You are on page 1of 127

|1

Ruh-Beden Tarihinden
Bilinç-Beyin Tarihine
Antikçağdan Bilincin Yeniden Keşfine
2000 Yıllık Bir Öykü

Dr. Sultan Tarlacı


Nöroloji Uzmanı
2010
|2

Önsöz…
Bilimin tüm dalları tarihsel olarak iç içedir. Her ne kadar günümüzde çok alt
birimlere ayrılsa da... Ruh-beden ve zihin-bilinç-beyin tarihi konusu uzun bir
konu olarak ele alındı. “Ruh-beden/zihin-bilinç-beyin” tartışmaları tarihsel
süreçte, din bilim, felsefe, psikoloji, sinirbilimi, matematik ve fizik konusuyla
sıkı ilişki içindedir. Dolayısıyla, bu konu aynı zamanda belirtilen bilim
alanlarının da tarihidir. Değişik alanlardaki bilimsel gelişmelerin, kendilerinden
çok uzak görünen bilimsel alanlar üzerine etki ederek, o alanlara yeni
düşüncelerin ortaya çıkmasına nasıl sebep oldukları açık olarak görülecektir.
Zamansal süreçte, bilimsel yöntem ve bakışının nasıl değiştiği ve şimdiki
tartışmalarımızın çok da farklı boyutta olmadığını göstermek, gelecekte nelerle
karşılaşabileceğimizi ortaya koymak esas amaçtır. Geçmiş 2500 yıl boyunca
doğrudan olmasa da felsefeciler düşünce üretmişlerdir. Geçmişi tekrardan
kaçınmak amacı ile geçmişte söylenenlere göz atılmalıdır. Yoksa birçok keşfi ya
da fikri yeni zannedebiliriz. Yine yüzyıllar öncesinde sorulmuş soruların çoğu
hala gündemdedir. Sorular aynı olmasına karşın yanıtlarda değişiklikler vardır.
Değişimi görüp geleceğe yönelik çıkarımlar da yapabiliriz. Bu bilimin mevcut
durumu hakkında bizde daha iyi bir anlayış oluşturacaktır.
Felsefe tarihini dikkate almadan felsefe problemlerini irdelemenin
asla imkânı yoktur. Bu tarih aynı zamanda kültürel, dinsel ve sosyal etkilerin de
tarihidir. Akla uygun bir şeyler söylemek için tarihçeyi göz ardı demeyiz. Geriye
bakma aynı zamanda şu an içinde bulunduğumuz durumu daha iyi anlamamızı
sağlayacak ve geleceğe yansıtmalar yapabilmemiz mümkün olacaktır. Halen
kullanmakta olduğumuz kavramlar temelde yüzyıl başlarında oluşturulmuştur
ve “kavramsal kökenlerimiz”i bilerek aynı yanlışlara düşmemek gerekir.
Kafamız buluşların yeniliği ile meşgulken geçmişten bir şeyler öğrenme fırsatını
kaçırmamak için tarihsel kaynaklarımızı unutmamak zorundayız. Bu aynı
zamanda bilimin tarihidir. Bu nedenle konu geniş tutulmuştur. Düşünce adına
ortaya dökülmüş her şey olmasa da, boş sözlerden (flatus vocis) kaçınarak,
açmazları da göstererek, öznelci kuramları da ele alarak olabildiğince geniş
tutuldu. Kişilerin biyografilerine değil, ana fikirlerine yer verildi. Yine tüm ilgi
alanlarındaki çalışmalarına değil, daha çok zihin-bilinç/beyin konusundaki
görüşler ele alındı.

Dr. Sultan Tarlacı


|3

Mademki ruhu inceliyoruz, aynı zamanda ardından çözmek zorunda


kalacağımız sorunları ortaya koymak konusunda herhangi bir öğretiyi öğreten
bizden öncekilerin kanılarını, geçerli olandan yararlanmak ve öyle olmayandan
sakınmak amacıyla devşirmek gerekir.
Aristoteles, “Ruh Üzerine”

Düşünce tarihi unutulan, hatta unutturulmuş düşüncelerin de tarihidir.


M. Foucault

Henüz dünyada belli bir son bildiren hiçbir şey olmadığı gibi, dünyanın en son
sözü de, dünya üzerine en son söz de henüz söylenmiş değildir; dünya açık uçlu,
bütünüyle de özgürdür, her şey hala gelecekte yatıyor, hep de gelecekte
yatacak.
Dostoyevski
|4

Ruhun Ortaya Çıkışı

3500 yıl önce, Nil’in güneşin battığı yakası, Mısırlıların inancına


göre ölümlülerin ruhlarının öbür dünyaya en çok yaklaşabildiği
noktaydı. Mısır inancına göre, bedenin yanında ruhtan oluşan bir
yapı daha vardı. Ka, Mısır dilinde “çift” anlamına gelen ve
dölleme gücünü, yaratıcı ve koruyucu işlevleriyle, yaşamsal
enerjilerin tümünü belirten bir ifadedir. Sembolü, iki kalkık kol
biçimindedir. Yaşamın da gücü olan Ka, gömüldükten sonra Ba
(ruh) olarak bedeni terk eder. Şahin başlı Horus Ba’yı ateş ve
kobra kapılarından geçirip hüküm mekânına getirir. Burada,
ölenin vicdanını içeren kalbini bir teraziye yerleştirir ve
karşısına da bir tüy koyar. Kalp ile tüy dengede kalırlarsa, Ba ile
Ka birleşip, Osiris’in hükmettiği aydınlık âleme geçip bir ruh (Ak)
olurlar.
MÖ 2000 yıllarına ait papirüslerde kalp bütün organların
merkezi olarak kabul ediliyordu. Mısırlılarca, sinir sisteminin
yaşamsal önemi ve işlevi bilinmemekle birlikte, yazılı tarihsel
kayıtlarda geçen en eski “beyin” ifadesi MÖ 1300’lerdeki Edwin
Smith Papirüsü’nde geçer. Bu kayıtta beyin kelimesi sekiz kez
geçer ve kafa kemiğinde kırık olan iki hastanın tanısı, klinik seyri,
tedavisinden bahsedilir. MÖ 600’larda, bütün vücut kanalları ve
damarlarının kalbe bağlı olduğuna inanılıyordu. Bu doğruydu;
ancak, yanlış bir çıkarım olarak, kalbi bütün düşüncelerin
merkezi olarak kabul etmişlerdi. Kişinin yapıp ettiklerinin kayıtlı
olduğu kalp, bu nedenle tüy ile karşılıklı teraziye konuyordu.
|5

Şekil. MÖ 1500 yılında Mısır’da kaleme alınmış olan Edwin Smith Papirüsü’nde şöyle
yazar: “Eğer boyun incinmesi almış bir kişiyi muayene ederseniz... ve her iki kol ve
ayağında hissin kaybolduğunu, bunları hareket ettiremediğini ve onun idrarını
tutamadığını tespit ederseniz... Bu bir boyun omurgasının yer değiştirmesinin neden
olduğu omurilik kesilmesinden dolayıdır. Bu tedavi edilemeyen bir durumdur...”1 Yandaki
hiyegrolif, tarihte ilk yazılı BEYİN kelimesidir. Sağdan sola doğru okunur. Resim yazısı
“üzerinde saçı ve iki kulağı olan kafa açılıp-kesildiği zaman içinden uçup giden kuş-şey”
olarak okunabilir. Uçup giden şey, bilinç-ruh ya da canlılığı sağlayan şeydi (Çizim:
Tarlacı).

Destanlardan ve kahramanlık öykülerinden biliyoruz ki,


Sümerler ve onların Mezopotamya’daki takipçileri yaşam,
hastalık, ölüm, ruh konuları ile yakından ilgilenmekteydiler.
Ancak, şu da kesindir ki, Sümerler tam anlamı ile bir felsefe
sistemi geliştirememişlerdir. Bilim ve hakikatin esası ile ilgili
hiçbir soruyu ortaya atmamışlardır. Felsefenin dalları olan
bugünkü bilimlerle ilgili önemli katkıları olmamıştır. Evren ve
insan hakkındaki araştırmaları ve düşünceleri asla felsefi
olmamıştır. Sümer felsefesi, onların dininden, mitolojilerinden,
destan ve ilahilerinden çıkarılabilir.2 Mezopotamya
hikâyelerinde de yaratılmış olan insan, tanrının kanı veya “özü”
gibi tanrısal bir unsur ile Dünya’nın “kil”inin karışımından
yapılmadır. Sümerce olan “lulu” kelimesi ile bu ifade edilir ve
“karıştırılmış olan” anlamına gelir. Genelde “can” diye çevrilen
İbranice terim “nefeş”tir (bizim dilimizdeki nefs buradan gelir).
Canlı bir yaratığı canlandıran ve öldüğünde onu terk eden, elle
tutulamaz “ruh”tur. Sümerce, Şİ-İM-Tİ’den gelen “şimti”, “nefes-
rüzgâr-yaşam” anlamına gelir. Akadca kelime olan ve benzer

1Edwin Smith Surgical Papyrus, Case 31. Thebes, c. 1550 BC. Breasted, J. H. (ed.) The Edwin Smith Surgical Papyrus.The
University of Chicago Press, 1930.
2Kramer SN. Tarih Sumer’de Başlar. Çev: Çiğ Mİ. Türk Tarih Kurumu Yay.1998; 63
|6

anlamda kullanılan “napiştu” kanda ele geçmeyen “bir şey”i ifade


eder. Gerçekte, Sümerlerde ilahi unsur sadece tanrıların üflediği
değildi. Çünkü daha temel ve kalıcı bir şey daha vardı: TE-E-MA.
Harfiyen “hafızayı yerinde tutanı barındıran” anlamına gelir.
Akadca “ruh” olarak çevrilen “etemu”nun benzeridir. Bunlara ek
olarak; UR (ruh, esas gövde) NÍ (benlik, beden, birinin kendisi),
Zİ (soluk alma, yaşam soluğu, ruh) UR-SA (karaciğer, ruh)
ifadeleri de Sümer dilinde vardır.3

Ölüm: ayağa kalk ölmedin. Yaşama gücün (Ka) ebediyen seninle


olacak

Ebediyet: ey dünyadayken benim olan kalbim, bana karşı tanıklık etme, yüce
tanrının yanında beni dava etme

Hüküm: işte hakiki şeklimle, yaşayan bir ruh olarak gökyüzüne


çıktım. Yüreğimin emeli sonsuza dek bu topraklarda yaşayanlar
arasında olmak.

Platon
Felsefe tarihi ve hatta bilimsel düşünüş tarihi Platon (MÖ 427-
347) ile başlar. Ruh-beden tartışmaları esas olarak, Fedon/Ruh
Üzerine4 (MÖ 360) adlı eserinde gözlenir. Bu eserdeki ifadeleri
hocası olan Sokrates’in (MÖ 469-399) görüşleri olarak
nitelenebilir. Yunanlı filozof Sokrates “En önem taşıyan şey,
insanın ruhudur; çünkü bu ruh, evrenin tümel ruhundan bir
parçadır, ezeli ve ebedi vasıflara haizdir” diyerek, onu cisimden

3 John A. Halloran. Sumerian Lexicon, Version 3.0. 1999.


4 Platon. Savunma-Fedon. Çev. A.Yardımlı, D.Canefe. İdea yay. 1997.
|7

ayrı tutar. Ona göre, âlem ruhunun bir parçası olan insan ruhu
ölümsüzdür ve tanrısaldır.
Platon, Fedon’da geniş olarak ruhu ve bedeni tartışma
konusu yapar. Uyanıklığın uykunun karşıtı olması gibi, yaşamın
karşıtı ölümdür. Bedenin karşıtı da ruhtur. Bu Platon’daki
karşıtlar düşüncesidir. Karşıtların her ikisi ruh ve beden gibi
birbirinden yaratılır. Uyanıklığın uykudan, uykunun uyanıklıktan
yaratıldığını ve yaratma süreçlerinin birinci durumda uyanma
ikinci durumda uykuya dalma olduğunu öne sürer.
Platon’a göre ruhlarımız biz doğmadan önce vardır. Tüm
ruhlar eşit olarak yaratılmıştır. Ruh görülemez ve beden
görülebilir olandır. “O zaman ruh bedenden daha çok görülemez
olan gibidir ve beden daha çok görülebilir olan gibidir.”
Görülemez olan zaman içinde bir değişime uğramadığı halde,
görülebilir olan beden sürekli olarak değişime uğrar. Cisimsel
olan beden tümüyle çözülebilir-yok olabilir olmasına karşın, ruh
bütünüyle çözünemezdir. İnsan öldüğünde dünyada kalan
çözünebilir parçası olan bedeni çözünür ve bozunur. Ama
görülemez olan parçamız olan ruh, görülemez ayrı bir yere,
Tanrının dünyasına gider. Oraya vardığında ise mutludur ve
yanılgıdan, budalalıktan, korkudan, kötülüklerden özgürdür. Ruh
kendisiyle birlikte diğer dünyaya eğitiminden ve
yetiştirilmesinden başka bir şey götürmez. Platon, Fedon’da
ruhun başka bedenlere ve hayvanların bedenlerine göçünden
(ruh göçü) de bahseder. O’na göre, hayatlarında kendilerini
oburluk, zorbalık ve sarhoşluğa verenler büyük bir ihtimalle
eşeklerin ya da diğer hayvanların bedenlerine geçeceklerdir.
Dolayısıyla ruh birçok bedeni eskitir. Ruh herhangi bir yolla
bedeni kullansa, o zaman beden tarafından hiçbir zaman aynı
kalmayan şeylere çekilir. Ruh ve beden bir arada birleşmişken,
doğa bedeni hizmet etmeye ve yönetilmeye, ruhu yönetmeye ve
efendi olmaya belirler. Ancak, sadece ruh bedeni kullanmaz,
bedenin de ruh üzerine etkisi olur. “Ruh bedenin duygularına
boyun mu eğer yoksa onlara karşı mı çıkar? Demek istiyorum ki,
beden ateşli ve susuzken, ruh ona karşı çıkıp onu su içmekten,
açken yemek yemekten uzağa çekmez mi ve ruhun bedene
sayısız başka yollarla karşı çıktığını görmez miyiz? Elbette.”
|8

Platon algılar konusunda şüpheci davranır. Gözlerin,


kulakların ve öteki duyuların aldatmacalarla dolu olduğunu
belirtir. Varlığın kendisi konusunda da kendi düşüncelerinden
başka hiçbir şeye güvenilmemesini ve başka araçlarla
gördüklerinde ve içlerinde göründükleri çeşitli nesnelerle
birlikte değişenlerde hiçbir gerçeklik olmadığına, çünkü bu
türden her şeyin görülebilir olduğuna ve duyular yoluyla
ayrıldığına, oysa ruhun kendisinin görülmez olanı ve
düşünülebileni gördüğüne inanılmasını öğütler. Bu dünyadaki
nesneler, değişen, kendilerinde karşıt yüklemleri barındıracak
şekilde, eksikli, göreli, bağımlı ve bileşik olan şeylerdir. Beş duyu
yoluyla algılanan bu nesneler, Platon'a göre, gerçekten var
değildir. Onlar değişmeyen, mutlak ve kalıcı bir gerçekliğin
yalnızca görünüşleridir. İçinde yaşadığımız duyusal dünyadaki
şeyler her bakımdan değişseler bile, bu dünyanın yine belli
ölçüler içinde gerçek ve kalıcı olan yönleri vardır. Her bakımdan
değişmeye uğrayan bu dünyada, en azından birtakım
matematiksel özellikler değişmeden aynı kalır.
Çağrışıma ve öğrenmeye de değinen Platon, çağrışımı
şöyle ifade eder:

“Eğer bir insan bir şeyi işittiği ya da gördüğü ya da başka


herhangi bir yolda algıladığı zaman, yalnızca o şeyi
bilmekle kalmıyor, ama ayrıca başka bir şeyin de algısını
taşıyorsa ve bunun bilgisi aynı değil ama ayrı ise, algının
taşıdığı şeyi anımsıyor demede haklı değil miyiz?”

Öğrenme ise anımsamadan başka bir şey değildir ve


“şimdi anımsadıklarımızı zorunlu olarak önceki bir zamanda
öğrenmiş olmamız gerektiğini” gösterir.
Ruh ve beden arasındaki birlikteliğin nasıl olduğu
problemini, Plato geometrik esas terimleriyle ifade eder.
Elementlerin kendilerini, geometrik şekillerini temel bir yapısal
birim olarak kabul ederek, bedenin üçgenler gibi geometrik
şekillerden oluştuğunu öne sürdü. Bu geometrik şekillerin uygun
olarak bir araya gelmeleri bedeni oluşturuyordu ve ruh ile
bedenin bir arada olmasına imkân veriyordu. Bu bağlanmayla
|9

oluşan ruh-beden ikilisi hareket gibi yaşamın göstergesi


oluyordu. Timaeus'ta ruhun kafatası ve omurilik boşluklarında
en saf olarak bulunduğunu öne sürer. Bu bölgeler de "ilik" olarak
görünür ki, biz bunu bugün beyin ve omurilik olarak
adlandırmaktayız. İlik birincil yaşam malzemesidir ve dört
elementten oluşmaz. Daha ziyade temel geometrik yapılardan
olan üçgenlerden oluşur. Ruhun Tanrı tarafından bedene üstün
yaratıldığını ve ruhun egemen olmak gibi bir isteği olduğunu da
öne sürer: “ruh, egemen olmak, buyurmak için, vücut da boyun
eğmek için oluşturulmuştur... Şunu açıkça söylemek gerekir ki,
ruh bütün varlıkların içinde zekâya sahip olabilecek biricik
varlıktır; hem ruh gözle görülmez; oysa ateş, su, toprak ve hava,
hepsi de gözle görünen cisimlerdir.” Sonuçta, Platon’a göre ruh
bedenden farklı, üstün ve ayrıdır.5

Antikçağ Ne Demektir?
Tarihsel çağların başlangıcından, Roma
imparatorluğunun çöküşüne kadar olan dönemi kapsar.
Genellikle, Yunan-Roma uygarlıklarını hatırlatır. Üç
önemli yerel kısma ayrılır. 1. Tarihöncesi antikçağ;
Bilgilerin dolaylı kaynaklara dayandığı tarihöncesi, 2.
Doğu antikçağı: Eski Doğu ve Ön Asya uygarlıklarının
tarihi, 3. Hıristiyan antikçağı: Geç imparatorluk (284-
385) dönemi için kullanılır. Antikçağdan Ortaçağa geçiş
tarihi tartışmalıdır. Ancak, Doğu imparatoru
Ramulus’un tahttan indirildiği MS 476 olarak kabul
edilir.

Hipokrat
Antikçağın büyük hekimlerinden olan Hipokrat (İstanköy 460-
Larissa 377) zamanının tıp bilgisini özümseyip, klinik
uygulamaya koyan ilk kişidir. Elbette ki, zihin ve beyin adına ilk
söylemleri de Hipokrat’ta aramamız gerekir. “Şunu biliniz ki
keyif, sevinç, kahkaha, neşe ve üzüntü, acı, ümitsizlik ve keder
yalnızca beyinden çıkar (kaynaklanır). Özellikle düşünme,
anlama, görme ve işitmeyi, neyin doğru neyin yanlış olduğunu,
neyin tatlı neyin acı olduğunu öğreniriz... Daha da ileri olarak

5 Bennett MR. The early history of the synapse: from Plato to Sherrington. Brain Research Bulletin 1999;50: 95-118
| 10

beyinle kızgınlaşır, saldırgan oluruz, korkar ve endişeleniriz,


rüya görürüz, beklenmedik hatalar yaparız, yersiz sıkıntılar
yaşarız, hata yaparız, deneyim yaşamak isteriz. Beyin sağlıklı
olmadığı zaman; aşırı sıcak, aşırı soğuk, aşırı nem ve aşırı
kuruluk gibi şeylerin tümünden etkileniriz” diyerek tüm
deneyimlerimizin beyinden kaynaklandığını belirtir.

Aristoteles
Aristoteles’in (MÖ 384-322) psikoloji konusundaki iki temel
eseri vardır: varlık konusundaki ünlü eseri Metafizik ve diğeri
Ruh Üzerine, Peri Psykhe veya Latince De Anima’dır.
Aristoteles’in en önemli özelliği, onun sağduyuya olabildiğince
yakın bir düşünür olmasıdır. Metafiziği çok büyük ölçüde mantık
konusundaki görüşlerine ve biyoloji alanındaki çalışmalarına
dayanır. 'Var olmak' onun gözünde, hakkında konuşulabilecek ve
tam olarak tanımlanabilecek bir şey olmaktır. Buna karşın
biyoloji alanındaki çalışmaları açısından, 'var olmak' dinamik bir
süreç, bir değişme süreci içinde olmak anlamına gelir. Var olan
her şey somut bir birey olarak var olur ve her şey maddeyle
formun bir birliği olarak ortaya çıkar.
Aristoteles, beden ve ruhun işlevleri hakkında kökten
farklı bir bakış açısı geliştirmiştir. Aristoteles’e göre, ruh ya da
psyche göz önüne alınması gereken bir yapıdır. Bu yapı
düşünceler için akıldan oluşur. Neden yapıldığı, hareketi nasıl
yaptığı, onu ortaya nasıl koyabileceğimiz ve onun var oluşunun
son akıl gibi kavramları oluşturmuş ve sorgulamıştır. Kaslarımızı
ele alacak olursak; kas liflerinden yapılır, etkisel neden bu liflerin
bir araya gelmesine neden olur ve kasın kendi yapısını oluşturur.
Sonuçta oluşan bu kas kasılarak uzuvda hareket oluşturur.
Organların yapısı veya ruh bir materyal değildir; fakat organların
doğasındadır ve organlardan ayrı olarak var olamaz. Bu yolla
Aristoteles, Platon'un yaptığı "zihinsel" ve "fiziksel" ayrımdan
farklı olarak "yaşayan" ve "ölü" ayrımını öne sürer. Bu nedenle,
zihin kavramı Aristoteles’te geniş bir tartışma alanı bulmaz. Ona
göre, ruhun yaşayan bir şeyden kaybı, var oluşunun
sonlanmasıdır.
| 11

Aristoteles, Ruh Üzerine adlı eserinde konuya geniş yer


verir. Önce sorularla ve geçmiş felsefecilerin fikirlerini ele alarak
başlar. “Ruhun bölünebilir ya da bölümsüz olup olmadığının da
açıklanması gerektiğini öne sürer ve türleri-cinsleri ile farklı
mıdırlar?” diye de sorar. Ruh üzerine olan tartışmaların ve
incelemelerin sadece insan ruhuna yönelmiş olmasından da
yakınır.6 Bu nedenle de ruha sahip varlıklarının tümünün ortak
olup olmadığını ya da ruhun kendine özgü varlık olup olmadığını
sorar. Ruhun bedensiz olmadığına da değinir: “Olayların çoğunda
ruhun, bedensiz hiçbir duygulanıma uğrayamadığı veya bunu
deneylemediği görülüyor… Yine de özellikle ruha özgü görünen
bir işlem oluyorsa; bu düşünme eylemidir; fakat o bile… bir
beden olmaksızın var olamaz.” Ruh aynı zamanda en üstün ve
temel devindiricidir. Bu arada kendinden önceki ya da
dönemdaşı felsefecilere de değinmeden geçmez. Anaksagoras’ın
ruhla zekâyı aynı şey olarak kabul etmesine dikkat çeker ve bu
görüşe karşı çıkar. Diğer felsefecilerin görüşlerini de ele alarak
ortak kanısını söyler: “Öyleyse demek oluyor ki, ...felsefecilerin
tümü ruhu üç karakterle belirlerler: devinim/hareket,
duyumlama, cisimsizlik…” devinimin ruha bağlı olduğu fikrine
şiddetle karşı çıkar.
Aristoteles'e göre beyinden ziyade algının merkez organı
kalp idi. Eğer, bir hayvanın algısı harekete dönüşecek olursa,
kasın kasılmasını takiben, hareketle şunlar ortaya çıkacaktır:7
"...kaynağın yeri (olan kalp) algıları değiştirir, onlar uzanır veya
kısalır, bu yolla hayvanın ihtiyaç duyduğu hareket oluşturulur."
Aristoteles'e göre, algılama özellikle kalpte onun özel ruhu ile
ortaya çıkar. Merkezi duyu organı olan kalp, tek tek duyu
organlarıyla bağlantılıdır. Onların nesneleri tarafından
etkilendikleri zaman, etkileri kan yoluyla kalbe ulaşır. Böylece,
kalbin çevresindeki hareketler, kan akımı yoluyla uzuvlara
ulaşarak hareketlerine neden olur. Eğer bir şekilde bedenden
ayrılırsa, onun ruhu var olamaz. Onun ruhunun varlığının devam
etmesi beden ile olan ilişkisine bağlıdır.8

6 Aristoteles. Anima. Çev. Gürbüz C. Ara yay. 1990;4.


7 Everson S. Psychology. In: Barnes J. (Eds.) The Cambridge companion to Aristotle. Cambridge: CUP, 1995; 168-194.
8 Bennett MR. The early history of the synapse: from Plato to Sherrington. Brain Research Bulletin 1999;50: 95-118
| 12

Ruh cismin şeklini oluşturan bir etmendir. “Sonuç olarak


ruh, gizil güç olarak yaşama kudretine sahip doğal bir nesnenin,
yani organize bir cismin ilk entelekheiasidir (içkin erek, erek; bir
yanda bedenin amacı, diğer yanda bu amaç için var olan bir erek
demektir)”. Ruh Üzerine’de belirsizliğiyle ünlü bir bölümünde,
bir şekilde bedenden “ayrılabildiği” varsayılan bir “hareketli
zihin” kavramı geliştirmişti. Aristotelesçi bakış açısı ile görme
gözden veya bir baltanın odun kesme işlevi baltanın yapıldığı
malzemeden ne kadar ayrılabilirse, ruh da bedenden o kadar
ayrılabiliyordu.
Aristoteles düşüncelerini, Platonik matematiksel ve sanal
bir dünyadan ziyade, doğal bir dünya üzerine oturtmuştur. Dört
elementten yapılan organlara (ateş, hava, su ve toprak), beşinci
bir element daha ekledi. Bu element, yalnızca dünya ile sınırlı
değil, aynı zamanda yıldızlar ve cennetin de parçasıydı. Tüm
evreni kaplıyordu. Bunu "ether" olarak adlandırdı. Ether
kavramı, yakın zamana kadar hem fizikte hem de biyolojide çok
önemli tartışmalara neden oldu. Aristoteles'e göre ether,
solunum esnasında bedene alınıyordu ve akciğerlerden kalbe
ulaşıyordu. Daha sonra da "canlandırıcı nefes/vital pneuma"
veya "canlandırıcı kalbe" dönüşüyordu. Bu canlandırıcı nefes
kalpten bedene kan damarları yoluyla dağıtılıyordu. Bu şekilde
kalbin ruhu ile kas gibi organların ruhu (psyche) arasında
bağlantı mümkün hale geliyordu. Canlandırıcı nefes, kalpten kan
damarları boyunca kaslara ulaşıyor ve sonuç olarak kaslarda
kasılma oluşturuyordu. Kasılma da istenilen hareketi sağlıyordu.
| 13

Resim. Descartes’tan önce sinir sistemine bakış. Canlandırıcı pneuma’nın


aktarımı ve iletimi (solda). Bu resim 15. yüzyılda çizilmiştir ve Aristoteles’in
bakış açısını anlatmaktadır. Dokunma ve tat duyuları kalp ile bağlantılıdır.
Kafanın üzerindeki “beyinsel bölümlere” yerleşik olan bellek ve hayal gücü
gibi zihinsel yetilerdir. Yine aynı yüzyılda çizilmiş olan ve tat, koku, görme ve
işitme gibi organlarının dört bağlantı yolu görülmekte. Bunlar alın lobu ile
bağlantılıdır (sağda).

Galenos
Galenos Klaudiosis ya da Galen (İzmir, Bergama MS 131-201)
büyük ölçüde Hipokrat'tan etkilenmiştir. İkisi de, varsayımsal
olan dört özsuyun (kan, safra, nem ve tükürük) ve üç nefesin ya
da pneumanın (karaciğer, kalp, beyinde) varlığı üzerinde normal
işlevleri ve hastalık durumlarını oturtmuştur. Galen, özellikle
hayvanlar üzerinde yaptığı anatomi çalışmaları ile sinir sistemi
hakkında birçok bilgiler elde etmiştir. Aristoteles ile birlikte, 12.
yy ortasına kadar tüm tıp dünyasını etkisi altına almıştı.
Galen, Aristoteles'in kavramsal şemasını devam ettirdi.
Dört element bedenin doku ve organlarını oluşturuyordu. Beşinci
element olan "canlandırıcı nefes", ruh için aracı olarak
davranıyor, organlara yaşam ve hareket veriyordu. Solunumla
alınan canlandırıcı nefes soluk yolları ile akciğere, akciğerler
arası toplayıcı damarlar ile de kalbe ulaşıyordu. Genişlemiş kalp
| 14

akciğerlerden pneuma'yı emiyor ve kasılma kuvvetiyle


bedendeki atardamarların içine gönderiliyordu. Kan
atardamarlarla değil de toplayıcı damarlarla taşınıyordu.
Canlandırıcı nefes beyinde "psişik pneuma"ya çevrilebiliyordu;
ancak beyine ulaşması sinirlerin dışı boyunca oluyordu. Kalpten
daha ziyade beyin, algılamanın önemli merkezi haline gelmişti.
Galen'e göre beyin ve omurilikten doğan, duyular ve hareket için
gerekli olan psişik pneuma’nın üzerinde hareket ettiği sinirler
hasar görürse ya da kesilirse, hareket ve duyum olmaz. Böylece
sinirleri iki kısma ayırdı: hareket ettiren (devinimsel) ve
duyuları alan (duyusal).9 Bu günümüz ayrımı ile uyumludur.
Galen "Tüm kaslar beyinden veya omurilikten bir sinir
almaya gerek duyar ve bu sinirler incedirler; fakat bu güçleri
azdır anlamına gelmez." diyerek modern bir bakış açısı sergiler.
Psişik pneuma'nın etkisinin iletimi için üç olasılık öne sürmüştür.
Birincisi, psişik pneuma bir sıvı gibi sinirler boyunca akar.
İkincisi, beyindeki psişik pneuma sinirlere doğru itilir ve bir
kısmı sinirlerin sonlarında salınır. Son olarak, sinirlerde bulunan
psişik pneuma'dan geçerek giden yalnızca bir "güç" akımı vardır.

9 Bennett MR. The early history of the synapse: from Plato to Sherrington. Brain Research Bulletin 1999;50: 95-118
| 15

Yunan Felsefesinde
Zihin-Beyin/Beden Kavramı
Var Mıydı?
Antikçağ felsefesinde Aristoteles, Platon ve Sokrates’te, bilinç-
beden sorunu yerine “ruh, psyche-ή” tartışmaları gözlenir.
Daha sonra Yunan felsefecilerini takip eden İslam felsefecilerinde
de kısmen aynı kavramsal planda değerlendirilmesine rağmen,
ruh kavramı farklı dönemlerde farklı bakış açılarıyla ele
alınmıştır. Ruh bazen “can” ile bir tutulmuş, bazen de başka bir
şeye bağlı kalmaksızın kendi başına, öz varlık olarak
tanımlanmıştır.
Yunan felsefesini ele alıp işlediği konular bakımından
gelişmesini görmek istersek, şunla karşılaşırız: İlk döneminde
Yunan felsefesi tamamıyla bir doğa felsefesidir. Bundan sonra
insana karşı uyanan ilgi klasik dönemin geniş sistemlerine yol
açmıştır. Bu sistemlerde Tanrı, insan ve doğa, bir düşünce
bağlantısı içinde kavranmak istenmiştir. Aristoteles’in kendi
felsefesiyle okulunda gelişen ve biriken çok zengin bilgi kadrosu,
tek tek bilimlerin bağımsızlığına her bilgi kolu üzerinde ayrıca
çalışmalara yol açmıştır. Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla bu
dönem kapanmış, böylece Antikçağ felsefesi sona ermiştir.
Felsefe bir bakıma kendi öz tarihidir. Bu tarih, tıpkı felsefi
görüşler gibi, ulusal veya daha doğrusu ulusallaştırıcı vasıflarla
| 16

belirlenmiştir.10 Dolayısıyla, zihin/beyin ve ruh/beden bakış


açılarına bir bakıma felsefe tarihi olarak da bakılabilir.
Başlangıçta yalnızca dört element vardı: ateş, hava, su ve
dünya. Bunların farklı oranlarda bir araya gelmesiyle, kan, kas,
kemik, kirişler ve sinirler vücutta oluşur. Kanın içeriği aklı
oluşturur ve akıl ile zihinsel yaşamın temeli de kalptir. MÖ 5.
yy'da Sokrates öncesi dönemin temel iddiası buydu. Öncelikle bu
düşünce Empedokles tarafından ortaya atılmıştı ve daha sonra
Demokritus tarafından geliştirilmişti. Demokritus'a göre,
parçacıkların farklı türleri dört elementin farklı birleşimlerinden
oluşuyordu. Onun düşüncesine göre, ruh en hafif, en hızlı hareket
eden ve büyük oranda oval parçacıklardan oluşuyordu. Özellikle
beyinde bu oval parçacıklar yoğunlaşmıştı. Daha az değerli
parçacıklar ise kalpte bulunuyordu ve bunlar duygu
durumumuzdan sorumluydu. Kaba parçacıklar ise karaciğerde
yerleşikti ve şehvet, arzunun nedeniydi.11
Antikçağda bilinç ya da daha geniş anlamıyla
“bilinç/beyin, zihin/beyin” sorununun üzerinde durulmamıştır.
İlyada’da düşünme, duyumsama, imgeleme, anımsama, üzülme
gibi bilinçli işlemlere ait bir sözcük bulunmaz. Neden? Bunun
yanıtını “Neden Zihin-Beden Sorunu Antik Değil?” adlı
makalesiyle Wallace Matson verir. Matson, zihinle beden
arasındaki ayrıma Yunanlıların bakışı ile 17. yy bakış tarzını
birbirinden ayıran asıl nokta üzerinde şöyle durur:

“Yunanlılar zihin kavramından, hatta bedenden ayrılabilir


bir zihin kavramından yoksun değillerdi. Ama
Homeros’tan Aristoteles’e kadar, zihinle beden arasındaki
ayrım çizgisi, böyle bir ayrım yapıldığı zaman tabii, duyu
algısının beden tarafında kalacağı şekildeydi. Yunanlılarda
zihin-(beyin)beden sorununun bulunmamasının bir
nedeni budur. Bir başka nedeni de ‘Duyumun zihinle (ya
da ruhla) ilişkisi nedir?’ gibi bir cümleyi Yunancaya
çevirmenin çok güç, neredeyse olanaksız olmasıdır.
Buradaki güçlük, felsefecilerin kullandığı anlamdaki
10 Deleuze G ve Guattari F. Felsefe Nedir? YKY. Çev: T.Ilgaz. 6.Baskı, 2001;88-96.
11 Bennett MR. The early history of the synapse: from Plato to Sherrington. Brain Research Bulletin 1999; 2:95-118
| 17

‘duyum’ sözcüğüne Yunanca bir karşılık bulmakta yatar...


Felsefeye ‘duyum’, doğayı ya da hatta dışsal uyaranların
varlığını kabul etmek zorunda olmadan, bilinçli bir
durumdan söz etmeyi olanaklı hale getirmek için
sokulmuştur”

Matson, Yunancadaki ne “aistesis” ne de “aistema”


terimlerinin duyum (sensation) sözcüğünü karşılayamayacağını
belirtir. Yunancada “bilinçli durum” ya da “bilinç durumu” ile dış
dünyadaki olaylar arasında ayrım yapmanın bir yolunun
bulunmadığı şeklinde özetlenebilir. Yunan ve Ortaçağ
geleneklerinde bile “fikir” sözcüğüyle çakışan bir kelime yoktu.
Matson’a göre hem ağrıların hem de açık seçik fikirlerin tek bir
“içsel gözle” incelendiği insan zihni kavramı yoktu. Ancak,
Platon’un eserleri gözden geçirildiğinde Fedon/Ruh Üzerine adlı
eserinde “noeo” ifadesi ‘gözlerle algılamak, gözlemek, düşünmek,
sanmak’ ve “noetos” ‘zihin tarafından algılanabilir ya da
düşünülebilir’ anlamlarında kullanılmıştır. Yine bu eserinde
ousia (öz, toz), psyche-ή (ruh), dianoia-άά (düşünce,
us), enantion (karşıt) ifadelerinin kullanımı görülür.12
Son 30 yıl içinde, felsefeciler Aristoteles’in bir bilinç
kavramının olup olmadığını uzun uzadıya tartışmışlardır.13 Bu
yaklaşımların temelinde; eserlerinde uyanıklık, bayılma veya
uykudan uyanınca farkındalıktan bahsetmesi yatmaktadır. Diğer
yanda eserlerinin hiçbirinde “zihin” ya da “bilinç”ten bahsetmez.
Ancak, bilince atıf denilebilecek “düşünme bir düşüncenin
düşünülmesidir” şeklinde dolaylı göndermeler yapar. Bu türdeki
içsel izlenimler, algılamanın bir tipidir ve bilinçle yakından
ilişkilidir. Aristoteles, Fizik adlı eserinde canlı ve cansızlar
arasındaki farklılıklara dikkat çeker ve bir ayrımı da “cansızların
farkında olmaması, canlıların farkında olması” olarak belirtir.
Canlı olanlar, altlarındaki değişikliklerin farkındadırlar ve bu his
olarak ortaya çıkar (ύ   ά), ancak bu derin duyu
(propriosepsiyon) olarak yorumlanamaz. Aristoteles bakış açısı
ile “duyların içsel anlamı” daima farkındalığın bir tipi ile

12 Platon. Savunma, Fedon. Çev. Aziz Yardımlı, Deniz Canefe. İdea yay. İstanbul 1997.
13 Caston V. Aristotle on consciousnes. Mind 2002;111(444):751-804
| 18

birliktedir. Bununla ilişkili olarak farkındalığın geçici olduğunu


ve algıladığımız zaman ortaya çıktığını söyler. Bu bakış açısı
Descartes’ın cogito’sunu andırır. Aristoteles’in bakışı bir bakıma
“görüngüsel bilinç” gibi düşünülebilir. Çünkü algılarımız “bizim
dikkatimizden (ού λάει)” kaçmaz. Ancak çevirilerde
problem vardır; duyu/algı=sense (ίσησις) ve algılama
kapasitesi (δύμις) olarak da çeviriler yapılır. Oysa, Aristoteles
bu ikisinin ayrımını yapar: “tam olarak göremediğimiz zaman
bile karanlığı düşünce ile ayırt edebiliriz” der ve bunu kapasite
olarak adlandırır. Ancak bütün zorlamalara rağmen,
Aristoteles’te zihin/bilinç kavramı tartışmaları bulunmaz.

Eter-Spirit-Psyhikon-Pneuma
Eter kelimesi Yunanca “aither” ve de “aietheou/eternal
hareket”ten gelir. Heraklitus ve Aristoteles tarafından da bu
kelimeler kullanılmıştır. “Elastik eter” sıkıştırılabilirliği ifade
etmek için Newton’un kullandığı bir ifadedir. Elastik, hava ve
gazların “kendiliğinden genişlemesi” anlamında kullanılmıştır.
Bugünkü anlamı ise epey farklıdır. Newton’un eteri hava ile
benzer olmasına karşın, Descartes’ta sıvı şeklindedir.
Spirit kelimesi, Latince “spiritus/soluk” kökeninden gelir.
Ortaçağ tıbbında “animal spirits/can ruhu”nun esasını ifade eder.
17. yüzyılda şarap veya terpentin gibi maddelerin
distilasyonunun ürünleri için kullanıldı. Descartes, “animal
spirit”i “çok uçucu sıvı” olarak tanımlar ve kendi teorisindeki
hidrolik sıvı olarak ele alır [Burada önemli bir noktaya da
değinmek gerekir. Türkçe çeviri yapılmış bazı kitaplarda, “animal
spirit” maalesef hiç ilgisi olmadığı halde “hayvan ruhu, hayvansal
ruh” olarak çevrilmiştir. Bkz. Modern Psikoloji Tarihi, Kaknüs
yay, 2001 ve Ruhbilimin Öncüleri, İdea Yay, 1990]. Bunun
şaşılacak kadar çok örneği var. “Animate” Latince kökünde ve
İngilizcede; canlı, canlandırma ve hareket eden anlamındadır.
Dilsel kök olarak canlılıkla “hayvan/animal” aynı köken
kelimelerle ifade edilmiştir. Cansızlar için ise “inanimate”
kullanılmıştır. Dolayısıyla, “animal spirit”in esas karşılığı
“canlandırıcı - can ruhu”dur. Thomas Willis’e göre ise distilasyon
sonrası elde edilen uçucu sıvı gibi değildir. Bu özellikle Galen’in
| 19

yazılarından gelir. Galen’in tıbbında insan bedeninin üç esas


işlev, üç temel pneuma ile ilişkilendirilmiştir: doğal ruh (pneuma
physicon), hayat veren ruh (pneuma zoicon) ve animal spirit
(pneuma psyhikon). Aslında bu üç pneuma iç içe geçmiştir. Her
biri pneuma’nın farklı derecelerde ruhsallaştırılmasıdır. Tıbbi
gelenekte, pneuma vazgeçilmez materyaldir. Hıristiyan Yeni Ahit
kitabında ise, benzer ifadeler, kutsal ruh (hagiou pneumatos)
veya günahkâr ruh (pneumation poneeron) olarak geçer. Burada
somut olmayan akıllı oluş manasındadır.
| 20

Felsefe ve Bilim Kimin İşi


Olarak Ortaya Çıkmıştır?

Felsefe bir Yunan işi olarak düşünülebilir mi ya da düşünülmeli


midir? Felsefe bir geofelsefe olmasına karşın, coğrafya sadece
fizik ve insan coğrafyası değildir. Zihinsel bir coğrafyayı da
beraberinde taşır. Aslında Yunanlı felsefeciler yurtlarından
kopmuş yabancılar olmasına rağmen felsefeyi büyüten
Yunanlıdır.14 Felsefenin “Yunan Mucizesi” olduğu görüşü tarihsel
süreklilik olgusu ile çelişir. Fransız tarihçi Emile Brehier, İlk
Yunan felsefecilerinin “gerçekte bir şey icat etmek zorunda
kalmadıklarını” Mezopotamyalılara ait “yaratılış” efsaneleri gibi
metinlerin kopyalandığını söyler. Bertrand Russel’da “Tarihte
Yunan uygarlığının birdenbire doğuşunu açıklamak kadar güç ve
şaşırtıcı bir iş yoktur” der. Yunan medeniyetinin kökeninde Mısır
ve Mezopotamya olduğunu belirtir. Farabi de “Eskiden Irak halkı
olan Kildanilerde ortaya çıkmış; oradan Mısır halkına ulaşmış;
sonradan Yunanlılara, onlardan da Süryanilere geçmiş ve böylece
Araplara ulaşmıştır” tespitini yapar.

Felsefe ve Bilim Yunan İşi midir?


Uzun bir zaman boyunca, çağdaş uygarlığın Roma ve Grek
uygarlıklarının hediyesi olduğuna inanıldı. 1799’da Mısır
hiyegrolif yazısının deşifre edilmesi ve bunu izleyen arkeolojik
uğraşlar, Yunan uygarlığından çok önceleri Mısır’da var olmuş
daha yüksek bir uygarlığın varlığını ortaya koydu. MÖ 3000’lere
14 Deleuze G ve Guattari F. Felsefe Nedir? YKY. Çev: T. Ilgaz. 6.Baskı, 2001;81-92.
| 21

uzanan bu uygarlık, Helen uygarlığından 2000 yıl daha eskiydi.


Sonraki dönemlerde yapılan arkeolojik kazılar, Hititler gibi
başka uygarlıkların da varlığını ortaya koydu ve anlaşıldı ki, MÖ
5. yüzyılda, olgunluğuna erişen Yunan düşüncesi kökenini daha
eskilerden alıyordu: Mısır, Anadolu (Küçük Asya) ve
Mezopotamya.
İnsanoğlu yürümeye başlayalı beri coğrafyada yer
değiştirmiş ve karşılıklı ilişkilere girmiştir. Bu ilişki doğrudan
ziyaret, ticaret ya da savaşla işgal şeklinde olmuştur. Türkiye’de,
Kaş açıklarında bulunan Uluburun batığı bir ticaret gemisiydi;
modern analiz yöntemleri ile MÖ 1400 yıllarına
tarihlenmektedir. Yapıldığı malzeme ve taşıdığı yüke
bakıldığında, Akdeniz çevresinde yaşamış uygarlıkların çok
yakın ilişki içinde olduklarına dair kanıtlar çok açık olarak
görülür. Yapılan incelemelerle, geminin en az yedi uygarlığın
ürünlerini taşıdığı anlaşıldı: Mikenler (Yunanistan), Kenanlılar
(Suriye-Filistin kıyıları), Kıbrıslılar, Mısırlılar, Kassitler (Babil),
Asurlular, Nübyeliler. Böylesi sıkı ticaret ilişkisi, mutlaka bilim-
sanat-felsefe ilişkisini de beraberinde taşıyacaktı.15
MÖ 560-527 yılları arasında Homeros’un eserlerinin,
Yunan yarımadasına geçtiği ve Atina’da festivallerde belli bir
sıra ile okunmaya başlandığı anlaşılmıştır. İyon bilinci,
Anadolu’da geliştikten ancak üç yüzyıl sonra Yunanistan’a geçti.
Herodot “Homeros ile Hesiodos Grek tanrılar hanedanını
kurdular, onlara adlarını taktılar, görevlerini ve sanatlarını tayin
ettiler” diye yazar ve bu işin, kendi gününden (MÖ 430) dört
yüzyıl önce olduğunu belirtir.16 Elbette ki kültür akışının nedeni
sadece ticari geçişler değildi. İşgal ve savaşlar da dolaylı olarak
kültür ve bilim geçişine neden oluyordu. Bu olaydan çok daha
önce, MÖ 490 yılında Yunanistan’ı Persler işgal etmişti.
Beraberlerinde doğu kültür ve düşüncesini de götürmüşlerdi.
Makedonyalı Büyük İskender’in MÖ 300’lerde Hindistan’a kadar
gittiği düşünüldüğünde, etkileşimlerin kaçınılmaz olduğu daha
kolay anlaşılır olacaktır.

15 Bass GF. Tunç çağının ihtişamı. National Geographic Türkye. Kasım 2001;79
16 Halikarnas Balıkçısı. Anadolu Tanrıları. Bilgi yay. 1985;22.
| 22

Eski Mısır
Frigya-Sümer-Hitit

Çin Felsefesi Hint Felsefesi

Grek ve Roma Felsefesi

İslam Felsefesi

Erken Modern Avrupa Modern


Felsefesi Felsefe

Yunan felsefesinin etki altına kaldığı, coğrafyaya Çin’i de


eklemek gerekir. Yazılı kaynaklar olmamasına karşın, Çin
felsefesinin geçmişi epey eskidir. Çin felsefesi, MÖ 6. yüzyılda
ortaya çıkmıştır. Bu dönemde gezgin filozoflar aracılığıyla,
düşünceler sözlü olarak yayılmıştır. İlk biçimsel temsilcisi
konfüçyusçuluk, son temsilcisi ise Taoizm olmuştur. Daha
sonraları, üçüncü önemli okul olan Budizm de Çin felsefesine
dahil olmuştur. Konfüçyusçuluk “insan yolunu” öğretirken,
Taoizm “doğanın yolunu” öğretir. Konfücyusculuk, mistik-
metafizik açıklamaları içermez, politiktir. Taoizm ise geniş
ölçüde mistik-metafizikseldir. Bu iki akım daha çok birbirini
tamamlar niteliktedir. Daha sonraları bu iki akıma Budizm
eklenmiştir. Bu üç akımın etkisi doğrudan değil, Çin’in coğrafi
olarak daha batısındaki kültürler aracılığı ile olmuştur.
MÖ 322’de İskenderiye’nin kuruluşundan önce, Mısır
kaynakları hakkında hiçbir şey hayatta kalmamış denilebilir.
Eğer Yunan felsefecilerinin Mısır düşüncesinden sıkı sıkıya
etkilendiğini öne süreceksek, buna ait paralel yazılar veya
doğrudan yansımaları görmemiz gerekir. Yunan felsefesi
zamanında bunu bulamayız. Basit olarak, Mısır’daki bilgelik/akıl
kaynakları Aristoteles ve Platon felsefi yazılarından farklıdır.
Bunun yanında Yunan felsefesine benzeyen bir Mısır felsefesi de
| 23

yoktur. Dolaylı yoldan elde edilen, Yunan felsefesi üzerinde Mısır


etkisi bilgileri de az değildir. Örneğin, Platon’un “Timaeus” ve
“Critias” adlı eserinde, Atlantis öyküsünden bahseder ve ataları
olan Solon’un bu bilgiyi, Firavun II. Amasis’i (MÖ 569) ziyareti
sırasında Mısırlı bir rahipten öğrendiğini belirtir. Platon’un
eserlerinde Mısırla ilgili bilgilerin olması, Mısır’a gittiği anlamına
gelmez. Çünkü Platon hiçbir eserinde Mısır’da bulunduğunu
yazmaz. Platon’a kaynaklık eden Solon bir ticaret adamı
olduğundan, ülke ülke dolaşması meşhurdur. Atinalı Solon, MÖ
6. yüzyılda yaşamıştır ve Yunan kültürünün ilk temsilcisi sayılır.
Anadolu’ya yaptığı seyahatleri sonrasında yazı yazmasını
öğrendi ve sosyal kurumları gördü. Anadolu’da öğrendiği İyon
lehçesi ile şiirler yazdı.
Yunanlıların, Mısır’dan aldıkları, düşünselden ziyade
bilimsel doğadaki bilgidir. Thales’in (MÖ 6. yy) ilk element
olarak belirttiği su, Babil efsanelerinden gelir. Bunun yanında,
Pisagor’un Mısır’ı ziyaret ettiği öne sürülür. Pisagor’un
ölümünden yüzyıl sonra Herodot “ruhların geçişi fikrini”
Pisagor’a bağlar. Bunun erken Yunan düşüncesinden ziyade,
Mısır kökeni vardır. Pisagor’un bir süre Mısır’da kaldığı ve Mısır
dini üzerine çalışmalar yaptığı, astronomi ve geometri öğrendiği
konusunda iddialar da vardır. Ancak, Mısır’a gitmeden önce,
Suriye’ye gidip büyü konusunda çalışmalar yaptığı öne sürülür.
Pisagor gibi Demokritus’un da (MÖ 5.yy) Mısırda beş yıl astroloji
ve Nil’in yükselme nedenleri üzerine çalıştığı öne sürülür. Birçok
Yunan felsefecisi, Nil ile ilgilenmiştir ve bu da, Mısır’ı ziyaret
ettikleri kanısını güçlendirir. Diğer bir felsefeci Exodus’un da
(MÖ 4.yy) astroloji ve geometriyi Mısır’da öğrendiği konusunda
kanıtlar vardır.17
Küçük Asya (Anadolu) felsefeci ve düşünürleri.18
ADI YAŞADIĞI YER
MÖ 9 ve 5. yüzyıl arası

17Patter R. Black Athena, Afro-Centrism, and the History of Science. Lefkowitz MR ve Ropers GM (Editör). Black Athena
Revisited. Chapel Hill, NC: University of North Carolina Press, 1996.
18Halikarnas Balıkçısı. Anadolu Tanrıları. Bilgi yay. 1985;34.
| 24

Thales Milet
Anaksimandros Milet
Anaksimenes Milet
Pisagor Sisam adası
Ksenophanes Kolophon
Herakleitos Efes
Hekataios Milet
Kadmon Milet
Anakharis Trakya
MÖ 5. ve 4. yüzyıl arası
Anaksagoras Kilizman
Herodot Halikarnas
Hipokrat İstanköy
Protagoras Trakya
Skylaks Muğla
Epikür Sisam
Diojen Sinop
Demokritos Trakya
Leukippos Trakya
Ktesisas Knidos
Kleantes Ayvalık
Herakleidis Ereğli
Theophrastos Midilli
Ephoros Çandarlı
Theopompos Sakız
Helenistik devir ve Roma devri
Diphilos Sinop
Pausanias Salihli
Strabon Amasya
Galen Bergama
Arrianos Bursa
Cassius Dio İznik
Epiktetos Hierapolis
Dionysios Halikarnas

Bütün bunlara karşın, Yunanlıların, felsefelerini Mısır’dan


aldıklarına dair kesin kanıt öne sürülemez. Sonuçta, komşuları olan
Hititler, Fenikeliler, Medlerle ticari-sosyal ilişkiye geçtiler. Ancak, bu
ilişki yaklaşık, MÖ 2000 ile MÖ 600 yılları arasında, Yunan felsefesi
üzerinde Mısır etkisini doğurdu. Yunan uygarlığının aldıklarına ve
önceki esinlenmelerine kısaca göz atacak olursak:19
1. Eski Grekçe, yeni Grekçe ve Latince temel olarak Kenan ve
Fenike alfabesinden gelmektedir. Anadolu’dan Yunanistan’a geçen
önemli şeylerden biri Fenike alfabesidir. Bu fonetik alfabe, ilk olarak
Anadolu’da kullanılmıştır.

19 Halikarnas Balıkçısı. Anadolu Efsaneleri ve Anadolu Tanrıları. Bilgi yay. 1985.


| 25

2. Yunan tanrılarının kökeni Anadolu’ya kadar uzanmaktadır.


Zeus Girit’ten, Afrodit Kıbrıs’tan, Poseidon Anadolu’dan alınmıştı.
Biraz daha uzağa gidildiğinde Sümerlerin efsane kahramanlarına
Yunan mitolojisinde sıkça rastlanır: Ölüleri “yeraltı nehrinde” kayıkla
götüren Charon, yeraltı nehri olan “Styx”, Zeus ve Poseidon’un kardeşi
olan yeraltı kralı Hades (Sümerde “Kur”). Hepsi yer değiştirmiş
düşünce ürünüdür.
3. Anadolu’daki Hitit uygarlığının efsanelerinin çoğunun
temelinde Sümerlerin efsaneleri bulunabilir. Mezopotomya’daki
Sümer ve Akadlar ile Anadolu’daki Hititler arasında Hurriler
yaşıyordu. Hurrilerin varlığı Batı Anadolu’ya kadar uzanmaktaydı.
Bununla bağlantılı olarak Yunan mitolojilerindeki Herakles’in kökeni
Sümerlilerin Gılgamış efsanesinde bulunabilir. Herakles’in evlendiği
Hebe’nin de Hitit tanrıçası Hepa olduğu öyküye bakıldığında
görülmektedir.
4. Yunan astronomi bilgisinin kaynağı, Mezopotamya
bölgesindeki Kalde'dir; değişmez bir şekilde, daha önceki dönemdeki
Kaldeliler kendilerini izleyen halklardan çok daha fazla ve çok daha
doğru bilgiye sahip olmuşlardır. Kadim dünyanın her yerinde, nesiller
boyunca "Kaldeli" adı "yıldız gözleyen", yani gökbilimci ile eşanlamlı
olmuştu. Sümer mirasından ciddi şekilde yararlanmışlardı.
1922 yılında Uluslararası Astronomi Derneği kökenini Yunanlılardan
alan 88 takımyıldızı kabul etti. Kökenleri Yunanlılara atfedilmesine
rağmen, takımyıldızların sembolize edilmesi ve adlandırılması, Yunan
kültüründen çok daha önce, MÖ 1700’lerdeki Mezopotamya kültürüne
kadar uzanır. MÖ 1300’lerde yalnızca birkaç takımyıldızı
tanımlanmışken, MÖ 1100’lerde Sümer tabletlerinde tanımlanan
takımyıldızı sayısı 30’dan fazladır. Bu dönemde Mezopotamya
izlemlerinin çoğu 33-36 derece enlem arasında yapılmıştır. Bütün
bunlar MUL.APIN denilen tabletlerde kayıtlanmıştır. Yunanlılar toplam
20 takımyıldız ve adını doğrudan Sümerlerden almışlar, diğer 10’unun
ise yıldızları aynı olmasına karşın isimlerini değiştirmişlerdir. Peki, en
eski Yunan kaynaklarında takımyıldızlarla ilgili veri yok muydu?
Homer’in (MÖ 8. yy) ve Hesiod’un yazılarında sadece iki takımyıldız
(Orion ve Büyük Ayı) ve iki yıldız kümesinden (Yedi Kızkardeş ve
Hyades), iki yıldızdan (Sirius ve Acturus) bahsedilir. Bundan daha
fazlası yoktur. Yaklaşık MÖ 500’den önceki diğer tüm Yunan kaynakları
yıldızlar hakkında bir şeyden bahsetmezler. Yaklaşık MÖ 400’lerde
Sümer-Babil zodiyak sistemi Yunanistan’a geçer.20

20 Schaefer BE. The origin of the Grek constelleations. SciAm Kasım 2006;70-75.
| 26
| 27

2000 Yıllık
Kelimeler ve Kavramlar
Kargaşası...
Şi.im.ti, te.e.ma, psyche, pneuma,
öz, töz, tin, ruh,
nephesh, nefs, istanza(na),
zihin, bilinç…

Pneuma
“Pneuma”, Yunanca “pneo”dan köken alır ve soluk, üflemek
kelimesinden gelir. Uyanıklık ve yaşamak için soluk almak
gerektiğinden, pneuma sadece rüzgâr ya da soluk değil, diğer
yaşamsal işlevler olan duyular, düşünceleri de kapsar. İncil’de
Tanrı’yı tanımlamak için de kullanılır (John 4:24).21 Erasistratus
(MÖ 304-250) pneuma’yı ikiye ayırır; kalbe canlandırıcı ve
beyine psişik pneuma’yı yerleştirir. Platon, pneuma’yı hem
rüzgâr hem de soluk olarak kullanır. Thetus, rüzgâr olan
pneuma’yı kişilerin farklı öznel duyusal algılamalarının (sıcak,
soğuk) aracısı kabul eder. Diyogenes ise evrensel bir kaynak
gördüğü havayı tüm yaşayan şeylerin ruhu (psyche) olarak
görür. Olasılıkla vücuttaki toplardamarları tanımlayarak,
bunlarla bedene dağıldığını söyler.

Psyche

21 Stead C. “Pneuma” E.Craig (Edt). Routledge Encyclopedia of Philosophy. London: Routledge, 1998.
| 28

“Psyche”, düz anlamda ruh olarak çevrilir. En erken yazılarda,


soluk benzeri bir materyaldir ve bir hayalet olarak ölümden
sonra da var olmaya devam eder. MÖ 4. yy’ın başlangıcıyla
birlikte, beden karşısında ilk hatırlanan oldu. Homer’de psyche,
yaşam veya birinin hayaleti olarak ele alınırken, zihin ve bilinç
anlamında hiçbir zaman kullanılmaz. Homer’de, yaşayan bir
kişide var olan ve ölümle kaybolan “tüm” yetileri anlatmak için
kullanılır. MÖ 500’lerde Pisagor, Homer’in bakışını reddederek,
hayvanlarda olduğu gibi insanlarda da psyche’nin başka
vücutlara göç ederek ardışık ortaya çıktığını öne sürer. Zaman
içerisinde kelime “benlik, kişilik” anlamına kaymaya başlar.22
Platon ile tekrar psyche tartışmaları başlar. Bunu Phaheo’da
ayrıntılı ele alır. Epikürcülere göre ise yaşayanların bir
parçasıdır, göğüste toplanır ve buradan bedenin organlarına
dağılır. Bu bakış açısı beraberinde kalbin tüm organların ve
bedenin yönetim merkezi olduğu düşüncesini de beraberinde
getirmiştir. Aristoteles’in bakışı ile psyche, fiziksel bir parça
olmamasına rağmen, bedenin organlarının “form”u veya
“harekete geçirici” kısmıdır. Fakat zihinde (nous) bulunmaz.
Zeno tarafından kurulan öğretide ise psyche temel fiziksel
öğretilerle kaynaştırılır. Zeno’nun tasvir ettiği evrenin “harekete
geçirici esası” pneuma’dır. Her şeyin içine nüfuz eder. Hayvan ve
insanlara nüfuz eden soluk ise onların psyche’sidir. Aristoteles’in
aksine Zeno’nun fikrini savunanlar bitkilere psyche atfetmezler.
O daha ziyade, algılayan ve amaçlı hareket yapan yaratıkların
yaşam esasıdır. Plotinus’un (yakl. 205-270) Neoplatonizminde
ise, fiziksel dünya ve “zihinsel oluşun” daha yüksek gerçekliği
arasında aracılık yapar. Bu öğreti, psyche’yi hem bireysel oluşa
hem de dünyaya bağlar.
Pneuma ve psyche’nin içerik ve anlamsal benzer ifadeleri
çok daha eskilere uzanır. Sümer dilindeki Şİ.İM.Tİ’den gelen
“şimti”, “nefes-rüzgar-yaşam” anlamına gelir. Akadca kelime olan
“napiştu” kanda ele geçmeyen “bir şey”i ifade eder. Bunun
yanında, daha temel ve kalıcı bir şey olan TE.E.MA ifadesi,
harfiyen çevirisi yapıldığına “hafızayı yerinde tutanı barındıran”

22 Long AA. “Psyche” E.Craig (Edt). Routledge Encyclopedia of Philosophy. London: Routledge, 1998.
| 29

anlamına gelir. Akadca “ruh” olarak çevrilen “etemu”nun


benzeridir.

Can
İncil de, ‘can’ ve ‘ruh’ sözcüklerinin anlamları arasında bir
farklılık vardır; ruh ve can ‘birbirinden ayrılabilir’ (Heb 4:12).
‘Ruh’ için İbranice ve Yunanca sözcükler (ruach ve pneuma),
aşağıdaki şekillerde de tercüme edilebilirler: yaşam, zihin, nefes,
ruh, rüzgâr. Tanrı kendi ruhunu, insanı da içeren doğal yaratılışı
sürdürmek üzere kullanır. Bu bakımdan, insanın içinde olan
Tanrı’nın ruhu, onun içindeki yaşam gücüdür. "Ruhsuz beden
ölüdür" (James 2:26). "Tanrı, yaşam nefesini (ruh) içine Âdemin
burnuna üfledi ve insan yaşayan bir can (yaratık) oldu" (Genesis
2:7). Bununla ilişkili olarak da Eyüp, "Tanrı’nın ruhu benim
burun deliklerimdedir" demektedir (Job 27:3). Böylelikle, İncil
ifadesine göre içimizdeki yaşam ruhu doğumda verilir ve beden
canlı kaldığı sürece kişi ile kalır. Tanrı’nın ruhu herhangi bir
şeyden geri çekildiğinde ise ölüm olur. Ölümde, "Toprak (beden),
önceden parçası olduğu yeryüzüne dönecek ve ruh da onu veren
Tanrı’ya geri dönecek" (Ecc 12:7). İncil’de ‘can’ olarak tercüme
edilen İbranice “nephesh” ve psyche’dir. Böylelikle ‘can’, kişi,
beden ya da nefsi ifade etmektedir. ‘Can’, ‘kişi’ ya da bir kişiyi
oluşturan tüm şeylerin özetidir. Tanrı’nın yarattığı hayvanlar,
"hareket eden yaratıklar… Yaşayan her yaratık" (Genesis 1:20-
21) ifadesindeki ‘yaratık’ olarak çevrilen İbranice sözcük,
‘nephesh’ olup; bu, örneğin Genesis 2:7’deki gibi, ‘can’ olarak da
çevrilebilir: "ve insan yaşayan bir can oldu."23

Ruh
İslam düşüncesinde, ruh farklı anlamlar içermesine karşın,
insana canlı ve bilinçli varlık denilmesine yol açan bir öğe olarak
kabul edilir. Sık kullanılan ruh ile nefis arasında bir ayrım vardır.
Aynı şekilde akılla zihin arasında da bir ayrım yapılmıştır. Zihin
(intellect) dünyevi, dolayısı ile sınırlı bir aklı ifade ederken, akıl

23İncil’in Temelleri. Bir Çalışma Elkitabı. Gerçek Hıristiyanlığın sevgi ve huzurunun açıklanışı
Heaster H. Turkish Edition. Christadelphian Advancement Trust 2000
| 30

(reason) yaratılmış ilk şey olarak Allah’a ulaşmanın aracı olan


külli akıldır. Buna göre de vahiy zihinle değil akılla bağlantılıdır.
Ruh, iradeli ve iradesiz tüm eylemlerin kaynağı, canlılığın
belirtisi ve algı olayını gerçekleştiren yeteneklerin bütünüdür.
İslam felsefecisi Hücviri’nin Hakikat Bilgisi (Keşf ül-mahcub) adlı
eserinde ruhu iyiliklerin ilkesi sayarak meleğe, nefsi kötülüklerin
ilkesi sayarak şeytana atfeder. Böylece bedenden farklı olan şey
ruh ve nefis olarak ikiye ayrılır. Bu ayrım İbn Arabî’de de göze
çarpar ve bedenin dışındaki özü, ruh ve nefis olarak ikiye ayırır.
Bunların yaratılıştan farklı olduğunu öne sürer. O’na göre,
“Adem’in vücudu ruhun görüldüğü yer, Havva’nın vücudu
nefis’in görüldüğü yer”dir. Böylece doğan Âdemoğullarıyla ruh-
nefis birleşimi ortaya çıkar. Bazı İslam bilginlerine göre de nefis,
canlı varlıktaki yaşamın ilkesi, ruh ise düşünme ve kavrama
işlevini gerçekleştiren özdür. İslam felsefecileri beden dışındaki
özden bahsetmelerine rağmen, akılla kavranamayacağını ve ne
kadar çabalarsak çabalayalım, ruh konusunda gerçeğe
ulaşamayacağımızı Kur’an-ı Kerim’e dayanarak ifade ederler: “Ey
Muhammet, sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh,
Rabbimin bir işidir. Onun hakkında size çok az bilgi verilmiştir”
(İsra-85).
İslam felsefecilerinden İbn Arabî ise ruhu söyle anlatır:

“...Ve ruh kendi zatı ile var olup, devamlılık hususunda


bedene muhtaç değildir. Tecrit edilmiş olma yönüyle
bedenden ayrıdır. Fakat idare etme ve tasarruf kullanma
yönüyle bedenle ilişkisi vardır. Ve beden madde
aleminde ruhun bedeni ve kemalinin açığa çıktığı,
göründüğü yerdir... Nitekim ruh bedenden ayrı olmayıp,
kemalini açığa çıkarmak için bedene muhtaçtır ve bedene
yayılmıştır. Onun yayılması, beden içine girme ve beden
ile birleşme suretiyle değildir; belki onun bedene nüfuz
etmesi bütün mevcut olanlardaki nüfuz etmesi gibidir. Ve
bu itibara göre, ruh ile beden (cisim) arasında bütünlük
yönüyle başkalık yoktur. Nasıl ki Hak, bir yönden
hakikatlerin aynı ve bir yönden başka ise, ruh da bir
yönden bedenle aynı ve bir yönden bedenden başkadır...
| 31

Bilinsin ki, Hakkın vücudu biri etken ve diğeri etkilenen


olmak üzere iki kısımdır. Etken olan tesir eden fiille ait ve
etkilenen, tesiri kabul eden fiilden etkilenmekten
ibarettir. Başka bir deyişle vücudun ruhu ve bedeni
vardır; ruhu etken, tesir edici ve beden ise etkilenendir.
Örneğin, insanın bedeni ve ruhu vardır. İnsanı ‘konuşan
bir hayvandır’ diye tarif ettiğimiz vakit, onun ruhu ile
bedenini ele almış oluruz. Konuşma onun ruhu, içi ve
‘hayvan’ onun bedeni ve dış görünüşüdür. İnsanın
konuşan ruhu görünmediği halde, dış görünüşü olan
bedeninde tesir edicidir ve dış görünüşü olan bedeni
tesiri kabul eden, etkilenendir. İnsanın ruhunda bir yere
gitmek için bir istek peyda olur. İçindeki bu
irade/istek/istenç ve yönelme, onun ‘Kün [ol]’ emrinden
ibarettir. Beden bu irade ve emirden etkilenerek
harekete gelip o istediği yere gider. Şimdi, insanın
vücudu tek olduğu halde onda biri tesir eden ve diğeri
tesirden etkilenen olmak üzere iki kısım takdir olmuş
olur.” (Kısa not: İbn Arabî’nin (1165-1240) bu ifadeleri
neredeyse aynı olarak 300 yıl sonra Descartes’ta (1596-
1650) ortaya çıkar ve onun ikiciliğinin-düalizm en iyi
tasviri budur.]

Öz
Bunlardan “öz”, bir kimsenin benliği, tinsel varlığı, zat, nefis
olarak tanımlanır ve bir şeyin temel içeriği olarak düşünülür.
Tanımlaması Aristoteles’e kadar uzanır. Ona göre, bir şeyin temel
özelliğini ya da tözünü oluşturan şeydir: “İlk anlamında varlık
tözü gösterdiği ölçüde özdür”. Bir tözün özünü belirlemek, onun
sonlu sayıda olması gereken temel unsurlarını belirlemektir:
“Özde bulunan yerine getirilecek fiillerin sonlu sayıda olması
gerekir.” Buna karşın Platoncu öz kavramı değişikliğe uğrayarak
Descartes’ta yeniden ortaya çıkar. Descartes özleri ölümsüz ve
değişmez sayarak şöyle der: “Bir üçgen tasarladığım zaman,
benim zihnimin dışında, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir üçgen
olmasa bile, bu durum, bu şeklin belli bir yapısı ya da biçimi ya
da özü olmasına engel değildir; değişmez ve ölümsüz olan bu öz
| 32

ne benim uydurduğum bir şeydir ne de herhangi bir biçimde


benim zihnime bağlıdır.” Hegel’e göre öz, varlık ile kavram
arasında yer alan şeydir. Husserl’a göre ise, bir nesnenin,
kendisini ne ise o yapan ve bu nesnenin herhangi bir özelliğinden
önce bu özelliği olanaklı ve anlaşılır kılan zorunlu yapıdır.
Heidegger ve Sartre’da biraz değişir, var oluştan ayrı
tutulmaması gereken ve burada ‘varlık’ta ayırt edilemez olan
kavramdır. Heidegger’e göre öz ve var oluş arasında Yunan
felsefesi tarafından yapılan ayrımın daha ilerisinde, yani ‘varlık’a
dönmek gerekir: “Burada varlığın özü, onun var oluşundan
kaynaklanır... Ancak burada var oluş (existentia) ve öz (essentia)
arasında bir karşıtlık söz konusu değildir.” Yani var oluş ile öz
aslında aynı şeydir.

Töz
Töz ise öze çok yakın, görece ayrışmamış ve yapılmamış, biçim
aracılığıyla ortaya konan fiziksel ve ruhsal gerçeklik kavramıdır.
Aristoteles’e göre, töz (usuia) “birinci anlamda, maddedir, yani
kendisinden belirli bir şey olmayandır; ikinci anlamda, maddeyi
belirli bir varlık olmaya zorlayan şekil ya da biçimdir; üçüncü
anlamda da, madde ile biçimin bileşimidir.” Bu üçüncü anlam ise
en önemlisidir: “Sözcüğün en temel, ilk ve başlıca anlamında töz,
ne bir özneye yüklenen, ne de bir öznede bulunandır: örneğin,
bireysel insan ya da at gibi...” Spinoza ve Descartes’ta en üstün
töz Tanrı’dır. Spinoza: “Töz deyince kendisinden var olan ve
kendinden kavranan, yani kavramı başka bir şeyin kavramına
gerek duymayan şeyi anlıyorum” diyerek bir tözün başka bir töz
tarafından yaratılamayacağını öne sürer. “Var olmak bir tözün
doğasında vardır” der. Hegel’de ise töz (substanz) somut özü
belirtir. Buna göre daha önceki görüşlerden farklı olarak, tözü
değişmez değil, kendi kendine hareket edebilen şeyin tinsel ilkesi
olarak ele alır: “Canlı töz aslında özne olan varlıktır, ya da....
somut bir biçimde gerçek olan varlıktır.” Belki de tanımlama
kargaşasındaki durumun tespitini en iyi Berkeley yapar: “Tözleri
bir yana atıyorum. Tözü zihne uygun dünyanın dışına atmakla
| 33

suçlanmamam gerek. Yalnızca ‘töz’ sözcüğünün felsefi anlamını


yadsıyorum ki gerçekte bir anlam değildir.”24

Tin
Gelelim “Tin”e. Tin, insan varlığının, bedene, maddeye karşıt
olarak, cisimsel olmayan bölümüdür. Bu etkinliğin ürünü olan
düşünce (noesis) ifadesi de aynı kökten gelir. Bazılarına göre,
entelektüel yetenekleri belirtir. Genelde çağdaş Alman
edebiyatında her yerde bulunan tin (geist), tamamen şüpheli ve
bu yüzden nerede karşılaşılırsa ehliyetinin sorulması gereken bir
arkadaştır. Geist kelimesinin kökeni, Arapça ve simya kaynaklı
“gas”, yani spiritus ve daha da eskisi pneuma kelimesidir. Platon,
Aristoteles ve Yunan felsefesinde tin (nus), gerçek bir düşünsel
etkinliğe karşılıktır. Ya da soluk anlamına gelen anemosla
bağlantılı animus, sis ya da hava anlamını da taşır.
Tin ile maddesel olan arasındaki bu karşıtlık, 19. yy’a
kadar felsefi tartışmaların başlıca konusu olmuştur. Descartes
şöyle der: “Öyleyse gördüğüm her şeyin yanlış olduğunu var
sayıyorum, yalanlarla dolu belleğimin bana sunduğu her şeyin
gerçek dışı olduğuna inanıyorum, hiçbir duyuma sahip
olmadığımı düşünüyorum; beden, şekil, uzam, hareket ve yerin
yalnızca zihnimin yapıntıları olduğuna inanıyorum.” Dolayısıyla,
tin dışında hiçbir şey gerçek değildir: “Bundan böyle zorunlu
biçimde gerçek olmayan hiçbir şeyi kabul etmiyorum; öyleyse
ben.... yalnızca düşünen bir şeyim, yani bir tinim.” Yine
Descartes’a göre tin, bir şeyi düşünmemizi sağlayan şeydir:
“Ruh sözcüğü bilgisiz kişilerce kullanıldığından iki ayrı
anlama geldiğini ve bu ilk edim ya da insanın bu temel
biçimi olarak alındığında, yalnızca düşünmemizi sağlayan
ilke olarak anlaşılması gerektiğini söyledim: bu iki
anlamlılık ve belirsizlikten kurtulmak için onu genellikle
tin diye adlandırdım. Çünkü ruhun bir bölümüne değil,
bir bütün olarak tüm düşünen ruha tin diyorum.”

24 Copleston Felsefe Tarihi. Berkeley-Hume. Cilt 5, bölüm b. Çev.Aziz Yardımlı. İdea Yay. 1998;23-24
| 34

diyerek bu karmaşık adlandırma ve kavramsallaştırmanın sorun


oluşturduğunu ortaya koymaktadır. Tin, düşüncenin ve insanın
bilinçli etkinliğinin ilkesidir ve maddeye karşıttır.
Tin, bilgi edinme yeteneğinin yanı sıra, Leibniz’in
belirttiğine göre bilginin kaynağını da oluşturur. Leibniz’e göre
tin ve ruh farklı kavramlardır. Ruhlar Tanrı tarafından yaratılmış
işlenmemiş monatlar oldukları halde, tinler Tanrının kendilerine
karşı bir hükümdar ya da bir baba gibi davrandığı zeki
monatlardır ve ikisi beraber Tanrı Ülkesi’ni meydana getirir:
“Zeki tözler (tinler) ile zeki olmayanlar (ruhlar) arasındaki fark,
bir ayna ile gören kişi arasındaki kadar büyüktür” ve ancak zeki
tinler “eylemlerinin bilincindedir”. Ruhlara özgü tek bir yaşam
ilkesi bulunduğu halde, tinler düşünme yetisine de sahiptirler:
“Tin fikirleri bilmekle kalmaz, onları kendinden bulabilir de...
Zorunlu gerçeklerin kaynağı olan, zihne ilişkin fikirler
duyumlardan gelmez. Bazı fikirler tinin kendi üzerinde
düşünmesinden doğarlar.”
Ancak, Helvetius buna karşı çıkar ve tini, şeyleri kavrama
ve tanıma yetisi olarak görür. Bu yetinin kaynağı fiziksel
duyularımızdır: “Doğayı ele alalım. Doğa bize nesneler sunar; bu
nesnelerin hem bizimle hem de kendi aralarında bağlantıları
vardır; bağlantıların bilgisi tin denilen şeyi meydana getirir. Bu
anlamda bilgimizin az ya da çok olmasına göre tin de az ya da
çoktur.” Berkeley’e göre herhangi bir tin düşüncemiz olamaz.
Aynı zamanda düşünceler gibi de olamazlar. Dolayısıyla tin ile
düşünce arasında bir ayrım yapmak zorunludur:

“Bir tin, düşünen, isteyen ve algılayan olarak


betimlenebilir... Kendi var oluşumuzu iç duygu ya da
düşünme yoluyla biliriz ve başka tinleri us yoluyla...
Başka tinlerin var oluşunu onlar tarafından yaratılan
düşünceler olmaksızın bilemeyiz... Bir insanı göremeyiz,
eğer insan ile denmek istenen bizim gibi yaşayan, hareket
eden, algılayan ve düşünense: gördüğümüz yalnızca
düşüncelerin belli öbekleşmesidir ki bu bizi ona eşlik
eden ve onun tarafından temsil edilen ve bize benzeyen
| 35

ayrı bir düşünme, devim ilkesi olduğunu düşünmeye


yöneltir.”

Burada, “anlık” kavramından da bahsetmekte yarar var.


Anlık, Descartes’a göre bilinebilir şeylere yönelik hayal gücüne
karşıt olarak, kavrayabilen bireye ilişkin kavrama gücüdür. Anlık,
görünüşü ne olursa olsun bir şeyin gerçekliğini kavramayı
olanaklı kılan düşünsel bir işlemdir. Leibniz’e göre ise kendi
başına yanılmaz olan yargı yetisidir. Hume’da, düşünme ve
anlama gücüdür. Kant’a göre anlık (vestand), duyumlar arasında
sistemli karşılıklı bağ kurmayı sağlar ve sezgiye değil, akıl
yürütmeye dayanır.

Akıl, Zihin ve Us
Sözlük anlamı olarak akıl ise; 1. Bilip tanımayı, yargılamayı ve
ilkelere göre davranmayı sağlayan, insana özgü yeti, 2. Doğru
davranmayı, doğru yargı vermeyi sağlayan düşünme biçimleri ve
ilkelerin bütünü; sağduyu, bilgelik, ayırt etme yetisi, 3. Normal
durumları ve işleyişleri bakımından ele alınan düşünsel yetilerin
bütünü, ayırt etme yetisi, 4. Bellek, algı, düşünme vb. zihinsel
yetilerden her biridir.25
Zihin (Arapça, zihn): 1. İnsanın yaşamı boyunca edindiği
bilgileri depolayıp saklamasını ve daha sonraları güncel yaşama
uygulayarak kullanmasını sağlayan işlevlerin tümü, 2. Hafıza,
bellek, 3. Anlayış, kavrayış. 4. Us’un eşanlamlısı. Bilinçle,
zihin=aklın (mind) farklı kavramlar olduğunu da belirtmek
gerekir. Akıl yani logos, bilgi edinme yetisi, bilip tanıma ve
yargılama yetisidir. Akıl beynin kontrolünü ve bilinçli algıyı
yapan, dışarı yansıtan programıdır. Bilincin dışa yansıması akıl
aracılığıyla ortaya çıkar. Akıl yalnızca bilinçli olduğumuz zaman
fark edilebilir. Bilinçsiz olduğumuzda akıl anlamsızdır. Bu
nedenle bilinç, belirli bir aklın, kişiselleştirilmiş bir beynin o anki
birinci el, birinci şahıs deneyimi olarak görülebilir ve eşlik eden
bilinç, akla can katar.26

25 Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, “Akıl” maddesi. Gelişim Yayınları. 1986. s:262, cilt:1
26 Greenfield S. İnsan Beyni. Varlık yayınları. 2000; 154.
| 36
| 37

Doğuya Bakış
İslam Felsefesi

El-Kindi
Aristocu İslami felsefe okulunun kurucusu ve mantıktan
matematiğe, fizikten müziğe kadar uzanan, 270 adet bilimsel
inceleme yazarı bir insan; Yusuf Yakub İbn İshak el-Kindi ya da
sık kullanılan adı ile Kindi (MS 800-870).27 Kindi’ye göre
varlıklar, duyularla algılanabilenler (tikeller) akılla
algılanabilenler (tümeller) ve vahiy yolu dışında hakkında bilgi
edinilemeyenler (ilahi varlıklar) olarak sınıflanıyordu. Kindi, ruh
hakkında belirgin bir yorumda bulunmuyordu ve Aristoteles'in
Ruh Üzerine (Peri Psykhes) adlı eserindeki akıl (nous) anlayışını
benimsemişti. İlk Felsefe adlı eserinin önsözünde, şeriat
bilginlerine karşı felsefeyi savundu ve şeriatla felsefeyi
bağdaştırmaya çalıştı. Gerçek bilginin ancak felsefe ile
bulunabileceğini savundu. Felsefe ile edinilen bilgi ile
peygamberler aracılığıyla gelen bilginin aynı olduğunu, aradaki
tek farkın felsefecinin gerçeğe ulaşmak için daha uzun zaman
sarf etmesinden başka bir şey olmadığını söyledi. Altmış yaşına
geldiğinde, kalabalığın önünde, görüşlerinden dolayı beş kez
kamçılandı. Uzun süreli bir içe dönüş ve belki de depresyondan
sonra 72 yaşında dünyadan ayrıldı.

Farabi

27 Hodbhoy P. İslam ve Bilim. Cep Kitapları, 2.baskı, 1993; 164.


| 38

Türk felsefeci Farabi (MS 870-950), Yunan felsefesinden


esinlenerek İslam felsefesini gerçek anlamda kuran kişidir.
Aristoteles’ten sonra “ikinci hoca” olarak değerlendirilir. İbni
Sina ve İbni Rüşt üzerinde büyük etkileri olan Farabi, batı
felsefesini de etkilemiştir. Aristoteles ve Platon’un aslında aynı
şeyi söylediğini iddiasıyla Kitab Ül-Esolocya’yı kaleme aldı. Bu
düşünce bir philosophia perennis (ebedi felsefe) anlayışını
güçlendirmiştir. Farabi’nin temel bilimsel çalışma yöntemi
“Vahidi daha iyi anlamak ve kavramak için, onu alt parçalara
(cüz) ve her cüz’ünü daha ufak cüz’lere bölerek tahlil etmek”
şeklindedir. Bu bölerek inceleme, Descartes’ın de şiddetle
savunduğu ama Farabi’ye hiçbir atıf yapmadığı bir yöntemdir.28
Yeni Platoncu olan Farabi’nin felsefesi iki temel üzerinde
kuruludur. İlki varlıktan kalkarak öğelere doğru iniş ve diğeri
Tanrıya doğru yükseliş. Farabi, Akıl Kitabı (Risale fi’l akl) adlı
eserinde karanlıkta görülmeyen ve ışıkta görülen renkler
örneğini vererek, bunun gibi akılla kavranabilir varlıklar,
şeylerin ve duyulara dayanan algıların içinde gizil güç biçiminde
bulunurlar der. “Ortak duyu” ve hayal gücü aracılığıyla akla
geçerek onun için bir gizil varlık kazanırlar. Farabi Aristoteles'i
takip ederek insan aklını Potansiyel Akıl (Akl bi'l-Kuvve), Fiili
Akıl (Akl bi'l-Fi'l), Edinilmiş Akıl (Akl Müstefad) ve Faal Akıl (Akl
el-Fa'al) olarak dörde ayırır. Bunlar aklın bilgi edinme sürecinde
geçtiği aşamalardır. Bilmek, maddi nesnelerin ötesindeki soyut
formları bilmektir ve bu, duyular dünyasıyla ilgili bilgi kadar
ahlaki bilgi için de geçerlidir.
Yaratıklar, hiçbir şeye ihtiyaç duymayan Tanrıdan çıkıp
varlığa ulaşırlar. Tanrı’nın kendi töz’ünü bilmesiyle birincil akıl
doğar; bu aklın da Tanrı’yı bilmesi ile ikinci akıl türer. Böylece
sırasıyla ortaya on akıl çıkar. Etkin akıl insan ruhunun da
nedenidir. Ruh ve cismani bedenden meydana gelen insanda, ruh
ve beden ilişkilidir. Ruhun yetkinliği akıldan kaynaklanırken,
bedenin yetkinliği ruhtan kaynaklanır. Farabi’ye göre canlıda üç
tür ruh vardır: bitkisel, hayvansal ruh ve insan ruhu. Bitkisel
ruhun görevi bireyin soyunu sürdürmesi ve gelişmesini

28 Farabi. İslam Klasikleri: El-Medinetül’l Fazila. MEB yay. 2001;10


| 39

sağlarken, hayvansal ruhin ki iyi ile kötünün fark edilmesi ve


iyide karar kılınması, insani ruhun görevi ise yararlının ve
güzelin seçilmesini sağlar. İnsanın kendini, evreni anlaması etkin
akılla olur. Dolayısıyla da etkin akılla bilginin mutluluğuna ulaşır.
Bütün bunlara karşın Farabi’de, duygu ve hareketlerin merkezi
organı kalptir:

“Cismimizle yaptığımız işler isteme kuvvetine hizmet


eden kuvvetler ile ortaya çıkar. Bu kuvvetler, o işlerin
icrasına tahsis edilmiş uzuvlara dağılmış bulunurlar.
Bunlar, hayvan ve insanın arzularını yerine getiren
uzuvlara girişmiş sinir ve kaslardan ibaret olup eller,
ayaklar ve iradeyle hareket edebilen uzuvlar gibidirler.
Bu çeşit uzuvlara dağılmış olan kuvvetler, cismimizin
aletlerinden olup, kalpte oturan reisi isteme kuvvetinin
hadımıdırlar. ...kalp bünyemizin hâkim uzvudur. Ona
riyaset edecek başka bir uzuv yoktur. Arkasından dimağ
gelir ki ikinci derecede olan bir hâkim uzuvdur ve diğer
uzuvlara, ancak kalbin reisliği altında, reislik eder. Dimağ
kalbe hizmet eder; diğer uzuvlar da ona, tabiatıyla kalbin
maksatlarına göre hizmet ederler.”29

Farabi aynı zamanda devinim yapan duyuları taşıyan


sinir liflerinden de haberdardır, bu sinir liflerinin çıkış yeri
olarak beyni gösterir:

“Sinirler iki sınıfa ayrılırlar. Bir sınıfı kalpte bulunan


hâkim duyma kuvvetinin tabilerine alet olup, o tabilerden
her birinin kendine mahsus duyguyu duymasına yardım
eder. Diğer sinir sınıfı da yine kalpte bulunan isteme
kuvvetine hizmet eder uzuvların aleti olup bu uzuvların
iradi hareketlerini sağlar. ...Hareket uzuvları ancak
kalbimizde yer alan isteme kuvvetlerine tabi olurlar. Bu
sinirlerin çoğunun bitki tarlası (çıkış yeri), dimağ olup
onları muhafaza eden kuvvetler dahi bizzat dimağdan

29Farabi. İslam Klasikleri: El-Medinetül’l Fazila. MEB yay. 2001;56-59.


| 40

beslenirler. Dimağda kalbin hararetini nispetle


düzenleyecek ruhi bir kuvvet vardır.”

İbni Sina
Farabi’nin fikirlerini geliştiren İbni Sina’da (MS 980-1037)
deneyci felsefe ön plana çıkar. Modern dünyanın sibernetikçisi
olan Norbet Wiener olarak da görülür.30 Aristoteles felsefesinden
yararlanarak cisim ve nefsden bahseder. İbni Sina'nın geliştirdiği
kuramının kaynağı Aristoteles (İslam felsefecileri Aristoteles’e
“mantığın üstadı” derlerdi) ve Yeni Platonculuktur. İbni Sina
varlıkları kozmolojik bakımdan akıl, ruh (nefs) ve cisim olarak
üçe ayırıyordu. Kozmik Akıl, İlk Varlıktı ve zorunluydu. Sırasıyla
bir sonraki Akıl, bu Akla ait gök katının (felek) ruhu ve bu gök
katının cismi çıkar. Bütün düşünülenler vardır ve var olanlar
tasarlanabilen düşünülür biçimlerdir. Bu nedenle, düşünmekle
var olmak özdeştir (sonradan gelen Descartes’ın ‘düşünüyorum
öyleyse varım’ ifadesini hatırlatır). Sina’ya göre atomcu görüşün
ileri sürdüğü nitelikte bir boşluk yoktur. Uzay ise, bir nesnenin
kapladığı yerin iç yüzüdür. Varlık kavramı altında toplanan
bütün nesnelerin değişmeyen, sınır ve niteliklerini koruyan belli
bir yeri vardır. Fiziğin konusu madde ve biçimden oluşan
nesnelerdir. Biçim, maddeden önce yaratılmıştır. Maddeye bir
töz özelliği kazandıran biçimdir. Maddeden sonra ilinek gelir.
Biçimler maddeye, ilinekler ise töze katılır. Bütün nitelikler de
birinci nitelikler ve ikinci nitelikler olmak üzere ikiye ayrılır.
Birinci nitelikler nesnelere bağlıdır, ikinciler ise, nesnelerden
ayrı olarak varlığını sürdürür. İbni Sina'ya göre, nesnel evrende
bulunan güç ve devinimin temelini ikinci nitelikler oluşturur.
Nesneler, kendilerinde bulunan gizli güçle devinime geçerler. Bu
güç ise, doğal güç, öznel güç, tinsel güç olmak üzere üç türlüdür.
Doğal güç, nesnede doğal biçim ve yerlerle ilgili nitelikleri taşır.
Çekim ve ağırlık bu türdendir. Öznel güç, nesneyi devingen ya da
durağan duruma getirir. Bunda da, bilinçli ya da bilinçsiz olma
özelliği bulunur. Tinsel güç, herhangi bir organın, aracın yardımı

30 Hodbhoy P. İslam ve Bilim. Cep Kitapları, 2.baskı, 1993; 167.


| 41

olmaksızın doğrudan doğruya bir istençle eylemde


bulunmaktadır. Ona göre, zaman ve devinim kavramları da
birbirine bağlıdır, çünkü devinimin bulunmadığı, algılanmadığı
bir yerde zaman da yoktur.
İbni Sina cismin hiçbir zaman etmen olamayacağını öne
sürer. Etmen aklın, onun aracılığıyla etkinlikte bulunan bir
“kuvvet, form, nefsi”dir. İbni Sina'nın felsefesinde, Aristoteles’in
geliştirdiği düşünce dizgesine uygun olarak, ruh kavramının
önemli bir yer tuttuğu görülür. İbni Sina Kur’an-ı Kerim’e
dayanarak bilmeyi ‘yaratma’ olarak niteler. Yaratma eylemi
Tanrının kendi özüne karşı duyduğu sevgiden dolayıdır. Tanrı
tümelleri bilir. Tikellerle ilgili bilgisi de, tümel nedensellikleri
bilmesindendir. İbni Sina’nın nefs ifadesi Latincedeki “anima”ya
(canlandırıcı, can verici ya da ruh) yakındır. İnsan nefsi, yapıcı ve
bilici güçle donatılmıştır. İnsanda dış algı duyumlarla, iç algı da,
beynin ön boşluğunda bulunan ortak duyu ile sağlanır. Duyularla
alınan izlenimler bu ortak duyu ile beyne gider. Beynin, ön
boşluğunda sonunda, tasarlama yetisi bulunur. Bu yeti duyu
izlenimlerini sağlamaya yarar. İnsan için en önemli olan düşünen
öz yapıcı ve bilici güçlerle donatılmıştır. Yapıcı güç (us) gerekli
ve özel eylemler için gövdeyi uyarır. Bilici güç ise, yapıcı gücü
yönlendirir. Özdekten ayrılan tümel biçimlerin izlerini alır. Bu
biçimler soyutsa onları kavrar, değilse soyutlayarak kavrar.
İnsanda iyiyi kötüden, yararlıyı yararsızdan ayıran yapıcı güçtür,
bu nedenle bir istenç niteliğindedir. Us (akıl) konusunda İbni
Sina ayrı bir düşünce ortaya atmıştır. Ona göre us beş türlüdür.
Özdeksel us, bütün insanlarda ortak olup, kavramayı, bilmeyi
sağlayan bir yetenektir. Bir yeti olarak işlek us, yalın, açık ve
seçik olanı bilir, eyleme yöneliktir, durağan bir güç niteliğinde
değildir. Eylemsel us, kazanılmış verileri kavrar ve ikinci
aşamada bulunan ustan daha üstündür. Kazanılmış us, kendisine
verilen ve düşünebilen nesneleri bilir. Aşama bakımından usun
olgunluk basamağında bulunur. Bu aşamada usun
kavrayabileceği konular kendi özünde de vardır. Kutsal Us, usun
en yüksek aşamasıdır. Bütün varlık türlerinin özünü, kaynağını,
onları oluşturan gücü, başka bir aracıya gereksinme duymadan,
bir bütünlük içinde kavrar. İnsan, ayrıntıları duyularla algılar,
| 42

tümelleri usla kavrar. Tümelleri kavrayan yetkin us, nesneleri


anlama yeteneği olan etkin usa olanak sağlar. İnsan usunun
algıladığı ayrıntılar, kendi varlıkları dolayısıyla değil, nedenleri
yüzünden vardır. Us, bu kavranabilir nesneleri kazanabilmek için
ilkin duyu verilerinden yararlanır. Sonra duyu verilerini usun
genel kurallarına göre işlemden geçirir, yargıları ortaya koymada
onları aşar.31 Bunun dışında hayvansal ve bitkisel nefs de vardır.
Ancak bunların melekeleri birbirinden farklıdır. İnsan ruhunun
iki melekesi vardır: tanıma ve icra. Bu iki melekeye akıl adı
verilir. Akıl da iki türlüdür: kuramsal/nazari ve ameli akıl. Bunlar
bahsedilen bilici ve yapıcı güçlere karşılık gelirler. İnsanın
(ruhunun) bir şeyi idraki daima “akl-ı faal”den gelir. Yine İbni
Sina’nın bahsettiği diğer bir akılda “akl-ı heyuları”dır ve insan
zihninin henüz ortaya çıkıp gerçekleşmemiş soyut yatkınlıkları
olarak bunu tanımlar. Madde (cisim) ise Allah’tan doğmaz. Var
olmak için kendi dışından başka bir şeye gereksinim duymayan
Allah “bir”dir ve “bir”den ancak “bir” çıkacağından, O’ndan
çokluğun yani diğer maddenin doğması imkânsızdır der.
İbni Sina yöneticilerin baskısından birkaç kez kaçtıktan
sonra, dostları ona ılımlı olmasını tavsiye ettiklerinde şöyle dedi:
“Genişlemesine kısa bir hayatı, uzunlamasına dar bir hayata
tercih ederim.”32

Gazali
Yalnız döneminin değil, bütün İslâm düşünce tarihinin en önde
gelen düşünürlerinden Gazali (1058-1111) kelâmcılar, sûfiyye,
Batıniler ve özellikle Yunan kaynaklı felsefe dahil, devrinin bütün
düşünce şekillerini olabildiğince öğrenmiş ve eleştiriden
geçirmiştir.33 El-Munkiz'u-mine'd-Dalâl, düşünce hayatını ve
kendisinin geçirdiği manevî basamakları anlattığı eseridir. Bu
eser değeri bakımından Augustin'in Les Confessions (İtiraflar);
Descartes’ın Metod Üzerine Konuşmalarına ve Rousseau'nun

31 http://www.kultur.gov.tr/kultursanat/tb-sina.html
32 Hodbhoy P. İslam ve Bilim. Cep Kitapları, 2.baskı, 1993; 168.
33 De Boer, Islâm'da Felsefe Tarihi, Çev. Kutlay Y. s.109
| 43

İtiraflarına benzetilir.34 Bu konuda kullandığı yöntem ise,


Aristoteles mantığını kabul ederek ve felsefeyi yakından
tanıyarak, felsefe tenkitçiliği şeklinde ortaya çıkar.35 Kimyayı
Saadet adlı eserinin psikoloji bahsinde, gökten aşağı düştüğü
kabul edilen bir insanın, teker teker uzuvlarını kaybetse bile yine
de farkında olacağını belirtmiştir:36

“İnsanın kendi varlığında hiçbir şüphe yoktur. Onun


varlığı görünen ceset değildir... Bir kimse gözünü
kapayıp, bedenini, gökleri, yerleri ve gözle görülebilen
her şeyi unutsa dahi, kendi varlığını zaruri olarak bilir...
Kendinden haberi olur...”

Duyulardan şöyle bahseder:

“İnsanlar yalnız duyular âlemini görürler. Duyular âlemi,


öz olan melekût âleminin kabuğu durumundadır. Bu dış
âlemi geçemeyen kimse; narın sadece kabuğunu, insanın
da sadece derisini görmüş olur. İçeriye nüfuz edemez.”

İnsan varlığını ise ruh ve beden olarak ele alır:

“Bil ki iki âlem vardır: ruhani ve cismani. İstersen bunlara


hissi ve akli veya ulvi ve sufi de diyebilirsin. Bunların
hepsinin manası birbirine yakındır, farklılık sadece bakış
açısı ile ilgilidir. Eğer sen bunları kendi varlıkları
açısından ele alırsan cismani ve ruhani dersin.” Ruhun
özelliklerini beş aşamaya ayırarak şöyle açıklar: “Beş
duyunun getirdiklerini alan ilk ruhtur. Hayvani ruhun aslı
ve ilk biçimi konumundadır. Nitekim hayvan bununla
hayvan olur. Bu ruh süt emen çocukta da bulunur. İkincisi
hayali ruhtur; bu ruh duyuların getirdiklerini kaydeder,
gerektiğinde kendisinden üstte bulunan akli ruha iletmek
üzere biriktirip saklar. Süt çağındaki çocukta bulunmaz.

34 Ülken HZ. Islâm Felsefesi-Kaynaklari ve Tesiri, Istanbul, 1967, s.120


35 Watt M. Islâmî Tetkikler, Islâm Felsefesi ve kelâmi, çev. Ates S., Ankara 1968, s.108
36 Bedir Yayınevi. A.Faruk Meyan çevirisi. İstanbul.
| 44

Bu ruh hayvanların bazısında bulunur bazısında


bulunmaz. Üçüncü sadece insana mahsus bir cevher olup
hayvanlarda ve küçük çocuklarda bulunmaz. Dördüncüsü
fikri ruhtur. Bu ruh, salt akli bilgileri alarak bunlar
arasından telifler ve terkipler yapar, bunlardan değerli
bilgiler çıkarır. Beşincisi ise Nebevi ruhtur ve bu
peygamberlerde bulunur.”37

Yine önemli bir eseri olan İhya ül-ulüm id-din’de ruhun,


tıp bilginlerine göre can anlamına geldiğini, ancak metafizik
varlık olarak nefs, akıl ve kalp denilen manevi yetilerin aynı
varlığı ifade ettiğini ve insanın gerçek benliğini oluşturan öz
olduğunu belirtir. Gazali Makasıd el-Felasife adlı eserinde ise,
madde ve ruh üzerinde de görüşlerini modern felsefenin
başlangıcından çok önce ortaya koymuştur. Ruh ve bedenden
doğrudan değil de, o dönemde anlaşıldığı şekliyle ruhun asıl
özelliği olan “düşünce” ve bedenin asıl özelliği olan “cisim”den
bahsetmiştir. Madde (cisim) için:

“...Cisim, fiili olarak, en, boy, derinlik sahibi


bulunduğundan değil, fakat bunları kabul etmesinden
dolayı cisimdir. İspatı şudur ki, şayet bir mum alsak ve
buna, bir kaşık uzunluk, iki parmak en ve bir parmak
derinlik versek, bu yine de bir cisimdir, fakat bu boyutlar
derinlik, en, boydan dolayı değil. Çünkü aynı mum, bu
sefer yuvarlak yahut da başka bir şekle konulursa bu
uzantı ortadan kalkar ve onların yerine, iki ayrı uzantı
meydana gelir fakat cisim oluş sureti asla değişmez. Şu
halde cisimde bulunan miktarlar cismiyet mahiyetinden
hariç arazlardır...”

Gazali duyulardan ve onların güvenilir olmamasından


(daha sonra tüm felsefesini şüphecilik üzerine kuracak olan
Descartes gibi) ve bu durumun altından şüphecilikle nasıl

37 Gazali. Mişkatü’l-Envar (Nur Metafiziği), Gelenek Yay. 2004;52


| 45

kalkılacağından da şöyle bahseder. “İnsanlar uykudadırlar,


öldükleri zaman uyanırlar” Peygamber sözünden aldığı ilhamla:

“...Uykuda birtakım şeylerin varlığına inanıyorsun,


birtakım halleri tahayyül ediyorsun, onlarda sebat ve
istikrar bulunduğunu kabul ediyorsun. O durumda onlar
hakkında hiçbir şüpheye düşmüyorsun. Sonra
uyanıyorsun, görüyorsun ki bütün tahayyül ettiğin,
inandığın şeylerin aslı yok. O halde uyanık iken hissin
yahut aklın delaletiyle edindiğin itikadın gerçek
olduğundan nasıl emin olabilirsin? Vakıa o itikat içinde
bulunduğun hale nazaran gerçektir. Lakin mümkündür ki
sana diğer bir hal arız ola ki, onun uyanıklığına nispeti
senin uyanıklığının uykuya nispeti gibi olsun. Uyanıklığın
o hale nispetle uyku sayılsın. O halde sana arız olduğu
zaman aklımda tevehhüm ettiğim her şeyin hayal
olduğunu, asılsız olduğunu kesin olarak anlarsın...” der.

İbn Arabi
İslam felsefeci İbn (Muhyiddin) Arabî, 1165’te Endülüs’ün
Mürsiye şehrinde doğmuş, 16 Ekim 1240’te 78 yaşındayken vefat
etmiştir. Fususu’l-Hikem adlı eseri en ilginç yapıtlarından
birisidir. İbn Arabi, Fususu’l-Hikem adlı eserinde ruh ve
bedenden, evrenin ve dünyanın oluşumundan, evrimden, insanın
bilinçli ve bilinçsiz olması durumundan bahsederek, bilinçli
olmanın getirdiği farkı ortaya koyar:

“Boğulmuş, gömülmüş bir durumda bulunan bir insandan


hiçbir eser ve oluşum ortaya çıkmaz ve bu hal içinde
onda ne ilim, ne işitme ne görme ne irade, ne de kudret
görünür değildir. Bunların hepsi, o kimsenin vücudunda
yok ve helak olmuştur. Bu gömülmüşlük halinden, bilinçli
duruma (hâl-i âgâhîye) geldiğinde bu sayılan sıfatlarıyla
vasıflanmış olur. Ve onun gömülmüşlük halinden bilinç
düzeyine gelişi (hâl-i âgâhîye), kendi zatının ve
vücudunun gereğidir. Yoksa kendi istemesi ile değildir.
Ve bilinçlendiğinde bütün fiilleri ve sıfatı kendisinde
| 46

birleşmiş, bir olmuş, bütün bir haldedir. Ve kendinin


bütün hep esmasını ve sıfatını toplamış olan bu insan
bunların eserlerini açık etse de, etmese de yine insandır.
İnsanlığını açığa çıkarmak için eserleri ile açığa çıkıp,
görünmesine ihtiyaç yoktur. Onun buna ihtiyacı yoktur.”

Fuzuli
Türk Divan şairlerinden olan Fuzuli’nin (MS 1480–1556)
anlayışına göre, insan biri gövde, öteki ruh olmak üzere iki ayrı
özden kurulu bir varlıktır. Gövdenin toprak, yel (hava), od (ateş)
ve su gibi dört oluşturucu öğesi vardır. Ruh ise tanrısaldır,
gövdede, gene Tanrı buyruğuyla bir süre kaldıktan sonra,
kaynağına, tanrısal evrene dönecektir. Bu nedenle ölümsüzdür.
İnsanın yeryüzünde yaşadığı sürece ruhunun kutsallığına yaraşır
biçimde davranması, doğruluk, iyilik, erdem, güzellik gibi
değerlerden ayrılmaması, özünü bilgiyle süslemesi gerekir.
| 47

İslam Dünyasında
Söndürülen Güneş!

Dokuz ve 13. yy’da Müslümanların özgün felsefi hareketi


canlandı. Çünkü düşünsel çalışmalar devlet adamlarınca
desteklendi, Vahiy’in sunduğu iletiyi anlama ve anlatma çabası
bunu gerektirdi ve “oku” emri bir anlamda evreni anlamaya
yönelikti. Gerçek felsefe Farabi ile kuruldu ve İbn Rüşd’ün ölümü
ile (1198) İslam felsefesi bitti. Beş yüz yıl boyunca, İslam
uygarlığında, bilimin ve felsefenin alevi parlak bir şekilde yandı.
Ama bu alev, zaman zaman üzerine su sıkılarak sönükleşti. Ölüm
döşeğindeki felsefecilere, zorla felsefeye sırt çevirdiklerine dair
fetvalar verdirttirildi. 885 yılında, Bağdat’ta felsefe kitaplarını
kopya etmeyeceklerine dair, profesyonel kopyacıların yemin
etmeleri istendi. İbni es-Sales’e felsefe ve mantığın incelenmesi
veya öğretilmesinin serbest olup olmadığı sorulduğunda, şu
yanıtı verdi (yıl 1251):
“[Felsefe] deliliğin temeli, tüm karmaşanın, hataların ve
doğru yoldan sapmanın nedeni... Mantığa gelince...
Felsefeye ulaşmak için araçtır. Kötü bir şeye ulaşmak için
başvurulan araç da kötüdür... Felsefenin öğretileriyle
uğraştığına dair delil bulunan herkes aşağıdaki
seçeneklerle karşı karşıya kalacaktır: Kılıçla idam ya da
İslam’a dönüş; ancak bu şekilde memleket korunabilecek
ve (b)ilimlerin kökü kazınabilecektir.”
| 48

Bazen yeni fikirler var olan inançlara karşı gelebilir. Tıpkı


İbni Sina’nın başına geldiği gibi. İbni Sina’nın dini inanç, bilim ve
mantık arasında sentez kurma girişiminin çok tepki alması
üzerine, “saptığı” öne sürüldü. Kendisi ise şöyle yanıt verdi:

“Bana sapkın demek o kadar kolay iş değildir,


Benim inancım kadar hiçbir dinsel inanç sağlam değildir,
Eğer ben sapmışsam bütün dünyada emsalim yok,
Çünkü o zaman dünyanın herhangi bir yerinde tek
Müslüman yok.”

Bu dönemlerde El-Seyuti, Halife al-Hadi’nin Bağdat’ta,


5000 (yanlış basım değil: beş bin) felsefeciyi öldürttüğünü
belirtir. Sayı abartılı olmakla birlikte böyle bir katliam olduğuna
kesin gözüyle bakılmaktadır. Bilimi yok etmek için en iyi yöntem
felsefecileri ortadan kaldırmaktır. Kindi’yi kamçıla, el-Razi’nin
başına, görmesini kaybedinceye kadar kitaplarıyla vur, İbni
Sina’yı sürgüne gönder, İbni Rüşd’e mantık ve bilimi incelemeyi
yasaklayarak taşraya sürgüne gönder... Halife Mütevekkil
döneminde (847–861) Bağdat’taki profesyoneller felsefe
kitaplarını kopya etmeyecekleri konusunda yemin etmeye
zorlandılar. Halife Nasır döneminde (1180-1225) geniş bir kitap
koleksiyonu yakıldı. Medreselerde felsefenin yerini kelam
almıştır. Felsefecileri yok etme işinin nereye varacağını birçok
kişi fark etmemişti. Büyük felsefecileri olmayan bir ulusun, hiçbir
zaman büyük biliminsanları da olmayacaktı. Felsefe meraka
dayanır ve merak da bilime doğru uzanır.38 Bilim olmayan yerde
de karanlık hâkim olur.
Dokuzuncu yüzyılda İslam biliminsanları arasında
Dünya’nın küre biçiminde olduğu normal ve sıradan bir kabuldü.
Oysa Batı’da 200 yıl sonra bile Dünya hala düzdü. Semerkandlı
El-Kaşi, 1494’te evrenin çevresini bir “at kılı payı hatayla” ölçmek
için pi değerini virgülden sonraki on altıncı basamağa kadar
hesaplamıştı. Oysa aynı Batı’nın anlayışında evrenin sınırlarına
asla erişilemezdi. Abdurrahman es-Sûfi (903-986), Batlamyus'un

38 Hodbhoy P. İslam ve Bilim. Cep Kitapları, 2.baskı, 1993; 153-156.


| 49

Almagest'inden yararlanarak hazırlamış olduğu yıldız katalogu


ile tanınmıştır. Bu katalogda, 48 yıldız takımında bulunan
yıldızlar tanıtılmış, bunların gökyüzündeki konumları,
parlaklıkları ve renkleri bildirildikten sonra, Almagest'te geçen
yıldız isimlerinin Arapça karşılıkları verilerek, bu konuda
Arapçadaki önemli bir boşluk doldurulmuştur. Abdurrahman es-
Sûfi'nin önerdiği terimler, daha sonra Batılı astronomlar
tarafından kullanıldığı gibi, bunlardan 94'ü modern astronomi
literatürüne de girmiştir. Dünyanın en büyük oniki filozofu
arasında sayılan Türk asıllı Harezmî olup Bağdat civarında
yaşadığı tahmin edilmektedir. Harezmî gökbilimi konusunda
Ziyc'ül Harezmî, Kitab al-amal bi'l Usturlab ve Kitap'ül Ruhname
adlı kitaplar yazmıştır. Ayrıca, Halife Memun'un isteği üzerine
yerin ve gökyüzünün haritasını içeren bir atlasın hazırlanmasına
da katkıda bulunup Kitab'üs Suretü'l Arz isimli eserini bu atlasa
ek olarak hazırlamıştır. Yine Sabit Bin Kura, Oklid Elementler adlı
eserine yazdığı şerh dolayısıyla batı bilim dünyasında "Türk
Öklidi" olarak tanınmıştır. Abdulhamid İbn Turk, Harezmî’nin
çağdaşıdır. Cebir konusunda yazmış olduğu kitabın ancak küçük
bir bölümü bugün elimizde bulunmaktadır. Burada, özel tipler
halinde gruplandırılmış ikinci derece denklemlerinin çözümleri,
Harezmî’ninkilerden daha ayrıntılı olarak verilmiştir. Örneğin,
x²+c=bx denkleminin, diğer denklem tiplerinden farklı olarak iki
çözümü olduğu ayrı ayrı şekillerle gösterilmiştir.
İlk kâğıt fabrikasını kuran İbni Fazıl iken, matbaa 300 yıl
İslam’ın önde giden ülkesinde kullanılamamıştır. Diğer ilkler
şöyle özetlenebilir: kızamık ve çiçek hastalığını keşfeden Razi,
cüzamı bulan İbni Cessar, vebanın bulaşıcılığını fark eden İbni
Hatip, gözde retina tabakasını tanımlayan İbni Rüşd, göz
ameliyatını ilk yapan Ammar, sıfır rakamını ilk kullanan Harezmî,
trigonometriyi ilk kuran Battani, tanjant, kotanjantı ilk kullanan
Ebul Vefa, trigonometri kitabı ilk yazarı Nasiruddin Tusi, ilk
trigonometrik dönüşüm formülünü bulan İbni Yunus, binom
formülünü ilk bulan Ömer Hayyam, ilk diferansiyel kitabını yazan
Sabit bin Kura, ondalık kesiri ilk kullanan Gıyaseddin Cemşid, ilk
usturlabı yapan Zerkali, Dünyanın döndüğünü ilk öne süren
Biruni, Güneş üzerindeki lekeleri ilk gören Fergani, sibernetiği
| 50

kuran İsmail-El Cezeri, optik ve görme sistemi temellerini ilk


inceleyen İbni Heysem, kimya laboratuarını ilk kuran Cabir, saf
alkolü ilk elde eden Razi… ilk… Ama bu ilkler bir süre sonra, yine
bizler tarafından engellendi.
Batı’da yeni bir felsefenin başlangıcı için ilk adımları
atacak olan René Descartes (1596–1650), neyin önemli
olduğunun farkındaydı:

“...bir ulusun bireyleri felsefeyle ne denli içli dışlı olursa, o


ulusun da o denli uygar ve ince ruhlu olacağına inanmak
gerektiğine değinirdim. Böylece bir devlette var
olabilecek en büyük nimet, o devlette gerçek
felsefecilerin bulunmasıdır.”39

39 Descartes R. Felsefenin İlkeleri. Say Yay. Çev: M.Akın,1998;34-35.


| 51

Batıdan Doğan Güneş

René Descartes

Ruh/beden hakkında felsefi tartışmaların önemli başlangıcı, 17.


yüzyılda René Descartes’ın tartışmalarından ve onun
şüpheciliğinden doğmuştur. Bu yüzyılın bakışı tam olarak, saat
gibi işleyen mekanik bir evrendir. Descartes döneminde mekanik
dünya görüşü, Tanrı’nın bir ihsanı olarak görülüyordu.40
Newton’un dinamik felsefesinin tersine, Descartes’ınki
mekanikti. Descartes felsefeye fizikötesiyle başlayarak bu
konuda süregelen kalıpların dışına çıkmıştır. Ona göre, Platon ve
Aristoteles’ten sonra gelenler, onların söylediğinden daha iyi
şeyler aramadılar. Sadece ünlü felsefecilerin düşüncelerini
izlemekle yetindiler. Ama Descartes’a göre Aristoteles’in
yazılarının anlamı bozulmuş ve değiştirilmişti, hatta Aristoteles
tekrar dünyaya gelecek olsa yazıların kendine ait olduğunu
anlayamazdı. Bu nedenle yeni bir felsefe yaratmak gerekiyordu.41
Ama onda farklı olarak derin bir şüphecilik vardı. Bu
nedenle de felsefecileri iki gruba ayırıyordu: şüpheciler ve
kesinlikçiler. Kendisi şüpheciler grubundaydı. Kendi
şüpheciliğini en iyi su cümlelerinden anlayabiliriz:

40 Descartes R. Felsefenin İlkeleri. Say Yay. Çev: M.Akın,1998; 66.


41 Descartes R. Felsefenin İlkeleri. Say Yay. Çev: M.Akın,1998;8, 10-11
| 52

“...Hayatımızın devamlı bir uyku olmadığından, duyular


aracılığıyla öğrendiğimiz bütün şeylerin uyuduğumuz
zaman olduğu gibi şimdi de yanlış olmadığından nasıl
emin olabilirsiniz?42 ...Bütün hayatım boyunca rüya görüp
görmediğimden, zihnime ancak duyular yolu ile girdiğini
sandığım bütün fikirlerin, tıpkı uyuduğum, gözlerim
kapalı, kulaklarım tıkalı olduğu, hülasa duyularımdan
hiçbirinin ilişiği olmadığı zaman zihnimde tekabül eden
fikirler gibi zihnimde kendiliğinden şüphe etmeye
varacağım. Dolayısıyla da yalnız dünyada siz var mısınız,
yer var mı, güneş var mı diye şüphe etmekle
kalmayacağım; fakat gözlerim var mı, kulaklarım var mı,
bir vücudum var mı, hatta sizinle konuşuyor muyum, siz
benimle konuşuyor musunuz diye de şüphe edeceğim...
Görüyorsunuz ki, bilgisi ancak duyular yolu ile gelen
bütün şeylerden haklı olarak şüphe edebilirsiniz; fakat
şüphenizden de şüphe edebilir misiniz? Şüphe ediyor
muyum, etmiyor muyum diye şüphe içinde kalabilir
misiniz?”43 (Gazali şüpheciliği ile olan benzerliğine dikkat
ediniz!).

Descartes’a göre, üç temel cevher dünyayı oluşturuyordu:


Tanrı, ruh ya da zihin ve madde. Bunlardan ruh ve madde sonu
olanı, Tanrı ise sonsuz cevheri oluşturuyordu. Madde “uzamı
olan şey/res extensa”, ruh ise “düşünen şey/res cogitans”tır. Ben
dediğimiz düşünen şey, bedenden ayrıdır ve ondan bağımsız var
olabilir. Yani, Descartes ruh ve bedeni birbirinden farklı ya da
ayrı olarak düşünür. Birbirlerinin üzerlerine doğrudan etkileri
olmaz. Descartes bunlardan birinin diğerine fiziksel bir etki
yapabileceğini her zaman reddetmiş ve onlar arasında adeta
mekanik bir ayrım yapmıştır. Aralarındaki bağlantı sorununu ise
araya Tanrıyı yerleştirerek çözer. Tanrı, birliği sağlayan dolaylı
bir bağdır. Bu şekilde beden ve zihindeki değişiklikler birbirine

42 Descartes R. Tabiat Işığı ile Hakikat Arama. Çev: M.Karasan. MEB yay. S:19-20, Ankara 1946.
43 Descartes R. İlk Felsefe Üzerine, Metafizik Düşünceler. S:22-23, Çev:M.Karasan, Maarif Mat.Ankara 1945
| 53

karşılık gelir. Ruhta istekler ve niyetler varsa, bunların maddi


karşılıkları da bedende ortaya çıkar.44

Descartes’te Zihin/Us ve Bilinç Kelimeleri

Ruh ve zihin/us sözcüklerinin birbiri yerine kullanılabileceği


iddiası, Descartes’ın Meditasyonlar’ının 1647 tarihli Fransızca
çevirisinde görülür. 1641’deki, daha eski orijinal Latince
metinde ise yalnızca zihinden bahsedilir. Zaman içerisinde
çeviriler nedeni ile bir dönüşüm olmuş görünmektedir.
“Bilinç” kelimesi ise İngilizceye bile 1625-1635 yıllarında
girmiştir. Bu tarihten önce bilinç diye bir kelime Batı
dünyasında görülmez.

Descartes, zihnin maddeden bağımsız olup olmadığını,


fiziksel mi yoksa fizik dışı bir uzantı mı olduğu, karar verme
sonucu mu oluştuğu veya karar verici mi olduğunu çok geniş
olarak sorgulamıştır. Her şeyden kuşkulanmak gerektiğini
söyleyerek, yalnızca olduğu haliyle düşünceden yola çıkmak
zorunda olduğumuzu ifade eder; bu mutlak bir başlangıçtır.
Böylece, bütün belirlenimlerin reddedilmesini felsefenin ilk
koşulu yapar. Önceden sahip olduğumuz bütün kanı ve fikirleri
reddedip düşüncenin kendisinden yola çıkarak, ilk elden sağlam
bir çıkarım yapmayı ister:

“Böylece, hakkında herhangi bir kuşku duyabileceğimiz


her şeyi reddettiğimiz ya da yanlış olarak kabul ettiğimiz
için, hiçbir Tanrının, hiçbir semanın, hiçbir cismin var
olmadığını varsaymamız kolaydır. Çünkü düşünen şeyin
var olmadığını söylemek çelişki olur. O halde,
‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ bilgisi, her şeyden önce
ulaştığımız ve düzenli bir şekilde felsefe yapan herkese
kendini sunan en kesin gerçektir. Bu, ruhun niteliğini ve
bedenden ayrı olduğunu anlamanın en iyi yoludur...”45

44 Hegel’s Lectures on the history of philosophy. Vol 3, Humanities Press, 1983, s:221-252.
45 Descartes R. Felsefenin İlkeleri. Say Yay. Çev: M.Akın,1998;59.
| 54

Yani, düşünce her şeyden önce gelir. Daha sonraki


belirleniş varlığın belirlenimidir. “Düşünüyorum”, doğrudan
benim varlığımı gerektirir, varlığın belirlenimi “Ben”dedir.
Böylece, cogito, ergo sum/düşünüyorum, öyleyse varım
ifadesinde, düşünce ile varlığı bir arada buluruz. Descartes’a
göre: “Burada hiçbir çıkarsama yoktur. Çünkü öyle bir
çıkarsamanın var olabilmesi için öncülün ‘her düşünen vardır’
olması gerekir.” Yani, burada kullanılan “öyleyse” çıkarsamada
kullanılanla aynı anlamda değildir. Descartes’ın “Düşünüyorum,
öyleyse varım” özdeyişi, balıklara bisiklet gerekmez demek gibi
apaçık ve sıradan bir şey gibidir. ‘Düşünüyorum, öyleyse varım’
özdeyişi Augustinus (MS 354–433) tarafından kullanıldığından,
buna bir yenilik olarak bakmayanlar da vardır.46
Cogito’nun esasen dört bileşeni vardır; düşünüyorum ve
bu bağlamda etkinim; bir var oluşum var; bu var oluş ancak
zaman içinde ve edilgin bir ben’in var oluşu gibi belirlenebilir; şu
halde ben, kendi öz düşünme etkinliğini, bunu etkileyen bir
başkası gibi görmek zorunda olan, edilgin bir ben olarak
belirlenmişim.47
Descartes’ın bu ifadesi bir önermedir. Önerme, herhangi
bir yargı bildiren veya hakkında “doğru mu, yanlış mı?” sorusu
sorulabilen ifadelerdir. Bu önermeye karşılık başka önermelerde
ortaya atılmıştır. Descartes’ın çoğu fikrine karşı çıkan Pierre
Gassendi (1592-1655), “şunu da söyleyemez miydik?” diye sorar:
“Bilincim tarafından aldatılıyorum, öyleyse varım ya da öyleyse
aldanıyorum.” Descartes bu itirazın düşünülmeye değer
olduğunu belirtmesine rağmen, burada korunması gereken şey
içerik değil yalnızca “ben” olduğu için söz konusu itirazı
reddeder ve şöyle devam eder:

“Ama ben düşünceden, bilincinde olduğumuz ölçüde,


bilinçli olarak içimizde yer alan her şeyi anlıyorum;
dolayısıyla irade, kavrayış, hatta duygular düşünceyle
özdeştir. ‘Görüyorum’ ya da ‘yürüyorum’ deyip
arkasından ‘öyleyse varım’ dersem ve burada bedenle
46 Cogito. Öyleyse Descartes. Peter Markie, Cogito ve Önemi. Yapı Kredi Yayınları 1997;10: 214
47 Deleuze G ve Guattari F. Felsefe Nedir? YKY. Çev: T.Ilgaz. 6.Baskı, 2001;36.
| 55

ilgili olan görme ve yürümeyi kastedersem, sonuç mutlak


olarak kesin değildir, çünkü rüyada sık sık olduğu gibi
gözümü açmadan ve yerimden kıpırdamadan da görüp
yürüdüğümü hayal edebilirim, hatta bedenim olmadığını
farz etsem bile bunu yapabilirim.”48

Yani, Descartes’a göre düşünce bedenden daha kesindir.


Dünya ve ben var olmasam da onun var olduğu yargısına
varabilirim. Kurallar’da öznel biliş ile asli gerçeklik arasında
kesin bir ayrım yaparak şunu kabul eder: “Şeyleri, bilincimizde
onlara denk düşen düzene göre düşündüğümüz zaman,
gerçeklikte nasıl var olduklarına göre” düşündüğümüzde
olduğundan farklı görebiliriz. Öznel biliş ile nesnel gerçeklik
arasındaki açık ise Tanrının varlığının kanıtlanmasıyla kapatılır.
Descartes algıların kaynağı olan dış dünyayı da
düşünmeye başlar:

“Yalnızca kendisini kesin olarak bilen bilinç artık bilgisini


genişletmeye çalışır ve birçok şeye ilişkin kavrayışları
olduğunu görür-dışarıdaki benzer bir şeyin onlara
karşılık geldiğini kabul ya da reddetmediği sürece, bilinç
bu kavrayışlarda kendi kendini aldatmış değildir.”
Kavrayışlarda aldanma ancak dışsal var oluşla ilgili
olarak anlam taşır: “Bilinç dışsal kavrayışlara da ulaşır ve
bunlardan apaçık kanıtlar elde eder; örneğin bir üçgenin
üç açısının toplamının iki dik açının toplamına eşit
olduğu, başka kavrayışlardan tartışılmaz şekilde çıkan bir
kavrayıştır. Ama böyle şeylerin gerçekten var olup
olmadığını düşünmeye başlayınca kuşku ortaya çıkar.”49

Sinir sisteminin ve organların yapısını da yorumlayan


Descartes, bu yapıların basit olduğunu düşünüyordu. Kendisinin
gözlem yapabildiği düzeyde, kalp ve beyinde, kaslarda olup biten
her şey temel mekanik “itme-çekme” işlemlerinden başka bir
hareket ortaya koymamaktaydı. Anlaşıldığı kadarıyla, sinir

48 Descartes F. Felsefenin İlkeleri. Say Yay. Çev: M.Akın,1998;57-58.


49 Descartes. Felsefenin İlkeleri. P.I.13 s:3-4
| 56

sisteminin düşünce, dil ve davranış yeteneklerini oluşturabilecek


karmaşıklığa sahip olmadığını düşünmüştür: “hayatta
karşılaşabileceğimiz her duruma” insanın sonsuz çeşitlilikte
yanıt vermesini sağlamaya yetecek sayıda farklı parça içeren bir
fiziksel mekanizmanın imkânsız olduğunu belirtir. Kendi ifadesi
ile bedene baktığında “düşünce içeren bir şeyin kokusunu
alamadığından/nihil prorsus in ea reperio quod redoleat
cogitationem, bedenden ayrı bir varlığa gereksinim duyduğunu
belirtir.50 Yani bedeni, tüm davranışları oluşturacak yeterlilikte
görmez.
Descartes’ın bakış açısına göre, kan parçacıları beyine
ulaşarak onu besler. Oysaki ince kan parçacıkları beyinde farklı
parçacıklara dönüştürülerek, beyin ve omurilik sinirlerinde
iletim için kullanılır. Küçük parçacıkların bu farklı türleri kanda
bulunur ve bu canlandırıcı ruh olarak adlandırılır. Descartes
yaklaşık 20 yaşlarındayken sinir sistemi anatomisini canlılarda
incelemeye başlamıştı. Kendisi sinirleri çift dış kılıfı olan "boş
tüpler" olarak tanımlamıştır. İç ve dış kılıfları beynin iç ve dış
zarının devamıydı. Her sinir tüpü merkezi uzunlamasına uzanan
liflerden oluşan bir ilik içeriyordu. Beyinden çıkıp gelen
canlandırıcı ruh (kandan gelen iyi yapılı uçucu parçacıklar)
hareketiyle sarılıydılar. Ona göre, sinirlerde iletilen parçacıklar
kaynağını kalpten alır. Bu parçacıkların iletimi sinirlerin son
kısımlarında kaslara doğrudur. Descartes’ın bakış açısı
Galen’inkine benzer ve kalpten beyne ulaşan parçacıklar
dönüşüme uğrayarak sinirler yoluyla hareketin iletimi sağlar.
Galen ve öğrencilerinin bakış açısında, kalpten çıkan vital
pneuma beyinde psişik pneuma'ya dönüşerek beyin ve
omurilikten kaslara hareket iletimi için kullanıyordu. Ruhun
işlevi ise Aristoteles’in ruhuna göre epey azalmıştır. Geleneksel
devinimsel ruh sahneden çekilir ve rasyonel ruha sadece
musluğun başında bekleme işi kalır. Bedendeki suların akışına,
can ruhları/canlandırıcı ruhlar (les espirits animaux/animal
spirits) yoldaşlık eder. Hareketin niceliğini etkilemeden onları
uygun şekilde yönlendirir.51

50 Trusted J. Fizik ve Metafizik. İnsan Yay. 1995, İstanbul. S:104


51 Bennett MR. The early history of the synapse: from Plato to Sherrington. Brain Research Bulletin 1999;50: 95-118
| 57

Şekil. 19. yy’da Descartes sinir modeli.


Descartes’a göre (Traité de L’hommé)
hareket uyarıları dış kılıf ve borular
arasındaki boşlukla ilerlerken, duyusal
uyaranlar iç borularla taşınır. Bir büyük tüp
b, c, k, l, gibi küçük birçok tüpçükten oluşur.
Tüpçükler en ince zarla sarılıdır. Sinir
tüpleri çevresinde bulunan zarlar iki
tanedir ve beyne doğru devam ederek (K ve
L) beyni (MNO) dıştan sararlar. K, piamater
ve L, duramater olarak bilinen beyin
zarlarını gösterir. Küçük tüplerin her biri
birçok ince tüpçük içerir. Beyinden (N)
kaynaklanan hareket verici madde (can
ruhu) sinirler boyunca hareket ederek
kaslara ulaşır ve onlara hareket gücü verir.

Giovanni Alfonso Borelli


Borelli (1608-1679) matematiği yaşam olaylarına, özellikle de
hareketlere uygulamaya çalıştı. Borelli'nin sinirlerde ileti için
kullanılan can ruhu tanımı Descartes’ınkini takip ediyordu:

"Hayvanlarda, kan gibi sıvıların yanısıra, ileri derece


alkolle ilişkili uçucu (spirituous) sıvı gibi başka
maddelerde vardır ve canlı vücudunun doğrudan
hareketinin nedenidir. Bu spirituous hava değildir…
Beyindeki kandan oluşturulur ve sinirler boyunca
dağılır… Sinir suyunun kesin yapısı ve elemanları,
bilinmemesine karşın, sinirler içinde onun hareketinden
bir dereceye kadar tahmin edilebilir... Bu sinir liflerinin
süngersi boşlukları, beyinden gelen ruh veya öz ile
şişmesiyle daima ıslak ve dolu olur..."

Aynı sinir liflerinin uzak uçları kas kitlesinin hemen her


yerine dağılır ve onlar daima açıktır. Liflerle birlikte süngersi
yapı kapakçık rolü oynar. Gerçekten ıslak bir süngerin
| 58

asılmasıyla düşen damlalar gibi dışarı akmazlar. Beyinden çıkan


sarsıcı kuvvetler bunların ortaya çıkması için gereklidir. Bu, sinir
özünün, istekle, tüm kasın içine salınımı ve girmesi için neden
olabilir. Sinir özünün serbestleşmesiyle kasta kasılma ve şişme
meydana gelir. Durduğu zaman ise kasın şişmesi ortadan kalkar.
Böylece psişik pneuma ortadan kalkmış ve yerine ince
parçacıklardan (korpuskül) oluşan öz gelmiştir.52

John Locke
John Locke’un (1632-1704) An Essay Concerning Human
Understanding/İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme (1690) adlı
kitabında açıkladığı felsefesi, bilgilerin kaynağının deneyde ve
duyumlarda olduğunu, ruhun da bunlara dayanarak düşünceyi
oluşturduğunu öne sürer. Duyum ve düşünce Locke’un
ikiciliğinin temelini oluşturur. Locke tarafından zihnin atıl
maddenin bir unsuru olabileceği üzerinde durulmuştur. Ancak,
Locke, bunun yaratılıştan gelen bir unsur olduğunu
düşünmüyordu.53
Locke’a göre, insan bilgi sahibi olan bir varlıktır ve
bilgisini sonradan deneyim yoluyla kazanır. Biri dış deneyim,
diğeri de iç deneyim olmak üzere iki tür bilgi kaynağı olduğunu
söyler. Birincil nitelikler biz onları algılayalım ya da
algılamayalım nesnenin kendi içinde vardır; bir elmanın şekli,
boyutu, ağırlığı gibi. İkincil nitelikler ise tecrübeye bağlıdır.
Bunlar nesnenin aslında yoktur. Renk, koku, tat, ses gibi
özellikler sadece algılayan kişinin algısında vardır. Algılayan
kişinin algısından bağımsız her tür nitelik birincil niteliktir.
Locke ideleri de iki gruba ayırır; basit ve karmaşık
(kompleks) ideler. Basit ideleri, dış dünyadaki cisimlerin ve
onların niteliklerinin duyu organlarımız üzerindeki etkisi yoluyla
elde ederiz. İnsan zihni bu basit ideleri birbirleriyle çeşitli
şekillerde birleştirdiği zaman karmaşık ideleri oluşturur. Yani
duyusal girdilerle edindiğimiz basit ideleri karmaşık hale
çeviririz. Böylece basit ideleri ilişkilendiririz. Zihindeki
birleştirme ve ilişkilendirme; algı, bellek, ayırt etme ve birbiriyle

52 Bennett MR. The early history of the synapse: from Plato to Sherrington. Brain Research Bulletin 1999;50: 95-118
53 Trusted J. Fizik ve Metafizik. Akıl Çağı. İnsan Yay. 1995, İstanbul. S:182.
| 59

karşılaştırma, birleştirme ve soyutlama yoluyla yapılır. Karmaşık


ideleri oluşturmada en önemli zihinsel etkinlik birleştirme
yetisidir. Böylece insan, zihinsel çokluktan kurtularak daha basit
ve birleşik şekle indirger. Bilgi de temelde algı yoluyla elde edilen
basit idelerin işlenmesiyle elde edilir. Bilgi, basit idelerin
birbiriyle olan bağlantısı, uyumsuzluğu ya da çatışmasından
oluşur.
Locke’a göre, karmaşık bir ide olan masayı
düşündüğümüzde, beraberinde çok sayıda basit ideyi de
düşünürüz. Masa kavramı bu nedenle çok sayıda basit idenin
ilişkilendirilmesinden oluşur. Bazı basit ideler, masa düşüncesi
ile ilişkili olarak vazgeçilmezdir. Bu da o nesneye ait var oluşla
ilgili olan gerçek bir varlığın bilgisidir. Bunun dışında bilgiye üç
yolla ulaşılabilir: sezgi, kanıtlama ve duyumlar. Gerçek bilgiye
sezgi ya da kanıtlama yoluyla ulaşılabilir. Sezgi yoluyla sadece
kendimizin var oluşuna ulaşabiliriz. Kanıtlama ile Tanrının
varlığını biliriz. Duyusal bilgi yoluyla da çevremizdeki uzayda yer
alan nesnelerin var olduğunu biliriz. Ancak, nesnelerin
doğalarına ilişkin tüm bilgilere ulaşamayız.

Jan Swammerdam
Galen’den beri “hareket eden can ruhu kavramı” hala geçerliğini
sürdürürken ve canlıların tam olarak makine/otomat olarak
düşünüldüğü dönemde, adı sanı birçok kitapta olmayan, genç bir
biliminsanı ortaya çıktı: Jan Swammerdam (1637-1680). 54
Galen’den beri devam eden 1500 yıllık tabu can ruhlarına
(animal spirits) ve kalbin bedenin yönetim merkezi olduğu
düşüncesine karşı çıktı. Ama anlaşılan, tarihin seyrinde sesini
çok uzaklara ulaştıramadı.
1664 yılında, canlı ve anestezi yapılmamış bir kurbağanın
kalbini keserek, hareketleri üzerinde herhangi bir etkisinin
olmadığını, ancak eğer beyni çıkarılırsa hareketin kaybolduğunu
gösterdi. Bu deneyden yola çıkarak kalbin hareket için zorunlu
olmadığını – en azından bir kurbağada – beynin gerekli olduğunu

54 Cobb M. Exorcizing the animal spirits: Jan Swammerdam on nerve function. Nat Rev Neursci 2002;3:395-400.
| 60

öne sürdü. Bu deneyi o dönemin ünlü bilim insanı Olaf Borch


(1626-1690) önünde tekrarladı. Ancak, 1662 yılında bir şeyin
daha farkına varmıştı: kas ile beyin arasında herhangi bir
bağlantı olmadan, kas üzerinden uyarı yapıldığında hareket
ortaya çıkabiliyordu. Animal spirits’i hiç devreye sokmadı; ancak
konuya da bir açıklama getiremedi. Buna ek olarak, kas
kasıldığında da hacminde bir artış olmadığını gösterdi. Bu ikinci
bulgusu da Descartes’tan beri, kasa gelen sıvıların kasın hacmini
artırdığı düşüncesinin tam karşıtıydı. Yani kasa sinir lifleri
aracılığı ile gelen fazladan bir kitle yoktu.
Swammerdam, 1667’deki doktora tezinde kendi
fikirlerini öne sürdü. Sinirlerin, kasların karşı kaslarını
(antagonist) bir ilişki içinde etkilediğini, oysa bir ya da birden
fazla kasın bağlantısının bilinçli kontrolü olmadığını öne sürdü.
Swammerdam’ın bu devrim yaratabilecek bulgularına karşın,
animal spirits bir süre daha geçerliliğini korudu. Ta ki, Luigi
Galvani’nin kasları elektrikle uyarmasına kadar.

Thomas Willis55
Thomas Willis (1621-1675), nöroloji çalışmalarının modern
zamanlardaki şefi ve kurucusudur. Willis’in ünlü eseri olan
Cerebri Anatome’nin (1664) 19. bölümünde sinir iletimi teorisi
ele alınır. Bu kitapta “nöroloji (neurologie)” kelimesinin ilk
tanımını ve isimlendirmesini yapar. Sinir sisteminin anatomisini,
çağına göre çok ileri düzeyde inceler. Yazıları daha çok klinik ve
otopsi deneyimleri üzerinedir. Daha sonraki iki esas çalışması
olan De motu musculari (1670) ve De anima brutorum’da (1672)
da sinir iletimine değinir. Willis’e göre sinir lifleri solid yani içi
doludur. Tüp şeklinde boş değildirler (bu düşünce daha sonra
Newton’un sinir iletimi teorisinde de görülür). Ancak, Willis
eserlerinin hiçbirinde, hiçbir zaman sinir liflerinin tam boş ya da
dolu olduğunu, kesin bir dille öne sürmemiştir. Bu takma adlar,
daha sonra gelenler tarafından Descartes’ın hidrolik basınçla
hareket eden kas fikrine tezat oluşturmak için öne sürülmüştür.

55Eadie MJ. A pathology of the animal spirits-the clinical neurology of Thomas Willis (1621-1675). Part I.- Background,
and disorders of intrinsically normal animal spirits. Journal of Clinical Neuroscience 2003;10(1):14-29.
| 61

Çünkü hidrolik bir sistem ancak içi boş tüpçüklerle çalışabilir, içi
dolu sinir liflerinde çalışamazdı.
Galen zamanından Willis zamanına kadar beynin işlevleri
beyin içi boşluklara (ventriküller) atfedilmişti. Willis beynin
işlevlerini, ilk kez beyin içi boşluklardan alıp, beyin ve beyinciğe
yerleştiren kişidir. Boşlukların beynin kendisini destekleyen,
koruyan sıvıdan daha fazla bir işlevi olmadığını belirtmiştir.
Willis’in sinir sisteminin içsel düzenlenişi hakkında en ufak bir
bilgisi yoktu. Ancak, bakış açısına göre, dışarıdan gelen bilgi
çevresel sinirler, omurilik ve beyin sapı yolu ile beynin
derinliğinde yer alan bölgeye (corpus striatuma) girer ve istemli
devinimsel hareketleri oluşturmak üzere kaslara ulaşırdı.
Kaslara ulaşan, dönemin vazgeçilmesi olan “canlandırıcı ruh” idi.
Can ruhunun yeri, Descartes’tan farklı olarak Willis’te, her iki
beyin yarı küresini birleştiren büyük orta bileşkedeydi.
Beyincikle ilgili olan ise beyin sapına (pons) yerleşikti.
Willis, mikroskobik anatomiyi erken keşfedenlerdendi ve
mikroskoptaki sinir liflerinin görünüşünü 1664’te tanımlamıştı.
Bu tanımlamaya rağmen henüz sinir hücreleri görülememişti ve
sinir hücreleri bilinmiyordu (Descartes ise mikroskop
kullanmamıştı). Ancak, daha sonra Borelli 1681’de Willis’inkine
benzer bir tanım yaptı: “Sinir lifleri ne tam olarak dolu, sert ve
geçirgen, ne de içleri boş tüpçükler şeklindedir. ...Belli
süngerimsi yapılarla doludur.” Willis’in sözleri ile:

“Sinirlerin içindeki geçiş yerleri, atar ve toplardamarlar


gibi içi boş tüpler şeklinde değildir... Mikroskopla
bakıldığında içlerinin tam bir boşluk olmadığı
görülebilir... Sinirler belirgin olarak yoğun ve sıkı madde
ile doludurlar... Bundan dolayı “ruhun” kasları kasmak
için sinirler içinde açık bir boşluğa gerek duymadığı öne
sürülebilir... Sinirlerin kendilerinin içlerinde, birinden
diğerine geçişi sağlayan delikçikler ve küçük yollar
oluşturur, böylece tüp benzeri yapılar oldukları görülür,
tıpkı şeker kamışı gibi... Bu küçük boşluklar içinde ruh
veya çok uçucu hafif parçacıklar (corpuscules) en küçük
bir uyarıda hemen harekete hazırdırlar.”
| 62

Buradan anlaşılmaktadır ki, Willis’in sinir lifleri tam


olarak dolu değil, aralarında boşluklar olan süngerimsi
yapıdadır. Ancak, şuna da dikkat etmeliyiz. Willis ve
çağdaşlarının kullandığı lif tanımı, bugün bizim kullandığımız
“bir sinir lifi” ile eş anlamlı değildir. Kaslar, kirişler ve diğer sinir
bağlantılı organlar “genus nervorum/sinir çeşidi” olarak
adlandırılmıştır. Bunların tümü sinir lifleri ile beslenmektedir.
Willis, can ruhunun kimyasal temelini de bulmaya çalıştı
ve “nitrat ve sülfür” içerdiğini, ileri derecede uçucu ve hareketli
bir sıvı olduğunu öne sürdü. Kas kasılmasını da kimyasal
terimlerle açıklamaya çalıştı ve nitro-sülfürün parçacıklarında
patlama ile kasın kasılarak boyunun kısaldığını öne sürdü.
Patlayan parçacıklar barut gibi bir anda patlayarak kasılmaya
neden oluyordu. Barut benzetmesi, o dönemde simyanın etkisi
ile nitrat (saltpeter veya saltpetre; potasyum nitrat veya sodyum
nitrata verilen eski ad) ve sülfürden oluşmasından
kaynaklanıyordu.
Willis’e göre, can ruhu ışık gibi sinir sıvısı içinde çözünür,
erir. Bu sıvının kendisi ya da çok uçucu kısımları can ruhuna
aracılık eder. Sinir boyunca “ruhun bağlantısı” dalgalar ve
titreşimler yolu ile yayılır. Dalga yapısı bizzat titreşimin
kendisidir. Willis’in bugüne uyan en önemli fikri, sinir liflerinin
bilgi taşıma aracı olduklarıdır. Yani hidrolik sistemdeki gibi, içi
boş tüpçüklerle bir kuvvet taşımazlar. Willis’in kullandığı kelime
“instinctus”tur ve bu Latince kelime modern dilde
“impulse/uyarı” ile eşdeğerdir. 1670’de şöyle yazar: “can ruhu
yapılacak hareketin sembolünü taşır.” Bu ifade çağımızdaki
tanımlama ile aynıdır.

Willis’in Bilinç Derecelemesi


Willis, bilinç konusu üzerinde de kafa yormuş, bilinç dereceleri
konusunda bugünkülere benzer bir sınıflama yapmıştır. Willis,
De anima brutorum’un üç konusunu uyku ve bilinç
bozukluklarına ayırır. Yaptığı tanımlamalarla, bugün yapılan
bilinç dereceleri arasında göze çarpan benzerlikler vardır. Yine
de Willis’in kullandığı terminoloji, kullandığımızdan farklıdır.
| 63

Willis’in beyin kabuğu ve altı işlevlerinin baskılanması


derecelemesi; sommolens, koma, laterji, carus ve apopleksiye
doğru gider.
Willis, uyku ve uyanıklıkla ilişkili olan bilinç
değişikliklerinin de farkındaydı. Uyku ve uyanıklığının değişim
nedeni olarak beyin kabuğu ve hemen altındaki ak maddeyi
sorumlu tutuyordu. Ancak, bundan ileri bir açıklaması yoktu.
Özel bir bölüm olarak bilinçli olmayı sağlayan sorumlu
mekanizmalar üzerinde durmamıştır. Bilinçli olmayı, devamlı
olarak beyin kabuğunda düzenli hareket eden can ruhlarına
bağlamıştır. Bu hareketin ana kaynağı da beyin yarı küreleri
arasında yerleşikti. Bu hareketin beyin kabuğunda kesilmesi
uykuyu meydana getirirken, beyin kabuğu can ruhlarının beynin
iç kesimlerine (corpus striatuma) yayılımının kesilmesi uykuda
istemli hareketlerin kaybolmasına neden olmaktaydı. Uyku, can
ruhları enerjisini toplayana kadar devam eder. Beyin kabuğunda
da normal hareketi sağlanınca uyanıklık ortaya çıkar. Uyku
esnasında da can ruhlarının aktifliği devam etmesine karşın az
enerjiktir. Bu nedenle de, yaşamsal ve otonom işlevler olan
solunum, uyku esnasında yutkunma devam eder.
Aşırı kahve içme sonrası ortaya çıkan uyanıklık artışı
durumları, normal can ruhunun aktivite artışı ile
ilişkilendirmiştir. Aşırı uyanıklıktan beyin kabuğunda can
ruhlarının artışının sorumlu olduğunu öne sürmüştür. Buna
karşın, beyin kabuğunda azalma ile uykulu hal, koma ortaya
çıkarken; beynin orta bileşkesinde azalma ile apopleksi ortaya
çıkmaktaydı. Beyincikte can ruhlarının azalması ise kâbuslardan
sorumluydu.
Willis zamanında laterji tanımı, sommolens ve koma
durumunun her ikisi içinde kullanılıyordu. Ancak, Willis laterjiyi
bilincin orta derecede baskılanmasını ifade etmek için
kullanmıştır56 ve bugün kullandığımızdan daha derin komayı
ifade eder. Koma tanımı ise bugün kullandığımızdan daha hafif
bilinç kaybıdır. Bugünkü koma tanımı Willis’in apopleksi
tanımına denk düşer (bugün ani beyin olayları için kullanılır).

56Eadie MJ. A pathology of the animal spirits-the clinical neurology of Thomas Willis (1621-1675). Part I.- Background,
and disorders of intrinsically normal animal spirits. Journal of Clinical Neuroscience 2003;10(1):14-29
| 64

Büyük bileşkeye doğru can ruhları baskılandığından, hasta


kendine gelse dahi bellek bozuk olabilir. Sommolens durumunda,
can ruhlarının aktivitesi beyin kabuğunda ve hemen altındaki ak
maddede azalır. Sommolensteki kişi uyandığında bellek işlevi
normaldir. Çünkü can ruhları beyin yarıküreleri arasındaki
bileşkede normal olarak çalışmaktadır. Bunun dışındaki bütün
bilinç azalmalarının dereceleri sommolensten fazladır. Koma, can
ruhlarının baskılanmasının beyin kabuğu altı ak maddede
olmasıyla ortaya çıkar. Bilinç bozukluğu sommolensten daha
fazladır. Büyük bileşke etkilenmediğinden bellek orta derecede
sağlam kalabilir. Willis, koma durumu ve sommolensten çıkmak
için kahve içmeyi önerir. Kahvenin parçacıkları kandan sinir
sıvısına geçer. Sinir sıvısında bu parçacıkların olması beyin
kabuğu geçişinin açık kalmasını sağlar ve can ruhunun
hareketinin beyin kabuğuna doğru olmasını kolaylaştırır. Carus,
bellek ve hayal gücünün de kaybedildiği daha derin bilinç
azalması durumudur. Büyük bileşkede can ruhlarının
aktivitesinin kaybolmasına ilave olarak, büyük bileşkedeyken
beyin kabuğuna doğru da yayılım olmaz. Carus durumu
genellikle apopleksiye döner. Apopleksi, ani ortaya çıkan, büyük
bileşkedeki can ruhlarının işlevinin ortadan kalkmasıdır. Dışsal
uyaranlara yanıtlar tamamen ortadan kalkar. Yaşamsal işlevler
devam eder. Can ruhları uyarımı ve yayılımı, beyincik, beyin
kabuğu, beyin kabuğu altı ak madde ve büyük bileşkede bozulur.

Pierre Gassendi
Gassendi (1592-1655), Descartes’ın en ateşli karşıtı olarak
bilinir. Bazı yakın zaman yazarlarınca iyi bir fizikçi olmadığı,
kötü bir matematikçi olduğu ve daha ziyade ikinci sınıf bir
felsefeci olduğu, bilim tarihinde önemli bir kişilik olmadığı,
herhangi bir kanun bile bulamadığı öne sürülse de57 mantıklı
karşı çıkışları açısından değerli bir biliminsanıdır. Eğer
Descartes’ın adı evrensel koordinat sistemi, Willis’inki beyin
anatomisi, Newton’unki ölçme birimi ve kuvvet’i çağrıştırıyorsa,
Gassendi’nin adı Paris’in bir arka sokağı ve Ay’daki bir krater

57 Koyré A. Newtonian Studies. Cambridge, MA: Harvard Univ Press 1965; s:176
| 65

olarak hatırlanabilir! Modern kimya, fizik ve zihnin biyolojik


teorileri için önemli katkıları olmuştur.
Sinir iletimi hakkındaki fikirleri, dönemdaşı olan Thomas
Willis ile önemli benzerlikler gösterir. Gassendi’nin, Willis’in
kimyasal kas genişlemesi teorisini değiştirerek öne sürdüğü
söylenebilir. Sinir iletimi konusundaki teorisi, Abrégé adlı
eserinde, 6. kitap, 1. bölümde “Hayvanların Hareketsel Yetileri
Nedir?” adlı konuda geçer. Modern uygulama ile uyumlu ve sade
bir anlatım seçer. Bir kısım hayvan deneylerinden yola çıkarak,
sinirlerin hareket için aracı organ olduğunu öne sürer. Bu
hareket beyinde başlatılır, sinirler üzerinden de kasa ulaştırılır.
Beyinden kasa, sinirler aracılığı ile ulaştırılan “şey”in bir “uyarı,
emir” olduğunu vurgular.

Ruhun Kısımları

Aristoteles ve Ortaçağ skolastikleri ruhu üç temel kısma


ayırıyorlardı. 1. Yaşatkan ve besleyen, 2. Sensitive ve apetit,
3. Rational (akılcı). Descartes, sensitive (hassas, duyarlı)
ruhu önemsemez. Descartes’ın ruhu, rational mind’dir.

Gassendi’ye göre eğer “sensitive/hassas ruh” beden gibi


bir materyale etki edebiliyorsa, kendisi de materyal olmalıdır.
Fakat bu ruh kavramı, deneysel olarak hayvanlardan kas
parçaları alındığında geçersiz kalıyordu. Çünkü kasın kasılması
için bir sinire gerek duyulmuyordu. Bunu takiben, kasın
kendisinde de, benzer bir ruh olduğu ve uyarılarla kendi başına
hareket etme ve uyarı alma yeteneği olduğunu öne sürdü.
Gassendi tam bir vitalist olur ve canlı dışına taşınan parçalarda
da ruh olduğu fikrini öne sürer. Bunlara ek olarak, Newton’dan
yarım yüzyıl önce sinir liflerinin içinin dolu olduğunu öne
sürmüş ve ışık benzeri yayılan sinir iletimini tasvir etmiştir.
Özetle Gassendi’ye göre; 1. Sinirler kas kasılmasına aracılık eder.
Sinir kesilmesi kas kasılmasını engelleyebilir, 2. Sinir kuvvet
değil uyarı taşır, 3. Sinir iletimi ortamı ışık veya ateş gibidir.
Uyarı bir tüp veya dolu sinir lifine göre çok daha hızlı taşınır, 4.
Kasın kendi başına da kasılma yeteneği vardır.
| 66

Gottfried Wilhelm Leibniz


Leibniz (1646-1716) bilincin deneyimlerle gelişen ve zamansal
olarak ardışık bilgilerin bellekte saklanması, düzenlenmesine
bağlı oluştuğunu öne sürüyordu. Kişilerin dışsal uyaranlar
olmadan, rüyadaki gibi gerçekliğe inandıklarını fakat uyanır
uyanmaz, bilinçli olma ile rüyaların gerçekliğinin ortadan
kalktığını düşünüyordu. Leibniz, salt algılama ve bellekten oluşan
monadları (tekli, birimleri) hayvan olarak tanımlarken, akıl
yürütme yeteneğini de kendinde taşıyan varlıkları insan olarak
adlandırmış ve onların monadlarına “zihin” adını vermiştir. İnsan
dışında zihne sahip olanlar melekler ve Tanrının kendisidir.
İdealist bir monistti ve nihai gerçekliğin cismani olmadığını ve
monad dediği belirsiz sayıda ruhani özün algılanması ve
anlaşılmasından oluştuğu görüşünü benimsemişti:58

“Gerçekte düşünce ve algılar olmasa bize hiçbir şey olmaz


ve gelecekteki tüm düşüncelerimiz ve algılamalarımız
sadece daha önceki düşünce ve algıların sonuçlarıdır.”

Leibniz’e göre dünya bizim deneyimlerimizdi ve maddi


nesneler kendimiz ve başka insanların bedenleri de dahil olmak
üzere algılamadan başka bir şey değildi.

George Berkeley
Bir rahip olan George Berkeley (1685-1753) sıradan hiçbir
insanın sorgulamayacağı kadar açık olanı yadsıyor ve açık
olmayanı öne sürüyordu. Kendisi metafizikçiydi. Descartes’ı
beğenmeyip eleştiriyordu. Etkisi altında kaldığı felsefeci ise
Locke idi. Felsefesi birçok çağdaşı tarafından düşlemsel bir
saçmalık olarak görüldü. Berkeley, bizim doğrudan algıladığımız
her şeyin kendi zihnimizdeki düşünceler (ideler) olduğunu,
doğuştan düşünceler bulunmadığını, tüm idelerimizin algısal
deneyin sonucu olduğunu savunmuştur. Özet felsefesi esse est
percipi’dir (var olmak algılanmaktır).

58 Jennifer Trusted. Fizik ve Metafizik. İnsan Yay. 1995, İstanbul. S:140


| 67

Berkeley’e göre duyulur şeylerin algılanma ediminden


bağımsız olarak var olmadığını ve var olmayacağını savunur:

“Üzerinde yazdığım masa, diyorum, ‘vardır’, eş deyişle


onu görür ve duyumsarım ve odamın dışında olsaydım
masa ‘vardı’ demem gerekirdi ve bu, eğer odamda
olmasaydım onu algılayabilirdim, ya da başka bir tin onu
edimsel olarak algılardı anlamına gelirdi.”

Yani, bir cismin var olduğunu söylemek onun


algılanmakta ya da algılanabilir olduğunu söylemekle aynı
şeydir.59 Bunu şöyle bir deyişle de ifade eder: “Algıları
uzaklaştırın, zihni uzaklaştıracaksınız; algıları koyun, zihni
koyacaksınız.”
Berkeley, “masa onu algılayan hiç kimse yokken
odadadır” bildirimine, bu bildirimin odaya giren herhangi biri bir
masa görme dediğimiz deneyimi edinecek ya da edinebilecektir
bildirimine eşdeğer olduğunu söylemekten oluşan anlamdan
daha da öte bir anlam vermeyi istiyordu. Bu daha öte anlamı
Tanrı masayı her zaman algılar, üstelik bunu yapan hiçbir insan
yokken bile; “Duyulur şeylere zihnin dışındaki bir var oluşu
yadsıdığım zaman. Özellikle kendi zihnimi değil tüm zihinleri
kastediyorum. Şimdi açıktır ki bunların benim zihnime [göre]
dışsal bir var oluşları vardır, çünkü deneyim yoluyla ondan
bağımsız olduklarını bulurum. Öyleyse onları algılamam
sırasındaki aralıklarda içinde var oldukları bir başka zihin vardır.
Buradan her şeyi bilen, her yerde bulunan, her şeyi kavrayan bir
zihin olduğu düşüncesi ortaya çıkar. Bu Berkeley’e göre Tanrı’dır.
Var olmak algılanmak ya da algılamak olduğuna göre; algılanmak
bir özne tarafından algılanmaktır ve dolayısı ile de algılanmak
Tanrı tarafından algılanmaktır. Eğer Tanrının zihninde var olan
nesneleri algılarsak, şeyleri Tanrıda görmeye ulaşmış oluruz.
Burada, masanın var oluşunun algılanmaktan oluştuğu
sonucu çıkmaz. Odaya girmek ve masayı algılamak, odada bir
masa olduğu bildirimini doğrulamanın bir yoludur. Yalnızca

59 Copleston Felsefe Tarihi. Berkeley-Hume. Cilt 5, bölüm b. Çev.Aziz Yardımlı. İdea Yay. 1998;22-37.
| 68

algılayan bir özne odaya girdiği zaman belli duyusal deneyimler


ortaya çıkar. Berkeley, “esse est percipi” derken yalnızca duyulur
şeyler ya da nesneler üzerine konuşur. İkinci olarak, tam
kavramsal formül “esse est aut percipi aut percipere/varoluş ya
algılanmak ya da algılamaktır.” Var oluşları algılanmaktan oluşan
duyusal “düşünmeyen” şeylerin yanında, zihinler ya da algılayan
özneler de vardır ki etkindirler ve var oluşları algılanmaktan çok
algılamaktır.
Düşünce hakkında ise şöyle der; “Tüm bilgi
düşüncelerimize ilişkindir. Tüm düşünceler dışardan (algılama,
duyum yoluyla) ya da içerden (hayal etme, imgeleme) gelirler.”
Doğadaki gördüğümüz renkler algılamalarımıza bir örnektir.
Bunlar dışarıdan gelen duyumlardır. “Algılanmayan bir şeyde
düşünce gibi bir şey olmaz.” Algılanmak algılayan bir şey üzerine
bağımlılığa gönderme yapar. Bu nedenle var olmak ya algılamak
ya da algılanmaktır. İnsanlar arasında yaygın bir düşünce olan
her şeyin var olmasına şüphe ile yaklaşır. Evlerin, dağların,
ırmakların, tüm duyulur nesnelerin zihin tarafından
algılanmalarından ayrı olarak doğal ya da olgusal birer var
oluşları olduğu konusunda, insanlar arasında tuhaf bir genel
görüş vardır. Bu nesnelerin duyulur şeylerden (kendi
düşüncelerimiz ve algılamalarımızdan) başka bir şey olmadığını
ve bunların algılanmaksızın var olması düşüncesini tutarsız
bulur.60 Berkeley daha da ileri giderek kendi bedeninin
varlığından da şüphe eder: “Evler, ırmaklar, dağlar, taşlar
konusunda, üstelik kendi bedenimiz konusunda ne düşüneceğiz?
Tüm bunlar düşlem gücünün kuruntu ve yanılsamaları değil
midir?” der ve yine yanıtı kendisi verir “Gördüğümüz,
duyduğumuz, işittiğimiz ya da herhangi bir yolda tasarlayıp
anlayabildiğimiz her şey her zaman olduğu gibi güvenlik içinde
kalır ve her zaman olduğu gibi olgusaldır. Bir ‘reum
natura/gerçek doğa’ vardır...” Berkeley sonlu zihinler ve tinlerin
çokluğuna inanıyordu. Berkeley kuramında algılayan özneler
kadar kişisel dünya vardır. Bunlar arasında neredeyse hiçbir
ortak yön bulunmaz.

60 Copleston Felsefe Tarihi. Berkeley-Hume. Cilt 5, bölüm b. Çev.Aziz Yardımlı. İdea Yay. 1998;29-32
| 69

Görüşlerinden dolayı o kadar tepki almıştı ki,


eleştirmenlerinden birinin, bir taşı tekmeleyerek “Onu böyle
çürütüyorum!” diye bağırdığı söylenir. Neydi taşa tekme
atmasına sebep olan fikirleri? Berkeley’e göre, bir cisim ancak
gözlendiğinde var olduğundan söz edilebilir. Masanın onu
algılayacak hiç kimse yokken ve onu algılamıyorken odada
olduğunu söylemek ne demektir? Ya da daha yaygın bir örnekle,
hiç algılayanın olmadığı bir ormanda bir ağacın yıkılması ses
çıkarır mı? Ya da duyulur dünya insanın var oluşundan önce ne
durumda olacaktır? Berkeley öğretisiyle ilgili eleştirileri, insan
ona bakmaktan geri durduğu zaman yok olup gittiği türünden
itirazları bertaraf edebilmek için, Tanrı'nın evreni var oluş hali
içinde tutan her şeyi bilme gücüne başvurmuş ve dış dünyanın
Tanrı tarafından tecrübe edilen ideler, izlenimler toplamı
olduğunu, dış dünyadaki nesnelerin Tanrı'nın zihninde
bulunduğunu, onların bizim tarafımızdan algılanmadıkları
zaman, Tanrı tarafından algılandıklarını ve bu şekilde var
olduklarını öne sürer.
Zaman zaman Berkeley’in görgücülükten ussalcılığa
geçerek esse est percipi (var olmak algılanmaktır) yerine esse
est concipi (var olmak kavranmaktır) deyimini kullanmaya
başladığı öne sürülür. Ve “bir şeyi onu anladığımız zaman biliriz
ve onu neyi simgelediğini yorumlayabilir ya da söyleyebilirken
anlarız. Sözcüğün sağın anlamıyla, duyu hiçbir şey bilmez.
Gerçekten de, sesleri işiterek, harfleri görerek algılarız; ama bu
yüzden onları anladığımız söylenemez.”61

Isaac Newton
Çoğu kişinin Newton’u (1642–1727) bir fizikçi olarak bilinirse
de, Newton her konu ile ilgilenmiştir ve buna sinir sistemi de
dahildir. Sinir iletisi üzerine, Newton’un yazılarının önemli bir
kısmı Principia Mathematica ve Optics’te bulunur. Yazdığı
bölümler nispeten kısa olmasına karşın, 18. yüzyıl bilimi
üzerinde önemli etkide bulunmuştur. Newton, Principia
Mathematica’nın sonraki basımlarına eklemeler yapmış, ruh ve

61 Copleston Felsefe Tarihi. Berkeley-Hume. Cilt 5, bölüm b. Çev.Aziz Yardımlı. İdea Yay. 1998;54
| 70

bedenin birleşiminden endişelendiğini belirmiştir. Newton’a


göre Tanrı omnipotenttir (her şeye gücü yeten). Diğer tüm
düşüncelerini de bu ana kabul üzerine yerleştirir:
“Anlatımı zor ince/uçucu ruh tüm bedende yer alır.
Parçacıklardaki ruhun kuvvet ve etkisi yakınlarındakine de
ulaşır ve eşdurumlu bir hale gelir; eğer birbirine
dokunuyor ise, elektrikli cisimler daha uzaktakilere de etki
edebilir. Ve tüm duyular ve uyarılar, hayvan bedeninin
uzuvları istenilen emre göre hareket ederler; bu ruhun
titreşimleri (vibration of spirit), dolu sinir lifleri yolu ile
karşılıklı olarak, dış duyu organlarından beyne ve beyinden
de kaslara doğru yayılır. Fakat bu düşünceler birkaç
kelime ile anlatılamaz... Bu elektrik ve elastik ruh
işlemlerinin kanunlarını uygun şekilde açıklayacak
deneylere gereksinimiz vardır.”

17.yüzyılda Zamanın Ruhu

Zeitgeist, bir dönemin genel eğilimi ve bakış açısıdır. 17.


yüzyılda bilim, felsefe ve metafiziğin sınırları henüz belirgin
biçimde ayrılmamıştı. Bilim adına yapılanlar felsefe adına,
felsefe adına yapılanlar da bilim adına yapılmış sayılıyordu.
Bilimsel gelişme, insanın ahlakı ve tinsel dünyasını da
açıklama çabasındaydı ve kilise aydınlar üzerinde önemli bir
baskı gücü kullanıyordu. Bunun yanında 17. yüzyıl temel
düşüncesi, dinsel anlayışla da ilişkili olarak, evrenin büyük bir
makine olarak hayal edildiği mekanik ruhtu. Fiziksel evren
mutlak bir mükemmellik ile Tanrı tarafından yapılmış bir
makineydi. Biliminsanları her fenomeni rakamlarla anlatma ve
tanımlama girişiminde bulundular. Termometreler,
barometreler, sürgülü hesap cetvelleri, sarkaç saatler ve diğer
ölçüm araçları ile mekanik evrenin tüm yönlerini ölçülebilir
kıldılar. Bu durum evrenin mekanik olduğu düşüncesini daha
da pekiştirdi. Başka çıkarıma neden oldu, evren makine
olduğuna göre, insan da iyi yapılmış bir makineydi.
Bu yüzyıl felsefesi, dinin ilkelerine öncelik verilmesi
anlayışından tam olarak sıyrılamamış ve klasik kaynaklara
bağlı kalmıştır. Bu nedenle Descartes’ın ikici ikilemi; felsefe ile
| 71

dinin, metafizik ile fiziğin, inanç ile ahlakın sınırlarında yer


almıştır.62 Descartes, 1633 yılında Galileo’nun Katolik kilisesi
tarafından suçlanıp mahkum edildiğini öğrendikten sonra, Le
Monde (Dünya) adlı eserini yayımlamaktan vazgeçti.
Katolikler Descartes’ı Protestan saymış, Protestanlar da “tanrı
tanımaz” kabul etmişlerdi. Ancak, Descartes, yaşadığı çağda,
eldeki bilgileriyle “inandığını yazan insan” olmuştur.
Thomas Willis’in “makinesi olan beden” düşünenken,
Descartes’ınki “yürüyen, konuşan, davranış sergileyen”
makinedir, fakat düşünen değildir. Aslında her ikisi de ikicidir
(düalist). Hem beden hem de bedenden ayrı bir varlığa
inanırlar.
Descartes ve Newton, makinenin nasıl olabileceği
konusunda kökten farklı açıklamalar yapmıştır. Bu onların,
bedenin temel yapı taşlarını farklı kabul etmelerinden
kaynaklanır. Descartes’a göre, bir makinenin her hareketi,
boşlukları tam olarak dolduran, etkileşmeyen parçacıkların
çarpışmasından oluşur. Aynı zamanda ruh “düşünen şey”
olarak beden üzerine her etkiyi yapabilir, algılayabilir ve
isteyebilir ama bedenin ruha etkisi sınırlıdır. Düşünce
dışındaki bütün işlevler bedene aittir. Descartes, boş uzay
varlığını ve de maddenin içsel kendi dinamikleri olduğunu
kabul etmez. Diğer yandan Newton, parçacıklar arasında boş
uzay olduğunu ve dinamik özellikleri olduğunu (çekim,
sürtünme) öne sürer. Bu nedenle Newton’cu beden/makine,
içsel olarak aktif ve tam olarak belirlenemezdir. Halbuki
Descartes’ın makinesi, önceki durumların sonucu olarak
işlevleri pasif olarak yerine getirir. İçsel aktivite kavramı
Newton’u Descartes’ın bakış açısından köklü olarak ayırır.
Daha sonra, Descartes’ın felsefesi Locke, fiziği ise Newton
tarafından aşılacak ve yeni bir bakış açısı ile zamanın ruhu
değişecektir.

Isaac Newton’un sinir iletimi konusundaki teorisinin


Galvani’nin çalışmaları üzerinde belirgin etkisi olmuştu. Newton,
Descartes’ın “hidrolik” teorisinin aksine, elektriğin sinir
iletiminde olası aracı olması üzerinde odaklanmıştır. Newton,
elektriksel ve kimyasal mekanizmaların sinir sisteminin yapısı ile
nasıl ilişkilendirilebileceğinin ilk açık teorisini öne sürmüştür.

62 Bozkurt N. Descartes modern çağın öncüsü müdür? Cogito 1997;10:119-130.


| 72

Descartes, ortaya attığı teoride bedenin hareket işlevinin


sinirlerle kaslara basınç, duyusal işlevinin ise “gerilimle”
taşındığını söyler. Bu teoriye göre, hareket ve duyusal işlevler
aynı sinir lifleri üzerinden taşınmaktaydı. Bu Descartes’çi kuram
tüm vücudun ilk mekanik teorisi olup ve daha sonra
oluşturulacak kuramlar için zemin görevi görmüştür.
Newton bu uçucu, incelikli ruhu (subtle spirit), kimya,
elektrik ve optik ile ilişkilendirmiştir. Ve bu ruhun titreşimleri,
sinir lifleri boyunca ilerler. Bu ilerleme tüm hisler, duyular ve
hareketlerin oluşmasına neden olur. Bu “elastik ruh” daha
sonraki baskılarda, özellikle 1704-1717 yılları arasında
değişerek, “eter (aether)” haline dönüştürülmüştür. Ancak bunu
Newton’un yaptığı konusunda şüpheler vardır. 1704’teki fikirleri
Yunan bakışına daha yakınken, 1717’deki açıklamaları fiziksel
bakış açısına daha yakındır. Sinir iletimi modeli, bu dönemde
elektriksel hale gelmiştir. Ancak, ilginç olan nokta; “elektriksel ya
da elastik ruh” ifadesi asıl Latince metinlerde geçmez. Newton’un
ölümünden sonra, 1799’daki İngilizce çevirisinde bu şekle döner.
Newton’un kendisi Principia Mathematica’nın ikinci baskısında
bunu bir not olarak eklemiştir. Ancak bu ek 1726’daki üçüncü
baskıda bulunmaz. Neden olmadığı ise bilinmez.63
Newton’un daha sonraki bakış açısına göre, sinir iletimi
eter aracılığı ile taşınır. Modeli, eterin nasıl olup da dışarı
sızmadığını ve eterdeki bir titreşimin nasıl kas kasılması
yarattığını açıklar. İçsel eterin yoğunlaşması veya genişlemesine
neyin neden olduğu sorusunun cevabını ise bir sihirbaz gibi
verir. Newton, titizlikle Descartes hidrolik sistem bakışının
yetersiz olduğunu öne sürer ve ruhun doğrudan tüm vücut ve
kaslara beyin üzerinden etki edemeyeceğini öne sürer (1675):

“...Bunun gibi bir ruhun olduğunu farz ediyorum, bu


canlandırıcı ruh ne sıvı, ne uçucu ne de şarap ruhunun
gazıdır (gas of spirit of wine=alkol). Fakat etersel yapı
doğada, canlı sıvılarına nüfuz edecek yeterliliktedir, belki
bir elektrik kadar serbestçe veya bir manyetik akım gibi
63Wallace W. The vibrating nerve impulse in Newton, Willis and Gassendi: First steps in a mechanical theory of
communication. Brain and Cognition 2003;51:66-94.
| 73

yayılır. [...] su ve yağ, tahta ve taşın içine nüfuz eder, girer.


Fakat bir metal olan cıva içine giremez. Su ve asit özleri
tuzlara nüfuz eder, yağ ve şarap ruhu ise nüfuz edemez. Yağ
ve su gibi bazı sıvıları bir diğeri ile karışabilir, ancak bir
maddenin diğerine nüfuz etmemesinin gizemli kurallarının
araştırılması gerekir, bazı çözülebilirler bazen çözülemez
olabilirler. [...] Çözülemeyenler, Güneş ve Dünya arasındaki
eter gibi etersel doğada olabilir. [...] Bu ruhun canlı hareketi
için nasıl kullanılabileceğini bilmek için, şunu
düşünebiliriz; nasıl bazı çözülemezler bir üçüncünün
yardımı ile çözülebilir yapılır. Su, bakırda çözülemez; ama
bunu eğer bakır sülfür ile karıştırılırsa, aqua fortis oluşur
ve bu da altında çözülmez... [...] Aynı anlamda, insana
etersel hareket veren ruh, adi eter ve kas sıvıları arasında
aracı olabilir, onların serbestçe birbirlerine karışmasını
sağlayabilir. Herhangi bir kasa bu ruhun az bir miktarda
gönderilmesi ile kasta belirgin gerilme ortaya çıkmaz; bu
durumda, dışsal eter çok çözünebilirdir, eter kasta dağılır
ve çözünür. Çözünenin aracılığıyla, kas eski halini alır
almaz, dağılan eter bir araya gelir.”

Simyacılık ve aqua fortis


Simyada, potasyum ya da sodyum nitrattan elde edilen,
metallerin dışını eriten, nitrik aside denirdi. İlk olarak, 800
yılında İbn Hayyan tarafından elde edilmiştir.

Bu kas kasılması için kimyasal bir modeldir. Canlandırıcı


ruhun kimyasal aracılığıyla, elle tutulamaz eterle, elle tutulabilir
kas birleşir. Eter ve kas sıvısının birleşmesi kimyasal bir
reaksiyondur. Kimyasal reaksiyonla meydan gelen genişleme
kasa yansır ve ardından kas kasılır. Bugünkü kas kasılması
teorimizi ele aldığımızda, sadece kullanılan kelimeler farklıdır.

Julian Offray de la Mettrie


| 74

Descartes’ın insanın sinir sistemi üzerinde bilimsel


çalışmalarının genel doğrultusu, sonraki yüzyılda la Mettrie’nin
(1709-1751) öngöreceği L’Hommo-Machine (İnsan Bir Makine,
1747)64 kavramına ve onunda ötesinde günümüzde yaygın bir
destek bulmakta olan zihnin “nörofelsefesi”ne çok uymaktadır.
Kitapta, insanın temelde hayvandan, organizmanın bir saatin
çalışmasından farklı olmadığını ileri sürmüştür. O, maddi
olmayan ruhu yadsıyordu. La Mettrie’ye göre, insanın fizyolojik
otomatizmi hayvanınkinden farklıdır. Hayvanlarla hamurumuz
aynı olmasına rağmen, insanda bulunan düşünme yetisi ve zihin,
yapısal karmaşıklık düzeyinin ve onun farklı organize olmasının
bir sonucudur. Descartes’ın düalizminden farklı olarak ruhi
olayların bile fiziksel-kimyasal yollarla açıklanabileceğini iddia
ederek, “bilimsel olarak bilmemiz gereken her şey mekanik
olmak zorundadır” demiştir:

“İnsan bedeni kendi hareketini kendisi sağlayan bir


makinedir. Kesintisiz hareketin yaşayan görüntüsüdür.
Pek az açığa çıkan hareketlerin sürmesini beslenme
sağlar. Gıda olmaksızın can eriyip gider... Can, çıkmadan
önceki anda ışığı parlayan bir fitildir.”

La Mettrie canı özel ve ayrı bir öz yapma çabalarını


yadsımış ve onun sadece somut bedenimizin bir unsuru
olduğunu söylemişti. İnsanlar kısmen yedikleri besinlerin bir
ürünüydü ve bu farklılıklar bugünkü İngilizlerin tepkisini
çekecek sonuçlara dahi neden oluyordu:

“Çiğ et hayvanları vahşi yapar, aynı etkiyi insan üzerinde


de yapacaktır. Bu öylesine doğrudur ki, bizden farklı
olarak kırmızı ve kanlı et yiyen İngilizlerin, bu besine
bağlı olan vahşiliği ve sadece eğitim yolu ile etkisiz
kılınabilecek diğer etkileri aşağı yukarı paylaştıkları
görülmektedir... Diğer taraftan, bütün katıların
sertliğinden almış olan beyin ve sinirleri ile erkek sadece

64 http://humanum.arts.cuhk.edu.hk/humftp/E-text/La_Mettrie/machine.html
| 75

daha kuvvetli özelliklere sahip olmakla kalmaz, daha


sağlam bir zihni vardır.”

David Hume
Hume (1711-1776), görgücülük (ampirizm) akımının
kurucusudur. 1748’de İnsan Zihni Üzerine Felsefi Denemeler
(Philosophical Essays Concerning Human Understanding) adlı
eserini yazdı. Eseri geniş kapsamlı olarak insan zihnini ve onun
özelliklerini gözden geçirir. Berkeley’den farklı olarak, Hume’da
cisimler insan zihni ya da algısından bağımsız olarak sürekli
vardır: “Beyaz olarak gördüğümüz ve sert olduğunu hissettiğimiz
bu gerçek masanın, algılarımızdan bağımsız ve onu algılayan
zihnimiz için de dış bir şey olduğuna inanılır. Bizim varlığımız
ona bir varlık bağışlamadığı gibi yokluğumuz da onu yok edemez.
Varlığını tekbiçimli ve bütün olarak, kendisini algılayan ya da
seyreden akıllı varlıkların durumundan bağımsız olarak korur. ...
Görmekte olduğumuz masa biz ondan uzaklaştıkça kaybolur
görünür; fakat bizden bağımsız olarak var olan gerçek masa
hiçbir değişim geçirmez; bu nedenle zihne sunulan onun
görüntüsünden başka bir şey değildir. ... Herhangi bir varlığın var
olmaması, istisnasız olarak, onun var oluşu kadar açık ve belirgin
bir fikirdir. Bir şeyin var olmadığını öne süren bir önerme, yanlış
da olsa, onun var olduğunu ileri süren önermeden daha az
düşünülebilir ve anlaşılabilir değildir.”65
Bizi cisimlerin sürekli ve ayrı var oluşuna iten us değildir.
Algılarımız dışına çıkarak onları onlardan ayrı bir şey ile
karşılaştıramayız, oysa insanlar “biricik nesnelerin algıları
olduklarını sanırlar.” Algılar ve nesneler arasında bir ayrım
vardır. Algılar kesintilidir ve algılayan özneye bağımlıdır,
nesneler ise sürekli ve bağımsız olarak vardır. Ancak, “kol ve
bacağımıza bakarken algıladığımız şey bedenimiz değil, duyular
yoluyla giren belli izlenimlerdir.”
Hume tüm zihinsel içeriği deneyimden üretir. “Algı”
kelimesini genel olarak zihinsel içeriği kaplamak üzere kullanır.

65 Hume D. İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma. Çev: S.Öğdüm. İlke yay. 1.Baskı, 1998;161, 173.
| 76

Algıları daha sonra izlenimlere (impression) ve düşüncelere


(idea) ayırır. İzlenimler, duyumlar gibi dolaysız deneyim
verileridir. Düşünceleri ise, izlenimlerin düşünmedeki ve
uslamlamadaki eşlemleri ya da sönük imgeleri olarak ele alır.
“Gözlerimi kapadığım ve odamı düşündüğüm zaman,
oluşturduğum düşünceler duyumsadığım izlenimlerin
temsiliyetidir (representation)... Düşünceler ve izlenimler her
zaman birbirlerine karşılık düşüyor gibi görünürler.” İzlenimler
ve düşünceler arasındaki fark deneyimlendikleri anda yaşanan
canlılıktır (vividness):

“Herkes kolayca kabul edecektir ki, bir kimsenin aşırı


sıcaktan acı duyduğunda veya ılımlı bir sıcaktan
hoşlandığında ve bu duyumları daha sonradan hafızasına
geri çağırdığında ya da hayal gücüyle yeniden
canlandırmaya çalıştığında zihninin algıları arasında
önemli bir fark vardır. Bu yetenekler duyuların algılarını
taklit veya kopya edebilirler, fakat hiçbir zaman özgün
duygunun gücüne ve canlılığına tamamıyla erişemezler…
Aralarındaki ayrım zihin üzerindeki etkilerindeki ve
düşüncelerimize ya da bilincimize işlemelerindeki kuvvet
ve canlılık derecelerinden oluşur. En büyük kuvvet ve
yoğunlukta giren algıları izlenimler olarak
adlandırabiliriz ve bu ad altında, ruha ilk kez kendini
gösterdikleri biçimiyle tüm duyum, tutku ve
duygularımızı anlıyorum. Düşünceler ile bunların
düşünmedeki ve uslamlamadaki sönük imgelerini
kastediyorum...”

Bu ikisi bazı durumlarda birbiri ile karışır ve ayrımı


yapılamaz. “Uykuda, bir ateş durumunda, delilikte, ya da ruhun
çok yoğun heyecanında, düşüncelerimiz izlenimlerimize
yaklaşabilirler; diğer yandan, bazen izlenimlerimiz öylesine
sönük ve zayıf olabilir ki, onları düşüncelerden ayırt etmek
olanaksız olabilir.” Ancak, tüm bunlara rağmen “Şiirin tüm
renkleri, ne kadar görkemli olursa olsunlar, yaptıkları
betimlemelerde doğal nesneleri hiçbir zaman gerçek bir manzara
| 77

sanılacak kadar renklendiremezler. En canlı düşünce yine de en


sönük duyumdan daha aşağıdadır.”66
İzlenimler daima düşüncelerden önce beynimizde var
olur. “Bir çocuğa bir kırmızı ya da kavuniçi düşüncesini, bir tatlı
ya da acı düşüncesi vermek için nesneleri sunarım ya da başka
bir ifade ile ona bu izlenimleri iletirim; ama düşünceleri uyararak
izlenimleri üretmeye çalışma gibi saçma bir davranışa girmem.”
Bu nedenle Hume doğuştan düşüncelerin varlığını kabul etmez.
İzlenimler, duyum ve düşünme izlenimlerine ayrılır. Zihin
izlenimleri aldığı zaman, iki yolla yeniden ortaya çıkarabilir.
Birincisi, bir izlenimin canlılığı ile düşüncenin sönüklüğü
arasındaki bir canlılık derecesiyle ortaya çıkabilir. Bu yolla
izlenimlerimizi yinelememizi sağlayan belleğimizdir. İkincisi,
yalnız düşünceler olarak, izlenimlerin sönük eşlemleri-imgeleri
olarak ortaya çıkabilirler. İzlenimler özneldir, algılayabilen
özneye özgüdür.
Bellek, yalnızca yalın düşünceleri değil, aynı zamanda
onların sıra ve konumlarını da korur. Bellekte düşünceler
arasında ayrılmaz bir bağlantı vardır. İmgelem durumunda bu
ayrılmaz ilişki bulunmaz; ama gene de düşünceler arasında bir
“birleştirici ilke”, “bir düşüncenin doğallıkla bir başkasını
getirmesini sağlayan bir çağrıştırma niteliği” vardır. Herhangi bir
nesne üzerinde düşünmek zihni çabucak onunla bitişik olan her
şeye taşır. Fakat üstünlük taşıyan ve en canlı olarak kavranan
sadece nesnenin asıl varlığıdır. Eğer bir yara hakkında
düşünecek olursak, kendimizi onu izleyen ağrı üzerinde
düşünmekten alıkoyamayız. Bir nesnenin varlığı, onunla ilgili
diğerlerinin fikirlerini vermeseydi, bütün bilgimiz hafızamızın,
duyularımızın dar küresi içinde sınırlanmış kalırdı ve asla
araçları amaçlara bağlayamayacaktık ya da güçlerimizi ne iyinin
kabul edilmesi için ne de kötüden sakınılması için
kullanabilirdik. Bu çağrışımı doğuran ve zihni bu yolda bir
düşünceden bir başkasına ileten nitelikler üç tanedir; andırım,
zamanda ve uzayda bitişiklik, neden-etki. Bunlar Hume’un yedi
felsefi ilişkisinin bir kısmını oluşturur. Diğerleri; özdeşlik,

66 Hume D. İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma. Çev: S.Öğdüm. İlke yay. 1.Baskı, 1998;20
| 78

nicelikte ya da sayıda oran, herhangi bir nitelikte dereceler,


aykırılıktır. Bu yedi felsefi ilkeden dördü düşüncelere bağımlıdır:
andırım, aykırılık, nitelikte dereceler, nicelikte ya da sayıda
oranlar. Bunların ilk üçü “ilk bakışta bulunacak denli açıktır” ve
sezgi ile anlaşılabilir. 67
Bellek, geçmiş algıların izlenimlerini uyandırarak,
algılarımız arasında bir andırım ilişkisi üretir ve bu yolla algılar
arası nedensel ilişkinin bilincine varırız. Bu sürekli ve kalıcı bir
nesne olarak görünür. Algılarımız nedensel ilişki aracılığıyla
karşılıklı olarak ilişkilendirilir:

“Bu ilişkinin bilgisine, hiçbir zaman a priori (öncülsüz)


akıl yürütmeler sayesinde ulaşılamaz. Tersine,
tamamıyla, belirli bazı nesnelerin sürekli olarak
birbirleriyle bitişmekte olduğunu gördüğümüzde
edindiğimiz deneyimlerden ortaya çıkar. Akıl yürütme ve
düşünme konusunda en güçlü yeteneklerle donatılmış bir
insanın dünyaya bir anda getirilmiş olduğunu farz
edelim; bu durumda gerçekten de nesnelerin sürekli bir
dizi halinde bulunduklarını ve bir olayın diğerini takip
ettiğini hemen gözlemleyecektir; fakat daha ileri hiçbir
şey keşfedemeyecektir. ...böyle bir insan herhangi bir
somut olgu hakkında, daha fazla tecrübe edinmeden ne
varsayımda bulunabilir ne de akıl yürütebilir ve hatta ne
de hafızasına ve duyularına doğrudan doğruya sunulan
şeylerin ötesindeki herhangi bir şey konusunda emin
olabilir. ...insan daha fazla deneyim edindi ve dünyada
alışılmış nesne ve olayların sürekli olarak birbirleriyle
bağlı olduklarını gözlemleyebilecek kadar uzun yaşadı.
...deneyimden elde edilen tüm çıkarımlar alışkanlığın
sonuçlarıdır, akıl yürütmenin değil. İmgelerimiz onlara
karşılık düşen düşünceleri yaratırlar: ve bu düşünceler
de kendi paylarına başka izlenimler yaratırlar. Bir
düşünce bir başkasını kovalar ve arkasından bir

67 Copleston Felsefe Tarihi. Berkeley-Hume. Cilt 5, bölüm b. Çev. Yardımlı A. İdea Yay. 1998;82-83
| 79

üçüncüsünü çeker ki, kendisi de onun tarafından


sürülür.”68

Hume’da zihin ve beden olgusu ayrık olarak


görünmektedir. Bir olgu diğerini izlerken aralarında asla bir bağ
gözlemleyemeyiz. “Bitişik görünürler; fakat asla bağlı değil. Dış
duyularımıza ya da iç duyularımıza hiç görünmeyen herhangi bir
şey hakkında hiçbir fikir edinemeyeceğimize göre, şu sonuç
kaçınılmaz görünüyor... Bir insan iki bilardo topunun çarpışması
sayesinde hareketin itme tarafından oluşturulan iletişimini
gördüğü ilk seferde bir olgunun diğeriyle ‘bağlı’ olduğunu ilan
edemez, fakat sadece ‘bitişik’ olduğunu söyleyebilir. ...bir
nesnenin diğeriyle bağlanmış olduğunu söylediğimizde, sadece
onların diğerlerinin kanıtları durumuna gelmeleri sayesinde,
düşüncemizde bir bağ edinmiş olduklarını kastederiz...”69

Felice Fontana
Antoni Leeuwenhoek (1632–1723) mikroskobu kullanarak
sinirlerin yapılarını tanımlayan ilk kişiydi: "Sıklıkla ve zevk
almayarak, sinirlerin gözlemlediğim yapısı çok ince
tanımlanamayan yapıda, sinirin tüm uzunluğu boyunca uzanan
silindirik damarlardan oluşur." Bu damarlar içi boş tüplerden
ibaretti ve bu düşünce bir bakıma, sinirlerde akan hayvan
ruhuyla ilişkili olan Descartes’ın düşüncesi ile uyumluydu. Bu
boş tüpler ile sinirler arasındaki ilişki Felice Fontana'nın (1730–
1805) detaylı çalışmalarıyla çözüme kavuştu. Mikroskopta 700
kat büyütme ile sinirleri inceledi:

"Sinirlerin temel yapısı aşağıdaki gibidir: bir sinir, saydam,


tekbiçimli ve basit silindirlerin büyük sayılarda bir araya
gelmesinden oluşur. Bu sinirler belli bir biçimde çok ince,
tekbiçimli duvarlı, suda çözünmeyen jelatine benzer
saydam sıvı ile dolu görülür. Bu silindirlerin her biri ince
liflerden oluşan bir sargı ile sarılıdır. Çok fazla sayıda
saydam silindirler birlikte bir siniri oluşturabilir, küçükler
68 Copleston Felsefe Tarihi. Berkeley-Hume. Cilt 5, bölüm b. Çev.Aziz Yardımlı. İdea Yay. 1998;110.
69 Hume D. İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma. Çev: S.Öğdüm. İlke yay. 1.Baskı, 1998;80-85
| 80

ancak dışlarındaki beyaz bantlarla görülebilir. Bu sinirlerin


birçoğu bir araya gelerek hayvanlarda görülen daha büyük
sinirleri oluşturur. Benim kendi gözlemlerimle tam olarak
inandığım ki aynı sonuçları birçok kez tekrarladım, bu
silindir şeklindeki yapıları daha fazla bölemediğim için
bunları sinirlerin basit ve birincil organik elementleri
olarak tanımladım..."

Bu çalışmaları sonucunda Fontana 1871'de silindirleri "boş


olmayan" olarak belirledi ve sinir hücresi ana uzantısını
(aksonu) keserek içindeki sıvıyı (aksoplazma) tanımladı:
"...yapışkan, elastik, sıvıda çözünmeyen saydam bir materyal,
kırmızı kan hücrelerinden dört ya da beş kez daha az çaplı çok
küçük yuvarlak taneciklere çözünür." Bulgularının sonucunda,
fizyologların canlandırıcı ruh olarak ve tüm hareketlerin
mekanik esası olarak bu küçük tanecikleri göz önüne
alacaklarından emin olmadığını söyler. Kendi teorisinin, hayvan
hareketlerinde gözlenen bir anda hızlanma durumunu
açıklayamayacağını ifade eder. Küçük taneciklerin bu durumda
sinirlerin içinde çok çok ağır, tembel kalacağını belirtir.70 İletilen
şeyin daha farklı bir şey olması gerektiği konusunda sezgiye
kapılır.

70 Bennett MR. The early history of the synapse: from Plato to Sherrington. Brain Research Bulletin 1999;50: 95-118
| 81

Şekil. 18. yüzyılda sinir liflerinin yapısı. Leeuwenhoek’un küçük sinir liflerini
gösteren çizimi (solda). Birçok “damardan” oluşan sinir lifleri görülmekte.
Felice Fontana tarafından çizilmiş sinir lifleri (sağda). Lifler, ince, uzun
silindirik yapılardan oluşmaktadır.

Luigi Galvani
Galvani (1737-1798) sinir biliminin kurucusu olarak kabul edilir.
Bir yıldırımdaki elektriği tel ile taşıyıp, bir kurbağanın siyatik
sinirini bu elektrikle uyararak ayakta hareket oluşturmuştur. Bu
nedenle Galvani, biyolojik elektrik ve hareket etme/canlılık
arasında ilk bağlantı gösteren kişi olmuştur. Kendi dönemindeki
ve önceki biliminsanları, hayvan davranışında elektriğin etkisini
anlamaya daha az çaba harcamışlardır. Ancak, elektrik balığı,
çiftlik hayvanları, çocuklar, ayrılmış havyan parçaları, garip
biyomekanik birleştirmeler ve el gücüyle oluşturulan elektrik
üreteçleri Galvani’nin dikkate değer çalışmalarıdır. Buna ilave
olarak da, Galvani’nin yeğeni olan Aldini’nin de elektriğe olan
ilgisi epey ileri derecedeydi. Aldini, cinayetlerle kesilmiş kafaları
elektrikle uyarmak gibi bir ün elde etmişti. Mary Shelley’in
kaleme aldığı Frankenstein (1818) adlı öykünün, bu gibi
| 82

deneylerden etkilenme sonucunda yazılmış olması şaşırtıcı


değildir.71

Franz Joseph Gall


Fizikçi ve anatomist Franz Joseph Gall (1758-1828), tüm yetenek
ve duyguların beyinde yerleşimini tanımlamak için frenolojiyi
geliştirdi. Kendisi her ne kadar Kranioskopi olarak adlandırdıysa
da onun takipçilerince frenoloji olarak adlandırıldı. Ona göre
kafatasının belli şekiller alması, beynin belli bölgelerinin özel
gelişimini yansıtıyordu. Frenoloji beş temel üzerinde inşa
edilmişti: 1. Beynin aklın yer aldığı bir organ olduğu, 2. İnsanın
zihinsel gücünün bağımsız belli faktörlerle ortaya konulabileceği,
3. Bu yeteneklerin beynin farklı bölgelerinde yer alması, 4. Bu
bölgelerin büyüklüğünün kişinin karakterinde ne kadar yer
tuttuğunun göstergesi olması ve 5. Beynin yüzeyi ve kafatasının
yakın ilişkisi nedeniyle, bu bölgelerin kafatası yüzeyi ölçümüyle
ortaya konabilmesi. Gall yardımseverlik, hissetme, arzu, açlık,
zenginlik gibi 20’den fazla özelliği kafatası yapısının belli
bölgelerine yerleştirmeye çalıştı. 1861’de Paul Broca’nın
konuşma merkezini ortaya koymasıyla, işlevsel yerel alanların
beyinde olduğu fikrinin doğru olduğu düşünüldüyse de,
kafatasının dışının beyin topografisini yansıtmadığı kesin olarak
gösterildi. Gall’e benzer bir yaklaşım, daha önce yaşamış
Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname’sinde de gözlenir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname’si


18. yüzyılda yaşamış ünlü bilim adamı Erzurumlu İbrahim
Hakkı'nın (1705-1771) Marifetname'si beden şekline, bu şeklin
kişiliğe yansıması ve de sinir sistemine büyük yer vermiştir.
Olgun bir bilim insanı olan İbrahim Hakkı, çok sayıda eser
yazmıştır. Bu eserler arasında en meşhur olanı ise
Marifetname’dir (1756). Bu eser, çağındaki bilgi ve keşiflere
yabancı kalmayan İbrahim Hakkı'nın eski ile yeniyi
kaynaştırmaya çalıştığı bir kitaptır.

71Wallace W. The vibrating nerve impulse in Newton, Willis and Gassendi: First steps in a mechanical theory of
communication. Brain and Cognition 2003;51:66-94.
| 83

Ancak, ülkemizde, 1700’lü yıllarda dünyadaki bilimsel


akım ve kavramlardan haberdar olmayan kişilerce, İbrahim
Hakkı neredeyse aptal, bilimden haberi olmayan, sadece dinin
etkisinde kalan bir üfürükçü olarak gösterilmektedir. Oysa
kendisindeki birçok kavram, daha sonraki dönemlerde Franz Gall
ya da diğer Batılı bilimadamlarınca kendi fikriymiş gibi öne
sürülmüştür. Yine, bu bölümde okuyacağınız gibi, Descartes ve
Newton gibi günümüzde neredeyse fikirlerine tapılan birçok
biliminsanının da, bugünkü bilgi ile bakıldığında saçmalamaları
olmuştur. İbrahim Hakkı’nın Marifetnamesi, yaşadığı dönemin
bütün bilgilerini kapsayan ansiklopedik özellikte bir çalışmadır.
Bizden biri olarak, Batılı dönemdaşları kadar iyi hatta daha da
ileridir. Nitekim eserde de beden yapısı, yüz biçimi ve bedenin
ayrı ayrı kısımları ile insan karakteri arasındaki ilişkinin ayrıntılı
bir şekilde sunulduğunu görmekteyiz. Aşağıda, Marifetname’den
alınan beden ve sinir sistemi ile ilgili kısa alıntıları bulacaksınız.
Önce Frenoloji ile ilgili fikirlerinden bir özetleme yapacak
olursak:

- Başı küçük olanın aklı azdır, gizli şeyin varsa ona söyleme.
- Başının tepesi yassı olan keder çekmez.
- Başının derisi ince olan, hayır yapar, zarar vermez.
- Kel adama yaklaşma, kötü huylu olur, ondan sakın.
- Alnı dar olanın, İçi de dar, sıkıntılı olur.
- Alnı yumru olan, çirkin ve kalın kafalı olur.
- Alnı enli olan kötü huylu olur, çünkü hastadır.
- Alnı normal olanı emin bil.
- Alnı buruşuksuz olan, şüphesiz tembel olur.

38-BÖLÜM-Sinirlerin bitme yerleri ve faydaları.


Birinci Madde
Sinirlerin konuluş hikmetlerini ve şekillerini bildirir.
...anatomi bilginleri demişlerdir ki: Bedende olan sinirlerin
bazısının faydası, doğrudan; bazısının dolaylıdır. Faydası şudur
ki, sinirler vasıtasıyla dimağ (beyin), diğer uzuvlara his ve
hareket bahşeder. Sinirlerin köklerinin başlangıç yeri beyin,
| 84

dallarının bitiş yeri insan derisidir. Beyin iki yönde sinirlerin


başlangıç yeri olmuştur.
Zira beyin sinirlerin bazısına bizzat başlangıcıdır. Bazısına,
omuriliğin vasıtasıyla başlangıç yeri olmuştur. Ama dimağın
kendisinden biten sinirlerde ancak baş, yüz ve iç organlar his ve
hareket bulmuştur. Diğer uzuvların sinirleri, omurilikten his ve
hareket almıştır. … Allah, lütuf ve inayet edip, dimağdan iç
organlara inen hareket sinirlerini koruma ve himayede büyük
ihtiyat etmiştir. … Beynin sinirlerinden o sinir ki, onun faydası
azaya his vermektir. Ama başlangıç yeri de bulunan tesiri
kavrayıcı ve kuvvetli olmak için o sinir kastedilen uzva en yakın
tarafından girmiş ve bitişmiştir. Bu his sinirleri yumuşak
oldukça, his kuvvetini yerine getirirler. Metanete muhtaç
oldukları için bunlar, hareket sinirleri gibi sert ve metin olmayıp,
latif ve yumuşak bulunmuştur. Beynin önü, öbür tarafından daha
yumuşak ve ziyade hassas olduğundan, his sinirleri önden,
hareket sinirleri arkadan yaratılmıştır.

İkinci Madde
…anatomi bilginleri demişlerdir ki: Beynin kendisinden biten
sinirlerin hepsi, yedi çift sinirdir. Birinci çifti koklama başlangıcı
olan, meme ucuna benzer iki çıkıntı yakınında beynin ön
boşluğun içindendir ki (şimdiki adı olfaktör sinir), o bir küçük
boşluktur. İkincisi, çiftin solundan biten teki sağına, sağından
biten teki soluna gelip, biri birine kavuşup, çapraz şekilde
kesişmiştir (şimdiki adı optik kiazma). Sonra bükülüp, sağdan
biten sağ göze, soldan gelen sol göze gitmiştir. Camsı adı verilen
rutubeti kuşatmak için ağızları geniştir. Bu kesişmenin üç yararı
vardır: Biri, iki gözün birine akan ruh, öbürüne dahi akmasın.
Birine afet erdiğinde, öbürü onun yerini tutsun. Onun için bir göz
kapandığında, açık gözün görüşü kuvvet bulur. Zira kapalı gözün
nuru ona akar. İkinci faydası, iki gözün kavraması birlikte olup,
ikisinin görüşü, kesişme içinde tek görüş olsun (şimdiki adı 3
boyutlu görüş). Ta ki görünen bir nesne müşterek çizgide bir
şekillensin.

Friedrich Nietzsche
| 85

Felsefi ana fikri “İnsanüstü” olan Nietzsche’ye (1844-1900) göre


bilinç kavramı önemsizdir. Anlaşılması gereken temel nokta,
bilinç “iç dünyamızı oluşturmak şöyle dursun, o ancak özel (belki
de hastalıklı) bir durumudur… Yaşam, bilinç denen bu aynada
kendine bir kez bile bakmadan pekâlâ akıp geçebilir” ve “bilinci
hayatın ölçüsü, en yüce değeri olarak alıyoruz, oysa o bir araçtan
başka bir şey değildir; bizimkisi, parçayı bütün yerine alan
yanılgı bir görüştür” demektedir. Bedenim ben ve ruh-böyle der
çocuk. Peki, neden çocuklar gibi konuşmamalı? Oysa uyanık
(bilinçli) ve bilen kimse şöyle der: ‘Tamamıyla bedenim ben,
bundan başka bir şey değil, ruh ise beden içindeki bir şeyin adı
ancak’ der.72 Aslında bilinç üzerine olan bu düşünceleri onun
insan varlığına karşı olan, her cümlesinde insanı küçümseyen
anlayışından farklı değildir: “...İnsan kırmızı yanaklı bir
hayvandır”, “İnsanın en fena tarafı bile küçüktür. Ve insanın en
iyi tarafı da pek küçüktür!”, “Kardeşlerim! İnsan geleceği
bakımından en büyük tehlike kimlerden geliyor? İyilerden ve
hakkı gözetenlerden değil mi? İyiler yaratamazlar. Onlar sonun
başlangıcıdırlar... İyiler ve hakkı gözetenleri parçalayınız,
parçalayınız”. Bu sözlerin üzerine ne söylenebilir ki! Olasılıkla
Sifilis hastalığının beynini etkilemesiyle ortaya çıkan
düşüncelerdi bunlar. Nietzsche’nin “bilincini” elinden aldığından,
bilinç üzerine çok şey söylemeyi uygun görmüyordu! “Eğer
benim ben’imde bir birlik varsa, bu birlik, hiç şüphesiz, benim
bilinçli ben’imden, duymamdan, istememden, düşünmemizden
oluşan bir birlik değildir; bu, başka bir yerde aranması gereken,
korunmaya, özümsenmeye, tehlikeleri yok etmeye, tehlikelere
karşı uyanık olmaya çalışan organizmanın tüm bilgeliğinde
bulunan bir birliktir, benim bilinçli benim, bu birliğin bir
aracından başka bir şey değildir.”

Gustav Fechner
Gustav Fechner’e (1801–1887) ününü psikofizik üzerine yaptığı
çalışmalar kazandırmıştır. Yaşamının son zamanlarında,
büyüklük sanrıları ile Tanrının kendisini tüm gizemleri çözmek

72 Nietzsche F. Zerdüşt Böyle Diyordu. Çev. Derinsu O. 1999;35


| 86

üzere seçtiğini iddia ettiyse de, bilime büyük katkıları oldu.


Fechner, yaşamının önemli bir kısmını ruh-beden ikilisi ile
ilgilenerek geçirdi. Ruh-bedenin temel olarak farklı yönleri
olmasına rağmen, aslında aynı oldukları yargısına ulaştı. İkisi
arasındaki açık fark, inceleme yollarından kaynaklanır.
Fechner, bir sabah daha yataktayken, ruh-beden
arasındaki bağlantıyı yöneten kanun hakkında ani bir içgörüye
kapıldı: ruhsal duyumla maddi uyarıcı arasında niceliksel bir
ilişki bulunabilirdi. Bunu yapmak için hem öznel hem de nesnel
olanı ölçebilmeliydi. Zor olan deneyimi yaşayan kişilerin bilinç ya
da duyumunun nasıl ölçüleceğiydi. Fechner bunu da başararak,
duyum (ruhsal nitelik) ve dışsal uyarıcı (bedeni ya da maddi
nitelik) arasındaki şu denkleme ulaştı: S=K•logR. Burada S
duyumun büyüklüğünü, R uyarıcının büyüklüğünü gösteriyordu.
K ise sabit bir değerdi. İlişki logaritmikti, yani bir seri aritmetik
artarken diğeri geometrik olarak artıyordu.73 Bu denklem
ardından psikofizik adını vereceği araştırma programının ilk
adımını atmış oldu. Fiziksel ve ruhsal dünyalar arasındaki
ilişkinin matematiksel ifadesi oldu. 1860 yılında Psikofiziğin
Temelleri/Elemente fer Psychophysic’i yayımlandı. Çabaları
ruhun (zihin) ölçülmesine ilk adım olarak tarihe geçti.

Herman Von Helmholtz


Helmholtz (1821-1894) fizik ve fizyoloji alanlarında pek çok eser
bırakmış bir araştırmacıdır. Çalışma arkadaşları arasında sinir
biliminin diğer öncülerinden Emile du Bois-Reymond da vardı.
Göz optiği üzerine yaptığı çalışmalarla oftalmoskopu keşfetti.
Laboratuarında bir akımölçer geliştirdi. 1852’de ilk olarak bir
kurbağa siyatik sinirinde, sinir iletisi hızını ölçtü ve bunu 83
metre/san olarak tespit etti. İnsan duyu sinirleri için yaptığı
ölçümlerde de iletim hızını 50 ile 100 metre/san arasında ölçtü.
O dönemde kabul edilen, düşünce ve hareketin eşzamanlı, sonsuz
hızda olabileceği fikri sahneden silindi. Ardından 1860’ta Julius
Bernstein, sinir iletisini aksiyon potansiyeli olarak adlandırdı ve

73 Schultz DP, Schultz SE. Modern psikoloji Tarihi. Kaknüs yay, 2001;94-99.
| 87

sinir hücresi zarında kendiliğinden ilerleyen akım olduğunu öne


sürdü.
Helmholtz’un zihin-beden ilişkilerinin açıklanmasındaki
katkısına gelince… Helmholtz, bir anti-vitalist ve bir
materyalisttir; ona göre hayat maddedir ve zihinsel olaylar
maddeye, bedene dayanır. Helmholtz’un bu tutumu gücün
korunumu yasası ve sinir impulsunun hızı ile ilgili
araştırmalarında da kendini açıkça belli eder. Uygun bir deney
düzeni kullanan Helmholtz, sinirsel iletim hızını ilk defa ölçmüş
ve uyarılma ile tepki arasında belirli bir zaman geçtiğini
gözlemiştir. Yani düşünce ve hareket arasında ölçülebilir bir süre
geçmektedir. Daha önce düşünüldüğü gibi düşünce ve hareket
aynı zamanda meydana gelmemektedir. Üstelik farklı
uzunluktaki sinirler araya girdiğinde, süre de farklılaşmaktadır.
Zihin maddesel değilse, zihinsel olaylar niye zaman alıyor? Ve
zihin maddeyle bağlantılı değilse, niye sinir lifinin uzunluğuna
göre değişiyor? Bu sorular Helmholtz’un “zihin maddedir”
vargısına ulaşmasına yol açmıştır. Helmholtz’un, zihin-beden
ilişkilerinin açıklanmasında önemli doğurguları olan bir diğer
katkısı da gücün korunumu ilkesidir. Helmholtz Newton fiziğinde
mekanik gücün korunumu ile ilgili ilkeyi, fiziksel-fizyolojik
sistemlere uyarlamıştır. “Sabitlik ilkesi”nde (constancy
principle) Helmholtz farklı enerji biçimlerinin, herhangi bir
kazanç veya kayıp olmaksızın, birbirlerine dönüştürülebileceğini
öne sürmüştür. Buna göre kapalı bir fiziksel sistemdeki enerji,
niteliksel değişimlere (transformation) uğrasa bile niceliği sabit
kalır. Burada Helmholtz’un anti-vitalist veya mekanist olarak
nitelendirilme nedenlerinden birini daha görüyoruz. Helmholtz’a
göre organizmanın işleyişi karmaşık, ama yine de enerji alışverişi
ve dönüşümünü içeren bir mekanik süreçtir. Organizma duyu
organlarının uygun enerji türüyle uyarılmasıyla dışarıdan; yenen
yiyecekler yoluyla içeriden enerji alır. Bu enerji elektriksel
enerjiye dönüşür ve çevresel duyusal sistem-merkezi sinir
sistemi-çevresel motor sistemler boyunca iletilir. Sonuçta
elektriksel enerji bir hedefe iletilerek burada mekanik enerjiye
dönüşür. Sabitlik ilkesine göre devrenin duyusal ve motor
uçlarındaki enerji, niteliksel olarak farklı olmakla beraber
| 88

niceliksel olarak aynı veya birbirine orantılıdır. Sinir sistemi bir


iletken olduğuna ve enerjinin korunumu ilkesi de geçerli
olduğuna göre; uyarıcı ne kadar büyükse bunun sinir sistemine
etkisi ve sonuçları da o kadar büyük olur.74

74Karakas S ve Bekçi B. Zihin-beden ilişkilerini ele alan bilim dallarının doğuşu ve gelişimi. NeuroQuantology
2003; 2: 232-265
| 89

Resim. 18. yüzyılın ilk yarısında sinir hücreleri ve sinir hücresi ana uzantısı olan
aksonun çizimleri.
(A) Sinir hücreleri
(B) Beyincikteki Purkinje hücreleri
(C) Ve (D) Kolliker's Handbuch der Gewebelehre des Menschen’den bir sinir
hücresi (1852).
| 90

Resim. 19. yüzyılın sonunda sinir hücreleri ve birbirleri ile bağlantıları. A ve B.


Golgi metodu ile boyanmış beyincik basket hücreleri, C. Sinir hücrelerinin ana
uzantısı olan akson, D. İskelet kasında sinirin kas üzerinde sonlandığı bölge,
E.Sinir hücrelerinin daha ayrıntılı çizimi, F. Sinir hücreleri içindeki nörofibriler
ağ görülmekte, G. Omurilikte bir sinir hücresi üzerinde diğer sinir hücreleri son
kısmı gösterimi.
| 91

Edmund Husserl
Husserl (1859-1938) “Her bilinç, bir şeyin bilincidir” diyerek
önemini vurgular. Husserl, zihin oluşturucu işlevselliğe önem
verir. Zihinsel yaşam hem evreni hem de evrenin bir parçası
olarak kendisini oluşturur. Oluşturulan bu nesneler, evren ve
evrene ait kendilik hep daha temel bir şeye, bir özneye bağlıdır.
Husserl, zihinsel sürecin bir şeyin farkındalığı olduğunu
savunmuştur. Bununla ilişkili olarak da zihinsel süreçlerle
nesneler arasındaki ilişkiyi “yönelmişlik/niyetsellik” olarak
adlandırmıştır. Yöneltici süreçler iki temel tipe ayrılırlar: 1. etkin,
2. edilgin ya da otomatik zihinsel süreçler. Etkin zihinsel süreçler
içlerinde yaşayan bir benliğe sahiptir. Edilgin zihinsel süreçlerin
içinde yaşayan bir benlik bulunmaz. Etkin olan benlik, zihinsel
yaşamın yalnızca bir parçasına yerleşiktir. Benlik nesnelere
odaklanan, onlara anlam veren ve ilgilenen öğedir. Benliğin
içinde bulunduğu bu süreçler tamamen bilinç teması ile ilgilidir.
Bu nedenle Husserl’da zihinsel yaşam ve benlik farklıdır. Bireysel
zihinsel yaşam büyük ölçüde “benliksiz” zihinsel süreçlerden
kuruludur. Zihinsel süreçler bir kez oluştuklarında var olmayı
sonlandırmazlar. Zihinsel yaşamın şimdiki zamanı geçmiş
tarafından yenilenir. Zihinsel yaşamın gelecek süreçleri
oluşmadan önce, şimdiki zamanda yer alan zihinsel süreçler
tarafından “a priori” öncelenir. Böylece ardışıklıkla bir iç zaman
doğar ve zihinsel yaşamın kesiklikleri bir bütün olarak algılanır.

Friedrich Hegel
Hegel (1770-1831) “Bilincin içinde taşıdığı gerçek, kendinin
bilincidir” diyerek akılla bilinç ilişkisini ortaya koymuştur. Bilinç
üç ayrı kavramdan oluşur: deneysel beni oluşturan öğelerin
bütünü, yani “ruhsal yaşantıların dokusu” olarak bilinç; “bu
ruhsal yaşantıların iç algılaması” olarak bilinç; “her türlü edim”
ya da yönetimsel yaşantıya verilen kavrayıcı ad olarak bilinç.
Husserl’a göre, bilinç ve dünya eşzamanlı verilerdir. Özü
bakımından bilincin dışında olan dünya, yine özü bakımından
ona bağlıdır. Ve Husserl, bilinci hiçbir şeye indirgenemeyecek bir
olgu olarak görür.
| 92

Alphonse Forel
Forel (1841-1912), 1885’te özel bellek yetenekleri üzerine
tartışarak “insanın bilinçsiz belleğinin çok büyük olduğunu” öne
sürdü. Piyano çalmanın da bir çeşit bilinçsiz belleğin bir örneği
olduğunu belirterek “devinimsel belleğin” başlangıçta tam olarak
bilinçli olduğunu ve daha sonra bilinçsiz tekrar ettiğini yazdı.
Yine, bunaması olan hastaların yeni beceriler öğrenme ve
bellekte tutmalarının zor olduğunu, ertesi gün bunları
kendilerinin önceki deneyimleri olarak bilinçli hatırlamalarının
mümkün olmadığına dikkat çekti. Bu fikri ile bellek ve bilinç
arasındaki ilişkiyi ilk fark edenlerdendi.

Paul Flechsig
Flechsig (1847-1929), “Beyin ve Ruh” adlı kitabında (1896)
beyni ruhun organı olarak ele aldı. Daha önceki felsefecilerden
etkilenerek üstün zihinsel yeteneklerin beynin artmış
kıvrımlarından kaynaklandığını öne sürdü. Bu dönemlerde,
Korsakoff hastalığına yakalanan hastalardan elde edilen
izlenimlerle, zaman algısının bu hastalarda bozulduğunu, orta
beyin yapıları, önbeyin bölgesi ve beyin kabuğunun bilincin
fiziksel temeli olabileceğini öne sürdü. Flechsig’e göre bilinç
doğrudan sinir hücresel çalışmayı yansıtıyordu. Çünkü, kısa da
olsa, oksijen yokluğu bilinç kaybına neden oluyordu. Tek sinir
hücresinin bir olayı yansıtabilmesinin akıl almaz olduğunu,
aslında “binlerce, yüz binlerde ve milyonlarca sinir hücresinin”
temsiliyetiyle ilişkili olduğunu öne sürdü. Yine “çağrışım
merkezleri” terimini sinir bilimine sokarak, bu merkezlerin
etkisinin bilinçsiz olduğunu, bilinç eyleminin bilinçsiz iki
durumun (alt ve üst bilinç) bir sandviçi olduğunu yazdı. En üst
bilinç en üst çağrışımların bir temsiliyetini oluştururken, alt
bilinç basit reflekslerden ibaretti. Bilincin bulunduğu yer olarak
da önbeyin loblarını gösterdi ve bilinçli deneyim için duyusal
beyin kabuğu alanlarının da vazgeçilmez olduğunu öne sürdü.
Özellikle dokunsal duyuyu alan beyin kabuğu alanlarının kendine
farkındalık görevi olduğunu belirtti.75

75 Markowitsch HJ. Cerebral bases of consciousness: A historical view. Neuropsychologica 1995;33:1181-1192.


| 93

Korsakoff Hastalığı
Bilinç bulanıklığı, geçmişe ait bellek kaybı, yeni bellek oluşturamama ve
anlamsız-boş konuşmalarla karakterli beynin bir yozlaşma hastalığıdır.
Ani olarak veya yavaş seyirli olarak tiamin (B1) vitamini eksikliğinden
kaynaklanır. Bu eksikliğin kaynağı da genelde aşırı ve uzun süreli alkol
alımıdır. Tiamin, beyindeki enerji kaynağı olan glikoz yıkım yollarında
kullanılan ara maddedir. Eksikliğinde, beyin hücreleri ciddi şekilde
zarar görerek yukarıdaki klinik tablo oluşur.

Filibeli Ahmet Hilmi


Filibeli (1865-1914), çok bilinmeyen bu Osmanlı felsefecisi
bilimin hiçbir zaman son sözünü söylememiş olduğunu öne
sürerken, maddeciliğin ruhu beyin işlemi olarak aktarmasını
kabul etmez. Ona göre bedenden bağımsız ve içeriği ondan ayrı
olan bir ruh vardır. Ayrıca, ölümden sonra ruhun bedenden
ayrılarak varlığını devam ettirmesi mantığa aykırı değildir.
Mevcut felsefenin her akımının belli eksiklikleri olduğunu ve
bütün hakikatleri tek başına içeremeyeceğini öne sürdü.
Aşağıdaki ifadelerine katılmamak mümkün değil:

"Evet azizim! ben hayallerin arkasına gizlenmiş olan


hayaletleri arıyorum. ne yazık ki bulamıyorum. Tam olarak
'bulamıyorum' demek de yanlış. ... ben bu hayatı; dünyaya
niçin geldiğimizi, ne olacağımızı, bizi bu dünyaya göndereni
anlamadan terketmemeye niyet ettim. Keşke bu sorulara
olumlu ya da olumsuz bir cevap bulabilseydim."
| 94
| 95

Bilincin
Deneysel Dönemine Geçiş

Wilhelm Wundt
Deneysel çağda, hayvan deneyleri bilincin her yönünü
araştırmak için uygun değildi. İnsanlardaki araştırmalar öznel
deneyimlere dayanıyordu. Bilincin deneysel olarak
araştırılmasının, 1876’da psikolog Wilhelm Max Wundt (1832-
1920) tarafından başlatıldığı söylenebilir. Wundtçu psikolojinin
ana konusu tek kelimeyle BİLİNÇ’ti. Wundt “…bir gerçeğin
araştırılmasındaki ilk adım bu gerçeği oluşturan unsurların tek
tek tanımlanması olmak zorundadır” diyerek işe başlar. Bu
yöntem aslında Gazali, sonradan Descartes’ın yöntemiydi:
bütünü parçalara bölerek anlamak. Dolayısı ile bilincin
elemanlarını aramak gerekiyordu. Wundt’un sistemi zihin (veya
bilincin) kendi kendini düzenleyebilme yeteneği üzerinde
yoğunlaştığından iradecilik olarak da adlandırıldı.
Wundt’a göre psikolojinin konusu dolaysız yaşantılar
olmalıydı. Dolaylı yaşantılar ise, deneyimin kendisi hakkında
bilgi vermekten ziyade bir şey hakkında bilgi ve malumat sağlar.
Bu normal günlük yaşantımızın alışagelmiş algı şeklidir. Oysa bir
çiçeği gördüğümüzde yaşadığımız kırmızı deneyimi, zihnin
organize edeceği unsur ve bilinç durumlarını oluşturur. Bir
deneyimi yaşayan kişinin dışında başkalarının gözlemesi
mümkün değildir. Bu nedenle psikolojinin kullanacağı yöntem
içebakış (introception) ya da içsel algı (internal perception)
olmalıdır.
| 96

Öznel, Nesnel ve İçgözlem


Zihinsel etkinlikler öznel veya nesnel olarak
gözlemlenebilir. Nesnel gözlemler bir başka bireyin zihinsel
işlemlerinin, bireyin davranışlarına yansıdığı kadarı ile
anlaşılmasıdır. Öznel gözlemler ise bir kişinin zihinsel
işlemlerinin kendi tarafından anlaşılmasıdır. Öznel gözlem
çoğunlukla içgözlem olarak adlandırılır. İçgözlem bize
zihinsel olaylar hakkında çok daha kişisel ve detaylı bilgi
verir. Kimi zihinsel olaylar nesnel olarak kavranamaz.
İçgözlem geçmişten kaynaklanan ve bizi herhangi bir
olayda etkileyen dürtü ve düşünceleri çoğunlukla açığa
çıkarır. Nesnel yöntemin kişiye özel kullanımı ile bu
niteliğin bilgisini elde etmek çok zordur. Ancak, öznel bir
gözlemin geçerliliği her zaman test edilemez. İnsanların
düşünme tarzları farklı olabildiğinden söylenen şeyin doğru
olup olmadığına karar veremeyiz. Oysa, herhangi bir nesnel
etkinlik birkaç kişi tarafından gözlemlenebilir ve verdikleri
raporlar karşılaştırılabilir.
Harvey A. Carr-Psikoloji (1925, sayfa 1-14’den)

Wundt psikolojinin ana yöntemini şöyle sıralar: 1. Bilinç


süreçlerinin en temel, basit elemanlarını analiz etmek, 2. bu
elemanların nasıl organize olduklarını ve sentezlendiklerini
öğrenmek, 3. organizasyonlarını yöneten birleşme yasalarını
saptamak. Aynı zamanda ruhu bedenden ayrı, paralel ve birbirini
etkilemeyen iki yapı olarak düşündü. Wundt, bilinç yaşantısı
elemanlarına yoğunlaşmasına karşın, algıdaki bütünlüğün de
farkındaydı. Yani, baktığımız bir ağacı yapraklar olarak değil de
ağaç olarak algılıyorduk. Dolayısı ile daha önceden olan tamalgı
(apperception) kavramı üzerine yaratıcı sentez ve psişik
sonuçlar yasasını ekledi. Buna göre pek çok deneyim yaratıcı
sentez ile bir bütün oluşturacak şekilde organize olur: “Her psişik
birleşim bir şekilde kendini oluşturan elemanların katıksız
özelliklerinin toplamlarının sahip olduğu özelliklere sahip
değildir (1896).” Yani deneyimin temel basit parçaları yepyeni
ve elemanlarında olmayan yeni bir şey yapar. Bu sonradan
Gestalt psikologlarının söylediklerine (1912) benzer: bir bütün
kendini oluşturan parçaların toplamından farklıdır.76

76 Schultz Dp, Schultz SE. Modern Psikoloji Tarihi, Kaknüs yay, 2001.
| 97

Wundt kişinin bir uyarana karşılık verişini de üç aşamalı


olarak tespit etti: farkına varma (perception), tamalgı ve niyet
(will). Bir uyarıcı olduğunda, kişi önce onu algılar, daha sonra
geçmiş yaşantıları içerisinde anlamlı bir yere oturtur ve son
olarak da tepkide bulunmaya niyetlenir. Wundt dikkati,
“herhangi bir zamanda, tüm bilinç içeriğinin sadece küçük bir
bölümünün en parlak algısı” olarak ele aldı. Bu çağdaş
tanımlardan çok da farklı değildir. Ve Wundt tüm zamanların en
önemli psikologlarından biridir. Orijin olarak tıp mensubu ve
fizyolog olan Wundt, Principles of Physiological Psychology
kitabında, anatomik olarak sinir sisteminin birbirleriyle ilişkili,
çok sayıda öğeden oluşmuş bir karmaşık bütünlük olduğunu
açıklamıştır. Asırlar boyunca bilinç kapsamının öğelerine
çözümlenebileceği üzerinde durulmuştu. Yukarıdaki fikirleriyle
Wundt bu görüşü “sinir sisteminin bilinen gerçekleri” ile
düşünme temelinde kanıtlama yolunu açmıştır.77

Edward Titchener
Titchener (1867–1927), Wundt’un sadık bir takipçisi olmasına
karşın, sistemi kökten değiştirdi ve yapısalcılık (structuralism)
adı altında kendi yaklaşımını geliştirdi. Wundt’un yolundan
giderek bilincin parçalarından ya da atomlarından bilincin
kendisine ulaşmayı hedefledi. Titchener’e göre de, psikolojinin
ana konusu bilinç deneyimleri ve yaşantılarıdır. Bilinci, belirli bir
zamanda var olan yaşantılarımızın, deneyimlerimizin tamamı
şeklinde tanımlamıştır. Zihni ise bizim ömrümüz boyunca biriken
yaşantılarımızın toplamı olarak ele almıştır. Bilincin bir anda
ortaya çıkan zihinsel süreçleri, zihnin ise bu süreçlerin tamamını
kapsaması dışında, zihin ve bilinç birbirine benzerdir.
Titchener’in iç gözlemi Wundt’unkinden tamamen farklıdır. Daha
çok parçalar üzerine vurgu yaparken, hocası Wundt bütün
üzerinde durmuştu.
Titchener temelde üç bilinç durumu varlığına
inanmaktaydı: duyumlar, imgeler ve duygusal durumlar.
Duyumlar algının temel unsurlarıdır. Ses, koku ve görüntülerle

77Karakas S & Bekçi B. Zihin-beden ilişkilerini ele alan bilim dallarının doğuşu ve gelişimi. NeuroQuantology 2003; 2:
232-265
| 98

fiziksel nesnelerin neden olduğu deneyimlerle ortaya çıkarlar.


İmgeler düşüncelerin elemanlarıdır. Duygular ise sevgi, nefret,
mutsuzluk gibi yaşantılardır. Bunlara ek olarak da, nitelik
(elemanı diğerinden ayıran özellik), yoğunluk (bir duyumun
parlaklığı ya da gürültüsü), süreklilik (duyumun zaman içinde
seyri) ve belirginlik (bilinçli bir deneyimde dikkatin rolü) gibi
özellikleri de bilinçli deneyimlere eklemiştir. Duyumlar bu dört
ana özelliğin tümüne sahipken, duygular üçüne sahiptir.
Duygular belirginlikten yoksundur. Sonuçta, bilinen tüm bilinçli
süreçler bu kategorilerden birine indirgenebilir. Aşağıdaki metin
Titchener’in A Text Book of Psychology (1909) alınmıştır:

“Bilinç hangi sözlüğe başvurursanız vurun, pek çok


anlamı olan bir terimdir. Bu kelimenin iki prensip
kullanımını ayırmak yeterli olacaktır. Birincisinde bilinç
ruhun kendi süreçlerinin, işleyişinin farkında oluşu
anlamındadır. Sağduyu açısından bakıldığında ruhun
tıpkı düşünen, hatırlayan, seçen, muhakeme eden,
bedenin hareketlerini yönlendiren bir iç ben (innner-
self) olması gibi, bilinç de bu düşünce ve idarenin iç
bilgisidir (inner knowledge). Siz bir sınav sorusuna
verdiğiniz cevabın doğruluğunun, hareketlerinizdeki
sakarlığın bilincinde (farkında)sınız. Öyleyse, bilinç daha
fazla bir şeydir, bilinç “bir insanın ruhundan neler
geçtiğinin algısıdır”, bilinç ruhun, düşüncelerine ve
duyumlarına sahip olduğu dolaysız bilgidir.

İkinci anlamda bilinç ile ruh arasında, “bilinçli” ile


“zihinsel” arasında fark gözetilmemiştir. Zihinsel
süreçlerin devam etmesi şartı ile bilinç orada mevcuttur;
duygunun bilincindeyim demek aslında sadece o
duyguyu hissediyorum demektir. Bir duyguya sahip
olmak bilinçli olmaktır ve bilinçli olmak bir duyguya
sahip olmaktır. Bir iğne batmasının bilincinde olmak,
sadece duyuma sahip olmaktır. Bu tanımlamalardan
ilkini reddetmek zorundayız. Bilinci ruhun kendisinin
farkında oluşu olarak tanımlamak sadece gereksiz değil,
| 99

aynı zamanda yanıltıcıdır da. Bu kullanım gereksizdir,


çünkü daha sonra göreceğimiz gibi, bu farkındalık dış
dünyanın gözlenmesiyle aynı türde bir gözlem
meselesidir. Bu yanıltıcıdır, çünkü bu fikir ruhun bir
süreçler akışı olmak yerine kişisel bir varlık olduğunu
akla getirir. Ne zaman bireyin hayatı boyunca ortaya
çıkan zihinsel süreçlerin bütününden bahsedecek olsak, o
zaman ruhtan konuşacağız. Ne zaman verilen mevcut
zamanda, “şimdi”de, “hali hazırda” ortaya çıkan zihinsel
süreçlerin bütününden bahsedersek, o zaman bilinçten
konuşacağız. Bu nedenle psikolojinin çalışma konusu ruh
olmasına rağmen, psikoloji çalışmalarının dolaysız
nesnesi daima bilinçtir. Mutlak anlamda biz aynı bilinç
halini iki kez üst üste asla gözleyemeyiz, ruhun akışı
devamlı sürer, asla geri dönmez. Psikofizik paralellik
ilkesi iki dizi olayı ifade eder, sinir sistemindeki süreçler
ve zihinsel süreçler. Bunlar tam bir uygunluk içerisinde,
birbirine karışmadan, yan yana, kendi rotalarında ilerler.
Biri diğerinin sebebi olamaz. Buna karşın bizler zihinsel
durumları bedene, sinir sistemine ve ilgili olduğu organa
başvurarak açıklarız. Sinir sistemi zihnin sebebi değildir,
ancak onu açıklar. Tıpkı yolculuğumuz boyunca
bırakmadığımız bir ülkenin haritası gibi… Zihinsel
süreçler fiziksel olayların tüm dizisini karşılamaz. Sinir
sistemindeki belli parçalara karşılık gelirler. Gerçekte
eğer biz ruhu (zihni) bedenle açıklamayı reddediyorsak,
aynı derecede yetersiz ve tatmin edici olmaktan uzak iki
alternatiften birini kabul etmek zorundayız: ya zihinsel
deneyimin basit bir tanımına bağlı kalacağız ya da bilince
süreklilik ve tutarlılık kazandırmak için bilinçdışı bir
zihin icat edeceğiz. Bizler psikolojiyi bilimsel yapmak için
zihni tasvir etmekle kalmamalı, ayrıca onu
açıklamalıyız…”

William James
Felsefeci, tıp doktoru, fizyolog ve psikolog olan William James
(1842–1910), The Principles of Psychology/Psikolojinin
| 100

İlkeleri’inde (1890), bilinçten derinlemesine bahsetmiştir. Bugün


bile önemini koruyan bilinç, farkındalık, duyusal sistem üzerine
çok değerli gözlemleri ve çalışmaları vardır. Bunları en güzel
şekilde ve berrak olarak özetlemiştir. Hatta deneyimin
değişikliğini anlamak için kendisine nitrik oksit anestezisi bile
vermişti. Eğer, modern anlamda bilincin felsefi tartışmasının
Descartes ile başladığı kabul edilirse, bilimsel zemine taşınması
ve anlaşılması da William James tarafından sağlanmıştır
denilebilir.
James, bilincin kendini oluşturan elemanlara ayrılmasına
karşıydı. Ona göre bilinç, karmaşık bir ortamda, karmaşık bir
varlığın ihtiyaçlarına yanıt olarak oluşmuştu. Bu nedenle de
bilinç olmaksızın insanın evrim süreci ortaya çıkmazdı. Bilinç
süreçlerini, organizmanın yaşamında değişikliklere sebep olan
organizma faaliyetleri olarak değerlendirdi. Psikolojinin
İlkeleri’inde ruh ve beden arasındaki ilişkiyi ele alan belli başlı
tüm felsefi kavramları tartışmış ve eleştirmişti. Bilinç durumları
(ruh) ve beyin süreçlerini (beden) doğal dünyadaki fenomenler
olarak kabul etti. Kitabında ana tema “bilince yeni bakıştır.”
Burada bilinç yaşantılarının daha basit elemanlara indirgenmesi
yerine, yeni bir yaklaşım önermiştir. İlk özellik olarak, zihinsel
yaşantıların bir bütün olduğunu ve bilinç kavramının ana
noktasının da “sürekli meydana geliyor oluşu” olduğunu öne
sürdü. Yani bilinç bir ırmak gibi akıyordu. Kendisi bu anlamda
“bilinç akışı” ifadesini kullanmıştır. Bu sürekli akış ve oluş nedeni
ile de bilinci parçalara bölmek bilinci yolundan saptıracaktır.
Bilincin ikinci bir özelliği daima değişmekte oluşudur; hiç
kimsenin bir durumu veya düşünceyi aynı şekilde iki defa
yaşaması mümkün değildir. Bir nesneyi birden fazla nedenle
çeşitli kereler düşünebiliriz, ancak her defasında araya giren
farklı deneyimlerin etkisi ile her düşünce farklı olacaktır. Yani,
bilinç birikimli bir süreçtir ve aynı şekilde yinelenmez. İçgözleme
de önem veren James, bunu şöyle ifade eder: “bizim daima, ilk
olarak en başta güvendiğimiz şey olan İçgözlem, zihinlerimizin
içine bakmak ve orada neler keşfettiğimizi ifade etmektir. Bu
şekilde bilinç durumlarını keşfettiğimiz konusunda herkes
| 101

hemfikirdir.” Buna rağmen içgözlemin sınırlılıklarının da


farkındaydı.78
Zihin de bir süreklilik gösterir ve bilinç akışında ani
boşluklar yoktur. Uyusak bile uyku öncesi bilinç durumu ile
bağlantı kurabiliriz. Buna rağmen zihin seçicidir. Zihin pek çok
uyarı arasından bazılarını süzgeçten geçirerek, birleştirerek,
ayırarak, reddederek hangisi ile karşı karşıya kalacağımıza karar
verir. Bu seçim ile bilinç mantıklı bir tarzda işler:

“Zihnin her aşamada bir dizi eşzamanlı imkânlar alanı


olduğunu görürüz. Bilinç, bu imkânların kendi aralarında
karşılaştırılmasından ve dikkatin, güçlendirici yasaklayıcı
rolüyle, bazılarının seçilip geri kalanlarının
bastırılmasından oluşur. En üst düzey ve en gözde
zihinsel ürünler herhangi bir yetinin, kendisinin bir
altında yer alan yetinin sunduğu verileri süzgeçten
geçirmesi ile oluşur. Bu veriler de, daha çok sayıda, daha
basit malzeme arasından ayıklanmıştır ve süreç böylece
devam eder. Kısacası, zihin aldığı verileri, tıpkı bir taş
kütlesini yontan bir heykeltıraş gibi işler. Bir bakıma
heykel en başından beri orada durmaktadır. Ancak,
ondan başka, binlerce değişik heykel vardır. Diğerleri
arasında bu heykeli çekip çıkaran heykeltıraşın
kendisidir.”

James’e göre bilincin biyolojik bir yararı vardı. Bilinç,


bizim seçimler yapabilmemizi sağlayarak, çevremize uyumu
artırıyordu. Bu nedenle de, bilinçli seçimlerle alışkanlıkları
birbirinden ayırmıştı. Organizma yeni bir sorunla karşılaştığında
ve yeni bir uyum yoluna gerek duyduğunda bilinç sahneye
çıkıyordu.

John Broadus Watson


Daha sonraları, psikoloji alanında Davranışçılık ön plana çıktı. Bu
hareketin kurucusu psikolog John Broadus Watson’du (1878-

78 Schultz Dp, Schultz SE. Modern Psikoloji Tarihi, Kaknüs yay, 2001;200-212
| 102

1958). 1913’te “Psycology as a Behaviorist Views It” adlı


makalesini yayınlamasıyla Davranışçılığın tarihi başlar. Burada
Watson, Wundt’un öne sürdüğü de dahil her türlü içebakışa
(içgözlem) karşı olduğunu öne sürer. Psikolojiyi nesnel bir bilim
düzeyine yükseltmek isteyen Watson, sınanması ve
doğrulanması olanaksız, bilinç durumlarını inceleyen içebakışa
tepki göstererek, DAVRANIŞı, bu bilimin inceleme konusu,
GÖZLEMi de yöntemi olarak kabul eder. Bunun için de bilinç,
imge, ruh kavramını reddeder ve kendi sözlüğünden siler. Bilinç
kavramına ise şiddetle karşı çıkar. Bilinci “asla görülemez,
dokunulamaz, koklanamaz, tadılamaz veya hareket ettirilemez”
olarak betimler. Bir yazısında; “inanıyorum ki, bir psikoloji
yazarken asla bilinç, zihinsel durumlar, akıl ve benzerini
kullanamayacağız.” diyerek karşı çıkışını belirtir. Watson buna
ek olarak, Freudcu psikanalizden, öznel duyguların
araştırılmasına kadar bütün geçmiş uygulamaları adeta siler. Ona
göre bunlar, öznel, ortaya konulması mümkün olmayan ve
dolayısıyla da bilimsel araştırma tanımına uygun düşmeyen
zihinsel durumlarla ilgiliydi. Bilinci de kapsayan zihinsel süreçler
ölçülemediğinden anlamı yoktu. Davranışçılığa göre insan bir
makineydi ve elle tutulamayan nesnel davranışların
dışındakilerin önemi yoktu. Watson birçok makalesinde ve
kitaplarında bilinç kelimesinin artık sahneden silinmesi
gerektiğinden bahsediyordu:

“Psikolojinin bilinç fenomenini araştırdığı öne


sürülmüştür. Bu tek başına bir problemdir, bir yanda
karmaşık zihin durumlarının kendilerini oluşturan basit
elemanlara analizi; diğer yandan basit bileşenlerin
karmaşık yapıları oluşturması söz konusudur.
…İçgözlemin,… kendi başına hiçbir değeri yoktur. Bunlar
sadece bilinç durumlarını aydınlatabildikleri derecede
bir anlam ve öneme sahiptirler. …Eğer benim ulaştığım
sonuçlara ulaşamıyorsanız, bu sizin aygıtınızdaki veya
uyarıcınızın kontrolündeki bir hatadan ötürü değil,
içgözleminizin iyi yapılmamış olmasından kaynaklanır.
| 103

Eleştirilecek olan gözlemcinin kendisidir, deneysel ortam


değil.
Psikoloji, artık zihin durumlarını gözlem nesnesi
yapıyor olduğu düşüncesi ile kendi kendisini kandırmak
durumunda olmadığından, bilince yaptığı atıflardan
tamamen vazgeçmesi zamanı gelmiş görünmektedir.
Zihin elemanlarıyla, bilinç içeriğinin doğasıyla ilgili
kuramsal sorunlarla ağa düşürülmüş durumdayız. Ayrıca
psikolojinin güncel terimlerini kullandığımızda, bu
terimlere yüklediğimiz anlam açısından aynı şeyi
kastediyor olduğumuzun bir garantisi yoktur. Ben bilinç
durumlarının İçgözlem yoluyla ayrılabilir elemanlara
analizi yerine, bilinç süreçlerinin biyolojik anlamı
üzerine vurgu yapıyorum. İnanıyorum ki … bilinç, ruhsal-
zihinsel durumların ruh, içerik, İçgözlem yoluyla
doğruluğunu kanıtlama, imge ve benzeri terimleri bir
daha asla kullanmayız. …bu atılımın şimdi yapılmasının
gerçekten çok yararlı olacağına inanıyorum. …görmek
zorunda olduğum tek yanılgı, nesnel sonuçlara dayanan
bir ifade çok daha değerliyken, onların çalışmalarının
çoğunun İçgözlem açısından ifade edilmiş olmasıdır.
Bunların hiçbirinde bilince niçin başvurulduğuna dair
sebep yoktur. …Zihinlerimizin elli yılı aşkın bir süre
bilinç durumlarının araştırılmasına adanarak
çarpıtılması sebebiyle, bizler bu problemleri ancak bir
şekilde gözümüzün önüne getirebiliriz.79

İstediği gibi de oldu ve uzun süre, yaklaşık 50 yıl, bilim


dünyası ve psikoloji alanında bilinç kelimesine artık rastlanmaz
zoldu.
Bu akım Wundt ve Hermann Ebbinghaus (1850-1909)
sayesinde, deneysel psikoloji ile doğmuş ve Edward Thorndike
(1874-1949) ile de özellikle hayvan davranışlarında önem
kazanmıştı. Watson, fizyolog Ivan Pavlov (1849-1936) ve
Bechterev’in etkisinde de kalmıştı. Pavlov her türlü davranışı

79Watson J. Davranışçının bakışı ile psikoloji/Psychology as the behaviorist views it. Psychological Review 1913;
20:158-177
| 104

bilinç kelimesini hiç kullanmadan açıklayabiliyordu. Clark Hull


(1884-1952), Edward Tolman (1886-1959) ve Frederic Skinner
(1904-1990), bu kuramın etkisinde kalarak, kısmen de
değişikliğe uğratarak savunuculuğunu yaptılar. Davranışçılık
50’li yıllara değin egemen psikoloji akımı oldu. Bu akım
psikofizyolojinin ve çevre etmenlerinin doğuştan gelen
etmenlerden çok daha önemli olduğunun kabullenilmesinde
önemli rol oynadı. Çoğunlukla öğrenmenin bir çeşidi olan koşullu
öğrenmeyi ele aldı ve çağrışımcı görüşleri destekledi.
Frederic Skinner (1904-1990), önce fareler ve
güvercinler, ardından insanlar üzerinde, işlemleyici koşullanma
adını verdiği özel öğrenme türünü inceledi. Bu deneylerinden en
tanınmışı “Skinner kutusu”na ilişkin olandır. Kutu içindeki fare,
içerde bulunan bir kola bastığı zaman yiyeceğe kavuşuyordu. Bu
deneyden yola çıkan Skinner, davranışçılık içinde kalmak üzere,
yeni bir davranışın deneysel incelenmesi akımını başlattı. Bu
akımın temel düşüncesi, bireyin her türlü davranışının,
bireylerin yaşamları boyunca çevrelerinin kabul ettirdiği
“pekiştirmeli olumluluklarla” açıklanabileceği düşüncesidir.
Daha sonra psikoloji Davranışçılığa döndü ve “uyarı ve
cevap” gibi şeyleri tanımladıkları halde, bilinç tanımlaması tam
olarak unutuldu. Watson, bazılarınca “psikolojinin düşmanı”
olarak ilan edildiyse de, Davranışçılığın doğuşu onun suçu
değildi. Dönemin bilim ruhunun bir sonucu olarak bilinç kelimesi
neredeyse kitaplardan silindi. Çalışma konusu olmaktan çıktı.
Daha önce “ruh” teriminde olduğu gibi, “bilinç” teriminin de
psikoloji içinde yok olacağını, James Angell 1910 yılında ifade
etmişti. Bu öngörüsünde yanılmadı. 1930 ile 1950’ler arasında
yazılan 8 temel psikoloji metninden, 5’inde bilinç başlığına hiç
değinilmemesi, 3’ünde ise tarihsel bir merak olarak ele alınması
durumu özetler niteliktedir. 1970’lerden sonra ise bilinç tekrar
sahneye çıktı. Bilişsel psikoloji (cognitive psychology), ayak
seslerini çok önceden duyulmasına karşın (1950), kendisini
ancak 1980’lerden sonra gösterdi. Skinner’in 1990’da
ölümünden sonra ise Davranışçılığa sadece geçmiş zamana ait,
bilincin ihmal edildiği zamanlardan bahsederken rastlanılır oldu.
| 105

Francis Xavier Dercum


Dercum (1856-1931), 1925’teki bir makalesinde, bilincin beyin
kabuğundaki düşüncelerin aktarımında sinir hücrelerinin bir
arada oluşturdukları bir işlev olduğunu yazar. Ek olarak duyusal
girdilerin trafo merkezi olan bölgenin (talamus) normal
durumda tüm duyusal hislerin yeri olmasından dolayı, bilincin
sinir hücresel merkezi yerinin buradan kalkıp beyin kabuğuna
giden (talamo-kortikal) liflerle ilişkili olduğunu vurgulamıştır.
Ona göre, beyin kabuğu bilgiyi alarak, daha sonra bilinçli
hatırlama için geri çağırıyordu.

Alfred North Whitehead


Whitehead (1861-1947), olaylara ve nesnelere, algılara oranla
öncelik tanıyarak doğa felsefesini kurmaya çalıştı. Amacı, algılar
dünyası ile bilim dünyası arasında bir uzlaşma kurmaya yöneldi.
Doğanın ikiye bölünmesini kabul etmiyordu. Ona göre doğa
ancak kendi oluşu içinde kavranabilirdi. 1930’lardan sonra
metafiziksel bir bakış açısı kazandı ve tarafsız, non-animist,
birleşik-deneyselci (panexperientialist) bir tekçiliği savundu.
Whitehead’in bakış açısında, var olmak (gerçekleşmek),
algılamak-algılanmaktır ve bütün diğer olgular gibi “zihinlerin”
de uzaysal-konumsal noktaları vardır. Gerçek varlıkların, zaman
boyunca devamlı şeyler değil, oluşan anlık olaylar olduklarını
söyler. Zaman olaylar arasındaki ilişkiler yoluyla meydana gelir.
Kişi olay olduktan sonra belli bir sürede meydana geldiğini
söyleyebilir.
Whitehead’e göre her vesile/araç iki şekilde olur. İlk
olarak deneyimin bir öznesi olarak var olur ve bu esnada
deneyimi yaşar. Zihni oluşturan deneyim vesileleri, baskın
vesileler olarak adlandırılırlar. Bu bakış açısı zihni “baskın bir
monat” olarak kabul eden Leibniz ile aynıdır. Her bireysel olay,
kendi geleceğindeki her bir olayın kısmen yaratıcı gücünün ve
tesirlerinin merkezidir. Her olay, küçük derecede de olsa, bütün
geçmiş olaylardan doğrudan etkilenir. Nesnel ve öznel ayrımını
da yapan Whitehead’e göre, nesnel olanlar matematiksel
biçimlerdir. Öznel olanlar ise kızgınlık, öfke, arzu ve bilinci içerir.
Bu iki tipi bir arada, her gerçek varlığın yaratıcı deneyimini
| 106

şekillendirir. Bütün deneyimlerin bilinçli deneyim olmaması gibi,


bütün algılama da duyusal algılama değildir. Hücreler ve
moleküllerin, duyu organları olmasa da kendilerine özgü bir çeşit
algılama kullandıklarını öne sürer.

Charles Sherrington
Scherrington (1857-1952), Doğasındaki İnsan (1938) adlı
kitabında, aklın canlılıktan da farklı bir şey olduğunu şöyle ifade
eder: “...Bir akıl sorunu olduğu zaman, sinir kendisini yadsınamaz
bir hücre üzerine merkezleştirmekle tamamlayamaz. O, daha çok,
büyük bir özenle, her birimi bir hücre olan milyon katlı bir
demokrasi oluşturur... Ama yine de akla döndüğümüz zaman
bunların hiçbiri yoktur. Tek bir sinir hücresi asla minyatür bir
beyin değildir. Bedenin hücresel yapısı onun akıldan bir ipucu
olmasını gerektirmez. Madde ve enerji, taneli yapıda ve böylece
yaşam yapıcı gibi görünüyor ama akıl öyle değil.” diyerek 80
bedensel canlılıkla aklın farklı etmenlere bağlı olduğunu öne
sürer.

Modern Dönem: Temele İniş...


1949’da Giuseppe Moruzzi ve Horace Winchell Magoun (1907-
1991) beyin sapındaki ağsı yapıyı (retiküler formatio)
keşfettiler.81 Yaptıkları çalışmada üst beyin sapı (mezensefalik)
ağının bilinç durumuyla bağlantısını ortaya koydular. Ağsı
yapının hasara uğraması durumunda, hayvanlarda hareket
yokluğu ve koma durumu olduğun gösterdiler. Duyusal, işitsel ve
ağrılı uyaranlar uyanıklık yanıtını elde etmede bu durumda
yetersiz kalıyordu. Yine bu durumdaki hayvanlarda elde ettikleri
beyin kabuğu elektriği kaydı uyku kayıtlarına benzemekteydi.
Uyuyan bir hayvanda, beyin sapı ağına yüksek frekanslı elektrik
akımı uygulanması durumunda ise hayvan uyanıyor ve gözlerini
açıyor, göz bebekleri büyüyor ve kasları kasılıyordu. Bu esnada
beyin kabuğu elektriksel aktivitesi uyanıklık durumuyla benzer
hal alıyordu. Bu bulgularla beyin sapı ağsı yapı sisteminin

80Sherrington C. Man on his Nature. Cambridge University Press, 1940.


81Magoun HW. An ascending reticular activating system in the brain stem. Reprintcd from the A. M. A. Archives of
Ncurologv and Psychiatry 1952;67:145-154
| 107

dışarıdan gelen duyusal girdiler yoluyla uyanıklık için gerekli


temel eleman olduğunu ortaya koydular.82
Magoun, zihinsel aktivite için uyanıklılık durumunun her
zaman gerekli olmadığını belirterek, hafif uyku esnasında canlı
görülen rüyaları buna örnek olarak gösterir. Derin uyku,
bilinçsizlik veya koma durumlarında, zihinsel aktivite
kullanılamaz. Magoun, ikisi arasındaki ilişkinin Sherrington
tarafından yapılmış olan ifadesine katılır: “Beyin uyanırken,
onunla birlikte, zihin de geri döner.” Uyanıklık durumunun
duyusal girdilerin beyin kabuğu üzerindeki etkilerine bağlı
olduğuna değinerek, daha önce yapılan üst beyin sapı hasarı
sonucu çıkan duyusal yolların etkisiz hale gelmesiyle uyku
durumu oluşturulduğunu belirtir. Magoun, daha sonra
ElektroEnsefaloGrafi’nin (EEG) bulunmasıyla uyanıklık ve uyku
esnasında insan ve hayvan beyninde belirgin elektriksel
farklılıklar bulunduğunu fark eder. EEG bulguları olarak, bir
kedide uyanıkken düşük genlikli hızlı boşalımların uykuya
geçişte yüksek genlikli yavaş dalga ve dikensi patlamalara
dönüştüğünü belirtir. Hayvan uyandırılırsa bunun tersinin
olduğunu örneklerle gösterir. Kendi çalışmalarında anestezi
altına alınmış kedide uyanmayla ve beyin sapının elektrikle
uyarma ile olan beyindeki elektriksel değişimleri incelemiştir.
Beyin sapı elektrik uyarımı ile normal uyanıklık
durumunda olan beyin kabuğu yanıtları elde etmiştir. İki işlevsel
sistem ayırt etmiştir. İlkinde yan bölgeler çıkıcı bedensel ve
işitsel yolları içeriyordu. Burası uyarıldığında çevresel uyarı gibi
uyanıklık etkisi yapıyordu. İkincisi, en iyi yanıtın elde edildiği
yerdi ve bilinen anatomik yollarla ilişkili değildi. Yaptığı kedi
deneylerinde, çıkan duyusal yolların üst beyin sapında kesilmesi
durumunda beyin elektrik kayıtlarında normal hayvanlarda
görülen uyanıklılık durumundan farklılık görmezken, çıkıcı ağsı
sistemin aynı seviyelerde kesilmesi durumunda hayvanlar derin
uyku ya da anestezi benzeri duruma geçiyorlardı. Bu esnada
beyin kabuğu kayıtları da uyku iğciklerini ve yavaş dalgaları
gösteriyordu.

82Winken PJ, Bruyn GW (editor). Handbook of Clinical Neurology. Disorders of higher nervous activity. M.Jouvet. Coma.
Nort-Holland Pub.Co. 1969:64
| 108

1950’lerin başlarında, bilimadamlarının bilince olan ilgisi


tekrar uyandı. Özellikle değişik bilinç durumlarını oluşturan
uyku, rüya, meditasyon, hipnoz ve ilaçlarla oluşturulan
durumlara ilgi arttı. Uyku ve rüya durumlarının araştırılması
tamamen bilincin doğasına yönelikti. Bu yıllarda rüyanın
fizyolojik göstergesi bulundu: yaklaşık 90 dakika arayla, kişinin
gözlerinde hızlı hareketler ortaya çıkması (REM) ve aynı
zamanda uyuyanın beyin dalgalarının uyanık kişi gibi olması. Bu
sırada uyandırılan kişi tam olarak rüyasını hatırlıyordu ve bu
dönem dışında uyanmak rüya hatırlamayı zorlaştırıyordu. Bu ve
diğer araştırmalar, uykunun bilincin aktif bir durumu yerine
pasif durumu olduğunu ortaya koydu.
1960’lı yıllarda, Zen Budizm ve Yoga’nın Batı’da büyüyen
akımına paralel olarak bilincin “yüksek seviyelerine” ilgi arttı. Bu
sıralarda yüksek farkındalık araştırmaları, fiziksel gevşeme ve
dikkat yoğunlaştırma gibi uygulamalara yönelim oldu. Kan
basıncı ve ısının istemli kontrolle değiştirilmesi için biyolojik geri
besleme (biofeedback) yöntemleri geliştirildi. Yine bu dönemde,
değişik bilinç durumlarından olan ve kişinin kontrolünün
kendinden bir başkasına geçmesini sağlayan hipnoz üzerine
araştırmalar ortaya çıktı. Bu yıllarda birçok kişi halüsinasyon
yapan bazı ilaçların (Liserjik asit dietilamid=LSD, meskalin ve
psilosibin) bilinç değişiklikleri ve bozuklukları oluşturmasını
araştırdı. Yine bu dönemlerde, duyusal yoksunluk (deprivasyon)
alanında yapılan araştırmalarla ortaya çıkan bilinç değişiklikleri
nedeniyle normal bilinç için duyusal girdilerin devamlı olması
gerektiği ortaya konuldu.

Wilder Penfield (1891-1976)


Penfield’in daha öncelere uzanan deneysel çalışmaları (1958)
sinir bilimlerine büyük katkılar yaptı. Penfield bilincin beyinde
bir bölgede yerleşik olmadığını, sinir hücresi çalışması ile birlikte
topluca oluştuğunu düşünüyordu. Orta beyin (diensefalon) ve
talamus bölgesinin bilincin yeri olabileceğini öne süren Penfield,
bilinci bellekle ilişkilendirerek şöyle diyordu (1968):
| 109

“Bilinç akışında daha önce kaydedilen bellek kayıtları


(engram) kişinin dikkatinin-farkındalığının
yoğunlaşmasından, düşünce ve duygu durumlarından
doğan ardışık kayıtlardır. İnsanın geçmiş bilincinin tamamı
için kayıtlardan birisi yeterli değildir.”

Beyin ameliyatları esnasında epileptik hastalara, elektrik


akımları uyguladı ve şakak lobunun ön-yan kıvrımları (anterior-
lateral temporal gyrus) uyardığında “yeniden yaşanmışlık” hissi
oluştuğunu, bunun bilincin beynin elektrikle uyarımıyla kolayca
değişebileceğini gösterdiğini öne sürdü (1975). Bu “yaşanmış
halüsinasyonları” tanımlayarak, zamanda geriye doğru giderek
eskiden kişide bilinçli kayıtlanmış olan olay, yer, ses,
duygudurum ve manzaraların tekrar canlandığını savundu.
Bundan yola çıkarak ta, halüsinasyonları (varsanımlar) “bilincin
akışı kayıt şeritlerinin yeniden canlanması” olarak tanımlandı.83

83 Markowitsch HJ. Cerebral bases of consciousness: A historical view. Neuropsychologica 1995;33:1181-1192.


| 110

Beyin On Yılı Sonrası Bilinç...

1990’li yıllarda pozitivist düşüncenin etkisiyle bakış açıları


değişti. Nörobiyoloji, felsefe, kuantum fiziği gibi birçok bilimsel
alanda bilinç konusu adeta “ilgi odağı” haline geldi. Bilimin belli
alanlarında artık olgunluk aşamasını da geçen birçok bilimadamı
tarafından, tartışılan iddialı kitaplar yayımlanmaya başlandı.
Bunlar arasında göze çarpanlar, İngiliz matematikçi ve kara
deliklerin yapısı üzerinde önemli keşifleri olan Roger Penrose,
DNA’nın moleküler yapısının keşfi nedeniyle 1962’te Nobel
ödülü alan biyofizikçi Francis Crick, sinaptik ileti üzerine olan
çalışmaları nedeniyle 1963’de Nobel ödülü alan nörofizyolog
John Carew Eccles (1989), 1972’de Nobel ödülü alan biyokimyacı
Gerald Edelman (1989), holografik beyin-bilinç teorilerini
oluşturan Nobel ödüllü fizikçi David Bohm (1917-1992),
nörofizyolog Karl Pribram sayılabilir. Kendi alanlarında bilime
yenilikler getiren bu kişilerin, kendi alanlarının dışında (!) bilinç
konusunda halen tartışılan fikirler öne sürdüler. Bunlar birçok
kişi için akademik kariyerlerinin sonunda84 yolun başlangıcını
gösteren fikirlerdi. Roger Penrose, bilince kuantum fiziğinin
yanıt verip veremeyeceği ve algoritmalarla çalışan bilgisayarla
modellenip modellenemeyeceği sorusuna yanıt aradı. Crick ise
beyinde algılamanın önemli bir parçası olan görsel sistemden
yola çıkarak bilinci değerlendirdi. David Bohm ve Karl Pribram,
holografik teorilerin bilinçle uyumlu açıklamalarını ortaya
koydu. Bahsedilen biliminsanları bilinç üzerine düşünme ve fikir
üretmeyle akademik kariyerlerinin başlangıcında değil,

84Current Awareness: Spotlight on consciuosness. The 1996 Ronnie MacKeith Lecture. Developmental Medicine and
Child Neurology 1997;39:54-62.
| 111

kariyerlerinin sonunda, adeta “ermişlik dönemlerinde”


ilgilenmeye başladılar. Yine aynı yıllarda, belki bu akımdan
etkilenerek bilinç üzerine akademik dergiler yayımlanmaya
başlandı (Journal of Consciousness Studies, Consciousness and
Cognition, Brain and Mind, Behavioral and Brain Sciences, The
Journal of Mind and Behavior, Psyche, NeuroQuantology) ve
onlarca yeni akademik kitap listeye eklendi. Son yıllarda bilinç
üzerine birçok disiplinin bir araya gelmesi ile sempozyumlar
yapılmaya başlandı. Sinir bilimleriyle ilgili yayın yapan önemli
dergilerde bu konuyla ilgili ayrıntılı makaleler yayımlanmaya
başlandı. Bu sadece sinir bilimlerini içeren dergilerle de sınırlı
kalmayarak fizik alanındaki önemli dergilere de konu oldu;
tartışılmaya başlandı. Daha önceki gelenek devam etti ve
teorisyen sayısı kadar bilinç teorisi ortaya çıkmaya başladı. Buna
rağmen, bugün hala “bilinç araştırmasında, anaokulunda kum
havuzunda oynayan çocuklar konumundayız.”
Yine son on yılda bilinç konusunu değişik yönlerden
inceleyen yüzlerce makale yayımlandı. On yılın sonuna doğru
çalışma sayısında logaritmik bir artış oldu. National Library of
Medicine, MEDLINE’da, sadece başlıkta “bilinç” içeren (insan
çalışmaları, sosyal anlamda bilinç çalışmaları hariç) ve İngilizce
yayımlanmış makale sayısı 1970-1979 arası 396 iken, 1980-
1990 yılları arasında 475 sayısına ulaşmış ve 1990-2000 yılı
arası 709 makaleye çıkmıştır. 2000 yılından sonra ise adeta bir
sıçrama yaşanmıştır. Özellikle işlevsel beyin görüntülemeleri
manyetik rezonans görüntüleme (fMRG) ve pozitron emisyon
tomografisinin (PET) kullanıma girmesi ile çalışmalar daha da
hız kazandı. Bilinci ilgilendiren uyku, anestezikler, meditasyon,
hipnoz, dikkat, bellek, algılama gibi konularda PET çalışması
sayısı hızla arttı. 1988-1991 arasında 15, 1992-1995 arasında 70,
1996-1998 arasında 190, 1999-2005 arasında ise 400’e yakın
çalışma yapıldı. Bu sayılar bilinç konusuna olan ve artan ilgiyi
göstermektedir. 1930 ve 1950’lerle karşılaştırıldığında, bugünkü
ilgi müthiştir. 1930-1950 arasında yazılan 8 temel psikoloji
metninin 5’inde bilinç başlığına hiç değinilmediği, 3’ünde ise
tarihsel bir merak olarak ele alındığı düşünüldüğünde, şu an çok
çok iyi noktadayız diyebiliriz.
| 112

Doğanın bilinen en karmaşık iki nesnesi, insanın bilişsel


süreçleri ve beynidir; daha da karmaşığı, bunların ilişkisidir.
Asırlar boyunca beden ve dolayısıyla beyin, doğa bilimleri
kapsamında ele alına gelmiş; bu iki öğe, canlı varlıkların yapı ve
süreçleriyle ilgilenen temel biyolojik bilimlerin, madde ve enerji
konularıyla ilgilenen fiziksel bilimlerin, tıp gibi uygulamalı
bilimlerin araştırma konusu olmuştur. Zihin ise, canlıların
davranışlarıyla ilgilenen davranış bilimlerinin, psikolojinin uğraş
konusu olagelmiştir. Gelenekler ve alışkanlık, bu dalların her
birinin (biyolojik veya fiziksele karşı davranışsal veya psikolojik)
kendi içinde kapalı olarak çalışmasına yol açmıştır. Diğer yandan
çağdaş bilim dünyasının kabul ettiği bir husus, mevcut bilim
dallarının, tek başlarına; beyni, bilişsel süreçleri ve özellikle de
bu iki öğenin ilişkisini anlayabilmede yetersiz kaldığıdır. Aynı
veriler beyni incelemenin bütünleşik (multidisipliner) bir şekilde
ele alınması gerektiğini açıkça göstermektedir. Multidisipliner
grubun kapsamına giren dallardan bazıları psikoloji, fizyoloji,
biyofizik, biyokimya, nöroloji, işlevsel nöroradyoloji,
nöropsikoloji, psikiyatri, ayrıca felsefe, matematik, fizik, istatistik
ve elektrik-elektronik, bilgisayar ve biyomedikal
mühendisliklerdir.85
Bilinç, bugün artık birçok çağdaş biliminsanına göre
bilimsel bir nesnedir ve bilimin alanında incelenmelidir.
1990’lardan sonra bu eğilim daha da belirgin hale gelmiştir.86
1995’ten sonra kuantum fizikçileri de iyice bilinç konusu içine
girdiler ve fizik dergilerinde bilince atıf yapan ya da başlığında
bilinç kelimesi bulunan birçok makale yayımlandı. Bu eğilimden
dolayı olacak, artık felsefeciler, fizikçiler ve yapay zekacılarca
bilinç üzerine kitaplar yazılmakta… İşin garip yönü ise konuya
önce el atması gereken nörolog-nörofizyologlardan henüz
diğerleri kadar ses çıkmıyor ve kendi kabuklarında incinin
olgunlaşmasını bekler gibiler. Ancak felsefe ve psikolojinin
söyledikleri de yetersizdir. Felsefeci John Searle “Felsefe ve
psikolojideki çağdaş tartışmaların, bilinçlilik konusunda

85Karakas S ve Bekçi B. Zihin-beden ilişkilerini ele alan bilim dallarının doğuşu ve gelişimi. NeuroQuantology 2003; 2:
232-265
86Dekacour J. An introduction to the biology of consciousness. Neuropsychology 1995;33:1061-1074.
| 113

söyleyebileceği pek bir şey olmaması bir tür rezalettir”87 derken,


sinirbilimcileri unutmuşa benziyor.

87 Searle J. Minds, Brains and Science. Harvard University Press. 1984.


| 114

Nörofelsefe’nin Doğuşu

Nörofelsefe; başlangıçta felsefenin terimleri de olan, bilinç ve


durumları, karar verme (özgür irade/istenç), algılama,
dışımızdaki dünyanın yorumlanması ve buna verilen hareketsel
yanıtı, yapay zekâ, sinir ağları, düşünce süreçlerini ve zihnin
işlevlerini sinirbilimleri zemininde yorumlar.
Son 30 yılda, bilim felsefesinde artan “yerel” bir büyüme
olmuştur. Sinirbilimlerinin felsefesi beyin yapısı ve çalışması
hakkındaki yeni keşiflerden dolayı doğal ve beklenen bir
sonuçtur. Bu alan özellikle sinirbilimlerinde son yıllarda olan
ilerlemelerle yakından ilişkilidir. Literatürde uzun zamandır
“sinirbilimlerinin felsefesi” başlığı olmasına karşın son
zamanlarda bunun yerini “nörofelsefe” almıştır. Nörofelsefenin
amacı geleneksel felsefi sorunları ve çözümlerini sinirbilimi
bilgileri üzerine inşa etmektir.
İki insan nörofizyolojik ya da beyin yapısı olarak farklı
değilse, neden algılarının içeriği ya da zihin içeriği (qualia)
farklıdır? Renkleri algılama durumunda da aynı şey söz
konusudur. Nesnel karşılık olan elektromanyetik dalga boyu,
öznel olarak aynı şekilde mi algılanır? Beyinlerimizdeki sinir
hücrelerinin yerine, yapay elektronik mikroişlemciler
yerleştirecek olursak, acıyı acı olarak algılamamızda fark yaratır
mı? Nörofelsefe bütün bu sorulara sinirbilimsel yanıtlar bekler.
Fizikçiler fiziğin felsefesini, biyologlar biyolojinin
felsefesini yaptılar. Bilim felsefesinde bir boşluk olarak,
nörofelsefe yoktu. Zaten nörofelsefe “sinirbilimi felsefesi” olarak
Descartes ve hatta belki de Platon’dan beri yapılmaktaydı. Ancak,
| 115

Patricia Churchland tarafından adlandırılan nörofelsefenin


anlamı, bir dereceye kadar “sinirbilimi felsefesi”nden farklıdır.
Nörofelsefe, çoğunlukla, zihin felsefesindeki sorunların
sinirbilimi sonuç ve bulgularına uygulanmasıdır. Farklı olarak
sinirbilimi felsefesi, sinirbiliminin kendisinin felsefi sorunlarının
ve öne sürmelerinin ilk elden felsefesidir. Sonuçlara uygulama
değildir. Nörofelsefe ve sinirbilimi felsefesi bazı konularda üst
üste binseler de farklı amaçları vardır. Belki de nörofelsefenin en
iyi dolaylı tanımı şöyledir: felsefe yazılarında sıklıkla sinirbilimi
yazıları ya da araştırmaları kaynak olarak gösterilmektedir.
Başlığı felsefi olan ve kaynaklarında sinirbilimi makalelerine atıf
yapılan makalelere “nörofelsefe yazısı” denebilir.

Tablo. Nörofelsefenin İlgi Alanları


1. Bilinç
2. Zihin içeriği
3. Renkleri algılama
4. Niyet ve istekler
5. Özgür irade
6. İçgörü
7. Kişisel farklılıklar, benlik
8. Nörolojik işlevsel kayıplar (ayrık beyin, felce umursamazlık, yarı uzay
alanı umursamazlığı, yüz tanıyamama gibi)
9. Karar verme
10. Ağrı deneyimi
11. Öznellik

Felsefecilerin sinirbilimlerine ciddi şekilde yönelmesi


Patricia Churchland’ın (ve eşi Paul’un) Neurophilosophy (1986)
adlı kitabını yayımlamasıyla başlar.88 Churchland, kitabında son
on yıldaki düşünceleri süzgeçten geçirerek bilim felsefesi altında
bunları birleştirir. Önemli bir kısmını sinirbilimlerine ve
bugünkü beyin çalışması teorilerine ayırarak felsefeyle bir araya
getirir. Sinirbilimcilere felsefe, felsefecilere sinirbilimini aktarır.
Onun bu birliktelik için terimi “bir arada evrimleşmedir”.
Churchland’lar aslında sinirbiliminin ulaştığı son bulgular ile
felsefecilerin başlangıçta söyledikleri arasında çok kesin bir

88 Churchland P. Neurophilosophy. Cambridge, MIT Press. 1986.


| 116

ayrım olmadığını öne sürer. Bu durumda, nörofelsefecileri her iki


bilim dalından kendi paylarına düşecekleri bir araya getirecek
kişiler olarak ele alırlar.
P. Churchland tarafından nörofelsefe terimi kullanılmaya
başlanmasından beri (1986) enflasyonist bir şekilde kullanımı
artmıştır. Nörofelsefe ile ilgili üç farklı ayrım yapılır:89

1. Bilişsel nörofelsefe (fenomenal)


Özellikle özgür irade, kişisel kimlik, öznellik, hareket ve fantom
hisler üzerinde durur. Bunların tanımı hem felsefi teoriler hem
de altındaki sinirsel, bilişsel mekanizmaların tanımı ile yapılır.

Sinirsel durumlar içinde


zihinsel durumlar bulunamaz

Ampirik zihin

Zihin
Felsefesi
Birinci kişi bakış açısı Zihinsel özellikler

Epistemik zihin problemi Ontolojik zihin-beyin


Bizim kendi beynimize problemi
doğrudan erişme imkânımız Zihin ve fiziksel özellikler
yoktur arası ilişki (monizm, düalizm)

Şekil. Zihin, zihinsel durumlar olarak belirlenir ve birinci kişi tarafından (öznel)
ulaşılabilirdir (first-person). Farklı olarak beyin, sinirsel durumlarla
belirlenebilir ve bu üçüncü kişi bakış açısı ile ulaşılabilirdir (third-person).
Üçüncü kişi bakış açısı diğer kişiler üzerine yoğunlaşır. Diğerlerinin beyin
durumlarını kendi beynini dışarıda bırakma ile ele alınır. Birinci kişi bakış açısı
yalnızca kişinin kendi beynine ulaşmayı sağlar (duygularımızı hissederiz).
Kendi beyin maddesi ve sinirsel durumlarına ulaşmayı sağlamaz. Böylece
birinci kişi bakış açısı (zihinsel) ile üçüncü kişi bakış açısı (maddesel beyin)
bakışı ayrışır.

89 Northoff G. Philosophy of the Brain. John Benjamins Publs, 2003.


| 117

2. Ampirik (deneye dayalı) nörofelsefe


Odak noktası felsefi teorilerdeki “deneye dayalı uyumluluk” ve
“deneye dayalı yalanlamadır”. Örneğin, kişisel kimlik için
ölçütleri, felsefenin öne sürdüğü gibi deneye dayalı
değerlendirme ölçeğine çevrilebilir. Birinci kişi bakış açısının
(özne) fenomenal özellikleri, beynin işlevsel görüntülemelerinde
(işlevsel MRG, PET gibi) uyarı paradigmalarına dönüştürülebilir.
Bu, felsefi kavramların altındaki sinirsel fizyolojik mekanizmaları
araştırmayı sağlar. Son dönemde “nörofelsefe” terimi
sinirbilimsel kavramların, geleneksel felsefi sorunlara
uygulanması olarak ele alınmaktadır. Bu anlamda, orijinal felsefi
terimlerin (özgür irade, bilinç) sinirbilimsel karşılığını bulmak
olarak ele alınabilir ve bu bakış açısı ile “felsefenin sinirbilimi”
olarak görülebilir. Hem “bilişsel nörofelsefe” hem de “deneye
dayalı nörofelsefe”, felsefenin sinirbilimi için esas parçalardır.

3. Teorik nörofelsefe
Felsefi ve sinirbilimsel teoriler arasındaki bağlantı için
yöntemsel stratejiler ve esaslar geliştirme üzerine yoğunlaşır.
Teorik nörofelsefe “sinirbilimi felsefesi” ile yakın ilişkidedir.
Psikolojinin, fiziğin felsefesi gibi sinirbiliminin felsefesi
“sinirbilimindeki ana konular üzerine” yoğunlaşma girişimidir.
Buna göre teorik nörofelsefe, hem sinirbilimi felsefesi hem de
“nörofelsefenin felsefesi”ni kapsar.
| 118

Kuantum Felsefesi

Kuantum
Felsefe Mekaniği

NöroFelsefe NöroKuantoloji
Sinirbilimi

Şekil. Nörofelsefenin ve Nörokuantolojinin, kuantum mekaniği-sinirbilimi ve


felsefe içindeki yeri. Hepsinin kesişim noktasında, tam ortada,
Nörokuantolojinin felsefesi yer alır.

Churchland’ın felsefi tartışmasının üç ana teması vardır:


1. kuramsal indirgemelere alternatif mantıksal bir yaklaşım
geliştirmek, 2. öznellik ve duyusal öznelliğe (qualia) uygun-ikici
fikirle yanıt vermek, 3. indirgeme karşıtı fikirlere yanıt vermek.
Son 10 yılda bu temalar nörofelsefenin ana konusu olarak
kalmaya devam etti.
Eleyici maddecilik/özdekçilik, gelecekte ortaya
konulacak bazı beyin yapılarının insan davranışlarının nasıl
ortaya çıktığını açıklayacağını öne sürer. Tıpkı oksidatif
reaksiyonların bir dönem inanıldığı gibi ‘filojiston’ salınımına
gerek duymaması gibi. Oksijenin keşfinden önce, bir nesne
yandığı zaman filojistonun kaybolduğu öne sürülürdü. Zamanla
bizim bilimsel düşüncemiz ve kavramlarımızdan filojiston elendi.
Dolayısıyla bir “halk” düşüncesi bilimsel bakış açısı ile elendi.
Aynı şekilde, bilişsel bilimlerde zamanla benzer bir gelişmeyle
“geleneksel psikoloji” ortadan kalkacaktır. Son elli yılda biyolojik
sinir ağları, sinir hücreleri arası olayların anlaşılması, bellek ile
| 119

ilgili yeni gelişmeler eleyici özdekçiliğe doğru gidişe yön


vermektedir.90
Biyolojik ya da yapay bir sinir ağının temel işlevsel birimi
sinir hücreleridir. Bu bakış açısına göre sinir hücreleri temel ve
basit bilgi işleme aygıtlarıdır. Girdileri değiştirerek, işleyerek
çıktılara neden olurlar. Hem girdiler hem de çıktılar biyolojik
değişkenleri yansıtır. Sonuçta bir sinir hücresinin toplam girdisi
hesaplanabilir. Toplam girdi ve var olan uyarılma durumu ile
yeni oluşan uyarım durumu ya da çıktısı hesaplanabilir. Bu bakış
açısına göre, hem biyolojik hem de yapay sinir ağları
matematiksel olarak vektör-vektör dönüşümleri olarak
değerlendirilebilir. Churchland’lar bu vektörsel (çizgisel uzaysal)
işlemlere beyinde yeni bir bilgi işleme türü olarak bakarlar.91
Devinimsel beyin kabuğu alanı istemli hareketten hemen
önce ve istemli hareket esnasında ateşlenme gösterir. Bu
hareketin iki özelliğini temsil eder: kuvvet ve yön. İnce hareket
gerektiren işlemler birincil devinimsel alanda kodlanır. Birincil
devinimsel alanda her sinir hücresinde hareketin yönünün
ayarlaması yapılır. Buradaki bazı hücreler hareketin belli
yönünde daha belirgin ateşleme yaparlar. Hareketin yönü, tek
tek hücrelerin ateşlemesi ile kodlanmaz. Ve hücreler sadece bir
yönde harekete neden olmaz. Her yönde hareket esnasında
farklı şiddetlerde ateşleme yaparlar. Hepsinin bir arada
oluşturduğu sinir hücresi boşalımının çizgisel uzaysal (vektörel)
toplamı hareketin yönünü belirler. Yani, her hücre hareketin
yönü için farklı şiddetlerde bir oy kullanır. Elde edilen ortak
vektörle (oylarla) hareketin yönü arasında belirgin bir ilişki
olduğu ortaya konulmuştur. Böylece, daha hareket oluşmadan
önce yapılan sinir hücresi kayıtları ile oluşacak hareketin yönü
önceden tahmin edilebilmektedir.
Hareketin yönü, beyin kabuğu sinir hücreleri
topluluğunca kodlanır. Birçok hareket birden fazla eklemi etkiler
ve ardışık hareketlere gerek duyar. Apostolos Georgopoulos, bir
yönetme kolu kullanarak, görsel hedeflere doğru maymunun
90Churchland P. Eliminative Materialism and the Propositional Attitudes. Journal of Philosophy. 1981.
91Churchland Paul and Patricia. Recent Work on Consciousness: Philosophical, Empirical and Theoretical. Seminars in
Neurology. 1997.
| 120

yönetme kolunu hareket ettirmesi esnasında birincil hareket


beyin kabuğundan sinir hücrelerinin çalışmalarını kaydetti.
Yönlerin dar bir sınırı içinde, tüm sinir hücreleri, hareket öncesi
veya esnasında ateşleme yapıyordu. Buna göre, hareketin özel
bir yönü tek bir sinir hücresinin aktivitesinden ziyade, sinir
hücrelerinin topluluğunun net vektörel etkisiyle tespit edilir. Bir
harekete her bir sinir hücresi katkıda bulunur ve yön toplam
vektörle belirlenir.

Şekil. Şekilde iki sinir hücresinin verdiği emir ya da bir hareket yönü için
vektörleri (çizgisel uzaysal) ve bunların oluşturduğu ortak hareket yönü (-----)
görülmektedir.

Sinirbilimi felsefesinden doğan ilk önemli adım, bilişsel


işlevleri beyindeki özel sinirsel bölgelere yerleştirme girişimidir.
Joseph Gall’ın frenolojisi (1800 civarı) ile başlayan bu yaklaşım
artık modern beyin görüntüleme yöntemleri ile daha kesin ve
ayrıntılı hale gelmiştir. Bunun yanında tümör ve felçlere bağlı
hasar gören kişiler yaşarken de klinik ve görüntüleme ile ilgili
işlevlerin beyinde nerede yerleştiği daha kesin olarak tespit
edilebilmektedir.
Sinir hücresi öğretisi (nöron doktrini), zihni anlama
açısından sinirbilimi tarafından açılan bir penceredir. Buna göre
zihni açıklayabilecek başarılı bir teori tam olarak sinirbilimsel
olacaktır. Sinir hücresi öğretisinin modern savunucuları Patricia
ve Paul Churchland’dir. Patricia Churchland ve Terrence
Sejnowski’nin kitabında (The Computational Brain, 1992) bu
kabullere rastlanır. Yine Paul Churchland’in The Engine of
Reason, The Seat of the Soul (1995) adlı eserlerinde de aynı
öğreti savunusu bulunabilir. Psikoloji ve sinirbilimi ilişkisini
| 121

anlatırken tarihsel benzetmelerden yararlanır. Kepler’in gezegen


kanunlarını Newton’un hareket kanunlarına, ısının ortalama
moleküler kinetik enerjiye ve ışığın elektromanyetik dalgalara
indirgenmesine benzetme yapar. Buna göre, psikolojinin
sinirbilimine indirgenmesi durumundan, psikolojik görüngüleri
sinirbilimsel terimlerle anlayabileceğimizi ve zihnin başarılı
teorisinin saf olarak sinirbilimsel olabileceğini umabiliriz. Diğer
bir ifade ile sinir hücresi öğretisini destekler. Patricia Churchland
Nörofelsefe (1986;482) adlı kitabında: “Şüphesiz,
sinirbilimindeki keşifler, felsefedeki alışılagelmiş ve tutucu
(ortodoks) inançlarımızın tümünü değiştirecektir” diyerek sinir
hücresi öğretisine dolaylı gönderme yapar. Psikolojik ya da
felsefi açıklamalar, başarılı teoriye ulaşmak için yoldaki
duraklardır ve tüm bakış açısını bize sunmazlar. Eğer zihinsel
görüngüleri açıklayan teoriler sinirsel teoriler değil ise zaten
sinirsele bir indirgenme yapılamaz. Doğrudan bir açıklama
mümkün olana kadar sinirbilimi tarafından dışlanacaklardır.

Teorik bakışlar ve birden fazla yalanlama

Felsefi teori Sinirbilimsel hipotez

Mantıksal uyumluluk Bağlantısal uyum Ampirik uyumluluk

Mantıksal yalanlama Disiplinler arası Ampirik yalanlama


yalanlama

Şekil. Nörofelsefi bir hipotez ya da varsayımın oluşumu. Nörofelsefik bir


hipotez, felsefi teori ve sinirbilimsel hipotez arasındaki bağ hakkında bir
varsayım olarak tanımlanabilir. Böyle bir uygulama; simetri prensibi ve iki
yönlülük prensibi (), disiplinler arası dönüşlülük prensibini takip eder. Üç
farklı yalanlama modu oluşur ve yalanlamalar Karl Popper’ın yalanlaması ya da
yalanlanabilirliği ölçütüdür. İlki, mantıksal yalanlama ve mantıksal uyumlulukla
| 122

ilişkili olarak “içsel geçerlilik” anlamına gelir. İkincisi, deneye dayalı (ampirik)
yalanlamadır ve ampirik uyumlulukla ilişkili olarak “dışsal geçerliliği” sorgular.
Üçüncüsü ise disiplinler arası yalanlamadır ve çapraz disiplinler arası geçerliliği
sorgular (Northoff, G. Philosophy of the Brain, 2003).
| 123

Yeni Bilim NöroKuantolojinin


Doğumu

Anlaşılacağı üzere, bahsettiğimiz maddeci ve ikici yaklaşımlar güncel


bir bilinç teorisi oluşturmak için yetersizidir. Tekçi yaklaşımların da
yetersiz olduğu görülmektedir. Maddeciliğin (ya da monizm) içinde
bulunduğu vahamet kadar, maddecilik karşıtı olan ikicilikte yanlış
içindedir. Her ikisinin de kendine ait bir kelime haznesi, dili ve
varsayımlar dizisi vardır. Her ikisinin de modası geçmiştir. Ancak bu iki
görüş, bu alanda oluşturulacak teorileri tüketir ve geriye seçenek
bırakmaz. İkiciliğin, yani bedenin yanında olan, bedenden başka bir
şeyin bugünkü bilimde herhangi bir yeri yoktur. Bu iki görüşün her biri
kendi deneyimlerimiz ve bilimden elde ettiğimiz dünya hakkındaki bilgi
ile uyumsuzdur. Bize yeni teoriler lazımdır.
Bütün bu yetersizliklerin temelinde yatan, geçmiş 300 yılın
klasik fiziğinin halen devam eden egemenliğidir. Diğer yandan modern
çağın kognitif bilimcileri (sinirbilimciler), zihnin kara kutusuna girmeyi
vaat ettiler ancak davranışçıların hatalarına düştüler. Zihnin özsel
niteliklerini görmezden gelerek sadece nesnel olarak gözlemlenebilir
görüngüyü araştırmakla ısrar ettiler. Bu sefer iyi bir şeyler
bulacaklarını umarken, kutular içinde birden çok küçük kara kutu
olduğunu gördüler.
Bugünün kabul edilen bilinç-beyin etkileşimi teorileri, henüz
deneyimlerimizi tam anlamıyla izah edecek yeterlilikte değildir.
Zihinsel etkinlik ve bilinç, şu ya da bu şekilde belli bir tür fiziksel yapı
ve nörofizyolojinin özelliğidir. Nörofizyolojik süreçlerin, zihinsel
görüngüleri nasıl ortaya çıkardığı günümüz biliminin en büyük cevabı
verilmemiş sorusudur. Yani benim ya da sizin ağrı taşıyan C lifleriniz
uyarılır ve bu elektriksel bir uyarana dönüşür. Ama bu uyaran ortaya
| 124

çıktığında neden ağrı yaşamam gerektiğinin yanıtı henüz yoktur.


Fiziksel yapı derken madde, kütleli nesneler, parçacıklar, uzay-zaman,
alan, enerji gibi konulardır. Bunların oluşturduğu bileşik sistem bizim
kırmızı bir elmayı algılamamızı sağlar. Aynı şey bize, acı, endişe, istek,
sevgi, gıdıklanma, nefret, tat-koku gibi deneyimleri yaşatır. Kuantum
fiziğinin olağan uygulaması, mikroskobikler de dahil olmak üzere,
bileşik sistemlerde gözlenen olayları mikrofiziksel terimlerle
açıklamaktır. Kuantum fiziği, bu konuda da müthiş başarılı olmuştur.
Kuantum fiziği 1900’lerde doğmasına rağmen, matematiksel
teori ve formüller zemininden çıkıp günlük yaşamımızda uygulamaya
girmesi son 20–30 yıl içinde olmuştur. Özelikle son 10 yıldır, kuantum
fiziği ve sinirbilimleri üzerinde çalışanlar, birbirlerinin alanına ilgi
göstermeye başladılar. Önce fizikçiler, sinir sistemi alanına ilgi
gösterdiler. Daha sonra sinirbilimciler geride kalmayarak, kuantum
fiziği alanına ilgi gösterdiler. Uygun platformlarda olmamakla beraber,
garip şekilde kuantum fiziği konferanslarında “bilinç, bilinçli ölçme,
gözlemci” kavramları üzerinde konuşulmaya ve tartışılmaya başlandı.92
Sinirbilimleri konferanslarında, sinir hücreleri arası iletide kuantum
fiziğinin yerinin olup olmayacağı, sadece klasik fizik tanımlamalarının
beynimizin bazı işlevlerini açıklamada yetersizlik gösterdiği
konuşulmaya başlandı. Ve 2000 yılından sonra, sinirbilimcilerinin ve
kuantum fizikçilerinin bir araya geldikleri, “Kuantum Zihin” başlıklı
akademik toplantıları yapılmaya başlandı. Bu toplantılardaki
konuşmacılar, artık “Yeni Çağ” yazarları ya da elle tutulur temeli
olmadan her şeye kuantum fiziğini sokan amatörlerden oluşmuyordu.
Tersine, bunların çoğunluğu önde gelen fizikçi, sinirbilimcilerdi.
Yaptıkları ya da yazdıkları da bilimin nesnel tanımının dışında değildi.

Zeitgeist: Zamanın Ruhu


Son yıllarda özellikle, işlevsel beyin görüntüleme yöntemlerinin
gelişmesi ile artık matematiksel işlem yaparken ya da Mozart’ı
dinlerken beynimizin hangi kısmının çalıştığını ayrıntılı olarak
bilebiliyoruz. Her ne kadar bu teknikler insan bilincini/zihnini
anlamada bize doğrudan bir yol açmıyorsa da, dolaylı yoldan birçok
bilgiyi önümüze seriyor.
Sinir hücreleri ileticileri düzeyinde birçok hastalığın temelini
öğrenmiş bulunuyoruz: depresyon, şizofreni, bipolar bozukluk, kişilik
bozuklukları. Yine bu hastalıklarda, beynin işlevsel olarak hangi

92Squires EJ. What are quantum theorists doing at a conference on consciousness? arXiv:quant-ph/9602006v1, 9 Feb
1996.
| 125

bölgelerinin daha çok devreye girdiğini de öğrendik. Sadece davranışsal


değil, beyni yıkıma götüren (Huntington, Alzheimer) birçok hastalığı
artık daha ince değerlendirebiliyoruz.
Genetiğin gelişimi ile tamamen yeni bir alan haline gelen
nörogenetik, adeta son hızla ilerlemektedir. Nörolojik ve psikiyatrik
hastalıkların genetik temeli ortaya tam olmasa da adım adım
konulabilmekte... Bununla ilişkili olarak da artık, klasik anlamda
psikiyatrinin ölmeye başladığını ve yerine biyolojik psikiyatrinin
geçtiğini görüyoruz.
Beyindeki sinir hücrelerinin ürettiği elektrik akımlarından
yararlanılarak, robot kolların, istenildiği yöne hareket etmesi ya da
düşünce ile ekranda belli harfleri seçebilme çalışmaları son on yıl içinde
ele alınmaya başlandı.
Bugünkü sinirbilim Zeitgeist’i Descartes döneminden çok
farklıdır. Solunan havada artık fizik ve sinir sistemi var. Her ne kadar
sözcükler ve düşünceler geçmişin düşüncelerinin kıyısından fazla
uzaklaşamasa da, artık farklı bir bilgi üretim çağındayız. Descartes
dönemindeki sinirbilim düzeyi, bugünkü astronomi ve astroloji
arasındaki fark kadar gerideydi. Bugün, bilimsel sonuçlar, dinsel ön
kabuller veya etkiler altında değil, serbest olarak ortaya konulmaktadır.
Öne sürülen bazı fikirleri, açık ve serbest tartışma ortamında ömürleri
kısa olsa da, ardından yeni bir düşüncenin ortaya çıkmasına zemin
hazırlamaktadırlar. Bir bilimsel kabulün sahneden silinmesi ardından,
mutlaka yerine daha iyisi geçmektedir. Ancak, Zeitgeist, yeni bir fikre
hazır olmadığı sürece, bu fikrin sahibi sesini duyuramayabilir. Revaçta
olan teorik düşünceler bir alandaki yeni bakış açılarının ele alınmasını
zorlaştırır veya engelleyebilir. Yeni düşünce, bunlara rağmen,
duyurulabilirse bile, ona gülünebilir ya da öne süren kişi bir
darağacında sallandırılabilir. Dolayısı ile her bilimsel gelişme, zamanını
beklemek zorundadır.

NöroKuantolojinin Doğumu
Yetmiş yıl kadar önce, kıyıda köşede başlayan kuantum fiziği-sinir
sistemi tartışmalarına ait ilk makaleler ve fikirler sadece fizik
dergilerinde ya da sinirbilimleri dergilerinde yayımlanmaya başlandı.
Çoğunluğu -ilginç olarak- fizik dergilerinde yer aldı. Büyük
kopukluklara ve birbirinde habersiz kalmaya neden olan bu tutum,
Türkiye’de yayımlanmaya başlanan, “NöroKuantoloji” ya da İngilizce
adı ile NeuroQuantology” dergisi, sinirbilimleri ve kuantum fiziği
fikirlerini tek bir dergide toplamak amaçlı, bu kitabın yazarı, Dr. Sultan
Tarlacı editörlüğünde yayıma başladı (2002). Dergi, çocukluk çağında
| 126

olmasına karşın, konuya ilgi duyanlarca büyük ilgi ile karşılandı. Dergi
2008 yılında saygın indekslere kabul edildi. Temel odağı “bilinç ve sinir
sisteminde kuantum fiziğinin olası işleme mekanizmaları” olan dergi,
buna bağlı olan her türlü kavramı “bilimsel çerçevede” ele almaktadır.
Çünkü bilinç ve bilinç-beyin sorunu sadece bir düğüm değil, “Gordiyon
düğümü” gibi çok karmaşık bir düğümdür.
Her disiplin bilimsel yöntemlerin uygulanışı açısından aynı
paydada buluşsa bile, kendi önüne koyduğu sorunları çözme yolunda
kendine özgü yöntemler ve sorun çözme yolları geliştirmelidir. Bilimsel
kuramların ve varsayımların ait oldukları alan ile öteki alanlar
arasındaki ilişkilerini kurabilme olayına “karşılıklı bağlantı kurma”
ilkesine uyma denir. Dolayısıyla NöroKuantoloji kuantum fiziği
kurallarını sinir bilimlerine uygulama açısından korrespondenz bir
alanın adıdır. Aynı zamanda da, NöroKuantoloji, önbilim (ProtoScience)
olarak da görülebilir.
Thomas Kuhn’a göre, eğer olağandışı bilim dönemindeki
araştırma, bilimsel topluluk tarafından kabul edilen yeni bir kurama yol
açarsa, bu durum bilimde yeni bir evreye yol açacağından, bilimsel bir
devrim gerçekleşmiş olur. Yine “Her yarım nesilde bilimde bir şeyler
yenilenir,” ifadesi uyarınca, artık sinir sisteminde kuantum
mekaniği/fiziği işleyişinin kendini göstermesi gerekiyordu. Sinir
sisteminde kuantum mekaniği işleyişini arama, böyle bir devrimin ayak
sesleridir.
Zihin-Bilinç/Beyin ilişkisini açıklamak için bize yeni teorilerin
gerektiği açıktır. Bu teorilerin, zihni-bilinci tam olarak dışarıda
bırakmaması ama ikicilik gibi de elle tutulamayan bir “ruh”u devreye
sokmaması gerekmektedir. Ya da maddecilik gibi her şeyin madde
etkileşimlerinden kaynaklandığını iddia edip, sonra da acı, endişe, istek,
sevgi, gıdıklanma, nefret, tat-koku gibi deneyimleri nasıl
yaşayabildiğimiz konusunda sessiz kalmamalıdır. Yeni teori, ne
monistik (tekçi) ne de düalist (ikici) olmalıdır. Yegâne çözüm
maddeciliğin ya da ikiciliğin formları değildir. Bize gereken her iki
teoriyi bir araya getiren bir yaklaşımdır ve bunu sağlayacak olan da
modern bilimin gözdesi kuantum fiziğidir. Bu konuda umutsuzluğa
kapılmaya gerek yoktur ve zihin/bilinç-beyin problemi çözülebilirdir.
Bu kitabın ardından gelecek olan devamında (Kuantum Beyin: Sinir
Sisteminde Kuantum Fiziği İşleyişi), bu konudaki bakış açıları ele
alınacak ve geleceğin bilimini, “gelecek gelmeden” sezinleyeceksiniz.
| 127

You might also like