Professional Documents
Culture Documents
SANATI (S Ö. NUTKU
DRÄM SANATI
(Tiyatroya Giriş)
DRAM
I KABALCI
YAYINEVİ
Ö zdem ir N utku
□
DRAM SANATI
(Tiyatroya Giriş)
KABALCI YAYINLARI 7
Bilgi Dizisi 2
DRAM SANATI
(Tiyatroya Giriş)
k
KABALCI VÂ/INEVf
İstanbul
Y a z a n : Özdem ir N utku
■
Dram S anatı
■
tkinci basım : Tem muz 1990
ÖNSÖZ 9
GİRİŞ 11
Genel Bakış 15
Yazm ve Tiyatro 25
Dram Sanatı Tiyatro S anatı 29
e
«Beynimizin Gözleri» 113
Yazgı, Düş, Ölüm 121
Ekspresyonizm (D ışavurum culuk) 125
Siyasal ve Toplumsal O rtam 125
D ışavurum cu Y azarlar 128
Y azarların Yönelişleri 131
«Pathos» 133
Bellibaşlı Y azarlar 138
Realizm (Gerçekçilik) 138
Eleştirel Gerçekçilik 139
Toplumcu Gerçekçilik 145
Gerçekçi Bir Y azar 149
Öz ve Biçim 159
Tem a-Durum -Oyun Kişisi 183
Olay Dizisi 168
Serim 167
Ç atışm a 169
Düğüm 173
D oruk Nokta 175
Çözüm 176
Kişileştirme 177
Tip 178
K arak ter 179
Konuşm a Ö rgüsü 180
Yer K avram ı 184
Estetik Denge 188
O yunun Son Sözleri 190
SONUÇ 192
EK I: OYUN METNİ ÇÖZÜMLEME ÇİZELGELERİ 195
EK II: BAZI GEREKLİ TERİMLER 213
KAYNAKÇA 225
DİZİN 228
ÖNSÖZ
Ö.N. 1990
GİRİŞ
TİYATRO NEDİR?
GENEL BAKIŞ
Y A Z IN VE TİYATRO
DRAM SA N A T I - TİYATRO SA N A T I
TRAGEDYA
M imesis
A ristoteles’in m im esis kavram ından çıkardığı öz başka»
dır. Platon, doğada «kutsal olarak bulunan» yaratıcı etkin
liği ozanların şiirlerinde «taklit ettikleri» görüşünü benim
ser. Oysa Aristoteles, s a n a tta m im esis'in yaratıcı bir e tk in
lik olduğunu b u n a karşı savunur. Şiirin (dram sanatının)
bulgulayacağı ve bildireceği b ir gerçek vardır. Bilimin v©
tarih in gerçeklerinden d a h a derine inen b ir gerçektir bu.
B una göre, Platon, m im esis terim inin d a h a çok genel a n
lam ıyla, A ristotes ise d ah a çok özel anlam ıyla kullanm ıştır:
Platon için taklit olan mimesis, A ristoteles için s a n a tta ye
niden yaratm adır. Aristoteles, bu terim in sa n a tta yeniden
y a ra tm a anlam ında algılanm ası gerektiğini şu örneklerle
vurgular:
1. S an at d a lla n birbirinden al kullandikları araçlar,
bl ele a ld ık la n k onular ve c] üslupları açısından ayrılırlar.
Bu sa n at d alları genel olarak salt taklit anlam ıyla ele alın-
6alardı, birbirinden ayrı olm am aları gerekirdi; sa n at dal
ları eğer yaşam ı taklit etselerdi hiçbir ayrım ortay a çık
mazdı. A m a sanat, değişik im gelem elerden ve düşünceler
den varolduğu için birtakım fa rk la r d a ortaya çıkm akta ve
yaşam daki gerçekler bir sanat yapıtı olarak yeniden yara
tılm aktadır.
2. T ragedya tam am lanm ış b ir aksiyonun m im esis’idir.
T ragedyanın gücünü ve etkisini yoğunlaştırm ak için a b a rt
m ay a gidilir ve b u n u n içinde geniş b ir imgelem gücüne
gereksinm e duyulur. T ragedya im gelem in ürünüyse, ta k
lit değil, yeniden yaratm adır.
3. D ram san atı aksiyon birliği gerektirir. Birlik y a d a
b ütünlük im gelerden ve şairane özelliklerden sağlanır.
O zan (ya d a yazar) olayları öyle bir biçimde birbirine ek
ler ki, bu aksiyon birliğini getirir. Böylece şiir (tragedya)
birtakım olaylardan çok EVRENSEL GERÇEK ile ilgilenir.
Bu d a m im esis’in b ir yeniden y a ra tm a olduğunu gösterir.
Bir yazarın im gelerinden k u ru lan aksiyon birliği taklit ola
maz.
4. Şiir (tra g ed y a ), tarih te n d a h a felsefi ve d ah a m ükem
m eldir. Tarih ne olduğunu, dram san atı ise ne olabileceğini
gösterir; çünkü tarih belli olan gerçek, dram sanatı ise ev
rensel gerçekle ilgilenir. A ristoteles’in, Platon'a önemli ya
n ıtların d an biri de bu noktadadır: «Tragedya, tarih bilgisin
den d a h a felsefi ve d a h a yüce b ir şeydir; çünkü tragedya
evrensel olanı, tarih ise özel olanı verir. Bu sözlerden ikibin
yıl k a d a r so n ra A lm an oyun y a z a n ve tiyatro d ü şü n ü rü
G otthold Ephraim Lessing, H am burgische Dram aturgie
(H am burg D ram aturgisi) adını verdiği yapıtında, bu düşün
ceyi şöyle açım lar: «Dram atik ozan, tarihçi dem ek değildir,
b ir zam an lar ne olmuş olduğunu anlatm az, ancak bir olayı
yeniden gözlerim izin önüne getirir; bunu yaparken de yal
nızca tarihsel gerçeği anım satm ak am acını gütmez; onun
tam am en başka ve d a h a yüce b ir am acı vardır: bizleri bü
yüleyerek b ir şeyler öğretirken yüreklerim ize de etki etm ek
ister. B unun için de, tarih yaşam ın taklidi, dram sanatı ise
yaşam m y azar tara fın d a n yansıtılm asıdır.»
5. EVRENSEL GERÇEK nedir? Evrensel gerçek, yaz
rın y a d a sanatçının benliğinde egem en olan görüş ve d u
yuş açısıdır. Ö rneğin, an tik y a zarlard a bu olay dizisinde
o rtay a çıkar; S haskespeare’de ise k arak terlerd e... Evrensel
Gerçek, sanatçının, yaşam ın gerçeklerini, kendi görüş ve
duyuş açısına oturtm asıyla varolur..
Öyleyse, A ristoteles’in Poetifea’sında bulduğum uz bu
düşüncelerle de m im esis terim inin taklit anlam ında değil,
am a bir YENİDEN YARATMA EYLEMİ olarak ele alındığı
nı anlarız.
A ncak Poetika’da,, m im esis terim i konusunda ilk bakış
ta kavram karm aşasın a yer verecek tutarsızlık lar varm ış
gibi görünür. B unun nedeni, yapıtının bazı yerlerinde, A ris
toteles'in, bu terim i değişik a n lam lard a kullanm asından ile
ri gelir. Poetika’n ın XXIV. bölüm 6. paragrafında, epik şiirin
açıklam ası yapılırken, «Ozan kendi ad ın a olabildiğince az
konuşm alıdır; çünkü kendi ad ın a konuşursa, artık bir tak
litçi (m im os) olm aktan çıkar,» denilirken, III. Bölüm, 1. p a
ra g ra fta bu terim başka bir anlam da kullanılın «Bu d a
(m im esis) bir yandan hikğye etm e yoluyla, y a Hom eros’un
yapm ış olduğu gibi, bir başka kişi ad ın a ya d a kendi üzeri-
yürütülür,» diye yazm aktadır. Böyle birbirinden farklı a n
ne başka hiçbir rol alm adan doğrudan doğruya kendi adına
lam lar ortaya çıkınca bunu biraz irdelem ek gerekir: Bunu
nasıl açıklayacağız? M im esis terim inin kapsam ı içinde iki
ayırtı var: 1) m im ik açısm dan taklit, 2) sanatın yeniden
yaratılm ası... Y ukardaki ilk örnek m im ik açısından yeniden
yaratm a, İkincisi ise sa n a t yapıtının yeniden yaratılm ası
dır.
1) M imik açısından taklitte horozun ötüşünü örnek ola
ra k alırsak, b u ra d a kullanılan a ra ç SES’tir. Önde yürüyen
b ir adam ın hareketlerini taklitte ise kullanılan araç HARE-
KET'tir.
2) S anatın yeniden yaratılm asın d a önde yürüyen ad a
mı, b ir çocuğun taklidinde kullanılan a ra ç aynıdır, ancak
GÖRÜNÜŞ DEĞİŞİKTİR; çünkü çocuğun boyu adam m kin-
den kısadır, yaptığı h arek etler anyı d a olsa, görünüş aynı
değildir.
Kısacası, Aristoteles, m im esis tarim ini bazan MİMİK,
bazan d a SANAT YAPITI açısından yorum lam ıştır.
Tragedyanın Tanım ı •
Aristoteles, tragedyayı şöyle tanım lar: «(...) tragedya
ahlak yönünden ciddi olan, kendi içinde bütünlük gösteren
ve belli bir ölçü içine sığdırılm ış, belli bir aksiyonun (du
rum , olaylar, k arakter, vb.) yeniden yaratılm asıdır. S anat
yönünden güzelleştirilm iş b ir dili vardır; kapsadığı h er bö
lüm de farklı a ra ç la r kullanır; anlatım la değil, aksiyonla
gelişir. T ragedyanın görevi uyandırdığı acım a ve korku
duygularıyla ru h u tu tk u lard a n arıtm aktır.» (VI/2)
Bunu özetliyecek olursak karşım ıza şöyle b ir şem a çıkar:
OLAY DİZİSİ: a) ahlak yönünden ciddi, b) kendi için
de bütünlenm iş (başı ortası ve sonu o lan ), c) yeterli ölçüde
uzunluğu olan bir öğedir.
ARAÇ : Güzelleştirilm iş b ir dil.
YÖNTEM : Anlatılm az, oynanır.
SONUÇ : Etik-entelektüel arınm a.
OLAY DİZİSİ: Önce öykü ya d a konu (Mitos) ile olay
dizisi (Plot) arasındaki fark ı görm ek gerekir. Öykü, başlan
gıcı ve sonu belli olmayan, istediği k a d a r uzatılabilen bir
şeydir. Oysa Aristoteles, tragedyanın tanım ında olay dizi
sinden sözederken Başlangıç-O rta-Son’u zorunlu görür. Baş
langıcı, O rtası ve Sonu olan olay dizisi oyunun yapısını k u
rar; başka deyişle bu ozanın ya da yazarın y arattığı b ir şey
dir. Yazar, olay dizisini kendi sa p ta r ve oyunun gelişim ini
b ir bütünlüğe o tu rtur.
T ragedyada BAŞLANGIÇ açısından iki önemli nokta
üzerinde durm ak gereklidir: B unlardan biri, Başlangıç m ut
lak başka bir şeyden sonra gelm elidir, diye b ir kural yok
tur. Aristoteles, bunu şöyle açıklar: «Başlangıç, herhangi bir
şeyin zorunlu sonucu olmayabilir; am a ondan sonra m utla
ka zorunlu bir şey gelir.» Y azar, oyunun d a h a önceki olay
larını gösterm eden, o olayların sonucunu gösterip kollan
sıvayabilir, ancak d a h a sonra, Başlangıç’tan önceki olaylar
im a edilebilir. Sofokles’in Kral Oidipus tragedyası b u n a iyi
b ir örnektir. O yun Tebai kentinde, veba salgını ile başlar.
Biliciler, kenti bu felaketten k u rta rm a k için a ra ların d a y a
şayan bir suçlunun ve suçun ortay a çıkm ası gerektiğini bil
dirirler. Oidipus, suçu ve suçluyu bulm ak için araştırm aya
başlar. Bu öyle b ir a ra ştırm a d ır ki, h e r adım da d a h a önce
olmuş olan bir olay gün ışığına çıkar (Anagnorisis = Bulgu)
ve a ra ştırm a la r ilerledikçe Oidipus asıl suçlunun kendi
olduğunu anlar. Gözlerini kör ederek kendini cezalandırır.
[Sondan b aşa doğru olan böyle bir d ram atik gelişmeye ÇÖ
ZÜMSEL (Analitik) YÖNTEM d e n iliri. Böylece Kral Oidi~
p u s'ta Başlangıç herhangi b ir şeyin zorunlu sonucu değil,
am a zorunlu şeyleri sağlayan b ir B aşlangıç’tır.
Ancak bazı an tik oyunlarda, önceki olaylar Koro y a d a
b ir oyun kişisi tara fın d a n Prologos'ta (önoyunda) açıkla
nır. Oyun, b u n lar açıklandıktan sonra belli bir noktada
başlar. Böylece, SERlM, Kral O idipus’taki gibi, kendiliğin
den değil, bir A nlatıcı yoluyla yapılır. Bunun nedeni, O lay
Dizisi’nin Başlangıç’ını kesin olarak saptam aktır.
Öteki önemli nokta, antik tragedyadaki Başlangıç, son
rak i tragedyalarla, örneğin Shakespeare tragedyalarıyla
karşılaştırıldığında, d a h a geçtir; yani olay dizisi b ir görü
nüşün başından değil, d a h a ilerden y a d a o rta ların d a n
başlar.
O lay Dizisi, kendi içinde b ir b ü tü n olm alıdır. A ristote
les bu sözlerle oyunun m addi uzunluğundan, yani süresin
den sözeder. O, bu süre için katı b ir k u ral koymaz, am a bu
nu iki ölçütle saptar: 1) En uygun süre, tragedyanın göre
vine göre ayarlanm ış olandır; 2) Süre, seyircinin d ayanm a
gücüne göre ayarlanm alıdır. İnsan tak atin in üstünde bir
uzunluk olm am alıdır. Aksi takdirde, insan tak atin in üstüne
çıkan bir uzunluk tragedyanın etkisini azaltır.
T ragedyanın ORTA’sı episodlardan (epeisodien) k u ru
ludur. Episod’un iki anlam ı vardır. Aristoteles, trag edyanın
biçimsel bölüm lem esini yap ark en Episod sözcüğünü kulla
nır. Bu bölümlem e şöyledir:
1) Prologos: Koro gelm eden önceki bölüm;
2) Epeisodien: Birbirinden değişik, gerekli sayıda;
3) Ekodos: A rdından a rtık hiçbir Koro ezgisi gelm ediği
son bölüm.
Koro ezgileri ise ikiye aynlır:
1) Parados: Prologos’tan so n ra Koro’n u n girişi.
2) Stasimon: Sona doğru dönüşüm ün gelmesinde.
Episodlar, işte Koro’nun söylediği ezgiler arasındaki bölüm
lerdir; yani Episod, bugünkü anlam ıyla Perde, Bölüm ya d a
Tablo sözcüklerini karşılar.
Episod sözcüğünün ikinci anlam ı, A ristoteles b u n u şiir
konusunda kullanırken o rta y a çıkar. Bu konum da, Episod*
a n a olayı destekleyici öykü an lam ına gelir. Bizi dram atik
açıdan ilgilendiren birinci anlam ıdır.
A ristoteles’e göre, d ram atik bütünlüğü ve kaynaşm ışlığı
sağlayan iki öğe OLASILIK ve ZORUNLULUK’tur: «Ozanın
(yazarın) görevi, gerçekte olan şeyi değil, tersine olabilir
olan şeyi, yani olasılık y a da zorunluluk yasaların a göre,
olabiliri ifade etm ektir» (IX /I). B una göre, tragedya yazarı
n ın üstünde durm ası gereken şey, tragedyayı OLASILIK ve
ZORUNLULUK ile etkin kılm aktır.
OLASILIK ve ZORUNLULUK nedir? Olabilecek b ir ola
yı bir zorunluluk içinde gösterm ek dem ektir. Olabilecek ola
yın, oyun içinde m antıklı, duygu ve aklım ıza uygun gele
cek biçimde gelişmesi gerekir. OLASILIK, yaşam da olm asa
bile, bir trag ed y ad a ak la ve duyguya uygun düşen ölçüdür.
ZORUNLULUK ise, birbirini izleyen olayların belli b ir ge
lişim zinciri ile k u ru lu olm asıdır. Herşeyden önce b u n lar
iç ölçülerdir; b ir oyunun iç akışını sağlarlar. Bu ölçüler iki
d u ru m d a kullanırlar: oyundaki olaylara ilişkin olarak, bir
de oyun kişisinin söylediği sözler ve yaptığı hareketlere
bağlı olarak. Bu ölçüler, o kişinin k arak terin in olasılığı ve
zorunluluğu olm alıdır. Bu ölçüler yanısıra, İNANDIRICILIK
oyunun içeriksel bütünlüğü açısından önemlidir, çünkü
A ksiyon Birliğini sağlar.
Aristoteles yapıtında, ZAMAN konusuna yalnızca b ir
değinm iştin «(...) Tragedya konuyu, güneşin bir defalık
devri içinde geçen zam anda tam am lam aya çalışır ya d a pek
az bu n u n dışına çıkar* (V/3). D ü şü n ü rü n bu tanım ına gö
re, epik şiirin konusu haftaları, ayları, h a tta yılları içerebi
lirken, tragedyanın konusu en çok bir gün içinde tam am
lanm ası gerekir. «Güneşin bir defalık devri» tüm cesinden
anladığım ıza göre, bu zam anın, 24 saatlik bir süreyi kapsa
dığı anlaşılm aktadır. D aha sonra neo-klasik y azarlar bunu
12 sa a t olarak kabul etm işlerdir. Böylece Zam an Birliği
kavram ı o ria y a çıkar.
A ristoteles’in yapıtında sahnenin yalnızca bir tek YER’i
göstereceği ilkesi yoktur. A ncak epik şiir ve tragedya a ra
sında d ü şü n ü rü n yaptığı k arşılaştırm ada bu konuya kısaca
değinm ektedir: «Tragedyada, aynı zam anda ortaya çıkan
birçok olayı gösterm ek olanak dışıdır; ozan, ancak sahne
deki oyuncuları ilgilendiren tek olayı gösterebilir. B una
karşılık, epik şiirde, aynı zam anda geçen olaylar anlatıla-
bilir» (XXIV/4). Y er Birliği ku ralın ın kesin belirlem esi Ho-
ra tiu s’un İ.Ö. 24-20 yılları arasın d a yazdığı A rs Poetica ya
d a Epistola ad Pisones (Piso’la ra M ektup) adlı yapıtında
yapılm ıştır. Böylece, Aksiyon, Zam an ve Yer Birliği dram a-
turgi tarihinde ÜÇ BİRLİK KURALI’nı o rtay a çıkarır.
G ünüm üz tiyatrosunda, h e r ne k a d a r sahne üzerinde
aynı an d a birkaç ayrı yer birden gösterilebiliyorsa d a (O rta
Çağ tiyatrosunun etkisi) antik oyunlarda yalnızca tek bir
sahne gösterilirdi. A ntik oyunlarda ikili sahne sınırlıdır.
Ö rneğin A iskhilos'un A gam em non'unda, Korobaşı sahnede
tiradını söylerken öldürülen A gam em non’un sesi içerden
işitilir. Böylece, seyirci, Korobaşı’nı dinlerken aynı an d a
A gam em non'un sesini işiterek başka b ir sahneyi de yaşar.
Aynı an d a başka bir olay y a sesle y a haberciyle ya da Ko-
ro ’n u n anlatım ı ile sağlanır. A ristoteles’in «bir oyun Oyna
nır, anlatılm az» sözlerini anım sayalım . Oysa Agam emnon
sahne dışında öldürülür, antik trag ed y ad a haberci ile a n la
tım a gidilir, M edea çocuklarını sahne dışında öldürür, Kli-
tem nestra yine sahne dışında öldürülür. Roma tiyatrosun
da, sahnelenm esi hem en hem en olanak dışı trag ed y alar y a
zan Seneca, bu şiddet sahnelerini seyirci önünde geçirm iş
tir. Örneğin, Seneca'nın M edea'sında, M edea çocuklarını
seyircinin gözleri önünde öldürür. Thyestes'te b ü tü n kanlı,
ürpertici olaylar seyirci önünde gerçekleştirilir. A ristote
les’in d ram atik k u ralların a en uygun oyun Sofokles’in
Kral Oidipus'udur.
Ham artia
Trajik k a h ra m an ın yaptığı b ir h a ta y la b a h tın d a b ir dö
nüşüm olm asıyla o rta y a çıkan tra jik durum ham artia’dır.
Trajik k ah ram an ın neden m ükem m el olam ıyacağını göste
ren iki neden: l) M ükemmel bir insanın yanlış bir iş yap
m ası seyircinin korku ve acım a du y g u ların a değil, hidde
tine sebep olur (XIII/2). 2) A ksiyonun gelişmesi için A ris
toteles’in kuram ı m ükem m elden d a h a aşağıda olan bir kah
ram anı, yani insanca k u su rla rı olan b ir kah ram an ı gerek
tirm ektedir. Bu d a bizi ham arita kavram ıyla karşı k arşıya
bırakır. Bu açıdan Poetika d a iki ipucu var: «(...) bu kişi
(...) ne ahlaksal yeterlilik, ne adalet, ne de kötülük ve ahlak
düşüklüğü yönünden olağanüstüdür. Tersine, o, herhangi
b ir suçla suçlanm ış olan bir kişidir» (XIII/3). «(...) b a h t
dönüşü (...) ahlaksal bir kötülükten ö tü rü değil de, (...)
kötüden d a h a çok iyi olan b ir kişinin işlediği ağır bir suç
tan ötürü olur» (XIII/4).
B urada sık yapılan b ir yanlışa parm ak basm ak gerekir.
Ham artia kavram ı genel anlam da ele alınam az. Bu kav
ram ahlaksal b ir d urum u değil, bir insanın yaptığı belli bir
hatayı y a d a suçu gösterir. Elbette ahlaksal bir d u ru m a
bağlıdır, am a ahlaksal b ir durum değildir. Bu h ata, b ir
tragedyada, sonda işlenen bir şey değildir, bu öyle bir h a
tad ır ki d a h a önce işlenm iştir ve sonuçtaki görünüşü trajik
b ir d u ru m y aratacak tır. H am artia, k ah ram an ın görünüşü
nü sağlayan, elde olm adan yapılan b ir hata, işlenen b ir
6uçtur.
Peripeti
T rajik k ah ram an ın alın yazısında ortay a çıkan b ir dö
nüşüm dür; biz b u n a b a h t dönüşü de, diyebiliriz. Peripeti
kavram ı, ham artia’yaya sıkı sıkıya bağlıdır. Aristoteles,
yalın ve karm aşık oyunlardan sözederken bu k av ram a de
ğinir: «YALIN AKSİYON deyince (...) b ah t dönüşünün
(peripeti) ve bulgu ya d a tan ım a (arıagrıorisis) elm adan
sürekli ve birlikli bir akış içinde ortaya çıktığı aksiyonu
anlıyorum . KARMAŞIK AKSİYON deyince (...) b a h t dö
nüşünün, bulgu ya da aynı zam anda h e r ikisi ile ortaya
çıkan aksiyonu kastediyorum » (X /l). Bu sözlerden çıka
rılm ası gereken şu; peripeti, yani b ah t dönüşüm ü yalnızca
kah ram an ın yazgısında olan b ir değişiklik değil, b ü tü n
trag ed y alar için tem el olan bir kavram dır. Poefıfea'mn
X I /l’de, «peripeti, hareketlerin, düşünülenin tam tersine
dönmesidir,» denilir. Öyleyse, bu kavram da b a h tın dönü
şüm ü yalnızca k a h ra m an la ilintili değildir. Ö rneğin Kral
O idipus’ta, Teresias için değişen hiçbir şey yoktur. O baş
tan beri O idipus’un suçlu olduğunu bilir. Bazan küçük öl
çüde bir b a h t dönüşüm ü ile karşılaşabiliriz. Bu d urum da
peripeti, k a h ram an la değil, başka b ir oyun kişisiyle ilin
tilidir. Ö rneğin, Oidipus Kolonos'ta adlı tragedya,da Polini-
kes, babasının duasını alm ak için gelir, am a onun bedduası
ile karşılaşır.
Peripeti, b ir oyunda iki görünüşte b u lu n u r ve bu du
ru m d a aksiyonu karm aşık b ir d u ru m a getirir; ya k a h ra
m ana ve b a h t dönüşüm ünün içinde b u lu n an a göründüğü
ya da gerçekte olduğu gibi...
Anagnorisis
Bu terim bulgu ya d a tan ım a anlam ındadır. A ristote
les’in Poetika yapıtının XI. bölüm, 2. p ara g ra fın d a belirtti
ği gibi, «bilgisizlikte bilgiye geçiş»tir. Bir oyun kişisinin
başka bir kişiyi işaretlerden, karakteristiklerden ya d a d u
ru m lard an dolayı tanım asıdır anagnorisis. Örneğin, Iphi-
genia’nın O restes’i, O rtestes’in Iphıgenia’yı tanım ası bul
gudur. Aristoteles, d ram atik san at içindeki bulguyu ya d a
tanım ayı peripeti ile birlikte ortaya çıkan tanım a» olarak
açıklar (XI/2). Bu kavram ın ham artia ile de ilgisi vardır.
Oidipus, evli olduğu kadının (lokaste’nin) öz annesi oldu
ğunu anladığı nokta anagnorisis' tir. Oidipus o an d an iti
b aren işlediği bir suçun bilincinde olarak trajik bir d u ru
m un (ham artia) içine düşer. Burası aynı zam anda peripeti,
yani kah ram an ın bahtının dönüştüğü noktadır. Oidipus,
yolda bilm eden öldürdüğü kişinin de öz babası olduğunu
öğrenir. Böylece, anagnorisis yoluyla ham artia’ya gidilir.
Ayrıca, b a h t dönüşüm ü de trajik d urum u y arattığ ın a gö
re, bu üç kavram (anagnorisis- peripeti-ham artia) birlikte
düşünülm elidir. B unlar trajik kah ram an ı ve trajik d urum u
o rtay a çıkaran üç temel öğedir.
A ristoteles’e göre, altı çeşit BULGU v ard ın
1) İşaretlerden tanım a:
a) doğuştan olan işaretler (benler, lekeler),
b) sonradan olan işaretler (yaralar, sakatlıklar)
2) K endinin kim olduğunun bilincine varm a (Oidipus
gibi)
3) D uygusal ilişki yoluyla tanım a
4) M antık yoluyla tanım a (aksiyona uygun biçim de)
5) M antık olm adan tanım a
6) D urum dan doğan raslantısal tanım a.
A ristoteles’e göre bu n ların içinde en inandırıcısı ve iyisi
4. südür; çü n k ü aksiyona kaynam ıştır.
Katarsis
Aristoteles, şiirin b ir m im esis olduğu, duygu düzeyini
yükselttiği, trajik bir hız verdiği, insan ru h u n d a b ir a rın
m a ve yücelm e gerçekleştirdiği düşüncelerinde Platon ile
aynı fikirdedir. Ancak o, Platon felsefesinin p ratik yanm a
karşıdır. Özellikle de, P laton’un «duygusal akım »dan çıkar
dığı sonuçtan ayrılır. Platon’a göre denetim altında tu tu
lan, ağlam aya, üzülm eye olan doğal açlık, şiirle denetim
den çıkar: «Şiir, coşkuyu besler ve sular, öldürülm esi ge
reken heyecanı çoğaltır» (Devlet, X. Bölüm). Platon, şiirin
gereksiz, h a tta tehlikeli olduğunu savunur. O na göre, bu
heyecan yüzünden insanın etkinliği d urur. H a tta otorite
lere karşı insanda kuşku yaratır. Dram sanatı ise, şiirin
tehlikeli yanını en etkili biçimde verir.
Aristoteles, bu düşüncelere karşı çıkar; ona göre, bu
öyle b ir heyecandır ki zaten dışarı çıkm ası gereken bir
şeydir. Sanki bir şişeye konulm uştur, şiirin verdiği heye
can la dışarı çıkar. O nun için hiçbir tehlikesi yoktur, h a tta
insan ru h u için sağlıklıdır; çünkü şiir duy g u lara düzen ge
tirir. O yuncu şiirin verdiği duyguları düzenler; zaten sanat
bu duyguları ve duyulan heyecanı ölçüye ve denetim e alan
bir araçtır. Katarsis kavram ı, A ristoteles’in bu konuda Pla
to n ’a verdiği en iyi yanıttır.
K atarsis, insanın iç yaşam ı için gerekli olan arın m a
dır. Bu d a tragedyanın sonunda seyircinin duyacağı acım a
ve korku duygularıyla varolur. Aristoteles k uram ında bu
iki duygu ayrılm az bir çift o luştururlar. Ne ki b unların
ayrılm azlığı an tik k ültürde gelenekselleşm iş de olabilir.
N itekim G eorgias'm Helene K cccm ium adlı yapıtında bun
la r yine y an y an a kullanırlar. Poeiıfea’nm XIII. bölüm, 2.
paragrafında, «(...) acım a layık olm adığı halde, felakete
uğram ış b ir kimse karşısında duyulur; korku d a acıyı çe
kenle kendi arasın d a bir benzerlik bulm am ızdan doğar,»
denilir. Bu iki duygunun d a h a geniş açıklam asını düşünü
rü n R etorika’sının V. bölüm ünde buluruz: «(...) gelecekte
olabilece kacı veren b ir kötülük y a da duygusal yıkım ı gös
teren bir hayali sahnenin insanda uyandırdığı acı ve h u
zursuzluk (...)». A ristoteles bu düşüncesini şöyle sürdürür:
*(...1 genel olarak, bize korku veren şey, başkalarının yaz
gısını tehdit ettiği anda, bizi b ir acım a duygusu içine iter.»
ACIMA ve KORKU duyguları sıkı sıkıya birbirine kaynaş
m ıştır. A çıklam alar fîeforifea’nın II. bölüm, 8. p ara g ra fın d a
belirgin bir biçim de karşım ıza çıkan «Acıma, layık olm a
dığı halde, herh an g i bir kim senin yıkılm ası ve acınacak
d u ru m a düşm esiyle hissedilir; bu öyle b ir kö tü lü k tü r ki,
o an d a böyle b ir d u ru m u n kendi başım ıza ya d a tanıdık
larım ızın, yakınlarım ızın b aşına gelebileceğini d ü şü n ü
rüz.» Acıma duygusunun korkuya dönm esi ise, seyredilen
sahne, seyredene çok yakın, h a tta onunkiym iş gibiyse,
gerçekleşir. Buna göre, korkunun olm adığı yerde acım a
duygusu da yoktur.
Yakınlık duyulan k ah ram an ın yazgısına k a tıla ra k d u
y ulan acım a ve korku .seyirciyi, etik-entelektüel bir a rın
m aya, dolayısıyla bir adalet bilincine ulaştırır. O nun için
k atarsis acım a ve korku duygularıyla insandaki «acı veren
öğe» yi yıkayıp arıtır. A ncak Aristoteles, acım a ve korku
nun yapısında acı veren bir öğe var, dem ek istemiyor; her
ikisi de «acı çekme» ve «huzursuzluk» duygularının özel
likleridir. Demek ki «acı çekmek»ten k u rtulm ak için acım a
ve korkuyu içeren duygu bütünlüğünden ku rtu lm ak ge
rekm ektedir. Bunun için de, trajik kahram an, acım a duy
gusu verecek biçimde bize karşı estetik bir uzaklık k azan
malı, am a korku verecek biçimde de yakınım ızda b u lu n
m alıdır. O yundaki hiçbir kimse gerekli olan duygusal öl
çünün dışında olm am alıdır. Yoksa etik-entelektüel a rın m a
için bir birleşm e olm ayacağı gibi, gerekli olan seyirci y a
kınlığı da doğmaz. Yakınlık, sem pati duyulan kişiye sevgi
duyulm asından doğar. Bunun tersi, nefrettir; b aşk a deyiş
le, adalet duygusuyla ortay a çıkan kızgınlık nefreti doğu
ru r. Öyleyse, ad alet duygusu, sevgiyi içeren b ir yakınlıkla
sağlanm alıdır.
Aristoteles, katarsis'i, Poetika’d a teknik yönden yal
nızca b ir kez kullanm ıştır: «Tragedyam n görevi, u yandır
dığı acım a ve korku duygularıyla ru h u tu tu k u lard a n a rıt
m aktır» (VI/2). A ristoteles bu kavram ın teknik tanım ını
yapm am akla birlikte, bu terim i aynı y ap ıtta b ir kez de
şöyle kullanm ıştır: «Örneğin, O restes’in yakalanm asına n e
den olan delilik, so n ra d a kurtulm ası ru h sal a rın m a ile
m üm kün olur» (XVII/3). Gerekçede katarsis, «dinsel yön
den kirlenm iş b ir insanın törenle ru h sal yönden arınm ası»
dır. A ncak bu kavram ın dinsel mi yoksa tıbba ilişkin bir
terim mi olduğu hâlâ tartışm a konusudur; çünkü bu kav
ram , aynı zam anda, ‘tedavi’ an lam ına d a gelm ektedir. Bu
R önesans’tan bu y an a bilinen ve bazı çağdaş incelem ecile
rin tanım ladığı bir terim dir. Bu tanım lam a, tıb b a ilişkin
bir terim olarak kısm en kabul edilm ektedir. Bazı incele
m eciler de A ristoteles’in bunu tıbbi b ir m ecaz (m etafor)
olarak kabul ettiklerini söylerler. Önem li bir bilim adam ı
olan F.L. Lucas, Tragedya adlı kitabının 29. sayfasında,
A ristoteles'in bu m ecazı kullanm ış olm asına karşı çıkar ve
«tiyatro hastah an e değildir,» der. K atarsis'in tıbba ilişkin
b ir terim olduğu hangi kay n ak tan çıkm ıştır? Aristoteles
okulunun Sorunlar adlı b ir yapıtı vardır. Bu yapıtın 30.
sorunu katarsis terim ini şöyle tanım lar: «melankoli» de
bu lu n an sıcak ve soğuk h av a d u y g u lara bağlıdır. M elan
kolide soğuk havanın olması, insan ru h u n d ak i «um utsuz
luk ve korku» ile gelir. Bu d u ru m b ir denge ile sağlanır,
bu d a gövdenin ısısını yükseltm ekle elde edilir. A ristote
les’in değil, am a onun okulunun savuncası budur. A risto
teles, bu k avram a bir de Politika adlı yapıtının VIII. Bö
lüm, 7. p a ra g ra fın d a değinin «Bu terim i şim dilik açıkla
m ayacağım ; am a şiir konusuna geldiğim de bu terim in ne
olduğunu ışığa çıkartacağım .» Ne ki, Aristoteles, şiir konu
su n a geldiğinde bu sözünü tutm am ıştır. A ncak katarsis
terim i, Poetika’da kesin b ir biçimde açıklık kazanm ıştır.
Politika’d a ise bu terim e biraz olsun ışık tu ta n b ir yer v ar
dır. D üşünür m üzik konusuna geldiğinde «dolmuş olan
duygulardan insanı k u rta rm a k ve onu rah a tla tm a k !...)»
ta n söz eder. Nitekim. B ergam a Aisklipion’un d a h a sta ların
ru h sal tedavisi m üzikle gerçekleştirilirdi. İç baskılarla bu
nalm ış olan in san lar m üzik yoluyla bu baskılardan k u rta
rılm aya çalışılırdı. Aristoteles, «acıma ve korku duyguları
nın etkisi altın d a k a la n lar (...) ru h sal bir yıkanm aya, is
teğe doğru yönelirler,» d er ve b u n u katarsis’e bağlar. Öy-
lyese, bu terim in tıbtan mı yoksa dinden mi geldiğini ta r
tışm ak yanlış bir yaklaşım olarak görünüyor. Bu, h er iki
kay n ak tan (din ve tıb) elde edilmiş b ir m ecazdır. Önemli
olan A ristoteles’in bunu tragedya için kullanm ış olm asıdır.
Zaten h er iki k a y n a k ta da katarsis ru h sal yıkanm ayı, k u r
tuluşu ve arınm ayı sağlam aktadır. Sonuçta katarsis, duy
gusal dengeyi, adalet bilincini sağlayan bir kavram dır.
A ristoteles’in E tika adlı yapıtından d a anladığım ıza göre,
d ü şü n ü r in san ların ruhsal açıdan denetim siz ve uyum suz
olm asını istemez. Tragedyanın in sa n la ra bu denetim i ver
diğini belirtir. B unun için de tragedyadan haz duym ak ge
rekir.
Tragedyanın Sonrası
A ristoteles’in ortay a koyduğu ilkeler özellikle Röne
san s'ta güçlenm iş ve çağım ıza k a d a r değişm ez ilkeler ola
ra k yerleşm iştir. Bu ilkelere ilk kez karşı çıkan ünlü Al
m an yazarı ve kuram cısı Bertolt Brecht olm uştur. Onseki-
zinci yüzyılda, Lessing, bu ilkeleri «Öklides’in yanlışsız il
keleri» gibi sağlam bulduğunu açıklam ıştır.
Bugün tragedya dendiğinde, m utlaka antik tragedya
la rı düşünm em ek gerekir. Binlerce yılın yıpratam adığı
Aiskhilos, Sofokles ve Ö ripides'ten sonra d a trag ed y alar
yazılm ıştır. Tragedyalar, tem el özellikleri aynı kalm akla
birlikte, çağ lara ve toplum lara göre değişm iştir. O rta Çağ
başlarında, küçük çap ta çeşitli tragedya yazarı görülür.
B unların en önemlisi Seneca’dır. A ncak onun d a tragedya-
la n kusurlu, sahnelenm esi ve oynanm ası güç yapıtlardır.
D aha çok okunm ak için yazıldıkları izlenim ini verirler. Rö-
n esan a’ta İngiltere’de Elizabeth Dönemi tragedyaları
önemlidir. Bu dönem in ve b ü tü n çağların en önemli tra
gedya yazarı d a hiç kuşkusuz S hakespeare’dir. O dönem
de yazılan birçok tragedya siyasal çatışm aları, savaşlan,
onulm az aşklan, serüvenleri, şiddet sahnelerini, öç ve öl-
d ü rü duygularını işlem iştir. V ahşet kan, ölüm bu oyunla
rın değişmez nitelikleri oldu. Elizabeth Dönemi seyircisi de
zaten bun d an hoşlanıyordu. Bu dönem in tragedya açısın
dan önemli özelliği, Shakespeare, Marlovve, Kyd gibi büyük
tragedya y azarlarının an tik k u ralların da dışına çıkarak
kendilerini özgürce ifade etm iş olm alarıdır. Bu tutum dan
da, ölümsüz, h e r çağda anlam ı olan b aşyapıtlar doğm uş
tur.
Onyedinci yüzyılın ikinci y arısında egem enliğini ku
ra n Fransız klasik (neo-klasik de denilir) yazarları, Cor-
neille ve Racine’nin yapıtları, klasik k u ra lla ra bağlı ola
rak yazılm ıştır. Racine, bir oyununa yazdığı önsözde, Aris
toteles’in izleyicisi olduğunu belirtm iştir. Ancak o dönem
de, tragedyaların d a temeli olan klasisizm i başarıya ulaş
tırm a k ta en büyük payı olan yapıt Boileau’nun Şiir Sanatı
olm uştur. Boileau, sağduyu ve akılcılıkla yönelişini sap ta
mış ve klasik sanatın kesin k u ralların ı açıklam ıştır. O nun
A ristoteles’in uzantısı olan kuralları, özellikle R acine’nin
traged y aların d a açık ve seçik biçimde izlenir.
Başka bir tragedya dönemi de, onyedinci yüzyılın ikin
ci yarısı ile onsekizinci yüzyılın b aşına k ad ar süren İngil
te re ’deki S tu a rt dönemidir. Restorasyon Dönemi olarak
anılan bu dönem in tragedyaları, S hakespeare’in etkisi al
tın d a olm akla birlikte, ondan kendini k u rta rm a y a çalışan
yazarlar, biçim arayışı içinde yeniden klasik k u ra lla ra dön
m üşlerdir. Bu dönem in en önemli tragedya yazarı Dryden,
D ram atik Şiir adını verdiği yapıtında, klasik ku ralları sa
vunm uş ve oyunlarını d a klasik ölçüler içinde yazm ıştır.
Ne ki bu dönem in tragedyaları, klasik ideal anlayışı ile
coşkun d u y g u lar ve Shakespeare’e öykünen ulu sözler a r a
sında sallanıp durm uştur.
M odem tragedyanın sınırları, çağların değişen profilin
den etkilenerek yeni özellikler kazanm ıştır. Voltaire, 1730
yılında, bir m ektubunda şöyle yazar: «Oedipe’i yazarken bu
alanın uzm anı Mösyö D acier’e danıştım : o da, h er sahneye
b ir Koro oturtm am ı öğütledi, tıpkı an tik y azarların yaptığı
gibi... A m a onun bu öğüdü, Platon’un çarşafların a sarınıp
Paris sokaklarında gezmemi öğütlemesi gibi bir şeydi.» Vol
taire, bu m ektubunda tragedya anlayışının değiştiğini vur
gulam aktadır.
M odern trag ed y a dendiğinde ondokuzuncu yüzyılın
seksenli yıllarında, yani Îbsen’in ortay a çıkışından bugüne
k a d a r olan süreci düşünm ek gerekir. A ncak tragedya ola
ra k açıklanan, birçok çağdaş oyunun tragedya olup olma
dığı da tartışm a götürür. Böyle de olsa m odern tragedyanın
bellibaşlı bir iki özelliğine değinm ek gerekir. Ç ağlar değiş
tikçe, insanın evrendeki yeri üzerine olan düşüncelerinde
de değişiklikler olm uştur. M odern tragedyanın k ah ram an
la n a rtık krallar, prensler ve tira n la r değildir. M odern tr a
gedya k a h ra m a n la n yaşam ım ız içinde pek göze çarpm ayan
olağan insanlardır. Çağdaş İsviçreli y a z ar Frederick Dür-
ren m a tt'ın dediği gibi, «Büyük k a h ra m an la r yok artık-, b u
günün trajik k a h ram an ları adsızdır. Bir işçinin, b ir odacı
nın, bir polisin du ru m ları bugünün dünyasını d a h a iyi y an
sıtır. Bugünün sanatı k u rb an lara, küçük ad am lara yöneli
yor; büyük k ah ra m an la rla uğraşm ıyor. A rtık A ntigone’nin
sonunu K reon'un sekreterleri hazırlıyorlar.» Bu insanların,
günlük yaşam ları içinde, yine pek göze çarpm ayan, am a
işin içine girdikçe in sa n la r için önem leri a rta n birtakım
olaylar d a trajik aksiyonunun öğesidir. A rth u r M iller’in
Satıcının Ö lüm ü adlı oyununda W illy Loman, yeteneksiz,
sağlıksız, küçük b ir insandır, am a onun d a bu m ikroskopik
yaşam ında büyük bir tragedya vardır. O nun en büyük tr a
gedyası, uzu n yıllar sonra kendinin bilincine varm ası, ken
dinin ne olduğunu görm esidir.
M odem trag ed y ad a anlam sızlığın ardındaki anlam
önem kazanm ıştır. O lağan kişilerin sosyo-ekonomik yapıya
uygun sorunları içinde, m utlu görünüm lerinin ardındaki
uyum suzlukta, kahkah aların d ak i b u ru k tonda, trajik görü
nüm vardır. Çağdaş seyircisi, Tebai kentinin k ralı O idipus’
un düşüşü ile değil, Tebai kenti içinde yaşıyan halkın, o halk
içindeki göze çarpm ayan b ir ya d a birkaç kişinin tragedyası
ile ilgilenm ektedir. İster gerçekçi, ister fan tastik olsun, mo
dern trag ed y ad a ilgi alanı, büyüteçten geçirilen olağan in
san ların günlük yaşam alrına çevrilm iştir. Çağdaş dünya,
a rtık yalnızca m atem atik form ülleriyle yansıtıldığı ve ista
tistiklerle anlatıldığı için, olağan insanın tragedyası d a h a
d a tehlikeli bo y u tlara ulaşm ıştır. Hele o insanların tepe
sinde, bir de Demokles’in kılıcı gibi asılı d u ran b ir nükleer
savaş ve çevre kirliliği tehlikesi varsa...
KOMEDYA
K om edyanın Basamakları
Tragedyayı, m elodram ı ve farsı b ir k e n a ra ittiğim izde
geriye kalan hem en h er tür, kom edya kavram ının içine gi
rer. Y alınlaştırarak söyleyecek olursak, tragedya acı olanı,
kom edya gülünç olanı getirir. Elbette gülünç olanın d a
aşam aları vardır. Kom edyanın y u k a rd a n aşağı doğru inen
basam akları aşağı yukarı şöyledir:
1) Düşünce ve kapalı m izahla gelişen komedya,
2) K arakter özellikleri ve k a ra m izahla gelişen komedya,
3) Söz komiğine dayan d ırılarak geliştirilen komedya,
4) Dolantı ve gülünç d u ru m la rla geliştirilen
komedya,
S) Patırtı, k ü tü rtü , dayak, sopa ile geliştirilen
dış hareketlere dayandırılan komedya,
6) G ülünç öğe olarak en çok açıksaçıklığı
ku llan an kaim çizgili komedya.
En y u k a rd a düşünce ve kapalı m izah, yani ince nüktelerle
geliştirilen kom edya basam ağı, en a ltta d a söyliyecek dü
şüncesi olm adğm dan halkın duygularını gıcıklıyarak, sö
m ürerek, onu açıksaçık söz ve hareketlerle güldürm eye ça
lışan kaim çizgili kom edya basam ağı yeralır.
D aha y u k a rd a da belirttiğim iz gibi, kom edya ilkel ta k
litlerle başladı. Örneğin, bir törendeki soytarıların ya d a
comos’ta bulunan m ask araların yaptıkları hareketlerle baş
ladı. K oronun oyuncularla birlikte söylediği ağıtları da kap
sayan cüm büş alayında açıkseçik sözlerle çevreye laf atlır,
tü rlü kom iklikler ve tak litler yapılırdı. T ragedya nasıl ta
p ın ak tan tiyatroya geldiyse, kom edya da bu h alk eğlence
lerinden tiyatroya atladı.
Komedya, genelde kişiyi b ir aksiyon içinde gösteren ve
bu aksiyonu gülünç d u ru m la r ve konuşm alarla geliştiren
1) Kom edyanın gelişim çizgisindeki gerilim yum uşaktır.
2) B unun için de seyirciyi heyecanlandırm aktan çok
m eraklandırır.
3) Ön p lan d a olaylar ve d u ru m la r olduğundan, yani
vurgu, kişilerden çok olaylar üzerinde bulunduğun
dan seyirci kom edya kişilerini genel bir bakış için
de değerlendirir.
4) T ragedyada, seyirci k ah ram an ın baza yönlerini ken-
dininkiyle karşılaştırırken, kom edyada başkasım n-
kiyle karşılaştırır.
5) Böylece, seyircinin tragedyada heyecanlanm asının
nedeni, k ah ram an ı kendiyle karşılaştırdığı için, ko
m edyada ise m erakının nedeni k ah ram an ı başkasıy
la karşılaştırdığından dolayıdır.
6) Öyleyse, seyirci tragedyada d a h a çok duygusal, de
rinlem esine bir yönelim içindeyken, kom edyada da-
. h a çok akılcı ve çizgisel bir yönelim içindedir,
7) Tragedya insanın nasıl yaşadığını gösterirken, ko
m edya insanın nasıl davrandığını gösterir.
8) Bu davranış çoğu kez toplum sal ölçütlere, törelere,
göreneklere ve eğilim lere bir tepik olduğundan, ko
m edya, içinde bulunduğu çağa ve toplum a göre de
ğişir.
6) B unun için, belli b ir dönem de gülünç olan şeyler,
başka bir dönem de (evrensel zayıflıklar dışında) hiç
de gülünç olm ayabilir. Buna iyi bir örnek: Shakes-
p e a re ’in yaşadığı dönemde, V enedik Taciri’ndeki
Shylock, gülünç bir karakterdi; oysa bugün oldukça
trajik bir fig ü r olarak ele alınm aktadır. Öte yanda,
bir tragedya k arak teri olan Othello, bugün de h er
açıdan bir tragedya k a ra k teri olarak kalm ıştır.
10) Kom edyanın aksiyonu istendiği k a d a r uzatılıp kısal-
tılabilir; ancak bu, konu b ü tünlüğü kozulm adan y a
pılm alıdır. B unun b ir nedeni, oyun kişilerinin, tra -
gedyada olduğu k a d a r aksiyonla kaynaşm am ış ol
m alarıdır.
Büyük oyun y azarların ın en büyük özelliği, b ir yandan
bireye yönelirken, öte yandan o bireyin içinde yaşadığı top
lum u d a gösterm elerinde izlenir. Bunu da, trajik ve komik
öğeleri uyum lu ve dengeli b ir biçim de k u llan arak elde
ederler. P laton’un Sym posium adlı yapıtında, Sokrates,
A gathon ile A ristofanes’i büyük b ir tragedya yazarının aynı
zam anda u sta bir kom edya y a z a n olması gerektiğine in an
dırm aya çalışır. Sokrates’in bu düşüncesi önemlidir. Ger
çekten de tragedya içinde seyirciyi tökezletm eden gülünç
öğeleri getirm ek oldukça zor b ir iştir, ustalık ister. Shakes-
p eare bunun en büyük dehasıdır. Çağımızda, trajik olanı
b ir kom edya penceresinden gösterm esini bilen dev sanatçı,
Şarlo adıyla ünlenen Charlie C haplin’dir. Yüzeyde yalın bir
soytarılık gibi görünen gülünç harek etlerin derinine inil
dikçe trajik akım hissedilm eye başlanır.
Shakespeare’in Kral Lear'inde, tarjikle kom iğin üst dü
zeyde kaynaştırıldığını, tragedyanın ötesinde bir ciddi gro-
teskin varedildiğini izleriz. Lear’in içinde yaşadığı dünya
da, insanın yazgısına ilişkin, ironik, acı ve grotesk sahne
ler yer alır. B urada bütün kişiler, toplum sal konum larından
alaşağı edilip h e r açıdan çırılçıplak bir d urum a getirilm iş
lerdir. O nların görkem li ve varlıklı bir yaşam dan, sefalet
ten başka bir şey bulunm ayan bir yaşam a indirilm eleri ile
gerçekleri görm eleri sağlanır. Bu kişilerin ayakları j'ere
bastığında, y u k a rd a olup bitenlerin ne k a d a r naiv ve b a
sit olduğu anlaşılır. L ear’in, G loucester'in, E dgar’ın ve K ent’
in düşüşleri hem maddi, hem ruhsal, hem de toplum saldır.
Böyle bir dünyanın baş oyuncuları da Soytarı, «deli dilenci
kılığındaki» Edgar, otoritesini ve sonra da belleğini yitiren
Lear, gözleri oyulan ve çaresiz bir d u ru m a düşen Glouces-
ter'dir. Oyun geliştikçe trajik ile kom ik birbirinin içine gi
r e r ve birbirinden ayrılm ayacak biçimde kaynaşm ış olarak
oyunun sonuna dek sürer. Bu oyunda tragedya içinde ko
medya, kom edya içinde tragedya vardır. Başka deyişle Gro-
tesk’in doruğu bu oyunda denenm iştir.
Kom edya’da kom ik öğenin başlıca üç aşam ası vardır:
1 - İlk aşam ada alay, çok-anlam lılık ve günlük espriler yer-
alır. M usahipzade’nin ve A hm et Vefik Paşa uyarlam aların
d a olduğu gibi... 2 - Esprinin ve alayın başlıbaşm a b ir anlam
taşım ası y an ısıra espriyi yap an k a rak tere renk verm esiyle
oluşan kom ik öğe; b u n a iyi b ir örnek S hakespeare’in K uru
G ürültüsü’dür. 3 - Espri ve alay, kom edyanın b ü tünlüğü
içinde, d ö rt beş koldan anlam bulur. Yazar, oyun kişisinde,
aksiyonda ve d u ru m lard a aynı ölçü içinde çeşitlilik sağ
lay arak bunu gerçekleştirir. Örneğin, M olière’in T a rtu ffe’
ünde O rgon’un anası M adam Pernelle, T artuffe’ün foyası or
tay a çıktığı halde, bu iki yüzlü adam hak k ın d a kötü düşü n
m ek istemez. Bu du ru m d a tek b ir kom ik öğe seyirciye bir
kaç kolda yönelir: a) yaşlı kadınm iç d u ru m u n u anlatır, b)
ikiyüzlülük üzerine bir fikir verir, c) in san ların kafasından
geçenle söylediklerinin birbirinden ne k a d a r ayrı olduğunu
vu rg u lar ve ç) oyunun bu sahnesinde, ilk başlard a O rgon'
un da tıpkı anası gibi aldanm ış olduğunu seyirciye anım
satır.
Kom edyanın öğretici yanı ağ ır basar. İnsanların yanlış
ve gülünç y anlarını eleştirdiği için seyirciyi yum uşak bir
yolda etkiler. İnsanların zayıf yan ların ı güldürerek göster
diğinden eleştiriler seyirciye sevimli gelir. Hele seyirciyi,
kendiyle değil de başkasıyla k arşılaştırm aya itm esi yönün
den, eleştirilerin seyirci tarafın d an kabulünü kolaylaştırır.
Molière, T artuffe oyununa yazdığı önsözde, komedyayı
öğretici bir oyun olarak kabul eder: «Komedyanın am acı,
insanların kusu rların ı düzeltm ek olduğuna göre, oyunları
mı h azırlarken hiçbir sınıfa ayrıcalık tanım ak istem iyo
rum ... İnsanlar kötü olurken hiç düşünm üyorlar, am a ken
dileriyle alay edildi mi hiç mi hiç b u n a taham m ül göstere
miyorlar,» diye yazar. Bu alay in sanların kötü yanlarıyla
alaydır. Bu alay ciddi bir eleştiridir. İnsanların kendilerini
düzeltm eleri için b ir uyarıdır. Gogol de, M üfettiş adlı oyu
nunun başında, «Yüzünüz çarpıksa, aynaya kızmayın!» d e
mesi de M olière’in yukardaki sözlerini destekler.
Ciddi K om edya
Ciddi kom edya b ir tezle karşım ıza çıkar, am a b u n u ta r
tışarak değil, oyundaki kişiler arasındaki ilişkilerle, konuş
m alarla, seyirciyi düşündürerek o rtay a koyar. Böyle b ir
kom edyada yazarın yaşam a bakışında b ir yorum bulunur.
Bu tü r kom edyalar genellikle «mutlu son» ile bitmez; m ut
suz d a değildir. Seyirciyi düşündürecek bir aşam ada b ıra
kır; seyirci bun d an sonra ne olmalı, nasıl davranm alı, ne
yapm alı? Sorularının yanıtını a ra rk e n tiyatrodan çıkar. Bu
tü r kom edyalardan sorun kişilerin k a ra k te r özelliklerden
k aynaklanır ve belli ilişkiler ve k arşılaşm alar ile ateşlenir,
sürpriz b ir haberin, b ir m ektubun y a d a bir kişinin gelm e
siyle p atlam a noktasına gelir. O yundaki espriler ölçülü,
üst düzeyde ve zam an zam an d a entelektüel aşam adadır.
Ancak kom edyanın özünde entelektüel eğilim görülmez.
İbsen, Nora (ya da Bir Bebek Evi) adlı yapıtını kadınla
rın toplum içindeki hukuksal hak ların ı savunm ak için yaz
m ıştır. Eline aldığı konuyu, bazı üzücü d u ru m la ra karşın,
hafif ve sürükleyici, h a tta bazan esprili b ir konuşm a örgü
sü içinde geliştirm iştir. O yunun sonu tra jik değildir, am a
ciddidir. Kocası H elm er’in ona bebek m uam elesi yapm ası
n a dayanam ayan Nora, çocuklarına rağm en evi terkeder.
N ora çocuklarını bırakm am alı, bu yaşam a katlanm alı m ıy
dı? Yoksa insan h a k a ln açısından doğru m u yaptı? Çocuk-
lrm ı d a alıp mı gitm eliydi? O toplum da yalnız başına bir
kadm olarak nasıl barınacak? Bu so ru lar çoğaltılabilir. Ama
b u ra d a örnek olarak verdiğim iz bu so ru lar İbsen’in bu oyu
n u için geçerlidir. O nun bu oyunu ciddi kom edya içinde
yer alır. Bu oyunda esprilerle gelişen konuşm aların k a p sa
m ında, kişileri baskı altın d a tu ta n toplum anlayışının eleş
tirisi, toplum baskısı ile yapılan yanlış şeyler ve insanların
birbirlerini söm ürm eleri ele alınmış, sonuç d a seyirciye bı
rakılm ıştır. Başka deyişle, oyun ne m utlu ne de m utsuz bir
sonla bitm iştir. Bu son kim ine göre, doğru, kim ine göre ise
yanlıştır. N itekim İbsen de böyle bir son yüzünden ağır
eleştirilere uğradığı kadar, heyecanlı savunm alarla destek
lenm iştir.
Bu tü r kom edyalarda am aç güldürm ekten çok, gülüm
seterek düşündürm ektir. A ncak bu, ciddi kom edyanın asık
suratlı, yüksekten bakan, ukalalık larla dolu b ir kom edya
İmgesi yaratm am alı. Tersine, seyirci açısından seyri kolay,
sürükleyici ve seyircideki m erak öğesini sürekli ayakta tu
tacak niteliktedir.
FARS
B ütün güld ü rü ler kom edya değildir. Komedyayı biraz
d a h a spor giydirin, hareketlerini biraz d a h a serbest, a b a r
tılı ve g ü rü ltü lü bir d u ru m a getirin karşınıza fars çıkar.
Olay dizisi m antığının gülünçlük sağlam ak için zam an za
m an bilinçli olarak bozulm ası d a bu tü rü n b ir özelliğidir.
F arsta ön planda olan durum lardır,kişiler ise yalnızca tip
lerdir. O ysa kom edya tipleri kullandığı k a d a r k arak terleri
de kullanır. Nitekim, özellikle M olière ile başlayan kom edya
geleneğinde, ön plan d a olan boyutlu k arakterlerdir. Fars
tipleri bütün herkesin bildiği genel tiplerdir. B unların ken
dine özgü tav ırları ya d a psikolojik tem elleri yoktur. Ç ünkü
fars tipleri du ru m ların gülünç olm asına y aray an araçlardır.
Seyirci oyun kişilerini değil, d u ru m lard an çıkacak sonucu
m erak eder. F arsta gözlüklü doktorlar, ütüsüz pantalonlu
dalgın bilim adam ları, geniş omuzlu, çatık kaşlı polisler ve
benzeri genel tipler sık sık karşım ıza çıkarlar. Bu tü r gül
d ü rü d e bizi ilgilendiren kişiler değil, o kişilerin y aptıkları
dır. F arsta kişileri denetim i a ltın a alan durum lardır.
G ünlük yaşam da insan zam an zam an gülünç bir d u
ru m a düşebilir; ancak farsta, tipler, du rm ad an ab artılı d u
ru m la rd a n başka olm ayacak d u ru m la ra atlarlar. Farsın ge
lişimi içinde bu abartılı ya d a olm ayacak d u ru m lar seyir
ciye m antıksız gelmez. Ç ünkü fars m antığı, seyirciyi, k ari
k a tü r sanatçısının okuruna yaptığını yapar. Başka deyişle,
seyirci güldürüyü bu abartısı ve çizgisi içinde m antıklı k a
bul eder. Fars tipleri kendilerini birden hiç beklem edikleri
b ir durum içinde bulurlar. O durum biter bu kez tipler,
onları gülünç bir görünüşe düşüren başka b ir durum k a r
şısında kalırlar. Bu tü rde fiziksel aksiyon çok önemlidir.
Komedya ile Fars arasındaki fark, böylece kişilerde değil,
d u ru m la rd a o rta y a çıkar.
Üçüncü uzam da izlediğimiz fars, genelde sanıldığı gibi,
değersiz bir tü r değildir. Öyle fa rsla r v a rd ır ki, güldürülerin
en başında gelir. Ö rneğin, George B em ard Shaw ’un kom ik
ve ciddi oyunlarının b ir çoğunda deha aşam asına yükselen
fars öğeleri görülür. Bu tü r gülünecek olayları ve tipleri
a b a rta ra k kalın çizgiler içinde verir. Bir bakım a tiyatro
sahnesi üzerindeki k a rik a tü r sanatı diyebiliriz buna. Gerçi
k a rik a tü rle r genellikle düşündürür, fars ise tiyatroda d ü
şünceden çok insanların spontan tepkilerini kullanıp onları
eğlendirm eye yönelir; ancak çağdaş fa rs la r içinde düşün
d ü ren ler de vardır. G ülünç yönlerin çizgileri, seyirciye bü
yüteç tu tu la ra k gösterilir. N ükteler kalın çizgili, yalın ve
belirgindir. Sürekli bir gelişim ve bütünlenm iş b ir anlam
sağlam a am aç güdülm ediğinden seyirci üzerinde dram atik
gerilim in denetim i hissedilmez. B unun için, doğaçlam a, sık
sık başvurulan artistik bir beceridir. Seyircinin, dram atik
denetm i hissetm em esinin bir nedeni gülünç d u rum ların
p arça p a rç a yaratılm asından ileri gelir. Seyirci, tek b ir ge
lişimi sü rd ü ren b ir olay dizisi karşısında değildir; birçok
yöne doğru sıçrayan gülünç d u ru m la rla eğlendirilir. Az ön
ce, fars için, sahne üzerindeki k a rik a tü r sanatı demiştik; bu
tür, in san ların zayıf ve kusurlu y anlarını büyüterek k a ri
katürleştiren bir yapıdadır. Tıpkı k arik atü rd e olduğu gibi,
b ir insanın en tipik yanını a b a rta ra k verir. Bu k a rik a tü r
kişileri seyredenler farstaki olaylara ve d u ru m la ra uzakla
şarak bakarlar; ancak farsın düşündürm e am acı çoğu kez
olm adığından bu uzaklık d a h a çok eğlendirici bir nitelik
taşır. M erak öğesi az olan farsta eğlendirici öğe ağır basar.
Seyircinin m eraklanm ası için belli ölçüde d ram atik ge
rilim e gereksinim vardır; oysa fa rsta bu gerilim az olduğun
dan m erak öğesi de bulunm az. H a tta bazı farsla rd a geri
lim hiç yoktur. B unun için de, doğaçlam a d ah a çok fars tü
rü n ü n kapm asına girer. Farsta gülünç d u ru m lar d ah a çok
gövdesel ve fiziksel hareketler yoluyla sağlandığından gör
sel bir gülünçlük sözkonusudur. İlk fars örneklerine, İtal
y a ’da com m edia erudita'ûa. rastlarız. Onsekizinci yüzyılın
en büyük İtalyan oyun yazarların d an biri olan Goldoni, bu
açıdan tiyatro tarih in in en u sta fars y azarların d an biridir.
Bizde de, T u rg u t Ö zakm an’ı, bazı oyunlarıyla u sta b ir fa rs
yazarı olarak alabiliriz.
Farsın konuşm a örgüsünde birbirinden değişik düzey
lerde geliştirilen b ir nükte bolluğu vardır. Önemli olan anki
nükte olduğundan, konuşm a özellikleri ile tip özellikleri a ra
sında sık sık bir uyum suzluk ortay a çıkar. H er oyun kişisi
h e r tü rlü nü k te savurabilir, oyundaki tav rın a uysa da uy
m asa da... B unun m antığını ancak fars sözcüğünün Latince
farcire köküne indiğimizde anlarız; bu Latince sözcüğün
anlam ı «doldurm ak»tır. Bu türde nükteler alabildiğine ko
nuşm a örgüsüne doldurulur.
Fars çok çeşitli güldürm e k u rg u la n ile donatılm ıştır.
B unları birb ir sayabilseydik bir katalog dolusu «olmaya
c a k l a r önüm üze yığılırdı. A ncak b u n la n n içinde kuşaktan
kuşağa geçen, h er çağda yeni bir şeymiş gibi kabul edilip
bıkılm ayanlar vardır. B unlardan birkaçım b u rad a örnek
olarak gösterebiliriz.
B unlardan biri, köyden gelip de elektronik gözle kendi
liğinden açılan kapıyı gören bir kişinin tepkisine benzeyen
tepkiler elde edebilm ek için kişiyi doğduğundan beri yaşa
dığı yerden alıp hiç bilm ediği b ir yere getirm ektir. Ya d a
kentte yetişip eğitim görm üş birinin kırsal yaşam içindeki
tepkileriyle sağlanan güldürüde olduğu gibi... Başka b ir
güldürü kurgusu, eskiden beri kullanılan ikizler motifidir.
B irbirine tıpatıp benziyen ikizler yoluyla sınırsız gülünç sa h
n eler elde etm ek m üm kündür. Bu iki kardeşi birbiriyle k a
rıştıra n la r olm ayacak h a ltla r yerler. Bu m otifi kullanan en
önemli oyunlardan biri Shakespeare’in Yanlışlıklar Kom ed
yası adlı yapıtıdır. Bazan ikiz motifi olm adan da, birtakım
k a rıştırm a la r gülünçlüğü sağlayabilir. Örneğin, belli sa a t
te ve yerde olm ası gereken kişi yerine başka birinin olm a
sıyla ortaya çıkan du ru m d a olduğu gibi... Farslarda, bir de
kendi kazdığı çu k u ra düşen güldürü kişileri vardır. O rta
Ç ağ'da yazılmış olan PiĞrre Patelin'de A vukat Patelin, bir
tilcm urın koynunu çalan çobana m ahkem eye çıktığında, ço
banın h e r soruya «Meee!» dem esini öğütler. Ne olursa ol
sun, davasını aldığı m üvekkili çoban, tehdit edilse bile yal
nızca «Meee!» diyecektir. Çoban, m ahkem ede, yargıcın her
sorduğuna «Meee!» diye karşılık verince d av a düşer ve avu
k a t Patelin davayı kazanır. Ancak av ukat işin sonunda, ço
b an d an avukatlık ücretini istediğinde çoban ona yine «Mee!»
diye y an ıt verir. Böylece Patelin kendi kazdığı kuyuya kendi
düşm üş olur. G örüldüğü gibi, b ü tü n farslarda, şöyle ya d a
böyle bir «kıssadan hisse» bulunur. Çağdaş farslard a ise
başka k u rg u la r ortay a çıkm ıştır. Ö rneğin, oğluna ders ver
m ek isteyen babanın, oğlundan ders alm acı ya da kocasını
ald atan kadının sonuçta kendinin aldandığını anlam ası gi
bi... Başka b ir çağdaş fars kurgusu, saf olan birinin k a şar
lanm ış k u rtla ra fark ın d a olm adan takkeyi ters giydirm e
sidir.
Fars, yalnızca insanoğlunun zayıf yan ların d an gelen
gülünç yönleri gösterm ekle kalm az, aynı zam anda zayıf
yönleri taşlıyarak seyirciye farkettirm eden bir ders verir.
Bunu eğlendirerek yaptığı için, u kalaca ya d a didaktik bir
h av ay a girmez. İnsanoğlu, gülünç bulduğu bir şeye başka»
sını düşünerek güler. Tıpkı kom edyada olduğu gibi, farsta
d a sanki b ü tü n o zaaflar başkasına aitm iş gibi algılar. Böy
lece, uzaklık kazan ır ve eleştirilen şeye akılcı yaklaşım la
yönelir. Konuşm a örgüsünde ise, seyredenin aklında kolay
c a kalacak h a tta onların başka bir fırs a tta kullanabilecek
leri nüktelere yer verir.
MELODRAM
Burlesk
«Şakacı» sözcüğünden gelen b ir terim dir. Parodiye el
verişli konuları b ir dizi gözalıcı sahneyle alaya alan ve
gü n ü n m odası olmuş herh an g i bir konuda k arşıtlıklar k u
ra ra k taşlayan hafif b ir güldürü tü rü d ü r. Çok hızla geli
şen, kesik kesik ilerliyen b ir konuşm a örgüsü bulunur. Ko
nuşm adan çok harek et ve sözsüz oyuna dayanır. Kalın çiz
gili, belirgin b ir ah lak görüşü olm ayan bu yergi tü ründe
birbirinden kopuk kısa episoslar y er alır.
ABD’de burlesk, açık saçık ve k a b a b ir gösteri tü rü
dür. Erotik görünüşler bu gösterilerde bazan pornografiye
k a d a r götürülür. A vrupa’daki Burlesk anlayışından çok
değişik bir biçim de gelişm iştir.
Revü
Belli bir tem ayı işlemek için, birbirine gevşek b ir bi
çimde bağlanm ış şarkılar, skeçler, danslar, monolog ve
benzeri gösterilere d ayanan bazan eğlendirici, bazan eleş
tirici ve taşlayıcı özellikte b ir gösteridir. Revü, güncel so
ru n la rı ve insanların zayıf y anlarını ele alıp taşlayan bir
tü rd ü r. Bir gazetede k arik atü r, fıkra, tersinlem e, eleştirel
çizgi öykü sayfası neyse, Revü de dram sanatı için öyledir.
Çok hızlı sahne değişim leri gerektiren ve aynı zam anda
doğru d ü rü st b ir dekor, giysi, ışıklam a ile gerçekleştirilen
bu tü r giderek politik b ir içerik kazanm ıştır.
A ncak b ir A vrupa tiyatro geleneğinden türetilm iş olan
Revü, ABD’de salt bir eğlence gösterisi d u ru m u n u alm ıştır.
Ne yazık ki, bu geleneğin dışında kalan ülkelerde de Revü,
ABD etkisiyle boş bir seks gösterisine dönüşm üştür.
Kabare
İspanyolca caba retta, yani «renkli çanak» anlam ına
gelen bu tü r gösteri, h er tü rlü güncel sorunu ve özellikle
siyasal ve toplum sal konuları ince b ir alayla, iğneleyici,
yerici, taşlayıcı bir tutu m la ele alıp toplum eleştirisine yö
nelir. D ışta güldürücü ve eğlendirici olm asına karşın tem el
de ciddi olan bu tü r gösteride şarkılar, danslar, skeçler, mo
nologlar, diyaloglar, diyalar, kısa filmler, kısacası ta sa rla
n a n eleştiri için ne gerekiyorsa onu sahneye getiren «renkli»
b ir karışım vardır.
Bu tü r gösterinin kaynağını A ristofanes’in kom edyala
rın d a bulabiliriz. Ancak K abare’nin kişiliğini bulm ası ilk
kez ondokuzuncu yüzyılın sonlarında olm uştur. 1881 yılın
d a ressam R Salis’in M onm artre’daki «Chat Noir» adlı k a h
vehanesinde başlayan bu tü r gösteri ve d ah a sonra çeşitli
kişiler tara fın d a n yaygınlaştırılm ıştır. 1885’te halk ozanı
B ru a n t’m «Le M irliton»un kab are tiyatrosundan sonra Guil-
b a rt'in «Divan Japonais» kurulm uştur. A lm anya’da ilk k a
bare, 1901 yılında sanatçı W olzogen’in kurduğu «Über-
brettl»idir. Aynı yıl ünlü yönetm en Max R einhardt’ın
«Schall und Rauch» adlı k ab are tiyatrosu b u n u izlemiştir.
Birinci D ünya Savaşı’ndan sonra bu tü r tiy atro lar özellikle
A lm anya’da çoğalm ıştır. Yirmili yıllarda Berlin'de Brecht,
Tucholsky, K aestner, M ehring gibi önemli y azar ve sanatçı
ların bu tü re önem verdikleri görülür. H itler'in başa geç
mesiyle bu tü r k ab are tiyatroları faşizm e karşı protesto ni
teliğinde bir süre yaşıyabilm iştir. B unların içinde «Pfeffer-
mühle» ve «Cornichon» en önem lileridir. İkinci D ünya Sava-
şı’ndan sonra ise K abare çok d a h a önem kazanm ış ve A vru
p a ’nın hem en h e r kentinde yaygınlaşm ıştır.
Türkiye’de ilk kabare tiyatrosu diyeceğimiz çaba, y a
bancılar tara fın d a n 1906’da İstanbul’da açılıp 1910’a k a d a r
çalışm asını sü rd ü ren «Catocloum» dur. A ncak Türkiye’nin
ilk gerçek K abare Tiyatrosu, bundan elli altı yıl sonra yine
İstanbul’d a H aldun T aner’in öncülüğünde açılm ıştır. İlk
gösterisi 24 Nisan 1962’de Taksim ’deki Gen-Ar T iyatrosun
da düzenlenm iştir. T aner d a h a sonra, 1967/8 tiyatro döne
m inde «Devekuşu K abare Tiyatrosu» adını verdiği sürekli
topluluğu kurm uştur. Bu tiyatro bugün de etkinliğini Me
tin A kpm ar - Zeki A lasya İkilisi yönetim ini sürdürm ekte
dir. «Devekuşu»nun açılışından sonra, kısa süreli birkaç Ka
bare tiyatrosu d a h a açılm ıştır. B unlar «Üç M aymun». «Çu
valdız», M arko P aşa kabare tiyatrolarıdır.
Skeç
O layları uzun uzadıya geliştirm eden, en can alıcı çiz
giler içinde veren, çoğu kez günlük olaylara ve aile sorun
ların a değinen, bir nükte ile biten, esprili, kısa süreli güldü
rü türü. Eu tür, gevşek dokulu çeşitli gösterilere kurgulanır.
Vodvil, Burlesk, Revü gibi k u rg u dizgesine göre ortaya çı
k arılan gösterilerde yerini alır. Ayrıca, radyo ve televizyon
izlencelerinde ve özellikle bu n ların eğlence program larında
bulunur.
Vodvil
Birbirine gevşek biçimde bağlı bölüm lerden k u ru lu şar-
kılı bir oyundur. Bölümler y a müzikli, y a dram atik, ya ak
robatik, ya kalın çizgili güldürü, ya d a tabloları kapsaya
cak biçimdedir. Y anılgılara, ve olguların tuhaflığına da
yan d ırılarak geliştirilen kalın çizgili b ir güldürü havasın-
dadır. A ncak bölüm leri kısadır. B una hafif m üzikli oyun d a
denilebilir.
Vodvil, adını, N orm andiya’d a bu lu n an küçük b ir köy
den alır: «Vaudville» ya da «vau de Vire», yani Vire Vadisi
ezgileri... Taşlam ayı getiren, politik popüler b alad ları içe
ren hafif güldürü d u ru m u n d a başlangıcını yapan Vodvil,
d ah a sonra ticari bir eğlence aracı d u ru m u n a gelm iştir. Scri-
be, Sardou ve Labiche gibi Fransız yazarlarının, halkın m ü
zikli oyunlara olan isteğini görerek yazdıkları vodviller, gi
derek b ulvar tiyatrolarının d ağ arın d a görülm eye b aşlan
mış, oradan d a radyo ve televizyona yönelm iştir.
Opera
A ntik Y unan tiyatrosu örnek alınarak, başka deyişle
korolu, danslı antik tragedya gösterilerinin yeniden yaşatıl
m ası düşünülerek Rönesans’ta ortay a çıkmış, ele aldığı ko
nuyu m üziğe d ay an d ırarak geliştiren tür. Bu oyunların ko
n u ları müziğe uym ası açısından belli açılardan seçilir. Ko
n u şm aların tüm ü şarkıyla olduğundan, seçilecek konunun
d a b u n a uygun olması gereklidir. B aştan aşağı m üzikle ge
liştirilen bu tür, konularını çoğu kez ta rih te n ve mitoloji
den alır.
Opera, kendine özgü biçimini alm adan önce, m itolojik
konuları işleyen pastorallerden gelişm iştir. 1471 yılında, Po-
liziano adlı bir besteci M antua’da Orfeo adlı yapıtını sahne
ye çıkartm ıştır. Bu alışagelinm iş tü rlerden d a h a değişik b ir
oyundu; gülünç sahnelerle ciddi sahneler içiçeydi. Bu oyun
d a ve b u n a benzer öteki pastrollerde, hem solo, hem de
şark ıları vardı.
O pera biçim inin tam o larak gelişmesi Floransa’d a bir-
a ra y a gelen b ir g urup m eraklılar tara fın d a n hızlandırıldı.
V ernio Kontu, Giovanni Bardi, m üzikli oyunları geliştirm ek
için bir akadem i kurdu. «Camerata» adını alan bu küçük
akadem ide, uzun tartışm alard an ve birçok deneyden sonra
tiyatro tarih in in ilk gerçek operası doğdu: 1594 yılında Rinu-
cini'nin m etni ve Iacopo Peri’nin bestesi ile Daphne seyirci
önüne çıkarıldı.
B ardi’nin akadem isi şiir ile m üziği uyum lu bir yolda
kullanm ayı am açlam ıştı, ancak opera biçimi geliştikçe m ü
zik sözleri boğm aya başladı; m elodram yokolm aya yerini
operaya bırakm aya başladı. G iderek beste m etinden d a h a
önemli oldu ve m etin yazarını a rk a p lan a itti. Onyedinci
yüzyılın başında M onteverdi’nin dehası ile opera d ah a bü
yük bir gelişme gösterdi. Peri’nin akadem ik havadaki bes
teleri yerini M onteverdi’nin coşkulu bestelerine bıraktı.
Göz kam aştırıcı dekorlar ve giysilerle oynanan opera,
giderek iyi oyunculardan çok iyi şarkıcılara gereksinim
duydu. D ram atik oyun yerine, lirik ve d ram atik özellikleri
olan sesler opera sahnesine egemen oldu. Çağım ızda opera
giderek sözlü tiyatroya d a h a çok yaklaşm aktadır.
Operet
M üzikli Dram
Bu yeni m üzikli oyun tü rü hem sözlü tiyatrodan hem
de operadan bazı özellikler alm ıştır. Buna müziği kullanan
d ram atik tiyatro d a diyebiliriz. O pera’da m üzik ağ ır b a s
tıkça tiy atro n u n dram atik öğeleri yerini lirik ve duygusal
öğelere bırakm ıştır. Oysa M üzikli D ram ile m üziğin niteliği
değişm em ekle birlikte, d ram atik öğe yeniden kazanılm ıştır.
Söylenen a ry a ların operadaki k ad ar önemli olduğu bu tü r
oyunda, operada savsaklanan k a ra k te r derinliği ve konu ni
teliği b u ra d a önem kazanm ıştır. M etnini G ertrude Stein’ın
yazdığı ve m üziğin Virgil Thom pson’un bestelediği Üç Bö
lüm de Dört Ermiş bu yeni biçimi getiren ilk örnek sayıla
bilir. D aha sonra İtalyan bestecisi M enotti’nin Telefon ve
Evde Kalmış Kızla Hırsız adlı küçük denem elerinden sonra,
yazm ış olduğu M edyum bu tü rü n en başarılı örneklerinden
biri oldu. Bu y a p ıtta konuşm a şarkı olarak geliştirildiği
halde, sözler m üzik baş köşeye a lın a ra k söylenmez. Aynı
bestecinin Konsolos adlı yapıtında, k a ra k terler olağan, hiç
b ir özellikleri olm ayan kişilerdir. Bir m odem tragedya h a
vasında gelişen bu m üzikli dram d a baş oyun kişisi, Gesta-
po tehdidinden kaçıp ku rtu lm ak isteyen, hiçbir özelliği ol
m ayan M agda Sorel’dir.
M üzikli D ram ’ın operadan en önemli ayrılığı, d ram atik
aksiyonun sözlü tiyatrodaki gibi gelişmesi, operadaki yü
celtilm iş ve idealleştirilm iş harek etlerin yerine, gerçekçi,
inandırıcı h areketleri getirm esidir.
IV. BÖ LÜM :
Sanat O rtam ı
İşte bu düşünceler genç yazarları ve sanatçıları büyük
ölçüde etkiledi. Onsekizinci yüzyılın sonlarına doğru önce
Fransız yazarları a rasın d a giderek yoğunlaşan bir başkal
dırı sanatı ve yazını başladı. A ydınlanm a çağının iyim ser
liği yok oldu; b u n u n yerine despotluğa, m onarşi anlayışına
ve a risto k ra tla ra karşı bir direnm e ortaya çıktı. Rom antik
y azarların karşı çıkışı yalnızca b u n lara karşı değildi; onlar,
aynı zam anda, klasiklerin yaşam dan uzak, tu tu cu görüşle
rine ve otoriteye bağım lılıklarına, sınırsız bir özgürlük tu t
kusuyla karşı çıkıyorlardı. M ercier, Paris’in Tablosu adını
verdiği yapıtında, «rezalet peşinde koşan m onarşi»ye ve
«ayrıcalıklı sınıflarca saldırıyor; Cham ort, «Saraylara savaş
kulübelere barış» sloganıyla b ay rak açıyordu. Öte yanda,
A ydınlanm a Dönem in’in son büyük yazarların d an biri olan
Beaum archais, Figaro'nun D üğünü ile toplum taşlam asına
b u ru k bir h avayla giriyordu.
Rom antizm olarak adlandırılan sa n at ve yazın alan ın
daki bu başkaldırm a ya da özgürleşm e akımı, anaparacı
bu rju v a düzenine, yani «yitirilmiş düşler» düzenine, tica
re t yaşam ına ve kazancın bayağılığına karşı b ir ay aklan
m aydı. Klasik yazarlara, onları sınırlayan ve ezen h er tü rlü
otoriteye karşı duruyorlardı. Bu tu tk u lu olduğu k a d a r coş
k u lu ayaklanm a, aynı zam anda çelişkiliydi de; çünkü bu
alcım içindeki çeşitli yazarlar, özde ve biçimde özgürlükten
sözederken ayrı yollara yöneliyorlar ve sonuçta da b irb ir
lerinden uzak düşüyorlar, bu da onları bir dağılm aya sü-
rüklüyordu. Sözgelimi, A lm an R om antiklerinden Novalis,
G oethe’nin W ilhelm M eister adlı rom anını sert bir dille eleş
tirirken, başka bir Alm an Romantiği, Friedrich Schlegel,
aşırı övgü dolu bir dille bu yapıtı göklere çıkartıyordu. Jo
h a n n W olfgang von Goethe, bu rom anda bu rju v a değerle
rini olum lu b ir açıdan ele almış, güzellik düşkünlüğünden
(estetizm ’den) sıkıcı bir bu rju v a düzeninde etkin bir yaşa
yışa giden yolu anlatm ıştır. Novalis ise kesinlikle karşıydı
buna. «Ayaklar, oyuncular, yosm alar ve d a r kafalı in sa n la r
d an başka bir şey yok bu rom anda. G erçekler etkisi altın d a
kalanlar, başka bir rom an okumazlar,» diyordu. Böylece,
Rom antizm, k ü ltü r tarihçisi E m est Fischer’in deyimiyle,
küçük b u rju v a duyarlığının ölçüleri içinde, gelişen anapa-
racı toplum daki çelişkilerin felsefede, yazında ve sa n a tta
eksiksiz bir biçimde yansım asıydı. Bu akım başlangıçta
soyluların klasisizmine, onun k u ral ve ölçülerine, soylu bi
çime, içinden güncel konuların ayıklandığı bir b urjuva
ayaklanm asıydı. Bu R om antik başkaldırıcılar için konular
sınırsızdı. Herşey sa n a t konusu olabilirdi. Novalis, «Roman
tikleşm ek demek, yalın bir şeyi yüceltm ek, sıradan b ir şe
ye anlaşılm az b ir görünüm kazandırm ak, bilinen b ir şey®
bilinm eyenin saygıdeğer niteliğini verm ek, demektir,» di
yordu, İngiltere’de ozan Shelley, Şiirin Savunm ası adını
verdiği yazısında, «Şiir (...) bilinen nesneleri bilinmeyen,
şeylerm iş gibi gösterir,* diyerek Rom antiklerin özgürlük
anlayışını belirtm iş oluyordu. Alm an oyun yazarı Georg
Büchner, Hessenii Köy Postacısı adlı bildirisine, C ham fort’
un ortay a attığı «Saraylara savaş, kulübelere barış» sloga
nıyla başlıyordu. Kısacası, Fischer’in çok güzel betim lediği
gibi, Ronm antizm , Klasisizmin bakım lı m ahçesinden, yeni
yollar bulm ak ve yeni şeyler görm ek için, geniş dünyanın
yabanıl o rm an ların a açılan bir yoldu.
R om antiklere göre, an ap aracı düzende, birey, toplum un
karşısında, b ir aracıd an yoksun olarak tek b aşına kalm ıştı.
Yalnızlık içinde kendine dönen yazar, yaşam ak için kendi
ni p a z ara süererken, b ir yandan d a b ir «dâhi »olarak bu r
juva düzenine m eydan okuyor, yitirilm iş b ir ulusal birliği
düşlüyor, kafasında y arattığı gçmiş ya da gelecek b ir toplu
yaşayış düzenini özlüyordu. Romantizm, gerçekten de kül
tü r tarih in in önemli bir aşam asıdır. Bir y andan sınır ta n ı
m adan yeni u fu k la ra yönelmiş, öte y andan geçmişe, gele
neğe ve m asal dünyasına dönm üştür.
Ulusal bağım sızlık savaşlarının k a h ra m an la rın a hay
ran lık duyan, am a sonunda büyük b ir düş kırıklığına uğ
ray a n Rom anitkler, çeşitli ülkelerde değişik yönlerde ge
liştiler. A ncak bu akım ın değişmeyen, belirgin özellikleri
v ardın
1) Rom antiklerin kendi yerlerini bulam adıkları bir
dünyadaki iç tedirginlikleri;
2) Yeni b ir ulusal birlik özlemini doğuran güvensizlik
ve kopmuşluk;
3) Halk kültürüyle ve efsaneleriyle ilgilenm eleri (Ro
m antik sanatçı için, halk nerdeyse gizemsel birlik niteliğini
taşıyan bir kavram dı);
4) Bireyin hayıtsız şartsız eşitsizliğine inanm aları;
5) R om antiklerin kendini bir yandan bağım sız ve b u r
juva dünyasının düşm anı saym aları, öte y andan da fark ın
d a olm adan o düzenin b ir aracı d u ru m u n a gelm eleri
onların değişmeyen, tipik özellikleridir. Sonuncusu Rom an
tiklerin en büyük çelişkisiydi.
«A lm an Y oksulluğu»
•Fırtına ve A tılış•
«H aydutlar•
Y eni R om antizm
Simgeciliğe geçm eden önce, çağın getirdiği yeni h a v a
n ın ve doğalcılığın etkisiyle Ronm antizm in girdiği yeni
yolu d a kısaca görelim.
Doğalcı y azarların giderek güç kazan m aların a karşın,
Rom antizm in 1870'lere değin, etkili bir yolda sürm esinin
nedenlerinin başında özgürlük ve ulusçuluk devinim i v ar
dı. A vrupa'da h â lâ özgürlüklerini kazanam am ış ve bir ulus
olm a hakirini elde edememiş h alk lar vardı. Rom antizm in
1870’leıd en sonra gücünü yitirm eye başlam ası, aynı yıllar
içinde A vrupa'nın birliğini kuram am ış son ülkesi A lm an
ya'nın d a sonunda birliğini kurabilm iş olmasıydı.
1830'dan sonraki Rom antizm 'in yeni yönelişi neydi? Bu
tarih ten itib aren «Gotik Ronmatizm» canlılığını yitirm iş,
b unun yerine, çağdışı doğalcılık gibi 1) duygu söm ürüsüne
karşı çıkan ve 2) gözlerini günlük yaşam a çeviren bir an
layış gelm iştir. Goethe ve Hegel ile doruğunu bulan Estetik
Dönem sona ermiş, bunun yerini Bilimsel ve Deneyse! Dö
nem alm ıştır. A rtık önemli olan «homo sapiens» (düşünen
insan) değil, «homo faber» (çalışan insan)dı. 1830’dan son
rak i R om antikler insanı d a h a çok eylem içinde gösterm eye
başladılar. A ncak Rom antizm ’in çağa aykırı düşen bir çeliş
kisi sürüyordu: Toplum a karşı BEN’i vurguluyordu Tıpkı
İzlenimci ressam lar gibi, dünyayı buzlu cam ardından gös
teriyorlardı; parçalanm ıştı dünyaları, noktalara, yırtıklara,
y a m a lara dönüşm ütşü; güzel, am a gerçek olm ayan bir d ü n
yaydı bu. Cezanne, insansız b ir doğayı y am alarla veriyor
du, Sisley, Monet, Utrillo doğayı ve insanları belirsiz bir
görünüş ile sisler içinde gösteriyorlardı, S eurat ise bu d ü n
yayı ve in sanları atom ları birbirinden ayrılm ış bir hayalet
ler dünyası olarak tanım lıyordu.
Rom atizm akım ının bu ikinci dönem inde başı çeken ya
zar hiç kuşkusuz Victor Hugo’dur. Hugo, 1827’de Cromwell
oyunu için yazdığı önsözde, «M cdem sanatın am acı güzellik
değil, yaşam dır,» diyerek çağm a uygun b ir oyun biçimi is
tiyordu. Nitekim, aynı yazısını şöyle sürdürüyordu Hugo-.
«Bu dü n y a içinde varolan herşeyin güzel olmadığını, güze
lin y am sıra çirkinin de varolduğunu kabul ediyor m odem
düşünce!» Crom well’in önsözünde kendi ilkelerini duyuran
Hugo, tiyatrodaki ilk başarısını, 1830’d a oynanan He m a n i
adlı oyunuyla sağlam ıştır. O nun bu oyunla getirdiği yeni
likler ortayı karıştırınca, Fransa'daki Rom antizm 'in yeni
yönelişinin başlangıcı olarak bu oyun kabul edilmiştir. Hugo,
etkin sesiyle, Racine gibi, F ransa’nın Tiyatro Tanrısı olam a
m ışsa da, Racine gibi Tiyatro T anrıları üzerinde kuşkunun
uyanm asına neden olm uştur.
1830 yılında, H em ani ile hız kazanan Rom antizm ’in, yi
ne H ugo’n u n 1343’te yayım ladığı, Les Burgraves (Yönetici
ler) ’i ile hızı kesildi, denilebilir. B unun nedenlerini yalnızca
H ugo’nun k u su rların d a aram ak yanlış olur. Rom antizm za
ten, pozitivist düşüncelerin etkisiyle kendisini biraz yenile
m iş de olsa, kendi parlak dönemini çoktan kapatm ıştı. Ç ün
kü içinde bulunduğu çağa a y k ın özellikleri vardı. A slında
doğalcılığın gelişme süreci içinde, Romantizm, yeni düşü n
celerin etkisiyle, birkaç yerden sürgün verip yeniden yeşer
mişti. Am a bu çağın değişm e hızı yanında, cılız b ir fidan
olarak kalm ış, sonunda da h e r akım gibi, yerini bir sonraki
akım a bırakm ıştı. A ncak şurası kesin: Rom antizm yirm inci
yüzyıl san atın ı hazırlayan ilk adım dı.
Yansım alar
D arw in’in «kalıtım» (Soyaçekim), «türlerin çatışması»,
«güçlü olanın varlığını sürdürm esi», Balzac’ın «çevre», Zola’
m n «deney» k av ram ları İbsen, S trindberg ve H auptm ann'
m y ap ıtların a yansım ıştır.
Kalıtım sorunu, b aşta İbsen’in H ortlaklar adlı oyunu 0 I7
m ak üzere, birçok oyunda üzerinde oldukça sık kullanılan
d ram atik d u ru m lard an biridir. H ortlaklar'da Oswald’in k a
lıtım sal hastalığı ile eski geleneklerin, bağnaz düşüncelerin
kalıtım sal bir h astalık olarak yeni k u şak lara aşılanm ak is
tediği arasın d a bir paralel çekilm iştir. Osw ald’in annesi Ba
yan Alving, II. P erde’de Rahip M anders’e şöyle der: «Hepi
m izin ho rtlak olduğunu düşünüyorum rah ip efendi, yalnız
ca analarım ızın ve babalarım ızın bize bırak tık ları şeylerin
içimizde sürm eleriyle kalm ıyor ki... H er şey öyle ...Bir sü rü
ölü fikir, hayatsız eski inançlar... H içbirinde h ay at yok, b u
n a rağm en h e r yanım ızı sarm ışlar... Ve biz de b u n lard an
kurtulam ıyoruz.» Oswald babasına benzer, davranışları ise
adeta babasını te k ra rla r durum dadır. İbsen'in Moro’sında
Dr. R ank’ın kalıtım sal hastalığı oyunun m otiflerinden b iri
dir. S trindberg’in Baha’sında Y üzbaşı’nın soydan gelen h a s
talığı sözkonusudur. H auptm ann’ın Barış Şenliği ile G ün
Doğarken adlı oyunlarında yine soyaçekim sorunu günde
me gelir. İkinci oyunda, Çiftçi’nin alkolizm inin kızı H elen’in
geçtiğini izleriz.
T ürlerin çatışm ası, yine bu y azarların değişik oyunla
rın d a karşım ıza çıkar. Bazı oyunlarda bu erkek-kadın cins
lerinin çatışm asını da içerir. H auptm ann’ın Rose Berrtd, Ib~
sen'in Nora, Yapı Ustası Solness, Hedda Gabler, Yaban Ör
deği, S trindberg’in Baba ve M atm azel Julie’sinde cinsler
arasındaki çatışm a b ü tü n şiddetiyle sü re r gider.
Güçlü olanın varlığını sürdürm esi düşüncesi, doğalcı
oyunların a n a m otifini ortay a çıkarm ıştır. Bu düşünce, bi-
rey-toplum , tutuculuk-yeni düşünceler ve kuşak çatışm ala
rının özü olm uştur. Hortlaklar'd a Bayan Alving’in çevreye
ve kendine yenilmesi, Baba’da, geri kafalı L aura’nın a ra ş
tırm acı, ileri düşünceli kocasına, hileyle deli gömleği giydi
rip onu toplum içinde yoketmesi, H ebbel’in M aria Magdale-
n a ’sm da, Anton U sta’nın tem sil ettiği gerici çevre yüzün
den, katı tutum uyla, kızı K lara’nın kendini öldürm esine ne
den olması, H auptm ann’m D okum acılar’m da, acı çeken do
kum a işçilerinin yenilgisi, D arw in'in y a z arla r üstündeki e t
kisini gösterir. Değişmekte olan b ir çağda en büyük engel
olarak, tutuculuk, geri kafalılık, m odası geçmiş ahlâk an
layışı, y a z arla r tara fın d a n te k ra r te k ra r vurgulanm ıştır.
H abbel’in, Îbsen’in, Balzacm, S trindberg’in ve G erhardt
H au ptm ann’ın y ap ıtların d a kötü ve bağnaz b ir çevrenin
bireyi nasıl yokettiği işlenm iştir. Birey, henüz gelişme ayak
uyduram am ış b ir çevrenin baskılı çarkı altın d a ezilir. Top
lum daki gericiler kötüdürler, h e r tü rlü gelişmeyi engeller
ler; oysa toplum un insanı yaşatm ası için yeni düşüncelere
açık olması gerekir. Ö zgürlük düşüncesi, doğalcı y a z arla r
da, çevre ile ilişkisi açısından ele alınm ıştır. İnsan h ak lan ,
kadın h a k la n , işçi hakları, düşünce özgürlüğü, bu y azarla
rın en çok vurguladıkları k av ram lar olm uştur.
Deneyin önemi de, doğalcı y azarların hem en b ü tü n y a
p ıtların d a m antıklı yerini alır. Baba’da, Yüzbaşı, deneyler
ve bilimsel a ra ştırm a lar yapan ileri görüşlü biridir. Yapı
Ustası Solness'te k ah ram an hep yeni binalar, kuleler yap
m ak isteyen bir m im ardır. H ortlaklar'd a Bayan Alving, eği
tim görmüş, aydın bir kadındır. John Gabriel Borkm ann'
da, İbsen’in kah ram an ı yine eğitimli, ileri görüşlü bir kişi
dir. Evlilik kurum u, bu pozitivist çağın y azarları ta ra fın
dan tartışm aya konulm uştur. Yetersiz evlenm eler ve b u n
ların nedenleri güncel tem alardan biridir. Nora, Baba, Y a
pı Ustası Solness ve benzeri birçok oyunda bu konu ta rtı
şılır. Deney düşüncesi, y azarların kendi deneyim lerini y a
p ıtların a yan sıtm aların a neden olm uştur. Bu otobiyografik
yazarlar, çevrelerindeki ve kendi özel yaşam larındaki olay
ları, birer sorun olarak y ap ıtların a aktarm ışlardır. Ö rneğin
Y apı Ustası Solness'teki H ilda VVangel, Solness’in hay alin
de yaşayan b ir gençlik simgesi olarak kabul edilebilir. Hil
da, «sağlıklı b ir vicdan» dan söz eder. Hilda, Solness’in vic
danını a rıta n b ir simge olduğu kadar, bu oyun kişisinin or
tay a çıkm asında etken olan İbsen’in yaşam ına girm iş kadın
ları da dikkate alm ak gerekir. B unlardan biri, M ünihli b ir
ressam Helene R aff’tır. O yundaki H ilda’y a benzeyen bir
başkası, yazarın bu oyunun taslağını ithaf ettiği Norveçli
piyanist H ildur A ndersen’dir. Başka bir örnek de N ora ka
rakteridir. İbsen, N ora k arak teri için L aura Kieler’i model
olarak alm ıştır. L aura Kieler de, N ora gibi sahte çek im
zalamış, kocasıyla sıkıntıları olan bir kadındır. Kieler’in oğ
lu n a göre, H ilda VVangel’in kişiliğinde L aura Kieler'i ta n ı
m ak kolaydır. Laura, İbsen’in kafasında hüzünlü bir anı
olarak yaşam ıştır; tıpkı Solness’in suçluluk duygusu gibi...
Yapı l/sia sı’ndaki Solness’in karısı Aline ile İbsen’in ka
rısı Susannah a ra sın d a bir paralellik vardır. İbsen bu oyunu
yazdığında karısıyla arasın d a büyük bir soğukluk v a r
dı. Öte yanda, Hilda, bazı sahnelerde, İbsen’in Tiroller’de
tanıştığı onsekiz yaşındaki, V iyanalı Emilie B ardach’ı anım
satır. Emilie Bardach, Yapı U stasının yayım lanm asından
sonra, Solness H ilda’yı «O rangia Prensesi» diye anm asını
im â ederek İbsen’e b ir resm ini yollamış ve resm in altını
«Orangia Prensesi» diye im zalam ıştır. İbsen. Emilie ile tan ış
tığında dünya çapında bir y azar olduğundan genç kızın il
gisini çekmiştir; ayrıca Em ilie’nin bir karakteristiği H ilda’
d a kendini gösterir-, Emilie, kanı kaynayan ve evli kadınla
rın kocalarını çalm aktan haz duyan bir genç kızdır. Emilie
B ardach bunu an ıların d a itira f etm iştir.
ibsen, Yapı Ustası'nı yazdığında ü n ü n ü n doruğundaydı.
B una karşın, 64 yaşın verdiği tedirginlikle, kendi yarattığı
Solness’ine benzer b ir korku içindeydi. G ücünün yakında
tükeneceğinden ve yazam ıyacağından korkuyordu; tıpkı
Solness’in korktuğu gibi... Solness, yetenekli, genç M im ar
R ag n ar’dan korkar. îbsen de yeni p a rla y an genç y a z arla r
d a n korkuyordu. Nitekim, 1891'de, o dönem in genç kuşak
y azarların d an K nut Ham sun, b ir toplantıda, herkesin önün
de İbsen’e çatm ış ve İbsen’in gençlerin çok değer verdiği iki
özellikten yoksun olduğunu belirtm işti: bunlar, psikolojik
derinliğin ve inandırıcı insan ilişkilerinin yokluğu... îbsen,
bu toplantıda, K nut H am sun’u dikkatle dinlemişti. Ancak
Solness’in gençlikten korkusu ile İbsen’in tedirginliği a ra
sında fa rk vardır. Norveç gençliği, İbsen’i, yaşam ı boyunca
tutm uş ve sevmiştir; ve gençlik onu kendilerine engel olan
biri olarak değil, on lara yol gösteren b ir büyük y azar olarak
alkışlam ıştır. Ne ki, îbsen’in k arak teri bu liderliği benimsi-
yecek özellikte değildi. İşte onu asıl tedirgin eden buydu.
StMGECİLİK
DIŞAVURUMCULUK
D ışavurum cu Yazarlar
Bu büyüyen m odem kentlerde, b u rju v alar aileyi geniş
bir klan olarak görüyorlar ve babaerkil ailenin yaşam ası
için ellerinden geleni yapıyorlardı. Baba otoritesi, aile baş-
kanının sözü h e r şeydi. A ncak toplum kendi gelişimi içinde
kav ram lard a ve düşüncelerde değişiyordu. Çocuklar da,
babalarının kuşağını köhnem iş buluyorlar, onların otorite
sine, düşüncelerine başkaldırıyorlardı. Baba otoritesi, gide
rek, egemen güçlerin otoritesi ile özdeşleşiyor ve genç ku
şaklar, babalarım ı karşısına geçiyorlardı. Aile çevresinden
başlayan bu başkaldırı, okuldaki otoriteye, giderek devlet
otoritesine başkaldırıya dönüşüyordu. Ailede başlayan bu
otoriteyi yitirm e duygusu da, genç k u şak lard a bir «öksüz
evlat», «yalnız bırakılm ış oğul ya d a kız» duygusunu geliş
tiriyordu. İlerde göreceğim iz gibi, D ışavurum cu y azarların
tüm ünde otoriteye başkaldırm a ve «öksüz evlat» duygusu
egem endir.
A ncak b u n a karşılık, eski kuşak d a çocuklarını an la
m ak yerine, bu otoriteyi bırakm am ak kararındaydı. O nun
için de, b a b a la r ve oğullar arasında, giderek derinleşen b ir
u çurum oluşuyordu. Gücü elinde tu ta n eski kuşak k arşısın
d a genç kuşak kendini «kovalanan av hayvanı» gibi hisse
diyordu. Franz Kafka, Babaya M ektup adını verdiği yazı
sın d a şöyle der: «Bizim aram ızdaki yabancılaşm ada senin
suçsuz olduğuna inanıyorum . A m a ben de kendim in aynı
derecede suçsuz olduğu kanısındayım .» Franz W erfel ise,
Öldüren Değil, Ö ldürenler Suçlu adlı öyküsünde şöyle y a
z a n «Galiba h e r ikimiz de, ikim izin dışında olan ve ikimizin
de anlam adığı b ir yasanın yönetimindeyiz, uzaktayken b ir
birim izi arıyor, y anyana gelince birbirim izden n efret etm e
miz gerektiğini anlıyoruz.» K afka ve W erfel gibi, birçok
dışavurum cu y azar baba-oğul ilişkisiyle eski-yeni kuşak ça
tışm asını dile getirm işlerdir.
Arnold Bronnen, Baba Katli, W. H asenclever Oğul, Rein
h a rd Sorge, Dilenci, von d er Goltz Baba ile Oğul, Kafka
Durşm a ile b a b a oğul çatışm asını çeşitli duyarlık düzeyle
rinde verm işlerdir. Bu yazarlar, aynı duyarlığı köhnem iş
okul eğitim ine ve otoritesine karşı d a gösterm işlerdir. Frank
W edekind Baharın Uyanışı, Max Halbe Gençlik, Heinrich
M ann Profesör U nrat ve H erm ann Hesse Dönme Dolabın
A ltın d a adlı yapıtlarıyla okullardaki ve aile çevrelerindeki
baskıyı, yanlış eğitim i yansıtm ışlardır. G erçekten de okul
la rd a büyük b ir baskı vardı ve bunun ad ın a d a disiplin de
niliyordu. Bu dönemde çok sayıda öğrencinin kendi canına
kıydığı istatistiklerle saptanm ıştır. Bütün A lm an okulların
d a b ir in tih a r salgını başgösterm işti. Profesör G urlitt adm-
ad ın d a b ir bilim adamı, ondokuzuncu yüzyılın son yirm i
yılı içinde 1152 okul öğrencisinin kendine kıydığını sap ta
m ıştır, ki böyle b ir şey, A lm anya’nın tarihinde görülm üş
b ir şey değildir.
A ncak bu kendine kıym aların nedenini yalnızca okul
disiplininde a ram ak da yanlış olur. O dönem in Alm an b u r
juvazisinin de bu in tih arlard a rolü büyüktür. Gençler eski
kuşağın tu tu m u k arşısında büyük bir um utsuzluğa kapıl
m ışlardı; çünkü gençler, babalarının, ikiyüzlülüğe ve p a ra
sal çık a rla ra dayanan, h er tü rlü kirli işi büyük b ir nezaket
le yapan, h e r tü rlü cinayeti ahlak m askesi altın d a isleyen
kuşağına karşı, n efret ve korku duyuyor, böyle b ir dünyada
yaşam anın gereksizliğine inanıyorlardı. Yanlış da olsa, o
gü n ü n koşulları içinde kurtu lu şu n ölümde olduğuna inanı
yorlardı. G ençler ailelerinden, top lu m lan n d an kopmuş, yal
nız kalm ış, başkaldırdıkları takdirde b ir böcek gibi kafaları
ezilen kişilerdi. İşte D ışavurum culuk, böyle b ir gelişim sü
reci içine girm iş olan A lm anya’d a doğdu.
D ışavurum cu yazarlar, tutu m ları ve eğilim leri açısından
a ra la rın d a ayrılsalar da, birlik oldukları önemli nokta, İm
p a ra to r W ilhelm burjuvazisine karşı olm aları ve yeni, iyi
b ir düzeni düşlem eleridir. O n la n n y ap ıtların d a iki an a te
m a otoriteye başkaldırı ve daha iyi bir d üzen isteği’dir. On
la r yalnızca b ab aların ı yoketm e isteği taşımıyorlardı-, buna
bağlı o larak bab aların ı doğru ve iyi b ir toplum düzenine
çıkartm ayı am açlıyorlardı. Eskinin yıkıntıları üzerine yep
yeni bir A lm anya k urm ak istiyorlardı. O nun için de Ro
m antiklerde izlenen değer tanım azlık bu akım ın y a z arla rın
d a yoktu.
A ncak d ışavurum cular a ra sın d a bu noktada birb irin
den a y rılan la r d a vardı: a) b ir uçta, bozuk düzenin yerine
neyin getirileceği üzerine b ir fikri olm ayanlar; onlar yal
nızca bu pis düzenin yıkılm asını istiyorlardı; b) öbür uçta,
varolan düzenin yıkılm asını isterken, ku ru lacak olan yeni
düzenin nasıl bir düzen olması üzerine dikkatlerini çeviren
ler vardı. Bu ‘b’ öbeğindeki y a z arla r kendi ara ların d a ikiye
ayrılabilirler: Gelecek toplum un ancak üretim ilişkileri ve
altyapı ele a lın a ra k kurulabileceğine in an a n lar olduğu gibi,
toplum un yeni b aştan düzenlenm esini değil, insan ru h u n u n
iç niteliklerinin yükseltilm esi gibi, gizemci bir eğilimi be-
nim siyenler vardı. İlk öbekte olanları toplum cu, ikinci öbek
te olanları hüm anist olarak d a tanım layabiliriz. İlk öbek
te olanlar iyi bir düzenin ancak üretim ilişkilerinin yeni
den düzenlenm esi ve değerin emekle ölçülmesini isteyenler
di. İkinciler ise insanın tem elde iyi olduğuna inanıyorlardı.
O nlara göre, insan ru h u n u n temel nitelikleri özgürlüğe eriş
tiği takdirde, tüm insanlık d a evrensel bir sevgi bağıyla
birbirine bağlanabilecekti. A ncak düşünceleri açısından bir
birinden ayrılm ış olan dışavurum cular tek b ir am açta bir-
leşiyorlardi: V arolan köhnem iş ve yozlaşm ış düzene baş
kaldırı ve yepyeni bir düzenin kurulm ası...
D ışavurum cuların küçük b ir bölüm ü bozuk düzenin ye
rine neyin getirileceği üzerine fikri olm ayanlardı; onlar yal
nızca bu pis düzenin yok olm asını istiyorlardı. Y azarların
büyük bir bölüm ü ise, m evcut düzenin yıkılm asını isterken,
dikkatlerini, ku ru lacak olan yeni düzenin nasıl b ir düzen
olması gerektiği üzerine çevirenlerdi. Bu İkinciler kendi
a ra ların d a ikiye ayrılırlar: 1) Gelecek toplum un ancak b ü
yük bir değimişle kurulabileceğine inananlar: B unlar M ark-
sistlerdi. Bu y azarların başında E rnst Toller gelir. B yazar,
A lm anya’yı ancak kom ünizm in k u rta rac a ğ ın a inanıyordu-,
onun için de, tüm den bir yapı değişikliği istiyordu. Toller
üzerine ş u n la n okuruz: «Kurt Eisner ile birlikte, savaşa
karşı yürüyüşü düzenlem iştir. 1918’de M ünih’te C ephane
Yapım işçilerinin grevine aktif olarak katılm ıştır. T utuk
lanm ış ve ay lar sonra serbest bırakılm ıştır. M ünih’teki «Îş-
çi-Köylü-Asker Sovyeti» başkanlığını yapm ıştır. 1018 yılın
da, M ünih’te k u ru lan Bavyera Sovyet C um huriyeti'ne Baş
kanlık etm iştir. 1919 yılında tutuklanm ış ve beş yıla hüküm
giymiştir.» S avaştan nefret eden Toller, 1939’d a II. D ünya
Savaşı çıkınca dehşet içinde paniğe kapılarak New York’ta
bir otel odasında kendini asarak in tih ar etm iştir.
2) Bu gu ru p tak i yazarlar, toplum un yeni b a şta n d ü
zenlenebilm esi için önce insan ru h u n u n iç niteliklerinin yük
seltilm esi gibi, gizemci bir eğilim içindeydiler. O nlar işe bi
reyden başlanm ası gerektiğine inanıyorlardı. O nlara göre
insan tem elde iyiydi ve insan ru h u n u n baskıdan, tutsaklık
ta n ku rtarılm ası gerektiği düşüncesiyle yazıyorlardı. O n la
r a göze insan ru h u n u n temel nitelikleri özgürlüğe eriştiği
takdirde, tüm insanlık d a evrensel bir sevgi bağıyla birbir-
leriyle uzlaşacaktı. Örneğin, bu y a zarlard an birinin şu ta
nım ı b ir fikir verebilin «Korku ve yalan atm osferinin k a
rışıklığında b ir yüz görünm eye başladı: Bu, insanoğlunun
yüzüydü. D oğaüstü parlaklıkta, b ir y aratığın yüzü.»
A ncak b ü tü n d ışavurum cular tek bir am açta birleşiyor-
lardi: M evcut köhnem iş düzene başkaldırı, yepyeni, daha iyi
bir düzenin kurulm ası gerekliliği.
D ışavurum cuların yapıtları, sim gecilerde olduğu gibi,
soyut ve fizikötesi şeyler değildi; sim geciler gibi çıkış nok
ta la rı öznellik değildi. Som ut toplum sal koşullardan h a re
ket ederek yazıyorlardı oyunlarını. D ışavurum cular, sanatın
insanlığa yardım cı olmasını, san atın insan yaşam ına katkısı
olması gerektiğine inanıyorlardı. O nun için de, y ığınlara yö
nelmek, h alk içinde yaygınlaşm ak istiyorlardı.
M evcut düzene radikal bir biçim de saldıran «status quo»
cu y a z arla r a ra sın d a Georg Heym ve G ustav Sack en önde
adı anılacak olanlardır. D aha iyi bir dünyanın gerekliliğini,
o dünyayı belirlem eden istiyenlerin başında, adeti in tih ar
edercesine savaşa katılan ve 17 yaşında ölen, ilk dışavurum
cu oyun olan Dilenci’yi yazan D einhard Sorge vardır. H ü
m anist öbekte izlediğimiz üçüncü eğilimde y a z arla r da,
m evcut düzenin yıkılm ası gerektiği üzerinde durm adan, ön
ce insan o n u ru n a yakışır d a h a iyi bir düzeni gösterm ek is
tiyorlardı. B unlar a ra sın d a C ari Sternheim ve Carl H aupt
m ann b a şta gelen yazarlardır. Sonuncusunu doğalcılıkla
başlayıp gerçekçilik akım ı içinde yer alan G erh ard t H aupt
m ann ile k arıştırm am ak gerekir.
Negetivist ve sosyo-politik eğilim yanısıra, b u üçüncü
öbekte, negatif ve pozitif k avram ların içiçe olduğu dışavu
rum culuğun tem el eğilimi vardır. Bu öbekteki yazarlar, in
san ların aslında iyi olduklarını, am a m evcut düzenin o n lan
kötü yaptıklarını savunurlar. Böyle bir düzenden k u rtu lu n
ca, insanların uyum ve karşılıklı sevgi içinde yaşıyabile-
ceklerini vu rg u larlar. B una b ir örnek Cari H auptm ann’ın
Savaş adlı oyunudur. Bu oyunda, çok uluslu şirketlerin sırf
kazanç düşüncesiyle çıkartm ış oldukları savaş yüzünden
m evcut düzenin ve toplum un yokedildiği ele alınır. Bu yok-
olan toplum un külleri üzerinde, yavaş yavaş karşılıklı gü
vene dayalı b ir düzenin doğduğu belirtilir. Bu d a yepyeni
insanı vareder.
Aynı eğilimde olan, insanın tem elde iyi olduğunu v u r
gulayan oyunların en önem lilerinden biri de, Cari Stem -
heim ’ın Kilot adlı oyunudur. Sternheim , bu oyununda, b u r
juvayı eleştirirken, k u ru lu toplum düzeni içinde bu rju v a
nın iyi olan niteliklerinin o rtay a çıkm adığını belirtir. Ya
zar, bu oyununda, bu rju v ay a saldırm adığını, burjuvanın,
sahip olduğu erdem lerinin bilincine varm ası için o n lan
uyardığını söyler.
«Pathos»
S ternheim ’m KiZoi’unda, Sorge’nin Dilenci’sinde tiyat-
ral öğeler ön plandadır. A ynca bu oyunlardaki retorik eği
lim bu tü r oyunu d a h a d a tiy atral bir d u ru m a getirir. Stem -
heim ’ın oyununda tersinlem e ve taşlam a, Sorge’nin oyunun
daki grotesk öğeler de bu tiyatralliği vurgular.
D ışavurum cu oyunlarda iki önemli özellik RETORİK ve
PATHOS’tur. Az önce de belirttiğim iz gibi, dışavurum cu
oyunlarda, İm parator II. W ilhelm A lm anya’sına karşı d u
yulan n efret şu üç eğilimi getirm iştir: 1) Negativist, 2)
Sosyo-politik, 3) A narşik-hüm anist. Carl Zuckm ayer’in Kö
penick Y üzbaşısı adlı etkili oyunu II. W ilhelm dönemi Al
m an y a’sında olmuş bir olaya d a y a n ara k m ilitarizm ile fa
şizm in bir açım lam asını getirir. Bu oyunda, yalnızca su
b a y la ra ve ü st rütbelilere üniform a diken terzi W orm ser’in
şu sözler, o dönem deki anlayışı b ir tersinlem eyle getirin
«insanlık teğm en rütbesiyle başlar, ondan aşağısı m aym un
luktur.» B urada d a görüldüğü gibi dışavurum cu üslup, anti-
tezci, dinam ik ve retorikçi’dir.
D ışavurum cuların term inolojisinde pathos (acı verici
öğe) çok büyük b ir rol oynar. O dönem in yazarları te k ra r
te k ra r bu kavram üzerinde d u rm u şlard ır’ Pathos dışavu
rum cu yazının ve tiyatronun karak teristik b ir öğesidir.
A m a bu «yeni bir tü r pathetik öğe»dir. Pathos, «yaşamın te
mel atm osferidir». Alm an yazınında Pathos sözcüğü, çeşitli
kap sam lard a kullanılır.
B unların biri, bir yapıtın ahlaksal-etik özü anlam ına
gelir; bu Schiller’in tem sil ettiği bir görüştür. O na göre
Pathos, aklın doğaya olan ü stünlüğünü belirten m anevi öz
g ü rlü k tü r. Schiller’in anladığı Pathos, iradenin başarılı bir
biçim de duygulara karşı koyabilm esi’dir.
Şurası kesin ki, bu anlam da b ir Pathos, D ışavurum cu
la r için geçerli değildir. Örneğin, Heym ’ı ele alırsak, ondan
m anevi özgürlüğünü elde eden insanlık sorunu yoktur.
O nun yapıtlarında, insan hiç değişm eyen b ir acıyı çeker;
am a iradesizdir, aklını kullanm az, pasiftir, kendi denetim i
dışındaki güçlerin elinde çaresizdir. Bu da Schiller’in ide
aline ters düşen b ir yöneliştir. Nitekim, D ışavurum culardan
K urt Hiller, onun deyimiyle «Schiller’in küçültücü Pathos’u»
n a saldırm ıştır. D ışavurum cu y a z arla ra göre, II. W ilhelm
A lm anya’sının eğitim sistem i ve halk ahlakının görünüm ü,
«aklın değerli olan özelliklerini de değersiz kılan» yapay ve
şişirilmiş bir idealizmdi. A ncak b u ra d a Schiller’in Pathos
kavram ının önemli bir yanı d a gözden kaçmış oluyordu;
çünkü Schiller, felsefi açıdan, insan aklının otonom luğun-
dan, yani kendi kendini yönetm e özerkliğinden sözediyordu.
Pathos kavram ının ikinci kapsam ı D ışavurum cularda
o rta y a çıktı. D ışavurum culara göre, patetik sanatçı, a n tite
ze ulaşabilm ek için, ekndi dinam ik etkisini okuyucusuna ya
d a seyircisine iletm ek ister. Böylece, Emil S taiger’in de be-"
lirttiği gibi, geleneksel anlam daki Pathos, dışavurum cu ü s
lu p ta görülen ANTİTEZ, DİNAMİZM VE RETORİK’i kapsa
maz. A lm an D ışavurum culuğu, Alm an yazınının özellik ta
şıyan bir m irasıdır. D ışavurum culuk ile Barok a ra sın d a
gizli b ir bağlantı vardır. Bu akım ın içeriğine ve yapısına
baktığım ızda, Barok’ta izlediğimiz Pathos’un soyut stilistik
kavram ını buluruz. (Barok, deyince onyedinci yüzyılın si
yasal, toplum sal, yazm sal-tarihsel öğelerinden ortay a çıkan
kendine özgü anlayışı kastediyoruz).
Barok, PATHOS’u T anrı ile İnsan arasındaki ilişkiyi
o rtay a çıkarm ada kullanm şıtır. O ysa D ışavurum culuk,
PATHOS’u, inasn ile insan arasındaki ilişkiyi gösterm ede
kullanm ıştır. B unun için. B arok'taki p atnos’u geleneksel,
D ışavurum culuk’takini ise, retorik pathos olarak anlıyabi-
liriz. GELENEKSEL PATHOS’ta, seyircinin duygusal algıla
m a yoluyla etiklenip sansılm ası düşünülm üştür. RETORİK
PATHOS’ta, yani D ışavurum culuğun kullandığı Pathos’ta,
seyirci, görünüşteki karm aşanın ardındaki dünyayı tan ım a
sı için uyarılm aktadır. Başka deyişle, b u ra d a Pathos, bir
d u ru m u n tu tk u y la bilincinde olm aktır.
Bu akım daki y a z arla r tiyatro araçlarından, sahne tek
nik aygıtlarından yararlan m ay ı seviyorlardı; b u n ları k ul
lanırken tiyatroya uygun yepyeni b ir biçim önerilerini de
getiriyorlardı. Piscator’un «Politik Tiyatrosu» ile Brecht'in
«Epik Tiyatrosu» dışavurum culuğun bulgularından y a ra r
lanm ıştır. Bu yönden onların sahne tekniği açısından yap
tık ları denem eler hiç de yab an a atılacak gibi değildi.
D ışavurum cuların oyunlarındaki yapı d a kendine öz
güydü: 1) Bu oyunlarda uzun bölüm ler yerine, kısa episod-
la r vardı; 2) O yun kişileri d a h a çok çeşitli düşünceleri kav
ram ları ve toplum kesitlerini tem sil ediyorlardı; 3) Konuş
m a örgüsü ise şiirli konuşm alardan k u ru m akine ta k ırtı
ların a k a d a r genişleyen bir dil yapısına sahipti; 4) G erçek
çi dekor yerine, atm osferi sağlayacak yükseltiler, basam ak
lar, eğik düzeyler kullanılıyordu ve ışıklam a atm osferi sağ
lam ada baş etken oluyordu; 5) Düşünceyi iletm ede projek
siyon ve sinem a filmi gibi sanatsal a ra ç la r kullanılyordu;
6) Sahne üzerinde seyirci imgelem ini zenginleştirecek y a d a
anlatım olanakları sağlayacak h e r tü rlü etm en kullanılı
yordu.
Sim gecilerin içedönüklüğüne karşı olan dışavurum cu
lar, birey psikolojisinden çok yığın psikolojisi ile ilgilenm iş
lerdir. O yunlarındaki a n a tem aları ortay a çıkaran üç te
m el tepki v a rd ın b u n lar savaşa, ticaret ve p a ra düzenine,
b ir de b urjuva bireyine ve aile anlayışına karşı olan tepki
lerdir. D ışavurum cu oyun kişileri çoğu kez acı çeken, yalnız,
dışa dönük ve dış güçlerle savaşan kişilerdir.
İlk dışavurum cu oyun, 1912’de yazılan R einhard Sorge’
nin Dilenci’sidir. Bu oyun varolan düzenin yıkılm asını ve
ütopik yeni bir dünya imgesini getirm esi açısından, d a h a
önce saydığım ız ikinci eğilime girer. Bu oldukça şiirsel oyun
d a yazarın eleştirdiği b urjuva düzeninin kalıplaşm ış güzel
lik ve ahlak anlayışı yadsınır. Yeni bir dünya imgesi y a ra
tılır. Ç atışm a genç bir ozan olan oğul ile ru h hastası olan
b a b a arasın d a geçer. O yunun a n a çatışm ası baba ile oğulun
ölüm -kalım savaşı üzerine kurulm uştur. Oğul’un idealizmi,
p a ra n ın yönettiği babanın otoritesi ile karşıtlanm ıştır.
Başka b ir dışavurum cu y a z ar W alter H asenclever’in
Oğul adlı oyununda ise d a h a d a ileri gidilerek, bir çocuğun
gerekirse anasını babasını yoketm ekte hakkı olduğu bile sa
vunulur. Bu d a y u k ard a belirttiğim iz birinci eğilime girer:
yani varolan düzene fanatikçe saldırm a, am a yokedilecek
şeyin ard ın d an neyin konulacağı üzerinde fikri olm am a...
Belli Başlı Yazarlar
A lm an D ışavurum cu y azarları arasında, en ünlüleri
Georg Kaiser, E rnst Toller ve genç Bertolt Brecnt’tir. B recht
sonradan D ışavurum culardan ayrılm ış ve kendi kuram ını,
estetiğini ve uygulam alarıyla çağdaş tiyatroyu etkilem iştir.
Yirmiye yakın oyun yazan Georg K aiser’in 1918 ile
1920 y ıllan arasın d a yazdığı Gaz, kapitalist sanayileşm e
nin toplum daki etkilerini ve sonuçlanm asını genişlem esine
ele alır. Y azar kişileri, psikolojik bireyler olarak gösterm e
yerine, KOLLEKTİF İNSAN’ın geniş çaptaki sorunlarını ele
alır. Y azarın 1916’d a yazdığı Sabahtan Geceyarısına adlı
oyunu, küçük b ir b an k a m em urunun k ah ram an olduğu b ir
yapıttır. A ncak bu m em ur d a halk yığınını yansılar. Kaiser*
in son oyunu olan M edusa'nm C ankurtaran Sandalı hem
içeriği, hem biçimi açısından ilginçtir. Bu oyunda gemileri
b a ta n onüç gencin bir can filikasındaki yaşam ları ele alın
m ıştır. Yazar, sandalın dışındaki dünyayı, yani denizi, karşı
çıktığı bozuk düzen olarak alm ıştır.
D ışavurum cu akım ın en ilginç yazarı olan E m est Tol-
le r’in hapiste yazdığı ilk oyunu Değişim'dir. Bu oyun, b ir
sanatçının giderek a rta n başkaldırı duygularını dile getirir.
Oyun, biri gerçekçi, öbürü simgesel olm ak üzere iki p lan d a
gelişir. Gerçekçi sahneler oyun kişisinin günlük yaşam ını,
sim gesel sahneler, onun biliçaltı yaşam ını verir. B urada
savaşa, savaşı çık artan kapitalistlere ve egem en güçlere
toplum un başkaldırm ası gerektiği, yeni bir düzenin, yeni
in sanın ortay a çıkartılm ası zorunluluğu savunulur. Y azarın
1920’de yazdığı Yığm -lnsan'd a baş oyun kişisi bir kadındır;
İhtilâle katılan bir burjuvadır. Sonia kapitalistlerin em rin
de çalışarak bilm eden savaşa hizm et eden işçileri bilinçlen
dirm ek, onları burjuvanın tutsaklığından k u rta rm a k için
çalışan b ir devrim cidir. A yaklanm a kanlı bir biçimde bas
tırılır. Sonia önce tutuklanır, sonra d a öldürülür. Am a işçi
ler de bilinçlenm iştir. Toller’in başka b ir ilginç oyunu d a
M akine Kıranlar'dır. 1922’de yazdığı bu oyunda ondokuzun-
cu yüzyılın ilk yarısında, işçileri yerlerinden eden m aki
neleri nefretle k ıran işçileri görürüz. Çok sayıda oyun ya
za r Toller’in dünyaca ünlü b ir oyunu da, 1927’de yazdığı
Hayda Yaşıyoruz adını taşır. Toller, bu oyununda, T. D ünya
Savaşı sonrasındaki A lm anya’yı ele alm ıştır. O, bu oyunu
nu, Erwin Piscator’un sahne anlayışına göre, sinem a, pro
jeksiyon ve ses tekniğine uygun olarak yazm ıştır. Karşı dev
rim cilerin güçlendiğini gösteren bu oyununda, devrim ci
düşüncelerini, sekiz yıl b ir tım arhanede kalm aya zorlandığı
halde, yitirm em iş olan Karl Thomas ile faşistlerin bakam
olmuş Kilman a d ların d a iki eski arkadaşın çatışm asını işle
m iştir. Toller, bu yapıtında, 1918 devrim ciliği ile 1927 opor
tünizm inin arasındaki uçurum.u gösterm iştir.
Bertolt B recht’in ilk dört oyunu D ışavurum cu’dur. G er
çi b u n lard an sonraki oyunlarında d a D ışavurum culuğun iz
lerini görm ek m üm künse de, o, tam am en değişik bir yola
girm iştir. O nun ilk oyunu, Baal, Georg B üchner’in Woyzeck*
İnden etkilenilerek yazılm ıştır. Bu oyunda Baal, ölürken,
dünyanın T an rı’nın pisliğinden varolduğunu fısıldar. O yun
d a kötülük tara fın d a n kirletilen ve akıl dışı güçlerin kö r
gözleriyle yönetilen bir dünya vardır; ve insan bütün b u n
ların karşısında çaresizdir. Brecht’in aynı yıl, 1918'da yaz
dığı Gece Çalan Davullar, cephede savaşan asker ile savaş
ta n dolayı zengin olan vurguncuların rahatlığı ve yaşam ı
karşılaştırılır. Y azan n 1921 ile 1923 yılları a rasın d a yazdığı
Kentlerin O rm anlarında adlı oyununda iki kafadar, kendi
denetim leri dışındaki güçler tarafın d an sürüklenirler. Bu
ra d a insan yalnızlığı, çaresizliği ve kopm uşluğu vurgulanır.
B recht’in 1923/1924 yılları içinde yazdığı 11. Edward ise, bi
linçaltı güçlerine karşı koyam am aktaki güçsüzlüğü ile ken
d i kendini yokeden bir kıralı ele alır.
D ışavurum culuğu güçlü bir uzantısı olan, am a aynı za
m an d a gerçekçi akım içinde de büyüyen bir y a z ar Cari
Zuckm ayer’dir. D ışavurum culuğun etkisi otuzlu yıllara k a
d a r sürm üştür. Y azarın otuzlu yılların başında yazdığı Kö"
penick Yüzbaşısı bu akım ın belki de en güçlü oyunlarından
biridir. Bu oyunda, ilerinin A lm anya’sını ve bütün A vrupa’
yı etkiliyecek olan II. D ünya Savaşı’nı çık artan Nazizmin
doğuşunu gösteren bir toplum kesiti ele alınm ıştır.
D ışavurum cu akım ın y azarları için temel antitez, o dö
nem deki m evcut düzendi. Bu antitez olan düzende, insan
la r yalnızlığa itilm işlerdi. O nun için de, b ü tü n in san ların
tek bir yürek olarak atacağı yepyeni bir düzene gereksinim
vardı. Bu kapsam içinde, D ışavurum culuğun toplum sal te
m a la ra eğilmesi, b ir açıdan evrensel değerler önünde in sa n
lığın d u ru m u u tiy atral bir anlatım la açıklam a çabasını içe
rir.
GERÇEKÇİLİK
Gerçekçiliğin s ın ırla n çok geniş bir a la n a yayılır. Hele
kavram olarak esnek olduğu o ran d a belirsizdir. Gerçekçilik
deyince, bazen nesnel gerçekçiliği kabul eden bir tutum u,
bazan da anlatım ı ve üslubu belirleyen bir yöntem i a n la t
m ak isteriz. Üstelik bu ikisini ayıran çizgi de h er /a m a n
kesin değildir. Örneğin, «gerçekçi» sözcüğü Hom eros’tan
M ilton'a, Sofokles’ten Shakespeare’e, Tolstoy’dan G orki’ye
k a d a r birçok y azar için kullanılır; çünkü gerçekçiliği var-
eden gerçeklik içinde bulunduğu sayısız ilişkiyi kapsar.
Gerçekçiliği b ir yöntem değil de, bir tutum olarak tanım
larsak, görürüz ki birtakım soyut sa n at anlayışları dışında,
b ü tü n sa n at gerçekçi sanattır. Böyle olunca, genelde tüm
san atın gerçekçi olduğunu izleriz. Öyleyse, bu bölümde
akım ları ele aldığım ıza göre, gerçekçilik kavram ını, belli bir
toplum sal yansım ayı içeren bir yöntem olarak ele alm am ız
gerekm ektedir. Ç ünkü gerçek yazın gibi, gerçekçi tiyatro
d a belli bir toplum sal gelişm enin ürü n ü d ü r.
Gerçekçi sa n a t anlayışı aşam alar dizisine d ay an an k a
palı b ir toplum un değil, açık b ir bu rju v a toplum unun san at
anlayışıdır. Tarihsel gelişim içinde, sanat, yazın ve toplum
düşüncesi, feodalizm den serbest kapitalizm e doğru tarihin
gidişini yansıtm ası yönünden sürekli bir biçimde yeni olgu
la rla karşı k arışya geliyordu: A ydınlanm acılarm , Fransız
dom ekratik bu rju v a devrim i ile geleceğini sandıkları top
lum sal uyum , gerçeklikle karşılaştığında sarsıntıy a u ğ ra
mıştı; çünkü an ap aracı düzen uyum lu bir insan yerine,
uyum suz insani; tu ta rlı bir toplum yerine, bölünm üş bir top
lumu; in san lar arası uyuşm a yerine yabancılaşm ayı; ve or
ta k iyilik için yaşayan birey yerine, bencil bireyi yaratm ış
tı. H er şeyi kapsayan çıkarcılık duyarlığı olan herkesi öy
lesine tiksindirm iştir ki, yaratıcı in san lar anaparacı düze
ne büyük b ir tepkiyle karşı çıkm ışlardır. D aha önce de
belirttiğim gibi, bu süreç Rom antik başkaldırıyla ve Rous-
se au ’n u n bu rju v a uygarlığına saldırm asıyla başlam ıştı.
Kimsesiz Ben’in rom antik başkaldırısından ve soyluların ve
halkın tepkilerinin garip karışım ından b urjuva değerlerine
k arşı olan saldırıdan Eleştirel G erçekçilik ortay a çıktı.
Eleştirel G erçekçilik
B urjuva toplum a rom antikçe karşı çıkış, b ir süre sonra
o toplum un bir eleştirisine dönüştü. Rom antizm ile G erçek
çilik birbirinin tam karşısında olan görüşler değildir. Ro
m antizm , d a h a çok eleştirel gerçekçiliğin ilk evrelerinden
biridir. Eleştirel gerçekçiliğin kapsam ı içinde birçok görüş
bulunur; örneğin, burjuvaya aşağılayarak b ir bakış, F ran
sız İhtilali sonrası bu rju v a toplum unu kökten suçlam a, dö
nüşüm cü u m u tları getirm e, vb... Bütün bu görüşlerde bur-
Juva toplum unun o günkü d urum a karşı eleştirel b ir tutum
vardır. A m a bu tu tu m ya aşağılayıcı, y a alaycı, y a dönü
şüm cü ya d a değertanım az olarak belirir.
İlk gerçekçilerin çevreyi anlatm alarındaki en belirgin
yan görgücülüktür (am prizim dir). Bu k ah ram an ların or
tay a konuluşunda görülür: bu kişiler uslarının ve yürekle
rin in derinlerinde geçenlerle değil, d a h a çok eylem leriyle
verilirler. Ö rneğin, ondokuzuncu yüzyılın en önemli Alm an
y azarların d an biri olan Hebbel’in Maria M agdalena adlı y a
pıtında, A nton U sta eski kuşağın temsilcisi olan kalıplaşm ış
b ir «saygı» ve «erdem» anıtıdır. Kızı K lara evlenmeye zor
landığı adam tara fın d a n terkedilince, babasının çevresine
gereğinden çok önem verm esi ve katılığı yüzünden, çocu
ğunu doğurm ak yerine, k u rtu lu şu kendini kuyuya ata rak
yoketm ekte bulur. Doğal olarak bu ilk gerçekçilikte, ger
çekliğin am pirik çizimiyle kah ram am n idealleştirilm esi eği
limi yanyanadır. İlk bak ışta garip görünebilecek olan bu
çelişki, «Aydınlatm a Düşüncesi»ne ve «Ahlakı»na d ayanan
gerçekçiliğin savunm akta olduğu özgürlük kavram ından
çıkm ıştır. R önesans’ta ortaya atılan Doğa Felsefesi’nin «in
san özgrü ve eşit doğm uştur» ilkesi, R ousseau’nun ve gide
rek Fransız b u rju v a ihtilalinin düşüncelerinde yer almıştı.
İnsanoğlu zincirlerinden k u rtu ld u mu, artık uyum lu b ir
toplum un doğacağı inancı yerleştirilm eye çalışılmıştı; çünkü
soyut h u k u k açısından bakıldığında insan, doğuştan eşit
ve özgürdü.
İlk gerçekçilikte, ahlakçılık ile toplum sal ahlakın eleş
tirisi yanyanadır. Nitekim, Hebbel, «yalnızca insanların a h
lak kav ram ların a olan ilişkilerini ele alm ak değil, o kav
ram ların doğru olup olm adıklarının sınanm ası gerektiği»
üzerinde duruyordu. Yazar, oyununda kimseyi suçlam az:
«Ben bu dünyayı a rtık anlam ıyorum,» diyen A nton U sta da,
kızı K lara kadar, bu oyunun trajik kişisidir; A nton U sta
hiçbir şeyin fark ın d a değildir, çünkü an ap aracı düzen b a ş
tan sona onu ald atan bir ahlak anlayışını geliştirm iştir. Ay
rıca, eski düzenin çöküşünü y ansıtan feodal d ü n y a ile feo
dal bilinç, ah la k ilkelerini korum anın ve güçlü kılm anın
çok uzağındaydı.
D aha önce açıkladığım ız gibi, doğacılık, fotoğrafik im
geler ile gerçekliği kopya etm e ilkesini işler. Zola’nın, Bal-
zac’ın yazdığı Cousine Bette için söyledikleri ilginçtir- «Bal
zac, tıpkı fotoğraf çeker gibi, gözlemde bulunduğu olaylar
la yetinm iyor, yapıtındaki kişiliğini silerek, a ra y a d a gir
miyor. (...) Kısacası b ü tü n iş olayları doğrudan ele ala rak
d u rum ları, koşulların ve çevrenin değişm eleriyle ortay a çı
k an etkilerle gelişen olayların işleyişini incelemektedir.» Bu
yüzden doğalcı estetik, sa n at ve yazını yalnızca yoksullaş
tırm ak la kalm am ış, im genin bilinç değerini, dolayısıyla sa
n a tın bilinç değerini küçültm üştür. Doğalcılık, toplum cu ol
su n ya d a olmasın, yaşam ı şiirden yoksun bırakm ıştır. Da
h a sonra sim gecilerin «gövdeyi bırakın, ru h u verin,» slo
g an ı da b u n u n içinde geçerlik kazanm ıştır. Doğalcılığın şe
m atik yöntem leri, gerçekliğin gizli düzenini, güzelliğini ve
zenginliğini kavaryam am ıştır. Ö rneğin, dörtyüze yakın oyun
y azan Eugène Scribe La B ruyere’in «bir kitabın yazılması,
b ir saatin yapılm ası k a d a r teknik ister» düşünceline içten
likle inanarak, oyun yazım ın bu «saat işçiliği»ni getirm iş bir
yazardır. Bu tutum u, onu, biçimi ön p lan a alarak, özü k a
ra n lığ a itm esine yetm iştir. Scribe’in getirm iş olduğu «İyi
K urulu O y u m u n yapısal yetkinliği, eklem yerlerinden sağ
lam ca tu ttu ru lm u ş bir iskeletten başka b ir şey değildi. Scri
be, insanlık açısından önemli olan bir ta rih olayını gerçek
çilik, doğalcılığın tersine, eşyanın yüzeyde görünüşünü de
ğil, özünü ortay a koyar; bu da gerçekçiliğin estetik alanm ı
zenginleştirir ve renklendirir.
Norveçli y azar H enrik İbsen, başı doğalcılıkta elleri ger
çekçilikte olan b ir yazardır. O nun için çeşitli nitelikler sıra»
lanm ıştır. U ygarlığın önemli b ir geçiş dönem inde ortaya
çıkan bu yazar, bazen b ir devrimci, bazen anarşist, bazen
ütopist, bazen de neye başkaldırdığım bilm eyen bir refor
m ist olarak değerlendirilm iştir. İbsen’in ustalık dönem inde
yazm ış olduğu ve gerçeklik açısından tu ta rlı olan Bir Bebek
Evi de, düşsel b ir oyun olan Peer G ynt’ten d a h a yetkin de
ğildir. Bu oyunda, kocasına ve çevresine karşı başkaldıran
b ir kadın vardır. N ora özgürlüğünü istiyordu; am a bu öz
gürlükle ne yapacağını bilmiyordu. İbsen’in birçok oyunun
d a özgürlük düşüncesi soyut bir şey olarak kalır. Peer G ynt
ise ru h sal yıkıntı ile gelen özgürlüğü sim geliyordu. Gençlik
Birliği'nde ise çağın gelişim ine aykırı bir tez vardı: Ö zgür
lük siyasal yoldan elde edilemez, denilm ek isteniyordu.
H ortlaklar’d a ise, özgürlüğün birtakım ölü düşünceler a ra
sında yeşerm iyeceği öne sürülüyordu. B uradaki özgürlük
anlayışı d a günlük yaşam daki pratikle uyuşm ayan soyut
h u k u k k av ram ından yola çıkıyordu.
Îbsen’in giderek içine kapanm ası, sim gelere kaçması,
çağının bazı y azarları gibi, kendi tu tu m u içinde anaparacı
bu rju v a dünyasının parçalanışını görmesi ve göstermesi,
am a b u n lara b ir çözüm, b ir çıkış yolu bulam am ası, onun
geleceğin dünyasını düşünem em esinden ileri geliyordu. Bir
yönden, Ibsen de, doğalcıların toplum sal koşulların değişe
bileceğini gösterm em e direnişini sürd ü rd ü ğ ü izlenir.
A lm anya’d a G erhadt H auptm ann’ın ilk pyunu G ün Do
ğarken, Tolstoy’un Karanlığın G ücü'nden etkilenilerek ya
zılmıştı. Bu y ap ıtta d a toplum un bozuk y anlarını eleştirel
b ir tutum la sergilem ede acım asız b ir sertlik vardı. Am a bu
sertlik şiirsel bir sıcaklıkla korunuyordu. O nun İbsen’den
ay rılan yanı güzel konuşm alara ve şem atik a y rın tılara g ir
m em esinden ortay a çıkar. H auptm ^.nn’ın D akum acılar'ı
1840 yılında Silezya’d a dokum acıların ayaklanışını işler.
H auptm ann’m dedesi b ir dokum a işçisiydi ve bu ayaklan
m aya katılm ıştı. Üstelik, yazar, m addeci dünya görüşünü
ve Z im m erm ann’ın Ekonom i Tarihi adlı incelem e kitabını
d a biliyordu. B unların etkisi altın d a kalm ıştı. Bu yönden
çağın sorunlarını, bazı eksikleriyle, İbsen’den d a h a iyi kav
ram ıştı.
D okum acılar b ir açıdan Zola’nm G erm inal’indeki m a
denci ayaklanm asından esinlenilen bir yapıttır. A ncak Ha-
u p tm a n n ’m Zola’ya olan üstünlüğü olayları ab artm adan ya
d a idealleştirm eden, nesnel b ir bakışla işlemesidir. Bu oyun
tek b ir kişinin çığlığı değil, işçi hak ların ı ele alan b ir yığının
çığlığıydı. Tek b ir k ah ram an yerine, tüm em ekçilerin baş
oyun kişisi olduğu bir oyundu. H auptm ann, en azından bu
oyunuyla doğalcı yazarların, dolaysısıyla Zola’nın, m ekanik
neden anlayışından ayrılıyordu; çünkü doğalcılıkta izledi
ğimiz m ekanik nedensellikte b ir h a lk a b ir sonrakine sımsı
kı bağlı, esnekliği ve olasılık düşüncesi olm ayan, b ir zincir
vardır. Doğalcılığın yaklaşım biçim inde birincil özellikler,
ikincil özelliklere karışm ıştır. Özel olan genel olanın önünü
kapam ıştır. B unun içinde, yüzeydekinin tem elinde yatan ve
onun hareketini belirleyen yaşam süreçlerini aydınlığa çı
k a rta c a k güçten yoksundur ve gerçekliğin fotoğrafik b ir
kopyasıdır.
Oysa H au ptm ann’ın bu oynunda, nedensellik, yapıt ile
yapıtın kesim leri arasın d a organik bir b ütünlük oluşturur,
a y rın tılar raslantısal değildir; olay dizisi ile kişiler a ra sın
daki ilişki sürekli b ir gelişim d u ru m u n d ad ır ve hepsinden
önemlisi tarihsel b ir bakış açısı getirir.
H au p tm an n ’ın son oyunu G ün Batarken'de um utsuz
b ir so n b ah ar sevgisinin işlendiği görülür. İlk oyunlarından
biri olan Y alnız İnsanlar’ı anım satan bir havası vardır. Genç
kuşağın eski kuşaktan kopm uşluğu ve tek başına kalm ışlığı
b u oyundaki belirli b ir biçimde ortay a çıkar.
H auptm ann'm bu rom antik eğilim inden çıkarak gerçek
çilik ile rom antizm arasındaki benzerliklere kısaca değin
m ekte y a ra r var. Gerçekçilik de, rom antizm in yeşerdiği ay
nı tarihsel to p rak tan beslenm iştir; aynı ideolojik görevi, y a
n i tarihsel ilerlem enin gerçekliğini ve değişim yönünü o rta
y a koym a görevini yüklenm iştir. Puşkin, Balzac, Gogol,
S tendhal ve benzerlerinin yapıtlarındaki rom antik öğelerin
varlığı «gözle g ö rü n ü r sonuçlar elde etm ek»ten ileri gelir.
H er iki akım da da an ap aracı gerçekliğin aslında bireyin
y a ra rın a olm adığı yargısı vardır. A ncak ilerici nitelikteki
rom antizm an ap aracı dizgenin yalnızca toplum sal eleştirisi
ile uğraşırken, gerçekçilik liberalizm e doğru yolalan b u r
ju v a toplum daki çelişkilerin toplum sal niteliğini açıklam a
y a çalışm ıştır. Balzac’ın deyişiyle, «Gerçekçilik, gözle görü
n ü r sonuçlara götüren» toplum sal çözümlemeyi de kapsa
m ayı bilm iştir.
Gerçekliğin özü toplum çözümlemesiydi; başka deyişle,
toplum içindeki insan yaşam ının, birey ile toplum a rasın d a
ki ilişkinin ve toplum yapısının incelenmesi, betim lenm esi
bu çözüm lem enin ilkeleriydi. Gerçekçilik, insanı içinde ya
şadığı toplum sal çevrenin dışına rastlan tısal b ir biçimde
çıkartm az; tam tersine gerçekliğin çelişkilerini ortay a ko
yabilm ek için, toplum sal ilişkiler diyalektiğini algılayıp
b u n ların altını çizmeye yönelir. Gerçekçi yazar, bireysel
o lay larla fenom enlerin a rd ın d a bulu n an çeşitli toplum sal
güçlerin eylem inin ve karşı eylem inin genel çizgilerini gös
terir. B unun içindir ki, gerçekliği kökeni yazarın gerçeklik
bilincindedir.
Bu özellikleri kapsay an y a zarlard an biri de Lev Tols
toy’dur. Gerçekçi yönelim R usya’d a önce Pisemski ile baş
lam ış, Gogol, Gribodeyov gibi y a z arla rla belirgin d u ru m a
gelm iş ve Turgenyev, Ostrovski gibi y a z arla r tara fın d a n ge
liştirilm işti. A ncak gerçekçilik Tolstoy ile d a h a p a rla k b ir
dönem ine girm iştir.
Tolstoy, tiyatroya, ilk kez Şarapçı Ustası adlı oyunuyla
girdi. Bu oyunda, köylüler a ra sın d a yayılan içkiciliğin kö
tü sonuçları üzerinde duruyordu yazar. Bu oyunu acı bir
oyun izledi: Karanlığın Gücü. A vrupa’nın değişik anlayış
taki yazarlarını etkileyen bu oyun, Tolstoy’un ahlaksal, top
lum sal, insancıl ve estetik bildirisinin özüm lenm esini geti
riyordu. Tolstoy, gerçekliğin fiziksel yanlarını canlı b ir bi
çim de betim lerken, insanın iç dünyasının en gizli köşeleri
ne de yönelebiliyordu. O, kalabalık içindeki bireyi gözden
kaçırm am ayı bilm iştir. O nun tüm oyun kişilerinin toplum la
olan ilişkileri yanısıra, içsel bir değer taşıdıklarını izleriz.
Bu kişiler m addi ve m anevi yaşam değerlerini kendi emek
leriyle y a ra tırla r. Bu oyunda, kendi dönem inin ru h çağır
m a alışkanlığına sert bir biçimde sald ıran Tolstoy, konuyu
to prak a ğ a la n ile köylüler arasın d a geçen bir olaya bağlar.
Köylüler bu oynda, a risto k ra tla rın asalaklığını b ir ru h ça
ğ ırm a olayı yoluyla an larlar,
Tolstoy bu ilk oyunlarından sonra uzun b ir a ra verdi.
A radan sonra yazdığı Işık K aranlıkta Parlar ve Yaşayan
Ölü adlı yapıtlarıyla kendi halkını çizmede büyük bir adını
a ta n Tolstoy, sonradan b ire r sahne oyunu olarak u y arla
n a n A n n a Karenina ve Savaş ve Barış ile çağdaş epik a n
latım a girdi A n n a K arenina'da Tolstoy’un anlattığı dünya,
an ap aracı gelişim sürecinin belirgin olduğu bir dünyadır.
Savaş ve Barış'm en önemli yanı da, k ah ram an ların ın özel
yaşam larını etkileyen geniş çaptaki tarihsel olayların rolü
n ü n iyice belirlenm iş olmasıdır.
Fielding, Byron, Balzac, S tendhal’de izlediğimiz, b u r
juva sınıfına soyluca b ir aşağılam ayla bakış, yine Stend-
h a l’de ve F laubert’de izlediğimzi Fransız İhtilali sonrası
toplum unun kökten suçlanm ası, İbsen ve Tolstoy gibi ya
z a rlard a dönüşüm cü u m u tlara ve ta sa rıla ra doğru geliş
m iştir. Tüm bu görüşlerde, toplum un o dönem deki d u ru
m u n a karşı eleştirel b ir tutum vardır; am a bu tutum ya
aşağılayıcı ya alaycı, ya dönüşüm cü ya da değertanım az
b ir çizgide gelişm iştir. Bu yazarlar, yaşam ı çizip a ra ş tırır
ken, bu rju v a toplum una karşı zorunlu olan eleştirel tavrı
getirm işlerdir. Eleştirel gerçekçi y azarların en belirgin
y an ları b urjuva toplum una karşı genelde bireysel ve ro
m antik bir tu tu m d a olm alarıdır.
Toplum cu Gerçekçilik
Toplum cu gerçekçilikte, yu k ard a sözkonusu ettiğim iz
rom antik bakışın yokolduğunu izleriz. Bu deyimi ilk kez
M aksim Gorki önerm iştir ve tutulm uştur. Ancak bu kav
ram ilk b aşlard a yanlış anlaşılm ış ve naiv bir ulusçulukla
o rta y a çıkarılan basm akalıp resim ler, propogandaya daya
n a n yüzeyde rom anlar ve kendine özgü idealleştirm elere
dayanan oyunlar için kullanılm ıştır. Oysa Gorki bu deyi
mi önerirken, dünya yazınında b ir yeni evrenin, toplum cu
çığırın başladığını h a b e r verm iştir.
Eleştirel Gerçekçilik’le Toplumcu Gerçekçilik arasın d a
kısa b ir karşılaştırm a yaparsak, şöyle b ir görünüm çıkar
önüm üze: eleştirel gerçekçilik, genel anlam ı içinde bir b ü
tü n olarak b u rju v a san atı ve yazınıdır; bulunduğu çevre
nin toplum sal gerçekliğinin b ir eleştirisini de birlikte geti
rir. Toplum cu gerçekçilik ise, genel anlam ı içinde, b ir bü
tün olarak toplum cu san at ve yazınıdır; sanatçının y a d a
yazarın, em ekçilerin ve toplum cu düzenin am açlarıyla te
melde anlaşm ışlığı vardır. Eleştirel gerçekçilik toplum cu
luğu benim serken, toplum cu gerçekçilik toplum culuğu k u r
m a savaşım ı içindedir. A radaki en önemli ayrım d a budur.
G orki’nin ilk oyunu K üçük Burjuvalar, b aşkalarını sö
m üren ve ezen bir tü ccar ailesi ile lokomotif m akinisti ola
ra k çalışan Nil arasındaki çatışm ayı, etkileyici b ir nesnel
likle ortay a koyar. Bu oyunda Gorki, küçük b u rjuvaların
yaşlılarının kaba, beyinsiz bireyciliği ile genç kuşağının b ir
şeylerin fark ın d a olup da içinde bulunduğu yaşam ın alçal-
tıcı biçim lerini değiştirm ek için harekete geçmeyişini plas
tik bir imge bütünlüğü içinde verir. Bessemenov ailesinin
yaşlı ve genç üyeleri arasın d a durm aksızın sürüp giden
tekdüze tartışm alar, k avgalar bu çelişkili yaşam ı kesin çiz
gileriyle dile getirir. B uradaki genç kuşak d a bireyci, asa
lak ve bitm ez tükenm ez d ırd ırla r içinde yaşam ını sü rd ü r
m eye kendini tu tsak etm iş korkak b u rju v alard an k u ru lu
dur.
G orki’nin büyüklüğünü sahne üzerinde kanıtlayan ilk
oyunu A y a k Takım ı Arasında adlı yapıtıdır. Bu oyunda b ir
Ölçüde Karanlığın G ücü’nün bir yankısı d a olsa, ondan d a
h a kesin, teknik olarak d a başarılıdır. Gorki bu oyunu için
«Rus yaşam ından sahneler» dem iştir. B unun için de, seyre
deni «m ağarayı an d ıran b ir bodrum »a indirm iştir. Bu bod
ru m d a ayyaşından hırsızına, yankesecisinden üç kâğıtçısı
n a k ad ar in san lar yaşar. Y azarın, lüm penlerin yaşam ı yo
luyla gösterdiği şey yine Çarlık Rusyasıdır. Gorki, tüm Rus
y a ’yı tam kaynam a noktasına gelm iş b ir ihtilal kazanı d u
rum undayken gösterm iştir. Toplumu, h e r kesimiyle ve t a
rihsel noktasında «yığınların, kendinin-farkm dalığının»
oluştuğu nok tad a görm üş ve çizm iştir.
Y a z Konukları'n d a kozmopolit ay d ın la ra yüklenen ya
zar, bu kim selerin kendi ülkelerine yabancılaşm ış tu ristler
olduğunu belirtir. D üşm anlar’d a sınıf çatışm asını ele alan
yazar. Vassa Veleznova'd a devrim ci olduğu için gelinini
reddeden b ir ticaret kadınını işler. Yeleznova, tıpkı M aya-
kin, A rtam anov ve Dostgayev gibi sırf kişisel kazançtan
başka bir yasayı tanım ayan, m al sahibi, söm ürgen sınıf la-
n n sultasından kendilerini k u rta rm a y a çalışan in san lara
karşı doğrudan düşm an kesilen b ir akrabadır. Gorki bu
oyununda, öteki oyunlarında olduğu gibi, kişilerin bireysel
çizgilerini çizerken onları toplum sal bir simgeye indirm e
miş ve kişilerinin sınıfsal içeriğini gözden kaçırm am ıştır.
tgor Buliçev ve Ö tekiler b urjuvanm batışını ve işçi sı
nıfının güçlenişini belirtir. Üçlem enin ikinci oyunu olan
Dostigayev ve ö tek ile r'de baş oyun kişisi parlak, kendine
güvenen, h e r d u ru m a u y arak kendi çıkarını kollayan bir
İş adam ıdır. Gorki üçlem enin son oyununu yazam adarı
öldü.
Gorki’yi tiyatroya çeken A nton Çekhov olm uştur. Çek-
hov, toplum cu gerçekçi bir y azar olan Gorki gibi, tüm güç
lerini yepyeni bir geleceği kurm aya adam ış bir yazar sayıl
m ayabilir; ancak toplum culuğu benimsemiş, gösterdiği yoz
laşm ış düzen yoluyla düzenin değişm esi gerektiğini a n la t
m aya çalışm ıştır. O nun amacı, toplum daki yaşam ı derinle
mesine incelem ek ve bu çevrenin oluşturduğu insanları y a
lan d an tanıtm asıydı. Çekhov, oyunlarında yalnızca dış d ü n
yanın çelişkilerini değil, kişilerin iç çelişkilerini de göste
rir. O nu eleştirel gerçekçi yazarlard an d a h a ilerde b ir y a
zar olarak görebiliriz; çünkü o, tek bir kişinin değil, belli
bir çevrenin, çeşitli kişilerin olumlu-olum suz bütünlükleri
ile işlendiği oyunların yazarıdır. Bu d a nesnel yorum a iyi
bir yaklaşım sağlar; çünkü onun, olayların derinindeki ak ın
tıları vareden karm aşık tonlam alarla dolu, özlü imgeciliği,
onun yaşadığı dönemdeki yaşam ın gerçekçi görünüm ünü
çizehiimesi için olanak tanım ıştır.
Çekhov’un tek bölüm lük oyunları onun bir özelliğine
ışık tu ta r. Y arım sa a t süreli bir oyunda olaylar hızla gelişir,
kişiler a ra sı ilişkilerde büyük değişim ler ortay a çıkar. Bu
değişim o k a d a r ustaca olur ki inandırıcı olm ayan hiçbir
yanı yoktur. D aha sonraki uzun oyunlarının ilki olan Iva-
nov’u n kahram anı, yazarın «omurgasız avare» dediği b u r
juva aydınının bir tem silcisidir. İvanov bencil, durm adan
kendine acıyan, m araz, duygululuğu yalnızca kendi için
olan bir kişidir. Bu oyundan sonra Çekhov’un bir sıçram a
yaptığı izlenir, ivanov'da toplum a h içbir y a ra rı olm ayan ay
d ınlar çevresinin bir temsilcisi trajik yönelişi içinde ele
alınm ıştır. Oysa onun sonraki oyunlarının tek b ir kişinin
değil, belli b ir çevrenin, çeşitli kişilerin olumlu-olumsuz
bütünlükleri ile işlendiği dikkati çeker.
Aioriı’da b urjuvanın yozlaşm asını ve yozlaşm adan ge
len bunalım ını görürüz. Bu aydın o rta sınıf, birbirinden ve
halk tan uzakta, h av ad a kalm ış düşünceleri ve duygularıyla
birbirlerine yabancılaşm ış kişilerdir. K endilerini h er tü rlü
sorum lulukların dışında sayan, kendi kişisel b a ta k ların a
saplanm ış, m utsuz insanlardır. V anya Dayı'd a yaşarken
ölü d u ru m u n a gelen bir bilim adam ını işleyen Çekhov, yine
çevreyi ön plana ala rak oyununu geliştirir. Üç Kızkardeş'
te birbirinden kopuk, kendi b aşlarına düşlerinin ve özlem
lerinin ard ın a kaçmış, gerçek yaşam dan uzaklaşm ış insan
cıklar vardır. B unlarm içinde, yarb ay Verşi’nin yarından
um u tlu d u r ve ilerinin yaşam ını kendilerinin acı çekerek ya
rattık ların a inanır, am a kendi hiçbir şey yapm az, gü n ü n ü
gün etm ektedir.
Çekhov’u n b urjuvaları kendilerine acıyarak yaşarlar.
Ellerinden bir şey gelmeyen, yeteneksiz burjuvaları Vişne
B ahçesinde izleriz. Yazar, bu oyununda R usya'nın o dö
nem deki ekonomik, toplum sal ve kültürel d u ru m u n a da de
ğinir. Bu oyunda d a herkes kendi başına konuşur. Kişiler
hava kabarcıkları çıkartarak, bilm edikleri bir denizin de
rinliklerine göm ülürler sanki. Ö bürünün dinlemediği, yal
nızca konuşanın dinlediği sözler, az sonra yapayalnız b ir
dünyanın sessiz karanılğı içinde yitip gider.
Çekhov, kısa yaşam ındaki değişimi içinde, toplum culu
ğu benim seyen b ir yazardı. Gorki ise, toplum u hem o an
daki bütünlüğü içinde, hem de gelişme çizgisine göre y an
sıtabiliyordu. Gorki, burjuvaları, cadı kazanını an d ıran d ü
zenin yapım cıları olarak görürken, Çekhov, aynı b u rju v a
la ra tiksintiyle karışık b ir acım a duygusuyla bakıyordu.
Oysa asıl acınacak o lanlar bu b u rju v aların söm ürdükleri
insanlardı.
Gerçekçilik çağım ızda estetik özelliklerini geliştirm ek
tedir. Çağdaş gerçekçilik, çeşitli sanatsal anlatım biçim le
rinden, sözgelimi kurgulardan, iç m onologlardan, dolaylı ve
dolaysız kaydırm alardan, aksiyonu tam am layan geriye dö
nüşlerden, sim gelerden yararlan m ak tad ır. Gerçekçi tiyatro,
olaylar dizisinin kesintisiz aksiyonundan y ararlandığı k a
dar, anlatım a ve episodik gelişmeye d ayanan biçim leri de
kullanm aktadır. Tüm bu estetik özellikler ve sahnede k u l
lanılan araçlar, dünyanın san atsal olarak k avranışına k a t
kıda bulunduğu sürece, gerçekçiliğe aykırı hiçbir şey yok
tu r. Gerçekçilik, yazarın, gerçekliği birey-toplum ilişkilerini
çelişkileriyle incelediği noktada başlar.
GERÇEKÇİ BİR Y A Z A R
O LAY DİZİS t
Serim
O yunun öyküsünü seyirci için anlaşılabilir yapm ak
için verilen ek bilgidir. Y azarın, olabildiğince erken bir nok
ta d a seyircinin ilgisini çekmesi gerekir; onun için de, eğer
gerekiyorsa oyun başlam adan önceki olayları d a seyircinin
bilgisine su n d u k tan sonra, olabildiğince çabuk ve ekonomik
b ir biçimde kişileri tan ıtm a yoluna gider. Ayrıca, oyunun
tem ası ve bu tem ayla ortay a çıkan so ru n lar oyunun yapı
sına organik bir biçim de işlenmiş olarak seyirciye açıklanır.
Serim, yazarın ustalığı oran ın d a farkettlrm eden ve aksi
yonun gelişimi içinde gerçekleştirilir.
Bu terim genellikle kendi başına bir bölüm m üş sanılır.
H atta serim i oyunun ilk bölümü, yani başlangıcı olarak k a
bul edenler vardır. Gerçi serim olay dizisinin b ir öğesi ola
rak, aksiyonun b ir bölüm üdür; am a ayrı d u ra n b ir bölüm ü
değil, b aştan oyunun sonuna k a d a r sü rü p giden bir bölüm
dür. O yunun başında, yoğun b ir biçim de d u ru m u n açıklan
ması, olayların anlatılm ası ve kişilerin tanıtılm ası ile ağır
basan serim, aksiyonun organik b ir parçasıdır. Serim, oyun
kişilerini geliştirirken, oyun kişilerinden gelişerek perde
son olarak kapanıncaya k a d a r sürer. O yunda serim i d u r
duğum uz an k a ra k te r gelişmesi de d u ru r, b u n a koşut ola-
ra k oyunun gelişimi de... Serim de çatışm alar önem kazanır,
çünkü serim ancak çatışm alarla serpilir ve genişler.
A ntik Y unan oyunlarında serim, aynı zam anda göste
rinin bölüm lerini gösteren koro yoluyla yapılırdı. Biçim
olarak d a a y n b ir bölüm gibiydi. Önce koro girer, olaylar
ve kişiler üzerinde açıklam alarını yapar, anlatır, kendi d ü
şüncesini iletir, ondan sonra aksiyon başlardı. Oysa çağdaş
oyunlarda serim sürekli aksiyonun ayrılm az b ir parçasıdır.
D ışavurum cu oyunlarda, Piscator’un Politik T iyatrosu’nda,
B recht’in Epik tiy atrosunda serim, anlatıcı, şarkıcı, levha
lar, projeksiyonla yansıtılan yazı ve resim lerle yapılır. Ben-
zetmeci tiy atro d a oyunun ayrılm az, organik b ir parçası olan
serim, Epik tiyatroda «yabancılaştırm a etmeni» yönünden
seyircinin gözü önünde ayrı b ir p a rç a olarak ele alınır.
Önemli olan serim i yaparken, seyircinin ilgisini çekm ek
ve bu ilgiyi canlı tutm aktır. Serim kişiler arasındaki ko
nuşm alar, kişiler arasındaki dış y a d a iç çatışm alarla d a h a
belirgin b ir biçimde ortay a çıkar. O yunda kullanılan eşya
lar. sim geler ve m otifler de serim i renklendirir.
Çatışm a
A ristoteles'in «orta» bölüm olarak saptadığı kesim, bir
oyunun en hareketli yeridir. A ksiyonun gelişmesi ve doru
ğ a yükselm esi bu «ortaû bölüm de olur. Serim 'de seyirciye-
açıklanan olayların ve kişilerin çatışm aya girerek geliştiği
yer burasıdır. Olay dizisinin gelişm esine etken olan itici
güçler çatışm a ve az sonra göreceğim iz d üğüm 'dür. Ç atış
ma, olay dizisinin tem el öğelerinden biridir. A ncak çatış
m a terim ini yalnızca fiziksel çatışm a olarak analm ak y an
lış olur. Olay dizisini geliştiren h e rh an g i b ir m addi ya da
ru h sal karşıtlık, engeller, geciktirm eler, tartışm a la r çatış
m a kapsam ına girer. Dört çeşit çatışm a vardır: bunlar, a)
dural, b) atlam alı, c) basam aklı ve ç) önceden belirtilen
çatışm alardır.
a) D ural Çatışm a: H içbir isteği olm ayan y a d a k a ra
sız oyun kişileriyle b ir çatışm a yaratılam az. Ç atışm a için
kesinlikle b ir istek, bir eylem olm alıdır. Başka deyişle, d ra
m atik çatışm a oyun kişilerinde b ir istek olduğu sürece or
tay a çıkabilir. Dural, sözlük anlam ında «statik», yani h a re
keti ve itici gücü olm ayan, olduğu gibi d u ran demek. A ncak
b u sözcüğü dram sanatı kapsam ı içinde kullanılınca biraz
değişiyor: dural çatışma, dediğimizde, belli belirsiz b ir h a
reketten sözederiz. Zaten doğada d a hiçbir şey hareketsiz
değildir; duruyorm uş izlenimi veren h e r şeyde bizim göre
m ediğim iz m ikroskopik h arek etler vardır. Bir oyunun en
ölgün noktası bile belli belirsiz b ir h arek et içindedir. Olay
dizisi içinde b ir oyun kişisinin ya d a b ir olayın d u rum unu
değiştirm eyen çatışm aya dural çatışm a denir. Yazar, o kişi
ye istediği k a d a r coşkulu, şaşırtıcı sözler söyletsin, o kişi bir
d a v ra m şa girm ediği sürece d u ral kalır. Başladığı yerde bi
ten b ir konuşm a, yani aksiyonu ilerletm eyen herhangi bir
ilişki d u ral çatışm a kapsam ına girer. Konuşm a başladığın
d a b aştaki am aç bir sonuca ulaşm am ışsa, bir duygu değişimi
y a d a düşünce değişimi olm am ışsa o d a bu çatışm anın sı
n ırla rı içinde kalır. Kısacası, kişiler, bu kişiler arasındaki
ilişkilere, olaylara, varolan d u ru m a hiçbir katkı olm am ışsa
o sahne d u ral çatışm ayı içerir.
b) A tlam alı Çatışm a: Bu tü r çatışm a aksiyonu hızla
ilerletebildiği gibi, eğer doğru kullanılm azsa gerekli olan
m antıksal diziyi de bozar. Bu tü r çatışm ada ortadaki soru
nun çözüm üne atla y ara k gidilir. Oyun için gerekli olan h a
zırlık önceden yapılırsa, atlam alı çatışm a oyunun gelişimi
için büyük b ir itici güç olduğu gibi, aksiyonu d a yaym a
dan ileri götürür. Ö bür yanda, hazırlıksız ve inandırıcı ol
m ayan b ir a tlam a o noktada aksiyonu çökertiverir. N a
m uslu bir adam bir an d a hırsız olamaz; eğer olduğu göste
rilm ek isteniyorsa, bunun nedenlerini kapsayan belli bir h a
zırlığın d a h a önce oyunun b ir ya da birkaç yerinde yapıl
m ış olması zorunludur. H er davranışın ve eylem in neden
leri vardır; b unları seyirciye inandırıcı yapm ak gerekir. He
le, bazı garipsenebilecek, özel d u ru m lar v a rd ır ki; bunları,
atlam alı bir çatışm ada seyirciye kabul ettirebilm ek için ön
cesini hazırlam ak b ir koşuldur. A tlam alı çatışm ayı başarılı
b ir biçim de kullanabilm ek için, yazar, h e r oyun kişisinin
yönelişini önceden saptam ış olm alıdır. Bu çatışm adaki ko
nuşm alarda, b ir d urum dan başka bir d u ru m a ya d a b ir duy
gu d an başka bir duyguya geçmede, zam an kazandıran, a t
lam alar yapılır.
c) Basam aklı Çatışma: En başarılı olanıdır. Orkestras-
yonu iyi hazırlanm ış bir kişileştirm e düzeni ve estetik den
gesi tam olan b ir oyun basam aklı çatışm a ile gelişir. Bu
tü r çatışm ada, oyunu bütünleyen ve sahneleri inandırıcı
yapan bir düzen vardır; h er oyun kişisinin davranışı b aştan
sona hesaplanm ış, h e r durum baştan sona incelenm iştir. Bu
çatışm a düzeniyle kurulm uş olan çatışm ada kişiler istekle
rinde ısrarlı ve bir düşünce ya d a duygu üzerinde direnen
k arakterlerdir. Örneğin, O idipus’un Tebai kenti üzerine çö
ken laneti ara ştırm a d a direnm esi, sonunda onu yıkar m ah
veder; Oidipus, acı sonunu kendi hazırlar.
Basam aklı çatışm ada, karşı k arşıya gelmiş olan kişiler
k a ra rla r, ne yapacağını bilen k a rak terlerd ir. Seçilen konu
y a göre h e r tü rde oyun kişisi basam aklı çatışm ayı y a ra ta
bilecek niteliktedir. B urada örnek olarak O rhan A sena’nın
H ürrem Sutarı adlı oyunundan küçük b ir geçişi a k ta ra b i
liriz. Kanuni, oğlu Şehzade M ustafa’yı çok öncesinden öl
dürtm eye k a ra rlı bir padişah, am a aynı zam anda oğlunun
ölüm ünden duyacağı yalnızlığı ve büyük acıyı d a çok iyi
bilen b ir babadır. Bu oyun kişisinin nitelikleri kesin çizgi
lerle ortay a çıkm ıştır. H ürrem S ultan da, şehazde M ustafa
da, yazarı tarafından, seyirciye çok iyi tanıtılm ıştır. Oyun
kişileri bu kesinlikte çizilince basam aklı çatışm a d a in an
dırıcı olur. O yunun d a h a ilk tablosunda basam aklı çatışm a
y a girilin
Doruk N okta
Bir oyunun doruk noktası y a çatışm aların bulunduğu
o rta bölüm ün so nlarına doğru ya d a çözüm dediğimiz son
bölüm de bulunur. Burası olay dizisindeki düğüm ler serisi
n in en ü st noktasıdır. Burası bir değişim ya d a heyecanın
doruğa ulaştığı nokta olabilir. A ncak yapılm am ası gereken
en önemli yanlış doruk noktanın h e r zam an en heyecan ve
rici no k ta olarak kabul edilmesidir. Genellikle, b urası en
heyecan verici no k ta değildir-, am a h e r zam an bir değişim
noktasıdır. Kişilerin ön plan d a olduğu oyunda, baş oyun
kişisinin kesin yöneliş değişimini getirdiği dönüm noktası
dır. O layların ön planda olduğu oyunda, a n a olayın yöne
lişindeki kesin dönüm noktasıdır.
H erkesin tanıdığı Shakespeare’in Romeo ile Juliet tra
gedyasını örnek olarak alalım . Bu oyunda, doruk nokta sa
yabileceğimiz, birkaç büyük heyecan noktası vardır. Romeo
sevdiği kız Rosalynd’i görebilm ek için b ir m aske takıp d ü ş
m an aile C apulet’lerin m askeli balosuna gider. A m a bu eğ
lentide, ona Rosalynd’i u n u ttu ra c a k güzellikte başka bir kız
g ö rü r ve ona aşık olur-, olay dizisinin bu noktasında aksi
yon yükselm eye başlam ıştır. Ne ki, Romeo aşık olduğu kızın
kendi ailesinin düşm anı olan C apulet'lerin kızı olduğunu
öğrenince büyük b ir üzüntüye kapılır. Bu noktada b ir asal
düğüm atılm ıştır; doruk nokta b urası m ıdır? Değildir, çün
k ü b u ra d a henüz Romeo’n u n Ju liet ile birleşm e um udu yok
olm am ıştır. D oruk nokta, Romeo’n u n yönelişinde kesin bir
değişikliğe yol açacak nokta olacaktır; bu d a Romeo ile Ju-
liet’in birleşm esine olanak kalm adığı noktadır. Bundan son
d a n sonra Romeo, J u lie t’i görm ek ve onunla olmak için h er
çareye başv urur. C apulet’lerin güvencesi, onların en büyük
silahşörü T ybalt’ın Romeo yüzünden, Rorpeo’n u n en yakın
ark ad aşı M ercutio’yu öldürm esi belki oyunun «en heye
canlı» anıdır, am a b u rası d a doruk nokta olamaz; çünkü bil
olay d a Romeo’n u n Ju lie t ile birleşm e um udunu yoketme-
m iştir. A ncak d a h a sonra Romeo’nun, ark ad aşın ın öcünü
alm ak için Tybalt ile dövüşerek onu öldürm esi kesin b ir
dönüşüm ü getirir. Romeo’n u n T ybalt’ı öldürdüğü an Ju liet
ile birleşm esine olanak kalm adığı andır. Böylece, bu oyunun
doruk noktası Romeo’n u n T ybalt’ı öldürdüğü yerdir. Tybalt,
C apulet ailesinin en önemli kişisidir. Ayrıca, kentin yöne
ticisi prens, M ercutio’n u n ölüm ünden sonra, sokaklarda dö
vüşm eyi yasaklam ış ve dövüşenleri ölüm cezasına ç a rp tıra
cağım duyurm uştur. Romeo’nun T ybalt’ı öldürm esi, Romeo’
n u n bile bile bu riski göze olm asıdır. Romeo, T ybalt’ı öl
dürm ekle J u lie t’in ailesi ile anlaşm a u m udunu tam am en
yoketm iş, P rens’in ölüm cezasını kabul etm iş ve ulaşm ak
istediği am aca aykırı b ir iş yapm ıştır. Aksiyon bu noktadan
başlayarak, tam am en yön değiştirir ve oyun Romeo ile J u
liet’in ölümde birleşm esiyle son bulur.
Ç özüm
O yunun son bölüm üdür; b u ra d a olay dizisinde ortaya
çıkan sorunlar, düğüm ler çözüme ulaştırılır. Çözüm’ün b a
şarılı olabilm esi için belirgin, anlaşılır ve ilginç olması ge
rekir. Y azar, h içbir ayrıntısıyla seyircisini so ru lar içinde
bırakm am aya dikkat eder. Seyirci, «bu nasıl oldu?» soru
su n u sorm am alıdır. H er şey inandırıcı, m antıksal bir yolda
ve genel çizgileri içinde b ü tü n seyircileri doyuracak biçim
de çözüme ulaştırılır.
T ragedyada çözüm acı b ir sonla gerçekleştirilirken, ko
m edyada seyredene düşünm e payı b ıra k a n b ir m utlu sonla
verilecektir. Bu iki ayrı tü rü n çözümü b u n u n için birb irin
den değişiktir. T ragedyadaki çözüm, sonu tasarlayabildiği
m iz halde, heyecan verici bir gelişimi getirirken, kom edya
daki çözüm bir sürprizi ya da seyircinin tasarlam adığı bir
olayı getirebilir. Bunun için de m erak öğesi en iyi biçimde
kullanılır. Ayrıca, kom edya yazarı, seyircisinin m erakını
a rttırm a k için son noktayı olabildiği k a d a r geciktirerek
koyar.
Çözüm’de oyunun son sözleri de büyük önem taşır. Bir
çok oyunun son sözleri yüzünden perde kapanırken etkile
rin i yitirdiği izlenir. Perde kapanırken oyun kişilerine söy
letilen sözler çok iyi seçilmiş olmalıdır. Son sözlerin güçlü
b ir biçimde seçilmesi b ir «sahne hilesi» değil, b ir beceridir.
O yunu etkili sözlerle bitirm ek, y azarın diyeceğini en uygun
ve etkili yerde bitirm esidir. A ncak oyunun son sözlerinin çok
etkili olması için abartılm ası d a sakıncalıdır; çünkü çok et
kili olsun derken üstüste bindirilen düşünsel ve duygusal
v u rg u la r gülünç b ir durum alabilir. İncelemeci A lan R.
Thompson böyle «gereğinden çok yoğunlaştırılm ış» bitişe,
H au p tm an n ’ın ilk yapıtı G ün D oğarken’i örnek olarak ve
rir. G erçekten de, bu oyunun kadın kah ram an ı bir av bı
çağıyla kendini öldürür, sahne dışından sarhoş babasının
n a ra la rı gelirken, perde, hizm etçi kızın bitm ez tükenm ez
çığlıklarıyla kapanır.
KİŞİLEŞTİRME
Tip
Genel anlam da, bilinen k alıp lara göre işlenen oyun ki
şileri kapsar. B unlarda hiçbir psikolojik ay rıntı yoktur; b ir
takım sıfat kalıplarıyla (sarhoş, cim ri, saldırgan, böbürle
nen, vb.) saptandığından fiziksel harek etler açısından ge
liştirilen oyun kişileridir; çünkü bu kişiler, seyirciye dış d av
ranışlarıyla genellem esine yönelirler. Olay dizisinin geliş
mesi boyunca b u n lar hiç gelişmez ve değişm ezler. O yunun
başında nasıl davranıyorlarsa, oyunun sonunda d a aym bi
çimde dav ran ırlar. Tip, herkesin genelde tanıdığı ya da ka
fasında bulunan b ir kalıp insandır. Tip, eleştirisini dıştan
getirir: bireysel kusurları, toplum sal kom pleksleri, yanlışla
rı, zayıflıkları v urgularken bunu b ir nedene bağlam adan
genelliyerek seyirci önüne çıkartır. Sözgelimi, H acivat’ın
y a n okum uşluğu, K aragöz’ün bilgisizliği yam sıra sağ d u y u
su, Çelebi’nin okum uşluğunu özümseyememişliği, Kayseri-
li’nin kurnazlığı ve benzerlerinin çeşitli genel kalıpları hep
aynıdır. Bu k alıplar aynı biçimde, çeşitli oyunlarda a y n
olayların içine oturtulur; ve olaylar karşısında bu tiplerin
tepkilerinin ne olacağını d a seyirci d a h a önceden tasa rla
yabilir.
K arakter
B urada psikolojik açıdan kendine özgü nitelikleri olan
birey vardır. Genel değil, özel nitelikleri olan oyun kişile
rinin yapım ıdır. Bu oyun kişilerinin herbirinin kendi baş
ların a özel davranışları ve yine kendilerine özgü düşünce
leri, eğilim leri ve tepkileri vardır. Üç boyutlu, ayrıntılı ve
derinlem esine b ir değerlendirm eyle ortay a çıkarılır. Ö rne
ğin, saldırgan tiple, saldırgan k a ra k te r arasındaki en b ü
yük fark, tipteki saldırganlığın genel b ir kalıp olarak, k a
rakterdeki saldırganlığın özel ay rın tılarıy la verilm esinde
ortay a çıkar.
Tragedyalarda, ciddi oyunlarda ve psikolojik yap ıtlar
d a k a ra k te r kişileştirm esi vardır. Kom edyalarda, fa rsla rd a
tip kişileştirm esine d ah a çok rastlan ır, ancak k a ra k te r ve
töre kom edyalarındaki oyun kişileri karak terd ir. Ö rneğin,
M oliere'in Cim ri’si kendine özgü b ir karakter; kendine öz
gü nitelikleri ve özel davranışları olan dram atik kişiliktir.
Ö bür yanda, O rta O yunu’ndaki Y ahudi tipinin ise hiç de
ğişm eyen bir cim ri kalıbı ve p a ra konusundaki olayları d e
ğişm eyen tepkisi vardır.
K arakter kişileştirm esi gerçekçi y a z arla r tara fın d a n yeğ
tu tu lan b ir yapım dır, çünkü boyutları olan bu d ram atik ki
şilik yoluyla insanı, insancıl ilişkileri ve anlam ları verm ek
d a h a etkili olur. Tipler bir düşüncenin, bir duygunun tem
silcileridir; k a ra k te r ise karm aşık insan özelliklerini çeliş
kileri içinde veren ve insanı d a h a yakından tan ıtan bir özel
liği kapsar. A ncak böyle özel niteliği ve kendine özgü de
rinliği olan karak terd e bile «tip»te bulduğum uz genel görü
nüşlere rastlıyabiliriz. Buna b ir örnek, başarılı b ir k a ra k
ter yapım ını kapsayan H am let’te bile tipik b ir Rönesans
prensini bulm am ızdır. Ham let, Rönesans yazınında ve ti
yatrosunda izlediğimiz m elankolik ve içedönük tipleri h a
tırlatır. Am a H am let hiçbir özelliği ile tip değildir.
K arakter, söyledikleriyle ve davranışlarıyla som utlanır.
Bir k a ra k te r kişileştirm esinde, o kişinin 1 hareketlerinin
nedenini açıklam ış, 2 - eğilim ini belirtm iş ve 3 belli bir
davranış bütü n lü ğ ü içinde olması gerekir. Oyun kişilerinin
konuşm aları kendi yapılarına uygun olm alı ve içersinde
bulu n d u k ları koşullara uym alıdır. K enneth MacGowan,
O yun Yazarlığına Giriş adlı kitabında kişileştirm e açısın
dan üç tem el ilkeyi önerir: 1 O yundaki tüm k ara k terler
inandırıcı, 2 -b a ş oyun kişilerinin k a ra k te r özelliklerinin
çeşitli ve ayrıntılı, 3 - baş oyun kişileri ikincil oyun kişile
rin in canlandırılm asında, çatışm asında rol oynayabilecek
ağırlıkta olm alıdır. İncelem ecinin bu üç ilkesine ben de iki
ilke eklem ek isterim: 4 - Baş oyun kişileri d a h a seyirci önüne
ilk çıktıklarında seyirciyi etkiliyecek ve kendilerine çeke
cek özgünlüğü ve renkliliği sağlam alıdır, 5 - Önemli oyun
kişilerinin seyirciyi şaşırtacak, ilgilendirecek y a n la n olm a
lı ve kişiler arasındaki ilişkiler seyircinin ilgisini çekecek
ölçüde hazırlanm ış olmalıdır.
D aha önce belirttiğim gibi, oyun y azarı k a ra k te r ay n n -
tılarıyla yakından ilgilenip bir ya d a birkaç k a ra k terin iliş
kileriyle, yazacağı oyunun durum larını, dolayısıyla özün
kaynağını ortaya çıkarabilir; h a tta Çekhov’un o y u n lan n d a
olduğu gibi, yalnızca k a ra k te r ilişkileri ve a y n n tıla n y la
oyunu geliştirebilir. Kısacası, k a ra k te r aksiyonla gelişen,
am a bu aksiyona yön veren b ir öğedir.
KONUŞM A ÖRGÜSÜ
YER K A V R A M I
ESTETİK DENGE
K. TYN AN
I. Bölüm
Perde açıldığında Komiser telefonda, b ir ü s
tüne tu tu k lu öğretm eni konuşturam adığını
itira f etm ektedir. Bu konuşm adan tutuklu-
n u n suçlu m u suçsuz m u olduğunun henüz an
laşılm am ış olduğunu anlarız. Komiser Tutuk-
lu ’yu konuşturm ak için üstünden iki gün m üh
let ister. S onra öğretm eni çağırtır. Komiser,
Tutuklu ile konuştuğu sürece bazan insanca,
bazan d a alışagelinm iş bir kom iser gibi dav
ran ır. U zun bir süreden beri karısından uzak
ta kalm ış olan ve cinsel baskılar altın d a bu
lu n an T utuklu’yu konuşturabilm ek için Komi
ser T utuklu’ya karısıyla yarım saat odasında
buluşm asına izin vereceğini söyler. A ncak
Tutuklu direttikçe, karısını gösterm em ekle de
Komiser a ra d a tehdit edici b ir d urum alır.
A slında T utuklu’n u n yalnızca kadın düşünm e-
sinden ileri gelen b ir duvar, onu Kom iserin
karşısında güçlü yapm aktadır. Kom iser konu
şurken, o karısı ile olacak cinsel birl.eşmeyi dü
şünm ekte ve kendi ile Komiser arasın d a bir
d u v a r örm ektedir. Bu d a direnm e gücünü a rt
tırm aktadır. Komiser, sonunda T u tu k lu ’yu k arı
sıyla görüşebilm esi için odada yalnız b ıra k ır./
------------ SERİM
Ruhsal ve cinsel baskının d oruğunu bulm uş
olan T utuklu büyük bir sabırsızlıkla kapının
açılm asını bekler. Kapı açılır, içeriye karısı
yerine, genç baldızı girer. Kız ablası h a sta lan
dığından onun yerine gelm iştir (P e rd e )/
----------------- DÜĞÜM
II. Bölüm
İkinci Bölüm, perde kapandığı andan başlar.
Gerilim i son hadde gelmiş olan T utuklu k a r
şısında karısı yerine baldızını bulunca ne ya
pacağını şaşırır. Am a ru h sal çöküntüsüyle ve
cinsel baskının etkisiyle k arısın a teklif edece
ği şeyi baldızına eder. A raların d a tiz tondan
b ir çatışm a başlar. Baldız törelere ve toplu
m un ahlâk anlayışına bağlı dışardaki h e rh a n
gi bir insanın düşüncesindedir. Tutuklu ise
uzun bir süre içerde kalm anın verdiği baskı
ve gelişim ile kızın bağlı olduğu törelerip dı
şına çıkm ıştır. Kız karşı d u ru r. Ö ğretm en
m antık ve duygu yoluyla kızı ikna etmeye
çalışır. Çatışm a yoğunlaşır./
-------------------------------- ÇATIŞMA
Kız ikna olur ve soyunm aya b a şla r./
----------- DORUK NOKTA
A ncak kız soyunup kom binezonla kaldığı sı
rad a, Tutuklu teklifinden vazgeçer. Cinsel bas
kıdan k urtulm uş gibidir. Kıza, onun biraz dı
şa rd a n içeri girdiğini, kendinin de biraz içer
den dışarı çıktığını an latır. Kıza gidebileceği
n i söyler. O sırada, çok k a b a bir d avranışla Ko
m iser girer. Kız çıkar. Ve sorgu yeniden aynı
şekilde b a şla r./
------------------------------------ BİTİM
DÜŞÜNCE
SÜRÜKLEME
YANGIN MEMET
C ahit A tay
(Oyun, b ir bölüm)
Memet, k a n davası düşm anı olan llyas’ı öldür
meye gelir./
VE
İlyas çok h astadır, ateşlidir, su iste r./
ANCAK
O an d a o rad a kim se olmadığı için, M emet
kinini u n u tu p İlyas’a acır ve su v e rir./
--------------------------- VE
Zaten M emet Îlyas’ı v u racak haşinlikte b ir
insan değlidir./
------------------------------------------------- ANCAK
M emet sevdiği kızla evlenebilm ek için o köyün
ve çevrenin anlayışına uym ak zorundadır; düş
m anından öcünü alıp erkekliğini özellikle kızın
babasına ispat etm esi gerekm ektedir./
--------------------------- VE
Memet, su verince yum uşayan lly as’la konu
şu rk en bu d u ru m u söyler; İlyas'm gence kanı
kay n am ıştır./
-------------------------------------------- BÖYLECE
A raların d a o k a d a r yakınlık doğar ki, Îlyas,
M emet için kızı babasından isteyecek k a d a r
duygulanır. A yağa kalkm ak iste r./
--------------------------------- VE
D erm ansızlıktan y atağ a yıkılır./
--------------------------- ANCAK
O arada, k an dâvasının nedeni olan, incir çe
kirdeği doldurm ayan, düğe meselesi Îlyas ile
M emet arasın d a tartışm a konusu o lu r./
--------------------------- VE
O sırad a İlyas’m karısı gelir ve M em et’i sopay
la b ayıltır./
---------------------------------------------------------- ANCAK
Ilyas, M em et’in ölmüş olm asından korkar; o
güçsüz d urum uyla k a lk a r M em et’e b a k a r./
------------------ VE
Y alnızca bayıldığını an lay arak sevinir. K arısı
n a M em et’in ona su verdiğini a n la tır./
------------------ BÖYLECE
îly as’m karısın d a da M em et’e b ir yakınlık duy
gusu uyanır. M em et’in âşık olduğunu konuşup
ona a c ırla r./
---------------------------------------------------------- VE
O sırad a llyas’ın anası, asıl k an davasını sü r
d ü ren b ir kadın g elir./
----------------------------------------- ANCAK
İlyas ile karısı M em et’in kim olduğunu söyle
m ezler./
---------------------------------------------------------- VE
Satı Kadın, T anrı konuğu diye uyuyan Me
m et’e ilişm ez./
------------------------------------------------------- ANCAK
H erkes y a ttık ta n so n ra M em et kendine gelir.
G iderken İlyas ile vedalaşır (öbürleri uyum ak
tad ır) ./
---------------------------------------------------------- VE
M em et gittikten sonra İlyas döşeğine u z a n ır./
— BÖYLECE
İlyas’ın içinde kin kalm am ıştır.
ÖZET:
O yun organik yönden tam am lanm ış bir gelişme
y i gösterm ektedir. Nedenler, karşıtlar ve m an
tık gelişim i bakışık (sim etrik) bir yolda denge
lenm iştir. Bu kısa oyunda «VE-ANCAK-BÖYLE-
CE» ölçüsü 9-6-3 oranında gelişm ektedir.
Kişiler ve davranışları inandırıcıdır. O yunun
tem ası kişilerle ortaya çıkm akta, çatışm alar y i
ne oyun kişilerinin bünyeleriyle sağlanm akta
dır. Başarılı bir tek perdelik oyundur.
H idâyet Sayın
O C A K
T urgut Ö zakm an
II. Bölüm
III. Bölüm
KURTLAR, KUŞLAR
UYANINCA
O rhan Asena
A) TİYATRO KİTAPLARI
B) ÇEVİRİ KİTAPLAR
C) OYUNLARI
D) SENARYOLARI
E) ŞİİR KİTAPLARI