You are on page 1of 8

DIAR9015 SİNİRDİLBİLİM

Dr. Öğr. Üyesi Bertuğ SAKIN

Nuran KIR
2502200789
Beyin Araştırmaları ve Tarihçesi

İnsanı diğer canlılardan ayıran düşünme ve konuşabilme yetisinin merkezi olan beyin,

tarih boyunca birçok çalışmaya konu olmuştur. Beynin işleyişine dair yapılan çalışmalar

gelişen teknolojiyle birlikte, geçmişe nazaran, bilgi toplamakta araştırmacılara kolaylık

sağlasa dahi günümüzde beyin üzerine yapılan tartışmalar hala devam etmektedir. Beyin

araştırmalarının tarihine bakıldığında, beyin ile ilgili ilk bilgilerin 17.yüzyılda Eski Mısır’da

kayıtlara geçtiği görülmektedir. Eski Mısır’da kalbin; aklın, duygunun ve düşüncenin yanı sıra

vücudun tüm bölümlerinin merkezi olduğuna inanılıyordu. Kardiyak Hipotezi adı verilen bu

durumun yani kalbin insan vücudunun merkezi olduğu düşüncesi, Eski Mısır geleneği olan

mumyalama işleminde de görülmekteydi. Mumya örneklerine bakıldığında beyin dahil

neredeyse tüm organların dışarı çıkarıldığı görülürken kalbe dokunulmamıştır çünkü kalbin

öldükten sonra kaderi belirleyecek kadar önemli olduğu düşünülmüştür. Hatta mumyalama

tanrısı olarak bilinen Anubis, ölen kişinin kalbini tartar eğer bir tüyden daha ağırsa ölen kişi

suçlu kabul edilirdi. Kalbi merkeze alan Kardiyak Hipotezi (cardiocentric hypothesis) aklın,

duygunun ve düşüncenin merkezi olarak kabul edilirken, 17.yüzyılda ilk kez beyin kelimesi

Edwin Smith papirüsünde yazılı kayıtlara geçmiştir. Edwin Smith adlı Mısırlı Arkeolog metni

bir takasçıdan almış ve çevirisini yapınca önemli bilgiler içerdiğini fark etmiştir. Papirüste 48

adet kafatası, yüz, boyun, göğüs ve omurilik yaralanma vakası anlatılırken, beyin kelimesinin

papirüste 8 kez kullanıldığı görülmüştür. Vakalar anlatılırken, beyin sıvısı, beyin zarı ve beyin

kıvrımlarından bahsedilmiş, yaralanmaların beyinle ilgisi olduğu ifade edilmiştir. Edwin

Smith papirüsü, Edwin Smith’in ölümünün ardından New York Tarih Topluluğuna kızı

tarafından bağışlanmış, daha sonra ise New York, Metropolitan Sanat Müzesinde

sergilenmeye başlamıştır.
M.Ö. 2000 yıllarına ait kazılarda trepanasyon adı verilen bir yöntemle kafataslarında

delik açıldığı ve bunun özellikle Eski Mısır’da bir tedavi şekli olarak kullanıldığı

söylenmektedir. Trepanasyonla canlı kafatasında açılan deliğin baş ağrısı, epilepsi vs. gibi

hastalıklara karşı tedavi amaçlı kullanılmasının yanı sıra, kötü ruhları çıkarmak için de

kullanıldığı söylenmektedir. Trepanasyonun tam olarak hangi maksatla kullanıldığı

bilinmemesine rağmen kafatası ve beyin ile ilgili insanoğlunun merakına karşın bir araştırma

ve öğrenme metodu olduğu düşünülmektedir.

Beynin önemini ilk fark edenlerden biri Eski Yunanlı hekim Alkmeon idi. Alkmeon,

bir hayvanın gözünü çıkartıp incelemiş ve beyinle göz arasında bir bağlantı olduğunu görmüş,

böylece duyuların kalpte değil beyinde olabileceğini düşünmüştür. Alkmeon’un yanı sıra

tıbbın kurucusu olan Hipokrat da beynin; aklın, tüm duygu ve düşüncenin merkezi olduğunu

savunmuştur. “İnsanların bilmesi gerekir ki zevklerimiz, neşemiz, hazlarımız, ıstıraplarımız,

kederlerimiz ve gözyaşlarımızı sadece ve sadece beyinden kaynaklanır” demiştir. O dönemde

insan bedenini incelemek hem günah hem de yasak olduğu için çalışmalarını keçiler üzerinde

yapan Hipokrat, o zamana kadar kötü ruhların sebep olduğu düşünülen epilepsi hastalığının da

aslında bir beyin hastalığı olduğunu öne sürmüştür. Eski Mısır’da savunulan kalbin hem

bedenin hem de ruhun merkezi olduğu düşüncesi olarak bilinen Kardiyak Hipotezine karşın,

Alkmeon ve Hipokrat’ın beynin merkezi olduğunu ileri sürdüğü bu düşünce beyin hipotezi

(cephalocentric hypothesis) olarak bilinmektedir.

M.Ö. 384- 322 yılları arasında yaşayan Aristo ise tıpkı Eski Mısırlılar gibi kalbin

duygu ve düşünceleri yönettiğini savunmuştur. Aristo’ya göre eğer beyin aklın ve

davranışların merkezi ise solucan, tırtıl veya böcek gibi küçük canlılarda da olmalıydı.

İncelemeleri sonucu bu tip küçük canlılarda insan beynine benzer bir beyin göremeyen Aristo,

tüm canlılarda ortak olan kalbin merkez olduğunu düşünmüştür. Buna ek olarak, ona göre

kalbin dışarıdan da görülür bir şekilde kan pompalaması kendi düşüncesini destekleyen bir
kanıttı. Aristo’nun gözden kaçırdığı bir nokta, bu küçük canlılarda insan beynine benzer

olmasa da gangliyon adı verilen ve beyin gibi tüm sinir sistemini yöneten bir yapı olmasıydı.

Örneğin, kafası kesilmiş bir tavuğun hareket etmesi Aristo’ya göre kalbin yönetim merkezi

olduğuna bir kanıtken, oysaki tüm denge, solunum ve birçok fizyolojik duruma etki eden

durumun beyin sapından ileri geldiği bilinmiyordu. Eğer beyin sapı hasar almamışsa kafası

kopsa dahi tavuğun hareket etmesinin mümkün olduğu çok sonra anlaşılacaktır. O dönemin

şartlarında, mikroskop benzeri hiçbir teknolojik araç gereç olmayışı tabi ki Aristo’nun bu

durumu fark etmesini imkânsız kılmıştır. Peki Aristo’ya göre beyin ne işe yarıyordu? Beyni,

tabiri caizse insan bedeninin radyatörü olarak gören Aristo, sıcak kan pompalayan kalbin

beyin tarafından soğutulduğunu düşünmüştür. Eski Mısır’dan ve Eski Yunan’dan beri

tartışılan ve özellikle Hipokrat ve Aristo arasında da görüş farklılığı yaratan aklın, duygunun

ve düşüncenin merkezi beyin mi kalp mi? sorusunun cevabı her ne kadar günümüzde beyin

olarak kanıtlanmışsa da sevgi ve aşk durumlarında kalp şekli kullanılması Antik çağlardan

beri süregelen bu görüşün etkisini günümüzde dahi göstermektedir.

M.S. 2.yüzyılda yaşayan, Roma İmparatorluğu döneminde gladyatör doktoru olan

Yunanlı tıp doktoru ve filozof Galen, aklın, duygunun, düşüncenin ve insan vücudunun

merkezinin beyin olduğunu düşünmüştü. Yine o dönemde insan bedeni üzerinde çalışma

yapılamadığı için Galen koyun beyni üzerinde çalışmıştır. Araştırmaları sonucunda beynin

içinde bir oyuk ve bu oyuk içinde ise sıvı olduğunu görmüştür. Galen’in Ventriküler

Hipotezine göre davranışlar, beyinde bulunan 4 ventriküller yani boşluklar arasında beyin

sıvısının dolaşımı sonucu meydana gelmekteydi. “Beyin, dört karıncıktan meydana geliyordu.

Bu karıncıklara hücre adı verilmişti. Buna göre yan karıncıklar sağduyu ve hayal gücünün

merkezi, üçüncü karıncık fikir, muhakeme ve mantık merkezi, dördüncü karıncık, bellek

merkezi olarak kabul ediliyordu” (Smith 1986: 87). Galen’in ortaya koyduğu Ventriküler

Hipotezi 19.yüzyıl başlarına kadar tıp dünyasına etki etmiştir.


19. yüzyılda beyin araştırmalarının odak noktası ventriküllerden beyinde bulunan

kıvrımlara doğru kaymıştır. Beyindeki kıvrımların elbet bir fonksiyonu olabileceği üzerine

tartışmalar devam ederken 1809 yılında tıp öğrencisi olan Avusturyalı Franz Joseph Gall,

beynin kıvrımlı bir yapıya sahip olmasına bir açıklık getirmiştir. Gall’e göre kafatası şekli ve

beyindeki kıvrımlar arasında önemli bir ilişki vardı; her ne kadar beyni açıp incelemek çok

mümkün olmasa da bir kişinin kafatası şekline bakarak beyindeki kıvrımlar hakkında yorum

yapılabilirdi. Gall ve arkadaşları birçok kişinin kafatasını inceleyip ölçümler yaparak beyinde

bulunan kıvrımların fonksiyonlarını ve bu kıvrımların kişilerin hangi davranışlarına karşılık

geldiği ile ilgili araştırmalar yapmıştır. Kafatasları ölçümü yaparak davranışlar arasında

bağlantı kuran bu akıma Gall “akıl bilimi” anlamına gelen Frenoloji adını vermiştir.

Frenologlar birçok kafatasında ölçüm yaparak kafatasındaki bölgeleri numaralandırmış ve her

bir bölgeye karşılık gelen sevgi, nefret, merhamet, kardeşlik gibi duygulara karşılık geldiğini

düşünmüşlerdi. Frenoloji o kadar yaygınlaşmıştı ki, işe alımlarda insanların kafatası ölçümleri

yapılarak o işe uygun olup olmadıkları belirleniyordu ya da birbirleri için uygun olup

olmadığını öğrenmek isteyen kadın ve erkek kafatası ölçümleri yaptırarak uyumlu kişilik

özelliklerine sahip olup olmadıklarını öğreniyorlardı. Günümüzde “kafatasçılık” olarak

bilinen ve ırkçı bulunan bu akım her ne kadar bilimsel bir temele dayanmasa da o dönemde

beyin ve davranış arasında ilişki kurduğu için oldukça popüler olmuştur.

19. yüzyılın sonlarına doğru beyin ve dil arasındaki ilişki araştırılmaya başlanmış ve

Fransız cerrah Pierre Paul Broca ve Psikiyatrist Carl Wernicke tarafından bu ilişki ilk kez

ortaya konmuştur. 1861 yılında dudak, dil ve ağız yapılarında herhangi bir bozukluk

olmamasına rağmen konuşamayan iki hastanın ölümünün ardından, Paul Broca hastaların

beyinlerini otopsi ile incelemiş ve her iki hastanın da beyinlerinin sol yarımküresinin ön

lobunda hasar olduğunu kaydetmiştir. Böylelikle beyindeki dil ve konuşma merkezinin sol

yarımküredeki ön lobda gerçekleştiğini ispat etmiştir. Bu sebeptendir ki beyindeki bu bölüme


Broca alanı denilmektedir. Broca bölgesine hasar alan bir kişinin okuma ve anlama yetisinde

herhangi bir bozulma yaşanmazken konuşma yetisi tamamen ortadan kalkmaktadır.

Dil üretiminin ve konuşmanın merkezi olarak bilinen Broca alanın fark edilmesinin

ardından 1874 yılında Alman psikiyatrist Carl Wernicke, bir hastasının söylenenleri normal

bir şekilde işitmesine rağmen konuşulanları anlamadığını ve anlamlı cümleler kuramadığını

tespit etmiştir. Bu hastanın ölümünün ardından beyninde yapılan incelemenin sonucu olarak

sol yarımkürenin temporal lobunda hasar meydana geldiği görülmüştür. Bu bölgede bulunan

hasarın, Broca alanının aksine, konuşma yetisini ortadan kaldırmadığını, kişinin hala

konuşabiliyor olduğunu, cümle kurabildiğini fakat hasar dolayısıyla anlamlı tümceler

oluşturamadığını ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla Wernicke alanı işitilenleri anlamlandırma ve

kelimeleri anlam çerçevesinde kullanabilme işlevinde rol oynadığı anlaşılmıştır. Broca ve

Wernicke alanlarının fark edilmesiyle birlikte beyin ve dil arasındaki ilişki net bir şekilde

ortaya konmuş ve konuyla ilgili çalışmalar devam etmiştir.

20. yüzyıla gelindiğinde ise beyin araştırmalarında iki görüş hakimdi; biri

sitoarşitektonik görüş diğeri ise assosiyasyon teorisi idi. 1909 yılında beyin hücreleri

mikroskop aracılığıyla Alman nörolog Brodmann ve birkaç anatomist tarafından incelenmiş

ve farklı her hücre tipi için bölgeler numaralandırılmıştır. Bu görüşe sitoarşitektonik adı

verilmiş ve 52 bölge Brodmann tarafından numaralandırıldığı için bu bölgeler Brodmann

alanları olarak bilinmektedir. Örneğin, 4 numaralı bölge motor fonksiyonu, 22 numaralı bölge

anlama, 17 numaralı bölge ise görmeyi ilgilendiriyordu. İkinci görüş ise Alman nöroanatomist

Flecshig tarafından ortaya atılan Assosiyasyon teorisiydi. Bu görüşe göre serebral kortekste

bulunan yakın ve uzak alanlar arasında lifler vardır ve bu lifler bilgileri iletmede bağlantı

görevi görmektedir. Assosiasyon teorisinin temeli serebral korteksteki nöronlaşma sayısına

dayanmaktadır. Hücre tabaka sayısı aynı olan alanlar aynı zorluk derecesine sahip

fonksiyonları yerine getirirler. Örneğin, işitme, görme, hareket gibi fonksiyonlar aynı tür
görevler olmasa bile aynı hücre tabaka sayısına sahip oldukları için aynı zorluk derecesinde

işlevleri yürütmektedirler.

Beyni daha detaylı inceleme çalışmaları 1929’da’da Alman hekim Hans Berger

tarafından geliştirilen elektroensefalogram (EEG) ile hız kazanmıştır. Günümüzde “beyin

elektrosu çekme” olarak bilinen EEG ile canlı beyindeki elektrik sinyalleri okunmaya

başlanmış ve beyindeki birçok rahatsızlık bu cihaz sayesinde tespit edilmiştir. Örneğin,

epilepsi hastalarının nöbet geçirdiği esnada beyinlerinde neler olup bittiği yine EEG ile

anlaşılmıştır. 1970’lerin başında Godfrey Newbold Hounsfield bilgisayarlı tomografiyi buldu

ve röntgen yoluyla beynin içi görülebildi ve beynin anatomik görüntüsü elde edildi. 1973’te

ise kimyager Paul Lauterburg manyetik rezonans görüntüleme (MR) tekniğini geliştirdi.

Bilgisayarlı tomografide radyasyon kullanılırken, MR tekniğinde zararlı olmayan radyo

dalgaları kullanılmaktadır. Beyin araştırmalarında ve hastalık teşhislerinde güçlü bir tanı aracı

olarak kullanılmasına rağmen 1980’lerin sonuna gelindiğinde beynin anatomik yapısının yanı

sıra beyin fonksiyonlarını da gösteren bir cihaz ihtiyacı doğdu. Pozitron Emisyon Tomografisi

(PET) dokuların fonksiyonlarını inceleme fırsatı veriyordu fakat öte yandan kan dolaşımına

sıvı verilmesini de gerektirmekteydi. 21.yüzyıl beyin araştırmalarında en önemli keşiflerde

biri 2003 yılında geliştirilen işlevsel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) tekniğiydi. Japon

Seiji Ogawa tarafından geliştirilen bu teknik ile sevinç, üzüntü, kızgınlık sırasında veya

televizyon izleme, kitap okuma gibi eylemler gerçekleştirilirken beyni gözlemleme ve görüntü

kaydetme imkânı sağladı. Böylelikle fMRI ile beyin aktif bir şekilde izlenirken, duygu,

düşünce ve beyin arasında ilişkiyi ortaya çıkarmayı mümkün kılmaya günümüzde de devam

etmektedir.

Sonuç olarak Kardiyak Hipotezi ile Eski Mısır’da başlayan beyin araştırmalarının

geçmişi Eski Yunan ve Roma’da çalışma konusu olmaya devam ederek birçok bilim insanı

tarafından anlaşılmaya çalışılmıştır. Gelişen teknoloji ile beyni görüntülemek ve işleyişini


kayıt altına almak mümkün olsa dahi üzerinde yapılan araştırmalar günümüzde hız kesmeden

devam etmektedir.

KAYNAKÇA

Anthony SMITH (1986), İnsan Beyni ve Yaşamı, (Çev. Necati Ebcioğlu), İnkılap Yayınevi,
İstanbul.

Bilginer ONAN (2010) "Beynin Bilişsel İşlevleri Üzerine Yapılan Araştırmalar ve Ana Dili
Eğitimine Yansımaları” Türklük Bilimi Araştırmaları. pp. 521-561.

İ. Tayfun UZBAY. (2015). Beyni Anlamak Sadece Nörobilim ile Mümkün Mü? Beyin
Yüzyılında Nörolojik Bilimlerden Sosyal Bilimlere Yeni Açılımlar, Yeni Yaklaşımlar (Vol.
1). Sayı 1. Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi.

Olena KOZAN, Gamze ÖKSÜZ. (2010). Beyin ve Dil Araştırmaların 150 Yılı. No.47. pp.22-
39. (Other Refereed National Journals)

You might also like