştırabilir. Herakles erkek gücünün sembolü
olarak kendisine inanan bazı kişilerin babası şeklinde gö­
rülebilir ve Yunan eşler gönüllerinden geçene ulaşabilmek
için onun buharlı sularına hac ziyaretinde bulunmuş olabi­
lir.

8. Diğer Topraklarda Yanardağlara Tapınma


Bu olguların Herakles'in ya da onunla özdeşleştirilen
tanrıların tasvirinin ya da insan temsilcisinin yakılması ge­
leneğini ne kadar açıklayabildiği sorusu tartışma konusu­
dur. Dünyanın başka bölgelerindeki benzer gelenekleri bil­
seydik belki bu soruya daha kolay cevap verebilirdik, an-

53Antonin Jaussen, Coutumes des Arabes au pays de Moab (Paris, 1908), ss.
359 vd.

237
cak genel olarak volkan olgusuna tapınmayla ilgili bilgile­
rimiz oldukça sınırlı görünmektedir. Bununla birlikte bir­
kaç gerçeği hatırlatmakta yarar var.
Dünyanın en büyük aktif yanardağı Hawaii' deki Kiauea
volkanıdır. Burası birkaç millik dairesel eni, yüzlerce metre
derinliği olan ve içi korkunç bir şekilde köpüren lavlarla
dolu devasa bir kazandır. Bu kızıl köpüklerin arasından
siyah koniler ya da gri dumanlar, gürüldeyen ağızlarından
parlak alevler yayan yalıtılmış kraterler yükselirken, alev
rengi lavlar dağın eteklerinden aşağıdaki erimiş ateş deni­
zine doğru akar. Manzara özellikle de, bu cehennem gölü­
nün yükselen kabartılarının tamamen kükürt mavisi ya da
metal kızılı alevlerle kaplanarak havaya sık aralıklarla alev
akımları gönderdiği ve patlayan yuvarlak lavların ya da
kor halindeki parlak taşların içinden havaya sıçradıkları
kraterlerin diş diş olmuş kenarlarını aydınlattığı geceleri
etkileyicidir.54 Böylesine etkileyici bir manzaranın yerlile­
rin hayal gücünü de etkileyip kafalarını, evi cehennem
olan korkunç varlıklar fikriyle doldurmuş olması şaşırtıcı
değildir. Bize anlatıldığına göre yerliler krateri volkanik
tanrılarının kadim evleri olarak görüyorlardı. Yanan gölün
içinden ada gibi yükselen siyah koniler onlara tanrıların
dama oynayarak eğlendiği evler gibi görünmekteydi. Ate­
şin gümbürtüsüyle alevlerin çıtırtıları dans müzikleriydi
ve yalazlı kabarmalar üzerinde sörf yaptıkları dalgalardı. 55
O yüzden bu ürkütücü tanrıların kendilerine yakışan ad­
lan vardı; birinin adı Buhar ya da Buğu Kralı, diğeri Gece
Yağmuru, diğeri Göktürültüsünün Kocası, diğeri, Ateş
Mızraklı Savaş Çocuğu, diğeri Ateşli Bakışlı Kano Dalgası,
Bulutlan Durduran ya da Yükselten Kor Sıcaklı Dağ, vb.
idi. Hepsi de ürkütücüydü; hiçbiri merhamet gibi boş işler­
le ilgilenmiyor sadece sunulan armağanları kabul ediyor

54 W. Ellis, Polynesian Researchers, İkinci Baskı (Londra, 1832-1836), iv. 235


vd. Ellis bu korkunç volkanı ziyaret edip anlatan ilk Avrupalı idi. Bu zi­
yaret 1823'te gerçekleşmiştir. Bkz. The Encyclopaedia Britannica, xi. 531.
55 W. Ellis, a.g.e. iv. 246 vd.

238
ya da intikam alıyordu. Bir yere geldiklerini anlamak için
oranın sarsılması, volkan patlamasının parlak ışığını, şim­
şeğin çaktığını görmek ve gökgürültüsünün patlayışını
duymak yeterliydi. Bütün ada onlara saygı duymak ya da
tapınaklarını destekleyip onlara tapmak zorundaydı; şefler
ya da halk doğru dürüst armağan göndermemiş, onlara
hakaret ederek kızdırmış yahut kraterlerin etrafındaki ta­
buları çiğnemişse, Kirauea'nın doruğundaki devasa kazanı
erimiş lavla doldurur ve kızgın sıvıyı etrafa atarlardı. Ya
da günahkarların yaşadığı yerlerdeki ölümlülerin krater
adını verdiği bazı evlere giderek bir nehir ya da ateş sütu­
nu halinde günahkarları ezip geçerlerdi. Balıkçılar onlara
denizden yeterli balık getirmemişse aşağı iner, bütün ba­
lıkları öldürür, bütün kumsalları lavla doldurup balık
alanlarını yok ederlerdi. Dolayısıyla, volkan püskürme ha­
lindeyse yahut patlamak üzereyse halk, tanrıların öfkesini
yatıştırıp kızgın akıntıyı durdurmak için ölü, diri ne kadar
domuz varsa kratere ya da lav nehrine atardı.56 Dağda ye­
tişen kimi kutsal kirazları koparmak, yamaçlardaki toprağı
kazmak yahut kratere taş atmak tanrıları kızdıran hareket­
lerdi. Tanrılar duman bulutları çıkarır, yaramazlık yapan o
kişiyi taş yağmuruyla ezer, zifiri karanlıkta ya da yağmur
altında bırakarak yolunu kaybettirirdi. Ama bir bölümünü
tanrıça Pele'ye vermek kaydıyla kutsal kiraz toplayıp ye­
mek serbestti. Kutsal kiraz toplayan kişi kırmızı ve san çi­
leklerle dolu bir dalı alıp uçurumun kenarına gelir ve du­
manın en yoğun olduğu noktaya bakarak, "Pele, işte kiraz­
ların: Birazı senin, birazı benim," derdi. Bunu söyleyerek
dalın bir kısmını kratere atar, kalanını da kendi yerdi.57

56 W. Ellis, a.g.e. iv. 248-250.


57 W. Ellis, a.g.e. iv. 207, 234-236. Kirazlar şekil, boyut ve büyüklük olarak
çalılıklarda yetişen kuşüzümlerine benzer. "Dallar küçük ve temiz, yap­
raklar değişik boylarda, uçları künt ve tırtıllıdır; çiçekler tek taçlı olup,
bakarak o bitkinin decandria mı yoksa monogynia sınıfına mı ait olduğunu
anlamak mümkündü. Bitkinin yerel adı ohelo'dur" (W. Ellis, a.g.e. iv.
234).

239
Dağda insan saçı kadar ince teller şeklinde, koyu zeytin
rengi ve yarı saydam bir tür ince volkanik cam bulunur;
yerliler bunlara tanrıça Pele'nin saçları derler.58 İnananlar
içinde yaşayan ürkütücü tanrıçaya armağan niyetine Kira­
uea kraterine kendi saçlarından bir tutam atarlardı. Bu tan­
rıçanın bir vadinin dibinde bir de tapınağı vardı, burada
beyaz ve sarı kumaşlara sarılmış kaba taştan iki ikon bulu­
nurdu. Rahipler ve Pele'ye tapanlar yılda bir burada top­
lanıp çeşitli ayinler yapar, şölen düzenleyip Hamakua'nın
dindar yerlilerinin kutsal yere bolca getirdiği domuz ve
köpekleri keser, meyveler yerlerdi. Bu yıllık festivalin
amacı volkan tanrıçanın gönlünü alarak ülkeyi depremler­
den ve erimiş lav akınhlarından korumakh.59 Her ne kadar
bu esinlenme dünyevi göze sarhoşluk gibi görünse de vol­
kan tanrıçanın insanları esinlendirdiği düşünülürdü. Bu
esinlenmiş rahibelerden biri, bir misyonere ciddi ciddi tan­
rıça Pele'nin kendisi olduğunu ve onun gibi ölümsüz ol­
duğunu söylemişti. Kadın kurumlu bir havayla, "Ben Pe­
le'yim; hiç ölmeyeceğim; beni izleyenler ölünce, kemikle­
rinin bir parçası Kirauea'ya [volkanın adı] götürülürse, on­
lar da oradaki parlak ateşlerin arasında benimle yaşaya­
cak," demişti.60 O yüzden "Pele'ye tapanlar, ölülerinin
volkan tanrılar topluluğuna kabul edilmesi ve geride ka­
lanları volkan ateşinin hiddetinden koruması umuduyla
kemiklerinin bir parçasını volkana atarlardı."61
Bu son inanç bazı halkların volkana insan atma gelene­
ğini açıklamaya yardıma olabilir. Böyle bir uygulamada
amacın, sadece ürkütücü volkanik ruhların kana susamış­
lıklarını tatmin etmek suretiyle onları yahşhrmak olması
gerekmez; kraterde yanarak ölen kadın ya da erkeklerin
ruhlarının bu kızgın ateşte yaşayan şeytanların arasına ka­
tılıp onların hiddetini dindirmeleri sayesinde insanların

5" W. Ellis, a.g.e. iv. 263.


s• W. Ellis, a.g.e. iv. 350.
60 W. Ellis, a.g.e. iv. 309-3 1 1 .
•ı W. Ellis, a.g.e. iv. 361 .

240
hayatlarını ve mallarını kurtarmak da istemiş olabilirler.
Ancak bu geleneği nasıl açıklarsak açıklayalım, aktif vol­
kan kraterlerine değerli armağanların yanı sıra insan at­
manın dünyanın çeşitli yerlerinde görülen yaygın bir uy­
gulama olduğu açıkhr. Örneğin Nikaragua Yerlileri aktif
volkan Massaya'ya kadın, erkek ve çocuk kurban ederek
kratere atarlardı; ahlan kişilerin kaderlerine gönüllü olarak
razı olduğu belirtilmektedir.62 Daha önceleri Celebeler'in
kuzeyindeki Siao adasında Goowoong Awoo volkanını
sakin tutmak için her yıl bir çocuk kurban edilirdi. Zaval­
lıya dokuz gün süren festival boyunca işkence yapılırdı.
Sonraki dönemlerde çocuğun yerini ahşap kuklalar almış
ve bunlar da aynı şekilde parça parça edilmişti. Halmahe­
ralı Galelareese, Ternate Sultanı'nın adayı volkanın kötü­
lüklerinden korumak için her yıl insan kurbanlar istediğini
ve bunların volkanın kraterine atıldığını söylemektedir.63
Java' da halk Broma ya da Bromok volkanının kraterine her
yıl hindistancevizi, muz, mango, pirinç, tavuk, çörek, giysi,
para ve benzeri şeyler atarak ibadet eder.64 Merkezinde
Bromo kraterinin bulunduğu dağlarda yaşayan aborijin
kabilelerinden Tenggereeselere göre yılın en büyük festi­
vali volkana armağanlar sunulan festivaldir. Bu festival on
ikinci ayın dolunay zamanında yüce rahip tarafından dü­
zenlenir. Her ev bir gün önceden sunacağı armağanları ha­
zırlar. En iyi giysileri içindeki kadın, erkek ve çocuklar do­
lunayda sabah erkenden sıraya girerek Bromo Dağı'na
doğru yola çıkarlar. Dağa giderken, ölülerin ruhlarının
Ölüler Festivali'yle volkana kabul edilene kadar beklediği
düz ve geniş ovadan geçerler. Binlerce insanın farklı yön­
lerden düz kumlara doğru akışı oldukça çarpıcı bir manza­
ra oluşturur. Bu insanlar çevredeki tepelerden inerken, at-

62 Fernandez de Oviedo y Valdes, Historia General y Natura/ de /as Indias


(Madrid, 1851-1855), iv. 74.
"' A. C. Kruijt, Het Animisme in den lndischen Archipel (Lahey, 1906), ss.
497 vd.
64 W. B. d' Almeida, Life in Java (Londra, 1864), i. 166-173.

241
lar dik bayırlardan düzlüğe ulaşır ulaşmaz koşmaya baş­
larlar. Rengarenk ve canlı giysiler, rahiplerin fantastik kos­
tümleri, yol boyu taşman armağanlar yükselen güneşin
ışınları alhnda aydınlanarak manzaraya benzersiz bir çeki­
cilik katar. Kalabalık yiyecek içecek ve armağanların satıl­
dığı kraterin ağzında toplanır. Yüzlerce insanın bütün yıl
boyunca hazırladıkları adaklarla son derece canlı bir man­
zara söz konusudur. Rahipler minderlerin üzerinde sırala­
nırlar ve yüksek rahip gelince, "Bromü, armağanların, bize
verdiklerin ve sana olan şükranlarımızı göstermek için
sunduğumuz armağanları kabul ettiğin için sana teşekkür
ederiz. Çocuklarımızı ve çocuklarımızın çocuklarını kut­
sa," derler. Duanın sona ermesinden sonra rahibin verdiği
işaretle grup ayağa kalkarak dağa tırmanmaya başlar. Kra­
terin kenarına ulaştıklarında, yüksek rahip kratere atılan
yiyecek, giyecek ve paraları tekrar kutsar. Ancak bu arma­
ğanların çok azı ruhlara ulaşır; çünkü yaramaz çocuklar
hayatlarını tehlikeye atmak pahasına kraterin içine üşüşe­
rek sunulan armağanların büyük bir bölümünü alırlar.
Armağanları ellerinden alman ruhlar sadece niyetle ye­
tinmek zorunda kalırlar. Efsaneye göre bir defasında bir
rahip halkını açlıktan kurtarması halinde çocuklarından
birini volkana sunmayı vaat etmişti. Duası karşılık bulmuş
ve o da şükran borcunu ödemek için en küçük çocuğunu
kratere atmıştı.
Java' daki diğer bir aktif volkan olan Smeroe Dağı'nda
yerlilerin dağa çıktıkları zaman taparak dua ettiği iki kü­
çük ikon vardır. Yerliler volkan tanrısının gönlünü yap­
mak için bu figürlerin önüne yiyecek bırakırlar. Antik dö­
nemde Etna'nın kraterine alhn ve gümüş kaplar ve her tür­
lü kurban ahlırdı. Eğer ateş armağanları yutarsa bu iyiye
işaretti; yok, eğer yutmazsa, armağanı sunanın başına mut­
laka kötü bir şey gelecek demekti.65

65 Pausanias, iii. 23. 9. Bazılan Pausanias'ın Etna kraterini, Sicilya içlerin­


deki Palagonia yakınlarında bulunan neftli ve kükürlü su çıkartan Lago

242
Bu örnekler insan ya da tasvir yakma geleneğinin altında
muhtemelen, orada yaşayan aç ruhları ya da tanrıların
gönlünü almak için aktif volkan kraterlerine insan ya da
tasvir atma uygulamasının yattığını göstermektedir. An­
cak Kapadokya'daki Erciyes Dağı'yla Likya'daki Yanartaş
Dağı66 haricinde Batı Asya' da patlamış bir yanardağ kay­
dına rastlarunamaktadır. Bu durumda genel olarak, As­
ya' daki kral ya da tanrı yakma geleneği ile volkan olgusu
arasında hiçbir bağlantı olmadığı sonucuna varabiliriz.
Ama verilen olumsuz cevaba rağmen yine de bu bağlantı
sorusunu gündeme getirmek muhtemelen yararlı olmuş­
tur. Din tarihinde fiziksel çevrenin etkisi konusunun bu­
günkünden daha ayrıntılı ele alınması gerekmektedir. 67

di Naftia adlı bir havuzla karışhrdığını düşünmektedir. Bkz. [Aristote­


les], Mirab. Auscult. 57; Macrobius, Saturn. v. 19. 26 vd.; Diodorus Sicu­
lus, xi. 89; E. H. Bunbury, W. Smith, Dictionary of Greek and Roman Geog­
raphy içinde, "Palicorum lacus" maddesi, ii. 533 vd. Latince Aetna şiirinin
antik şairi halkın Etna'nın zirvesindeki göksel tanrılara hoş kokular sun­
duğunu söylemektedir (vv. 340 vd.).
66 Likya'daki Yanartaş Dağı'nda hiçbir şekilde sönmeyen bir ateş sürekli

yanmaktadır. Bkz. Plinius, Nat. Hist. ii. 236, v. 1 00; Servius'un "Virgilius,
Aen. vi. 288"e şerhi; Seneca, Epist. x. 3. 3; Diodorus, alıntılayan Photius,
Bibliotheca, ss. 212 B, 10 vd., (ed.) 1. Bekker (Berlin, 1824). Likya sahilin­
deki Porto Genovese yakınlarındaki bu sönmeyen ateş Kaptan Beafort
tarafından bulunmuştu. Kolayca ufalanan bir yılantaşı kayanın üstünden
çıkan bu ateş yoğun sıcaklık vermekle birlikte duman çıkarmaz. "Bu kü­
çük kraterin etrafında ağaçlar, çalılar ve otlar biter, hemen altından kü­
çük bir su akar, ateş ancak çevresindeki birkaç santimlik zemini ısıhr."
Ateşe yer sarsıntılarının veya seslerin eşlik etmesi söz konusu değildir;
içinden taş fırlamaz veya zehirli gazlar çıkmaz. Çobanların üstünde ye­
mek pişirdiği sönmeyen parlak bir alevden başka bir şey yoktur. Bkz. F.
Beaufort, Karmania (Londra, 1817), s. 46; bkz. T. A. B. Spratt ve E. Forbes,
Travels in Lycia (Londra, 1 847), ii. 181 vd.
67 Asya çerçevesinde ele alınan yukarıdaki tarhşmayı Kapadokya, Lidya

ve Karya ile sınırlı tuttum. Ancak Adonis ve Melkart'ın vatanı olan Suri­
ye ile Filistin "volkanik olaylardan yana zengin olup dönem dönem bü­
yük yer sarsıntılarına, yıkımlara, can ve mal kayıplarına sahne olmuştur.
Tarihte Sayda, Sur, Beyrut, Laodicea ve Antakya ile Kıbrıs adasında
meydana gelen depremlerin yarathğı felaketlerden bolca söz edilmekte­
dir. Ölü Deniz çevresindeki bölgenin çeşitli noktalarında Tristram'ın

243
volkan kaynaklı olduğunu düşündüğü kükürt ve katran tabakaları gö­
rülmektedir." (C. Lyell, Principles of Geology, i. 592 vd.) Suriye ve Feni­
ke' de meydana gelen depremler için bkz. Strabon, i. 3. 16, s. 58; Lucre­
tius, vi. 585; Josephus, Antiquit. Jud. xv. 5. 2; aynı yazar, Beli. Jud. i. 19. 3;
W. M. Thomson, The Land and the Book, Central Palestine and Phoenicia, ss.
568-574; (Ed.) Robinson, Biblica/ Researches in Palestine, ii. 422-424; S. R.
Driver, "Amos iv. 1 1 " üzerine, (Cambridge Bible for Schoo/s and Colleges).
Antakya'nın İmparator Justinianus zamanında meydana gelen korkunç
bir depremde tamamen yerle bir olduğu ve üç yüz bin insanın öldüğü
söylenmektedir (Procopius, De Bel/o Persico, ii. 14). Sodom ve Gomo­
re'nin (Yaratılış, xix. 24-28) meydana gelen bir deprem sonucu ortaya çı­
kan büyük miktarda petrol ve yanıcı gaz nedeniyle yok olduğu belirtil­
mektedir. Bkz. H. B. Tristram, The Land of Israe/, Dördüncü Baskı (Lond­
ra, 1 882), ss. 350-354; S. R. Driver, The Book of Genesis, (Londra, 1905), ss.
202 vd.

244
IX. Bölüm
Adonis Ayini

Şimdiye kadar Adonis mitini, Biblos ve Paphos'taki


Adonis efsanelerini ele aldık. Bu efsaneleri ele alan tartış­
ma bizleri, eski tarihlerde Sami halklarda kentin ilahi
efendisi olan Adonis'in genellikle rahip kralların ya da
kraliyet ailesinin diğer üyelerinin kişiliğinde temsil edildi­
ği ve bu insan temsilcilerin yaşlandıklarında düzenli ola­
rak veya zaman zaman öldürüldükleri sonucuna götürdü.
Ayrıca Küçük Asya' daki bazı gelenek ve anıtların da ben­
zer bir uygulamanın izlerini taşıdığı görüldü. Bu acımasız
gelenek zaman içinde çeşitli şekillerde hafifledi; örneğin,
insanın yerini temsili bir suret ya da hayvan aldı ya da
kurban edilmiş süsü verilerek kaçmasına izin verildi. Bü­
tün bu sonuçlar dağınık ve çoğu zaman muğlak gösterge­
lerden çıkarılmaktadır. Bu göstergeler bölük pörçük ve be­
lirsizdir, dolayısıyla sonuçlar da kaçınılmaz olarak zayıf
bir temele oturmaktadır. Bizim konumuzda olduğu gibi
kayıtların mükemmel olmaktan uzak olduğu yerde devre­
ye büyük ölçüde hipotez unsuru girmekte ve birbirinden
kopuk olguları bir araya getirerek yorumlamaktadır. Bu
yorumların gerçeğe ne kadar uyduğunu gelecekteki araş­
tırmalar belirleyecek.
Yolumuzu bulurken, geçmişin, tarihin lambasından çok
az yararlanabildiğimiz karanlık bölgelerinden çağdaş Yu­
nan yazarlarının berrak zekalarıyla aydınlattıkları sonraki
klasik antik döneme geçmek rahatlatıcı olacak. Nitekim
Adonis ayinleriyle ilgili bütün bilgilerimizi bu yazarlara
borçluyuz. Uygulamanın sahibi olan Samiler bu ayin hak-

245
kında çok az bilgi vermişlerdir; en azından, aktardıkları
bilgilerin çok azı günümüze ulaşmıştır. Dolayısıyla aşağı­
daki anlatımların esas kaynağı gördüklerini anlatan Yunan
yazarlardır; insana! hissiyatın gelişimiyle birlikte kaba ta­
pınma biçimlerinin kısmen yumuşadığı bir dönemdir bu.
Batı Asya' da ve Yunan adalarında düzenlenen Adonis
festivallerinde her yıl tanrının ölümü için yas tutulur; özel­
likle kadınlar kendilerini paralayarak ağlaşırlar; gömül­
mek üzere taşınan cesede benzetilmiş Adonis figürleri de­
nize ya da nehre atılır;1 bazı yerlerde de ertesi gün yeniden
dirilişi kutlanır.2 Ancak kutlamanın şekli ve mevsimi ba­
kımından farklı yerlerde farklı uygulamalar görülürdü. İs­
kenderiye' de Afrodit ve Adonis ayrı divanlarda sergile­
nirdi; yanlarında her türlü meyve, çörek, çiçek saksılarında
yetiştirilmiş bitkiler ve anason kokulu yeşillikler olurdu.
Bir gün aşıkların evliliği kutlanırken, ertesi gün dağınık
saçlı, çıplak ayaklı, yas kıyafetleri giymiş kadınlar çıplak
göğüslerinin üstünde ölü Adonis tasviriyle deniz kıyısına
kadar yürüyüp tasviri denize atarlardı. Ancak bu umutsuz
bir üzüntü değildi, çünkü ölünün bir gün tekrar geri gele­
ceğini anlatan şarkılar söylerlerdi.3 Bu İskenderiye töreni­
nin ne zaman yapıldığı açıkça belirtilmemektedir; ancak
olgun meyvelerden söz edilmesine bakılırsa yaz sonlarına
doğru olmalıdır.4 Adonis, Biblos'taki büyük Astarte tapı­
nağında her yıl flütün tiz notalarıyla, gözyaşlarıyla, ağıt­
larla ve sineler dövülerek anılırdı; ama ertesi gün yeniden
dirilip kendisine tapanların önünde göğe yükseleceğine
inanılırdı. Geride kalan yüreği yanık inananlar, tıpkı kutsal
boğa Apis'in ölümünden sonra kafalarını kazıtan Mısırlılar

1 Plutarkhos, Alcibiades, 18; aynı yazar, Nicias, 13; Zenobius, Centur. i. 49;
Theocritus, xv. 132 vd.; Eustathius, "Homeros, Od. xi. 590" üzerine.
2 İ skenderiyeli Cyril, ln lsaiam, kitap ii. cilt iii. Cyril'in anlathklanndan,
Adonis'in ölüm ve yeniden diriliş festivalinin kendi zamanına yani dör­
düncü hatta beşinci yüzyıla kadar, Hıristiyanlığın ortaya çıkışından çok
sonraki dönemlere kadar İskenderiye' de de düzenlendiğini öğreniyoruz.
� Teocritus, xv.

4 W. Mannhardt, Antike Wald-und Feldkulte (Bertin, 1877), s. 277.

246
gibi kafalarını kazıhrlardı; güzel buklelerine kıyamayan
kadınlarsa festivalin belli bir gününde kendilerini yabancı­
lara verir, bu günahtan kazandıkları parayı da Astarte'ye
adarlardı.5
Anlaşıldığı kadarıyla Fenike'deki bu festival ilkbaharda
düzenlenmekteydi, çünkü tarih Adonis nehrinin renk de­
ğiştirme dönemine denk getirilmekteydi ki, modem sey­
yahlara göre bu da ilkbaharda meydana gelmektedir. O
dönemde yağmurun dağlardan kopararak nehre hatta de­
nize akıthğı kırmızı toprak nehir ve denizin rengini kızıla
çevirir. Bu rengin her yıl Lübnan Dağı'nda yaban domuzu
tarafından yaralanarak öldürülen Adonis'in kanı olduğuna
inanılır.6 Yine, Adonis'in kanından kırmızı anemonların
fışkırdığı ya da bunların Adonis'in kanına bulandığı söy­
lenir;7 Suriye' de anemonlar Paskalya zamanı açlığına göre,

5 Lukianos, De dea Syria, 6. Bkz. yukarıda, s. 52. Fenikelilerin Adonis ağı­


dı sırasında kullandıkları flütlerden Athenaus (iv. 76, s. 174 F) ile Pollux
da söz etmektedir. Pollux, Fenikelilerin hem flüt hem de Adonis için
gingras sözcüğünü kullandığını söylemektedir. Bkz. F. C. Movers, Die
Phoenizier, i. 243 vd. Babil'deki Tammuz ayinlerinde de (yukarıda, s. 20)
flüt çalındığını görmüştük. Lukianos'ın ifadeleri, tanrının, inananların
gözleri önünde değilse bile onların inancında göğe yükseldiğini ima et­
mektedir. Biblos'taki Adonis ayininden Strabon da söz etmektedir (xvi.
2. 18, s. 755).
6 Lukianos, De dea Syria, 8. H. Maundrell, ırmakla denizin 17 Mart 1696
ve 27 Mart 1697 tarihlerinde kızıla döndüğünü kaydetmiştir. Bkz. /our­
ney from Aleppo to /erusalem, at Easter, A.D. 1697, Dördüncü Baskı, (Perth,
1 800), ss. 59 vd.; aynı yazar, Bohn, Early Travels in Palestine içinde, (ed.)
Thomas Wright (Londra, 1848), ss. 4 1 1 vd. Renan renk değişiminin Şubat
başında yaşandığını söylemektedir (Mission de Phenicie, s. 283). Milton,
konuyla ilgili iyi bilinen sabrlannda yasın yaz mevsimine denk geldi­
ğinden söz etmekteydi:
"Sonra arkadan Tammuz geldi,
Lübnan 'daki yarasıyla her yıl insan/an büyüleyip,
Bütün bir yaz günü sevgi dolu manilerle
Suriyeli genç kızları kaderine ağıtlar yaktıran."
7 Ovidius, Metam. x. 735; Servius, "Virgilius, Aen. v. 72" üzerine; J. Tzet­

zes, "Lycophron, 831"e şerh. Öte yandan Bion, dağlalesinin Afrodit'in


gözyaşlarından çıkhğıru söyler (ldyl. i. 66).

247
Adonis festivalinin ya da en azından festivallerinden biri­
nin ilkbaharda düzenlendiği düşünülebilir. Çiçeğin adı
muhtemelen Adonis'in sıfatlarından biri olan Naaman'dan
("sevgili") gelmektedir. Araplar anemona hala "Naa­
man'ın yaralan" derler.8 Kırmızı gülün de rengini üzücü
bir olaya borçlu olduğu söylenmekteydi; buna göre, yaralı
sevgilisine yetişmeye çalışan Afrodit beyaz güllerin üstüne
basmıştı; zalim dikenler nazik derisini yırtmış ve kutsal
kanı beyaz gülleri sonsuza dek kırmızıya çevirmişti. 9 Çiçek
takviminden elde edilen kanıtlara bu kadar fazla vurgu
yapmak ve de özellikle güllerin açması gibi hassas bir tar­
tışmanın üstünde bu kadar durmak belki de gereksizdir.
Ancak şanı gülünü Adonis'in ölümüne bağlayan öykü bir
ilkbahar kutlamasından çok yaz kutlamasına işaret etmek­
tedir. Festival Attika'da kesinlikle yazın ortasına denk
gelmekteydi. Çünkü Atina'nın Siraküza'ya karşı hazırladı­
ğı ve yok olmasıyla birlikte Atina'nın kalıcı biçimde zayıf
düşmesine yol açan filo yaz ortasında denize açılmıştı ve
uğursuz bir rastlantı sonucu bu sefer tam da kasvetli Ado­
nis ayinleriyle çakışmıştı. Askerlerin gemilere binmek üze­
re limana doğru giderken geçtiği sokaklar tabutlarla ve ce­
sede benzeyen tasvirlerle doluydu ve havada ölü Adonis
için ağıtlar yakan kadınların sesleri yankılanıyordu. Bu
yüzden Atinalılann denize açılan en muhteşem silahları­
nın üstüne kasvetli bir hava çökmüştü.10 Bundan yüzyıllar

8 W. Robertson Smith, "Ctesias and the Semiramis Legend," English His­


torica/ Review, ii. (1887), s. 307, -yazar Lagarde'yi izliyor. Bkz. W. W. Graf
Baudissin, Adonis und Esmun, ss. 88 vd.
9 J. Tzetzes, "Lycophron, 831"e şerh; Geoponica, xi. 17; Mythographi Graeci,
(ed.) A. Westermann, s. 359. Bkz. Bion, Idyl. i. 66; Pausamas, vi. 24. 7; Phi­
lostrahıs, Epist. i. ve iii.
10 Plutarkhos, Alcibiades, 18; aynı yazar., Nicias, 13. Vatandaşlarının batıl
inançlarını her zaman küçümseyen Thukydides bile filonun denize açılış
tarihine dikkat çekmektedir. Argiveli kadınlar da Adonis için ağıtlar ya­
kardı (Pausanias, ii. 20. 6), ancak onların anma tarihi hakkında bir şey
bilmiyoruz. Yazıtlar, Pire' de Adonis adına tören alayları düzenlendiğini
ve Karya'daki Loryma'da (Bozukkale) da kendisine inananların bulun-

248
sonra İmparator Jülianus Antakya'ya ilk kez ayak bash­
ğında, Doğu'nun bu renkli ve zengin başkentinin Ado­
nis'in ölümünden sonra kedere boğulduğunu görmüştü.
Jülianus'un yaklaşan uğursuzluğa dair herhangi bir önse­
zisi var idiyse eğer, kulağına kadar gelen bu ağıtlar onun
için ölüm habercisi olmalıydı. 1 1
Bu törenlerle başka bir yerde anlattığım12 Hint ve Avru­
pa törenleri arasında açık bir benzerlik vardır. Özellikle de
kuşkulu görünen düzenlenme tarihleri dışında İskenderiye
törenleri Hint törenleriyle neredeyse bire bir örtüşmekte­
dir. Her ikisinde de bitkilerle yakın ilişkilerine etraflarını
saran bitkilerce işaret edilen iki kutsal varlığın evliliği tem­
sili suretler, kuklalar aracılığıyla kutlanmakta ve ardından
kuklalara ağıtlar düzülüp bunlar suya atılmaktadır.13 Bu
geleneklerin birbirleriyle ve modem Avrupa'daki ilkbahar
ve yaz dönümü gelenekleriyle benzerliklerine bakarak
hepsine ortak bir açıklama getirmek mümkündür. Dolayı­
sıyla, berikine getirdiğim açıklama doğruysa, Adonis'in
ölüm ve yeniden diriliş törenlerinin aynı zamanda bitkiler
aleminin ölüp yeniden canlanmasının simgesi olması ge­
rekir. Bu şekilde geleneklerin benzerliğine dayanan yorum
Adonis efsane ve ritüllerinin şu özellikleriyle de doğru­
lanmaktadır. Adonis'in bitkilerle yakından ilişkili olduğu
doğumuyla ilgili meşhur öyküden hemen anlaşılmaktadır.
Adonis'in mür ağaandan doğduğu, on aylık bir gebeliğin
ardından ağacın kabuğunun patlayarak sevimli çocuğu
dünyaya getirdiği söylenmekteydi. Kimilerine göreyse bir
domuz, kabuğu ısırarak açmış ve bebeği dünyaya getir­
mişti. Adonis'in annesinin, bebeği doğurduktan kısa bir
süre sonra mür ağacına dönüşen Mür adlı bir kadın oldu-

duğunu göstermektedir. Bkz. G. Dittenberger, Sylloge Inscriptionıım Grae­


carıım, No. 726, 741 (cilt ii. ss. 564, 604).
11
Ammianus Marcellinus, xxii. 9. 15.
1 2 The
Dying God, ss. 261-266.
u Ancak İ skenderiye'deki törenlerde denize sadece Adonis figürü atıl­

maktadır.

249
ğu söylenerek efsaneye hafif bir rasyonalizm kazandırıl­
maya çalışılmıştı. 14 Bu öykü Adonis festivallerinde mür
kokusu kullanmaktan da kaynaklanmış olabilir.15 Benzer
Babil ayinlerinde16 ve puta tapan İbranilerin Astarte' den
başkası olmayan Gök Kraliçesi'nin17 onuruna düzenlediği
törenlerde de koku yakıldığını görmüştük. Yine, Adonis'in
yılın yarısını ya da bazılarına göre üçte birini aşağı dünya­
da, kalanını da yukarı dünyada geçirdiğine dair öyküsü en
basit ve en doğal olarak, bitkileri, özellikle de yılın yansın­
da toprak altında olan ve diğer yarısında yukarı çıkan eki­
ni temsil ettiği varsayımıyla açıklanabilir. Her yıl tekrar
eden doğal olaylar arasında, ölüm ve yeniden diriliş fikri­
ne işaret eden en açık olgu bitkilerin sonbaharda yok olup
ilkbaharda yeniden ortaya çıkmasıdır. Adonis, güneşin ye­
rini tutmaktaydı; ancak güneşin sıcak ve tropik bölgeler­
deki yıllık hareketlerinde, yılın yarısında ya da üçte birin­
de ölü, yansında ya da üçte ikisinde canlı olduğunu göste­
ren bir şey yoktur. Aslında kışın zayıfladığı düşünülebilir,
ancak ölmesi söz konusu değildir; günlük yeniden çıkışları
ise bu varsayımla çelişmektedir. 18 Güneşin her yıl enleme
göre yirmi dört saat ile altı ay arasında değişen bir sürede
sürekli batık durumda olduğu Kuzey Kutup Dairesi bağ­
lamında Adonis'in ölümünden ve yeniden dirilişinden söz

14 Apollodoros, Bibliotheka, iii. 14.4; Antoninus Liberalis, Transfonn. 34; ].


Tzetzes, "Lycophron, 829"a şerh; Ovidius, Metamorph. x. 489 vd.; Ser­
vius'un "Virgilius, Aen. v. 72"ye ve "Bucol. x. 18"e şerhi; Hyginus, Fab.
58, 1 64; Fulgentius, iii. 8. Myrrha (Mür) ya da Smyma sözcüğü Fenike di­
linden geçmiştir (Liddel ve Scott, Greek Lexicon, "aµlıQva" maddesi). Do­
layısıyla hem annenin hem de oğlunun adlan doğrudan Samilerden
alınmışhr.
15 W. Mannhardt, Antike Wald und Feldkulte, ss. 383, dipnot 2.
16 Yukanda, s. 20.
17 Yeremya xliv. 17-19.
18
Daha önceleri güneş kuramını savunan ancak sonradan bu görüşe hak­
lı olarak karşı çıkarak "dass Adonis die Frühlings-vegetation darstelt, die im
Sommer abstirbt" (Adonis und Esmun, ss. 169 vd.) görüşünü benimseyen
değerli ve açık sözlü araşhrmao Graf Baudissin Adonis'i güneşle açık­
lamaya çalışan argümanlan reddetmektedir.

250
edilebilir belki; ama talihsiz astronom Bailly 1 9 dışında hiç
kimse Adonis tapınmasını Kutup bölgelerine bağlamaya
kalkmamışhr. Öte yandan bitkilerin her yıl ölüp yeniden
dirilmesi, insana kendini vahşiliğin ve uygarlığın her aşa­
masında dayatan bir kavramdır; bu sonsuz yok oluş ve
yeniden dirilişin ölçeğinin genişliği varlığını sürdürmek is­
teyen insanın ona olan bağımlılığıyla birleşerek en azından
sıcak bölgelerde doğanın en etkileyici yıllık olayını mey­
dana getirmektedir. Bu kadar önemli, bu kadar çarpıcı, bu
kadar evrensel bir olayın benzer fikirlere kaynaklık ederek
birçok ülkede benzer dini törenlere esin kaynağı olması şa­
şırhcı değildir. Dolayısıyla, doğanın gerçekleriyle ve diğer
topraklardaki benzer dini törenlerle bu kadar iyi örtüşen
bir Adonis tapınması açıklaması kabul edilebilir bir açık­
lamadır. Ayrıca bu açıklama, ölen ve yeniden dirilen tanrı­
yı tekrar tekrar hasat edilen ve filizlenen tanecikler şeklin­
de yorumlayan antik dönem insanları arasında hakim olan
genel düşünce tarafından da desteklenmektedir.
Bir ekin-ruh olarak Tammuz ya da Adonis karakteri
onuncu yüzyılda bir Arap yazarın yaphğı bir festival anla­
tımında bütün açıklığıyla tasvir edilmektedir. Yazar Har­
ranlı dinsiz Suriyelilerin yılın farklı dönemlerinde düzen­
ledikleri ayinleri ve kurban törenlerini anlahrken şöyle
demektedir: "Tammuz [Temmuz]. El-Bukılt yani ağlayan
kadınlar festivali bu ayın ortasında olup, Tanrı Ta-uz'un
adına düzenlenen Ta-uz festivali budur. Kadınlar onun
için gözyaşı dökerler, çünkü efendisi onu zalimce öldür-

19 Bailly, Lettres sur /'Origine des Sciences (Londra ve Paris, 1777), ss. 255
vd.; aynı yazar, Lettres sur /'Atlantide de Platon (Londra ve Paris, 1 779), ss.
1 14-125. Cariyle, zavallı masum Bailly'nin sulusepken yağmurlu, ürkü­
tücü bir Kasım günü nasıl Parislilerin lanetleri ve haykınşlan arasında
darağacına sürüklendiğini tasvir etmişti (French Revolution, kitap v, böl.
2). Dostum, müteveffa Profesör C. Bendall bana, Hindu bir beyefendinin
yazdığı, Aryanların ilk yurtlarının Kutup bölgeleri olduğunu öne süren
kitabını göstermişti. Bkz. Bal Gangadhar Tilak, The Arctic Home in the Ve­
das (Poona ve Bombay, 1903).

251
müş, kemiklerini değirmende unufak etmiş ve sonra da
bunları rüzgara savurmuştu. [Bu festival sırasında] Kadın­
lar değirmende öğütülmüş hiçbir şey yemez, sadece suda
ıslatılmış buğday, tatlı burçak, hurma, kuru üzüm ve ben­
zeri şeylerle yetinirler."20 Tammuz' dan başka bir şey ol­
mayan Ta-uz burada Bums'ün John Barleycom'una ben­
zemektedir -

"Kavurucu alevlerin içinde erittiler


Kemiklerinin iliğini;
Ama bir değirmen kullanıldı, daha kötüsü -
İki taşın arasında ezdiler onu. "

Adonis'in doğasının bu şekilde tahıllar üstünde -deyiş


yerindeyse- yoğunlaşması Adonis' e tapanların tarihsel dö­
nem içinde ulaştığı kültür aşamasının karakteristiğidir.
Avlanma ve çobanlıktan oluşan göçer hayatını artık geride
bırakmışlardı; yüzyıllardır yerleşik bir yaşam sürdürmek­
teydiler ve geçimlerini esas olarak tarımdan sağlamaktay­
dılar. Daha vahşi ataları için hayati önem taşıyan yabani
meyveler, kökler ve çayırların otları onlar için çok önemli
değildi; düşünce ve enerjileri her geçen gün artık yaşamla­
rının merkezi olan ekin üstünde yoğunlaşmaktaydı; buna
bağlı olarak genelde bereket tanrılarının ve özelde ekin­
ruhunun gönüllerinin alınması konusu da giderek dinin
merkezine oturmaktaydı. Bu ayinlerin tamamen pratik bir
hedefi vardır. Yani bitkilerin yeniden doğuşuna sevinip
yok oluşları için yas tutmalarının nedeni muğlak şiirsel
duygular değildir. Adonis tapınmasının temeli açlık duy­
gusu ya da korkusuydu.
Rahip Lagrange, Adonis yasının özünde, o sırada çiftçi­
lerin orakları altında yok olan ya da harman yerinde öküz-

20
D. Chwolsohn, Die Ssabier und der Ssabismus (St. Petersburg, 1856), ii.
27; aynı yazar, Ueber Tammilz und die
Menschenverehrung bei den alten Babylioniern (St. Petersburg, 1860), s. 38.
Bkz. W. W. Graf Baudissin, Adonis und Esmıın, ss. 1 1 1 vd.

252
lerin toynakları alhnda ezilerek ölen ekin-tanrının gönlünü
yapmaya yönelik bir hasat ayini olduğunu düşünmektey­
di. Erkekler ekin-tanrıyı öldürürken, kadınlar evde ölü­
müne çok üzülmüş gibi yapıp timsah gözyaşları dökerek
öfkesini yatıştırmaya çalışıyordu.21 Kuram ilkbahar veya
yaza denk gelen festival tarihleriyle tam olarak örtüşmek­
tedir; zira Adonis' e tapınılan topraklarda arpa ve buğday
hasadı sonbaharda değil ilkbaharda ve yazın yapılmakta­
dır. 22

21 M. ]. Lagrange, Etudes sur !es Religions Semitiques (Paris, 1905), ss. 307
vd.
22 İ skenderiyeli Philon ekin hasadının ilkbahar ortalarında yapıldığını

söylemektedir (De special. legibus, i. 1 83, cilt. V, s. 44, ed. L. Cohn). Profe­
sör W. M. Flinders Petrie bu konuda bana şöyle yazıyor: "Kıpti takvimi­
ne göre Yukan Mısır' da buğday hasadının başlangıç tarihi 2 Nisan, Aşa­
ğı Mısır'da 2 Mayıs'tır. Filistin'de arpa hasadı buğdaydan iki veya üç
hafta önce yapılır, ancak Mısır'da muhtemelen daha erken yapılmakta­
dır. Filistin'de hasat mevsimi aşağı yukarı Kuzey Mısır'dakine denk
gelmektedir." Filistin için şunlar söylenmektedir: "Filistin' de hasat mev­
simi Nisan' da arpa hasadıyla; Ü rdün vadisinde Mart sonunda başlamak­
tadır. Arpa hasadının sonuyla buğday hasadının başlangıa arasında iki
veya üç haftalık bir ara vardır. Dolayısıyla, genel olarak hasat mevsimi
yaklaşık yedi hafta sürmektedir." O. Benzinger, Hebriiische Archiiologie,
Freiburg ve Leipzig, 1894, s. 209). "Filistin'in başlıca tahıl ürünleri arpa,
buğday, mercimek, mısır ve akdarıdır. Akdarı üretimi çok kısıtlı olup
hasadı Mayıs sonunda tamamlanır. Ü rdün vadisinin daha sıcak bölgele­
rinde arpa hasadı Mart sonuna kadar tamamlanır . Ülke genelinde buğ­
day hasadı Mayıs sonunda doruk noktasına ulaşır, bir tek Celile' deki
yüksek arazilerde iki haftalık bir gecikme yaşanır." (H. B. Tristram, Tlıe
Land of lsrael, Dördüncü Baskı, Londra, 1882, ss. 583 vd.) Profesör Gard­
ner, Yunanistan'da hasadın ovalarda Nisan-Mayıs aylarında, yüksek
yerlerde bundan bir ay sonra yapıldığını söylemektedir. Ayrıca şunu ek­
lemektedir: "Bu durumda, alçak bölgelerde arpa hasadı Nisan'ın ikinci
yansında, buğday hasadı ise Mayıs' ta yapılmaktadır, ancak bilindiği gibi
bölgeler arasında büyük iklim farkları bulunmaktadır; aynı durum bir
aylık farkla yapılan üzüm hasadı için de söz konusudur." Gournia'da
kazı yapan Mrs. Hawes (Miss Boyd) Girit'te arpa hasadının Nisan ile
Mayıs başlannda, buğday hasat ve harmanının 20 Haziran' dan sonra
yapıldığını, ancak bu tarihlerin deniz seviyesinden yüksekliğe göre deği­
şiklik gösterdiğini söylemektedir. Haziran Eğriboz'da harman mevsimi­
dir (R. A. Arnold, From the Levant, Londra, 1868, i. 250). Dolayısıyla ilk-

253
Bu şekilde yorumlandığında Adonis'in ölümü, genel ola­
rak bitkilerin yaz sıcağındaki yahut kış soğuğundaki doğal
ölümleri değildir; bu ölümde ekinin, onu tarlada keserek
harman yerinde parçalara ayıran ve değirmende öğüterek
una çeviren insan tarafından yok edilmesi söz konusudur.
Nitekim son dönemlerde Adonis, Levant'ın tarımla uğra­
şan halklarına kendini esas olarak bu şekilde göstermişti;
ama en baştan itibaren ekinden başka bir şey olmadığı ko­
nusu kuşkuludur. Önceki dönemlerde çobanlar için yağ­
murdan sonra boy veren ve zayıf düşmüş aç sığırlara zen­
gin otlaklar sunan taze çayır da olabilir. Daha da eski tarih­
lerde, güz ağaçlarının vahşi avalarla eşlerine sunduğu sert
kabuklu yemişlerle yumuşak meyvelerin ruhunun vücut
bulmuş hali olabilir. Ve tıpkı çiftçinin, tükettiği ekinin ru­
hunun gönlünü alması gibi, çobanların sığırlarının hapır
hupur yediği ot ve yaprakların, avcıların da çıkardıkları
köklerin ve daldan topladıkları meyvelerin ruhunu yatış­
tırması gerekir. Hepsinde de yaralı ve öfkeli ruhlar, elim
bir kaza veya zorunlulukla katledilip soyulmak suretiyle
öldüklerinde yakılan yüksek sesli ağıtların eşlik ettiği ay­
rıntılı bahaneler ve özürlerle yatıştırılmaktadır. Burada sa­
dece eski dönemlerin vahşi avasının ya da çobanının he­
nüz soyut bir bitki kavramına ulaşmadığını; buna bağlı
olarak kafalarındaki Adonis'in bütün bir bitki aleminin ki­
şileştirilmesinden çok tek tek her ağaç ve bitkinin Adon'u
ya da efendisi olması gerektiğini akıldan çıkarmamamız
gerekmektedir. Dolayısıyla ne kadar ağaç ve çalı varsa o
kadar çok Adonis olacak ve kişiliğine ya da gövdesine ve-

bahardaki Adonis festivalinin Mart ayındaki ilk arpa hasadıyla, yaz fes­
tivalinin ise Haziran' daki son buğday harmanıyla çakışması muhtemel
görünmektedir. Rahip Lagrange (a.g.e., ss. 305 vd.) Adonis ayinlerinin
yazları her zaman Haziran ayının sonlarında ya da ondan kısa bir süre
sonra gerçekleştirildiğini söylemektedir. Baudissin de sadece yaz tören­
lerinin tarihlerinin sabit olduğunu, ilkbaharda yapılan törenlerin tanrı­
nın ölümünden başka bir nedeni olması gerektiğini kaydetmektedir.
Bkz. Adonis und Esmun, ss. 132 vd.

254
rilen hasar için her bitki ayrı ayrı yatıştırılmayı bekleyecek­
tir. Böylece her yıl bitkilerin yapraklarının dökülmesiyle
birlikte Adonis de sohbaharın kızıl yapraklarıyla birlikte
kanaya kanaya ölecek ve ilkbaharın taze yeşilliğiyle birlik­
te tekrar yaşama dönecektir.
Adonis'in eski tarihlerde zaman zaman yaşayan ve tanrı
karakterinde öldürülen bir insanın kişiliğine büründüğünü
düşünmek için nedenler bulunduğunu görmüştük. Ayrıca
Doğu Akdeniz'in tarımcı halkları arasında, belli bir adı
olan ekin-ruhunun genellikle hasat alanında kesilen insan
kurbanlar tarafından temsil edildiğini gösteren kanıtlar
bulunmaktadır.23 Bu doğruysa, bu durumda ekin-ruhunun
gönlünün alınması bir yere kadar ölülere tapınmayı da te­
tikleyecektir. Çünkü bu kurbanların ruhlarının, kanlarıyla
suladıkları başaklarla yaşama dönüp, ekin hasadıyla bir­
likte ikinci kez öldükleri düşünülebilir. Şiddet yoluyla öl­
dürülenlerin fırsatını bulur bulmaz katillerinden intikam­
larını alacakları kesindir. Dolayısıyla, öldürülen ekin-ruhu
yatıştırmakla kurbanların ruhlarını yatıştırmak en azından
halkın gözünde iç içe geçecektir. Böylece filizlenen ekin bi­
çiminde geri dönen ölülerin, yumuşak bahar havasıyla
uzun uykularından uyanan bahar çiçekleri olarak da geri
döndükleri düşünülebilir. Bunlar uzun zamandır çimlerin
altında dinleniyorlardı. Toprağın içinden filizlenen me­
nekşelerin, sümbüllerin, güllerin ve anemonların onların
kanıyla morarıp pembeleşerek onların ruhlarının bir bö­
lümünü almasından daha doğal ne olabilir?

"Yazıda gördüğün her lale bahçesinde


Beslenmiş bir hünkarın kanıyla her lale
Yerden dikilen her menekşe yaprağı
Benmiş bir zamanlar bir güzelin yanağında"

23 W. Mannhardt, Mythologische Forschungen (Strasburg, 1884), ss. 1 vd.;


Spirits of the Corn and of the Wild, i. 216 vd.

255
"Akarsuyun kenarında biten her ot
Gülen meleğin dudağından parıldıyor sanki
Yavaşça yaklaş ona aman çığlık atmasın
Değil mi ki bir lale yüzlünün toprağından serpildi "24

On yedinci yüzyıl Avrupası'nın en kanlı savaşı olan


Landen savaşının ertesi yaz yirmi bin ölünün kanlarıyla
sulanan toprakta milyonlarca gelincik açmış, bu uçsuz bu­
caksız kızıl çarşafın yanından geçen seyyah toprağın ölüle­
ri serbest bıraktığını düşünmüştü.25 Atina'da Büyük Ölüle­
ri Anma Günü ilk çiçeklerin açtığı Mart ayının ortalarında
kutlanmaktaydı. Ölülerin o gün mezarlarından çıkıp so­
kaklarda dolaşarak, bu rahatsız ruhların içeri girmesini
engellemek için kapıları ip, geyik dikeni ve perdelerle ka­
patılan tapınak ve evlere girdikleri düşünülürdü. En kesin
ve en doğal yoruma göre bu festivalin adı Çiçek Festiva­
li' dir. Nitekim, zavallı hayaletlerin çiçeklerin açmasıyla da­
racık evlerinden gerçekten çıktıkları düşünülmüşse, bu ad
törenlerin özüyle de örtüşmekteydi.26 Dolayısıyla, Adonis
tapınmasında, dehşet saçan bir şey olarak değil, kurbanla­
rını kendisine çekip onları ninniyle ebediyen uyutan hi­
lekar bir büyücü olarak tasavvur edilen, düşsel bir şehveti

24 Hayyam' a isnat edilen, birincisi "Der her deşti ki lalezari bı'.'ıde est" ve
diğeri "Her sebze ki ber kenar-ı cı'.'ıyi" ile başlayan iki rubai. Frazer, Fitz­
gerald'ın oldukça serbest sayılabilecek İngilizce çevirisini kullanıyor -en.
25
T. B. Macaulay, History of England, böl. xx, cilt iv (Londra, 1855), s. 410.
26 Ö
lüler festivali için kullanılan Anthesteria adının anlamına dair bu açık­
lama R. Wünsch'e aittir (Das Frühlingsfest der insel Malta, Leipzig, 1902,
ss. 43 vd.). Dr. A. W. Verrall'ın yapbğı zekice türetmeyi; söz konusu ke­
limeyi "ruh çağırma" anlamına gelecek şekilde ava8iaaaa8m" fiilin­
,,

den getirmesini kabul etmiyorum ("The Name Anthesteria, "fournal of


Hel/enic Studies, xx (1900), ss. 1 15-1 1 7). Festival için bkz. E. Rohde, Psyche,
(Tübingen ve Leipzig, 1903), i. 236 vd.; Miss J. E. Harrison, Prolegomena to
the Study of Greek Religion (Cambridge, 1908), ss. 32 vd. Annam'da topra­
ğın yeşermeye başladığı bahar mevsiminde halk ölülere yiyecek arma­
ğan eder. Bu tören güneşin Boğa burcuna girdiği üçüncü ayın üçüncü
günü gerçekleştirilir. Bkz. Paul Giran, Magie et Religion Annamites (Paris,
1912), ss. 423 vd.

256
olan 'ölüm kültünü' gören Renan'ın kuramında bir gerçek­
lik payı olması mümkündür. Renan Lübnan' daki doğanın
sonsuz çekiciliğinin aayla haz ve uykuyla gözyaşı arasın­
da gidip gelen bu türden görsel ve duyusal duygulara yol
açtığını düşünüyordu.27 Suriyeli köylülerin genel olarak
ölüm gibi tamamen soyut bir kavrama taptıklarını var­
saymak kesinlikle hata olur. Ancak onların basit zihninde
'bitkilerin yeniden dirilen ruhu' fikrinin, çok somut olan ve
baharda ilk çiçeklerle, ekinlerin taze yeşiliyle ve ağaçların
rengarenk çiçekleriyle birlikte canlanan ölülerin hayaleti
kavramıyla iç içe geçmiş olması doğru olabilir. Böylece bu
insanların ölen ve yeniden dirilen doğa anlayışları, ölen ve
yeniden dirilen insan anlayışlarıyla, kişisel üzüntüleri,
umutları ve korkularıyla renklenir. Aynı şekilde, Renan'ın
Adonis kuramının, Lübnan yamaçlarında kendi gözlerini
mühürleyen tutkulu anılardan, uyuyan ölüm anılarından,
Adonis topraklarında uykuya dalan ve bir daha hiç ane­
monlar ve güllerle birlikte uyanmayan kızkardeşin anıla­
rından epeyce etkilendiğine de kuşku yoktur.

27 E . Renan, Mission de Plıeııicie (Paris, 1 864), s. 216.

257
X. Bölüm
Adonis Bahçeleri

Adonis'in bir bitki ve özellikle de ekin tanrısı olduğunun


belki de en iyi kanıtı Adonis bahçeleri denilen bahçelerde
görülmektedir. Bunlar içine buğday, arpa, marul, dereotu
ve çeşitli çiçekler ekilen ve sekiz gün boyunca esas olarak
ya da özellikle kadınlar tarafından sulanan toprak dolu
sepet ya da çömleklerdir. Güneşin sıcaklığıyla coşan bitki­
ler hızla filizlenirdi ancak kökleri olmadığı için hızla solar­
lar ve sekizinci günün sonunda Adonis figürleriyle birlikte
alınarak denize ya da akarsulara atılırdı.
Bu Adonis bahçeleri doğallıkla Adonis simgeleri ya da
onun gücünün dışavurumları olarak görülmelidir; bu bah­
çeler, özgün doğasına uygun olarak Adonis'i sebze biçi­
miyle temsil ederken, taşınarak suya atılan Adonis figürle­
ri onu daha sonraki insan biçimiyle tasvir etmekteydi. Eğer
haklıysam, bütün bu Adonis törenleri ilk başlarda bitkile­
rin büyümesini ya da yeniden canlanmasını teşvik etmeyi
amaçlıyordu ve bu etkiyi de homeopatik büyüyle ya da
taklit büyüsüyle sağlamaya çalışıyorlardı. Çünkü cahil in­
sanlar elde etmek istedikleri etkinin, onu taklit ederek elde
edilebileceğini düşünüyordu; dolayısıyla su serperek
yağmur yağdırıyorlar, ateş yakarak güneşin parlamasını
sağlıyorlardı, vb. Aynı şekilde, bitkilerin büyümesini taklit
ederek iyi bir hasat elde edeceklerini umuyorlardı. Adonis
bahçelerindeki hızlı büyüyen buğday ve arpa da ekinlerin
hızlı boy atmasını sağlayacaktı; bahçe ya da figürlerin suya
atılması da bereketli bir yağmur yağdırmaya yönelikti. 1

1 Tarımın büyük ölçüde ya da tamamen sulamaya bağlı olduğu Mısır ve


Batı Asya'nın Sami halklara ev sahipliği yapan bölgeleri gibi sıcak güney

259
Bana göre modem Avrupa' daki benzer törenlerde suya
Ölüm'ün kuklasını ve Çiçek Demetlerini atma uygulama­
sının amaa da aynıdır.2 Bugün Avrupa'da yağmur yağ­
dırmak için hala başvurulan bir uygulama da bitkileri tem­
sil ettiği kesin olan yaprakla örtünmüş bir kişinin suya
daldırılmasıdır.3 Benzer biçimde, bazı yerlerde görülen,
hasat edilen son ekine ya da onu getiren kişiye su atma ge­
leneğinin (bu gelenek Almanya ve Fransa' da görülmekle
birlikte, son zamanlara kadar İngiltere ve İskoçya' da da
görülmekteydi) amaa ertesi yılın ekini için yağmur temin
etmektir. Örneğin, Transilvanya'nın Wallachia bölgesinde
ya da Transilvanyalı Romanyalılar arasında geleneğe göre,
bir kız eve başında hasadın son başaklarından yapılmış bir
taçla dönünce herkes ona su atmak için dışarı fırlar, hatta
iki çiftlik çalışanı sırf bunun için kapıda bekler; çünkü bu
su atılmazsa ertesi yılki ekinin kuraklıktan yok olacağı dü­
şünülür.4 Transilvanya Saksonlarında da biçilen son ekin-

bölgelerinde büyünün amacı akarsulardan bol su akmasını sağlamaktı.


Ancak her iki durumda da nihai hedef ve büyü her zaman aynı oldu­
ğundan bir ayrım yapmadım.
2 The Dying God, ss. 232, 233 vd.
3 The Magic Art and the Evolution of Kings, i. 272 vd.
� W. Mannhardt, Der Baumkultus der Germanen und ihrer Nachbarstiinıme
(Berlin, 1875), s. 214; W. Schmidt, Das /ahr und seine Tage irı Meinung urıd
Brarıch der Romiinen Siebenbürgens (Hennannstadt, 1866), ss. 18 vd. Hasat
alanından dönen son ekin arabasına su ahna geleneği Wigtownshire ile
Cambridgeshire' deki Orwell'da da bilinen zamanlardan beri uygulan­
maktadır. Bkz. J. G. Frazer, "Notes on Harvest Customs," Folk-lore /oıır­
nal, vii. (1889), ss. 50-51 . (Bu bölümün birinci kısmında söz konusu gele­
neğe sahne olan yerin Orwell değil Kent olduğu söylenmektedir; bu be­
nim hatamdan kaynaklanmış olup, daha sonra Cambridge, Trinity Col­
lege'da Öğretim Üyesi olan Rahip E. B. Birks tarafından düzeltilmiştir.)
Belfast, Campbell College'dan Mr. R. F. Davis bana şunlan yazmaktadır
(4 Mart 1906): "30-40 yıl önce küçük bir çocukken hasat zamanı bir Not­
tinghamshire çiftliğindeydim ve -büyük bir ayrıcalık olarak- eve son ha­
sadın üstünde dönmeme izin verilmişti. Bütün çiftçiler arabayı izliyordu.
Araba çiftlik evine gelince evdeki bütün kadınların ellerinde su dolu tas
ve kovalarla kapıda toplanmış olduğu gördük. Suları adamlann üstüne
athlar ve hepsi sırılsıklam oldu."

260
den yapılan çelengi takan kişi iliklerine kadar ıslahlır; çün­
kü ne kadar ıslanırsa gelecek yılın hasadı o kadar iyi olur
ve o kadar çok harman yapılır. Çelengi takan kişi bazen de
son ekini biçen kişi olur. Kuzey Eğriboz'da ekin sapları bir
yere yığıldıktan sonra çiftçinin eşi bir testi su getirip elleri­
ni yıkamaları için çalışanlara tutar. Elini yıkayan kişi suyu
ekine serper ve ekinin sonsuza kadar var olmasını diler.
Son olarak çiftçinin eşi testiyi eğik biçimde tutup sap yığı­
nının etrafında koşarak suyu damlahr ve ekin yığınının,
çizdiği daire kadar büyük olmasını diler.5
Prusya'da ilkbahardaki saban mevsiminde toprağı sürüp
eken işçiler tarladan eve dönünce, çiftçinin eşiyle hizmetçi­
ler üstlerine su serperdi. İşçiler de buna kadınlan havuza
atıp başlarını suya sokarak karşılık verirdi. Çiftçinin eşi
sudan kurtulmak için para teklif ederdi, ama onun dışın­
daki herkes suya bahnlırdı. Bu gelenekle ektikleri tohum­
ların bol yağmur görmesini umarlardı.6 Prusya' da hasattan
sonra, biçilen son ekinden yapılan çelengi takan kişi suyla
ıslahlırken, "ekinin suda filizlenip çoğaldığı gibi, ambarda
da filizlenip çoğalması" için dua edilirdi. Brandenburg'a
bağlı Schlanow' da ekiciler ilk ekimden eve dönünce,
"ekinlerin boy atması için" suyla ıslahlırlar.7 Anhalt'ta ay­
nı durumda çiftçinin üstüne ailesi tarafından su serpilir;
adamları, atları ve hatta sabanı bile aynı işlemden geçirilir.
Arensdorflulann anlathğına göre bu geleneğin amacı "tar­
laların yıl boyunca bereketli olmasını sağlamakhr."8 Yine
Hesse' de, sabananın sabanıyla birlikte tarladan döndüğü
ilk gün pusuda bekleyen kadınlarla kızlar üstüne su atar­
lar.9 Bavyera'daki Naaburg yakınlarında tarla sürmekten

5 G. Dorisinis, Land und Leute in Nord-Euböa (Leipzig, 1 884), s. 53.


6 Matthiius Priitorius, Deliciae Prııssicae (Berlin, 1871), s. 55; W. Mann­
hardt, Baumkııltus, ss. 214 vd., not.
7 H. Prahn, "Glaube und Brauch in der Mark Brandenburg," Zeitschrift
des Vereins für Vo/kskunde, i. (1891) s. 186.
R O. Hartung, "Zur Volkskunde aus Anhalt," Zeitschrift des Vereins fiir
Volkskunde, vii. (1897) s. 150.
9 W. Kalbe, Hessische Vo/ks-Sitten und Gebriiuche (Marburg, 1888), s. 5 1 .

261
ya da ekimden gelen adamın üstüne ilk akşam, pusuya ya­
tanlar tarafından su ahlır.10 Baden'in Hettingen bölgesinde
yulaf ekmeye başlayan çiftçiye yulafın büzüşmemesi için
su serpilir. 11 Kuzey Amerikalı Tusayan Kızılderilileri tarla­
larını ekmeye gitmeden önce kadınlar bazen üstlerine su
dökerler; bunun nedeni "tıpkı erkeklerin üstüne dökülen
su gibi tarlaların da sulanmasıdır."12 Santiago Tepehuacan
Kızılderilileri, suların tanrısının tarlalara gereken suyu
vermesi için buğday tohumunu ekmeden önce suda bekle­
tir.13
Adonis bahçelerinin özünde bereketi artırmaya yönelik
büyüler olduğu ve başka bir yerde sözünü ettiğim14 mo­
dern Avrupa'nın ilkbahar ve yaz halk gelenekleriyle ben­
zer gelenekler olduğu düşüncesi sadece olasılıklara da­
yanmamaktadır. Neyse ki Adonis bahçelerinin (genel ola­
rak söyleyecek olursak) ekim mevsiminde ilkel bir ırk tara­
fından ve ikinci olarak da yaz ortasında Avrupalılar tara­
fından hala ekildiğini gösterebiliyoruz. Bengal'in Oraonla­
rında ve Mundalarında tohum yatağında büyütülen pirin­
cin ekim zamanı gelince, kız ve erkeklerden oluşan bir
grup genç ormana giderek genç bir Karma ağaanı ya da
dalını keser. Ağaa yüklenir ve zafer kazanmış bir edayla
dans edip şarkılar söyleyerek ve davullar çalarak köye
döndükten sonra ağaa dans alanının ortasına dikerler.
Ağaca bir kurban verilir; ertesi gün kızlarla erkeklerden
oluşan gençler kol kola girerek, üstüne renkli çaputlar, sa­
mandan örülmüş sahte bilezikler ve kolyeler asılmış olan
Karma ağaanın etrafında bir çember oluşturup dans eder-

10 Bavaria, Landes- und Volkskunde des Königreichs Bayern, ii. (Münih, 1863),
s. 297.
11 E. H. Meyer, Badisches Volks/eben (Strasburg, 1900), s. 420.
12 J. Walter Fewkes, "The Tusayan New Fire Ceremony," Proceedings of
the Boston Society of Natura/ History, xxvi. (1895) s. 446.
13 "Lettre du cure de Santiago Tepehuacan a son eveque, " Bul/etin de la
Societe de geographie (Paris), İkinci Baskı, ii. (1834) ss. 181 vd.
14 The Magic Art and the Evolution of Kings, ii. 59 vd.

262
ler. Köy şefinin kızlan festivale hazırlık olarak değişik bir
şekilde arpa saplan toplarlar. Tohumlar zerdeçalla karıştı­
rılmış nemli ve kumlu toprağa ekilir ve soluk sarı veya
açık san renkte yapraklar çimlenip açılır. Festival günü
kızlar bu yaprakları alıp sepetlerle dans alanına taşır ve
saygıyla yüzükoyun uzanarak bir bölümünü Karma ağa­
cının önüne bırakırlar. Son olarak Karma ağacı buradan
alınıp bir akarsuya ya da su deposunun içine atılır.15 Bu
arpa saplarım ekip sonra da Karma ağaona sunmanın an­
lamı açıktır. Ağaçların ekinlerin büyümesini hızlandırdığı
düşünülmektedir. Aynca söz konusu halklarda yani Mun­
dalarda ya da Mundarilerde "ekinlerden, ağaçlık tanrıları
sorumludur."16 O yüzden Mundaların ekim mevsiminde
bir ağaç getirip ona bu kadar saygı göstermelerinin nedeni,
ekilecek pirincin hızlı büyümesini sağlamaktır; arpa sapla­
rım hızla çimlendirip sonra da ağaca sunma geleneği de
muhtemelen aynı amaca hizmet etmekte, yani bu hızlı çim­
lenme örneğiyle ağaç ruha ekinlere karşı olan görevi hatır­
latılmaktadır. Karma ağacının suya atılması ise bir tür
yağmur duası olarak düşünülebilir. Burada arpa saplarının
da suya atılıp atılmadığından söz edilmemektedir; ancak
gelenekle ilgili değerlendirmelerim doğruysa eğer, muh­
temelen saplar da atılmaktadır. Bu Bengal geleneğiyle Yu­
nanların Adonis ayinleri arasındaki fark, Bengal' de ağaç­
ruhun asli biçiminde bir ağaç olarak görünmesidir; Adonis
tapınmasında ise ölü bir adam olarak temsil edilen insan
biçiminde görünmektedir; buna karşılık bitkisel doğası, bir
ağaç-ruh olarak ilk gücünün ikincil dışavurumu olan
Adonis bahçeleri tarafından gösterilmektedir.
Hem toprağın hem de insanın bereketini artırmak iste­
yen Hindular da Adonis Bahçeleri düzenlemektedir. Ör­
neğin Rajputana' daki Udaypur' da "bereket tanrıçası Gori

15E . T. Dalton, Descriptive Ethnology of Bengal (Kalküta, 1 872), s. 259.


16E. T. Dalton, a.g.e., s. 188. Ağaçlann ekinler üzerindeki varsayılan etkisi
için bkz. The Magic Art and the Evolution of Kings, ii. 47 vd.

263
ya da Isani -yani Mısırlı İ sis, Yunan Ceres- adına bir festi­
val düzenlenmektedir. Öncesinden düzenlenen Rajput Sa­
hımalia gibi o da tropik kuşağa yakın olan bu bölgelerde
doğanın adeta çoşhığu ve tombul Gori'nin altın örtüsünü
ilkbaharı simgeleyen toy Vassanti'nin üstüne athğı ilkba­
har gündönümünde gerçekleştirilmektedir. Sonra gözlere
hitap eden meyveler sergilenir; kahil kulakları melodilerle
doldurur; havaya hoş bir koku hakim olur ve kırmızı ge­
lincikler albn rengi taneciklerden oluşan başaklarla tezat
oluşhırarak iyiliksever Gori için bir çelenge dönüşür. Ken­
disiyle tamamen kadınlara özgü olan bu ayinlerde bir ara­
ya gelen en büyük tanrılardan Mahadeva ya da lswara'nın
eşi olan Isa ya da Parvati'nin isimlerinden biridir Gori. Go­
ri, tanrıçaya inananların onun olgun ekin rengine boyan­
mış kadın şeklindeki kuklalarına taptığı mevsimde olgun­
laşan ekinin sembol rengi olan 'sarı' demektir." Ayin gü­
neşin, Hindu yılının başlangıcı olan Koç burcuna girmesiy­
le başlar. Topraktan yapılmış bir tanrıça Gori figürü ile ko­
cası lswara'nın daha küçük figürü yan yana konur. Küçük
bir çukur kazılır, tohum içine dikilir ve toprak sulanıp to­
hum filizlenene kadar yapay biçimde ısıblır. Tohum filiz­
lenince kadınlar el ele hıhışup etrafında dans ederek Go­
ri' den kocalarını kutsamasını isterler. Sonra kadınlar filiz
halindeki ekinleri alıp erkeklere dağıhr ve erkekler de bun­
ları sarıklarına takarlar. Her zengin ailenin ya da en azın­
dan her mahallenin kendine ait bir simgesi vardır. Sadece
inananların bildiği bu ve benzeri ayinler kapalı kapıların
ardında birkaç gün sürer. Sonra tanrıçayla kocasının figür­
leri süslenip bir tören alayıyla derin mavi suları bulutsuz
Hint göğünü, mermer sarayları ve portakal bahçelerini
yansıtan güzel bir göle götürülür. Burada, saçlarında gül­
ler ve yaseminler takılı olan kadınlar Gori figürünü mer­
mer bir merdivenden su kenarına indirir ve etrafında dans
edip ilahiler ve aşk şarkıları söylerler. Bu arada tanrıçanın
suda yıkandığı varsayılır. Erkekler törene kablamaz; hatta
Iswara'ya yani koca-tanrı figürüne bile fazla ilgi gösteril-

264
mez.17 Bu ayinlerde erkeklere arpa filizi dağıhlması ve eş­
lerin kocalannın kutsanmasını istemesi, geleneğin amaçla­
rından birinin çocuk sahibi olmak olduğunu açıkça gös­
termektedir. Madras'taki Brahman evliliklerinde Adonis
bahçelerinin kullanılması da muhtemelen aynı amaca yö­
neliktir. Burada beş ila on çeşit tohum karıştırılıp, sırf bu
amaçla yapılıp içine toprak doldurulan toprak çömleklere
dikilir. Gelin ve damat bu tohumları dört gün boyunca sa­
bah akşam sular; beşinci gün tohumlar tıpkı gerçek Adonis
bahçeleri gibi bir su deposuna veya ırmağa ahlır.18
Kuzeybah Hindistan'ın Himalaya bölgelerinde çiftçiler,
aşağı yukarı Temmuz'un ortalarına denk gelen dördüncü
ayın (Asarh) yirmi dördüncü günü toprak dolu bir sepete
arpa, darı, bakliyat ya da hardal ekerler. Sonra, ayın son
günü yeni filizlerin içine Mahadeo ve Parvati figürleri ko­
yup bu iki tanrının evliliğini anmak için dua ederler. Ertesi
gün yeşil sapları kesip başlıklarına takarlar. 1 9 Yukarı Hin­
distan' da Jayi ya da Jawara, Orta Eyaletlerde Bhujariya
olarak bilinen arpa festivali de farklı değildir. Sawan ayı­
nın ikinci güneşli yarısının yedinci günü bir gübre kabına
arpa taneleri dikilir ve bunlar ayın sonuna kadar o kadar
hızlı büyür ki, kabın içi uzun ve sarımsı yeşil renkte sap­
larla dolup taşar. Ertesi Bhadon ayının ilk günü kadınlarla
kızlar bu sapları söküp toprakla gübreyi suya atar, bitkileri
de erkek dostlanna dağıhrlar. Onlar da bunlan sarıklarına
ve giysilerine sararlar.20 Hindistan'ın Orta Eyaletlerinden

17 James Tod, Annals and Antiquities of Rajast'han, i. (Londra, 1829), ss.

570-572.
ıH G. F. D'Penha, "A Collection of Notes on Marriage Customs in the
Madras Presidency," Indian Antiquary, xxv. (1896) s. 144; E. Thurston,
Ethnographic Notes in Southern India (Madras, 1906), s. 2.
19 E. T. Atkinson, Tlıe Himalayan Districts of the North- Western Provinces of
India, ii. (Allahabad, 1 884), s. 870.
20 W. Crooke, Popular Religion and Folk-lore of Northern India (Westrninster,
1896), ii. 293 vd. Bkz. Baboo lshuree Dass, Domestic Manners and Customs
of the Hindoos of Northern India (Benares, 1860), ss. 1 1 1 vd. İkinci yazara
göre, Salono [Salonan değil] festivali Ağustos ayında yapılır ve arpa, fes-

265
Sargal' da bu tören Eylül ayının ortalarında gerçekleştirilir.
Törenlere sadece kadınlar katılabilir, erkeklerse kenardan
seyrederler. Festivalden kısa bir süre önce, büyük yaprak­
lardan çok zekice üretilen ve akasya dikenleriyle hıtturu­
lan kaplara buğday ve öteki tahıllar dikilir. Işık almadan
büyüyen filizler soluk bir renk alır. Adonis bahçeleri adını
verdiğimiz bu ekili şeyler belirlenen günde şehrin hemen
dışındaki göle götürülür. Her aileden ya da arkadaş gru­
bundan bir kadın kendi kabını taşır ve yere bırakıp etra­
fında dans eder. Sonra filizlenmiş tahıl kaplarını alıp su­
yun kenarına inerler ve kabın içindeki toprağı suya boşal­
tırlar; filizleri de arkadaşlarına dağıtırlar.21 Aşvin (Eylül­
Ekim) ayının parlak ikinci yansında, Bombay'e bağlı
Pandharpur yakınlarındaki tanrıça Padmavati tapınağında
Dokuz Gece festivali yapılır. Figürün önüne bambudan bir
çerçeve asılır ve çiçek çelenkleriyle kepekli çörekler buna
bağlanır. Çerçevenin altındaki kaidenin önüne, içinde
buğday bulunan toprak yayılır ve buğdayın çimlenmesi
beklenir. 22 Pandharpur' da tapınaklan bulunan diğer iki
tannça Ambabai ve Lakhubai'nin figürleri önünde de aynı
ayda benzer bir ayin düzenlenir.23
Bavyera'nın bazı bölgelerinde, Kamaval'ın son üç gü­
nünde bir çömleğe keten tohumu ekilmesi gelenektir; en
iyi büyüyen çekirdeğe bakılarak erken mi, orta dönem mi,
yoksa geç ekilen tohumun mu en iyi hasadı vereceği kesti­
rilmeye çalışılır.24 Sardinya'da Adonis bahçeleri hala Aziz

tivalden birkaç gün önce kadın ve kızlar tarafından dikilir. Birkaç santim
uzayınca yine kadınlarla kızlar tarafından bir ırmağa ya da su deposuna
atılır.
2 1 Mrs. ]. C. Murray-Aynsley, "Secular and Religious Dances," Folk- /ore

/ourna/, v. (1887) ss. 253 vd. Yazar törenin "belli bir ürünün ekim mevsi­
mini" belirlediğini düşünmektedir.
22 Gazetteer of the Bombay Presidency, xx. (Bombay, 1884) s. 454. Bu parag­
rafı bana gösteren dostum W. Crooke'a teşekkür ederim.
ı.ı Gazetteer of the Bombay Presidency, xx. 443, 460.
24 Bavaria, Landes- und Volkskunde des Königreichs Bayern (Münih, 1860-

1867), ii. 298.

266
Yahya'nın adını taşıyan büyük Yaz Dönümü festivaline
göre ekilir. Köyün gençlerinden biri Mart ayının sonunda
ya da Nisan'ın birinde bir kızın önüne çıkar ve ondan co­
mare'si (sözlü veya sevgili) olmasını ister. Bu davet kızın
ailesi tarafından bir onur olarak görülür ve kabul edilir.
Mayıs ayının sonunda kız mantar meşesi kabuğundan bir
çömlek yapar ve toprakla doldurduktan sonra içine buğ­
day veya arpa diker. Güneşli bir yere bırakılıp sık sık sula­
nan bitki çabucak filizlenir ve Yaz Dönümü'nde (Aziz
Yahya Arefesi, 23 Haziran) güzelce baş verir. O zaman bu
çömleğe Erme ya da Nenneri denir. Aziz Yahya günü en iyi
kıyafetlerini giyen genç erkek ve kız uzun bir kortej eşli­
ğinde, önlerinde hoplayıp zıplayan çocuklarla birlikte kö­
yün dışındaki kiliseye doğru ilerlerler. Burada çömleği ki­
lisenin kapısına atıp kırarlar. Sonra da çimene halka yapa­
rak oturulur ve flüt eşliğinde yumurtayla yeşillik yenir. Bir
fincana şarap doldurulup elden ele dolaştırılarak içilir.
Sonra el ele tutuşup, flüt eşliğinde tekrar tekrar Aziz /1

Yahya'nın Sevgilileri"ni (Compare e comare di San Giovanni)


söylerler. Şarkı söylemekten yorulunca ayağa kalkar ve ak­
şama kadar neşeyle dans ederler. Ozieri'de biraz daha de­
ğişiktir. Mayıs ayında mantar meşesi kabuğundan çömlek­
ler yapılır ve içine tarif edildiği şekilde tahıl ekilir. Sonra
Aziz Yahya Arefesi'nde pencere eşikleri rengarenk kumaş­
larla süslenir ve kırmızı, mavi ipekle çeşitli renklerde kur­
delelerle süsleruniş çömlekler bunların üstüne konur. Es­
kiden her çömleğin içine kadın şeklinde giydirilmiş bir fi­
gür veya bez bebek ya da hamurdan yapılmış, Priapus' a
benzeyen bir figür konurdu; ancak Kilise'nin şiddetle karşı
çıkması üzerine bu gelenek kaldırılmıştır. Köyün delikanlı­
ları bir araya gelip topluca çömleklere ve Üzerlerindeki
süslere bakar, festival kutlaması için köy meydanında top­
lanan kızlan beklemeye koyulurlar. Meydanda büyük bir
şenlik ateşi yakılır ve etrafında dans edilip eğlenilir. Aziz
/1

Yahya'nın Sevgilileri" olmak isteyenler şöyle yaparlar;


genç erkek şenlik ateşinin bir tarafında, kız öbür tarafında

267
durur ve her biri uzun bir değneğin bir ucunu tutup üç kez
ileri üç kez geri giderek değneği ateşin üstünden geçirirler
ve bu arada üç kez ellerini alevlere tutmuş olurlar. Bu ha­
reket birbirleriyle ilişkilerini pekiştirir. Dans ve müzik ge­
ceyarısına kadar sürer. Bu Sardinya tahıl çömlekleriyle
Adonis bahçelerinin tam olarak örtüştüğü görülürken, da­
ha önceleri çömleklerin içine konulan figürler de Adonis
bahçelerindeki Adonis figürlerine karşılık gelmektedir.
Benzer gelenekler aynı mevsimde Sicilya' da da görül­
mektedir. Kızlı erkekli çiftler Aziz Yahya Günü'nde birbir­
lerinin saçlarından birer tel kopartıp bunlarla çeşitli tören­
ler yaparak birbirleriyle Aziz Yahya sözlüsü olurlar. Örne­
ğin kopardıkları saç tellerini birbirine bağlar ve havaya
atarlar, yahut bir çömleği ikiye ayırarak her birinin içine
saç tellerini koyarlar ve bunları birbirlerine verirler, aldık­
ları parçayı özenle saklarlar. Böylece kurulan bağın ömür
boyu süreceği düşünülür. Sicilya'nın bazı bölgelerinde
Aziz Yahya sözlüleri birbirlerine festivalden on dört gün
önce tabağa dikilerek filizlenmiş buğday, mercimek ve kuş
yemi sunarlar. Tabağı alan kişi filizlerden birini çeker, ona
kurdele bağlar ve en değerli eşyaları arasında saklarken,
tabağı geri verir. Katanya' da sözlüler reyhan ve büyük sa­
latalık çömlekleri değiş tokuş ederler; kızlar genelde bü­
yüyüp kalınlaştıkça daha değerli olan reyhanı tercih eder.25
R. Wünsch'ün varsaydığı gibi,26 Sardinya ve Sicilya'daki
bu yaz dönümü geleneklerinde Adonis'in yerini Aziz
Yahya almıştır. Tammuz yahut Adonis ayinlerinin genel­
likle yaz ortasında gerçekleştirildiğini görmüştük; Hie­
ronymus' a göre bunlar Haziran ayında gerçekleştiriliyor­
du. 27 Tarihler, bitki ekilen çömlek ve tahıl bağlamındaki

25 Abruzzi bölgesinde de genç erkek ve kadınlar Aziz Yahya Günü'nde


çiçek demeti değiş tokuşu yaparak sözleşirler ve bu bağ kutsal kabul edi­
lir. Bkz. G. Finamore, Credenze, Usi e Costumi Abruzzesi (Palermo, 1890),
ss. 165 vd.
26 R . Wünsch, Das Frühlingsfest der insel Malta, ss. 47-57.
27 Bkz. yukarıda, s. 21, dipnot 10, 246 vd., 248.

268
benzerliğe ek olarak, biri putperest olup öteki Hıristiyanlı­
ğa ait iki festival arasında bir benzerlik daha vardır. Her
ikisinde de su önemli yer tutmaktadır. Babil'deki yaz dö­
nümü festivalinde adı "derin suyun hakiki oğlu" anlamına
gelen Tammuz figürü temiz suyun içine daldırılırdı; İs­
kenderiye' deki yaz dönümü festivalindeyse Adonis figürü,
tanrısal sevgilisi Afrodit'in figürüyle birlikte dalgalara bı­
rakılırdı; Yunanistan' daki yaz dönümü festivalinde de
'Adonis bahçeleri' denize veya akarsuya atılırdı. Aynı şe­
kilde, Aziz Yahya'nın adıyla anılan yaz dönümü festivali­
nin en önemli özelliklerinden biri de Yaz Dönümü'nde ya
da Yaz Dönümü Arefesi sabalu denizde, akarsuda, ırmakta
yıkanmak veya ıslanmakh. Örneğin Napoli'de Denizin
Aziz Yahyası (5. Giovan a mare) adıyla bilinen ve Vaftizci
Yahya'ya adanmış bir kilise vardır; eskiden beri kadınlar
ve erkekler Aziz Yahya Arefesi'nde yani Yaz dönümü Are­
fesi'nde denize girerek bütün günahlarından arınacakları­
na inanırlar.28 Abruzzi bölgesinde suyun Aziz Yahya Ge­
cesi birtakım olağanüstü ve yararlı özellikler kazandığına
hala inanılır. O gece güneş ve ayın suda yıkandığı söylenir.
O yüzden birçok kişi o mevsimde, özellikle de güneş do­
ğarken denizde veya ırmakta yıkanır. Castiglione a Casau­
ria'da güneş doğmadan Pescara Irmağı'na ya da bir su
kaynağına gidilip eller, yüzler yıkanır ve ağrılardan kur­
tulmak için vücuda şeytan şalgamı dalları sarılarak bir
parçasıyla şakaklar ovulur. Pescina'da kız ve erkek çocuk­
lar bir ırmak veya su kaynağında birbirlerinin yüzünü yı­
kayıp birbirlerini öperek sözleşirler. Abruzzi'de Aziz Yah­
ya Gecesi düşen çiyin de ister çiçek, ister su, ister insan be­
deni olsun, dokunduğu yere iyi geldiğine inanılır. O ne­
denle halk su kaplarını pencere eşiklerine ya da teraslara
çıkartıp, kendilerini arındırmak, başağrısı ve soğukalgınlı­
ğından kurtulmak için sabahleyin yıkanırlar. Ayru sonucu
elde etmenin daha etkili bir yolu da şafakta kalkıp elleri
çiyli otla ıslatmak ve sonra da ıslak eli göz kapaklarına,

2• J. Grimm, Deulschc Mythologie, i. 490.

269
kaşlara ve şakaklara sürmektir, çünkü çiyin baş ve göz ra­
hatsızlıklarını iyileştirdiğine inanılır. Ayrıca bunun deri
hastalıklarına da iyi geldiğine inanılır. Bu tür rahatsızlıkla­
rı olanlar çiyli ot sürerler. Durumlarının ağır olmasından
ya da başka bir nedenden dolayı evinden dışarı çıkamayan
hastalar söz olduğunda arkadaşları çiyli otu çarşaf veya
sofra bezinde getirip ağrıyan yere sürerler.29 Sicilya'nın
Marsala bölgesinde bir yer alh mağarasından akan kaynak
suyuna Sibyl Mağarası denir. Bu kaynağın yanında, eski­
den burada bulunan bir Apollon tapınağının yerine yapıl­
dığı düşünülen Aziz Yahya Kilisesi vardır. 23 Haziran'a
denk gelen Aziz Yahya Günü Arefesi'nde kadınlar, kızlar
bu yer alh mağarasına gelip gelecekten haber veren sudan
içerek kocalarının önceki yıl kendilerine sadık kalıp kal­
madıklarını ya da gelecek yıl kendilerine bağlı kalıp kal­
mayacaklarını öğrenirler. Aynı şekilde hastalar da suya
girmek veya sudan içmek suretiyle iyileşeceklerine inanır­
lar.30 Sicilya'nın Chiaramonte bölgesinde ise, Aziz Yahya
Günü Arefesi'nde şu gelenek uygulanır; erkekler bir çeş­
menin başına, kadınlar başka bir çeşmenin başına gider ve
başlarını suya sokup Aziz Yahya için dua ederler. Bunun
yanıklara iyi geldiğine ya da yanığı önlediğine inanırlar.31
Petrarca, Köln'e tesadüfen Aziz Yahya Günü'nün Arefe­
si'nde gelmişti. Güneş neredeyse batmak üzereyken ev sa­
hibi kendisini hemen Ren ırmağına götürmüştü. Orada il­
ginç bir sahneyle karşılaşmıştı, çünkü nehir kıyısı güzel
kadınlarla doluydu. Kalabalık büyük ama sakindi. Petrar­
ca bulunduğu tepecikten, suyun kenarında diz çöküp kol-

29 G. Finamore, Credenze, Usi e Costumi Abruzzesi, ss. 156-160. Yeşaya'da


geçen bir bölüm (xxvi. 19) çiyin ölüleri diriltecek kadar büyülü bir gücü
olduğunu ima eder gibidir. Metinde sözünü ettiğim geleneğe, Yeşa­
ya'daki ilgili bölümde geçen "n'ıık ?p" terkibinin Hieronymus'u izleyen
modem yorumcuların (Dillmann, Skinner, Whitehouse) benimsediği
"sabah çiyi" şeklinde yorumlanmasından (ayrıca bkz. 2 Krallar iv. 39)
çok, "bitkilere düşen çiy" şeklindeki genel yorum daha uygundur.
ıo G. Pitre, Feste patronali in Sicilia (Torino ve Palermo, 1900), ss. 488.

3 1 G. Pitre, Spettacoli e Feste Popolari Sici/iane, s. 307.

270
larıru dirseklerine kadar sıvamış halde beyaz el ve kollarını
nehirde yıkarken İtalyan şairin anlamadığı birtakım söz­
cükler mırıldanan, hoş kokulu bitkilere sarılmış kadınların
çoğunu görebiliyordu. Kendisine bunun eski bir gelenek
olduğu ve sıkı sıkıya uyulduğu söylenmişti; çünkü halk,
özellikle de kadınlar Aziz Yahya Günü Arefesi'nde nehir­
de yıkanmanın ertesi yılın bütün kötülüklerini def edece­
ğine inanmaktaydı.32 Kopenhaglılar, Aziz Yahya Günü
Arefesi'nde yakınlardaki bir su kaynağına giderek haa
olurlar, suyun içine girerek kendilerini iyileştirip kuvvet
kazarurlardı.33 İspanya'da halk bugün bile Aziz Yahya Gü­
nü Arefesi'nde denize girer ya da çıplak olarak çayırların
çiyleri arasında yuvarlarur.34 Yine Normandiya ve Piri­
gord'ta da Aziz Yahya Günü Arefesi sabahı çiyin içinde
yuvarlanmanın deri hastalıklarına iyi geldiği düşünülür.
Perigord'ta bu iş için özellikle bir kenevir tarlası tavsiye
edilir. Hasta içinde yuvarlandığı bitkilerle daha sonra be­
denini ovalar.35 Provence'ın Ciotat bölgesinde gençler yaz
dönümü şenlik ateşi yakıp denize atlar ve neşeyle birbirle­
rine su atardı. Vitrolles' de yıl boyunca soğukalgınlığına
yakalanmamak için bir havuza girerler, Saint-Maries' de at­
lan uyuza karşı suyla yıkarlardı.36 Toulon, Marsilya ve di­
ğer güney Fransa kentlerinde de suyla ıslanma geleneği
vardı. Pencerelerden gelip geçenlerin üstüne şırıngayla su
sıkılırdı.37 Aziz Yahya Günü'nde ırmakta ve su kaynağın-

Jı Petrarca, Epistolae de rebus familiaribus, i. 4 (cilt i. ss. 44-46, (ed.) J. Fra­


cassetti, Floransa: 1859-1862). Bu bölüm şurdan alınmıştır; J. Grimm, De­
utsche Mythologie, i. 489 vd.
33 J. Grimm, a.g.e., i. 489.

:ı.ı Dr. Otero Acevado'nun Madr'id üzerine yazısı, Le Temps, Eylül 1898.

35 J. Lecceur, Esquisses du Bocage Normand (Conde-sur-Noireau, 1 883-


1887), ii. 8; A. de Nore, Couttumes, Mythes et Traditions des provinces de
France (Paris ve Lyon, 1846), s.150.
36 A. de Nore, a.g.e., s. 20; Berenger-Feraud, Reminiscences populaires de la

Provence (Paris, 1885), ss. 135-14 1 .


37 A . Breuil, "Du Culte d e St. Jean Baptiste," Memoires de la Societe des An­

tiquaires de Picardie, viii. (1845), ss. 237 vd. Bkz. Balder tlıe Beautijul, i. 193
vd.

271
da yıkanma geleneği İspanyollar araalığıyla Avrupa' dan
Yeni Dünya'ya da geçmiştir.38
Yaz Dönümü Arefesi'nde ya da Yaz Dönümü'nde suda
ya da çiyde yıkanma geleneğinin tamamen Hıristiyanlara
özgü olduğu ve Vaftizci Yahya'ya adanmış bir güne dö­
nüştürüldüğü varsayılabilir. Ama gerçekte bu gelenek Hı­
ristiyanlıktan daha eskidir, çünkü tanrıtanımaz bir uygu­
lama olduğu gerekçesiyle Augustinus tarafından lanetle­
nerek yasaklanmışhr.39 Öte yandan Kuzey Afrikalı Müs­
lüman halklar yaz gündönümlerinde bu geleneği hala sür­
dürmektedir.40 Buradan, paganiznim kalıntılarını temizle­
yemeyen Kilise'nin, bu geleneğe Hıristiyan bir ayin süsü
vermek suretiyle, istemeye istemeye sürmesine göz yum­
duğu sonucunu çıkartabiliriz. Bu putperest yıkanma gele­
neğine bir aziz desteği arayan Hıristiyan doktorların bu iş
için Vaftizci Yahya' dan daha uygun birini bulamayacakları
da aşikardır.
Peki ama, Vaftizci kimin yerini almıştı? Yukarıdaki ka­
nıtların işaret ettiği gibi, yerini aldığı tanrı gerçekten Ado­
nis miydi? Sardinya ve Sicilya'da böyle olabilir, çünkü bu
adalardaki Sami etkisi kesinlikle derindi ve muhtemelen
de kalıcıydı. Dolayısıyla Sicilya ve Sardinyalı çocukların
yaz dönümü eğlenceleri Kartaca'daki Tammuz ayinlerinin
doğrudan bir uzantısı olabilir. Ancak yaz dönümü festivali
Orta ve Kuzey Avrupa'da, kökleri Doğu kaynaklarında ya
da özellikle Adonis kültünde bulunamayacak kadar fazla­
ca yayılmış ve kökleşmiş görünmektedir. Doğu' dan ithal

lffDiego Duran, Historia de las Indias de Nueva Espaiia, (ed.) J. F. Ramirez,


(Mexico, 1867-1880), ii. 293.
39 Augustinus, Opera, v. (Paris, 1 683) col. 903; a.y., ii. cilt, coll. 461 vd. Bu
bölümlerden ikincisi gerçekliği kuşkulu bir vaazda geçmektedir. Her iki­
si de J. Grimm, Deutsche Mythologie, i. 490, tarafından alıntılanmışhr.
"° E. Doutte, Magie et Religion dans l 'Afrique du Nord (Cezayir, 1908), ss.
567 vd.; E. Westermarck, "Midsummer Customs in Morocco," Fo/k-lore,
xvi. (1905), ss. 31 vd.; aynı yazar, Ceremonies and Beliefs connected with Ag­
riculture, Certain Dates of the Solar Year, and the Weatlıer (Helsingfors,
1913), ss. 84-86. Bkz. Balder the Beautiful, i. 216.

272
edilmiş egzotik bir gelenek olmaktan çok yerel bir havası
var gibidir. O yüzden, uzak bir geçmişte benzer ihtiyaçlar­
dan kaynaklanan benzer düşünce biçimlerinin, Kuzey De­
nizi'nden Fırat'a kadar farklı topraklardaki insanları bir­
birlerinden bağımsız olarak, birbiriyle büyük ölçüde ben­
zeşmekle birlikte çeşitli farklılıklar da gösteren ayinlerde
yaz gündönümleri kutlamaya ittiğini; eski tarihlerde muh­
temelen Babil' den başlayan bir Doğu dalgasının, festivalin
Tammuz veya Adonis biçimini bahya taşıyarak benzer ye­
rel festival biçimleriyle karşılaşmasını sağladığını; birbi­
rinden farklı olmakla birlikte birbirlerine benzeyen bu fes­
tivallerin Roma uygarlığının baskısı alhnda birbiriyle iç içe
geçerek değişik şekiller almak suretiyle, bunları tamamen
ortadan kaldıramayan Kilise'nin bunların kötü yanlarını
ayıklayıp isimlerini ustaca değiştirerek Hıristiyan olarak
nitelenmelerine izin vermesine kadar şu veya bu şekilde
birbirinden ayn olarak ama yan yana var olmaya devam
ettiklerini varsaymak daha doğru olur. Ayrıca yazdönümü
festivali için söylenenler birtakım değişikliklerle ilkbahar
festivalleri için de geçerlidir. Bu festivaller de Avrupa ve
Doğu' da birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmış ve
yüzyıllar süren bir ayrılıktan sonra Roma İmparatorluğu
ile Hıristiyan Kilisesi'nin etkisi alhnda birleşmiş görün­
mektedirler. Gördüğümüz gibi Suriye'de, ilkbaharda bir
Adonis kutlaması yapılmaktaydı; bu noktada, Attis ayinle­
rinde kesinlikle Doğu'ya özgü bir ilkbahar festivali örne­
ğiyle karşılaşmaktayız. Bu arada kısa süreliğine Aziz Yah­
ya adıyla düzenlenen yaz dönümü festivaline dönelim.
Sardinya'da Aziz Yahya Arefesi'nde büyük bir şenlik
ateşinin etrafında eğlence düzenleme geleneği, Avrupa'nın
birçok noktasında tarih öncesi dönemlerden beri düzenle­
nen yaz dönümü festivali geleneklerinden biridir. Başka
bir yerde bu geleneği daha ayrınhlı olarak ele almıştım.41

" Balder the Beautiful, i. 160 vd.

273
Bu çalışmanın başka yerlerinde değindiğim örnekler yaz­
dönümü şenlik ateşiyle bitkiler arasında bir bağlanh oldu­
ğunu göstermektedir. Örneğin hem İsveç'te hem de Bo­
hemya'da festivalin önemli bir unsuru Mayıs-direği ya da
Yazdönümü ağacı dikmektir. Bu arada Bohemya'da bu di­
rek ya da ağaç şenlik ateşinde yakılır.42 Yine Ruslara ait bir
yazdönümü festivalinde, Mayıs-direğinin ya da Yazdö­
nümü-ağacının yanına bitkilerin simgesi olan Kupalo'nun
samandan yapılmış bir figürü konur ve sonra da ateşin
üzerinde ileri geri taşırur.43 Tıpkı Adonis'in bir Adonis fi­
gürüyle ve Adonis bahçesiyle temsil edilmesi gibi, burada
da Kupalo ikili olarak, yani Yazdönümü ağaayla ağaç şek­
linde ve saman kuklayla insan şeklinde temsil edilir; yine
tıpkı Adonis sembolleri gibi Kupalo sembolleri de suya atı­
lır. Sardinya ve Sicilya geleneklerindeki Aziz Yahya Sözlü­
leri ya da Sevgilileri de muhtemelen bir yandan Adonis ile
Astarte'ye, öte yandan Mayıs Kralı ve Kraliçesi'ne karşılık
gelmektedir. İsveç'in Blekinge eyaletinde yazdönümü fes­
tivali çerçevesinde bir Yaz-dönümü Gelini seçilir, gelin de
damadı seçer ve artık karı-koca olarak görülen çift için pa­
ra toplanır.44 Tıpkı Mayıs çiftleri gibi Yazdönümü çiftleri
de genel olarak bitkilerin veya bereketin gücüne karşılık
gelmektedir. Hint törenlerindeki Siva veya Mahadeo ve
Parvati, İskenderiye' deki Adonis ve Afrodit kuklalarına
karşılık gelen et ve kan şeklinde temsil edilirler.
Amacı ekinin bereketini artırmak olan törenlerin neden
şenlik ateşiyle özdeşleştirildiğini; özellikle de bitki temsil­
lerin neden ağaç olarak yakıldığını veya yaşayan bir çift ya
da onların kuklaları olarak ateşin üstünden geçirildiğini
başka bir yerde ele almıştım.45 Burada sadece bu özdeşliğin

[Yazar, The Golden Boııgh (Altın Dal) adlı kitabının 7. cildindeki " Balder
the Beautiful " bölümünü kastediyor -en.]
42 The Magic Art and the Evolııtion of Kings, ii. 65 vd.

43 The Dying God, s. 262.

44 L. Lloyd, Peasant Life in Sweden (Londra, 1 870), s. 257.

45 Balder the Beaııtifıı/, i. 328 vd., ii. 21 vd.

274
kanıtını göstermek ve dolayısıyla, şenlik ateşlerinin bitki­
lerle ilgisi olmadığını söyleyerek Sardinya geleneğiyle ilgi­
li kuramıma karşı yükseltilebilecek itirazların önüne geç­
mek yeterli olacaktır. Aksini kanıtlamak üzere biraz daha
kanıt gösterilebilir. Almanya ve Avusturya'nın bazı bölge­
lerinde genç kız ve erkekler keten ve kenevirin iyice bü­
yümesi için yaz şenlik ateşinin üzerinden atlarlar.46 Bu
yüzden, Sardinya geleneğinde yazdönümü festivali için
çömleğe sokulan ve Adonis bahçelerine çok benzeyen
buğday ve arpa saplarının, asıl amacı bitkilerin ve özellikle
de ekinlerin bereketini artırmak olan yaygın yazdönümü
törenlerinden biri olduğunu varsayabiliriz. Ayrıca bitki
ruhunun, bir fikir esnetmesiyle kolayca hem insan hem de
hayvan yaşamı üzerinde yararlı ve bereketli bir etki yaptı­
ğına inanılmasına benzer biçimde, Mayıs-ağaçları ya da
Mayıs-dalları gibi Adonis bahçelerinin de onları eken aile­
ye ya da kişiye iyi şans ve belki de bolluk getireceği düşü­
nülmekteydi. Hatta bu düşüncenin refahla birlikte anılmaz
olmasından sonra dahi bu şeylerin hata iyilik ve kötülük
işaretleri olarak kullanılabildikleri görülmektedir. Büyü iş­
te bu yolla kehanete dönüşmektedir. Buna bağlı olarak da
yazdönümünde uygulanan ve az çok Adonis bahçelerini
andıran kehanet tarzları görmekteyiz. Örneğin 16. yüzyıl­
d a yaşamış bir İtalyan yazar Aziz Yahya festivalinden
(Yazdönümü Günü) ve aynı zamanda Aziz Vitus festiva­
linden birkaç gün önce arpa ve buğday ekme geleneği ol­
d uğunu yazmıştı; böylelikle adına ekim yapılan kişinin
şanslı olacağına ve ekinin iyi filiz vermesi halinde iyi bir
karı veya koca bulacağına inanılmaktaydı; yok, eğer filizler
kötüyse o kadın ya da erkek de şanssız olacak demekti.47
İtalya'nın çeşitli bölgelerinde ve bütün Sicilya'da, Aziz
Yahya Arefesi'nde suya veya toprağa tohum atma geleneği

46 W. Mannhardt, Baumkultus, s. 464; K. von Leoprechting, Aııs dem


Lechrain (Münih, 1 855), s. 183. Daha fazla kanıt için bkz. Balder tlıe Beauti­
ful, i. 1 65, 1 66 vd., 1 68, 1 73, 174.
47 G . Pitre, Spettacoli e Feste Popolari Sici/iane, ss. 296 vd.

275
vardı; özellikle aşkta şansın yaver gidip gitmeyeceği bu
tohumların Aziz Yahya Günü'nde filizlenip filizlenmedi­
ğine bakılarak anlaşılırdı. Bu amaçla kullanılan bitkilerden
bazıları Ciuri di S. Giuvanni (Aziz Yahya otu?) ile ısırgan­
dı.48 İki yüz yıl önce Prusya'da çiftçiler, Yazdönümü Are­
fesi'nde ya da Yazdönümü Günü'nde (Aziz Yahya Günü)
hizmetçilerini veya özellikle de eşlerini Aziz Yahya otu
toplamaya gönderirlerdi. Bu otların toplanmasından sonra
bir çiftçi orada bulunan kişi sayısı kadar otu duvara veya
kirişlerin arasına sokardı; otu çiçek açmayan kişinin ya­
kında hastalanacağı ya da öleceği düşünülürdü. Otların
geri kalanı bir demet halinde bağlanıp, kapıya ya da bir
sonraki hasatta tahılın konacağı yere dikilen bir direğin
ucuna takılırdı. Bu demete Kupole denirdi, törene de Kupo­
le festivali adı verilirdi; çiftçi törende iyi bir tahıl hasadı
gibi şeyler dilerdi.49 (Kupole ile kesinlikle aynı olan) Kupa­
lo'nun aslında bir bitki tanrısı olduğu fikrini güçlü bir şe­
kilde desteklemesi açısından bu Prusya geleneği özellikle
dikkat çek.icidir.50 Çünkü burada Kupalo'nun sembolü halk
geleneğinde yazdönümüyle özdeşleşen bitki demetidir;
hasadın taşındığı yere bırakılan bitki sembolüyle ve bu ve­
sileyle edilen iyi hasat dualarıyla bitkiler üzerindeki etkisi
açıkça gösterilmiş olur. Bu da Ölüm'ün -ki başka bir yerde
gösterdiğim gibi Kupalo, Yarilo ve diğerleri onun analoji­
leridir- esas olarak bitkilerde, daha özel olarak da ölmekte
olan ya da ölmüş kış bitkilerinde kişileştiğine dair görüşü

"" G. Pitre, a.g.e., ss. 302 vd.; Antonio de Nino, Usi e Costumi Abrıızzesi
(Floransa, 1879-1883), i. 55 vd.; A. de Gubematis, Usi Nuziali in Italia e
presso gli altri Popoli Indo-Europei (Milan, 1878), 55. 39 vd. Bkz. L. Pas5ari­
ni, "il Comparatico e la Festa di S. Giovanni nelle Marche e in Roma,"
Archivio per /o Studio dele Tradizioni Popolari, i. (1882) s. 135. İ zmir' de Aziz
Yahya Günü'nde benzer amaçla Agnus castııs adlı bir çiçek kullanılmak­
ta, ancak farklı şekilde bir yorumlama yapılmaktadır. Bkz. Teofilo, "La
notte di San Giovanni in Oriente," Archivio per lo Studia delle Tradizioni
Popolari, vii. (1888), ss. 128-130.
�9 Matthaus Pratorius, Deliciae Prussicae (Berlin, 1871), s. 56.
50 The Dying God, ss. 261 vd.

276
destekleyen yeni bir argümandır.51 Ayrıca bu Prusya gele­
neğinde de Adonis bahçeleri ve tanrı tasviri için aynı tür
bitkilerin kullanılmasının ortaya çıkmasıyla Adonis bahçe­
leriyle ilgili yorumum da doğrulanmış durumdadır. Hiçbir
şey Adonis bahçelerinin sadece, tanrının başka bir tezahü­
rü olduğu şeklindeki kuramın gerçekliğini daha güçlü bir
şekilde ortaya koyamazdı.
Sicilya' da Adonis bahçeleri hala bahar ve yaz aylarında
ekilir; buradan da Suriye' de olduğu gibi Sicilya'da da ilk­
bahardaki ölüler ve dirilen tanrı festivalinin eskiden beri
kutlandığı sonucuna varabiliriz. Paskalya Yortusu'nun
yaklaşmasıyla beraber Sicilyalı kadınlar tabaklara buğday,
yeşil mercimek, kuşyemi eker ve iki günde bir sularlar.
Bitkiler çok geçmeden filizlenir; saplan bir araya getirile­
rek kırmızı kurdeleyle bağlanır ve içinde bulundukları ça­
naklar -hpkı Adonis bahçelerinin ölü Adonis'in mezarına
gömülmesi gibi- ölü İsa'nın tasvirleriyle birlikte Kutsal
Cuma günü52 Katolik ve Yunan kiliselerindeki kabirlere
gömülür.53 Bu uygulama sadece Sicilya'yla sınırlı değildir,
zira Calabria' daki Cosenza' da54 ve muhtemelen başka yer­
lerde de görülmektedir. Bütün bu gelenek -mezarlar ve fi­
lizlenen tahıl çanakları- Adonis tapınmasının başka bir ad
alhnda devamından başka bir şey olmayabilir.
Sicilya ve Calabria gelenekleri Adonis ayinlerini andıran
tek Paskalya Yortusu törenleri değildir. "Balmumundan
yapılmış bir İsa tasviri Kutsal Cuma günü Yunan kilisele­
rinin ortasına konur ve kiliseyi hklım tıklım dolduran ka­
labalık tarafından öpücüklere boğulurken kilise de melan­
kolik ve tekdüze ağıtlarla çınlar. Akşam geç saatlerde ha­
vanın kararmasından sonra balmumu tasvir limon, gül,
yasemin ve öteki çiçeklerle süslenmiş bir tabut içinde ra-

51 Tlıe Dying God, 55. 233 vd., 261 vd.


52 G. Pitre, Spettacoli e Feste Popolari Sici/iane, 5. 21 1 .
53 Eu5tathius, "Homero5, Od. xi. 590" üzerine.

54 Vincenzo Dor5a, La tradizione Greco-Latina negli ıısi e nel/e credenze popo­

lari del/a Calabria Citrriore (Cosenza, 1884), 5. 50.

277
hipler tarafından sokağa çıkarılır ve kalabalığın oluştur­
duğu tören alayının eşliğinde ağır ve vakur adımlarla bü­
tün kasabada dolaştırılır. Bu sırada kendi mumunu taşıyan
tören alayındaki erkekler acılı ağıtlar yakarlar. Tören ala­
yının önünden geçtiği evlerin kapılarında oturan kadınlar
ellerindeki buhurdanlıklarla, ilerleyen tören alayını tütsü­
lerler. Topluluk İsa'sını sanki gerçekten ölmüş gibi ciddi
bir tavırla gömer. En sonunda balmumu imge tekrar kili­
seye döner ve aynı hüzünlü ilahiler yeniden yankılanır.
Kah bir orucun eşlik ettiği bu ağıtlar Cumartesi gecesine
kadar devam eder. Saat onikiyi vurduğunda piskopos gö­
rünür ve ' İsa'nın dirildiği' şeklindeki mutlu haberini verir,
kalabalık da 'Gerçekten dirildi' diye cevap verir ve bütün
kasaba bir anda sevinç çığlıklarıyla, bağırış çağırışlarla,
sonu gelmeyen top ve tüfek sesleriyle ve her çeşit havai fi­
şek patlamasıyla şenlenir. Aynı anda insanlar kah bir oruç­
tan kuzu eti ve şarap ziyafetine geçiş yapar"55
Aynı şekilde Katolik Kilisesi de takipçilerinin önüne
'Mesih'in ölümü ve yeniden diriliş'inin görünür bir for­
munu sunmaktaydı. Bu tür kutsal dramlar, Katolisizmin
gösteriş ve şatafahnın Cermen halklarının nispeten soğuk
doğasına olduğundan daha hoş göründüğü duygusal gü­
ney halkının canlı imgelemini etkilemeye ve sıcak duygu­
larını harekete geçirmeye çok uygundur. Sicilyalı bir yazar
buradaki Kutsal Cuma gününü, yani İsa Mesih'in çarmıha
gerilişinin anıldığı günü şöyle anlatmaktadır. "Akşamleyin
Sicilya' daki her toplulukta düzenlenen geçit alayıyla
İsa'nın çarmıhtan indirilişi insanı gerçekten heyecanlandı­
ran törenlerdir. Geçit alayına tarikatlar katılır; erkek aziz­
leri, kadın azizleri temsil eden ve arka tarafta sıralanmış
birçok kız ve erkek çocuk İsa'nın çarmıha gerilişini simge­
leyen ikonalar taşırlardı. Çarmıhtan İndiriliş işlemi rahip­
ler tarafından yapılırdı. Ölü İsa'nın içinde bulunduğu ta­
butun yanlarında, sadece İsa değil aynı zamanda onu izle-

55 C. Wachsmuth, Das aite Grieclıen/and im neııem (Bonn, 1 864), s. 26.

278
yen Meryem Ana görüntüsüyle oluşan derin acıma duy­
gusunun ortasında bir dehşet ve nefret kaynağı olan kılıçlı
Yahudiler dururdu. Arada bir Çarmıha Geriliş'in 'gizleri'
ya da sembolleri önden giderdi. Bazen de topluluk ' İsa'nın
çarmıhta acı çekişini' ve 'Çarmıhtan İndiriliş'ini' takip
ederdi. İsa Mesih'in Haç' ta geçirdiği üç saatti o 'üç saat'.
İki rahip, İsa'nın çektiği acılar için İtalya saatiyle 18' de baş­
layıp 21'e kadar sırayla dua ederdi. Eskiden 'Golgota' de­
dikleri alanda, açık havada ilahiler okunurdu. Nihayet
üçüncü saatin sonuna yaklaşınca, emisit spiritum sözleriyle
izleyenlerin hıçkırık ve gözyaşları arasında İsa'nın başı dü­
şer ve ölürdü. Bunun hemen ardından, bazı yerlerdeyse üç
saat sonra kutsal bedenin üstündeki çiviler sökülür ve be­
den tabuta konurdu. Castronuovo' da, A ve Maria duası sı­
rasında Yahudi kılığına giren ve Aramatyalı Yusuf ile Ni­
kodim'i temsil eden iki rahip, hizmetkarlarıyla birlikte
Golgota'ya giderdi. Orada ortama uygun şiirler ve ilahiler
eşliğinde Çarmıhtan İndiriliş işlemi gerçekleştirilir ve son­
ra da tören alayı büyük kiliseye giderdi . . . . Salaparuta'da
kilisenin içinde Golgota kayası dikilir. Ölüm duası sırasın­
da, ateşlenen silahlar, çalınan trampetler eşliğinde ve Me­
sih'in ölümüne yas tutan halkın sessiz bakışları arasında
Çarmıha Gerilmiş İsa'nın başı bir makineyle önüne düşü­
rülür ve hüzünlü bir cenaze alayından yükselen ilahiler
duyulur. İsa Mesih üç rahip tarafından Haç'tan indirilip
tabuta konur. Ölü İsa alayının ardından gömme töreni ger­
çekleştirilir, yani iki rahip İsa Mesih'i hayali bir mezara
koyar. Kutsal Cumartesi günü İsa'nın yeniden dirilen im­
gesi mezardan çıkıp bir makine vasıtasıyla sunağın üstüne
konur."56 Ayrıntılarda farklılık göstermekle birlikte benzer
pitoresk semboller Abruzzi' de57 ve muhtemelen Katolik

56 G. Pitre, Spettacoli e Feste Popolari Sici/iane, ss. 217 vd.


57 G. Finamore, Credenze, Usi e Costumi Abruzzesi, ss. 1 1 8-120; A. de Nino,
Usi e Costumi Abruzzesi, i. 64 vd., ii. 210-212. Roccacaramanico' da Paskal­
ya Yortusu'nda düzenlenen temsiller içinde, kiliseye getirilen ve bu
amaçla yüksek bir sunağın yanına dikilen bir ağaç ya da büyük bir dala

279
dünyasının birçok değişik yerindeki Paskalya Yortularında
da görülmektedir.58
Kilise'nin yeni inanan tohumlarını paganizmin eski top­
rağına nasıl da sık sık ustaca dikmeyi başardığını düşüne­
cek olursak, ölen ve yeniden dirilen İsa için düzenlenen
Paskalya Yortusu kutlamalarının, aynı mevsimde Suri­
ye' de düzenlenen benzer 'ölen ve yeniden dirilen Adonis'
kutlamalarının uzantısı olduğu sonucuna varabiliriz. Yu­
nan sanatçıların ürettiği, kollarında ölmekte olan sevgilisi­
ni tutan kederli tanrıça tipi, Hıristiyan sanatının Pietiı'sını,
yani Michelangelo tarafından yapılan en ünlü örneği Aziz
Petrus Bazilikası'nda bulunan, kucağında ölü İsa Mesih'i
tutan Meryem Ana heykelini andırmaktadır. Sağ olan an­
nenin kederinin oğuldaki ölüme dair kayıtsızlıkla bu kadar
mükemmelce tezat oluşturduğu bu soylu görüntü en güzel
mermer kompozisyonlardan biridir. Antik Yunan sanatı
bizlere bu kadar güzel olabilen çok az eser bırakmıştır, yi­
ne de hiçbiri bu kadar etkileyici değildir.59
Bu bağlamda Hieronymus' a ait çok iyi bilinen bir cümle­
yi önemsemek gerekmektedir. Hieronymus, İsa'nın doğ­
duğu kabul edilen Beytüllahim' de Suriyeli Tanrı Ado­
nis' ten daha yaşlı olan bir koru bulunduğunu ve bebek
İsa'nın ağladığı yerde Venüs'ün aşığının da ağladığını söy­
lemektedir.60 Hieronymus açıktan ifade etmese bile Adonis
korusunun, İsa'nın doğumundan sonra bu kutsal yeri leke­
lemek amaayla putperestler tarafından dikildiğini düşü­
nür gibi görünmektedir. Ancak bu konuda yanılıyor olabi-

kendini asıyormuş gibi yapan sağ birinin sergilediği temsil de Yahu­


da'nın ölüm temsilidir (A. de Nino, a.g.e. ii. 211).
58 İsa'nın ölümü ve yeniden diriliş temsili daha önceleri İngiltere'deki

Paskalyalarda da sergilenmekteydi. Bkz. Gasquet, Parish Life in Mediaeva/


England, ss. 177 vd., 182 vd.
5" Bu karşılaşbrma daha önce, Katolik Kilisesi'nin Paskalya kutlamalarını
Adonis ayinleriyle karşılaştıran A. Maury (Histoire des Religions de la
Grece Antiqııe, Paris, 1857-1859, cilt iii. s. 221) tarafından yapılmıştır.
60 Hieronymus, Epistolae, lviii. 3 (Migne, Patrologia Latina, xxii. 581).

280
lir. Daha önceden de belirttiğim gibi, Adonis gerçekten de
ekinin ruhu idiyse, bu yer için Beytüllahim'den, yani "Ek­
mek Evi"nden61 daha uygun bir ad bulunamayacağı gibi,
Adonis'e de kendi Ekmek Evi'nde "Ben hayatin ekmeği­
yim"62 diyen İsa'nın doğumundan yüzyıllar önce tapılmış
olması mümkündür. Beytüllahim'de Adonis'in İsa'dan
sonra var olduğu hipotezinde dahi, ikisinin ölüm ve yeni­
den dirilişlerinin temsil edildiği ayinlerin benzerliğini ha­
tırladığımızda, Hıristiyanların Efendilerine bağlılıklarının
kederli Adonis imgesini kendilerine döndürmüş olabilme
ihtimali bize o kadar da etkileyici gelmez. Yeni tanrıya en
eski tapınma yerlerinden biri Antakya idi ve daha önce
gördüğümüz gibi,63 eski tanrının ölümünün büyük bir
ciddiyetle anıldığı yer de yine Antakya idi. Julianus'un
Adonis festivali sırasında kente girişinde yaşanan bir du­
rum kutlama tarihine bir miktar ışık tutabilir. İmparator
şehre yaklaşınca sanki tanrıymış gibi dualar eşliğinde kar­
şılanmış ve Kurtuluş Yıldızı'run doğu yönünden Üzerleri­
ne doğduğunu söyleyen büyük kalabalığın sevinç naraları
karşısında şaşırmıştı.64 Kuşkusuz bu, Doğulu bir dalkavuk

61 Betlehem "cı;ı7 n•:;ı" kelimesi kelimesine "Ekmek Evi"dir. Bu ad yerine


de uygundur, çünkü "çevrenin son derece verimli ve bereketli olmasının
yanında, bölgede arpa ve buğday zeytin, badem ve üzüm yetişmektedir.
Beytüllahim şarabı ('Talhami') Filistin'in en iyi şaraplarındandır. Bölge o
kadar bereketlidir ki, fazla akarsu bulunmamasına rağmen çok eski yer­
leşim noktalarından biridir (George Adam Smith, Encyclopaedia Biblica,
"Bethlehem" maddesi, i. 560)." Ruth, ya da en azından şairin hayal gücü,
"yabani talullar arasındaki" bülbülleri buradaki ekin tarlalarında dinle­
mişti.
62 Yuhanna vi. 35.
63 Bkz. yukarıda, s. 249.

"' Ammianus Marcellinus, xxii. 9. 1 4. " Urbique propinquans in speciem ali­


cujus nurninis votis excipitur publicis,
miratus voces multitudinis magnae, salutare sidus inlııxisse eois partibus
adclamantis." Bu olayı, bir Güney Amerika Kızılderili kabilesinin geçici
olarak gözden kaybolan kutsal bir yıldızı selamlamasına benzetebiliriz.
"Abiponlar, yedi yıldızdan oluşan Pleiades'in atalarının imgesi olduğu­
nu düşünürler. Takımyıldız birkaç ay Güney Amerika göğünde gözden

281
kalabalığın Roma İmparatoru'na gösterdiği şakşakçılıktan
başka bir şey olmayabilir. Ama aynı zamanda, parlak bir
yıldızın yükselişiyle birlikte festival işaretinin verilmesi ve
tesadüf eseri tam da imparatorun yaklaşbğı sırada yıldızın
doğu ufkundan yükselmesi de olabilir. Eğer gerçekleşmiş­
se, bu rastlantının babl inançlı ve heyecanlı kalabalığın ha­
yal gücünü harekete geçirmesi ve imparatoru göklerdeki
işaretin haber verdiği tanrı olarak görmüş olması da
mümkündür. Ya da imparator yıldız için atılan sevinç na­
ralarını kendisi için atılıyor sanmış olabilir. Adonis'in tan­
rısal sevgilisi Astarte de Venüs gezegeniyle özdeşleştiril­
miş ve sabahtan akşama geçirdiği değişim, ortaya çıkış ve
gözden kayboluşlarına bakarak kehanetlerde bulunan Ba­
billi astronomlar tarafından dikkatle kayda geçirilmişti.65
Dolayısıyla Adonis festivalinin her zaman Venüs'ün Sabah
ya da Akşam Yıldızı olarak ortaya çıkışına denk geldiği
sonucuna varabiliriz. Ancak Antakyalıların festival sıra­
sında selamladığı yıldız Doğu' da görülmüştü; dolayısıyla,
eğer gerçekten Venüs idiyse, sadece Sabah Yıldızı olabilir­
di. Ünlü bir Astarte tapınağının bulunduğu Suriye'nin Af­
ka bölgesinde dini törenlerin başlama işareti belli bir gün­
de bir yıldız gibi Lübnan Dağı'nın doruğundan Adonis
nehrine düşen bir meteorun görünmesiyle verilmekteydi.
Meteorun, Astarte'nin kendisi olduğu66 düşünülmekteydi

kaybolunca atalarının hastalandığını düşünür ve her yıl kendilerinin de


öleceğini düşünerek ölesiye korkarlar. Ancak bu yıldızların Mayıs ayın­
da yeniden ortaya çıkmasıyla birlikte atalarının hastalığının geçtiğini ve
geri döndüğünü düşünürler; o yüzden ona sevinç nidalarıyla seslenir,
savaş boruları çalarlar. İ yileştiği için kendisini tebrik ederler. 'Sana çok
teşekkür ederiz! Sonunda geri döndün! Ah, ne mutlu ki iyileştin!' Hava­
yı bu haykırışlarla doldurur, mutluluklarını ve çılgınlıklarını sergilerler."
Bkz. M. Dobrizhoffer, Historia de Abiponus (Viyana, 1784), ii. 77.
65 M. Jastrow, The Religion of Babylonia and Assyria, ss. 370 vd.; H. Zim­
mem, E. Schrader, Die Keilinschriften und das Aite Testament içinde, s. 424.
66 Sozomenus, Historia Ecclesiastica, ii. 5 (Migne, Patrologia Graeca, lxvii.

948). Sozomemıs meteorla Adonis festivali arasındaki bağlantıdan söz


etmezken, Zosimus (Hist. i. 58) halkın tanrıçaya tapmak üzere toplanıp

282
ve doğal olarak havadaki uçuşu da şehvetli tanrıçanın aşı­
ğının kucağına düşmesi olarak yorumlanmaktaydı. An­
takya ve diğer yerlerde Sabah Yıldızı'nın festival günü gö­
rünmesi aşk tanrıçasının ölmüş sevgilisini toprak yatağın­
dan uyandırıp kaldırması olarak selamlanmış da olabilir.
Eğer böyleyse, buradan doğunun bilgelerini Beytüllahim' e
yani Hieronymus 'un bebek İsa'nın ağladığını ve Adonis'e
ağıtlar yakıldığını duyduğu yere yönlendiren şeyin Sabah
Yıldızı olduğu sonucuna varabiliriz.

altın, gümüş ve değerli kıyafetlerini tapınağın yanındaki bir göle attıkla­


rı mevsimde tapınağın üstünde bir meşale ya da a teş topu gibi bir ışığın
görüldüğünü söyleyerek bunu doğrulamaktadır. Afka ve Adonis mezarı
için bkz. yukarıda, ss. 42 vd.

283
.

2. KiTAP

ATTİS
1. Bölüm
Attis Miti ve Ayini

Ölümü ve yeniden dirilişiyle Batı Asya inanç ve ayinle­


rine derin kökler salan diğer bir tanrı Attis'tir. Adonis Su­
riye için ne ise Attis de Firigya için o idi. Görünüşe göre
Adonis gibi o da bir bitki tanrısı olup, ölümü ve yeniden
dirilişi için her yıl ilkbaharda yas tutulur ve sevinç gösteri­
lerinde bulunulurdu. 1 İki tanrıyla ilgili efsane ve ayinler
birbirine o kadar benzemekteydi ki bazen antik dönem in­
sanları bile bunların aynı olduğunu düşünürdü.2 Attis'in,
büyük bir Asya bereket tanrıçası olan ve en büyük evi
Frigya' da bulunan Kibele'nin yani Tanrıların Anası'nın
aşık olduğu yakışıklı bir çoban ya da sığırtmaç olduğu
söylenmekteydi.3 Bazıları Attis'in onun oğlu olduğunu dü­
şünmekteydi.4 Diğer birçok kahramanın olduğu gibi onun
doğumunun da mucizevi olduğu söylenmektedir. Annesi
Nana bir bakireydi, bağrına koyduğu olgun bir badem ya
da narla hamile kalmıştı. Aslında Firigya kozmogonisinde

1 Attis mitine dair antik döneme ait edebi ve yazıt niteliğindeki kanıtlar
Mr. H. Hedping'in monografisinde bir araya getirilerek tartışılmıştır, At­
tis, seine Mythen und sein Kıılt (Giessen, 1903).
2 Hippolytus, Refutatio omniıım haeresium, v. 9, s. 168 (ed.) L. Duncker ve
F. G. Schneidewin (Gottingen, 1859); Socrates Scholasticus, Historia Ecc/e­
siastica, iii. 23. 51 vd.
3 Büyük Ana, Tanrıların Anası olan ve hem hayvansal hem bitkisel bütün

yaşamın kaynağı olarak görülen Kibele için bkz. Rapp, "Kybele" madde­
si, W. H. Hoscher, Lexicon der griech und röm. Mythologie içinde, ii. 1638
vd.
• "Lukianos, /upiter Tragoedus, 8, s. 60" üzerine şerh, (ed.) H. Rabe (Leip­

zig, 1906), (cilt. iv. p. 173 ed. C. Jacobite); Hippolytus, Refutatio omnium
haeresium, v. 9, ss. 1 68, 170 (ed.) Duncker ve Schneidewin.

287
badem her şeyin babası olarak görülürdü, çünkü çıplak
dallarda yaprakların çıkmasından önce açan leylak rengi
narin çiçeği5 ilkbaharın ilk habercilerinden biriydi. Bu tür
bakire anne öyküleri, çocukların kadın-erkek arasındaki
ilişkilerin sonucu olduğunu henüz bilmeyen insanların ço­
cuksu bir cehaletinin kalınhlandır. Varlığını sürdüren en
ilkel vahşiler, yani orta Avustralya'nın aborijin kabileleri6
arasında hala hakim olan bu cehalet bir dönem kuşkusuz
ki bütün dünyaya hakimdi. Hatta insanların doğanın yasa­
larını daha iyi anlamaya başladığı sonraki zamanlarda bile
bu yasaların istisnalarının olabileceği ve mucizevi varlıkla­
rın hayalında erkek eli değmemiş bir kadından mucizevi
olarak dünyaya gelebilecekleri kabul edilmekteydi. Filis­
tin' de bugün bile kadınların cinlerden ya da ölmüş kocala­
rının ruhundan hamile kalabileceklerine inanılmaktadır.
Nebk'te böyle bir birlikteliğin meyvesi olduğuna inanılan
bir adam vardır ya da son zamanlara kadar vardı, basit
halk annesinin erdemini asla sorgulamamıştı.7 Attis'in
ölümüne dair iki ayrı öykü mevcuttur. Bir anlahma göre
tıpkı Adonis gibi bir yaban domuzu tarafından öldürül­
müştü. Diğer anlatıma göre bir çam ağacının altında ken­
dini hadım ederken aşırı kanama sonucu ölmüştü. Bu ikin­
ci öykünün, büyük bir Kibele merkezi olan Pessinus halkı
tarafından dile getirildiği söylenmektedir ve öykünün bir
kısmını oluşturan efsaneye antik niteliğini vurgulayan bir
kabalık ve vahşilik damga vurmaktadır.8 Her iki öykü de

5 Pausanias, vii. 17. 1 1; Hippolytus, Refutatio omnium haeresium, v. 9, ss,


166, 1 68 (ed.) Duncker ve Schneidewin; Arnobius, Adversus Nationes, v. 6.
6 Bkz. yukarıda, ss. 1 1 4 vd.
7 S. 1. Curtiss, Primitive Semitic Religion To-day, ss. 1 1 5 vd. Bkz. yukarıda,
ss. 92-93, 235 vd.
" Attis'in bir yaban domuzu tarafından öldürüldüğü iddiası M. Ö . 4. yüz­
yılda yaşamış melankolik bir şair olan Hermesianax tarafından dile geti­
rilmiştir (Pausanias, vii. 17); ayrıca bkz. "Nikandros, Alexipharmaca, 8"
üzerine şerh. Diğer öykü, muğlak antik eserlerden ve gizemlerin içinden
çıkarımlarda bulunan Timotheus'tan alıntı yapan Amobius (Adversus
Nationes, v. 5 vd.) tarafından anlatılmaktadır. Bu anlatım Pausanias'ın

288
doğrudan geleneklere dayanıyor olabileceği gibi, inananla­
rın uyguladığı bazı gelenekleri açıklamak üzere üretilmiş
olabilir. Attis'in kendi cinsel organını kesme öyküsü, bes­
belli, tanrının hizmetine girmeden önce kendilerini hadım
eden rahiplerinin kendi cinsel organlarını kesmelerini açık­
lamaya yönelik girişimdir. Yaban domuzu tarafından öl­
dürülme öyküsü, kendisine tapanların, özellikle de Pessi­
nus halkının niçin domuz yemediğini açıklamak için anla­
tılmış olabilir.9 Aynı şekilde Adonis'e tapanlar da domuz­
dan uzak dururlardı, çünkü tanrılarını bir yaban domuzu
öldürmüştü. Attis'in öldükten sonra çam ağacına dönüş­
tüğü söylenmektedir.10
Frigyalı Tanrıların Anası'na tapınma Hannibal'le yapılan
uzun mücadelenin sonlarına doğru, M.Ö. 204'te Romalılar
tarafından da benimsenmişti. Çünkü yorgun ruhları,
Sibylline Kitapları denilen kitaplarından; şu karmakarışık
ve anlamsız -ama kullanışlı- kitaplarından alınan, büyük
Doğu tanrıçasının Roma'ya getirilmesi halinde yabana is­
tilacıların İtalya'dan kovulacağı şeklindeki kehanetle se­
vince boğulmuştu. Bu çerçevede Filigya' daki kutsal şehri
Pessinus' a elçiler gönderilmişti. Güçlü tanrıçayı temsil
eden küçük siyah taş, elçilere teslim edilmiş ve Roma'ya
götürülmüştü. Burada büyük saygıyla karşılanan taş Pala­
tino Tepesi'ndeki Zafer tapınağına dikilmişti. Tanrıça ken-

Pessinus'ta geçtiğini söylediği öyküyle açık biçimde örtüşmektedir. Ser­


vius'a göre (Virgilius, Aen. ix. 115) Attis bir çam ağacının altında kanlar
içinde bulunmuştu, ancak erkekliğini ve hayatını alan bu yaranın nedeni
kendisi değildi. Pausanias'ın sözünü ettiği Timotheus, Ptolemy Soter'in
dini konularda danıştığı ve Serapis inancının oluşmasına yardım ettiği
Timotheus olabilir. Bkz. Plutarkhos, !sis et Osiris, 28; Franz Cumont, Les
Religions Orientales dans le Paganisme Romain, (Paris, 1909), ss. 77, 1 13, 335.
• Pausanias, vii. 17. 10; Julianus, Orat. v. 177 B, s. 229, (ed.) F. C. Hertlein

(Leipzig, 1875-1876). Aynı şekilde, tanrıça Ma'ya tapıruna merkezi olan


Pontus'taki Komana'da domuz eti yenmediği gibi, domuzun şehre so­
kulması bile söz konusu değildir (Strabon, xii. 8. 9, s. 575). Komana için
bkz. yukarıda s. 53.
ıo Ovidius, Metam. x. 103 vd.

289
te ulaştığında Nisan'ın ortalarıydı, 11 gelir gelmez işe ko­
yuldu. O yıl görülmemiş bir hasat yaşandı, 12 ertesi yıl da
Hannibal ve askerleri Afrika'ya kaçtı. Arkasında giderek
uzaklarda solan İtalya'daki sonuna baktığında, ordularını
püskürten Avrupa'nın, Doğu'nun tanrılarından medet
umacağını hiç tahmin edemezdi. Galiplerin öncü kuvvetle­
ri mağlupların artçılarının sahillerden uzaklaşmasını bile
beklemeden, çoktan İtalya'nın kalbine yerleşmişti bile.
Her ne kadar dile getirilmese de buradan Tanrıların
Anası'nın Bah'daki yeni evine giderden yanında genç sev­
gilisine ya da oğluna tapınmayı da getirdiği sonucuna va­
rıyoruz. Tabii Romalılar Cumhuriyet'in sona ermesinden
önce Galli'yi ve Attis'in hadım rahiplerini biliyordu. Doğu­
lu kostümleri içinde, boyunlarına asılmış küçük figürlerle
bu cinsiyetsiz varlıklar, ellerinde tanrıçanın imgeleriyle, zil
ve teflerin eşliğinde ilahiler söyleyerek tören alayları ha­
linde yürüdükleri Roma sokaklarında bilindik bir görüntü
sergilemekteydi. Fantastik gösteriden etkilenen ve çıkan
vahşi seslerle coşkuya kapılan halk ise onlara bolca sadaka
atıyor ve tanrıça figürüyle onu taşıyanları gül yağmuruna
tutuyordu. İmparator Claudius da Firigya'ya özgü kutsal
ağaç tapınmasını ve onunla birlikte muhtemelen sefahat
dolu Attis ayinlerini de mevcut Roma dininin içine katarak
bir adım daha ileri gitmişti.13 İlkbahar' daki büyük Kibele

11 Livius, xxix. 10, 1 1 ve 14. bölümler; Ovidius, Fasti, iv. 259 vd. Hero­

dian, ii. 1 1 . Tanrıçayı temsil eden taş için bkz. Amobius, Adversus Natio­
nes, vii. 49.
12 Plinius, Nat. Hist. xviii. 16.

1 3 Prof. A. von Domaszewski, Frigya'daki kutsal ağaç tapınmasını Roma

ritüeline sokan Claudius'un 1. yüzyıldaki imparator Claudius olmayıp,


3. yüzyılda, M.S. 268'de tahta çıkan Claudius Gothicus olduğunu savu­
nuyor. Bkz. A. von Domaszewski, "Magna Mater in Latin Inscriptions,"
The /ournal of Roman Studies, i. (191 1 ), s. 56. Bu ikinci tarihin, söz konusu
tapınmanın ağır gelişimine daha fazla uyduğu söylenmektedir. Ama öte
yandan bu görüş itirazlara açıkhr. (1) Bu konuda elimizdeki tek otorite
olan Joannes Lydus, tartışma konusu olan Claudius'un 1 . yüzyıldaki im­
parator olduğunu söylemektedir. (2) Bir dizi antik yazar ve yazıt, Ro-

290
ve Attis festivalini en iyi Roma' da gördüğümüz şekliyle
bilmekteyiz; ancak Roma törenlerinin aynı zamanda Frig­
ya törenleri olduğunu öğrendiğimize göre14 Asya' daki öz­
gün haliyle aralarında fark olmadığını varsayabiliriz. Fes­
tival düzeni şu şekildeydi;
Mart'ın 22. günü ormandan bir çam ağacı kesilir ve Kibe­
le tapınağına getirilirdi; ağaç burada büyük bir tanrı mu­
amelesi görürdü. Kutsal ağacı taşıma görevi bir Ağaç­
taşıyıcıları birliğine verilmişti. Ağacın gövdesi hpkı bir ce­
set gibi yün sargılarla sarılıp üstüne menekşeden yapılmış

ma'da Antoninler döneminden beri var olduğunu öğrendiğimiz Ağaç­


taşıyıcı (Dendrophori) tarikatlarına a tıfta bulunan yazıt mesela, Frigya ta­
pınmasının, özellikle de Kibele ve Attis'e adanmanın Claudius Gothi­
cus'un tahta çıkışından yaklaşık yüzyıl önce de var olduğunu göstermek
suretiyle Roma imparatorluğunda M .Ö. 268' den çok öncelere uzanan bir
yaygınlık gösterdiğini anlatmaktadır. (3) Augustus dönemi tarihçileri
(Aelius Lampridius, Alexander Severus, 37; Trebellius Pollio, Claudius, iv.
2) ilkbahardaki büyük Kibele ve Attis festivalinden sanki festival Roma
yönetimince Claudius Gothicus'un tahta çıkışından önce kabul edilmiş
gibi söz etmektedirler; Prof. Von Domaszewski'nin bu sözleri "arsız bir
sahtekarın" işleri olarak nitelemesine kuşkuyla yaklaşabiliriz. (4) Kanlı
Frigya batıl inanç sistemi, 1. yüzyılın batıl inançlı, korkak, zalim, takıntılı
Claudius'una, 3. yüzyıldaki cesur yürekli asker adaşından daha fazla
uymaktadır. Birincisi rezil günlerini muhafızlarla çevrilmiş sarayının
güvenli ortamında geçirmekteydi. Ötekiyse kısa ama muhteşem saltana­
tının iki yılını ordugahta ve cephedeki muharebe alanlarında, imparator­
luğun barbar düşmanlarıyla savaşarak geçirmişti; dolayısıyla Roma hal­
kının batıl inançlarına vakit ayıracak kadar boş zamanının olmamış ol­
ması muhtemeldir. Bu yüzden Mr. Hepding ile Prof. Cumont'un, Attis
ayinlerinin Roma'da birinci yüzyıldan beri resmen düzenlenmekte oldu­
ğu şeklindeki geleneksel görüşlerini kabul etmek daha doğru görünmek­
tedir.
Joannes Lydus'un açıklamalarını tamamen bir kenara iterek, konuyla il­
gili en erken bulguların M.S. 2. yüzyıla işaret ettiği gerekçesiyle bu ayin­
lerin M.S. 2. yüzyıldan beri resmen uygulandığını savunan Prof. G. Wis­
sowa orta yol benimsemiş görünmektedir (Religion und Kultus der Römer,
Münih, 1912, s. 322). Ancak bu yüzyıllarla ilgili elimizdeki kanıtların
mükemmel olmaktan çok uzak olduğunu hesaba kattığımızda, resmi
kültün bize kadar gelen ilk duyurudan daha eski olamayacağını düşün­
mek gerçekçi görünmemektedir.
1 4 Arrianus, Tactica, 33; Servius, "Virgilius, Aen. xii. 836" üzerine.

291
çelenkler konurdu, çünkü hpkı güllerle anemonların Ado­
nis'in kanından çıkması gibi menekşelerin de Attis'in ka­
nından çıkhğı söylenirdi. Gövdenin ortasına kesinlikle At­
tis' i temsil eden, genç bir adamın kuklası bağlanırdı. Festi­
valin ikinci günü, yani 23 Mart'ta asıl tören olarak bora­
zanlar çalınırdı.15 Üçüncü gün yani Mart'ın yirmi dördün­
cü günü Kan Günü olarak bilinirdi: Archigallus ya da yük­
sek-rahip kolundan kan alıp armağan olarak sunardı.16
Bunu yapan sadece o değildi. Birbirine vuran zillerin,
gümbürdeyen davulların, çalan borazanların ve çınlayan
flütlerin vahşi ve barbar müziğiyle coşan alt düzeydeki din
adamları da başlarını sallayıp saçlarını savurarak, heye­
candan kendilerinden geçmiş ve artık aaya duyarsız hale
gelmiş vaziyette sunağı ve kutsal ağacı kanlarıyla sulamak
adına çömlek kırıklarıyla bedenlerini yaralayana ya da bı­
çaklarla kesene dek ortalıkta dans ederlerdi. Bu korkunç
ayin muhtemelen Attis mateminin bir parçasını oluştur­
makta olup, ona yeniden dirilecek kuvveti kazandırmayı
amaçlıyor olabilir. Avustralyalı aborijinler de arkadaşları­
nın yeniden dünyaya gelmesi için mezarlarının başında
aynı şekilde kendilerini keserler.17 Aynca, açıkça belirtil­
mese de rahip adaylarının aynı şekilde Kan Günü'nde ve
yine aynı amaçla erkekliklerini kurban ettiklerini varsaya­
biliriz. Dini çoşkunun doruğuna çıkan adaylar kestikleri
organlarını zalim tanrıça figürüne atardı. Arhk işe yara­
mayan bu bereket araçları saygıyla paketlenip toprağa ya
da Attis'in yeniden hayata döndürülmesini ve doğanın
bahar güneşinin altında yeniden dirilerek yaprak ve çiçek­
lere bürünmesini hızlandırmak için kullanıldıkları yeral-

15 Julianus, a.y. ve 169 C, s. 219 (ed.) F. C. Hertlein. Bu tören, aynı güne

denk gelen eski tubilustrium ile ya da 'borazanların arındırması' ile bir­


leştirilmiş olabilir. Lydus, De mensibus, iv. 42; Varro, De lingua Latina, vi.
14; Festus, ss. 352, 353, (ed.) C. O. Muller; W. Warde Fowler, Roman Festi­
vals of tlıe Period of tlıe Republic (Londra, 1 899), s. 62.
16 Trebellius Pollio, C/audius, 4; Tertullianus, Apologeticus, 25.

17 Tlıe Magic Art and tlıe Evolution of Kings, i. 90 vd., 101 vd.

292
tındaki kutsal Kibele bölmelerine18 gömülürdü. Attis'in
annesinin, Attis'in bir tür ikizi olan Agdestis adlı bir insan­
canavarın kesik cinsel organlarından çıkan narı kucağına
koyarak hamile kaldığım anlatan ilkellere ait bir öykü bu
yorumu doğrulamaktadır.19
Bu yorumda bir gerçeklik payı varsa eğer, niçin diğer
Asya bereket tanrıçalarına da hadım rahipler tarafından
hizmet edildiğini kolayca anlayabiliriz. Bu kadın tanrılar
kutsal aşıkları temsil eden erkek rahiplerinden yararlı iş­
levlerini yerine getirme araçlarını bırakmalarını istemek­
teydi; kendileri hayat veren enerjiyle hamile kalır ve bunu
dünyaya aktarırlardı. Efesli Artemis20 ve Hierapolis'teki
tapınağın sahibi; haaların akınına uğrayan ve Asur, Babil,
Fenike, Arabistan' dan gelen armağanlarla zenginleşerek
görkemli günlerinde Doğu'nun en çok rağbet gören tapı­
nağının sahibi, Suriyeli büyük Astarte21 gibi tanrıçalar bu
şekilde hadım rahipler kullanmaktaydı.22 Bu Suriyeli tanrı-

18 Minucius Felix, Octavius, 22 ve 24; Lactantius, Divin. Instit. i. 21 . 16; ay­


nı yazar, Epitoma, 8; " Lukianos, /upiter Tragoedus, 8" üzerine şerh, (s. 60,
ed. H. Rabe); Servius, "Virgilius, Aen. ix. 1 15" üzerine; Prudentius, Peris­
tephan. x. 1066 vd., "Passio Sancti Symphoriani," 2. ve 6. bölümler (Mig­
ne, Patrologia Graeca, v. 1463, 1466); Amobius, Adversus Nationes, v. 14;
"Nikandros, Alexipharmaca, 8" üzerine şerh; H. Hepding, Attis, ss. 163
vd. İskenderiyeli Klements'in anlattığı bir öykü (Protrept. ii. 15, s. 13, ed.
Potter) zayıf erkeklerin kendilerininkinin yerine koç cinsel organı kurban
etmelerine izin verildiğini söylemektedir. Yazıtlardaki anlatımlardan,
Attis ve Büyük Ana için koç ve boğa kurban edildiğini ve boğa testisleri­
nin özel bir amaç için, muhtemelen bereketi artırmak için kullanıldığım
biliyoruz. Aynı amaçla koç testislerinin de kullanılmış olması mümkün
değil midir? Her iki hayvanın organlarının insan organının yerini tut­
muş olması mümkün değil midir? Koç ve boğa kurban edilişi için bkz.
G. Zippel, "Das Taurobolium," Festschrift zıım fünfzigjiihrigen Doctorju­
biliium L. Friedlaender (Leipzig, 1895), ss. 498 vd.; H. Dessau, Inscriptiones
Latinae Se/ectae, No. 4118 vd.; J. Toutain, Les Cııltes Paiens dans /'Empire
Romain, ii. 84 vd.
19 Amobius, Adversus Nationes, v. 5 vd.

20 Strabon, xiv. 1. 23, s. 641.

21 Lukianos, De dea Syria, 15, 27, 50, 53.

22 Lukianos, a.g.e., 10.

293
çanın cinsiyetsiz rahipleri Kibele'nin rahiplerine o kadar
çok benzemekteydi ki bazıları bunların aynı tanrıçalar ol­
duğunu düşünrnekteydi.23 Bunların kendilerini dini yaşa­
ma adayış biçimleri de aynı şekilde benzerdi. Hierapolis'te
yılın büyük festivali, Suriye'den ve çevre bölgelerden ka­
labalıkların tapınağa akın ettiği ilkbaharın başına denk
gelmekteydi. Flütler çalınıp davullar vurulur ve hadımlar
bıçakla kendilerini doğrarken, dini coşku adeta bir dalga
gibi, bunları seyreden kalabalığa yayılır ve sırf festivali iz­
lemek için gelen birçok kişi aklına bile gelmeyen şeyler
yapardı. Müzikle kanı kaynayan ve gözlerinin önünde
akan kanın etkisiyle adeta kendinden geçen birçok erkek
üstündekileri bir kenara fırlatıp haykırarak ortaya fırlar ve
bu amaçla kenarda duran kılıçlardan birini kapıp oracıkta
kendi cinsel organını keserdi. Sonra o kanlı parçaları eline
alıp şehrin içinde koşar ve bunları o çılgınlık anında
önünden geçtiği evlerden birinin içine ahverirdi. Ev sahibi
de böylece ona artık ömür boyu giyeceği bir kadın kıyafeti
ve kadın süsleri verme onuruna erişmiş olurdu.24 Duygu
karmaşası geçip de adam kendine geldiğinde bu geri dö­
nülemez işlemi genellikle derin bir üzüntü ve ölene kadar
süren bir pişmanlık izlerdi. Catullus ünlü bir şiirinde fana­
tik bir dini coşku anını izleyen bu ani duygusal değişimi
çok güzel anlatmaktadır.2s

23 Lukianos, a.g.e., 15.


24 Lukianos, a.g.e., 49-51 .
25 Catullus, Carm., lxiii. Mr. H . Hepding'in (Atlis, s . 140), şiirin konusu­

nun mitlerdeki Attis değil, onunla aynı adı taşıyan ve tanrısının aalarını
çeken, Attis'in sıradan rahiplerinden biri olduğu şeklindeki düşüncesine
ben de katılıyorum. Şiir bu gözle okunduğunda daha da güç kazanmak­
ta ve daha etkileyici olmaktadır. Kendi insanımızın gerçek üzüntüleri
bizleri hayali tannlannkinden daha fazla etkilemektedir.
Erkekliğin kurban edilmesi ve hadım rahiplik kurumu çok yaygın ol­
mamakla birlikte bu uygulamaya birkaç örnek daha eklemek mümkün­
dür. Karya'daki Stratonikeia'da bir hadım, Zeus ve Hekate tapınmasıyla
bağlantılı olarak kutsal bir yere sahipti (Corpus lnscriptionum Graecarum,
No. 2715). Eustathius'a göre ("Homeros, lllias, xix. 254"e şerh, s. 1 183)

294
Mısır rahipleri erkekliklerini tanrılara kurban etmiş hadımlardan oluş­
maktaydı. Kore'de, "Chu-il olarak bilinen, on ikinci ayın belli bir gece­
sinde üç yüz kadar saray hadımı ertesi yılki hasadın iyi geçmesi için bir
ayin düzenlerdi. Koro halinde ilahiler söyler, ellerindeki yanan meşalele­
ri bir süre etraflarında döndürürlerdi. Bunun, tarla fareleriyle diğer za­
rarlıları yok etmek için ölen otların yakılmasını simgelediği söylenir."
Bkz. W. Woodville Rockhill, "Notes on some of the Laws, Customs, and
Superstitions of Korea," The American Anthropologist, iv. (Washington,
1891) s. 185. Bkz. lsabella Bird, Korea and her Neighbours (Londra, 1 898), ii.
56 vd. Güney Nijerya Ekoilerinde bol hasat ve gökgürültülerinden ko­
runmak için düzenlenen festivallerde hem erkeklerin hem de kadınların
cinsel organlan kesilirdi. Görünüşe göre kurbanlar kan kaybından ölür­
dü. Bkz. Amaury Talbot, in the Shadow of the Bush (Londra 1912), ss. 74
vd. Mr. Talbot bana şöyle yazıyor: "Idua'da kısa bir süre önce korkunç
bir olay meydana geldi, bir adam kendi membrum virile'sini kesti" (Eket,
Nr Calabar, Güney Nijerya, 7 Şubat 1 91 3 tarihli mektup). Kongo'daki Ba­
sundilerle Ba-bwendelerde birçok genç "kendini fallik tapınmaya daha
çok verebilmek için hadım ediliyor. Sahilden içerilere gittikçe bu vakala­
rın sayısı arhyor. Manyanga ve Isangila arasındaki kimi köylerde yeni
ayı kutlamak üzere tuhaf hadım dansları yapılıyor, kanatları kesilmiş
beyaz bir horoz canlı canlı havaya ahlıyor ve yere düşerken hadımlar ta­
rafından yakalanıp tüyleri yolunuyor. Bana ilk başlarda bu törende in­
sanların kurban edildiği, genç bir erkek ya da kızın hadımlar tarafından
havaya atılıp, düşerken parça parça edildiği, ancak sonraki yıllarda köle­
lerin azalmasıyla ya da kurban törenlerinin yumuşamasıyla beraber in­
sanın yerini beyaz horozun aldığı" söylendi (H. H. Johnston, "On the
Races of the Congo," /ournal of the Anthropological lnstitute, xiii. (1884), s.
473; bkz. aynı yazar, The River Congo, Londra, 1 884, s. 409). Hindistan' da
doğuştan hadım olan ya da bir şekilde sonradan hadımlaşan erkekler
zaman zaman Huligamma adlı bir tanrıçaya adanmaktadır. Bunlar kadın
kıyafetleri giyerler, dolayısıyla kadınlarla karıştırıldıkları olur. Aynca ik­
tidarsız olan ya da iktidarsız olduğunu düşünen erkekler kadın gibi gi­
yinebilir ve erkeklik organlarından kurtulma umuduyla tanrıçaya hiz­
met edebilir. Bkz. F. Fawcett, "On Basivis," /ournal of the Anthropological
Society of Bombay, ii. 343 vd. İngiliz seyyah Alexander Hamil ton, Pegu' da
toprak tanrıları adına yapılan bir dansa tanıklık etmişti. "Dansçılar ge­
nellikle bu ülkede sayısı çok olan hermafroditlerden seçilir. Dokuz tane­
sinin yarım saatten uzun bir süre deliler gibi dans ettiğini gördüm; sonra
bazıları yere düşerek kasılmaya başladı ve yarım saat boyunca ağızla­
rından köpük geldi; kendilerine geldiklerinde o yıl ekin hasadının bol ya
da az olacağı gibi ve o anla ilgili başka kehanetlerde bulundular. Bütün
bunlar kendinden geçmiş dansçıların vecd haline geçerek tanrılarla kur­
duğu o yarım saatlik iletişimin bir sonucuydu" (A. Hamilton, "A New

295
Bu Suriyeli tapınmaaların benzer davranışları, benzer
Kibele tapınmasında da, Yaralı aşığından damlayan kırmı­
zı damlalardan fışkırdığı varsayılan menekşeler çamların
arasında açarken tanrıça için düzenlenen ilkbahar ayinleri
çerçevesindeki Kan Günü'nde erkekliğin kurban edildiği
görüşünü doğrulamaktadır. Attis'in kendini bir çam ağa­
cının altında hadım etme öyküsü26 aslında bu rahiplerin
Attis adına düzenlenen festivalde kutsal menekşelerle süs­
lenmiş ağacın yanında aynısını yapmasına gerekçe olarak
üretilmiştir. Her halükarda, Kan Günü'nde Attis için yas
tutulduğundan ve tören sonunda kuklasının gömüldü­
ğünden kuşku duyamayız.27 Mezara koyulan figürle ağaca
asılan figür muhtemelen aynıydı.28 Tapınanlar yas dönemi
boyunca ekmek orucu tutardı, çünkü Kibele de güya At­
tis'in ölümü üzerine böyle yapmışh,29 ama gerçekte muh­
temelen Harranlı kadınların Tammuz için gözyaşı döktük­
leri sırada değirmende öğütülmüş hiçbir şey yememelerine
yol açan aynı nedenden dolayı o orucu tutuyorlardı.30 Böy­
le bir mevsimde ekmeği ya da unu paylaşmak tanrının ya-

Account of the East lndies,", J. Pinkenton, Voyages and Travels içinde, viii.
427). Attis tapınmasında da Archigallus ya da hadım rahiplerin başı aynı
şekilde kehanetlerde bulunurdu; belki o da coşkulu bir dans sonucu
esinlenme noktasına erişiyordu. Bkz. H. Dessau, Inscriptions Latinae Selec­
tae, cilt ii., böl. i., ss. 142, 143, No. 4130, 4136; G. Wilmanns, Exempla Insc­
riptionum Latinarum (Berlin, 1873), cilt i., s. 36, No. 1 19a, 120; J. Toutain,
Les Cultes Paiens dans l'Empire Romain, ii. 93 vd. Suriye dininde erkeklik
organının kurban edilmesi için bk.z. T. Nöldeke, "Die Selbstentmannung
bei den Syrem," Archiv für Religionswissenschaft, x. (1907), ss. 1 50-152.
26 Amobius, Adversus Nationes, v. 7 ve 16; Servius, "Virgilius, Aen. ix.115"

üzerine.
27 Diodorus Siculus, iii. 59; Arrianus, Tactica, 33; "Nikandros, Alexiphar­

maca, 8" üzerine şerh; Firmicus Matemus,


De errore profanarum religionum, 3 ve 22; Amobius, Adverstis Nationes, v.
16; Servius, "Virgilius, Aen. ix. 115" üzerine.
25 Bk.z. yukarıda, s. 291.

29 Arnobius, a.y.; Sallustius philosophus, "De diis et mundo," iv., Frag­

menta Philosophorum Graecorum, (ed.) F. G. A. Mullach, iii. 33.


30 Bkz. yukarıda, s. 252.

296
ralı ya da kırgın bedeninin saygısızca kullanılması olarak
görülmüş olabilir. Ya da belki de oruç kutsal bir yemek
öncesi hazırlık olabilir.31
Fakat gece çökünce inananların kederi sevince dönüşür­
dü. Çünkü bir anda karanlıkta bir ışık parıldardı; işte me­
zar açılmış ve Tanrı ölüm uykusundan uyanmıştı. Rahip
ağlayan ağıtçıların dudaklarına melisa yağı sürerken, bir
yandan da kulaklarına yumuşak bir şekilde kurtuluş müj­
desini fısıldardı. Tanrının yeniden dirilişi, takipçileri tara­
fından kendilerinin de mezarın çürümüşlüğünden zaferle
çıkacaklarının vaadi olarak görülürdü. Ertesi gün yani ilk­
bahar gündönümü olarak kabul edilen Mart'ın yirmi be­
şinci günü kutsal yeniden diriliş çılgınca sevinç nidalarıyla
kutlanırdı. Roma' da ve muhtemelen diğer yerlerde bu kut­
lama karnavala dönüşürdü. Neşe Festivali'ydi (Hilaria) bu.
Her şey serbestti. Herkes istediğini yapıp istediğini söyle­
yebilirdi. İnsanlar kılık değiştirerek sokaklarda dolaşırdı.
Hiçbir yüksek mevki en basit vatandaşın cezalandırılması­
na neden olacak kadar yüksek ya da kutsal değildi. Com­
modus'un saltanatında bir fesatçı çetesi bu kılık değiştir­
meyi fırsat bilerek, İmparatorluk Muhafızları gibi giyinip
eğlenenlerin arasında karışmak suretiyle imparatorun ya­
nına yaklaşarak onu bıçaklamayı planlamıştı. Ama komplo
başarılı olamamıştı.32 Hatta amansız Alexander Severus bi­
le bu neşe gününde bir köylüyü yakınına kabul edecek ka­
dar gevşemişti.33 Ertesi gün, yani Mart'ın yirmi altıncı gü-

3 1 Bkz. aşağıda, s. 299.


32 Macrobius, Saturn., i. 21 . 10; Flavius Vopiscus, Aure/ianus, i. I; Julianus,
Or., v., ss. 168 D, 169 D; Damascius, a.y.; Herodian, i. 10. 5-7; Sallustius
philosophus, "De diis et mundo," Fragtnenta Phi/osophoruni Graecorıım,
(ed.) F. G. A. Mullach, iii. 33. Aynı şekilde, İ sa Mesih'in yeniden diriliş
günü olan Paskalya Pazan'na antik yazarlar Neşe Pazarı (Dominica Gau­
dii) demekteydi. İmparatorlar bu mutlu günde ağır suçlular dışındaki
bütün suçluları affederdi. Bkz. J. Bingham, The Antiquities of the Christian
Church, kitap xx., böl. vi. Böl. 5 vd. (Bingham, Works [Oxford, 1855], vii.
317 vd.).
33 Aelius Lampridius, Alexander Severus, 37.

297
nü, istirahat günü ilan edilirdi ki bu kadar heyecan ve eğ­
lenceden sonra buna gerçekten ihtiyaç vardı.34 Roma festi­
vali nihayet Mart'ın yirmi yedinci günü Almo ırmağına
doğru yapılan toplu yürüyüşle sona ererdi. Yüzü, pürüzlü
siyah taştan yapılma gümüş tanrıça figürü öküzler tarafın­
dan çekilen bir arabaya konurdu. Önünde çıplak ayaklı
soylular bulunan araba borazan ve davulların yüksek sesli
melodilerinin eşliğinde Porta Capena' dan yavaşça hareket
ederek, Roma surlarının hemen dışında Tiber' e karışan
Almo'nun kıyısına inerdi. Mor cübbeli yüksek rahip bura­
da araba ve figürle diğer kutsal nesneleri akarsuda yıkardı.
Araba ve öküzler dönüşte taze ilbahar çiçekleriyle süsle­
nirdi. Herşey sevinç ve eğlenceden ibaretti. Daha kısa bir
süre öncesine kadar akan kanlar unutulurdu. Hatta hadım
rahipler bile yaralarını unuturdu.35
İlkbahardaki Attis'in ölüm ve yeniden diriliş törenleri iş­
te böyle gerçekleşmekteydi. Ancak bu genel ayinlerin ya­
nında, muhtemelen tapınan kişiyi, özellikle de rahip ada­
yını tanrısıyla daha yakın iletişime sokmayı amaçlayan ba­
zı gizli veya mistik törenler de düzenlenmekteydi. Ne ya­
zık ki bu gizemli törenler ve tarihleri hakkında çok az bil­
gimiz var, ancak bunların kutsal bir yemeği ve kan vaftizi­
ni de içerdiği görülmektedir. Kutsal yemekte aday, coşku

34 Corpus Imcriptionum Latinarum, i. Birinci Bölüm, (Berlin, 1893), ss. 260,

313 vd.; H. Hepding, Attis, ss. 51, 172.


35 Ovidius, Fasti, iv. 337-346; Silius Italicus, Puııic., viii. 365; Valerius Flac­

cus, Argonaut., viii. 239 vd.; Martial, iii. 47. I vd.; Ammianus Marcellinus,
xxiii. 3. 7; Amobius, Adversus Nationes, vii. 32; Prudentius, Peristephan. x.
154 vd. Tannça figürünün tasviri için bkz. Amobius, Adversus Nationes,
vii. 49. Kartaca'da tanrıça yıkanmaya arabada değil tahhrevanda götürü­
lürdü (Augustinus, De civitate Dei, ii. 4). Frigya'da yıkanma faslı festiva­
lin bir parçasıydı; bu gelenek Romalılardan geçmişti (Arrianus, Tactica,
33). Cyzicus'ta, bir tür Kibele olan Placianialı Ana'ya "bahriyeli" denilen
ve görevleri tannça figürünü denizde yıkamak olan kadınlar tarafından
hizmet edilirdi (C. Michel, Recueil d'Inscriptions Grecques Brüksel, 1900,
ss. 403 vd., No. 537). Bkz. ayrıca, J. Marquardt, Römische Staatsverwaltuııg,
iii. 373; H. Hepding, Attis, ss. 133 vd .

298
veren Attis orkestrasının başlıca enstrümanları olarak ka­
bul edilen bir davuldan yemek yiyip bir zilden içerek gi­
zemleri paylaşmış olurdu.36 Ölü tanrı için tutulan yasa eş­
lik eden oruç,37 kişinin bedenini bulaşmış her türlü kirden
kutsal unsurlara dokunmak suretiyle arındırarak ayine ha­
zırlamayı amaçlıyor olabilir.38 Vaftiz sırasında, başına alhn
bir taç takılan kişi ağzı ahşap bir kafesle kapatılmış çukura
inerdi. Sonra çiçekten çelenklerle süslenen ve alnına parıl­
dayan bir alhn yaprak konulan bir boğa kafesin üstüne sü­
rülür ve orada kutsanmış bir mızrakla öldürülürdü. Hay­
vanın oluk gibi akan sıcak ve pis kanı aralıklardan aşağı
dökülürken, çukurdaki kişi bu kanı büyük bir iştahla be­
deninin ve kıyafetinin her yerine sürerdi. Ardından, tepe­
den hmağa kandan sırılsıklam olmuş ve kızıla bürünmüş
halde, üzerinden kanlar damlayarak ve boğanın kanında
günahlarından arınıp ebedi yaşama yeniden doğmuş biri
olarak, arkadaşlarının saygılı ve hatta hayranlık dolu ba­
kışları altında çukurdan çıkardı.39 Bunun ardından yeni

36 İ skenderiyeli Klements, Protrept. ii. 15, s. 13, (ed.) Potter; Firmicus Ma­
temus, De errore profanarum religionum, 18.
37 Bkz. yukarıda, s. 297.
311 H. Hepding, Attis, s. 185.

39Prudentius, Peristephan. x. 1006-1050; bkz. Firmicus Matemus, De errore


profanarum religionum, 28. 8. Roma'da bulunan ve Attis ile Tanrıların
Anası'na bir sunak bağışlayan Sextilius Agesilaus Aedesius adlı birinin
taurobolio criobolioque in aeternum renatus (Corpus Inscriptionum Latinarum,
vi. No. 510; H. Dessau, Inscriptiones Latinae Selectae, No. 4152) olduğun­
dan söz eden yazıt, boğa kanıyla ( taurobolium) yıkanan kişinin sonsuza
dek yeniden doğduğuna inanıldığını kanıtlamaktadır. Arcanis perfusioni­
bus in aeternum renatus ifadesi Mitra'ya adanan ancak sahte olduğundan
kuşkulanılan bir yazıtta görülmektedir (Corpus Inscriptionum Latinarum,
vi. No. 736). Taurobo/ium'dan söz eden yazıtlar için bkz. "Das Taurobo­
lium,", Festschrift zum fünfı.igjiihrigen Doctorjubiliium L. Friedlaender dar­
gebrachl von seinen Schülern (Leipzig, 1895), ss. 498-520; H. Dessau, Insc­
riptiones Latinae Selectae, cilt ii., böl. i. ss. 140-147, No. 41 18-4159. H. Des­
sau, Inscriptiones Latinae Se/ectae, cilt ii., böl. i., ss. 140-147, No. 4118-4159.
Taurobolium'un kökeni ve anlamı için bkz. F. Cumont, Textes et Monu­
ments Figures relatifs aux Mysteres de Mithra (Brüksel, 1896-1899), i. 334
vd.; aynı yazar, Les Religioııs Orientales dans le Paganisme Romain, ss. 100

299
doğan bebek gibi bir süre sadece sütle beslenerek kendisi­
ne sanki yeni doğmuş gibi davranılırdı.40 Bu kişinin yeni­
den doğuşuyla tanrısının yeniden doğuşu aynı zamana,
yani ilkbahardaki gündönümüne denk gelirdi.41 Roma'da
yeniden doğuş ve günahların boğa kanıyla temizlenmesi
uygulamaları Vatikan Tepesi'ndeki Frigya tanrıçasının ta­
pınağında ya da büyük Aziz Petrus bazilikasının bugün
bulunduğu noktaya yakın bir noktada gerçekleştirilirdi; zi­
ra 1608 veya 1609 yılındaki kilise genişletme çalışmaları sı­
rasında ayinlere dair birçok yazıt bulunmuştur. Bu barbar­
ca hurafe, merkezi olduğu Vatikan' dan Roma İmparator­
luğu'nun diğer bölgelerine yayılmış görünmektedir. Gal­
ya' da ve Almanya' da bulunan yazıtlar yerel tapınakların
ritüllerinde Vatikan'ı örnek aldığını göstermektedir. Yine
aynı kaynaktan bu törenlerde boğa testislerinin yanı sıra
boğa kanının da önemli bir rol oynadığını öğrenmekteyiz.
Bunlar muhtemelen doğurganlık ve yeni doğumu hızlan­
dırma hlsımları olarak görülmekteydi.

vd.; J. Toutain, Les Cııltes Pai'ens dans l'Empire Romain, ii. 84 vd.; G. Wis­
sowa, Religion ıınd Kııltııs der Römer, ss. 322 vd. Özgün Kibele tapınma­
sında taııroboliıım bulunmamakla beraber, muhtemelen görece sonraki
bir tarihte, M.S. 2. yüzyılda benimsenmiş olmalıdır. Kaynağı net değil­
dir. Eski yazıtlann çoğunda bu ayinden taııropoliıım diye söz edilmekte
olup, doğru sözcüğün bu olduğu ve Asya tanrıçası Artemis Tauropolis
tapınmasından geldiği iddia edilmektedir (Strabon, xii. 2, 7, ss. 537).
Prof. F. Cumont da daha önce bu görüşteydi (Pauly-Wissowa, Real­
Encyclopiidie der classischen Altertumswissenschaft içinde, "Anaitis" mad­
desi, i. 2. ol. 2031); ancak bugün taurobolium'u benimsemekte ve hem
adın hem de ayinin Anadolu'daki antik kementle vahşi boğa yakalama
geleneğinden geldiğini savunmaktadır.
40 Sallustius philosophus, "De diis et mundo," iv., Fragmenta Philosopho­

rum Graecorum, (ed.) F. G. A. Mullach, iii. 33.


41 Sallustius philosophus, a.y.

300
il. B ölüm
Bitki Tanrısı Olarak Attis

Bir ağaç-ruh olarak Attis'in özgün doğası, çam ağacının


Attis efsanesi içinde tuttuğu yerle, kendisine ait ritüelle ve
ona dikilen anıtlarıyla açıkça ortaya çıkmaktadır. Attis'in
sonradan çam ağacına dönüşmüş bir insan olduğu şeklin­
deki öykü sadece mitolojide önümüze sık sık çıkan o eski
inançları aklileştirme etme çabalarımızdan biridir. Menek­
şelerle ve yün sargılarla süslenmiş çam ağacının ormandan
getirilişi, modem halk geleneğindeki Alıç ağacının ya da
Yaz ağacının1 getirilmesine benzer; çam ağaana tutturulan
tasvir sadece ağaç-ruh Attis'in onu tasvir eden temsilcisiy­
di. Tasvir, ağaca tutturulduktan sonra bir yıl boyunca ora­
da tutulur ve sonra da yakılırdı. Bazen aynı şey Alıç ağa­
cıyla da yapılmaktaydı; yine hasat zamanında yapılan
ekin-ruh tasviri de aynı şekilde, genellikle sonraki hasatta
yenisiyle değiştirilinceye kadar orada tutulurdu. Firigyalı­
ların çam ağacına niçin diğer ağaçlardan fazla taptığı ko­
nusunda sadece tahminde bulunabiliriz. Belki de vadiler­
de, güzün giderek solarak görkemini yitiren ağaçların ak­
sine, üstündeki yüksek tepeleri kaplayan ve sabit kalan ye­
şillikleriyle çamlar insanların gözlerine daha ilahi bir ya­
şamın, mevsimlerin hüzünlü değişiminden etkilenmeyen,
kavuşmak için uzandıkları gökyüzü kadar kalıcı ve ebedi
bir şeyin merkezi gibi görünmüş olabilirler. Belki orman
sarmaşığı da Attis üzerinden yine aynı nedenle kutsaldı;

1 Alıç'ın (Crataegus) İ ngilizce karşılıklarından biri olan 'May-tree' ifade­

sini yazar, bu bağlamda başlıca ilgisi mevsim ve dönem üzerinde olduğu


için bu ifadeyle açıyor -en.

301
her halükarda bu hadım rahiplerin bedenlerine sarmaşık
yaprakları dövmeleri yaptırdığını okumaktayız. Çamın
kutsal olmasının bir başka nedeni de yararlılığıydı. Fıstık
çamının kozalaklarında kuruyemişe benzeyen ve antik
çağlardan beri yiyecek olarak kullanılıp örneğin Roma' da
yoksul sınıflar tarafından hala da yenilmekte olan çekir­
dekler bulunmaktadır. Ayrıca bu çekirdeklerden şarap ya­
pılmaktadır. Nitekim antik dönemdekilerin Dionysos ayin­
lerine benzettiği .Kibele ayinlerinin orjiyi andıran yapısı
kısmen buradan kaynaklanmaktadır. Bunun dışında, çam
kozalakları bereket sembolü ya da aracı olarak görülmek­
teydi. O yüzden Tesmophoria festivalinde, toprağı ve ka­
dınların rahimlerini canlandırmak için kutsal Demeter'in
mezarına domuzların ve diğer doğurganlık araç ve simge­
lerinin yanında kozalak da atılmaktaydı.
Ağaç-ruhların geneli gibi Attis'in de toprağın ürünleri
üzerinde gücünü kullandığı hatta ekinle aynı olduğu dü­
şünülmekteydi. Attis'in lakaplarından biri "çok bereketli"
idi; ona "Ekinin olgunlaşmış yeşil (ya da san) başağı" da
denirdi. Onun acıları, ölümü ve yeniden dirilişi orakçı ta­
rafından yaralanıp tahıl ambarına gömülen ve toprağa
ekildiğinde yeniden yaşama dönen olgun taneciğin acısı,
ölümü ve yeniden dirilişi olarak görülürdü. Roma' daki La­
teran Müzesi'nde bulunan bir Attis heykeli toprağın ürün­
leriyle ve özellikle de ekinle olan ilişkisini açık biçimde
göstermektedir; burada heykel elinde bir demet buğday
başağıyla ve başında çam kozalakları, nar ve öteki ürün­
lerden bir taçla tasvir edilirken, Firigya başlığından buğ­
day başakları sarkmaktadır. Bir Archigallus'un ya da yük­
sek Attis rahibinin küllerinin bulunduğu taştan ayaklı va­
zoda aynı düşünce hafif farklı biçimde ifade edilmektedir.
Ayaklı vazonun üst kısmı kabartma şeklinde oyulmuş
buğday başaklarıyla süslü olup onun üstünde de başak
şeklinde kuyruğu olan bir horoz tasviri vardır.2 Aynı şe-

2Bu vazo Roma'daki Lateran Müzesi'nde sergilenmektedir (No. 1046).


W. Helbig'in Führer durclı die öffe11tlichc11 Sa111111/u11ge11 klassischer Alfertü-

302
kilde Kibele de dünyanın meyvelerini üreten ya da onları
bozan bir bereket tanrıçası olarak görülmekteydi; çünkü
Galya' daki Augustodunum (Autun) halkı bağ ve bahçele­
rinin bereketi için arabalarında onun figürünü taşır, o figü­
rün önünde dans edip şarkı söylerlerdi;3 ayrıca İtalya' da
olağanüstü bereketli bir hasadın Büyük Ana'nın gelişine
bağlandığını da görmüştük.4 Tanrıça tasvirinin bir ırmakta
yıkanması pekala ekinlerin bolca su almasına yönelik bir
yağmur büyüsü olabilir. Yahut da, Mr. Hepding'in iddia
ettiği gibi, festivalde Afrodit'le Adonis'in birleşmesi gibi
Kibele'yle Attis'in birleşmesi temsil edilmiş olabilir; tanrı­
çanın yıkanması da tıpkı insanların evliliklerinde sık sık
görüldüğü gibi gelinin törensel biçimde arınması olabilir.5
Aynı şekilde, Afrodit'in Adonis'le, Demeter'in Poseidon'la
birleştikten sonra yıkandıkları söylenmektedir.6 Hera,
Zeus'la evlendikten sonra ırmakta yıkanmışh;7 her yıl Ka-

mer in Rom kitabında bu vazodan söz edilmemektedir. Vazonun üstün­


deki ifade (M. Modius Maximııs archigallus coloniae Ostiens) H. Dessau ta­
rafından yayımlanmıştır (lnscriptiones l.ıı tinae Selectae, No. 4162), ancak
horozun kuyruğundaki garip ve ilginç kompozisyon Dessau'nun dikka­
tini çekmemiştir. Rahip sembolü olarak seçilen kuş, Latincede hem horoz
hem de Attis rahibi anlamına gelen gallus sözcüğüne atıfta bulunmakta­
dır.
3 Tourslu Gregorius, De gloria confessorum, 77 (Migne, Patro/ogia Latina,

Ixxi. 884). Burada atıfta bulunulan tanrıçanın yerel bir Galya tanrısı değil
de Kibele olduğu görüşü, daha önce de düşündüğüm gibi (Lectııres on the
Early History of the Kingship, s. 1 78), şu yazı tarafından kanıtlanmaktadır;
"Passion of St. Symphorian," böl. 2 ve 6 (Migne, Patrologia Graeca, v.
1463). Gregorius ve "Passion of St. Symphorian"ın yazarı bu tanrıçaya
Berecynthia derken, ikinci yazar "Tanrıçaların Anası" lakabının Hıristi­
yan versiyonu olan "Demonlann Anası" lakabını eklemektedir.
4 Bkz. yukarıda, s. 289. Thera adasında Tanrıların Anası'na bir öküz,

buğday, arpa, üzüm ve "o mevsimde büyüyen bütün ürünler" sunulur­


du, çünkü bereketin kaynağının o olduğuna inanılırdı. Bkz. G. Ditten­
berger, Sylloge lsnscriptionıım Graecarum, cilt ii., s. 426, No. 630.
5 H. Hepding, Attis, ss. 215-217.
6 Pausanias, viii. 25. 5. vd.

7 Aelianus, Nat. Anim., xii. 30. Burası Mezopotamya'da idi, tanrıça da

muhtemelen Astarte idi. Lukianos (De dea Syria) o yüzden Hierapolisli


Astarte'ye "Asurlu Hera" demektedir.

303
nathos ırmağında yıkanarak bakireliğini yeniden kazarur­
dı.8 Her ne şekilde olursa olsun, Kibele ve Attis'e tapanla­
rın dini oruçları sırasında uyguladıkları diyet kuralları
kendini toprağın ürünlerinde ve özellikle de toprağın sak­
ladığı ürünlerde dışa vurmaktaydı. Çünkü inananlar et
yedikleri halde domuz veya balık eti yemezlerdi, sebzele­
rin tohum ve köklerini yemeleri yasaktı, ama bitkilerin
saplarını veya diğer kısımlarını yiyebilirlerdi.9

8 Pausanias, ii. 38. 2.


9 Julianus, Orat., v. 173 vd. (ss. 225 vd., ed. F. C. Hertlein); H. Hepding,
Attis, ss. 155-157. Ancak elma, nar ve hurma da yasaktı. Attis'in annesi­
nin ona, narla teması sonucu hamile kaldığı öyküsü bu meyvenin neden
yasaklandığını açıklamaktadır. Ancak Julianus'un çabalarına rağmen
elma ve hurmanın niçin yasaklandığı açık değildir. Julianus hurmanın,
Kibele ile Attis'in anavatanı olan Firigya'da hurma-palmiyesi yetişmedi­
ği için yasaklandığını düşünüyordu.

304
111. B ölüm
Baba Tanrı Olarak Attis

Anlaşıldığı kadarıyla Attis "baba" anlamına gelmekte­


dir.1 Etimolojinin de desteklediği bu açıklama Attis'e veri­
len bir başka ad olan 'Papas' ile de doğrulanmaktadır; zira
bütün dünyada farklı uluslar tarafından birbirinden ba­
ğımsız olarak "baba" sözcüğünün karşılığında 'Papas' kul­
lanılmaktadır. Aynı şekilde Attis'in annesine de yine dün­
yanın hemen her yerinde "anne"ye karşılık gelen Nana2
denmekteydi. "Buschmann'ın sıraladığı, bu tür sözcükler­
den oluşan uzun liste, ap ve at gibi pa ve ta'lı sözcüklerin
ağırlıkla 'baba'ya, ma ve na ile am ve an'lı sözcüklerinse
'anne'ye karşılık geldiğini göstermektedir.''3
Dolayısıyla Attis'in annesi sadece, onun sevgilisi olan
büyük Ana Tanrıça'nın4 bir başka biçimi olup, buradan
anne ve oğulların sevgili olduğu mitine geri dönmüş olu­
yoruz. Nana'nın karşı cinsle ilişkiye girmeden mucizevi
şekilde hamile kaldığı şeklindeki öykü Firigya Ana Tanrı­
çası'nın da tıpkı öteki ilkel tanrıçalar gibi Bakire Anne ola­
rak görüldüğünü göstermektedir.5 Bu bakış açısı, bakireli-

1 P. Kretschmer, Einleitung in die Geschichte der griechischen Sprache (Got­


tingen, 1896), s. 355.
2 Amobius, Adversııs Nationes, v. 6 ve 1 3.

3 Edward B. Tylor, Primitive Cııltııre, (Londra, 1873), i. 223.


4 Rapp, "Kybele" maddesi, W. H. Roscher, Lexikon der griech. ıınd röm.
Mythologie içinde, ii. 1 648.
5 Julianus (Or., v. 1 66 B, s. 215 ed. F. C. Hertlein) onu "annesi olmayan
bakire" olarak adlandırmakta olup, Kyzikos'taki tapınağında bir Parthe­
non ya da bakire odası bulunmaktaydı (C. Michel, Recııeil d'lnscriptions
Grecqııes, s. 404, No. 538). Bkz. Rapp, W. H. Roscher, Lexicon der griech.

305
ğin evlilik bağından daha onurlu olduğu şeklinde sapkın
ve zararlı bir kurama dayanmamaktadır. Daha önce gös­
terdiğim gibi, esas olarak babalık gerçeğinin bilinmediği
bir ilkellik durumundan kaynaklanmaktadır. Nitekim bu,
sonraki dönemlerde, yani babalığın doğasının artık öğre­
nildiği ileriki tarihlerde Baba Tanrı'nın mitolojide niçin ge­
nellikle Ana Tanrıça olan eşinden çok daha az önemli gö­
rüldüğünü açıklamaktadır. Hazır Attis'in babalığından söz
ederken, Bitinyalıların dağların tepelerine çıkarak orada
Attis'e 'Papas' diye seslendiklerini de hatırlatmakta yarar
var. Bu geleneği, bir Bitinyalı olarak bolca gözleme şansı
bulan Arrianus6 ortaya çıkarmıştır. Buradan da Bitinyalıla­
rın Attis'i bir gök-tanrı ya da -özdeşleştirildiği- Zeus gibi
göksel bir baba olarak gördüğü sonucunu çıkarabiliriz.
Eğer böyleyse, Attis ile Kibele'nin, yani Baba Tanrı ile Ana
Tanrıça'nın aşk öyküleri, Baba Gökyüzü tarafından dölle­
nen Toprak Ana'yı temsil eden yaygın mitin belli bir var­
yantına ait özelliklerden biri olabilir.7 Ayrıca, Attis'in ha-

Und röm. Mythologie içinde, ii. 1 648; Wagner, "Nana" maddesi, a.g.e., iii. 3
vd. Bakire Anne olarak hamile kalan diğer bir büyük bereket tanrıçası
Neith ya da Net idi. "Büyük Tanrıça, Bütün Tanrıların Anası" olarak ad­
landırılmakta olup, erkek bir eş olmadan Ra'yı, Güneş'i dünyaya getir­
diğine inanılmaktadır. Bkz. C. P. Tiele, Geschichte der Religion im Alter­
tum, i. 1 1 1; E. A. Wallis Budge, The Gods of the Egyptians (Londra, 1904), i.
457-462. Bu son yazar şöyle demektedir (s. 462): "Eskiden Net, kendi
kendine yeten ve kendiliğinden var olan, bilinmeyen ve gizli ve her yanı
saran ebedi bir kadın yaşam ilkesinin sembolüydü; daha maddi düşü­
nenler oğlu Ra'yı bir koca olmadan dünyaya getirdiğini kabul etmekle
beraber, bir çocuğun dünyaya gelmesi için bir erkek tohuma ihtiyaç ol­
duğu düşüncesini akıldan çıkaramıyor ve bu durumda Ra'nın bedeninin
kendisininkiyle yine kendi içinde bulunan bir erkek tohumun döllenme­
si sonucu oluştuğunu düşünüyorlardı. Dolayısıyla Net, parteno-genez
(döllenmesiz üreme) türündendi.
6 Alıntılayan; Eustathius, "Homer, il. V. 408" üzerine; Fragmenta Histori­
corum Graecorum, (ed.) C. Mililer, iii. 592, Frag. 30.
7 Edward B. Tylor, Primitive Culture, i. 321 vd., ii. 270 vd. Örneğin, Bah

Afrika'daki Togo-land'in Ewe halkları Toprak'ın Gökyüzü'nün eşi oldu­


ğuna ve onların evliliğinin, yağmurun tohumların filizlenip meyve ver­
mesini sağladığı yağmurlu mevsimde gerçekleştiğine inanmaktadır. Bu

306
dım olma öyküsü, Kronus'un babasını, eski gök-tanrısı
Uranüs'ü8 hadım etıne ve kendisinin de kendi oğlu, genç
gök-tanrısı Zeus tarafından hadım edilmesi öyküsüyle pa­
ralellik göstermektedir.9 Gök-tanrısının oğlu tarafından
hadım edilme öyküsü, bazı ırkların, örneğin Polinezyalıla­
rın ilk başta birbirlerine sıkı sıkı sarıldıklarını düşündükle­
ri toprakla gökyüzünün birbirinden şiddetli bir şekilde ay­
rıldığı mitiyle açıklanmaktaydı.10 Ancak Galliler gibi ha-

meyveler, onlara göre hem insanların hem de tanrıların annesi olanTop­


rak Ana'nın çocukları olarak görülür. Bkz. J. Spieth, Die Ewe-Stiimme
(Berlin, 1906), ss. 464, 548. Senegal ve Nijer'de, Gök-tanrı ile Toprak­
tanrıçarun insanlara hayatla ölümü ve iyiyle kötüyü veren temel ruhların
ebeveynleri olduğuna inarulmaktadır. Gökle Toprak'ın en büyük oğlu
birbirinden çok farklı şekillerde, bazen bir hermafrodit olarak, bazen de
boğa, timsah, balık veya yılan başı taşıyan yan-hayvan şeklinde tasvir
edilir. Adı da kabileden kabileye değişir, ancak onun adına düzenlenen
törenler her yerde genel hatlarıyla aynıdır. Bir noktaya kadar gizem ör­
tüsü altında tutulan ayinler kadınlara yasaktır. Bkz. Maurice Delafosse,
Haut- Senegal-Niger (Paris, 1 912), iii. 173-175.
H Hesiodos, Theogony, 159 vd.

9 Porphyrios, De antro nympharum, 1 6; Aristides, Or. iii. (cilt i. s. 35 ed. G.

Dindorf, Leipzig, 1829); "Apollonius Rhodius, Argon, iv. 983" üzerine


şerh.
10
A. Lang, Custom and Myth (Londra, 1 884), ss. 45 vd.; aynı yazar, Myth,
Ritual, and Religion (Londra, 1887), i. 299 vd. Mısır mitolojisinde toprakla
gökyüzünün ayrılış nedeni, toprak tanrısı Seb (Keb) ile gök tanrısı
Nut'un arasına sızmaya çalışan ışık tanrısı Shu'dur. Shu anıtlarında Shu,
Nut'un yıldızlarla süslenmiş bedenini tutarken, Seb yere dayanmıştır.
Bkz. A. Wiedemann, Religion of the Ancient Egyptians (Londra, 1 897), ss.
230 vd.; E. A. Wallis Budge, The Gods of the Egyptians, ii. 90, 97 vd., 100,
1 05; A. Erman, Die iigyptische Religion, (Berlin, 1909), ss. 35 vd.; C. P. Tie­
le, Geschichte der Religion im Altertum, i. 33 vd. Böylece Mısırlılar, bildik
hamile kalma mitinden farklı olarak, toprağı erkek, gökyüzünü dişi ola­
rak görmekteydi. Book Of tlıe Dead (böl. 69, cilt ii, s. 235, E. A. Wallis
Budge çevirisi, Londra, 1901 ) kitabında yapılan bir anıştırma Osiris'in
babası Seb'i toprakla gökyüzünün ayrılması sırasında, tıpkı Kronus'un
babası Uranüs'ü hadım etmesi gibi hadım ettiği şeklinde yorumlanmıştı.
Bkz. H. Brugsch, Religion und Mythologie der alien Aegypter (Leipzig, 1885-
1 888), s. 581; E. A. Wallis Budge, a.g.e., ii. 99 vd. Mısırlılar bazen gökyü­
zünü bacakları toprağa basan büyük bir inek olarak görürlerdi. Bkz. A.
Erman, Die iigyptisclıe Religion, ss. 7, 8.

307
dım rahipler düzeninin sadece kozmogonik bir mite da­
yanması muhtemel görünmemektedir: Sırf gök-tanrısı baş­
langıçta öyle oldu diye niçin sürekli hadım edilsinler? Ha­
dım etme geleneği, salt dünyanın yaradılışı sırasında ya­
şanan efsanevi bir olayı yansıtmak için değil, sürekli orta­
ya çıkan bir ihtiyacı karşılamak üzere ortaya çıkmış olma­
lıdır. Bu ihtiyaç da her yıl iklimlerin değişmesiyle tehlike­
ye düşen toprağın bereketinin sağlanmasıdır. Ancak, halk­
lara hakim olan eski düşünceyi, yani dünyanın nihai ola­
rak güneşin sıcaklığının her yıl artmasına bağlı olan büyük
dönüşümle yıldan yıla oluştuğu şeklindeki inancı hahrla­
yacak olursak, Attis rahiplerinin hadım edilmesi ve kesilen
parçaların toprağın bereketini artırmak için kullanılması
kuramı kozmogonik mitle örtüşüyor olabilir. 11 Fakat At­
tis'in göksel yanıyla ilgili göstergeler bu konuda emin bir
şekilde konuşmamıza izin vermeyecek kadar azdır. Bu ya­
na dair bir iz, Kibele' den aldığı söylenen ve bazı anıtlarda
kendisini simgelediği düşünülen yıldızlarla süslenmiş baş­
lıkta varmış görünmektedir. Firigya' daki ay tanrısı Men
Tyrannus' a benzetilmesi aynı şeye işaret etmekle birlikte,
gerçek bir halk geleneğinden çok, muhtemelen geç dönem­
lere ait bir dini spekülasyondan kaynaklanmışhr. 12

11Bkz. The Dying God, ss. 105 vd.


12Ö te yandan, W. M. Ramsay, Attis ve Men'in benzer doğada tannlar
olduğunu, ancak farklı çevrelerde ortaya çıkmaları bakımından birbirle­
rinden farklılaşhklarını savunmaktadır (Cities and Bishoprics of Phrygia, i .
169); ancak Men'in ay tanrısı olduğunu kabul etmemektedir (a.g.e. i. 104,
dipnot 4).

308
iV. B ölüm
Attis'in İnsan Temsilcileri

Yazıtlardan, gerek Pessinus'ta gerekse Roma'da yüksek


dereceli Kibele rahiplerinin Attis adını aldıktan anlaşıl­
maktadır.1 Dolayısıyla her yıl düzenlenen festivalde adaşı,
efsanevi Attis'in yerini almış olması makul bir çıkanmdır.2
Attis'in Kan Günü'nde kolundan kan aldığını görmüştük;
bunun, bir çam ağacının altında kendini öldüren Attis'in
taklit edilmesi olması muhtemeldir. Attis'in bu törenlerde
aynı zamanda bir tasvirle temsil edilmesi de bu varsayımla
örtüşmektedir; bu ilahi varlığın bazı törenlerde canlı bir
insan tarafından ve sonralan da bir tasvir tarafından temsil
edildiği ve sonra da yakıldığı veya başka bir şekilde yok
edildiği örnekler mevcuttur.3 Belki bir adım daha ileri gi­
derek, gerçek bir kan almaya eşlik eden bu rahip öldürme
taklidinin, başka yerlerde olduğu gibi Frigya' da da ilk dö-

1 Sivrihisar'daki yazıtlar arasında bulunan Eumenes ile Attalus'un ya­


zışmalarında, Pessinus'taki rahibe Attis denildiği görülmektedir. Bkz. A.
von Domaszewski, "Briefe der Attaliden an den Priester von Pessinus,"
Archaeologische-epigraphische Mittheilungen aus Oesterreich- Ungarn. viii.
( 1884) ss. 96, 98: C. Michel, Recueil d 'lnscriptions Grecques, ss. 57 vd. No.
45; W. Dittenbergen, Orientis Graeci lnscriptiones Selectae (Leipzig, 1903-
1 905), cilt. i. ss. 482 vd. No. 315. Yazıtlarla ilgili daha ayrıntılı bilgi için
bkz. H. Hepding, Attis, s. 79; Rapp, "Attis" maddesi, W. H. Roscher,
Lexicon der griech. Und röm. Mythologie içinde, i. 724. Bkz. aynı zamanda,
Pessinus'ta Attis adlı 'Tanrıların Anası'ndan söz eden Polybius, xxii. 18
(20), (ed. L. Dindorf).
2 Bu sonuca varan kişi Henzen'dir, Annal. d. Inst. 1 856, s. 1 10, alıntıyı ya­
pan Rapp, a.g.e.
3 The Magic Art and the Evolution of Kings, ii. 75 vd.; The Dying God, ss. 151

vd., 209.

309
nemlerde uygulanan insan kurban etme geleneğinin yerini
aldığı sonucuna varabiliriz. Firigya konusundaki birikimi
tartışmasız olan W. M. Ramsay, bu Firigya törenlerinde
"tannrun sembolünün her yıl muhtemelen tıpkı tanrının
kendisi gibi öldürüldüğü"4 görüşündedir. Strabon'dan5,
Pessinus rahiplerinin ayru zamanda kral olduğunu öğreni­
yoruz; dolayısıyla bu rahipler, görevleri her yıl halkları ve
dünya için ölmek olan kutsal krallar ya da hükümdarlar
sınıfına ait olabilirler. Doğrudur, farklı kuşaklarda Midas
ve Gordias gibi adlar taşıdıkları anlaşılan eski Frigya kral­
larının adları arasında Attis adı geçmemektedir; fakat Mi­
das' ın mezarı olarak bilinen ünlü bir Frigya anıtının üs­
tündeki kayaya kazınan çok eski bir yazıtta aruhn, adı At­
tis'le aynı olan ve kendisi kral değilse bile kraliyet ailesin­
den olması muhtemel olan Ates adlı biri tarafından Kral
Midas için yapıldığı ya da ona adandığı belirtilmektedir.6
Yine Attis'in sadece başka bir biçimi gibi görünen Atys
adının da eski bir Lidya kralına ait olarak geçiyor olması/
Lidya kralı Krezüs'ün bir oğlunun adının sadece Atys ol­
makla kalmayıp bir yaban domuzu avında, soyunu Kral
Midas' a dayandıran ve bilmeden kendi kardeşini öldür­
dükten sonra Krezüs'ün sarayına kaçan Frigya kraliyet ai­
lesinden biri tarafından öldürülmesi ilginçtir.8 Araştırmacı-

4 Encyclopaedia Britannica, "Frigya" maddesi, 9. baskı, xviii. (1885), s. 853.


Aynı yazar Küçük Asya'daki dinlerden söz ederken şöyle demektedir:
"Yüksek rahipler ve alt düzey rahipler mistik ritüelde büyük tanrı rolü­
nü oynarlar, onların giysilerini giyerler ve onların adlarını taşırlardı."
(Cities and Bishoprics of Phrygia, i. 101 ).
5 Strabon, xii. 5. 3, s. 567.

6 W. M. Ramsay, "A Study of Phrygian Art," /ournal of Hellenic Studies, ix.

(1888) ss. 379 vd.; aynı yazar, "A Study of Phrygian Art," /ournal of Helle­
nic Studies, x. (1889) ss. 156 vd.; G. Perrot ve C. Chipiez, Histoire de /'Art
dans l'Antiquite, v. 82 vd.
7 Herodotos, i. 94. W. M. Ramsay'ye göre Lidya'yı fetheden yönetici kast
Frigya soyundan gelmekteydi (Joıırna/ of He/lenic Stııdies, ix., 1888, s. 351).
8 Herodotos, i. 34-45. Krezüs'ün Atys'in yakınına demir silah yaklaştır­

mama geleneği benzer bir tabunun Attis adlı Frigya rahiplerine de uygu-

310
lar bu öyküdeki Krezüs'ün oğlu Atys'ün ölümünün Attis
mitinin tam bir kopyası olduğunu düşünmekteydi.9 Mev­
cut araştırmalar sonucu önümüze gelen bilgiler ışığında10,
öldürülmüş bir tanrı mitinin kralın oğlu için anlatılması
ciddiye alınacak bir durumdur. Buradan Attis adını taşı­
yan ve aynı adlı tanrıyı temsil eden Frigya rahiplerinin,
babaları, amcaları, kardeşleri veya diğer yakınlarının onla­
ra tanrı rolünde öldürülme onurunu bağışlarken, doğanın
elverdiği ölçüde kendilerine kral olarak hayatta kalma ro­
lünü verdikleri kraliyet ailesi üyesi ve belki de en büyük
oğulları oldukları sonucunu çıkartabilir miyiz? Eğer du­
rum böyleyse Frigya' daki Midas hanedanı, en büyük oğul­
larının sunağa çıkarılmaya yazgılı olduğu Yunan Athamas
hanedanıyla yakın bir paralellik gösteriyor olabilir.11 An­
cak Attis adını taşıyan kutsal rahiplerin, Frigyalıların Av­
rupa'dan Asya'ya geçtiklerinde fethettikleri, sonradan
Frigya adını alan topraklardaki yerli ırka mensup olmaları
da muhtemeldir.1 2 İkinci hipoteze göre rahiplerin barbar is­
tilacılarınkinden daha eski ve daha yüksek bir uygarlığı
temsil etmeleri mümkündür. Öyle bile olsa temsil ettikleri
tanrı, kutsal yaşamı özellikle çam ağacıyla ilkbahar me­
nekşelerinde kendini gösteren bir bitki tanrısıydı. Ayrıca
rahipler bu tanrının yapısına uygun olarak ölmüşlerse
eğer, ilkbaharda Avrupalı köylüler tarafından hala öldü-

lanmış olma ihtimalini güçlendirmektedir. Bu türden tabular için bkz.


Taboo and the Perils of the Soul, ss. 225 vd.
9 H. Stein, "Herodotos, i. 43" üzerine; E. Meyer, Pauly-Wissowa, Real­

Encyclopiidie der classischen Altertumswissenschaft içinde, "Atys" maddesi,


ii. 2, col. 2262.
10
Bkz. yukarıda, ss. 25, 27 vd., 61 vd.
11
The Dying God, ss. 161 vd.
1
2 Bkz. W. M. Ramsay, Encyclopaedia Britannica, "Phrygia" maddesi, 9.

baskı, xviii. 849 vd.; aynı yazar, "A Study of Phrygian Art," /ournal of
Hel/enic Studies, ix. (1 888) ss. 350 vd. Prof. P. Kretschmer hem Kibele'nin
hem de Attis'in Frigyalı istilacıların değil yerli, Asyalı halkın tanrıları ol­
duğunu savunmaktadır (Einleitung in die Geschichte der griechischen Sprac­
he, Göttingen, 1896, ss. 194 vd.).

31 1
riilme taklidi yapılan maskeli temsilcilere ve uzun zaman
önce Nemi Gölü'run ağaçlık kıyısında gerçekten öldüriilen
rahibe karşılık gelmekteydiler.

312
V. Bölüm
Asılan Tanrı

Ünlü Marsias öyküsünde de bu eski tanrı temsilcilerinin


öldürülüş şeklini hatırlatan bir şeyler vardır. Bazılarına gö­
re Frigyalı bir satir ya da Silenus, bazılarına göreyse güzel
flüt çalan bir çoban ya da sığırtmaçh Marsias. Kibele'nin
arkadaşı olan Marsias, Attis'in ölümünden dolayı kederle­
re gömülen tanrıçayla birlikte ülkeyi dolaşıp onun acısını
dindirmeye çalışıyordu.1 Frigya'daki Kelainai'da yaşayan
insanlar flütle Büyük Ana Tanrıça'nın onuruna çalınan
'Ana Havası' ezgisinin ona ait olduğuna inanmaktaydı.2
Ustalığına güvenen Marsias bir müzik yarışmasında Apol­
lon' a meydan okumuş, kendisi yarışmaya flütle katılırken,
Apollon da lir çalmıştı. Yarışmada yenilen Marsias bir çam
ağacına bağlanmış ve Apollon veya bir İskit köle tarafın­
dan derisi yüzülerek kol ve bacakları kesilmişti. 3 Derisi es-

1 Diodorus Siculus, iii. 58 vd. Çoban veya sığırtmaç Marsias için bkz.
Hyginus, Fab. 165; Nonnus, Dionys. i. 41 vd. Pausanias onun bir Silenus
olduğunu söylemektedir (i. 24. 1).
2 Pausanias, x. 30. 9.
3 Apollodoros, Bibliotheka, i. 4. 2; Hyginus, Fab. 165. Birçok antik yazar

Marsias'ın öldürülmek üzere bağlandığı ağacın çam ağacı olduğunu söy­


lemektedir. Bkz. Apollodoros, a.y.; Nikandros, Alexipharmaca, 301 vd.,
Şarih'in notuyla birlikte; Lukianos, Tragodopodagra, 314 vd.; Archias
Mitylenaeus, Antlıologia Palatina, vii. 696; Philostratus Junior, Imagines, i.
3; Longus, Pastor. iv. 8; Zenobius, Cent. iv. 81; J. Tzetzes, Chiliades, i. 353
vd. Sadece Plinius bu ağacın çınar olduğunu ve Apamca ile Firigya ara­
sındaki Aulocrene'de hala ayakta durduğunu savunmaktadır (Nat. Hist.
xvi. 240). Vatikan'daki bir şamdanın üzerindeyse bir çam ağaana asılmış
olarak tasvir edilmektedir (W. Helbig, Führer, i. 225 vd.); ancak anıttaki
kanıt bu noktada tutarlı değildir Oessen, "Marsyas" maddesi, W. H.

313
ki tarihlerde Kelainai' da sergilenmişti. Marsias ırmağın
gürültülü bir coşkuyla fışkırarak Küçük Menderes'le bir­
leştiği bir mağaranın ağzına asılmıştı.4 Adonis de Lüb­
nan'ın sarp kayalıklarının içinden dolu dolu fışkırmakta­
dır; mavi İvriz ırmağı da Toros'un kızıl kayalıklarından
kristal gibi fışkırmaktadır; yeraltının derinliklerinden
gümbürdeyerek akan kaynak da Korikos mağarasının loş
ışığında karanlıktan karanlığa geçerken bir an için parıl­
damaktadır. Eski insanlar bereket ve yaşam vaat eden bü­
tün bu birbirine benzeyen kaynaklarda Tann'nın elini gö­
rür ve yuvarlanan suyun kulaklarındaki müziğiyle gürül­
deyen ırmağın yanında ona tapardı. Geleneklere güvene­
cek olursak, Kelainai' daki mağarada asılan Marsias'ın
ölümünde bir harmoni vardı; çünkü ölü satirin derisinin
yerel Firigya melodilerinin sesiyle titreşmeye başladığı,
ama müzisyenin Apollon'u öven bir havaya bürünmesiyle
sağırlaşıp hareketsizleştiği söylenmektedir.5
Kibele'nin dostluğuna mazhar olan bu Firigyalı satir, ço­
ban ya da sığırtmacın Kibele ayinlerine özgü müziğinde ve
onun ağacındaki yani çam ağaandaki ölümünde, tanrıça­
nın gözde çobanı ya da sığırtmacı olup kaval çaldığı6, bir
çam ağaanın altında öldüğü söylenen ve tıpkı Marsias gibi
her yıl bir çama asılan bir tasviriyle temsil edilen At­
tis'inkiyle yakın bir benzerlik yok mu? Buradan, eski tarih­
lerde, ilkbahardaki Kibele festivallerinde Attis adını taşı­
yan onun rolüne bürünen rahibin her zaman kutsal ağaca
asıldığı ya da orada öldürüldüğü, sonraları bu barbarca
geleneğin geç dönemlerde bildiğimiz şekle, yani rahibin

Roscher, Lexicon der griech. und röm. Mythologie içinde, ii. 2442). Çam ağa­
cının mitte ve Kibele ritüelinde ele alınış şekli çam lehindeki antik taruk­
hklıkları desteklemektedir.
� Herodotos, vii. 26; Xenophon, Anabasis, i. 2. 8; Livius, xxxviii. 13. 6:
Quintus Curtius, iii. 1. 1-5; Plinius, Nat. Hist. v. 106. Herodotos ırmağın
adının Katarraktes olduğunu söylemektedir.
5 Aelianus, Var. Hist. xiii. 21.
6 Hippolytus, Refutatio omnium haeresiıım, v. 9. s. 1 68, (ed.) Duncker ve

Schneidewin.

314
sadece bir ağacın altında bedeninden kan alıp ağaca kendi
yerine bir tasvirini astığı şekle dönüştüğü sonucuna vara­
biliriz. Upsala'daki kutsal koruda erkekler ve hayvanlar
kutsal ağaçlara asılmak suretiyle kurban edilmekteydi.7
Odin'e adanan insan kurbanlar asılarak veya hem asılıp
hem bıçaklanmak suretiyle ya da bir ağaç veya darağaana
asılıp mızrakla öldürülürdü. Bu yüzden Odin' e 'Darağaç­
lannın Efendisi' ya da 'Asılanların Tanrısı' da denir ve bir
darağacının altında otururken tasvir edilirdi.8 Hatta tanrı­
nın nasıl sihirli rünik alfabesini öğrenerek kutsal güce ka­
vuştuğunu anlatan Havamal'ın tuhaf dizelerinden öğrendi­
ğimize göre onun bilindik yoldan kendi kendini kurban et­
tiği söylenmektedir:

7 Bremenli Adam, Descriptio insu/arum Aquilonis, 27 (Migne, Patrologia La­


tina, cxlvi. 643).
8 S. Bugge, Studien über die Entslehung der nördischen Göller und Heldensa­
gen (Münih, 1889), ss. 339 vd.; K. Simrock, Die Edda (Stuttgart, 1 882), s.
382; K. Müllenhoff, Deutsche Altertumskunde (Berlin, 1 870-1900), iv. 244
vd.; H: M. Chadwick, The Cult of Othin (Londra,1899), ss. 3-20. Hainleri
asma ve bağırsaklarını çıkarma şeklindeki eski İngiliz geleneği muhte­
melen Odin'e kurban etme geleneğinden gelmekteydi; zira Cermen ve
Latin halklarının da aralarında bulunduğu birçok halkta idam cezası ilk
başlarda dini bir ayin, bir suçlunun saygısızlık ettiği tanrıya kurban
edilmesi veya adanması şeklinde gerçekleşmekteydi. Bkz. F. Liebrecht,
Zur Vo/kskunde (Heilbronn, 1879), ss. 8 vd.; K. von Amira, H. Paul,
Grundriss der germanischen Philologie içinde, iii. (Strasburg, 1900) ss. 197
vd.; G. Vigfusson ve F. York Powell, Corpus Poelicum Boreale (Oxford,
1 883), i. 410; W. Golther, Handbııclı der germanisclıen Mylhologie (Leipzig,
1895), ss. 548 vd.; T. Mommsen, Roman Hislory, kitap. i., böl. 12 (cilt i., s.
1 92, ed. 1868); aynı yazar, Römisches Slrafrechl (Leipzig, 1899), ss. 900 vd.;
F. Granger, The Worship of the Romans (Londra, 1895), ss. 259 vd.; E. Wes­
termarck, The Origin and Developmenl of the Moral ldeas, i. (Londra, 1906)
ss. 439 vd. Aynı şekilde, barbar halklarda da savaş esirleri genellikle za­
fere yardıma olduğu düşünülen tanrılara kurban edilirdi. Bkz. A. B. El­
lis, The Tshi-speaking Peoples of tlıe Go/d Coast (Londra, 1887), ss. 169 vd.;
W. Ellis, Polynesian Researclıes (Londra, 1832-1836), i. 289; Diodorus Sicu­
lus, xx. 65; Strabon, vii. 2. 3, s. 294; Caesar, De bel/o Gal/ico, vi. 17; Tacitus,
Anna/s, i. 6 l, xiii. 57; Procopius, De bel/o Gothico, ii. 15. 24, ii. 25. 9; Jor­
nandes, Getica, vi. 41; J. Grimm, Deııtsche Mythologie (Berlin, 1875-1878), i.
36 vd.; F. Schwally, Semitisclıe Kriegsaltertümer (Leipzig, 1901), ss. 29 vd.

315
"Rüzgarlı ağaca asıldığımı biliyorum
Tam dokuz gece boyunca,
Mızrakla yaralanmış halde, Odin'e adamış olarak
Kendi kendimi. "9

Filipin Adalan'ndan biri olan Mindanao'da Bagobolar


aynı şekilde, iyi hasat için her yıl insan kurban ederlerdi.
Aralık ayının başlarında, Orion takımyıldızının akşam saat
yedide görülmesiyle birlikte halk tarlalarını ekime hazır­
lama ve bir köle kurban etme zamanının geldiğini bilirdi.
Kurban halkın geçirdiği iyi hasat dönemine karşılık olarak
ve gelecek dönemin ruhlarını hoşnut etmek için belli güçlü
ruhlara adanırdı. Kurban ormanda büyük bir ağaca götü­
rülürdü; orada antik sanatçıların ağaca asılmış Marsias
tasvirinde olduğu gibi, sırb ağaca ve kolları başının üstün­
de yukarı uzanacak şekilde bağlanırdı. Bu şekilde asıldık­
tan sonra koltuk altından mızrak saplanarak öldürüldü.
Daha sonra belden allı kesilir ve üst kısmı bir süre ağaçta
sallanırdı; alt kısmı ise kanlar içinde yerde yuvarlanırdı.
Son olarak bu iki parça ağacın yanında açılan sığ bir çuku­
ra ahlırdı. Bundan önce isteyenler cesetten bir parça et ve­
ya bir tutam kesip bunu bedeni hortlak tarafından çalınan
bir yakınının mezarına götürürdü. İlgisi yeni gelen ceset
parçasına yönelen hortlak çürümekte olan eski cesedi rahat
bırakırdı. Bu kurban törenlerine kahlanlar arasında bugün
hala sağ olanlar mevcuttur.ıo
Yunanistan' da da büyük tanrıça Artemis'in tasviri her yıl
Arkadya Tepeleri'ndeki Condylea'da bulunan kutsal or­
manda asılırdı; o yüzden tanrıçanın bir diğer adı da 'Asıl­
mış' idi.11 Aslında benzer bir ayinin izlerine Artemis'in en

9 Havama/, 139 vd. (K. Simrock, Die Edda, s. 55; K. Müllenhoff, Deutsche
Altertumskunde, v. 270 vd.).
ıo Fay-Cooper Cole, The Wild Tribes of Davao District, Mindanao (Chicago,

1913), ss. 1 14 vd. (Field Museum of Natura/ History, Pııblication 170).


1 1 Pausanias, viii. 23. 6 vd. Pausanias'ın sözünü ettiği, bazı çocukların Ar­
temis tasvirinin boynuna bir halat bağlaması öyküsü, bazı araştırmacıla-

316
ünlü tapınağının yer aldığı Efes' te de rastlamak mümkün­
dür. Bu, kendini asan ve bunun üzerine merhametli tanrı­
çanın kendi kutsal elbisesini giydirdiği Hekate adlı kadınla
ilgili bir efsanedir.12 Aynı şekilde, Phthia'yaki Melite' de
kendini asan ama aslında bir tür Artemis olan Aspalis adlı
bir kızdan söz edilmektedir. Zira ölümünden sonra cesedi
kaybolmuş ancak Artemis tasvirinin yanında bir tasviri
bulunmuştu ve halk da ona tanrıçanın sıfatlarından biri
olan hecaerge ya da Keskin Nişana unvanını yakışhrmıştı.
Bakireler her yıl bir yavru keçiyi asarak tasvire kurban
ederlerdi, çünkü Astypalis' in kendini aslığı söylenirdi.13
Artemis tasvirini ya da insan temsilcisini asma uygulama­
sının yerini bu kurban işlemi almış olabilir. Yine Rodos'ta,
Ağacın Helen'i unvanıyla güzel Helen'e tapılmaktaydı,
çünkü adanın kraliçesi, Erinyeler kılığına giren hizmetçile­
rinden kendini bir dala asmalarını istemişti.14 Bir öküz ya
da ineğin ağaca asılıp dalların arasında ya da hayvanın ar­
kasında duran bir adam tarafından bıçakla öldürülüşünün
tasvir edildiği Ilium paralarında Asya'daki Yunanların bu
şekilde hayvan kurban ettiklerine dair göstergeler mevcut­
tur.15 Hierapolis'te de kurbanlar yakılmadan önce ağaca

rın doğru bir şekilde anladığı üzere, muhtemelen aynı türden bir ritüeli
açıklamak için uydurulmuştu. Bkz. L. Preller, Griechische Mythologie, i.
305, dipnot 2; L. R. Famell, The Cults of the Greek States (Oxford, 1896-
1 909), ii. 428 vd .. ; M. P. Nilsson, Griechische Feste (Leipzig, 1906), ss. 232
vd. Arkadya'daki Asılmış Artemis'e tapma geleneğine Callimachus da
dikkat çekmişti. Bkz. İ skenderiyeli Klemens, Protrept. ii. 38, s. 32, (ed.)
Potter.
12 Eustathius, "Homeros, Od. xii. 85" üzerine, s. 1714; 1. Bekker, Anecdota
Graeca (Berlin, 1814-1821), i. 336 vd., "AyaAµa: 'EKaTI]c;'' maddesi. Tanrı­
ça Hekate, köken olarak çok farklı olmasına rağmen bazen Artemis'le
özdeşleştirilirdi. Bkz. L. R. Famell, The Cults of the Grerek States, ii. 499 vd.
1 3 Antoninus Liberalis, Transform. xiii.
1� Pausanias, iii. 1 9. 9 vd.
15 H. von Fritze, "Zum griechischen Opferritual," /ahrbuch des kaiser. de­
utsch. Archiiologischen Instituts, xviii. (1903) ss. 58-67. Eleusis ritüelinde
kurban edilecek öküz bazen yerden genç erkekler tarafından kaldırılırdı.
Bkz. G. Dittenberger, Sylloge Inscriptionum Graecarum, cilt. ii. ss. 166 vd.

317
asılırdı.16 Önümüzdeki bu Yunan ve İskandinav örnekleri
ışığında, Frigya' da her yıl bir erkek-tanrının kutsal ama
ölümcül bir ağaca asıldığı sonucuna varmamak mümkün
değildir.
Tarihsel dönemlere doğru Marsias'ın derisinin yüzülüp
Kelainai 'da sergilenmesi geleneği, ölü tanrının derisini
yüzüp yeniden dirilişini ve onunla birlikte baharda bitkile­
rin yeniden canlanmasını sağlama aracı olarak çam ağaa­
na asma ritüelini hatırlatmaktadır. Benzer biçimde, antik
Meksika' da genellikle tanrıları temsil eden insan kurbanla­
rın derileri yüzülür ve ölü tanrıların yeniden yaşama dö­
nüşünü temsil eden erkekler bu kanlı derileri üstlerine gi­
yerlerdi.17 Bir İskit kralı öldüğünde cariyelerinden ve saki­
lerinden biri, aşçısı, seyisi, uşağı ve ulağı öldürülüp onunla
birlikte mezara gömülür, mezarın üstüne büyük bir höyük
yapılırdı. Bir yıl sonra elli hizmetçisi ve en iyi elli atı daha
boğularak öldürülür ve iç organları çıkarılıp temizlenen
bedenleri samanla doldurularak dikilir, sonra da her adam
gerçek yaşamdaki gibi koşum takımları giydirilip gem-

No. 521; E. S. Roberts ve E. A. Gardner, lntroduction to Greek Epigraphy, ii.


(Cambridge,1905), ss. 176 vd., No. 65. Bu yazıttaki "tjQavı:o" sözcüğünü
farklı yorumlayan P. Stengel sözcüğün sadece kurbanın başını arkaya ve
yukan çevirmek anlamına geldiğini söylemektedir. Bkz. P. Stengel,
"Zum griechischen Opferritual," /ahrbuch des kaiser. Deutsch. Archiiolo­
gischen lnstituts, xviii. (1903), ss. 1 13-123. Ancak bu kadar önemsiz bir ha­
reketin, bir yazıtta bunu gerçekleştiren genç erkekler açısından kahra­
manlık olarak nitelenmiş olması oldukça düşük bir ihtimal görünmekte­
dir. Öte yandan, Nysa'da genç erkeklerin (epheboi) kurban edilecek bo­
ğayı kaldınp taşıdıklarını ve paralarda bu hareketin tasvir edildiğini de
biliyoruz. Bkz. yukarıda, s. 227. Doğu Afrika'daki Wajaggalar intihar
edenlerin hortlaklarından korkarlar; o yüzden bir kişi kendini ashğında
boynundaki ipi alır ve onunla bir keçiyi asarlar, ardından da hayvanı ke­
serler. Bunun ruhu hoşnut ettiği ve insanları aynı kötü örneğin peşinden
gitmeye teşvik etmesini engelleyeceği düşünülürdü. Bkz. B. Gutmann,
"Trauer und Begrabnissitten der Wadschagga," Globus, lxxxix. (1906), s.
200.
16
Bkz. yukarıda, s. 164.
17 The Scapegoat, ss. 294 vd.

318
lenmiş bir ölü ata bindirilerek höyüğün etrafına dizilirdi.18
Bu tuhaf atlıların kralı koruduklarına inanılırdı. Samanla
doldurulmuş bedenlerinin dikilmesiyle hayalet olarak ye­
niden dirilmeleri sağlanmış olurdu.
Ortaçağ' da yaşayan seyyah de Plano Carpiri'nin Moğol
cenaze törenleriyle ilgili anlattıkları İskitlerdeki aynı anla­
yışın burada da görüldüğünü göstermektedir. Seyyah, soy­
lu bir Moğol öldüğünde, geleneğe göre, eyerli ve dizginli
atı, bir kısrağı ve bir tayıyla birlikte çadırın ortasına gö­
müldüğünü söylemektedir. Ayrıca başka bir atın da eti ye­
nilip, gönü samanla doldurulur ve direklerle ayağa diki­
lirdi. Bütün bunların amacı ölen kişinin öbür dünyada
içinde yaşayacak bir çadıra, sütünü sağacağı bir kısrağa,
binebileceği bir ata sahip olmasını sağlamaktı. Ayrıca etini
yedikleri atın kemikleri de ölünün ruhunun huzura ka­
vuşması için yakılırdı.19 Ondördüncü yüzyılda Pekin'i zi­
yaret eden Arap seyyah İbn Battfıta savaşta öldürülen bir
Çin imparatorunun cenazesine tanıklık ehnişti. Ölen hü­
kümdar dört genç kadın köle ve altı muhafızla birlikte bir
yer altı mezarına gömülmüş ve üstüne adeta bir tepeye
benzeyen bir höyük yığılmıştı. Ardından dört at artık ko­
şamayacak hale gelinceye kadar höyüğün etrafında koştu­
rulduktan sonra öldürülüp kazıklara geçirilerek mezarın
yanına dikilmişti.20 Bir Patagonya Kızılderilisi ölünce bazı
mallarıyla birlikte çukura gömülür. Sonra en sevdiği atı
öldürülüp derisi yüzülür ve içi samanla doldurulduktan
sonra başı mezara bakacak şekilde kazıklara dikilir. Bir şef
öldüğünde dört at kurban edilir ve her biri mezarın dört
yanına dikilir. Ölenin giysileriyle diğer malzemeleri yakılır

ıs Herodotos, iv. 71 vd.


19 Jean du Plan de Carpin, Historia Mongalorum, (ed.) D' Avezac (Paris,
1 838), böl. iii. & iii.
20
Voyages d'Ibn Batoutah, texte Arabe accompagne d 'une traduction, (ed.) C.
Defremery ve B. R. Sanguinetti (Paris, 1 853-1858), iv. 300 vd. Turan halk­
larında uygulanan benzer geleneklere dair daha fazla ayrıntı için bkz. K.
Neumann, Die Hel/enen im Skythenlande (Berlin, 1855), ss. 237-239.

319
ve son olarak at etiyle ziyafet verilir.21 İskitler ruhun
ölümden sonra da varlığını koruduğuna ve etki edebilece­
ğine kesinlikle inanmaktaydı. İskit kabilelerinden biri olan
ve esirlerinin kafasını kesip, ruhlarının hanelerini koruma­
sı için evlerinin üstündeki, özellikle de bacalardaki kazık­
lara geçiren Kırım Taurilerinin uygulamaları da bunu ka­
nıtlamaktadır.22 Borneolu bazı vahşiler çok sevdikleri insan
kafası kesme geleneklerini benzer bir nedene bağlamakta­
dır. Bir Kaya şefi, "Bu gelenek korkunç değil. Bize babala­
rımızdan, babalarımızın babalarından miras kalan eski, iyi,
yararlı bir gelenek; bizi kutsuyor, bol hasat getiriyor, has­
talıklardan ve acılardan koruyor. Bir zamanlar düşmanı­
mız olanlar artık koruyucularımız, dostlarımız ve velini­
metlerimiz oldular" demişti.23 Yani ölüleri dost ve müttefi-

21R . Fitz-roy, Narrative of the Surveying Voyages of His Majesty 's Ships "Ad­
venture" and "Beagle" (Londra, 1839), ii. 155 vd.
22 Herodotos, iv. 103. İskitlerin çoğu ölen düşmanlarının derisini yüzüp
ahşap bir çerçeveye gererek at üstünde dolaştırırdı (Herodotos, iv. 64).
Muhtemelen ölülerin ruhlarının, kalıntılarını taşıyan adama eşlik ve
hizmet ettiğine inanılmaktaydı. Ayrıca bu geleneğin ölüden barbarca in­
tikam almaktan başka bir şey olmaması da mümkündür. Nitekim bir
Pers kralının düşmanının derisini yüzüp içini samanla doldurduktan
sonra yüksek bir ağaca astığı bilinmektedir (Procopius, De bello Persico, i.
5. 28). Heretikler önderi Mani, Pers kralının oğlunu iyileştiremeyince işte
böyle bir muameleye uğramıştı (Sokrates, Historia Ecc/esiastica, i. 22;
Migne, Patrologia Graeca, lxvii, 137, 139). Ancak bu ceza bir tür dini ayin
olarak da görülmüş olabilir. İlk Portekizli misyonerlerin İsalı çarmıhları­
nı gören Beninli siyahiler, insan kurbanlarını çarmıha germe fikrini on­
lardan öğrenmiş görünmektedir. Bkz. H. Ling Roth, Great Benin (Halifax,
1 903), ss. 14 vd.
23 W. H. Fumess, Home-Life of Borneo Head-Hunters (Philadelphia, 1902), s.
59. Hose ve McDougall'a göre, kafataslarına hayat veren ruhlar, başları
omuzlarından alınan kişilerin ruhları değil gibidir. Ancak (Toh adı veri­
len) ruhlar başlarda veya onların etrafında durur ve "evdeki varlıkları­
nın oraya bir şekilde, özellikle de iyi hasat şeklinde refah getirdiği düşü­
nülür; başlar evin refahı için o kadar gereklidir ki evde çıkan yangın ne­
deniyle başlar kaybolacak olsa ve savaş ihtimali de yoksa, halk başka bir
ahbabın evindeki baştan ya da onun bir parçasından medet umar ve bil­
dik törenlerle onu kendi evlerine getirirler." Bkz. C. Hose ve W. McDou­
gall, The Pagan Tribes of Borneo (Londra, 1912), ii. 20, 23.

320
ke çevirmek için gereken tek şey, festivalde köye getirildik­
lerinde kafataslarını besleyip gönüllerini almaktır. "Başlara
ve ruhlara yiyecek sunulur, böylece gönülleri alınan baş­
lar, daha önce bir bedeni süsleyen kafatasım elinde bulun­
duranlara düşmanlık etmekten veya zarar vermeye çalış­
maktan vazgeçerler." 24 Sarawak'ın Deniz Dyakları başarılı
bir kafatası avından geri dönünce, palmiye yapraklarına
sarılmış kafayı törenle deniz kenarına getirirler. "Kıyıda ve
köyde kafaya aylar boyunca büyük bir özen gösterilir, akla
gelebilecek her türlü güzel sıfatlarla ve adlarla seslenilir;
ağzına, gündelik öğünlerde yenilse de leziz görülen yiye­
ceklerinin en güzel parçası konur. Böylece ölünün, kendini
ele geçiren kabileye uyum sağlayan ruhu arlık yanlarından
ayrılmaz; ona sirih yaprakları ve meyvesi sunulur. Ayrıca
korkunç görünüşlü solgun dudaklarının arasına sık sık si­
gara tutturulur. Bütün bu taklitlerin amacı kesinlikle alay
etmek değil, nezaket göstererek ruhun gönlünü ve artık bir
üyesi olduğu varsayılan kabile için iyi dileklerini almak­
tır."25 Dyaklara göre bütün şölen ve törenler içinde en fay­
dalısı yukarda anlatılan "Kafa-Şöleni"dir. "Bütün bunların
amao pirincin bol olmasını, ormanın yabani hayvanlarla
dolmasını, köpekleriyle tuzaklarının avda başarılı olması­
nı, ırmakların balıkla dolup taşmasını, halktan sağlık ve
bereket fışkırmasını, kadınların doğurganlaşmasını sağla­
maktır. Bunları elde etmenin en emin yolu da taze bir ka­
fanın hamiliğini, duasını ve desteğini almaktır. Bunların
toprağa iyi geldiğine, toprağı daha bereketli kıldığına, hat­
ta yıkanan Raca'nın içine altın parçaları attığı suyun dö­
külmesinden bile daha bereketli kıldığına inarulır." 26

24 Spenser St. John, Life in the Forests of the Far East (Londra, 1863), i 197.
25 Hugh Low, Sarawak (Londra, 1848), ss. 206 vd. Bu alınhyı yaparken
birtakım gramer bozukluklannı düzelttim.
26 Spenser St. John, a.g.e., i. 204. Bkz. ayrıca G. A. Wilken, "lets over de

schedelvereering," Bijdragen tol de Taa/- Land- en Vo/kenkunde van Neder­


landsch-Indii!, xxxviii. (1889) ss. 89-129; aynı yazar, Verspreide Geschriften
(Lahey, 1912), iv. 37-81 . A. C. Kruyt, "Het koppensnellen der Toradja's

321
Aynı şekilde, vardığım sonuç doğruysa eğer, Firigya'nın
baba-tanrısını temsil eden kişi öldürüldükten sonra sa­
manla doldurulan derisi, ruhunun hasadı arhrmak, hay­
vanların çoğalmasını sağlamak ve kadınların doğurganlı­
ğını artırmak üzere çalışması için kutsal çam ağacına ası­
lırdı. Yine Atina' da da ekin-ruhu temsil eden öküz her yıl
düzenlenen kurban töreniyle öldürüldükten sonra içi sa­
manla doldurulup dikilir ve ardından harman sonunda
öldürülen ekin-ruhun yeniden dirilişini sağlamak üzere
ayağa dikilip sanki sabanı çekecekmiş gibi bir sabanın bo­
yunduruğuna sokulurdu.27 Kutsal hayvanların derisinin
bu şekilde, öldürülen kutsal varlığın yeniden dirilişini sağ­
lamak için kullanılmasına başka örnekler de göstermek
mümkündür.28 Attis ayinlerinde yeniden hayat veren kan
banyosu için öldürülen boğanın postunun da aynı amaçla
kullanılıyor olması mümkündür.

van Midden-Celebes, en zijne Beteekenis," Verslagen en Mededeelingen der


koninklijke Akademie van Wetensc/ıappen, Afdeeling Letterkunde, Vierde
Reeks, iii. 2 (Amsterdam, 1899), başlıklı makalesinde kafa avcılığının
başka bir amaa olduğundan söz etmektedir (ss. 147 vd.).
Sumatra'nın babsındaki Nias adasının yerlileri ölen şefin cenaze töreni
için düşman kafası bulunması gerektiğini düşünmektedir. Bu anlayışa
göre ölen hükümdarın ruhu kendi adına bir kurban verilmesini ister.
Aksi halde geride kalanlara hastalıklar ve talihsizlikler göndererek onları
cezalandıracakbr. Dolayısıyla, bu halklarda kafa avalığı geleneği, insa­
nın ölümsüzlüğü inancına ve ölülerin geride kalanlardan yapbkları ta­
leplerin yerine getirilmesi gerektiği anlayışına dayanmaktadır. Ölen şefe
kafatası sunulurken rahip pirinç ekimini ve hasadını kutsaması, kadınla­
rın doğurganlığını arhrması, vb. için dua eder. Bkz. C. Fries, "Das 'Kop­
pensnellen' auf Nias," Allgemeine Missions-Zeitschrift, Şubat, 1908, ss. 73-
88. Bu anlatımdan, bereket ve benzeri kutsamaların öldürülen kişinin
ruhundan değil, ölen şefin hayaletinden istendiği sonucu çıkmaktadır.
Bkz. T. C. Rappard, "Het eiland Nias en zijne bewoners," Bijdragen tot de
Taa/-Land-en Volkenkunde van Nederlansch-Indii!, lxii. (1909) ss. 609-61 1 .
27 Spirits of the Corn and of the Wild, ii. 4-7.

28 Spirits of the Corn and of the Wild, ii 169 vd.

322
VI. Bölüm
Batıdaki Doğu Dinleri

Roma İmparatorluğu'nda Tanrıların Büyük Anası'na ve


onun sevgilisine veya oğluna tapınma oldukça yaygındı.
Yazıtlar bu ikiliye sadece İtalya' da ve de özellikle Roma' da
değil, aynı zamanda eyaletlerde, özellikle de Afrika, İs­
panya, Portekiz, Fransa, Almanya ve Bulgaristan' da da bir­
likle veya ayrı ayrı olarak tanrı muamelesi yapıldığını gös­
termektedir.1 Bu tanrılara tapınma Konstantin'in Hıristi­
yanlığı himayesine almasından sonra da devam etmişti; zi­
ra Symmachus Büyük Ana festivalinin ondan sonra da de­
vam ettiğini yazmaktadır.2 Ayrıca Augustinus zamanında
bu tanrıçanın efemine rahipleri Kartaca sokaklarında ve
meydanlarında beyaz boyalı yüzleri, kokulu saçlarıyla kırı­
tarak yürümeyi sürdürüyor ve hpkı Orta Çağ'ın keşişleri
gibi gelen geçenden sadaka dileniyordu.3 Öte yandan Yu­
nanistan' da Asya tanrıçası ile eşi adına düzenlenen kanlı
orji ayinleri fazla ilgi görmernekteydi.4 Bu tapınmanın bar-

1 H. Dessau, lnscriptions Latinae Selectae, yazıt numalan: 4099, 4100, 4103,

4105, 4106, 41 16, 41 1 7, 4119, 4120, 4121, 4123, 4124, 4127, 4128, 4131, 4136,
4139, 4140, 4142, 4156, 4163, 4167; H. Hepding, Attis, ss. 85, 86, 93, 94, 95,
yazıt numaraları; 21-24, 26, 50, 51, 52, 61, 62, 63.
2 S. Dili, Roman Society in the Last Century of the Western Empire (Londra,
1 899), s 16.
J Augustinus, De civitate Dei, vii. 26.

4 Ancak Ahaya'nın Dyme ve Patras kentlerinde ikiliye resmen tapılmak­


taydı (Pausanias, vii. 17. 9, vii. 20. 3), ve Pire'de de bunlara tapan bir
grup vardı. Bkz. P. Foucart, Des Associations Religieuses chez /es Grecs (Pa­
ris, 1873), ss. 85 vd., 196; C. Michel, Recueil d'Inscriptions Grecques, s. 772,
No. 982.

323
barlığı, acımasızlığı ve zıvanadan çıkmış aşırılıkları, Ado­
nis'in benzer ama daha ince ayinlerini tercih eden Yunan­
ların seçkin zevk ve insanlık anlayışına kuşkusuz tiksindi­
rici gelmekteydi. Ancak Yunanlara sarsıcı ve itici gelen bu
özelliklerin, onlara göre daha az incelmiş Romalılarla Ba­
tı' nın barbarlarına cazip gelmiş olması mümkündür. Yan­
lışlıkla tanrısal esin zannedilen5 bu çılgınlık noktasındaki
taşkınlıkların; bedenin parçalanması, yeniden doğuş ve
kan dökmek suretiyle günahların bağışlanması kuramının
kökeninde vahşilik yatmaktadır.6 Bunlar, doğal olarak, iç­
lerinde hala vahşi içgüdüler barındıran halklara hitap et­
mektedir. Bu insanların gerçek karakterleri genellikle,

5 Rapp, "Kybele" maddesi, W. H. Roscher, Lexikon der griech. und röm.


Mythologie içinde, ii. 1656.
6 Bir tann tarafından ele geçirilme ve esinlenmeyi öngören, vahşiliğe ait
kuram için bkz. Edward B. Tylor, Primitive Culture, ii. 131 vd. Yeniden
doğuşu öngören, vahşiliğe ait kuram için bkz. Balder the Beautiful, ii. 251
vd. Günahlardan annmak adına kan dökmek için bkz. The Magic Art and
tlıe Evolution of Kings, ii. 107 vd.; Psyclıe's Task, İ kinci Baskı, ss. 44 vd., 47
vd., 1 16 vd. Kamerunlu siyahilerde kazara adam öldürmenin cezası bir
hayvanın kanını akıtmaktır. Ölüme yol açan kişiyle öldürülen kişinin ak­
rabaları bir araya gelir. Bir hayvan öldürülür ve orada bulunan herkesin
yüzüne ve göğsüne hayvanın kanı sürülür. Adam öldürme suçunun ke­
faretinin böylece ödendiği ve ayrıca bir ceza gerekmediği düşünülür.
Bkz. Misyoner Autenrieth, "Zur Religion der Kamerun-Neger,", Mittei­
lungcn der geographischen Gese/lschaft zu fena, xii. (1893) ss. 93 vd. Car Ni­
cobar' da içine cin giren bir kişi, bedenine domuz kanı sürülüp yaprak­
larla vurulmak suretiyle şeytanlardan kurtarılır. Böylece cinler yaprakla­
ra geçer ve yapraklar da gün doğmadan önce denize atılır. Bkz. V. Solo­
mon, "Extracts from diaries kept in Car Nicobar,", /ournal of the Antlıro­
pological lnstitute, xxxii. (1902), s. 227. Benzer biçimde, antik Yunanlar ci­
nayet suçunu domuz kanı ve defne yapraklarıyla temizlerlerdi. Bkz.
"Pausanias, ii. 31 . 8" üstüne notum (cilt. iii. ss. 276-279). Bu şekilde cina­
yetten arınmanın altında muhtemelen, Car Nicobar' da kişinin aynı yön­
temle cinlerden kurtulması gibi, kurbanın öfkeli ruhundan kurtulma fik­
ri yatmaktadır. Bu törenlerde kana atfedilen temizleme özelliği, öfkeli
ruhun bu kanı suçlunun kanının karşılığı olarak kabul ettiği anlayışına
dayanıyor olabilir. C. Meiners (Geschichte der Religionen, Hanover, 1 806-
1807, ii. 137 vd) ve E. Rohde (Psyche, Tübingen ve Leipzig, 1903, ii. 77
vd.) bu görüşteydi.

324
kendinden geçmiş ve coşkulu inananlara dayahlmaya el­
verişli olan ve daha seviyelileri bile aslında anlan dehşet
ve tiksintiyle dolduracak şeylere razı eden alegorik veya
felsefi bir yorum alhnda gizlenirdi.
Kaba vahşiliği ruhsal arzularla garip bir şekilde birleşti­
ren 'Büyük Ana' dini paganizmin geç tarihlerde bütün
Roma İmparatorluğu'na yaydığı birçok benzer Doğu inan­
cından sadece biri olup, Avrupa halklarını ağır ağır kendi­
lerine yabana hayat ülkülerinin esiri yaparak bütün antik
uygarlığın çahsıru çökertmişti.7 Yunan ve Roma toplumları
bireyin topluma, vatandaşın devlete tabi olması anlayışına
dayanmaktaydı; gerek bu dünyada gerekse başka bir dün­
yada en yüce amaç bireyin güvenliğinden önce devletin
güvenliği idi. Çocukluktan itibaren bu özgecil idealle yetiş­
tirilen vatandaşlar yaşamlarını kamu hizmetine adar ve
toplumun yararı için feda etmeye hazır olurdu; bu yüce
adanma hoşlarına gitmese bile kişisel varlıklarını ülkenin
çıkarlarına tercih edecek şekilde eylemenin dışında bir se­
çenekleri olmadığını bilirlerdi. Ruhun Tann'yla birleşme­
sini, yaşamaya değer tek amaan ebedi kurtuluş olduğunu
ve devletin varlığının, refahının dahi bu ideal karşısında
hiçbir önem taşımadığını öğreten Doğu dinlerinin yayıl­
masıyla birlikte bütün bunlar değişime uğradı. Bu bencil
ve töre karşıh öğretinin kaçınılmaz sonucu, inanan kişinin
giderek kamu hizmetinden çekilip düşüncelerini kendi
ruhsal duyguları üzerinde toplaması ve daha iyi, ebedi bir
yaşam için sadece bir hazırlık aşaması olarak gördüğü
mevcut yaşamı küçümsemesi oldu. Dünyayı küçümseyen,
coşkulu bir cennet düşüncesiyle kendinden geçmiş aziz ve
keşiş, toplumun en yüksek insanlık ideali haline gelerek,
kendini ve hayatını düşünmeyen ve yurdu için ölmeye ha-

7 Doğu dinlerinin Roma İ mparatorluğu'nda yayılışı için bkz. G. Boissier,


La Religion Romaine d'Auguste aux Antonins, (Paris, 1900), i. 349 vd.; J. Re­
ville, La Religion iı Rome sous /es Severes, (Paris, 1886), ss. 47 vd.; S. Dili,
Roman Society in the Last Century of tlıe Western Empire, (Londra, 1 899), ss.
76 vd.

325
zır olan eski yurtsever ve kahraman ideallerini kenara itti.
Gözleri gökyüzünün bulutları arasındaki Tanrı'nın Devle­
ti'ni izleyen insana dünyevi devlet yoksul ve bayağı gö­
ründü. Böylece, deyiş yerindeyse, çekim merkezi bugün­
den gelecekteki bir yaşama kaydı ve öbür dünya ağırlık
kazandıkça bu dünya ağırlığını kaybetti. Siyasi yapı dağıl­
dı. Devlet ve aile bağlan gevşedi. Toplumsal yapı bireysel
unsurlarına ayrılmaya ve böylece barbarlığa kaymaya baş­
ladı; çünkü uygarlık ancak yurttaşların etkin işbirliğiyle ve
toplumsal yaran kişisel çıkarlarından üstün tutma irade­
siyle mümkündür. Oysa artık insanlar ülkelerini savun­
mayı ve hatta soylarını devam ettirmeyi bile reddediyor­
du.8 Kendilerinin ve başkalarının ruhlarını kurtarma kay­
gısıyla, kötülükle özdeşleştirdikleri maddi dünyayı kendi
çürümesine terk etmişlerdi. Bu takınh tam bin yıl sürdü.
Orta Çağ'ın kapanmasıyla birlikte Roma yasalarının, Aris­
totelesçi felsefenin, antik sanat ve edebiyatın yeniden can­
lanması Avrupa'nın kendi öz yaşam ve davranış biçimle­
rine, daha akıla ve atılgan dünya görüşlerine geri dönmesi
anlamına geliyordu. Uygarlığın ilerleyişi sırasındaki uzun
duraklama sona ermişti. Doğu istilası dalgası nihayet
durmuştu. Nitekim hata da gerilemeye devam ediyor.9

•Bkz. Servius, "Virgilius, Aen. ii. 604, vi. 661" üzerine; Origenes, Contra
Celsum, viii. 73 (Migne, Patrologia Graeca, xi. 1628); G. Boissier, La Religion
Romaine d'Auguste aux Antonins, (Paris, 1900), i. 357 vd.; E. Westermarck,
The Origin and Deve/opment of the Moral Ideas (Londra, 1906- 1908), i. 345
vd.; H. H. Milman, History of Lıı tin Christianity, i. 150-153, ii. 90. Origenes
sözü edilen paragrafta Hıristiyanlann verilen emre rağmen İ mpara­
tor'un peşinden savaş alanına gitmeyi reddettiğini söylemektedir; ancak
imparatora dua ettiklerini ve böylece ona kılıçla olduğundan daha fazla
hizmet ettiklerini eklemektedir. Hıristiyan çileciliğin etkisiyle yurttaşlık
erdemlerinin gerilemesi için bkz. W. E. H. Lecky, History of European Mo­
ral from Augustus to Charlemagne (Londra, 1877), ii. 139 vd.
9 Herhangi bir yanlış anlamayı önlemek için Doğu dinlerinin yayılışının,

eski uygarlığın çökmesine yol açan birçok nedenden sadece biri olduğu­
nu eklemeliyim. Yargılarına ve bilgisine çok güvendiğim bir dostum bu
nedenler arasında, günümüzde Türk imparatorluğunu vuran çürüme­
den de görebileceğimiz üzere, ulusların refahını yerle bir eden en önemli

326
Antik dünyanın gerileme döneminde Batı'nın bağlılığını
kazanmak için birbiriyle yanşan doğu kökenli tanrılardan
biri de eski Pers tanrısı Mitra idi. Roma İmparatorluğu'nun
her yanına yayılan anıtların sayısı bu tanrının ne kadar ilgi
gördüğünü göstermektedir.10 Hem öğreti hem de ayinler
bağlamında Mitra kültü sadece Tanrıların Anası'nın diniy­
le11 değil aynı zamanda Hıristiyanlıkla da birçok bakımdan
benzerlikler göstermektedir.12 Benzerlik Hıristiyan din
adamlarının da dikkatini çekmiş ve bu benzerliği, insanla­
rın ruhlarını sahte ve sinsi taklitlerle gerçek dinden so­
ğutmaya çalışan şeytanın işi olarak açıklamışlardı.13 Yine,
Meksika ve Peru'yu istila eden İspanyol fatihler de yerlile-

iki unsur olan kötü yönetimi ve perişan haldeki mali sistemi de saymak­
tadır. Dostumun düşüncesine göre, yabancı inançların hızla yayılması
yaygın entelektüel çürümenin de nedenlerinden biriydi. Bu tür zararlı
gelişmeler Greko-Romen zihnine en ihtişamlı günlerinde musallat ol­
muştu. Roma Yönetimi'nin ilk Baküs salgınıyla nasıl bir enerjiyle müca­
dele ettiğini hatırlayalım (T. Mommsen, Roman History, iii. 115 vd., 1 894).
Roma'run imparatorluk nüfusu ve endüstrisi, özellikle de Yunan nüfus
ve endüstrisi üzerindeki mali baskısının yıkıcı etkileri George Finlay ta­
rafından ayrıntılı olarak anlatılmaktadır (Greece under the Romans, Edin­
burgh ve Londra, 1857, ss. 47 vd.).
10 Bkz. F. Cumont, Textes et monuments ftgures relatifs aux Mysteres de

Mithra, (Brüksel, 1 896-1899); aynı yazar, "Mithras" maddesi, W. H.


Roscher, Lexicon der griech. und röm. Mythologie içinde, ii. 3028 vd. Bkz.
aynı yazar, Les Religions Orientales dans le Paganisme Romain (Paris, 1909),
ss. 207 vd.
11 F. Cumont, Textes et Monuments, i. 333 vd.

1 2 E. Renan, Marc-Aurele et la Fin du Monde Antique (Paris, 1882), ss. 576

vd.; F. Cumont, Textes et Monuments, i. 399 vd.


1 3 Tertullianus, De corona, 15; aynı yazar, De praescriptione haereticorum,

40; Iustinus Martyr, Apologia, i. 66; aynı yazar, Dialogus cum Tryphone, 78
(Migne, Patrologia Graeca, vi. 429, 660). Tertullianus da, İsis ve Kibele
adına tutulan oruçla Hıristiyanlıktaki oruçlar arasında benzerlikler gör­
müştü (De /ejunio, 16). Iustinus Martyr şeytanlann esinlenmiş kahinlerin
sözlerini dinleyerek ve bir dizi kirli, kafirce taklitle onların ilahi niyetle­
rini keşfettiklerini düşünüyordu. Ona göre ölüm, yeniden diriliş ve Di­
onysos'un göğe yükselişi, Perseus'un bakire bir anneden doğması ve
eşeğe binen İsa'yı taklit eden Pegasus'a binmiş Bellerophon gibi olgular
bu taklitlerden bazılarıydı. Bkz. Iustinus Martyr, Apology, i. 54.

327
rin putperest ayinlerini Hıristiyan ritüellerin şeytani taklit­
leri olarak görmüşlerdi.14 Modern bir karşılaşhrmalı dinler
öğrencisi bu tür benzerlikleri, evrenin sırlarını çözmeye ve
küçük yaşamını bu acayip gizemlere göre ayarlamaya çalı­
şan insan zihninin birbirinden bağımsız olarak yarathğı,
benzer eserler olarak görecektir. Ne şekilde olursa olsun,
ciddi bir ritüeli ahlaki saflık ve ölümsüzlük umuduyla bir­
leştiren Mitra dininin Hıristiyanlığa sıkı bir rakip olduğu­
na kuşku yoktur.15 Aslında iki inanç arasındaki çatışma bir
süre dengeli gitmişti.16 İkisi arasındaki uzun mücadelenin
izlerinden biri, Hıristiyanlığın doğrudan putperest raki­
binden aldığı Noel festivalinde hata varlığını sürdürmek­
tedir. Jülyen takvime göre 25 Aralık kış gündönümü
olup,17 Güneşin Doğuşu olarak görülmekteydi, çünkü o ta­
rihte günler uzamaya başlamakta ve yılın o dönüm nokta­
sından itibaren güneşin gücü artmaktadır.18 Suriye ve Mı­
sır' da kutlanan doğuş ritüeli dikkat çekiciydi. Kutlamaya
kahlanlar tapınakların iç kısmına çekilir, gece yarısı "Baki­
re doğurdu! Işık tecelli ediyor!" diye bağırırlardı.19 Hatta

14 J. de Acosta, Natura/ and Moral History of the Indies, (çev.) E. Grimston


(Londra, 1880), kitap v., böl. 1 1, 16, 17, 18, 24-28, cilt. ii. ss. 324 vd., 334
vd., 356 vd.
15 Bkz. S. Dili, Roman Society in the Last Century of the Western Empire,
(Londra, 1899), ss. 80 vd.; aynı yazar, Roman Society from Nero to Marcus
Aurelius (Londra, 1904), ss. 619 vd.
16
E. Renan, Marc-Aure/e et la Fin du Monde Antique (Paris, 1 882), ss. 579
vd.; Fr. Cumont, Textes et Monuments, i. 338.
17 Plinius, Nat. Hist., xviii. 221; Columella, De re rustica, ix. 14. 12; L. ide­
ler, Handbuclıder mathematischen und technischen Chronologie (Berlin, 1825-
1826), ii. 124; G. F. Unger, Iwan Mailer, Handbııch der klassischen Alter­
tumswissenschaf içinde, i. (Nördlingen, 1886) s. 649.
1 8 Philocalus takviminde 25 Aralık N. lnvicti, yani Natalis Solis Invic ti'dir.

Bkz. Corpus Inscriptonum Latinarum, i. Pars Prior (Berlin, 1893), s. 278, T.


Mommen'in şerhiyle birlikte, ss. 338 vd.
1 9 Bkz. Metinde derin açıklamalarını izlediğim Franz Cumont, "Le Nata­
lis Invicti," Comptes Rendus de /'Academie des lnscriptions et Be/les-Lettres,
1911 (Paris, 1911 ), ss. 292-298. Güneşin Doğuşu festivalinin Mısır'da da
benzer biçimde kutlanması konusunda, M.S. 2. yüzyılda veya 3. yüzyılın
başında Aşağı Mısır'da yaşayan astrolog Antiochus'un hazırladığı bir

328
Mısırlılar yeni-doğan güneş için doğum gününde yani kış
gündönümünde, onun simgesi olarak inananlara gösteri­
len, yeni doğmuş bebek sembolü kullaruyorlardı.20 26 Ara­
lık'ta bu şekilde çocuk doğuran Bakire'nin, Samilerin Gök­
sel Bakire ya da sadece Göksel Tanrıça adını verdikleri bü­
yük Doğu tanrıçası olduğuna kuşku yoktur; bu tanrıça
Sami ülkesinde bir çeşit Astarte idi.21 Dolayısıyla Mitra ge­
nellikle Güneş'le yani kendi deyişleriyle Fethedilemeyen
Güneş'le özdeşleştirilmekteydi;22 dolayısıyla doğumu Ara­
lık'ın yirmi beşine denk gelmekteydi.23 İnciller İsa'nın do­
ğumu hakkında herhangi bir şey söylememektedir, o yüz­
den eski Kilise doğum gününü kutlamamaktaydı. Ama
zaman içinde Mısırlı Hıristiyanlar 6 Ocak'ı İsa'nın Doğum
Günü olarak benimseyince Mesih'in doğumunu kutlama
geleneği Doğu' da resmen kabul edildiği 4. yüzyıla kadar
yavaş yavaş her yere yayıldı. Ancak 6 Ocak'ı İsa'run Do­
ğum Günü olarak kabul etmeyen Batı Kilisesi 3. yüzyılda
ya da 4. yüzyılın başlarında 25 Aralık'ı gerçek tarih olarak
kabul etti ve bu karar zaman içinde Doğu Kilisesi tarafın-

Yunan takviminden de yararlanılabilir; zira 25 Aralık'ın altında "Güne­


şin Doğum Günü, [o gün] ışık tecelli eder" yazmaktadır. Bkz. F. Cumont,
a.g.e., s. 294.
20 Macrobius, Saturnalia, i. 18. 10.
21 F. Cumont, "Caelestis" maddesi, Pauly -Wissowa, Rea/-Encyclopiidie der
classischen Altertumswissenschaft içinde, v. i. 1247 vd. Tannçaya Göklerin
Kraliçesi (Yeremya vii. 18, xliv. 18) ve Göksel Tanrıça (Herodotos, iii. 8;
Pausanias, i. 14. 7) ya da Göksel Bakire (Tertullianus, Apologeticııs, 23)
denirdi; Augustinus, De civitate Dei, ii. 4). Yunanlar Göksel Afrodit de­
mekteydi (Herodotos, i. 105; Pausanias, i. 14-7). Delos'ta bulunan bir Yu­
nan yazıtında Astarte Afrodit'e yapılan bir ithaf bulunmaktadır; aynı
adada bulunan başka bir yazıtta da Filistinli Astarta ile Göksel Afrodit
eşleştirilmektedir. Bkz. G. Dittenberger, Sylloge Inscriptonıım Graecorıım,
cilt. ii, ss. 619 vd., No. 764; R. A. Stewart Macalister, The Philistines, their
History and Civilization (Londra, 1913), s. 94.
22 Fethedilemeyen Güneş Mitra'ya (Soli invicto Mithrae) yapılan ithaflara

bol bol rastlanmaktadır. Bkz. F. Cumont, Textes et Monııments, ii. 99 vd.


Fethedilemeyen Güneş (Sol Invictııs) tapınması için bkz. H. Usener, Das
Weihnachtsfest, (Bonn, 191 1 ), ss. 348 vd.
23 F. Cumont, a.g.e., i. 325 vd., 339.

329
dan da benimsendi. Bu değişim Antakya' da aşağı yukarı
M.S. 375'e kadar kabul görmedi.24
Dini otoritelerin Noel festivalini benimsemesinin ardında
ne yatmaktaydı? Kendisi de Hıristiyan olan Suriyeli bir
yazar bu kararın ardındaki gerekçeyi büyük bir içtenlikle
anlatmaktadır. "Kutlama tarihinin 6 Ocak'tan 25 Aralık'a
alınmasının nedeni şuydu," der yazar, "Putperestler aynı
25 Aralık tarihinde Güneş'in doğumunu kutluyor, kandil­
ler yakıyorlardı. Bu dini ayinlerle festival eğlencelerine Hı­
ristiyanlar da kahldılar. Kilise mensupları Hıristiyanların
bu festivale ilgi gösterdiğini görünce toplanarak İsa'nın
gerçek doğum gününün o gün kutlanmasına, 6 Ocak'ın ise
Epifani Yortusu olarak kutlanmasına karar verdiler. Böyle­
ce bu gelenek çerçevesinde, ayın 6' sına kadar kandil yak­
ma uygulaması da yerleşmiş oldu."25 Augustinus da Hıris­
tiyanların o kutsal günü güneş adına değil, güneşi yaratan
adına kutladığını söylerken açıkça olmasa da Noel'un put­
perest kökenini ima etmektedir.26 Aynı şekilde, Papa Bü­
yük Leo'da, Noel'in, İsa'nın doğum günü olarak değil de
güneşin doğumu olarak kutlanmasını lanetlemişti.27
Buradan Hıristiyan Kilisesi'nin, Kurucusu'nun doğum
günü olarak 26 Aralık'ı seçmesinin alhnda, putperestlerin
Doğruluk Güneşi olarak adlandırılan Güneş' e olan inancı-

24 J. Bingham, The Antiquities of the Christian Church, kitap xx., böl. iv.
(Bingham, Works, cilt. vii., ss. 279 vd., Oxford, 1855); C. A. Credner, "De
natalitiorum Christi origine," Zeitschrift für die historische Theologie, iii. 2
(1833), ss. 236 vd.; L. Duchesne, Origines du Culte Chretien (Paris, 1 903),
257 vd.; T. Mommsen, Corpus Inscriptionum Latinarum, i s. 338. 'Noel fes­
tivali' ilk kez M.S. 336' da Roma' da hazırlanan Philocalus takviminde
geçmektedir. Bunun için kullanılan sözcükler şöyledir: VIII. kal. jan., Na­
tııs Christus in Betleem Judee (L. Duchesne, a.g.e., s. 258).
25 Alıntılayanlar; C. A. Credner, a.g.e., s. 239, dipnot 46; T. Mommsen,
Corpus Inscriptionum Latinarum, i. ss. 338 vd.; H. Usener, Das Weihnachts­
fest, (Bonn, 191 1 ), ss. 349 vd.
26 Augustinus, Serm, cxc. l (Migne, Patrologia Latina, xxxviii. 1007).
27 Leone Magno (Papa l. Leo), Serm. xxii. l (al. xxi.) 6 (Migne, Patrologia
Latina, liv. 198). Aziz Ambrosius, Serm. vi. 1 (Migne, Patrologia Latina,
xvii. 614).

330
nı kendisine yönlendirme niyetinin yathğı anlaşılmakta­
dır.28 Böyleyse eğer, aynı niyetin dini otoriteleri, Tanrı'nın
ölümünün ve yeniden dirilişinin kutlandığı Paskalya Fes­
tivali'ni aynı mevsimde ölen başka bir Asya tanrısının
ölüm ve yeniden diriliş festivaline uyarlamaya itmiş olabi­
leceği sonucuna varmak mümkündür. Bugün Yunanistan,
Sicilya ve Güney İtalya' da düzenlenen Paskalya ayinleri
Adonis ayinleriyle bazı bakımlardan çarpıa benzerlikler
göstermekte olup, ben Kilise'nin, ruhları Mesih'e kazan­
dırmak amaayla yeni festivali bilinçli olarak putperest ön­
cüllerine uyarlamış olabileceğini düşünüyordum.29 Ancak
bu uyarlamanın antik dünyanın Latince konuşan kısımla­
rından çok Yunanca konuşulan bölgelerinde meydana
gelmiş olması muhtemeldir; zira Yunanlar arasında yeşe­
ren Adonis tapınması Roma'yla Batı'yı fazla etkilememiş
görünmektedir.30 Yani bu ayin kesinlikle resmi Roma dini­
nin bir parçası değildi. Kaba insanların ilgisini çekmiş ola-

28
A. Credner, a.g.e., ss. 236 vd.; E. B. Tylor, Primitive Culture, ii. 297 vd.; F.
Cumont, Textes et Monutnents, i. 342, 355 vd.; T. Mommsen, Corpus Insc­
riptionum Latinarum, i. ss. 338 vd.; H. Usener, Das Weihnachtsfest, (Bonn,
191 1 ), ss. 348 vd. Farklı bir Noel açıklaması da Duchesne tarafından dile
getirilmiştir. Duchesne ilk Hıristiyanlarda İ sa'nın ölümünün 25 Mart'a
denk geldiğini, bugünün "resmi ilkbahar gündönümüyle çakışhğı için
ya da gelişigüzel seçildiğini" söylemektedir. İ sa'nın dünya üzerinde belli
bir süre yaşadığını ve dolayısıyla hem yeniden dirilişinin hem de ölü­
münün 25 Mart'ta meydana geldiğini kabul etmek doğaldır. Aslında Ki­
lise de Tebliğ Günü'nü ve onunla birlikte İsa'nın annesinin hamileliğinin
başlangıcını o gün olarak kabul etmişti. Eğer böyleyse, İ sa'nın doğumu
doğal olarak dokuz ay sonra, yani 25 Aralık'ta gerçekleşmiş olmalıdır.
Dolayısıyla Duchesne'nin kuramında buradan yola çıkılarak İ sa'nın do­
ğum günü aynı zamanda Çarmıha Gerilme tarihi olarak belirlenmişti. O
tarih de resmi ilkbahar gündönümüyle çakışhğı için seçilmişti. Duchesne
ilkbahar gündömünün Attis festivaliyle çakıştığını fark etmemiştir.
Onun şu kitabına bkz. Origines du Culte Chretien, (Paris, 1903), ss. 261-
265, 272. İ sa'nın hem ana rahmine düşüşünün hem de ölümünün 25
Mart'a denk geldiği görüşü Augustinus tarafından da benimsenmiştir
(De Trinitate, iv. 9. Migne, Patrologia Latina, xlii. 894).
29 Bkz. yukarıda, ss. 267 vd.

30 Bununla birlikte, Ovidius, Yahudilerin Sebt ayiniyle birlikte Adonis

yasından söz etmektedir (Ars Amat. i. 75 vd.)

331
bileceği yer de zaten daha önce benzer fakat daha barbar
bir Adonis ve Büyük Ana tapınmasına ev sahipliği yapan
bölgelerdir. Attis'in ölümü ve yeniden dirilişi arhk 24 ve
25 Mart'ta31 Roma'da resmen kutlanmaktaydı; 25 Mart ilk­
bahar gündönümü32 olarak kabul ediliyordu, dolayısıyla
kış boyunca ölen ya da uyuyan bitki tanrısının yeniden
canlanması için en uygun gündü. Ancak yaygın bir antik
geleneğe göre İsa'nın eza çekmesi 25 Mart' taydı, dolayısıy­
la Hıristiyanlar ayın durumuna bakmadan, Çarmıha Geri­
lişi o gün anıyorlardı. Frigya, Kapadokya ve Galya' da ke­
sinlikle bu gelenek hakim olup, Roma' da da aynı gelene­
ğin mevcut olduğunu düşünmek için bazı nedenler var­
dır.33 Yani İsa'run ölümünü 22 Mart'ta yerleştirme geleneği

31 Bkz. yukarıda, ss. 291 vd.


32 Columella, De re rustica, ix. 14. I; Plinius, Nat. Hist, xviii. 246; Macro­
bius, Saturn., i. 21. 10; L. ideler, Handbuck der mathematischen und technisc­
hen Chronologie, ii. 124.
33 L. Duchesne, Origines du Culte Chrt!tien, ss. 263 vd. İ sa'nın 29 yılının 25

Mart'ında çarmıha gerildiği görüşü Tertullianus tarafından da ısrarla sa­


vunulmaktadır (Adversus /udaeos, 8, cilt ii, ss. 719, ed. F. Oehler), Hip­
polytus ("Daniel, iv. 23"e şerh, cilt. i. s. 242, ed. Bonwetsch ve Achelis),
ve Augustinus (De civitate Dei, xviii. 54; aynı yazar, De Trinitate, iv. 9).
Aynı zamanda bkz. Thesaurus Linguae Latinae, iv. (Leipzig, 1906-1909)
col. 1 222, "Crucimissio" maddesi: "POL. SILV. fast. Mart 25 aequinoctium.
principium veris. crucimissio gentilium. Christus passus hoc die. " Bu son an­
latımdan ilkbahar gündönümünde Hrıstiyan olduğu kadar putperest bir
çarmıha geriliş olduğunu öğrenmekteyiz. Putperest çarmıha geriliş muh­
temelen Attis figürünün bir ağaca asılması şeklinde gerçekleşmekteydi,
ancak görünüşe göre Roma'da bu tören 25 Mart'tan çok 22 Mart'ta dü­
zenlenmekteydi. Bkz. yukarıda, s. 292. Frigyalı Quartodecimanlar, Pila­
tus'un bazı eylemlerini esas alarak 25 Mart'ı İ sa'nın ölüm günü olarak
anmaktaydı; Kapadokya' da bu mezhep üyeleri 25 Mart ile ayın on dör­
dü arasında bölünmüşlerdi. Bkz. Epiphanius, Adversus Haeres, 1. 1 (cilt ii.,
s. 447, ed. G. Dindorf; Migne, Patrologia Graeca, xli. 884 vd.). İsa'nın ölü­
mü Galya' da altıncı yüzyıla kadar 22 ve 25 Mart'ta anılmaktaydı. Bkz.
Tourslu Gregorius, Historia Francorum, viii. 3 1 . 6 (Migne, Patrologia Lati­
na, Ixxi. 566); S. Martinus Dumiensis (Braga Piskoposu), De Pascha, 1
(Migne, Patrologia Latina, Ixxii. 50), "A plerisque Gallicanis episcopis usque
ante non multum tempus custoditum est, ut semper VIII. Kal. April. diem
Paschae celebrent, in quo facta Christi resurrectio traditur, " demektedir. Bu

332
antik dönemlere kadar uzanmakta olup kökleri oldukça
derindir. Bu gerçekten ilginçtir, çünkü astronomik yakla­
şım bunun hiçbir tarihsel temeli olamayacağını göstermek­
tedir.34 Buradan ister istemez, eski bahar gündönümü fes­
tivaliyle çakışhrrnak adına İsa'nın çilesinin keyfi olarak o
tarihe kaydırıldığı sonucu çıkmaktadır. Mesih'in ölümü­
nün bu şekilde, yaygın inanca göre dünyanın yaratıldığı
düşünülen tarihe denk getirildiğini savunan mahir din ta­
rihçisi Duchesne bu görüştedir.35 Öte yandan tanrısal Baba
ve tanrısal OğuP6 karakterlerini kendinde bir araya getiren
Attis'in yeniden dirilişi Roma'da aynı gün resmen kutlan­
maktaydı. Nisan ayında kutlanan Aziz Georgios festivali­
nin antik pagan Parilia festivalinin yerini aldığını;37 Vaftiz-

son anlatıma göre, 25 Mart günü anılan şey İsa'nın çarmıha gerilişi değil,
yeniden dirilişiydi; ancak Duchesne bu ifadeyi yazarın hatasına bağla­
maktadır. Roma'da 25 ve 27 Mart tarihlerinde anılmaları dikkate alına­
rak Haça Geriliş ve Yeniden Diriliş'in antik martirolojide tarihlerinin bu
tarihler olduğuna değinilmektedir. Bkz. Vetutstius Occidentalis Ecclesiae
Martyrologium, (ed.) Franciscus Maria Florentinus (Lucca, 1667), ss. 396
vd., 405 vd. Duchesne bu konuda şunları söylemektedir: "Hippolitus,
Paschal Tablosu'nda İsa'nın Çilesi'nin, 14 Nisan'ın 25 Mart Cuma'ya
denk geldiği yıl meydana geldiğini söylemektedir. Daniel kitabını şer­
hinde açıkça 25 Mart Cuma'ya ve İkizler Burcu'nun konumuna işaret
etmektedir. Papaların Philocalia Kataloğu'nda gün ve yıl olarak aynı ta­
rih verilmektedir. Hippolitus çevrimiyle Philocalia Kataloğunun resmi
belgelerden çıktığı ve Roma'daki dini kullanım biçiminin bir kanıtı ola­
rak görülebileceği açıktır" (Origines du Culte Chretien, s. 262).
:ı.ı L. Duchesne, a.g.e., s. 263.

35 L. Duchesne, a.y. Montanistler adlı tarikat dünyanın başlangıcının ilk­

bahar gündönümü olduğunu, güneş ve ayın 24 Mart' a tarihledikleri ilk­


bahar gündönümünde yaratıldığını savunmaktadır (Sozomenus, Histo­
ria. Ecc/esiastica, vii. 18). Mısır' da Henen-Su'da her yıl ilkbaharda "gökle­
rin asılışının" yani göklerin yeniden oluşmasının kutlandığı bir festival
düzenlenmekteydi (E. A. Wallis Budge, The Gods of the Egyptians, ii. 63).
Fakat Mısırlılar dünyanın, antik çağda 20 Haziran'a denk gelen Sirius'un
yükselişi sırasında (Porphyrios, De antro nympharum, 24; Solinus, xxxii,
13) yaratıldığına inanmaktaydı (L. ideler, Handbuch der nıat/ıematisclıen
und teclınisclıen Chronologie, i. 127 vd.)
36 Bkz. yukarıda, ss. 287, 305 vd.

37 The Magic Art and the Evolution of Kings, ii. 324 vd.

333
ci Yahya festivalinin öncüsünün pagan bir Yazdönümü su
festivali olduğunu;38 Ağustos ayında kutlanan Bakire Mer­
yem' in Göğe Ağışı festivalinin Diana festivalinin yerini al­
dığını;39 Kasım Ayı'ndak.i Bütün Ruhlar Günü festivalinin
eski bir pagan ölüler bayramının devamı olduğunu; ve
İsa'nın Doğumu'nun, Güneşin Doğuşu olarak kabul edilen
Aralık ayındaki kış gündönümüne denk geldiğini hatırla­
dığımızda40 Hıristiyan kilisesinin öteki büyük festivali olan
Paskalya Yortusu'nun da aynı şekilde Firigyalı tanrı At­
tis'in ilkbahar gündönümünde kutlanan doğum ayininin
uyarlanmış biçimi olduğu sonucuna varmakla hiç de hatalı
ya da akıldışı bir çıkarımda bulunmuş olmayacağımızı
söyleyebiliriz.41
Hıristiyan ve putperest tanrısal ölüm ve yeniden diriliş
festivallerinin aynı mevsimde, aynı yerlerde kutlanıyor
olması daha fazlası değilse bile en azından dikkat çekici bir
rastlantıdır. Zira İsa'nın ölümünün ilkbahar gündönü­
münde kutlandığı yerler Firigya, Galya ve görünüşe göre
Roma, yani tam da Attis tapınmasının çıktığı veya derin
kökler saldığı yerlerdi. Bunun tamamen tesadüf olduğunu
söylemek güçtür. Doğanın taze bir enerji patlamasıyla can­
landığı sıcak bölgelerde ilkbahar gündönümü çok eskiden
beri dünyanın bir tanrının yeniden dirilişiyle her yıl yeni­
den yaratılması olarak görülmüşse eğer, yeni tanrının da
yılın aynı zamanında yeniden dirilmesinden daha doğal
bir şey olamaz. İsa'nın ölümü 25 Mart'a denk geliyorsa,

38 Yukarıda, ss. 269 vd.


39 The Magic Art and Evolution of Kings, i. 44 vd.
4-0Yukarıda, ss. 328 vd.
•1 Hıristiyan bir festivalin pagan bir festivalin yerini almasının başka bir
örneğinden daha söz etmek mümkündür. İskenderiye halkı Ağustos
ayının birinci günü Marcus Antonius'un Augustus tarafından yenilerek
Augustus'un şehre girişini kutlardı. Bu putperest festivalin görkeminden
rahatsız olan Teodosius'un (Iunior) karısı Eudokia o günün, şehrin An­
tonius ve Kleopatra'dan kurtuluşu olarak kutlanmak yerine, artık Aziz
Petrus'un esaretten kurtuluş günü olarak kutlanmasını istemişti. Bkz. L.
ideler, Handbuch der matlıematisclıen und technischen Chronologie, i. 154.

334
Hıristiyan geleneğe göre yeniden dirilişi de Jülyen takvime
göre ilkbahar gündönümüne ve Attis'in yeniden dirilişine
denk gelen 27 Mart'ta gerçekleşmiş olmalıdır. Hıristiyan
kutlamaların putperest kutlamalara göre ayarlandığı ben­
zer bir tarih değişimi de Aziz Georgios ve Bakire Mer­
yem' in Göğe Ağışı festivallerinde görülmektedir. Ancak
Lactantius'un ve muhtemelen Galya'daki Kilise uygulama­
larının benimsediği başka bir Hıristiyan geleneğinde
İsa'nın ölümü 23 Mart'a, yeniden dirilişi de 25 Mart'a denk
gelmekteydi.42 Eğer böyleyse, İsa'nın yeniden dirilişiyle
Attis'in yeniden dirilişi tam olarak aynı zamana denk gel­
mekteydi.
Milattan Sonra 4. yüzyılda yaşayan ancak kimliği bilin­
meyen bir Hıristiyan'ın anlahmına göre kendi tanrılarının
ölüm ve yeniden diriliş tarihleri arasındaki rastlanh hem
Hıristiyanları hem de paganları şaşırtmış ve rakip iki dinin
taraftarları arasında sert bir çatışmaya yol açmış, paganlar
İsa'nın yeniden dirilişinin Attis'in yeniden dirilişinin bir
taklidi olduğunu söylerken, Hıristiyanlar da Attis'in yeni­
den dirilişinin İsa'nınkinin şeytani bir taklidi olduğunu
savunmuşlardı. Bu yakışıksız tarhşmada, kendi tanrıları­
nın daha eski ve dolayısıyla taklit değil özgün tanrı oldu­
ğunu, çünkü orijinal olanın kopya olandan daha eski ol­
duğunu söyleyen putperestler tarafsız bir gözlemciye göre
daha güçlü sayılabilecek bir konumdaydılar. Ama Hıristi­
yanlar bu zayıf argümanı kolayca çürüttüler. Evet, konuya
zaman açısından bakıldığında İsa daha genç bir tanrıydı,
ancak böyle bir durumda doğanın genel düzenini tersine
çevirerek üste çıkan Şeytan'ın kurnazlığını öne sürerek
İsa'nın daha kıdemli olduğunu kanıtlamayı başardılar.43

42 Lactantius, De mortibus persecutorum, 2; aynı yazar, Divin. lnstitut. iv.


10. 18. Galya'daki uygulama için bkz. yukanda alıntı yapılan S. Martinus
Dumiensis eseri, s. 307 dipnot.
43 Konuyla ilgili bölüm, dahili kanıtların bu kilise Baba' sına ait olamaya­

cağını ve Kudüs'ün yıkılmasından üç yüz yıl sonra yazıldığını gösterme­


sine rağmen Augustinus'un eserleri arasında basılan Quaestiunes Veteris

335
Hepsi bir arada düşünüldüğünde, Hıristiyan ayinlerle
putperest festivallerin tesadüfi olamayacak kadar fazla ve
yakından çakışhkları görülmektedir. Bu çakışmalar zafer
kazanan Kilise'nin zayıflamakla birlikte hala tehlikeli olan
rakipleriyle uzlaşmaya varmak zorunda kaldıklarını gös­
termektedir. Putperestliğe karşı sert tavır takınan ilk teb­
liğcilerin katı Protestanlığı yerini yumuşak bir siyasete,
geniş hoşgörüye ve Hıristiyanlığın dünyayı ancak Kuru­
cu'sunun fazla katı ilkelerini yumuşahnak ve kurtuluşa
giden dar yolu azıak genişlehnek suretiyle ele geçirebile­
ceğini açıkça anlayan uyanık din adamlarının geniş mer­
hametine bırakmıştı. Bu bağlamda Hıristiyanlığın ve Bu­
dizmin tarihi arasında ilginç bir paralellik gözlenir. 44 Her

et Novi Testamenti'nin 84'üncü meselesinde (Migne, Patrologia Latina,


xxxv. 2279) geçmektedir. Yazar şöyle diyor: "Diabolus autem, qui est sata­
nas, ut fal/aciae suae auctoritatem aliquam possit adhibere, et mendacia sua
commentitia veritate co/orare, primo mense quo sacramenta dominica scit ce/eb­
randa, quia non mediocris potentiae est, Paganis quae observarent instituit mys­
teria, ut animas eorum duabus ex causis in errore detineret : ut quia praevenit
veritatem fallacia, melius quiddam fallacia videretur, quasi antiquitate praejudi­
cans veritati. Et quia in primo mense, in quo aequinoctium habent Romani, si­
cııt et nos, ea ipsa observatio ab his custoditur ; ita etiam per sangııinem dicant
expiationem fieri,sicut et nos per crucem : hac versutia Paganos detinet in erro­
re, ut putent veritatem nostram imitationem potius videri qııant veritatem, qııa­
si per aemıılationem superstitione quadam inventam. Nec enim verum potest,
inquiunt, aestimari quod postea est inventum. Sed quia apud nos pro certo veri­
tas est, et ab initio haec est, virtııtum atque prodigiorum signa perhibent testi­
monium, ut, teste virtute, diaboli improbitas innotescat. " Bu bölüme dikkati­
mi çeken bilge dostum Profesör Franz Cumont'a teşekkür ederim. Prof.
Cumont bu noktayı daha önce göstermiş ve üzerinde tartışmıştı. ("La
Polemique de I'Ambrosiaster contre les Pa"iens," Revue d 'Hisloire et de
litterature religieuses, viii. (1903) ss. 419 vd.). Bu bölümde Attis'in adı
geçmemekle birlikte Prof. Cumont'un, yazarın sözünü ettiği ilkbahar
gündönümündeki kanlı ayinlerin büyük Attis gündönümü festivalinin
bir parçasını oluşturan Kan Günü ayinleri olabileceği şeklindeki görüşü­
ne ben de katılıyorum. Bkz. F. Cumont, Les Religions Orientales dans le Pa­
ganisme Romain, (Paris, 1909), ss. 1 06 vd., 333 vd.
44 Budizmin gerilemesi ve ilk başta hedef aldığı yaygın Doğu batıl inanç­
larını yavaş yavaş benimsemesi için bkz. Monier Williams, Bııddhism,
(Londra, 1890), ss. 147 vd.

336
iki sistem de başlangıçta asil Kurucularının; zayıf ve ku­
surlu doğalarımızı takviye edip bize rehberlik etmek için
daha iyi bir dünyadan gelmiş gibi görünen ve yeryüzünde
nadiren ortaya çıkabilen bu iki güzel ruhun yüce gönüllü
gayretlerinden, ulvi arzularından, sevecen merhametlerin­
den doğmuş -ve özlerinde ahlaki- reformlardır.45 İkisi de
yaşamın yüce hedefi olarak gördükleri şeye, bireyin ruhu­
nun ebedi kurtuluşuna ahlaki erdemle ulaşılabileceğini
vaazetmişti. Ancak ilginç bir karşıtlıkla bu iki kurucudan
biri kurtuluşu mutlu ebediyetle ararken, öteki nihai kurtu­
luşu ıshrapta görmüştü. Vaazettikleri kah kutsal idealler
sadece zayıf iradelere değil aynı zamanda insanlığın doğal
içgüdülerine de o kadar derinden karşıydı ki, bunları an­
cak inzivanın sakin yalıtılmışlığında kurtuluşa ermek adı­
na aile bağlarını ve devleti reddeden küçük bir grup takip­
çi uygulayabilirdi. Bu tür inançların bütün uluslar ya da
bütün dünya tarafından kabul görebilmesi için, sıradan in­
sanların önyargılarıyla, tutkularıyla ve boş inançlarıyla
uyum sağlayacak şekilde değiştirilip yumuşatılmaları ge­
rekiyordu. Bu uyum süreci ancak yüzyıllar sonra üstatla­
rından daha az ruhani olan ve dolayısıyla üstatlarıyla sıra­
dan sürü arasında arabuluculuk yapmaya daha uygun
olan takipçiler tarafından gerçekleştirildi. Böylece iki din
zaman içinde, yaygınlıklarıyla orantılı olarak, tam da ina­
nanları bastırmak için ortaya attıkları bu temel unsurları
giderek daha fazla geri çektiler. Böylesi ruhani gerilemeler
kaçınılmazdır. Dünyanın, büyük adamların düzeyinde ya-

�5 Hem Buda hem de İ sa'nın tarihsel açıdan gerçek olu p olmadığından


zaman zaman kuşku duyulmuş veya gerçeklikleri yadsın m ıştır. Ona ba­
karsak, etraflannda dolanan efsanelerden dolayı Büyü k İ skender ve
Charlemagne'ın tarihsel varlıklarını sorgulamak da gayet makul olabi­
lirdi mesela. İnsanlığı derinden sarsan ve ulusların inançla nnı değiştiren
büyük dini hareketler son tahlilde kalabalıkların kör ve bilinçsiz iş birli­
ğinden değil, sıra dışı zihinlerin bilinçli ve kasıtlı çabala rı ndan doğmuş­
tur. Tarihi büyük insanların etkisinden bağımsız olarak açıklamaya ça­
lışmak belki avamın gururunu okşayabilir ama bu yaklaşım, felsefi ba­
kan tarihçiden yüz bulamaz.

337
şaması mümkün değildir. Ancak Budizm ve Hıristiyanlı­
ğın ilk çizgilerinden sapmalarını insanlığın ahlaki ve ente­
lektüel zayıflığına bağlamak da insanlığın geneline haksız­
lık olur. Bu iki dinin yoksulluğu ve bekarlığı yüceltmek
suretiyle sadece sivil toplumun değil bizzat insan varlığı­
nın temellerine de darbe indirdiği akıldan çıkartılmamalı­
dır. Bu darbe, ruhlarını, türünü yok etme karşılığında kur­
tarmayı reddeden büyük çoğunluğun bilgeliğiyle ya da
budalalığıyla savuşturulmuştur.

338
VII. Bölüm
Hyakınthos

Burada ele alınan tanrılar sınıfına ait olduğu düşünülen


diğer bir efsanevi varlık da Hyakinthos'tur. Hyakinthos da
ilkbaharda çiçeklere bürünüp yaz güneşinin yakıcı sıcaklı­
ğında solan bitki olarak değerlendirilmişti. Doğu mitoloji­
sine değil Yunan mitolojisine ait olmasına karşın hakkın­
daki bazı anlatımlar mevcut tartışma içinde ele alınması­
nın yersiz olmayacağına işaret etmektedir. Efsaneye göre
Hyakinthos, ülkesinin başkenti güzel Sparta vadisindeki
Amyklai olan antik kral Amyklas'ın en küçük ve en yakı­
şıklı oğluydu. Bir gün Apollon ile disk atma oyunu oynar­
ken, Apollon'un attığı diskin çarpmasıyla kaza sonucu öl­
müştü. Tıpkı Adonis'in kanından dağ lalelerinin ve gülle­
rin fışkırması gibi talihsiz gencin kanından da -"şu kederle
birlikte anılan kırmızı çiçek" - sümbül fışkırmıştı. Tıpkı bu
ilkbahar çiçekleri gibi o da başka bir ilkbaharın gelişini
müjdeliyor ve sevinçli bir yeniden diriliş vaadiyle insanla­
rın yüreklerini şenlendiriyordu. Bu çiçeğin sümbül [hya­
cinth] adını verdiğimiz çiçekten çok, taçyapraklarının üs­
tüne siyah harflerle net bir şekilde yazılmış ağıt harfleriyle
(Yunancada "eyvah" anlamına gelen Al) görünen, mor
renkli küçük bir iris çiçeği olduğu sanılmaktadır. Bu çiçek
Yunanistan'da bahar aylarında menekşelerden sonra, gül­
lerden önce açar.1 Sümbüllerin açtığı bir bahar günü kır-

1 Theophrastus, Histor. Plant. vi. 8. I vd. Philostratus (lmag. i. 23. i) ve

Ovidius (Metam. x . 162-166) da sümbülün bahar bitkisi olduğunu söyler­


ler. Ayrıca bkz. Greve, "Hyakinthos" maddesi, W. H. Roscher, Lexikon
der griech. und rom. Mythologie içinde, i. 2764; J. Murr, Die Pflanzenwelt in

339
mızı üniformalı Sparta birlikleri Korinthos'un surlarının
dibinde kamp kurmuştu. Kumandanları bu Amyklai tabu­
runa eve dönüp Sümbül festivalini evlerinde kutlama izni
vermişti. Ama bu kederli çiçek o askerlerin ölüm habercisi
olacakh; çünkü fazla yol almamışlardı ki hafif silahlı düş­
manlardan oluşan bir orduyla kuşahlarak paramparça
edildiler.2
Hyakinthos'un mezarı Amyklai'da arkaik bronz Apollon
heykelini destekleyen sunağa benzer, devasa bir kaidenin
alhndaydı. Kaidenin sol tarafında bronz bir kapı vardı; her
yıl düzenlenen Sümbül festivalinde Apollon için kurbanlar
verilmeden önce, bir tanrıya değil de bir kahramana veya
ölü bir adama götürülürmüş gibi Hyakinthos' a götürülen
armağanlar bu kapıdan geçiriliyordu. Kaidenin üstüne
oyulan alçak kabartmalar Hyakinthos ile bir grup tanrıça­
nın eşliğinde göğe çıkartılan genç kız kardeşi Polyboia'yı
tasvir etmekteydi.3 Sümbül festivali her yıl Mayıs' a denk
geliyor gibi duran Hekatombeus ayında düzenlenmektey­
di.4 Törenler üç gün sürerdi. Birinci gün halk Hyakinthos

der grieclıischen Mythologie (lnnsbruck, 1890), ss. 257 vd.; O. Schrader, Re­
allexikon der Indogermanischen Altertumskunde (Strasburg, 1901), ss. 383
vd. Miss J. E. Harrison bana, üzerindeki ağıt yazısı açıkça görülen bu çi­
çeğin (Delphinium Ajacis) iki türünden söz etti. Üzerinde benzer bir işaret
bulunan beyaz ve kırmızı renkli bir çiçek de Aias'ın ölümüyle özdeşleşti­
rilmekteydi (Pausanias, i. 35. 4). Ancak genelde bu iki çiçeğin aynı çiçek­
ler olduğu düşünülmekteydi (Ovidius, Metam., xiii. 394 vd.; "Theocritus,
x. 28" üzerine şerh; Plinius, Nat. Hist. xxi. 66; Eustathius, "Homeros, Iliad,
ii. 557" üzerine şerh, s. 285).
2 Ksenophon, Hellenica, iv. 5. 7-17; Pausanias, iii. 10. 1 .
3 Pausanias, iii, 1 . 3 , iii. 1 9 . 1-5.

4 Hesychius, "'EKarnµ�n'.ıç" maddesi; G. F. Unger, Philologus, xxxvii.


( 1877) içinde, ss. 13-33; Greve, "Hyakinthos" maddesi, W. H. Roscher,
Lexikon der griech. und rom. Mytlıologie içinde, i. 2762; W. Smith, Dictionary
of Greek and Roman Antiquities, i. 339. Ksenophon'dan (Hellenica, iv. 5)
M. Ö . 390' daki Sümbül festivalinin, o yıl bahara denk gelen lsthmia festi­
valinden hemen sonra düzenlendiğini öğrenmekteyiz. Ancak Hekatom­
beus'u Attika'nın Hecatombaion'uyla özdeşleştirenler Sümbül festivali­
nin Temmuz'da gerçekleştirildiğini savunmaktadır (K. O. Müller, Dorier,
Breslau, 1 844, i. 358). Rodos, Kos ve öteki Yunan adalarında adı muhte-

340
için yas tutar, taç takmaz, sevinç nidalarında bulunmaz,
ekmez yemez ve ağırbaşlı davranırdı. Hyakinthos'un me­
zarına muhtemelen o gün armağanlar sunulurdu. Ertesi
gün sahne değişirdi. Herkes neşeyle koşuştururdu. Binler­
ce kişi Amyklai' daki festivale kahlıp izlemek için yollara
düşünce başkent boşalırdı. Üstten kuşaklı tunikler içindeki
erkek çocuklar flüt ve liderin eşliğinde tanrının onuruna
ilahiler söylerlerdi. Güzel giyimli öteki çocuklar meydanda
at sırtında resmi geçit yapardı, gençlik koroları yerel şarkı­
lar söylerdi. Dansçılar dans ederdi, genç kızlar hasır kol­
tuklarda oturur veya araba yarışlarını izlemeye giderdi.
Bolca kurban kesilirdi, yurttaşlar dostlarıyla ve hatta köle­
leriyle ziyafet çekerlerdi.5 Bu sevinç patlamasıyla Hyakint­
hos'un yeniden dirilişinin ve belki de aynı zamanda meza­
rında tasviri bulunan göğe yükselişinin kutlandığı varsayı­
labilir. Bununla birlikte, göğe yükseliş festivalin üçüncü
gününde gerçekleşiyor olabilir; ancak bu konuda bir şey
bilmiyoruz. Bazıları onunla birlikte göğe yükselen kız kar­
deşin Artemis ya da Persephone olduğunu söylemektedir.6
Erwin Rohde'nin belirttiği gibi Hyakinthos'un, Dorların
bu ülkeyi istila etmesinden çok önce Amyklai' da tapınılan
eski bir yer alh tanrısı olması da kuvvetle muhtemeldir.
Eğer böyleyse, Apollon'la ilişkisine dair öykü görece ileri
bir tarihte türetilmiştir; yeni gelenler onun himayesini
kendilerine de göstermesi umuduyla bu toprakların eski

melen Sümbül festivalinden gelen Hyacintius ayı vardı. Bu ayın Atina


Scirophorion'una, dolayısıyla Haziran'a denk geldiği düşünülmektedir.
Bkz. E. Bischof, "De fastis Graecorum antiquioribus," Leipziger Studien
fur c/assische Philologie, vii. (1884) ss. 369 vd. 381, 384, 410, 414 vd.; G. Dit­
tenberger, Sylloge lnscriptionum Graecarum, 2 cilt., ss. 396, 607, No. 614,
dipnot 3, s. 744, dipnot 1. Bu ikinci ay adı doğruysa eğer, Sparta'daki
Sümbül festivalinin de Haziran'a denk geldiği iddia edilebilecektir. An­
cak konu burada tartışılamayacak kadar karmaşıktır.
5 Athenaeus, iv. 17, ss. 139 vd. Strabon Sümbül festivalinde düzenlenen
bir yarıştan söz eder (vi. 3. 2, s. 278). Bu, Athenaeus'un sözünü ettiği ara­
ba yarışları olabilir.
• Hesychius, "TCoAuj3oıa" maddesi.

341
tanrısını kendi mit sistemlerine uydurmayı amaçlamış ol­
malıdırlar. Bu kuramda, festivalde verilen kurbanların,
Apollon' a sunulmadan önce bir kahraman olarak Hya­
kinthos' a sunulması önemlidir.7 Aynca benzer tanrılarla
yapılan karşılaşhrma sırasında Hyakinthos'un yanında er­
kek değil dişi bir refakatçinin bulunmakta olduğunu gör­
mekteyiz. Bu refakatçi onunla birlikte göğe yükselen kız
kardeşi Polyboia olabilir. Apollon'un Hyakinthos'a aşık
olduğu şeklindeki yeni mit -eğer yeniyse- kendi eşinin hi­
kayesini de etkileyecek olan değişik bir yerel tanrı kavra­
mına yol açacaktır. Çünkü Hyakinthos genç ve bekar bir
tanrı olarak düşünülünce öyküsünde bir eşe yer olmaya­
cak ve eş bir şekilde ortadan kaldırılacaktı. Mit yaratıcısı
için kadını evlenmemiş bir kız kardeşe çevirmekten daha
kolay ne olabilirdi? Nasıl bir açıklama getirirsek getirelim,
Hyakinthos fikrinde bir değişiklik kaçınılmazdır; nitekim
Hyakinthos mezarında sakallı bir adam olarak tasvir edi­
lirken, sonraki yapıtta gençliğe özgü güzelliğinin doru­
ğunda tasvir edilmektedir.8 Ancak Polyboia ile olan kar­
deşlik ilişkisinin sonradan ortaya atılmış bir mit olduğunu
söylemeye gerek bile yoktur. Kronos ile Rea, Zeus ile Hera,
Osiris ile İsis öyküleri bizlere eski tarihlerde krallar gibi
tanrıların da muhtemelen aynı nedenle, yani kraliyet kanı­
nın erkek değil kadın üzerinden devam ehnesi kuralına
göre taht üzerinde hak iddia edebilmek için kız kardeşle-

7 Pausanias, iii. 19. 3. Burada kurban için kullanılan Yunanca sözcük


('Evayii;Eıv), kurbanların kahraman veya tapınılan ölüye sunulduğuna
işaret etmektedir; tanrılara sunulan kurban için başka bir sözcük kulla­
nılmaktadır (fümv). Pausanias iki sözcüğü birbirinden farklı yerlerde
kullanmaktadır (ii. 10. 1, ii. 1 1, 7). Bkz. Herodotos, ii. 44. Tapınılan ölüye
genellikle her yıl kurban adanmaktaydı. Bkz. Pausanias, iii. 1 . 8, vii. 19.
10, vii. 20. 9, viii. 14. 11, viii. 41. 1, ix. 38. 5, x. 24. 6. E. Rohde (Psyche, i.
139, dipnot 2) genellikle tanrıdan önce bir kahramana kurban adandığını
söylemekte ve bu durumlarda bir kahramana tapmanın tanrı tapınma­
sından daha eski olmasının yüksek bir ihtimal olduğunu savunmaktadır.
8 Pausanias, iii. 19. 14.

342
riyle evlendiklerini hatırlatmaktadır.9 Hyakinthos'un sağ­
lığında Amyklai' da hüküm sürmüş ve sonra da mezarında
tapılan kutsal bir kral olması mümkün değildir. Kız karde­
şiyle birlikte muzaffer bir şekilde göğe yükselişini gösteren
tasvir, tıpkı Adonis ve Persephone gibi onun da yılın bir
bölümünü karanlığın ve ölümün hüküm sürdüğü yer al­
tında, bir bölümünü de ışık ve yaşamın hüküm sürdüğü
yer üstünde geçirdiğini akla getirmektedir. Adonis'in dö­
nüşünü simgeleyen dağ laleleri ve filizlenen ekin gibi, adı­
nı verdiği çiçekler de Hyakinthos'un göğe yükselişini ha­
ber vermiş olabilir.

9 Bkz. yukanda, s. 59.

343

You might also like