Professional Documents
Culture Documents
Ansiklopedik Eghitim Ve Psikoloji Sozlughu-Rasim Paxirchioghlu-2012-1514s
Ansiklopedik Eghitim Ve Psikoloji Sozlughu-Rasim Paxirchioghlu-2012-1514s
EĞİTİM VE
PSİKOLOJİ
SÖZLÜĞÜ
Rasim Bakırcıoğlu
ANSİKLOPEDİK
EĞİTİM VE
PSİKOLOJİ
SÖZLÜĞÜ
Rasim Bakırcıoğlu
Ankara 2012
ANSİKLOPEDİK
EĞİTİM VE
PSİKOLOJİ SÖZLÜĞÜ
Rasim BAKIRCIOĞLU
©
Bu kitabın Türkiye’deki basım, yayın, satış hakları Anı Yayıncılık San. Tic. Ltd. Şti.’ne aittir. Anılan Kuruluşun izini
alınmadan kitabın tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik ya da başka yöntemlerle çoğaltılamaz,
basılamaz, dağıtılamaz.
Anı Yayıcılık
Kızılırmak Sokak 10/A
Bakanlıklar / Ankara
Tel : 0 312 425 81 50 pbx
Fax : 0 312 425 81 11
e-posta : aniyayincilik@aniyayincilik.com.tr
http: www.aniyayincilik.com.tr
Ansiklopedik
Eğitim ve Psikoloji Sözlüğü
• Genel Psikoloji
• Gelişim Psikolojisi
• Öğrenme Psikolojisi
• Endüstri Psikolojisi
• Sosyal Psikoloji
• Fizyolojik Psikoloji
• Sosyoloji
• Eğitim Sosyolojisi
• Antropoloji
• Kişilik Kuramları
• Psikometri
• Psikiyatri
• Eğitim Felsefesi
• Eğitim Bilimi
• Öğrenme İlke, Yöntem ve Teknikleri
• Ölçme ve Değerlendirme
• Ruh Sağlığı
• Evlilik
• Ailede Çocuğun Kişilik Gelişimi
• Okulda Öğrencinin Kişilik Gelişimi
• Rehberlik ve Psikolojik Danışma
• Ünlü Psikolog, Psikanalist, Psikiyatrist,
Biyolog, Fizyolog, Nörolog, Sosyolog,
Sosyal Psikolog, Antropolog,
Eğitim Felsefecileri ve Eğitim Bilimciler
Bu ansiklopedik sözlük,
sorun çözmede, üretici ve yaratıcı çalışmalarda
sezgi ile birlikte kavramların gücüne de inananlara adanmıştır.
YAZAR HAKINDA
Rasim Bakırcıoğlu,
1937 yılında Artvin-Ardanuç ilçesinin Aşağı Irmaklar köyünde doğdu.
İlkokulu burada okudu. 1949-1950 öğretim yılında Kars-Cılavuz Köy
Enstitüsü’ne girdi. 1953-1954 öğretim yılında Kâzım Karabekir
İlköğretmen Okulu adını alan bu okuldan, 1956’da mezun oldu. 1965’te
İstanbul Eğitim Enstitüsü Pedagoji (Eğitim) ve Türkçe bülümleri
diplomasını aldı. 1981’de Ankara Üniversitesi Psikoloji bölümü
tamamlama programını geçtikten sonra başladığı Eğitimde Psikolojik
Hizmetler dalındaki yüksek lisans öğrenimini bitirdi.
Sırasıyla iki yıl, Ardanuç’un Tosunlu köyünde; beş yıl, Aşağı Irmaklar
köyünde ilkokul öğretmenliği ve başöğretmenliği görevlerini sürdürdü.
Sekiz yıl, Çorum İlköğretmen Okulu’nda meslek dersleri öğretmenliği,
müdür yardımcılığı ve eğitim şefliği görevlerinde bulundu. Beş yıl,
Erzurum Kâzım Karabekir Eğitim Enstitüsü’nde Meslek Dersleri Öğretmeni
olarak çalıştı. Üç yıl, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü›nde öğretmen ve
müdür yardımcısı; iki yıl, Ankara Gazi Yüksek Öğretmen Okulunda
öğretmen ve Müdür yardımcısı; iki yıl, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim
Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1983 ve 1984 yılları yaz
dönemlerinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde orta öğretim
öğretmenlerine öğretmenlik formasyonu eğitimi verdi. Kısa sürelerle MEB
Yayımlar Genel Müdür Başyardımcılığı ve Ankara Mamak Lisesi Felsefe
Grubu Öğretmenliği görevlerinde bulundu. 1985 yazında iki ay, Anadolu
Üniversitesi Özel Eğitim Öğretmenliği Kursu’nda Rehberlik ve Psikolojik
Danışma dersi verdi.
İlköğretmen Okulu’nda, daha sonra görev yaptığı yüksek okullarda ve
üniversitede Psikoloji, Eğitim Psikolojisi, Sosyal Psikoloji, Öğretim İlke
ve Yöntemleri, Ruh Sağlığı, Rehberlik ve Psikolojik Danışma, ölçme ve
Değerlendirme derslerini okuttu.
1985 yılında kendi isteği ile emekli oldu. Emeklilik sonrasında beş yıl
kadar özel dershanelerde Türkçe derslerine girdi. 1987-1998 yılları
arasında Özgün Yayınevi Genel Yayın Yönetmeni ve Editörü olarak çalıştı.
Aynı yayınavince çıkarılan Özgün Ünite Dergisi ve Çağdaş Ünite
Dergisi’ni yönetti ve bu dergilerin yazı kurulu üyeliğini yaptı.
ZAYIFLAMA İNADI
Tahir M. CEYLAN
Ölüm ender olsaydı eğer, bön bakışları ve ölüyorken bile düşünen ama asla
üzülmeyen yapılarıyla yalnızca anorektikler ölürdü dünyada. Anoreksiya nevroza
hastaları, zayıflama modasının peşine takılıp, vazgeçmesiz ona bağlanıp, gün be
gün güçten düşen, sonra da bir deri bir kemik halde ölüp giden moda kurbanlarıdır.
Moda, özellikle kadınlardan kurban alır. Kadınlar erkek ilgisi çekmedikçe,
modanın uç noktalarını zorlayıp, fiziksel eksikliği iradeyle kapatmanın inat bir
yolunu ararlar. İnsanın gözü, gücü olanda kalır. Çok eskiden yiyeceğin kıt olduğu
dönemlerde, şişmanlara takılır kalırdı göz. Çünkü yiyecek kıtsa, kıt yiyecekleri
bulabilen kadınlarla erkeklerin güçlü olması gerektiği düşünülürdü. Bugün de hâlâ
köyde erkekler, şişman kadınların peşinden giderler. Doktora gelen bazı kocalar,
“Bey bizim hanım çok zayıf, şöyle bir vitamin yok mu, yazsanız da biraz kilo alsa.”
derler. Köy delikanlıları da “kadın dediğinin eti budu yerinde olacak” deyip ha
bire iç geçirirler. Eski toplumlarda şişmanlık, zenginliğin ve gücün simgesidir.
Zayıflık da geçici
Siloların olmadığı, dolayısıyla buğdayın depolanamadığı eski zamanlarda, insanlar
çok yiyerek buğdayı yağ olarak vücutlarında depolarlardı. O günlerin insanları yaz
boyu yerler, sonra da karın yağdığı, ayazın başladığı günlerde, yılanlarla ayılar
gibi bir çeşit upuzun kış uykusuna yatarlardı. Günümüzdeyse yiyecek kıt değil. Artık
şişman olmak, güçlü olduğunu göstermiyor. Aksine bunca can çekici yiyecek içecek
içinde yemeden içmeden kalabilmek egonun kuvvetine işaret ediyor. Zayıf
kalabilen, kendini disipline edebilen, dürtülerine göre hareket etmeden duran kişi
demektir. O yüzden dün şişmanlık revaçta ve moda olandıysa, bugün zayıf kalabilen
kişi moda davranış gösterebiliyor demektir. Yarın ise aşırı zayıflığın da sağlık
getirmediği bilinecek ve bedensel yapısına göre kendini ayarlabilen ve bedeninin
optimum şartlarda kalmasını sağlayabilenler güçlü görünecektir. Örneğin bir insan
olabilir ki, ince kas ve kemik yapısı nedeniyle ancak zayıf bir beden taşıyabilir ve
onun optimumu odur.
Öte yandan, başka birisi de olabilir ki onun kısa boyu, geniş karnı, hasılı piknik bir
tipi vardır ve buna uygun olarak hafifçe kilolu, küçük göbekli bir yapı ona uygun
düşer ve o bedenin optimumu da işte odur. Böyle bir bedeni, kalkıp bir deri bir
kemik bırakacak olursanız olmadık bir zafiyetten yatağa düşürebilirsiniz talihsiz
kadını. Onun için, herkesin beden yapısına göre bir form olması ve bunu çok da
zorlamaması en istenen durumdur.
Herkese güzellik
Geleceğin insanlarında tek tip moda olmayacaktır. Modada çeşitlilik olacaktır. Nasıl
insanlar yalnızca gençken çekici olmuyorlar, yaşlıyken de giydiğini yakıştırıp güzel
kalabiliyorlarsa, her tipten insanın kendine ait bir güzelliği olacaktır. Windsor
Düşesi’nin dediğini söylerler: “Bir kadın asla çok zengin ve çok ince olamaz.”
Eğer kadın çok zengin olursa, erkekler onu derhal piranalar gibi yer, bitirir. Yine
bir kadın çok ince olursa, bu ancak hastalanarak olabilir ve bu hastalığın adına da
anoreksi denilir. Üstelik incelmiş kadınlar âdet de göremez olur ve doğurganlığı
yani kadınlığı kaybederler.
Onun için inceler güzeldirler belki ama, bıkıp usanmadan her ay yumurtlayacak
kadar kadın değildirler! Hiçbir şeyin fazlası, hatta yaşamayı bırakıp yalnızca
başarıya odaklanmak bile iyi değildir.
Karıncalar dev bir dinozor olsaydı, çeşmelerden sel aksaydı, armut ağaçlarından iri
kavunlar sallansaydı, zavallılar kahramanca kılıç savursaydı, salılar perşembeler
bile cumartesi gibi pazara açılsaydı ve kadınlar durmadan doğursaydı, dünyada
aşk için çile çeken kim kalırdı? Çünkü aşk, yoksun kalmaktan doğar. Başarmak
ama aynı zamanda yaşamak; zayıflamak ama dozunda bırakmak, doğanın
istediğidir. Yoksa bu dünya kıskançtır; ileri giden herkes çelmelenecek, geri kalan
herkes desteklenecektir. İmparatorlar bunun için asılır, dilencilere o yüzden para
verilir. Herkes bu dünyanın optimumu sevdiğini bilmelidir. Bilmelidir ki yaşamın
enerjisi kıttır, doyuracak çok can vardır; güç kimseye gereğinden fazla
aktarılmayacaktır! (CBT Sayı: 850)
anormal davranış (abnormal behavior) Belli bir toplumsal bağlamda yaş, cinsiyet ve
statüsüne göre kendisinden beklenenin dışında, genel kabule ters düşen bireysel
davranış. Bu tür davranışları ve bunların nedenlerini inceleyen disipline anormal
davranış psikolojisi (psiychology of abnormal behavior) deniyor.
anormal davranış psikolojisi Bkz. anormal davranış.
anormallik (abnormality) Toplumsal, kültürel ya da bilimsel kabul görmüş normlardan
sapan zihinsel, ruhsal ya da davranışsal etkinlikler gösterme; toplumsal doğruların,
toplumsal rolün dışına çıkma; normaldışılık. Psikoloji ve psikiyatride normal kabul
edilmiş olandan sapma; uyumsuzluk, hastalık. Bu yaklaşım biçimi birçok belirsizliği
ve tartışmayı içinde barındırıyor. Çünkü bu çerçeve ve bağlama göre normallik tanımı
da değişiyor. Örneğin, belli bir kültürdeki istatistiksel ortalamayı psikiyatrist
değerlendirmede normal kabul ettiğimizde, bu ortalamadan sapan Einstein’i,
Picasso’yu anormal olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Bunun yerine ideal bir
normallik tanımı yaptığımızda ise çok az sayıda normal insan bulabiliyoruz. İşte bu
nedenle son yıllarda anormallik terimi yerine uyumsuzluk, kişilik bozukluğu,
davranış bozukluğu, sapma gibi terimlerin kullanımı yeğleniyor. Bkz. anomali;
normaldışı davranış; ruhsal bozukluk; uyumsuz davranış.
anormallik psikolojisi Bkz. normaldışı davranışlar psikolojisi.
ANOVA Bkz. varyans analizi.
ansal gelişim Bkz. zihinsel gelişim.
ansal gerçekçilik Bkz. zihinsel gerçekçilik.
ansal körlük Bkz. zihinsel körlük.
ansal ölçüm Bkz. zihinsel ölçüm.
ansal örüntü Bkz. zihinsel örüntü.
ansal sakatlık Bkz. zihinsel sakatlık.
ansal yapı Bkz. zihinsel yapı.
antagonist (antagonist) 1. Bir başka maddenin etkisiyle yarışan ya da o etkiyi ortadan
kaldıran bir madde; ayrıca, bir sinir ilacının etkisini önleyen ilaç, hormon ya da sinir
iletici; hasım. Örneğin, insülin, kan şekerini düşürüyor; ama glukogan yükseltiyor; bu
durumda insülin ve glukogan antagonisttir. Yarışçı antagonist, kilide uyan; ama kilidi
açamayan bir anahtar gibi, alıcı üzerindeki aynı konumu elinde tutmaya çalışan bir
başka antagonistle yarışarak çalışıyor. Yarışçı olmayan antagonist, alıcı üzerinde
başka bir yere bağlanıyor ve alıcıyı, antagonistin çalışmasını engelleyecek biçimde
değiştiriyor. Geri dönüşsüz antagonist ise alıcıyı yok ediyor. Doğal maddelerin
antagonisti olan birçok ilaç vardır. Örneğin, nöroleptikler, dopamin alıcılarının
antagonistidir. 2. Eklem bölgelerinde, bir başka kasın hareketine karşıt hareket
sağlayan bir kas.
antideprasan (antidepressant) Genelde depresyon tedavisinde kullanılan psikoaktif
ilaçların ortak adı. Bu tür ilaçlar, kaygı ve panik bozukluklarının tedavisinde olduğu
kadar, kimi zaman nöropatik ağrıyı gidermede yardımcı bir ağrı kesici olarak da
kullanılıyor. Etkisi yavaş yavaş ortaya çıkan bu ilaçların üç haftalık bir kullanım
sonrasında bir düzelme olmaması durumunda, bu tedavinin o kişi üzerinde etkisiz
olduğu kararına varılıyor. Antidepresanların sedasyon, ağızda kuruluk, görme
sorunları gibi yan etkileri görülebiliyor.
antijen (antigen) Virüs gibi, vücudun bağışıklık tepkisini uyaran moleküler bir protein.
Bağışıklık sisteminin antikor üretmesini tetikleyen herhangi bir madde, daha çok
enfeksiyon yaratan ya da zehirli maddeler için kullanılıyor. Bkz. antikor; bağışıklık
sistemi.
antikor (antibody) Vücuda giren ve hastalıklara yol açabilecek yabancı maddelerin
zararsız duruma getirilmesini sağlayan savunma maddeleri. Bu beyaz kan
hücrelerini yabancı maddelere karşı vücut üretiyor ve bunlar, bağışıklık sisteminde
yabancı mikroorganizmaları tanıyarak yok ediyor.
antipsikotik maddeler (antipsychotic agent) Psikozların tedavisinde kullanılan ve
düşünce bozukluklarını hafifletme etkisi olan nöroleptik ilaçlar. Bu ilaçların kimyasal
yapıları çok çeşitlidir. Ancak, farmakolojik açıdan benzer bir yapıya sahip oldukları
için şizofrenik, paranoid, şizoaktif ve başka psikotik bozuklukların akut, sabuklama,
bunama, manik durumlarının (lityum tedavisi uygulaması sırasında) tedavisi, tourette
hastalık tablosunda görülen hareket bozukluklarının denetlenmesi, ağır bulantı ve
kusma belirtilerinin hafifletilmesi gibi çeşitli rahatsızlıklarda kullanılıyor.
Antipsikotik maddeler, dopamin, histamin, adrenerjik alıcılar ve serotonin alıcısı gibi
çeşitli alıcılara bağlanıyorlar. Heyecanın (çırpıntının), halüsinasyonların ve yıkıcı
davranışların azalması ve öbür düşünce bozukluklarının düzelmesi, belirtisel
etkilerindendir. Yan etkileri ise merkez sinir sisteminde konuşma ve hareketleri
etkileyen değişmelere; kan, deri, karaciğer ve gözlerde çeşitli tepkilere yol açabiliyor.
O nedenle kan ve karaciğer işlevlerinin dönemsel olarak izlenmesi gerekiyor.
antisosyal davranış (antisocial behavior) Geleneklere, toplumda benimsenen
standartlara ve ahlak ilkelerine ters düşen davranışlar; toplum karşıtı davranış.
Başkalarının kişiliğine ya da malına karşı kayıtsızlık, suç davranışları, sahtecilik,
istismar, bu tür davranışlardır. DSM-IV çocukluk ve ergenlik toplum karşıtı
davranışları, toplum karşıtı kişilik bozukluğundan farklı olarak “klinik dikkat
gerektiren diğer durumlar” olarak tanımlanmıştır. Bkz. asosyal; toplumdışı kişilik.
antisosyal karakter Bkz. toplum karşıtı kişilik.
antisosyal kişilik bozukluğu Bkz. toplum karşıtı kişilik bozukluğu.
antropolog (anthropolog) Antropoloji ile uğraşmayı kendisine iş edinmiş olan kişi.
antropoloji (anthropology) İnsanı, insan türünün evrimini, tarihsel ve kültürel gelişimini
ve ırkları kendi doğal yaşam çevrelerinde hem bedensel (biyolojik) hem de kültürel
özellikleri açısından inceleyen bilim dalı; insanbilim. Antropolojinin genelde insanı
öbür insanlar ve çevresiyle ilişkileri yönünden inceleyen dalına kültürel (toplumsal)
antropoloji; insanın bedensel özelliklerini inceleyen dalına biyolojik (fiziksel)
antropoloji; insanların içinde yaşadıkları coğrafi koşullar ile biyolojik yapıları
arasındaki ilişkileri konu edinen dalına fiziksel antropoloji: toplulukların toplumsal
yapılarını inceleyen dalına sosyal antropoloji deniyor. Değişik ırklarla ilgili
anatomik bilgilerin bir araya getirilip sınıflandırılması ile uğraşan disipline ise
antropometri (anthropometry) adı veriliyor. Bkz. davranış bilimleri.
antropometri Bkz. antropoloji.
apraksi (apraxia) Çoğunlukla, felç ya da duygu yitimi içermeyen beyin lezyonlarından
kaynaklanan ve araba kullanmak, giyinmek gibi beceri gerektiren ya da planlı, ardışık
aşamalardan oluşan bir hareketler dizisini yapma yetisinden yoksunluk olarak
tanımlanan bir bozukluklar sınıfı. Bu belirtileri gösteren kişinin genellikle anlama,
kavrama yetisi kadar kas gücü, duyarlığı, genel eşgüdümü de yerindedir. Toplumsal
alanda, dil ya da hareket alanında ortaya çıkabilen bu bozukluk, bir tür işlem hatası
olarak değerlendiriliyor. Belirtinin yapısına bağlı olarak bu terim, örneğin akinetik,
amnezik, kurgulama, ideokinetik, ideomotor, motor, düşünsel gibi sıfatlar alıyor.
aptal Bkz. budala.
aracı değişken (mediating variable) Bağımlı-bağımsız değişken ilişkisini şu ya da bu
yönde etkileyen üçüncü bir değişken. Bir değişkenin aracı değişken olabilmesi için şu
ölçütlere uygun olması gerekiyor: (1) Bağımsız değişken düzeyindeki değişmeler,
öngörülen aracı değişkendeki değişmeleri anlamlı düzeyde açıklamalıdır. (2) Aracı
değişkendeki değişmeler, bağımlı değişkendeki değişmeleri anlamlı düzeyde
açıklamalıdır. (3) Bağımsız değişken-aracı değişken ilişkisi ile açıklanan farklılık
devre dışı bırakıldığında bağımsız-bağımlı değişkenler arasında daha önce
gözlemlenen anlamlı ilişki kaybolmalı ya da anlamlı ölçüde zayıflamalıdır. Bkz. ara
değişken.
ara cinsellik (intersexuality) İki cinse özgü ikincil; kimi kez de birincil cinsel
özelliklerin bir kişide bulunması. Bunların dış görünümleriyle iç cinsel yapıları
birbirinden farklıdır. Bu durum erkenden saptanıp, çocuğun, ağır basan cinsi yönünde
yetiştirilmesi; gereken olgunluğa geldiğinde de tedavi görmesi gerekiyor. Ruhsal-
cinsel özdeşleşmenin tamamlandığı 3-4 yaşlarında, önce durum saptanmalı, çocuğun
ruhsal-cinsel gelişimi o yönde desteklenerek, çocuk, cinsel kimlik bunalımından
kurtarılmalıdır. Bkz. ruhsal-cinsel gelişim kuramı ((3) Üretken Dönem).
araç gereçleri kullanma Bkz. insanın sekiz çağı ((4) Yetersizlik Duygusuna Karşı
Çalışma ve Yapıcılık Duygularının Gelişimi).
araçsalcılık (instrumentalism) J. Dewey’nin, düşüncelerin eylemin birer aracı olduğu
ve doğruluklarının, eylemdeki yararlılıklarına bağlı olduğu öğretisi. Bkz.
pragmatizm.
araçsal koşullama (instrumental conditioning) Deneme yanılmayla öğrenme. Deneysel
durumlarda belirli bir uyaranın ortaya çıkardığı sonuç, ödül niteliğindeki başka bir
uyaran karşısında ortaya çıktığında, canlının ilk uyaran karşısında aynı tepkiyi
gösterme olasılığının güç kazanması. Aynı durum, ödül yerine cezalandırıcı bir uyaran
için de söz konusudur. Ödül, davranışın yinelenme olasılığını artırıyor; ceza ya da
ödülsüzlük ise bu olasılığı azaltıyor. Bu öğrenme biçiminde davranış, yiyecek alma,
şoktan kaçınma gibi hedefe yönelik bir araç olduğu için, bu tür öğrenmelere araçsal
öğrenme deniliyor (Bkz. klasik koşullama). Sıklıkla işlemsel koşullama ile eşanlamlı
olarak kullanılsa da bu ikisi arasında belli ayırtılar vardır. Araçsal koşullamada
organizma, yalnızca tam hedeflenen davranışı gösterdiğinde ödüllendiriliyor ya da
cezalandırılıyor. Örneğin, deney hayvanı, yiyecek almak ya da elektrik şokundan
kaçınmak için bir mekanizmayı harekete geçiriyor. İşlemsel koşullamada ise böyle bir
kısıtlama bulunmuyor. Örneğin, hedef davranışa yaklaşma eğilimi gösteren davranışlar
da pekiştirilebiliyor. Ardışık yakınsama böyledir. Bu nedenle araçsal koşullama,
işlemsel koşullamanın özel bir türü olarak görülebilir. Bkz. koşullama.
araçsal öğrenme (instrumental learning) Deneğin, amaca yönelik yolunu kısaltan ve
kolaylaştıran tepkileri öğrenmesi. Bkz. bilişsel yaklaşım; klasik koşullama.
araçsal saldırganlık Bkz. saldırganlık.
ara değişken (intervening variable) 1. Araştırmanın tasarım aşamasında gözden kaçmış
olan ve sonuçları beklenmedik bir biçimde etkileyen bağımsız değişken. Ara
değişkenin, kendinden önceki ve sonraki değişkenlerle işlevsel ilişkileri bulunuyor.
Bkz. kirletici değişken. 2. Uyarıcı ile tepki zamanı arasında organizmada
gerçekleştiği düşünülen; ancak, gözlemlenmeyen bir süreç; uyarıcı ile tepki
koşullarından soyutlanan ve bu uyarıcı-tepki ilişkisinin dışında anlam taşımayan bir
kurgu. Tolman, bilişleri (cognitions’u) ara değişken olarak niteliyor. Bkz. aracı
değişken; değişken.
aralıklı çalışma (distributed practice) Öğrenme çalışmalarının arasına dinlenme ya da
başka etkinlik aralıklarının konulduğu bir öğrenme tekniği; aralıklı öğrenme. Bu yolla
öğrenme çalışmalarının, blok çalışmadan daha verimli olduğuna ilişkin bulgular
vardır. Bkz. aralıksız çalışma.
aralıklı denge (punctuated equilibrium) Niles Eldredge ve Stephen Gould’un
geliştirdiği bir evrim modeli. Buna göre evrim, Darwin modelindeki gibi kesintisiz,
yavaş ve giderek (tedrici olarak) gerçekleşmiyor; uzun süreli duraklama
dönemlerinden sonra, elverişli çevre koşullarıyla etkinleşen, bir oranda (nisbeten)
hızlı sıçramalarla gerçekleşiyor. Bkz. DARWİN, Charles.
aralıklı kayıt Bkz. veri toplama teknikleri.
aralıklı öğrenme Bkz. aralıklı çalışma; aralıklı ya da toplu öğrenme; aralıksız
çalışma.
aralıklı ölçek Bkz. ölçekler.
aralıklı pekiştirme (intermittent reinforcement) İşlemsel koşullamada kesintili bir
pekiştirme yapısı. Bu düzende istenen davranış, arada bir pekiştiriliyor. Böyle
pekiştirmeler, sönmeye daha dirençli tepkilerin oluşmasını sağlıyor. Piyango büyük
ikramiyesi, buna iyi bir örnektir. Bkz. değişken aralıklı pekiştirme düzeni; değişken
oranlı pekiştirme düzeni; oransal (kısmi) pekiştirme etkisi; sabit aralıklı
pekiştirme düzeni;
aralıklı pekiştirme düzeni (interyal schdules of rein forcement) Hedeflenen tepkinin
alınmasının üzerinden belli bir süre geçtikten sonra pekiştirecin verildiği bir
pekiştirme düzeni. Bu belli süreden önce gerçekleşen tepkiler pekiştirilmiyor. Bu
düzen, değişmez aralıklı ya da değişken aralıklı olabiliyor. Genellikle oranlı
pekiştirme düzenlerine göre etkisi daha zayıftır. Bkz. ayırt etme; sönümleme.
aralıklı taşkınlık bozukluğu Bkz. taşkınlık.
aralıklı ya da toplu öğrenme (spacet or masst learning) Programlı ve düzenli
aralıklarla çalışarak öğrenmeye aralıklı öğrenme; örneğin, bütün bir yıl dersine
bakmayıp sınav öncesindeki dar zamanda ve sıkışık bir çalışmayla gerçekleştirilmeye
çalışılan öğrenmeye de toplu öğrenme deniyor. İki öğrenme biçiminin de üstün ve
zayıf yanları bulunuyor. Kısa sürede toplu çalışma yararlı olsa da uzun sürede düzenli
aralıklarla yapılan çalışma, daha kalıcı bir öğrenme sağlıyor. Bilgisayarda yazı
yazmayı öğrenmek gibi pek çok devimsel becerilerin öğrenilmesinde aralıklı çalışma,
en iyi yöntemdir. Akıl yürütme ve sorun çözme işlemlerinde ise toplu çalışma daha
yararlı oluyor. Aralarında bağlar olan konularda da toplu çalışma, aralıklı çalışmadan
daha başarılı sonuçlar veriyor. Bkz. bütün olarak ya da parçalara bölerek öğrenme;
öğrenme.
aralıklı yineleme yöntemi Bkz. aralıklı ya da toplu öğrenme.
aralıksız çalışma (massed practice) Öğrenilecek konu ya da davranışı, aralıksız
yinelemelerle tek ders biçiminde öğrenmeye çalışma; blok çalışma, aralıksız
öğrenme. Araştırmalar, bu yöntemin aralıklı çalışmadan daha az etkili olduğunu
gösteriyor. Bkz. aralıklı çalışma; aralıklı ya da toplu öğrenme.
aralıksız öğrenme Bkz. aralıklı ya da toplu öğrenme; aralıksız çalışma.
araştırıcı davranış (exploratory behavior) 1. Araştırıcıyı, çevresinin uyarıcı yeni
bölüm ve bölgelerine sürükleyen davranış dizisi. 2. Belirli bir durumun özelliklerini
tümüyle gözden geçirdikten sonra, o durumla ilişkili başka durumları da kavramsal
olarak inceleme.
araştırma (research) Genelleştirilebilen bilgi üretmek ya da üretilmiş olan bilgiye
katkıda bulunmak amacıyla sistemli gözlemler, deneyler yapma; belgeleri, yayınları
inceleme ve bunların sonucunda toplanan verileri bilimsel yöntemlerle çözümleme.
Bkz. araştırma ahlakı; araştırmacı; araştırma deseni; araştırma paradigması;
araştırma soruşturma yoluyla öğretme; araştırma yöntemleri.
araştırma ahlakı (research ethics) Amaçlarını gerçekleştirmek için bilimsel araştırma
yapan kişilerin her türlü yöntem ve aracı kullanmalarına izin vermeyen bilgi toplama,
toplanan bilgileri yorumlama ve kullanma sırasında uymak zorunda oldukları ahlak
kurallarının tümü. Örneğin, deneysel araştırmalarda kişilerle ilgili bilgilerin
mahremiyeti korunuyor. İnsanlığa zarar verdiği kesin olarak bilinmesine karşın
yalnızca para kazanmak için araştırma yapılması uygun bulunmuyor. Başkalarına ait
görüş ya da buluşların kendininmiş gibi gösterilmemesi gerekiyor. Bkz. araştırma.
araştırmacı (researcher) Araştırma yapma yeterliği olan, bilimsel araştırma yapan,
bunu iş edinmiş olan kişi.
araştırma deseni (research design) Belli bir sorunu çözmek için gerekli stratejinin
belirlenmesi; örneklem seçimi, uygulama yapılması, verilerin toplanması ve
kaydedilmesi; bu verilerin işlenmesi, çözümlenmesi ve yorumu ile sonuçların
literatüre kazandırılması demek olan bir araştırma çalışmasının başından sonuna dek
düzenli bir biçimde yapılan planı.
araştırma paradigması Bkz. yöntembilim.
araştırma soruşturma yoluyla öğretme (learning through research and investigation)
Aşağıda sıralanan yedi ilkeye uyularak kullanılan öğretme stratejisi. Stratejiler: (1)
Hedefler, uygulama düzeyinde ve daha yukarı düzeyde belirleniyor. Hedeflerin
duyuşsal alanda örgütleme ve kişiliği; devinişsel alanda bütün basamakları;
davranışlarda ise ilkelere uyma, karar verme, sorun çözme, yapıp gösterme gibi
özellikleri kapsamasına dikkat ediliyor. (2) Toplumsal olgularla ilgili bir sorun
çözülecek ya da karar verme süreci yaşanacaksa öğretmen, toplumsal olgularla
ilgili üç sorunu öğrenci sayısı kadar çoğaltıp ders sırasında öğrencilere sırasıyla
dağıtıyor (tahtaya yazıyor; slaytla, filmle, oyunla öğrencilere sunuyor) ve belli bir
süre vererek bunlardan birini onlara okutuyor. Öğrenciler sorunu okurken
öğretmen, karar vermede ya da sorun çözmede izlenecek basamakları tahtaya yazıyor;
bunları ders boyunca silmiyor. Sınıfta deney yapılacak, harita çizilecekse gerekli araç
gereçleri kendisi ve öğrenciler sınıfa getiriyorlar. Öğretmen, getirdiklerini herkesin
görebileceği bir yere koyuyor. Öğrenciler bunlardan gerekli olanları alıp kullanıyor.
Sonra deneyin ve haritanın işlem basamaklarını tahtaya yazıyor (asıyor, gösteriyor) ve
bunları ders boyunca orada bulunduruyor. (3) Derste sorun çözme ya da bilimsel
yöntem kullanılacaksa yukarıdaki işlemlerden sonra öğretmen sırasıyla “Bu
problemde verilenler nelerdir? İstenilenler nelerdir? Bu problem nasıl çözülür?
(denenceler nelerdir?)”gibi soruları sınıfa soruyor; onlardan gerekçeli yanıtlar
alıyor. Bu yanıtların doğru olup olmadığını öğrencilere tartıştırıyor, doğru bulununca
pekiştireç veriyor. Doğru bulunamadığında ipucu veriyor; yine bulunamazsa benzer
bir sorunun nasıl çözüldüğünü işlem basamaklarına göre yapıp gösteriyor. Daha sonra
öğrencileri soruna döndürüp onu çözmelerini sağlıyor. Öğrenme-Öğretme
Ortamında Öğretmen ve Öğrencilerin, Sorun Çözme Sürecinde Kullanacakları
Zaman, Aşamalı Olarak İzleyecekleri Basamaklar: (a) Başlangıç aşaması:
Sorunun farkına varılıyor (Sorunun ne olduğu, nelerin verildiği, nelerin istendiği ve
benzerleri söyleniyor, yazılıyor. (b) Veri toplama aşaması: Öğrenci, ilgili kaynakları
okuyarak, tarayıp özetleyerek sorunla ilgili bilgi topluyor. (c) Denence kurma
aşaması: “Türkiye’de fazla nüfus artışının nedenlerinden biri, bebek doğumlarının
yüksek oranda olmasıdır.” biçiminde, sorunun çözümüyle ilgili denenceler kuruyor.
(ç) Denenceyi doğrulama aşaması: Denenceler test ediliyor, deneniyor, çözümler işe
koşuluyor. (d) Sonuca ulaşma aşaması: Verilerle kanıtlanmış denenceler elde
tutuluyor; kanıtlanmamış olanlar, ya onarılıyor ya da atılıyor. Öğrenme-Öğretme
Ortamında Öğretmen ve Öğrencinin Karar Verme Sürecini Kullanacakları Zaman,
Aşamalı Olarak İzleyecekleri Basamaklar: (a) Sorun’un farkına varma. (b)
Sorunu tanımlama: Sorunun ne olduğu, ne olmadığı ve sınırları belirleniyor. (c)
Seçenekleri belirleme: Hangi çözümlerin, nasıl kullanılacağı ve getireceği sorunların
neler olduğu tek tek saptanıyor. Örneğin, park yapılsın; arsa olarak satılsın; dinlenme
merkezi olsun. (ç) Seçeneklerin her birini değerlendirme: Eğer park yapılırsa
çocuklar oynayacak, insanlar dinlenecek, çevre yeşillenecek; ama kimi insanlar evsiz
kalacak. (d) Bir planı uygulama: Verilen kararlardan biri uygulamaya konuluyor;
“Park yapılsın.” gibi. (e) Park yapılınca öbür seçeneklere göre kişisel, toplumsal
ve doğal olarak daha yararlı ne gibi sonuçlar elde edildi? Bu basamakta bunlar
saptanıyor. (4) Bir araştırma, gözlem, deney yapılacak; harita çizilecekse
öğretmen, bunların nasıl yapılacağını öğrencilerle tartışarak basamak basamak
belirliyor ve bu basamakları tahtaya yazıyor; öğrenciler başaramadığında
öğretmen ipucu veriyor. Doğru yapan öğrenciye ya da kümeye pekiştireç veriyor;
tahtaya kaldırıp nasıl yaptığını göstermesini sağlıyor. Doğru yapılanlar üzerinde
tartışma açıyor. (5) Öğretmen, bu stratejide yol gösterici, yardım edici; problem
çözülemediğinde bir başka örnek problem üzerinde yapıp gösterici oluyor.
Araştırma, inceleme, deney ve gözlemi öğrenci yapıyor; öğrenci doğrudan işin içine
giriyor. Öğretmen, yapamayan öğrencinin elinden işi alıp kendisi yapmaya asla
kalkmıyor. (6) Bu stratejiyle ders işleyebilmesi için öğrenciye, önkoşul olan bilgi
ve kavrama düzeyindeki hedef davranışlar kazandırılıyor. Onlar kazandırılmadan
bu strateji kullanılmıyor. (7) Bu stratejide bilgi-işlem ve güdüsel tasarım
kuramları; örnek olay, gösterip yaptırma yöntemleri ve workshop, soru-yanıt,
beyin fırtınası, karar verme, sorun çözme, gösterme, yaptırma, rol yapma,
dramatizasyon, yaratıcı drama, deney, gözlem gibi teknikler eğitim ortamında
kullanılıyor. Araştırma soruşturma stratejisinin kullanımı sırasında önce dersle ilgili
temel kavramlar belirleniyor. Öğrencilerin bu kavramlarla ilgili bilgilerini ortaya
koymaları, önkoşul olarak isteniyor. Kazandırılacak hedef davranışlarla ilgili olumlu-
olumsuz örnekler oluşturmaları ve bunlar üzerinde tartışmaları öğrencilerden
isteniyor. Örneklerle ilgili değişik durumlar, tümevarımsal bir düzenle ortaya
konuluyor. Ortaya çıkan eksikler, yanlışlar, öğrencilerce düzeltiliyor ve karşıt
örnekler oluşturuluyor. Gerçekleştirilmesi zor olan konular için olası kurgusal
durumlar düşünülüp sunuluyor. Öğrenciler, tartışarak bu durumlarla ilgili çözümleri
yapıyor, denenceleri kuruyor ve test ediyorlar. Test sonuçlarına göre denenceleri
kabul ya da reddediyor; gerekiyorsa yeni denenceler kuruyorlar. Böylece çelişkiler
görülüyor, öğrencinin kafasından yanlışlar siliniyor ve doğrunun ortaya çıkması
sağlanıyor. Bkz. araştırma; öğrenme-öğretme yaklaşımları.
araştırma yöntemleri (research methods) Bilimsel bilgiye temel oluşturacak veri
toplamada kullanılan niceliksel ya da niteliksel bilgi sonuçlarını değerlendirme,
toplama yöntemleri. Bkz. bilimsel araştırma; öğrenme-öğretme yaklaşımları.
ara vermeden öğrenme Bkz. aralıklı ya da toplu öğrenme; aralıksız çalışma;
öğrenme stratejisi.
araya girme hataları (intrusion errors) Bir bellek testinin anımsama bölümünde
kişinin özgün listede olmayan şeyleri anımsaması. Bkz. direnmeli yineleme hataları;
ipuçlu anımsama; özgür anımsama.
araz Bkz. belirti.
ardışık alıştırma yöntemi (succes practice method) Öğrenmede geçiş (aktarım)
olgusunu belirlemek amacıyla kullanılan bir yöntem. Örneğin, bir grubun, B konusunu
öğrendikten sonra C konusunu öğrenmesi için geçen süre, B konusunu öğrenmeden C
konusunu öğrenen başka bir grubun öğrenme süresinden çıkarılıyor. Aradaki fark,
B’den C’ye öğrenme geçişi olup olmadığını ortaya koyuyor.
ardışık bellek (seguential memory) Telefon numaraları gibi bilgileri, belli bir sıraya
göre anımsamayı sağlayan bellek.
ardışık desenler (sequential designs) Gelişim psikolojisinde kullanılan ve
birleştirilmiş-kesitsel model diye adlandırılan araştırma yöntemi. Bkz. enlemesine
kesitsel yöntem; boylamsal yöntem.
ardışık yakınsama (successive approximation) İşlemsel koşullamada normal
koşullarda beklenmeyen bir davranış öğretilirken, hedef davranışa her yaklaşımın
pekiştirilmesiyle yaklaşılan bir biçimlendirme tekniği. Seçici olan bu pekiştirmenin
ölçütü her adımda yükseltiliyor. Örneğin, hedef, hayvanın belli bir noktaya gitmesi ise
önce o yöne döndüğü için; daha sonra bir adım attığı için ve benzeri pekiştiriliyor. Bu
yolla hedef davranış gerçekleşinceye dek her adımda hayvanın yalnızca en uygun
davranışı pekiştiriliyor. Bkz. deneme-yanılma ile öğrenme.
argınlık (asthenia) Güçsüzlük, bitkinlik durumu; özellikle sinir sistemindeki ya da
iskelet kaslarındaki zayıflık; asteni. Bugünkü süreğen yorgunluk sendromu ve
benzeri bozukluklar, 20. yüzyıl başlarında asteni olarak adlandırılmıştı.
argo (jargon) Dar bir toplumsal alt grubun kullandığı sözcük ya da deyim; jargon. Belli
davranış biçimleri ya da eylemleri anlatmak üzere geliştirilmiş, genellikle sözlü dilde
kullanılan kaba sözcük, deyim ya da sözcük grubu.
argüman (argument) 1. Akılsal kanıtlarla, tartışmalarla oluşturulan bir usa vurma
biçimi. 2. Bir başka anlatımı (sonucu) desteklemek için sunulan bir dizi anlatım
(önerme). Argümanlar, tümevarım ya da tümdengelim biçiminde oluyor. 3. Bir
yazının, kitabın, söylemin konusu, içeriği. 4. Bir işlevin değerinin bağımlı olduğu
bağımlı değişken.
arı anlam Bkz. anlam; sözlü düşünme.
arınma (catharsis) 1. Psikanalize göre, kişinin ruhsal sorunlarının bilinçdışı
nedenlerine ilişkin içgözlem gerçekleştirmesi, bastırılmış duygu ve düşüncelerinin
bilince çıkarılması ile kaygı, gerilim, saldırganlık gibi duygularının boşalması ve bu
yolla belirtilerin hafiflemesi; boşalım. Bu etki, hastanın uygun bir duygusal tepki
eşliğinde geçmiş yaşantılarından, sorunlarından söz etmesiyle de sağlanabiliyor. İki
durum için de ölçüt, kişinin o duyguları duyumsayıp yaşamasıdır. 2. Bastırılıp
biriktirilen duygu ve enerjilerin doğrudan ya da dolaylı (simgesel) yolla
boşaltılmasının bir tür süpap görevi yaptığı görüşü. Örneğin, saldırganlık
davranışlarının yoğunluğunun ve sıklığının bu yolla azaldığı ileri sürülüyor.
arınma sağaltımı Bkz. arınma tedavisi.
arınma tedavisi (cathartic therapy) Freud psikanalizine göre, hastalıklı ve bastırılmış
duyguların, uygun bir biçimde dışarı vurulmasını sağlayan; olayları su yüzüne
çıkararak bunlara bağlı belirtilerin ortadan kaldırılmasını öngören tedavi yöntemi;
katarsis terapisi, arınma sağaltımı. Başlangıçta, bastırılmış duyguların ortaya
çıkarılmasının kendi içinde iyileştirici olduğu düşünülüyorduysa da daha sonra Freud,
bunun yeterli olmadığı gerekçesiyle bu yöntemi tümüyle bıraktı. Başlangıçta da çok
eleştirilmesine karşın bu yöntem, özellikle aşırı denetimli, duygularını fazla
bastırmış olan hastalara uygulandı.
arınma terapisi Bkz. arınma tedavisi.
aritmetik ortalama (arithmetic mean) Bir diziyi oluşturan sayısal değerler toplamının,
o dizideki değerler sayısına bölünmesiyle elde edilen sonuç.
arka beyin (hindbrain) Beynin; omuriliğin kafatası içine girdiği ve medullayı,
ablogatayı, beyinciği, köprüyü (pons’u) içeren en alt bölümü. Kan basıncını, nabzı,
solunumu ve öbür yaşamsal işlevleri, arka beyin denetliyor. Bkz. beyin.
arkadaşlık (friendship) Çocuk ya da yetişkinlerde akrabalık ya da hısımlık bağı
olmadan gerçekleşen karşılıklı gönüllü sorumluluğa dayalı ilişki biçimi. Bkz.
akrabalık.
arkadaşça aşk Bkz. aşk.
arkadaşlık gereksinimi (affiliative need) Birlikte çalışmak, arkadaşlık ya da cinsel
amaçlar için başka kişilerle ilişki kurma isteği.
arka lop Bkz. hipofiz bezi.
arkeoloji (archaology) Tarihöncesinden ve eski çağlardan kalma yapıtları özellikle
tarih ve sanat değeri yönünden inceleyen; bunların yer altında kalmış olanlarını
kazılarla araştıran ve ortaya çıkaran bilim; kazıbilim.
arketip Bkz. analitik psikoloji; ilkörnek.
armağan (gift) 1. Bir kişiye, sevindirmek, mutlu etmek için karşılıksız verilen şey;
hediye. 2. Bilim, yazın, sanat ve benzeri alanlarda açılan yarışmalarda, özenle yapılan
incelemeden sonra kazananlara verilen değerli şey; mükâfat, ödül.
armoni Bkz. uyumbilim.
arşiv (archives) Belgelerin ve belge değeri taşıyan şeylerin saklandığı, korunduğu ve
yararlanmaya sunulduğu yer; belgelik.
arşiv araştırması (archival research) Araştırmacının, var olan belgeleri ya da
günlükler, mektuplar, romanlar, magazin ve gazeteler ya da çeşitli kurumların
kayıtları, istatistikler gibi arşiv belgelerini irdeleyerek veri topladığı düzenli bir
gözlem biçimi; belgelik araştırması. Arşiv araştırması, sosyal psikolojide en az
kullanılan; ancak daha sıklıkla ve etkin biçimde kullanılmasında yarar olan bir
yöntemdir.
art imge (after image) Dış uyaran ortadan kalktıktan sonra da görsel imgenin sürmesi.
art kafa lopları (accipital lobe) Görsel bilgilerin işlenmesinde önemli bir etken olan
beynin arka bölümü. Bu bölge zedelendiğinde görme kusurları beliriyor. Bkz. arka
beyin; beyin kabuğu; beyin lopları.
arzu Bkz. dürtü; istek.
arzu doyurma Bkz. istek giderme.
Asch uydumculuk deneyi (Asch conformity experiment) Uydumculuk davranışlarının
incelenmesinde Solomon Asch’ın kullandığı ve psikolojide klasikleşen bir deney. Bu
deneyde gerçekte araştırmacının işbirlikçileri olan bir grup kişinin arasına, deneyin
gerçek amacından habersiz olan denekler alınıyor. Bunların belli konularda; örneğin,
hangi dairenin daha büyük olduğu konusunda bir yargıya varmaları isteniyor. Bu arada
araştırmacıyla işbirliği yapmış olan kişilerin tümü, yanlış seçenek konusunda yüksek
sesle aynı görüşte direnerek; örneğin, gerçekte kısa olan çizginin daha uzun; küçük
olan şeklin daha büyük olduğunu söyleyerek, deneğin yanıtını etkilemeye çalışıyorlar.
Bu doğrultudaki birçok araştırma, kamuoyunun, kişilerin yargısı üzerinde son derece
etkili olduğunu göstermiştir.
aseksüel (asexuak) 1. Cinsel üremeden yoksun; bitkisel üreme (eşeysiz üreme). 2.
Cinsel duyguları, istekleri, ilgileri ya da özellikleri olmayan.
asenkron gelişim (asynehronous development) Bedensel, bilişsel (zihinsel) ve duygusal
gelişim oranlarının farklılığı. Yetenekli çocukların, örneğin biyolojik yaşı 13; zekâ
yaşı 18; duygusal yaşı da 10 olabiliyor. Bu oransızlık, 13 yaş dolayında en yüksek
düzeye ulaşıyor. Örnekteki gibi aşırı farklılıklar, kimi uzmanların yetenekli olmayı
asenkron bir gelişim olarak tanımlamalarına yol açmıştır. Bu durumda yetenekli
çocuğa, yaşına uygun davranması söylendiğinde çocuk, “Hangi yaşıma göre
davranayım?” diye sorabiliyor.
asetilkolin (acetylcholine) Vücutta en çok bulunan ve parasempatik sinir sistemince
denetlenen bir sinir iletici; sinir ileticileri. Bu kimyasal iletici, sinir hücrelerinde ve
sinirlerle kasların birleşme noktalarında bulunuyor. Karın, mesane, karaciğer, ter
bezleri, kan damarları, kalp ve benzerlerini nörotransmiter denetliyor. Asetilkolin
ise öğrenme ve bellek süreçlerinde, ruh durumu ve uyku üzerinde, devimsel
davranışlarda etkili oluyor. Asetilkolin düzeyinin düşüklüğü, yoğunlaşmanın
eksilmesine, unutkanlığa ve uykunun hafiflemesine yol açabiliyor. Dopamin ve
asetilkolin düzeyleri arasında dengersizlik olması durumunda Parkinson hastalığı
belirtileri görülebiliyor. Alzheimer hastalığı bulunan kişilerin beyinlerinde
asetilkolin miktarının büyük ölçüde azaldığı saptanmıştır. Bu eksikliği giderici ilaçlar,
Alzheimer hastalığının tedavisinde de kullanılıyor.
asimilasyon (assimilation) 1. Biliş psikolojisine göre, yeni bilgileri (algıları), var olan
bilişsel yapılarla tutarlı duruma getirecek biçimde, eski deneyimlerin (şemaların)
ışığında yorumlayarak var olan yapıyla bütünleştirme biçimindeki bilişsel süreç;
bileme, özümleme. Bkz. kültürel uyum. 2. Bellek araştırmalarında, bir bellek izinin
bilinen ve yaygın olan bir şey yönünde çarpıtılması. Bkz. törpüleme; bileme. 3.
Piaget’nin bilişsel gelişim kuramına göre, çocuğun yeni bilgileri, var olan bilgi
dağarcığında anlamlı kılacak biçimde dönüştürmesi. Çocuk, yeni bilgiyi, var olan
bilgilerinden yararlanarak anlamaya çalışıyor. Örneğin, şimdiye dek karşılaştığı
nesneleri tutan ya da ağzına götüren bebek, yeni bir nesneyle (bilgiyle) karşılaştığında,
söz konusu nesneyi de öbür nesnelerle aynı biçimde tutuyor ya da ağzına götürüyor.
Birlikte ele alınınca, asimilasyon ve uyuşum (accommodation), çocuğun kendi
çevresinde yaşamını sürdürmek için, kuşaklar boyu gerçekleştirdiği değişiklik
anlamındaki uyumu (adaptasyonu) oluşturuyor. Bkz. denge kurma. 4. Sosyal
psikolojide bir bireyin ya da bir etnik grubun kendi düşünce yapısından, kültüründen,
değer yargılarından vazgeçerek, başka bir toplumsal, dinsel ya da ulusal grubun
kültürünü, değer yargılarını ve düşünce yapısını benimsemesi; benzeşme. Bu
vazgeçme ve egemen kültürü benimseme, başka bir ülkeye göç eden birisinde
olabileceği gibi kendi istenci ile ya da kölelik dönemi Amerikasında zencilerin
köleleştirilerek Amerika kültürüne sokulması gibi zorla da olabiliyor. 5. Dördüncü
anlamla yakından ilişkili olmakla birlikte, daha özel bir anlamda grup üyelerinin
zamanla, giderek birbirine daha çok benzemesi; benzeşme.
askerlik psikolojisi (military psychology) Silahlı kuvvetlere alınacak kişilerin seçim,
yetiştirilme ve görevlendirilmesinde; barış ve savaş sırasında ordunun içgücünün
sağlam tutulmasında uyulması gereken psikolojik ilke ve yöntemleri inceleyen
psikoloji kolu; askerlik ruhbilimi.
askerlik ruhbilimi Bkz. askerlik psikolojisi.
Asklepion Eski Yunan ve Roma’da Hekimlik Tanrısı Asklepios’a adanan tapınağa ve
başka yapılar grubuna verilen ad. Asklepionlar, genellikle sağlık merkezi olarak
kullanılmıştır. Bunların en iyi korunmuş örneklerinden biri Pergamon (Bergama)
Asklepionu’dur. Atina, Kos (İstanköy) ve Epidauros asklepionları da önemli
merkezlerdir. Buralarda hastalıklara kâhinlik (önbili) yoluyla çare bulunuyordu.
Bunun yanı sıra yörenin şifalı suları gibi sağlığı destekleyici özelliklerinden
yararlanılıyor; uyku kürü ve rüya yorumu gibi tedavi yöntemleri de uygulanıyordu.
Kos Asklepionu’nda, ünlü tıp adamı Hipokrat, çeşitli deneysel çalışmalar yaptı.
Bergama Asklepionu, Pergamon’un güneybatısında bulunan; kente, sütunlu bir cadde
ve üstü örtülü bir tören yolu ile bağlanmış olan kutsal alandır. Burası. İ. Ö. 4.
yüzyılda, Hekimlik Tanrısı Asklepios’a adanmış kutsal suyun bulunduğu yerde
kurulmaya başlandı. Zamanla Helenistik biçimde, bir alanı çevreleyen sütunlu
galerilerle ve çeşitli yapılarla gelişti. İ. S. 2. yüzyılda bir tiyatro ve kitaplığın
eklenmesiyle, her yerden gelen hastaların tedavi gördüğü bir dinlenme yerine dönüştü.
Asklepionda uygulanan çeşitli tedavi yöntemlerinde çamur banyoları, bitkilerden elde
edilen ilaçlar kullanılıyor; hastaların spor ve müzikle uğraşmaları sağlanıyor;
gördükleri rüyalar yorumlanarak, telkin yoluyla iyileştirilmelerine çaba
gösteriliyordu. Sağlığına kavuşanlar, ayrılırken Asklepios Tapınağı’nı ziyaret ederek
oraya, güçleri ölçüsünde para bağışı yapıyorlardı. Adak olarak da çoğunlukla, iyileşen
organlarının küçük bir örneğini veriyorlardı. Bergama Asklepionu, zamanında sütunlu
galerileri ve anıtsal yapıları dışında, çeşitli yerleri süsleyen heykel ve büstleriyle de
oldukça görkemli bir görünümdeyken, Roma Dönemi’nden sonra, Hıristiyanlık
sırasında yavaş yavaş önemini yitirdi; zamanla da unutuldu. Bölge, 1928-1932’lerdeki
kazı ve onarımlarla ortaya çıkarıldı.
ASKLEPİOS Eski Yunan ve Roma’da Hekimlik Tanrısı. Asklepios, şifa, bilgi ve
kehanet Tanrısı Apollon ile su perisi (nympha) Koronis’in oğludur. Asklepios,
Kentaur (at adam) Kheiron’dan hekimlik sanatını öğrenmiştir. Onun bütün insanları
ölümsüz kılacağından korkan Zeus, üstüne yıldırım göndererek onu öldürtür. Asklepios
önce kahramanlıkla onurlandırılır; sonra da Tanrı sayılır. Asklepios’un, hastaları
rüyasında iyileştirdiğine ya da dertlerine çare önerdiğine inanılmıştır. Bunun için pek
çok hasta, onun tapınaklarında uyur. Onuruna birçok yerde şölenler düzenlenir.
Asklepios, çoğunlukla oturur durumda, göğsünü açıkta bırakan uzun bir pelerin ve
elinde yılanlı bir asa ile betimlenmiştir. Bu asa, hekimliğin gerçek simgesidir.
asosyal (asocial) 1. Toplumla ya da toplumsal konularla ilişkili olmayan, başkalarından
bağımsız olarak gerçekleşen; toplumdışı. Bunun mutlaka toplum, toplumsal değer
yargıları, inançlar ve benzerlerine karşıt olması gerekmez. Asosyal kişi, toplumdan
uzaklaşıp kendi dünyasına çekiliyor; ancak, toplum karşıtı olmayabiliyor. Bkz.
antisosyal. 2. Toplumsal konulara, sorunlara, geleneklere ve benzerlerine karşı
duyarsız, kayıtsız olma.
asosyal şahsiyet Bkz. toplumdışı kişilik.
Asperger sendromu (Asperger’s synrome) Toplumsal etkileşimde kaba ve sürekli bir
bozulma ile biliş ve dil gelişiminin normal olmasına karşın toplumsal etkileşimin
sürekli bozulması; davranış, ilgi ve etkinliklerin kısıtlı, yinelemeli ve sterotipik
olması ile ortaya çıkan bir gelişim bozukluğu. Naif ve uygunsuz toplumsal
yaklaşımlar, dar ve kısıtlı ilgi alanları, devimsel eşgüdümde zayıflama; uzun,
yinelemelerle dolu bir konuşma ve sağduyu yoksunluğu, sendromun başlıca
belirtileridir. Bkz. yaygın gelişim bozukluğu.
astazi Bkz. ayakta duramama.
asteni Bkz. argınlık.
astenik tip Bkz. Kretschmer’in bedensel yapı sınıflaması.
astım (asthma) Kalıtsal, ruhsal ve alerjik nedenlerle ortaya çıkabilen, soluk alma
güçlüğüne ve solunum yetersizliğine neden olan bir bozukluk. Araştırma bulguları,
astımlı çocukların tedirgin, saldırgan, özgüvensiz ve aşırı kaygılı olduklarını
gösteriyor. Bu çocukların annelerinin ise, çok kez egemen, çocuklarına aşırı düşkün ve
baskıcı, kızgınlıklarını bastırmış kimseler oldukları gözlemlenmiştir. Bunların
çocukları, içlerindeki kızgınlığı, yalancı bir olgunlukla örtüyorlar. Çocuklar,
duydukları bu eksikliği, bu hastalıkla ödünlüyorlar. Solunum yetersizliği kızlara oranla
erkek çocuklarda bir yaşına kadar daha fazladır. Bu tür solunum sorunları üzerinde
yoğunlaşan daha büyük çocuklar, birkaç dakikadan birkaç saate dek süren büyük bir
korku yaşıyorlar. Bu sırada bayıldıkları da oluyor. Bu çocukların yarısında,
ergenlikten sonra bayılma sona eriyor. Anne-çocuk ilişkilerinden kaynaklanan, anneyi
ve anne sevgisini yitirme korkusu; annenin ikili, özgüvensiz davranışları, çocuğun
benliğinin oluşumunu olumsuz yönde etkiliyor. Bu durumda çocuk, ağlamalarını
genellikle bastırmak zorunda kaldığı için, sonuçta astım ortaya çıkıyor. Astım, akut
bunalıma (krize) yol açan etkene bağlı olarak ilaçla tedavi ediliyor. Bunun yanı sıra,
ailedeki baskıcı ve çelişkili tutumu düzeltici çalışmaların da yapılması gerekiyor. Bkz.
ruhsal kökenli bedensel bozukluklar; psikoterapi.
aşağıdan yukarı işleme (bottom-up processing) Bilgisayar terminolojisinden alınarak
uyarıcıların; yani sisteme giren bilgilerin basit ve ayrıntılı tanımlarından başlayıp
daha büyük, karmaşık yapıların oluşmasına doğru işleyen; örneğin, harfleri
birleştirerek sözcükler; sözcükleri birleştirerek tümceler oluşturmada olduğu gibi,
bilişsel süreçler için kullanılan bir terim; veri temelli işlem. Biliş sisteminin aşama
sıralı bir yapısı vardır. Daha temel olan algısal sistemler sıradüzenin alt kısmında;
bellek, sorun çözme gibi daha karmaşık sistemler ise üst kısımda yer alıyor. Bu
modelde iki yönde de bilgi akışı olabiliyor. Akış, sistemin altından üstüne doğru
olduğunda buna “aşağıdan yukarı işlem” deniyor. Alt düzey sistemleri, gelen algısal
bilgileri sınıflandırıp tanımlayarak bu tanımsal bilgileri daha karmaşık işlemlerin
gerçekleştirilmesi için üst işlem düzlemlerine aktarıyor. Bkz. yukarıdan aşağı işlem.
aşağılık duygusu Bkz. eksiklik duygusu.
aşağılık duygusunun gelişimi Bkz. bireysel psikoloji; insanın sekiz çağı ((4)
Yetersizlik Duygusuna Karşı Çalışma ve Yapıcılık Duygusunun Gelişimi).
aşağılık kompleksi Bkz. eksiklik duygusu; eksiklik karmaşası.
aşama (hierarchy/stage) Ulaşılmak istenen bir ereğe doğru yol alışta geçirilmesi gerekli
dönemlerden her biri; merhale.
aşama sırası (hierarchy) Kişi, olay, konum ve benzerlerinin üstlük-altlık, düzey ya da
öncelik ilişkilerine göre örgütlenişi; hiyerarşi, sıradüzen.
aşamalı oluşumsal gelişim çizelgesi Bkz. insanın sekiz çağı.
aşırı (hiper-) Eklendiği sözcüğe, anlamının “ötesi” ya da “çoğu” anlamını yükleyen bir
önek. Bkz. aşırı anımsama; aşırı dengeleme; aşırı dikkatlilik; aşırı duyarlık; aşırı
düşünme; aşırı düzenlilik ve titizlik; aşırı etkinlik ve dikkat eksikliği; aşırı genelleme;
aşırı genelleştirme; aşırı güven duygusu; aşırı hoşgörü; aşırı kalkanlanma; aşırı kaygı
bozukluğu; aşırı ketlenme; aşırı konuşkanlık; aşırı korku; aşırı koruma; aşırı koruyucu
anne; aşırı niyet; aşırı ödünleme; aşırı sinirsel duyarlık; aşırı taşkınlık; aşırı uyku
hastalığı; aşırı üstünlük çabaları; aşırı yeme; aşırı yüklü düşünce.
aşırı anımsama (hypermnesia) Aşırı anımsama yetisi. Aşırı anımsama, kimilerinde
ölümle burun buruna geldikleri anda görülse de asıl, sıklıkla yüksek ateş, organik
beyin sendromu, hipnoz, hipomani, amfetamin ve sanrı oluşturan ilaç alımı gibi
durumlarda geçmiş yaşantıları, olayları, belli nesne ve yerleri, tam bir netlikle ve en
ince ayrıntılarıyla anımsama yetisi olarak beliriyor.
aşırı dengeleme (over compensation) Adler’e göre, gerçek ya da düşsel; bedensel ya
da ruhsal bir eksikliği ödünlemeye yönelik aşırı, nevrotik çabalar. Bireysel
psikolojinin temel kavramlarından biri olan eksiklik karmaşasının yarattığı
yetersizlik duygusuna tepki olarak ortaya çıkan bu güç ve üstünlük arayışı,
hastalıklı bir egemenlik gereksinimini anlatıyor. Bkz. dengeleme; erkeksi protesto.
aşırı dikkatlilik Bkz. büyük, ortanca, küçük ve tek çocukta kşilik gelişimi; dikkat.
aşırı duyarlık (hyperesthesia) Bir duyu organıyla; özellikle dokunma duyusu organıyla
sağlanan her türlü uyarana karşı olağandışı bir duyarlık gösterme durumu.
aşırı düşünme (hyper reflection) Viktor E. Frankl’in, bir şeyi aşırı düşünmenin, bir
şeyin olmasından aşırı korkmanın, korkulan şeyin olmasına yol açtığını anlatmak için
kullandığı terim: “Korkan göze çöp düşer.” Örneğin, erken boşalmaktan korkan erkek,
erken boşalıyor; terlemekten korkan kişi, daha çok terliyor; kekelemekten korkan kişi
daha çok kekeliyor. Bkz. düşünme odağını değiştirme; logoterapi.
aşırı düzenlilik ve titizlik Bkz. obsesif-kompulsif nevroz.
aşırı etkinlik ve dikkat eksikliği (hyperactivity) Yapısal nedenlere ya da beyin
zedelenmesine dayanan kabına sığmama, tezcanlılık, işini özenle yapma yerine,
ivedilikle çırpıştırıverme, bozuk yazı yazma, düzensizlik, savrukluk, gerekli gereksiz
konuşma, her fırsatta yerinden fırlayıp dolaşma, çevresindekilere zorluk çıkarma ve
dikkat dağınıklığından kaynaklanan başarısızlık, kavgacılık davranışlarıyla ortaya
çıkan uyumsuzluk; hiperaktiflik. Okul öncesi dönemde anneyi gün boyu arkasından
koşturanlar, bu çocuklardır. Bunlar, ya bir yerden atlıyor, bir yere tırmanıyor ya da
boylarından büyük işlere girişiyor ve düşüp yaralanıyorlar. Bunlar, deyimin tam
anlamıyla “düz duvara tırmanan” çocuklardır. Bir de çocuğun yapısının yanı sıra beyin
incinmesinden doğan sakatlıklarla ilgili bedensel bozukluklar biçiminde aşırı etkinlik
ve dikkat dağınıklığı vardır. Anne babanın tutumu, bu tür sorunların da ya düzelticisi
ya da büsbütün artırıcısı oluyor. Çocukluk çağı gelişim bozuklukları içinde bu
çocukların özel bir yeri vardır. Aşırı etkin ve dikkatleri dağınık olan bu çocuklar,
dikkatlerini ve davranışlarını bir amaca yönlendirmede güçlük çekiyor; beklenen
ölçülerde toplumsal etkileşime giremiyorlar. Bu yüzden yaşıtlarıyla ve erişkinlerle
düzgün bir ilişki kuramıyorlar. Bu özellikleri nedeniyle okulda da zekâları oranında
başarılı olamıyorlar. Bunlar, normal çocuklardan yalnızca belirtilerin sıklığı, şiddeti
ve yaygınlığı bakımından farklılık gösteriyorlar. Aşırı etkinlik, bu çocuklarda küçük
yaşlarda daha fazla görülüyor. Kimilerinde tekmelemelerle daha anne karnında;
kimilerinde, beslenme ve uyku düzensizliği ile bebeklikte beliriyor. Kimilerinde de
izleyenin gözlerini yoran bir hareketlilikle; sürekli koşma, hoplama ve zıplamalarla
yürümeye başladıktan sonra ortaya çıkıyor. Bu çocuklar okul öncesinde,
yapılandırılmış oyun ilişkilerine uyum sağlamakta da zorlanıyorlar. Aşırı etkin
çocukların yüzde 50’sinde bu olgu, dört yaşından önce başlıyor. Ancak, daha az
organize bir yer olan ev ortamında bu durumun farkına varılmıyor; aşırı etkinlik,
çocuk okula gider gitmez dikkat çekmeye başlıyor. Çünkü çocuğun orada yerinde
oturması, sürekli kıpırdamaması, derste ikide bir arkadaşlarıyla konuşmaması ve
başka birçok kurala uyması bekleniyor. Okulda ayrıca ödevlerini dikkatli ve düzenli
yazmayı ve tamamlamayı, arkadaşlarıyla birlikte uyum içinde çalışmayı, sınıfta
sorulan soruları, sorulmasını bekledikten sonra yanıtlamayı, söz kesmemeyi, derse
gereksiz müdahale etmemeyi başarmak için de dikkatini iyi kullanması ve tepilerini
denetleyebilmesi gerekiyor. Aşırı etkin ve dikkat eksikliği olan çocuklar, evde de
ödevlerinin başında oturamıyorlar; verilen yönergeleri izleyemiyorlar. Bir işi
bitirmeden öbürüne geçiyor, kaza yapıyorlar. Yemek sofrası başında bile oturmakta
güçlük çekiyorlar. Aşırı gürültülü oyunlardan hoşlanıyorlar. Dikkatsizlik ve
sabırsızlıkları nedeniyle, yapılandırılmış oyunların kurallarını öğrenemiyorlar.
Arkadaşlarını dinlemekte güçlük çektikleri ve tepilerini denetleyemedikleri için,
oyunlarda sıra bekleyemiyor ve tehlikeli etkinliklere girişiyorlar. Aşırı etkinlik,
ergenlikte yerini iç huzursuzluğuna bırakırken, dikkatsizlik, bu dönemde de sorun
olmayı sürdürüyor. Bozukluk belirtilerini ilk çocukluk dönemindeki çocukların
koşmak, gürültü yapmak gibi yaşlarına uygun etkin davranışlarından ayırt etmek
oldukça zordur. Bu zorluk, her aşırı etkinliğe “hiperaktivite” deme yanlışlığına yol
açıyor. Bu yanlışlığa düşmemek için hareketliliğin bir amaca yönelik olup olmadığına
bakılmalıdır. Normal çocukların hareketleri, belli bir amaca yöneliktir. Örneğin, atak
çocuklar da aşırı etkin görünüyorlar; ancak onlar, hiperaktif diye nitelendirilemezler.
Eğer çocuk, aşırı etkin görünmesine karşın, gereken yerlerde hareketlerini
durdurabiliyorsa; örneğin, yemek başında, TV izlerken kıvranıp mırıldanmadan rahat
ve huzurlu oturabiliyorsa, o çocuk aşırı etkin değildir. Dikkat bozukluğu, “algılanan
materyali seçme ve düzenleme yeteneği”, “istencin, algının, bilişin ve güdülenmenin
payı olan, sorun çözmede anlamlı ve etkin bir yol”, “organizmanın çevreden bilgi
toplamak için kullandığı strateji” olarak tanımlanan ve dikkat adı verilen etkin
sürecin azlığını ya da yokluğunu anlatıyor. İnsanda bir sürekli dikkat, bir de seçici
dikkat bulunuyor. Aşırı etkin çocuklardan kimileri sınıfta birkaç dakikadan fazla ders
dinleyemezken, sevdikleri bir işe, uzun süre kendilerini verebiliyorlar. Bu örnek,
seçici dikkatin önemini ortaya koyuyor. Bir başka önemli konu da dikkat süresidir.
Sınırlı bilgilere dayansa da okul öncesi dönemde bulunan çocuklarda dikkat süresi, 30
dakika olarak belirlenmiştir. Dikkat süresi en çok, 4-5 yaşlar arasında uzuyor. 5 yaşın
altındaki çocukların dikkatini değerlendirmede bunun da göz önünde tutulması
gerekiyor. İlköğretim çağındaki çocukların dikkatleri konusunda bir yargıya
varabilmek için de onların okul ödevlerindeki üretkenlikleri, dersi dinleme, evde
ödev başında oturma süreleri incelenmelidir. Laboratuvar ortamında olmanın
sakıncalarını taşısa da psikolojik testler, çocuğun dikkat süresine ilişkin bilgi
veriyor. Bu testler, normal çocukların dikkat sürelerinin, aşırı etkin çocuklarınkinden
daha uzun olduğunu gösteriyor. Türkiye’de ilköğretim 1. kademe öğrencilerinin,
erkeklerde kızlardan daha fazla olmak üzere, yüzde 5’inin aşırı etkin olduğu
saptanmıştır. Bu bozuklukta, genetik geçiş, önemli bir etken olarak görülüyor. Bu
bozukluk belirtilerine, söz konusu çocukların birinci dereceden akrabalarında da
rastlanmıştır. Aşırı etkinlik ve dikkat eksikliği, son yıllardaki araştırmalarda,
yargılama, karar verme, planlama, toplumsal davranım gibi üst düzey işlevlerin
yürütücüsü olan frontal lopla ilişkilendirilmiştir. Bu lopun işlevlerini inceleyen
nöropsikolojik testler, aşırı etkin çocuklarda dikkati sürdürememe, kısa süreli ve tek
denemeli işitsel ve sözel bellekte bozukluk olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu konudaki
son görüşler ise, bu bozukluğu, bir “çalışma belleği, duygulanım-uyarılma
düzenlemesi, dilin içselleştirilmesi ve davranış analizi-sentezi” gibi dört temel
yürütücü işlevin bozukluğu olarak belirliyor. Kalabalık aile ortamı, alt toplumsal-
ekonomik düzey gibi olumsuz toplumsal-ruhsal etkenler, aşırı etkinlik ve dikkat
eksikliğini yaratmamakla birlikte, yatkınlığı olanlardaki belirtilerin şiddeti ve süresi
üzerinde etken oluyor. Bu bozukluk, ergenlik ve erişkinlikte, toplumdışı kişilik
bozukluğu ile ilgili özelliklere madde kullanımının da eklenmesiyle sürüyor. Başka
bir ruhsal bozukluk eşlik etmiyorsa, bu bozuklukta temel tedavi, ilaçla yapılıyor ve
bu tedaviden yüksek oranda olumlu sonuçlar alınıyor. Bunun yanı sıra, eğitici ve
davranışı değiştirici ruhsal tedavi yöntemlerinden de yararlanılıyor. İlaç kullanımı ile
ilgili standart bir süre bulunmuyor; ancak, ilaç kullanımının uzun sürmesi söz
konusudur. İlaç kullanımı, hekim denetiminde okul bitimine doğru azaltılıp okul tatile
girdiğinde kesilebiliyor; öğretim yılı başında çocuk izlenerek, ilaç kullanımına
başlanıp başlanmayacağına yeniden karar veriliyor. Bkz. ataklık; çocuk ve ergende
görülen uyumsuzluklar.
aşırı genelleme Bkz. bilişsel şemalar.
aşırı genelleştirme Bkz. genelleme; yetersiz genelleştirme.
aşırı güven olgusu (overconfidence phenomenon) İnsanın, kendi yargılarının
doğruluğuna genellikle fazla güvenmesi. Bu yargılar, çoğu kez onun düşündüğü kadar
doğru değildir.
aşırı hoşgörü Bkz. büyük, ortanca, küçük ve tek çocukta kişilik gelişimi; hoşgörü.
aşırı kalkanlanma (hyperthyroidism) Aşırı coşkulu ve çalkantılı davranış biçiminde
ortaya çıkan ve kalkan (tiroid) bezinin aşırı salgısından kaynaklanan durum;
hipertroidizm.
aşırı kaygı bozukluğu (overanxious disorder) Çocukluk ve ergenlik dönemlerinde
sıklıkla görülen ve kimi zaman, yetişkinlerdeki genelleştirilmiş kaygı bozukluğu
tanısıyla eşdeğer kabul edilen ve belirlenebilir sorunlara ya da zorlanma etkenlerine
bağlanamayan bir kaygı bozukluğu. Gelecek kaygısı; akademik, toplumsal, bedensel
yeterlilik gibi performans kaygısı; ekonomik durumla, sağlıkla, görünümle ilgili
gerçekçi olmayan kaygılar; aşırı bir güvence arayışı, gerilim duyguları, aşırı kaygı
bozuklukları arasında yer alıyor.
aşırı ketlenme (over inhibition) Duygu, düşünce ve tepilerini kendiliğinden ve kolayca
ortaya koymada güçlük çekme. Bkz. ketlenme.
aşırı konuşkanlık (hyperthyroidism) Kimi ruh hastalarının aşırı heyecanlanma anlarında
gösterdikleri taşkın, aralıksız konuşma durumu.
aşırı korku Bkz. fobi.
aşırı koruma (over protection) Kişiyi gerektiğinden çok koruma. Bkz. anne baba
tutumları (Kusurlu Anne Baba Tutumları).
aşırı koruyucu anne Bkz. anne baba tutumları (Kusurlu Anne Baba Tutumları).
aşırı niyet (hyper intention) E. Frankl’in bir şeyi aşırı istemenin, bir şeye ulaşmak için
aşırı çaba göstermenin, istenilen şeye ulaşmayı engellediğini anlatmada kullandığı
terim. Örneğin, kişi kendisini uyumaya zorladığında kişinin uykusu kaçıyor.
Kekemenin düzgün konuşma çabası, daha çok kekelemesine neden oluyor. Bkz. aşırı
düşünme; logoterapi; paradoksik amaç.
aşırı ödünleme (over compensation) Bozulan dengeyi yeniden kurma ya da bir sakatlığı
orta düzeyden de öteye geçen ödünleme çabaları. Bkz. ödünleme.
aşırı sinirsel duyarlık (erethism) Bedenin herhangi bir parçasına ya da tümüne ilişkin
sinirlerde görülen, normalin üstündeki duyarlık.
aşırı taşkınlık (hypermania) Taşkın-çöküntülü ruh hastalarında görülen aşırı etkinlik,
konuşkanlık ve girişkenlik durumları.
aşırı uyku hastalığı (hypersomnia) En az bir ay, hemen her gün ya da dönem dönem,
daha az sürelerle ortaya çıkan az uyuma ile aşırı gündüz uyuklamaları, uyku atakları ve
uyandıktan sonra tam uyanıklık durumuna geçmede gecikme (uyku sarhoşluğu) durumu.
aşırı üstünlük çabaları Bkz. bireysel psikoloji.
aşırı yeme Bkz. şişmanlık.
aşırı yüklü düşünce (overcharged idea) Bastırılmış ruhsal enerjiyle aşırı yüklü olması
yüzünden kişinin rüyalarında sürekli olarak türlü simgeler ve özdeşimler biçiminde
kendini dışa vuran çatışma.
Aşil kirişi (Achilles tendon) Vücuttaki en uzun kirişlerden biri. Bu kiriş, vücuttaki baldır
kasını topuk kemiğine bağlıyor.
Aşil refleksi (Achilles reflex) Aşil kirişine hafifçe vurulduğunda topukta görülen
refleks hareketi.
aşk (love) Kimi kez sevgiyle yakın anlamlarda kullanılsa da sevginin daha ötesinde,
ondan daha yoğun ve hastalıklı bir duyguyu anlatmak için kullanılan bir kavram.
Yoğun bir biçimde sevdiği kişiyi insanın özellikle başlangıçta kendisi gibi algılaması,
çoğu kez nedenini bilmeden, onunla ortaklık kurma isteği duymasına yol açıyor. Bu
yoğun, sıra dışı sevginin başladığı ve sürdüğü dönemde kişi, sevdiğini varlığına
katmayı, kendisini de tümüyle sevgilisine vermeyi ve iki varlığın bir bütün olmasını
istiyor. Görüldüğü gibi, bu anlamdaki aşk, gerçekleşmesi olanaksız bir özlemdir.
Aşkı aşırı yoğun bir duygu biçiminde yaşayan kişi, âşık olduğu kişiyi ayrıntılı olarak
tanımayı bekleyemiyor; böyle bir gereksinimi duymuyor. Ancak, birbirine âşık
olanlar, eğer zamanla birbirini yakından ve ayrıntılı olarak tanıyıp birbirinin özel
gerçekleriyle yüzleştikten sonra da aralarındaki güçlü sevgi ve bağlılığın varlığını
koruduğunu görürlerse bu birliktelik ömürlü oluyor. Zamanın bitirdiği, gerçek aşk
değil, var olduğu sanılan aşktır. Gerçek aşk, bir iki şey dışında, kendisi için her
şeyden vaz geçilebilen bir duygudur. Aşk denen tutkuyu yaşayan kişi, tutkun olduğu
kişiye kavuşsa bile, zaman içinde bu tutku değişikliğe uğruyor. Çünkü bu yoğun duygu,
insanı çok yüksek devirli bir yaşamın içine sokuyor. Oysa insan bedeni, uzun süre
yüksek devirde yaşayamıyor; bir süre sonra bu devir düşüyor. Kişi, bir süre sonra
kendine dönme isteği duyuyor ve eşine, o ilk duygularla bağlılıktan kurtulmanın
yollarını arıyor. Onda eksikler, kusurlar görmeye; onu kendisinden soğutacak durumlar
yaratmaya başlıyor. Eşinin varlığı, duygu ve düşünceleri, eski değer ve önemini
yitiriyor. İşte bu noktada ya ortak değerler oranında bir anlaşma gerçekleştirilerek
birliktelik sürdürülüyor ya da ilişki bitiyor. Öyleyse hastalıklı âşığın, eşini artık eskisi
gibi sevmediği biçimindeki yorumda gerçeklik payı vardır. Çünkü onun başlangıçta
tutkuyla bağlandığı kişi, gerçekte bu kişi değildi. O, düşsel katkıları da barındıran bir
sevgiliydi. Kişi, tutkuyla bağlanma aşamasında onun, tam düşlediği sevgili olduğunu
sanmıştı. Birlikte yaşadıkça onu iyi-kötü, güzel-çirkin, güçlü-zayıf, hoş ve hoş
olmayan yanlarıyla; yani, gerçekliği ile tanıyınca büyü bozuldu ve tutkulu aşkın yerini,
biraz da düş kırıklıkları almaya başladı. Gerçek bir aşkla birbirine bağlanan
sevgililerin de birbirini her zaman aynı yoğunlukta sevmeleri söz konusu olamazdı.
İnsan, çok sevdiği kişiyi bile, zaman zaman kendi varlığından kendini az ya da çok
uzaklaştıran birisi gibi görebiliyor. Onun için, eşler, Horney’ın belirttiklerini
anımsayarak sağlıklı bir kişinin de zaman zaman herkesten çok kendini arayabileceğini
akıllarından çıkarmamalı ve bu insan gerçeğini saygıyla karşılamalıdırlar. Bkz. aşk
çılgınlığı; bütüncü kuram; sevgi.
aşk çılgınlığı (erotomania) Cinsel istek ve davranışların hastalık derecesinde
abartılması, cinsellik ile aşırı uğraşma. Bkz. aşk.
aşkınlık (transcendence) Bilgi kuramında, insan aklının kendi iç durumunun sınırlarını
aşıp, kendi dışındaki gerçekliği anlama, bilme yeteneği.
aşkınlık gereksinimi (transcedence need) E. Fromm’a göre, kaotik, geçirgen olmayan
bir evrende bir anlam ve amaç duygusuna ulaşmak, edilginliği aşmak için yaratılan
gereksinim. Fromm’a göre, hem yaratıcılık hem de yıkıcılık, bu gereksinimin birer
dışavurumudur. Bkz. özgürlükten kaçış yaklaşımı.
atacılık Bkz. atavizm.
ataerkil aile (patriarchal family) Evde babanın son sözü söyleyen otorite, ailenin
başkanı, karar verici ve tek geçim sağlayıcısı olduğu; annenin ise tam gün ev kadınlığı
gibi ikincil bir rol oynadığı aile; erkek egemen aile.
ataerkillik (patriarchy) Cinsler arası ilişkilerin katmanlaştığı; erkeklerin siyasal,
ekonomik, toplumsal, kültürel ve askeri yapıların denetimini tekelinde tuttuğu bir
toplum sistemi; erkek egemenliği. Bilinen hemen hemen bütün toplumlar, değişik
ölçülerde de olsa, ataerkil bir yapıdadır. Ataerkil terimi ayrıca, erkeklerin var olan
statüsünü korumayı hedefleyen düşünce ve gelenekler için de kullanılıyor.
atak çocuk (rash child) Fazla eceleci; atılgan. “Atak” deyince günlük dilde bundan,
“etkin, kendiliğinden davranan, doğal, canlı, atılgan çocuk ya da yetişkin” anlaşılıyor.
Atak, bir de olumsuz bir davranış biçimini anlatmak için kullanılıyor. Bu anlamıyla
atak (impulsive), “içtepisel, tepkisel” davranışı dile getiriyor. Bu anlamda atak,
neden-sonuç bağlantısı kuramadan, tehlikeli sonuçları düşünmeksizin eyleme geçiyor.
Atak çocukta okuma yazma güçlüğü, zamanı iyi kullanmayı öğrenememe sorunu da
bulunabiliyor. Ataklık, sözel ve eylemsel biçimlerde görülüyor. Sözel ataklık,
sıklıkla söz kesme, soruyu tam dinlemeden yanıtlama; eylemsel ataklık ise, sonucunu
düşünmeden eyleme geçme biçiminde ortaya çıkıyor. Atak çocuk da hiperaktif çocuk
gibi dikkatini toplamada güçlük çekiyor. Dikkat toplamada en güçlü etken, konuya
duyulan ilgidir. Dikkat toplamada, çevreden gelen uyaranlar da önem taşıyor.
Reklamlarda olduğu gibi, kimi nesne ya da konu üzerine, istemeden de dikkat
çekilebiliyor. Önemli olan, dikkati isteyerek bir konu üzerinde toplayabilmektir. Atak
çocuklar, sürekli huzursuzluk duyuyorlar; evde ve okulda, üzerinde düşünmeden,
konunun çözümüne ilişkin bir plan yapmadan, hemen her işe aşırı bir istekle
atılıyorlar. Bir baskı ile karşılaştıklarında da ölçüsüz tepki gösteriyorlar. Bu çocuklar,
zekâ ve başarı testlerinde, zekâ yönünden kendi düzeyinde olan çocuklardan daha
düşük puan alıyorlar. Çünkü testlerin açıklamalarını anlamada, kendini denetlemede
güçlük çekiyorlar. Zekâ testi uygulanmadan önce, test ve testin yönergesi kendilerine
iyice açıklanınca, bu çocukların zekâ bölümleri yükseliyor. Erken yaşlarda eğitim
verilmeye başlandığında bunlar, sorunu tanımayı ve sorun üzerinde çalışmayı
öğrenebiliyorlar. Normal çocukların 2. sınıftan başlayarak başardıkları dürtü
denetimini atak çocuklar, daha sonraki sınıflarda da başaramıyorlar. Ataklık, aşırı
etkinliğin en dirençli belirtisi olması ve erişkin yaşama uzanarak toplumsal kurallara
aykırı (antisosyal) davranışlara yol açması nedeniyle de önem taşıyor. Atak çocuğun
başarılı olması isteniyorsa, bu çocuk, erken yaşlardan başlanarak desteklenmeli,
konulara karşı ilgisi uyandırılmaya çalışılmalıdır. Onun kendi kendine karar
vermesine, ödevlerini kendisinin yapmasına fırsat verilmeli, ortam hazırlanmalıdır.
Görüldüğü gibi ataklık, aşırı etkinlik ve dikkat eksikliği düzeyinde bir bozukluk
değildir; düzenli ve sürekli bir eğitimle olumlu eylemlere dönüştürülebilecek bir aşırı
etkinliktir. Bkz. ataklık.
ataklık Bkz. atak çocuk; eylemsel ataklık; panik atak.
ataksi Bkz. yürüyüş devinim yitimi.
ataksik tip Bkz. beyinsel kötürümlük.
Atatürk’ün eğitime bakışı Bkz. Türklerde eğitim (Türkiye Cumhuriyeti’nde Eğitim
Devrimi ve Sonrası: Mustafa Kemal’in Türk Eğitim Felsefesine ve Politikasına
İlişkin Görüş ve Önerileri)
atavizm (atsvism) 1. Türün uzak geçmişte kalan atalarından birinin özelliklerinin,
sonraki kuşaklardan bir bireyde ortaya çıkması. Örneğin, kalıtsal bir hastalık, birkaç
kuşak sonra organizmada yeniden ortaya çıkıyor. 2. C. Lombrosso’nun, suçluların
çağdaş toplumsal yaşama uyum sağlamakta zorlandıklarını, çünkü insan evriminin ilkel
bir düzeyinde olduklarını belirtmek için kullandığı terim.
ateizm Bkz. tanrıtanımazlık.
ateş korkusu (pyrophobia) Ateşe karşı duyulan aşırı korku; ateş yılgısı. Bkz. fobi.
ateş yılgısı Bkz. ateş korkusu.
atetoyit tip Bkz. beyinsel kötürümlük.
atılganlık Bkz. ataklık; atılganlık eğitimi; girişkenlik; kendini ortaya koyma.
atılganlık eğitimi Bkz. atak çocuk; girişkenlik eğitimi.
atılım (breakthrough, burst) 1. Araştırma ya da kuramsal bilgide büyük bir adım atma,
ilerleme, buluş yapma. 2. Psikolojik tedavide, çok az ilerleme gösteren ya da hiç
ilerleme olmayan bir dönemden sonra hastada olayda, tutumda, davranışta birdenbire
görülen önemli bir değişim, olumlu bir sıçrama; hamle.
Atinalılarda eğitim (education in Athens) Atinalılarda özgürlük sevgisi halka dek inmiş
ve bu, Atinalıların eğitim anlayışlarında da etken olmuştur. Isparta’da olduğu gibi
eğitimin amacı, iyi yurttaşlar yetiştirmekti ve bu iş aileye bırakılmıştı. Baba dışarıda
çalışıyordu. Anne çok cahil olduğu için çocuğa ilk bilgileri köleler veriyordu. Yedi
yaşına giren çocuğu, çocuk yönlendiren ve yöneten bir köle okula götürüp getiriyordu.
Devletin çocuklar için Palastren; gençler için de Gymnasien adı verilen okulları
vardı. Devlet, yurttaşları, erkek çocuklarına jimnastik ve müzik dersi aldırmakla
sorumlu tutuyordu. Çocuk, yedi yaşına dek beden eğitimi görüyordu. Eğitimin bundan
sonraki evresinde özgür yurttaşlar, Paidéia denen eğitimi alıyorlardı. Atina eğitimi,
ruh ile vücudu dengeli bir biçimde geliştirmeyi amaçlıyordu. Ancak, bedeni ve
düşünceyi geliştirmede başarılı oluyorlarsa da istenç eğitiminde başarı
gösteremiyorlardı. Bunun için Xenophon, Atinalılara Isparta eğitimi ile İranlıların
cesaret sağlayıcı eğitimini öneriyordu. Bkz. eğitim tarihi (Batı’da eğitimin gelişimi).
A tipi davranış örüntüsü Bkz. A tipi kişilik.
atipik cinsel davranış (atypical sexual behavior) Toplumda çoğunluğun gösterdiği tipik
cinsel davranışların dışında kalan cinsel davranış; parafili, cinsel sapma.
A tipi kişilik (A type personality) Az zamanda, olabildiğince fazla iş yapma çabası
gösteren, sabırsız, aşırı canlı, saldırgan, yarışmacı ve şiddetli bir zaman baskısı duyan
insanların kişilik tipi; A tipi davranış örüntüsü. Bu kişilerin kan basınçları ve
kolestrolleri yüksektir; çok sigara içtikleri için koroner arter hastalığına yatkınlıkları
vardır. Araştırmalar, kalp krizlerinin, öbür insanlara göre bu kişilerde iki kat fazla
olduğunu gösteriyor. Bu kişiler, psikolojik sorunlar açısından da risk taşıyorlar.
İstekleri sınırsız; buna karşılık kendi üzerlerindeki denetimleri zayıftır. Duyguları
patlayıcı olduğundan, bunlarda başta stres hormonları olmak üzere, özellikle kortizol
yükseliyor. Gerçekte kortizol, depresyonun da nedeni olduğu için bunun üzerinde
durmak gerekir. Bu tipler, genellikle maskeli bir depresyon ve kendilerinden bile
gizledikleri duygusal bir çöküntü yaşıyorlar. Çöküntüyü yenmek için de kendilerinden
vazgeçercesine işe sarılıyorlar. İş, onlar için yaşamsal bir önem taşıyor. Çünkü boş
kaldıklarında depresyonun maskesi düşüyor ve dayanılmaz bir bunalıma giriyorlar.
Onun için yeniden işe sarılmak, en iyi çare oluyor. İş bitiminde eve dönüş, eşlerinin
zoruyla tatile çıkma, onlar için işkence saatlerinin başlaması demektir. Bunlar
eğlenemiyor; amaçsız bir konuşma yapamıyor; kendilerini zorlasalar da konu
bulamıyor; bulsalar bile bunu bir tartışma ve üstün gelme aracı olarak kullanmaya
kalkışarak toplumsal ilişkilerini bozuyorlar. Asla onaylayıcı, boyun eğici ve vazgeçici
olamıyorlar. Her yerde önderliğe oynuyorlar. O nedenle bunların çevrelerinde varmış
gibi görünen toplumsal grup, gerçek bir grup değil; yalancı ve yararcı bir topluluktur.
Daha çok orta sınıf ailelerde yetişen bu tipler, sorulara soruyla ve düşmanca,
saldırgan bir tutumla yanıt veriyorlar. Yarattıkları soğukluk ve eğrilik duygusu
nedeniyle toplumsal grup üyeleri, bunlardan her zaman uzak durmaya çalışıyorlar.
Genellikle uzun süre sabırla yürümeyi, yarışma ve dayanıklılığı gerektiren karmaşık
işleri üstlenen, getirisi yüksek işlere koşullanmış olan bu kişiler, her zaman daha
fazlasını isteyerek, mutsuz yaşamlarının temellerini sağlamlaştırıyorlar. Bütün bu
olumsuzluklara karşın, endüstri toplumlarının, hızlı gelişimlerini önemli ölçüde, bu
insanların bu hasta yönlerine borçlu oldukları ileri sürülüyor. Bkz. B tipi kişilik.
atletik tip Bkz. Kretschmer’in bedensel yapı sınıflaması.
atmık Bkz ersuyu.
atomculuk (atomism) Ruhsal olayların bütünlüğünü, analiz yoluyla temel öğelerine
ayırarak incelemek gerektiğini savunan psikoloji okuluna karşıtlarının verdiği ad;
atomizm. Bu ilkel ve temel öğelerin bütünden önce var olduğu düşünülüyor.
Psikolojinin anlık içeriğinin ya da davranışın, küçük ve yalın parçaları ile daha
başarılı olacağı savunuluyor. İlk davranışçı ve duyumcular, atomcu akımlardır. Bu
görüş çok eleştirilmiştir. Bkz. indirgemecilik.
atomizm Bkz. atomculuk.
atrofi Bkz. Alzheimer hastalığı.
avcı-toplayıcı toplum (hunter and food-gathering society) Yerleşik bir örgütlenmeye
sahip olmayan; geçimini avlanma ve yenilebilir yabanıl bitkileri toplayarak sağlayan
toplum biçimi.
Aveyronlu vahşi çocuk (Wild boy of Aveyron) 1800’lü yıllarda Aveyron dolayındaki
ağaçlıklarda bulunan; Fransız eğitimcisi ve Doktor Jean Itard’ın, üzerinde kapsamlı
bir araştırma yaptığı ve eğittiği toplumsallaşmamış çocuk. Ailesince normal olmadığı
gerekçesiyle terk edildiği varsayılarak çocuğun toplumsallaşma, dil öğrenme ve
eğitilme konusunda gösterdiği gelişmeler, genelde eğitimdeki; özelde de zihinsel
engelli çocukların eğitimindeki yaklaşım ve uygulamalarda önemli ölçüde etkili
olmuştur.
avuçlama refleksi (grasp reflex, Palmer reflex) Yeni doğan çocukların avuç içine
parmak ve benzeri bir nesne konulduğunda ya da avuç ve tabanları gıdıklandığında el
ya da ayak parmaklarıyla yaptıkları kavrama hareketi.
ayakta duramama (astasia) Kas eşgüdümsüzlüğü yüzünden ayakta duramama; astazi.
aybaşı (menstruation) Dölyatağının (rahmin) iç yüzünü kaplayan dokuların kan ve
salgılara karışarak belirli aralıklarla döl yolundan dışarı atılması, adet görme.
Aybaşı, yumurtalığın attığı yumurta (ovum) döllenmediğinde gerçekleşiyor. Kadında
iki aybaşı arasındaki süre (adet çevrimi), ortalama 28 gündür. Bununla birlikte, 21 ile
35 gün arasında değişen çevrimlere de rastlanıyor. Çevrimin başlangıcında
dölyatağının iç yüzünü kaplayan endometriyum tabakası ince; yumurtalıklar da
hareketsizdir. Sonra hipofiz bezinin salgıladığı hormonların etkisiyle
yumurtalıklardan birinde bir kesecik (graaf folikülü) olgunlaşıyor. Östrojen,
keseciğin içinde endometriyumun kalınlaşmasını ve damarlarının çoğalmasını
sağlıyor. Aybaşı çevriminin ortalarında atılan yumurta, çatlayan kesecikten çıkarak
girdiği fallop borusunda dölyatağına doğru yol alıyor. Yumurtlama sonrasında
yumurtayı dışarı atan kesecik hücreleri birleşerek sarı cismi (corpus luteum’u)
oluşturuyor. Sarı cisim, bir yandan östrojen salgılamayı sürdürürken, bir yandan da
endometriyumun salgılama aşamasına geldiğini gösteren progesteron hormonunu
üretmeye başlıyor. Hücrelerinin ve salgı bezlerinin şişmesiyle endometriyum
kalınlaşıyor ve döl yatağı, yumurtayı barındırmaya hazır duruma geliyor. Eğer, atılan
yumurta döllenmişse, endometriyuma yerleşip gelişmeye başlıyor. Döllenme
gerçekleşmemişse, yumurta ölüyor; yumurtalık da hormon salgısını durduruyor.
Salgının kesilmesi, endometriyumdaki kan damarlarının kasılmasına ve sonuçta
dölyatağı içi dokuların parçalanıp dökülmesine yol açıyor. Bunun ardından adet
kanaması başlıyor. Parçalanan endometriyum, kanla birlikte dışarı atılıyor.
Endometriyum dokusu, bir sonraki çevrimin hücre çoğalması aşamasında yenileniyor.
Aybaşı, genellikle 11 ile 13 yaşları arasında başlıyor. İlk aybaşı dönemleri, biraz
düzensiz ya da fazla kanamalı olabiliyor; zamanla kendiliğinden düzene giriyor. Her
kanama dönemi yaklaşık 5 gün sürüyor. Bununla birlikte akıntının süresi ve miktarı,
kişiden kişiye büyük ölçüde değişiyor. Kimi kadınlarda kanama öncesinde, göğüslerde
ve karnın alt bölgelerinde duyarlık ve ağrı, duygusal gerilim ya da dokularda sıvı
birikmesine bağlı gerginlik görülebiliyor. Kanama sırasında da dölyatağı, parçalanmış
dokuları ve kanı dışarı atmak için kasıldığında, az ya da çok ağrı duyulabiliyor.
Aybaşına ilişkin başlıca işlev bozuklukları; hormon dengesizliğine, alt karın
bölgesindeki organların hastalığına ya da duygusal gerilimlere bağlı olan düzensiz ya
da aşırı kanamalar ve adet yokluğu (dismenore)’dur. Gebelik döneminde ve doğumu
izleyen belli bir süre aybaşı görülmemesi doğaldır. Çocuğunu emziren annelerde 6 ay
kadar adet kanaması olmayabilir. Yumurtlama, her aybaşı çevriminin hemen hemen
tam ortasında gerçekleşiyor ve ondan başlayarak yaklaşık iki gün boyunca yumurta,
döllenmeye elverişli durumunu koruyor. Gebelikten korunmak için uygulanan takvim
yöntemi, kadınların çoğunda yumurtlamanın hep aynı zamana rastlaması ilkesine
dayanıyor. Ancak, her ay, değişebilen uzunluktaki düzensiz adet çevrimlerinde
yumurtlama zamanı belirsizdir. Genellikle düzenli aybaşı olan kadınlarda da
yumurtlama zamanı, umulmadık değişiklikler gösterebiliyor. Aybaşı kanaması düzenli
olmasına karşın kimi kadınlarda kısırlığın nedeni, yumurtalığın yumurta
üretmemesidir. Gebeliği önleyici hap alan kadınlarda da yumurtasız adet çevrimleri
görülüyor. Bkz. aybaşı kesilimi.
aybaşı kesilimi (menapause) Kadınlarda çocuk yapma süresinin sonu sayılan ve kimi
kez fizyolojik ya da ruhsal sıkıntılara neden olan aybaşı kesilim dönemi; menapoz;
âdet görmeme. Adet görme, yumurtalık etkinliğinin yavaş yavaş azalıp sona erdiği
yaklaşık 45–55 yaşlarına dek sürüyor. Adet dönemleri kimilerinde birdenbire kesilse
de çoğunlukla aybaşı düzensizliklerinden sonra gerçekleşiyor. Aybaşı kanamasının
tümüyle kesilmesiyle birlikte doğurganlık da sona eriyor. Bu dönem, kimi kadınlar
için oldukça sıkıntılı geçiyor. Sıkıntı basması, gece terleme, kaygı duygusu, duygu
salınımları, vajinal kuruluk, cinsel istek dalgalanmaları, unutkanlık, uykusuzluk ve
bundan kaynaklanan yorgunluk gibi belirtiler ortaya çıkabiliyor. Son yıllarda, etkili
tıpsal yöntemlerle bu belirtiler hafifletilebiliyor. Bkz. aybaşı.
aydın (intellectual) 1. Yoğun biçimde zihinsel etkinlik gösteren, gerçeğin bilgisinin
ardında koşan, önyargısız, özgürce düşünebilen, eleştiriye açık, güzelliği duyabilen
kişi; entelektüel, münevver, aydın kişi. 2. Kendi tarihsel ve toplumsal konumunun
bilincinde, içinde yaşadığı toplumun sorunlarının farkında olan, sorumluluk duygusu
gelişmiş, bu özellikleri nedeniyle de topluma öncülük etme rolünü üstlenmiş dürüst,
ölçülü kişi. Bkz. aydın despotizmi; çevre aydını; dürüstlük; eleştiriye açıklık;
güzelliği duyumsama; ölçülü davranma; önyargısızlık; özgür düşünme; sahte
aydın.
AYDIN KİM?
Doğan KUBAN
İnsan yaşamında üzerinde anlaşma olan tanımlar olmasa toplumlar yaşayamaz. Fil,
fare, ağaç konusunda anlaşmazlık olmaz; uzun-kısa, şişman-zayıf bağlamında
olmaz. Ekmek, peynir tanımında da yanılmıyoruz. Doğrusu istenirse, üzerinde
anlaştığımız kavramlar ve sözcükler yaşamaya yetiyor. Fakat bunlarla aydın
olunmuyor. Geniş bilgi, zengin bir sözlük, yabancı dil bilmek, yüksek okullardan
mezun olmak da kanımca aydın sıfatını almak için yeterli değil. Kaldı ki bu düzeyde
anlaşmak belki de olası da değil. Tartışma boyutunu bırakmak için kimseye bir öğüt
ya da yol gösterme amacım olmadan, kendi aydın tanımımı okurlara sunacağım.
Aydın Tanımım
Tanımlamaya çalıştığım insanın amacı, insanları birleştirmek için aydınlatmak. En
azından birbirleriyle iletişimi asla kesmeyecek kadar uygarlaşmak. Fakat bu,
politika temelinde değil; insanlık temelinde olması öngörülen bir etkileşimdir.
Kanımca aydın, tek bir öğretinin, bir liderin izleyicisi olmayandır. Aklının kabul
ettiği düşünceleri izler. Fakat düşüncenin çeşitliliğine de inanır. Dolayısıyla başka
türlü düşünenlere ve sonuçta dünyaya karşı hoşgörülüdür. Cahile karşı da
hoşgörülüdür.
Hoşgörülü olmak, teknoloji dünyasının ve kapitalizmin robotlaştırmasına karşı
direnmek demektir. Fakat bu farklılıklar kendinin üstünlüğünü kanıtlayan bir
nitelik olarak, yani gerçeği kendisi dışında kimsenin bilmediği şeklinde
yorumlanmamalıdır. Bu da kimseyi farklı düşünceden dolayı mahkûm etmemek
anlamına gelir. Bu, insanlık tarihinin en yüksek ideallerinden biri olan alçak
gönüllü olmaktır.
Tarih, özgür düşünce arayışının düşünenleri kolayca ölüme götürdüğünün sonsuz
örnekleriyle doludur. Demokrasi insana bu güvenliği sağlayan bir sistemdir. Fakat
bu, insanların çoğunun sahip olamadığı bir şeydir. İslam ülkelerinde yoktur.
Komünist ülkelerde yoktur. Rusya’da yoktur. Çin’de yoktur. Bütün baskıcı
rejimlerde aydınlar acı çekmeye devam ediyorlar. İnsan doğası kolay ehlileşmiyor.
Sadece bazı Avrupa ülkelerinde özgür düşünce ve bağımsız yargı, farklı
düşünenlere biraz daha anlayışlı davranıyor.
Cehalet olan yerde, Jefferson’un yineleyip durduğum sözüne göre, demokrasi
olmaz. Bir diktatörün yandaşı da aydın olabilir. Fakat ‘engagé’ bir aydındır. Yani
bir takımadamıdır. Bu nedenle ‘aydın, mücadelesini özgür olarak yapan kişidir’
demek gerek.
Gerçi ‘engagé’ olmak da aydının hakkıdır. Fakat bu, toplumun gelişmesi ile ilgili
bir yasal durumdur. Aydın, benimsediği düşünce akımı içinde de bağımsız
kalabilen biridir. Bu bağlamda politik bir öğretinin temsilcisi Heidegger de olsa,
aydın sayılmamalıdır.
Burada aydın kişinin bir özelliği daha ortaya çıkar. Aydın, uğrunda mücadele
verdiği akıma karşı da bağımsızdır.
Günümüz ortamında böyle bir insana garip bir aziz gibi bakmak gerek. Avrupa
tarihinde kaç düşünür var, kiliseye karşı çıkan? Osmanlı tarihinde kaç kişi var,
sultanın uşağı olmayan?
Aydının bence bir özelliği de mal mülk endişesini aşmış olmasıdır.
Bu amaç, menfaat edinmek için fikir değiştirmeye uzandığı zaman, o adam aydın
cüppesini çıkarmalı.
Kimin aydın olduğu tartışması, içi boş bir tartışma değil; ama tam dolu olduğu da
söylenemez. Sonuçta ortada kişisel bir seçimden başka bir alternatif kalmıyor.
Benimki şöyle özetlenebiliyor:
Aydın, bir öğreti ya da liderin takipçisi değildir;
Aydın, bir örgüt adamı değildir;
Aydın, bağımsız bir düşünürdür;
Düşüncenin çeşitliliğine inanır;
Bilgeye de cahile karşı da, inançları ne olursa olsun, hoşgörülüdür;
Alçakgönüllüdür. Kişisel özgürlüğünü koruduğu sürece kendini bir öğretiye
adamış aydın da olabilir. Fakat özgürlüğe karşı savaşan, aydın değildir. Aydın
düşüncesi satın alınamaz.
(……)
Aydın hep yalnız mıdır? Burada yanıt ‘evet’tir. Aydın yalnızdır. Kuşkusuz her
aydın bir Prometheus değildir. (CBT 1292/2, 23 Aralık 2011)
aydın despotizmi (intellectuals’ despotism) 1. Bir toplumu denetimleri altında tutmak
ve kendi egemenliklerinin sürmesini güvence altına almak isteyen bilim, kültür ve
sanat insanlarının her türlü seçenek düşünce ve karşıt oluşuma karşı takındıkları
baskıcı, höşgörüsüz ve acımasız tutum. Bkz. aydın. 2. Düşünce yaşamının çeşitli
köşebaşlarında yerleşik aydınların, yeniye geçit vermeyen tekellerini ısrarla
koruma çabasında olmaları, baskıcı bir tutumla düşünce ve sanat yaşamını
vesayetleri altında tutmaya çalışmaları ve gençler üzerinde zihinsel denetim ve
toplumsal baskı oluşturma eğilimlerinin despotik bir niteliğe dönüşmesi.
aydınlanma (enlightenment) Genel olarak bir konuyu anlama, kavrama, öğrenme,
içselleştirme, o konuda fikir sahibi olma, aydınlığa kavuşma.
aydınlanma dönemi (age of reason) Batı düşüncesinde sanattan siyasete; felsefeden
bilime dek her alanda en son karar organı ve en sağlıklı bilgi kaynağı olarak insan
aklının temel alındığı düşünce ve yaklaşımların egemen olduğu 17. yüzyılın sonu ile
19. yüzyılın başı arasındaki dönem; aydınlanma çağı, akıl çağı. 20. yüzyıl, uzaya
gidilmiş olması nedeniyle uzay çağı; bilgi teknolojisindeki gelişim nedeniyle de bilgi
çağı gibi seçenek adlarla nitelendiriliyor. Bkz. Batı’da eğitimin gelişimi.
ayıklama 1. (selection) Seçme. 2. (elimination) Belli noksan ya da kusurları olan
kişileri testler aracılığı ile ötekilerden ayırma; eleme. Akademik (öğrenim) yeteneği
düşük olanları, işitme kaybı bulunanları ayırma, bu anlamda bir işlemdir.
ayıramazlık dönemi (dissociation period) Piaget’ye göre, çocuğun algıladığı
nesneleri, olayları birbirinden ya da kendi benliğinden ayıramadığı gelişim dönemi.
Bkz. bilişsel gelişim kuramı.
ayırıcı ketleme (differential inhibition) Pavlov’a göre, koşullu uyarana çok az
benzeyen uyaranlara karşı koşullu tepki yapamama. Bkz. PAVLOV, İvan Petroviç.
ayırma Bkz. yalnızlaştırma.
ayırt edici çözümleme (discriminant analysis) Bağımlı değişkenin açık, kesin
değişkenlere bağlı olduğu durumlarda kullanılan bir gerileme (regresyon) çözümleme
biçimi; diskriminant analiz. Bunun en basiti, “var”, “yok” gibi iki ulamlı bağımlı
değişkendir.
ayırt edici dağılım (discriminal dispersion) Ayırt edici tepkilerin belli bir ortalama
çevresinde dağılımı ya da yayılımı. Bu, ayırt edici tepkilerin gruplaşma eğilimi
çevresindeki dağılım sıklığı anlamını taşıyor. Örneğin, bir uyarıcıya yapılan ortalama
tepkiyi x değeri ile gösterirsek, bu uyarıcıya yapılan x değerinden küçük ya da büyük
öteki tepkiler, genellikle normal bir dağılım eğrisi oluşturuyorlar.
ayırt edici uyarıcı Bkz. edimsel koşullama.
ayırt etme (discrimination) 1. İki ya da daha fazla nesne ve uyaranların yeğinlik, nitelik
ve kimlik açısından aralarındaki ayrımı anlama; iki ya da daha fazla uyarıcıyı
birbirinden ayıran nitelikleri görme ya da farklı uyarıcılara, bu ayrıma dayanarak
farklı tepkiler verebilme; tefrik etme, fark etme. Bu, kuramsal olmaktan çok,
uygulamaya yönelik bir tanımdır. Örneğin, işlemsel ya da klasik koşullamada
organizmanın uyarıcıları birbirinden ayırt ederek ayırt edici uyarıcıya tepki vermesi,
sinyal saptama kuramında kişinin iki sinyal arasındaki farkı ya da sinyallerle parazit
arasındaki farklı düzeyleri ayırt edebilmesi gibi bağlamlarda kullanılıyor. 2.
Davranışçı yaklaşımın öğrenme ilkelerinden biri. Öteki üç öğrenme ilkesi
genelleme, pekiştirme ve söndürmedir. Bkz. eşik; ayrımcılık.
ayırt etmeyi öğrenme (discrimination learning) Belirli bir durum ya da uyarıcıya karşı
belirli bir davranımı yapmayı öğrenme. Bu öğrenme, hem tepkisel hem de edimsel
olabiliyor. Konuya edimsel koşullama açısından bakılırsa, uyarıcılardan biri varken
davranımın sıklığı artacak; öbür uyarıcı varken de pekiştirilmediği için azalacak
demektir. Bu durumda organizma, birinci uyarıcıyı ayırt etmeyi öğrenmiştir; yalnızca o
uyarıcı olduğunda davranım sıklığı artacaktır. Örneğin, çocuk, çok küçük yaşlarda
anneyi babadan ayırt etmeyi öğreniyor.
ayırtı (nuance) Benzer şeyler arasında bulunan ve onları birbirinden ayıran ince ayrım;
nüans. Renk türü ve doygunluk bakımından değişmez kalıp, yalnızca içindeki ak-kara
oranı; yani açıklık-koyuluk açısından değişiklik gösteren ince ayrıntılı renk türleri.
Ayırtı, seslerdeki ince ayrımcıklar için de kullanılıyor.
ayla etkisi (halo effect)) Bir özelliği değerlendirirken kişinin, değerlendiricinin öteki
kişilik özelliklerinin ya da kişiliğinin tümünün olumlu ya da olumsuz yönde etkisinde
kalması; halo etkisi.
aynılık ve süreklilik duygusu Bkz. insanın sekiz çağı ((5) Kimlik Karmaşasına Karşı
Kimlik Duygusunun Gelişimi).
aynı yumurta ikizleri Bkz. gerçek ikizler; özdeş yumurta ikizleri.
ayral çocuk (exceptional child) Bedensel, zihinsel, duygusal ve davranışsal edimi,
genel ortalamanın önemli ölçüde üstünde ya da altında olan; bu nedenle özel eğitim
gerektiren çocuk; ayrık çocuk, özel eğitim gerektiren çocuk. Ayral çocukları
bedensel, görme, işitme, öğrenme ve benzeri engelli ya da zekâ katsayısı çok yüksek
çocuklar oluşturuyor. Bu terim, her iki uçtaki aşırı ayrılıklar için de kullanılıyor.
Üstün ve geri zekâlıların yanı sıra, iriler ve cüceler de ayrık sayılıyor. Bugün bu
terimin, yalnızca engelliler için kullanılma eğilimi görülüyor. Özellikle Kanada’da bu
terimin yerine güçlüğü olan çocuk (enfant endifficulte) terimi kullanılıyor; öğrenme
ve uyum güçlüğü olan her tür çocuk, bu terimle anlatılıyor.
ayrıcalıklı konum Bkz. büyük, ortanca, küçük ve tek çocukta kişilik gelişimi.
ayrık (atypical) Bir sınıf ya da grubun özelliklerinden birinde ya da daha çoğunda açık
seçık bir ayrılık gösterme, tipe uymama eğilimi; müstesna, ayral, kuraldışı, tipik
olmayan. Bu terim, kesinlik taşımıyor. Örneğin, normal çocuklar arasında kör bir
çocuk ayrıktır; gözsüz doğan bir çocuk ise körler arasında ayrık sayılır. İlk çocuklukta
normal sayılan inatçılık, daha sonraki yaşlarda da görülürse ayrık olarak niteleniyor.
ayrık çocuk Bkz. ayral çocuk.
ayrılık kaygısı (separation anxiety) Anne ya da bakıcının ayrılması, ayrılacağının
anlaşılması durumunda bebeklerde görülen ağlama, heyecanlanma, anneye ya da
bakıcıya sarılma biçimindeki bir dizi korku tepkisi. Bu tür kaygılar, 6. aydan sonra
duyumsanıyor ve 10. ayda doruğa çıkıyor. Sonraki yıllarda da sevilen kişilerden
ayrılma, bunların benzeri bir kaygı yaratabiliyor. Bkz. anne yoksunluğu sendromu;
ayrılık kaygısı bozukluğu; yabancı kaygısı.
ayrılık kaygısı bozukluğu (separation anxiety disorder) 18 yaşından önce başlayan ve
ortada bir ayrılma belirtisi yokken ve kişinin evden ya da bağlı olduğu kişilerden
ayrılacağına ilişkin duyduğu kaygı bozukluğu. Bozukluk, sevilen kişilerin başına bir
şey geldiği ya da bu kişileri yitireceği korkusu; yitme, kaçırılma korkuları; evde
sevdiği kişilerle kalabilmek için okula gitmeyi, evde tek başına kalmayı, yalnız
uyumayı reddetme biçiminde yaşanıyor. Bunların yanı sıra konusu ayrılma olan
karabasanlar görme; huysuzluk, ağlama, yalvarma, duyumsamazlık, depresyon,
ayrılmanın söz konusu olduğu dönemlerde bedensel yakınmalar ve benzeri
biçimindeki belirtilerle ortaya çıkıyor. Bkz. ayrılık kaygısı; anne yoksunluğu
sendromu; okul korkusu.
ayrılık kaygısı testi (separation anxiety test) Büyük çocuklarda ve ergenlerdeki
bağlanma niteliğini ölçmek ve başkalarıyla yakın ilişkilere değer verenlerle
reddedilmeye neden olabilecek davranışlar gösterenleri birbirinden ayırt etmek için
geliştirilen topografik bir test.
ayrılma-bireyleşme (separation-individuation) Psikanalist Margaret Mahler’e göre,
anne-çocuk ilişkisinde sembiyotik evreyi (bağımlılık evresini) izleyen ve bebeğin
giderek kendini annesinden ayrı gördüğü, kendine özgü bireysel bir kimlik duygusu ve
oransal bir bağımsızlık kazandığı evre. Mahler bu evreyi farklılaşma, deneme,
barışma (deneme döneminde ağır basan annenin bir ölçüde farkında olmama
durumundan, anneye yönelik etkin yaklaşım) ve ayrılma-bireyleşme (kendine özgü
farklı bir kimliğin, ayrılığın ve bireyselliğin farkına varma) olarak dört alt evreye
ayırıyor. Bkz. bağımlılık; bağımsızlık; bireyleşme; bireylik; kişilik bağımlılığı;
kişilik bağımsızlığı.
ayrım (segregation) 1. Sosyal psikolojinin konusu olan ırk, etnik köken, cinsellik, sınıf,
din gibi toplumsal-kültürel farklılıklar nedeniyle insanların yerleşim ve yaşam
alanlarının birbirinden ayrılması. Örneğin ayrı okullara gitme, ayrı toplumsal
tesislerden yararlanma gibi. 2. Biliş psikolojisi ve algı psikolojisinde, düşünce
süreçlerinin birbirinden ya da figürün kendini çevreleyen şeylerden ayrılması.
Bkz. bölmeleme; figür-zemin. 3. Kalıtımbilimde meyoz bölünme sırasında homolog
kromozomlarının farklı gametlere bölünmesi.
ayrımcılık (discrimination) Sosyal psikolojinin konusu olan etnik köken, cinsellik,
toplumsal-ekonomik statü, yaş, cinsel yönelim, ideoloji, bedensel engel gibi etkenlere
dayanan bir önyargıya göre davranma; bu tür etkenlerden dolayı belli bireylerin ya da
grupların belli kaynaklara ulaşmasını kısıtlama. Bu ayrım, hem bireysel boyutta hem
de sistemli ve kuramsal boyutta olabiliyor. Bkz. önyargı; pozitif ayrımcılık;
siterotip.
ayrımında olma Bkz. fark etme,
ayrımlar ruhbilimi Bkz. farklar psikolojisi.
ayrımsama (awareness) Kişinin kendi içinde ya da dışındaki duygu, algı, düşünce gibi
bir uyarımın bilincinde olması; fark etme. Bkz. tanıma.
ayrışık (heterogeneous) 1. Kendini oluşturan öğelerin birbirinden ayrılmasıyla
bileşikliği bozulmuş olan, ayrılmış olan. 2. Aynı türden olmayan, ayrı cinsten, çeşitli;
muhtelif, heterojen.
ayrışmamış ruhsal enerji Bkz. yapısal kuram.
ayrışmazlık (dissociaton) Piaget’ye göre, maddi dünyadaki olgulara ilişkin algıların
birbirinden ve benlikten ayırt edilmediği bir erken çocukluk gelişim evresi. Bkz.
bilişsel gelişim kuramı.
ayrıştırma (disaggregation) 1. Bir şeyi bileşenlerine ayırma. 2. İstatistikte iki ya da
daha fazla bağımsız değişken arasındaki ilişkiyi üçüncü bir bağımlı değişkenin
etkisini denetleyerek çözümleme (analiz etme).
ayrı yumurta ikizleri Bkz.olağan ikizler.
az başaran (underachiever) Beklenenden; yani, standart yetenek testlerinin ya da
zekâ testlerinin sonuçlarına dayalı olarak kestirilenden daha başarısız olan. Kişinin
beklenenin altında bir performans göstermesine birçok etken neden oluyor. Aşırı
rekabet ortamı, katı bir yapı, dışardan değerlendirme ve eleştirinin aşırılığı, duygusal
sorunların ve aile çatışmalarının yaşanması bu etkenlerdendir. Bkz. çok başaran.
az görme (partially-sightedness) Bütün düzeltmelere karşın her iki gözdeki görme gücü
onda üçten aşağı (1/10 ile 3/10 arası) olma; özel birtakım araç ve yöntemler
kullanmadan eğitim öğretim çalışmalarından yararlanma olanağı bulamama; görme
engeli bulunma.
azınlık grubu (minority) Maddi ya da kültürel özelliklerinden dolayı egemen grupça
haksız işlem yapılan ve kendilerini yaygın ayrmcılığın nesnesi olarak gören ırksal,
dinsel, etnik ya da toplumsal bir grup; azınlık kümesi.
azim (determination) Bir kimsenin bir işteki engelleri yenme istenç, istek ve kararı;
engelleri yenmek için kesin karar.
az yetenekliler Bkz. eğitim.
B
baba betisi (father figure) Bireyin, gerçek babasının yerine koyduğu ya da babasının
yerini alan, onun rolünü üstlenen ve bir bağlanma, özdeşim işlevi gören kişi. Bu kişi,
üvey baba ya da bireyin olgunlaşıp bir erkek olma sürecinde kendi kafasındaki “baba”
imgesine uygun biri olarak seçtiği kişidir.
babaerkil aile (paternal family) Otoritenin babada toplandığı aile. Bkz. ataerkil aile;
ataerkillik.
baba imgesi (father image) Çocuğun babasına ilişkin geliştirdiği tasarım.
baba karmaşası (father complex) Erkek ya da kız çocuğunun, babasına karşı aşırı bir
duygu bağı geliştirmesi. Bu karmaşa, Freudcularca Elektra karmaşasıyla anlamdaş
sayılıyor. Bkz. baba saplantısı; babaya karşı tutku.
baba saplantısı (father fixation) Kişinin ilgi ve duygularını babası üzerinde toplaması
ve başka kişilere yöneltmekte yetersizlik göstermesi. Bkz. baba karmaşası; babaya
karşı tutku.
babaya karşı tutku (Electra Complex) Freud kuramına göre, kızlarda, bastırılmış
olan, baba ile ilişki kurma isteği; erkekteki Oedipus karmaşasının kadındaki
karşılığı; Elektra kompleksi; Elektra karmaşası. Yunan mitolojisinde yer alan bir
söylenceye göre Elektra, Misena kralı Agamemnon’un kızıdır. Agamemnon, Trova
Savaşı’ndan zafer kazanmış bir komutan olarak evine döndüğü gün, karısı
Klitemnestra ve âşığı Egistus tarafından öldürülür. Bu nedenle Elektra, annesinden
nefret eder; ama sarayda onun yanında yaşamını sürdürür. O sırada sürgünde bulunan
erkek kardeşi Orestes’in büyüyüp annelerinden öç alacak yaşa gelmesini bekler.
Orestes döndüğünde Elektra, onun, annelerini öldürmesine seve seve yardım eder.
Gerçekte, Elektra da Oedipus gibi bu olaya elinde olmadan karışmıştır. Bilmeden,
korkunç alın yazısının gereğini yapmıştır. Kişilerin, kendi iç çatışmalarının bilincine
varmamış olmaları, tüm karmaşaların ortak ve kaçınılmaz yanıdır. “Elektra
Kompleksi” terimini ilk kez, Freud’la birlikte çalışmış bir psikolog olan Stekel
kullanmıştır. Freud ise iki cins için de “Oedipus karmaşası” terimini kullanmayı
yeğlemiştir. Bununla birlikte, kız çocuklarında Oedipus karmaşasının çok daha değişik
ve karışık bir biçimde yaşandığını vurgulamıştır. Psikanalistler, 3-6 yaş arasındaki
kız çocuklarının da önce erkek çocuklar gibi annelerini sevdikleri kanısını taşıyorlar.
Ondan sonra kız çocuklarının asıl sevgisi, babalarına yönelik olarak gelişiyor. Kız
çocuğu, kendisinin penisinin olmadığının ayrımına vardıktan sonra, bu eksikliğinden,
annesini sorumlu tutuyor. Annesinin de penisinin olmadığını anladıktan sonra,
annesine yönelik sevgi-nefret duyguları artıyor. Kendisinde olmayan penisi, babasının
ona verebileceğini düşünüyor. Erkek çocuklarında olduğu gibi kız çocuklarında da
anne babanın birinden gelecek olan cezanın korkusu, öbürüne yönelik tutkunun hızını
azaltıyor. Bu ceza korkusu, normalde karmaşanın çözümünü sağlıyor. Ancak, Freud’a
göre kız kendini iğdiş edilmiş duyumsadığı için onda erkek çocukta bulunan derin ve
güçlü ahlak duyguları ve vicdan oluşmuyor. Bu nedenle kızların Elektra karmaşası çok
daha yavaş çözülüyor; kimi de hiç çözülemiyor. Bunun sonucu olarak kızlar, erkekler
kadar erken ve onlardaki kadar yetkin biçimde gelişmiyorlar. Yaşamının oldukça ileri
dönemlerinde bile bu durumdan ancak, yarı yarıya kurtulabiliyorlar. Buna bağlı olarak
üstbenliğin gelişimi de tamamlanamıyor. Karmaşa, kızın “penissizlik” durumuna
tümüyle alışıp bunu olağan kabul ettiğinde tam olarak çözüme kavuşabiliyor. Kadının
içindeki penise kavuşma isteği, zamanla bir çocuğa sahip olma isteğine dönüşüyor.
Çocukluğunda babasından bir çocuğunun olmasını isteyen kız, cinsel olgunluğa
ulaştıktan sonra kendine bir eş arıyor. Bilinçdışının etkisiyle babasına benzer bir eş
seçiyor. Bu eş, ona aradığı tek şeyi; çocuğu (penisi) verecektir. Kadın, ancak yıllardan
beri özlemini çektiği penisi, gelirken beraberinde getiren bir erkek çocuğa sahip
olabildiği gün, o zamana dek karşılıksız kalmış olan gereksinimi karşılamış, penis
kıskançlığını ortadan kaldırmış oluyor. Freud’un deyişiyle “Bir anneye katıksız
mutluluk veren tek şey, oğlu ile olan ilişkisidir. İki kişi arasında kurulabilecek en
yakın, en eksiksiz ve en az değişen, bu ilişkidir. Herhangi bir evlilik bile, kadının,
kocasını kendi oğlu durumuna getirip ona bir anne gibi davranmaya başlayıncaya dek
tam anlamıyla sağlamlaşmış sayılamaz.” Kadına ilişkin görüşlerin, Freud kuramlarının
en zayıf noktası olduğu; kadın gelişiminin cinsel yanı ve özellikle “penis” üzerinde
fazla durduğu ileri sürülmüştür. Freud kuramlarının, kendi kültüründen ve
deneyimlerinden etkilendiği konusunda yaygın bir kanı vartdır. “Viyana burjuva
çevrelerinde egemen olan sıkıcı hava ve o zamanın tipik bir Avrupalı Yahudi
annesinin oğlu üzerine yapacağı soluk kesici etki”, Freud’un yazılarında açıkça
duyumsanıyor. Freud kuramları, kendi bilinçdışı ile hemen tümü kendi çevresinden
olan hastalarının bilinçdışı incelemelerine dayanıyor. Yaygın görüş, onun bu gerçeği o
kuramların yanlış olduğu anlamına gelmese de kimi aşırı görüşlerin ortaya
konulmasına yol açtığının, kolaylıkla söylenebileceği doğrultusundadır. Bütün karşı
çıkmalara karşın, Freud öğretilerinin odak noktası, hâlâ Batı dünyası psikolojisinin en
önemli çıkış noktası olmayı sürdürüyor. Elektra karmaşasının da Ödip karmaşası gibi,
çocuğun anne babasından birinin sevgisini yalnızca kendine mal etme isteği ve öbür
anne ya da babanın bu yüzden kendisinden öç almaya kalkacağı korkusundan ileri
geldiği, artık hemen herkesçe benimsenmiştir. Öte yandan da öç almasından korkulan
anne ya da babaya karşı duyulan sevgi, çocuğun iç çatışmalarını ve umutsuzluğunu
artırıyor. Küçük yaştaki çocuk, bu duyguları anlayacak ve onlarla başa çıkabilecek
güce sahip olmadığından, bu isteklerin, korkuların ve onlarla ilgili belirlenmiş olan
düşüncelerin tümü, bastırma mekanizması kullanılarak bilinçdışına itiliyor. Anne
babanın davranışları, çocuğu yetiştirme, eğitme biçimi ve çevrenin kültür düzeyi,
karmaşaların güçlenmesi ya da zayıf kalması; bunların çözümünün kolay ya da zor
olması üzerinde çok etkilidir. Ne ki Freud, bunlar üzerinde fazla durmuyor. Ellektra
karmaşasının, zamanı geldiğinde çözümlenememesi, yetişkin kadının erkeklerle
ilişkilerini önemli ölçüde etkiliyor. Bu etkiyle kadının flört dönemindeki davranışları,
küçük bir kızın babasından bir izin koparmak için takındığı kırıtkan ve baştan çıkarıcı
tutumları andırıyor. Üstü kapalı birtakım cinsel vaatler ima ediliyor. Bu tip kadınlar,
cinsel konulu vaatlerini çoğunlukla zaten yerine getirmiyorlar. Elektra karmaşalı
kadınlar, babalarının yerini alabilecek bir kocayı yeğliyorlar. Örneğin bunlar, yaşça
kendilerinden çok büyük, normal cinsel ilişkilerden kaçınan, çekingen, aşırı istekleri
olmayan, sesi soluğu çıkmayan bir kadın arayan erkekle evlenirlerse, karmaşaları
birbirini tamamlayacağı için, kolayca birlikte yaşayabileceklerini umuyorlar. Ancak,
böyle erkekler de bu kadınlar gibi cinsel olgunluktan yoksun oldukları ve her kadında
annelerini aradıkları için güven duygusundan yoksun bulunuyorlar. Bu durum, gittikçe
artan anlaşmazlıklara ve kavgalara yol açabiliyor. Bunların cinsel ilişkileri ise hiçbir
zaman doyurucu olmuyor; çoğu kez mastürbasyon özelliğinin ötesine geçemiyor. İlişki
sonrasında şiddetli bir iç sıkıntısı yaşıyorlar. Elektra karmaşası, tüm kız çocuklarının
normal gelişim özelliği midir? Bu soru, çok tartışılan bir konudur. Çoğu kişinin
vardığı sonuca göre, bu tür iç çatışmalar herkeste bulunabilecek sorunlardan biri olsa
da bunun, bütün kadınların ruhsal yapılarının bir parçası olduğu kuşkuludur. Örneğin,
Avrupalı ya da Amerikalı psikologların kolaylıkla anladıkları babaya ve anneye
tutkunluğu Afrikalı ve Asyalı psikologlar, anlamakta güçlük çekiyorlar. Çünkü bu iki
kesimin kültürleri, anne baba ilişkileri, birbirinden önemli farklılıklar gösteriyor.
Eskimo toplumlarında anne, baba ve çocuklar, buzdan kulübede aynı yatakta çıplak
yatıyorlar. Aynı toplumda erkeğin, evine gelen konukla karısını paylaşması, basit bir
konukseverlik kuralı sayılıyor. Oysa Batı toplumlarında bu tür ilişkiler, çocukların
ruhsal-cinsel gelişimleri üzerinde derin olumsuz etkiler yaratıyor. Bu ve benzerleri,
Elektra karmaşasının evrensel olduğunu söylemeyi güçleştiren nedenlerdir. Çevrenin,
kişinin ruhsal yapısı üzerindeki etkisi konusunda söylenebilecek son sözün henüz
uzağında bulunuyoruz; bu konudaki araştırmalar sürüyor. Bkz. anneye karşı tutku;
ruhsal-cinsel gelişim kuramı.
Babil, Asur ve Sümerlerde eğitim (education in Babilon, Ashur and Sumerians) İ. Ö.
3. ve 4. yüzyıla dek önemli bir kültür merkezi olan Babil ve Asur’un ilk sahipleri
Sümerler ve Akatlardı. Irak’ta İsa’nın doğumundan dört bin beş bin yıl önce Akatlar
v e Sümerler bir çok kent kuruyor ve buraları büyük saraylarla, tapınaklarla
süslüyorlar. Bu kavimlerin daha sonra altından, maden ve demirden kimi süsler
yaptıkları, belli bir para kullandıkları biliniyor. Güçlü bir devlet örgütü oluşturan bu
kavimler, iyi yasalar da yapıyorlar. Matematik ve astronomide gelişme gösteriyorlar.
İ. Ö. İkibinli yıllarda kuzeyden gelen Babil ve Asur kavimleri Sümer ve Akadları
yeniyor ve bu zengin, gelişmiş ülkeye yerleşiyorlar.Bu uluslar, özelliği olan
şekillerden oluşan ve topraktan yapılan çeşitli eşyanın yüzlerine mühür basar gibi
yazılan bir yazıdan yararlanıyorlar. Araştırma ve kazılarda bu yazının birçok örneği
bulunmuştur. Babilliler ve Asurlular, Sümer ve Akatların tersine, kadınlara ve
çocuklara değer vermiyorlar. Buna bağlı olarak çocuk eğitimine de özen
göstermiyorlar. Yalnızca rahiplerin ve Kâhinlerin çocukları, babalarının mesleklerine
girecek biçimde evde eğitiliyor. Bu sınıfın ayrıca okulları da bulunuyor. Okulda
matematik ve astronomi bilimleri öğretiliyor. Bunların yanında, rahipler doktorlukla
da uğraştıkları için, doktorlukla ilgili bilgiler, resim, mimarlık, müzik dersleri de yer
alıyor. Müzik, dinsel törenlere yöneliktir. Okullarda, halkın kutsal saydığı kitaplar
okutturulup anlattırılıyor. Halk, geleneklerine bağlı olduğundan, efsaneler eğitimde
önemli bir yer tutuyor. Babilliler ve Asurlular ilk zamanlarda ruhun ölümsüzlüğüne
inanmazken sonraları, insanın ölümünden sonra ruhun yaşadığına inanmaya
başlıyorlar. Cennet’in birçok güzelliklere sahip; cehennemin ise korkunç bir yer
olduğunu ilahilerinde söyleyerek ruhsal eğitimi gerçekleştirmeye çalışıyorlar. İlahiler
öğrencilere ezberletiliyor; dinsel törenlerde birlikte söyletiliyor. Bkz. eğitim tarihi.
BABINSKI, Joseph François Felix (1857-1932) Özellikle sinir sistemine ilişkin
çalışmalarıyla tanınan Polonya asıllı Fransız nörolog. Babinski, siyasal nedenlerle
Polonya’dan Fransa’ya yerleşen göçmen bir anne babanın oğlu olarak Paris’te doğdu.
1884’te Paris Üniversitesi’nde tıp öğrenimini tamamladıktan sonra aynı kentte
Charcot’nun yanında çalışmaya başladı. 1890’dan 1927’ye dek Pitié hastanesi
Nöroloji Kliniği’nin başkanlığını yaptı. Paris Nöroloji Derneği’nin kuruluşuna
öncülük etti. 1920’lere dek sayısı üç yüzü bulan yayınlarında tifo başta olmak üzere
birçok hastalığı tanımladı. Sonra özellikle sinir cerrahisi (nöroşirürji) ile uğraştı.
Ameliyatla çıkarılan omurilik tümörünün yerini klinik muayene ile saptamayı 1922’de
ilk kez o başardı. 1925’ten sonra çalışmalarını psikiyatri konularında yoğunlaştırdı.
Histeri belirtilerinin telkin ve karşı telkin ile belirip kaybolabildiğini kanıtladı. Kimi
nörotik-histerik belirtileri tanımlamada kullanılan pityatizm terimini psikiyatriye
kazandırdı. Babinski, nörolojinin değişik alanlarında birçok gözlemsel çalışma yaptı.
Beyin-omurilik frengisinde gözbebeği değişiklikleri, beyincik hastalıklarında
hareketlerde görülen uyum, ölçü ve düzen bozuklukları, Babinski-nageotte sendromu
(omurilik soğanının tek yanlı tutulmasında ortaya çıkan belirtiler), istemli birinci
nöronuyla ilgili refleks yanıtlar, bunların başlıcalarıdır. Babinski belirtisi olarak
adlandırılan ve nörolojik muayenenin simgesi sayılan patolojik taban derisi
refleksini de Babinski tanımladı. Nörolojik muayene yönteminin çözümleyici bir
niteliğe kavuşmasında onun önemli etkisi olmuştur. Charcot gibi etkileyici bir bilimsel
kişiliğin gölgesinde kalmamayı başaran Babiski, hem tanımlayıcı ve araştırmacı bir
bilim adamı hem de usta bir uygulayıcı kimliği ile öne çıkmıştır. Meslektaşları onun
nörolojik muayenelerini titizliğin, dikkatin ve bilimsel dürüstlüğün üstün bir sentezi
olarak görmüşlerdir.
bağdaşık (chorence) Her bakımdan birbiriyle anlaşan, uyuşan; her yeri özdeş olan.
bağdaşım Bkz. eşgüdüm.
bağıl değerlendirme Bkz. değerlendirme; eğitim.
bağımlı çocuk (dependent child) 1. Gelişebilmek için anne babası ve çevresindeki
başka kimselerle iyi ilişkiler kurma gereksinimi duyan çocuk. 2. Geçimi ya da yaşam
uyumu için anne babasının ve içinde yaşadığı toplumun desteğine gereksinim duyan
çocuk.
bağımlı değişken (dependent variable) Deneysel çalışmalarda bağımsız değişkenin,
üzerindeki etkisi incelenen değişken. Örneğin, küçük çocuklarda altını ıslatmanın
nedeni incelenirken, altını ıslatma davranışı, bağımlı değişkendir. Psikolojide
doğrudan gözlemlenebilen davranışlar, ruhsal olaylara bağlı olarak ortaya çıkan beyin
dalgaları gibi fizyolojik tepkiler, zekâ gibi vardanan bilişsel etkinlikler, bağımlı
değişkenlerdir. Her araştırmada genellikle bir bağımlı değişken seçiliyor. Bağımsız
değişken ise, psikolojide birden çok olabilir. Bağımlı değişken seçilirken, o
değişkenin araştırılmaya uygunluk ve geçerliğine; bağımsız değişkenin etkilerine
duyarlılık derecesine, ölçmeye elverişli olup olmadığına, ölçülmesinin kolaylık ve
güvenilirliğine bakılıyor. Bağımlı değişkenin ölçümünde şu yollara başvuruluyor: (1)
Deneğin, araştırılan davranışı ne kadar yaptığı saptanıyor (frekans ölçümü). (2)
Davranışın, uyarıcı verildikten ne kadar sonra ortaya çıktığı; yani, davranışın gecikme
durumu inceleniyor. (3) Davranışın ne kadar sürdüğü belirleniyor. (4) Davranışın
şiddeti inceleniyor. (5) Deneğin iki ya da daha çok seçenekten hangisini seçtiği
gözlemleniyor. Korelatif (bağlılaşımsal) çalışmalarda bağımlı değişken yerine
yordanan değişken kullanılıyor. Bkz. bağımsız değişken; değişken.
bağımlı kişilik Bkz. bağımlılık.
bağımlı kişilik bozukluğu (dependent personality disorder) Ürkeklik, özgüvensizlik,
çaresizlik, başkalarına dayanmadan edememe, aşırı isteklerde bulunup başkalarını
onun sorumluluğunu almaya zorlayarak düşmanlık duygularını dışavurma eğilimi
gösterme belirtileri gösteren kişilik bozukluğu. Bkz. bağımlılık; kişilik bozukluğu.
bağımlılık (passive dependency) Kişinin gereksinim ve isteklerini karşılamada,
sorunlarını bir başına çözmede ve kendine yön seçmede yetersiz oluşu; karar verme ve
işlerini başarmada başkalarının yardımına gereksinim duyması durumu. Bağımlı kişi,
kendine değil, başkalarına dayanma eğilimi gösteriyor. Hemen her zaman, güçlü
kimselerin desteğini arıyor. Küçük bir çocuk gibi, kendisi adına kararları, bağımlı
olduğu kişilerin vermesini bekliyor. Güç durumlarda kolayca duygusal bozuma
uğruyor; sıklıkla korku, öfke, kaygı, tedirginlik, suçluluk duygularına kapılıyor.
Değişime kapalı bulunuyor. Belli kurallara körü körüne bağlılık gösteriyor. Özdenetim
yapamıyor; onur duygusunun zayıf olması nedeniyle kendini başkalarının denetimine
bırakıyor. Başkalarıyla ilişkilerinde hep, yönetilen durumunda oluyor. Sınırlı ilgilere
sahip bulunuyor. Başladığı işi, başkaları beğenirse sürdürüyor. Dürtülerinin çoğunu
baskı altında tutuyor. Bu nedenlerle, kendi kişiliğini ortaya koyamıyor ve kendini
gerçekleştiremiyor. Daha da kötüsü, yaşam sorunlarının yarattığı rahatsız edici duygu
ve dürtülerden kurtulmak için, nevroz ve psikoz türünden, savunmalar geliştiriyor.
Kişi, her iki durumda da kendisi ve içinde yaşadığı toplum için uyumsuz, zararlı bir
kişi niteliği gösterebiliyor. Bkz. ağızcıl bağımlılık; alkol bağımlılığı; bağımlı çocuk;
bağımlı değişken; bağımlı kişilik; bağımlı kişilik bozukluğu; bağımlılık oranı;
bağımsızlık; bağlanma-kopma; büyük, ortanca, küçük ve tek çocukta kişilik
gelişimi.
bağımlılık oranı (dependency ratio) Bir tpolumdaki çocuk, çalışma gücünden yoksun
hasta ve engelliler ile emekliler toplamını oluşturan bağımlı nüfusun çalışan nüfusa
oranı. Bu oran,,çalışan bir kişinin ürettiğini ortalama olarak kaç kişinin tükettiğini
gösteriyor. Bağımlılık oranının artması, çalışanların yükünün arttığüı anlamına geliyor.
bağımsız davranma Bkz. insanın sekiz çağı ((5) Kimlik Karmaşasına Karşı Kimlik
Duygusunun Gelişimi).
bağımsız değişken (independent variable) Deneysel çalışmalarda, denetimli olarak
nicel ya da nitel ayrı değerler verilerek (manipüle edilerek), bağımlı değişken
üzerindeki etkisinin incelendiği değişken. Bağımsız değişkenler, sürekli ya da
süreksiz olabiliyor. Araştırmanın içeriğine bağlı olarak, değişkenlerin etkisinin
gözlemlenebilmesi için, en az iki düzeyde ele alınması; düzeyler arasında da
yeterince fazla ve anlamlı bir fark olması gerekiyor. Örneğin, bebekler için, konuya
göre değişmekle birlikte, 1, 2, 3 aylık aralıklar normal sayılırken, ilköğretimin birinci
kademesindeki çocuklar için bu aralıklar, birer yıla çıkabiliyor. Düzey sayısının
ikiden fazla olması yeğleniyor. İki düzey alındığında, bağımlı ve bağımsız değişken
arasındaki ilişki doğrusal olmadığı halde, doğrusal gibi görünebiliyor ve yanıltıcı
oluyor. Psikolojide tanımlanmış olan dört tür bağımsız değişken şunlardır: (1)
Toplumsal ve fiziksel değişkenler gibi çevresel değişkenler. (2) Deneğin kendi
özelliklerine ilişkin değişkenler. Bunlar kişilik, cinsellik, yaş gibi kalıcı denek
değişkenleri; duruma bağlı kaygı yaratma gibi geçici denek özellikleridir. (3) Deneğin
yapması gerekenlerin oluşturduğu görev değişkenleri. (4) Deneğin nasıl davranması
gerektiğini bildiren yönerge değişkenleri. Aynı araştırmada incelenen iki ya da daha
çok bağımsız değişkene etkenli desenler deniyor. Korelatif (bağlılaşımsal)
çalışmalarda bağımsız değişken yerine, yordayıcı değişken kullanılıyor. Bkz. bağımlı
değişken; değişken.
bağımsız kişilik Bkz. bağımsızlık; eğitim; kişilik bağımsızlığı.
bağımsızlaşmak (emancipation) Anne baba ya da bir başkasının güdüm ve etkisinde
kalmayan duygu, düşünce ve davranış gösterecek duruma gelmek. Bkz. bağımsızlık;
bilinçli dikkat.
bağımsızlık (independence) Kendini tanıma ve kabul etme; yeteneklerini geliştirmek
için başkalarına değil, kendine güvenerek yeteneklerini geliştirmek için sürekli olarak
girişimde bulunma; bağımsız kişilik, kişilik bağımsızlığı. Bağımsızlık kazanmış olan
kişi, güçlü kişilerin desteğine sıklıkla gereksinim duymuyor. Kararlarını kendisi
veriyor ve bu kararları doğrultusunda davranışta bulunuyor. Güç durumlarda
dayanıklılık gösteriyor. Kolaylıkla öfkeye, korkuya ya da kaygıya kapılmıyor. Kişisel
görüşünü çekinmeden ortaya koyuyor. Kendi hataları için başkalarını suçlamıyor. Olay
ve olguları şansa bağlamıyor; bunları, nedenlerini bularak yorumluyor. Gerekliliğine
inandığı kurallara uyuyor. Başkaları beğenmese de doğru olduğuna inandığı ve
hoşlandığı bir işi yapmayı sürdürüyor. Eleştirilmeyi kabul ediyor ve buna bağlı olarak
değişmeye çalışıyor. Kendini denetliyor ve gerekiyorsa davranışlarını sınırlandırıyor.
Duygularını yaşıyor. İstek ve dürtüleriyle toplumsal beklentileri uzlaştırıyor.
Başkalarıyla bir arada bulunmaktan ve birlikte çözülmesi gereken sorunlar için
onlarla kendi istencini kullanarak iş ve eylem birliği yapmaktan mutluluk duyuyor. Her
türlü ilişkisinde kendi kişiliğini ortaya koyuyor. Bağımsız kişi, güçlü olduğu alanda
önderlik de yapıyor. Bkz. bağımsız davranma; bağımsız kişilik; bağımsızlaşmak;
bağımsızlık duygusunun gelişimi.
bağımsızlık duygusunun gelişimi Bkz. insanın sekiz çağı ((2) Utanç ve Kuşkuya
Karşı Bağımsızlık Duygusunun Gelişimi).
bağımsızlık kazanma Bkz. bağımsızlık duygusunun gelişimi.
bağışıklık sistemi (imnune system) Dışarıdan vücuda giren virüs, mantar, bakteri, toksik
madde gibi yabancı mikroorganizmalara ve maddelere karşı vücudun savunma
sistemi; bağışıklık dizgesi.
bağ kurma (bonding) 1. Doğum sırasında ve doğumun hemen sonrasında annenin ruhsal
olarak çocuğuna bağlanması. Bağ kurma, sağlıklı bir anne-baba-çocuk ilişkisinin
gelişiminde belirleyici bir etkendir. Normalde doğal bir süreç olmakla birlikte, anne
ile bebeğin ayrılmasıyla ya da annenin bebeği doğumdan sonra reddetmesine neden
olan durumsal ya da ruhsal etkenler nedeniyle bağ kurma, kesintiye uğruyor. Bu durum,
anne yoksunluğu sendromuna yol açıyor. Bkz. annelik bağı. 2. Birbiriyle karşılıklı
etkileşimden önemli ölçüde etkilenen iki insan arasındaki birlik duygusu.
bağlanma (attachment) 1. İki kişi arasındaki etkileşimin geliştirip güçlendirdiği etkin,
sevecen bir karşılıklı ilişki ve bağlılık. Bkz. güvenli bağlanma. 2. Çocuğun anne
baba ya da bakıcısıyla kurduğu anlamlı duygusal ilişkiler. Çok küçükken bile
sömürülen, savsaklanan çocuklar, kimi zaman anlamlı bağlar kurmada
zorlanıyorlar. Bkz. bağ kurma; bağlanma bozukluğu; bağlanma davranışları;
bağlanma-kopma; bağlanmış enerji; tepkisel bağlanma bozukluğu. 3. Rubin’in
sevgi ölçeğinin kişinin karşısındakinin bedensel varlığını ve ruhsal desteğini
istemesiyle ilgili bölümü. 4. Psikanalize göre hastanın, kendisini iyileştimeye çalışan
psikanaliste aşırı duygusal bağımlılık göstermesi.
bağlanma bozukluğu (attachment disorder) Kişinin sevgiye dayalı, kalıcı yakın
ilişkiler kurmakta zorluk çekmesi biçimindeki bozukluk. Bu bozukluk daha çok,
çocukluk dönemlerinde sömürülen, savsaklanan kişilerde görülüyor. Bunların çok
sevimli görünen ilişkileri bile yüzeyseldir. Bunlar, göz göze gelmede zorlanıyor, yalan
söylüyor ve sevecenliğe tepkisiz kalıyorlar. Bkz. bağlanma.
bağlanma davranışları (attachment behaviors) Bebeğin anne babasıyla ya da
bakıcısıyla etkileşimde kullandığı ve yaşamının ilk dokuz ayı içinde geliştirdiği
ağlama, sarılma, gülümseme, uzanma biçimindeki yaklaşım ve etkileşim sistemi;
yakınlığı koruyucu davranışlar.
bağlanma figürü Bkz. tepkisel bağlanma bozukluğu.
bağlanma-kopma (attachment detachment) Karşıt tutum ve davranışların oluşturduğu
bir mekanizma. “Bağlanma” terimi ile “bağımlılık” “başkalarıyla birlikte olma isteği”
binişiklik gösterdiği için, bu üç kavram kimi zaman birbirinin yerine kullanılıyorsa
da gerçekte bu terimler, birbirinden ayrı anlamlar içeriyor. Bkz. bağlanma;
bağımlılık; kopma; yeğleme. Morgan, bebekteki bağlanmayı şöyle açıklıyor: Bebek,
belirli, özel bir kişiye olumlu tepki veriyor. Zamanını o kişiyle geçirmek istiyor.
Korku verici bir nesne (obje) karşısında hemen o kişiyi arıyor. Bağlandığı kişi
yakınında olduğunda kendini iyi duyumsuyor. Bağlanma, bu duygu ve davranış
örüntülerini anlatan iki yönlü bir süreç olarak i,şliyor. Çocuğun anne babaya
bağlanmasına koşut olarak anne baba da çocuğa bağlanıyor. Bağlanma, çocuğun
kendini güven içinde duyumsamasını sağlamasının yanı sıra, çevreye ilişkin bilgi
sağlayıcı bir işlevi de yerine getiriyor. Bebeklikteki bağlanma, şu aşamalarda
gelişiyor: Yeni doğmuş bir bebek, kişilere ayrım gözetmeden tepkide bulunuyor.
Birkaç ay sonra, yabancılarla tanıdıkları ayırt etmeye ve ona göre farklı tepki
göstermeye başlıyor. Tanıdıklarına daha fazla gülümsüyor, ses çıkarıyor. Tanıdıklarını
yabancılardan ayırma ve onlara bağlanma davranışı, algısal seçicilik ve yeğleme
sonucu ortaya çıkıyor. Bağlanma, bir ya da birden çok kişiye olduğu gibi, anne baba
yerine geçen kişilere karşı da gerçekleşiyor. Bebeklerin çoğunda bağlılık davranışı,
25. ve 40. haftalar arasında gözlemleniyor; bu bağlılık, yaklaşık 44. haftada en üst
düzeye ulaşıyor. Bebeklerin büyük çoğunluğunda bağlılık, yabancılardan korkma
duygusundan önce gelişiyor. Onun için günlük yaşamda anneye bağlılık, korkma olarak
algılanmamalıdır. Çocuk, bağlandığı kişi yanındayken çevreyi araştırmak
istediğinde, o kişiden kopmaya başlıyor. Yabancıların yanında ise kopma davranışı
görülmüyor. Bundan, yabancıların bebek için bir korku nesnesi olduğu anlaşılıyor.
Birinci yaşın sonlarında yürüme ve konuşmanın başlamasıyla korku veren durumlarda
çevreyi araştırma ve merak güdüsü ağır bastığından çocuk, kopma davranışı
gösteriyor. Dört yaşlarında belli bir toplumsal gelişim gösterdiği için kopma, daha
belirgin olarak görülüyor. Ergenlikten sonra ise en üst düzeye çıkıyor ve
bireyleşme sürecine giriliyor. Bağlanmayı açıklayan birden çok görüş bulunuyor.
Bowlby’nin biyolojik görüşü bağlanmayı, doğal zorunluklara bağlayarak açıklıyor.
İnsan yavrusu, doğumdan sonra anne babasına en uzun süre bağlı olan canlı
türüdür. Ayrıca anne baba ve bebeğin birbirlerine bağlanmasının genetik bir
temeli de vardır. Çocuk acıkınca ağlıyor ve memeleri süt salgılayan anne de onu
emziriyor. İkinci bir yaklaşım, öğrenmeye dayandırılan görüştür. Bağlanma
sürecinde hem anne baba hem de bebek, karşılıklı ödüller alıyor ve bu ödüller
davranışları pekiştiriyor. Anne baba, bebeği koruyor ve besliyor. Bebek de onlara
gülümsüyor, sevgi gösteriyor. Bağlanma davranışını işte bu karşılıklı ödül alışverişi
ortaya çıkarıyor. Bu yaklaşımlar, bebekteki bağlanma sürecinin hem biyolojik (içsel)
hem de öğrenme ile ilgili (dışsal) etkenlere dayandığını ortaya koyuyor.
bağlanmış enerji Bkz. yapısal kuram.
bağlantı beyin kabuğu (association cortex) Beyin kabuğunun, ön loplar ve yan loplar
g i b i düşünme, akıl yürütme, sorun çözme gibi yüksek bilişsel süreçlerin
gerçekleştiği varsayılan ve genel anlamda belirgin devinim ya da duyu işlevleri
göstermeyen bölgeleri; bağlantı korteksi. Bu bölümler, duyusal bilgilerle devimsel
komutların bütünleştirilmesinde etken oluyor.
bağlantıcılık (connectionism) 1. Thorndike’ın kalıtsal olan ya da sonradan oluşan
sinirsel bağlantıların, uyarıcı ile tepkiyi birbirine bağladığını belirten görüşü. 2. Biliş
psikolojisinde, bilişsel sistemlerin, her biri farklı bir etkinlik düzeyinde etkinleşen
sinir ağları biçiminde çalıştığını açıklayan görüş. Bu görüşe göre, beynin temel yapı
taşları durumundaki sinir ağları, çevreden ya da diğer sinir hücrelerinden gelen
sinyalleri alan bir giriş ünitesinden; bu girdileri bütünleştirerek çeşitli işlemlerden
geçiren bir bütünleştirme ünitesinden; bir de diğer hücrelere ya da sinir hücrelerine
bilgi gönderen bir çıkış ünitesinden oluşan bir ağ biçimindedir. Bu yaklaşımda beynin
çalışma biçimi ile bilgisayar sistemleri arasında yakın koşutluklar bulunduğu ileri
sürülüyor. Bkz. bağlantıcı model; bağlantıcı paradigma; bağlantıcı sistemler; koşut
dağılımlı işlem modeli; sinir ağı; yapay zekâ.
bağlantıcı model (connectionist model) Bellekte bilginin nasıl işlenip kullanıldığıyla
ilişkili olarak birbirine koşut dağılımlı işlem ilkesine dayalı model. Bu modelde bilgi,
tek bir düğümün etkinliğinden çok, ağın tümündeki belli bir etkinlik dağılımıyla temsil
ediliyor ve bilgi işlem, kavramlar arasındaki doğru bağlantıların doğru ağırlıklarla
etkin kılınması sonucunda gerçekleşiyor. Bkz. bağlantıcılık; sinir ağı.
bağlantıcı paradigma (connestionist paradigma) Bilişsel süreçlerle ilgili bağlantıcılık
yaklaşımında öngörülen zeki bir sistem; bağlantıcı değerler dizisi Bu sistemde
fiziksel sinyaller giriş; hareketler çıkış olarak değerlendiriliyor. Girişle çıkış arasında
gerçekleşen bilgi işlemlerinin büyük çoğunluğunu, birbiriyle bağlantılı çok sayıda
basit işlem birimleri aracılığı ile kendiliğinden yapılan hesaplamalar oluşturuyor.
Daha açık deyişle sistemin, öğrenme sırasında öğeler arasındaki bağlantıların
gücünü değiştiren döngüsel kurallar gereğince birbiriyle etkileşen farklı öğe
katmanlarından oluştuğu varsayılıyor. Sistemin belirleyici özelliği, koşut işlem ve
dağılımlı temsildir. Bkz. bağlantıcılık; bağlantıcı sistemler; koşut dağılımlı işlem
modeli.
bağlantıcı sistemler (connectionist systems) Bilgi işlemin sinirsel metaforuna dayalı
modeller ya da sistemler; bağlantıcı dizgeler. Bağlantıcı sistem, birbiriyle etkileşen
sinire benzer ayrı birim katmanlarından oluşuyor. Hem birim katmanları arasında hem
de katman içinde bağlantılar bulunuyor. Bu bağlantılar, öğrenme sırasında değişikliğe
uğrayan farklı güçler (ağırlıklar) taşıyor. Bkz. bağlantıcılık; bağlantıcı model.
bağlantı korteksi Bkz. bağlantı beyin kabuğu.
bağlantılı öğrenme (associative learning) Sözcüklerin ve kavramların kullanımlarının
birbirleriyle ilişkilendirilerek öğrenilmesi; çağrışımsal öğrenme. Örneğin, siyah-
beyaz, gece–karanlık, parlak-Güneş, birbiriyle ilişkilendirilerek öğreniliyor. Bu
birleşimlerle tümce kurma da öğrenilmiş oluyor. Bağlantılı öğrenmenin ilkelerinden
yararlanılarak düzenlenen ve kullanılmakta olan birçok test vardır. Ancak, bir dilde
yerleşmiş bağların güvenilir olmaması nedeniyle araştırmalarda psikologlar,
“anlamsız heceler”i kullanmayı yeğliyorlar. Bağlantılı öğrenmede, öğrenilecek
(aralarında bağ kurulacak) malzemelerde bitişiklik (contiguity) özelliğinin bulunması
gerekiyor. Bkz. öğrenme.
bağlantı nöronu Bkz. bağlantı sinir hücresi.
bağlantısız kaygı (free-flooting anxiety) Bireyin yaşamının her yönüyle ilişkili olan
sürekli kaygı.
bağlantısız konuşma (incoherence) Anlamı ve bütünlüğü bozan birbiriyle bağlantısı
olmayan söz parçalarıyla konuşma.
bağlantı sinir hücresi (association neuron) Merkez sinir sisteminin çeşitli bölümlerini
birbirine bağlayan bir sinir hücresi; bağlantı nöronu.
bağlaşımcı kuram (Thorndike’s theory) Öğrenmeyi, uyarıcı (stimulus) ile davranım
(response) arasında bağ kurma olarak ele alan Pavlov, E. C. Tolman, Thorndike,
Guthrie, Skinner, Hull gibi düşünür ve bilim insanlarının geliştirdiği öğrenme
kuramı; davranışçı öğrenme kuramı. Bu kuramın belirlediği öğrenme ilkeleri
şunlardır: (1) Öğrenci yaparak öğreniyor. Öğrenci neyi yaparsa onu öğrendiği
için, öğrencinin öğretme ortamına etkin biçimde katılımı sağlanmalıdır. (2)
Öğrenmede yineleme büyük bir öneme sahiptir. Kişi kimi bilgileri; özellikle
becerileri yineleyerek öğreniyor. (3) Genelde doğru davranışın pekiştirilmesi
gerekiyor. Cezayı savunanlar olsa da, doğru yanıtın oluşması için olumlu pekiştireç
vermenin daha etkili olduğu kabul ediliyor. Çünkü cezanın olumsuz etkileri oluyor.
(4) Güdüleme, öğrenmeyi önemli derecede etkiliyor. O nedenle güdüleme
koşullarının iyi ayarlanması gerekiyor. (5) Genelleme ve ayırt etmeyle ilgili
kazanılan davranımlar, çok çeşitli durumlardacöğrenilmeli ve kullanılmalıdır. Bu
yolla edinilen davranımın geçerliği ve güvenirliği artıyor. Bu ilkeler, (1)
Hazırbulunuşluk; (2) Sınama-yanılma; (3) Pekiştirme; (4) Yineleme olarak dört
başlığa indirgenebilir. Öğrenmeyi bir ürün olarak ele alan bu kuramcılar, öğretme
koşullarına ve çevreye ağırlık vermişlerdir. Bkz. öğrenme kuramları.
bağlılaşım Bkz. korelasyon.
bağlılaşım katsayısı Bkz. korelasyon katsayısı.
bağlılık (loyalty) Bir kişi, grup, kuram ya da öğretiye yönelik geliştirilen düşünsel ya da
duygusal durum; sadakat. Bağlılık, gücünü bilgi ve bilinçten alıyor. Bkz. temel
erdemler.
bağlılık gereksinimi Bkz. gereksinimler aşama sırası.
bağnazlık (fanaticism) Bağnazca davranış; bir inanca, bir düşünceye aşırı ölçüde
bağlanıp ondan başkasını düşünememe, ondan başka her öğretiye, her inanışa karşı
olma; fanatizm, mutaassıplık.
bağsal öğrenme Bkz. bağlantılı öğrenme.
bahane bulma Bkz. neden bulma
bakım vereni yitirme korkusu Bkz. zekâ geriliğinin yol açtığı ruhsal buzukluklar.
bakım verme Bkz. temel erdemler.
BALTACIOĞLU, Ismayıl Hakkı (1886-1978) Kültür ve eğitim alanında yaptığı
çalışmalarla tanınan eğitimci, yazar. İstanbul’da doğdu; İstanbul’da öldü. Vefa
İdadisi’ni bitirdi. İstanbul Darülfünunu’nda Tabiiye eğitimi aldı. Altı ay Ecole
Normale de la Seine’de pedagoji çalışmaları yaptı. Londra, Brüksel, Berlin,
Anvers, Zürih başta olmak üzere birçok kentte okul ziyaret etti. Decroly gibi
birçok ünlü eğitimcilerle tanıştı. 1913’te İstanbul’a döndü; Darülfünun’da pedagoji
profesörü oldu Kimi arkadaşlarıyla birlikte Maarif Nazırı Şükrü Bey’i etkileyerek
İnas Darülfünunu’nun (kadın üniversitesinin) kurulmasına öncülük etti. İki kez
Edebiyat Fakültesi dekanlığı; bir kez de 1923’te rektörlük (Darülfünun eminliği) yaptı.
Bu yıllarda, Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim öğretmenliği görevini de sürdürdü.
1930’da, eğitim görüşlerini uygulamaya koymak üzere, üniversiteden ayrılıp Gazi
Eğitim Enstitüsü Müdürlüğü’ne geçti; ancak, dönemin Milli Eğitim Bakanı’yla
anlaşamayınca yeniden üniversiteye döndü. 1938’de gerçekleştirilen Üniversite
Reformu’nda kadro dışı bırakıldı. Bunun üzerine Yeni Adam adıyla bir dergi
çıkararak yazarlığa başladı. 1939’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Pedagoji
Kürsüsü’ne getirildi. 1942-1950 arasında milletvekili oldu. 1950’den sonraki
emekliliğinde de yazarlık yaşamını yoğun biçimde sürdürdü. Yıllarca Türk Dil
Kurumu’nda çalıştı. Baltacıoğlu, çok yönlü bir eğitimci ve yazar olarak adını duyurdu.
İş okulu kavramına yatkın bir okul anlayışı ile köktenci bir eğitim görüşünü
benimsedi. Ona göre, ileri bir adım olan köy enstitüleri bile tam bir iş okulu değildir;
iş okulu, kuramsal ve uygulamalı derslerin birlikte verildiği birer eğitim kurumudur.
Baltacıoğlu, eğitim görüşünü Decroly Okulu ve P. Geheep, H. Lietz gibi
eğitimcilerin kır okullarının etkisiyle, uygulamalı eğitim olarak biçimlendirdi. Ona
göre eğitim, kişilik, çevre, çalışma (travay), verim (randıman) ve başlatma
(inisiasyon) ilkelerine dayandırılmalıdır. Eğitim sistemi, bu ilkelere dayanarak
insanları çiftçilik, marangozluk, demircilik, muslukçuluk gibi belirli bir iş yapma
becerisine sahip kılmalı ve üretimle bütünleştirmelidir. Bu yolla, kendine, kültürüne,
ulusal değerlerine ve dinine bilinçle bağlı, girişimci insanlar yetiştirilmelidir. Ne ki
Baltacıoğlu, yaşadığı dönemde bu görüşlerini uygulayabilecek olanakları bulamadı.
Başlıca yapıtları: İş Pedagojisi (1930), Terbiye ( 1932), İçtimai Mektep (1932),
Toplu Tedris (1938), Türk’e Doğru (1943), Rüyamdaki Okullar (1944), Batıya
Doğru (1945), Pedagojide İhtilal (1964), Kültürel Kalkınmanın Sosyal Şartları
(1967).
barış (peace) Bir topluluğun ya da bir ailenin bireyleri arasında ya da karşıt varlıklar
arasında oluşan uzlaşma, uyum durumu. Bkz. uyum (II)
Basedow hastalığı (Basedow’s disease, graves disease) İlkin Alman hekimi K. von
Basedow’un (1799-1854) tanımladığı bir hastalık; hipertiroidizm. Kalkan bezinin
hormon salgılaması yüzünden gözler dışarı doğru pörtlüyor, çok parlıyor; nabız
hızlanıyor, kan basıncı yükseliyor, metabolizma artıyor, ellerde titreme görülüyor;
çabuk heyecanlanma, düşünce ve duygulanma aksaklıkları, ruhsal bozukluklar ortaya
çıkıyor. Kalkan bezi ameliyatla çıkarılarak özel ışınlarla ya da bazı ilaçlarla
çalışmazı azaltıldığında hastalık ortadan kalkıyor.
basınç duyumu (pressure sensation) Dokunma algısının bir boyutu olarak deri yüzeyini,
kas ya da eklemleri dıştan etkileyen bir gücün yarattığı duyum.
basit fobi (simple phobia) Belli nesneler, hayvanlar ve durumlar karşısında
duyumsanan inatçı, bilinçdışı aşırı korkulardan, kaygı kaynaklarından kişiyi
kaçınmaya zorlayan; kişinin yersiz olduğunu kabul ettiği bir kaygı bozukluğu. Belli
nesnelere örnekler: Aşı, Ay, bıçak, boş alan, bulut, dişçi, et, iğne, ilaç, kadın, kan,
mikrop, orman, penis, su, çiçek, güzel kadın, uçak, yeni şeyler. Belli hayvanlara
örnekler: Arı, böcek, fare, haşere, kedi, köpek, örümcek, yılan. Belli durumlara
örnekler: Açık yüksek yerler, ameliyat, âşık olma, ateş yükselmesi, bakılma,
başarısızlık, cezalandırılma, cinsel ilişki, çocuk doğurma, delirme, derinlik,
dokunulma, evlilik, fırtına, gökgürültüsü, hastalık, kalabalık, kapalı alan, karanlık,
kirlenme, mezarlık, okula gitme, ölüm, öpme, sokak, uçurum, yalnız kalma, yaşlanma,
zayıflık. Bkz. fobi.
basitlik yasası (law of simplicity) İnsanların, uyarıcı özelliklerini dünyaya ilişkin en
basit yorumu sağlayacak biçimde gruplandırma eğilimi gösterdiğini belirten Gestalt
düzenleme yasası. Bkz. Gestalt düzenleme yasaları.
basit şizofreni Bkz. şizofreni.
basit yansıtma Bkz. yansıtmalı özdeşim.
baskı-gereksinim örüntüsü (press-need pattern) H. Murray’a göre, bir kişinin dilek
ve amaçlarını başkalarına kabul ettirme örüntüsü.
baskı grubu (pressure group) Siyasal karar organlarını etkileyip belli amaçlara
yönlendirmek için oluşan ya da oluşturulan örgütlü topluluk. Bu nitelikte çıkar ve
davranış grubu olmak üzere iki grup tanımlanmıştır Çıkar grubu, ortak çıkarların
korunması amacıyla bir araya gelmiş; asıl amacı siyasal otoriteyi söz konusu çıkarlara
yönlendirmek olan örgütlenmiş gruptur. Davranış grubu ise belli bir grubun çıkarları
yerine, bütün insanları ilgilendiren değerleri ya da ahlak ilkelerini korumak ve
savunmak için oluşturulan gruptur.
baskılama (suppression) Psikanalize göre, kabul edilemez dürtüleri, duygu ve
düşünceleri engellemeye, gizlemeye ya da denetlemeye yönelik bilinçli çaba. Bu
mekanizma, bilinçsiz olarak çok daha kapsamlı, karmaşık süreçlerle gerçekleşen
bastırma (reprerssion) ile karıştırılmamalıdır. Örneğin, bir ortamda, içinden “kalkıp
gitme” ya da “birisine bir tokat atma” isteği geçmesine karşın, bu istekleri engelleyen
kişinin yaptığı şey, baskıdır. Bu mekanizmanın kullanımı sırasında kişi, duygularının
da isteğinin de engelleme çabasının da farkındadır. Bu durum, akla uygun düzeyde
kaldığı sürece, davranışlarda ve ruhsal yapıda köklü, kalıcı bir değişim yaratmıyor.
baskın (dominant) Baskınlık özellikleri taşıyan; dominant, egemen, başat. Bkz. baskın
düşünce; baskın gen; baskınlık; baskın olmayan yarımküre; baskın özellikler.
baskın düşünce (supervalent thought) Aşırı bir yoğunluğa ulaşan ve kişinin aklından
çıkarma çabalarına karşın, inatla varlığını koruyan takınaklı düşünce. Örneğin,
bilinçdışı bir etkenden kaynaklanan kıskançlık, baskın düşünce ürünüdür. Bkz.
takınak.
baskın gen Bkz. baskınlık.
baskınlık (dominance) 1. Bir şeyin başka bir şeyi denetlemesi; başatlık, egemenlik. 2.
Etolojide, aynı türden bir canlının yaşam alanı, yiyecek, kızışma dönemindeki dişiler
gibi kaynakları kullanma önceliği ve öbür üyeleri denetleme davranışları. Baskınlık,
insanda ise ilişkiyi denetleme, yönlendirme, belli birey ya da grupların yaşayış,
kaynaklara ulaşma biçimlerini denetleme gibi davranışlarla beliriyor. 3.
Kalıtımbilimde bir kalıtsal özelliğin, öbürüne baskın çıkma eğilimi; bir genin tam
fenotip olarak hem farklı genlilerde hem de eş genlilerde ortaya çıkması. Örneğin,
koyu saç rengi, açık saç rengine; koyu ten rengi, açık ten rengine; kahverengi göz geni,
mavi göz genine baskındır. 4. El, ayak, göz, kulak gibi vücudun belli organlarını
kullanma eğilimi. 5. İşleyiş bakımından vücudun anatomisinden birinin, öbür
yapılara başatlığı. Örneğin beyin, böyle bir başatlık örneğidir. Bkz. baskınlık
duygusu; gensel tıp.
baskınlık duygusu. (dominance feeling) Bir kişinin kendi dilek ve amaçlarını
başkalarına kabul ettirme duygusu; hâkimiyet hissi.
baskın olmayan yarımküre (nondominant hemisphere) Beynin dili denetlemeyen yarısı.
Bu, insanların çoğunda sağ yarımküresidir. Bu yarımkürenin yersel (lokal) süreçlerde
etkili olduğu düşünülüyor.
baskın özellikler Bkz. MENDEL, Johann Gregor.
baskıyla yönetme Bkz. büyük, ortanca, küçük ve tek çocukta kişilik gelişimi.
basmakalıp davranış (stereutyped behavior, stereotyped response) Belirli bir soruna
ilişkin özel koşulların ya da varılan sonucun değiştiremediği davranış.
basmakalıp yargı Bkz. sterotip.
bastırma (repression) Freud’a göre, uygun görülmeyen içgüdülerin (dürtülerin) kişinin
isteği dışında bilinçdışına itilmesi ya da itilen dürtü, anı ve yaşantıların bilince
çıkmasının önlenmesi biçiminde işleyen, benliğin temel savunma mekanizması;
reprersyon. Bilinçdışı çalışan bir mekanizma olan bastırma, Freud’un izlediği ilk
savunma sürecidir. Karşıt enerji kullanılarak gerçekleştirilen bastırma ile ilkelbenlik
dürtülerinin boşalımı, eyleme geçmesi ve doyuma ulaşması engelleniyor. Bastırılarak
bilinçdışında tutulan enerjiler, ancak rüyadaki gibi, karşıt enerji kullanımının
gevşemesiyle; başka deyişle, kullanılan karşıt enerjinin, boşalmak isteyen enerjiden
daha az olması durumunda bilince çıkabiliyor Freud, iki bastırma biçimi
tanımlamıştır. Bunlardan biri temel bastırma adı verilen ve aşırı uyarıların yol açtığı
gergin ve acı verici durumdan, güçsüzlüğü nedeniyle kurtulamayan bebeğin bu acıya
son vermek için bu uyarıları yok bilmesidir. İnsan, bebeklikten sonra da kendisine acı
veren, kendisinin uyumunu bozduğunu sandığı tüm dürtüleri bastırarak bilinçdışı
kılıyor. Bunlar da sonradan gerçekleşen bastırmalardır. Her insanın kullanmak
zorunda olduğu bu savunma mekanizması, önemli sakıncalar yaratıyor. Bastırılan istek
ve eğilimler, bilinçdışında varlıklarını değişmeden korudukları ve eyleme geçmek,
doyum sağlamak için her fırsattan yararlanarak, kılık değiştirerek bilince çıkmak
istiyor. Bu durumda benlik, önlem almak, savunma gücünü sürekli hazır tutmak
zorunda kalıyor. Tehlikeyi giderme uğruna, bastırılan istekle çok uzaktan ilişkisi olan
dürtüler bile bastırılıyor. Böylece bastırma, zincirleme sürüp gidiyor. Bastırmaların
sonucu olarak insanlar, aşağıda belirtilenlere benzer nicelik ve nitelikte acılar
çekiyor, belirsizlikler yaşıyorlar: “Bilmemki... Unuttum... Anımsamıyorum...
Düşünemiyorum..”; “Aklım karışıyor... Aklım ermiyor... Anlayamıyorum...” ya da:
“Canım sıkılıyor; içim içime sığmıyor; canım hiçbir şey istemiyor.”; “Yüreğim
daralıyor; kalbim sıkışıyor; başım zonkluyor.”; “Çok fenayım; neyim var,
bilmiyorum.” Bunlara organik bir bozuklukları olmamasına karşın, başı dönenler,
fenalık geçirenler, gülerken ağlamaya başlayanlar, hıçkırıktan kahkahaya geçenler, çıt
çıkınca yerinden fırlayanlar da eklenebilir. İç dürtülerini ve onlarla ilişkili uyarıları
yaygın biçimde bastıranlar, yukarıda sıralananlar gibi nedenleri belirsiz bedensel
yakınma, bilememe ve anlayamama ile kişiliklerini kısırlaştırıyorlar. Bu yüzden
birçok kadın ve erkeğin tadı tuzu kaçıyor. Bir de belirli nedenlerle bir süre için yok
saydığımız şeyler var. Çok iyi bildiğimiz türkünün sözlerini, en yakın arkadaşımızın
adını bir an unutuveriyoruz. Dostumuz için aldığımız armağanı dükkânda bırakıp
çıkıyoruz. Arkadaşımıza anlattığımız önemli şeyin can alıcı noktasını atlayıveriyor, iş
işten geçtikten sonra anımsıyoruz. Uyarının o anda, yasaklanmış olanlarla bir ilişkisi
kurularak bilinçdışı edilmesine; daha sonra ise yasak olmadığının sezilip yeniden
bilinçlenmesine izin verilen bu tür bastırmalara Freud, geçici bastırma diyor. Yürekli
kişiler, özgür çağrışım (free association) yöntemini kullanarak kendilerini rahat
bırakıp akıllarına gelen her şeyi art arda düşünme yoluyla, unuttukları kimi şeyleri ve
onları neden unutmuş olduklarını bulabiliyorlar. Bastırılanları bulmak için de aynı
yöntem geçerlidir. Bu yöntemde akla ne gelirse bırakılıyor. Önce, akla uygun olanlar;
daha sonra, akla daha az uygun olanlar; en sonunda da saçma sapan diye nitelenen
şeyler akıldan geçiriliyor. Bir anda kişinin karşısına bir boşluk, sanki bir duvar
çıkıyor. Kişi, işte o anda bilinçdışının karşısındadır. Buraya varınca ya bu kişisel
oyundan vazgeçecek ya da yürekli davranıp çabalayarak kendi içinde binlerce şeyin
kaynayıp durduğunu görebilecektir. Ancak, bu oyuna fazla dalınmaması, aslanın üstüne
fazla gidilmemesi gerektiği anımsatılıyor. Onunla yalnızca dost olunabildiği zaman
ona güvenle yaklaşılabileceği belirtiliyor. Bkz. baskılama; benliğin savunma
mekanizmaları; birincil bastırma; duygusal boşalım; eksiklik karmaşası.
başaramama duygusu Bkz. başarısızlık korkusu.
başarı (achievement) 1. Eğitimde, akademik çalışmada, genel alanda ya da okuma,
matematik gibi özel bir beceri alanında ortaya konulan yeterlik düzeyi. 2. Kendisine
standartlaştırılmış bir dizi test uygulanan kişinin (öğrencinin) gösterdiği olumlu
tepkilerle ortaya koyduğu sonuç. Gerçek başarı, her bireyin kendi ilgi ve yetenekleri
yönünde ve oranında en iyi gelişmesine olanak veren toplumsal-ruhsal ortamda ortaya
koyabildiği edimdir. Bkz. başaramama duygusu; başarı gereksinimi; başarı güdüsü;
başarı testleri; başarılı rüyalar; başarılı savunmalar; başarı nevrozu; başarının
ölçülmesi ve değerlendirilmesi; başarısız rüyalar; başarısız savunmalar; başarı
testleri; başarı yaşı; başarı-yetenek karşılaştırması; başarma amacı.
başarı gereksinimi (need for achievement) D. W. McClelland’a göre, kökleri çocukluk
dönemlerinin ortalarına dek uzanan; kişiyi uygun bir başarı olasılığı bulunan işlere
girişmeye ve çok kolay işler ile başarısızlık korkusu yüzünden, çok zor işlerden
kaçınmaya güdüleyen; bir ölçüde kalıcı bir kişilik özelliği. Bu özelliği belirgin olan
kişiler, zor işlerde daha uzun süre çalışmaya, daha başarılı olmaya ve gerçekçi,
meydan okuyucu hedefler belirlemeye yatkın oluyorlar. Bu kişilik özelliği, en çok
tematik değertlendirme testi (TAT) gibi yansıtma testleri ile ölçülüyor.
başarı güdüsü (achievement motive) H. Murray’ın kişilik kuramına göre, engelleri
aşma, zorluğu bilinen şeylerin üstesinden gelme, yarışma ortamında başarılı olma
dürtüsü. Bkz. başarı gereksinimi.
başarılı rüyalar Bkz. korku (karabasan).
başarılı savunmalar Bkz. benliğin savunma mekanizmaları.
başarı nevrozu ( success neurosis) Pisikanalize göre, zengin olan, büyük başarılar
kazanan bireylerde görüldüğü düşünülen nevrotik bozukluk. Bu nevrozun, babayla
çocukluktaki rekabetten kaynaklanan bilinçsiz suçluluk duygularından ve iğdiş edilme
korkusundan kaynaklandığına; bunların da mazohizm eğilimleri, acı çekme gereksinimi
gibi nevrotik belirtilere yol açtığına inanılıyor. başarının ölçülmesi ve
değerlendirilmesi Bkz. değerlendirme; eğitim; ölçme.
başarısızlık korkusu (fear of failure) Sınav kaygısı; işini yitirme, küçük düşme,
özsaygısını yitirme, cinsel yetersizlik gibi kişinin kendi koyduğu ya da başkalarınca
konan standartlara, hedeflere ulaşamama korkusu. Bkz. başarı gereksinimi.
başarısız rüyalar Bkz. korku (karabasan).
başarısız savunmalar Bkz. benliğin savunma mekanizmaları.
başarı testleri (achievement tests) Bir öğrencinin ya da bir öğrenci topluluğunun belli
bir konuda genellikle belirli bir öğretim sonunda elde ettiği bilgi, beceri ve anlayışı
ölçen testler. Bilgi testleri de denilen bu testlerle başarı düzeyi ölçülüyor. Bu testler,
genellikle öğrenim programlarının düzenlenmesi, sınıfların başarılarının
karşılaştırılması, öğrencilerin kümelere ayrılması, öğretmenlerin ve okulların
değerlendirilmesi, öğrencinin bir üst programı izleme yeteneğine ulaşıp ulaşmadığının
saptanması, okula ya da belli bir programa öğrenci seçme amacıyla kullanılıyor.
Başarı testlerinin puanlanması kesinlik gösterdiği için uygulayanlarca aynı biçimde
puanlanabilmeleri olanağı vardır. Ancak, hazırlanması, uygulanıp yorumlanması özel
bir bilgi ve beceri istiyor. Öğretmen yapısı başarı testleri ve standart başarı testleri
olarak iki çeşit başarı testi uygulanıyor. Öğretmen yapısı başarı testleri, bir
öğretmenin ya da aynı okulda çalışan öğretmenlerin uygulamakta oldukları öğrenim
programına ve dersin içeriğine sıkı sıkıya bağlı olarak hazırladıkları ve bunları
uygulayarak elde ettikleri puanları yalnızca sınıf içinde kullandıkları testlerdir.
Standart başarı testleri ise, daha çok, öğrencinin geleceğine ilişkin kararlar alınması
gerektiğinde, geleceği kestirmede sonuçlarından yararlanılabilen testlerdir. Okullarda
belli zamanlarda öğrencilerin tümüne uygulanmak üzere, okunanı anlama, dil,
matematik ve fen alanlarında standart başarı testleri hazırlanıyor, normlar
geliştiriliyor. Bunlar, rehberlik ve psikolojik danışma merkezlerinde de önemli bir
gereksinimi karşılıyor. Bu testlerle öğretim yılı başında öğrencilerin bilgi düzeylerini
belirleme, öğretim için birçok anlamlı önlem alma fırsatı da yaratılmış oluyor. Bkz.
başarı-yetenek karşılaştırması.
başarı yaşı (achievement age) Kişinin kendi takvim yaşı grubundaki norm ya da
standart testleriyle ulaştığı başarı düzeyi; eğitim yaşı, konu yaşı.
başarı-yetenek karşılaştırması (comparison of success and ability) Öğrencilerin
başarılarının yeteneklerinin altında mı, üstünde mi, yoksa düzeyinde mi olduğunu
belirleme. Bunun için başarı-yetenek karşılaştırma çizelgesinden yararlanılıyor. Bu
amaçla, bir sınıftaki öğrenciler, yetenek testinden aldıkları puanlara göre, en
yüksekten aşağıya doğru sıralanıyorlar. Bunlar, ortal ama beş eşit kümeye ayrılıyor.
Sonra yazılı, sözlü ve başarı testi puanlarına göre başarı sırasına konulup yine beş eşit
kümeye bölünüyorlar. Bu kümeler de aynı çizelge üzerinde, en düşük olandan, yüksek
olana doğru, yatay biçimde sıralanıyor. Beşli küme sınırları arasından dikey, yatay
çizgiler çizildiğinde oluşan dörtgen içinde, 25 yetenek-başarı ortak dörtgeni ortaya
çıkıyor. Böylece, üstün yetenekli, başarılı öğrenciler gibi, üstün yetenekli ve düşük
başarılı öğrencilerle, düşük yetenekli ve üstün başarılı olanlar da çizelgede gözler
önüne serilmiş oluyor. Örneğin, kimi öğrencilerin başarıları ile yetenekleri arasında
bir uyum görülüyor. Kimisi, yeteneğinin çok üzerinde bir başarı elde etmiş görünüyor.
Kimisinin, başarısını yetenek düzeyinin biraz üzerine çıkardığı gözlemleniyor.
Kimilerinin, kendilerinden beklenenin altında bir başarı düzeyi tutturabildiği
anlaşılıyor. Kimileri de çok düşük bir başarı sergileyebiliyor. Bundan sonra sıra,
bunların nedenleri üzerinde yorum yaparak gereken önlemlerin alınmasına geliyor.
Bkz. başarı; yetenek.
başarma amacı Bkz. ilgiler, amaçlar.
başat Bkz. baskın.
başat gen Bkz. baskın gen.
başatlık Bkz. baskınlık.
başatlık duygusu Bkz. baskınlık duygusu.
baş eğme Bkz. dinleme.
başkalarına boyun eğme gereksinimi Bkz. benlik (E. Fromm’a göre).
başkalarına saygı Bkz. hümanist öğretmenlik (İnsana Saygı).
başkalarıyla birlikte olma isteği (affiliation) İnsanın kendi türüyle toplu halde
yaşamasının temel sayıtlısı; güdüsel-evrimsel yaklaşım. İnsanların niçin birlikte
olmayı istediklerini açıklayan çeşitli kuramsal yaklaşımlar vardır. Bunlardan biri olan
güdüsel-evrimsel yaklaşıma göre insan, topluluk halinde yaşamını sürdürme
olanağını, doğal ayıklanma sürecinde ortama uymayı kolaylaştıran seçkisiz çiftleşme
ve yapı değişimi (mutasyon) sonucu kazanmıştır. Evrim sürecinde, birlikte yaşama
eğilimine sahip olan insanlar ayakta kalmış ve bir arada yaşama, böylece insan
türünün özelliği olmuştur. Doğal zorunluluklara dayanan biyolojik yaklaşıma göre,
yeryüzünde doğum sonrasında anne babasına en uzun süre bağlanan; canlılığını
sürdürebilmek için anne babasına gereksinim duyan canlı, insandır. İkincil
gereksinimlere dayanan yaklaşıma göre, sevilme, saygı görme ve onaylanma gibi
ikincil gereksinimlerin karşılanması, başka insanların varlığını gerektiriyor. Bu da
insanlarla bir arada yaşama isteğinin ortaya çıkmasına neden oluyor. Özellikle ilk
yaşlarda beslenme, barınma gibi birincil gereksinimler de birey için başkalarıyla
birlikte yaşamayı zorunlu duruma getiriyor. Daha sonraki yaşlarda ise toplumsal-
kültürel bir varlık olan insan için başkalarıyla birlikte yaşamak, vazgeçilmez oluyor.
Öğrenmeye dayanan yaklaşıma göre ise insanlar, başka insanlarla bir arada olmaktan
dolayı ödüllendiriliyorlar. Buna bağlı olarak insan, yaşamının daha ilk yıllarında iken,
diğer insanlarla bir arada bulunmakla ödül arasında bir bağ kurmayı öğreniyor. Bir
arada olmayı artıran ya da azaltan görgül araştırma verileri olarak da şu özellikler
ortaya çıkıyor: Korku, bir aradalığı artırırken kaygı, azaltıyor ve kişiyi tek başına
kalmaya itiyor. Bunun nedeni, korkuya kaynaklık eden nesnenin belli olması,
gözlemlenebilmesi; kaygıya kaynak oluşturan nesnenin ise belli olmaması,
gözlemlenememesidir. Korku herkesçe anlaşılıyor ve korkuya hemen hemen aynı tepki
veriliyor; buna bağlı olarak, kişi kendisini başkalarıyla karşılaştırabiliyor. Kaygı ise
özneldir. Kaygının nesnel bir ölçütü olmadığından kişi, başkalarının kendini
anlamayacağını düşünerek, bir arada olmayı, kaygısını başkalarıyla paylaşmayı
istemiyor. Açlık da bir arada olma isteğini artıran bir etkendir. Çocuklukta kendini
güvenli, rahat duyumsama ve çevreyle ilgili bilgi sağlama gereksinimi de bir arada
olma isteğini ortaya çıkarıyor. Yetişkinlikte ise eğlenme, yardımlaşma, toplumsal
onay alma, cinsel doyum sağlama ve kendini değerli, güçlü kılma isteği, insanı bir
arada olmaya yöneltiyor. Kimileri de bir aradalığın kişiye sevgi, statü, bilgi, para ve
hizmet sağladığını öne sürüyorlar. İlişki içindeki her birey, o ilişkiden, bir ya da
birkaç çıkar sağlayabiliyor. Ancak, bu ilişkilerin, aynı boyutta ya da ölçüde de olsa,
ödül sağlamış olması önkoşuldur. İlişkiler, bireylere çok çeşitli ve farklı boyutlarda
ölçütler sağlıyor. Bu nedenle hangi tür ve biçimde olursa olsun, tek ilişki, bireyin tüm
toplumsal gereksinimlerini karşılayamıyor. Adler’e göre ise insan toplumsal bir
varlıktır. O nedenle kendinden çok topluma yönelik bir yaşam biçimi geliştiriyor. Bu
özelliğinin gereği olarak öbür insanlarla ilişki kurmak, birey için bir gereksinimdir.
Bkz. bireysel psikoloji; kendini gerçekleştirme kuramı.
başkaldırı (revolt) 1. Her hangi bir nedenle belli bir düzene ve onu koruyan güçlere
karşı gelme, ayaklanma; isyan etme. 2. Bir kimseye ya da bir duruma, bir davranışa
boyun eğmeyerek karşı gelme.
BAŞOĞLU, Muzaffer Şerif Bkz. ŞERİF, Muzaffer.
baştan ayağa gelişim yasası (law of copholocaudal development) Yapısal ve devimsel
gelişimin, yaşamın başlangıcında baş bölgesinden başlayarak yavaş yavaş ayağa
doğru ilerlediğini belirleyen yasa.
başvuran Bkz. danışan.
batarya (battery) Kişilik, zekâ, başarı, özel beceriler gibi çeşitli psikoloji
alanlarındaki işleyişi değerlendirme ya da tanı amacıyla uygulanan bir dizi test.
Batarya, genellikle aynı nüfusta standartlaştırılıyor; bu yolla çeşitli testlerden elde
edilen norm değerleri, bireylerin tek tek değerlendirilmesinde bir ölçüt olarak
kullanılıyor.
Batı’da eğitimin gelişimi (development of education in the West) Başta Avrupa ülkeleri
olmak üzere Batı dünyasındaki eğitimsel gelişmeler. Avrupa’da eğitim, özetle şöyle
gelişmiş bulunuyor: Eski Yunanistan’da “vücudu güzelleştirmek, zekâyı ve ahlakı
geliştirmek” amacıyla eğitim yapılıyor. Jimnastik, müzik ve akademik eğitim, hem
iyinin hem de güzelin kaynağı sayılıyor. Eskil Çağ eğitiminin babası olarak
nitelendirilen Sokrates (İ. Ö. 470–399), kendine özgü soru-yanıt yöntemiyle gimnaz
bahçelerinde gençleri “korkaklık, cesurluk, yanlış, doğru, devlet, politika” gibi
kavramlar üzerinde düşündürüp konuşturuyor. Sokrates’in öğrencisi Platon (Eflatun)
(İ. Ö. 427–347), öğretmeninin nesnel yakalama öğretisinden farklı olarak
görüntülerin arkasına ulaşma, özü bulma öğretisini geliştiriyor. Platon, insan eğitimi
için kişilik, beden, estetik, meslek ve felsefe eğitimi aşamalarını öneriyor ve yeni
doğan çocukların, anne babalarından alınıp devlet bakım evlerinde bu aşamalara göre
eğitilmesi gerektiğini ileri sürüyor. Aristo (İ. Ö. 384–322), Doğu dünyasını da
etkilemiş olan felsefesiyle ünleniyor. Ona göre “İnsan, toplumsal bir varlıktır.
Eğitimin görevi de insanı devletin ve toplumun erdemli bir varlığı durumuna
getirmektir. İnsan, ancak böyle bir eğitimle mutlu olabilir.” Aristo, Platon’un tersine,
çocuğun gelişimi ve eğitiminde aileyi temel kurum sayıyor. Doğada eşitlik olmadığı
için eğitimin de bireysel ayrılıklara uygun olması gerektiğini savunuyor. Eski
Yunanistan’ın aydınlanmacı eğitiminde bu üçlünün öğretileri belirleyici oluyor.
Romalılarda Yunan kültüründen etkilenmeden önce eğitim, iyi yurttaş yetiştirmek
amacıyla ataerkil ailenin sorumluluğunda sürdürülüyor. Eğitimde ağırlıklı olarak
alıştırma yöntemi kullanılıyor. Anne bakımı bittiğinde erkek çocuk, babasına; kız da
annesine çıraklık ediyor. Erkek çocuk, daha sonra bir yargıcın, bir askerin çırağı
oluyor. İ. Ö. 425’ten sonra ilk ve ortaokullar açılıyor. Ortaokulda coğrafya, mitoloji
ve hukuk okutuluyor. İzleyen yıllarda açılan retorik (söz bilim) okullarında konuşma,
dil ve edebiyat dersleri veriliyor. Birçok aydın düşünür, Roma eğitimine ışık tutuyor.
Örneğin Cicero (İ. Ö. 106–43), eğitimin ilk çocukluk döneminde başlamasını
öneriyor. Çünkü ona göre çocuklukta öğrenilen açık ve düzgün bir dil, insanı
bilinçlendirmekte ve ahlaksal bütünlüğe ulaştırmaktadır. Seneca (İ. Ö. 4 - İ. S. 65),
eğitime “İnsan okul için değil; yaşam için öğrenmelidir.” ilkesini getiriyor.
Plütarkhus (İ. S. 46–125), “Doğru olanın, çocukların güzelden hoşlanacak,
çirkinliklerden uzak duracak biçimde eğitilmesi” olduğunu ileri sürüyor. Eskil Çağ’ın
aydınlanmacı eğitimi, 4. yüzyılda Hıristiyan okullarının açılmasıyla dinselleşmeye
başlıyor. Araştırma ve buluş yasaklanıyor. Manastır okullarında okuma yazma, hesap
öğretilse de dualar, dogmalar ve İncil çalışmaları temel alınıyor. Müziğe, yalnızca
kilise korolarında sıcak bakılıyor. Hıristiyan okulları, 8–10 yıllık bir eğitimle katı
dindarlar yetiştirecek bir düzene sokuluyor. Cambridge, Oxford, Heidelberg, 12.
yüzyılda birer kilise okulu olarak açılıyor. Böylece Avrupa’da eğitim, Ortaçağ (476-
1453) boyunca dinsel bağnazlığın karanlığında sürdürülüyor. Avrupa’da derin acıların
yaşandığı Ortaçağ karanlığı, Yeniçağ’ın da başlangıcı sayılan İstanbul’un alınışından
(1453) sonra başlayan Rönesans ve Reform hareketleriyle son buluyor. 15. ve 16.
yüzyıllarda Rönesans’la gelişen felsefe, edebiyat, güzel sanatlar alanındaki yenilik
akımlarıyla birlikte sayıları artan hümanistler, İlkçağ eğitiminden esinlenerek yeni
okullar açmayı, kitleleri aydınlatma çalışmalarını hızlandırıyorlar. Yaratıcı düşünce,
bu dönemde eğitim kurumlarına yerleşmeye başlıyor. Yeni eğitim kuramcı ve
uygulamacılarının çalışmalarıyla okullarda aydınlanma yayılıyor. Örneğin, Erasmus
(1467–1536), çocuklara kısa sürede her şeyi öğretmeye kalkışmanın doğru olmadığını;
öğretimde bireysel ayrılıkların göz önünde tutulması, öğretmenin öğrencilere sıcak
davranması gerektiğini belirtiyor. Montaigne (1533–1592), ansiklopedik bilgi
hamallığına karşı çıkıyor. Çocukların gerçek yaşam içinde yetiştirilmesi gerektiğini
ileri sürüyor. Luther, dogmaları reddeden, yeni kilise ve din arayışındaki Hıristiyan’ı
yetiştirmeyi hedefleyen bir reformcu olarak savaşım veriyor. Katolik kilisesinin katı
kademeleşmesine karşı çıkarak laiklere büyük bir yer veren daha ılımlı bir
kademeleşme getiriyor. Ratke’ye göre, okuma yazma öğrenemeyen çocuk okuldan
alınmamalıdır. Ezbercilik yerine gözlem yöntemi kullanılmalı, somuttan soyuta
ilkesine uyulmalıdır. Çocukta öğrenme isteği uyandırılmalı, bedensel ceza
kaldırılmalıdır. Öğrenmede büyük sorumluluğu öğretmenler üstlenmelidir. Comenius,
ünlü “Büyük Didaktika”sında eğitimin iyileştirilmesini şu beş nedenin engellediğini
ileri sürüyor: (1) Okullarda öğretmenler, başarılı bir eğitim yapacak yöntem
bilgisinden yoksundurlar. (2) Öğretmenlere işlerini kolaylaştıracak ders araçları
verilmiyor. (3) Çocukların yetenekleri keşfedilip o yönde yetiştirilmelerine olanak
veren önlemler alınmıyor. (4) Okullar, eski yöntem ve kuralları savunan ve her
yeniliği küçümseyen kişilerin eline geçmiştir. (5) Öğretim yöntemlerine uygun
yardımcı kaynaklar yoktur. 17. yüzyıl, Avrupa’da bireyin bağımsızlığı ve düşünce
özgürlüğü çağı; 18. yüzyıl da eğitim çağıdır. Bu yüzyıldaki aydınlanma, eğitime
birçok yeni kavram kazandırmıştır. Örneğin, Locke, Eğitim Üzerine Düşünceler adlı
yapıtında eğitimin doğanın yolunu izlemesi, doğanın verilerini en yüksek düzeye
çıkarması gerektiğini belirtiyor. Fransız aydınlanma öncülerinden Bayle, Voltaire,
Montesquieu, eğitimde köklü yeniliklerin yapılmasını istiyorlar. “Öğretim, insanlara
onur verir; insanları kölelik için doğmadıkları bilincine ulaştırır.” diyen Diderot, okul
sistemini halk okulları (ilkokul), sanat okulları (lise) ve fakülteler (yüksek okullar)
biçiminde aşamalandırıyor. Caradeuv, laik eğitim için ön sıralarda savaşım veriyor.
Herder, ulusal eğitim kavramını ilk kez kullanıyor. Rousseau, doğaya dönük
(natüralist) eğitim üzerine bir dizi yapıt yayımlıyor. Bunların en önemlisi olan Emil
ya da Eğitim Üzerine adlı yapıtında, yaratılan her şeyin iyi olduğunu; onları
insanların bozduğunu; çocuğun hekim, asker, papaz olmadan önce insan olması
gerektiğini vurguluyor. 1789 Fransız Devrimi, eğitime de eşitlik ilkesini getiriyor ve
okulların özgürleşmesine yol açıyor. Yeni hümanizma döneminde Humbold, “Her
çeşit okulda yeteneklerin tümü geliştirilmelidir.” yargısıyla çağdaş eğitimin kapısını
daha da aralıyor. Kant, bireysel eğitimin kültür, uygarlaşma, ahlak kazanma
amaçlarının tüm insanlık boyutunda ele alınması için devletleri, uluslararası
kuruluşları göreve çağırıyor. Ficfte, ulusalcı eğitimi gerçekleştiren okulların
oluşturulmasını savunuyor. İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Mektuplar’ın yazarı
Shiller, eğitimde estetik yaşantının temel öğe olmasını istiyor. Hegel, insanın, kendi
devletinin ahlak kurallarına uygun yaşamak zorunda olduğunu belirtiyor. Goethe,
eğitimin doğal özün açılıp gelişmesini sağladığını bildirerek evrensel eğitime çok
yönlü kişilik eğitimi kavramını armağan ediyor. Pestalozzi, toplumsal eğitimin fikir
babalığını yapıyor. Yetim ve yoksul yurtları kurup bunların eğitimi ile uğraşan
Pestalozzi “İçimi bir düş, bir eğitim imgesi, insanlık eğitimi, halk eğitimi, yoksulların
eğitimi dolduruyor.” sözüyle eğitimden ne beklediğini dile getiriyor. Pestalozzi, temel
eğitimle bedenin ve zihnin geliştirilmesini; ahlak eğitimiyle de sevginin ve iyiliğin
aşılanmasını, ruhun eğitilmesini istiyor. Frobel, okul öncesi eğitimi ele alıyor ve
çocuğun doğumla birlikte tanınmaya başlanmasını ve kendisine bedensel gelişimine
uygun bir eğitimin kesintisiz verilmesini öneriyor. Toplumcu eğitim görüşünü
sistemleştiren Marx ve Engels, insanların her yönden yetişmelerinin sağlanması,
“yeni insanın, üretici temelde işe katılarak biçimlendirilmesi” gerektiği ilkesini
getiriyorlar ve eğitimin bedensel, zihinsel ve politeknik olmak üzere üç yönden
gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtiyorlar. Nietzsche ise üstün insan eğitimi üzerinde
duruyor ve “Büyük insanlar eğitmek, insanlığın en yüksek görevidir.” sözüyle özdeki
amacını dile getiriyor. Böylece Avrupa, 20. yüzyıla çok yönlü bir eğitimle bireye özgü
düşünsel, devimsel, toplumsal ve duygusal gelişimi gerçekleştirmeye başlamış olarak
adım atıyor. Batı’da 20. yüzyılda da eğitim alanında ve onun alt yapısını oluşturan
alanlarda önemli gelişmeler oluyor. İnsana ve çağdaş eğitime bakış açısını büyük
ölçüde değiştirip geliştiren kişilik ve öğrenme kuramları ortaya konuluyor. Örneğin,
Titchener yapısalcılık; William James işlevselcilik; Watson davranışçı psikoloji
kuramını geliştiriyor. Freud topografik kuram (bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışı
kuramı); yapısal kuram (ilkel benlik, benlik ve üst benlik kuramı); içgüdü kuramı,
ruhsal-cinsel gelişim kuramı ve ruhsal ekonomi kuramı ile adından en çok söz ettiren
psikanalist oluyor. Adler, bireysel psikolojiy i ; Jung, analitik psikolojiyi;
Wertheimer, Koffka, Köhler , Geştalt psikolojisini kuruyorlar. Erikson, insanın
sekiz çağı kuramını geliştiriyor. Benlik psikanalistleri, benliği öne çıkaran bir
yaklaşım ortaya koyuyorlar. Fromm, özgürlükten kaçış yaklaşımını geliştiriyor.
Birçok yazar ve psikologun katkısıyla varoluşçu psikoloji geliştiriliyor. 1950’li,
1960’lı yıllarda ABD’de önde gelen temsilciliğini Maslow ve Rogers’ın ortaya
koydukları hümanist psikoloji, oldukça yaygın yandaş topluyor. Bu gelişmeler, çağdaş
eğitime daha aydınlık bir altyapı kazandırmış oluyor. Bkz. eğitim; eğitim psikolojisi;
eğitim sosyolojisi; eğitim tarihi; Türklerde eğitim.
Batılılaşma (Westernization) 1. Batı uygarlığının egemenlik alanı içinde kalan üçüncü
dünya ülkelerinin, bir yandan söz konusu uygarlığın baskısı; öte yandan da çevre
aydınlarının çabaları ile siyasal, toplumsal, hukuksal, bilimsel ve kültürel alanlarda
Batı toplumlarına benzemeye çalışmaları. 2. Yukarıdaki genel çerçeve içerisinde
Osmanlıda 19. yüzyılın ortalarında Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı gibi hukuksal
düzenlemelerle Batılı askeri, teknik ve siyasal eğitim kurumlarının oluşturulmasıyla
başlayıp gelişen; 20. yüzyıl başlarında Cumhuriyet döneminin başlamasıyla harf,
hukuk, kılık kıyafet, eğitim, devletin örgürlenme biçimi gibi alanlarda yapılan köklü
devrimlerle hızlanan Batı’ya benzeme, onun gibi olma, Batılı dünya görüşünü ve
yaşam biçimini benimsemeye yönelik hareket ve düzenlemelerin genel adı.
batıl itikat Bkz. boşinanç.
bazal (basigue) Fazla olan bazı tuz ya da baz özelliklerini taşıyan madde.
bazal arter migreni (basilar artery migraine) Daha çok genç kadınlarda görülen, aybaşı
döngüsüyle ilişkili olan ve ana beyin damarlarından birisindeki bir rahatsızlığı
yansıtan bir migren türü. Vertigo, kas eşgüdümünde kötüleşme, çift görme, bu
migren türünün başlıca belirtileridir.
bazal gangliya (basal ganglia) Beynin orta kısımlarında bulunup duyu bölgeleri
arasındaki sinyal yönetimini sağlayan yapılar. Bu yapılar ayrıca karmaşık devimsel
etkinliklerin planlanması ve gerçekleştirilmesi, hareket hızının denetlenmesi gibi
yüksek devimsel denetim özelliklerine de sahiptir. Bu yapılar hasar gördüğünde
atetoz, kore, distoni, titreme gibi istemsiz hareketler ortaya çıkıyor. Bkz. Huntington
koresi; Parkinson hastalığı; tardiv diskenzi.
bebeklik (infancy) İnsanın 0-2 yaş arasındaki gelişim dönemi. Bkz. çocuk ve ergenin
gelişim dönemleri ((1) Bebeklik Dönemi); bebeklik bellek yitimi; bebeklik
psikolojisi; bebeklik testi; bebeksilik; bebeksi otizm .
bebeklik bellek yitimi (infantile amnesia) Çocukluk dönemindeki; özellikle üç yaşına
dek yaşanan olayların ve yaşantıların unutulması; bebeklik amnezisi. Bu unutkanlığın
nedenlerine ilişkin başlıca üç kuram ortaya atılmıştır. Psikanalistler, bunun
bastırmadan kaynaklandığını ileri sürüyorlar. Bilişçiler, dilin gelişimiyle birlikte
bellek kodlamada ortaya çıkan değişikliklerin, bu ilk anıların bellek izlerini
canlandırmayı olanaksız kıldığını savunuyorlar. Nöro-psikologlar ise bu unutmayı
uzun süreli bellek için gerekli sinir mekanizmalarının bu ilk yıllarda işlevsel anlamda
yeterince olgunlaşmamış olmasına bağlıyorlar. Bkz. bellek.
bebeklik psikolojisi (infant psychology) Doğumdan sonraki ilk iki yıllık gelişimi
inceleyen psikoloji dalı.
bebeklik testi (infant test) Bebeklik çağındaki davranışsal gelişimi değerlendirmeye
yarayan test.
bebeksilik (infantilism) Gelişmiş bir çocuk ya da yetişkinde gelişimin zihin ya da beden
açısından ilkel bir aşamada kalması ya da oraya doğru gerilemesi.
bebeksi otizm (infantile autism) İki buçuk yaşından önce ortaya çıkan bir çocukluk
hastalığı. Bebeksi otizm, şu belirtilerle ortaya çıkıyor: Çocuk, içine kapanıyor.
İlgisizlik, göz göze gelmekten kaçınma, maskemsi bir yüz sergileme, sevecenliğe karşı
ilgisiz kalma ya da sevecenlikten kaçınma gibi tolumsal etkileşime kapalı tepkiler
gösteriyor. Ekolali, dil kurallarına uygun olmayan konuşma, “ben” ile “sen”i birbirine
karıştırma biçiminde iletişim ve konuşma bozuklukları sergiliyor. Bağlılık ilişkileri
geliştiremiyor. Davranışlarında tuhaflıklar görülüyor. Cansız nesnelere düşkünlük,
aynılıkta direnme, düzenin bozulmasına karşı kendine zarar verici tepkiler gösterme,
el çırpma, dönen nesnelere uzun uzun bakma gibi törensel eylemler yapıyor. Bu
çocukları, zekâ geriliği olan çocuklardan ayıran özellik, bunların cansız nesneleri
kullanma becerileridir. Bu bozukluğun “bebeksi otistik” diye nitelendirilmesinin
nedeni, buna yakalanan çocuklarda konuşma becerisinin bulunmamasıdır.
Psikiyatristler, hastalığın nedenleri konusunda farklı görüş ileri sürüyorlar. Kimileri
bunun kalıtsal orgasal bir bozukluk olduğunu savunurken, kimileri hastalığı çevresel,
bilinçdışı nedenlere bağlıyorlar. Bu terimi, birbirine benzeyen; ancak, farklılıkları
bulunan bir dizi hastalığı anlatan bir terim olarak gören otoriteler de vardır. Bkz.
otizm.
beceri (skill) l. Bireyin, bedensel ya da düşünsel bir çaba göstererek karmaşık devimsel
eylemleri değişik koşullar altında da yeterlikle yapabilme gücü; maharet. 2. Ustalık,
uzluk, el uzluğu. 3. El, parmak ve göz eşgüdümü bakımından yeterlik. Bkz. beceri
çözümlemesi; beceri gruplandırması; beceri testi; birincil beceriler; eğitimin
amacı.
beceri analizi Bkz. beceri çözümlemesi.
beceri çözümlemesi (skill analysis) Her işin ne türden bedensel, zihinsel ve toplumsal
öğelerden oluştuğunun belirlenmesi; beceri analizi. Beceri çözümlemesine, bu işlere
gireceklerin yetiştirilmesi amacıyla başvuruluyor.
beceri gruplandırması (ability grouping teaching) Benzer yetenekleri olan öğrencilerin,
eğitim amacıyla aynı sınıflara ya da aynı kümelere yerleştirilmesi; beceri
kümelendirmesi. Araştırmalar, öğrenciler yeteneklerine göre sınıflandırılıp onlara
öğrenme hızlarına uygun bir eğitim verildiğinde, hepsinin akademik başarılarının
arttığını gösteriyor. Bkz. tam öğrenme.
beceri kümelendirmesi Bkz. beceri gruplandırması.
beceri testi (ability test) Beceri ya da zekâ ölçümü için kullanılan standart bir test.
Kişinin bilişsel, ruhsal-devimsel ya da fiziksel işleyiş alanlarından birindeki belli bir
anda var olan performansı ölçülebildiği gibi, bununla gelecekteki performansına
ilişkin değerlendirmeler de yapılabiliyor. Bkz. başarı testi; yetenek testi.
bedbinlik Bkz. kötümserlik.
beden (soma) 1. Canlı varlıkların maddi bölümü; vücut. 2. Vücudun baş, kol, bacak gibi
organları dışında kalan organlarını kapsayan bölümü; gövde. Bkz. beden algısı yitimi;
beden belleği; bedencil kişilik; beden dili; beden imgesi: beden kavramı; bedensel
ceza; bedensel dokunma; bedensel engelli: bedensel gelişim; bedensel
gereksinimler; bedensel kökenli ruhsal bozukluklar: bedenselleştirme bozukluğu;
bedensel sinir sistemi; bedensel tadavi; bedensel tip; bedensel ve devimsel
gelişim; bedensel yapı sınıflaması; beden tipi.
beden algısı yitimi (acenesthesia) Kişinin bedensel varlığını algılama gücünden yoksun
oluşu ya da bu yeterliği yitirmesi.
beden belleği (body memory) Travmanın kimi yanlarını simgesel ya da başka türlü dile
getiren beden duyumları için kullanılan bir terim. Gerçekte vücutta, anımsama
yeteneğine sahip olan nöronlar yoktur. Duyusal dürtüler, beynin yan loplarında
kaydediliyor. Bedensel duyumlara ilişkin bu anılar, benzer olaylar ya da ipuçları
bellekteki anıları canlandırdığında yeniden duyumsanabiliyor. Örneğin, tecavüze
uğrayan bir kişi, daha sonra o olayda yaşadığına benzer pelvik ağrılar duyabiliyor. Bu
tür bedensel duyumlar, dokunma, hareket, tat, koku, görme gibi duyu modlarında
yaşanabiliyor. Beden belleğine somatoform bozukluk olarak tanı konulabilir. Bkz.
bellek; somatik bellek.
bedencil kişilik Bkz. Sheldon’un bedensel yapı sınıflaması.
beden dili (body language, nonverbal communication) Konuşulan dil kullanılmadan ses
tonu, bakışlar, yüz anlatımı, el kol işareti, bedensel duruş biçimi, dokunma ve benzeri
hareket ve görünümlerle gerçekleştirilen iletişim; sözel olmayan iletişim. Özellikle
başın değişik biçimde sallanması, göz hareketleri, el hareketleri beden dilinin
önemli araçlarıdır. Oturma ve selamlama biçimi, gülümseme ya da sert durma
biçimindeki yüz hareketleri de günlük yaşamda yoğun olarak kullanılan beden dili
araçlarıdır. Giyim biçiminin de beden dilinin dolaylı bir anlatımı olarak
değerlendirilmesi söz konusudur. Bkz. ben iletisi.
beden imgesi (body image) 1. Kişinin kendi bedeni ve bedeninin çevreyle ilişkisi
konusundaki algısı; beden şeması, beden algısı. Bu algı, iç duyumlara, bedenin
duruşundaki değişmelere ve dış nesnelerle, insanlarla ilişkilere dayanıyor. 2. Kişinin
kendi vücuduna ve görünümüne ilişkin, toplumun tanımlamış olduğu bedensel görünüm
standartlarına dayalı tutum ve duyguları.
beden kavramı (body concept) Kişinin beden yapısının, özellikle başkalarına nasıl
göründüğü konusundaki kanısı.
bedensel bozukluk (physical deficienci) Vücudun kimi parçalarının belirgin biçimde
anormal ya da kötü gelişimi; beden engeli.
bedensel ceza (corporal punisthment) Doğrudan bedene uygulanan ceza; fiziksel ceza.
Kimi anne babalar dayak atma, bir cisimle vurma gibi bedensel cezaların, çocuğu
disipline sokmanın, onu eğitmenin etkili bir yolu olduğuna inanıyorlar. Uzmanlar ise
bu tür cezaların incitici, onur kırıcı, aşağılayıcı olduğu için uygulanmaması gerektiğini
belirtiyorlar. Bkz. ceza.
bedensel dokunma Bkz. evlilik.
bedensel gelişim Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri.
bedensel gereksinimler Bkz. gereksinim; gereksinimler aşama sırası.
bedensel kökenli ruhsal bozukluklar (somatopsychic disorders) Uyuşturucu
maddelerin, beyin zedelenmeleri, merkez sinir sistemi enfeksiyonları ve benzerlerinin
davranışlara etkisi gibi organsal etkenlerden kaynaklanan ruhsal bozukluklar.
bedenselleştirme bozukluğu (somatization disarder) Belirlenmiş organsal bir temeli
bulunmayan; sıklıkla uzun süreli ağrı yakınmaları; yutma, yürüme güçlükleri, bulanık
görme, bulantı, karın ağrısı, çarpıntı, cinsel ilişki sırasında ağrı gibi bedensel
yakınmayla ortaya çıkan ve sıklıkla kadınlarda görülen bir bozukluk; somatoform
bozukluk. Bkz. ruhsal kökenli bedensel bozukluklar.
bedensel sinir sistemi (somatic nervous system) Çevre (periferal) sinir sisteminin,
deri, kas ve iskelet sistemi gibi duyu alıcılarından gelen duyu ve devinim sinyallerini
merkez sinir sistemine; oradan aldığı devinim sinyallerini de kaslara ve salgı
bezlerine ileten bölümü.
bedensel tedavi (somatic therapy) Ruh hastalıklarının elektroşok tedavisi,
psikotropik ilaçlar, vitaminler gibi organsal yöntemlerle tedavi edilmesi.
bedensel tip (somatotype) Kişinin huyu ile ya da davranış özellikleriyle ilişkili olarak
bedensel yapısı; insanları bedensel özelliklerine göre sınıflandırmak için geliştirilen
bir sistem. Eski çağlardan beri çok sayıda bedensel tip sınıflaması yapılmıştır. Bkz.
bedensel yapı sınıflaması; tipoloji.
bedensel tipoloji Bkz. bedensel yapı sınıflaması.
bedensel ve devimsel gelişim Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri.
bedensel yapı sınıflaması (classification of body build) Kretschmer ve onu izleyen
Sheldon gibi fizyonomistlerin, önemli ruhsal ve işlevsel niteliklerin, beden yapısıyla
bir ilişkisi olduğu görüşünden yola çıkarak insanları beden yapıları ve biçimlerine
göre adlandırmalarıyla ortaya çıkan sınıflamalar; bedensel tipoloji. Bu
fizyonomistler, temel yapılara ek olarak, ara tip ya da ara yapılardan da söz
etmişlerdir. Bkz. Hipokrat’ın bedensel yapı sınıflaması; Kretschmer’in bedensel
yapı sınıflaması; Sheldon’un bedensel yapı sınıflaması.
beden tipi (body type) Belli bedensel özellikleri kendinde toplayan tip.
beden ve organ kısalığı saplantısı Bkz. iğdişlik karmaşası.
Behn-Rorschach testi (Behn-Rorschach Test) Rorschach ölçeği’ne benzeyen bir dizi
mürekkep lekesinden oluşturulmuş olan test. Bkz. Rorschach testi.
Beier cümle tamamlama testi (Beier’s sentence completion test) Yansıtma testlerinden
biri. Bu testin geniş bir kullanım alanı bulunuyor. Bireylerin ve grupların tutum ve
duygularının incelenmesinde yararlanışının yanı sıra klinik çalışmalarda; okul, iş yeri
gibi ortamlarda sıklıkla rastlanan sorunların saptanmasında da kullanılıyor. Testin A
ve B formu bulunuyor. A formu 8-16 yaşlar arasındaki çocuklara; B formu da daha
yukarı yaştakilere uygulanıyor. A formunda 56; B formunda ise 67 eksik tümce vardır.
Beier cümle tamamlama testinin dayandığı temel varsayım, öbür yansıtma
testlerininkine benziyor. Birey bu testle bir ölçüde belirsiz bir uyarıcı karşısında
kendi ilgi, istek, duygu, tutum gibi önemli kişilik özelliklerini yansıtıyor. “Büyüdüğüm
zaman….”, “Ceza ve yasaklar…” biçimindeki eksik tümceleri tamamlarken genel
durumunun yanı sıra, iç durumunu da yansıtmış oluyor. Beier cümle tamamlama
testinin üstünlükleri olarak şunlar gösteriliyor: (1) Uzmanlaşmış kişilerce
uygulanıyor. Uygulama süresi ekonomik, değerlendirilmesi kolaydır. Bireyin duyguları
ve tutumları konusunda oldukça çabuk ve doğru bir bilgi veriyor. (2) Bireyin kişisel
dünyasına ilişkin sorunlarının ortaya çıkarılmasını sağlıyor. (3) Sağırlık, topallık gibi
sakatlıkları, verem gibi hastalıkları bulunan kişilerin duygu, tutum ve sorunlarını
kolaylıkla ortaya çıkarıyor. (4) Öbür yansıtma testlerinden farklı olarak, geçerlik ve
güvenirliğinden bir şey yitirmeden gruplara da uygulanabiliyor. (5) İyi, kötü ya da
doğru, yanlış biçiminde yanıtlanmadığından, deneklerde fazla direnmeye yol açmıyor.
(6) Uygulayıcının yan tutmasını önlüyor. (7) Tedavinin planlanması için ipuçları
veriyor. (8) Tedavi sonundaki tutum ve davranış değişlikliklerini değerlendirmek için
de kullanılıyor.
bekâret (virginity) Bir genç kızın ya da kadının cinsel ilişkiye girmemiş olması.
Geleneksel anlamda bekâret, kızlık zarıyla tanımlanıyor. Ancak, günümüzde, bu zarın
yırtılmış olması, bekâretin yitirilmesi anlamına gelmiyor. Bkz. bekâret tabusu; kızlık
zarı.
bekâret tabusu (virginity taboo) Kadının evlilikten önce bekâretinin bozulmasını
yasaklayan toplumsal bir tabu. Günümüzdeki yaygın görüşe göre bu tabu, kadını
toplumsal bir tutsak durumuna getirmenin, cinsel etkinliklerini kısıtlamanın ve gebe
bırakılmadığından emin olmanın bir aracıdır.
beklenti düzeyi Bkz. dilek düzeyi.
beklentisel kaygı (anticipatory anxiety) Belli bir ortamda kaygı ya da panik duyumsama
beklentisinin yol açtığı kaygı. Artması durumunda, bu kaygı alan korkusuna
dönüşebiliyor. Bkz. alan korkusu; beklentisel kuram; performans kaygısı.
beklentisel kuram (expectancy theory) Tolman’ın davranışçılıkta, bilişsel öğrenmenin,
kazanılmış beklentilere ve belli nesnelere bunlarla daha önce ilişkilenmiş olan öbür
kimi nesnelerin işaretleriymiş gibi tepki verme eğilimi olduğunu savunan görüşü. Bkz.
uyarıcı-organizma-tepki.
Bel (Bel) Ses şiddetiyle ilgili birim. Bel, verilmiş bir ses şiddetinin, kendisinden on kat
az başka bir ses şiddetine oranının ondalık logaritmasına eşittir. Kulak, Bel’den on kat
daha az ses şiddetlerini Ayırt edebildiği için ses şiddeti birimi olarak daha çok,
Bel’in onda biri olan desibel kullanılıyor.
belgelik (archives) Belgelerin ve belge değeri taşıyan şeylerin saklandığı, korunduğu ve
isteyenlerin yararlanmasına sunulduğu yer; arşiv.
bel gelmesi Bkz. orgazm.
belirlenebilirlik (decidability) Bir kuram ya da varsayımın üç temel özelliğinden biri.
Bunların öbür ikisi ise tamlık ve tutarlılıktır. Belirlenebilirlik, sonlu sayıda adım
içeren bir kanıt yönteminin varlığı ile sağlanıyor. Yöntem yoksa ya da atılacak adım
sayısı belirsizse kanıt da söz konusu değildir. Bkz. kestirim, yinelenebilirlik.
belirlenemezcilik (indeterminism) Psikolojide, istencin mutlak özgürlüğünü, insanın
fizyolojik ya da ruhsal nedenlerle belirlenmeyen seçimler yaptığını savunan görüş;
indeterminizm, zorunsuzluk. Bkz. belirlenimcilik.
belirlenim (determination) Neden-sonuç arasındaki bağlantı; determinasyon.
belirlenimcilik (determinism) Evrendeki fiziksel ya da ruhsal tüm olayların, fiziksel
açıdan ve gizilgüç açısından ölçülebilir bir nedeni bulunduğunu; her olayı, kendinden
önce gelen olayların belirlediğini ve açıklayabileceğini ileri süren görüş;
determinizm, gerekircilik. İstencin, kendinden önce gelen ruhsal, fiziksel koşullar ve
nedenlerle belirlendiğini savunan; rastlantıyı, istenci ve özgür seçimi reddeden bu
görüş, psikolojiye iki farklı biçimde yansıdı. Bunlardan birincisine göre, insan
davranışının tümünü eski yaşantılar ve bilinçdışı belirliyor. Davranışın geçmişle,
bilinçdışıyla belirlendiği görüşünün baş savunucusu olan S. Freud, hiçbir insan
davranışının; örneğin, dil sürçmesinin, rastgele söylenen bir rakamın, bir rüya
öğesinin, bir belirtinin, kesinlikle belirlenebilir bir nedeni bulunduğunu savundu.
Belirlenimciliğin psikolojiye ikinci yansıması, davranışı, çevrenin (uyarıcıların)
belirlediği savıdır. Davranışçılarca savunulan bu görüşe göre, istenç ve özgür seçim
de içinde olmak üzere, her insan davranışı, öğrenilmiş bir dizi uyarıcı-tepki
ilişkilerinin bir sonucudur ve bu, U-T formülüyle açıklanabilir. Özgür istençli ve
özgür seçimci olan hümanist yaklaşımcılarl a varoluşçuların da karşı çıktıkları
belirlenimcilik, bir yanıyla bilimin de vazgeçilmez bir koşuludur. Çünkü neden-sonuç
ilişkisi yoksa bilim de yok demektir. Bu durumda bilimin “açıklama yapma, verilere
dayanarak bilinmeyeni kestirme” ölçütü ortadan kalkmış oluyor. Bu nedenle
psikolojinin belirlenimcilik konusunda zor durumda olduğu söylenebilir. Birçok
araştırmacı, konunun kuramsal boyutunda belirlenimciliği reddetse de davranışı
açıklayan ilkeleri incelemeye, olaylar arasında ilişki kurmaya sıra geldiğinde, şu ya
da bu ölçüde belirlenimci olmak zorunda kalıyor. Freud’a göre insanın gelecekte nasıl
davranacağını geçmiş yaşantıları belirleyip sınırlıyor. Bu kavram, ruhsal
belirlenimcilik olarak da dile getiriliyor. Bkz. belirlenemezcilik; özbiliş yeteneği;
psikanaliz; davranışçı psikoloji; varoluşçu psikoloji; hümanist psikoloji.
belirsiz beti (ambiguous figure) Resmin iki farklı biçimde görülebildiği bir tür görsel
yanılsama; muğlak figür, belirsiz figür. Algı, genellikle iki seçenek arasında gidip
geliyor. Örneğin, yukarıdaki şekilde biri genç; öbürü yaşlı iki kadın görülebiliyor.
Bkz. çift istikrarlı algısal olaylar; Rubin figürü.
Karım ve Kaynanam
Şimdiye kadar beynin sağ ve sol beyin olarak incelenmesine alıştırılan beyinlerimize
bu yeni kavramların öğretilmeye çalışılması niye, diye soruyor olmalısınız. İşte bu
soruyu soran beyin, üst beyin veya tıpta kullanıldığı şekliyle korteks’tir. Beynin çok
azı çözümlenmiş fonksiyonlarının anlaşılabilmesi için bu ayırım işime gelmekte.
Bütün zekâ ölçerlerinin ölçmeye çalıştığı üst beyin fonksiyonlarının kişiden kişiye
çok farklı olması aptal, orta zekâlı, çok zeki gibi kavramlarla insanları hiç de hak
etmedikleri ayırımlara sürüklemiştir.
Konuşma, okuma, yazma, öğrenme, düşünme, yargılama, felsefe yapma gibi görünür
beyin fonksiyonları sadece üst beyne ait olmakla birlikte tüm beyin fonksiyonları
olarak kabul edilmiş ve zaman içerisinde sadece bunlar üzerinde durulur olmuştur.
Oysa psikosibernetikçiler tarafından en zeki kişide dahi yüzde 28 hücre kullandığı
varsayılan üst beyin genelde yüzde 72 hücre kullanan alt beyin tarafından idare
edilir. Alt beynimiz doğal olarak daha çok hücre kullanacaktır. Çünkü otonom sinir
sistemi dediğimiz sistemle vücudumuzdaki iç organların refleks bir düzenle
çalışmasını temin etmenin dışında içgüdülerimiz ve duygularımızı biçimlendirir.
Nasıl ki kalbimizin çarpışını, barsaklarımızın çalışışını, nefes alış verişimizi
farkına varmadan refleks olarak alt beyin idare ediyorsa, içgüdülerimiz de
değiştiremeyeceğimiz bir biçimde doğal olarak alt beynimize yerleştirilmiştir.
Hatta halk arasındaki tabiriyle duygularımızın bile zinciri çekilemez.
İşte bu nedenlerle psikiyatrik rahatsızlıkların tamamı alt beynimizdeki
takıntılardan kaynaklanır. Bu nedenle de sıklıkla otonom sinir sistemini de
etkileyerek psikosomatik hastalıklara sebep olur.
Psikiyatri ve nöroloji branşları ile ilgili okurlar için hipotalamus, substansiya
nigra, nucleus coroleus gibi özel alt beyin bölgelerinden bahsetmek ve bu
bölgelerden salgılanan nöro-transmitter dediğimiz maddelerin duygusal
bozukluklara sebep olduğunu söylemek anlaşılır olabilir. Fakat bu branşlar
dışındaki hekimleri düşündüğümüzde bu kavram karmaşalarının konumuzun
anlaşılmasında ne denli bir güçlük yaratacağı ortadadır. Bu nedenle alt beyin
kavramını kullanmakta devam edeceğim.
Bu durumda psikolojik rahatsızlıklarımızın kaynağı olan alt beyin takıntılarını
nasıl hissedebiliriz sorusu takılır aklımıza, pardon üst beynimize. İzolasyon havuzu
deneylerinden sonra ortaya çıkan halüsinasyonlarda, şizofrenlerin kendiliğinden
ortaya çıkan halüsinasyonlarında, Tibet rahiplerinin kendilerini izole ettikten bir
süre sonra tarif ettikleri görüntülü vahiy durumlarında hep üst beyin devre
dışındadır. Üst beyni devre dışı bırakan hipnoz, meditasyon gibi metotların yanında
uykuda da bir nevi üst beyin uyuşukluğu vardır. Operasyonlar sırasında anestezi
üst beyni kesinlikle devre dışı bırakırken, pozitif veya negatif duygusal şok ve
travmalar da en azından üst beyin sislenmesine neden olmaktadırlar.
İşte bu saydığımız durumlarda üst beyin tamamen veya kısmen devre dışı kaldığı için,
alt beyin takıntıları ve aşırı telkin edilebilme yeteneği ile ortadadır.Üst beynin bilinçli
olan alışageldiğimiz mantığından yoksun olan altbeynimiz, doğumdan itibaren
devamlı kayıt yapar. Bu kayıtları Freud’un şuur altı dedi ği bölüm içerisine,
kapsamını biraz daha genişletmek kaydıyla yerleştirdiğini düşünmek mümkündür.
Başka bir deyişle Freud’un üzerinde durduğu klasik 0-6 yaş çocukluk dönemi
dışında daha sonra anestezi ve hipnoz gibi üst beynin tamamen devre dışı kaldığı
durumlarda, fiziksel, duygusal ve uyku gibi üst beynin önemli ölçüde devre dışı
kaldığı durumlarda da şuur altı takıntılar oluşacaktır.
Çünkü böyle durumlarda üst beynin mantık kuralları dışında tıpkı bir kompüter gibi
şuur altı kayıtlar oluşacaktır. Bu kayıtları normalde algılamayan üst beyin birtakım
tercüme hataları yapacak ve birtakım nevrotik bulgular ortaya çıkacak, hatta bazen
kendimizi aptal hissetmemize neden olacaktır. İşte bu kayıtların temizlenmesi analitik
psikoterapi yöntemleri ile yapılmaktadır. Klasik psikoanaliz sadece çocukluk
döneminin şuur altı takıntılarını temizleme uğraşını verirken, son sıralarda “Dianetik”
başlığı altında birtakım yeni tedavi metotları yukarıda anlattığımız nedenlerle
korteksin devre dışı kaldığı sıralarda da şuur altı kayıtların yapıldığı ve bu
kayıtların sıklıkla takıntılara neden olacağı düşüncesinden hareketle özellikle
anestezi ve şok gibi fenomenler üzerinde durmaktadır. Hatta halen Avrupa
hastanelerinin bazılarında anestezi almış bir hastanın yanında ameliyathane
personelinin çok az ve hafif sesle konuşmalarını öğütlemekteler. Mantık tanımayan
alt beynimizin “Bu hasta ölecek galiba.” endişe veya esprisinin etkisini çok
derinden hissdebileceği ve bu olumsuz kaydın çok başarılı geçen operasyonlarda
dahi hastanın iyileşmesine engel olabileceği tartışması yapılmaktadır.
Ben şahsen bu tartışmalarda kesinlikle üst beynin devre dışı kaldığı her zamanda
hasta çevresindekilerin çok dikkatli olması gerektiği inancındayım. Bu nedenle
uygun olmayan ellerle yapılan hipnozun, karşısında olduğum gibi, fiziksel veya
duygusal bir rahatsızlık nedeni ile üst beyni sislenmiş bir hastanın yanındakilerin
konuşma ve heyecanlarını çok dikkatle denetlemeleri gerektiğini de düşünmekteyim.
Daha sonra geliştirme ihtimali olan çok önemli rahatsızlıkları engellemek
açısından insanımızı korumanın ayrıntılarını tartışmanın zamanı çoktan gelmiştir.
Nobel kimya ödülünü 1989 yılında kazanan araştırmacılar, RNA’nın bilgi
şifrelerini okuma ve taşıma özelliklerini ispatladıkları için bu ödüle layık
görüldüler. Bu nedenle 1987 yılında “Bilgi Olmayan Sezgiler” isimli kitapçığımda
işlemiş olduğum alt beynin genetik bilgi şifreleri konusuna burada da değinmek
istiyorum.
Çünkü o zamanlar sezgisel biçimde ele aldığım bu konu artık bilimin ispat
aklanmasından geçmiştir. Haberi veren pek çok kaynak, biyoloji kitaplarının
yeniden yazılacağı yorumunu getirirken belki de şu anda özetini vermek istediğim
bilimsel olmaya çok yaklaşmış sezgileri de dile getirmek istediler.
Doğal olarak alt beynimizde RNA’lar aracılığı ile nakledilen bilgi şifreleri varsa
bunlara ait takıntılar da olacaktır. Ve yine doğal olarak bu takıntılar, atalarımızın
kendi yaşantılarına ait çok önemli olaylara ait olacaktır.
Bu durumda bir şizofrenin gördüğü halüsinasyonu, bir medyumun ruh diye
adlandırdığı görüntüyü, bir korkmuşun cadı diye tarif ettiği şekilsizi, bir rahibin
vahiy diye isimlendirdiği sesleri, bir çocuğu uykusundan uyandıran kâbusları alt
beyindeki genetik bilgi şifrelerinin bir deşarjı olarak kabul edip bu doğrultuda
analizler yapmak mümkün olacaktır. Ben şimdilik bu analizleri yapmayı, konuyla
ilgilenen diğer meslektaşlarıma bırakarak kısaca kendi alanımdaki deneylerimi size
aktarmak istiyorum.
Normal bir yaşam fenomeni olarak rüyaları ele aldığımızda rüyalarımızın üst beyin
rüyaları, şuur altı rüyaları ve alt beyin rüyaları olarak incelenebilmesinin mümküm
olacağını görürüz. (1) Üst beyin rüyaları: Üst beyin rüyaları korteks takıntılarını
içerdiği için aradaki bağlantılar kolayca kurulabilmekte ve hatta danışanlarımızın
çoğu bu bağlantıları kendiliğinden kurabilmektedir. (2) Şuur altı rüyaları: Şuur
altı takıntıları içeren şuur altı rüyalar, pek çok psikoanaliz ekolü tarafından uzun
süredir incelenmektedir. Gerek arzularımızı birtakım sembollerle ifade etmeleri
gerekse mantık dışı olma özellikleri nedeni ile kolayca tanımlanabilmelerine
karşın aradaki bağlantıların kurulabilmesi için profesyonel bir yardım
önerilmektedir. (3) Alt beyin rüyaları: Alt beyin rüyalarının tanımı ve analizi
konusunda henüz bir kaynak bulmak mümkün gözükmemektedir. Üzerinde çok yeni
tartışılmaya başlanan bu fenomen hakkında bir başlangıç olarak görüşlerimi
bildirmek isterim.
Şayet size çok yabancı gelen bir çevrede hiç tanımadığınız insanlarla ilgili bir
rüya görmüşseniz veya karabasan, kâbus gibi hiç bilmediğiniz canavar nitelikli
canlılar tarafından kovalanıyorsanız, bir savaşın ortasında vurulmak üzereyseniz,
bu tür rüyalarınızın alt beyin rüyası olma olasılığı büyüktür. Tabii ki görmüş
olduğunuz bir filmin korteksinizi etkilemesi ihtimalinin izole edilmesi şartıyla.
Alt beyin rüyanızın hangi atanızın genetik bilgi şifrelerini size aksettirdiği delil ve
bağlantıları bulmayı şimdilik meraklı okurlarıma bırakıyorum.
İlginçtir ki yapılan araştırmalar hepimizin bir gece uyku sırasında dört veya beş
rüya gördüğünü ispatlamış olmasına karşın, çoğumuz rüyalarımızı
hatırlayamadığımız için rüya görmediğimizi ifade ederiz.
Oysa hiç rüya görmeyenleri dahi uykunun REM devresinde uyandırırsanız
rüyalarını bütün ayrıntıları ile anlatabilmektedirler. Bu durumda hangimizin daha
çok üst beyin rüyası; hangimizin alt beyin rüyası gördüğünü söylemek hiç de kolay
değil.
Çok sayıda rüya analizi yapma fırsatı bulmamı nevrozları nedeniyle uykuları
bozulmuş danışanlarıma borçluyum diyebilirim. Doğal olarak uykusu kesik ve
bozuk olan danışmanlarımın uykunun REM devresinde uyanma ve rüyalarını
hatırlama şansları yüksek oluyor.
Başlangıçta sıklıkla korteks rüyalarını hatırlayabilen danışanlarım, bunların
analizi yapılıp taşıdıkları duygusal yüklerden kurtuldukça şuur altı rüyalarını da
hatırlamaya başlıyorlar ve şuur altı rüyalarının analizinde mesafe katettikçe
uykuları da düzeldiğinden alt beyin rüyalarını hatırlamaları mümkün olmuyor.
Alt beyin rüyalarının analizinde ancak daha başlangıçta bu tür rüyalar nedeni ile
gelen danışanlarımda mesafe kaydettik. Henüz aldığım mesafeyi yeterli
bulmadığımdan bu konudaki ayrıntıları bir başka güne veya bir başka meslektaşıma
bırakıyorum.
Güzel rüyalar dileğiyle. (Evrenin Sembol Diliyle Psikoestetik, 1999)
beyin anatomisi (cerebral anatomy) Beynin yapısı ve bölümleri. Bkz. beyin.
beyin baskınlığı (cerebral dominance) Beden davranımlarının başlatılmasında ve
denetiminde beynin bir diliminin ötekine komut vermesi ve onu yönetmesi.
beyincik (cerebellum) Beyin kökünün arka bölümünde bulunan üç loplu bir yapı.
İstemli ve istemsiz kas etkinliğini bütünleştirme, kas hareketlerini düzenleme, vücut
dengesinin korunmasına yardımcı olma görevlerini beyincik yerine getiriyor.
beyin dalgaları (brain waves) Özellikle beyin kabuğunun elektrik etkinliğinde
kendiliğinden olan iniş ve çıkışlar. Bkz. beyin dalgaları çizelgesi.
beyin dalgaları çizelgesi (electroencephalogram) Kafatasına ya da açıktaki beyne
elektrotlar yerleştirildiğinde beynin elektrik gizilgücündeki dalgaya benzer
görüntülerinin gösterildiği çizelge.
beyin dilimleri (cerebral hemispheres) Beyni oluşturan sağ ve sol dilimler. Bkz. beyin
yarımküreleri.
beyin felci (cerebral palsy) Beynin özellikle hareket bölgelerindeki zedelenmenin yol
açtığı bir dizi sinirsel hareket ve duruş bozukluğunun ortak adı. Bu bozukluğun büyük
çoğunluğu, gebelik ve doğum sırasında ya da bebeklik döneminde ortaya çıkıyor.
Spastiklik, katılık, kas gerginliğinin bulunmaması, güçsüzlük, hareketlerde
eşgüdümsüzlük; görme, işitme kusurları gibi algısal güçsüzlükler, zekâ geriliği;
konuşma, çiğneme, yutkunma güçlükleri, sarsak duruş ya da yürüyüş, titreme, hareket
yitimi ve benzerleri, bu bozukluğun başlıca belirtileridir. Beynin yıkıma uğrayan
bölgesine göre, belirtilerin şiddeti değişiyor.
beyin fırtınası (brainstorming) Bir sorun’un çözümü, yeni teknik ve buluşların
geliştirilmesi gibi belli bir konuda düşünce üretmek amacıyla kullanılan bir takım
tekniği. Teknik, takımı oluşturanların bir arada, özgür bir ortamda akıllarına gelen her
şeyi rahatça dile getirmeleri biçiminde uygulanıyor. Beyin fırtınası seansında hiçbir
düşünce yasaklanmadığı gibi, hiçbir düşünce de eleştirilmiyor. Dile getirilen her
düşünce kaydediliyor ve daha sonra, takımı oluşturan üyeler arasında tek tek
tartışılıyor. Reklamcı Alex Osborn’un geliştirdiği bu teknik, üst düzeyde bir düşünme
ortamı ve yaratıcılık sağlıyor.
beyin gizilgücü (brain potentials) Beyin kabuğundaki düşük voltajlı, yükselip alçalan ve
ölçülebilen elektrik tepkileri; beyin potansiyeli.
beyin göçü (brain drain) Genellikle yaşanılan ortamın olanaksızlıkları, gelir düzeyinin
düşüklüğü, rahat ve verimli çalışma koşullarının bulunmayışı gibi nedenlerle az
gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere nitelikli iş gücünün yanı sıra bilim insanı,
araştırmacı, sanatçı ve aydınların göç etmesi.
beyin hasarı Bkz. organsal beyin bozuklukları.
beyin kabuğu (cerebral cortex) Beynin evrimsel gelişiminde en son oluştuğu düşünülen;
insanda 15 milyardan fazla sinir hücresi içeren; insanı öteki canlılardan ayırt eden
karmaşık fizyolojik işlevlerin gerçekleştiği, dışta 1-4 mm kalınlığındaki gri madde;
serebral korteks, beyin korteksi, beyin zarı. Her türlü bedensel etkinliğin
eşgüdümünden, duyu organlarından gelen bilgilerin yorumlanıp bunlara ilişkin uygun
devimsel komutların verilmesine dek birçok zihinsel etkinlik ve davranış, burada
örüntüleniyor. Bunların başlıcaları dil, akıl yürütme, planlama, sorun çözme ve
yaratıcılıktır. Bununla birlikte, öbür organlar ve işlevler de bunlar üzerinde etken
oluyor. Evrimin alt basamağındaki hayvanlarda pek gelişmemiş olan beyin kabuğu,
memelilerde; özellikle insanda sinir sisteminin geri kalan bölümüne göre çok
gelişmiştir. Tüm sinir sisteminin ağırlığının yarısı kadar bir ağırlığa sahiptir. Çok
gelişmiş olması nedeniyle, kafatasına sığabilmesi için yüzeyinde birçok girinti çıkıntı
ve kıvrımlar oluşmuştur. Beyin kabuğu orta çizgisi boyunca uzanan yarık, onu iki
bakışık yarıya ayırıyor. Uzunlamasına yarıktan yana ve hafifçe öne doğru uzanan derin
oluk, merkezi oluktur. Yan yüzeyde arkaya doğru uzanan yarığa ise, dış yan yarığı
adı verilmiştir. Bu üç yarık, beyin kabuğunu dört lopa ayırıyor. Bunlar alın lopu
(frontal lobes), duvar lopu (pariental lobe), şakak lopları (temporal lobes) ve art
kafa loplarıdır (accipital lobes’tır). Beyin kabuğu, büyük bir sinir düğümü
(gangliyon) olmakla birlikte, beyin kabuğu hücrelerini birbirine bağlayan liflere sahip
olması ile sinir sisteminde bulunan öteki sinir düğümlerinden ayrılıyor. Beyin kabuğu,
hücre yapısındaki farklılıkları nedeniyle birçok farklı yapısal alanlara bölünüyor.
Örneğin, elektriksel uyarılmayla beyin zarının izdüşüm alanları çıkarıldığı zaman,
beyin zarında her duyunun izdüşümünün, topografik bir biçimde örgütlendiği
görülüyor. Her duyunun beyin zarında genelde iki; kimi de üç izdüşümü bulunuyor.
Bireyin beyin kabuğunun gelişmişliği ile zekâsı arasında doğru orantı vardır. Kıvrımlı
beyin kabuğunun oluşumu ve gelişimi ile hacim artışı ve yapısal-işlevsel farklılaşma
birlikte gerçekleşiyor. Üzerinde durulması gereken nokta, yeni beyin kabuğunun
duyusal ya da devimsel işlevleri olmayan kesiminin gelişimidir. Evrim aşamalarında
insana doğru geldikçe, bu işlevlerin dışında kalan alanlar büyümeye başlamıştır.
Öğrenilmiş davranışlarla ve karmaşık süreçlerle ilişkili olmaları nedeniyle bu
alanlara çağrışım alanları deniyor. Bu büyüme, alın loplarındaki alın öncesi
alanların;beyin kabuğunun arka kesimlerinde ise, bilinen duyusal alanların dışında
kalan duvar ve şakak alanlarının büyümesi biçiminde gerçekleşmiştir. Bkz. alın beyin
kabuğu; bağlantı beyin kabuğu; beyin; Broca alanı; ilkelbenlik;benlik; üstbenlik;
öğrenme merkezleri; Wernicke alanı.
Biçim Değişmezliği
Biçim Tanıma
biçim türdeşliği Bkz. Gestalt türdeşliği.
biçim verme Bkz. edimsel koşullama.
bildirimsel bellek Bkz. açık bellek.
bileme Bkz. asimilasyon.
bileşen içgüdü Bkz. içgüdü; özünerosluk.
bileşik engelli (multiple handi capped) Görme, işitme, zekâ geriliği gibi engellerin
birden çoğunu kendinde toplayan (kişi).
bileşik imge (composite image) Türlü anıların birbirine eklenmesi sonucu ortaya çıkan
karma imge.
bileşik imgesel kişi (composite figure, composite image, composite person) Birden çok
gerçek kişi ile ilişkili özelliklerden oluşmuş ve düşlerde rastlanan bir imgesel kişi.
Örneğin, bir arkadaşımızın içtenliği ile öbür arkadaşımızın bedensel özelliklerini
taşıyan bir kişinin var olduğunu düşünmek gibi.
bileşik tepki ilkesi (principle of multiple response) Canlının yeni karşılaştığı durumlara
uygun düşen birçok tepkiyi denemesi ilkesi.
bileşim kuramı Bkz. MENDEL, Johann Gregor.
bileştirme (synesthesia) Kimi kişilerde görülen, bir duyu organıyla sağlanan algıları
başka bir duyu organı ile sağlananlarla birleştirip kaynaştırma eğilimi. Renkli işitme
de böyle gerçekleşiyor.
bilge (wise) Herşeyi bilen; bildiği şeyleri de iyi ve sağlam bilen; bilgisini kendisi ve
başkaları için en yararlı biçimde kullanabilen, iyi ahlaklı, olgun kimse. Bkz. bilgelik.
bilgelik(learnedness) 1. Bilge kişinin taşıdığı nitelik, bilge olma durumu. 2. Herkesin
ulaşamadığı, derin, kapsamlı, bütünsel bilgi; hikmet. 3. Kendini tanımanın bilgisi;
vukuf. Bkz. bilge; temel erdemler.
bilgi (information, knowledge) 1. İnsan aklının kavrayabileceği olgu, gerçek ve ilkelerin
tümü. 2. Okuma, dinleme, inceleme, araştırma, gözlem, deney yoluyla edinilen duyum,
algı ve izlenimlerin beyindeki sentezinin oluşturduğu düşünsel ürün; malûmat. 3.
Genel olarak ve ilk sezgi biçiminde zihnin kavradığı temel düşünceler. 4. Bir yargıya
varabilmek için bilinmesi gereken öğelerin her biri. 5. Bir şeyi bilme durumu. Bilgi
edinmek, sürekli çaba gerektiriyor. İnsan beyni, anında yüzbinlerce saptamayı anlatma
olanağına sahiptir. Bilgi, yazılarak, öğrenilerek, maddeye geçirilerek korunuyor.
Bilgisayar da önemli koruyuculardan biridir. Bilgi, insanlığın yararına kullanıldığı
zaman değerlidir. Bkz. bilgibilim; bilgiçlik; bilgi düzeyinde öğrenme; bilgi erişimi;
bilgi işlem; bilgi işlem sistemi; bilgi işlem süreci; bilgi işlem süreci kuramı; bilgi
işlem yaklaşımı; bilgi kodlama; bilgi kuramı; bilgilendirme; bilginin anımsanması;
bilgi okuryazarlığı; bilgi öğretisi; bilgi psikolojisi; bilgisayar; bilgi sosyolojisi; bilgi
toplumu; bilgi verme; bilgi yapıları; biliş; biliş bilimi; bilişsel öğrenme; bilmek;
eğitimin amacı.
bilgibilim Bkz. bilgi kuramı.
bilgiçlik (pedantry) 1. Çok bilgili, bilen kimse olma. 2. Bilgisiz olmasına karşın bilgili
görünmek isteme, yerli yersiz söze karışma, bilgiç geçinme, çokbilmişlik; ukalalık.
Bkz. ikincil savunma belirtileri.
bilgi düzeyinde öğrenme Bkz. bilişsel öğrenme.
bilgi erişimi (information access) Sarı sayfalar, databaseler, internet gibi bilgi
alanlarında bilgiye ulaşma. Bu erişim, belli bir bilgiye gereksinim duyulduğunu, belli
bir yerde bu bilgilerin bulunduğunu, bu bilgilerin nasıl aranacağını bilmeyi ve ulaşılan
bilgilerin, gereksinim duyulanlara uygunluğunu belirleyecek bilgilere ve yeterli
zamana sahip olmayı gerektiriyor.
bilgi işlem (information processing) 1. Bilgisayarda, veri üzerinde işlemlerin düzenli
bir biçimde yürütülmesi işi; bilgisayar uygulamaları; bilgisayarların çalıştırılmasıyla
ilgili bilgi ve yöntemlerin tümü; veri işlem. 2. Bilgisayar kullanıcısına yararlı bilgiler
sağlamak amacıyla veriler üzerinde yapılan işlemler. 3. Biliş psikolojisinde, bilginin
alınması, yorumlanması, saklanması, anımsanması, unutulması ve kullanılması
süreçlerinin bütünü. Bilgi işlem modellerinde algısal ve bilişsel süreçler genellikle
giriş, kodlama, saklama, anımsama, kod çözme, çıkış gibi belli bir düzeni izleyen
aşamalarla açıklanıyor. Algı ve biliş süreçleri konusunda son yıllarda bu yaklaşımdan
çok, bağlantıcı modeller ilgi görüyor. Bkz. bilgi işlem sistemi; bilgi işlem yaklaşımı;
bilgi kodlama; bilgi işlem süreci; bilgi işlem süreci kuramı; bilgi işlem yaklaşımı;
bilgi kuramı; bilişsel biçim.
bilgi işlem sistemi (information processing system) Bilgi işlem donanımı, yazılımı,
çalışmaları ve işletim yöntemlerinin oluşturduğu bütün.
bilgi işlem süreci (information processing) Biliş psikolojisine göre, bilginin alınması,
yorumlanması, saklanması, anımsanması, unutulması ve kullanımı gibi süreçler.
Algısal ve bilişsel süreçler, bilgi işlem modellerinde genellikle giriş, kodlama,
saklama, anımsama, kod çözme, çıkış gibi belli bir düzeni izleyen aşamalarla
açıklanıyor. Algı ve biliş süreçleri konusunda son yıllarda bu yaklaşımdan çok,
bağlantıcı modeller ilgi görmeye başladı. Bkz. bilgi işlem; bilişsel biçim.
bilgi işlem süreci kuramı (information processing theory) Allen Nevell, Herbertt A.
Simon, Gagne ve Briggs’in, öğrenmenin bilgi işlem sürecine benzer bir biçimde
oluştuğunu ileri sürdükleri öğrenme kuramı. Bu kurama göre girdiler, belli bir
zamanda istendik ürüne dönüştürülüyor. Ürünün niteliği ve niceliğinin denetlendiği bu
bilgi işlem süreci girdiler-işlemler-çıktılar ve dönütten oluşuyor. Gagne ve Briggs’in
görüşüne göre, çevreden gelen uyarıcıları önce duyu organları alıyor ve duyusal kayıta
geçiyor. Çok kısa bir süre duyusal kayıtta kalan bilgi, kısa süreli belleğe geliyor.
Burada anlamlandırılan bilgi, uzun süreli belleğe depolanıyor. Kısa süreli bellekte
iken yinelenmeyen ve kullanılmayan bilgi, kısa sürede siliniyor. Uzun süreli bellekte
kodlanıp depolanan bilgi, uyarıcı gelince yineleniyor. Gelen uyarıcıya verilecek
yanıta ilişkin davranışlar seçildikten sonra ya kısa süreli belleğe ya da davranış
düzenleme mekanizmasına başvuruluyor. Bu işlemlerin sonunda da dönütün
kullanılması gerekiyor. Ayrıca, öğretilen her davranış, insan zihninde şu sekiz
aşamadan geçerek oluşuyor: (1) Güdüleme; (2) Farkına varma; (3) Kazanma; (4)
Kodlama; (5) Anımsama; (6) Genelleme; (7) Davranma; (8) Pekiştirme. Gagne ve
Briggs, bu aşamalı sıradan yola çıkarak öğretme ortamının şu sıra izlenerek
düzenlenmesi gerektiğini belirtiyorlar: (1) Dikkati çekme: Öğrencinin, öğretilecek
davranışa dikkati çekilmeli; dikkatinin, kazandırılacak davranış üzerinde toplamasını
etkileyen iç ve dış koşullar ayarlanmalıdır. (2) Kazandırılacak davranışlar, dersin
başında öğrenciye bildirilmelidir. Bu tutum, hem öğrenmeyi hem de değerlendirmeyi
kolaylaştırıyor. (3) İlgili ön öğrenmeler anımsatılmalıdır. Kazandırılacak davranış,
daha önce kazanılmış davranışlara bağlı olduğundan, ilgili ön öğrenmeler, öğrenciye
anımsatılmalıdır. Bunların eksik yanlarının, yeni öğrenilecek davranışı olumsuz
etkilediği de unutulmamalıdır. (4) Uyarıcı araç-gereç sunulmalıdır. Yeri geldikçe,
gerekli araç-gereç, ilgili tekniklerle sunulmalıdır. (5) Öğrenciye rehberlik
edilmelidir. Yeri geldiğinde öğrenciye öğretmen ya da bilen öğrencilerce örnek
verme, açıklama yapma gibi birebir yardım yapılmalıdır. (6) Davranış
gözlemlenmelidir. Kazandırılacak davranışı her öğrencinin istenen nitelikte yapıp
yapmadığı gözlemlenmelidir. (7) Dönüt vermelidir. Öğrenci, istendik davranışı eksik
ya da yanlış yapıyorsa bunlar öğrenciye bildirilmelidir. (8) Değerlendirme
yapılmalıdır. Öğretme durumu sona erdiğinde, istendik davranışı her öğrencinin ne
aşamada kazandığı belirlenmeli; yanlışlar, eksikler giderilmelidir. Bu, ya her dersin
ya da ünitenin bitiminde yapılmalıdır. (9) Kalıcılık sağlanmalıdır. Bunun için
öğrenciye uygun zamanlarda davranışı yineleme ve uygulama fırsatı tanınmalıdır.
Öğrenmeyi insanın sinir sisteminde gerçekleşen karmaşık bir süreç olarak gören
Gagne’ye göre, aşağıda görüldüğü gibi sekiz çeşit öğrenme vardır: (1) İşaret
öğrenme (Signal learning): Bu en alt basamak öğrenmede çocuk, örneğin sesi,n,
ışığın, rengin farkına varıyor. (2) Uyarıcı-davranım bağını öğrenme (stimulus-
response learning): Bu basamakta kişi, kırmızı ışık yanınca durulacağı gibi uyarıcıyla
davranım arasındaki bağı öğreniyor. (3) Uyarıcı-davranım bağlarını kurarak
uyarıcı-davranım zinciri oluşturma (chain learning) Kişi bu basamakta, bir makineyi,
arabayı çalıştırmada olduğu gibi zincirleme davranışlar oluşturuyor. (4) Uyarıcı-
davranım zincirlerini sözlü karşılıklarıyla öğrenme ( Verbal association learning):
Sözcüklerin anlamlarını böyle öğreniyor; iki sözcük arasında ilişkiyi böyle kuruyoruz.
(5) Ayırt etmeyi öğrenme (multiple discrimination learning): Kişi, nesneleri,
hayvanları, ilişkileri, olguları ayırt etmeyi; anneyi babadan, kediyi köpekten, masayı
sandalyeden ayırmayı bu basamakta öğreniyor. (6) Kavram öğrenme (consept
learning) Kişi, okul, eğitim, öğretim, pekiştireçi devlet gibi kavramların anlamlarını
bu basamakta öğreniyor. (7) İlke öğrenme (principle learning) Kişi, kuramların,
yasaların, ilkelerin, sayıtlıların, genellemelerin nerede ve nasıl kullanılacağını bilmek
gibi kavramlar arasındaki ilişkileri; nedenlerle sonuçlar, önceliklerle sonralıklar
arasındaki bağları bu basamakta öğreniyor. (8) Sorun çözme (problem solving): Kişi;
matematik, fizik, kimya, biyoloji, felsefe, sosyoloji, psikoloji gibi alanlara ilişkin
sorunları çözmede olduğu gibi bu basamakta, ilgili yasa, kural, ilke, genelleme ve
sayıtlıları kullanarak sorunu çözmeyi öğreniyor. Bu sekiz öğrenme türüyle ilgili
ürünler, çok farklı ve aşamalı yollarla kazanılıyor. Birinci tür öğrenme olmadan
ikinci; birinci ve ikinci tür öğrenmeler olmadan üçüncüsü ve ilk yedisi olmadan da
sorun çözme olamıyor. Onun için Gagne’ye göre öğrenme, birikmiş bir üründür.
Ayrıca öğretme durumunda öğrencinin etkin katılımı da gereklidir; ancak her öğretme
durumuna her öğrenci aynı etkinlikle katılamayacağı için çare, bireyselleştirilmiş
eğitim yapmaktır. Bundan başka Gagne, öğrenme ürünlerini zihinsel beceriler, sözel
bilgiler, tutumlar, beceriler, bilişsel stratejiler olarak aşamalı beş grupta topluyor
ve bunların öğrenilme koşullarını açıklıyor. Bu kuramcılar öğrenmeyi hem ürün hem
de süreç olarak görüyorlar. Bkz. öğrenme kuramları.
bilgi işlem yaklaşımı ( information processing approach) Biliş psikolojisinde, zeki
davranışın dayandığı dikkat ve bellek gibi zihinsel işlemler üzerinde odaklaşan bir
bilişsel çalışma yaklaşımı.
bilgi kodlama (coding of information) Bir uyarımı, özelliklerini belirledikten sonra
bellekte saklama.
bilgi kuramı (theory of knowledge or epistemology) 1. Bilgi olayını betimleme,
çözümleme yoluyla açıklayan; mantık, psikoloji, toplumbilim, tarih, biyoloji ve
fizikötesini kuşatan kuram; epistemoloji, bilgi öğretisi. 2. Bilgi eleştirisi; bir yandan
bilginin özünü, ilkelerini, yapısını, kökenini, kaynağını; öte yandan da bilginin
yöntemini, geçerliğini, koşullarını, olanak ve sınırlarını araştıran felsefe dalı. Bilginin
kaynağı ve geçerliği konusunda usçuluk, deneycilik, eleştiricilik, sezgicilik ve
benzeri kuramlar; bilginin çeşitli açılardan ele alınışına göre de gerçekçilik, idealizm
gibi kuramlar ortaya atılmıştır.
bilgilendirme (information) Bilgiler vererek bilgili kılma, bilgili duruma getirme,
bilgilenmesini sağlama.
bilginin anımsanması Bkz. bilişsel öğrenme.
bilgi okuryazarlığı (information literacy) Sorunları çözmek ve düşünce üretmek için
gerekli bilgi gereksinimini belirleme; önemli sorunları saptama; çeşitli bilgi toplama
stratejilerini kullanma; ilgili ve uygun bilgi kaynaklarını öğrenme; bulunan bilgilerin
doğruluğunu, özgünlüğünü ve yeterliliğini değerlendirme yetisi; kısa deyişle güvenilir
bilgilerin nasıl bulunacağını, değerlendirileceğini ve kullanılacağını bilme.
bilgi öğretisi Bkz. bilgi kuramı.
bilgi psikolojisi (epistemologycal, psichologia) Hem bilgi öğretisinin hem de
psikolojinin bir dalı; bilgi ruhbilimi. Bilgi psikolojisinin görevi, bilmeyi gerçek,
ruhsal bir olay olarak doğuşu, ortaya çıkışı, gelişimi içinde incelemektir. Bu
incelemede bilginin geçerliği ve sınırları konusunda bir yargıya varılmıyor.
bilgi ruhbilimi Bkz. bilgi psikolojisi.
bilgisayar (computer) Önceden belleğine yüklenmiş bir yazılıma (programa) göre
komuta edilerek, çok sayıda ve karmaşık mantıksal ve aritmetiksel işlemlerden oluşan
bir işi çok kısa sürede yapıp sonuçlandıran aygıt; kompüter.
bilgi sosyolojisi (sociology of knowledge) Bilgi ile toplum arasındaki ilişkileri, daha
çok farklı toplumsal ortamlarda üretilen bilgileri karşılaştırarak inceleyen sosyoloji
dalı; bilgi toplumbilimi.
bilgi toplumbilimi Bkz. bilgi sosyolojisi.
bilgi toplumu (information society) Bilgi üretiminin ve akışının hem bireyi hem de
kurumlar arası ilişkileri belirlediği, bilginin kitlesel düzeyde üretilip tüketildiği
toplum; enformasyon toplumu.
bilgi verme Bkz. eğitsel rehberlik
bilgi yapıları (knowledge structures) Üç temel bilgi yapısı olan biyolojik bilgi,
yöntemsel (işlevsel) bilgi, stratejik bilgi. Biyolojik bilgi, şeylerin neden öyle
olduğunu; eşdeyişle nesnelerin, şeylerin bir adının, konumunun, belli özelliklerinin
bulunduğunu bildiriyor. Örneğin, “insan, canlı bir varlıktır. “; “Lale, bir gül türüdür.”
Yöntemsel bilgi, belli bir işin nasıl yapılacağına ilişkin uygulamalı bilgidir. Bu bilgi,
belli bir işi yapmaya yönelik ayrı adımları ya da eylemleri, var olan seçenekleri
içeriyor; yinelemeyle kendiliğinden bir sürece dönüşebiliyor ve bu yolla insanın, sözü
edilen işi o anda bilinç düzeyinde ayrımsamadan yapmasını sağlayabiliyor. Bir dili
konuşmak, bisiklete binmek, on parmakla daktilo yazmak, bu tür uygulamalı bilgilerin
ürünüdür. Bu tür bilgileri bilince çıkarma çabaları, genellikle ters tepiyor ve
performansın düşmesine neden oluyor. Örneğin, bisiklet sürücüden, yaptığı hareketleri
dikkat ederek, ayaklarını nasıl hareket ettirdiğini düşünerek bisikletin pedalını
çevirmesi istenince hem hız azalıyor hem de hata yapılıyor. Bu bilgi ayrıca, bilinçli
bir açıklamaya da elverişli değildir. Örneğin, bisiklete nasıl binileceğini göstermek,
anlatmaktan daha kolaydır. Stratejik bilgi ise belli hedeflere ulaşmak için
gerçekleştirilmek istenen eylem planları, satrançta birkaç hamle sonrasının
hesaplanması gibi sorun çözmenin temeli olan bilgilerdir. Stratejik bilgi, yöntemlerin
hangi bağlamda kullanılabileceğine, gerekli bilginin bulunmaması durumunda nasıl
davranılacağına ilişkin bilgileri de içeriyor. Bkz. bilgi; bilgi kuramı.
bilim(science) Geçerliği kabul edilmiş sistemli, nesnel bilgiler bütünü. Ortaklaşa
belirlenmiş ölçütlere göre görgül yaklaşımla toplanmış, gözlemlenebilir verilerle elde
edilen bilgi. Evrendeki düzeni bulma çabası ve bu amaca ulaşmak için
gözlemlenebilir değişkenler arasında yinelenebilir ve sağdanabilir bağlantılar arama
yol u. Bilimsel yöntemlerle toplanmış tüm bilgiler. Nesne ve olayların gelişim
yasalarını açıklayan yöntemli bilgi; ilim. Bunlar, bilimin değişik anlatımlarla yapılmış
olan tanımlarından birkaçıdır. Bu tanımlardan çıkan iki temel ölçütten biri, mantıksal
geçerlik; öteki de görgül doğrulanmad ı r. Bilimin temel nitelikleri; olgusallık,
görgüllük, nesnellik, sistemlilik ve örgütlülük, akılcılık, güvenirlik ve geçerlik, kendi
kendini yine aynı yöntemlerle düzelticilik, birikicilik, kayıtlılık, yinelenebilirlik ve
sağdanabilirliktir. Bilimlerin Dayandığı Sayıltılar: Bu sayıtlılar şunlardır: (1)
Doğanın Düzeniyle İlgili Olanlar: Her olayın bir nedeni ve sonucu vardır
(belirleyicilik ilkesi). Ancak, doğa olaylarının temel nedenleri sınırlıdır; sonsuz
sayıda değildir (sonlu nedensellik ilkesi). Doğadaki olaylar, zamanda sabittir
(süreklilik ilkesi). (2) Bilim İnsanının Ruhsal Süreçleriyle İlgili Olanlar: Bilimsel
çalışma, ne denli gelişmiş tekniklerle, araç gereçlerle yapılırsa yapılsın, sonuçta bilim
insanının bilişsel süreçlerini işin içine katıyor. Denenceler kurma ve yorum, insanın
bilişsel niteliklerine dayanıyor. Onun için, bilim insanının hata yapma olasılığı da göz
önünde tutulmalıdır (3) Özel Alanlar: Özel alanları, bilimsel yaklaşımın içerdiği
deneysel ve istatistiksel teknikler oluşturuyor. Bilim Alanlarının Amaç, İşlev ve
Bakış Açılarına Göre Sınıflandırılması: Bunlar, şöyle belirtiliyor: Konusuna göre
bilimler: (1) Fen Bilimleri, (2) Sosyal Bilimler, (3) Doğa Bilimleri, (4) Davranış
Bilimleri. Deneysel Teknikleri Kullanıp Kullanmadıklarına Göre Bilimler: (1)
Pozitif Bilimler, (2) Normatif Bilimler. Bilginin Üretimi ve Pratik Yaşamda
Kullanımı Açısından Bilimler: (1) Temel Bilimler, (2) Uygulamalı Bilimler. Bkz.
bilim ahlakı; bilim alanları; bilim antropolojisi; bilim dalı; bilim felsefesi; bilimin
amaçları; bilimin ölçütleri; bilim insanı; bilim sosyolojisi.
bilim adamı Bkz. bilim insanı.
bilim ahlakı (ethics of science) Bilimsel süreçte bilgi üreten ya da aktaran konumundaki
bilim insanlarının sorumluluklarını yerine getirirken, işlerini yaparken uymaları
gereken ahlaksal (moral) değerleri konu olarak seçmiş olan disiplin.
bilim antropolojisi (anthrophology of science) Alan antropolojisinin yöntemine uygun
olarak bilim insanları topluluklarının içine girip onların çalışma biçimlerini, değer
yargılarını, aralarındaki güç ilişkilerini, öbür insanlara ya da başka bilim insanlarının
çaba ve ürünlerine bakış biçimlerini ortaya çıkarmayı amaçlayan disiplin.
bilim dalı (discipline) Uzmanlaştığı alan, kullandığı teknik, araç, yöntem ve tertminoloji
açısından öbürlerinden ayrılan alt bilim; disiplin.
bilim felsefesi (philosophy of science) 1. Genelde bilimin tanımlama, betimleme,
sınıflandırma, ölçme, deney yapma, açıklama, genelleme, yorumlama ve denetleme
boyutlarıyla ilgili yapısal sorunlarının; özelde de tek tek bilim dallarının
karşılaştıkları sorunların felsefi düzeyde incelenmesi. 2. Bilimin niteliğinin ve
sınırlarının sorgulandığı disiplin. Bilimsel bilginin öbür bilgi türleri içindeki yerinin
irdelendiği tartışma alanı.
bilimin alanları Bkz. bilim.
bilimin amaçları (goals of science) Bilimin betimleme (description), açıklama
(explanation), yordama (prediction) ve denetim (controlling) olarak dört amacı
bulunuyor. Betimleme, doğadaki olayların araştırmalar yoluyla görgül düzeyde
sınıflandırılıp tanımlanması demektir. Betimleme ile olayın nasıl olduğu, ne olduğu
ayrıntılı olarak ortaya konuyor; “Nedir?” sorusu yanıtlanıyor. Açıklama, doğadaki
olayların işleyişi ile ilgili açıklamaları kurallar ve örgütlenmiş ilkeler bütünü
durumuna getirmek demektir. Açıklama ile olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkileri
belirleniyor. Yordama, ilgilenilen olayın öteki olaylarla ilişkisini görgül olarak
saptamak ve bir durumdan, bir konumdan bakıp, ileride ne olabileceğine ilişkin ya da
incelenen olayların dışında kalan olaylara ilişkin kestirimde bulunmaktır. Denetim ise
nedensellik ile duruma, olaya egemen olmak demektir. İncelenecek olayın dışındaki
etkenler denetim altına alınınca, söz konusu incelemedeki değişilmemenin etkisi daha
açık olarak görülüyor, neden-sonuç ilişkisi kurmaya elverişli duruma geliyor.
bilimin ölçütleri (criteria of science) Bilimin bilim olması için şu beş ölçütü taşıması
gerekiyor. Bunlar özetle şöyledir: (1) Bilimin ele aldığı olaylar, dolaylı ya da
dolaysız gözlemlenebilmelidir. (2) Ölçülebilmeli, belirli sayı ya da simgelerle
gösterilerek gözlem farklılıkları betimlenebilmelidir. (3) Gözlemlenebilen ve
ölçülebilen olaylar, başkalarına iletilebilmelidir. İletimde, herkesin aynı anlamı
vereceği kavramlar kullanılmalı, somut işlemsel tanımlama (işevuruk tanım)
yapılmalıdır. Eşdeyişle, ortak bilimsel dil kullanılmalıdır. (4) Bilimsel çalışmalar,
başkalarınca yinelenebilmeli; doğruluğu, yanlışlığı test edilebilmelidir. Üretilen
bilimsel bilgilerin üzerine yenilerinin konulabilmesi, bilimsel çalışmaların
yinelenebilir olmasına bağlıdır. Bu yolla bilgilerin geçerliği artıyor ve nesnellik
sağlanıyor. (5) Bilimsel olarak gözlemlenebilen, ölçülebilen, iletilebilen olaylar
yinelenerek, o olayların, denencelerin doğruluğu sağdanmalıdır (verifiable
edilmelidir). Sağdanmış bilginin kesinliği artıyor; bilimsel bilginin dayanakları,
mantıksal geçerlik ve görgül olarak doğrulanıyor.
bilim insanı (science person) Bilimle uğraşan; belli bir ya da birkaç bilim dalında
uzmanlaşmış ve o alan ya da alanlarda etkinlik gösteren kişi.
bilimlerin dayandığı sayıtlılar Bkz. bilim.
bilimsel (scientific) Bilime uygun, bilime dayanan, bilime değgin. Bilime ilişkin,
bilimle ilgili. Bkz. bilimsel açıklama; bilimsel araştırma; bilimsel bilgi; bilimsel
çalışma; bilimsel deney; bilimsel devrim; bilimsel hümanizm; bilimsel psikoloji;
bilimsel standart; bilimsel tartışma; bilimsel tutum; bilimsel yasa; bilimsel yöntem.
bilimsel açıklama (scientific explanation) Bir durum, olgu ya da sürecin bilimsel
kavram ve geçerli sayılan bilimsel yasa benzeri kurallara dayalı olarak ortaya
konulması.
bilimsel araştırma (scientific research) Düşünce ve anlayış yapısına yeni ilişkiler
getirmeye çalışan ve gözlemlenmiş tüm özellikler ya da davranışlarla uyuşacak
buluşlar arasında bir bağlantı arayan araştırma. Bu tür araştırmalara, varsayımsal
olarak ortaya konulan sayıltısal bir ilişki özellik katıyor ve yön veriyor. Bkz. bilimsel
çalışma; bilimsel yöntem.
bilimsel bilgi (scientific knowledge) İncelenecek sorun belirlenip gerekli gözlemler
yapılarak, neden-sonuç ilişkileriyle ilgili seçenek oluşturacak varsayımlar düzenlenip,
bunlar deneyler yoluyla ya da başka yöntemlerle test edilerek ortaya konulan bilgi;
kuramsal çalışmaların en yüksek düzeyde olanı; düzenli bilgi ve bunun sonucu.
bilimsel çalışma (scientific study) Bilimsel ilke ve yöntemlere uygun ve onlara dayanan
çalışma; akademik çalışma.
bilimsel deney (scientifıc experiment) Neden-sonuç ilişkilerini anlamak için belli
ilişkilerin amaçlı olarak gözlemlenmesi, gözlemden elde edilen sonuçların nedensel
ya da başka türlü bir ilişki gösterip göstermediğinin öğrenilebilmesine yönelik olarak
olayların benzer yapay ortamlar oluşturularak yinelenmesi.
bilimsel devrim (scientific revolution) Bir bilim alanında ortaya konulan ve yalnızca
bilimsel bilginin nicelik ve niteliğinde değil; bilim insanlarının nesneleri
algılayışlarında, araştırma konularıyla ilgili seçimlerinde, bilimsellikle ilgili temel
ölçütlerinde ve hatta bilgi birikimini yorumlayışlarında da köklü farklılıklar getiren
değişim.
bilimsel hümanizm (scientific humanism) İnsani eğerlerin anlaşılıp
yaygınlaştırılmasında sanat ve edebiyat yapıtlarına ve onların kökenlerine giden
bilgilerden çok bilimsel araştırmaların ortaya koyacağı sonuçlara gereksinim
olduğunu savunan görüş.
bilimsel psikoloji (scientific psychology) Ruhsal gerçeklerin araştırılmasında yalnızca
olgulara dayanan ya da bilimsel yöntemleri kullanan psikoloji dalları; bilimsel
ruhbilim. Bilimsel psikoloji, çoğu kez kurgusal psikolojinin karşıtı olarak görülüyor;
ancak, yalnızca psikolojide değil; bütün bilim dallarında kurgu zorunlu olarak yer
alıyor
bilimsel standart Bkz. PAVLOV, İvan Petroviç.
bilimsel tartışma (colloquium, academic discussion) Ortak araştırma alanında ya da
tartışmalı bir konu üzerinde birden çok bilim insanının elde etmiş olduğu ayrı ayrı
sonuçları görüşüp bir karara varmak amacıyla bilim uzmanlarının bir arada görüş
alışverişinde bulunmaları; akademik tartışma. Bu terim, çoğunlukla üniversitelerde
bir bildiri ya da tez üzerinde bilim insanlarının yaptığı görüşme, eleştiri ve tartışma
anlamında kullanılıyor.
bilimsel tutum (secientific attitude). Bilimden ve bilimsel yöntemlerden yana olma;
bilimsel tavır. Bu terim, fen dersleri eğitiminde zihinsel merak, gerçek tutkusu,
kanıtlara saygı ve bilimde özgün düşünce alışverişine değer verme gibi özellikleri
içeriyor.
bilimsel yasa (scientifıc law) Bir bilim dalının alanına giren olgular arasında sürekli
yinelenen, o alanda çalışan ve egemen bilim anlayışını benimsemiş bilim insanları
topluluğunca kesinlikle doğru kabul edilen ilişkilerin neden-sonuç biçimindeki
anlatımı.
bilimsel yöntem (secientific method) İncelenecek sorunun belirlenmesi, gerekli
gözlemlerin yapılması, neden-sonuç ilişkileriyle ilgili seçenek oluşturacak
varsayımların düzenlenmesi ve bunların deneyler yoluyla ya da başka türlü test
edilmesi; bu yolla elde edilen verilerin toplanması da içinde olmak üzere, bilimsel
incelemenin izlemesi gereken ilkelerin toplamı. Bkz. yöntem.
bilim sosyolojisi (sociology of science) Toplumbilimsel yöntem ve bakış açısıyla
bilimsel bilginin üretimini sağlayan toplumsal ve siyasal koşulları, bilim insanlarının
yaşadıkları toplum içindeki konumlarını ve öbür toplumsal kesimlerle ilişkilerini,
bilime seçenek bilgi edinme yollarını; bilim-toplum, bilim-ekonomik düzey, bilim-
siyaset ilişkilerini inceleyen disiplin.
bilimtay Bkz. akademi.
bilinç (consciousness) İnsanın kendisini, çevresini ve olup biteni algılama, ayrımsama,
tanıma, kavrama yetisi; şuur. Bilinç, çok farklı biçimlerde tanımlanmaya çalışılan,
tanımlanması güç kavramlardan biridir. Biyolojide bilinç, canlının belli bir davranışı
sırasında beynin çabuk işlemesi, tepkilerin hızlı olması gibi zihinsel uyanıklık ve
dikkatlilik durumu olarak yorumlanıyor. Felsefede, madde dışı ve insan dışı
bağımsız bir güç ya da varlık olarak tanımlanıyor. Psikolojide ise kimileri her türlü
ruhsal yaşantıyı bilinç kavramı ile açıklarken, kimileri yalnızca dikkatin yer aldığı
olayları bilinçle açıklıyor ve dikkatin gücüne ve türüne göre farklı bilinç
basamaklarından söz ediyor. Örneğin, derin uyku, koma, bayılma durumlarına
bilinçsizlik deniyor. Dalgınlık, uyuşukluk ve şaşkınlık durumları bilinç bulanıklığı
diye adlandırılıyor. Bir de açık seçik bilinçlilik tanımı yapılıyor. Freud’a göre
(psikanalizdeki topografik kuram açısından) bilinç, herhangi bir anda, uyanıklık
durumunda ayrımsanan her şeyi kapsayan zihinsel süreçler bölümü; bilinçdışının
karşıtı ve ona göre ikincil önemde olan bir bölümdür. Bkz. topografik kuram
(Bilinç). Adler’e göre bilinç, kişiliğin odağıdır. İnsan, bilinçli bir varlıktır;
davranışlarının nedenlerini, kendi eksiklerini, ulaşmak istediği amaçları genellikle
biliyor. Bilinç, psikanalitik kuramın açıkladığı gibi, belli bir anda yaşadıklarımızı
içeren, oldukça sınırlı, bilinçdışının dışarıda kalan ucu değildir. Bkz. bastırma;
benlik; bilinç akışı; bilinç alanı; bilinçaltı; bilinçaltı kişilik; bilinç bulanıklığı;
bilinçdışı; bilinçdışı bellek; bilinçdışı güdülenme; bilinçdışı kişilik; biliçdışı
öğrenme; bilinçdışı suçluluk; bilinç eşiği; bilinç genişliği; bilinçlendirme;
bilinçlenme; bilinçli dikkat; bilinçli direnç; bilinçlilik; bilinç öncesi; bilinçsiz
bellek; bilinçsiz çıkarsama; bilinçsiz dikkat; bilinçsiz güdülenme; bilinç yitimi;
bireysel psikoloji; unutma.
bilinç akışı (stream of consciousness) William James’in, bilincin yapısalcıların
savunduğu gibi birbirinden ayrı duruk öğeler dizisinden değil; kesintisiz dirik
(dinamik) bir duygu, düşünce, anı ve imgeler akışından oluştuğunu dile getirmek için
kullandığı terim. James, bilinci işlevsellik açısından değerlendiriyor ve akan bir
ırmağa benzetiyor. Ona göre bilinç akışı kişisel ve kesintisizdir; her an değişir ve ileri
doğru hareket eder. Genelde bilincin belli içeriklerinden söz etme ve bunlar üzerinde
odaklaşma eğilimi duyulurken, James, bu içerikleri çevreleyen ve anlamlı kılan daha
derin ve geniş akımlara dikkat çekiyor.
bilinç alanı (field of consciousness) Bireyin belli bir andaki yaşantılarının tümü; insanın
değişik türden tepkide bulunduğu nesneler; bu yaşantıların, içinde geçtiği alan; bilinç
genişliği, görüngüsel alan.
bilinçaltı (subconscious) Psikanalize göre, bilinçle bilinçdışı arasında (bilince yakın
yerde) bulunan zihinsel süreçlerin (topoğrafik) bir bölümü; şuuraltı; bilinçöncesi,
önbilinç. Bu bölümün bilinçdışından farkı, buradaki zihinsel malzemelerin kolaylıkla
bilince çıkarılabilmesidir. Bu eşik bölgesinde, öğrenilen bilgiler, anılar,
anımsanabilen bellek malzemeleri bulunuyor. Bilincin işleyişi için gerekli bölüm olan
bilinçaltı malzemeleri, küçük bir çabayla bilinçli duruma getirilebiliyor. Bkz.
bastırma; bilinçaltı kişilik; topografik kuram (Bilinçaltı).
bilinçaltı kişilik (subconscious personality) Çok kişilikli bir bireyde, o anda önde
olmayan; ancak, öndeki kişilik geri çekildiğinde ortaya çıkan kişilik. Bkz. çok
kişiliklilik.
bilinç bulanıklığı Bkz. organsal beyin bozuklukları.
bilinçdışı (unconscious) 1. Kişinin uyku, baygınlık, komaya girme, kendinden geçme,
genel anestezi durumlarında olduğu gibi kendinde olmaması, yaşadıklarının,
çevresinde olup bitenlerin farkında olmaması; şuur dışı. 2. Freud’a göre bilinçdışı:
Bkz. topografik kuram (Bilinçdışı). 3. Jung’a göre bilinçdışı: Bkz. analitik psikoloji
(Kişiliği Oluşturan Sistemler); bastırma; bilinçdışı bellek; bilinçdışı güdülenme;
birincil süreç.
bilinçdışı bellek (unconscionus personality) 1. Örtülü bellek. 2. Psikanalizde, bilinçten
uzaklaştırılarak bilinçdışına itilen yaşantılar.
bilinçdışı güdülenme (unconscious motivation) Bilincinde olmadığımız dürtüler,
istekler, amaçlar; şuursuz saiklenme, bilinçsiz güdülenme. Örneğin, gerçekleşmemiş
istekleri anlatan kasıtlı kazalar, dil süçmeleri, rüyalar, bilinçsiz güdülenmeden
kaynaklanan davranışlardır.
bilinçdışı kişilik Bkz. çoklu kişilik.
bilinçdışı öğrenme (subliminal learning) Anımsamayı sağlayamayacak aşamadaki
öğrenme.
bilinçdışı suçluluk (unconscious guilt) Bilinçsiz bir suçluluk duygusu. Freud, bu
duyguyu üstbenliğin kurallarıyla çatışan bastırılmış dürtülerin oluşturduğu bilinçsiz bir
cezalandırma gereksinimi olarak açıklıyor.
bilinç eşiği (preconscious) Belirli bir zamanda bilinçte bulunmamakla birlikte,
istendiğinde kolaylıkla bilince çıkarılabilecek bilgi, beceri, anı ve benzerlerinin
bulunduğu zihin alanı. Bkz. bilinçaltı.
bilinç genişliği Bkz. bilinç alanı.
bilinçlendirme (conscientization) Yoksulluk içinde yaşayan ve doğru dürüst okuryazar
olmayan halkı özgürlüğe kavuşturabilecek ve kendi yazgısına egemen olabilecek
duruma getirmeyi amaçlayan eğitim sreci. Bu eğitimle insanların içinde bulundukları
durumun bilincine varmalarına ve eleştirici değerlendirmelerde bulunmalarına,
durumlarını değiştirmek üzere önlem almalarına çalışılıyor. Bu amaçla özellikle
diyalog yönteminden yararlanılıyor. Bilinçlendirme, eğitimin önemli amaçlarından
biri sayılıyor. Bilinçlendirme terimini Brezilyalı eğitimci Paulo Freire ileri
sürmüştür. Bkz. FREIRE, Paulo.
bilinçlenme (awareness) 1. Bir şeyi fark etme; farkında olma. Çevrede ve içimizde
olup biten olayları, yer alan nesneleri, beynimizde oluşan duygu ve düşünceleri,
akımları ve benzerlerini bilme ya da kavrama. 2. Uyanık ve bilinçli olma.
bilinçli dikkat Bkz. bağımsızlaşma; dikkat.
bilinçli direnç (conscious resistance) Terapiste karşı duyulan güvensizlik ya da utanç
duygusunun etkisiyle, ona verilmesi gereken bilgileri saklama; şuurlu mukavemet.
bilinçlilik (consciousness) 1. İç ve dış algıların bilincinde olmak; şuurluluk. 2.
Dikkatimizin, belli bir anda duyum, algı, anı ve düşüncelerimizden bir bölümünü ayırt
etmesi. Freud’un psikanalitik kuramına göre, algı-bilinç sisteminin bir işlevi.
Bilinç, iç ruhsal olayları algılama ve bunları dış algılardan ayırt etme yeteneğine
sahiptir. Freud, bilincin bu işlevine gerçeklik testi adını veriyor. Bilinç,
bilinçdışından farklı olarak zaman-yer ulamlarını tanıyor; çelişki kabul etmiyor ve
bağlı enerji kullanıyor; yani, şeylere, bir ölçüde değişmeyen anlamlar yüklüyor.
İmgeleri, algıları, şeyleri sözel (simgesel) olarak temsil ediyor. Algı-bilinç sistemi,
topografik açıdan ruhsal aygıtın dış bölümünde bulunuyor ve hem dış dünyadan hem de
iç kaynaklardan bilgi alıyor. İşlevsel açıdan anımsatıcı izler içeren bilinçdışı ve
bilinçaltı sistemlerinden farklılık gösteriyor; hiçbir uyarım, bilinçte, kalıcı iz
bırakmıyor. Bilinç sistemi, belli bir anda belli bir öğeyi enerjiyle yükleme yeteneğine
(dikkat mekanizmasına) sahip olan özgür, hareketli bir enerjiyi kullanabiliyor. Bu,
bilincin ekonomik özelliğidir. 3. Dikkat ve içgözlem yeteneği. Son zamanlarda
bilinçliliğin daha çok dikkat ve içgözlem yetenekleri üzerinde duruluyor. Bilinç,
yalnızca edilgin bir algılama-ayrımsama sistemi değildir; hem dış dünyayı hem kendi
içeriğini hem de ruhsal aygıtı etkin olarak tarama, inceleme yeteneğine sahiptir. Bu
özelliği ile biliş, bilimsel psikolojide öğrenme ve nöropsikoloji gibi alanlarda
ağırlıklı bir araştırma konusu olmaktadır. Bkz. örtülü bellek; örtülü öğrenme.
bilinç öncesi Bkz. bilinçaltı.
bilinçsiz bellek (unconscious memory) Freud’da göre, bastırılarak bilinçdışına itildiği
için doğrudan anımsanmamakla birlikte, gizli yollardan bilinci ve davranışı etkileyen
istek, özlem ve anılar; şuursuz hafıza. Bkz. bilinçdışı bellek.
bilinçsiz çıkarsama unconscious inference) Genel olarak, yeterli kanıt ya da veri
yokken ve farkında olmadan varılan bir yargı. Herman von Helmholtz bu terimi
boyut değişmezliği gibi kimi algısal olguları açıklamak için kullanıyor. Örneğin, bir
nesne, uzaktaymış gibi algılanıyor; dolayısıyla bilinçsiz olarak retina üzerindeki
imgesi, gerektiğinden daha büyük olarak değerlendiriliyor. Ya da birinin görüşünü
engelleyen iki nesneden engelleyeni daha yakın; engelleneni ise daha uzak olarak
değerlendiriyoruz.
bilinçsiz güdülenme Bkz. bilinçdışı güdülenme.
bilinç yitimi (loss of consciousness) Kişide bilinçsizleşme durumu.
biliş (cognition) Uyarıcı ve davranış arasına giren içsel etkinliklerin tümü; vukuf. Biliş,
algılanan bilginin içsel sistemde nasıl işlediğini anlatıyor. Niesser’e göre bilişsel
süreç, duyusal girdinin algıya dönüştürüldüğü andan başlıyor ve girdinin azaltılması,
geliştirilmesi, depolanması, düzeltilmesi, kullanılması gibi aşamaları içeriyor.
Duyum, algı, imgelem, anıda tutma (hatırda tutma), anımsama, düşünme sorun
çözme, bilişin basamaklarını ya da varsayımsal yönlerini oluşturuyor. Bilgiyi bu
biçimde işleyerek çevremizi anlıyor, çevreye uyum yapıyor ve eylemde bulunuyoruz.
Buna göre biliş, üç işlevi yerine getiriyor: Bunların ilki, bilgiyi düzenleyici ve uyum
sağlayıcı işlev; ikincisi çevredeki çeşitli nesneleri ayırt edici ve tanımayı sağlayıcı
işlev; üçüncüsü de bunlara anlam ve değer yükleyici işlevdir. Kimi araştırmacılar
bilişi, ruhsal sistemin içeriğini oluşturan düşünceler, inançlar ve tutumlar olarak
tanımlamışlar; kimileri, algılanan bilgilerin işlenmesi süreci olarak nitelemişlerdir.
Çağdaş yaklaşımlarda ise hem süreç hem de içerik önemseniyor. Kimi yaklaşımlar da
soyut, gözlemlenemeyen, ölçülemeyen bir şey olmasını gerekçe göstererek bilişi
eleştiriyorlar. Bilişsel yaklaşımcılar, bu eleştiriyi şöyle yanıtlıyorlar: İçsel yaşantısız
psikoloji olamaz. Bu içsel (gözlemlenemeyen) olaylar, işe vuruk tanımlar
(operationa definition) yoluyla herkesin ortak anlam yükleyebileceği,
gözlemleyebileceği, ölçebileceği bir düzeye getirilebilir. Bkz. biliş bilimi; bilişim;
bilişim kuramı; biliş psikolojisi; biliş sistemleri.
biliş bilimi (connitive science) Felsefe de içinde olmak üzere, insan aklını, bilişsel
süreçleri ve bilgiyi inceleyen bir dizi bilim dalının ortak adı; bilişsel bilimler. Biliş
psikolojisi, bilgisayar bilimi, dilbilim, nöroloji, bilgi kuramı, antropoloji,
matematik, yapay zekâ, bu bilim dalları arasında yer alıyor.
bilişim (information) Haber anlamına gelen her türlü işaret ve simgeye verilen ad;
enformasyon. Bilişim, dil ve benzeri işaret ve simgeleri; çevrede yapılan
değişiklikleri ve bunların tüm sonuçlarını kapsıyor; ancak, haberin içeriğinin önem ve
değeri yerine miktarı; niteliği yerine niceliği üzerinde duruyor. Onun için bilişim, “bir
haberin kapsadığı bilgi miktarı” diye tanımlanıyor. Bilişim, bilişim kuramının
konusunu olaşturuyor. Bkz. bilişim kuramı.
bilişim kuramı (information theory) Çeşitli bilgi dallarından yararlanarak işaret, haber
ve bilginin iletimini sağlayan yöntemlerle ilgili kuram.
biliş psikolojisi Bkz. bilişsel psikoloji.
biliş ruhbilimi Bkz. bilişsel psikoloji.
bilişsel alan (cognitive domain) Bilişle ilgili olan alan. Bkz.; biliş; bilişsel alan-
Gestaltçı kuram; bilişsel alan kuramı; bilişsel araçlar; bilişsel beceri; bilişsel
çelişki; bilişsel çelişki kuramı; bilişsel davranış; bilişsel-davranışçı tedavi; bilişsel-
duygusal tedavi; bilişsel denge kuramları; bilişsel gelişim; bilişsel gelişimde
genelleştirme kuramı; bilişsel gelişim kuramı; bilişsel gelişim modeli: bilişsel
gereksinim; bilişsel harita; bilişsel işlemler; bilişsel işlev; bilişsel işlev bozukluğu;
bilişsel öğrenme; bilişsel öğrenme kuramı; bilişsel öğretim; bilişsel psikoloji;
bilişsel sosyoloji; bilişsel strateji; bilişsel süreçler; bilişsel şema; bilişsel tedavi;
bilişsel tutarlılık; bilişsel uyumsuzluk; bilişsel uyumsuzluk kuramı: bilişsel
yaklaşım; bilişsel yapılar; bilişsel yeniden dğerlendirme; uyarılma.
bilişsel alan-Geştaltçı kuram (cognitive domain Gestalt’s theory) Öğrenmeyi yalnızca
U-D (uyarıcı-davranış) bağlantısı ve koşullama ile açıklamanın yetersizliğini;
öğrenmede “bilme, kavrama, sezme” gibi zihinsel etkinliklerin daha baskın olduğunu;
öğrenmede hem zekânın hem güdülenmenin hem de geçişin etken olduğunu ileri süren
öğrenme kuramı. Öğrenme İlkeleri: Kuramın oluşturucularının başlıcaları Max
Wertheimer, W. Köhler, K. Kofka ve Ausubel’dir. Bunların belirlediği öğrenme
ilkeleri şöyle sıralanıyor: (1) Öğrenilecek içeriğin ya da çözülecek sorunun
yapısında öğeler, öğeler arası ilişkiler bulunmalıdır. Öğrenci bu öğeleri ve bunlar
arasındaki ilişkileri görmeli, inceleyip açıklayabilmelidir. İçerik ve sorunun doğru
algılanması çok önemli olduğu için, bunlar tutarlı biçimde yapılandırılmalıdır. (2)
Kazandırılacak davranışlar ve onlarla ilgili içerik düzenlenirken öğrencinin
gelişim düzeyi göz önünde bulundurulmalı; içerik ve onunla kazandırılacak
davranış, basit ve anlamlı bütünlerden, daha karmaşık bütünlere doğru
sıralanmalıdır. (3) Anlayarak, kavrayarak öğrenilenler, ezberlenerek
öğrenilenlerden daha kalıcı oluyor ve başka alanlara geçişleri daha kolay
sağlanıyor. (4) Öğrenim yaşantıları arasındaki ilişkileri, öğrencinin kendisi
bulmalıdır. Öğrenilenlerin kalıcı olması ve geçişinin sağlanması için öğrenciye,
bulduğu ilişkileri uygulama ortamı hazırlanmalıdır. (5) Her eğitim durumunda
öğrenciye dönüt verilmelidir. Bu yolla öğrenci, ne aşamada öğrendiğini bilmelidir.
Öğrenciye tam olarak öğrendikleri, yanlışları, eksikleri bildirilmelidir. Bu yaklaşımla,
öğrenci, öğrenmeye karşı olumlu tutum geliştiriyor ve istenilen davranışı tam olarak
öğrenebiliyor. (6) Öğrenciye kazandırılması hedeflenen davranışlar, onun
hazırbulunuşluk düzeyine göre belirlenmelidir. Öğrenci, kazanacağı davranışları
bilmelidir. Bunları bilmesi, öğrencinin güdülenmesini sağlıyor. (7) Öğrenme, bir
yaşantıyla gerçekleşmiyor. Öğrencinin geçmiş yaşantıları da yeni öğrenecekleri
üzerinde etkili oluyor. Bu nedenle yeni öğrenmeler, öğrencinin daha önceki
öğrendiklerinden yola çıkılarak gerçekleştirilmelidir. Bu kuramı oluşturanlara göre
öğrenme bir ürün değil; daha çok bir süreçtir. Kişinin bu süreçte, bilgiyi nasıl elde
ettiği ve yapılandırdığı önemlidir. Çünkü öğrenme, gözlemlenebilen davranış
değişikliklerinden daha çok şeydir. Öğrenmede asıl, gözlemlenemeyen içsel bilişsel
süreçler önem taşıyor. Öğrenci, edilgin değil; etken olduğundan, öğrenme-öğretme
stratejisi, yöntem ve teknikleri ile öğrencinin önceden bildiklerinden de bu süreç
etkileniyor. Bkz. bilişsel alan; bilişsel alan kuramı; öğrenme kuramları.
bilişsel alan kuramı (cognitive field theory) (ve buna bağlı olarak geliştirilen buluş
yoluyla (kavrayarak) öğrenme yaklaşımı (discovery approach)) Okulda ruh sağlığını
koruması ve etkin öğrenmelere olanak sağlaması nedeniyle üzerinde durulması
gereken önemli bir kuram. Bu kuramın kökleri, Gestalt psikolojisine dek uzanıyor.
Gestaltçılara göre öğrenme, bütünü kendiliğinden kurulan uyarıcı-tepki bağlarıyla
değil; “uyarıcıları, insan zihninin örüntüleyici gücüyle algılayarak o bütüne tepki
yapma” biçiminde gerçekleşiyor. Bu da “düşünce örüntülerinin yeniden düzenlenmesi”
demektir. Yapılan deneylerden çıkan sonuçlara göre birey, karşılaştığı yeni sorunları
çözerken, eski yaşantılarının içinden o sorunun çözümünü sağlayan yeni ilişkileri
sezebiliyor. Bu sonuç, öğrenmede sezginin (insight’in) önemini ortaya koyuyor. Bu
süreçte, çevre düzenlemesinin kolaylaştırıcı bir rolü de bulunuyor. Daha sonra ise
Tolman, yaptığı öğrenme deneyleriyle zihnin gizil öğrenmeler de
gerçekleştirebildiğini; ödülün bunları gözlemlenebilir davranış durumuna getirdiğini
kanıtladı. Gestalt psikolojisi, bir süre sonra, K. Lewin’in de katkılarıyla bilişsel alan
kuramına dönüştürüldü. Lewin’e göre davranış, kişinin yaşam alanının bir işlevidir.
Kişinin yaşam alanı, “aynı anda, aynı yerde bulunan birbirine dayalı olgular
bütünü”dür. Buna göre bir kişinin yaşam alanı, onun tüm gereksinimlerini giderdiği ve
gereksinimleriyle ilgili olarak algıladığı toplumsal-ruhsal çevredir. Kişinin yaşam
alanı değiştikçe, davranışları da değişiyor. Öyleyse eğitimin temel görevi, okulda
bireyin gereksinimleriyle ve onun yaşam alanıyla ilgili gerçeğe uygun tasarımlar
geliştirmektir. Söz konusu yaklaşımlarıyla bu kuramcılar, Piaget’nin bu konudaki
görüşünü destekliyorlar. Piaget’ye göre birey, yeni durumları, eski yaşantılarının
etkisiyle algılıyor; ancak, algılanan yeni durumların eski yaşantılara benzemeyen
yanları, bireyin, eski yaşantılarının örüntüsünü değiştirerek, benzer yeni durumlara
daha iyi uyum sağlamasına yardım ediyor. Bilişsel gelişimi, bu iki süreç
gerçekleştiriyor. Bu süreçler, düşünce örüntüsünü yeniden düzenleyebilmek için
öğrenim yaşantılarında yapısal dokuya ve sezgisel düşünceye verilen önemi yeniden
gündeme getirerek eğitime temel bir katkı sağlamıştır. Bütün bu görüşlerin eğitim
öğretime nasıl uygulandığını açıklayan bir öğretim kuramını da Bruner geliştirmiştir.
Ona göre buluş yoluyla (kavrayarak) öğrenmeyi sağlayan temel güdü, doğuşta var
ol an merak duygusudur. Öğrenci, her öğrenme konusu için belli bir belirsizlik
durumu ile karşı karşıya gelmelidir. Merak duygusunun sürekli olabilmesi için
belirsizlik durumu, ne çok kolay çözüme ulaştırılabilir bir özellik taşımalı ne de çok
zor ve umut kırıcı olmalıdır. Merak duygusunun belli bir güçlük düzeyine bağlı olarak
karşılık bulması, öğrencinin yeterlik kazanma gereksinimini de gideriyor. Onun için
öğretmenin düzenlediği etkinlikler, öğrencileri adım adım sonuca yaklaştırıcı bir
nitelik taşımalıdır. Bu süreçte öğrenciler, zaman zaman güçlükle karşılaşmalı ve
vardıkları sonuçtan kuşkulanabilmelidirler. Bu noktada öğretmen, belirsizliği
kavramaya dayalı tutumu, inancı ve öğrencilerine sağlayacağı destekle onların
umutsuzluğa düşmesini önlemelidir. Öğretmen ayrıca, buluş yoluyla öğrenme
merakını sürdüren, anlamayı sağlayan, değişik seçenekli yeni yolları denemeye
özendirici yaşantıları kazandıran bir kılavuz konumunda olmalıdır. Öğrenme, amacına
ulaştığında öğrenciye pekiştiriciler verilmelidir. Ancak, bundan da önemlisi,
öğrencinin öğrenme ile merak, yeterlik ve işbirliği gibi güdülerini doyurmasını
sağlamak; öğrenciyi kendi kendini denetlemey i ve yönetmeyi beceren bir kişi
durumuna getirmektir. Yine Bruner’in öğretim kuramına göre, buluş yoluyla öğrenmeyi
sağlayabilmenin en önemli koşulu, öğretilecek konunun temel kavram ve ilkelere
dayanan bir bütünlük oluşturacak biçimde yapılandırılmasıdır. Bu yapılandırmada
çocuğun yaşına uygun bir düşünce biçimine yer verilmelidir. İlköğretimin ilk
yıllarında öğrenme, sözel olmaktan çok, somut varlıklar aracılığıyla sürdürülmeli;
yaş ve sınıf ilerledikçe yavaş yavaş, somuttan soyuta (sözel iletişime) geçilmelidir.
İşe, konu alanının (dersin) temel kavram ve ilkelerinin öğrenilmesi; soru-yanıt
tekniği kullanılarak, bu temel kavram ve ilkelerle ilgili diğer sözel ve somut
bağlantıların anımsanması ile başlanmalıdır. Buluş yoluyla öğrenme ve yaratıcı
öğrenmenin, böyle bir hazırlık döneminden geçmesi gereklidir. Bu süreci, bir
kuluçka dönemi izliyor. Kuluçka döneminde, konuya ilişkin uygun bilgiler
örüntüleniyor. Bu sırada türlü belirsizlikler yaşanıyor ve bir bilinçli-bilinçsiz çözüm
planı oluşturuluyor. Sonra, sorunun çözümü için bir açıklık, bir esin geliyor. Son
aşamada ise geçici çözüme ulaşmış görünen sorunun, gerçekten çözülüp
çözülemeyeceği, görgül kanıtlarla denetleniyor. Bu etkinlikler sırasında sınıf
ortamının rahatlığı; öğretmenin bu yönteme güveni, bu yöntemle sorunları çözmede
öğrencisine taklit edebileceği bir örnek göstermesi önemlidir. Sorun çözme yöntemi,
öğrenciye gerektiğinde bir yöntem bilgisi olarak kazandırılmalıdır. Öğretmen, bütün
bunları gerçekleştirirken, bireysel ayrılıkları sürekli göz önünde tutmalıdır. Bilişsel
alan kuramını sınıfında uygulamak isteyen öğretmenin yapması gerekenler
şunlardır: (1) Sınıfta yanlış yapma korkusundan uzak, rahat bir toplumsal-ruhsal
ortam yaratarak işe başlamalıdır. (2) Uygun sorular ve çarpıcı örneklerle düşünmeyi
geliştirici tartışmalar yapılandırmalıdır. (3) Konudan uzaklaşan tartışmaları, yeniden
asıl konuya çekmeli ve tartışmaları, yeni ilişkilerin kavranması yönünde
geliştirmelidir. (4) Ne öğretileceğinden (konudan) çok, nasıl öğretileceğine ve nasıl
öğrenileceğine (yöntem ve tekniklere, konuya karşı olumlu tutum geliştirmeye) önem
vermelidir. (5) Sezgisel öğrenmenin zeki, özgüvenli ve güdüleri güçlü öğrenciler için
daha verimli olduğu; bu çocukları, açık seçik bir bütünselliği olmayan konuların
öğrenilmesinde, ötekilere göre daha verimli sonuçlara götürdüğü gözden uzak
tutulmamalıdır. Son özellik, programlanmış öğretimden ya da pekiştirmeyle
öğrenmeden yana olanların, buluş yoluyla öğrenmeyi eleştirmelerine yol açmıştır. Bu
noktanın da ruh sağlığı açısından göz ardı edilmemesi gerekiyor. Toplumsal-ekonomik
yönden avantajsız, disiplin sorunu olan, yavaş öğrenen ve özgüvensiz öğrenciler
üzerinde, programlanmış öğretimin daha etkili olduğu anlaşılmıştır. Zeki ve özgüveni
yüksek öğrenciler ise, adım adım yapılandırılan öğretim çalışmalarından, fazlaca bir
yarar sağlayamıyorlar. Hiçbir yaklaşım, her öğrenci için aynı sonucu vermediğine
göre, öğretmene düşen, kimin hangi çalışma yöntemiyle daha verimli sonuçlar aldığını
saptamak ve bunların sınıf koşullarında öğrencilerce nasıl kullanılabileceğini
planlamaktır. Öğrencilerin bilişsel gelişimleri, ancak böyle bir tutumla
sağlanabiliyor; ruh sağlıkları, ancak bu yolla korunabiliyor. Bkz. okulda öğrencinin
kişilik gelişimi; öğrenme.
bilişsel araçlar (cognitive tools) İnsanların, kavramları temsil etmek için kullandığı,
örneğin, dil, yazı, simgeler gibi araçlar. Bu araçların gerektiği gibi öğrenilmesi, bilgi
edinmeyi kolaylaştırıyor. Bu araçlar genel olarak toplumsal ve kültürel alanlarda
uygulanıyor ve geliştiriliyor. Vigotsky’ye göre, sözlü dil gibi zihinsel araçları da
çocuk büyüdükçe içselleştiriyor.
bilişsel beceriler Bkz. bilişsel öğrenme.
bilişsel bilimler Bkz. biliş bilimi.
bilişsel çelişki (cognitive dissonance) Bireyin birbiriyle bağdaşmayan iki inanç ya da
bilgi karşısında duyduğu tedirgin edici ruh durumunu anlatan temel kavram. Bu tür
durumlarla karşılaşan kişi, bu çelişkiyi giderecek ya da azaltacak bir dengelemeyi
gerçekleştirmek zorundadır. Bu kavramı tutumlarla davranış arasındaki bağlantıyı
açıklamak amacıyla Amerikalı psikolog Leon Festinger ortaya koymuştur. Bkz.
bilişsel çelişki kuramı.
bilişsel çelişki kuramı (cognitive dissonance theory) Çelişkili iki inanç, bilgi ya da
tutumun kişide olumsuz duygusal durumlara yol açtığı düşüncesine dayanan bir kuram.
Bilişsel çelişki kuramını Leon Festinger ortaya koydu. Kuram, daha sonra kimi
değişikliklere uğradı. Çelişki, tutuma ters düşen davranışın yapıldığı zaman ortaya
çıkıyor. Örneğin, sigara içmenin sağlığı bozduğunu bilen ve bunu savunan kişi, sigara
içmeyi sürdürdüğünde, bir çelişki yaşıyor. Festinger’e göre birey, bu durumda ya
örneğin, “sigara çalışmamı kolaylaştırıyor.” gibi, davranışını kendi dışındaki ödül ya
da zorunluluklarla açıklamaya çalışacak ya da bu çelişkiyi çözebilmek için tutumunu
değiştirecektir. Araştırmalar, çelişki duygusunun yaşanabilmesinin, (1) kişinin
davranışını kendi özgür istenci ile yapması; (2) kişisel sorumluluk duyması; (3)
davranışının sonuçlarını kestirebilmesi gerektiğine inanması gibi koşullara bağlı
olduğunu ortaya koydu. Bilişsel çelişki, kişilerde tutum oluşumunda ve tutum
değişiminde de etken oluyor. Bkz. bilişsel çelişki.
bilişsel davranış (cognitive behavior) Algılama, kavram oluşturma, dil edinme,
belleğe yerleştirme, anımsama ve sorun çözme davranışları. Bkz. bilişsel
davranışçı tedavi.
bilişsel-davranışçı tedavi (cognitive behavior therapy) Temelde davranış değiştirme
ilkelerine dayanan; bununla birlikte davranışın doğrudan düzenlenmesi ve
denetlenmesi için düş kurma, düşlem, düşünme gibi bilişsel süreçlere de yer veren
bir ruhsal tedavi; bilişsel-davranışçı terapi. Bilişsel-davranışçı tedavi, kendisinden
önceki davranış tedavileri gibi uyarıcı-tepki ilişkilerini ve öğrenmeyi öne çıkarıyor.
Psikodinamik psikoterapilerde, hastaların zihinsel ve duygusal iç dünyaları
anlaşılmaya çalışılıyor. Bilişsel-davranışçı tedavide ise hastanın sorun oluşturan
davranışlarına doğrudan müdahale ederek sorunlu özimgesini, rahatsız edici
duygularını, uyumsuz düşüncelerini ve başkalarını olumlularıyla değiştirmesi için
bunları belirleyip çözümlemesine ve yeniden düzenleyip denetlemesine yardım
ediliyor. Bilişsel-davranışçı tedavi, çocuklarda bilişsel bozukluktan çok, davranış
denetiminin önemini öne çıkarıyor. Bu yaklaşımın temel stratejileri; rol değişimi,
örnek alma, edinilen davranışı değişik ortamlarda denemedir. Bkz. bilişsel davranış;
girişkenlik eğitimi; psikoterapi yöntem ve teknikleri.
bilişsel-davranışçı terapi Bkz. bilişsel-davranışçı tedavi.
bilişsel denge kuramları (cognivite balance theories) Bir kişinin hoşlandığı ve birlikte
olmayı istediği kişi ya da tutum nesnesinden arkadaşının da hoşlanmasının olumlu
duygulara ve dengeye neden olduğunu belirleyen kuramlar. Bir kişinin hoşlandığı
şeyden arkadaşı hoşlanmadığında bu kişilerin ilişkisinde dengesizlik ortaya çıkıyor. F.
Heider’in geliştirdiği bu kuramda, iki kişi arasındaki ilişkide görülen denge ya da
dengesizlik, üçüncü bir kişi ya da tutum nesnesi hakkında, bu kişilerin bilişsel
algılarındaki olumlu ya da olumsuz duyguları besleme biçiminde ortaya çıkan
farklılıklara dayandırılıyor. Heider, ilişkileri duygu ilişkileri ve aitlik ilişkileri
olarak ikiye ayırıyor. Kişinin, sahip olunan ve yaşamın bir parçası kabul edilen anne
baba, kardeş, ev, kedi, köpek gibi kişi ya da nesnelerle aitlik ilişkisi bulunuyor.
Kişiler, duygu ve aitlik ilişkileri arasında denge kurmaya çalışıyorlar. Aralarında
aitlik ilişkisi olan kişilerin birbirine karşı, hoşlanma duygusu geliştirmeleri
bekleniyor. Heider, denge kuramında ilişkiyi, üçlü öğe arasında ve olumlu-olumsuz
boyutta ele almıştır. Ne ki kuram, dengesizlik durumunda öteki etkenleri dışta bıraktığı
için yetersiz görülmüştür. O nedenle daha sonra, kişiler arası ilişkiler ve olumsuz
duyguların geliştirilmesi durumunda, denge sağlayıcı öteki etkenler bakımından da
geliştirilmiştir. Heider’in denge kuramı, tutumların bilişsel tutarlılığını ilk kez görgül
olarak incelemiş olması ve sonraki tutum ve tutum değişimi araştırmalarını başlatmış
olması açısından ise önemli bulunmaktadır. T. M. Newcomb, Heider’in denge
kuramını, yersel yakınlık nedeniyle kişiler arası ilişkilere ve bu durumda daha nesnel
dengenin söz konusu olması nedeniyle bu ilişkilerdeki karşılıklı etkileşime
dayandırarak geliştirmiştir. İnsanlar, ortak bir çevrede birlikte yaşarken, kişilere ve
nesnelere karşı birtakım tutumlar oluşturuyorlar. İnsanlar, bu nesnelere karşı, kişiler
arası ilişkilerde bir denge aradıkları için, benzer tutumlara sahip olan kişiler, birbirini
çekici buluyorlar; dengesiz durumlar ise onları rahatsız ediyor. Rosenberg ve
Abelson da Heider’in denge kuramını öğeler arasındaki ilişkiye farklı değer ve
dereceler katarak geliştirmişlerdir. İlişkilerde olumlu-olumsuz boyuttan başka, yansız
ilişki de olabileceğini; ilişkideki dengesizlik durumunda bireylerin öğelerden birine,
güçlendirerek, reddederek ya da daha başka biçimlerde tepkide bulunarak yeniden
bilişsel dengeye ulaşabileceklerini göstermişlerdir. Denge kuramı, üzerinde sayısal
veriler kullanılarak yapılan araştırmalara da konu olmuştur. Festinger’ın kuramı da
bir denge ve tutarlılık kuramıdır. Bkz. bilişsel çelişki kuramı.
bilişsel-duygusal tedavi Bkz. psikoterapi yöntem ve teknikleri.
bilişsel gelişim (cognitive development) Kişilik gelişimini oluşturan bedensel,
devimsel, toplumsal, duygusal ve cinsel gelişim alanlarından etkilenen ve onları
etkileyen gelişim. Bkz. bilişsel gelişimde genelleştirme kuramı; çocuk ve ergenin
gelişim dönemleri( Zihinsel ve Dilsel Gelişim); duyuşsal öğrenme; gelişimsel
gecikme.
bilişsel gelişimde genelleştirme kuramı (generalization theory of cognitive
development) Piaget’nin uyum (adaptation) kuramını n bilişsel gelişimi açıklamak
için yeterli olmadığını ileri süren Klahr ve Wallace’ın bilişsel gelişimin altında yatan
mekanizmanın genelleştirme olduğunu savundukları yeni bir kuram. Bu kuramcılar
genelleştirmeyi (1) tanıtmalık; (2) düzenlilik saptaması ve (3) fazlalıkların atılması
olarak sınıflandırmışlardır. Tanıtmalık, genelleştirmenin dayandığı verileri içeriyor.
Bu kurama göre bir sistem belli bir durumla karşılaştığında bu duruma yönelik
tepkileri, bu tepkilerin ürünlerini ve ortaya çıkan yeni durumları kaydediyor. Bu kayıt,
sistemin bir olaya ilişkin bütün bilgileri saklamasını ve gelecekte onlara yeniden
başvurulmasını olanaklı kılıyor. Düzenlilik saptaması, deneyim konusunda
genelleştirmeler yapmak için tanıtmalık verilerini kullanma süreci diye açıklanıyor.
Sistem, benzer durumları, farklılıkların sonuçları etkilemediği durumları kaydediyor.
Fazlalıkların atılması ile de gereksiz işlem basamaklarını belirleyip atarak etkililiği
artırma süreci dile getiriliyor. Bu yolla daha basit bir işlem dizisiyle aynı hedefe
varılabileceği genelleştirmesi yapılıyor. Bu kuramcılar bir de çocukların düşünce
yapısına ilişkin bulguları model alan ve bu genelleştirme süreçlerini gösterebilen
özdüzeltimli bir bilgisayar simulasyonu geliştirmişlerdir. Bkz. uyum I, uyum II;
bilişsel denge kuramları.
Bilişsel Gelişim Evreleri Bkz. bilişsel gelişim kuramı.
bilişsel gelişim kuramı (genetical epistemology) Piaget’nin geliştirdiği ve 4 evreden
oluşan kuram; genetik epistemoloji, genetik bilgi kuramı, kalıtbilimsel bilgi
kuramı. Piaget, bilimsel, kültürel ve evrimsel psikolojiyi yeni bir açıdan ele alıp
çocukta mantığın temelleri ile bilişin (zekânın) oluşumunu incelemiş ve bir evrimsel
bilgi kuramı geliştirmiştir. Önce kendi üç çocuğu; sonra da ilkokul öğrencileri
üzerinde gerçekleştirdiği gözlem ve incelemelerine dayanarak çocukların bilgi
edinmeleri ve düşünmeleri konusunda şunları saptamıştır: Bilgi edinme, birbirinin
karşıtı; ama birbirine bağımlı ve birbirini tamamlayan iki süreçle gerçekleşiyor.
Bunlardan biri çevreye uyma; ikincisi de eylemler, bellek, algılar ya da başka türlü
zihinsel etkinliklerle yaşantıların örgütlenmesidir. Yeni doğan çocukta emme,
yakalama gibi bir iki refleks ile bunları kullanma ve sonuçlarını örgütleme biçiminde
doğuştan gelen eğilimler vardır. Çocuklar, hazır birtakım bilişsel (zihinsel)
yeteneklerle doğmuyor; yalnızca çevrelerine şu ya da bu türde tepkide
bulunabiliyorlar. Temelde bu tepkiler, her canlıda olduğu gibi yaşayabilmek için
çevreye uyum zorunluluğundan doğuyor. Örgütleme yeteneğine ilişkin ilk kanıt,
alışkanlıkların gelişiminde görülüyor. Çocuk, doğar doğmaz, dudaklarına dokunan her
şeyi ağzı ile arama; avucuna dokunan her şeyi de yakalamak için elini açıp kapama
gibi belli bir sıra izleyen hareketler yapıyor. Piaget, bu hareketlere şema ya da kalıp
adını vermiştir. Türü ve karmaşıklığı ne olursa olsun, bu şema ya da kalıpların başlıca
özelliği, bir bütün olarak kolayca örgütlenmeleri ve yinelenmeleridir. Bu
hareketlerin başka hereketlerden farkı, bu özellikleridir. Gelişen bu tür şemalar, her
yeni nesne ve duruma uygulanıyor. Çocuk, gittikçe artan sayıda değişik nesneleri
benimsiyor ve böylece çocuğun eylem sınırları genişliyor. Bu yeni nesne ve
yaşantıların daha öncekilerle birleşip kaynaşması sürecine Piaget, özümleme
(asimilasyon) adını vermiştir. Canlı, nasıl yiyecek alma ve bunları sindirme yoluyla
çevresini özümlüyorsa çocuk da ayrıca yaşantılarını, birbirini izleyen bilgi şemaları
olarak özümlüyor. Küçük çocuk, önceleri yalnızca eylem ve algı şemalarına sahipken
daha sonra sözcükleri ve simgeleri kullanarak bir şeyle başka bir şeyi tasarlama
durumuna geliyor. Böylece tasarımsal şemalar da oluşturuyor. Deneyler arttıkça
çocuk bu şemaları sürekli değiştiriyor ya da birbiri ile birleştiriyor. Çevredeki yeni
yaşantıların gereği olarak sorunları çözmek için yapılan bu değiştirme sürecini Piaget,
uygu, ayarlama (accomodation) diye adlandırmıştır. Birey, sorma, soruşturma,
sınama-yanılma, deneyler ve düşünmeler sonucu başarılı yeni şemalar
oluşturuncaya; eylem sınırlarını genişletip çevresini değiştirinceye dek yeni
yaşantıları daha öncekilere katma ve yeterince yeni şemalar geliştirme yoluyla
çevresine uyum sağlıyor. Bilişsel Gelişim Evreleri: Piaget’ye göre çocuklarda
düşünmenin (kavram oluşturma ile onlardan bilgiyi anlama ve bilgi edinmede
yararlanmanın) gelişimi, aşağıdaki gibi 4 evrede gerçekleşiyor. Bu bilişsel
aşamalar, yaşlara sıkı sıkıya bağlı değildir; bunların, çocuğun başarısı için birer
tavan olarak görülmesi gerekiyor. (1) Duyusal-Devimsel Evre (sensory motor stage):
Bu ilk evre, doğumdan, çocuğun dili öğrenmeye başlamasına dek süren yaklaşık ilk iki
yılı kapsıyor. Bu evrede çocuk, doğuştan getirdiği refleksleriyle hareket ederken,
duyularıyla reflekslerini eşgüdüm içinde kullanmaya ve basit bilişsel etkinlikler
göstermeye başlıyor. Çocuk, önce duyularıyla çevresini tanımaya ve birinci yıldan
sonra olgunlaşmayla birlikte devimsel yeteneklerini geliştiriyor. Bu evrede temel
olarak, doğuştan gelen bedensel reflekslerini tanıyıp geliştirmekle ve bunları zevk
veren ya da ilgi çeken eylemlere yaymakla ilgileniyor. Kendisini ilk kez ayrı bir
bedensel varlık olarak da bu evrede algılıyor ve çevresindeki nesnelerin yavaş
yavaş, ayrı ve sürekli varolduklarını kavrıyor. Bu evrenin sonunda duyularıyla
devimsel davranışlarını eşgüdümlü kullanmaya yöneliyor; yürüyor, konuşuyor; basit
reflekslerini istemli davranışlara dönüştürüyor. Bilişsel yapısı gelişmeye başladığı
için, basit bilişsel etkinliklerde bulunuyor. Piaget, bilişsel gelişim evrelerinde
özellikle içsel etkenlere önem vermiştir. Ona göre bu evreler, çocuğun ahlak
gelişimiyle de koşutluk gösteren ve kendi kendine işleyen süreçlerdir. Bkz. ahlak
(Piaget’ye göre ahlak gelişimi). Bu yaşlarda çocuk, eylem ve algıları, eylem
şemaları biçiminde örgütlüyor. Bu evrede çocuk, nesnelere ilişkin bir şeyler öğrenip,
onları elleyip yokluyor; zaman ve yerin önemini öğreniyor; ancak, zaman ve yere
ilişkin somut olarak düşünecek gerekli kavramlara daha sahip değildir. (2) İşlem
Öncesi Evre (pre operational stage): Bu evre, kabaca 2 yaş ile 6-7 yaşları arasında
sürüyor. İşlem öncesi evrede çocuklarda mantıksal düşünme yeteneği henüz
gelişmemiştir. Bu çağ çocukları miktar, hacim, ağırlık ve sayı korunumunu
anlayamıyorlar. Aynı miktardaki suyu gözünün önünde geniş bir kaptan ince, uzun, boş
bir kaba döktüğümüzde bu çağ çocuğu, uzun kaptaki suyun daha fazla olduğunu
söylüyor. Belirli aralıklarla dizilmiş paraların aralıklarını daha da genişleterek
oluşturduğumuz ikinci dizideki paraların, birinci dizidekilerden daha fazla olduğunu
belirtiyor. Bu gözlemler, bu dönemdeki çocukların, korunum (conversion) ve tersine
dönebilirlik (reversibility) ilkelerinden yoksun olduğunu gösteriyor. Çocuk, mantıksal
düşünmekten çok, nesnelerin algısal niteliğine; yani, görüntüsüne bağlı kalıyor. Bu
sınıflama, sıralama, sayılar gibi somut işlemlere hazırlık aşamasındaki çocukta
beniçincilik eğilimi sürüyor. Çocuk bu evrede tıpkı ilkel insan gibi düşünüyor. Buna
karşılık, Piaget ve Luguet, aynı dönem çocuklarının, gördüklerinin yerine,
bildiklerini çizdiklerini saptamıştır. Başka araştırmalar, çocuğun eğitim ve yetiştirme
ile bu dönemde mantıksal işlemler de yapabildiğini; çizimlerde yönerge, bağlam ve
sunulan malzemenin niteliğinin, çizimleri etkilediğini göstermiştir. Bu evrede çocuk,
dış dünyaya ilişkin bilişsel tasarımlar ya da düşünceler aracılığı ile çevresini
simgesel olarak denetlemeyi ve yönlendirmeyi öğreniyor. Nesneleri sözcüklerle
anlatmaya başlıyor ve nesneleri önceden zihninde yönlendirdiği gibi sözcükleri de
aynı biçimde yönlendiriyor. (3) Somut İşlemsel Evre (concrete operation stage):
Yaklaşık 6-7 yaşları ile 11-12 yaşları arasında süren bilişsel gelişim, bu adla
anılıyor. Biçimsel-işlemsel evrenin başlamasıyla sona eren bu bilişsel gelişim
evresinde çocuk; düşünce süreçlerinde mantık yürütmeye ve nesneleri benzerlik ya
da farklılıklarına göre sınıflandırmaya başlıyor. Zaman kavramını ve sayı
kavramını da bu evre boyunca ediniyor. Nicelik, madde gibi gerçekliğin kimi temel
özelliklerini soyutlayabilmesini mümkün kılan bilişsel işlemleri yapıyor. Mantık
ilkelerini uygulayarak sorunları çözmeye; örneğin, aritmetik işlemlerini yapmaya
başlıyor. Ancak, bu işlemler, yalnızca somut nesnelerle, olaylarla ya da ilişkilerle
ilgili de olsa çocuğun, fiziksel dünyadan simgesel dünyaya adım attığının
göstergeleridir. Bu evrede korunum ilkesi ve tersine dönebilirlik ilkesi yerleşiyor.
Bunun yanı sıra, çizimlerinde de bildiklerini değil, gördüğü nesneleri olduğu gibi
çizmeye başlıyor. Okul başarısının temeli olan okuma yazma ve aritmetikle ilgili
beceriler, bu çağın başta gelen gelişim görevlerinden olduğu için birinci sınıfa,
takvim ve zekâ yaşı en az altı buçuk olan çocuklar alınıyor. Bu çocukların
zorlanmadan söz konusu becerileri, edinmelerinin sağlanması; yoksul çevrelerle kırsal
kesim çocuklarının bu konudaki eksikliklerinin özel çabalarla giderilmeye çalışılması;
hayat bilgisinde, daha sonra da sosyal bilgiler ve fen bilgisinde her fırsatta gözlem,
yaşama, iş ve deneye yer verilmesi gerekiyor. Aritmetik dersinde sayma ve işlemlerin,
sayı ve zaman kavramının kazanımı için çokça somut çalışma ve karşılaştırmalar,
katlamalı kestirimler yapılması bekleniyor. Türkçe ve öbür derslerde de somuttan
yola çıkan ve öyle sürdürülen çalışmalara ağırlık verilmesi gerekiyor. Çünkü çocuk,
çok boyutlu ve mantıklı bir düşünme biçimi olan soyut düşünme evresine, gözüyle ve
öbür duyu organlarıyla algılayabildiği varlık ve olaylar üzerinde yeterli somut
çalışmaları yaparak, gerekli algılamaları sağlayarak geçebiliyor. Onu, çok yönlü
düşünmeye, bu zengin algılamalar, gerçekleştirilen somut örneklere dayalı sözel
açıklamalar ve gösteriler hazırlıyor. Dil gelişimi, önceki yıllardan daha hızlı olan 7-9
yaşlarındaki çocuklar, konuşmaktan, soru sormaktan çok hoşlanıyorlar. Oysa onların
özellikle dinleme, öğrenme gereksinimleri bulunuyor. Bu gereksinimlerini karşılama
alışkanlığını kazanmaları için de görev, özellikle öğretmene düşüyor. Masal, öykü,
roman, şiir, gezi yazısı türünde kitap okumanın ve okumayı alışkanlık haline
getirmenin, dil gelişimine büyük bir katkı sağladığı biliniyor. Öğretmen, nitelikli
çocuk kitaplarını önce kendisi okuyup bunlardan düzeylerine uygun olanları
öğrencilerinin okumalarını sağladığında, onlara hazine değerinde bir armağan sunmuş
oluyor. Bkz. çocuk kitaplarında bulunmaması gereken özellikler; çocuklara
okutulacak kitapların nitelikleri. (4) Biçimsel-İşlemsel Evre (formal operational
stage) 11-12 yaşları ile 18 yaş arasını kapsayan bu evreye soyut düşünme basamağı
da deniyor. Bu evrede, daha esnek bir bilişsel yapı gelişiyor; düşünme yetisi, düzene
giriyor ve mantıksal düşünme öne çıkıyor. Bu evre, çocuğun soyut kavramlar
kullanabilme, genellemeler yapabilme, denenceleri sınayabilme, kendine ve
başkalarına ilişkin düşüncelerin sonuçlarını tartma yeteneklerinin geliştiğini ve
mantıksal düşünmede yetişkinler düzeyine eriştiğini gösterme dönemidir. Zihinsel
ve dilsel gelişim, özellikle ikinci çocukluk evresinde (somut işlemsel evrede) çok
sayıda somut öğrenim etkinliğinin desteği ile gerçekleşiyor. Üstün özel yetenekliler,
daha erken yaşta kendilerini belli etmekle birlikte, bireyde ilgi ve yetenekler
genellikle soyut düşünme basamağına ulaşıldıktan sonra yerleşiklik ve süreklilik
kazanıyor. Okul, baştan beri çocuğun yalnızca bilişsel (zihinsel, akademik)
gelişiminden sorumlu değildir; çocuğun zihinsel ilgi ve yetenekleri dışındaki ilgi ve
yeteneklerine de eğilmek ve onları da geliştirmek zorundadır. Bu görevini yapmayan
okul, çocuğun gelişim alanlarını daraltmış oluyor. Öğrencinin tüm ilgi alanlarını ve
onların ardındaki yeteneklerini keşfederek o alanlarda da kendini geliştirmesine fırsat
ve ortam hazırlamak, gerekli yaşantıları elde etmesine yardımcı olmak, okulun temel
görevlerinden biridir. Okul bunu gerçekleştirmekle çocuğun yeterlik duygusunu, buna
bağlı olarak da özgüven ve özsaygısını güçlendirmiş olacaktır. Somut düşünmeyi
geliştirici çabalarını sürdüren çocuklar, beşinci sınıfta, soyut düşünme basamağına
adım atıyorlar. Bu geçişle onlarda, varlık ve olayların görünen özelliklerine
dayanarak yargı yürütmenin yanında, görünmeyen gerçekleriyle ilgili düşünce
üretebilme ve yorum yapabilme gücü de oluşmaya başlıyor. Çocuk, varlık ve olaylara
ilişkin yeterli yaşantılar kazandığı oranda kavramsal gelişimi ni hızlandırıyor ve
kendine soyut işlemlerde de başarılı olma yolunu açıyor. Tüm derslerde, zengin
algılama sağlayacak olan gözlem ve deneyleri, iş yapmayı ve öbür somut çalışmaları,
rahat ve sağlıklı bir toplumsal-ruhsal öğrenme ortamında gerçekleştirmek
gerekiyor. Kendilerine bu olanak sağlandığında çocuklar, yanlışlarının nedenleri
üzerinde akıl yürütme yetisini de geliştirme fırsatını elde ediyorlar. Soyut düşünme
alıştırmalarının yanı sıra, somut çalışmaların da sürdürülmesi, soyut düşünmenin en
önemli aracı olan kavramların içerik eksikliklerini giderme ve yeni kavramlara alt
yapı oluşturma açısından büyük bir önem taşıyor. Örneğin, sayı ve zaman
kavramlarının geç ve güç gelişen kavramlar olduğunu bilen anne baba ve öğretmenler,
çocuklara gerekli ve yeterli somut yaşantıları sunmayı sabırla sürdürüyor ve onları
gereksiz yere zorlamaktan uzak duruyorlar. Bilişsel gelişim kuramına göre, bilişsel
yapılar, zekâ edimlerini belirleyen ve çocuğun gelişim evrelerine özgü bedensel ya da
bilişsel eylem yapılarıdır. Bilgiyi, tarihi, toplumsal kökeni; özellikle dayandığı
bilişsel yapılar açısından inceleyen bilişsel gelişim (genetik bilgi) kuramına göre bu
bilişsel yapılar, çevreyle etkileşime, olgunlaşmaya bağlı olarak değişen dinamik
yapılardır. Her evre sonunda çocuklar, çevreleri üzerinde daha nesnel ve giderek
soyut ve mantıksal düşünme ve dili yetkinlikle kullanma gücüne kavuşuyorlar. Bkz.
ahlak (Piaget’ye Göre Ahlak Gelişimi); ahlaksal bağımsızlık; ahlaksal
gerçekçilik; ahlaksal görecelik; asimilasyon; ayıramazlık dönemi; beniçincil
konuşma; bilgi kuramı; bilişsel alan; birincil döngüsel tepki; bitişiklik ilişkisi;
canlıcılık; denge; denge kurma; dil psikolojisi; duyusal-devimsel evre; evre
kuramları; gelişim sıralaması; içkin adalet; işlevsel değişmezler; kalıp;
kalıtımbilimsel bilgi kuramı; karşılıklı ceza; karşılıklı ödeme adaleti; kefaretli
ceza; kısıtlama ahlakı; kimlik; klinik yöntemi; korunum; korunum ilkesi;
merkezsizleşme; nedensellik öncesi düşünme; nesne kalıcılığı; nesne kavramı;
nesnel yönelim; niyetli davranış; ödünleyici ceza; özerklik ve bağımlı olma;
PİAGET, Jean; sınıfa katma; simge; simgesel işlev; somut işlemler; şema; tanısal
asimilasyon; temsil becerileri; temsil evresi; temsil sistemleri; tersine
çevrilebilirlik; topoloji; uyum II; uyum mekanizmaları; uyum süreçleri; uyumun
asimilasyon-uyum boyutu; üçüncül döngüsel tepki; yapısalcılık; yap-inan oyunu;
yineleyici asimilasyon; zekâ; zihinsel şema.
bilişsel gelişim modeli Bkz. bilişsel gelişim kuramı.
bilişsel gereksinim (cognitive need) Canlıyı nesneleri incelemeye iten neden; merak,
bilme-tanıma gereksinimi. İnsan, bir nesnenin niteliğini kavradığında, bir ilgi ya da
güdüsünü doyurmuş oluyor.
bilişsel harita (cognitive map) C. E. Tolman’ın, labirentteki bir hayvanın öğrenme
davranışını anlatmak için kullandığı terim. Tolman’a göre dolambaçtaki hayvan, basit
bir uyarıcı-tepki ilişkisinden çok, nesne ve durumlara ilişkin bilişsel bir harita; bir
yersel ilişkiler şeması geliştiriyor. Karnı tok bir maymun, deney ortamında keşif
davranışlarından sonra; dahası, uzunca bir süre sonra bile, karnı acıktığında,
yiyecekleri eliyle koymuş gibi buluyor (gizli öğrenme). Yapılan başka birçok
deneysel gözlem de bilişsel haritanın varlığını kanıtlamıştır. Benzer sonuç, insanlar
için de geçerlidir. Birisine yol tarif eden kişi de gözünün önünde canlandırdığı
yerlere, sokaklara, caddelere ilişkin bilişsel haritadan yararlanıyor. Bkz. uyarıcı-
organizma-tepki.
bilişsel işlemler (cognitive operations) 1. Her türlü düşünsel, zihinsel süreç. 2.
Piaget’ye göre, işlemsel düşüncede yer alan ve somut işlemler ile biçimsel
işlemlerde gözlemlenen ilkeler. Bkz. bilişsel gelişim kuramı.
bilişsel işlev Bkz. düşünme.
bilişsel işlev bozukluğu Bkz. şizofreni
bilişsel kuram (cognitive theory) Öğrenmeyi, öncelikle zihinle ilgili bir algılama ya da
kavrama, zihinsel bir biçim verme süreci olarak değerlendiren kuram.
bilişsel öğrenme (cognitive learning) Yaşantı edinme sonucu bilginin işlenişinde ortaya
çıkan değişim; yeni bilgilerin depolanması ve eski bilgilerin bilişte (zihinde)
işlenerek yeni anlamlar ve bağlar kazanması; davranışın kalıcılığı. Bu anlamda
bilişsel psikologların ilgisi, bellek ile bilişsel süreçlere odaklanıyor. Bilişsel
öğrenmeyi önde tutan psikologlara göre, duyu organlarından gelen girdi (input), basit
bir tepki (responce) olarak çıkmıyor. Bilgiyi özellikle evrim aşamasında en üstte olan
insan işliyor, bir davranış oluşturuyor ya da oluşturmuyor. İnsan, çevresiyle ilgili
bilgileri, yersel (mekânsal) harita biçiminde, pekiştirmeden kafasında oluşturabiliyor.
Menzel, bilişsel haritayı ya da yer öğrenmeyi şempanzeler üzerinde yaptığı
deneylerle belirlemiş ve öğrenme yeteneğinin, üst düzey canlıların uyum sağlamasını
kolaylaştırdığını saptamıştır. Taklit etme ve örnek alma yoluyla öğrenme de
Gestaltçıların ortaya attığı kavrama (buluş) yoluyla öğrenme de bilişsel öğrenmedir.
Bu öğrenme biçiminde en önemli ilke, içinde bulunulan durumun her yönünün ve her
özelliğinin toptan görülmesi ve bir anda algılayışla özellikler arasında anlamlı bir bağ
kurulabilmesidir. Kavrama, yaşantıların algısal olarak yeniden düzenlenmesi ve
öğrenme kurulumudur (learning set’tir). Algısal olarak yaşantıları yeniden
düzenlemek, nesne ve olaylarla ilgili yeni ilişkileri ve anlamları bir anda görmek
demektir. Öğrenme kurulumu ise daha önceki öğrenmelerin olumlu olarak aktarılması;
yeni öğrenilenin de daha hızlı öğrenilmesi anlamını taşıyor. Bunun öteki adı,
öğrenmeyi öğrenme(learning to learn)dir. Öğrenme, bireyin çevresiyle etkileşerek
yeni bir davranış edinmesi; yetersiz olan davranışını yeterli kılması ya da yanlış
davranışının yerine doğrusunu koymasıdır. Edinilen davranışın kalıcı olabilmesi için,
o davranışın yaşantılara dayanılarak öğrenilmesi ve gözlemlenebilir duruma
getirilmesi gerekiyor. Örneğin, okuma, yazma, hesaplama, birer öğrenme ürünüdür.
“Okulda öğrenme” denildiğinde de öğrencilerin öğrenmelerine birincil aşamada
yardımcı olan; yeri başka hiçbir araçla doldurulamayan öğretmen akla geliyor. Ne ki
kimi etkenler, okulda çocuğun öğrenme yolunu tıkıyor. Bebek, gerçekte gönüllü bir
öğrencidir. O, sürekli olarak kendi bedenini, çevresini inceleme ve tanıma uğraşı
içindedir. Normal bir çocuk da kendini gerçekleştirme yolunda öğrenmeye
güdülüdür. Bu konuda öğretmenin görevi, öğrenciler için uygun öğrenme
kaynaklarını ve ortamını hazırlamaktır. Çocukluktan gelen bu öğrenme ilgi ve
merakı, ne yazık ki yetişkinlerin çok azında sürüyor. Çünkü daha ilk yıllarda, sınıfın
tehdit edici ortamı, bu ilgi ve merakı ağır ağır söndürmeye başlıyor. Öğrencilerde
yaratılan yanlış yapma, başarısız olma korkusu, gerçek öğrenmeyi engelliyor.
Gerçek öğrenmenin engellenmesi, öğrenciyi doğru yanıtı yalnızca bilgi düzeyinde
öğrenmeye; yani, ezberlemeye yönlendiriyor. Çocuk, duyduğu korkuyu ve
karşısındaki tehdidi ancak, en kısa sürede doğru yanıtı yinelemeye dayalı öğrenme
ile azaltabiliyor. Sonuçta, öğrencinin okuldaki öğrenme etkinliklerinin amacı;
yanlış yapmaktan, başarısızlıktan, beğenilmemekten, cezalandırılmaktan kaçmaya ve
benliğin savunma davranışlarına indirgeniyor. Çocuk ve genç, kendi güvenliğini
yetişkinlerin kendine, “doğru” diye kabul ettirdiği yanıtı onlara bildirerek
sağlayabiliyor. İşte bu tutumla, çocuk ve gencin ilgileri, merak duygusu ve yaratıcı
yeteneği adım adım bastırıldığı için, ortaya ölü bir öğrenme çıkıyor. Öğretmen,
sınıfta çocuğun bu yanlış yapma ve başarısız olma korkusunun çoğunlukla farkına
varamıyor. Bu gidişin sonunda pek çok öğrenci, ister istemez, gerçek öğrenmeye
kapılarını kapatıyor. Kimi öğrenciler, aşırı korkunun etkisiyle, bu sözde öğrenmeyi
bile başaramadığı için özgüvenini ve özsaygısını yitiriyor; okula ve öğrenime veda
ediyor. Başarılı öğrenciler bile bu tutum nedeniyle sınıfta kendilerini sürekli tehdit
altında duyumsuyorlar. Yetişkin beğenisini onlar da yalnızca başarılarıyla
kazandıkları için, onu her an yitirme korkusunu yaşıyorlar. Kişinin başarısızlıkla
özdeşleşmesi, başarısızlığı, ruh sağlığını sarsan bir olgu durumuna getiriyor.
Çevresinden koşulsuz sevgi ve saygı göremeyen başarısız öğrencinin ruh sağlığı
bozuluyor. Bilişsel öğrenme, bilgi edinmek ve ondan doğan bilişsel yetenekleri
kazanmak demektir. Bilişsel tepki ise hem bilişsel öğrenme ürünlerini hem de bu
öğrenmelerin bilişsel süreçlerini dile getiriyor. Bu konuda değişik sınıflandırmalar
yapılmıştır. Bunların en ayrıntılısı, Bloom’un bilişsel öğrenme sınıflandırmasıdır.
Bkz. Bloom’un bilişsel öğrenme sınıflaması.
bilişsel öğrenme kuramı Bkz. öğrenme kuramları.
bilişsel öğretim Bkz. bilişsel öğrenme.
bilişsel psikoloji (cognitive psychology) 1. Psikolojide içsel, bilişsel (zihinsel)
süreçleri vurgulayan davranışın, yalnızca gözlemlenen yanıyla açıklanamayacağını;
onun altında yatan bilişsel olaylar, temsiller, inançlar düzeyinde de açıklanması
gerektiğini savunan bir yaklaşım; kognitiv psikoloji; biliş ruhbilimi. Bilişsel
psikoloji, davranışçı yaklaşıma karşı olmaktan çok, davranışçı açıklamaların eksik
gördüğü yanlarını tamamlamayı amaçlıyor. Bilişsel psikojinin davranışçı yaklaşımdan
en büyük farkı, bilişsel psikologların, uyarıcı ile tepki arasında; yani, davranışçıların
“kara kutu” diyerek bir kenara bıraktıkları şeyin içinde nelerin bulunduğunu ayrıntılı
olarak belirleyip ortaya çıkarmaya çalışmalarıdır. Başlangıçta davranışçı yaklaşıma
bir tepki olarak ortaya çıkıp dilbilim, uygulamalı matematik ve yapay zekâ alanında
gelişme gösteren bilişsel psikoloji, 70’li yıllardan sonra laboratuvar koşullarının
dışına taşmış ve psikolojinin öbür alanlarında da etkili olmaya başlamıştır. 2.
Psikolojinin dikkat, algı, öğrenme, sorun çözme, zekâ, bellek gibi çok çeşitli bilgi
işlem süreçlerini inceleyen dalı.
bilişsel ruh sağaltımı Bkz. bilişsel tedavi.
bilişsel sosyoloji (cognitive sociology) İnsan davranışlarını normatif kurallara ve
zihinsel süreçlerin sonucunda oluşan düzenliliklerle birlikte ele almaya ve açıklamaya
çalışan sosyoloji dalı.
bilişsel strateji Bkz. öğrenme koşulları.
bilişsel süreçler Bkz. bellek; eleştirel düşünme.
bilişsel şema (cognitive schema) Bireyin yaşantılarından organizmada iz bırakan; yeni
uyaranlar, yaşantılar ve düşünce elemanlarıyla etkileşerek onların algılanışını ve
kavram durumuna gelişini sağlayan karmaşık bir biliş örüntüsü. Bilişsel şemaları ilk
kez J. Piaget formülleştirmiştir. Olayları sınıflandırma (kategorilendirme), nesnelere
ilişkin bilgileri bilişsel süzgeçten geçirme, örgütleme ve genelleme sürecine şema
deniyor. Çevremizdeki nesneleri, bilişsel düzlemde bu şamalara göre
yapılandırıyoruz. Bilişsel şamalara, kendi içinde örgütlü düşünce alışkanlıkları da
deniyor. Bilişsel tedavilerle, hastanın pekişip güçlenen yanlış düşünce alışkanlıkları
değiştirilmeye çalışılıyor. Örneğin, “Ben çok şanssız bir kişiyim.” demek, bilişsel bir
şema olup, aşırı bir genellemedir. Bilişsel şemalar keyfi vardama, seçici soyutlama,
aşırı genelleme, abartma ya da küçültme gibi türlere ayrılıyor. Bkz. abartma;
tanıma şeması.
bilişsel tedavi (cognitive therapy) Kişinin yanlış düşünce alışkanlıklarını (yanlış
bilişsel şemalarını) değiştirmeyi amaçlayan tedaviler; kognitif terapi; bilişsel ruh
sağaltımı. Bilişsel tedavi, kişinin bilişsel çarpıklıklarında odaklaşıyor. Örneğin,
depresyon, bir duygulanımsal bozukluk değil; kişinin kendini, geleceğini ve çevresini
çarpıtarak algılamanın ya da olumsuz bakış açılarının sonucudur (Beck’in depresyon
modeli). Tedavide kullanılan sözel ya da davranışsal yöntemlerle, kişinin
kendiliğinden düşünce biçimlerinin belirlenip tanımlanması; bunların geçerliliğinin
araştırılması; bu yaşantıların daha farklı yapılandırma yollarının aranması, yeni ve
daha esnek şemaların oluşturulması ve edinilen bu yeni zihinsel ve davranışsal
işleyiş biçimlerinin denenmesi isteniyor. Bu tedaviler de davranışçı tedaviler gibi
soruna yönelik olduğu için, psikodinamik tedavilerden daha kısa sürede
gerçekleştiriliyor. Statüleri eşit olan hasta ile uzman, bir araştırma ekibi gibi
birlikte çalışıyorlar. Tedaviyi gerçekleştirme sorumluluğunu üstlenen uzmanın kişilik
özelliklerinin önemli olduğu bu tedavide duygudaşlık, içtenlik ve ilgi önem taşıyor.
Uzman, hastanın gerçeğe ters düşen düşüncelerini ve tutarsızlıklarını kendisinin
bulmasına rehberlik ediyor. Her atılımda hastayı inandırmaya çalışıyor, ona konuyu
açıklığa kavuşturacak sorular soruyor, geribildirim alıp veriyor ve hastayı karar
verme sürecine ortak ediyor. Uzman (terapist), şu altı amaca ulaşmak için çaba
gösteriyor: Birinci olarak, hastayla içsel-dışsal hedef sorunlarını tanımlıyor. İkinci
olarak, belirlenen sorunları öncelik sırasına koyuyor. Üçüncü olarak, hastayı tedavinin
yararına inandırıp rahatlatmak amacıyla sorunların kolayını öne alıyor. Dördüncü
olarak, tedavinin başından başlayıp hastanın bilişsel ve duyuşsal işleyişleri
arasındaki ilişkiyi görmek için yerinde sorular soruyor ve ev ödevleri veriyor.
Beşinci olarak, hastayı tedavinin yapılandırılmış ortamına alıştırıyor. Altıncı olarak
da hastaya sorumluluğunu yüklenmeyi öğretiyor. Bunların gerçekleştirilmesi için
planlı, programlı ve notlar alınarak çalışılıyor. Tedavi uzmanı yorum yapmıyor; soru
sormuyor. Her oturumda bir iki sorunu ele alıp ev ödevi veriyor. Bu tedavi daha çok,
depresif bozukluklarda etkili oluyor. Bkz. psikoterapi yöntem ve teknikleri.
bilişsel tutarlılık (cognitive consistency) Kişinin inançları, seçimleri, tutumları ve
benzerleri arasındaki tutarlılık. Bkz. tutarlılık.
bilişsel uyumsuzluk (cognitive dissonance) İnançlarla davranışlar ya da aynı anda
beslenen iki tutum, iki inanç ya da kanı arasında bir çelişki, çatışma olması durumunda
yaşanan rahatsızlık, gerilim duygusu; düşünce ile duygu arasındaki çatışma. Bilişsel
uyumsuzluğun kişiyi, söz konusu çatışmayı ortadan kaldırma eylemine güdülediği ve
kişinin çatışmaya yol açan etkenlerden birini; örneğin, tutumunu değiştirerek bu
gerilim ve rahatsızlıktan kurtulmaya yönelttiği varsayılıyor. Bkz. bilişsel uyumsuzluk
kuramı; inandırma; uyumsuzluk.
bilişsel uyumsuzuk kuramı (cognitive dissonance theory) Leon Festinger’in
geliştirdiği bir kuram. Ona göre, tutum değiştirme güdüleniminin kaynağı, birbiriyle
çatışan tutum, inanç ve kanıların yarattığı gerilim ve rahatsızlık duygusudur. Kişi,
tutum değiştirme çabasıyla çatışmayı ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Bu kurama göre
çoğunlukla en kolay yol, tutarlılığın sağlanması için izlenilen yol oluyor. Festinger,
klasik uyumsuzluk çalışmasında uzun bir süre sıkıcı bir işle uğraşan denekleri,
kendilerinden sonra gelen deneklere, yaptıkları işin çok eğlenceli olduğunu söylemeye
zorluyor (Oysa insanların birçoğu kendisine bir yalancı gözüyle bakmaz). Bunu yapan
deneklere 1’er ya da 20’şer Dolar ödül veriliyor. Deneyden çıkan sonuç, şaşırtıcı
oluyor. “Muhteşem.”,”Olağanüstü eğlenceli.” biçimindeki en büyük yalanları, 1 Dolar
alanlar söylüyor. 20 Dolar alanlar ise “Pek de eğlenceli değil.” gibi işi pek
abartmayan şeyler söylüyorlar. Görüldüğü gibi 20 Dolar alanlar, “Para için yalan
söyledim.” yargılarını ortaya koyuyorlar. 1 Dolar alanlar ise neden yalan
söylediklerini kendilerine açıklamakta zorlandıkları için, yaralanan özsaygılarını
onarnak amacıyla gerçekten eğlendiklerine inanıyorlar; yani tutumlarını
değiştiriyorlar. Bkz. bilişsel uyumsuzluk.
bilişsel yaklaşım (cognitive approach) İnsanların ve hayvanların “Ne, nerededir?
(bilişsel haritalar) ya da “Ne, neye yol açar?” (beklentiler) türünden bilgilerin
bilişlerini (zihinsel temsillerini) edinerek bunları bir tür bellek sisteminde
sakladıklarını savunan öğrenme kuramı. Bilişsel yaklaşıma göre insan davranışı,
beynin algılama, bilgiyi edinme, edinilen bilgiyi saklama, geri alma ve bütün bunlarla
bütünleşen örgütlü eylem yapıları oluşturma süreçleridir. Bu yaklaşım, “Öğrenme,
belli eğilimleri pekiştirerek güçlendirme ya da zayıflatmadır.” görüşünü savunan
Skinner ve yandaşlarının araçsal öğrenme yaklaşımlarına karşıt bir görüştür.
bilişsel yapılar (cognitive structures) Piaget’nin dünyayı anlamak, dünya ile başa
çıkmak, sorunları düşünmek ve çözmek için kullanılan şemalar ya da kavramlar gibi
zihinsel temsilleri ya da bilişsel kuralları anlatmak için kullandığı terim. Bkz. şema.
bilişsel yeniden değerlendirme (cognitive reappraisal) Kişinin, olumsuz düşüncelerini
gözlemleyip değerlendirerek bunları daha olumlu düşünce ve imgelerle değiştirmesi.
Kişi bununla stresin yarattığı tehdide ilişkin algısını değiştirerek stresini azaltıyor ve
bu yolla stresle başa çıkmayı başarıyor.
biliş sistemleri Bkz. işlevsel çözümleme; yukarıdan aşağıya işlem.
bilme (know) Bir şeyi başka şeylerden ayırmaya yarayacak biçimde öğrenmiş olma.
BİNET, Alfred (1857-1911) Fransız psikolog. Binet, sanatçı bir anne ile hekim bir
babanın tek çocuğudur. Paris’te hukuk diploması almasına karşın, aile geleneği olan
hekimliğe yöneldi. Ancak, psikolojiye gittikçe artan ilgisi nedeniyle tıbbı yarıda
bıraktı. Psikoloji eğitimi almadan, bu alanda kendini yetiştirdi. Bir süre, Jean
Charcot’yla çalıştı. 1891 yılında Sorbon Üniversitesi Fizyolojik psikoloji
Laboratuvarı’nda dört yıl boyunca ücretsiz çalıştı. Bu süre sonunda kurumun yöneticisi
oldu ve yaşamının sonuna dek bu görevde kaldı. Ağırlıklı olarak kendi çocukları
üzerindeki gözlemlerinden yola çıkarak zekâ, zihinsel yetiler üzerindeki çalışmaları
ile J. M. Cattell’den farklı bir noktaya ulaştı. O dönemde zorunlu ilköğretim yaşı olan
6-14 yaşlarındaki hangi çocukların eğitime elverişli ya da elverişsiz olduklarını
belirlemek amacıyla geliştirdiği ilk zekâ testi, bugün de kullanılan Stanford-Binet
Ölçeği’nin temelini oluşturdu. Başlıca yapıtları: L’Etude experimentale de
I’intelligence (1903). Ayrıca birçok da makalesi yayımlandı. Bkz. Binet-Simon
ölçeği; Stanford-Binet ölçeği; zekâ yaşı; zekâ katsayısı.
Broca alanı (Broca’s area) Beyin kabuğunun konuşma, duyulan sözlerin sözdizimi,
yapısal karmaşıklığın kavranması gibi dil işlevlerini denetleyen bölümü. Bu bölüm,
adını, burayı ilk kez belirleyip tanımlayan Paul Broca’dan almıştır. Ağırlıklı olarak
sağ elini kullanan kişilerde çoğunlukla beynin sol yanında; solaklarda ise beynin sağ
yanında bulunan bu bölümdeki bir zedelenme, Broca söz yitimi adı verilen bir
konuşma bozukluğuna yol açıyor. Bkz. Wernicke alanı.
Broca söz yitimi Bkz. Broca alanı.
B tipi kişilik (B type personality) Katı kurallardan, A tipi kişilik özelliklerinden
arınarak esneklik kazanmış; zamanı sorun etmeyen, rahat ve sabırlı; başarı konusunda
aşırı hırsı olmayan; çabuk sinirlenmeyen, tedirginlik duymayan; yaptığı işten zevk
alan; işiyle ilgili rahatlığı kendisinde suçluluk duygusu uyandırmayan, sakin ve düzenli
çalışan kimselerin kişilik tipi.
budala (imbecile) Zihinsel yetenekleri 20-40 ZB (zekâ bölümü) arasında olan (kişi);
embesil, aptal. Bu sınır, kimilerince 35 -55 ZB olarak benimseniyor.
budunsal psikoloji (ethnopsychology) Özellikle ilkel durumdaki ırkları ve ulusları
karşılaştırmalı bir yöntemle inceleyen psikoloji dalı; budunsal ruhbilim.
budunsal ruhbilim Bkz. budunsal psikoloji.
buhran Bkz. bunalım.
bulimiya Bkz. iştah yitimi bozukluğu.
bulimiya nervosa Bkz. fazla yemek yeme bozukluğu (beslenme bozukluğu). (İştah
yitimi bozukluğu; yeme bozukluğu.
bulmaca kutusu (puzzle box)Thorndike’ın, kedilerdeki işlemsel koşullamayı
incelemek için tasarladığı bir laboratuvar gereci. Aç kediler, mandal gibi bir aletle
açılabilen bir kutu üzerine yerleştiriliyor. Kutunun dışına da kedilerin ulaşabileceği
yiyecek maddeleri (olumlu pekiştirici) konuluyor. Eğitim denemelerinin sayısı
arttıkça, kediler daha kısa sürede kutudan çıkmayı başarıyorlar. Thorndike bundan
yola çıkarak, kutuyu açma pekiştirmesinin, etki yasasını kanıtladığını savunmuştur. Bu
kutu, işlemsel davranışları incelemek amacıyla tasarlanan ilk deneysel düzenek olma
özelliğini taşıyor. Bunu daha sonra Skinner kutusu izlemiştir.
buluğ Bkz. erinlik.
bulunç Bkz. vicdan.
buluş (invention) 1. İlk kez yeni bir aygıt, araç, yöntem ve benzerini yaratma işi; icat. 2.
Bilinen bilgilerden yararlanarak, bilinmeyen yeni bir bulguya ulaşma ya da yöntem
geliştirme; keşif.
3. Herkesin kolaylıkla bulamayacağı özgün bir düşünce. 4. İşlenen bir konuda, konunun
kendisi de içinde olmak üzere, duygu, düşünce, imge, dil ve anlatım, biçim
yönlerinden özgün bir yol bulma işi.
buluşma kuramı (contagion theory) Le Bon’un ortak davranış kuramına göre,
insanların birbirinin davranışlarını kopyalaması ve bunun sonucunda zincirleme bir
tepkinin ortaya konulması. Bu kurama göre, bireylerin kalabalık içinde duyumsadıkları
anonimlik duygusu, onları fanatik önderlerin telkinlerine açık kılıyor ve bu tür
kalabalıklarda özellikle yıkıcılığa, saldırganlığa iten duygular, bir virüs gibi
yayılıyor.
buluş yoluyla öğretme (discovery teaching) Sönmez’in belirlediği sekiz öğrenme-
öğretme yaklaşımından biri. Bu stratejinin kullanımında uyulacak ilkeler şöyle
sıralanıyor: (1) Hedef davranışlar, bilişsel alanın kavrama, analiz ve
değerlendirme; duyuşsal alanın tepkide bulunma ve değer verme
basamaklarından en az birinde bulunmasına dikkat ediliyor. Kazandırılacak
davranışlar şunlar olabiliyor: Formüle, grafiğe, simgeye dönüştürme; bir başka dile
çevirme; nedenini, niçinini, nasıl olduğunu söyleme, yazma; olayı kendi tümceleriyle
özetleme, yeni örnek verme; ilkeleri, öğeleri, sayıltıları araştırıp gerekçeleriyle
birlikte yazma, söyleme; iç ve dış ölçütlere uygunluk derecesini gerekçesiyle söyleme,
yazma. (2) Öğretmen, ilkeyi, nedeni, niçini, bulduruyor; bunlarla ilgili en az iki üç
örneği sınıfa getirip öğrencilere dağıtıyor; ya tahtaya çiziyor, yazıyor ya da
yansılarla gösteriyor. (3) Öğrencilerin, örnek üzerinde gerekli işlemleri
yapmalarını sağlıyor. Öğrencilere hedef davranışlarla ilgili açık uçlu sorular soruyor;
soruyu sorduktan, işlemleri yaptırdıktan sonra, içinden 20’ye dek sayıyor. Sonra en az
beş öğrenciden gerekçeli yanıt alıyor ve tartışma açıyor. Tartışma, doğru yanıt
bulunana dek sürdürülüyor; doğru bulunduğunda sınıfa pekiştireç veriliyor. Karşıt
görüş soruluyor ve gerekçesiyle birlikte dinleniyor. (4) Bu stratejinin uygulanışı
sırasında öğretmen, gerektiğinde ipucu verme dışında hiçbir açıklama yapmıyor,
bir şey anlatmıyor; tutarlı bir orkestra şefi gibi davranıyor. (5) Öğretmen bu
stratejide öğrencilerin tümevarım, aklın yeniden soruna dönmesi, analoji,
diyalektik denilen akıl yürütme türlerini kullanmalarını sağlayan etkinliklere yer
veriyor. (6) Öğrencilere ilkeyi, nedeni, niçini, nasılı ile birlikte buldurduktan sonra
onlardan bunlara uygun yeni örnekler istiyor. Örneklerin uygunluğu konusunda
sınıfta gerekçeli tartışma açıyor. (7) Öğretmen, konunun dışına çıkılmasına izin
vermiyor. Bu stratejiyi uygulamaya koyan öğretmen, güdümlü tartışma ve örnek olay
yöntemlerinden birini; küçük küme, büyük küme tartışmasını; soru-yanıt, çember, karşıt
panel, münazara, açık oturum gibi teknikleri, öğrenme ortamında işe koşuyor.
Öğrencilere açık uçlu sorular soruyor, onlardan gerekçeli yanıtlar istiyor. Öğrencilere
bilgi düzeyindeki önkoşul davranışları kazandırmadan önce bu stratejiyi kullanmıyor.
Bkz. bilişsel alan kuramı; öğrenme-öğretme yaklaşımları.
bunalım (crisis) 1. Bir durumun doğal gidişi sırasında birdenbire ortaya çıkan aykırılık;
buhran, kriz. 2. Sonucu kötü olabilecek gerginlik. 3. Bir hastalıkta birdenbire beliren
ve ölümle sonuçlanabilecek fizyolojik değişiklik; kriz, buhran. 4. Halkın satın alma
gücünün azalması ya da durması, mal satış değerinin düşmesi gibi nedenlerle ortaya
çıkan üretim ve alışveriş durgunluğu. 5. İnsanın canını sıkan, insanı tedirgin eden,
sonucu ruhsal yönden kötü olabilecek durum, yoğun tasa.
bunaltı Bkz. kaygı.
bunama (dementia) Birden fazla bilişsel alanda beliren derin, ilerlemeli; kimi zaman
duygu, davranış ve kişilik değişimlerini de içeren ve kişinin normal yaşayışını
etkileyen organik bir zihinsel işlev yitimi. Bu bozukluk, genellikle Alzheimer, Pick,
Huntington hastalıkları; Korsakof psikozu, beyin yangısı, multiple skleroz,
Parkinson hastalığı, AIDS, aşırı alkol alımı gibi yaşlanmaya ya da beyin
hastalıklarına bağlı olarak ortaya çıkıyor. Kimi zaman beyin uru, hipotroidizm,
hematoma ya da tedavi edilebilir öteki kimi hastalıklardan kaynaklanıyor. Bunama
belirtileri arasında bellekte, soyut düşünme ve akıl yürütme yetisinde belirgin bir
kayıp, zihin karışıklığı, eşgüdümsüzlük, yoğunlaşma güçlüğü gibi kötüleşmeler, hareket
becerilerinin kötüleşmesi, kimi zaman söz yitimi, devinim yitimi (apraksi), tanısızlık
(agnozi), kişilik değişimleri, duyumsamazlık, depresyon yer alıyor. Bunamanın
birçok özel biçimi buılunuyor.
bunamalı paranoya (paranoia senilis) Bunamayla birlikte görülen ve örneğin,
komşuların kendisi ile ilgili casusluk yaptığı, kendi aile bireylerince soyulduğu
kuruntuları gibi zulüm düşlemleri ile varlık gösteren paranoya biçimi. Bkz. paranoya.
Burdia’nın eşeği (Burdian’s Ass) John Burdian’a (1295-1356) gönderme yapılan ve
iki ot demetinden hangisini yiyeceğine karar veremediği için açlıktan ölecek duruma
gelen bir eşek benzetmesiyle açıklanan bir ikilem (çatışma). Birbirine karşı olan kişi
ya da grupların, örneğin, radikal sağ ve radikal sol partilerin, muhalefet etme uğruna,
birbirinin çalışmalarındaki olumlu öğeleri görmemeleri ve birbirini engellemek
uğruna yapılabilecek olumlu işlere de engel olmaları, bu tür bir ikilemdir. Bkz.
çatışma ((1) Yaklaşma-Yaklaşma Çatışması).
burjuva devrimi (bourgeois revolution) 17. yüzyıldan başlayarak Batı dünyasında
soyluların ekonomik, toplumsal ve siyasal süreçler üzerindeki denetimine son veren;
ekonomik gücünü özellikle sanayi ve ticaretten alan toplumsal kesimlerin öncülüğünde
geleneksel toplum yapısının çözülmesine ve çağcıl ulus devletlerin, piyasa ekonomisi
ile liberal demokrasinin ortaya çıkmasına yol açan köklü dönüşüm.
burjuvazi (bourgeoisie) 1. Kapitalist toplumlarda artık değerlerin bölüşülmesinde işçi
sınıfı ile mücadele eden ve kapitalizmin korunmasından çıkar sağladığı varsayılan
orta sınıf ya da yönetici kesim. 2. Marksist kurama göre, kapitalist üretim biçiminde,
üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan ve artık değere el koyup ücretli emeği
sömürerek yaşayan sınıf.
buyrukçuluk (ascendency) Öteki insanlarla ilişkilerde onlara buyurma ya da yol
gösterme eğilimi; emretme.
buzdağının ucu (tip-of-the-iceberg) Bilincin, büyük bölümü suyun içinde bulunan ve
görünmeyen buzdağının (bilinçdışı süreçlerin) yalnızca görünen ucu olduğu savı. Bkz.
topografik kuram (Bilinç, Biliçaitı, Bilinçdışı).
BÜHLER, Karl (1879-1963) Alman psikologu. Bühler, Meckesheim’de doğdu.
1918’de Münih’te; bu tarihten 1922’ye dek Dresden’de, Viyana’da profesör olarak
çalıştı. Daha sonra Kaliforniya, Pasadena’ya çekildi. Başlangıçta Vürzburg Okulu adlı
akıma katıldı; sonra Gestalt (biçim) psikolojisine yöneldi. Ebbinghaus’un ve
Külpe’nin psikolojileri üzeride araştırmalar yaptı. Başlıca yapıtları: Die Gestalt
Wahrnehmungen, 1913 (Gestalt Algıları); Die Geistige Entwicklung des Kindes,
1918 (Çocukta Ruhsal Gelişim); Handbuch der Psychologie, 1922 (Psikoloji El
Kitabı); Die Krise der Psychologie, 1929 (Psikolojide Bunalım); Ausdrucksthorie,
1933 (Anlatım Kuramı) Sprachtheorie, 1934 (Dil Kuramı);
büro işleri, hız ve doğruluk testleri (Office work, speed and truth test’s) Harf, rakam
ve benzerlerini birbiriyle karşılaştırma; bunların benzer ve ayrı yanlarını bulma
yoluyla büro işleri, hız ve doğruluk yeteneğini ölçen testler. Bunlardan biri olan ve bir
dizi harf çiftinden oluşan büro işleri, hız ve doğruluk testi’nin yapısı basittir. Testte,
AÇ DK ZM FL TB; YN HŞ PU DK GR gibi harf çiftlerinden oluşturulmuş gruplar yer
alıyor. Test uygulanan bireyden, bu guruptaki bir harf çiftinin aynısını bir başka grup
içinden bulması isteniyor. Bu işin çok kısa bir süre içinde yapılması gerekiyor. Büro
işleri, hız ve doğruluk testi dizgicilik, sekreterlik, dosya memurluğu ve delgi
operatörlüğü gibi işler için gerekli yeteneğin var olup olmadığını ortaya çıkarıyor. Bu
testlerin ayırt edici özelliği, hem hızı hem de doğruluğu ölçmesidir. Kişinin zayıf ve
güçlü olduğu alanları göstermeleri nedeniyle özel yetenek testlerine meslek
rehberliğinde genel yetenek testlerinden daha kullanışlı testler olarak bakılıyor. Özel
yetenekleri ölçmek için birçok test geliştirilmiştir. Bkz. farklı yetenek testleri; özel
yetenek testleri.
bütüncü-dinamik güdü kuramı Bkz. kendini gerçekleştirme kuramı; MASLOW,
Abraham.
bütüncü kuram (molarer theory) Freud psikanalizini daha sonra eksik bulan Horney’ın
geliştirdiği kişilik kuramı. Karen Horney (1885-1952) da başlangıçta Freud
psikanalizini benimsemişken, bir süre sonra onu eksik bulmaya başladı. Aynı görüşü
paylaştığı başka kişilerle birlikte, Psikanalizi Geliştirme Derneği ile Amerikan
Psikanaliz Enstitüsü’nü kurdu. Ölünceye dek de bu enstitüyü yönetti. Horney, Freud’un
kadın psikolojisi ile ilgili görüşüne şiddetle karşı çıktı. Kadın psikolojisinin ve
kadınlık kimliğine ilişkin çatışmaların kökeninin, kadının duyduğu cinsel eksiklik ve
erkek cinsel organına karşı geliştirdiği kıskançlık duygusu olamayacağını ileri sürdü.
Ona göre kadın psikolojisinin temelinde var olan güvensizlik duygusunun yaratıcısı ne
kadının korunma ve sevgiye erkekten daha çok gereksinim duymasıdır ne de kadınla
erkeğin cinsel organlarının anatomik farklılığıdır. Horney’a göre Oedipus karmaşası
da Freud’un ileri sürdüğü gibi çocukla anne baba arasındaki cinsel-saldırgan
çatışmadan doğmuyor. Bu karmaşa, anne babanın itme, aşırı koruma ve cezalandırma
gibi kusurlu tutumlarıyla oluşan kaygı sonucu ortaya çıkıyor. Ona göre saldırganlık,
doğuştan gelen bir eğilim değil; bireyin, güvenliğini korumak amacıyla geliştirdiği bir
tepki biçimidir. Özseverlik de kişinin kendisini aşırı sevmesi anlamına gelmez; kişinin
güvensizlik duygularına karşı geliştirdiği bir eğilim olarak belirir ve kendini aşırı
önemli görmesi, kendine aşırı değer vermesi sonucu oluşur. Temel Kaygı: Horney’ın
geliştirdiği birincil kuram, çocuğun düşman gördüğü bir dünya içinde duyduğu
yalnızlık, çaresizlik anlamındaki temel kaygıdır (temel anksiyetedir). Çocuğun anne
babasıyla ilişkilerinin güven sarsıcı oluşu başta olmak üzere, başka birçok etken, onda
güvensizlik duygusunun gelişmesine yol açıyor. Örneğin, çocuğa doğrudan ya da
dolaylı baskı yapılıyor. Onun yaptıkları beğenilmiyor. Ona ilgisiz kalınıyor; sıcak,
yakın davranılmıyor. Çelişkili davranılıyor; ya aşırı ya da yetersiz sorumluluk
veriliyor; önder olma fırsatı tanınmıyor. Çocuk, anne babanın görüş ayrılıklarında yan
tutmak zorunda bırakılıyor. Öteki çocuklardan ayırılıyor. Çocuğun bireysel
gereksinimlerine saygı gösterilmiyor. Kardeşler arasında ayrım yapılıyor. Çocuğa,
yerine getirilmeyen sözler veriliyor. Kaygılı ve güvensiz çocuk, yalnızlık ve
çaresizlik duyguları ile baş edebilmek için türlü yollar buluyor; bunları yetişkinlik
döneminde de kullanıyor. Örneğin, çevresine karşı düşmanca duygular geliştiriyor;
kendine kötü davrananlara karşı öç alıcı tepkiler gösteriyor ya da tersine, yitirdiğini
sandığı ve yine edinebileceğini umduğu sevgiyi kazanabilmek için aşırı uysal
davranıyor. Aşağılık duygularını ödünlemek amacıyla gerçekdışı ve ülküleştirilmiş
bir kimliği benimsiyor. Kendini sevdirmek için başkalarına rüşvet veriyor ya da
onları, kendisini sevmeye zorluyor. Başkalarının sempatisini kazanabilmek
amacıyla, onları kendisine acındırıyor. Bu yollarla sevgiyi kazanamadığında, insanlar
üzerinde egemenlik kurmak için güç kazanma çabasına girebiliyor. Böylece
çaresizlik duygusunu ödünlemiş, düşmanlık duygularına bir çıkış yolu bulmuş oluyor.
Başka insanları sömürmeye ya da onlarla yarışarak saygınlık kazanmaya çalıştığı da
oluyor. Bu yollardan biri, bireyin kişiliğinin değişmez bir parçası durumuna geliyor.
İşin olumsuz yanı, bütün bu yarışlarda bu kişi için önemli olan, birinci gelmektir;
ortaya bir şey koymak değil. Horney, bozuk insan ilişkilerine çözüm bulmak amacıyla
geliştirilen ve insanda içsel çatışmaların kaynağı, mantıkdışı çözümler olan 10
nevrotik gereksinimi şöyle sıralamıştır: (1) Sevgi ve onay gereksinimi: Bu
gereksinim için geliştirilen tutum, başkalarını hoşnut etmeyi, onların isteklerine göre
davranmayı amaçlıyor. Bu gereksinimi duyan kişinin bütün çabası, başkalarının
kendisi için iyi şeyler düşünmesini sağlamaktır. Çünkü bu kişi, reddedilmeye karşı,
aşırı duyarlıdır. (2) Yaşamı yönetecek bir ortağa duyulan gereksinim: Bu
gereksinimin sahibi, asalaktır; sevgiye aşırı önem vermekte; itilmekten, yalnız
kalmaktan çok korkmaktadır. (3) Yaşamını dar sınırlar içinde tutmaya yönelik
gereksinim: Bu gereksinimi duyan kişi, azla yetiniyor; başkalarından fazla bir şey
beklememeye kendini alıştırıyor. (4) Güç kazanmaya yönelik gereksinim: Böyle bir
gereksinimi olan kişi, hep başkalarını küçük düşürmenin peşine düşüyor; zayıflığa
dayanamıyor. Güç kazanma isteğini ortaya koymaktan kaçınan nevrotik kişiler ise,
başkalarını zekâ ve bilgi ile egemenlikleri altında tutmaya yöneliyorlar. Bunlar,
istençle her şeyin elde edilebileceğine inanıyorlar. (5) Başkalarını sömürmeye
yönelik gereksinim: Bunlar, kendi çıkarları uğruna başkalarını sürekli kullanarak hem
bağımlılık gereksinimlerini gidermeye hem de düşmanca duygularını doyurmaya
uğraşıyorlar. (6) Saygınlık kazanmaya yönelik gereksinim: Bu gereksinimi duyan
kişiler, kendilerine ilişkin yargıları, başkalarının değerlendirmesine göre
oluşturuyorlar. Amaçları, tanınan, bilinen bir kişi olmaktır. (7) Başkalarının
hayranlığını kazanmaya yönelik gereksinim: Bunlar, oldukları gibi değil de
görünmek istedikleri gibi ortaya çıkarak başkalarının beğenisini kazanmaya
çalışıyorlar. (8) Başarı kazanmaya yönelik gereksinim: Bu gereksinimi duyan
kişiler, başkalarından daha iyi olma çabasındadırlar. Güvensizlik, onları sürekli
ilerlemeye, birbirinden büyük başarılar kazanmaya itmektedir. (9) Bağımsızlığa ve
kendine yetmeye yönelik gereksinim: Bu gereksinimi duyan kişiler, başkalarıyla
sıcak ve doyurucu ilişkiler kurma çabaları sırasında düş kırıklığına uğramışlardır.
Onun için, kimseye bağlanmıyor ve yalnızlığı seçiyorlar. (10) Yetkin olmaya ve
eleştiriye karşı kendini savunmaya yönelik gereksinim: Bu gereksinim içinde
olanlar, kendilerine yönelik eleştirilerden çok korkuyorlar; kusurlarını başkalarının
görmemesi için her önlemi alıyorlar. Sevgi gereksinimi, nevrotik kişinin hiçbir zaman
doyuramadığı bir gereksinimdir. Çünkü nevrotik kişi, hep daha fazlasını istiyor.
Bağımsızlık eğilimi de böyledir. Bu kişi, bir yandan da sevilmek beğenilmek istiyor.
Bunlar, kusursuzluk gereksinimini de bir türlü doyuramadıkları bir gereksinim
olarak yaşıyorlar. Horney, daha sonra bu gereksinimleri şu üç kümede toplamıştır: (1)
İnsanlara yönelme (Nevrotik sevgi gereksinimindeki gibi). (2) İnsanlardan kopma
(Nevrotik bağımsızlık gereksinimindeki gibi). (3) İnsanlara karşı olma (Nevrotik güç
kazanma (saldırganlık) gereksinimindeki gibi). Normal çatışma ile nevrotik çatışma
arasında, yalnızca derece ayrımı bulunuyor. Normal (sağlıklı) kişi, çatışmalarını bu
üç yönelimi birleştirici bir tutumla çözüyor. Nevrotik kişi ise, temel kaygısının
fazlalığı yüzünden, gerçekdışı çözüm yollarına başvuruyor; üç tutumdan yalnızca
birini kullanıyor; öbür ikisini görmezlikten geliyor. Horney, sonraları ise, kişiyi daha
çok, kendisini yanlış kavramlaştırmasının kendine yabancılaştırdığı; ülküleştirmiş
olduğu imgesine ulaşabilme çabasının, içsel çatışmasını büsbütün artırdığı konusu
üzerinde durdu. Bkz. HORNEY, Karen; nevrotik gereksinimler.
bütüncü kurama göre ruh sağlığı Bkz. ruh sağlığı.
bütünleme (closure) Gestalt psikolojisinde biçimin tanımlanması, amacın
gerçekleştirilmesi, gerginliğin giderilmesi ve dengenin sağlanması.
bütünleme ilkesi Bkz. algı.
bütünlenme yasaları (law of closure) Gestalt psikolojisine göre, davranışların ve
zihinsel süreçlerin olanaklar açısından bütünlüğe, durulmaya ve tamamlanmaya doğru
bir eğilim göstermesi ilkesi.
bütünleşme (integration) Parçaların, bölümlerin, öğelerin anlamlı bir bütünlük
oluşturması. Bu, örneğin, benliği oluşturan duygu, düşünce ve davranışların, kişilik
içinde bütünleşmesi; kişinin toplumsal yaşamın genel akışına katılması; çeşitli duyu
organlarından, bellekten, bilişsel süreçlerden gelen bilgilerin sinir sisteminde
yorumlanması gibi çok çeşitli anlamlar taşıyabiliyor. Bkz. kaynaşma.
bütün olarak ya da parçalara bölerek öğrenme (whole or part learning) Öğrenme
konusunu her yönüyle bir bütün olarak ya da parçalara bölerek aşama aşama öğrenme.
Pek çok araştırmada bütün olarak öğrenme, parçalara bölerek öğrenmeden üstün
bulunmuşsa da ikisinin de yeğleneceği yerlerin bulunduğu anlaşılmıştır. Çok uzun;
ancak, kolaylıkla parçalara bölünebilecek yapıdaki öğrenme konularını parçalara
bölerek öğrenme, daha iyi sonuç veriyor. Bir oyuncu, uzun olan rolünü sahnelere
bölerek daha kolay öğreniyor. Öğrenilen her parça, öğreneni güdülüyor. Ancak, kimi
parçaların bir araya getirilmesi, sorun yaratabiliyor. Öğrenme konusu kısa ve anlamlı;
öğrenecek kişi de yetenekli ise, bütün olarak öğrenme daha verimli oluyor. Uzun ve
parçalara bölünebilecek okuma konuları için asıl, bütün-parça-bütün yöntemi
öneriliyor. Bunda konunun önce baştan sona dikkatle okunarak, konuya ilişkin genel
bir fikir edinilmesi; ardından da parçaların sırayla ve tam olarak öğrenile öğrenile
sona ulaşılması gerekiyor. Öğrenen, bu aşamada ya her parçayla ilgili ve parçanın
tümünü içeren sorular hazırlamış ya da iyi bir özet çıkarmış olmalıdır. Atacağı
üçüncü ve sonuncu adımda da bu soruları ya da özetleri bütün olarak baştan sona dek
dikkatle okuyup, öğrendiklerini bütünleştirmelidir. Bkz. bölümlü öğrenme; bütün-
parça-bütün yöntemi; öğrenme.
bütün olarak öğrenme Bkz. öğrenme stratejisi.
bütün-parça-bütün yöntemi Bkz. bütün olarak ya da parçalara bölerek öğrenme.
büyü (magic) 1. İnsanca amaçlar uğruna sözde ruhları ya da doğaüstü güçleri kullanma,
bu tür güçlere sahip olma. 2. Obsesif kompülsif nevrotiklerin, kimi sayıları
söyleyerek, kimi törensel davranışlar yaparak; korkulan kişi ya da nesnelerin adlarını
yineleyerek kaygıyı dindirme çabaları.
büyücü bacı (soror mystica) Kadın simyacı; genel olarak erkekle eşleniyor. Jung’a
göre, erkek kendi animasını (ya da kadın kendi animusunu) uygun bir eşe
yansıtmadığı sürece ulaşılamaz olan daha yüksek bir bireyleşme aşamasına karşılık
geliyor.
büyü dönemi (magic stage) Çocuk gelişiminde bir nesneyi düşünmenin, onu yaratmak
sanıldığı dönem.
büyük aile Bkz. aile.
büyük çocuk olmak Bkz. büyük, ortanca, küçük ve tek çocukta kişilik gelişimi.
büyükler imgesi (imago) 1. Psikanalize göre, bir yetişkinin taşıdığı, başkalarına;
özellikle anne babadan birisine ilişkin, ilk çocukluk yıllarında bilinçdışında
biçimlenen ve sonraki yaşantılarla değiştirilemeyen ülküleştirilmiş imge. Bu imge, söz
konusu kişinin sıklıkla gerçek özelliklerinden çok, ülküleştirilmiş özelliklerini taşıyor;
onun ahlak standartları, ülküleri üzerinde belirgin bir etki yapıyor. 2. Analitik
psikolojiye göre, çocuğun yaşamındaki önemli kişilerin; özellikle annenin
ülküleştirilmiş imgesi; Freud’un üstbenliğinin yerine kullanmak üzere Jung’un seçtiği
terim. Jung’un yaklaşımında anne baba imgesinin, kişisel ve ilkörneksel bir
dışavurumu sözkonusudur.
büyük nöbet Bkz. sara.
büyüklük değişmezliği (size constancy) Tanınan bir nesneyi, izlenen uzaklıktaki
değişkenliklere karşın, aynı büyüklükte görme.
büyüklük sabuklaması 1. (megalomania) Kişinin kendine abartılı bir değer, önem, güç
ve benzerini biçmesi; megalomanlık. Bkz. görkemlilik kuruntusu. 2. (delusion of
grandeur, expansive delusion) Kimi ruh hastalıklarında görülen, hastanın gerçeklere
aykırı olarak kendini aşırı derecede güçlü, zengin, önemli ya da ünlü görmesi durumu.
Bkz. paranoya.
büyüklük taşkınlığı (megalomania) Kendini olduğundan daha büyük ve önemli görme
ve gösterme hastalığı.
büyük nöbet. Bkz. sara.
büyük, ortanca, küçük ve tek çocukta kişilik gelişimi (personality development of the
elder. the escond and the younger siblina) Kardeş ilişkisi üzerinde, Annenin tutumu ile
çocukların toplumsal özellikleri; yani, doğuş sırası, sayısı ve yaş farklarının kardeş
ilişkisi ve kişilik gelişimi üzerinde etken oluşu. Doğuş sırası ve sayısının, çocuk
gelişimindeki etkisini ilk kez ayrıntılı biçimde, Adler incelemiştir. Adler’in
saptamalarına göre kim ne yaparsa yapsın, kardeşler arasında hep bir yarışma
(rekabet) olacaktır. Anne, sevgisini eşit dağıtsa bile, rekabeti tümüyle ortadan
kaldıramıyor. Çünkü çocuk, bu tür bir paylaşımda bile, eksik bırakıldığı duygusuna
kapılıyor. Yarışma duygusu asıl, eşit bir dağıtım yapıp yapmadığı konusunda kaygı
duyan annenin aşırı dikkatlilik ya da ihmalinden kaynaklanıyor. Kaygısız ve dikkatli
davranan anneler, bu duyguyu daha kolay azaltıyorlar. Kardeş ilişkilerindeki rolü bu
aşamada daha az olan babanın da otoritesi ile annenin davranışını desteklemesi
gerekiyor. Büyük Çocuk Olmak: Büyük çocuk, önce tek çocuk iken tümüyle kendisine
ait olan anne baba sevgisini daha sonra dünyaya gelen kardeşiyle paylaşmak; anne
baba karşısında yeni bir konum elde etmek durumunda kalıyor. Buna katlanmak, her
çocuk için ve her zaman kolay olmuyor. O nedenle çocuğun gösterdiği kıskançlık,
olumsuz tepkiler, yetişkinlerce iyi anlaşılmalı ve çocuğun yaşantıları daha da çekilmez
duruma getirilmemelidir. Genç anne babalar, deneyimsizlikleri yüzünden özellikle ilk
çocuklarına, aşırı hoşgörü ile kızgınlık arasında gidip gelen bir tutumla
davranıyorlar. İkinci çocuk geldiğinde büyük çocuk, eğer bu ortama hazırlanmamışsa,
kardeşini, anne babasının sevgisini kendisiyle paylaşmak zorunda olduğu bir kişi
olarak algılıyor. Bunun yanı sıra, özellikle annesinin ilgisi, biraz da zorunlu olarak
azalınca, kendini terkedilmiş gibi duyumsuyor. Oysa o, önceki ayrıcalıklı konumunu
sürdürmek istiyor. Bu durumda anne babaya düşen, bu konuda dikkatli davranmak,
onun bu ayrıcalık beklentisini desteklememektir. Destekleme durumunda, büyük
çocuğun ayrıcalıklı konumu pekiştirilmiş olacak; bunun sonucunda kardeşine tepeden
bakmasına, onun oyunlarına katılmamasına; daha da kötüsü, onu baskıyla yönetmeye
kalkmasına yol açılacaktır. O nedenle anne baba, büyük çocuğa karşı tutarlı bir
davranış sergilemek zorundadır. Anne, daha çok bakıma ve yardıma gereksinimi olan
küçük çocuğuyla uğraşmaya dalıp, “Büyük, nasıl olsa kendi işini kendisi görüyor.”
düşüncesiyle, ona karşı sevgi ve ilgisini azaltmamalıdır. Ona aile içindeki konumu,
doğru biçimde anlatılmalıdır. Onun sorunları da birlikte çözülmelidir. Büyük çocuğa
örneğin, kardeşiyle ilgilenme, onu koruma, kimi gereksinimlerini karşılama görevi
verilmelidir. Kendisine yaşının üstünde bir sorumluluk yüklememeye özen gösterilerek
toplumsal gelişimi desteklenmelidir. Kıskançlığı körükleyen tutumlardan biri de
kardeşleri birbiriyle karşılaştırmaktır. Kendisine ayrıcalık tanınmamak koşuluyla,
büyük çocuğun küçük düşürülmemesine özen gösterilmelidir. Bu arada, küçüklerin
büyüğe karşı olumsuz davranışlarının izlenip engellenmesi de unutulmamalıdır.
Ortanca Çocuk Olmak: Adler’e göre, ikiden çok çocuklu ailelerin en şanssız
çocukları, ortanca çocuklardır. Ortanca çocuk, öbür iki kardeşine göre daha az sevgi
görüyor ya da daha az sevgi gördüğünü sanıyor. Onu şanssız kılan, kendini büyük
kardeşiyle karşılaştırması ve bunun sonucunda kendini yetersiz duyumsaması;
ayrıca, ilgi ve sevginin, küçük kardeşe odaklanışına tanık olmasıdır. Bu nedenle
uyumsuz, davranışı bozuk ve suçlu çocuklar, daha çok, ortanca çocuklar
arasından çıkıyor. Ortanca çocuk, her zaman bu iki sorunla baş etmeyi başaramıyor.
Anne babanın ilk çocuğa oranla, daha ılımlı, hoşgörülü davranışıyla karşılaşmış olsa
bile, kardeşleri kadar yetenekli olmadığı inancı yüzünden ortanca çocuk, ileride ya
tepkici, başkaldırıcı kişi ya da ezik, karamsar kişi olabiliyor. Çünkü bu çocuk,
kuralları bilmediği için büyük kardeşinin oyunlarına katılamıyor; küçük kardeşe de iyi
örnek olması gerektiği için olduğu gibi davranamıyor. Sonuçta çareyi, büyüğün
ödevlerini; küçüğün de oyunlarını engellemede görüyor ve buna yöneliyor. Bu yöneliş,
kurtulmak bir yana, onun daha çok cezalandırılan kardeş olmasına yol açıyor.
Cezalandırılmak ise onda çevresindekilere karşı düşmanca duygular yaratıyor.
Görevinin bilincindeki okul, çoğu kez, bu olumsuz gidişe son veriyor. Ortanca çocuğa
bir yandan, büyük kardeşle birlikte olma; öte yandan da küçük kardeşi koruma
görevini üstlenme olanağını sunuyor. Anne babaya düşen, bu ağır sorunları alt
edebilmesi için, ortanca çocuğa, aile içinde bir yerinin olduğunu kanıtlamak;
düzeyine uygun işler vererek, bunları başarmasını desteklemek olmalıdır. Anne ve
baba, bilinçli tutumlarıyla gerçekte değişmez bir belirleyici olmayan kardeş sırasının
yol açtığı sorunları ortadan kaldırabiliyor. Küçük Çocuk Olmak: Yine çoğu kez
ailenin yanlış tutumu nedeniyle, küçük çocuk da belli sorunları yaşamak zorunda
kalıyor. Genellikle ailede en çok şımartılan, ailenin ilgi odağı olan küçük çocuk, aile
bireylerinin gözünde bir türlü büyütülmüyor. Bu da onun beniçinci (egocentric)
olmasına; kendisinden daha güçlü ve yetenekli olan kardeşlerinin yanında, eksiklik
duygusu duymasına yol açabiliyor. Bedensel ve zihinsel güç gerektiren ortak
sorunların çözülmesinde küçük çocuğun sürekli başarısızlığı, onu ya içine kapanmaya,
özgüvensizliğe ya da saldırganlığa itiyor. Büyük kardeşlerinin kendisine yaptığı
baskıyı oyunlarda o da arkadaşlarına yansıtıyor. Bu sorunu çözmek de en çok anne
babaya düşüyor. Çözümün nasıl gerçekleştirileceği açıktır. Soruna yol açan nedenler
ortadan kaldırılmaya çalışılacaktır. Başta, eşit ilgi ve yeterli sevgi dağıtımı
gerçekleştirilecektir. Ardından da düzeyine uygun başarılar göstermesi için çocuğa,
uygun ortam hazırlamak ve başarma aşamasına dek kendisine destek olmak
gerekecektir. Tek Çocuk Olmak: Anne babanın çalışması, ileri yaşta olması, çocuk
büyütme zorluğu, çocuğa bakacak güvenilir kimsenin olmaması gibi nedenlerle kimi
aileler, tek çocukla yetiniyorlar. Tek çocuğun beslenme, bakım ve eğitimi, elbette
daha kolay oluyor. Ancak, tek çocuk, evde oyun arkadaşı bulamıyor; kız, erkek
kardeşlerle birlikte büyüyen çocukların deneyim zenginliğinden yoksun kalıyor. Oyun
arkadaşı olmayan çocuk, oyun zevkini tadamadan; sorumluluk yüklenmeyi, paylaşmayı,
oyun yoluyla farklı rollere girerek yaşama hazırlanmayı öğrenemeden, tekdüze
büyüyor. Bir çocuk için, annesinin gebelik dönemini, doğumdan sonra çocuğunu
emzirişini, ona bakımını izlemek, azımsanacak bir deneyim değildir. Kardeşle birlikte
edinilen toplumsal yaşantı, başka hiç kimseyle edinilemiyor. Yalnızca anne baba ve
başka yetişkinlerle ilişki içinde büyümek, çocuk için birçok sakınca oluşturuyor. Bu
çocuk, bedensel, zihinsel ve duygusal açıdan çok daha yetkin insanlarla yaşadığı için
erken olgunlaşmak zorunda kalıyor. Bu olgu, onda her şeyi bilme isteği, taşkınlık,
sinirlilik ve sömürülme izlenimi yaratıyor. Anne babasına bağımlılık geliştiren tek
çocuk, başkalarıyla özgür ilişkiler kurmakta güçlük çekiyor. Hep yardım görerek
büyüme nedeniyle girişkenlikten yoksun kalıyor; bir işi tek başına başaramayacağı
kaygısını geliştiriyor. Özgüvensizlik yüzünden, ergenlik dönemini belirsizlik ve
yetersizlik duyguları içinde geçiriyor. Arkadaşsızlık, tek çocuğu, arkadaşlarla
birlikte edinilen birçok değerden ve farklı gereksinimleri tanımaktan yoksun
bırakıyor. Anne babanın yanlış tutumları ve zorlamaları yüzünden, erken
geliştirdiği özdenetim, tek çocuğun normal gelişim dengesini bozuyor. Anne baba,
eğer bütün ilgisini tek çocuk üzerinde yoğunlaştırmışsa bu çocuk, her yerde, her
zaman o yoğun ilgiyi arıyor; en küçük bir ilgisizlik durumunda sorun çıkarıyor;
şımarık, sabırsız, inatçı, başkaldırıcı, baskıcı bir tutum sergiliyor. Tek çocuk olarak
büyüyen erkekler ise daha sorunlu oluyorlar. Anne baba, bilinçli davranmayı
başarabildiğinde, tek çocuklarını, bu olumsuzlukların birçoğundan uzak tutabiliyor.
Bilinçli anne babalar, çocuklarına sakin, dengeli, hoşgörülü ve sabırlı davranmayı
başardıklarında, çocuklarının her gelişim dönemindeki gereksinimlerinin karşılanması
için uygun ortamlar yarattıklarında, söz konusu sakıncaların çoğunu ortadan
kaldırabiliyorlar. Konuya olumlu yaklaşarak çocuklarının oyun ve arkadaş
gereksinimini gidermesine fırsat yaratabiliyorlar. Çocuklarına dengeli bir sevgi ve
ilgi gösterebiliyor; onu kendi işini kendisi görebilen bir kişi olarak büyütebiliyorlar.
Çocuklarının başarısını yakından izleyerek bir sorun çıktığında, önce kendi
davranışlarını gözden geçirip gerekirse olumsuz davranışlarını değiştirebiliyorlar. Bu
bilinçli ve özenli tutumlarıyla, çocuklarına daha doğal ve sağlıklı bir gelişim ortamı
hazırlamış oluyorlar.
büyük patlama kuramı (big-bang theory) Evrenin doğuş ve gelişimini açıklayan ve bu
anlamda evrenin uzay zamanı içinde çok büyük bir patlama ile ortaya çıktığını;
zamanla evrendeki bütün varlıkların birbirinden uzaklaşarak bağımsız birer varlık
durumuna geldiklerini ve şimdi de bu yayılma ve genişlemenin sürdüğünü savunan
kozmoloji kuramı; big bang teorisi.
büyülü düşünme Bkz. boşinanç; din.
büyüme (growth) Canlının bütünüyle ya da organlarından ve onların görevlerinden
herhangi birisindeki nicelik artışı. Ağırlığın artması, boyun uzaması büyümeyi
örneklendiriyor. Bkz. büyüme eğrisi; büyüme evreleri; büyüme hormonu; büyüme
ilkesi; büyüme örüntüsü; büyüyememe.
büyüme eğrisi (growth curve) Bireylerin ya da grupların zaman ve nicelik açısından
belirli bir yönde büyümesini gösteren eğri.
büyüme evreleri (growth gradient) Beden organlarında ya da zihinsel süreçlerde
nicelik açısından gerçekleşen değişim ve gelişim dönemler.i Bkz. çocuk ve ergenin
gelişim dönemleri.
büyüme hormonu (grawth hormone) Metabolizmayı, protein sentezini ve bağışıklık
sistemini uyararak büyümeyi sağlayan hipofiz bezinin salgıladığı bir hormon. Bu
hormonun yetersizliğinin giderilmemesi durumunda büyüme duruyor ya da yavaşlıyor;
bunun sonucunda cücelik ortaya çıkıyor. Bkz. devleşme.
büyüme ilkesi (growth principle) Rogers’a göre, bireyin içinde yaratıcı ve birleştirici
güçler vardır; bunlar onu baskı ve engellemenin bulunmadığı ortam içinde gelişip
daha elverişli uyum yolları seçmeye yöneltiyor. Bkz. ROGERS, Carl R.
büyüme örüntüsü (growth pattern) Yaşamları boyunca bireylerin belirli büyüme
özelliklerinin birbirini izleyiş düzeni ve bütünlük içindeki göreli yerleri ve güçleri.
Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri.
büyüyememe (failure to thrive) Çoğu, bir yaşın altındaki bebeklerde gözlemlenen tıpsal
bir durum. Bu hastalıkta çocuğun boyu, ağırlığı ve devimsel gelişimi, normal
çocukların ortalama gelişim durumlarından çok geridedir. Bunlarda zekâ geriliği ve
bedensel engelilik riski yüksektir. Bu olayların yüzde 10’unda kalp rahatsızlığı,
böbrek ya da bağırsak hastalığı, genetik metabolizma kusurları ya da beyin
zedelenmesi gibi organsal bir neden bulunuyor. Yüzde 90’ı ise önemli düzeyde
çocuğun bedensel ve duygusal yönden savsaklanması ya da sömürülmüş olması ve
bozuk anne-baba-çocuk ilişkisi sonucunda ortaya çıkıyor. Bkz. anne yoksunluğu
sendromu; tepkisel bağlanma bozukluğu.
C
çaba (effort) Bir amaca varmak, bir engeli aşmak için harcanan zihinsel ya da bedensel
güç.
çabaya yönelik tepki (reaction leading to trial) Engellenme ve zorlanma durumunda
bireyin içinde bulunduğu konumu biliçli bir biçimde değerlendirerek, karşı karşıya
olduğu sorunu çözmek için belirleyip uyguladığı gerçekçi tepkiler. Ruhsal yönden
sağlıklı kişi, engellenme ve zorlanma durumunda, savunma mekanizmalarına sarılıp
gerçeklerden kaçma yerine, daha çok bu tür sorun çözücü tepkiler gösteriyor.
çağcıl (modern) (çağdaş) 1. (Kişi, kuruluş için) Güncel yenilikleri benimseyen, onlara
uyan. 2. Bilim ve tekniğin, düşüncenin yeniliklerinden yararlanan, onları kullanan.
çağcıl okul Bkz. çağdaş okul.
çağcıl toplum Bkz. çağdaş toplum.
çağdaş (contemporary) Aynı dönemde yaşayan, aynı dönemde gerçekleşen, aynı dönemi
paylaşan; muasır, dönemdeş. Bkz. çağcıl; çağdaş eğitim; çağdaş eğitim ilkeleri;
çağdaş eğitimin temel amacı; çağdaş evlilik; çağdaş insan; çağdaşlaşma; çağdaş
okul; çağdaş öğretmen; çağdaş toplum; çağdışı.
çağdaş eğitim Bkz. eğitim.
çağdaş eğitim ilkeleri Bkz. eğitim.
çağdaş eğitimin temel amacı Bkz eğitim.
çağdaş evlilik Bkz. evlilik.
çağdaş insan Bkz. özgürlükten kaçış yaklaşımı.
çağdaşlaşma (modernization) Toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel ve başka
alanlarda başta ABD olmak üzere sanayileşmiş Batı toplumlarının sahip olduğu yapı,
kurum, değer ve sistemlere sahip olmak amacıyla yapılan düzenlemeler;
modernizasyon, modernleşme. Bu anlamda eşit ve genel oy, siyasal parti ve
parlamento, karar organlarına katılım gibi demokrasinin temel kurum ve ilkelerinin
siyasal alanda egemen kılınmasına siyasal çağdaşlaşma; okuryazarlık oranının
yükselmesi, ulusal ve laik ideolojilerin egemen kılınmasına kültürel çağdaşlaşma;
kapitalist üretim biçiminin yerleştirilmesine ekonomik çağdaşlaşma: kentleşme ve alt
yapı hizmetlerinin yaygınlaştırılması, iletişim teknolojilerinin geliştirilmesi ve
geleneksel otorite ilişkilerinin çözülmesi ile ortaya çıkan duruma da toplumsal
çağdaşlaşma deniyor.
çağdaş okul (modern school) Genellikle yeni öğrenme, öğretme ve eğitim yöntemlerini
uygulayan okul; yeni okul, ileri okul; çağcıl okul.
çağdaş öğretmen Bkz. hümanist öğretmenlik; öğretmen.
çağdaş toplum (modern society) 1. Aynı çağda yaşayan toplumlardan her biri; muasır
toplum. 2. Çağın koşullarına, anlayışına uyan, gelişmiş, ileri, uygar toplum.
çağdışı (anachronistic) 1. Tarihe, çağa ters düşen, zaman aşımına uğramış olan. 2.
Modası geçmiş, geçerliği kalmamış, çağdaş düzen ve anlayışa uymayan.
çağrışım (association) Aralarında yer ve zaman birliği olan davranış, düşünce ve
kavramlar arasında kurulan bağlantılar sonucu, bunlardan birisi bilinç alanına girince
ötekini de bilince çekmesi olayı; tedai. Bkz. çağrışım alanları; çağrışım bölgesi;
çağrışımcılık; çağrışımların sıklığı ilkesi; çağrışımsal öğrenme; çağrışımsal öğrenme
testi; çağrışım psikolojisi; çağrışım testi; çağrışım yasaları: özgür çağrışım.
çağrışım alanları Bkz. beyin kabuğu; çağrışım bölgesi.
çağrışım bölgesi (associative area) Duyu organları yoluyla gelen duyumların kendisinde
birleştiği kabul edilen, beynin ön bölgesi.
çağrışımcılık (associationism) Zihinsel ilişkileri, temel sürecin çağrışım olduğu
varsayımından yola çıkarak açıklamaya çalışan yaklaşım.
çağrışımlama Bkz. uyandırma.
çağrışımların sıklığı ilkesi Bkz. EBBİNGHAUS, Herman.
çağrışımsal öğrenme Bkz. bağlantılı öğrenme; bağsal öğrenme.
çağrışımsal öğrenme testi (associative learning test) Öğrencinin, sözcüklerin anlamları
arasında bağlantı kurabilme yeteneğini ölçen bir test.
çağrışım psikolojisi (associaton psychology) Düşüncelerin çağrışımını temel ilke
edinen ve deneysel psikolojiden önce ün yapmış olan bir psikoloji dalı. Bu psikoloji
dalında ruhsal yaşamın tüm yapısı çağrışım yasaları ile açıklanıyor. Terim,
çağrışımcılık ile eşanlama sahiptir.
çağrışım testi (association test) F. Galton’ un geliştirdiği bir test üzerinde C. G.
Jung’un birtakım değişiklikler yaparak çözümsel çalışmalarında kullandığı bir
sözcük çağrışım testi. Bu uygulamada deneğe bir listeden sözcükler okunuyor. Her
sözcük okunduğunda deneğin aklına ilk gelen şeyi söylemesi isteniyor. Uzun tepki
süreleri, yinelenen yanıtlar, uyarım (test) sözcüğünün yinelenmesi, hatalar,
suskunluklar, tümce kurmalar, yabancı terimlerin kullanılması, dil sürçmesi, kişiye
özgü yanıtlar ve fizyolojik değişimler, kümelenmiş bir karmaşanın varlığını
gösterebiliyor. Jung, bu teste ek olarak, sıklıkla test sözcüklerini yineleyerek denekten
ilk yanıtlarını istediği bir de yineleme yöntemi kullanmıştır. Anımsanmayan
yanıtlardan da yine bir karmaşanın varlığını ortaya çıkarmıştır.
çağrışım yasaları (law of association) Bitişiklik yasası adı altında toplanan ve
benzerlik, karşıtlık, yer, zaman birliği diye belirlenen kavramlar, tasarımlar
arasındaki zihinsel ilişkilerin nasıl oluştuğunu açıklayan yasalar.
çalışan anne ve çocuk (working parents) Annenin çalışmasının çocuk üzerindeki
etkileri. Araştırmalar, örneğin Razon’un araştırması (1983), annesi çalışmayan
çocukların, annesi çalışanlardan daha başarılı olduklarını gösteriyor. Yetişkinlerle
ilişki kurma, aile ilişkilerini algılama açısından da annesi çalışanlarla çalışmayanlar
arasında belirgin bir fark görülüyor. Annenin çalışması, çocuğun anne figürünü
algılama biçimini ve duygusal gelişimini olumsuz etkiliyor. Ancak, çocukların kişilik
özellikleri ve toplumsal-ruhsal gelişimlerinde annesi çalışanlarla çalışmayanlar
arasında bir fark görülmüyor. Günde 8-9 saat çalışan annelerin çocuklarının gittiği
okulların, onların bütün günlerini doldurmaması ve okul dönüşü kendileriyle ilgilenen
bir anne ile karşılaşmamaları, bu çocukların, özellikle ilk sınıfta şiddetle anne
eksikliğini duymalarına neden oluyor. Bu çocuklar, he m boş zamanlarını
değerlendirmeleri hem de sokağın olumsuz etkilerinden korunmaları için bir yedek
bakıma gereksinim duyuyorlar. Yaşadıkları çevrede spor alanlarının, parkların, çocuk
bahçelerinin; gidip kitap okuyabilecekleri, ders çalışabilecekleri çocuk
kütüphanelerinin; ayrıca çocuk kulüplerinin bulunması, bu çocukların hem becerilerini
geliştirmelerini hem de yalnızlık duygularını hafifletmelerini sağlıyor. Eğer çalışan
anne, eve dönünceye dek çocuğuna göz kulak olabilecek güvenli bir yer
sağlayabiliyor; bütün yorgunluklarına karşın eve döndüğünde çocuğuna kaliteli zaman
ayırarak onunla yakından ilgilenebiliyorsa, gündüz çocuğundan uzak kalmanın
sakıncalarını hayli azaltıyor.
çalışma 1. (work) Yararlı bir iş, edim gerçekleştirmek ya da belli bir sonuç elde etmek
için yapılan beden ve kafa etkinliği; bir iş ya da görevi yerine getirmek için emek ve
çaba harcama. 2. (study) Bilgi edinmek ya da edinilmiş bir bilgiyi derinleştirmek
amacıyla kafa yorma, çaba gösterme. Bir şeyi öğrenmek, çözmek, yapmak için emek
harcama. Ders çalışma, matematik öğrenme, bahçe düzenleme gibi. Gereksinimleri
giderme (ekonomik çalışmalar), görev duygusu ya da bir şeyler başarma
gereksinim ve sevinci, çok kez çalışmanın itici gücü oluyor. Çalışma ürünü olarak da
ortaya ya nesnel bir yapıt konuluyor ya da çoğunluk yararına bir hizmet veriliyor. Çok
değişik türde çalışma gerçekleştiriliyor. Bkz. çalışma ahlakı; çalışma belleği; çalışma
koşulları; çalışma tutkusu; çalışma ve yapıcılık duygularının gelişimi; iş; meslek.
çalışma ahlakı (work ethic) Üretim sürecinde değişik konumlarda yer alan bireylerin,
amaçlanan üretim düzeyine ulaşabilmek için yetenekleri ölçüsünde yerine getirmeyi
görev bildikleri sorumluluk ve yükümlülükler.
çalışma belleği (Working Memory (WM)) Anımsamadan önce bilginin bir araya
getirildiği ve örgütlendirildiği belleğin etkin bir sistemi. Çalışma belleği, bir açıdan,
bellekte yer alan bilginin etkin bir biçimde kullanılma sürecidir. Bu bellek, yalnızca
yakın zamandaki olayları değil; aynı zamanda, uzun süreli bellekteki bilgiye dayanan
işlemleri de içeriyor. Örneğin, bir çarpma işlemini zihninden yapması istenen kişi, ilk
iş olarak uzun süreli belleğinden çarpım kurallarını geri getirecek, hesaplamaları
uygulayacak ve çarpım artıklarını depo edecektir. Çalışma belleği, akılda tutmayla
ilgili olarak, yineleme grupları gibi etkin süreçleri de içeriyor. Bilişsel çalışmalar,
çalışma belleği kapasitesinin büyük ölçüde yaşa bağlı olarak geliştiğini ve sonradan
yapılan eğitimle kapasitenin, o yaşın üzerine çıkarılamayacağını kanıtlamıştır. Bu
konuyu Pascual Leona incelemiş ve geliştirmiştir. Bkz. bellek; kısa süreli bellek;
uzun süreli bellek.
çalışma koşulları (working conditions) İşgörenin verimini etkileyen kazalar ve onun
öğeleri olan uyanıklık ve gerginlik; yorgunluk ve bıkkınlık, gürültü, müzik, aydınlatma,
hava durumu, çalışma saatleri ve başka koşullar. Bunlardan işgörenin verimini
olumsuz etkileyenlerin etkisinin ortadan kaldırılması ve verimi olumlu etkileyecek
biçime sokulması gerekiyor. Bkz. endüstri psikolojisi.
çalışma tutkusu Bkz. varoluşçu psikoloji.
çalışma ve yapıcılık duygularının gelişimi Bkz. insanın sekiz çağı ((4) Yetersizlik
Duygusuna Karşı Çalışma ve Yapıcılık Duygularının Gelişimi).
çalkalanma (acitation) Baskıya alınmayan gergin, kaygılı bir devingenlik durumu;
ajitasyon, çalkantı,kışkırtma.
çalkantı Bkz. çalkalanma.
çalma (theft, burglary) Başkasının malını gizlice alma; hırsızlık etme, aşırma.
Çocuktaki alma isteği ile çalma isteğini birbirinden ayırmak gerekiyor. 3-4
yaşlarındaki çocuklar, kendilerinin olmadığını, almamaları gerektiğini bildikleri
halde hoşlarına giden bir oyuncağı, bir eşyayı alma isteklerine karşı koyamıyorlar. 5-8
yaşlarındaki çocuklar arasında, annelerinin mutfaktaki bozuk paralarını aşıranlara
rastlanıyor. Bu yaşlardaki öğrencilerden kimilerinin, okulda arkadaşlarının çok
hoşlandıkları renkli kalemlerini, silgilerini aşırdıkları da bir olgudur. Çocuğun
çalmaya yönelmesinin önemli nedenlerinden biri, başıboş bırakılmış, belli kurallara
alıştırılmamış olmasıdır. İkinci bir neden, sevgi yoksunluğudur. Çocuk, bu
yoksunluğun yarattığı boşluğu, bilinçdışı savunma mekanizmalarını işleterek, çaldığı
eşya ya da parayla doldurmaya yönelebiliyor. Çocuk, sevgi ve ilgisini kendisinden
esirgeyen anne babasından, arkadaşından, öğretmeninden öç almak, onları uğraştırmak
amacıyla da bir şeyler çalabiliyor. Ancak, yaptığı davranıştan suçluluk duyduğunda,
çalma olayının bir biçimde görülmesini sağlıyor ve sonuçta alacağı cezayla suçluluk
duygusunun verdiği acıyı hafifletmeye çalışıyor. Çalma olaylarıyla karşılaşıldığında
ilk koşul, çocuğa soğukkanlılıkla yaklaşmaktır. Ona sakin ve kararlı bir biçimde,
yaptığı işin yanlış olduğu açıklandıktan sonra, aşırdığı para, oyuncak ya da eşyayı
sahibine vermesi sağlanmalıdır. Bu yanlış davranışı nedeniyle çocuk asla
hırpalanmamalı, dayakla ya da başka yollarla cezalandırılmaya kalkışılmamalıdır.
Ceza ve benzeri yaklaşımlar, fazla bir işe yaramadığı gibi, başka birçok
olumsuzluklara da yol açıyor. Çünkü cezalandırma, çocuğun, sevilmediği biçimindeki
inancını daha da pekiştiriyor. Etkili çare, bu akla, mantığa uygun yollarla sorunu
çözmeye çalışmaktır. Çocuk, evdekilere benzer aşırmaları okulda da gerçekleştiriyor
ve bunları yineliyorsa o zaman yapılacak şey, konuyu ruhsal sorun olarak ele almak ve
bir uzman yardımıyla çözmeye çalışmaktır. Bkz. çalma hastalığı; çocuk ve ergende
görülen uyumsuzluklar; eğitim güçlükleri.
çalma deliliği Bkz. çalma hastalığı.
çalma hastalığı (kleptomania) Hiçbir nesnel gereksinimi olmamasına karşın, kişinin
çalma zorunluluğu duyması ve kendini çalmaktan alıkoyamaması; kleptomani,
hırsızlık deliliği, dürtüsel denetim bozukluğu. Bu kişinin çaldığı şey parasal değer
taşımıyor; kişinin, çaldığı şeye gereksinimi olmuyor. Kişi, çaldığı şeyi genellikle
atıyor, gizlice yerine koyuyor, başkalarına veriyor ya da saklıyor. Ufak tefek nesneleri
gizlice almaktan kendini alamama biçiminde ortaya çıkan bu dürtüsel denetim
bozukluğu, kişiye çalma eylemi öncesinde artan gerilim duyguları yaşatıyor. Bu tür
çalmalar, tutum bozukluğu ya da antisosyal kişilik bozukluğundan değil; bilinçdışı
savunma mekanizmalarından kaynaklanıyor. Bu eylemler, uzun uzun tasarlanarak ya
da başkalarından yardım alınarak da yapılmıyor.
çaprazlama yöntemi Bkz. MENDEL, Johan Gregor.
çarpı Bkz. şok.
çarpışma yorgunluğu (combat fatigue) Dört aşamalı savaş şoku. İlk aşamada kas
titremesi, sıklıkla işeme gereksinimi duyma, yoğun susuzluk duygusu, iştahsızlığa yol
açan yemek isteksizliği, kusma, terleme, vazomotor dengesizlik ve korkunun öteki
belirtileri ortaya çıkıyor. İkinci aşamada, hafiflemiş ilk aşama belirtileri, yerlerini bir
uyanıklığa, güç ve enerji duygusuna bırakıyor. Üçüncü aşamada, yorgunluk, uyuma
güçlükleri, tedirginlik ve sürekli titremeler beliriyor. Dördüncü ve son aşamada ise
duyumsamazlık, aşırı yoğunlaşma ve bellek sorunları, kaygı ya da ölümün yaklaştığı
duygusu, kişisel güvenliğin göz ardı edilmesi; dahası, donukluğa yaklaşan bitkisel bir
durum ortaya çıkıyor. Bunlar TSSR ve panik bozukluğunu çağrıştıran belirtilerdir.
çatışma (conflict) 1. Organizmanın birbiriyle bağdaşmayan birden çok duygu, düşünce,
dürtü ya da dürtü nesnesi arasında kalması durumu. Çatışma, herkesin zaman zaman
yaşadığı bir engellenmedir. Üç çatışma durumu söz konusudur: (1) Yaklaşma-
Yaklaşma Çatışması (approach-approach conflict): Eşit uzaklıktaki eşit ve aynı iki
nesne ya da bu nitelikteki iki istek karşısında kalan kişi, bu çatışmayı yaşıyor. İki
erkekten arkadaşlık önerisi alan ve ikisinden de hoşlanması nedeniyle birini seçmekte
zorluk çeken bir genç kızın yaşadığı çatışma, bu tür bir çatışmadır. Burdia’nın Eşeği
benzetmesi, bu çatışmayı örneklendiriyor. (2) Kaçınma-Kaçınma Çatışması
(ovidance-ovidance conflict). Uzaklaşılmak istenip de uzaklaşılamayan iki olumsuz
durum ya da nesne karşısında kalındığında bu çatışma yaşanıyor. “Aşağı tükürsem
sakal, yukarı tükürsem bıyık.” atasözü, bu çatışmayı dile getiriyor. (3) Yaklaşma-
Kaçınma Çatışması (approach-avoidance conflict): Bu, aynı anda bir olumlu, bir de
olumsuz yönleri olan amaç nesnesiyle karşı karşıya kalma durumudur. Hoşlanmadığı
arkadaşından uzaklaşmak, hoşlandığı arkadaşıyla birlikte olmak isteyip de bunu
gerçekleştiremeyen kişi, bu tür bir çatışmayı yaşıyor. 2. Psikanalize göre, yaşamsal
dürtülerle saldırganlık dürtüleri; iki nevrotik eğilim ya da sağlıklı eğilimlerle
hastalıklı eğilimler; ruhsal aygıtın üç yapısı olan ilkelbenlik, benlik ve üstbenlik
arasında ortaya çıkan bağdaşmazlık ya da uyuşmazlık. İlkelbenlik dürtülerinin doyum
isteğini benliğin çevresel gerçeklere aykırı bulması ya da üstbenliğin yasaklaması
durumunda; benliğin engellemediği bir ilkelbenlik isteğini üstbenlik suçladığında,
benlik ile üstbenlik arasında bir çatışma ortaya çıkıyor. Psikanaliz kuramında, kaygıya
yol açan çatışmalar, iç (ruhsal) çatışmalar olarak adlandırılmıştır. Kişi, bu
çatışmaların bilincinde değildir. O, yalnızca bu çatışmaların sonucunda beliren
gerginlik ve kaygıyı duyumsuyor. Freud’a göre ruhsal bozukluklar, çocukluk
çağından kalma iç çatışmaların yol açtığı rahatsızlıklardır. Bkz. çatışma kuramı;
engellenme; içgüdü kuramı (Çatışma); yapısal kuram
çatışma kuramı (conflict theory) Toplumsal örgütlenmenin temelinde değer ve
kaynakların eşitsiz bölüşümünden kaynaklanan bir yapısal çelişki ve çatışmaların tüm
ekonomik, toplumsal, siyasal kurum ve süreçlerin; kültürel, sanatsal ve bilimsel
etkinliklerin o toplumda yaşayan sınıf ya da grupların karşılıklı anlaşma, uzlaşma ya
da yardımlaşmaları sonucu değil; taraflar arasında değişik düzeylerde sürekli
yinelenen çatışmalarının sonucu olduğunu savunan kuram. Bkz. denge kuramı.
Çekiciliğe İlişkin Gündelik Kavramlar Bkz. kişiler arası ilişkiler.
çekicilik (attractiveness) Çekici olma durumu; alımlılık.
Çekicilik Bağlamında Oluşan İlişkiler Bkz. kişiler arası çekicilik.
çekilme (resignation) K. Horney’a göre, kaygı yaratabilen ya da ruhsal çatışmaların
bilince çıkmasına yol açabilen durum ve etkinliklerden aşırı kaçınma biçimindeki
kişilik eğilimi. Bkz. bütüncü kuram; çekinik tip.
çekilme davranışı (withdrawn behavior) Sürekli engellemelerle karşılaşan kişinin
dilek ve isteklerinden vazgeçmesi ya da düşleme, içki ve uyuşturucu ilaçlarla
doygunluk sağlaması.
çekingenlik (timidity) Olağan ve normal durumlarda hafif korku ve ürkeklik duyma.
çekinik (ressesive) Kalıtımda, yalnızca eşlenen kromozomlarda kendini tanımlayan
alelenin de çekinik olması durumunda beliren bir kalıtsal özellik; resesif. Örneğin,
çekinik kalıtsal bir hastalık, yalnızca hem anneden hem de babadan gelen ilgili genin
çekinik olması durumunda ortaya çıkıyor. Bkz. genetik.
çekinik gen Bkz. gen
çekinik özellikler Bkz. MENDEL, Johan Gregor.
çekinik tip (resignet type) Horney’a göre, etkin yaşamdan uzaklaşarak ve özgürlük,
kendine yeterlik, bağımsızlık dürtülerini öne çıkararak temel çatışmasını çözmeye
çalışan tip. Bkz. çekilme.
çekinik özyapı Bkz. gensel tip.
çekip çevirme Bkz. manipülasyon; manipüle etme.
çekirdek Bkz. hücre; talamus.
çekirdek aile (nuclear family) Anne, baba ve evlenmemiş çocuklardan oluşan aile. Bkz.
aile (birleşik aile, geniş aile); evlilik (Sağlıklı Bir Eş Olma ve Eş Seçmenin
Koşulları).
çekirdek bilişsel süreç Bkz dikkat.
çekirdek karmaşa (nuclear complex) Kökleri çocukluğa uzanan ve yetişkinlik
döneminde nevrozlar gibi bir dizi ruhsal bozukluğa yol açan odak bir çatışma ya da
sorun. Çekirdek karmaşa daha çok, psikodinamik yaklaşımlarda neyin çekirdek
karmaşa diye değerlendirildiğine, söz konusu yaklaşımın neyi temel aldığına bağlıdır.
Örneğin, Freud için Oedipus karmaşası; Adler için aşağılık karmaşası; Horney
içinse temel çatışma, çekirdek karmaşadır. Bkz. evrensel karmaşa.
çekirdek özellikler Bkz. merkezi kişilik özelliği.
çelişen düşünce ürünleri Bkz. inanç, kanı, değer.
çete (gang) Ortak bir ilgi ya da amaç uğruna birbirine sıkıca bağlanmış ve kendi
içlerinde belirledikleri bir disipline göre davranan bir grup. Çetelere 10-11
yaşlarından erginlik yaşına dek herkes giriyor. Çete, çok kez topluma aykırılığı
çağrıştırsa da her çete bu niteliği taşımıyor. Bkz. çocuk çeteleri.
çevre (environment) 1. İnsanın ya da öbür canlıları kuşatan, onların gelişimlerini ve
yaşamlarını etkileyen dış koşulların bütünü; davranışın gerçekleştiği dış ortam;
insanın, kendi dışında algıladığı her şey. Çevre, birlikte kullanıldığı ada göre büyük
farklılıklar gösteriyor. Örneğin, dölütün çevresi, amniyatik sıvı; yeni doğan bebeğin
çevresi ise ev ve orada yaşayanlardır. Bkz. habitat. 2. Bir bireyin, grubun ya da
toplumun biyolojik, toplumsal ve kültürel yaşamını etkileyebilecek dış etkenlerin
tümü. İnsanın henüz etkilemediği ya da önemli ölçüde müdahale etmediği bitki,
hayvan, dağ, deniz ve başka öğelerden oluşan çevreye doğal çevre; toplumsal
ilişkilerle insan bilgi ve deneyiminin doğal yapıyı ve kaynakları dönüştürmesi
sonucunda ortaya çıkan çevreye yapay çevre; bireyi kuşatan toplumsal beklentilerin,
ilişkilerin ve kurumların belirlediği ortama toplumsal çevre; bilimsel, sanatsal ve
felsefi etkinliklerin oluşturduğu çevreye de entellektüel çevre deniyor. Bkz. çevre
aydını; çevrebilim; çevrecilik; çevre psikolojisi; çevresel biliş; çevre sinir sistemi;
çevreye uyum.
çevre aydını (peripherical intellectual) Eylemli gündemi ve zihin matrisleri kendi
tarihsel-toplumsal konumunun sorunlarından çok kendisine odak aldığı uygarlığın
sorunsallarıyla belirlenmiş; çözümü de sürekli bu odakta arayıp odağın yol
göstericiliğine olan inancını hiç yitirmeyen; ancak, odağı gerçekten izlemeyi de bir
türlü beceremeyen aydın tipi. Bkz. aydın.
çevrebilim (ecology) 1. Canlılarla çevreleri arasındaki dinamik ilişkiyi; özellikle
bunların arasındaki etkileşimin bütününü ya da yapısını inceleyen bilim dalı; ekoloji.
Canlıların geçmişteki yaşamları, zaman içinde ve coğrafyadaki dağılımları, davranış
biçimleri; evren (popülasyon), topluluk ve ekosistem düzeyindeki doğal sistemlerin
yapısal ve işlevsel özellikleri de bu alanın konularıdır. 2. Biyolojiden alınmış olup
sosyal bilimlerde çok çeşitli kullanım alanı bulan bir terim. Örneğin, K. Lewin, bu
terimi kişinin yaşam alanına katkı yapan ruhsal etkenlerin incelenmesi için
kullanmıştır.
çevrecilik (environmentalism) 1. Canlıyı; özellikle insanı saran nesneler, koşullar ya da
baskıların etkilerine ağırlık veren ve kalıtımı önemsemeyen bir görüş ya da öğreti. 2.
Çevre kirliliği, kaynakların tükenmesi gibi genelde dünya üzerindeki canlıların yaşamı
için tehlike yaratan sorunların çözümü ve doğal çevrenin korunması doğrultusunda
etkin çalışma hareketi. Hızlı sanayileşme ve insanın doğaya egemen olma çabasının
sonucu olarak doğanın kendini yenilemesine fırsat tanımayan bir hızla kirletilmesi
üzerine doğal yaşam ve çevre yok olma tehlikesi ile karşı karşıya gelince çevreyi
kurtarma amacıyla ideolojik-toplumsal bir hareket oluştu.
çevre psikolojisi (environmental psychology) Doğal ve toplumsal çevrenin hangi
öğelerinin belirli bir dönem içinde bireyin yaşam alanını oluşturacak amaçlara ve
engellere dönüşebileceğini belirlemeye uğraşan; başka deyişle fiziksel çevrenin,
insanın ruhsal süreçleri ve davranışları üzerindeki etkilerini inceleyen psikoloji dalı;
çevresel ruhbilim. Çevre psikolojisi, yapıların tasarımı, gürültünün azaltılması,
dinlenme ve oyun alanları ile insanın tüm fiziksel çevresini iyileştirmeye yardımcı
olacak, uygulanabilir psikolojik ilkeleri belirlemeye çalışıyor.
çevresel biliş Bkz yerlere bağlanma.
çevresel ruhbilim Bkz. çevre psikolojisi.
çevre sinir sistemi (peripheral nervous system) Beyin ve omuriliğin dışındaki bütün
hücre gövde gruplarını; başka deyişle alıcıları, kasları ve salgı bezlerini kapsayan
sinir sistemi. Çevre sinir sistemi de merkez sinir sistemi gibi, özerk ve sempatik
işleyiş gerçekleştiriyor. Özerk sinir sistemi ve sempatik sinir sisteminin kolayca ayırt
edilecek kadar belirgin uçları vardır. Çevre sinir sistemi, sinirlerin ve gangliyonların
merkez sinir sisteminin neresinden başladığına bağlı olarak; kafatası sinirleri ve
belkemiği sinirleri biçiminde ikiye ayrılıyor. Devimsel liflerin hücre gövdeleri,
merkez sinir sistemine yakın yerlerde; duyusal liflerin hücre gövdeleri ise, merkez
sinir sistemi dışındaki gangliyonlarda yer alıyor. 12 çift olan kafatası sinirlerinin 1.,
2., 3., 4. ve 6. çiftleri, koku ve göz işlevleriyle; 5. çift, ağzın duyumu, dil ve çiğneme
işlevleriyle ilgileniyor. 7. çift, yüz hareketlerini ve tat almayı; 8. çift, işitsel
etkinlikleri denetliyor. 11. ve 12. çift ise, ağız duyumuna katkı sağlıyor. Sinir
çiftlerinin görevleri, görüldüğü gibi, binişiktir. Düzenli ve benzer olan 31 çift
belkemiği siniri, omurga arasındaki boşluklardan bağlantılıdır. Belkemiği sinirleri,
omurilikteki ventral ve dorsal köklere ayrılıyor. Dorsal kökteki duyusal işlevleri
yerine getiren belkemiği sinirleri, yüzün dışında, vücudun hemen her bölgesinden
mekanik, termik basınç gibi alıcılarla duyum alıyor. Ventral köke bağlı belkemiği
sinirleri ise, vücudun baş ve boyun dışındaki çizgili kasların tümünü denetleyerek
devimsel işlevleri gerçekleştiriyor. Çevre sinir sisteminin özerk bölümü, iç organlar
dışında, devimsel liflerden oluşuyor ve bir bütün olarak görev yapıyor. Özerk bölüm,
göğüs-bel sistemi olan sempatik bölümden ve kafa-kuyruk sokumu sistemi olan
parasempatik bölümden oluşuyor. Bu iki sistem, birbirine bağlı olarak çalışıyor. Bu
sistemlerin hipotalamusla ilişkileri anımsandığında ise bu sınıflandırmanın yapay
olduğu; sonuçta, sinir sisteminin bir bütün olarak çalıştığı görülüyor. Bkz. sinir
sistemi.
çevre tedavisi Bkz. tam itme tedavisi.
çevreye uyma Bkz. bilişsel gelişim kuramı.
çeyrek kayma (quartile deviation-q) Birinci ile üçüncü çeyrek noktalarının ortası;
başka deyişle Ç3 (%75 noktası) ile Ç1 (%25 noktası) arasındaki aralığın yarısı. Bu
aralık, normal dağılım olası yanılgısına eşittir.
çıkar grubu Bkz. baskı grubu
çıkarım: Bkz. çıkarsama.
çıkarsama (inference) Bir ya da daha çok yargıdan başka bir yargıya varma süreci;
çıkarım, vardama.
çıldırı Bkz. psikoz.
çıplak metin Bkz. şifreli metin.
çift cinsellik (bisexual, bisexuality) 1. Hem kendi cinsiyle hem de karşı cinsle ilişkiye
giren insanlar için kullanılan bir terim. 2. Klasik psikanalize göre, aynı kişide hem
erkeklik hem de dişilik ruhsal özellikleri bulunuyor; her insan, ruhsal-cinsel anlamda
yapısal olarak çift cinsiyetlidir. Daha sonraki kuramlar ise ruhsal-cinsel çift
cinselliği, çocukların değişen ölçülerde annesi ya da babasıyla özdeşleşmesine
gönderme yaparak açıklamışlardır. Bu kuramcılar, klasik psikanalizin; etkinliği,
saldırganlığı, elezerliği, entelektüellik ve araştırmacılığı erkeklikle; edilginlik, boyun
eğicilik, özezerlik, sevgisellik ve alıcılık davranışlarının ise kadınlıkla eşleştirmesine
de karşı çıkmışlardır. Bu özelliklerin doğuştan gelmeyip toplumun kadına ve erkeğe
yakıştırdığı rollerden kaynaklandığını ve toplumsallaşma sürecinde öğrenildiğini ileri
sürmüşlerdir. Bkz. hermafrodit.
çifte şahsiyet Bkz. ikili kişilik.
çift istikrarlı algısal olaylar (bistable perceptual events) Aynı anda karşılaşılan birçok
uyarımın, birden çok biçimde yorumlanabilirliği. Bunların kimisi Rubin figürü (figür-
zemin) yanılsamaları gibi, geri döndürülebilen çift kararlılıklı uyarılardır. Çoğu ise
geri döndürülemiyor. Algısal öğrenme, tipik olarak geri döndürülemeyen çift
istikrarlılık özelliği gösteriyor. Yukarıdan aşağıya işleme de iyi bir örnek oluşturan
Dalmaçyalı resmi, bunu açıklıyor. Resimdeki algı, geri döndürülemiyor.Figürü
(Dalmaçyalıyı) bir kez algıladıktan sonra, artık, zeminin bir parçası olarak
göremiyoruz. Oysa örneğin, Rubin figüründe algı, insan yüzü ve vazo olarak, iki farklı
şey arasında sürekli gidip geliyor. Bkz. belirsiz figür
Dalmaçyalı
çift kodlama varsayımı (dualcoding hypothesis) Bellekte biri sözel, biri görsel olarak
iki tür kodlama sistemi olduğu varsayımı. Bkz. imge.
çift kutuplu I (bipolar) Çift kutuplu bozukluğun klasik biçimi. Sıklıkla birbirinden uzun
aralıklarla ayrılan ve uzun süren mani evrelerini izleyen yine uzun süreli depresyon
(ya da tersi) ile tanımlanıyor. Ancak temel tanım, depresyon + mani ya da karma
durumlardır.
çift kutuplu II. (bipolar) Bazı sınıflandırma sistemlerinde; örneğin, DSM-IV’te,
hastalığın manik evresinde, çift kutuplu bozuklukta olduğu gibi tam bir mani değil de
bir hipomani sergileyen bir tür çift kutuplu bozukluk.
çift kutuplu bozukluk (bipolar disorder) çift kutuplu psikoz, taşkın-çöküntülü
psikoz. Bkz. manik-depresif psikoz.
çiftler halinde öğrenme (paired-associated learning) Anlamsız hece çiftlerinin deneğe
gösterildiğinde deneğin ilk heceyi uyarıcı; ikinci heceyi davranım olarak öğrenmek
durumunda kalmasına benzer bir öğrenme biçimi. Örneğin, yabancı dilde bir sözcük
listesini öğrenmede uyarıcılar, dillerin birindeki sözcükler; davranımlar ise öteki
dildeki sözcüklerdir. Çiftler halinde öğrenmede, klasik koşullamaya benzeyen uyarıcı-
davranım bağı önem taşıyor.
çiftleşme Bkz. cinsel ilişki.
çiftleşme davranışı (moting behavior) Aynı türden erkek ve dişiyi cinsel ilişkiye dek
götüren türlü aşamalardaki dikkat, ilgi çekme, beğendirme, elde etme gibi davranışlara
verilen ad.
çift sayılar Bkz. bozma.
çift yumurta ikizleri (fraternal twins) Dişinin iki ayrı yumurtasının, ayrı spermlerle
aynı zamanda döllenmesi ile gelişen ikizler; ayrı yumurta ikizleri. (dizygote ile
oluşan ve genotipi ile fenotipi bakımından birbirinden farklı olan ikizler). Ayrı
zamanlarda doğmuş olan kardeşlere oranla çift yumurta ikizlerinin benzerlikleri daha
fazla; tek yumurta ikizlerine göre ise, daha azdır. Kalıtım ve çevre etkisinin ele
alındığı araştırmalarda, çift yumurta ikizleri de denek olarak kullanlıyor.
Çince odası (Chinese room) Makinenin insan gibi anlayıp yorum yapabileceği
yolundaki yapay zekâ kuramlarını çürütmek için John Searle’nin kurguladığı bir
değerler dizisi (paradigma). Bu kurguda bir kişi, penceresi olan bir odada oturuyor.
Bu kişi, Çince bilmiyor; ama elinde, her Çince tümcenin Çince yanıtı bulunan bir
sözlük ya da kurallar kitabı vardır. Odanın penceresinden kendisine, yazılı olarak
Çince tümceler veriliyor. Kişi, bu tümceleri alıyor ve yanıtlarını yazılı olarak, aynı
pencereden dışarı iletiyor. Bu kişi, her tümceye doğru yanıt vermek gibi uygun bir
davranış gösterse de iletilenler konusunda hiçbir şey anlayamıyor. Bir bilgisayar
modelinin yapabileceği en iyi şey de Çince odasında bulunan kişinin yaptıklarıdır. Bu
nedenle bilgisayar, insan anlayışını taklit edemez. Yapay zekâ, bir sözdizimi (syntax)
sağlayabilir; ancak, anlam yorumu (semantics) yapamaz. Çince odası, akıllı makineler
için kullanılan Turing makinesi modeline karşı, güçlü bir eleştiri olarak ortaya
konmuştur.
Çinlilerde eğitim (education in China) Çin, çok eski dönemlerden beri önemli bir kültür
merkezi olmuştur. Eski Çinliler, geçmişlerine ve geleneklerine çok bağlıydılar. O
nedenle Çin eğitiminin temelini gelenek oluşturuyordu. Çinliler, eski Türklerin de
etkisiyle güçlü bir uygarlık kurmuşlar ve bunu yüzyıllar boyunca sürdürmüşlerdir.
İsa’nın doğumundan 6 yüzyıl önce Çin’de iki devrimci yaşadı. Bunlardan biri olan
Lao-tsée özgürlük ve ilerilikten yanaydı; alışkanlıklara başkaldırıyordu. İkincisi ise
Conk-tsée (Confucius (Kofüçyüz)) idi. O ise gelenekçiydi. Halkı aileye, hükümete
bağlamaktan yanaydı. Konfüçyüs’ün bu düşüncesi, Çinlilerin alışkanlıklarına uygun
düştüğü için Çin’de çabuk kökleşti ve zamanımıza dek ulaştı. Onun görüşüne göre
erdem sahibi olmak, ancak hükümete boyun eğmekle olanaklıydı. Bu anlayışa uygun
İlköğretim, Çin’de çok yaygındı. En küçük köyde bile okul vardı. Bu okullara giden
çocuklar, geleneğe göre 10 yaşına dek öğrenilmesi gereken törenleri ve görgü
kurallarını öğreniyorlardı. 10 yaşından sonra erkek çocuklar, okumayı, hesap yapmayı,
gençlerin izlemek zorunda oldukları davranışları öğrenmek için okula gidiyorlardı. 13
yaşından sonra da müzik öğrenebiliyorlardı. Kadının görevi, erkeğe en üst düzeyde
saygı göstermek ve boyun eğmekti. Erkeğine kötü davranan kadın, ağır cezalara
çarptırılıyordu. Kadına karşı kötü davranış ise hiçbir zaman cezayı gerektirmiyordu.
Çin’de halk eğitimi de önemseniyordu. Halk eğitiminin temel amacı, halkın gönlünü
okşayarak gelenekelerine, alışkanlıklarına saygılı davranarak halkın var olan bilgisine
yeni bilgiler katmaktı. Büyük bir düşünür, büyük bir eğitimci olan Konfüçyüs’ün ortaya
koyduğu ilkeler, Çinlilerin eğitiminde yol gösterici olmuş; Çin’de eğitim, yüzyıllar
boyunca bu ilkelere uygun olarak sürdürülmüştür.
çocuğa dengeli davranma Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri; sağlıklı anne
baba tutumu.
çocuğa yönelik sapıklık (pedophilia) Daha çok, ileri yaştaki yetişkinler arasında
çocuklara karşı duyulan cinsel ilgi; pedofili.
çocuğu aşırı onaylama Bkz. kusurlu anne baba tutumları (Ödünleyici, Aşırı
Koruyucu Annelik).
çocuğu azarlama, suçlama, cezalandırma Bkz. insanın sekiz çağı (ilk dört çağ).
çocuğun cinsel soru ve cinsel oyunlarına karşı takınılması gereken tutum Bkz.
ruhsal-cinsel gelişim.
çocuk (child, infant) Küçük yaştaki oğlan ya da kız. Sürekli değişen ve ilerleyen
olgunlaşma çağında olan birey. Çocuk kavramına değişmeyen bir tanım yüklenemiyor.
Doğumla 2 ya da 3 yaşlar arasına bebeklik; 2-3 yaşlar ile 6 yaş arasına ilk çocukluk;
6 yaş ile 11-12 yaşlar arasına ikinci çocukluk; 11-12 yaşlar ile 18-20 yaşlar arasına
d a ergenlik deniyor. Bkz. çocuğa dengeli davranma; çocuğa yönelik sapıklık;
çocuğu aşırı onaylama; çocuğu azarlama, suçlama, cezalandırma; çocuğun cinsel
soru ve cinsel oyunlarına karşı takınılması gereken tutum; çocuk analizi; Çocuk
Bahçesi; çocuk bilimi; çocuk büyütme; çocuk cinselliği; çocuk çeteleri; çocuk
doğurma yaşı; çocuk edebiyatı; çocuk eğitimi; çocuk hakları; Çocuk Haklarına Dair
Sözleşme; çocuk ıslahevi; çocuk kitaplarında bulunmaması gereken özellikler;
çocuklara ışık tutan sevecen bir yol gösterici; çocuklara okutulacak kitapların
nitelikleri; çocukları düzenli ve tutarlı bir eğitimden geçirme; çocukların doğuş sırası,
sayısı ve yaş farkı; çocuklar için Wechsler zekâ ölçeği; çocukluk; çocuk sömürüsü;
çocuksu cinsel yaşama gerileme; çocuk mahkemeleri; çocuk psikanalizi; çocuk
psikolojisi; çocuk ruh sağlığı; çocuksu cinsellik evresi; çocuk sömürüsü; çocuk
suçluluğu; çocuksuluk; çocukta dil ve düşüncenin gelişimi; çocuk ve ergende
görülen ruhsal bozukluklar; çocuk ve ergende görülen uyumsuzluklar; çocuk ve
ergenin gelişim dönemleri; çocuk ve ergenin ruhsal-cinsel gelişimi; eğitim.
çocuk analizi (child analysis) Çocukların ruh çözümlemesi; çocuk ruh çözümlemesi.
Klasik psikanalizde çocuk analizi ya doğrudan edilgin gözlemle ya da anne babanın
gözlemleri ile yapılıyordu. Melanie Klein ve Anna Freud’un geliştirdiği çocuk
analizinde ise çözümlemeci, çocukla doğrudan iletişim ve etkileşim kuruyor.
Yetişkinlerde ruh çözümleme, özgür çağrışımla gerçekleştirilirken, çocuklarda bu,
oyun tekniği ile yapılıyor.
Çocuk Bahçesi (Kindergarten) İlk kez ünlü eğitimci Fröbel’in Almanya’da okulöncesi
3-6 yaşlar arasındaki çocuklar için açtığı eğitim kurumu. Bu kurumlar, bu yaş
çocuklarını yetiştirmek üzere eğitilmiş olan eğitimcilerin yönetiminde hizmet
vermiştir. Tümü devletin denetiminde olmak üzere, bunların bir bölümü özeldi. Bu
okullarda son zamanlarda Montessori yöntemi de uygulandı. Oyun, el etkinlikleri,
müzik, aileye benzeyen toplu yaşayışlar birer eğitim aracı olarak ele alındı. Çocuk
psikolojisine en uygun olan bu araçlardan çocuk eğitiminde geniş ölçüde yararlanıldı.
Bkz.FRÖBEL, Fried.
çocuk bilimi (pedology) Çocuğu büyümesi, duyguları, düşünceleri, yetenekleri,
gereksinimleri ve benzeri yönleriyle inceleyen bilim; çocukbilim. Bu terimi ilk kez
Jena Üniversitesi’nde bir inceleme yazısında 1894’te O. Christman kullanmıştır.
çocuk büyütme Bkz. çocuk eğitimi.
çocuk cinselliği Bkz. çocukluk cinselliği.
çocuk çeteleri (youth gongs) Erinlik öncesindeki bir iki yıl ile ergenlik döneminde bir
araya gelerek birbirlerine sımsıkı bağlanan birkaç çocuk ya da gencin ilk zamanlarda
amaçsız; daha sonra belli bir amaç doğrultusunda birtakım olumsuz girişimlerde
bulunmak üzere oluşturduğu gruplar. Bu gruplar ilk zamanlar yalnızca bir arada
bulunmaktan, ortak mal edinmekten, ele geçirdikleri yiyecekleri paylaşmaktan ve giz
ortaklığı yapmaktan hoşlanıyorlar. Böyle bir gruba giren çocuklar, yavaş yavaş anne
babaları ve öğretmenleriyle ilgisini kesiyor; serüven dolu bir yaşam sürmeye başlıyor;
toplumdan soğuyor ve ona karşı olumsuz duygular geliştiriyor. Grup üyeleri
aralarından bir önder seçiyorlar; ona koşulsuz boyun eğmeyi kabul ediyorlar. Ondan
sonra bir grup anlayışı gelişiyor; grup, kendini bir birlik ve güç olarak görmeye
başlıyor. Grup, belli zamanlarda belli yerlerde buluşuyor, ad değiştiriyor, belli
işaretleri taşıyor ya da bunlar aracılığı ile anlaşıyor, toplum normlarına aykırı gizli
işlere girişiyor. Böylece çete oluşuyor. Ondan sonra çeşitli suçlar işleniyor; eylemler,
cinayetlere dek götürülebiliyor. Çete üyeleri “ser verip sır vermez.” duruma geliyor.
Aile ve okulun çocuk ve ergenlerden ilgilerini esirgemeyerek çocuk ve ergenlerin
grup etkinliklerinin yukarıda belirtilen olumsuzluklara varmasına engel olmaları
gerekiyor. Bkz. çete; çocuk suçluluğu.
çocuk doğurma yaşı Bkz. doğurganlık yaşı.
çocuk edebiyatı (children’s literature) Daha çok 2-14 yaşları arasındaki çocukların
gereksinimlerini karşılayan edebiyat alanı; çocuk yazını. Çocuk edebiyatı deyimi,
çocukluk döneminde bulunanların duygu, düşünce ve düşlerine yönelik sözlü ve yazılı
bütün yapıtları kapsıyor. Masallar, öyküler, romanlar, anılar, yaşamöyküleri, gezi
yazıları, şiirler, fen ve doğa olaylarını anlatan yazılar ve benzerleri çocuk edebiyatı
kapsamına giriyor. Bu yapıtların da yetişkinler için hazırlanan yapıtlar gibi nitelikli ve
etkili olmaları gerekiyor. Bu nedenle çocuk edebiyatı, “usta yazarların özellikle
çocuklar için yazdıkları ve üstün sanatsal nitelikler taşıyan yapıtlara verilen genel ad”
diye de tanımlanabiliyor. Yetişkinler için yazılmış olan edebiyat yapıtlarının
çocukların duygu, düşünce ve düşlerine her zaman uygun düşmeyeceği açık seçik
ortada iken çocuklara özgü bir edebiyatın düşünülemeyeceği görüşünü savunanlar
olmuştur. Ancak son zamanlarda çocuk edebiyatının hem nitelik hem de nicelik
açısından değerli çok sayıda yapıta kavuşmuş olması, bu edebiyat türünün varlığının
en somut kanıtıdır. Ne ki şimdi de yayımlanan onca kitap arasından değişik yaşlardaki
çocuklara yararlı olacak nitelikli yapıtların seçimi sorunu doğmuştur. Bkz. çocuk
kitaplarında bulunmaması gereken özellikler: çocuklara okutulacak kitapların
nitelikleri; çocuk ve ergenin gelişim dönemleri (3) İkinci Çocukluk Dönemi: c)
Zihinsel ve Dilsel Gelişim).
Bu sözleşme uyarınca çocuğa uygulanabilecek olan yasaya göre daha erken yaşta reşit
olma durumu dışında, 18 yaşına kadar her insan çocuk sayılır.
1.Taraf devletler, çocuğun her türlü ayırıma ya da cezaya tabi tutulmasına karsı etkili
biçimde korunması için gerekli tüm uygun önlemi alırlar.
1.a.Çocukları ilgilendiren bütün etkinliklerde, çocuğun yararı temel düşüncedir. b.
Taraf devletler çocuğun esenliği için gerekli bakım ve korumayı sağlamayı üstlenirler
ve bu amaçla tüm uygun yasal ve yönetsel önlemleri alırlar. c. Taraf devletler,
çocukların bakımı ya da korunmasından sorumlu kurumların, hizmet ve etkinliklerin,
yetkili makamlarca konulan ölçülere uymalarını taahhüt ederler.
5. Taraf devletler, çocuğun yeteneklerinin geliştirilmesi ile uyumlu olarak, çocuğa yol
gösterme ve onu yönlendirme konusunda, hukuken sorumlu kişilerin sorumluluklarına,
haklarına ve ödevlerine saygı gösterirler.
6.a. Taraf devletler, her çocuğun temel yaşama hakkına sahip olduğunu kabul ederler.
b. Taraf devletler, çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için mümkün olan azami
çabayı gösterirler.
7. Çocuk, bir isim hakkına, bir vatandaşlık kazanma hakkına ve mümkün olduğu ölçüde
anne babasını bilme ve onlar tarafından bakılma hakkına sahiptir.
8.a.Taraf devletler, yasanın tanıdığı biçimiyle çocuğun kimliğini koruma hakkına saygı
göstermeyi ve bu konuda yasa dışı müdahalelerde bulunmamayı taahhüt eder.
9.a.Taraf devletler, çocuğun anne babasından, onların rızası dışında ayrılamamasını
güvence altına alırlar. Ancak anne babası tarafından çocuğun kötü muameleye maruz
bırakılması ya da ihmal edilmesi durumlarında ya da anne babanın birbirinden ayrı
yaşaması nedeniyle çocuğun ikametgâhının belirlenmesi amacıyla karara varılması
gerektiğinde bu tür bir ayrılık kararı verilebilir.
10. b. Anne babası, ayrı devletlerde oturan bir çocuk, olağanüstü durumlar dışında,
hem anne hem de babası ile düzenli biçimde kişisel ilişki kurma ve doğrudan görüşme
hakkına sahiptir.
13.a. Çocuk, düşüncesini özgürce açıklama hakkına sahiptir. Bu hak, ülke sınırları ile
bağlı olmaksızın; yazılı, sözlü, basılı, sanatsal biçimde ya da çocuğun seçeceği başka
bir araçla her türlü haber ve düşüncelerin araştırılması, elde edilmesi ve verilmesi
özgürlüğünü içerir. b. Bu hakkın kullanılması yalnızca başkasının haklarına ve
itibarına saygı; milli güvenliğin, kamu düzeninin, kamu sağlığı ve ahlakın korunması
nedenleriyle ve yasa tarafından öngörülmek ve gerekli olmak kaydıyla yapılan
sınırlamalara konu olabilir.
13.Taraf devletler, çocuğun düşünce, vicdan ve din özgürlükleri hakkına saygı
gösterirler.
13.a. Taraf devletler, çocuğun dernek kurma ve barış içinde toplanma özgürlüklerine
ilişkin haklarını kabul ederler.
16.a. Hiçbir çocuğun özel yaşantısına, aile, konut ve iletişimine keyfi ya da haksız bir
biçimde müdahale yapılamayacağı gibi, onur ve itibarına da haksız olarak
saldırılamaz.
13.Taraf devletler, çocuğun özellikle toplumsal, ruhsal ve ahlaki esenliği ile bedensel
ve zihinsel sağlığını geliştirmeye yönelik çeşitli ulusal ve uluslar arası kaynaklardan
bilgi ve belge edinmesini sağlarlar.
13.a.Taraf devletler, çocuğun yetiştirilmesinde ve gelişiminin sağlanmasında anne
babanın birlikte sorumluluk taşıdıkları ilkesinin tanınması için her türlü çabayı
gösterirler.
13.a. Taraf devletler, çocuğun bedensel ya da zihinsel saldırı, şiddet ya da suistimale,
ihmal ya da ihmalkâr muameleye, ırza geçme de içinde, her türlü sömürü ve kötü
muameleye karşı korunması için yasal, yönetsel, toplumsal, eğitsel bütün önlemleri
alırlar.
13.a. Çocuk, devletten özel koruma ve yardım görme hakkına sahiptir.
13.Taraf devletler, çocuğun en yüksek yararının temel düşünce olduğunun
benimsenmesi ve yetkili makamın karar vermesi ile evlat edinme sistemini kabul
ederler.
23. Taraf devletler, zihinsel ya da bedensel engelli çocukların saygınlıklarını güvence
altına alan, özgüvenlerini geliştiren ve toplumsal yaşama etkin biçimde katılmalarını
kolaylaştıran koşullar altında eksiksiz bir yaşama sahip olmalarını kabul ederler.
24. Taraf devletler, çocuğun olabilecek en iyi sağlık düzeyine kavuşma, tıpsal
bakım ve rehabilitasyon hizmetlerini veren kurulaşlardan yararlanma hakkını
tanır.
26. a. Taraf devletler, her çocuğun, sosyal sigorta da içinde, toplumsal güvenlikten
yararlanma hakkını tanır ve bu hakkın elde edilmesi için gerekli önlemleri alır.
28. Taraf devletler, çocuğun eğitim hakkını kabul ederler ve bu hakkın fırsat
eşitliği temeli üzerinde tedricen gerçekleştirilmesi için: 1. İlköğretimi herkes için
zorunlu ve parasız hale getirirler. 2. Orta öğretim sistemlerinin genel olduğu kadar
mesleki nitelikte de olmak üzere çeşitli biçimlerde örgütlenmesini teşvik ederler ve
bunların tüm çocuklara açık olmasını sağlarlar. 3. Uygun bütün araçları
kullanarak yüksek öğretimi yetenekleri doğrultusunda herkese açık hale getirirler.
4. Eğitim ve meslek seçimine ilişkin bilgi ve rehberliği bütün çocuklar için elde
edilir hale getirirler. 5. Okullarda düzenli biçimde devamın sağlanması ve okulu
terk etme oranlarının düşürülmesi için önlem aırlar. b. Taraf devletler, okul
disiplininin çocuğun insan olarak taşıdığı saygınlıkla bağdaşır biçimde ve bu
sözleşmeye uygun olarak yürütülmesinin sağlanması amacıyla gerekli olan tüm
önlemleri alırlar. 1. Taraf devletler, eğitim alanında, özellikle cehaletin ve okuma
yazma bilmemenin dünyadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve çağdaş eğitim
yöntemlerine ve bilimsel ve teknik bilgilere sahip olunmasını kolaylaştırmak
amacıyla uluslar arası işbirliğini güçlendirir ve teşvik ederler.
29. a. Taraf devletler, çocuk eğitiminin aşağıdaki amaçlara yönelik olmasını kabul
ederler. 1. Çocuğun kişiliğinin, yeteneklerinin, zihinsel ve bedensel yeteneklerinin
mümkün olduğunca geliştirilmesi; 2. İnsan haklarına ve temel özgürlüklere,
Birleşmiş Milletler Antlaşmasında benimsenen ilkelere saygısının geliştirilmesi; 3.
Çocuğun anne babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı ya
da geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara
saygısının geliştirilmesi; 4. Çocuğun, anlayışı, barış, hoşgörü, cinsler arası eşitlik
ve ister etnik, ister ulusal, ister dinsel gruplardan, isterse yerli halktan olsun, tüm
insanlar arasında dostluk ruhuyla özgür bir toplumda, yaşantıyı, sorumlulukla
üstlenecek biçimde hazırlanması; 5. Doğal çevreye saygısının geliştirlmesi.
31. Taraf devletler, çocuğun dinlenme, boş zaman değerlendirme, oynama ve yaşına
uygun eğlence etkinliklerinde bulunma ve kültürel ve sanatsal yaşama serbestçe
katılma hakkını tanırlar.
32.Taraf devletler, çocukların uyuşturucu ve psikotrop maddelerin yasa dışı
kullanımına karşı korunması amacıyla her türlü uygun önlemleri alırlar.
33.Taraf devletler, çocuğu her türlü cinsel sömürüye ve cinsel suistimale karşı koruma
güvencesi verirler.
41.Taraf devletler, Sözleşme ilke ve hükümlerinin uygun ve etkili araçlarla yetişkinler
kadar çocuklar tarafından da öğrenilmesini sağlamayı taahhüt ederler.
42.a. Taraf devletlerin bu sözleşme ile üstlendikleri yükümlülükleri yerine getirme
konusunda kaydettikleri ilerlemeleri incelemek amacıyla bir Çocuk Hakları komitesi
kurulmuştur. b. Komite üyeleri 4 yıl için seçilir.
46.Bu sözleşme, bütün devletlerin imzasına açıktır.
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme Bkz. çocuk hakları.
çocuk ıslahevi (corretion house for children) Suçlu çocuklar için açılan ve yatılı okula
benzeyen kurumlar. Suçlu çocukları, cezaevlerinde yetişkin cezalılarla birlikte
bulundurmanın birçok sakıncası görüldüğünden ıslahevleri açılmaya başlanmıştır.
Cocukları ıslahevine girmiş olmak damgasından kurtarmak amacıyla son zamanlarda
ABD ile kimi Avrupa ülkelerinde suçlu çocukları ailelerin yanına yerleştirme
düşüncesi yaşama geçirilmeye başlandı. Bkz. çocuk suçluluğu.
çocuk istismarı Bkz. çocuk sömürüsü.
çocuk kitaplarında bulunmaması gereken özellikler (features not to be included in
children’s books) Bu özellikler şöyle sıralanabilir: Çocuk kitabı; (1) Boş inanç ve
önyargıları içermemelidir. Doğrudan ya da dolaylı bağnazlık, din ayrılığı, ırk
üstünlüğü aşılamaya çalışmamalıdır. (2) Yurt sevgisi, ulusal değerler ve Türklük
bilincini işlerken ülkeler arasında düşmanlık ve öç alma duygularını körüklememeli,
evrensel değerleri bir yana itmemelidir. (3) Çocuklara yanılmaz, yenilmez, her şeyi
bilen erişilmez insan örnekleri sunmamalıdır. Olumlu ve olumsuz yanlarıyla gerçek
insanı tanıtmalıdır. Çelişkileri, değişen duygu ve düşünceleriyle insanı anlatmalı;
çocuğun, o insanlarda kendine benzerlikler bulabilmesi olanağını sağlamalıdır.
Hoşgörü, anlayış ve esnekliği tanıtmalıdır; katı ahlak kuralları içinde sıkışıp kalan
yaşantılar sunmamalıdır. (4) Yazgı gibi insanı boyun eğmeye, onun savaşım gücünü
zayıflatmaya yönelik anlatımlara yer vermemelidir. (5) Bir dizi ahlak dersi
içermemelidir. Acıma duygusunu sömürmemelidir. Ne yazık ki Köprüaltı Çocukları,
Öksüz Ayşe, Çocuk Kalbi, Pollyanna gibi çok okunan kimi kitaplar, yer yer bu
olumsuzlukları taşıyor. Usluluğu, söz dinlerliği aşılamaya çalışan, yaramazlık yapan,
annesini dinlemeyen çocukların başına gelen felaketleri anlatan; girişkenlik yerine
bağımlılığı telkin eden kitaplar da her düzey için önerilmeyen yazılı anlatım
araçlarıdır. Bkz. çocuk edebiyatı; çocuk ve ergenin gelişim dönemleri ( 3) İkinci
Çocukluk Dönemi: c) Zihinsel ve Dilsel Gelişim).
çocuklara ışık tutan sevecen bir yol gösterici Bkz. MONTESSORİ, Maria;
hümanist öğretmenlik.
çocuklara okutulacak kitapların nitelikleri (gualities of books for children) Çocuklara
okutulacak kitapların nitelikleri şunlar olmalıdır: (1) Kitapların konusu, çocuğun
gelişim düzeyine, ilgilerine, bilimsel verilere ve insanlık değerlerine uygun olmalıdır.
Kitap, insanı ve onun çevresini, çocuk düşüncesine uygun, gerçekçi bir yaklaşımla
tanıtmalı; insan ve yurt sevgisini ve yardımlaşma duygusunu güçlendirmelidir. (2)
Kitaplarda ayrıntılar, somut, doğru ve dikkati dağıtmayacak ölçüde olmalıdır. (3)
Kitaplardaki kişilerin özellikleri iyi anlatılmalı, gerçekliğe uygunlukları kuşkuya yer
bırakmamalıdır. (4) Kitapların tümce ve paragrafları kısa olmalı; kitaplarda bol ve
canlı konuşmalara dayalı sürükleyici bir anlatım kullanılmalıdır. (5) Kitaplarda
çocuğun düzeyine uygun basit ruh çözümlemeleri yer almalıdır. (6) Kitaplar, öğretici,
düşündürücü ve kabalığa kaçmamak, yerinde olmak koşuluyla güldürücü, eğlendirici
sahne ya da konuşmaları içermelidir. (7) Kitaplarda küçük şeylere (ayrıntılara) karşı
sürekli bir ilgi uyandırılmalıdır. (8) Kitaplar, her durumun heyecanlı yanlarını
belirtmeli; metinle ilgili güzel ve anlamlı resimlerle bütünlenmelidir. (9) Kitapların
deneyen, araştıran, eleştiren; kısacası, özgür düşünen insan yetiştirme amacıyla
yazılmasına dikkat edilmelidir. Kitaplar, çocuğun kendini tanımasına ve kişiliğinin
gelişimine katkıda bulunmalıdır. Bkz. çocuk edebiyatı; çocuk ve ergenin gelişim
dönemleri ( 3) İkinci Çocukluk Dönemi: c) Zihinsel ve Dilsel Gelişim).
çocukları düzenli ve tutarlı bir eğitimden geçirme Bkz. eğitim.
çocukların doğuş sırası, sayısı ve yaş farkı Bkz. büyük, ortanca, küçük ve tek çocuk
olmanın kişilik gelişimine etkisi.
çocuklar için Wechsler zekâ ölçeği (Wechsler Intelligence Scale for Children) 5-15
yaşlar arası çocuklara yaygın olarak uygulanan; yetişkinlere çevrilmişi de bulunan ve
bir sözel; bir de performans bölümünden oluşan zekâ testi. Bkz. Weshler Zeka ölçeği.
çocukluğa dönüş Bkz. gerileme.
çocukluk 1. (childishness) Çocuksu ya da çocukça davranış; yetişkine yaraşmayan. 2.
(childhood) Kimine göre doğumdan erinliğe dek; kimine göre birinci yaşın sonundan
13-14 yaşına dek; Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin birinci maddesine göre de
daha erken yaşta reşit olma durumu dışında, 18 yaşına dek süren çağ. Bkz. çocuk;
çocukluğa dönüş; çocukluk anısı yitimi; çocukluk bunaması; çocukluk cinselliği;
çocukluk korkuları; çocukluk nevrozları; çocukluk otizmi; çocukluk şizofrenisi;
çocuklukta cinsel kimlik bozukluğu; çocukluk ve ergenlikte görülen şizoid
bozukluk; çocukluk ve ergenlik psikozları.
çocukluk anısı yitimi (infantile amnesia) Yaşamın ilk yılları ve erken çocuklukla ilgili
yaşantıların normal olarak unutulması.
çocukluk bunaması (dementia infantilis) Beyin hücrelerinin bir parçasını körleştiren ve
3 yaşlarında konuşma yeteneğinin hızla yitirilmesi biçiminde ortaya çıkan yozlaşmaya
bağlı bir hastalık.
çocukluk cinselliği (infantile sexuality) Freud’a göre, bebeklik ve çocukluk döneminde
görülen bilinçli ya da bilinçsiz cinsel duygu ve davranışlar. Bebeğin cinsel duyguları
daha ayrışmamıştır. Ayrışma sonrasında, cinsel içgüdünün ancak bir bölümü üretken
cinsellikle ilgili olarak cinsel organlarda toplanıyor. Öbür bölümünden dürtülere
ayrılmış olan enerjinin en büyük parçası, benliğe yüceltiliyor; kalanı da cinsel ilişki
öncesi oyunlara bağlanıyor. Freud, doğumdan 6-7 yaşlarına uzanan yıllara çocukluk
cinselliği dönemi demiştir. Bu dönemi izleyen yıllarda çocuğun cinsel yaşamında
durulma ve gizlilik başlıyor. O nedenle 6 -7 yaşlar ile 11 yaş arasına gizil (latans)
dönem adını veriyor. Erinlikle başlayan ve cinsel olgunlaşmayla sonuçlanan yılları da
ergenlik dönemi (genital dönem) diye adlandırıyor. Freud, özellikle gelecek yılların
temeli olarak gördüğü ağzcıl (oral) dönem, dışkıl (anal) dönem ve üretken (fallik)
dönem diye adlandırdığı çocukluk evrelerini ayrıntılarıyla incelemiştir. Çocuk
cinselliği iyi bilindiğinde, çocukların sağlıklı bir gelişim gerçekleştirmelerine daha
bilinçli bir biçimde yardım edilebiliyor. Bkz. cinsellik; ruhsal-cinsel gelişim kuramı.
çocukluk evresi Bkz. çocukluk.
çocukluk korkuları Bkz. korku.
çocukluk nevrozları Bkz. nevroz.
çocukluk otizmi (child autism) Türlü belirtilerden oluşan bir mozaik görünümünde
ortaya çıkan bir bozukluk. Otistik çocuk, ilk yıl, içine kapanık olduğundan, yatağına
yaklaşan anne babasına tepki vermiyor. Bu durum, onun ya görmediği ya da
gördüklerini algılamadığı biçiminde yorumlanıyor. Normal çocukların banyo
yaparken, yemek yerken, gezmeye giderken gösterdikleri sevinci, bunlar göstermiyor.
Bu çocuklar, başka bir dünyada yaşıyor gibidirler. Otistik çocuklar, yerinde
duramıyor; uyku bozukluğu yaşıyor; yemek yemede ve diğer davranışlarında
tuhaflıklar sergiliyorlar. Çoğunlukla yinelemeli bir oyun oynar gibi bir arabayı sürekli
ileri geri iterek dakikalarca oyalanıyorlar. Bunların yanı sıra, güçlü bir bellek
yeteneği ortaya koyuyorlar. Giysilerinin, ayakkabılarının yerinin; sofradaki tabakların
renginin, biçiminin değiştirilmesini hemen fark ediyorlar. Bu tür değişikliklerden
hoşlanmıyorlar. Bu gibi durumlarla karşılaştıklarında, çok yüksek sesle bağırıp
çağırıyorlar. Ya hiç konuşmuyor ya da konuşarak anlaşma sağlayamıyorlar. Gürültüye
karşı aşırı tepki gösteriyorlar. İnsan ve hayvanlarla az ilgileniyorlar. Sözsüz testlerde
ise geri zekâlılardan daha yüksek puan alıyorlar. Bugün, otistik çocukların zeki; ama
psikolojik bozuklukları nedeniyle zekâlarını kullanamadıkları görüşü yaygındır.
Harfler, sayılar, yazı makineleri, bunların oldukça ilgisini çekiyor. Orta düzeyde bir
zekâ tepkisi veren otistikler, eğitildiklerinde bir meslek sahibi olabiliyorlar. Dil
gelişimleri, yüzde 50 oranında bozuk olan otistik çocukların üçte ikisi konuşmayı
öğrenebiliyor. Konuşmayı öğrenemeyenlerin bir kısmı da konuşulanı anlıyor. 5-6
yaşlarına geldikleri halde hiç konuşmayan otistik çocuklar, sesleri bozuk çıkarıyorlar.
Bunlardan kimileri yalnızca harfleri söylüyor; kimileri ise söylenenleri
yineleyebiliyorlar. Bunlardan kimileri daha önce öğrendikleri sözcükleri, gereksiz
yerde yineliyor, yeni sözcük üretiyorlar. Bu, şizofren ve zihinsel engelli çocuklarda da
rastlanan bir durumdur. Otistik çocuklar, kendilerinden, üçüncü kişi gibi söz ediyorlar.
5-6 yaşlarına dek konuşmayı biraz öğrenmiş olan otistik çocukların, yüzde 50
dolayında iyileşme olasılıkları bulunuyor. Konuşamayan çocuklarda ise iyileşme
oranı çok düşüyor. Son yıllardaki biyokimyasal çalışmalardan umut verici sonuçlar
alınıyor. Otistik çocukların özel eğitimle ve sabırlı bir uzman tedavisi ile
iyileştirilmeye çalışılmaları gerekiyor. Az da olsa, birdenbire iyileşen otistikler de
vardır. Otistikler arasından besteciler, matematikçiler çıkmıştır. Araştırmalar, nedeni
henüz tam olarak bilinmeyen otizmin organsal bir temeli olduğunu, herhangi bir eğitim
yanlışlığı sonucunda ortaya çıkmadığını; her toplumsal-kültürel sınıftan çocuklarda
görüldüğünü ortaya koymuştur. Otistik çocuklarda, kimi biyokimyasal bozukluklar
saptanmıştır. Bununla birlikte, otistik çocukların aileleri arasında, takınaklı ve baskıcı
ailelerin varlığı dikkat çekmektedir.
çocukluk şizofrenisi (childhood schizophrenia) 5 yaşına dek zihinsel, toplumsal ve
duygusal gelişimini normal biçimde sürdürüp, bu yaştan sonra bu yeteneklerinde bir
gerileme gösteren çocuğun hastalığı. Şizofreni daha çok, 15-35 yaşları arasında
görülüyor. Bu hastalık, bilişsel ve duygusal işlev bozukluğu olarak niteleniyor.
Hastalık belirtileri arasında sanrılar, sabuklamalar, dil ve iletişim bozuklukları, donuk
davranışlar ile duygusal abartı ya da duygusal küntlük, düşünce ve konuşma
akıcılığında kısıtlılık, amaca yönelik davranışları başlatamama biçiminde azaltılmış
tepkiler başta geliyor. Çocuklarda bu olguların yüzde 54’ü ile yüzde 86’sını düşünce
içeriği bozukluğu; erken başlayan şizofrenilerin yüzde 40’ı ile yüzde 80’ini de
düşünce ve çağrışım yitimi oluşturuyor. 5 duyu ile ilgili sanrılar da görülmekle
birlikte, hem çocuklarda hem de yetişkinlerde en çok, işitsel sanrılara rastlanıyor.
Şizofrenili çocukların yüzde 79’u ile yüzde 82’sinde düşmanca söylenen sözler,
buyurma, çocuğa ilişkin görüş belirten sesler, tartışma biçimindeki işitsel sanrılar;
yüzde 13 ile 46’sında da görsel sanrılar saptanmıştır. Çocukluk şizofrenisi, yetişkinlik
şizofrenisine benzemekle birlikte, çocuk şizofrenisinde sanrılara çok az rastlanıyor.
Hastalıkta genetik bozukluklar etken ise de asıl, aile içi iletişim bozukluğunun önemli
bir rolü olduğu görüşü yaygındır. Tedavi sırasında, ailenin hasta yanında kalması
öneriliyor. Böylece çocukla uygun bir duygusal ilişki kurma biçimi oluşturulmaya,
çocukta zorlanma yaratan durumlar azaltılmaya çalışılıyor. Çocuğun sinirsel,
fizyolojik ve devimsel yeteneklerinin düzeltilmesi için de ilaç tedavisi uygulanıyor.
Şizofrenili çocukların iyileştirilmesinde insan ilişkilerinin etkililiği söz konusu ise de
bu, oldukça zordur. Aynı ilişki, çocuğun ailesiyle de kurulmalıdır. Çocukluk otizmi
gibi, çocukluk şizofrenisinde de yeterli bilimsel bilgilere henüz ulaşılamamıştır. Bkz.
şizofreni.
çocuklukta cinsel kimlik bozukluğu (gender identity disorder of childhood)
Ergenlikten önce ortaya çıkan; karşı cinsle güçlü, kalıcı bir özdeşim nedeniyle kendi
cinselliğine ya da cinsel kimliğine, cinsel rolüne ilişkin duyulan derin bir
hoşnutsuzluk; kendi cinsel anatomisini, ona uygun cinsel etkinlikleri reddetme. Bkz.
kimlik; cinsel kimlik.
çocukluk ve ergenlik psikozları (infantile and psychosis) Gerçekle ilişkinin
bozulması, anlamlı sözlü iletişimin bulunmaması, toplumsal etkileşimlerden
uzaklaşma ve zihinsel işleyişle duygusal işleyiş arasında bir dengesizlik oluşması;
ayrıca devimsel, görsel, toplumsal ve uyumsal davranışlardaki tutarsızlık biçiminde
ortaya çıkan bir ilk çocukluk çağı bozukluğu. Bkz. bebeksi otizm; psikoz.
çocukluk ve ergenlikte görülen şizoid bozukluk (schizoid of childhood or
adolescence) 5 yaşına dek zihinsel, toplumsal ve duygusal gelişimini normal biçimde
sürdürüp, bu yaştan sonra bu yeteneklerinde bozulma gösteren çocukların hastalığı.
Öbür çocuklarla arkadaşlık kurma ilgi, istek ve yetisinden yoksunluk, akran
etkileşiminden hoşlanmama, toplumsal ilişkilerden kaçınma, takım sporları gibi
etkinliklere ilgisizlik, bu bozukluğun tanı ölçütleri arasında yer alıyor. Şizoid çocuk
ya da ergenler, kendi başlarına kalmayı seçiyorlar. Toplumsal ilişkiye
zorlandıklarında olumsuz tepkiler gösteriyorlar. Psikoz belirtilerine benzemeyen bu
bozukluklar, yetişkinlikte de sürdüğünde bunlar, şizoid kişilik bozukluğu olarak
adlandırılıyor. Bkz. çocukluk şizofrenisi; şizofreni.
çocuk mahkemeleri Bkz. çocuk suçluluğu.
çocuk psikanalizi Bkz. FREUD, Anna; KLEİN, Melanie.
çocuk psikolojisi (child psychology) Doğumdan yetişkinlik dönemine kadarki insan
davranışlarını; gelişim ve uyum süreçlerini düzenli bir biçimde inceleyen psikoloji
dalı; çocuk ruhbilimi. Anne baba-çocuk ilişkileri, akran ilişkileri, okulöncesi ve okul
çağı bedensel ve devimsel, toplumsal ve duygusal, zihinsel (bilişsel) ve dilsel gelişim
süreçleri, duygusal ve davranışsal bozukluklar, bu psikoloji dalının başlıca konularını
oluşturuyor. Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri; çocuk ve ergende uyum
bozuklukları.
çocuk rehberlik kliniği Bkz. ADLER, Alfred.
çocuk rehberlik merkezleri Bkz. ADLER; Alfred.
çocuk resimleri (children’s drawings) Çocukların yaptığı resimler. Görsel ve çizgisel
bir anlatım etkinliği olan resim, “çizgi ve yüzeylerle betimleme” olarak tanımlanıyor.
Çocuk için resim ve boyama, bir tür dil görevi görüyor. Kendi hoşlandığı ve
çevresindekileri sevindirmek için eline geçen her şeyle; kömür, tebeşir, kurşun kalem,
boyalı ya da mürekkepli kalem gibi araçlarla duvar, kâğıt, karton gibi önüne çıkan her
yüzeye çizgiler çiziyor. Geniş alanları, içinden geldiği gibi boyamak istiyor. 19. yüzyıl
sonlarına doğru çocuk resimleri, önce çocukların hangi yaşlarda nelerin resmini
yapmaktan hoşlandıkları saptanmak amacıyla incelenmeye başlanmıştı. Bugün ise
onların gelişim aşamaları, yetenekleri ve özgün düşünüp düşünmediklerinin göstergesi,
onların iç dünyalarını yansıtma aracı; toplumsal ve güzel sanat gibi değişik açılardan
incelenmiş ve giderek hem psikoloji hem de eğitimbilim açısından önem kazanmıştır.
Çocuk Resimlerinde Gelişim Aşamaları: Çocuğun gelişimine göre çocuk resimlerinin
sınıflandırılması çalışmasını ilk kez, Münih kentinde yaklaşık yüz bin çocuk resmini
incelemiş olan Alman pedagog G. Kerschensteiner yapmıştır. Bu çalışma sonucunda
şu aşamaları belirlemiştir: 1. Karalama ya da hazırlık aşaması: (scribble): Çocuk bu
aşamada, el ve parmak kaslarını işletmek için içinden geldiği gibi, gelişi güzel
kargacık burgacık çizgiler karalıyor. Kalemle çiziktirme yapıyor. Belli bir nesneyi
benzetme isteği taşımıyor. Bu aşama yaklaşık 2-3 yaşları arasını kapsıyor. 2. Şema ya
da kalıp aşaması (schematic drawing): Çocuk, yaptığı karalamalarla bildiği ya da
gördüğü nesne arasında bir benzerlik arıyor ve bile bile nesnelerin resmini yapmaya
koyuluyor; ama gördüğünü değil, bildiğini, düşündüğünü çiziyor. Her konu için bir
simgesi, kalıbı bulunuyor. Çoğu kez ilk şema ya da kalıp, insan resmidir. Bu da baştan
bacaklı insan şemalarından geçiyor. Bu yüzden resimler, aynı anda birkaç görüş
açısından görülüyor gibi ve saydamlık taşıyor. Bu aşama yaklaşık 4-6 yaşlarını
kapsıyor. 3. Benzetme ya da betimleme aşaması (represen tative phase): Çocuk bu
aşamada, nesneleri gördüğü gibi resmetmeye çalışıyor. Aynı nesneye kendi ve
başkaları açısından bakarak onun resmini çiziyor. Bu aşamaya birdenbire geçilmiyor;
yavaş yavaş, sınama ve yanılma öğrenmeleri sonucunda ulaşılıyor. Nesneleri gerçek
ve somut olarak kavrıyor; derinlik ve uzaklığın önemini algılıyor; nesnelere ilişkin
bildiklerinin, görülenlerin tümünü kapsamadığını anlıyor. Bu benzetme aşamasına
birçok çocuk erişemese bile, çoğu, üç boyutlu izlenimi verecek resimlerin yapıldığı 4.
aşamaya ulaşıyor. Ortalama bir çocuk, dördüncü aşamaya 7-8 yaşlarında erişebiliyor.
Son aşama olan görüntüden resim yapma aşamasına ise ancak 9 yaşlarında
ulaşılabiliyor.
Çocuk Resimlerinde Gelişim Aşamaları Bkz. çocuk resimleri.
çocuk ruh sağlığı (child psychology) Çocukluk dönemine özgü ruh sağlığı. Yetişkinlere
özgü ruh sağlığı tanımı, genelde çocuklar için de geçerli olmakla birlikte, sürekli ve
hızlı gelişim ve değişimleri nedeniyle çocukların ruh sağlığı için, değişik ölçütler
kullanılıyor. Örneğin, çocuk korkuları, yetişkin korkularına; çocuğun yerine
getirilmeyen isteklerine karşı tepkileri, yetişkinin bu durumda gösterdiği tepkilere
benzemiyor. Çocuk, her gelişim evresinde ayrı özellikler bütünü olarak karşımıza
çıkıyor. Bu nedenle çocuğun ruhsal gelişimine yardım edebilmek için, anne baba ve
öğretmenler, onun bu dönemlere özgü ruhsal özelliklerini, o dönemleri yaşayış
biçimine göre geliştireceği kişilik özelliklerini iyi bilmek zorundadırlar. Çocukların
daha mutlu yaşamaları, özellikle bu üç görevlinin, üzerlerine düşen sorumluluğu
bilinçli olarak yerine getirmelerine bağlıdır. Çocuk ruh sağlığı ve bozuklukları adıyla
anılan bilim dalı, çocukların bedensel gelişimlerinin yanı sıra zihinsel (bilişsel) ve
duygusal gelişimlerini de sağlıklı biçimde sürdürmeleri, başarılı ve mutlu bir erişkin
olmaları için gerekli bakım ve korunma yollarını belirleyerek ailelere ve
öğretmenlere kılavuzluk ediyor. Bunun yanı sıra, aynı amaçla, çocuklarda görülen
ruhsal bozuklukları tanımlıyor ve bunları giderme yollarını ortaya koyuyor. Aile içi
sorunlar gibi toplumsal etkenler ve öteki çevresel etkenler; menenjit gibi beyni
zedeleyen hastalıklar; kalıtsal etkenlerin yol açtığı çocukluklara özgü ruhsal
bozukluklar, bu bilim dalının çalışma alanını oluşturuyor. Çocuk ruh sağlığı ve
bozuklukları ile ilgilenen bilim dalı, normal çocukların sağlıklı bir gelişim
gerçekleştirme ve uyum sağlama, başarılı olma yollarını ortaya koyarak ilgililere
yardım etmekle, önleyici ruh sağlığı hizmeti veriyor. Ruhsal bozuklukları giderme
çabasıyla da tedavi edici (sağaltıcı) ruh sağlığı (psikoterapi) işlevini yerine getiriyor.
1920’li yıllardan sonra ortaya çıkan ve ruh hekimliğinin (psikiyatrinin) bir yan dalı
olarak gelişen çocuk ruh sağlığı ve bozuklukları bilimi, 1950’li yıllardan bu yana,
çalışma alanını sürekli genişletiyor. Çocuğun ruhsal gelişimiyle ilgileri nedeniyle
eğitim psikolojisi, sosyoloji, sosyal psikoloji gibi disiplinlerden bu alanda çokça
yararlanılıyor. Bir bilim dalı olan çocuk ruh sağlığı ve bozuklukları, Türkiye’de ilk
kez 1959 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde kuruldu; 1990 yılında
Sağlık Bakanlığı’nca ayrı bir uzmanlık dalı olarak tanındı ve eğitimiyle ilgili kuralları
belirlendi. Daha önce psikiyatri ana bilim dalına bağlı bir ünite olarak işlev görürken,
1995 yılında ana bilim dalına dönüştürüldü. Bugün, üniversitelerimizin tıp
fakültelerine bağlı birçok Çocuk Ruh Sağlığı Bölümü eğitim veriyor ve çocuk
psikiyatristi (çocuk ruh hekimi) yetiştiriyor. Bu bölümlerde, değişik hekimlik
dallarıyla da işbirliği yapılarak, ruhsal sorunu olan çocuklara ruhsal tedavi
uygulanıyor ve onların ailelerine yardım ediliyor. Bu amaçla uzman ruh hekimlerinden
ve sosyal hizmet uzmanlarından da yararlanılarak bu konuda bir takım çalışması
yürütülüyor. Bkz. çocuk sömürüsü; çocuk suçluluğu; çocuk ve ergende görülen ruhsal
bozukluklar; çocuk ve ergende uyum bozuklukları; çocuk ve ergenin gelişim
dönemleri; ruh sağlığı; ruhsal-cinsel gelişim; ruhsal-cinsel gelişim kuramı.
çocuk ruh sağlığı ve bozuklukları Bkz. ruh sağlığı.
çocuk sömürüsü (child abuse) Çok karmaşık ve tehlikeli bir sorunlar yumağı; çocuk
istismarı. Çocuk sömürüsü, çocuğun ihmal edilmesinden bedensel, duygusal ve cinsel
sömürüsüne dek birçok yönü olan bir konudur. Böyle olmakla birlikte, birçok
durumda, çocuğun uğradığı tecavüz ile eşanlamlı olarak kullanılıyor. Çocuk
Sömürüsünü Artıran ve Çocuğu Sömürüye Yatkın Kılan E tkenler: (1) Sömürenin
Kendi Çocukluğu: Çocuk sömürücülerinin çoğunun, çocukluğunda sömürülen kişiler
oldukları görülüyor. (2) Sömürücülerin Alkol, Uyuşturucu Madde Kullanımına
Bulaşmış Olmaları: Çocuk sömürüsüne girişenlerin en az yarısının alkol, uyuşturucu
gibi madde kullanımına bulaşmış oldukları görülüyor. (3) Aile ile İlgili Stres:
Çekirdek ailenin ve taşıdığı yapısal destek sistemlerinin dağılması sonucu, üvey
anneli ve üvey babalı yaşamak zorunda kalma ile çocuk sömürüsü arasında bir bağ
kuruluyor. (4) Dinsel, Ahlaksal Çocuk Disiplini Konusundaki İnançlar: Bunlar,
özellikle bedensel sömürü (ceza) konusuyla ilişkili olabiliyor. (5) Çocuğun Kendisi:
Engelli, süreğen hastalığı olan çocuklar, bu konuda yüksek risk grubuna giriyorlar.
Çocuğun beslenme zorlukları, tuvalet eğitimine tepki vermemesi, çocuğun sürekli
ağlaması, boyun eğmeme davranışlarına karşı anne babanın dayanma gücü
gösterememesi, çocuğu sömürülmeye iten etkenler arasında yer alıyor. Çocuk
Sömürüsünün, Niteliğine Bağlı Olarak Çeşitleri: (1) İhmal Etme: En çok rastlanan
ve öldürücü olan çocuk sömürüsü türü budur. Çocuğun barınma, güvenlik, beslenme ve
gözetim gereksinimlerinin karşılanmaması, çocuğun bedensel, eğitsel ve duygusal
olarak savsaklanmasına yol açıyor. Bedensel ihmal, tıpsal bakımı reddetmek ya da
geciktirmek, evi terk etmiş olmak, evden atılmış olmak ya da evden kaçan çocuğun eve
dönmesine izin vermemek ve yetersiz gözetim ve benzeri davranışları kapsıyor.
Eğitsel ihmal, çocuğu okul çağında zorunlu eğitimden alıkoyma, çocuğun sürekli
okuldan kaçmasına göz yumma ve özel eğitim gereksinimini karşılamama
davranışlarını içeriyor. Duygusal ihmal, çocuğun sevgi ve sevecenlik
gereksinimlerine karşı çokça ilgisiz kalma, gerekli ruhsal özeni göstermeme, çocuğun
gözü önünde gerçekleşen eş sömürüsü ve çocuğun alkol ya da uyuşturucu kullanmasını
görmezden gelme gibi davranışlardan oluşuyor. (2) Bedensel Sömürü: Karşılaşma
sıklığı açısından ikinci sırayı alan çocuk sömürüsü türü budur. Bu sömürü, acımasızca
ve kötü amaçla çocuğa dayak atma; onu ısırma, yakma, sarsma gibi çocukta bedensel
yıkıma yol açan eylemler olarak uygulanıyor. Kimi zaman, anne baba ya da bakıcı,
bile bile zarar verme isteği ile bedensel sömürüye başvurmamış olsa bile çocuk,
sonuçta şiddet görmüş, bedensel ve ruhsal yönden örselenmiş oluyor. (3) Duygusal
Sömürü: Bu da sık rastlanan çocuk sömürü türüdür. Duygusal sömürü, anne babaların
ya da bakıcıların, çocuğu örneğin, karanlık tuvalete hapsetmeleri, aç bırakmaları gibi
tuhaf, aşırı cezalandırıcı; “Artık seni sevmiyorum; başkalarının annesi (babası)
olacağım.” gibi sözlü ruhsal korku salıcı tutum ve davranışlarıyla gerçekleştiriliyor.
Bu tutun ve davranışlar çocukta ağır duygusal, zihinsel ve davranışsal rahatsızlıklara
yol açabiliyor. (4) Cinsel Sömürü: Çocukta derin ruhsal sarsıntılara yol açan ve etkisi
sonraki yıllarda da duyumsanan; niteliği nedeniyle çoğu kez gizlendiği için,
gözlemlenenden daha yaygın olduğu düşünülen bir sömürü türü de cinsel sömürüdür.
Çocuklar, cinsel organları okşanarak, kendileriyle cinsel ilişkiye girilerek;
kendilerine tecavüz edilerek, erkekler arasında cinsel ilişki gerçekleştirilerek,
göstermecilik yoluyla, fahişeliğe yöneltilerek ya da pornografi aracı yapılarak
sömürülüyor. Çocuklara yönelik cinsel sömürünün tanısı, tedavisi ve önlenmesi, çok
karmaşık ve zor bir konudur. Tanısı, özel uzmanların, pediyatristlerin, psikoloji
uzmanlarının, toplumsal görevlilerin, işbirliğini gerektiriyor. Çocukların ve anne
babaların, olası çocuk sömürülerini önlemek ve erkenden fark etmek için eğitilmeleri
gerekiyor. Bu konuda gerekli bütün önlemleri almak ve çocuk sömürüsünü köklü
biçimde önlemek görevi devlete düşüyor. Bkz. sömürü; cinsel sömürü.
Çocuk Sömürüsünü Artıran ve Çocuğu Sömürüye Yatkın Kılan Etkenler Bkz. çocuk
sömürüsü.
Çocuk Sömürüsünün, Niteliğine Bağlı Olarak Çeşitleri Bkz. çocuk sömürüsü.
çocuksu cinsellik Bkz. çocukluk cinselliği.
çocuksu cinsellik evresi Bkz. ruhsal-cinsel gelişim kuramı.
çocuksu cinsel yaşama gerileme Bkz. gerileme.
çocuk suçluluğu (juvenile delinquency) Hukuksal sorumluluk yaşına girmemiş olan
çocuk ve gençlerin topluma zarar veren ve yasaların yasakladığı davranışları
göstermeleri durumu. Toplumda geçerli olan ortak değer, kural ve davranış
kalıplarına ters düşen, bunların dışına çıkan eylemlere suç deniyor. İşlenen suç
çeşitlendirildiği gibi, örneğin çocuk suçluluğu ve yetişkin suçluluğu gibi, onu
işleyenlere göre de çeşitlendiriliyor. Hangi eylemlerin suç olduğu, çağdaş
toplumlarda yasalarla belirleniyor. Kişiyi suça iten nedenleri suçlunun kişiliğini
oluşturan etkenler ile yaşamını sürdürdüğü çevrenin doğal, toplumsal, ekonomik ve
kültürel koşulları yaratıyor. Kalıtımla geçen zekâ geriliği, sara ve benzerleri, suç
işlemenin biyolojik nedenlerini oluşturuyor. Gelişim sırasındaki saplantılar,
olgunlaşmamış cinsel güdüler ve yüceltilememiş saldırganlık dürtüleri, en önemli
ruhsal nedenler arasında yer alıyor. Toplumsal nedenlerin başında ise, aile geliyor.
Çocuk ve ergene çevrenin etkisi de daha çok aile kanalıyla iletiliyor. Önemli olan,
suçluyu cezalandırmak değil, suç işlemeyi önlemek; kişiyi suça iten bireysel ve
toplumsal etkenleri ortadan kaldırarak suç işlemenin önünü kesmektir. Çocuk ve
ergenlerin işlediği suçların nedenlerini bu amaçla araştırmak gerekiyor. Ülkemizdeki
suçluların yaklaşık yarısını, 25 yaşın altındaki çocuk ve gençler oluşturuyor. İleri yaş
suçlularının yüzde 90’ının da çocukluk ve gençliklerinde suç işlemiş kimseler
oldukları görülüyor. Bu sonuçlar, sorun’un önemini açıkça gözler önüne seriyor.
Çocuk ve Gençlerin işledikleri Suçların Türleri: Bunlar da yetişkin suçlarınkinden
farklıdır. Başlangıçta eve, okula, çevreye uyumsuzluk, geçimsizlik, yalancılık, okuldan
ve evden kaçma, hırsızlık, sürekli sinirlilik, söz dinlememe, başkaldırma, kuralları
çiğneme, yangın çıkarma, saldırganlık olarak beliren uyum bozuklukları, giderek suç
sınırının içine giren eylemlere dönüşüyor. Çocuk, özellikle ergenlik döneminde,
şiddete varan saldırgan eylemlere girişerek toplumsal kurallar ve yasalarla çatışıyor.
Çeşitli hırsızlıklar, yankesicilik, küfür, bıçak ve tabanca taşıma, yaralama, dövme,
öldürme gibi suçları işliyor. Gençlik yıllarında işlenen suçlardan biri de cinsel
suçlardır. Bunlar, toplumsal baskının etkisiyle kadın-erkek ilişkisinin çok katı
kalıplara sokulması, cinsel eğitimsizlik ve olumsuz toplumsal-ekonomik koşullar
nedeniyle cinsel taciz, kız kaçırma ve ırza geçme biçiminde ortaya çıkıyor. Eğer suç
konusunda önemli olan, cezalandırmak yerine suçu önlemek ise, önce suça eğilimli ya
da suç işleyen çocuk ve ergenlerin ortak ruhsal özelliklerinin bilinmesi gerekiyor.
Bunlar bilinmeden suçlulara yardımcı olmak olanaksızdır. Suça eğilimlilerin ve suç
işleyenlerin ortak özellikleri şunlardır: Ergen, bir yandan sınırsız özgürlük istiyor; öte
yandan ise sorumluluktan kaçıyor, anne babaya ve öbür otoritelere direniyor. Çabuk
öfkeleniyor, ölçüsüz ve yersiz tepki gösteriyor, sorunları kaba güçle çözmeye
kalkışıyor. Kısa yoldan doyuma ulaşmak istiyor. Güvensizlik ve yetersizlik içinde
olduğunda, kendisi gibi kişilerin oluşturduğu gruplarda yer alıyor. Cinsel sapma da
gösterebilen ergenlerin birçoğunun, alkol ve uyuşturucu madde bağımlısı olduğu da
görülüyor. Özellikle büyük kentlerdeki suça eğilimli, suç işleyen çocuk ve gençler,
aile ve topluma karşı kıskançlık, kin, nefret duyguları ile dolu olmalarının etkisiyle,
saldırgan davranış gösteriyorlar. Bunlar, kimi büyüklerin, suç aleti olarak
kullandıkları da oluyor. Yaptığı eylemin suç olduğunu bile bile o eylemi sürdüren
çocuk ya da gence uyumsuzluğu büsbütün artıran, ezici, aşağılayıcı cezalar verme,
şiddet uygulama yerine, eğitici (geliştirici) cezalar verilmesi öneriliyor. Örneğin,
küçük çocuklar, nedeni onların anlayacağı bir dille açıklanmak koşuluyla, suçun
niteliğine uygun olarak, bir süre oyun oynama hakkından yoksun bırakılıyor;
kendisinden ihmal ettiği sorumluluğunu yerine getirmesi isteniyor Daha büyük
çocuklara, bir süre sokağa çıkmama cezası verilebiliyor. Ders hazırlığını, ödev
yapmayı savsaklayan öğrenciye, dersini, ödevini hazırlamadan, çalışma masasından
kalkmama, dışarı çıkmama cezası uygulanıyor. Belli bir süre televizyon izlememe,
bilgisayar kullanmama cezası gibi, çocukları sevdiği şeyden yoksun bırakmak da
eğitici ceza sayılıyor. Bu tür cezaları ilk uygularken, çocuk ve gencin göstereceği
ağlama, tepinme, bağırma gibi tepkileri, birkaç kez, sakin ve kararlı bir biçimde
göğüslemeyi başarabilen anne baba, ondan sonra, çocuğuna daha kolay söz
geçirebildiğini görüyor. Çocuğu ve Ergeni Suç İşlemeye Hazırlayan Ailelerin ve
Toplumun Özellikleri: Bunlar incelendiğinde, suça yönelmeyi ve suç işlemeyi
önleyecek önlemlerin çoğunun, aileye ve topluma düşen görevler olduğu anlaşılıyor.
Birçok ülkede olduğu gibi, bizde de çocuk suçluları yargılamak için çocuk
mahkemeleri kurulmuştur. 1979 tarih ve 2253 sayılı yasa, bu mahkemelerin 1987
yılına dek kuruluşlarının tamamlanmasını öngörmüşse de bunlar, 1992 yılı sonuna dek
ancak, İstanbul, Ankara, İzmir ve Trabzon’da kurulabilmiştir. Söz konusu yasa,
illerdeki mahkemelerde bir başkanla iki üyenin; ilçelerdekilerde de bir yargıcın
bulunmasını; ayrıca bu mahkemelerde eğitimci (pedagog), psikolog, psikiyatrist gibi
görevlilerin yer almasını öngörmüştür. Bugün, çocuk suçluluğuna ilişkin hukuksal
düzenlemelerin, ülkemizin de “ihtirazi kayıtla” 23.12.1994 tarihinde onaylamış olduğu
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’ye göre bir an önce yapılması ve uygulamaya
konulması gerekiyor. Bkz. çocuk ve ergende uyum bozuklukları.
çocuksuluk (juvenilism) Çocukluk ve ergenlik dönemlerine özgü tutum ve davranışları,
yetişkinlik döneminde de sürdürme durumu.
çocukta dil ve düşünmenin gelişimi Bkz. bilişsel gelişim kuramı; PAVLOV, İvan
Petroviç.
çocuk ve ergende görülen ruhsal bozukluklar Bkz. alkol ve uyuşturucu madde
bağımlığı; cinsel sapmalar; çocuk suçluluğu; çocuk ve ergende görülen nevrozlar;
çocuk ve ergende görülen psikozlar; intihar girişimi ve intihar eylemi; ruhsal kökenli
bedensel bozukluklar; zekâ geriliği.
çocuk ve ergende görülen uyumsuzluklar (maladjustment observed in children and
adolescents) Kalıtımsal ve çevresel etkenlerden biriyle ya da her ikisiyle engellenen;
eksik, yanlış yönlendirilen çocuk ve ergenin geliştirdiği türlü uyumsuzluk ya da
davranış bozuklukları. Bkz. aşırı etkinlik ve dikkat eksikliği; ataklık; ateşle
oynama, kibritle yangın çıkarma; cinsel uyumsuzluk; çalma; dışkı kaçırma; karşı
gelme, karşıt olma; kekemelik; kıskançlık; korkular; mastürbasyon; parmak
emme; pika; saç yolma; saldırganlık ve şiddete yönelme; suç işleme; tırnak
yeme; uyumsuzluk; yalan söyleme; yatağa işeme.
çocuk ve ergenin gelişim dönemleri (development periods of children and
adolescents) Doğduğunda ağlayarak sağlıklı olduğunu belirten bebek, sonraki gün,
hafta, ay ve yıllarda gerçekleştirdiği bedensel, devimsel, toplumsal, duygusal, zihinsel
(bilişsel), dilsel ve ruhsal-cinsel gelişimle 18-20 yaşlarında yetişkin kimliği
kazanıncaya dek geçirdiği dönemler. Çocuk, her gelişim döneminin gereksinimlerini
doyurucu ve dengeli biçimde giderme olanağı bulduğunda, bağımsız bir kişilik
geliştirmeyi başarıyor. Kişilik gelişiminde en çok, anne babanın ve okulun gösterdiği
sağlıklı tutum ve davranışlardan yararlanıyor. İnsanın yaşam süreci denildiğinde
bebeklik, ilk çocukluk, ikinci çocukluk, ergenlik, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık
dönemleri akla geliyor. Bu dönemleri ayrıntılı biçimde ve derinliğine inceleyen iki
psikoloji yaklaşımından biri, S. Freud’un psikanaliz kuramı; öbürü de E. Erikson’un
bütün bir yaşamı insanın sekiz çağı olarak ele alan kuramıdır. İnsanın duygu, düşünce
ve davranışlarının arkasındaki dinamik güçlerin anlaşılmasında, bu iki kuramın büyük
katkısı olmuştur. Bunlar dışında ortaya konulmuş olan bireysel psikoloji, analitik
psikoloji, davranışçı psikoloji, varoluşçu psikoloji, hümanist psikoloji, bütüncü
kuram, Otto Rank’ın yaklaşımı, özgürlükten kaçış yaklaşımı, benlik
psikanalistlerinin yaklaşımı gibi başka kuram ve bilimsel bulgular da bu konuda
önemli katkılar sağlamışlardır. O nedenle anne baba ve öğretmenlerin, gelişim
dönemleriyle ilişkili aşağıdaki bilgileri uygulamaya taşırken, başta, anılan kuramlar
olmak üzere, insan yaşamını aydınlatan tüm bilimsel bilgilerden yeterince
yararlanmaları gerekiyor. İnsan yavrusu, kadın ve erkeğin ancak mikroskopla
görülebilecek kadar küçük iki cinsel hücresinin birleşmesiyle var oluyor. Anne
karnında yaklaşık dokuz ay on günlük süre içinde biyolojik yönden ilk insan taslağı
durumunu aldıktan sonra dünyaya geliyor. Yeni doğmuş bir bebek, bizim
bildiklerimizi bilmediği gibi korku, kaygı ve sevinçlerimizi de tanımıyor. Doğanın tek
harikası olan bu varlık, iç içe geçen belli gelişim dönemlerinde kazandığı biyolojik
yapının yanı sıra bir de toplumsal-ruhsal yapı oluşturarak yetişkin bir insan durumuna
geliyor. Büyümesi ve insanlaşması için ona en uygun ve etkili desteği, özellikle ilk
yaşlarda, onu dünyaya getiren annesi veriyor. Çocuk, görünür ve görünmez pek çok
etkene bağlı olarak büyüyüp gelişiyor. Genel gelişim özellikleriyle yaşıtlarına
benzeyen her çocuk, öteki çocuklarınkine tümüyle benzemeyen pek çok kalıtım
özelliğini varlığında barındırıyor. Çocuğun öbür insanlardan farklılığını önce, anne ve
babasından aldığı genler belirliyor. Büyüme ve gelişimini başkalarından farklı kılan
ikinci etkeni ise çevre oluşturuyor. Çevre etkenlerinden biri beslenme ve bakımdır.
Doğum öncesinde anne iyi beslendiğinde, sağlıklı olduğunda, genellikle sağlıklı bir
bebek dünyaya getiriyor. Doğum sonrasında da bebeği doğru besleme ve onun
sağlığını düzenli denetleme, gelişimi olumlu etkiliyor. Doğumdan sonraki gelişimi
etkileyen bir başka önemli etken, eğitim ortamı dediğimiz, okulu da içine alan
toplumsal çevredir. Çocuğun bedensel, devimsel, toplumsal, duygusal, zihinsel, dilsel
ve ruhsal-cinsel gelişiminde karşılıklı etkileşim ve karmaşık bir ilişki söz konusudur.
O nedenle önce ailede çocuğun tüm gereksinimlerinin doyurucu düzeyde ve dengeli
bir biçimde giderilmesi, büyük önem taşıyor. Aşağıda, “Doğum Öncesi Dönem ve
Annenin Ruh Sağlığı” ve “Doğum” üzerinde durulduktan sonra sırasıyla “1. Bebeklik
Dönemi”, “2. İlk Çocukluk Dönemi”, “3. İkinci Çocukluk Dönemi”, “4. Ergenlik
Dönemi” ile “çocuk ve ergenin ruhsal-cinsel gelişimi” üzerinde durulacaktır. Gelişim
dönemlerinin her biri, “(a) Bedensel ve Devimsel Gelişim”; “b) Toplumsal ve
Duygusal Gelişim”; “(c) Zihinsel ve Dilsel Gelişim” açısından uygulanabilir
nitelikte bilgilerle açıklanacaktır. Doğa, insan yavrusuna hayvansal düzeyi aşıp
konuşmayı ve iki ayak üzerinde yürümeyi başarıncaya dek hızlı bir gelişim olanağı
tanımıştır. İlk yıl içinde, doğum sonrasının en hızlı gelişimi gerçekleşiyor. Bu nedenle
çocuğun büyüme ve gelişimi ilk yıl, hafta; 2 yaşına dek, ay; ondan sonra da yıl, birim
alınarak incelenecektir. Doğum Öncesi Dönem ve Annenin Ruh Sağlığı:
Araştırmalar, çocuğun kişilik oluşumunda, doğumdan önceki dönemin de önemli etkisi
olduğunu gösteriyor. Anne karnındaki çocuk, annesiyle fizyolojik ilişkiden başka,
ruhsal bir ilişki de kuruyor. Anne, karnındaki çocuğu koşulsuz severek, isteyerek
büyüttüğünde çocuk, olumlu yaşama duygusu ediniyor. Yapılan deneyler, gebelik
dönemini engellenmelerle geçirmiş olan hayvanlarda doğumun zor ve daha sancılı; bu
annelerden doğan yavruların sinirli; gelişimlerinin de yavaş ve güç olduğunu
gösteriyor. Gebelik dönemini normal ve erinç içinde geçiren hayvanlarda ise çok daha
kolay ve az sancılı bir doğumun gerçekleştiğini; doğan yavruların da kolay ve hızlı
geliştiğini ortaya koyuyor. Gebe annenin yaşadığı acılar, huzursuzluklar da karnındaki
çocuğunu olumsuz etkiliyor. O nedenle “Çocuğun kişiliğinin temeli, anne karnında
atılıyor.” diyebiliriz. Gebelik sırasında anne aşırı yorulmamalıdır. Çünkü annenin
aşırı yorulması, karnındaki bebekte aşırı etkinliğe yol açıyor; bu da bebeği yoruyor.
Annenin, bu dönemde beslenmesine, giyim kuşamına, bakımına özen göstererek
çevresinde kendisine olumlu bir konum yaratması gerekiyor. Üçüncü bir gereklilik de
annenin gebelik süresince ve doğum sonrasında evde erincin olmasıdır. Karnındaki
yavruyu benimseyen, beden ve ruh sağlığı yerinde bir anneye çocuk, yaşama sevinci
veriyor. Karnındaki çocuğu benimsemeyen anne ise, aşırı bulantı, kusma, sinirlilik
gibi normal dışı durumlar yaşıyor; erken doğum yapıyor. Çocuğu istememe, bilinçli
olabileceği gibi, bilinçdışı işleyen bir mekanizma olarak da yaşanabiliyor. Doğum
sonrasında da kendisini benimseyen bir anneden yoksun olan çocuk, kendisine bir
meme bulmak için parmağını emme eğilimi gösteriyor. Böyle çocukların, kendi
bedenlerine dönüp içlerine kapandıkları, gerçeğe yönelmede zorlandıkları
gözlemleniyor. Babanın, gebelik döneminde anneye olan sevgi ve ilgisini sürdürmesi,
onunla iyi ilişki içinde olması çocuğun sağlıklı bir kişilik oluşturmasında önemli bir
etken olarak yer alıyor. Babadan, doğacak çocuğun cinsiyeti ne olursa olsun, onu
anneyle birlikte içten benimsemek bekleniyor. Doğum: Doğum anı, çocuk için önemli
bir olaydır. Otto Rank’a göre doğum, insanoğlunun yaşadığı en büyük travmadır.
Ayrıca çocuk, anne karnında 30 derecelik bir ısıya alışmışken, doğumdan sonra, 20
derece dolayında bir ısıyla karşılaşıyor. Oluşumu daha tamamlanmamış bulunan
kasları üzerine büyük bir etki yapan hava, ona acı veriyor. Soğuk havanın ciğerlerine
dolması ise, çocuk için ayrı bir ıstırap kaynağı oluyor. Kısacası, anne karnından dış
dünyaya zorluklarla çıkan çocuk, büyük bir acı yaşıyor. Çocuğun doğduğunda
ağlaması, onun bizim dünyamızın koşullarına uyabilmek için başlattığı savaşımın ilk
işaretidir Çocuk, doğar doğmaz, annesi onu kucağına alarak sevip okşadığında,
çocuğun soluk alıp verişinin rahatladığı gözlemleniyor. Yaşamanın anlamı gerçekte
almak, tatmak, vermek sözcüklerinde gizlidir, diyebiliriz. Hayvanlara göre insan
yavrusunun yaklaşık bir yıl erken dünyaya gelmiş olduğu göz önünde tutulduğunda,
annenin ilk yıl boyunca çocuğuna, karnında taşıyormuş gibi özenle bakması, hep
yanında olduğu duygusunu yaşatması gerektiği daha iyi anlaşılacaktır. Bkz. RANK
Otto (Temel kaygı) . 1) Bebeklik Dönemi (infancy era): Yaklaşık ilk 2 yılı kapsayan
bu dönem, insan ve hayvanlarda yeni doğan yavrunun, başta anne olmak üzere tümüyle
yetişkinlere bağımlı olduğu dönemdir. Ruhsal gelişimin temeli, özellikle bu dönemde
atılıyor. Gerekli önlemler alınmadığında bebek, bu dönemdeki aksaklıkların izlerini
büyük olasılıkla sürekli yaşamak zorunda kalıyor. Bu nedenle bebeğin iyi beslenmesi,
bakımı ve eğitimi büyük önem taşıyor. Bu gereksinimler, dönemin gelişim özellikleri
ayrıntılarıyla bilindiğinde gerektiği gibi giderilebiliyor. a) Bedensel ve Devimsel
Gelişim: Bebeklik döneminde bedensel ve devimsel (psikomotor) gelişim çok
hızlıdır. Bebek, ilk yıl tümüyle anneye bağımlıdır. İlk 4 hafta içinde günün büyük bir
bölümünü uykuda geçiren bebek, yalnızca acıkınca ya da başka bir sıkıntısı olduğunda
uyanıyor. Doyurulduktan, sıkıntısı giderildikten sonra yine uyuyor. 4 haftadan sonra
bebek, dışa dönmeye başlıyor. Gereksinimleri hemen karşılanmadığında şiddetle
ağlıyor. Bu bencil varlık, kimseye uymuyor; herkesin ona uyması gerekiyor. Çünkü o,
ilk yaşlarda tümüyle haz ilkesine göre yaşıyor. İlk 12 hafta, hareket olanağı ve yaşam
alanı çık sınırlı olan bebeğin tüm gereksinimlerinin, yetişkin yardım ve ilgisiyle
karşılanması gerekiyor. Bebek, bu ve sonraki haftalarda beslenme ve bakımın yanı
sıra, koşulsuz bir sevgi ve ilgi de istiyor. Bu haftalarda anneden, çocuğunun edineceği
temel alışkanlıkların düzenini oluşturmak amacıyla beslenme, uyku ve tuvalet
eğilimini keşfederek, gereksinimlerini buna göre gidermeye başlaması bekleniyor.
Çünkü bebeğin gereksinimleri, ancak kendi doğal ritmi içinde giderildiğinde dengeli
ve doyurucu oluyor. Kendisine bilinçli bir yardım sağlandığında bebek, ilk yıl içinde
uyku, yemek, temizlik gibi temel yaşamsal etkinliklerini belli bir düzene koyuyor.
İzleyen yıllarda da bu yaşamsal etkinlikleri alışkanlıklara dönüştürüyor. Devimsel
gelişim, baştan ayağa ve içten dışa doğru gerçekleşiyor. Bebek, örneğin, oturmadan
önce, başını tutmayı; elini bir nesneye uzatmadan önce, göğsünü yerden yukarıya
kaldırmayı başarıyor. Doğumdan sonraki 16. haftaya dek bebek, 19 santimetre
uzaklıktaki nesneleri net görüyor. Bu görüş uzaklığı, meme emerken onun, annesinin
yüzünü rahatlıkla görmesini sağlıyor. İlk 2 yıld a büyüklüğün, biçimin ve renklerin
değişmezliğini kavrıyor. Çok uzaktan da görse bebek için bir nesne, büyüklüğünü
koruyor. Değişik açılardan algılasa bile, nesnenin biçiminin değişmediğini anlıyor. 8.
haftadan sonra bebekte, nesnenin sürekliliği algısı oluşuyor. Annesi, oyuncağı görüş
alanından çıkınca da onların yok olmadıklarını biliyor. Bu durumda arama davranışı
ise, 24. hafta dolayında başlıyor. Yeni doğmuş bir bebekte, yetişkininkine yakın bir
işitme keskinliği bulunuyor. Doğumdan hemen sonraki günlerde bebek, annesinin
sesini seçebiliyor. 24-28 haftalık olunca, kadın ve erkeğin, anne ve babasının
seslerini ayırt ediyor. Yeni doğduğunda kokuları ayırt edebilen bebeğin bu duyarlığı,
zamanla daha da keskinleşerek 6 yaş dolayında tamamlanıyor. Bebeğin doğduğunda
tatlı, ekşi ve acıya karşı duyarlık gösterdiği de biliniyor. 24 haftayı geride bırakan
bebek, arkasına konan bir destekle oturabiliyor; çevresini izliyor; hareket eden renkli
nesneleri tutmaya uğraşıyor. Tuttuklarını atmaktan hoşlanıyor. Bebek, 36 haftalık
olunca devimsel gelişim hız kazanıyor; emeklemeye, eşyalara tutunarak ayağa
kalkmaya başlıyor. O nedenle bu sürede devinim alanı içindeki kesici, batıcı, yakıcı
şeylerin yaratacağı tehlikelere karşı, çocuğu korumak gerekiyor. İki eliyle tuttuğu
bardağı, bir eliyle tuttuğu kaşığı ağzına götürmek de bebeğin bu aşamada başardığı
devinimlerdendir. Bu başarısı, onu bir yaş dolayında edineceği kendini besleme
davranışına hazırlıyor. Annesi, bir başka kaşıkla da onu kendi kendine yemeye
özendirdiğinde, bebek, hem özgüven kazanıyor hem de girişim yeteneğini geliştiriyor.
Bu gelişim döneminde çocuğa üç öğün düzenli yemek yedirilmelidir. Bebeğin
gösterdiği önemli bir başarı da birinci yaşın sonuna doğru gerçekleştirmeye başladığı
yürümedir. Bu beceri ona, yatağının ve odasının dar sınırlarını, evin tüm alanlarına
dek genişleterek yeni bir bağımsızlık kapısını daha aralıyor. Yürümeyi rahatça ve
güvenli bir ortamda gerçekleştiren çocuk, meraklarını artık daha kolay giderecek;
toplumsal, duygusal ve zihinsel gelişimini hızlandıracaktır. 2. yaşın başında çocuk,
koşmayı, geri geri yürümeyi, sıçramayı, merdiven çıkmayı başarabiliyor. Bunlara
bağlı olarak itme, çekme, dengede durma, eşya taşıma gibi becerileri de kazanmaya
başlıyor. Daha önce merak ettiği eşyalara artık ulaşıp onları elleyebiliyor. Kendi
kendine yemeğini yiyor, kendi başına yürüyor. Dikkati süreklilik kazanmadığı için,
ilgilendiği şeyden kısa sürede kopuyor. Bir yerden başka bir yere, bir oyundan ötekine
geçtiği görülüyor. Bu yolla içinde yaşadığı çevreyi daha iyi tanıma olanağını elde
ediyor. Çocuk, oyun oynamaya karşı daha yeterince duyarlık geliştirmemiş
olduğundan, oyuncaklarını kullanmada kararlı davranamıyor. Oyuncaklarını bir yana
bırakıp, örneğin tencere, tava gibi mutfak eşyalarıyla oynuyor. Bu ilgi, onun çevresini
tanıma isteğinden kaynaklanıyor. Bununla birlikte, karton kutular, renkli küpler, ileri,
geri hareket edebilen oyuncaklar, birbirine geçirilmiş halkalar, yastıklar, yumuşak
malzemeden yapılmış bebekler, bu yaştaki çocuğun severek ilgilendiği oyuncaklar
arasındadır. Çocukla doğru ilgilenildiğinde emme, yemek, uyku, temizlik
alışkanlıkları, bu yaşta düzene giriyor. Bağırsak ve böbrekler denetim altına alınmaya
başlıyor. Ancak, başlangıçta doğal olarak, kazalar oluyor. Bu yaş çocuklarının suyla
oynamaktan, yıkanmaktan hoşlanmalarını duyarlı anneler, bir fırsat olarak
değerlendiriyorlar; çocuğun, kendini temizlemeyi öğrenmesini sağlayan yıkanmayı,
çocuklarıyla birlikte gerçekleştirecekleri eğlenceli bir etkinliğe dönüştürüyorlar. b)
Toplumsal ve Duygusal Gelişim: Özellikle bebeklik döneminde toplumsal gelişim ve
duygusal gelişim, birbirine bağlı olarak gelişiyor. Çocuğun toplumsal gelişimi, anne
babasıyla kendisi arasında oluşturduğu duygusal bağla başlıyor. Bunların ilki,
annenin doğumdan hemen sonra çocuğuyla kurduğu bağlardır. İlk günlerde annenin
bebeğini kucağına alıp sevişi, okşayışı, çocuğuyla arasındaki bağları güçlendiriyor.
Araştırma sonuçlarına göre, bebeğin ilk gün ve haftalardaki yaşamı, onunla erken
ilişki kurmuş olan anneye de olumlu etki yapıyor. İlk haftalar ve aylarda anne ile
bebek, birbirine iyice kenetleniyorlar. Bebek, gereksinimlerini ağlayarak ya da
gülümseyerek anlatıyor. Kucağa alındığında sakinleşiyor ya da annesine iyice
sokularak olumlu tepkisini belli ediyor. İlk kez çocuk sahibi olan anne babalar,
zaman içinde çocuğun bakımıyla ilgilendikçe, onunla oynayıp konuştukça, bebeği
nasıl güldüreceklerini, kendilerine nasıl baktıracaklarını, nasıl sakinleştireceklerini
ve nasıl besleyeceklerini daha iyi öğreniyorlar. Bu süreç sakin yaşandıkça, çocuğun
gereksinimleri sezildikçe anne babalık daha doyurucu olmaya ve bebeğe bağlılık
güçlenmeye başlıyor. Doğumdan hemen sonra bebeklerini kucaklarına alan, onu sevip
okşayan babaların da çocuklarına güçlü bağlarla bağlandıkları görülüyor. İlk 12-16
hafta süresince bebek, gereksinimlerini karşılayacak birinin hep yanında olmasını
istiyor. 12.-20. haftalar arasında, ayırt edici tepkiler yapıyor. Örneğin, tanıdık kişinin
yanında daha çabuk sakinleşiyor. İlk 24 haftada kendi bedensel gereksinimlerine
duyarlığını sürdürürken, sevgi, ilgi ve özenli bakım gereksinimlerini karşılayan
yetişkinlere, özellikle anneye bağlılık geliştiriyor. Bu bağlılık, temel güven
duygusuna alt yapı oluşturuyor. İlk 24 haftayı geride bırakarak 6 aylık olan bebek,
ailenin hem çevresinden ilgi bekleyen hem de çevresine ilgi gösteren bir üyesi
durumuna geliyor. Tanıdığı kişilere olumlu tepki verme, tanımadıklarını ağlama
tepkisiyle karşılama, annesinin yüzündeki mutlu ve mutsuz görünüme uygun tepki
gösterme, bu dönemin toplumsal gelişim özellikleridir. Bebek, doğumu izleyen bu
haftalar ve aylarda, annesi ile ya da onun yokluğunda onun yerini alan yetişkin ile
kendisi arasında bir bağ oluşturamadığında, özgüvensizlik, yerleşik duygu durumuna
geliyor. Bu ise ileride çocuğun güvenen ve güvenilebilen bir yetişkin olmakta
zorlanmasına yol açıyor. 24.-48. haftalar arasında bebek, genelde bir kişiye (anneye)
bağlanıyor. Bu kişiyi, dünyayı tanımada güvenli bir dayanak olarak algılıyor. Ona
emekleyerek ulaşabiliyor. Görüş alanından çıkınca, onu protesto ediyor. Tek kişiye
güçlü bir biçimde bağlanmanın kanıtı olan bu tepki, ayrılma kaygısıdı r. 32.-48.
haftalar arasında bebeğin yabancılardan korkma davranışı da bu bağla açıklanıyor.
24.-48. hafta arasında tek kişiye bağlı olan bebek, bir yaşından sonra büyük
kardeşlere, babaya, büyük anneye, büyük babaya, bakıcıya da aynı duygusal bağlarla
bağlanmaya başlıyor. 36 haftalık bebek, artık, yabancılardan da kuşku duymuyor;
kendisiyle oynamak isteyen yetişkinlere kolaylıkla yaklaşabiliyor. Çocuk, bu yaşta,
süresi kısa da olsa, kendi kendine oyun kuruyor. Bu yaştaki çocuklar, başka
çocuklara ilgi gösteriyorlarsa da onları sürekli oyun arkadaşı olarak görmüyorlar. En
çok, anne babalarıyla birlikte olmaktan ve onlarla oyun oynamaktan hoşlanıyorlar. 2
yaşında çocuk, kapsamlı bir bağımsızlığa daha adım atıyor. Annesine bağımlılığı
sona ermemiş olmakla birlikte, başına buyruk davranmak istiyor. Bu bağımsızlık
istemi, üçüncü yaşta da sürüyor. Bir yaşını tamamlayan bebek, çoğu kez anne ya da
bakıcının görüş uzaklığında olmayı yeğlerken, 2-3 yaşlarına doğru konuşmayı ve
yürümeyi de başaran çocuk olarak, yetişkinin mutlaka yakınında olmasını aramıyor.
Çünkü bu yaşlarda isteğini uzaktan da iletebilme, bu yolla da ilişkisini sürdürebilme
olanağını elde etmiştir. Çocuk, üçüncü yaşında, gizli bir toplumsallaşma sürecine
giriyor. Gördüğü her şeyle oynamaya çok meraklı olan çocuğun bu girişiminin
engellenmesi, onun ağlamasına ve tepinmesine yol açıyor. Bu inatçı tepkiler, daha
ç o k ikinci yaşın ortaların d a görülüyor. Çocuk, bu aylarda hem anneden ayrı
kalmamak hem de ona boyun eğmemek istiyor. Gelişimin doğal bir sonucu olarak
yorumlanması gereken bu davranışlar, kendisine ve eşyalara zarar vereceği için bu
yaşlarda çocuğun sürekli denetlenmesi ve kollanması gerekiyor. Bu dönem, ona
kimi kuralları benimsetme, tehlikelerden sakınmayı öğretme, yasaklar koyma
zamanıdır. Çocukta bu yaşta görülen bencil ve saldırgan tepkilerin oyunlara,
oyuncaklara ve başka zararsız etkinliklere yöneltilmesi, geçerli eğitim yöntemi
olarak öneriliyor. Bu davranışları, baskı, korkutma, sindirme, dayak gibi cezalarla
engellemeye kalkmamak gerekiyor. Bu yollarla çocuğa uslu, temiz, düzenli olma
öğretilse bile, bunların yararı, baskı ve şiddetin çocuk üzerindeki olumsuz etkilerinin
yanında hiç kalıyor. Çünkü baskı, korkutma, şiddet, çocukla yetişkin arasındaki
ilişkilerin bozulmasına; çocukta, bir dizi olumsuz tutum ve davranışın oluşmasına
yol açıyor. Bunlar, çocuğun bağımsızlık yolundaki çabalarını engelliyor; çocuğu ya
sindirilmiş, kararsız, kuşkucu, suçluluk duygusu içinde bocalayan bir kişi ya da
dediğim dedik, vurucu kırıcı, kural tanımayan birisi durumuna getiriyor. O nedenle
işin doğrusu, çocuğun bağımsızlık isteğini bastırmasına yol açmamak koşuluyla
kuralları öğrenip benimsemesine; söz dinlemezliğini ve saldırganlığını olumlu yönlere
yöneltmesine yardım etmektir. Bu konuda en iyi sonuç, ılımlı, kararlı tutum ve
davranışlarla alınıyor. Böyle sağlıklı bir bağ oluşması için, anne-çocuk arasındaki
ilişkinin nitelikli olması önem taşıyor. Çalışan annelerdeki gibi önceden bilinen ve
yinelenen ayrılıklar, sanılanın tersine, çocuğun annesine bağlılığını zayıflatmıyor; bu
bağlılığın niteliğini düşürmüyor. Ancak, çalışan annenin, çocuğu için nitelikli bir
yuva, kreş bulması, önem taşıyor. Çocukla Nitelikli İlişkiler Kurmada Etkili Olan
Tutum ve Davranışlar: (1) Özgüveni olan anne, çocuğu ile nitelikli ilişki kurmada
zorlanmıyor. Özgüvensiz anneler, çocuğa uyguladıkları bakım ve eğitim biçimlerini ya
sıklıkla değiştiriyorlar ya da uygulamalarını hep aynı tutumla sürdürüyorlar. Sıklıkla
değiştirilen uygulamalar, çocukta güvensizlik yaratıyor. Aynı tutumla sürdürülen
uygulamalar da değişik gereksinimleri karşılayamıyor. (2) Bebeğinin özelliklerini ve
kendine özgü gereksinimlerini dikkatle izleyip tanıyan ve ona, buna göre tepki
veren anne, bebeğiyle kısa sürede uyumlu ilişkilere giriyor. Anneleriyle uyumlu
etkileşime giren bebekler, çevrelerine karşı daha ilgili ve daha az ürkek oluyorlar.
Anne, bebeğinin seslendirmelerine ilgiyle bakınca; ağladığında yanına gidince,
gülmelerine gülerek yanıt verince, bebek daha canlı, daha uyanık, zihinsel yönden
daha iyi gelişiyor. Bebek, oyunlarına destek veren, kendisiyle daha çok oyun oynayan,
oyun sırasında tepki göstermesi için kendisine yeterli zaman tanıyan; sevgi ve ilgisini
açıkça belirten anneye güvenle bağlanıyor. Daha çok tepki veren annelerin
çocukları, annelerinin isteklerini daha kolay yerine getiriyorlar. Çevrelerini ve yeni
nesneleri keşfe açık oluyorlar. Ancak, bu uyarılmalar, bebekte sürekli gözetim altında
olduğu izlenimini yaratmamalıdır. Çünkü annesinin etkinlik bombardımanı nedeniyle
kendi istediklerini yapma fırsatı bulamayan çocuk, kendini güçsüz duyumsuyor. O
nedenle, bebek büyüdükçe, kendi başına davranmak istediğinde, anne baba aradan
çekilip bebeği özgür bırakmalıdır. Çocuğun en küçük sızıldanmalarına bile aşırı
duyarlık gösteren anne, onun bağımsız kişilik geliştirmesini engelliyor. (3) Bebeğin
etkinliklerine, annenin ödüllendirici tepki vermesi de uyarıcı oluyor. Örneğin,
bebek, birtakım sesler çıkardığı, oyuncağa uzandığı zaman, anne memnun olduğunu
belirten davranışlar gösterince onu ödüllendirmiş, bu davranışlarını yinelemesi için
cesaretlendirmiş oluyor. Ağlamalarına zamanında tepki alan bebek, öbür bireyler ve
çevre üzerinde etkili olabileceği umudunu pekiştiriyor. (4) Anne, bebeğin olumlu
davranışlarından memnun olduğunu tutarlı bir biçimde belirtince, bebekte o
davranış daha kolay yerleşiyor. Bebeğin olumsuz davranışlarına anne olumsuz tepki
gösterdiğinde, bebek o davranışı, fazla zorlanmadan eliyor. Annenin, bebeğin
davranışına herhangi bir tepkide bulunmaması ise kimi zaman, herhangi bir etki
yapmıyor; kimi de bunun şaşırtıcı bir olumsuz etkisi oluyor. Burada unutulmaması
gereken bir nokta, bebeğin, olumlu davranış koşuluna bağlı olmadan da arada bir,
annesinin göstereceği sevgi ve ilgiye gereksinimi olduğudur. Bebekler, özgüven
duygusunun en güçlü temelini, annelerinin sevgisine güvendikleri zaman atıyorlar.
(5) Annenin duyarlı, tepki veren iletişim biçimini benimsemesi, bebeğin toplumsal
ve duygusal gelişiminin yanı sıra, algısal ve giderek zihinsel gelişimini de olumlu
etkiliyor. Bir izleme çalışmasında, duyarlı ve tepki veren annelerin çocuklarının zekâ
bölümleri, duyarsız ve tepkisiz annelerin aynı yaştaki çocuklarının zekâ bölümlerinden
daha yüksek bulunmuştur. c) Zihinsel ve Dilsel Gelişim: Bebekte bu gelişim, 4.
haftada başlıyor. Bebek, doğumdan sonraki ilk 4 haftada refleks türünden (istemsiz)
davranışlar gösteriyor. 4.-16. haftalar arasında ise çevredeki ilginç değişiklikleri
keşfetmeyi sürdürüyor. Örneğin, beşiğine bağlı oyuncağın kimi sallandığını; kimi de
durduğunu ayrımsamaya başlıyor. İstemli hareketleri gelişme gösteriyor. Sesin geldiği
yöne bakabiliyor ve bunu yinelemekten hoşlanıyor. 16.-32. haftalar arasında,
nedenlerle sonuçları ayırma yeteneği gelişiyor. Oyuncağını rastgele salladığında ses
çıkardığını anlayınca, buna yol açan nedeni (sallama davranışını) keşfediyor. Çocuğa,
benzer oyuncaklar verilip benzer durumlar yaratıldığında, onun hem zihinsel gelişimi
hem de bağımsız bir kişilik geliştirmeye doğru adım atışı desteklenmiş oluyor. Bu
haftalarda bebeğin, hareketsiz duran nesneleri duyularıyla incelediği, onların seslerini
dinlediği, onları evirip çevirdiği görülüyor. Yalnızca hoşlandığı için birçok karmaşık
ve ilginç yolu denemekle, ilk kez oyun davranışlarına girişmiş oluyor. Kol ve
bacaklarıyla, kimi yetişkin davranışlarına öykünüyor. 32.-48. haftalarda bebek,
neden-sonuç ilişkilerini daha da pekiştiriyor. İstediği sonuçla kendi davranışları
arasına bir engel girdiğinde, bu engeli ortadan kaldırma kararlılığını gösteriyor.
Örneğin, oyuncağı saklayan yetişkinin elini itiyor. Kucağa alınıncaya dek annesinin
eteğini ya da babasının pantolonunun paçasını çekiştiriyor. Bebek, oyuncağının görüş
alanından çıkmış (yitmiş) olduğunu gördüğünde, uzunca ve düzenli bir arayışa
girişiyor. Çünkü o artık, görüş alanından çıkan nesnelerin varlıklarını sürdürdüklerini
biliyor. O nedenle bu aylarda, oyuncakların saklanıp bulunması biçiminde oynanan
oyunlar, bebeği hem zihinsel açıdan hem de yetişkinle olumlu etkileşime girme
açısından geliştirici oluyor. Oyun ve öykünmenin büyük değişime uğradığı bu süreçte
bebek, sıklıkla ve kasıtlı, bir dizi karmaşık eylemi hoşlanarak yineliyor. 36-42
haftalıkken kapları üst üste dizebiliyor; tekerlekli oyuncakları, hoşlanarak ipinden
çekebiliyor. Daha önce yetişkinlerin hiç öykünmediği davranışlarına öykünmeye
başlıyor. 12.-18. aylar arasında bebek, sorunların çözümü için etkin deneme-
yanılmalarla yeni yollar bulmayı başarıyor ve bu buluşlarının sonuçlarını görmeye
çalışıyor. Yerden aldığı oyuncakları, oyun alanının dışına atmak, bu dönem
çocuklarının sıklıkla başvurdukları bir davranıştır. Bunlardan kimilerinin kırıldığını
fark ediyor. Yerdeki yastık üzerine attığında oyuncağının çıkardığı sesin, yere attığı
zaman çıkardığı sesten daha az olduğunu algılıyor. Bu aylarda bebek, görüş alanından
çıkan nesneyi daha düzenli bir biçimde arıyor. Oyuncağın nereye saklandığını
görmüşse, onu orada bulacağını biliyor. Sırayla birkaç yerde birden saklanmışsa, en
son saklandığı yere yöneliyor. Abla ve ağabeylerin basit becerilerini; yetişkinlerin
günlük yaşantılarında sıklıkla yaptıkları kitap açıp sayfa çevirmek gibi davranışlarını
gösteriyor. Çevresinde gördüğü birçok davranışa oyunlarında yer veriyor. Bu aylar,
bebeğin tahta, lastik, plastik, metal gibi malzemelerle denemeler yapmasının
desteklenmesi gereken dönemdir. 18.-24. aylar arasında bebek, sonuca götürecek
yollar üzerinde zihnini yoruyor; deneme-yanılmayı içselleştiriyor. Seçenekleri
zihninde değerlendirerek, kendini o andaki amacına ulaştıracak yolları bulmayı
başarıyor. Yüksek bir yerdeki oyuncağını alabilmek için, üst üste koyduğu yastıklardan
yararlanması; kanepenin altındaki topu oyuncak tırpandan yararlanarak çıkarması,
onun etkin düşünmekte olduğunun, türlü sonuçlara götüren planlar ve düşünceler
geliştirdiğinin göstergeleridir. Bebeğin zihinsel simgeler kullanması, bu dönemin en
belirgin özelliklerinden biridir. Odasındaki bir oyuncağını almak için bebek,
banyodaki tabureyi bir araç olarak belleğinden geçirebiliyor. Nereye saklandığını
görmediği nesneyi de bebeğin düzenli olarak aradığı görülüyor. Oyunlarında simge
kullanma yeteneğine bağlı olarak da büyük değişiklikler oluyor. Konuk ailenin
çocuğunun, ev halkından kimselerin davranışlarını, onların olmadığı yer ve zamanda
yineliyor. Böylece bebek için dünyayı öğrenmede öykünme, önemli bir araç
durumuna geliyor. Çok uzak olmayan geçmişle ve yakın gelecekle de ilgilenerek
anımsayabilen, planlayabilen ve olayları başlatabilen bebek, artık yalnızca bulunduğu
ortamla ilgilenen birey olmaktan çıktığını gösteriyor. Bebek, simge kullanma
yeteneğinin gelişimiyle birlikte, bir iletişim aracı olarak dili daha anlamlı biçimde
kullanmaya başlıyor. Sesli uyarıcıları bol çevreler, çocuğu, seslendirme etkinliğine
daha çok güdülüyor. O, doğuşla 24. hafta arasında, geniş ölçüde seslendirme
etkinliğinde bulunuyor. İletişim kurma amacıyla bedensel hareketlere, içini çekmeye,
babıldamaya, gülmeye, seslerinin şiddetini değiştirmeye başvuruyor. Anne babasından
bu iletişim atılımlarına tepki alan bebek, bu çabalarını ilerde de sürdürüyor. Sabırsız
annelerin biberonla beslenen çocukları, genizden konuşmaya alışıyorlar. Çünkü
bebek, deliği genişletilmiş biberondan süt emerken, boğulmamak için dilinin arka
bölümünü yükseltiyor. Aynı alışkanlığı, konuşurken de sürdürdüğü için, genizden
konuşuyor. Biberonun küçük olması da peltek konuşmaya yol açıyor. 24. haftadan
başlayarak bebeğe bir ses verildiğinde, ona bir sesle yanıt veriyor. Kendi sesi gibi
başkalarının sesini de dinliyor. Bu, toplumsallaştırılmış seslendirmed i r . 32.
haftadan sonra bebeğin seslendirmeleri soru, buyruk, şaşma, istek gibi duygu
izlenimlerini vermeye başlıyor. 40. haftada, işittiği seslere başarısızca öykünüyor.
Sözcükler arasındaki farklılıkları bu haftadan sonra ayırt ediyor. İşittiği seslere
duyarlı olan 36 haftalık bebek, anlamları belirsiz de olsa, birtakım sesler çıkarıyor.
Yakın çevresindekiler, bunların hangi anlama geldiğini ayırt edebiliyorlar. Yemek,
oynamak, gezmek, yıkanmak gibi belli sözcükleri bebek anlayabiliyor. 12. ay
ortalarında bebeğin ağzından, ilk anlamlı sözcük çıkıyor. Bebek, “anne, baba”
diyor. “Gözlerini göster!”, “Saçlarını göster!”, “Kulaklarını göster!” gibi kimi
buyrukları yanıtlıyor. Zor anlaşılmasına karşın, bebeğin ilk sözcüklerinin duygu
yüklü olduğu görülüyor. Bu haftalarda bebek, yetişkin seslerini papağan gibi
yinelemeye başlıyor. Sözcük dağarcığı, onları anlamasına elverişli olmadığından,
anlaşılmaz sözcükleri sıralamakla yetiniyor. 18. ay dolayında bebeğin sözcük
sayısında artış başlıyor. Bebek, bu sözcüklerle hem tek sözcüklü tümceler kuruyor
hem de nesnelere genel anlam veriyor. Örneğin, “mama” sözcüğü etin, ekmeğin,
bisküvinin, hatta köpeğin yaladığı kemiğin adı olarak kullanılıyor. Bunları ayrı ayrı
algılayıp kavradıkça, her nesneyi kendi adı ile anlatmaya başlıyor. Yetişkinler,
bebeğe bir nesnenin adını öğretirken, nesnenin kendisini gösterme yolu ile
niteliklerine, benzerlerinden ayrı yanlarına bebeğin dikkatini çektiklerinde, bebek o
nesneyi daha kolay ve iyi öğreniyor. Tek sözcüklü tümceler kurmayı iki sözcüklü
tümceler kurma izliyor. Bebek, tümcenin anlamı için önemli olmayan takılarla kimi
sözcükleri tümcede kullanmıyor. Bunların yerine, gerekli gördüğü sözcükleri koyuyor.
O nedenle bebeğin ilk tümceleri çok açık değildir. Kullandığı “Anne”, mama.”
sözcükleriyle, “Anne bana yemek ver.” demek istiyor. Bu yaşta bebeğin sözcük
dağarcığı hızla zenginleşiyor. Çevrelerindeki hemen her şeyi adlandıran
bebeklerden kimisinin kullandığı sözcük sayısı 200’lere ulaşıyor. Bedensel
bozukluğu bulunmayan bebekte şu etkenler, konuşmayı geciktirebiliyor: (1) Anne
baba, bebeğin sevgi gereksinimini karşılamadığı zaman bebek, kardeş kıskançlığı,
kazalar, şoklar yaşıyor. Bunların ortaya çıkardığı duygusal çatışmalar da konuşmayı
geciktiriyor. (2) Dilin iletişim aracı değil, tartışma aracı olarak kullanılması, bu
ortamda yetişen bebeğin, konuşmaya karşı olumsuz tutum geliştirmesine ve konuşmak
istememesine yol açıyor. (3) Anne babanın bebeğe aşırı düşkünlük gösterdiği
çevrelerde bebek, yeterli konuşma fırsatı bulamıyor. Bebeğin, daha isteğini
gerektiği gibi söze dökmesi beklenmeden, gereksinimi anlaşılıp giderilince bebek,
konuşma gereksinimi duymuyor. (4) Anne baba ilgisizliği de konuşmayı geciktiren
etkenlerden biri oluyor. Konuşma girişimleri ödüllendirilmeyen, kendisiyle yeterince
konuşulmayan; kendisine masal, öykü dinletilmeyen bebeğin konuşması, bu sözlü
uyarıcı yetersizliği yüzünden gecikiyor. Yetişkinlerin 1,5-3 Yaş Arasındaki
Çocukların Dilsel Gelişimini Olumlu Etkileyen İlişki Biçimleri: (1) Bebeğin
konuşmalarına verilen sözel tepki dil gelişimini olumlu etkiliyor. Bebek,
konuşmalarına yanıt alınca, kendisinde daha çok konuşma isteği uyanıyor. (2) Zor
olmakla birlikte, bebeğin sözel ya da sözel olmayan iletisinin anlamını kestirmeye
çalışma, bebeği daha çok konuşmaya yöneltiyor. Bu zoru başarmak için anne,
bebeğinin iletisini kendi diliyle yineleyerek doğru anlayıp anlamadığını denetliyor.
Örneğin, “Uyuyacak mısın?”, “Acıktın değil mi?” gibi anlatımlarla çocuğun iletisini
anlamak için yorum ve açıklamalar yapıyor. Böylece çocuğun sonraki iletişimlerinde
kendini daha açık anlatmasına yardım etmiş oluyor. (3) Duruma göre değişik
tepkiler yapılıyor. Bebekler, kendiliğinden, üç türlü iletiye karşılık veriyorlar.
Bunlar, “Getir!” gibi buyruk bildiren iletiler; “Hav hav gidiyor.” gibi bilgi aktaran
iletiler; “Bu ne?” gibi öğrenmeye ilişkin iletilerdir. Her uygun koşulda bunlardan
yeterince yararlanmak gerekiyor. 2) İlk Çocukluk Dönemi (first childhood era):
“Erken Çocukluk Dönemi” de denen 3-6 yaşlar arasındaki yıllar, aynı zamanda
anaokulu dönemidir. Bu dönemin bedensel ve devimsel, toplumsal ve duygusal,
zihinsel ve dilsel gelişim özellikleri, ana çizgileriyle şöyledir: a) Bedensel ve
Devimsel Gelişim: Bu dönemde çocuk, bedensel ve devimsel bakımdan önemli bir
gelişim gösteriyor. Canlı, neşeli, olan; rahat ve düzgün yürüyen, koşan, ellerini
kollarını kullanabilen 3 yaş çocuğu, birçok işi artık kendi başına yapmayı başarıyor.
Çocuk, engellenmeyip destekleniyorsa, bu yaşta rahatlıkla giyinip soyunabiliyor; aile
sofrasında yerini alarak kendi kendine yemek yiyebiliyor. Kimi kazalar olsa da 4
yaşında gündüz, böbrek ve bağırsağını denetliyor. Çok hareketli olan, rahatlıkla
koşan, oynayıp zıplayan çocuk, topu atıp tutabiliyor, üç tekerlekli bisiklete
binebiliyor. Kalem, makas, fırça kullanmayı başararak el ve parmaklarının ustalığını
ortaya koyuyor. Büyük boy kâğıtlara kalem ve fırça ile resim yapabiliyor. Çocuk, süt
dişlerini bu yaşlarda değişmeye başlıyor. Bulaşıcı hastalıklara karşı duyarlık
gösteriyor. Koşmak, kaymak, müzik eşliğinde dans etmek, şarkı söylemek,
hoşlandığı uğraşlar arasında yer alıyor. Bu dönemde, kendi kendine yıkanabilmeyi,
saçını taramayı , ayakkabısının basit tokalarını takabilmeyi, biraz zorlansa da
düğmelerini iliklemeyi başarıyor. Çevresindeki her şeyle ilgileniyor. Yetişkinlerin
giysilerini giymeyi, onlara öykünmeyi; tekerlek, top, kutu, resimli kartlar, çekiç,
düğme gibi nesnelerle oynamayı çok seviyor. 4 yaşlarındaki çocuklar, kimi kez, henüz
yapamayacakları şeyleri yapabileceklerini sanıyorlar. Örneğin, sokakta, caddede tek
başına karşıdan karşıya geçmeye kalkışıyorlar. Oysa bu yaşlardaki çocukların,
arabaların hızını hesaplamada yanılma olasılıkları yüksektir. O nedenle, bu tür
durumlarda, anne babalar dikkatli olmalı; karşıdan karşıya geçerken çocuğun elini
bırakmamalıdırlar. Trafik, 5 yaşındaki çocuklar için de tehlike kaynağıdır.
Araçların denetimi konusunda bilgileri, trafikle ilgili deneyimleri az olduğu için
tehlikeyi göremiyorlar. Trafik konusunda yetişkinlere bu yaşta da büyük sorumluluk
düşüyor. b) Toplumsal ve Duygusal Gelişim: İlk çocukluk döneminin toplumsal ve
duygusal gelişimine özellikle oyun, damgasını vuruyor. Bu dönemde çocuk, kısa süreli
oyunlarda kendi yaşıtlarıyla oynamakla birlikte, daha çok, anne babayla olmaktan,
kendi kendine ve onlarla oyun oynamaktan, konuşmaktan, çocukların oyunlarını
izlemekten hoşlanıyor. İlk 2 yaştaki kadar olmasa da bu yaşlardaki çocukta da ben
odakçılık dikkat çekiyor. Ancak, çocukta ailede geçerli kimi kuralları paylaşma,
isteklerinin karşılanması için sabretme başlamıştır. Kuralları öğrenmesi için bir
süre daha beklemek gerekecektir. Yaşıtlarıyla birlikteliği, bir süre daha kısa da olsa
çocuğun ilk toplumsal deneyimlerini oluşturuyor. Bu dönemde yaşıt çocukların
çatışmalarını tatlıya bağlamak ve önlemek için, yetişkin yardımına gereksinim vardır.
Sevdiği insanlara karşı çelişkili duygular içinde olabilen 3 yaş çocuğunda, zaman
zaman öfkeli ve saldırgan tepkiler görülebiliyor. Böyle de olsa anne babası sakin,
yardım sever, sorumluluk sahibi, sevgi dolu ise çocuk da bu tutum ve davranışları
benimseme eğilimi gösteriyor. Anne babası bencil, cezalandırıcı ise çocuk, bu tutum
ve davranışları yerleşik hale getirebiliyor. Bu yaştaki çocuk, verilen görevleri sonuna
dek yapamıyorsa da bunlarla kendini tanıma fırsatını elde ediyor. Çocuk, 4 yaşında
başka çocuklarla ilişki kurmada bir önceki yaşına göre daha başarılıdır. Kendisine,
yeterince fırsat tanındığı ölçüde, başka çocuklarla olumlu ilişki kurma becerisini
artırıyor. Grup ilişkileri hâlâ gevşekliğini sürdürüyor; ancak yaşıtlarıyla birlikte
oynama süresinde artış gözlemleniyor. Her çocuğun oyunda kendi isteğinin yerine
getirilmesini beklemesi biçimindeki bencilliği, zaman zaman çatışmalara yol açsa da
bunlar, onun için birer toplumsal deneyim sağlıyor. Çocuk, oyunlarda çatışma
yaşarken, arkadaşlarının da kendisininkiler gibi istekleri olduğunu; onlarla birlikte
olabilmesi için, onların kimi isteklerini yerine getirmesi gerektiğini algılıyor. Bunun
sonucunda kimi isteklerinden vazgeçmeyi ya da kimi isteklerini ertelemeyi
öğreniyor. Çocuk bu yaşlarda, konuşan yetişkini dikkatle gözlemliyor; onun
yaptıklarını yineliyor ve onun toplumsal davranışlarını örnek alıyor. 5 yaşında çocuk,
yakın çevre keşiflerini artırıp genişletiyor. Yetişkin yardımına daha az gereksinim
duyuyor; çevresinin kimi sorumluluklarını üstlenmeye başlıyor. İlk 4 yıla göre bu
ya ş ta ki gelişim, oldukça yavaştır; ancak, çocuk, canlılığını ve neşeliliğini
sürdürmektedir. Kendine güvenli, dostça davranışlarıyla yetişkinleri memnun etmeye
özen gösteriyor. Beceri kazanmak için gereken çalışmayı artık yapabiliyor;
duygularını denetlemeyi başarıyor. İzlediği yetişkin davranışlarını oyunlarında
canlandırmaya çalışıyor. Evin içinde ve dışındaki işlere ilgisi artıyor. Toz almada,
eşyaları yerleştirmede, sofra kurmada anne babaya severek, hoşlanarak yardımcı
oluyor. Bencillik sürse de çocuk, başka çocuklarla birlikte oyun oynamanın daha
eğlenceli olduğunu fark ediyor. Kendi isteklerinin yerine getirilmesi beklentisine
karşın, kümedeki arkadaşlarının isteklerine uymaya çaba gösteriyor. Bisiklete binme,
koşmaca, ip atlama, onun bu yaşta hoşlanarak oynadığı oyunlar arasında yer alıyor.
Her çocuk, oyun içinde kendisinin daha iyi olduğunu kanıtlamaya uğraşmakla birlikte
bu yaş çocukları, oyunda yine de hayli başarılı oluyorlar. Onun için, ilk çocukluk
dönemine oyun çağı da deniyor. Bu dönemde çocuk için oyun gereksinim ve isteği,
doruktadır. O, birçok isteğini oyunda gerçekleştirmektedir. Sevinçlerini, korkularını,
öfkelerini, hoşlandığı ve hoşlanmadığı durumları, olayları, oyunda yaşayarak
rahatlıyor. Oyunla özgürlüğü yaşıyor; birçok bilgi ve beceri kazanıyor; yaratıcı
etkinlikte bulunuyor; arkadaşlarıyla ilişkilerini geliştiriyor. Çocuk, oyun aracılığıyla
düşler dünyası ile gerçekler dünyası arasında köprü kurma ve gelişip olgunlaşma
olanağını elde ediyor. Sevgi, ardından da oyun ve onun sağladığı arkadaşlık
ilişkileri, bu yaşlarda çocuğun en önemli gereksinimleri arasına giriyor. Çocukların
anne babaya bağımlı; çekingen, özgüvensiz kalmamaları, başkalarıyla ilişki
kurmakta zorlanmamaları için bu dönemde ve ikinci çocukluk döneminde doyasıya
oyun oynamaları ve arkadaşlıklar kurmaları gerekiyor. Bu gereksinimler ise en iyi,
çocuk yuvası ve anaokulunda karşılanıyor. Çocukların bu yaşlarda yetişkinlerle de
mutlu ve başarılı ilişkiler kurdukları gözlemleniyor. Yorgunluk, uykusuzluk ve
hastalık nedeniyle arada bir tedirginlik ve küskünlükler yaşansa da bu dönemde ev ve
okuldaki kuralların daha iyi anlaşıldığı ve uygulandığı görülüyor. Çocuğun bu
dönemde duygusal dengesi de iyi bir görüntü veriyor. Ancak, ara sıra yitmekten,
karanlıktan korkuyor. Nedeni konusunda ise, açık bir düşünce ortaya koyamıyor. Bu
durumda yapılması gereken, onunla ilgilenmek ve onu sakinleştirmeye çalışmaktır. İlk
çocukluk çağında kız çocuğu, bir yandan annesiyle özdeşleşirken, bir yandan da
babasına kendini beğendirmek istiyor ve babasının ilgisini çekmeye çalışıyor. Erkek
çocuğu da anneye romantik bir ilgi göstererek anneyi babadan kıskanıyor. Babaya
hem hayranlık duyuyor hem de onu annesiyle kendisinin arasına giren bir rakip olarak
algılıyor. Bu eğilimin güçlendiği durumlarda kız çocuğu da erkek çocuğu da bir
çatışma yaşıyor. Söz konusu çatışmaya Freud Oedipus karmaşası (Oedipus
kompleksi) adını veriyor Bkz. Oedipus karmaşası; üretken dönem. İlk çocukluk
(okul öncesi) döneminin sonu olan 6. yaş, gelişimin çekinceli dönemlerinden biridir.
5 yaşında genel olarak uyumlu, rahat, sakin görünen çocuk, bu yaşın ortalarından sonra
değişiyor; daha hareketli bir çocuk oluyor ve uyumsuzlukları artıyor. 3-6 yaş
çocuğunun merakları ve cinsel sorular da içinde olmak üzere soruları, annesinin
yakınmalarına yol açacak ölçüde artarak, çevresindeki her şeye ilgi duyma noktasına
varıyor. Yeni deneyimler kazanma isteği göstermekle birlikte, deneyime girişirken, bir
yetişkinin yakın bir yerde olmasını istiyor. Pek çok şeyden korkmamasına karşın,
düşsel durumlardan, 5 yaşındaki çocuklardan daha fazla kaygı duyuyor. Hırsızdan,
hayaletten, cadıdan korkuyor. Duyduğu öykülerden, izlediği filmlerden etkileniyor.
Karabasanlı uykudan uyandığında, gördüklerini açıkça anlatabilmesi, anne babasının,
olan biteni anlamasını sağlıyor. Bu dönemde çocuk, ailesine bağımlılığını yavaş yavaş
azaltıyor. Öte yandan, öğretmenini ve arkadaşlarını daha çok önemsiyor.
Arkadaşlarıyla birlikte olma arkadaşlarını daha çok arama isteği güçleniyor. Bir
başına oyun oynamak artık hoşuna gitmiyor; genişleyen oyun gruplarında yer alıyor.
Oyunun kurallarını çocukların kendileri koyuyor. Kız ve erkek çocukların oyundaki
rolleri ve kullandıkları oyun malzemesi farklılaşıyor. Yetişkin denetimindeki
oyunlarda üstlendikleri rolü, başarıyla yerine getiriyorlar. Özellikle 7. yaşa doğru
öğretmen, çocuğun yaşamındaki en önemli kişilerden biri durumuna geliyor. Bu yaşta
çocuğun ev ve okuldaki davranışları arasında kimi kez çelişkiler ortaya çıkıyor.
Örneğin, okulda oldukça uyumlu olan çocuk, evde yaramazlıklarını sıklaştırıyor. İlk
çocukluk dönemine adım atan çocuk, benlik duygusunu hayli geliştirmiş bulunuyor.
Kız ya da erkek olduğunun bilincine varıyor. Daha önceki yıllarda anneye bağımlı
olan çocuk, bu dönemde, kendi cinsinden anne ya da babayla özdeşleşme yoluyla
kendi kişiliğini ve cinsel kimliğini oluşturmaya başlıyor. Kız çocuğu, annesine
öykünerek onun tutum ve davranışlarını benimsemeye uğraşıyor; onun yaptıklarını
yaparak, onun gibi giyinip süslenerek kişiliğini geliştirmeye çalışıyor. Bu hayranlık ve
öykünme ile bilincinde olmadan, annesinin özelliklerini özümseyip içselleştiriyor.
Bebeklerle oynarken, bu özümsediği özellikleri açıkça yansıtıyor. Erkek çocuğu da
babasına öykünmeye ve ona hayranlık duymaya başlıyor. Babayı örnek alıp onun gibi
güçlü olmayı istiyor. Bu amaçla, babasının beğendiği özelliklerini benimseyip
içselleştirerek erkek kimliği geliştirmeye çaba gösteriyor. Ancak, bu özdeşimlerin
olumluluğu, anne babanın sağlıklı birer kimlik ve kişilik sahibi olmasına; kız ve
erkek çocuğunun, anne ya da babasıyla olumlu, yakın ve sıcak ilişki içinde
bulunmasına bağlıdır. Erkek çocuğu, kendisine sevgi, sevecenlik gösteren, kendisiyle
ilgilenen babayı benimsemede zorluk çekmiyor; ona özeniyor ve kendini ona
beğendirmeye çalışıyor. Davranışlarının beğenildiğini gören çocukta özdeşleşme
eğilimi daha da güçleniyor. Babasından korkan erkek çocuğu ise, babadan, olumsuz
ya da benliğine sindirmekte zorlandığı birtakım özellikleri alıyor. Akşamları ya da
hafta sonları, iş dönüşünün yorgunluğu, sinirliliği ile eve dönen kimi babalar,
çocuklarına ilgisiz kalıyorlar. Böyle bir babayla çocuğun yakın, sıcak ilişki kurması,
babanın kişiliğinden kendi kişiliğine olumlu özellikler aktarması zorlaşıyor. Bu
dönemde dengeli, sıcak, içten, sevecen, kararlı annelerin kızları da hayran oldukları
annelerinin birçok özelliğini içselleştirmekte fazla zorlanmıyorlar. Kız ve erkek
çocuğu, aynı cinsten başka yetişkinlerle de özdeşim gerçekleştiriyor. Kendi
cinslerinden öğretmenle, ağabeyle, ablayla, amca ya da dayıyla, halayla, teyzeyle,
hayran oldukları başka bir yetişkinle de gerçekleştirebiliyorlar. c) Zihinsel ve Dilsel
Gelişim: İlk çocukluk döneminde çocuk, zihinsel ve dilsel gelişimde yaşına göre
önemli kazanımlar sağlıyor. Çevresiyle hayli başarılı bir sözlü iletişim kurabilme
düzeyine ulaşıyor. Soru sormaktan, kendisiyle konuşulmasından çok hoşlanıyor. Bu
yolla hem çevreye ilişkin meraklarını gideriyor hem olayların neden, nasıl olduğunu
öğreniyor hem de dili kullanma isteğini gerçekleştirmiş oluyor. Bu yaşlarda dil
gelişiminin asıl belirleyicisi, çocuğun çevresinin dilidir. Çocuğun dil gelişiminin
önemli etkenlerini yetişkinlerin kullandığı dilin niteliği, çocukla konuşma süreleri,
soru sorma ve soruları yanıtlama oluşturuyor. Çocuğun anlamını bildiği sözcük sayısı,
anlatımda kullandığı sözcük sayısını aşıyor. Buna bağlı olarak çocukta görülebilen
konuşma kusurları, çocuğun düşünme hızı ile konuşma hızı dengelendiğinde ortadan
kalkıyor. 3 yaş çocuğu, basit ve kısa öyküleri dinlemekten, basit ezgili şarkıları
yinelemekten hoşlanıyor. Yetişkinlerle birlikte büyük resimli kitaplara bakmak,
resimlerin öykülerini yeniden dinlemek, renkli kalemlerle oynamak, onlarla kâğıtları
çizmek de bu yaş çocuğunun hoşlandığı şeyler arasında yer alıyor. 4 yaş çocuğu, artık
kendi kendine başarılı tepkiler gösteriyor, sorular soruyor, seçimler yapabiliyor,
kendisiyle ilgili bilgi verebiliyor. Bu yaş, çocuğun çok soru sorduğu dönemdir. Bu
dönemde yapılan açıklamaları çocuk ilgi ile dinliyor. 4 yaş çocuğu, birtakım
güçlükleri de olsa, duygu ve düşüncelerini dil aracılığıyla anlatmakta genellikle
başarı gösteriyor. Yetişkin, ondan isteklerini artık mantıklı olarak açıklamasını
bekliyor. Çocuk, bu yaşlarda kendinin ve başkalarının davranışlarını belli ölçülere
göre eleştirebiliyor. Arada bir, küfür sayılabilecek sözcükleri kullandığı, yetişkinlere
karşı çıktığı görülüyor. Bunun başlıca nedenleri, yetişkinlerin kendisine bebek gibi
davranmaları karşısında büyüdüğünü göstermek istemesi; kendini, birçok şeyi
yapabilecek kadar güçlü duyumsamasıdır. 4 yaşında kimi kez düşle gerçek, çocuk
tarafından birbirine karıştırılıyor; düş ürünü olan öyküleri çocuk, kendi başından
geçen olaylarmış gibi anlatılıyor. Bu nedenle anne babalar, çocukları yalan söylüyor
diye kaygıya kapılmamalıdırlar. Bunu zihinsel gelişimin bir aşaması, geçici bir durum
olarak değerlendirmelidirler. 5 yaşındaki çocuk, öykü anlatmaktan da dinlemekten
de hoşlanıyor. Bildiği bir öyküde yapılan değişiklik, bu yaş çocuğunun, bir önceki
yaştaki kadar hoşuna gitmiyor. Evde kitap ve kitap okuyan varsa, kitaba ilgi
belirginleşiyor. Sayı ilgisi de bu yaşta yoğunlaşıyor. Bildiği sayılarla, önüne çıkan her
şeyi saydığı görülüyor. Çocuğun ilgisini çeken uğraş alanlarından diğer ikisi de resim
v e müziktir. Basit ezgileri dinlemek ve yinelemek, renkli boyalarla resim yapmak,
hoşlandığı işler arasında yer alıyor. 6 yaşındaki çocuğun düşünceleri artık
gerçekçidir. Önüne çıkarılan engeller, yasaklar karşısında sıklıkla “Neden?” sorusunu
soruyor, her şeyle ilgileniyor. İyi bir okul, bu yaş çocuğuna çok yararlar sağlıyor;
istekli olduğu için, çocuğa yeterince öğrenme ve gelişme olanağı veriyor. Dönemin
sonuna doğru çocuklar, kalemi, fırçayı daha ustaca kullanıyorlar. Resimde neleri
çizdikleri, daha kolay anlaşılıyor. Bkz. CHOMSKY, Noam. 3) İkinci Çocukluk
Dönemi (second childhood era): İki ayrı özellik göstermesi nedeniyle bu dönem 7-9
ve 10-11 yaşlardaki gelişim dönemlerine ayrılıyor ve ilkine geç çocukluk dönemi;
ikincisine de ergenlik öncesi dönem (önergenlik dönemi) deniyor. İkinci çocukluk
dönemi, ilköğretimin birinci kademesini kapsıyor. Bu dönemin bedensel ve devimsel,
toplumsal ve duygusal, zihinsel ve dilsel gelişim özellikleri şöyle özetlenebilir: a)
Bedensel ve Devimsel Gelişim: 7-9 yaşlarında büyüme yavaşlıyor. Bedensel ve
devimsel gelişim, iki cinste genellikle farklı biçimde sürüyor. Doğuştan bu yana
görüldüğü gibi, bu yaşlarda da erkek çocukları, yaşıtları olan kız çocuklarına göre
daha iri; bedensel bakımdan kızlardan daha güçlü ve daha etkin oluyorlar. Bu çağın
önemli gelişim görevleri arasında da yer alan oyun, ilköğretimin birinci kademesi
boyunca önemini koruyor. İki cinsin oyunları, 9-10 yaşlarında, belirgin bir biçimde
ayrılıyor. Kızlar, dramatizasyona; ritmik beden, jimnastik ve bale etkinliklerine ilgi
duyuyorlar. Erkekler ise daha çok, atlama ve sıçramaları içeren daha hareketli
oyunlara, atletik etkinliklere, takım oyunlarına ilgi duyuyorlar. Beceriksizlik gösteren
kızları, kendi oyun grupları benimserken erkekler, beceriksiz arkadaşlarını dışlıyorlar.
Yüzme, bu yaşlarda iki cinsin de severek gerçekleştirdiği bir spordur. Okuldan, oyun
v e sporla ilgili çevre olanaklarını öğrencilerine sunması bekleniyor. Okul, yaz
aylarında dinlenme yerlerine gidemeyen öğrencilerini izci, gençlik kamplarından;
sağlayacağı çeşitli oyun, eğlence ve spor etkinliklerinden yararlandırmalıdır. Erkek
çocukları, okul ve mahalle arkadaşlarının yanında, zorlayıcı güç gösterilerini ve oyun
becerilerini sergileme eğilimlerini hâlâ koruyorlar. Bunlardan aşırı etkin olanlar, oyun
arasında dinlendirici etkinliklere gereksinim duyuyor. Çocukların trafik kazalarından
korunması, oyun alanlarında ve trafikteki kaza ve yaralanmalara karşı önlem alınması
için öğretmenlere ilk yardım becerisi kazandırılması, bu dönemin önemli bir
gereksinimini karşılıyor. Çocukların görme, işitme sorunlarının zamanında çözülmesi;
diş, göz ve kulak sağırlıklarının korunması için bu gelişim döneminde, belli
aralıklarla sağlık taramalarının yapılması gerekiyor. Görme ve işitme sorunu olan
öğrencilerin ayrıca, sınıfta uygun yere oturtularak, sıklıkla öğretmenle göz göze
gelmeye alıştırılması, bunların öğrenmelerini kolaylaştırıyor. Öğretmenler,
gelişimlerini henüz tamamlamamış olan bu sınıflardaki öğrencileri, küçük kasların
eşgüdümünü gerektiren resim ve müzik çalışmalarına gereğinden çok zorlamamaya
dikkat etmelidirler. Beslenme, bu çağ çocukları için de özen istiyor. Çocukların ve
ailelerin, bu konuda bilinçlendirilmesi görevi ise, okula düşüyor. Besleyici değeri
yüksek ve ucuz besinler, gizli açlık ve şişmanlık gibi konularda anne babaların uzman
aracılığı ile aydınlatılmasının sağlanması da okuldan bekleniyor. Okulun, öğretmen ve
yöneticinin bu konuda göstereceği duyarlık, çocukların hem ruh sağlığı hem de beden
sağlığı açısından büyük bir önem taşıyor. İlköğretimin ilk 3 sınıfının öğrencilerindeki
yavaş büyüme, 4. ve 5. sınıflarda yerini daha hızlı büyümeye bırakıyor. Kızlar,
erkeklere göre 1-2 yıl önce ergenliğe hazır duruma geliyorlar. Kızlarda boy
birdenbire artıyor ve ikincil cinsel özellikler ortaya çıkmaya başlıyor. Erkekler,
çocuk yapılarını korurken kızlar, daha kadınsı bir yapı kazanıyorlar. Vücut, bu yaş
çocuklarında, önceki yıllara göre, hastalıklara karşı daha dirençli duruma geliyor.
Beden kimyası, kızların kemik yaşını erkeklerinkinden bir iki yıl daha ilerde
götürüyor. Eklemler, her iki cinste de henüz yumuşaktır. Onun için bu yaşlarda
çocukların, ağır yük kaldırmamaları; kamburlaşarak oturmamaları ve kambur
yürümemeleri gerekiyor. Bu dönemin sonunda çocuklar, süt dişlerinin yerine asıl
dişlerine kavuştukları için, diş bakımını, dengeli beslenme ve düzenli süt içmeyi
alışkanlık haline getirmelidirler. Çocuklara sokaklarda, denetimsiz yerlerde satılan
kimi yiyecek ve içeceklerin zararları anlatılmalıdır. b) Toplumsal ve Duygusal
Gelişim: Toplumsal ve duygusal gelişim, ikinci çocukluk döneminde önceki
dönemden daha farklı kazanımlarla sürüyor. Anaokuluna gitmemiş olan ve 6 yaşını
bitirdiğinde okula başlayan çocuğun karşısına öğretmen, yeni bir otorite olarak
çıkıyor. Böylece çocuk, anne babasının yanı sıra, beğenme düzeyi ve istekleri anne
babasınınkinin üzerinde olan öğretmeninin de etkisi altına girmiş oluyor. Kendini
beğendirmek amacıyla evde ve okulda, bu üç yetişkinin beklentilerine de uymaya
özen gösteriyor. Öğretmeninin kendisini beğenmesi, çocuğa ayrı ve daha farklı bir
güven sağlıyor. 6 yaşını tamamlayan çocuğun okul olgunluğuna ulaşıp ulaşmadığının
asıl belirleyicisi, onun duygusal ve akılsal gelişim (psikolojik olgunluk) düzeyidir.
Okul ortamı, okula yeni başlayan çocuklar için, bir anlamda tehdit kaynağıdır. Ancak;
öğretmenin bilinçli, sıcak ilgisi ve yaratacağı oyun ortamı, çocuğu kısa sürede
rahatlatabilmektedir. Temel güven duygusunu, bağımsızlık ve girişim duygusunu
edinememiş; güvensizlik, utanç ve kuşkuculuk ile suçluluk duygularını yaşamakta olan
çocukların okula uyumları, daha geç ve güç oluyor. Olumlu gelişim gösteren
çocuklar, ev ve okulun yaratacağı uygun duygusal ortamın yardımıyla, bu yıllarda da
yetersizlik duygusunun yerine, çalışma ve yapıcılık duygusunu yerleşik davranış
durumuna getirme savaşımını sürdürüyorlar. 6 yaşını tamamlayan çocuğun kazandığı
okuma yazma, aritmetik, oyun ve iş becerileri, onun yetersizlik duygusuna karşı
çalışma ve yapıcılık duygusu geliştirmesini destekliyor Bkz. insanın sekiz çağı.
Okulda arkadaşlarıyla birlikte olmak, birçok şeyi paylaşmak, bu yaşlarda çocuk
için büyük bir önem taşıyor. Çocuk, okul yaşantılarının da katkısıyla benlik gelişimini
v e kendini denetleme gücünü artırıyor; ev dışındaki yaşama uyum göstermesini
sağlayacak davranışlar ediniyor. Bu süreçte çocuğun olumlu davranışlarını övme ve
ödüllendirme, olumsuz davranışlarını cezalandırmaktan daha etkili oluyor. Beğenilen
çocuk olma isteği, ikinci çocukluk döneminde önceki yıllara göre daha da güçleniyor.
Başlangıçta kurala, kural olduğu için uymaya başlayan çocuk, giderek toplumsal
kurallara uymanın bir gereklilik olduğunu kavramaya başlıyor. Bu ilerlemede, 9-10
yaşlarına doğru öğretmenin beğenmesinin yanında, arkadaşlarının beğenmesi de çocuk
üzerinde etkili bir yaptırım gücü olmaya başlıyor. Onun için otoritenin (öğretmenin,
anne babanın), çocuğu başkalarının ve arkadaşlarının yanında beğendiğini belirtmesi,
çocuğun gelişimi açısından önem kazanıyor. 11 yaşından sonra başlayan soyut
düşünme ile de desteklenen toplumsal gelişim, çocuğu sonraki daha ileri gelişime ve
uyum becerisine hazırlıyor. Evde sevgi ve güvenlik gereksinimi yeterince karşılanan
çocuklar, okulda neleri yapacakları, neleri yapmayacakları, kendilerine nedenleriyle
birlikte açıklandığında, içten bir istekle toplumsal kurallara uyma çabası
gösteriyorlar. Evde yeterli sevgi ve ilgiden yoksun bırakılmış çocuklar ise, arayı
kapatabilmek için, öğretmenin özel ilgi ve sevgisine gereksinim duyuyorlar. Aşırı
sevgi gösterilmiş, aşırı korunmuş olan ve sağlık sorunu bulunan çocuklar da
öğretmenin gösterdiği eşit sevgi ve ilgiyi yetersiz buluyorlar. Ancak, öğretmenin, bu
konuda dikkatli olması; bunlara daha çok sevgi, ilgi göstermek gibi sakıncalı
davranıştan uzak durması gerekiyor. Çünkü onlara daha çok sevgi ve ilgi
gösterdiğinde, öbür öğrenciler, bu davranışı imrenme ile; giderek de düşmanlık
duyguları ile izlemeye başlıyorlar. Bir başka sakınca daha ortaya çıkıyor: Bu tutum,
özel ilgi gören öğrencilerin bağımsızlık kazanmalarını zorlaştırıyor. Söz konusu
çocuklar için oyunla tedavi, en yararlı eğitim oluyor. 10. yaştan sonra çocuk için
arkadaş seçimi, güçlü bir gereksinime dönüşüyor. Bu gereksinimin yanı sıra,
kurallara uyma, bir gruba ait olma ve özverili davranma, çocuğun değerlerini
paylaştığı grupla özdeşleşmesini sağlıyor. Çocuk, anne baba ve öğretmen
değerlerinden başka, arkadaş değerlerini de içselleştirdikçe kişilik gelişimini önemli
bir aşamaya taşıyor. Onu artık, edindiği bu değerler yönetiyor. Geldiği bu nokta,
çocuğun ahlak gelişiminde de önemli bir aşamadır. Çocuğa, yetişkinlik yıllarında
başkalarını düşünme, toplumsal ve ahlâksal değerler düzeyine ulaşabilme kapısı,
bu aşamaya geldiğinde açılmış oluyor. Bu önemli gelişim görevini yerine
getirebilmeleri için, her öğrenciyi bir grubun üyesi yapmaya, grup içinde çalışmaya,
gruba bir şeyler vermeye, grup için özveride bulunmaya yönlendirme görevi, yine en
çok öğretmene düşüyor. Bir grubun üyesi olma, grup için özveri göstermekten
çekinmeme, çete gruplarının oluşmasına da ortam yaratabiliyor. Bu nedenle suça
eğilimli önderlerin yönetimindeki zararlı gruplar olan çetelerden çocukların uzak
kalmaları konusunda ailelerin ve okulun dikkatli olması gerekiyor. Okul, bu konudaki
en sağlıklı önlemi, sınıf içinde ve dışında gerçekleştireceği tüm eğitim öğretim
etkinliklerini bu yaş çocuklarının bir gruba ait olma gereksinimlerini de karşılayacak
düzenli, sürekli ve etkili çalışmalarla alabiliyor. 7-11 yaşlar, çocukların aynı cins
arkadaşlıklarına önem verdikleri, karşı cinsle yarışmaya giriştikleri yaşlardır.
Yarışmalar, karşı cinsi itmeye, gerginlik yaratmaya; kimi kez, karşı cinsi aşağılayıcı
ve incitici sözler söylemeye bile varıyor. Kızlar, erkekleri genellikle kabalık,
terbiyesizlikle; erkekler de kızları beceriksizlik, dayanıksızlık, aşırı incelik
göstermekle suçluyor; onların konuşma ve davranışlarını alay konusu ediyorlar. Bu
tepkiler, uzun sürede gerçekleşen ve kendi cinselliğini kabul etme anlamındaki
gelişim görevinin belirtileridir; bu nedenle de sağlıklı bir çabadır. Onun için bu
ayrışma, bir süre için iyiye yorulmalıdır. Bu eğilime bağlı olarak, bu dönemle birlikte
iki cinsin oyun becerileri de iki ayrı yönde gelişim gösteriyor. Bu yaşlarda toplumsal
ve ekonomik konumları, zekâ ve başarı düzeyleri, ilgileri ve yaşları birbirine yakın
çocuklar arasında, doyurucu ve eğlendirici arkadaşlıkların ve oyun gruplarının
kurulduğu görülüyor. İtilmiş çocukların ise kendi aralarında arkadaşlık kurdukları
gözlemleniyor. Bu eşit düzeylerdeki arkadaşlıklar, gelişimi olumlu yönde etkiliyor.
Önder nitelikli çocuklar da iş bölümüne ve ortak sorumluluğa açık demokratik
yaşantılarla beslenmiş oluyorlar. Az gelişmiş olmaları ve beceriksizlik göstermeleri
nedeniyle oyuna alınmadıkları ya da oyundan atıldıkları için yalnızlık ve acı çeken
çocukları, kendi aralarında oyun kurmaya yöneltmek, olumlu sonuçlar veriyor. Varsa,
gözlük ve kulaklık kullananları duygusal yönden; sınıfı da bu konuda toplumsal açıdan
hazırlayarak, bunların öğrenciler arasında bir iletişim ve gelişim sorunu yaratmaması
için gereken önlemlerin alınması öğretmenin görevidir. Ancak, bunu yaparken
öğretmen, abartılı tutumlardan uzak durmaya özen göstermelidir. c) Zihinsel ve Dilsel
Gelişim: Bu gelişim, ikinci çocukluk döneminde çok sayıda somut öğrenme
etkinliğinin desteği ile gerçekleşiyor. 6-8 yaş çocuklarına buna bağlı olarak, hayat
bilgisinde, daha sonra da sosyal bilgiler ve fen bilgisinde her fırsatta gözlem, iş ve
deney yaptırılıyor ve öğrenme konuları yaşatılmış oluyor. Aritmetik dersinde sayma
ve işlemlerin, sayı ve zaman kavramının kazanımı için de çokça somut çalışma ve
karşılaştırmalara, katlamalı kestirimlere yer veriliyor. Aynı amaçla Türkçe ve öbür
derslerde de somuttan yola çıkan ve öyle sürdürülen çalışmalara ağırlık tanınıyor.
Çünkü çocuk, çok boyutlu ve mantıklı bir düşünme biçimi olan soyut düşünme
basamağına, gözüyle ve öbür duyu organlarıyla algılayabildiği varlık ve olaylar
üzerinde yeterli somut çalışmalar yaparak, gerekli algıları edinerek geçebiliyor. Onu
bu basamağa, bu zengin algılamalar, gerçekleştirilen somut örneklere dayalı sözel
açıklamalar ve gösteriler hazırlayabiliyor. Üstün özel yetenekler, daha erken yaşta
kendini belli etmekle birlikte, bireyde ilgi ve yetenekler genellikle soyut düşünme
basamağına ulaşıldıktan sonra yerleşiklik ve süreklilik kazanıyor. Okul, baştan beri
çocuğun yalnızca zihinsel (akademik) gelişiminden sorumlu değildir; çocuğun zihinsel
ilgi ve yetenekleri dışındaki ilgi ve yeteneklerine de eğilmek ve onları da geliştirmek
zorundadır. Bu görevini yapmayan okul, çocuğun gelişim alanlarını daraltmış oluyor.
Öğrencinin tüm ilgi alanlarını ve onların ardındaki yeteneklerini keşfederek o
alanlarda da kendini geliştirmesine fırsat ve ortam hazırlamak, gerekli yaşantıları elde
etmesine yardımcı olmak, okulun temel görevlerinden biridir. Bunun
gerçekleştirilmesi, çocuğun yeterlik duygusunu, buna bağlı olarak da özgüven ve
özsaygısını güçlendiriyor. Okul başarısının temeli olan okuma yazma ve aritmetikle
ilgili beceriler, bu çağın başta gelen gelişim görevlerindendir. Onun için birinci
sınıfa, takvim ve zekâ yaşı en az altı buçuk olan çocuklar alınıyor. Bu çocukların söz
konusu becerileri, zorlanmadan edinmeleri sağlanıyor. Yoksul çevrelerle kırsal kesim
çocuklarının bu konudaki eksiklikleri de özel çabalarla giderilmeye çalışılıyor.
Çocuklar, beşinci sınıfta soyut düşünme basamağına geçtikten sonra da somut
düşünmeyi geliştirici çabaların sürdürülmesi gerekiyor. Bir yandan varlık ve olayların
görünen özelliklerine dayanarak yargı yürütme sürdürülürken bir yandan da varlık ve
olayların görünmeyen gerçekleriyle ilgili düşünce üretilmeye ve yorum yapılmaya
çalışılıyor. Çocuk, varlık ve olaylara ilişkin yeterli yaşantılar kazandığı oranda
kavramsal gelişimi ni hızlandırıyor ve kendine soyut işlemlerde de başarılı olma
yolunu açıyor. Tüm derslerde, zengin algılama sağlayacak olan gözlem ve deneyleri,
iş yapmayı ve başka somut çalışmaları, rahat ve sağlıklı öğrenme ortamında
gerçekleştirmek, çocuklar için hem yeterli bir öğrenme hem de özgüven sağlıyor. Bu
olanaklarla çocuklar, yanlışlarının nedenleri üzerinde akıl yürütme yetisini de
geliştirme fırsatını da kullanmış oluyorlar. Soyut düşünme alıştırmalarının yanı sıra,
sıklıkla somut çalışmalara da yer verilmesi, soyut düşünmenin en önemli aracı olan
kavramların içerik eksikliklerini giderme ve yeni kavramlara alt yapı oluşturma
açısından büyük önem taşıyor. Örneğin, sayı ve zaman kavramlarının geç ve güç
gelişen kavramlar olduğunu bilen anne baba ve öğretmenler, çocuklara gerekli somut
yaşantıları yeterince sunmayı sabırla sürdürüyor, onları gereksiz yere zorlamaktan
uzak duruyorlar. Kitap, zekâ ve dil gelişiminde, duygu, sezgi ve düşüncelerin
zenginleşmesinde baş etkenlerden biridir. Bu yaşların, çocuğa okuma sevgisi
kazandırmak için en uygun zaman olduğu biliniyor. O nedenle anne baba ve özellikle
öğretmen, bu konuda da büyük bir sorumluluk taşıyor demektir. 6-9 yaşlarındaki
çocuklar, hayvan masallarını; çocukları, hayvan–insan dostluğunu konu alan öykü ve
romanları ilgiyle okuyorlar. 10-11 yaşlarındaki çocuklar, en çok, başkişisi çocuk
olan serüven kitaplarından hoşlanıyorlar. Bunu, yiğitlik destanlarına, yiğitlikleri
anlatan, gizlerle dolu romanlara gösterilen ilgi izliyor. Kızlar, ergenlik öncesinde aşk
romanlarına ilgi duyuyorlar. İlk sınıflardaki iri puntolu, bol resimli kitaplar, bu
yaşlarda yerlerini, daha az resimli ya da resimsiz ve daha küçük puntolu kitaplara
bırakıyor. Dil gelişimi, önceki yıllardan daha hızlı olan 7-9 yaşlarındaki çocuklar,
konuşmakt a n , soru sormaktan da çok hoşlanıyorlar. Oysa onların özellikle
dinlemeye, öğrenmeye gereksinimleri bulunuyor. Bu gereksinimlerinin karşılanması
için de görev, yine en çok öğretmene düşüyor. Son yıllarda çocuk edebiyatı, ülkemizde
de hızla gelişiyor. Öğretmen, nitelikli çocuk kitaplarını okuyup öğrencilerine
bunlardan düzeylerine uygun olanları okumalarını sağlamakla onlara hazine değerinde
bir armağan sunmuş oluyor. Ülkemiz, insanları en az kitap okuyan ülkelerden biri
olmaktan, özellikle öğretmenlerin ve anne babaların bu konudaki bilinçli çabalarıyla
kurtulacaktır. İlköğretimin 6. 7. 8. sınıflarında okumayı artık hoşlanılan bir uğraş
haline getirmiş olması gereken çocukların, çekicilik ve anlama kolaylığı bakımından
sıraya konmuş olan Türk ve dünya yazınından seçilmiş kitapları okumaya geçmeleri
sağlanmalıdır. Adları çocuk klasiğine çıkmış kitapların birçoğu, büyükler için
yazılmıştır. Robinson Kruzo, Define Adası, Güliver’in Gezileri, Don Kişot, Tom
Sawyer’in Serüvenleri, Arı Maya, Hayvan Çiftliği, La Fontaine Masalları (Orhan
Veli Kanık), Paul ve Virginie bunlardandır. Türk yazarlarından Yılkı Atı (Abbas
Sayar), Eflatun Cem Güney’in yazdığı masallarımız, Anadolu Masalları (Tahsin
Yücel), Nasrettin Hoca Fıkraları (Orhan Veli Kanık), Dede Korkut Hikâyeleri
(Cevdet Kudret) de klasikleşen ürünlerimizdendir. Üç Anadolu Efsanesi (Yaşar
Kemal), Ağrı Dağı Efsanesi (Yaşar Kemal), Aziz Nesin’in Şimdiki Çocuklar Harika
adlı yapıtı ve öteki yapıtlarından birçoğu, Muzaffer İzgü’nün, Gülten Dayıoğlu’nun
çocuk kitapları gibi başka birçok kitap da çocuklarca zevkle okunuyor. Evde bilinçli
anne baba, okulda öğretmen, çocuklara okumayı sevdirmek için bir kitabı bir yere
kadar okuyup, arkasını çocukların okumasını istiyor. İyi seçilmiş kitapları çocuğa
okutup dinliyor. Çocuktan, okuduğu kitabı kendisine anlatmasını, o kitaba ilişkin duygu
ve düşüncelerini yazmasını istiyor. Çocukların okumasını istediği bir kitapta geçen
çok ilginç bir bölümü çocuklara okuyarak ya da anlatarak, onların o kitaba ilgisini
çekiyor. Okuduklarını eleştirebilme, tartışabilme, yorumlayabilme yeteneği
kazandırılmış olan çocuklar için zararlı kitap diye bir tehlike, tehlike ortadan kalkmış
oluyor. Ancak, insan ömrü, dünyadaki en iyi kitapların bile çok azını okumaya yetecek
kadar kısa olduğuna göre, kitap okumada titiz bir seçici olmak gerekiyor. Sınıfta
yapılan kitap tartışmaları, öğrencilere birçok beceri kazandırıyor. Okuma
alışkanlığını pekiştirme, nitelikli kitap kavramını geliştirme; düşünme, sorgulama,
duygularını dile getirme, konuşulanları dinleme, konuştuklarını dinletme, bu
becerilerin belli başlılarını oluşturuyor. Bu yaşlarda zekâ gelişiminde etken olan diğer
önemli araçlar radyo, televizyon sinema ve bilgisayardır. Bunların dördü de sınırsız
eğitici, öğretici ve eğlendirici olanaklara sahiptir. Radyo, çocuklara yönelik müzik,
oyun, açık oturum, haber ve öteki sunumlarıyla onların düşünsel, duygusal ve imgesel
gelişimini sağlamada oldukça etkili bir araçtır. Yeter ki, yetişkinler, çocukları
radyonun çocuk programları gibi yararlı yayınlarını dinlemeye alıştırsınlar ve onların
seçici olmayı kavramasını sağlasınlar. Televizyon ve sinemanın ise, hem göze hem
de kulağa hitap etmeleri nedeniyle kendiliğinden ilgi kaynağı olma özellikleri
bulunuyor. Okul öncesinde özellikle çizgi filmleri hoşlanarak izleyen çocuklar,
bunlara, giderek çocuklarla hayvanların arkadaşlığı, güldürü konulu film ya da dizileri
de katıyorlar. Serüven ve kovboy filmleri, polis dizileri, uzay yolculuklarıyla ilgili
düşsel ve kurgusal filmler, ilköğretimin ilk kademesinde çocuklarca ilgiyle izleniyor.
Filmlerdeki üstün yetenekli, korkusuz ve doğruluktan yana, büyüleyici kişileri,
çocuklar, oyunlarına da yansıtıyorlar. Bu oyunlarda ilgi çeken yan, hemen her
çocuğun, güçlü ve gücünü doğruluk yolunda kullanan kişinin rolünü üstlenmek
istemesidir. Bu gözlem, filmlerdeki olumlu yiğitlik gösterilerinin çocuklar için zararlı
olmadığını; tersine, bu filmlerin, içlerindeki saldırgan dürtüleri boşaltmalarına yardım
ettiğini gösteriyor. Ancak, doğru amaçlar için her yol ve yöntemin geçerli olduğunu
telkin eden filmler, bunların dışındadır. Öldürme, boğma, şişleme, işkenceyle
konuşturma, öldüresiye dövme ve cinsel ilişkilerin konu edildiği filmler ise, çocukları
tedirgin ediyor, onları olumsuz etkiliyor. Çocuklar, uzun süre bunların etkisinden
kurtulamıyorlar. Onun için küçük çocukların bir an önce bu tür filmleri izlemelerinin
önüne geçilmesi gerekiyor. Özellikle televizyondan nasıl yararlanacağı konusunda
bilinçlendirilmeyen, televizyon başında gereğinden çok zaman geçiren çocuğa bu araç,
yarar yerine zarar veriyor. Çocukların televizyona tutsak olmasını istemeyen anne
babalar, bu tür tutsaklıktan, önce kendilerini kurtarmayı başarmalıdırlar. Evde anne
baba ve çocukların, yan yana değil, yüz yüze birlikte yaşayacak zaman
bulabilmelerinin koşullarından birisi de budur. Sürekli televizyon izlemek, insanı
uyuşturuyor; belli beğeni ve görüşlere koşullandırıyor; düşünme, araştırma, düşünce
üretme ve bunları yaşama geçirme olanaklarından uzak tutuyor. Çağın en önemli
buluşlarından biri olan bilgisayarın da iyi kullanılmadığı zaman zararlı ve tehlikeli bir
araç durumuna geldiği biliniyor. Bilgisayarı yararlı biçimde kullanması için çocuk
ve ergene bilinçli bir destek sağlamak, birincil işlerden biridir. Bu yapılmadığında
çocuk ve ergen, sanal bir dünyaya bağımlı kalabiliyor ve toplumsal yaşamdan
kopabiliyor. Bilgisayarda yararlı, tutarlı bilgiler dururken o, gücünü ve zamanını
zararlı uğraşlarla tüketiyor. Bkz. çocuk kitaplarında bulunmaması gereken özellikler;
çocuklara okutulacak kitapların nitelikleri. 4) Ergenlik ve Delikanlılık Dönemi
(puberty and adolescence era): Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin 1. maddesinde,
“Bu sözleşme uyarınca çocuğa uygulanabilecek olan kanuna göre daha erken yaşta
reşit olma durumu hariç, on sekiz yaşına kadar her insan çocuk sayılır.” yargısı yer
alıyor. Bununla birlikte, ayrıntılı bir adlandırma ile 12–14 yaşlar arasına genellikle
ergenlik (puberte, ilkgençlik, yeniyetmelik) dönemi deniyor. 15-20 yaşlar arasına
delikanlılık (gençlik) dönemi; 21–25 yaşlar arasına da uzamış gençlik dönemi
(yüksek öğrenim gençliği) adı veriliyor. Bu dönemlerin başlangıç ve sonuç rakamları
kesinlik taşımıyor. Ergenlik ve gençlik döneminin özelliklerin i özetle şunlar
oluşturuyor: İnsan yaşamının güzel, güçlü ve umutlu yılları olan ergenlik ve gençlik
dönemleri, aynı zamanda bir bunalım dönemi olarak yaşanıyor. Bunalım, yalnızca bu
döneme özgü değildir. Bebeklikten ilk çocukluğa; oradan ikinci çocukluk, ergenlik,
gençlik, orta yaşlılık ve yaşlılığa; öğrencilikten iş yaşamına, emekliliğe; bekârlıktan
evliliğe geçişte de belli bunalımlar yaşanıyor. Erikson, insanın sekiz çağının her
birinde bir bunalımın alt edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Bir dönemden öbürüne
geçişte, yeni dönemin koşullarına uymak, yeni tepki biçimleri, yeni alışkanlıklar
edinmek gerekiyor. Bu da belli bunalımların yaşanmasına yol açıyor. Hızlı büyüme ve
gelişimin gerçekleştiği; kız, erkek cinsel özelliklerinin belirdiği ergenlik dönemine
kızlar, erkeklerden 1-2 yıl önce giriyor; cinsel olgunlaşmalarını erkeklerden 1-2 yıl
önce tamamlıyorlar. Bu dönem, 12-14 yaşları arasında ( 2-3 yıl) yaşanıyor. Ergenliğe,
12. yaşa doğru gerçekleşen erinlik (buluğ) ile giriliyor. Erinliğe girişin
belirleyicisi, kızlar için ilk aybaşı kanaması (âdet görme); erkekler içinse sperm
çıkarmadır. Ergenlik, ilköğretimin ikinci kademesini; ilk gençlik, ortaöğretimi ve
yüksek öğretimin ilk yıllarını; uzamış gençlik de yükseköğretimin son yıllarını
kapsıyor. Ergen ve Gençten Beklenen Gelişim Görevleri: (1) Cinsel kimliğini
benimsemek, buna uygun davranış örüntüleri geliştirmek. (2) Kişilik bağımsızlığını
kazanma yolunda ilerlemek; bunun sonucu olarak, kendisiyle ilgili kararları kendisi
verebilmek. (3) Yaşıtlarınca benimsenen arkadaşlık, önderlik ve işbirliği yapma
yeteneklerini edinmek. (4) İlgi ve yeteneklerine uygun bir mesleğe yönelmek. (5) Bu
döneme özgü sorunlarını başarıyla çözmek; çatışan değerleri uzlaştırarak kendine
özgü bir yaşam felsefesi oluşturmak. (6) Kimlik karmaşasına karşı benlik kimliğini
geliştirmek. Bkz. insanın sekiz çağı. a) Bedensel ve Devimsel Gelişim: Ergenlik
döneminde bedensel ve devimsel gelişim, bir önceki döneme göre daha hızlıdır.
Ancak, ergenliğin başlarında (önergenlik yıllarında) kız ve erkekte boy, ağırlık artışı,
kıllanma, göğüslerin büyümesi gibi ikincil cinsel özelliklerle yumurta ve sperm
oluşumu gibi birincil cinsel özellikler, yeterince gelişmemiştir. Hormonal yapı, henüz
üreme hücrelerinin sağlıklı bölünme yapabilmesini sağlayacak düzeye ulaşmamıştır.
Kızlarda ergenliğin ilk yıllarında dölyatağı, yetişkinlikte ulaşacağı büyüklüğün yarısı
kadardır. Önergenlikte birdenbire başlayan boy artışı, kızlarda ilk aybaşı
kanamasından sonra gittikçe azalarak sürüyor. İçsalgı bezlerinin etkinliğindeki
karışıklık nedeniyle ter ve yağ bezleri, aşırı etkinlik gösteriyor. Erin oluşta boy ve
kilo artışından çok, iskelet yaşı önemli bir göstergedir. Bu sırada, genel sağlık durumu
da önemli bir etken olarak öne çıkıyor. Üst toplumsal-ekonomik düzey çocukları, orta
ve alt kesimden olan çocuklara göre, ortalama üç ay kadar önce erin oluyorlar.
Ergenlikte hipofiz bezinin salgıladığı hormonların etkisiyle kızlarda yumurtalıklar,
erkeklerde de erlik (testis) çalışmaya başlıyor. Cinsel organlar büyüyor. Tiroit bezi
ve böbreküstü bezleri de hipofiz bezinden gelen uyarıyla salgılarını artırıyor. Islak
rüyalar görülmeye başlanıyor. Erkeklerde bıyık terliyor ve sakal çıkıyor. Apış arası
ve koltuk altları kıllanıyor. Yüzde burun ve çene büyüyor. Omuzlar genişliyor. Ses
çatallaşıp kalınlaşıyor. Kızlarda kalçalar genişlerken ar tepesi ve koltuk altları
kıllanıyor. Memeler büyüyor ve gelişiyor. Memelerin çıkmasından bir yıl kadar sonra
ilk aybaşı kanaması görülüyor. Ondan yaklaşık bir buçuk yıl sonra da yumurtalıklar
çalışarak, döllenmek üzere, döl yatağına yumurta gönderiyor. Bu gelişmelerle kızın
beden görünümü son biçimini almış ve cinsel olgunlaşması tamamlanmış oluyor.
Aybaşı kanamaları, birkaç yıl erken ya da geç başlayabiliyor. Ergenin bedensel
büyümesi ve cinsel gelişimi de buna bağlı olarak daha erken ya da daha geç
gerçekleşebiliyor. 11–16 yaşlarındaki hızlı büyüme , daha yavaş olarak 18–20
yaşlarına dek sürüyor. Olumsuz beslenme ve iklim; kalp, böbrek, karaciğer ve kemik
hastalıkları, büyümeyi ve cinsel uyanışı geciktirebiliyor. Son yüzyılda, iyi
beslenmenin etkisiyle ergenlerin boy ortalamaları artmış; cinsel olgunlaşma yaşı da
düşmüştür. Cinsel değişimlerle başlayan bedensel büyüme ve cinsel olgunlaşma,
ergenlik ve delikanlılık dönemlerinde de sürüyor. Ergenlik ve delikanlılık dönemleri,
çocukluk hastalıklarının geride kaldığı, yetişkinliğe ilişkin hastalıkların da
görülmediği sağlıklı bir dönemdir. Bu yıllarda görülen ölümlerin başlıca nedeni, ya
araba kazaları ya da intiharlardır. Belki de tek ergenlik hastalığı, erkeklik (androjen)
hormonları ve dişilik (estrojen) hormonlarının dengesizliğinden ileri geldiği sanılan
ergenlik sivilceleridir. Hızlı büyüme nedeniyle ergen, yetişkinin gereksindiği 3 bin
kaloriden 500-800 kalori daha fazla kaloriye gereksinim duyuyor. Ergenin, protein,
yağ, şeker, mineral ve vitamin gibi temel besin maddelerini mutlaka alması gerekiyor.
İskelet gelişimi için D vitamini ve kalsiyum gereksinimi karşılanmalıdır. Abur cubur
yeme alışkanlığı nedeniyle bu dönemde çekilen gizli açlığa karşı önlem almak da
unutulmamalıdır. Kimi gençler, bedensel gelişimlerine karşı olumsuz tutum
takınıyorlar. Kızlar, memelerinin birdenbire büyümesinden ya da küçük kalmasından
dolayı kaygı duyuyorlar. Boy uzunluğu ya da kısalığından; yüzdeki sivilcelerden,
şişmanlıktan, zayıflıktan ve terlemeden yakınan ergenler görülüyor. Beden
organlarının oransız büyümesini, boyunun birdenbire uzamasını, memelerinin
büyümesini sorun yapma nedeniyle kambur oturan, hantal yürüyen, sakarlıklar
sergileyen ergenlerin bu konularda uyarılmaya gereksinimleri oluyor. Çünkü bu gibi
yanlış duruş ve düşünüşler, ergenin beden sağlığıyla birlikte kimlik duygusunu da
olumsuz etkiliyor. Gençler ve onların çevreleri bu konularda bilinçlendirildiğinde,
yok yere çekilen bu üzüntüler ortadan kalkıyor. Örneğin, genci tedirgin eden aşırı
terlemenin, gerçekte bir sağlık belirtisi olduğu; gence bu konuda yalnızca temizliğe
dikkat etmesi gerektiği anımsatılmalıdır. Eksik ya da yanlış beslenmeden ileri gelen
zayıflık ve şişmanlık gibi durumlar, alınacak önlemlerle giderilmeli; boy uzunluğu ya
da kısalığının, memelerin büyüklük ya da küçüklüğünün, sorun yaratacak birer olgu
olmadığı kendilerine kabul ettirilmelidir. Herkesin kendi bedensel ve toplumsal-
ruhsal yapısını benimseyip ona uygun bir uğraşa yönelerek kendi mutluluğunu
yaratabileceği, somut kanıtlarla ortaya konulmalıdır. Örneğin, uzun boyun basketbol,
voleybol oynamada çok işe yaradığı anımsatılabilir. Bu olanaktan yoksun olanlara,
başka bir alanda, örneğin zihinsel güç gerektiren bir dalda kendilerini
geliştirebilecekleri bildirilebilir ve bunlar o etkinliklere yönlendirilebilir. Ergen için
sakarlık da önemli bir sorun durumuna gelebiliyor. Çoğu sakarlıklar, vücut
organlarının hızlı ve oransız büyümeleri nedeniyle organlar arasındaki eşgüdüm
zorluklarından kaynaklanıyor. Buna bir de utangaçlık eklenince sakarlık büsbütün
artıyor. Ergen, genellikle bir toplulukta herkesin kendini gözlemlediği kuruntusuna
kapılıyor. Bunda, deneyimsizliğin de önemli bir etkisi oluyor. O nedenle yeni
bedenlerini, yeni duygu, düşünce ve eğilimlerini benimsemeleri için öğretmenler,
rehber öğretmenler, okul yöneticileri ve anne babalar, ergeni bilgilendirme,
destekleme ve ona anlayış gösterme yoluyla yardımcı olmalıdırlar. Çocukları
ilgililer, ergenliğe girmeden önce, ergenlik belirtilerine olumlu bakmaya
hazırlamalıdırlar. Ergenliğe erken ya da geç girenlere de özel yardım sağlanmalıdır.
1-2 yıl erken ya da geç erin olmanın doğal olduğu konusunda; erinlikle birlikte ortaya
çıkan bedensel değişim, ruhsal-cinsel gelişim ve üreme konularında anne baba,
biyoloji öğretmeni ve psikolojik danışman aracılığıyla çocuklar
bilgilendirilmelidirler. Ayrıca, çocuğun ve ergenin cinselliğe ilişkin soruları doğru
yanıtlanarak, bu konuya ilişkin gereksiz korku ve kaygıları dağıtılmalıdır. Cinsellik
konusunda kızları annelerin; erkekleri babaların ya da her ikisini de psikolojik
danışmanın bilgilendirmesi, en doğru olanıdır. Genel gelişim bilgilerini de psikolojik
danışman vermelidir. Bkz. çocuk ve ergenin ruhsal-cinsel gelişimi. b) Toplumsal ve
Duygusal Gelişim: Ergenlik döneminde toplumsal ve duygusal gelişim açısından 12
yaş dolayında kızlar, hayli evcilleşmiş, olgunlaşmışken bu yaştaki erkeklerin çoğu
daha ergenlik öncesi dönemi yaşıyor. Ergenliğe girip ilk cinsel olgunlaşma
belirtilerini göstermeye başladığı aylarda ergen, kısa bir süre arkadaşlarına ilgiyi
azaltıp içine kapanıyor; birkaç ay sonra, yeniden aynı cins arkadaşlığına dönüyor. Bir
yandan da karşı cinse ilgi duymaya başlıyor. Ancak, bu ilgi başlangıçta, ergenliğin
son yıllarındaki kadar açık değildir. 1-2 yıl daha erken olgunlaşmaları nedeniyle
kızların, üst sınıflardaki erkekler ilgilerini çekiyor. Ergenler, cinsel özelliklerinin
ortaya çıkışının yanı sıra, kendi cinsinden anne babalarıyla özdeşleşmeyi sürdürerek
cinsel kimliklerini kazanıyorlar. Dengesiz, ilgisiz, zor beğenen anne babaların
çocukları, bu konuda sıkıntı çekiyorlar. Kadın ve erkek kimliğinin sağlıklı, açık bir
biçimde yaşandığı ailelerde ergenler, fazla zorlanmadan kendi cinslerine özgü
davranış örüntülerini yerleşik duruma getiriyorlar. Ayrıca, evdeki abla, ağabey ile de
özdeşim sağlanabiliyor. Karşı cinsten bir çocuğunun olması isteğini her fırsatta ortaya
getiren; ama beklediği gerçekleşmeyen anne baba, çocuğunu bu özlemine uygun bir dış
görünüme sokarak büyüttüğünde bu çocuk, cinsel kimlik kazanmada zorluk çekiyor;
kimi zaman da cinsel kimlik kazanma başarısını gösteremiyor. Çocukluktan beri ailede
yaşanan bütün cinsel olumluluk ve olumsuzluklar, ergenlik döneminin cinsel
beklentisi ile yeniden biçimlenerek, onlara bağlı olumlu ya da olumsuz durumların
ortaya çıkmasına neden oluyor. Ergen, büyüme isteğine karşın, bir süre çocuksu
davranışlardan kurtulamıyor; yetişkin ölçülerine ulaşmış olan bedeninde, henüz çocuk
kişiliğinden izler taşıyor. Bu durum karşısında kararlı bir tutum gösteremeyen anne
babalar, ergenin büsbütün bocalamasına yol açıyor. Anne babanın ya da öğretmenin,
bir durum nedeniyle ergene, ”Artık koskoca adamsın.” ya da “Artık bir genç kız
oldun.”; bir başka durum nedeniyle de “Daha dünkü çocuk sayılırsın.” demesi, genci
şaşkına çeviriyor. Ruhsal bağımsızlık istek ve çabasının güçlü bir biçimde öne
çıktığı bu dönemde ergen ve genç, evden koparak çevreye, özellikle de arkadaş
grubuna yöneliyor. Anne babadan kopma, onu boşlukta bırakması nedeniyle yeni
yakınlıklar, ilişkiler kurmayı çok önemsiyor. Arkadaşlarının giyim kuşamını,
zevklerini, konuşma biçimlerini benimsiyor. Arkadaş grubunda dayanışmaya, bağlılığa
önem verildiğini bildiği için, gruptan ayrı düşme korkusunun da etkisiyle, ses
çıkarmadan onların arada bir kendisine aykırı gelen davranışlarına bile uyuyor.
Dahası, bunu arkadaşlarına söz söyletmeden yerine getiriyor. Birçok anne baba ise
kötü arkadaş edineceği korkusuyla çocuklarının arkadaşlarını kötüleyerek onun işini
zorlaştırıyor. Bu çağda özellikle erkekler spora fazla ilgi duyuyorlar. Bu ilgi, ergene
ve gence bir yandan gelişen kaslarını çalıştırma ve içine sığmayan gücünü boşaltma,
kazandığı başarıyla özgüvenini artırma; bir yandan da yaşıtlarıyla kaynaşma olanağını
sağlıyor. Ergenlik ve gençlik çağında özkimlik arayışının etkisiyle duyulan hayranlık
ve tutkunluklar doruktadır. Anne baba etkisinden sıyrılma isteği gösteren ergen ve
genç, bu amaçla yeni örneklerin ardına düşüyor. Bir öğretmeni, sporcuyu, siyasal
önderi; bir şarkıcıyı, yazarı, sinema oyuncusunu ve benzerlerini, yetenekleri ve
kusurlarıyla tutku aşamasında beğeniyor ve onlardan biri ya da birkaçıyla
özdeşleşmeye çalışıyor. Hayran olduğu kişiler sık sık değişiyor. Öyle de olsa her
örnek, onun kişiliğine bir şeyler katıyor. Bu yoldaki her adımla genç, olmak istediği
kendisine biraz daha yaklaşıyor. Özdeşimlerde işin tehlikeli yönü, gencin,
özdeşleşmek istediği kişinin özelliklerini içselleştirmek için çaba göstereceğine
yalnızca onun başarılarıyla övünmesi, onun savunuculuğunu yapmakla yetinmesidir.
Ergenlik öncesinden başlayan farklı benlik algısı, ergenlikte daha belirgin duruma
geliyor. Ancak, toplumun olağan cinsel konulara ilişkin “ayıp”tan da öte, “çirkin,
utanç verici, yasak” biçimindeki değer yargıları, ergeni şaşkınlığa, gerginliğe ve
tutarsız davranışlara itiyor. Ailesinden yakınlık, anlayış gören; gelişim dönemlerini
sağlıklı ve başarılı geçirmiş olan ergen, bu dönemi de ağır sorunlar yaşamadan;
olumsuzlukları, kişiliğinin belirleyici özellikleri durumuna getirmeden atlatabiliyor.
Ancak, sağlıklı bir kişilik geliştirerek ergenliğe ulaşan çocukların aileleri bile,
çocuklarının ergenlik dönemindeki davranışlarını gördükçe, onun daha önce kazandığı
olumlu davranışları yitirdiği kuşkusuna kapılabiliyorlar. Çünkü hemen her ergen, bu
dönemin ilk yıllarında birçok şeye başkaldırıyor. Hırçın, huysuz, kendi başına
buyruk, sorumsuz, karamsar, ters, alıngan oluyor; gerekli gereksiz şeylere ağlıyor
ya da öfkeleniyor. Durmadan geziyor. Dışarıda sıkılgan, dalgın, durgun davranışlar
gösteren; evde elini ayağını yıkamaya, banyo yapmaya üşenen bir kişi olup çıkıyor.
Yalan söylüyor, kolay beğenmiyor; çabuk üzülüp çabuk seviniyor, önemsiz şeyleri
sorun yapıyor. Ergenin ne zaman, hangi tepkiyi göstereceği kolaylıkla kestirilemiyor.
İstekleri sürekli artıyor. Çalışma düzeni bozuluyor; derslere ilgisi azalıyor. Evdeki
hemen her kuraldan yakınıyor. Anne babasına ikide bir ters, kaba yanıtlar veriyor.
Uzun zaman dışarıda kalmak istiyor. Sıklıkla eve dönüş saatlerine uymuyor; odasını
dağınık bırakıyor; bir şeyleri devirip kırıyor. Gelişigüzel bir şeyler atıştırmakla
yetinerek iyi beslenmeyi ihmal ediyor. Bir dizi geçici hevese kapılıyor. Genç kız,
giyim kuşama, süse düşüyor; genç erkek de saçına başına özen göstermeye, saçını,
günün modasına göre kestirmeye yöneliyor. Bu yaşta kızlar; erkeklerle gizli gizli;
erkekler ise kızlarla açıkça ilgileniyorlar. Ergen, odasında yalnız kalmaktan
hoşlanıyor. Odasının duvarlarını film yıldızlarının, şarkıcıların, sporcuların,
yazarların resimleri ile süslüyor. Günlük, şiir, öykü yazma merakı geliştiriyor.
Kendisine ait mektupların okunmasına, tutkunu olduğu telefon konuşmalarının
dinlenmesine, girdiği bilgisayar sitelerinin izlenmesine sert tepki gösteriyor.
Gelişimin doğal bir aşaması olan ergenlik ve gençlik dönemini kimileri büyük
çalkantılarla geçirirken, kimileri daha az sarsıntıyla atlatıyorlar. Bu yaş insanlarına,
o nedenle delikanlı deniyor. Kaygı ve kuruntularının çokluğu, ergenin ve gencin bu
yaşta kendisiyle aşırı ilgilenmesine yol açıyor. Ergenin ve gencin yaşadığı kuruntu
ve kaygıların başlıcaları şunlardır (1) Beceriksiz, sinirli ve gergin; orta boylu, kısa
boylu, zayıf, şişman olmak, yeterince uyuyamamak gibi sağlıkla ilgili kuruntu ve
kaygılar. (2) Özgüvensizlik, olayları aşırı önemsemek, kendini yetersiz görmek, çok
düş kurmak, kendini aptal olarak duyumsamak gibi kişiliğe ilişkin kuruntu ve
kaygılar. (3) Bir çalışma odasının olmaması, cinsel sorunlarını ve başka özel
sorunlarını anne baba ile konuşamamak, çocuk yerine konulmak, özgürlüğünün
kısıtlanması, anne babanın arkadaş seçimine karışması, yeterli harçlık alamamak gibi
aile ve evle ilgili kuruntu ve kaygılar. (4) Başkalarıyla karşılaşmalarda beceriksizlik
göstermek, yanlış anlaşılmak, yeni insanlarla tanışma korkusu duymak; toplantılarda,
eğlencelerde nasıl davranacağını bilememek, az arkadaşı olmak, daha popüler olmayı
istemek, yeni bir arkadaşı nasıl edineceğini bilememek gibi toplum içindeki
durumuyla ilgili kuruntu ve kaygılar. (5) Karşı cinsten arkadaşı olmamak, bir
arkadaşla çıkınca nasıl davranacağını bilememek, karşı cinsten gelen çıkma önerisini
geri çevirmeyi, sürekli çıkmaya karar vermeyi bilememek, daha güzel ya da yakışıklı
olmak, daha çok cinsel bilgi edinmek gibi kız-erkek arkadaşlığı ile ilgili kuruntu ve
kaygılar. (6) Dinsel konularda daha çok bilgi edinmek, doğru ve yanlış olanı
bilememek, ölüm korkusu, ırkçılık gibi dinsel ve ahlâksal kuruntu ve kaygılar. (7)
Verimli çalışma yollarını bilmemek, dikkatini toplayamamak, yavaş ve ağır olmak,
çalışırken düşlere dalmak, kendini söz ve yazı ile anlatamamak, not tutamamak,
topluluk önünde konuşamamak, uzun süre TV izlemek gibi okulla ilgili kuruntu ve
kaygılar. (8) Meslek seçmede yardıma gereksinim duymak, para kazanmak,
yeteneklerini tanımak, kendine uygun iş bulmak, parayı iyi kullanmak gibi mesleksel
kuruntu ve kaygılar. Ergenlik ve gençlik çağındaki kişiden, kaygı yaratan onca
sorunun üstesinden gelmek için gücünü kullanmayı becermesi bekleniyor. İçinden
gelen cinsellik ve saldırganlık dürtüleri ile kendisine yabancı başka duyguların
baskısını gidermek için gerekeni yapması isteniyor. c) Zihinsel ve Dilsel gelişim:
Ergenlik ve gençlikte zihinsel ve dilsel gelişim ise şöyle bir gidiş gösteriyor: Ergenlik
döneminde kız ve erkeklerin zekâ gelişimi arasında bir uyum görülüyor. Çocukluk
yıllarında yeterli yaşantı kazanmış, iyi eğitim almış olan ergenler, bu dönemde soyut
düşünmede daha başarılı oluyorlar. Gençlik döneminde de bu güçlerini geliştirip
olgunlaştırıyorlar. Soyut düşünme yeteneği, 12. yaştan sonra hızla gelişmeye
başlıyor. Daha önceki somut düşünmenin yerini bu dönemde, kavramlar ve simgeler
yardımıyla düşünme (soyut düşünme) alıyor. Genç, deney ve gözlem gibi somut
çalışmalara fazla bir gereksinim duymadan, kavram ve düşüncelerden yararlanarak
uslamlama ve genellemeler yapabiliyor. Bu bilişsel (zihinsel) başarı, 16.-17.
yaşlarda yetişkinlik düzeyine bir hayli yaklaşıyor. Genç, bu bilişsel yeteneği ile
özümsediği kavramları, yeni durumlara uyguluyor ve çevresiyle etkileşimini artırıyor.
Bunun yanı sıra, kavramlarını yeterli kılmak ve çoğaltmak amacıyla deney, gözlem ve
iş yapma yoluyla varlık, durum, olay ve olguları algılamayı da sürdürmesi gerekiyor.
6. sınıftan sonra (ergenliğe girişle birlikte) öğrencilerde başarısızlık artıyor. Bunun,
olası birçok nedeni var. Öğrenciler, tek öğretmen yerine çok öğretmenle ders yapmaya
başlıyorlar. Bu durum, öğretmenlerin, öğrencileri yeterince tanımalarını ve onlarla
sıcak, yakın ilişki kurmalarını güçleştiriyor. Öğrenciler, gelişim sorunları yüzünden
ilgilerini derslerine yoğunlaştıramıyorlar. Temel bilgi ve beceri eksiklikleri de
başarısızlık nedenleri arasında yer alıyor. Bir başka önemli nedeni ise öğrencilere
zengin öğrenim yaşantıları kazandırmayan; onların öğrenme isteğini kamçılamayan;
onları düşündürmeyen, özgürleştirmeyen, yaratıcılığını geliştirmeyen yöntemlerle
öğretim yapılmasıdır. Bu istenmeyen durumun ortadan kaldırılması için ilk iş,
öğrencileri aktarmacı ve ezberci eğitimin elinden kurtarmak; bunun yerine çağdaş
eğitime uygun bir toplumsal-ruhsal ortamı var etmektir. Öğrencilerin, yalnızca
izleyici olmaktan çıkarılıp öğrenime etkin katılımlarının sağlanması, bugün okullarda
yaşanmakta olan olumsuzlukların büyük çoğunluğunu kendiliğinden ortadan
kaldıracaktır. Aktarma ve ezberleme yerine öğrencilere, öğrenim konularının
özelliğine uygun zengin öğrenim yaşantıları kazandıran, öğrenime istek ve heyecan
katan deney, gözlem, inceleme, araştırma, eleştirme, sorgulama, sorun çözme gibi
yöntem ve tekniklerin kullanımı, kalıcı ve uygulanabilir bilgi, beceri ve davranışların
öğrenilmesini sağlayacaktır. Bugünkü okul başarısızlıklarının önemli bir başka nedeni,
yavaş kavrayan öğrencilerle hızlı kavrayan öğrencilerden aynı sınıfta, aynı
derslerde, aynı süre içinde, aynı konuları, aynı yöntemlerle gerektiği gibi
öğrenmelerini beklemektir. Oysa öğretmen, bilgi ve beceri derslerinde, yakın
düzeydeki öğrencilere düzey grupları oluşturup onların ortak öğrenim
gereksinimlerinden yola çıkarak öğrenimi gerçekleştirmeye çalışabilir. Fen ve sosyal
bilim derslerinde de ilgi grupları ile çalışabilir. Bu gruplar içinde her öğrencinin
kendine özgü çalışma yöntemini geliştirmesine yardım edebilir. Okulda her düzeydeki
öğrencinin yararlanabileceği zengin bir araç gereç birikimi sağlayabilir. Her
öğrenciye, öğrenmesi için gereksindiği kadar süre tanıyabilir ve onları istedikleri araç
gereçten yararlandırabilir. Öğrencide okuma ya da öğrenme güçlüğü varsa,
konulacak tanıya uygun doğrultuda kendisine yardım edebilir. Ergenlik ve gençlik
döneminde kızlar, genellikle sözel konularda daha başarılı oluyorlar. Erkekler,
ergenlikten sonra aritmetikte öne geçiyorlar. Yüksek düzeyde meslek sahibi anne
babaların çocukları, üst toplumsal sınıftan çocuklar, 8-18 yaşları arasında, alt kesim
çocuklarından ortalama 10 puan daha ileride bulunuyorlar. Zekâ denen gizilgücün
“sorun çözme, iş yapabilme yetisi” olarak ortaya çıkması için, tutarlı bir eğitime
gereksinim duyuluyor. Zekâ, eğitimle desteklendiğinde, 15-16 yaşına dek hızla
gelişiyor. Soyut düşünme ve uslamlama (akıl yürütme, muhakeme etme) yeteneği
ise, yüksek öğretimin sonuna dek gelişimini sürdürüyor. Ezberleme yeteneği,
aritmetik yeteneğinden; sözel yetenek de uslamlama yeteneğinden önce gelişiyor.
Karmaşık yeteneklerin gelişimi ise, çok daha uzun süre istiyor. Üstün bir zekâ gelişimi
gösteren kişilerin bağımsız çalışma, duygusal denge, güvenilirlik ve sebat göstermede,
orta düzeyde bir zekâya sahip olanlardan daha ileride oldukları saptanmıştır. Zekâ,
kişinin daha gerçekçi davranmasını ve çevreye uyumunu kolaylaştırıyor. Zeki genç,
daha kolay öğreniyor; çevrenin beklentilerini daha çabuk ve iyi kavrıyor; en geçerli
çözümleri bulup uyguluyor. Özgüveni, benlik saygısı daha güçlü, ilgileri çeşitli olan
zeki genç, arkadaş çevresinde daha çok beğeniliyor; çevrede ve okulda daha çok
başarı ve üstünlük sağlıyor. Ancak, “Zeki kişi, kesinlikle başarılı olur.” diye bir kural
yoktur. Başarı, her şeyden önce, belli bir amaçla bilinçli ve yeterli bir çalışmayı
gerektiriyor. Zekâ, ruh sağlığının güvencesi de değildir. Gençlik çağındaki ruhsal
çalkantıların yanı sıra, gencin düşünme yeteneği giderek artış gösteriyor. Bu
dönemde gencin soyut kavramları daha iyi anlaması ve daha ustalıkla kullanabilmesi,
onun başarılı olma, kendini kanıtlama olasılığını artırıyor. Bu dönemde güçlü
yeteneklerini ortaya çıkarmakta olan genç, meslek seçimi ile de yakından ilgilenmeye
başlıyor. Bu yıllarda aynı zamanda toplumsal olaylara ve politikaya ilişkin görüşler
ortaya koyuyor, geleceğe yönelik düşler kurup, ülküler oluşturuyor. Okuyup
araştırdıkça, bu görüşlerine kararlılık ve tutarlılık kazandırıyor; duygu ve
düşüncelerini coşku ve inançla savunmaya başlıyor. Haksızlıklara karşı bağışlamaz
bir tutum ve davranış sergiliyor. Doğruluğu, eşitliği, hakça bir düzeni kısa bir süre
içinde gerçekleştirmenin peşine düşüyor. Tüm gelişim sorunlarını çözmede olduğu
gibi, zekâ gelişimi, başarı, başarısızlık, uyum, uyumsuzluk gibi konu ve sorunlarını
çözmesi için de gence okul rehberlik ve psikolojik danışma hizmetlerinden etkin bir
biçimde yararlanma fırsatı verilmesi gerekiyor. Okulda öğrencilere verimli çalışma
yollarının öğretilmesi gibi eğitsel; kendi ilgi ve yetenekleri ile mesleklerin
tanıtılması gibi mesleksel; psikolojik yardım gibi kişisel rehberlik hizmetleri
verildiğinde, öğrenciler, okul eğitiminden daha çok yararlanıyor, daha başarılı
oluyorlar. Bkz. çocuk ve ergenin ruhsal-cinsel gelişimi; okulda öğrencinin kişilik
gelişimi; ruhsal-cinsel gelişim kuramı.
çocuk ve ergenin ruhsal-cinsel gelişimi Bkz. ruhsal-cinsel gelişim; ruhsal-cinsel
gelişim kuramı.
Çocuk ve Ergeni Suç İşlemeye Hazırlayan Ailelerin ve Toplumun Özellikleri Bkz.
çocuk suçluluğu.
Çocuk ve Gençlerin İşledikleri Suçların Türleri Bkz. çocuk suçluluğu.
çocuk ve gençlik edebiyatı (children’s and youth literature) Çocuk ve gençleri
etkilemek, eğlendirmek, geliştirmek amacıyla oluşturulmuş olan yazın türü. Avrupa’da
16. yüzyıldan bu yana her eğitim akımı, çocuk edebiyatı konusu üzerinde durmuş ve
bunun biçimlenmesine, gelişimine katkı yapmıştır. Örneğin, Flantroplar kitabın eğitsel
değerini vurgulamış ve dönemlerinde birçok yapıt üretmişlerdir. Klasikler döneminde
Almanya’da Fichte, Herder, Humboldt, Grim Kardeşler, Alman gençliğinin
eğitimini; halkın, toprağına yeniden bağlanması ve birleşmesini sağlamak amacıyla
çocuk edebiyatında yeni bir devinim yaratmışlardır. Bu devinim, aynı hızla
romantiklerde de sürdü; Hauff’ın masalları gibi bugün de her dilde okunan başyapıtlar
oluşturdu. 19. yüzyılın sonuna doğru özel,ikle kuzey Avrupa ülkelerinde sanat eğitimi
büyük bir gelişme gösterdi ve iki ana düşünce ortaya çıktı: (1) Çocuk kitabı bir sanat
yapıtı olmalıdır; (2) Yalnızca çocuklar için yazılmış ve ancak çocukların ilgileneceği
kitaplar, eğitsel değer açısından eksik oldukları için terk edilmelidir. Bu yaklaşım,
çocuk edebiyayı kavramını çok değiştirdi. Yazınsal yapıtlardan çocuklar için
seçmeler yapılmaya başlandı; yeni yazarlar çoğaldı. İsviçreli yazar Selma Lagerloff
dünyaya ün saldı. Avrupa ve Amerika’da çok sayıda çocuk gazete ve dergisi yayına
girdi. Bizde çocuk yazınına ilişkin yazılar, II. Meşrutiyet’ten sonra çoğalmaya başladı.
Meşrutiyetin ilk yıllarında İstanbul Erkek Öğretmen Okulu’nda yapılan iyileştirme
girişimleri arasında bu soruna da yer verildi. Cumhuriyet döneminde ilk ve orta
dereceli okullara devam eden öğrenci sayısı artınca onların serbest okuma
gereksinimini giderecek kitap sorunu da ortaya çıktı ve çocuk yazını konusu üzerinde
durulmaya başlandı. Resmi kuruluşlar, Çocuk Esirgeme Kurumu gibi dernekler,
özellikle yabancı dillerde yazılmış yapıtları dilimize çevirterek önemli işler gördüler.
Bugün, bu alanda çok sayıda değerli yapıt üretilmiş bulunuyor. Ülkemizde Çocuk
Edebiyatının Geliştirilmesi için Yapılması Gerekenler: (1) Bu alandaki çalışmalar
dağınıklıktan kurtarılıp eğitsel temellere göre düzenlenebilir, harcanan emekler daha
verimli kılınmak için ilgililer arasın da çalışma birlikleri kurulabilir. (2) Çocuklar
için kitaplıklar açılabilir; gezici ya da yerleşik sergiler düzenlenerek çocuklara
değerli yapıtlar tanıtılabilir. (3) Yazarlar arasında sıklıkla yarışmalar düzenlenebilir.
(4) Okullarda serbest okumaya daha çok yer ve önem vererek çocuklara okuma
alışkanlığı kazandırılabilir; okuyan öğrenciler özendirilerek, takdir edilerek
kendilerinin saygınlıkları artırılabilir. (5) Öğretim programlarında serbest okuma
saatleri ayrılabilir ve öğrencilere bu saatlerde kılavuzluk edilebilir. (6) Halk
kitaplarının sayısı artırılarak çocuk velileri de okumaya alıştırılabilir. Çocukların
okumaya alıştırılmasında, kitap dostu yapılmasında öğretmenin baş etken olduğu
unutulmamalıdır. Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri (3) İkinci Çocukluk
Dönemi).
çocuk yazını Bkz. çocuk edebiyatı.
çocuk yetiştirme Bkz. eğitim; çocuk eğitimi; çocuk ve ergenin gelişim dönemleri.
çocuk yuvası; (creche) Çalışan annelerin 1-2 yaşlarındaki çocuklarının gündüzleri
bırakılıp bakıldığı resmi ya da özel bakım evleri; kreş.
çoğulcu toplum (pluralist society) 1. Aralarında dil, din, ırk ya da etnik farklılıklar
olmasına karşın barış içinde, aynı ulusal devlet çatısı altında yaşayan insanların
oluşturduğu toplum. 2. Var olan hukuksal, siyasal, toplumsal ve kültürel yapının
dayandığı uygarlığın değerler dizisi (paradigmaları) ve temel değer yargıları ile
çelişmemesi koşuluyla her türlü düşüncenin anlatım ve örgütlenme hakkına sahip olan
toplum.
çoğul kişilik Bkz. çoklu kişilik.
çok aşamalı örnekleme Bkz. örneklem (Çok Aşamalı Örnekleme).
çok başaran (overachiever) Beklenenden (standart yetenek ya da zekâ testlerinin
sonucuna göre kestirilenden) daha başarılı olan. Ancak, gerçekte bu, bir hayal
ürünüdür. Bir kişinin beklenenden daha yüksek bir performans göstermesi, o kişinin
performansındaki artışı değil, yapılan değerlendirmede bir yanlışın olduğunu
gösteriyor. Çünkü performans, kapasiteyi geçemez. Bkz. az başaran.
çok biçimlilik (polymorphism, polymorphic, polimorphous) 1. Birden çok biçimde ve
türde bulunan. 2. Sinir hücreleri kümesi gibi aralarında farklı eylem yapıları üretecek
biçimde farklı yollardan bağlantı kurulabilecek birimler. 3. Bir türe özgü iki ya da
daha çok genetik türünün bulunması. 4. Farklı gelişim dönemlerinde farklı biçimler
sergileme. 5. Genetik bilgilerde görülen normal ayrılıklar. Kan gruplarında olduğu
gibi kromozom biçimindeki ve genlerin molekül yapılarında ya da içeriklerindeki
normal ya da anormal farklılıklar. 6. Çok biçimli sapma.
çok biçimli sapma (polymorphous perverse) Klasik psikanalize göre çocuğun cinsel
isteklerinin belli bir yöne yönlendirilmemesi ve ağızcıl, dışkıl gibi farklı erojen
bölgelerinin birbirinin yerine konabilen şeyler olarak değerlendirilmesi (cinselliğinin
farklı yönlere kolayca sapabilmesi).
çok boyutlu psikolojik tedavi (multi dimensionel psychotherapy) Davranışçı-bilişsel
tedavilerin yalnızca belirtilerden yola çıkan indirgeyici yaklaşımlar oluşu; dinamik
yönelimli tedavinin zaman ve para açısından ekonomik olmayışı, hareket alanlarının
kısıtlılığı nedeniyle bunların birlikte kullanıldığı bir tedavi biçimi; çok boyutlu
psikoterapi; çok boyutlu ruhsal sağaltım. Bu tedavide nedenlerin incelenmesi
sırasında yapısal etkenler, hastanın genel bilişsel işlevleri ve ilk nesne ilişkileri
birlikte araştırılıyor. Bu tedavinin üstünlüğünü, iki yöntemin de olumlu ve etkili
yönlerini kullanması oluşturuyor. Tedavi, geçmişe dayalı çatışmaları ortadan
kaldırmaya çalışan uzman-hasta ilişkilerine dayanıyor. Uzman, çocukta sorun yaratan
ve bunun sürmesine yol açan etkenlerin neler olduğunu saptamayı amaçlıyor; hastaya,
ruhsal olgunluk durumuna göre, içgörü kazandırmaya uğraşıyor. Bkz. psikoterapi
yöntem ve teknikleri.
çok boyutlu psikoterapi Bkz. çok boyutlu psikolojik tedavi.
çok boyutlu ruhsal sağaltım Bkz. çok boyutlu psikolojik tedavi.
çok değişkenli analiz (multivariate analysis) Aynı anda birden çok değişkenin ayrı ayrı
çözümlenişini ve her birinin gözlemlenen sonuca neler kattıklarının belirlenmesini
olanaklı kılan istatistiksel çözümleme teknikleri; çok değişkenli çözümleme. Faktör
analizi, çok değişkenli varyans analizi ve çok değişkenli kovaryans analizi bunlar
arasında yer alıyor.
çok değişkenli çözümleme Bkz. çok değişkenli analiz.
çok değişkenli kovaryans analizi (multivariate analysis of covariance) Birden çok
bağımlı değişkenin analiz edildiği durumlarda kullanılan bir kovaryans analiz türü.
çok değişkenli varyans analizi (multivariate analysis of variance) İki ya da daha çok
bağımlı değişkenin anlamlılığını aynı anda test etmeyi olanaklı kılan bir varyans
analizi türü; çok değişkenli varyans çözümlemesi. Çok değişkenli varyans analizi,
yalnızca her bağımlı değişken için anlamlılık düzeyi sağlayan varyans analizinden
farklı olarak, birden çok bağımlı değişkenden her birinin varyanstaki ağırlığını
hesaplamayı olanaklı kılıyor.
çok değişkenli varyans çözümlemesi Bkz. çok değişkenli varyans analizi.
çok eşlilik (polyyamy) Aynı anda birden çok kişiyle evli olmak. Bkz. çok karılılık; çok
kocalılık; evlilik.
çok evreli örnekleme Bkz. örneklem (Çok Evreli Örnekleme).
çok güvenilir anne baba Bkz. hoşgörülü anne baba.
çok karılılık (polygamy) Bir erkeğin birden çok kadınla evlendiği-(çiftleştiği) bir
evlilik (çiftleşme) biçimi. Bu, kimi zaman iki ya da daha fazla kız kardeşin aynı
erkekle evlenmesi biçiminde görülüyor. Dünyada bu evlilik biçimine, çok kocalılıktan
daha sık rastlanıyor. Günümüzde çok karılılık, özellikle Müslüman ülkelerde
yaygındır. Savaş gibi nedenlerle erkek nüfusun azaldığı durumlarda bu durum kabul
görüyor. Bkz. evlilik.
çok kişiliklilik Bkz. kimlik çözülmesi bozukluğu.
çoklu kişilik (multiple personality) Normal ruhsal örüntünün çökmesi nedeniyle aynı
kişide belirip gelişen karmaşık örüntülü birden çok kişilik; çoğul kişilik. Bkz. kimlik
çözülmesi bozukluğu; kişilik.
çok kocalılık (polyandry) Kadının (dişinin) birden çok erkekle evlendiği-(çiftleştiği)
bir evlilik (çiftleşme) biçimi. Bkz. evlilik.
çok kromozomluluk (aneuploidy) Kromozom sayısının normalden fazla olması. Down
sendromunda olduğu gibi 21 numaralı kromozomdan bireyde üç tane bulunması.
Anormalliğin yapısı, etkilenen kromozoma bağlı bulunuyor.
çoklu zekâ kuramı (theory of multiple intelligences) Howard Gardner’in 7 farklı zekâ
çeşidi için insan beyninin ayrı yapılar halinde geliştiğini ortaya koyan zekâ kuramı.
Bunlardan her biri önemlidir ve diğer zekâlardan bağımsızdır. Aşağıda görüldüğü gibi
sekiz ayrı zekâ tanımlanmıştır. Sözel/dilsel zekâ: Anadilini ya da yabancı dili
kullanma; okuyarak, konuşarak, yazarak ve dinleyerek iletişim kurma, düşüncelerini
anlatabilme ve diğer insanları anlayabilme yeteneğidir. Mantıksal/matematiksel
zekâ: Bir bilim insanı ya da mantıkçı gibi düşünenlerin zekâsıdır. Görsel/uzamsal
zekâ: Görsel, biçimsel dünyayı, uzamsal ilişkileri net olarak kavrama, algılarını
dönüştürme, uzamsal dünyayı zihinde temsil etme yeteneğidi r. Bedensel/devimsel
zekâ: Vücudun tümünü ya da el, ayak, parmak gibi organları bir sorun çözme, bir şey
yaşama, bir ürün ortaya çıkarma amacıyla kullanma yeteneğidir. Müziksel/ritmik zekâ:
Müzikten hoşlanma, ezgi üretme, ezgileri anımsama, ton örüntülerini ayrımsama,
sesleri tanıyabilme ve onlara duygusal tepki gösterebilme yeteneğidir. Kişiler arası
zekâ: Diğer insanları anlama, onların kişilik özelliklerini, niyetlerini ayrımsama,
onlarla olumlu ilişkiler kurma yeteneğidir. Kişi içi zekâ: İnsanın kendini anlaması,
kim olduğunu, zayıf ve güçlü yönlerini, isteklerini, duygularını ayrımsama; ne zaman,
nasıl davranacağını bilme yeteneğidir. Doğa zekâsı: Canlı ve cansız doğal varlıkların
özelliklerini kavrama yeteneğidir.
çoktan seçmeli test (multiple choice test) Verilen dört ya da beş yanıt arasından bir
sorunun doğru yanıtını ya da uygun yanıtı seçme kuralına dayanan test türü.
çok temel düzeyli desen (multiple baseline design) Davranışçı uygulamalarda
kullanılan bir araştırma deseni. Bu teknikte, bağımsız değişkeni ortadan kaldırmak
gerekmiyor; bir davranış değiştirildikten sonra yeniden azaltılmıyor. Desenin Üç
Biçimde Kullanımı: (1) Kişiler Arası Kullanım: Tedavinin aynı türde sorun
davranışın olduğu birden çok kişiye uygulanışıdır. Bu uygulamada kişilerin
birbirinden bağımsız olmaları gerekiyor. Bağımsız değişkeni uygulama süresi,
davranışın sıklığı konusunda bilgi vermelidir. (2) Durumlar Arası Kullanım: Aynı
kişiye farklı ortamlarda A ve bağımsız değişken uygulanıyor. (3) Davranışlar Arası
Kullanım: Aynı kişinin farklı davranışları için kullanılıyor. Uygulamaların süreleri
değişik oluyor ve bağımsız değişken ortadan kaldırılmıyor. Bu desende kişiler,
davranışlar ve durumlarda bağımsızlığı sağlayabilmek çok zordur. İkinci bir nokta da
bu desenin, çok zaman ve çaba gerektirmesidir. Davranışçı uygulamalarda kullanılan
öteki araştırma deseni, ters yüz etme desenid i r . Bkz. davranış değiştirme
teknikleri.
çok yönlü gelişim (multidimensional development) Değişimlerin değişik alan ve
yönlerde birbirinden başka ölçülerle gerçekleştiği karmaşık büyüme.
çok yönlü kişilik eğitimi Bkz. Batı’da eğitimin gelişimi.
çöktürme sağaltımı Bkz. çöktürme tedavisi.
çöktürme tedavisi (implosive therapy) Hastaya, kaygı yaratan ortamları yeniden
yeniden hayal ettirme ve bunu yaparken, ona kaygıyı olabildiğince yoğun yaşatma
biçiminde uygulanan davranışçı bir tedavi tekniği; çöktürme terapisi, çöktürme
sağaltımı. Her şeyin düşsel dünyada olup bitmesi nedeniyle bu tedavide gerçek bir
tehlike bulunmuyor ve duyulan kaygı, pekiştirilmediği için giderek azalıyor. Bkz.
davranışçı tedaviler; taşırma tedavisi; paradoksik amaç.
çöktürme terapisi Bkz. çöktürme tedavisi.
çöküntü Bkz. depresyon.
çöküntü duygusu Bkz. depresyon.
çöküntülü psikoz Bkz. manik-depresif psikoz.
çözülme (dissociation) H. S. Sullivan’ın tanımladığı, bireyin kişiliği ile bütünleşen,
benlik-kimlik duygusunu oluşturan; belli algı, düşünce, duygu, anı ve isteklerin
kişiliğin geri kalan yapı ve özelliklerinden ayrılması ya da bilincin, zedeleyici, acı
verici çağrışımlardan uzaklaşması biçiminde çalışan bir savunma mekanizması. Bu
mekanizmada ayrıca, belli zihinsel işlevler, birbirinden; özellikle duyu girdileri ile
duygular, bilinçten ve bellekten ayrılıyor. Bir tür gerçeklikten kaçış olan çözülme;
düşleme, dalıp gitme, bölmeleme, doğruluğu savunup rüşvet alma, hırsızlık yapma
gibi basit belirtilerden çözülmeli bellek yitimin e , çözülmeli kaçışa , kimlik
çözülmesine , çoklu kişiliğe, histeri ve şizofreni gibi ağır kaçışlara dek uzanıyor.
İlerlemiş çözülmelerde duygu, düşünce ve davranış bağlantısı tümden kopuyor; kişi,
örneğin gülünecek yerde ağlama; ağlanacak yerde gülme tepkileri gösteriyor. Bkz.
çözülme evresi; çözülme kuramı; çözülmeli bellek yitimi; çözülmeli bozukluklar;
çözülmeli kaçış; çözülmemiş yas; kimlik çözülmesi bozukluğu; rol kuramı;
SULLİVAN, Harry Stack.
çözülme evresi Bkz. cinsel tepki döngüsü (tepkisizlik dönemi).
çözülme kuramı (dissociation theory) Hipnozu, hipnoz edilen kişinin zihinsel süreçler
üzerindeki merkezi denetimi gevşetip bu denetimin bir kısmını yaşayacağını ve
yapacağını belirlemesine izin verilen hipnoz uygulayıcısıyla paylaştığı bir süreç
olarak tanımlayan kuram. Bu kurama göre hipnoz, kişinin zihinsel işlevlerinin
çözülmesine izin verdiğini belirlemek üzere, hipnoz uygulayıcısı ile hipnoz edilen kişi
arasında yapılan toplumsal bir anlaşmadır. Bkz. durum kuramı; rol oynama kuramı.
çözülmeli bellek yitimi (dissociative amnesia) Zedeleyici ya da stresli bir yaşamın
sonucunda önemli kişisel bilgileri anımsayamama durumu; ruhsal kökenli bellek
yitimi. Bellek bozukluğu gibi görünse de bu sorun, çözülmeli bozukluk olarak ele
alınıyor. Çünkü bu bozuklukta, zedeleyici ve stres yükleyici yapının varlığından başka,
normal unutkanlıkla açıklanamayacak kadar kapsamlı bir ya da daha çok unutma olayı
söz konusudur. Unutmanın, bir maddenin sinirsel ya da genel tıpsal bir bozukluğunun;
başka bir ruh hastalığının sonucunda ortaya çıkmamış olması da hastaya bu tanının
konma ölçütleri arasında yer alıyor. Bkz. çözülme.
çözülmeli bozukluklar (dissociative disorders) Bilincin, benlik algısının, duyusal-
devimsel davranışların, kişiliğin bütünsel işleyişindeki bir bölünme, parçalanma
nedeniyle ortaya çıkan ruhsal kökenli bellek yitimi, çözülmeli kaçış, kimlik
çözülmesi gibi bozukluklar. Bu tür bozukluklar en çok, zedelenme karşısında ani
bellek yitimi ya da benlik (kimlik) algısında değişimler biçiminde beliriyor; ancak,
kişinin içinden gelen karşı koyamadığı dürtüler de aynı bozuklukları ortaya
çıkarabiliyor.
çözülmeli füj (dissociative fugue) Evinden, iş yerinden, yaşadığı bölgeden bir anda
ayrılarak başka bir yere gidip orada amaçsızca dolaşma ya da başka bir işe girme;
bütün bunlar olurken geçmişinin tümünü ya da kimi dönemlerini anımsayamama gibi
belirtilerle ortaya çıkan çözülmeli bellek yitimi.
çözülmeli kaçış (dissociativefugue) Evinden, işinden ya da yaşadığı bölgeden
birdenbire ayrılarak başka bir yere gidip orada amaçsız dolaşma, başka bir işe girme;
bu arada geçmişin tümünü ya da kimi dönemlerini anımsayamama, kimlik duygusunu
yitirme, yeni bir kimliğe girme gibi belirtileri olan çözülmeli bellek yitimi. Bu kişiler,
eski kimliklerini birdenbire yeniden anımsayabiliyorlar. Bkz. bellek yitimi; çözülme;
kişiliksizleşme.
çözülmemiş yas Bkz. yadsıma.
çözümleme (analysis) 1. Psikoanaliz (psikolojik analiz); analiz; tahlil, psikanaliz,
ruhsal çözümleme . 2. Bütün bir nesnenin, formülün, kuramın, bileşenlerine ya da
temel ilkelerine indirgenerek tek tek ele alınmasıyla gerçekleşen bilişsel beceri;
analiz. Bu yöntemle, bütüne ilişkin daha derin bir kavrayışa ulaşma hedefleniyor. 3.
Karmaşıktan basite; bir ilkenin uygulanışından ilkenin kendisine; olgudan onun altında
yatan genel nesneye; sonuçlardan nedene giden bir yöntem; analiz, tahlil. Örneğin, bir
yazınsal ya da sanatsal yapıtta anlamını daha iyi kavramak amacıyla biçim ve örüntüyü
ayırt etme; , duyuru, propaganda gibi çekip kandırıcı malzemede kullanılmış olan
genel teknikleri ayırt etme, birer çözümlemedir. Bkz. bilişsel öğrenme; bireşim.
çözümlenen (analysand) Çözümlenmiş olan kişi; analiz edilen, tahlil edilen.
Çözümlenen psikanalist adaylarını hastalardan ayırt etmek için kullanılan bir terim.
Freud psikanalizinde öğrenciler çözümlemeci (analist) olmadan önce kendilerinin
çözümlenmeleri zorunluydu.
çözümleyici yöntem (analytic method) 1. Çözümlemeye başvuran ya da önem veren
araştırma ve inceleme yöntemi. Başka deyişle bir bütünü parçalarına ayırma yoluyla
anlamaya önem veren araştırma yöntemi; analitik metot. 2. Eğitimde bir konunun
öğrenilmesinde bütünden parçaya inme biçiminde uygulanan öğretim yöntemi. 3.
Yazınsal bir parçanın doğru anlam ve yorumu ile yazarın yapı ve anlatım tekniklerini
kavramak amacıyla yakından incelenmesi.
çözümleyici zekâ (analytic intelligence) Anlamlı bir bütünlüğü olan bir konunun
parçalarına ilişkin eleştirel ve çözümsel düşünmeyi ve seçenekleri karşılaştırıp
değerlendirmeyi sağlayan bilgi ve becerileri kullanabilen zekâ; analitik zekâ. Bkz.
pratik zekâ; yaratıcı zekâ.
çözümsel grup Bkz. grup psikoterapisi.
çözümsel içgözlem (analytic introspection) Eğitimli deneklerin bilinçli ruhsal
yaşantılarının içeriğini anlatmalarını sağlayan bir araştırma yöntemi; analitik
içgözlem.
çözümsel nevroz (analytic neurosis) Ruhsal çözümlemenin uzaması sonucu, hastanın
çözümlemeciye aşırı derecede bağlanmasından doğan hastalık; analitik nevroz.
çözümsel ruhbilim Bkz. analitik psikoloji.
çözümsel ruh sağaltımı Bkz. analitik psikolojik tedavi.
çözümsel yöntem (analytic method) Bütünü parçalarına ayırarak anlamaya önem veren
araştırma yöntemi; analitik metot.Bkz. çözümleyici yöntem.
çözümsel zekâ Bkz. çözümleyici zekâ.
çözüm üretme (generating solutions) Bir sorunu tanımlayarak onu anlaşılmazlıktan
kurtarmak için izlenecek yolu ya da yolları; bir güçlüğü ortadan kaldıracak düşünce,
eylem ve işlemleri belirleme.
D
dağda bulunan çocuk (wild boy of Aveyron, feral child) J. M. G. Itard’ın 1799’da
incelediği belirtilen yabanıl çocuk; kurt çocuk, yabani çocuk. Fransız kulak hekimi
ve bir sağırlar okulunu yöneten Itard (1774-1838), küçükken dağa bırakıldığı
düşünülen ve ormanda avcıların yakaladığı 10 yaşlarındaki yabanıl çocuğu eğitmek
için insan üstü bir çaba gösteriyor. Onun bu çabaları, özel eğitime gereksinim duyan
çocukların eğitimi konusunda bir başlangıç oluşturuyor. Bu hekimin söz konusu
inceleme ve çalışmaları, Dağda Bulunmuş Çocuk adıyla dilimize de çevrilip
yayınlanmıştır. Ancak bu çocuklara ilişkin söylenen ve yazılanlara kuşku ile bakmak
gerekiyor. Çünkü her şeyden önce bunların normalin altında bir yeteneğe sahip olma
ve anne babalarınca uzak bir yere, dağlara bırakılmış olma olasılığı vardır.
dağılım (distribution) 1. İstatistikte verilerin merkezi eğilimden sapma, ortalama
çevresinde yer alma derecesi. 2. Fizyolojide, sinir ipliklerinin dal budak salması,
dallanması, yayılması. 3. Psikolojide özellikle dikkat dağınıklığı ya da dağınık
dikkat. Birden çok uyarıcıyı aynı anda algılama ve bunlara uygun biçimde tepki verme
gizilgücü. 4. Ruh hastalıklarında düşünmenin, dikkatin ya da bir etkinliğin akışındaki
türlü aksaklıklar.
dağılım ölçüsü (measure of dispersion) Dağılımdaki puanların dağılımını ya da
değişkenliğini temsil eden değer.
dağılmış aile Bkz. boşanma.
dağınık dikkat. Bkz. dikkat dağınıklığı.
dağınık tepki (diffused response) Dışarıdan gelen bir uyarıma karşı, canlının bütün
organlarında gösterdiği yaygın tepki.
dâhi (prodigy) Bir alanda özellikle erken yaşlardan başlayarak olağanüstü bir yetenek
gösteren kişi. Atatürk, Pascal, Motzart, Roden birer dahidir. Dâhi, daha az zeki
olandan, sıklıkla yüksek düzeyli zekâ tepkileri ve düşünme stratejilerinin farkında
oluşuyla ayrılıyor. Bkz. dâhi geri zekâlı.
dâhi geri zekâlı (prodigious savant) Geri zekâlı olmasına karşın, karmaşık aritmetik
işlemlerini zihinden bir çırpıda yapmak gibi sayısı çok sınırlı konularda olağanüstü
performans gösteren kişi.
daimicilik (perennialism) R. Maynard Hutching ve Mortimer J. Adler’in savunduğu,
klasik realizme ve idealizme dayanan eğitim akımı. Daimicilik genelde Eflatun,
Aristo ve St Thomas Aquines’ i n ontoloji, epistemoloji, aksiyoloji ve mantıkla
ilgili önermelerine temellendirilmiştir. Ayrıca Ortaçağ’da egemen olan anlayışın
yeniden eğitime sokulmasını savunmuştur. Bkz. eğitim akımları.
dal beden Bkz. Sheldon’un bedensel yapı sınıflaması.
dalgınlık (absentmindedness) Çevresinde olup bitenleri irdeleyemeyecek kadar kendi
düşünce ve duygularına kapanma alışkanlığı.
dalımsı tip Bkz. Kretschmer’in bedensel yapı sınıflaması.
dalınç Bkz. esrime, kendinden geçme.
Dalton hastalığı (Daltonism) Kırmızı ve yeşil renklerin birbirinden ayırt edilememesi;
Daltonizm, renk körlüğü.
Daltonizm Bkz. Dalton hastalığı.
damar sertliği Bkz. organsal beyin bozuklukları.
danışan (client, counselee) Rogers’e göre, ruhsal yardım almak isteyen kişi; müşteri,
başvuran. Psikanalist ve psikiyatristlerin genellikle hasta dedikleri kişiye hümanist
kuramcılar, şu ya da bu konuda yardım arayan insanların, bir tür hizmet satın aldıkları
gerekçesiyle, onların müşteri olarak adlandırılmasını uygun gördüler. Hasta terimini
aşağılayıcı, damgalayıcı buldular. Ne ki ilk bakışta oldukça insancı görünen bu
yaklaşım, gerçekte tedaviyi piyasa koşullarına göre pazarlanan bir mala; hastayı da bu
malı satın alabilecek potansiyel bir müşteriye dönüştürmekle suçlandılar. Bununla
birlikte söz konusu yaklaşımın, hastanın kendini normal duyumsamasını sağlayan bir
yanı da bulunuyor. Bu terimi “danışan” olarak Türkçeleştirenler, iki durumun da
uzağında, daha anlamlı bir adlandırma yapmışlardır. Bkz. birey odaklı yaklaşım;
danışan; danışan odaklı tedavi; danışma; danışman; eşduyum; ROGERS, Carl
Ramson.
danışan merkezli terapi Bkz. danışan odaklı tedavi.
danışan odaklı ruh sağaltımı Bkz. danışan odaklı tedavi.
danışan odaklı tedavi (cliend–centered therapy) Rogers’a göre, danışanı
yönlendirmenin söz konusu olmadığı (güdümsüz), insancı ruhsal tedavi yöntemi;
danışan merkezli tedavi; danışan odaklı ruh sağaltımı. Danışan odaklı danışmada
danışanla danışman (terapist) arasında kişisel (öznel) bir ilişki kuruluyor. Tedavi,
ikili bir ilişki biçiminde yürütülüyor. Danışanın durumu, duyguları ne olursa olsun,
danışman, onu koşulsuz değerli bir varlık olarak kabul ediyor. Danışmada algılamaya
yer vermiyor. Kendi doğrularını, değer yargılarını danışana benimsetmeye çalışmıyor.
Danışan da bu ilişki sırasında kendisini savunmalarının arkasına saklanmadan, gerçek
kişiliği ile ortaya koyuyor. Bu ilişkinin kendisinde oluşturduğu duyguları danışmana
açıklamaktan çekinmiyor. Sorunları için kendisine sunulan çözümleri seçme ya da
reddetme hakkına sahip olmanın bilinciyle davranıyor. Danışman’ın kendisini
olduğu gibi kabul ettiğini gören danışan, daha önce anlam veremediği ve kendisine
yabancı gelen duygularını tanıma ve anlama gücü ediniyor. Zaman içinde,
korkularının, kızgınlıklarının, güçsüzlüğünün köklerinin kendisinde olduğunu
algılıyor. Danışma sürecinde bu duyguları yaşadıkça benliğini tanıyor. Bu yolla,
kendine yabancı olmaktan kurtulunca, benliğini yeni ve güçlendirici deneyimlere
yöneltme olanağını elde ediyor. Bkz. birey odaklı yaklaşım; danışan; danışman;
eşduyum; koşulsuz olumlu saygı; psikolojik danışma; ROGERS, Carl Ramson;
uyuşma.
danışma 1. (counseling) Eğitim, öğretim ya da uyum sorunlarının çözümü için ilgili
uzmanla gerçekleştirilen konuşma. Bkz. danışan; danışan odaklı terapi; danışman;
psikolojik danışma. 2. (information) Alınan, işlenen ve anlaşılan ileti.
danışman (adviser) İnsanlara kişisel yaşantılarını düzenlemede; toplum, öğrenim ve
eğitimle ilgili sorunlarının çözülmesinde yol gösterip yardım eden kişi; destekleyici
kişi. Bkz. danışan; eşduyum; psikolojik danışma.
danışmanlık (counseling) Duygular, meslek, evlilik, eğitim, iyileştirme ve emeklilikle
ilgili alanlarda karşılaşılan sorunların giderilmesi ya da hafifletilmesi için genel bir
müdahale etme, değerlendirme yapma, bir şeyler önerme, yönlendirme ve başka
yaklaşım ve teknikler. Bu işi, sosyal hizmet uzmanları, rehberlik ve psikolojik
danışma uzmanları, rehber öğretmenler, psikiyatristler ve başkaları yapıyorlar.
dans (dance) Müzik ritmine ve hızına uyularak yapılan, estetik değer taşıyan düzenli ve
uyumlu beden hareketleri. Bkz. hareket.
darüleytam (orpan’s home) Türlü nedenlerle anne babalarını yitiren bakılmaya muhtaç
ya da yoksul çocukların korunmaları ve eğitilmeleri için açılan kurum. II. Meşrutiyet
döneminde art arda çıkan savaşlar yüzünden artan bu gibi çocuklar için 1914’ten sonra
darüleytamlar kurulmaya başladı. Bu kurumlar, bağımsız bir genel müdürlükçe
yönetiliyordu. Bunların kurucusu ve ilk genel müdürü İsmail Mahir Efendi’dir. Burada
çocuklar hem bakılıyor hem de ilköğretim görüyorlardı. Ancak, bunların iç yapıları
ilkokullardan oldukça farklıydı. Bu kurumlarda iş eğitimine daha geniş ölçüde yer,
önem ve değer veriliyordu. İlkokul derslerinden başka çinicilik, marangozluk, terzilik,
kunduracılık, çorapçılık; kızlara broderi, oya, biçki, dikiş dersleri gösteriliyordu. Bu
nitelikleriyle darüleytamlar, o döneme göre yeni ve ileri eğitim hareketlerine yer
veren kurumlardı. Müdürler, müdür yardımcıları ve bekâr öğretmenler okulda kalıyor,
çocukların eğitimiyle yakından ilgileniyorlardı. Her darüleytam, daire denilen
bölümlere ayrılmıştı. Her daireyi, daire baskanı adı verilen bir öğretmen
yönetiyordu. Dairelerde, sıklıkla geziler, müsamereler düzenleniyor, çeşitli sporlar
yapılıyordu. Çocuklar, kendi işlerinin yatak yapmak, temizlik ve onarım işleri gibi
önemli bir bölümünü kendileri yapıyorlardı. Buralarda sınıf öğretmenliği uygulaması
vardı. Yılın elverişli zamanlarında kamplar kuruluyor, izcilik yapılıyor, törenler
düzenlenip ulusal günler ve bayramlar kutlanıyordu. Bu yolla gelişen darüleytamlar, I.
Dünya Savaşı yenilgisinden sonra parasızlık yüzünden sürdürülememiş; çeşitli
bakanlıklar arasında el değiştire değiştire sönüp gitmiştir. Buralarda öğrenim gören
çocukların bir bölümü öğrenimlerini sürdürerek yükseköğrenim görmeyi başarmışlar
ve birçoğu önemli hizmetler vermişlerdir. Bkz. Türklerde eğitim (II. Meşrutiyet
Dönemindeki Eğitim Çabaları).
darülmuallimin Bkz. Türklerde eğitim (II. Meşrutiyet Dönemindeki Eğitim Çabaları).
darülmuallimat Bkz. Türklerde eğitim (II. Meşrutiyet Dönemindeki Eğitim Çabaları).
DARWIN, Charles (1809-1882) Oluşturduğu evrim kuramıyla bilimin ve düşünce
tarihinin gelişimini derinden etkileyen İngiliz doğa bilgini. Darwin, Shropshire’ın
Shrewsbury kentinde doğdu; aynı kentte öldü. Babasının babası, ünlü şair, düşünür ve
bilim adamı Erasmus’tur. Babası, saygın, başarılı bir hekimdi. Annesi ise İngiltere’nin
en ünlü seramik yapımcısının kızıydı. Annesini sekiz yaşında iken yitirince onun
bakımını ablası üstlendi. Ancak bu başarılı ailenin en küçük üyesi, yıllarca yakınları
için üzüntü kaynağı oldu. Darwin’in çocukluğu ve gençliği, onun ileriye damgasını
vuracak birisinin varlığını müjdelemiyordu. Bağımsız ruhlu, geç öğrenen,
öğretilenlere ilgisiz, isteksiz bir çocuk ve gençti. Neredeyse tek tutkusu kuş ve balık
avlamak, yakaladığı hayvanları incelemek; bitki, kelebek, böcek, mineral, taş parçası
gibi eline geçen her şeyi biriktirmekti. Önce bir devlet okuluna; ardından da bir özel
okula gönderildi. Ancak dokuz yaşındaki Darwin için, bu okullarda okutulan Latince
ve Yunanca’yı, tarih ve coğrafyayı öğrenmek, yalnızca zaman yitirmekti. Canını sıkan
liseyi de tamamlayınca babasının isteği ile tıp okumak için Edinburgh Üniversitesi’ne
yazıldı. Ne ki ikinci yılın sonunda hekimliğin kendisine göre bir meslek olmadığını
anladı ve tıptan ayrıldı. Babası, ailenin “yüz karası” olacağını düşündüğü oğluna son
bir umutla din adamı olmasını önerdi. Darwin bunu kabul etti ve Cambridge
Üniversitesi’nde din eğitimine başladı. Orada tanıdığı ve önce öğrencisi olduğu; daha
sonra da gerçek dostu olan botanik profesörü J. S. Henslov, Darwin’le yakından
ilgilendi. Henslov, bir zamanların küçük koleksiyoncusunun doğa tutkusunu
alevlendirerek geleceğin doğa bilginine yön vermeye başladı. Bu okulu bitiren
Darwin’e, yıllar sonra geliştireceği kuramına ışık tutan araştırma gezisi olanağını da o
dost öğretmeni sağladı. 1831 yılında Büyük Okyanus’a ve Güney Amerika kıyılarına
doğru yelken açan araştırma gemisinin gönüllü ve “amatör doğa bilimcisi” Darwin, bu
geziden beş yıl sonra döndü. Gezi notları, 1839’da, ilk kitabı olarak basıldı. Aynı yıl,
Royal Society üyeliğine seçildi. Zengin gözlem ve bilgi birikiminden yararlanarak
Türlerin Kökeni adlı başyapıtıyla evrim konusunda devrim yaratan kuramını
oluşturdu; ancak, yayımlanması için 21 yıl bekledi. Evrim düşüncesini ilk ortaya atan
Darwin değildi; ama o, evrim sürecinin nasıl gerçekleştiğine inandırıcı bir açıklama
getirmiş; bu konudaki kuşkuyu ortadan kaldırmıştı. Bu da bir zamanların inançlı
Hıristiyanı için, İncil’in “yaratılış” bölümünü yadsımak demekti. Bu nedenle, 1859’da
yayımlanan bu yapıta en güçlü tepki, Darwin’in de beklediği gibi din çevrelerinden
geldi. Evrim kuramını kanıtlanması olanaksız bir varsayım olarak değerlendiren kimi
bilim insanlarının da katılımıyla, tartışma iyice büyüdü. Bu tartışmalara karşı evrim
kuramını savunan Darwin değil; T. H. Huxley oldu. Tartışmalar, ABD’ye de sıçradı.
Tartışmalar karşısında Darwin yine sessiz kaldı. Kuramını Huxley’in yanı sıra
dostları Hooker, Spencer ve Haeckel, ateşli biçimde savundu. Türlerin evrimini
açıklamak amacıyla ortaya attığı ve “yaşam savaşımında güçsüzlerin yok olup en güçlü
ve uygun olanların varlığını sürdürmesi” demek olan doğal seçme ilkesinin siyaset,
iktisat, sosyal bilimler, antropoloji, psikoloji ve ahlak öğretileri gibi, biyoloji
dışındaki alanlara da taşınmasını çocuksu bir şaşkınlıkla izledi. Darwin, çok satan bu
kitabından sonra, kısa aralarla on kitap daha yayımladı. Doğa olaylarının yeryüzünü
belli zamanlarda değil, aralıksız etkilediğini; yüzey biçimlerinin yağmur, rüzgâr ve
dalgalarla yavaş; ama sürekli olarak değiştiğini öne sürdü. Bu jeolojik ilkeyi
canlıların değişimine de uygulayarak, evrimin kesintisiz ve yavaş bir süreç olduğu
kanısına vardı. Darwin, canlıların basit türlerden gelişmiş türlere doğru evriminde
izlenen yolu ve bu değişimin etkenlerini tutarlı biçimde açıklamakla bu konunun
öncüsü oldu. Darwin’in, uzun gezisinde görüp inceledikleri, bütün türlerin ayrı ayrı
yaratılmadığını; ortak bir atadan türeyip zamanla değişime uğradığını kabul ettirecek
kadar belirgindi. O, canlıların da yeryüzü ile birlikte değiştiğinden kuşku duymuyordu.
Ancak, bu değişimin nedenlerine ve nasıl gerçekleştiğine yanıt bulamamıştı.
Kuramının kanıtları arasında şunlar da vardı: Yaşam savaşımına giren her canlı grubu
ya hızla çoğalarak üremesini sürdürmek zorunda kalıyor ya da düşmanlarından daha
güçlü, daha hızlı olan bireyler, ortama uyum sağlıyor ve besinleri ele geçiriyor. Bu
özellikleri gösteremeyen canlılar, doğal seçme ile ayıklanarak yok olma tehlikesiyle
karşı karşıya kalıyor. Değişime uğrayan türün değişimle kazandığı özellikler, yeni
döllere aktarılıyor. Doğal seçme ile yalnızca en üstün ve en dayanıklılar yaşamını
sürdürebildiği için, doğadaki tüm canlılar, en basitten en gelişmişe doğru evrim
geçirmiştir. Yaşayan ilkel organizmalar, var olmalarını, bulundukları ortam ve
koşullarda kendileriyle savaşacak başka canlıların bulunmayışına borçludur. İlk
çağlarda ilkel canlılarda değişinime (mutasyon’a) yol açacak etkenlerin yaygın
olması, Darwin’in bu savını doğruluyor. Örneğin, değişinimin en büyük etkeni olan
radyoaktif ışınlar, eski çağlarda şimdikinden çok daha fazlaydı. Darwin, türlerde
bireysel ayrılıklara yol açan değişimin nedenlerine tutarlı bir açıklama getirememişti.
Bununla birlikte, canlıların evrimi konusundaki kuramında, kendisine öncülük etmiş
o l a n Lamark’ın yanılgılarına da düşmedi. Darwin, Lamark’ın tersine, zürafa
topluluğu içinde birdenbire bir değişimle uzun boyunlu bireylerin oluştuğunu; besinini
daha kolay sağlayan bu uzun boyunlu zürafaların giderek çoğalmasıyla kısa
boyunluların besin savaşını yitirdiğini ve doğal seçimle ayıklanarak yok olduğunu
savundu. Darwin’in açıklayamadığı kalıtsal değişimin nedeni ve yeni döllere nasıl
aktarıldığı sorusunu, 1860’larda Mendel, deneysel çalışmalarıyla belirlediği kalıtım
yasalarıyla yanıtladı. Daha sonra kalıtım bilimi, değişinim denilen bu kalıtsal
değişikliklerin iletilmesinden, genin yapısındaki DNA moleküllerinin sorumlu
olduğunu kanıtladı. Darwin, İnsanın Atası adlı yapıtıyla Türlerin Kökeni’nde yalnızca
bitki ve hayvanlar için irdelediği değişimle evrim konusunu bu kez insan türüne
uyguladı. İnsanın ilk atasının, maymunlardan bile alt basamakta yer alabilecek kadar
ilkel bir canlı olabileceğini öne sürdü. Birçok tartışmaya neden olan “insanın
maymundan türediği” savını Darwin ortaya koymamıştır. Ona göre, insanın ve çoğu
hayvanların evriminde doğal seçme gibi etkin rol oynayan biyolojik ilkelerden biri de
eşeysel (cinsel) seçmedir. Erkeklerce öbür eşeyi seçme olgusu, bir var olma savaşına
dayanmadığı ve ölümle sonuçlanmadığı için doğal seçme kadar acımasız değildir
Darwin’in evrim kuramı, psikoloji alanında karşılaştırmalı kalıtımbilim ve zihinsel
kalıtım araştırmalarına yeni bir yön kazandırdı; antropolojide ırk araştırmalarına
ilgiyi artırdı. Bunun sonunda bir yandan ırkların gelişimini çevresel etkenlere
bağlayan kuramlar; öbür yandan da saf ırkçı kuramlar geliştirildi. Darwin kuramının
din çevrelerinde tartışılması ve sosyal bilimler alanında yaygın biçimde
geliştirilmesinin yarattığı sarsıcı etkiler bugün de sürüyor. Başlıca yapıtları: Beagle
Gemisiyle Yapılan Yolculukta Dolaşılan Çeşitli Ülkelerin Jeoloji ve Doğa Tarihi
Araştırmaları Raporu (1839), Mertcan Resiflerinin Yapısı ve Dağılımı (1842),
Beagle Gemisiyle Yapılan Yolculuk Sırasında Dolaşılan Volkanik Adalardaki
Jeoloji Gözlemleri (1844), Güney Amerika’daki Jeoloji Gözlemleri (1846),
Cirripedia Altsınıfı Üstüne Bir Monografi, 2 cilt (1851), Türlerin Kökeni (1859),
Evcilleşmenin Etkisiyle Hayvanların ve Bitkilerin Değişimi (1868), İnsanın Atası ve
Eşeyliğe Bağlı Seçme (1871) İnsanda ve Hayvanlarda Duyguların Dile Getirilişi
(1872), Böcekçil Bitkiler (1875), Tırmanıcı Bitkiler (1875), Bitkiler Dünyasında
Çapraz ve Kendiliğinden Döllenmenin Etkileri (1876), Bitkilerde Hareketin Gücü
(1880), Özyaşamöyküsü (1887), Doğal Seçme Yoluyla Evrim (der.) (1958) Bkz.
Darwincilik.
Darwincilik (Darwinism) 1. C. Darwin’in canlı varlıkların doğal seçme sonucu bir
evrim geçirdiğini ileri süren kuramı. Bkz. DARWİN, Charles. 2. Genel ve yaygın
anlamda, evrimci kuram ya da görüş. 3. En yaygın anlamda, psikolojide davranışın
uyuma yararlı oluşuna önem verme. Bu, işlevcilikle eşanlamdadır.
davranım (response) 1. Bir organizmanın uyarımlara karşı yaptığı, görülen, görülmeyen
her türlü bedensel, fizyolojik, zihinsel ve duygusal tepki. Bkz. davranış. 2. Bir
organizmanın belli gereksinimi karşılamak için gösterdiği çaba, etkinlik. Bkz.
davranım genellemesi; davranış.
davranım genellemesi (response generalization) Bir edimin pekiştirilmesinin, bu edimi
oluşturan davranımların sıklığında bir artışa yol açtığı gibi, benzer davranımların
sıklığında da bir artış yaratması. Örneğin, baba deme davranımını pekiştiren çocuk,
gaga, dada da diyebiliyor.
davranış (behavior) 1. Kişinin özellikle ahlak bakımından gösterdiği davranım. Bkz.
davranım. 2. Bir kişinin içinde bulunduğu toplumsal, ekonomik ve kültürel koşullar
dolayısıyla geliştirdiği ve onu aynı durumdaki kimselere yaklaştıran davranımların
tümü. 3. Davranışçı psikolojiye göre, yalnızca kas ve bezlerin gözlemlenebilir,
saptanabilir ve ölçülebilir olan etkinlikleri. 4. Bir kimse ya da bir olay karşısında
takınılan durum. Bkz. eylem; tutum. Psikologların çoğu için davranış, bir bilim
dalının temel konusudur. Ancak, bu terimin altında nelerin yer alacağı konusunda
görüşler farklıdır. Bunun sınırlanması önemli ise de başarılması güçtür. Geniş anlamı
ile ele alınınca bu terimin içine bireyin yaptığı ya da yaşadığı her şey giriyor. Buna
göre düşünceler, düşler, bezlerin etkinlikleri, yürüme, koşma, bir aracı yönetme ve
başkaları birer davranıştır. Dar anlamda tanımlandığında ise yalnızca gözlemlenebilir
ya da nesnel olan tepkilere tanımın içinde yer veriliyor; algılama, düşünme,
yargılama ve başka bilinçli olaylar, bu tanımın dışında bırakılıyor. Bunların ancak
davranış üzerindeki etkileri incelenebiliyor. Bugün, insan etkinliklerinin büyük bir
kesimini dışarıda bırakan bu kadar katı bir tanımı pek az psikolog benimsiyor. Konuya
nesnel olarak yaklaşan davranışçıların çoğu, psikolojide araya giren değişkenlere de
yer olduğuna inanıyor. Buna göre Watson ve yapısalcıların karşıtlarının başı çektiği
gibi dar bir davranışçılık anlayışı ortadan kalkmış bulunuyor. Bugün Amerikan
psikolojisi, yöntem bakımından davranışçı olsa da ruhsal açıdan insan etkinliğinin
bütün önemli kesimlerinin incelenmesine açıktır. Bugünün psikologlarının çoğu için
sorun, kendilerinin inceleme konuları ile fizyologların inceledikleri davranışı
birbirinden ayırt etmektir. Çünkü davranış, canlının bütün halindeki etkinliğidir.
Buradaki “bütün halindeki etkinlik” sözü, canlının belki de hem bütün etkinlikleri hem
de hareketsizliği anlamında yorumlanmalıdır. Buna karşılık, fizyolojik etkinlik,
parçaların, organların etkinliğidir. Bunu ise fizyologların çoğu benimsemiyor.
Beklenmedik başkalaşım (emergetism) görüşünü benimseyenler, davranışı, fizyoloji
etkinliklerinin bütünleşmesi sonucu ortaya çıkan yeni bir olay ya da belli bir Gestalt
niteliği olarak görüyorlar. Bu anlayışın varlığı, günümüzde birçok psikologda
seziliyor. En az çelişki gösteren; ancak yine de doyurucu olmayan bir ayırt etme
çabası da psikolojik ve fizyolojik görünen olayları yalnızca şu biçimde sıralıyor:
Ruhsal Olaylar: Algılama, düşünme, konuşma, yargılama ve başkaları. Fizyolojik
Olaylar: Solunum, salgılama ve başkaları. Davranış, fizik bilimlerinde de maddenin
etkinlik türü olarak kullanılıyor. Bkz. bağlaşımcı kuram; davranış araştırması;
davranış biçimlendirme; davranış bilimleri; davranış bozukluğu; davranış
çeşitleri; davranışçı-bilişsel tedavi; davranışçılık; davranışçı öğrenme kuramı;
davranışçı psikoloji; davranışçı tedavi; davranışçı tıp; davranışçı yaklaşım;
davranış çözümlemesi; davranış değiştirme teknikleri; davranış kuramı; davranış
ölçütleri; davranışsal aşırılıklar; davranışsal kısıtlılıklar; davranışsal sözleşme;
davranışsal uygunsuzluklar; davranışta genelleme mekanizması; davranış
teknolojisi; davranış zinciri.
davranış araştırması (ethology) K. Z. ve N. Tinbergen’in kurduğu hayvan psikolojisi
ile ilgili bir hayvan davranışları araştırma çalışması. Bu çalışmalarda tepkisel ve
davranışçı görüşlerden, herhangi bir psikoloji kuram ve yorumundan kaçınılıyor.
Hayvanlar, doğal çevreleri içinde inceleniyor. Bkz. LORENZ, Konrad.
davranış biçimlendirme (behavior shaping) Davranış değiştirme tekniklerini
kullanarak kişinin olumsuz davranışları yerine olumlu davranışlar geliştirmesini ya da
yeni davranışlar edinmesini sağlama.
davranış bilimleri (behavioral sciences) Doğa bilimlerinde olduğu gibi insan ve
hayvanların nesnel ve toplumsal çevrelerindeki davranışlarını doğa bilimlerinin
kullandığı deney ve gözlem yöntemlerini kullanarak inceleyen genel psikoloji,
gelişim psikolojisi, öğrenme psikolojisi, rehberlik ve psikolojik danışma, ruh
sağlığı, sosyoloji, sosyal psikoloji, sosyal antropoloji gibi bilimler.
davranış bozukluğu (behavior disorder)) 1. Çocuklarda ve yetişkinlerde görülen
karmaşık duygusal ve davranışsal sorunlar grubu. Davranış bozukluğu bulunanlar,
sıklıkla toplumdışı davranış gösteriyorlar. Bunlarda hem sözel hem de bedensel
saldırganlık, yalan söyleme, hırsızlık yapma, Vandalizm ya da daha başka eylemleme
görülebiliyor. Davranış bozukluğu olan çocukların toplumsal gelişimleri, akranlarının
gerisinde bulunuyor. Çünkü bunlar, sıklıkla ya toplumsal ilişkilerden kaçıyor ya da
düşmanca, saldırganca davrandıkları için yalnızlaştırılıyorlar. Davranış bozuklukları,
hem çocuk ile çevresi arasında süren olumsuz toplumsal etkileşimin sonucu hem de
onların sürmesini sağlayan bir etkendir. Bu çocuklar, depresyon da yaşayabiliyorlar.
Tutum bozukluğu, kaygı-uzlaşma, hamlık ve toplumsallaşmış saldırganlık,
davranış bozukluklarının dört özelliğini oluşturuyor. Bu bozuklukların tedavisinde
erken davranılmazsa, bunlardaki toplumdışı davranışlar, yetişkinlik yıllarında da
sürebiliyor. Bkz. ciddi duygusal bozukluk. 2. Psikiyatride, psikopati, sapmalar ve
madde bağımlılığı gibi toplumun, kimi zaman hastanın kendisinin de onaylamadığı
davranışları içeren belirtilerle tanımlanan bozukluklar. Davranış bozuklukları, ciddi
ruh hastalıklarına yol açabiliyor. Kuramsal açıdan, nevrozların tersi kabul ediliyor.
Çünkü bunlar, nevrozlardaki gibi aşırı ketleme yerine, ketleme yokluğuyla tanınıyor.
Bunlar, psikanalitik yaklaşımla açıklanabiliyor; ancak tedaviye pek açık değildirler.
davranış çeşitleri (types of behaviors) Dürtüsel ve nedensel olarak kümelendirilen
davranışlar. Bunlar şu tür tepkileri içeriyor: (1) Dürtüsel Davranışlar: Kendiliğinden
beliren normal dışı tepki, mantıkdışı düşünce ve istem dışı ortaya çıkan davranış gibi
tepkiler. (2) Nedensel Davranışlar: Bir kaza sonucu yaralanma gibi bedensel ya da
bir kişinin beklenmedik saldırısına uğrama gibi toplumsal durumlara karşı gösterilen
tepkiler. Benlik psikanalistlerine göre ise kişi, içinde yaşadığı durumları, elinde
olmayan nedenlerle değil; kendi seçimiyle yaşıyor. Kişinin yaşadığı durumlar,
içgüdülerin zorlamasıyla bilinçdışı olarak ortaya çıkmıyor; görme, işitme gibi
araçların içgüdülerden bağımsız olarak çevre ile ilişkisi sonucu gerçekleşiyor. Bkz.
davranış.
davranış çevre bilimi Bkz. çevrebilim.
davranışçı aile tedavileri Bkz. davranışçı tedavi.
davranışçı aile terapileri Bkz. davranışçı tedavi.
davranışçı-bilişsel tedavi (behavior-cognitive therapy) Temel stratejileri rol değişimi,
örnek alma, edinilen davranışı değişik ortamlarda deneme olan tedavi; bilişsel-
davranışçı tedavi. Bu uygulamada bilişsel bozukluğun düzeltilmesi ile davranış
denetiminin başarılması amaçlanıyor. Bkz. bilişsel tedavi; davranışçı tedavi
teknikleri.
davranışçılara göre bilim Bkz. davranışçılık.
davranışçılık (behaviorism) Pozitivist ilkeleri psikolojiye uygulayıp içebakış, içgüdü
gibi kavram ve teknikleri kabul etmeyen; psikolojinin ölçülemeyen, gözlemlenemeyen,
nesnellik taşımayan olgular yerine, ölçülebilen, gözlemlenebilen (nesnel)
davranışlarla ilgilenmesi gerektiğini savunan ve psikolojiyi davranış bilimi diye
adlandıran yaklaşım; behavyorizm, davranışçı psikoloji. J. B. Watson’ın 20. yüzyılın
ilk çeyreğinde ortaya atıp temel ilkelerini belirlediği davranışçı kuram, kısa sürede
birçok yandaş topladı. Davranışçılar, yapısalcıların içebakış tekniğine ve
psikodinamik yaklaşımcıların bilinç, bilinçaltı, bilinçdışı gibi kavram ve ilkelerine
tümüyla karşı çıkarak gözlemlenemeyen bu tür iç yaşantıların bilimin konusu
olamayacağını ileri sürdüler. Bunlara göre insan davranışları, etik nedenlerle hayvan
davranışları incelenerek anlaşılabilir. Örneğin, bir hayvanın kızdığını, tepkilerine
bakarak anlayabiliriz. Bu yaklaşımları nedeniyle davranışçılara, uyaran-tepki
psikologları da deniyor. Davranışçılara göre bilim, “mekanist, materyalist ve
fiziksel”dir. Davranış ise, “zamanda ve uzayda devinim”dir. Davranışçılığın
gelişiminde I. Pavlov’un koşullu refleksinin ve Thorndike’ ı n etki yasasının payı
büyüktür. Etki yasasına göre, doyuma ulaştıran davranışlar, daha çok yineleniyor. Bu
nedenle pekiştirmeye çok benziyor. İnsanın çevresinde hoş olan (haz veren) ve hoş
olmayan uyarıcılar vardır ve hoş olan uyarıcılar daha çok yineleniyor. (Ancak, E. L.
Thorndike, “Bu uyarıcılar doğada var.” diyerek, pekiştirme ilkesini durağan olarak
ele almıştır.) Bu kuramın oluşturucuları arasında, Watson’la birlikte K. S. Lahley ve
A. P. Woeiss de sayılmalıdır. Davranışçılık, ilk ortaya atıldığı biçimiyle; klasik
koşullama olarak kalmamış; giderek, uyaran-tepki arasına ara değişkenler konmuş;
Skinner’in edimsel koşullama diye adlandırdığı diğer bir öğrenme biçimiyle daha da
gelişmiştir. Watson’ın ortaya koyduğu davranışçılık, daha çok kassal hareketlere
dayandığı ve pozitif ilkeleri birebir uyguladığı için, yöntembilimsel davranışçılık
diye adlandırılıyor. Bilişsel davranışçılık ise, içsel olayların işlemler aracılığı ile
tanımlanabileceğini ve herkesçe gözlemlenebilir, incelenebilir ve anlaşılabilir duruma
getirilebileceğini savunuyor. Skinner da ortaya koyduğu radikal davranışçılıkta
davranışla onun sonuçları arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor. Bununla birlikte
davranışın gözlemlenebilirliği, ölçülebilirliği ve sağdanabilirliği, tümünün ortak
nitelikleridir. İlkelerin laboratuvar ortamında elde edilmesi ön koşuluna dayanan
davranışçılık, bu özellikleriyle deneysel psikolojiye önemli katkılar sağlamıştır.
Davranışçılık, birçok yönüyle eleştiriye uğramıştır. Geleneksel psikolojik
yaklaşımlardan psikodinamik yaklaşım ve hümanist yaklaşım, davranışçılığın her
konuyu çok mekanik olarak ele aldığını; oysa insanın, ruhsal yanıyla bir bütün
oluşturduğunu; hayvanlar üzerinde yapılan deney sonuçlarının insanlara
genellenemeyeceğini ileri sürdüler. Bkz. davranış psikolojisi; toplumsal öğrenme.
davranışçı öğrenme kuramı (behavioral learning theory) Öğrenmeyi davranışlardaki
gözlemlenebilir değişimler düzleminde açıklayan kuramların ortak adı. Bkz.
bağlaşımcı kuram; öğrenme kuramları.
davranışçı psikoloji (behavioral psychology) Öznel yaşantının psikanaliz yöntemiyle
incelenemeyeceğini; böyle bir incelemenin bilimsel verilerden yoksun olacağını; insan
davranışlarına ilişkin bilimsel ilkelerin yalnızca doğrudan gözlemlenebilen
davranışların incelenmesiyle belirlenebileceğini savunan, psikanalitik kurama karşıt
kişilik kuramı; davranışçılık, davranışçı ruhbilim. Davranışçılar, kuramlarını
yalnızca öğrenme konusu çevresinde oluşturdular. Buna uygun olarak bu kuram
davranışçı yaklaşım, uyaran-tepki kuramı adıyla da anılıyor. Birincil dayanağı, I.
Pavlov’un buluşu olan davranışçı psikolojiyi, J. B. Watson, E. L. Thorndike ve B. F.
Skinner geliştirmiştir. Pavlov, koşullu refleks (koşullu tepke) olgusunu bulmuştu.
Salya salgısına yol açan besin maddesi uyaranıyla aynı zamanda, belli bir ses
çıkarılıp yinelenmişti. Bir süre sonra, besin maddesi olmadan da o sesin; dahası,
yiyeceği getirmiş olan kişinin ayak seslerinin duyulmasının ya da o kişinin
görülmesinin de salya salgılamasını sağladığı saptanmıştı. Yine koşullu refleksler
incelenirken, Pavlov’un öğrencilerinden biri, beklenmedik bir olaya tanık olmuştu. Bir
çember ile bir elipsi birbirinden ayırmaya koşullandırılan köpeğin, yinelenen
deneylerde elipsin giderek çembere yakın biçime getirildiğinde artık, çember ile
elipsin ayrımını yapamadığını görmüştü. Üç hafta yinelenen deneylerde köpek, ayrım
yapmada bir gelişme gösterememiş; tersine, bu yeteneği giderek azalmıştı. Sonunda da
bu yeteneğini yitirmişti. Bunun yanı sıra, köpeğin davranışlarında değişmeler
oluşmuştu. Sessiz, uysal köpek, kesik sesler çıkarmaya, deney aygıtını dişleri ile
yırtmaya, odasına sokulunca havlamaya başlamıştı. Bu değişik davranışların akut
nevroz belirtileri olduğunu düşünen Pavlov, daha sonra fareler, domuzlar, maymunlar,
koyunlar ve kediler üzerinde yinelenen benzer deneylerden de aynı sonuçları elde
etmişti. Hayvanların zorlandıklarında girdikleri bu bunalıma deneysel nevroz adını
vermişti. Pavlov, insandaki ruhsal bozuklukları da bu deney sonuçlarından
yararlanarak açıklamıştı. Benzer zorlanmaların insanlarda da normal dışı davranışlara
yol açtığını belirtmişti. Watson, Pavlov’un bu koşullama ilkelerinden yola çıkarak,
bunları kendi geliştirdiği kavramlarla birleştirdi ve psikolojide davranışçılık
(behavyorizm) denen yaklaşımı geliştirdi. Watson ve Rayner, zamanla çok ünlenen
bir deneyi gerçekleştirdiler. Koşullama tekniğinden yararlanarak yaptıkları bu deneyle
normal dışı davranışların oluşumunda öğrenmenin rolünü ortaya koymaya giriştiler.
Amaçları, mantıkdışı korkuların, fobilerin, öğrenme ile kolayca oluştuğunu
kanıtlamaktı. Araştırmacılar, bu amaçla, denek olarak, hayvanları çok seven 11 aylık
Albert’i seçtiler. Deney sırasında beyaz bir fareye her yaklaştığında, arkasında duran
bir kişi, çelik bir çubuğa bir çekiçle vuruyordu. Çıkan gürültü, Albert’i korkutuyor ve
ağlatıyordu. Deneyin çokça yinelenmesinden sonra Albert, gürültü duymadığında da
beyaz fareyi görünce korkmaya başladı. Bu korku, daha sonra başka tüylü hayvanları
gördüğünde de ortaya çıktı. Dahası, kimi tüylü eşyalar bile Albert’i korkutur oldu.
Pavlov ve Watson’ın bu çalışmaları, birçok araştırmacıyı öğrenmenin koşullu
reflekslere dayandığına; insan davranışlarının da bu yolla oluştuğuna inandırdı. Sonra,
E. L. Thornidike ve B. F. Skinner, bu yöndeki çalışmalarıyla davranış psikolojisine
yeni temel kavramlar kattılar. Thorndike, ödüllendirilen tepkilerin güçlendiğini ya da
öğrenildiğini; olumsuz sonuç veren tepkilerin ise giderek zayıflayıp söndüğünü
gördü ve insan davranışlarının ödül ve ceza sonucu oluştuğu kanısına vardı. Skinner
da çalışmalarından, davranışı özellikle organizma dışındaki olayların belirlediği; bu
olayları değiştirerek, davranışlara istenen yönün verilebileceği sonucunu çıkardı. 20.
yüzyılın başlarında davranışçı psikolojinin kurucusu olarak Watson, psikolojiye
önemli bir katkı yapmıştı. Bunun gibi önemli bir katkıyı da 1960’lardan sonra ortaya
koyduğu görüşleriyle Skinner yaptı. Skinner, çalışmalarında, davranışın yasalar
gereğince işlediği varsayımından yola çıktı. O da Freud gibi davranışların yaşam
boyunca yinelendiğini savundu. Daha da ileri giderek bunun toplumda da geçerli
olduğunu öne sürdü. İnsanın belirli amaçları olan bağımsız bir varlık olduğunu
belirten görüşlere ters düşen belirlenimcilik (determinism) ilkesinin, insan
davranışlarına egemen olduğunu destekleyen görüşler üretti. Skinner’a göre, önemli
suçlar işleme de insanlara yararlı işler görme de kimi etkenlerin birbirini ayrı
biçimde etkilemeleri sonucu oluşuyor. Yani, bireyin davranışları, dış dünyanın
ürünüdür ve bunların oluşumunda belirli yasalar geçerlidir. Buna göre, davranış
denetlenebilir. Gerekli olan, bireyin içinde bulunduğu koşullarda değişiklik
yapmaktır. Skinner, tepkisel öğrenme ve işlemsel öğrenme olarak iki öğrenme türü
tanımladı. Buna göre, belirli bir tepki oluşturan uyaranla gerçekleşen öğrenme,
tepkisel öğrenmedir. Basit refleksler ve kimi duygusal tepkiler gibi, öğrenme
olmaksızın özgül (spesifik) tepki oluşturan uyaranlar vardır. Parlak ışık, gözbebeğinin
büzülmesine; birdenbire duyulan gürültü, korkmaya yol açıyor. Bir de koşullamayla,
tepki oluşturulabiliyor. Albert deneyi, bunu örneklendiriyor. Bu örnek, bir uyaranın,
daha önce oluşturmadığı tepkiyi nasıl oluşturduğunu gösteriyor. Böyle uyaranlar
koşullu uyaran; bu uyaranın yol açtığı tepki de koşullu tepkidir. Ancak, yanında
koşulsuz uyaran olmadan, koşullu uyaran uzun süre uygulandığında, öğrenilen tepki,
giderek gücünü yitiriyor ve sönüyor. Bir fare, içinde bir manivela bulunan bir kafese
kapatılıyor. Fare, kafesin içinde dolaşırken manivelayı aşağı çektiği anda, kendisine
besin veriliyor. İkinci bir kez kolu çektiğinde, besin verme yineleniyor. Bu yolla da
işlemsel öğrenme gerçekleşiyor. Örnekten de anlaşıldığı gibi, işlemsel tepkileri,
yarattığı sonuç belirliyor. İşlemsel koşullama yoluyla öğrenmede deneğin karşısına,
belirli bir tepki oluşturan uyaran çıkarılıyor ve denek, bir amaca ulaşmasını
sağlayacak bir tepkide bulunmayı öğreneceği bir durum içine konuluyor. Denek, içinde
bulunduğu bu çevrede bir değişiklik yaratıp, belli bir işlem yaparak öğrendiği için bu
öğrenmeye işlemsel öğrenme deniyor. Albert deneyinde gürültü, sürekli olarak
hayvanla birlikte yer alıyor. Bu sürekli birliktelik, Albert’in koşullandığı korku
tepkisinin güçlenmesiyle sonuçlanıyor. İşte, yeni oluşturulmuş bir tepkinin sürekli, bir
uyaranla birlikte kalmasıyla o tepki güçleniyor; yani, pekiştirme gerçekleşiyor.
Tepkinin güçlenmesini pekiştirici uyaran sağlıyor. Pekiştirici, olumlu da olumsuz da
olabiliyor. İşlemsel koşullamada hayvan, kola bastıkça ödüllendiriliyor. Ödül, olumlu
pekiştirici görevi yaptığı için sonuçta olumlu pekiştirme gerçekleşiyor. Hayvan, bir
de elektrik şokuna son vermek için kola basıyor. Buradaki pekiştirme, acı veren
uyaranı elde ederek değil, ondan kaçınarak gerçekleştiği için bu pekiştirme de
olumsuz pekiştirmedir. Kaçınma, pekiştirme olmadan da öğrenilebiliyor.
Davranışçılara göre güdülenmenin temelindeki doğal (biyolojik kökenli) dürtülerin
sayısı sınırlıdır. Bunlar açlık, susuzluk gibi bedensel gereksinimlere yöneliktir.
Günlük yaşamda görülen dürtüler ise, doğal dürtülerin uzantıları olarak beliriyorlar.
Örneğin, çocuk, doğduktan kısa bir süre sonra anne babanın neyi onaylayacağını, neyi
cezalandıracağını öğreniyor. Ondan sonra, anne babasının ve toplumun onaylayacağı
davranışlara yöneliyor. Görüldüğü gibi, onaya ve başarıya yönelten bu dürtüler,
edinilmiş dürtülerdir. Uyumlu davranışların yerine etkisiz, uyumsuz, bozuk
davranışların öğrenilmesi, karar vermeyi gerektiren çatışma durumlarında kişinin
yetersiz kalmasına neden oluyor. Çağdaş insan üzerinde önemli etkisi olan davranışçı
psikoloji, koşullanma biçimine göre, insanın iyi-kötü, mantıklı-mantıkdışı
davranabileceğini ortaya koymuştur. Bu yaklaşımla davranışların nedenlerinin
gözlemlenemeyen benlik, üstbenlik gibi kişilik bölgelerinde aranmasına karşı çıkılmış;
davranışların nedenleri, bireyin öğrenim yaşantılarında aranmıştır. Davranışçı
psikoloji yaklaşımı, öznel yaşantıyı reddedişi; daha çok, hayvan deneylerine bağlı
kalmas ı , değer yargılarına ve insanların birlikte nasıl yaşayacaklarına ilişkin
sorunlara eğilmemesi nedeniyle şiddetle eleştirilmiştir. Kişinin, çevrenin onu
koşullandırma biçimine göre bir yaşam sürdürdüğüne inanan davranışçılar, kişiye
seçim özgürlüğü de tanımamışlardır. Skinner, öğrenme ilkesinin sistemli bir biçimde
uygulanmasıyla ütopik bir dünyanın bile yaratılabileceğini savunacak kadar ileri
gitmiştir. Bkz. klasik tepkisel koşullama; ruh sağlığı (Davranışçı Psikolojiye Göre
Ruh Sağlığı).
davranışçı psikolojiye göre ruh sağlığı Bkz. ruh sağlığı.
davranışçı ruhbilim Bkz. davranışçı psikoloji.
davranışçı sağaltım Bkz. davranışçı tedavi.
davranışçı tedavi (behavioral therapy) Öğrenme kuramına dayanan dar kapsamlı ve
kısa süreli bir ruhsal tedavi tekniği; davranışçı terapi; davranışçı sağaltım.
Davranışçı tedavide belirtilerin (bozuklukların), hatalı öğrenmeden ve koşullanmadan
kaynaklandığı varsayılıyor. Bu nedenle koşullanmayı ortadan kaldırma ve yeniden
koşullama, yeniden öğrenme, pekiştirme, duyarsızlaştırma gibi yöntem ve tekniklerle
belirtiler ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Uygulama, tanıya göre değil, kişiye özgü
olarak tasarlanıyor. Bu yaklaşımda insan ruhu ve zihni, kuramsal bağlamda karakutu
diye değerlendiriliyor. Belirtilere, altta var olan bir hastalığın ya da sürecin yalnızca
yüzeysel bir dışavurumu olarak bakan psikanalizin tersine, hastalığın kendisi olarak
bakılıyor ve dışarıdan görünen davranışın (belirtinin) üzerinde odaklanılıyor.
Davranış bozukluğuna bireyin yaşamında istenmeyen, uyumsuz davranışlar edinmesine
yol açan koşullanmalar diye bakılıyor. Söz konusu davranışlar, bunlara bağlı olarak
düzeltilmeye çalışılıyor. Tedavi müdahalesinde belirtiden uzaklaştırılma olanağı
bulunan durumlar; özellikle fobiler ve davranış bozuklukları ile ilgili olaylar hedef
olarak seçiliyor. Kendini ortaya koyma eğitimi, karşılıklı ketleme, ödül ekonomisi,
duyarsızlaştırma ve bilişsel-davranışçı tedavi, çok sayıdaki davranışçı tedavi
yöntem ve tekniğinin en çok kullanılanlarıdır. Bkz. davranışçı tedavi teknikleri;
davranış değiştirme teknikleri; psikoterapi yöntem ve teknikleri.
davranışçı tedavi teknikleri Bkz. davranış değiştirme teknikleri.
davranışçı terapi Bkz. davranışçı tedavi.
davranışçı tıp (behavioral medicine) Davranış tedavisi ilkelerini biyomedikal
tekniklerle birleştirerek tıpsal bozuklukların tanı, tedavi ve yeniden güçlendirme
çalışmaları ile bozuklukların önlenmesi için kullanan tıp. Bu yaklaşım, stresi önleme
ve azaltma, çocuk ve yetişkin hasta yönetimi ve uyumu, ağrı denetimi, yaşam
biçimini değiştirme gibi alanlarda da uygulanıyor. Biyolojik geri bildirim, gevşeme
tedavisi, davranış tedavisi ve hipnoz, davranışçı tıbbın başlıca tedavi türleridir.
davranışçı yaklaşım (behavioral approach) 1. İnsan davranışının ödül, ceza ve
koşullama ile öğrenildiğini; bu nedenle değiştirilebileceğini savunan kuram. 2.
Davranışı, kişinin yaşamda öğrendikleriyle; özellikle başkalarıyla etkileşimiyle ilgili
olarak ona verilen ödül ve cezaların belirlediği görüşüne dayalı kişilik kuramları;
davranışçı modeller. Bu yaklaşıma göre, normal ya da normal dışı davranış
yapılarını oluşturan şey, bireyin iç yapıları değil, öğrendikleridir. Bkz. davranışçı
psikoloji; davranış değiştirme teknikleri.
davranışçı yaklaşımda veri toplama teknikleri Bkz. davranış değiştirme teknikleri.
davranışçı yaklaşımın öğrenme ilkeleri Bkz. davranış değiştirme teknikleri.
davranış çözümlemesi (behavior analysis) 1. Çevrenin davranış üzerindeki etkilerini;
özellikle davranışların sonuçlarının yine davranışlar üzerindeki etkilerini inceleyen
psikoloji dalı; davranış analizi. 2. Davranışçı yaklaşımda, davranış değiştirme
uygulaması.
davranış değiştirme teknikleri (behavior modification methods) Davranışçı yaklaşıma
uygun tedavilerde kullanılan biçimlendirme, cezalandırma, pekiştirme ve
duyarsızlaştırma. Davranışçı tedavilerde temel ilke, uygun davranışın pekiştirilmesi
(ödüllendirilmesi); uygun olmayan davranışın da söndürülmesidir
(cezalandırılmasıdır). Bu nedenle davranışçı tedavi tekniklerinin temelini deneysel
psikolojinin özellikle öğrenme konuları oluşturuyor. Bu yaklaşıma göre, davranışsal
kısıtlılıklar; davranışsal aşırılıklar, davranışsal uygunsuzluklar gibi bozuk
davranışlar, yanlış öğrenmelerin pekiştirilmesi ve alışkanlık durumuna gelmesiyle
ortaya çıkıyor. Buna bağlı olarak davranış bozuklukları genelleme, ayırt etme,
pekiştirme, söndürme gibi davranışçı yaklaşımın öğrenme ilkeleri ile ortadan
kaldırılmaya çalışılıyor. Davranışçı yaklaşım, nesnel olgularla ilgilendiği için,
davranışçı tedavilerde gözlem tekniğinin, önemli bir yeri vardır. Bunda, davranışın
zamanında ve tam bir tanımının yapılması önemlidir. Davranış Değiştirmede İzlenen
Üç Aşamalı Program: Birinci Aşamada, taban düzeyinin belirlenmesi için bilgi
toplanıyor. Sorun davranışın sıklığına (frekansına), niteliğine ve süresine ilişkin veri
toplanarak, sorun davranış, dikkatle, eksiksiz tanımlanıyor. Veri; sürekli kayıt,
aralıklı kayıt ve zaman örnekleme denen üç ayrı teknikle toplanıyor. İkinci Aşamada
tedavi (müdahale) başlıyor. Toplanan veriler çözümleniyor ve sorun davranış için
biçimlendirme mi, pekiştirme mi, cezalandırma mı yoksa duyarsızlaştırma mı
uygulanacağı kararlaştırılıyor ve kararlaştırılan teknik uygulanıyor. Üçüncü Aşamada
da uygulanan tedavi ile davranışın değişip değişmediği izleniyor. Bu amaçla özellikle
geri bildirimden yararlanılarak davranışın sonuçları, düzenli bir biçimde
denetleniyor. Davranışçı tekniklerde ters yüz etme deseni ve çok temel düzeyli
desen kullanılıyor. Davranışçı tedavinin uygulanabilmesi, tedavi için başvuran
kişinin, sorun davranışını gerçekten değiştirmek istemesi koşuluna bağlıdır. Çünkü
bu teknikler, ancak uzman ve hastanın işbirliği ile uygulanabiliyor. Bu tedavilerde
tedaviyi yapan, her zaman birtakım şeyleri yaptırma gibi bir işlevi üstlenmiyor; tedavi
ettiği kişiyi, özellikle kendini denetleme becerisini geliştirmeye özendiriyor.
Davranışçı tedavi, sorun davranışın niteliğine göre farklı biçimlerde
gerçekleştiriliyor. Davranışçı Tedavi Tekniklerinin Başarılı Olmasını Etkileyen
Önemli Etkenler: (1) Tedavi oturumlarında (seanslarında), yardım isteyen kişinin
yaşadığı kaygı, kişiyi telkine açık tuttuğu için kişi, oturum sırasında tedavi uzmanının
sözlerinden, onun telkinlerinden de etkileniyor. (2) Oturum sırasında duyulan kaygı,
olağan yaşamdakinden daha şiddetli oluyor. O nedenle, oturumlarda kaygısını yenen
kişi, gerçek yaşamda da yenecek demektir. (3) Tüm oturumlar, ceza işlemi
biçimindedir. Katıldığı oturumlarda kişi, karşılaşmak istemediği uyarıcıları ortadan
kaldırmak için yine o uyarıcılarla karşı karşıya getiriliyor. Hasta ayrıca, zamanını ve
parasını harcıyor. Hastaya ulaştırılmak istenen ileti, ”Ya iyileş ya da bu itici
uyarıcılarla karşılaşmayı sürdür.” anlamını içeriyor. Davranışçı tedavi, yapay ve
belirti (semptom) yönelimlidir. Bu tekniklerle sorun davranış ortadan kaldırılsa bile,
sorun davranışa yol açan asıl nedenler yerinde durduğu için bu tekniklerin, geçici
iyileşme sağladığı ileri sürülüyor. Davranışçı tedavilerin ilkeleri; Pavlov, Watson,
Skinner ve Wolpe’un çalışmalarıyla belirlenmiştir. Bkz. davranışçı yaklaşım
davranış grubu Bkz. baskı grubu.
davranışın biyolojik temelleri Bkz. genel psikoloji.
davranışın kalıcılığı Bkz. bilişsel öğrenme.
davranış kriterleri Bkz. davranış ölçütleri.
davranış kuramı (behavior theory) Psikolojinin görevinin, “uyarıcı ile tepki arasındaki
ilişkiyi fiziksel birimlerle ölçüp belirlemek” olduğunu benimseyen genel görüş. Bu
görüşten yana olanların çoğu, canlıyı araya giren değişkenler gibi görüyorlar.
Araştırmalar, özellikle güdüleme ve öğrenme üzerinde duruyor.
davranış ölçütleri (behavior criteria) Davranışın uyumlu ya da uyumsuzluğuna karar
vermeye yarayan ölçütler; davranış kriterleri. Çocuğu ya da yetişkini uyumsuz,
dengesiz diye nitelemeden önce, onun davranışlarını, geçerli ve tutarlı birtakım
ölçütlerin ışığında gözlemleyip incelemek gerekiyor. Bir belirtiden yola çıkılarak, bir
ölçüt göz önünde tutularak çocuğun ya da yetişkinin davranışına ilişkin bir yargıya
varılamamıyor. Çocuktaki Ruhsal Uyumsuzluğu Belirlemede Kullanılabilecek
Ölçütler: (1) Çocuğun içinde bulunduğu gelişim sorunları, uyumsuzluk belirtisi gibi
algılanmamalıdır. Arada bir yatağı ıslatma, okul çağında bile olağan karşılanmalıdır.
(2) 2-3 yaşlarında rastlanan uyku bozuklukları, 3-4 yaşlarında beliren korkular, ara
sıra görülen korkulu rüyalar, kısa süren konuşma düzensizlikleri tek başlarına
uyumsuzluk ve dengesizlik belirtisi sayılmamalıdır. 2 yaşına dek yürüyememe, 2-3
yaşına dek konuşamama, okul çağında hemen her söylenene karşı çıkma, ara sıra yalan
söyleme, gençlik çağının aşırı duygusallık ve coşkululuğunu arada bir yetişkinlikte de
gösterme, sorun olarak ele alınmamalıdır. (3) Belirtinin ağır, şiddetli biçimde ortaya
çıkıp çıkmadığına bakılmalıdır. Çocuk, hemen her şeyden korkuyor, okul çağında her
gece yatağını ıslatıyorsa ancak o zaman“ruhsal sorunlu” olarak niteleniyor. Temiz,
düzenli, titiz çocuğa değil; bir yere dokunur dokunmaz elini yıkamadan rahat edemeyen
çocuk ya da ergene “sorunlu” olarak bakılmalıdır. (4) Arada bir yaramazlık yapmak,
söz dinlememek olağan sayılmalıdır. Yaramazlıklarını evden başka okulda, sokakta da
sürdüren; her zaman söylenenin tersini yapan çocuklar, kendilerine yardım edilmek
amacıyla incelemeye alınmalıdır. Çocuğun evde yaptığı huysuzluk, hırçınlık, çekişme
ve didişme, fazla abartılmamalıdır. Eğer çocuk bunları ev dışında da sürdürüyorsa,
ilgililer, soruna eğilmelidirler. (5) Belirtilerin sürekliliği, önemli bir ölçüttür.
Örneğin, yeni bir kardeş doğduğunda huysuzluk ve hırçınlık gösteren, yatağı ıslatan,
altını kirleten çocuğun bu davranışları süreklilik kazanmadıkça uyumsuzluk olarak
nitelendirilmemelidir. (6) Bir belirtinin başka belirtilere eşlik edip etmediği
araştırılmalıdır. Örneğin, yatağını ıslatan bir çocukta ayrıca kekemelik, gereksiz
korkular da görülmeye başlamışsa bunlar, uyumsuzluk belirtisi olarak
değerlendirilmelidir. (7) Bütün sorunlarını dışa vurmayan çocuklara da
rastlanılabileceği unutulmamalıdır. Durgun görünüp içlerinde fırtınalar yaşayan
çocukların da var olduğu biliniyor. Sorunlarını dışa vurmamak için kendilerine karşı
sürekli savaş veren çocuklar, günün birinde küçük bir baskı karşısında, umulmadık
tepkiler gösterebiliyor. (8) Çocuğun geçmişteki ve bugünkü becerileri, özel
yetenekleri, toplumsal ilişki biçimleri, onun uyum yeteneğinin belirleyicileri olarak
değerlendirilmelidir. Öncesinde uyumlu olan çocuk, daha sonra karşılaştığı sorunları
çözmede fazla zorlanmıyor. (9) Çocuğun yenilgiyi kabul edememesi, duygu ve
heyecanlarını denetleyememesi, güçlüklerle karşılaştığında, yaşına uygun çözümler
bulamaması ve gerektiğinde kendini savunamaması da uyumsuzluk belirtileri olarak
değerlendirilmelidir. Bu ölçütlerin çoğu, yetişkinler için de davranış ölçütü
niteliğindedir. Örneğin, belirtinin ağır, şiddetli biçimde ortaya çıkması ve sıklaşması;
bir belirtinin başka belirtilere eşlik etmesi; yetişkinin işini, sorumluluklarını sıklıkla
aksatmaya başlaması; içine kapanması ya da sıklıkla saldırgan davranışlar göstermesi;
duygu ve heyecanlarını denetleyememesi, onun uyumsuzluğuna karar vermede ölçüt
olarak kullanılabiliyor.
davranışsal aşırılıklar (behavior excesses) Davranışçı tedavi yaklaşımına göre, bir
davranış bozukluğu biçimi; bir davranışın, olması gerekenden daha sık ve aşırı
yapılması. Örneğin, aşırı yemek yeme, aşırı hareketlilik, obsesif-kompulsif
bozukluklar, alkolizm, sigara içme alışkanlığı ve benzerleri, birer davranışsal
aşırılıktır. Bu davranışların önüne geçmek için davranışçı tedavilerde ya davranış
ödüllendiriliyor ya da karşıt bir etkinlik ortama sokuluyor. Davranışsal aşırılıkları
ortadan kaldırmak için genellikle itici (cezalandırıcı) uyarıcılar kullanılıyor.
Davranışı azaltmak için ayırt edici uyarıcılar, şu biçimde denetleniyor: (1)
Çevredeki uyarıcılar, sorun davranışın yapılmasını güçleştirecek biçimde
düzenleniyor. (2) Sorun davranışın olma zamanı ve davranış örüntüsü ya da zinciri
kırılmaya çalışılıyor. Sıklığı azaltılacak davranışlar için veri toplanırken, davranışı
yapmadan; ama yapma gereksinimi duyulduğu zaman kayıt yapılıyor. Bkz. davranış
değiştirme teknikleri; davranışsal kısıtlılıklar.
davranışsal kısıtlılıklar (behavior deficits) Davranışın, yapılması gerekenden daha az
yapılması. Bu durum, davranışçı tedavi yaklaşımına göre beceri eksikliği, yanlış
çalışma alışkanlığı gibi bir davranış bozukluğu biçimidir. Davranışsal kısıtlılıkları
ortadan kaldırmak için özel eğitim ve yetiştirme programları hazırlanıyor. İstenilen
davranış, aşama aşama pekiştirilerek davranışsal kısıtlılık ortadan kaldırılıyor.
İstenilen davranışın sıklığını artırmak amacıyla veri toplarken, istenilen davranış
ortaya çıktıktan sonra verilerin kaydı yapılıyor. Bkz. davranış değiştirme teknikleri;
davranışsal aşırılıklar.
davranışsal sözleşme (behavioral contract) İki kişi arasında; örneğin, davranış terapisti
ile hastası ya da öğretmen ile onun öğrencisi arasında, belli bir biçimde davranılması
durumunda ödüllendirileceğine ilişkin yapılan sözlü ya da yazılı anlaşma. Örneğin,
alan korkusu olan hastanın sokağa çıkma sözü vermesi; öğrencinin, ödevini yapma
sözü vermesi gibi.
davranışsal terapiler Bkz. davranışçı tedavi; davranış değiştirme teknikleri;
psikoterapi yöntem ve teknikleri.
davranışsal uygunsuzluklar (behavior inapropriatness) Davranışın uygun zaman ve
yerde yapılmaması. Davranışsal uygunsuzluk, davranışçı tedavi yaklaşımına göre bir
davranış bozukluğu biçimidir. Hırsızlık yapma, açıkta mastürbasyon girişimi,
ergenlikte altına işeme, birer davranışsal uygunsuzluktur. Davranış uygunsuzluklarını
ortadan kaldırmak için, uygun olmayan ve uygun durumları ayırt etmeye yarayan
programlar yapılıp uygulanıyor. Bu uygulamada, istenen davranışlar pekiştirilmeye
çalışılıyor; istenmeyen davranışlar ise cezalandırılıyor. Bkz. davranış değiştirme
teknikleri.
davranışta genelleme mekanizması Bkz. PAVLOV, Ivan Petroviç.
davranış tedavisi Bkz. davranışçı tedavi.
davranış teknolojisi Bkz. SKINNER, Burrhus Frederik.
davranış zinciri (behavior chain) Doğru sıralamayla yapıldığında daha büyük bir
davranışı oluşturan bir dizi küçük davranış; zincirleme davranış. Örneğin, bir kuştan
bir dizi jetonun içinden birisini alması; onu ısırması ve ahşap olup olmadığını
denetlemesi; yem veren bir makinenin önüne gidip jetonu deliğe atması ve başını
kaldırarak yem gelip gelmediğine bakması bekleniyor. Burada, tek bir davranış gibi
görünen şey, gerçekte ayrı ayrı ve kesin sonuç almak için, sondan başa doğru
öğretilmesi gereken bir davranışlar zinciridir. Davranış zinciri normalde ileriye
doğru zincirleme olarak gerçekleşiyor. Bkz. geriye doğru zincirleme.
dayak cezası (copporal punishment) Suçun cezasının karşılığı olarak kulak çekme,
tokat atma, dövme gibi yollarla bedensel acı ya da üzüntü çektirme. Anne babanın,
öğretmen ve yöneticilerin ve ilgili kişi ve kurumların, çocuk ve yetişkinlere bu çağ
dışı cezayı uygulama hakları yoktur.
dayanışma (solidarity) Bir grup içinde yer alan bireylerin kendi aralarında ya da
grupların birbiriyle gerçekleştirdikleri yardımlaşma, işbirliği, ortak tutum ve toplu
eylemlerle gelişen bağlılık duygusu. Bkz. insanın sekiz çağı ((6) Yalnız Kalmaya
Karşı Yakınlaşma Duygusunun Gelişimi); mekanik dayanışma; organik
dayanışma.
Decroly okulu Bkz. DECROLY, Ovide.
DECROLY, Ovide (1871-1932) “İnsandaki ilgi odaklarıi” teziyle özgün bir eğitim
sistemi geliştiren Belçikalı eğitimci. Decroly, Renaix’te doğdu; Brüksel’de öldü. Tıp
eğitimi gördükten sonra bir süre yurt dışında çalıştı. 1901’de Brüksel’de engelli
çocukların eğitimini amaçlayan bir enstitü; 1907’de de normal çocuklar için bir okul
kur du. Yaşam aracılığı ile yaşam için eğitim ilkesine uygun bir uygulama
gerçekleştiren okulun bu başarısıyla büyük bir ün kazandı. Sonra, Yeni Okul adıyla
bir dernek kurdu. 1913’te Yüksek Eğitim Enstitüsü’nde profesör olarak
görevlendirildi. 1914’te savaş yetimlerinin barındığı bir eğitim yurdu açtı. 1920’de
Brüksel Üniversitesi’nde çocuk psikolojisi profesörlüğüne atandı. Ona göre, çocuğa
toplumsal uyum sağlayacak bir eğitim uygulanırken çevresindeki doğal ve toplumsal
olgulara göre biçimlendirilmiş araştırıcı ve yaratıcı bir devingenlik
kazandırılmalıdır. Yine ona göre, bütünlük gösteren bir eğitim, üç aşamadan geçer. İlk
aşama, deney ve gözlem aşamasıdır. İkincisi, aynı konuda başka deney, gözlem ve
bilgilerin birleştirildiği genelleme ve çağrışım aşamasıdır. Üçüncüsü ise elde edilen
ve özümlenen bilginin anlatılması aşamasıdır. Anlatım yazı, resim, model ve başka
araçlarla olmalıdır. Decroly, kendi tıp ve psikoloji bilgisini Dewey’nin eğitim
felsefesi ile bireştirerek etkili uygulamalar gerçekleştirmiştir. Ona göre çocuk, önce
kendini tanımalı, ardından da çevreyi, kendisi açısından öğrenerek özümsemelidir.
Çünkü insanı öğrenmeye, kendisinde var olan ilgi odakları yöneltiyor. Bu ilgi
odakları, beslenme, doğa koşullarına ve düşmanlara karşı korunma, çalışma ve etkin
olma gibi etkenlerden oluşuyor. Çocuk, geliştirdiği bu ilgi odaklarına göre öğreniyor.
Şimdiye dek kırk dört yılın üstündeki meslek yaşamımda hiçbir öğrenme-öğretme
stratejisinin, kuramının, yönteminin, tekniğinin, taktiğinin tek başına tüm öğrenmeleri
açıklayamadığını gördüm. Her birinin eğitim ortamında eksikleri, yanlışları ve
tutarsızlıkları vardı. Bunun üzerine özgün, yeni ve tutarlı bir model oluşturma
çalışmalarına başladım. Bu modelin oluşmasında köy enstitülerinin, tam öğrenme
yaklaşımının, bilgi işlem sürecinin, bilgisayar destekli eğitimin, olabilirlik
felsefesinin, öğretmenlik uygulamalarının ve araştırmaların çok katkıları oldu.
Her uygulamanın sonunda dizge yaklaşımının da eğitime uygulanabileceği ortaya
çıktı; çünkü öğrencide istendik davranışlar oluşturulacaksa bunun bir düzen
içinde ona sunulması gerekmektedir. Bu durumda öğrenciyi, konu alanını,
toplumsal gerçeği ve doğayı dikkate alarak aday hedefler saptandı. Bunlar eğitim
felsefesi, eğitim ekonomisi, eğitim psikolojisi ve eğitim sosyolojisi süzgeçlerinden
geçirildi. Böylece olası hedefler belirlendi. Olası hedefler öğrencinin
hazırbulunuşluk düzeyinden, okul için yapılan yatırımdan, yeni araç-gereç ve
donanımdan, ailenin vazgeçme maliyetinden, yeni personel ve bilgiden geçirilerek
hedefler işe vuruk hale getirildi. Hedeflerle ilgili tanıma yerleştirmeye dönük bir
değerlendirme yapıldı. Öğrencilerin neyi bilip bilmedikleri saptandı. Bilinen
hedefler yetişekten çıkarıldı. Kalanlar gerçekleştirilecek hedefler olarak belirlendi.
Bu belirlenen hedefleri öğrenciye kazandırmak için eğitim durumları düzenlendi.
Eğitim durumlarında ünite sırası ve niteliği, pekiştireç, dönüt, düzeltme ve ipucu,
öğrenci katılganlığı, araç ve gereçler, öğrenme-öğretme strateji, yöntem ve teknikleri,
zihinsel süreçler, öğretmen, öğretme ortamının fiziksel koşulları, zaman, sevgi,
biçimlendirme ve yetiştirmeye dönük değerlendirme, her dersin ve ünitenin sonunda,
öğrenme eksiklerini, yanlışlarını ve yarım yamalak öğrenmeleri belirlemek, öğrenciye
gerekli yardımı sunmak için yapılan değerlendirmeye yer verildi. Bunun sonunda
durum muhasebesine dönük değerlendirme yapıldı. Öğrencilerin hedef-
davranışlarını kazanıp kazanmadıklarına, kazandılarsa ne yeterlikte
kazandıklarına, kazanamadılarsa bunun nedenlerine bakılarak dizgenin gerekli
olan öğelerinde yeniden düzenlemeye gidildi. Dizge her uygulamanın sonunda elde
edilen iç ve dış dönütlere bakılarak yeniden yapılandırılıp işe koşuldu. Hangi
eğitim uygulamasına bakılırsa bakılsın bu etkinlikler görülebilir.
Bu bağlamda görüldüğü gibi eğitim de bir dizge olarak işliyor. Onun girdileri, bu
girdileri hedefler doğrultusunda gerçekleştirmek için işlemleri ve hedeflerin
gerçekleşip gerçekleşmediklerini saptamak için çıktıları ve dizgenin yeniden
düzenlenip işe koşulması için dönütü bulunmaktadır. Böyle olunca tüm bu süreç
dizge yaklaşımını gerekli kılmaktadır.
Dizge yaklaşımıyla eğitimi denetlemek, yenilemek, düzeltmek, işleyen yanları elde
tutmak, işlemeyenleri belirleyip onarmak, atmak, yerine yenilerini koymak daha
kolay olmaktadır. Dizgenin girdileri, işlemleri, çıktıları teker teker
denetlenebilmektedir. Bu denetleme hem zamanda ve emekte tasarruf sağlamakta
hem de dizgenin işlemesine büyük yarar getirmektedir.
Ayrıca dizge yaklaşımı öğretmene dersi işlemede, öğrenciye hedef davranışları
öğrenmede kolaylık sağlamaktadır. Öğretmen dersi nasıl işleyeceğini, dersin
sonunda hangi sınav türünü, dersi işlerken hangi araç-gereçleri kullanacağını, bunları
nasıl hazırlayacağını ya da nereden alacağını, hangi öğrenme-öğretme etkinliklerini
nerede ve nasıl, ne zaman işe koşacağını görebiliyor ve kullanabiliyor. Bu
etkinliklerin sonunda işlemeyen yanları buluyor. Onlar için yeni öneriler getiriyor.
Böylece kendini yenileyip geliştiriyor. Öğrenciler derslere isteyerek katılıyorlar ve
teneffüse bile çıkmak istemiyorlar. Öğrendiklerini tama yakın olarak
öğrenebiliyorlar ve unutmuyorlar.
Yaşam bir bütün. Fizik, kimya, biyoloji, matematik, felsefe, yazın, resim, müzik,
beden eğitimi, ana dil, yabancı dil vb. gibi parçalara ayrılmamış. Bunların tümünü
insan, yeri ve zamanı gelince hemen hemen her gün kullanıyor. Öğrenci de yaşama
bir bütün olarak bakabilmelidir. Eğer böyle bakarsa onu daha tutarlı anlayabilir ve
yaşayabilir. Bunun için dizgeli eğitim tüm derslerle ilişki kurarak düzenlenmiştir.
Yeri gelince Türkçe’yle, resimle, müzikle, kimyayla, biyolojiyle (fen bilgisiyle) bağ
kurulmuştur. Böylece yaşamı bir bütün olarak görmeleri ve çok boyutlu düşünmeleri
sağlanmıştır. Değişik etkinlikler hem öğrenmeyi kolaylaştırmakta hem de zevkli hale
getirmektedir. Üstelik öğrencinin zihinsel gücünü geliştirmektedir.
Eğitim, devlet denen dizgenin bir alt dizgesidir; çünkü devletin ekonomik, politik ve
toplumsal hedefleri eğitim sistemini etkiler ve değiştirir. Aynı biçimde eğitim
dizgesinin de çıktıları devletin tüm kurumlarını etkiler. Eğitim aynı şekilde diğer
toplumsal ve doğal dizgelerle de ilişki içindedir. Böyle olunca onun dizge
yaklaşımıyla ele alınması zorunlu gibi görünüyor; çünkü diğer dizgelerle olan
ilişkilerinin belirlenmesi ve ona göre düzenlenip işe koşulması gerekebilir. Bu
tutum, eğitime harcanan para ve emeğin boşa gitmasini de sağlayabilir.
Dizgeli eğitim anlayışıyla bireyin kendini gerçekleştirmesi, sorun çözücü olması,
yaratıcı düşünceler ortaya koyması; bilgiyi, beceriyi duyguyu, sezgiyi bulması,
anlaması, kullanması ve ondan yenilerini üretmesi daha kolay sağlanabiliyor.
Böylece kişi hem kendinin hem de ülkesinin, insanlığın gereksinimlerini gidermeyi,
sorunlarını çözmeyi, esnek ve çok boyutlu düşünmeyi, bağnaz ve tutarsız
davranışlardan kaçınmayı; insanları, doğayı, vatanını, ulusunu, ailesini sevmeyi,
korumayı, şımarmamayı, her şeyi başkasından, devletten beklememeyi, üretici ve
yaratıcı olmayı, hazıra konmamayı, her seferinde yaşamı yeniden yapılandırmayı
öğrenebiliyor.
Dizgeli eğitim anlayışı olabilirlik felsefesine dayandırılmıştır. Bu felsefenin gereği
olarak tek bir ve sonsuz çıkış yolu olduğu gibi, hiçbir çıkış yolu da olmayabilir.
Yani çözüm için bir ve sıfır da dahil olmak üzere “n” kadar olasılık her zaman
bulunabilir. Eğitim ortamında şimdilik tek bir yöntem, teknik, taktik, kuram, strateji
çoğu kez etkili olmamaktadır. Yani her biri teker teker ya da tümü birlikte yeri ve
zamanı gelince işe koşulabilir; çünkü bilimde şimdilik yüzde yüz doğru yoktur. Bu
durumda her türlü sorun çözücü davranışa eğitim ortamında ve yaşamda yer
verilebilir.
Bu görüşlere dayanarak eğitimin yeniden tanımlanması gerekebilir. Eğitimin tanımı
belli felsefelere göre yapılabilir. (Dizgeli Eğitim, 2004. Sa. 1-4)
dizin (index) Aynı sınıf ya da bölümde yer alan; aralarında bir ortak payda bulunan
değerlerin rakamsal, alfabetik ya da başka bir ölçüte göre sıraya dizilmiş biçimi;
indeks.
diz refleksi (knee-jerk reflex) Sinir sisteminin işleyişini denetlemek amacıyla diz
kapağının hemen altına sert bir cisimle vurarak yapılan bir test.
DNA (deoxyribonucleic acit) Kalıtsal bilgilerin kaynağı olarak iş gören ve dört temel
nucleotid bazından (Adenin, Guanin, Sitosinve Ttiyamin ile bir şeker molekülünden)
oluşan uzun, karmaşık iki sıralı bir molekül; deoksiribo nükleik asit. Virüsler de
içinde olmak üzere bütün canlıların hücre çekirdeklerinde yer alan DNA, kendi
kendini üretirken ve ait olduğu canlının bir kopyası üretilmek istendiğinde gerekli
bütün bilgileri üzerinde taşıyan bir moleküldür. DNA’daki baz çiftleri doğal yollarla
yalnızca A ile T; G ile C arasında oluşuyor. Dolayısıyla her DNA molekülünün baz
dizisi, eş dizisinden çıkarsanabiliyor. Kodlama, ATG gibi üçlü birleşimlerle
anlatılıyor. Örneğin, TAC’nin karşılığı, ATC’dir. 20 temel aminoasitten ve bunlar
arasındaki 64 olası oluşumdan farklı DNA sıralamalarının sayısı uygulamada sonsuz
gibidir. Bkz. ribo nükleik asit. İnsan hücresini oluşturan kromozomların, milyonda
bir gramın milyonda birinin altı milyonda biri kadar DNA molekülü içerdiği
hesaplanmıştır. Bu moleküllerin varlığı, 1950’lerde öğrenildi; şifresi ise ancak
1960’ta çözülebildi. Organizmanın gelişimini DNA’lar gerçekleştiriyor. Her hücrede
çeşitli emzimler üretmeye, çeşitli kimyasal tepkiler oluşturmaya çalışan birkaç bin
farklı proteinin bu etkinliklerini düzenleme görevini DNA molekülleri üstleniyor.
DNA’nın içerdiği atom sayısının 100 bin ile 10 milyon arasında olduğu sanılıyor.
Uzun ve ince iplik görünümündeki DNA molekülleri, dört tür kimyasal maddenin
yinelenmesiyle oluşuyor. Buna karşın, çok sayıda etkinliği yürütüyorlar. Her
molekülün içinde Adenin, Guanin, Citosin ve Timin diye adlandırılan dört tür
kimyasal birimin on binlercesi bulunuyor. Bu birimler A, G, C, T simgeleriyle
gösteriliyor. Bunların DNA zincirindeki sıralanış biçimleri, bir proteini yapmak için
hangi aminoasitlerin alınması gerektiğini belirliyor. A, G, C, T ile yirmi amino asit
arasında var olan üçlü düzen, AAA, AAG, GAA, ACC gibi 64 farklı düzen tipinin
ortaya çıkmasını sağlıyor. Kodlama adı verilen bu düzen tiplerinin varlığı öğrenilmiş,
şifresi çözülmüştür; ancak, bu denetimin nasıl işlediği hâlâ bilinmiyor. Bkz. kalıtım.
DNA
dogma (dogma) 1. Bir konuda ileri sürülen bir görüşün, sorgulanamaz, tartışılamaz
gerçekmiş gibi kabul edilmesi. 2. Karşı çıkılamayan, tüm sorgulama süreçlerinin
dışında tutulan önermelerin her biri.
dogmatizm (dogmatism) Bir öğretinin doğruluğunu araştırmadan, irdelemeden ve
sorgulamadan tam bir yanlılıkla savunma.
doğa (nature) 1. Dine dayalı dünya görüşüne göre, yaratılmış olan her şeyi içine alan
ortam; tabiat. 2. Maddeci dünya görüşüne göre, evrende ortaya çıkan olayları
denetiminde tuttuğuna inanılan soyut güç. 3. Bir insan, hayvan ya da nesnenin fiziksel,
zihinsel ve ruhsal özellikleri ile onu kendisi yapan nitekliklerin bütünü. Bkz. doğa
ötesi; doğa ötesi psikolojisi; doğa üstü; doğa yasası; doğaya ve insana
yabancılaşan insanın varoluş çabası.
doğa bilimleri Bkz. doğal bilimler.
doğa-çevre tartışması (nature-nurture controversy) Bireyin gelişiminde ve normal dışı
davranışının kökeninde kalıtsal (doğal) etkenlerle çevresel etkenlerin ne ölçüde etkili
olduğu konusunda süregelen tartışmalar. Doğalcılar, kalıtımın daha etkili olduğunu;
çevreciler de aile içindeki tutumların, çocuk yetiştirme uygulamalarının, toplumsal-
ekonomik statü ve başka toplumsal-kültürel etkenlerin belirleyici olduğunu
savunuyorlar.
doğal (natural) 1. Kendiliğinden olan; fıtri, tabii. Bir dış zorlama olmdan, kendi
kendine gerçekleşen. 2. Bir şeyin yaratılış düzeniyle çatışma, doğasına aykırı olmama
durumu. 3. Doğa yasalarına uygun; doğadfa var olduğu kabul edilen düzenle uyuım
içinde olan. Bkz. doğal ayıklama; doğal bilimler; doğal ceza; doğal çevre; doğal
davranış; doğal deney; doğal dürtü; doğal gözlem; doğal haklar; doğallaştırma;
doğal seçim; doğal zorunluluklara dayanan yaklaşım; kendiliğindenlik.
doğal ayıklama (natural selection) C. Darwin ve A. Wallace ’nin ortaya koyduğu
biyolojik evrim kuramının temel savı; tabii seleksiyon, doğal seçme Bu sava göre,
her canlı organizma evreninde, farklı yaşamsal değeri bulunan rasgele değişimler
vardır. Bu değişim sırasında çevreye uyum sağlayamayan özellikler, içinde
bulundukları doğal çevreye yeniliyor ve yok oluyor. Yaşamı sürdürmeye ya da üreme
kapasitesini artırmaya yarayan özellikler ise seçilip kalıtsal olarak sonraki kuşaklara
aktarılıyor. Bkz. DARWİN, Charles.
doğal bilimler (natural sciences) İnsan topluluklarının değil; insanın içinde yaşadığı
maddi ortamdaki düzenlilikleri ve ilişkileri araştıran; bu düzenliliklerin bağlı
bulunduğu kural ya da yasaları belirlemeye çalışan fizik, kimya, biyoloji gibi bilimler.
Bkz. sosyal bilimler.
doğal ceza (natural punishment) Suç işleyen kişinin davranışlarının doğal sonucu olan
ceza.
doğal çevre (natural environment, habitat) Bir canlının, bir evrenin ya da toplumun
yaşadığı belli bir yerdeki çevresel koşulların tümü.
doğal davranış (innate behavior) Canlının doğduğu andan beri etkili olan etkenlerin
oluşturduğu davranış.
doğal deney (natural experiment) Bağımlı ve bağımsız değişkenlerin yapay olarak
belirlenmediği; değişkenlerin etkilerinin olayların doğal akışına göre ölçüldüğü deney.
Doğal deney, toplumsal araştırmalarda kullanılan bir tür deneydir. Bu yöntemin
laboratuvar ve alan deneyinden önemli bir farkı, araştırıcının, etkisini incelemek
istediği bağımsız değişkeni kendisinin değiştirmesi ve bu değiştirmenin, örneğin
çeşitli derece ayarlamasının bağımlı değişken üzerindeki etkisini saptamaya
çalışmasıdır. Doğal deneyde ise araştırmacı, bağımsız değişkenin ( kendiliğinden olan
bir değişimin) sonucunu (bağımlı değişkeni) inceliyor. (Araştırmacı, doğal bir
değişimden (odludan) yararlanarak onu bağımsız değişken olarak kullanıyor). Etkisi
çalışılan olay, örneğin, doğal bir olay, zorunlu göç, seçimler, yeni bir yasa olabiliyor.
Kendiliğinden oluşan bir toplumsal olayın örneğin, toplumsal tutumlara etkisini
öğrenmek isteyen araştırmacı, aradaki farkı o olayın etkisi olarak kabul edebilmesi
için, bu tutumları, hem olaydan önce hem de olaydan sonra çalışması gerekiyor. Bunun
yanı sıra, o olaydan etkilenmeyen bir denetim grubunun da deney grubuyla aynı
zamanlarda ölçülmesi gerekiyor. O toplumsal olaydan etkilenen deney grubuyla
denetim grubu arasında fark görülürse, ancak o zaman bu fark, birinci ölçmeyle ikinci
ölçme arasında geçen zamana değil de o toplumsal olayın etkisine bağlanabiliyor.
Bkz. deney.
doğal dürtü (primary drive) Güdülenmenin temelindeki biyolojik kökenli açlık,
susuzluk gibi bir kuşaktan ötekine geçen ve öğrenme ile köklü olarak değiştirilemeyen
bedensel gereksinimleri karşılamaya yönelik sınırlı sayıdaki dürtüler. Bkz. davranışçı
psikoloji; edinilmiş dürtü; güdü.
doğal gözlem (natural observation)) İnsanların ya da hayvanların davranışlarının, kendi
doğal çevrelerinde, araştırmacının müdahalesi olmadan gözlemlendiği bir tür
gözlemsel araştırma. Bkz. gözlem.
doğal haklar (natural nights) Doğuşla kazanılan; eğitim, gelir ve yeteneklere bağlı
olmayan yaşama, düşünme, konuşma gibi her birey için vazgeçilemez, devredilemez
ve yok edilemez haklar. Bkz. insan hakları.
doğallaştırma Bkz. psikomotor beceriler.
doğal seçme Bkz. doğal ayıklama; cinsel seçim.
doğal zorunluluklara dayanan yaklaşım Bkz. başkalarıyla birlikte olma isteği.
doğa ötesi (metaphysical) (metafizik, fizikötesi) 1. Duyularla kavranamayan varlıkları
konu edinen felsefe 2. Akıl ve sezgiyle sağlanan bilgiyi araştıran, inceleyen, Tanrısal
öz üzerine düşünen felsefe; 3. Doğaötesi bir özelliği bulunan, duyularla kavranamaz
olan.
doğa ötesi psikolojisi (metapsychology) 1. Zihnin, ruhsal aygıtın, davranışların kökeni,
yapısı, amacı ve başkaları ile ilgili felsefe sorunlarına yönelik kurgusal bir yaklaşım;
metapsikoloji. Bu yaklaşımda, görgül olanın, bilinenin ötesine geçiliyor ve tümüyle
kurgusal düzlemde psikolojinin genel ilkeleri, yasaları belirlenmeye çalışılıyor. 2.
Freud’a göre, yüksek bir soyutlama ile zihinsel süreçlere yönelik birbirinden farklı
alt sistemlerle bunlara dayalı uyumsal sistemi içeren kapsamlı bir sistem. Freud,
bu alt sistemleri sırasıyla dinamik sistem (içgüdüler), yapısal sistem (ilkelbenlik,
benlik, üstbenlik), topografik sistem (bilinç, bilinçaltı, bilinçdışı), genetik (ruhsal-
cinsel (zihinsel) süreçlerin, belirtilerin kökeni ve gelişimi), ekonomik sistem
(zihinsel enerji dağılımı, libido örgütlenmesi) ve bu beş sistemin etkinliği ile
gerçekleşen uyumsal sistem (çevreye uyum) olarak belirliyor. Bkz. içgüdü kuramı;
psikanaliz; ruhsal-cinsel gelişim kuramı; ruhsal ekonomi kuramı; topografik
kuram; yapısal kuram.
doğaüstücülük (supernaturalism) Doğal, gözlemlenebilir olayların doğaüstü güçlerle
yönetildiğine ya da var olan doğa yasalarıyla açıklanamayan olaylara ya da olgulara
inanma.
doğa yasası (natural law) Doğa, insan ya da toplumun zorunlu, değişmez, evrensel
davranış eğilimleri. Örneğin, her canlı doğuyor, büyüyor, gelişiyor; bir süre
yaşadıktan sonra ölüyor.
doğaya ve insana yabancılaşan insanın varoluş çabası Bkz. varoluşçu psikoloji.
doğrudan bilgi (direct knowledge) Aracısız elde edilen; bu nedenle de doğruluğu duyu
organlarının algı olanakları dışında bir kısıta bağlı olmayan bilgi. Bkz. dolaylı bilgi.
doğrudan gözlem (direct observation) Araştırmacının bireyi, grubu ya da toplumu
doğal yaşam koşulları içinde, o yaşama katılarak gözlemlediği, incelediği bir
araştırma tekniği. Bkz. gözlem.
doğruluk 1. (justice, truth) Haklılık. 2. (accuracy) a. Söylenenlerin ya da yazılanların
(tanıklıkların ya da bildirilerin) olguları ya da gerçeği yansıtması; araştırıcının ya da
gözlemcinin, amaçladığı sınırlar içinde yanlışlardan uzak olması. Doğruluk
derecesini, söylenenler ya da yazılanlar ile nesnel olgular ya da olaylar arasındaki
tutarlılık derecesi belirliyor. Davranışın doğruluğu eylemin, koşullara ya da yapılan
görevin beklentilerine ayak uydurması ile ölçülüyor. Öğrenmedeki ilerlemeler de kimi
zaman doğruluk ve kusursuzlukla; kimi zaman da harcanan zamanın kısalması ile
ölçülüyor. b. Test sorularının doğru yanıt sayısının sınanan sorulara oranı. c.
Değişmez ve değişken yanılgılardan uzak olma derecesi. ç. Göreli yanılgıya göre,
ölçme ve hesaplamalardan elde edilen sonuçla bunlardan beklenen sonuç arasındaki
uygunluk derecesi. d. Okurken sözcüğün söylenişinin kusursuz oluşu, anlamın
kavranmış olması. Bu, belirliliktir. 3. (corectness) Kaynağın ya da çevirinin doğruluğu
gibi ölçüye, kurallara, ilkelere uygunluk. 4. (certitude) Usu geçerli sayması nedeniyle
insanın yanılma korkusu duymadan, kuşkulanmadan, bir yargıyı güçlü bir biçimde
benimsemesi. Bu, üstün düzeyde bir inanma ve kesinlik demektir. 5. (integrity) Ahlaklı
oluşun süreklilik niteliği, doğrudan ayrılmama.
doğrusal bağlılaşım Bkz. doğrusal korelasyon.
doğrusal korelasyon (linear correlation) Veri noktalarını söylenenlerin ya da
yazılanların grafik üzerinde düz bir çizgi oluşturduğunu varsayan bir korelasyon;
doğrusal ilgileşim, doğrusal bağlılaşım. Bkz. korelasyon; korelasyon katsayısı.
doğrusal perspektif (linear perspective) Derinlik algısında tek gözlü bir ipucu. Bir
nesnenin retina üzerinde bıraktığı görsel imgenin, o nesnenin göze olan uzaklığının bir
işlevi olduğu ilkesi. Aynı nesnenin uzaktan daha küçük görünmesi; iki nesnenin;
örneğin demiryolu raylarının uzakta birbirine daha yakın; ufukta da bitişikmiş gibi
görülmesi, bu ilkeyle açıklanıyor. Ancak, bilindiği gibi perspektif, kimi görsel
yanılsamaların da nedenidir. Örneğin, uzaktaki nesnelerin daha küçük görülmesi ilkesi,
retina üzerindeki büyüklüğü aynı iki insan figürü ve yakınsayan doğrular, bulanıklaşan
doku gibi öteki ipuçlarıyla birleşince, öndeki figürün, arkadakinden daha uzak olduğu
yanılsamasına yol açıyor. Yanlışsız bir perspektif algısı örneği için bkz. boyut
değişmezliği; perspektif.
doğru-yanlış testi (true-false test) Verilen yanıtlardan doğru ve yanlış olanın
belirtilmesi istenen iki seçenekli bir test türü. Bkz. test; test çeşitleri.
doğum (birth) Bir canlının annesinin vücudundan ayrılarak bağımsız bir biyolojik varlık
durumuna gelmesi. Belli bir dönemde doğan çocukların yüzde ya da binde cinsinden
oranı doğum oranı; doğum oranının denetim altına alınması ve çocuk sayısının
sınırlanması da doğum kontrolü olarak adlandırılmıştır. Bkz. doğum ağlaması;
doğum öncesi dönem; doğum sonrası depresyon; doğum sonrası duygusal
bozukluklar; doğum sonrası psikozu; doğum travması.
doğum ağlaması (birth cry) Doğumun hemen ardından bebeğin solumaya başladığını
bildiren ses. Bkz. doğum.
doğum kontrolü Bkz. doğum.
doğum oranı Bkz. doğum.
doğum öncesi dönem Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri.
doğum sarsıntısı Bkz. doğum travması.
doğum sonrası depresyon (postpartum depression) Kimi annelerin doğumdan sonraki
iki üç ay içinde yaşadığı akut depresyon; Bkz. depresyon.
doğum sonrası duygusal bozukluklar (postpartum emotional disturbances) Annenin
doğum sonrasında yaşadığı geçici depresyon; bebeğe ve babaya karşı kayıtsızlık ya da
düşmanlık, kaygı ve tedirginlik duyguları, uyku düzeni bozukluğu gibi duygusal
bozukluklar. Bkz. doğum sonrası psikozu; loğusalık rahatsızlıkları.
doğum sonrası psikozu (postpartum psychosis) Doğumla ilişkili şizofrenik; kimi zaman
d a depresif olan bir psikotik olay. Bu bozukluk, loğusalığın ruhsal ve fizyolojik
streslerine bir tepki olarak açıklanıyor. Ancak bu, var olan kişilik ve uyum
bozuklukları, evlilik ilişkisindeki bozukluk, sorumluluk alamama ya da almak
istememe, ekonomik sıkıntılar gibi etkenlerden kaynaklanabildiği gibi, söz konusu
etkenlerin etkisiyle de ağırlaşabiliyor.
doğum travması (birth trauma) 1. Doğum sırasında oksijensiz kalma, mekanik
yaralanma, enfeksiyon ya da hastalık nedeniyle bebekte beliren beyin zedelenmesi;
doğum zedelenmesi, doğum örselenmesi, doğum sarsıntısı. 2. Psikanalize göre,
çocuğun döl yatağından atılıp çevrenin gerçekleri ile yüzyüze gelişinin yarattığı ruhsal
sarsıntı. 3. Otto Rank’ın ileri sürdüğü, doğumun sarsıcı bir deneyim olduğu
biçimindeki görüşü. Ona göre doğum, bebeği annenin rahat, güvenli döl yatağından
alıp ansızın, düşmanca, rahatsız edici bir dünyaya fırlatıyor. Bütün kaygı
nevrozlarının kaynağı, bu evrensel acı deneyimdir. Bu savı kanıtlamadaki zorluk,
doğumda herkesin aynı sarsıntıyı yaşamasının; dolayısıyla gelişim üzerindeki gerçek
etkisini belirlemenin olanaksızlığıdır. Bununla birlikte, birçok otorite, doğum
sarsıntısını, evrensel kaygının ilk örneği olarak değerlendiriyor. Bkz. RANK, Otto.
doğum zedelenmesi Bkz. doğum travması.
doğurganlık yaşı (child bearing age) Kadınların gebe kalıp doğum yapabilecekleri
yaklaşık 20-44 yaşları arası dönem; çocuk doğurma yaşı.
doğuştancılık (notivism) Bir canlı türünün yapısal ve işlevsel gelişiminde yaşantı,
öğrenme gibi edinilmiş etkenlere değil; kalıtımsal olanlara ağırlık ve öncelik veren
görüş.
doğuştan donanım Bkz. genetik yapı.
doğuştan suçlu Bkz: LOMBROSO, Cesare.
Dohr tepkileri Bkz. ciddi duygusal bozukluk.
doktrin Bkz. öğreti.
dokunma takınağı (touching mania) Nesnelere dokunma zorunluğu duyma, her şeye
dokunmaktan kendini alamama bozukluğu: dokunma takıntısı.
dokunma sanrıları Bkz. şizofreni.
dokunsal tip (haptictype) Dış çevreyle duygusal ilişkilerinde kas ve dokunma
duyumlarına öncelik ve ağırlık veren tip.
dolaylı bilgi (indirect knowledge) Kişinin kendi duyu organları ile değil de başkalarının
aracılığı ile elde ettiği bilgi. Bkz. doğrudan bilgi.
dolaylı ölçme Bkz. ölçme.
dolaylı pekiştirme Bkz. toplumsal öğrenme.
donakalım (freezing) 1. Hareket yeteneğinin geçici, istemdışı yitirilmesi. Ayaklar yere
yapışmışçasına duyumsanan bu durum, sıklıkla dar yerlerde ortaya çıkıyor. 2. Kişinin,
sıklıkla gözdağı verici bir duruma tepki olarak, devinimsiz kaldığı ve kaçmak ya da
gizlenmek için bir çaba göstermediği bir tür edilgin kaçınma davranışı.
DON JUAN Rönesans sonrasında ortaya çıkan, erkeğin cinsel ilişkiler ve aşk
serüvenleri konusunda sonsuz bağımsızlığını simgeleyen, sürekli eş değiştirmekle
ünlenmiş bir Lâtin âşık tipi. Kimi erkekler, ömür boyu belli bir kadına bağlı
kalamıyorlar. Cinsel doyum ve hazzı, sürekli eş değiştirerek sağlıyorlar. Bu eş
değiştirme ve belli bir kadına bağlı kalamama eğiliminin arkasında gerçekte, doyurucu
uyarıya tam olarak ulaşamamaktan kaynaklanan bir tür cinsel güçsüzlük yatıyor. Don
Juan, bu eksikliği, inceltilmiş ve düzenlenmiş olarak kişiliğinde yansıtan bir erkek
tipidir. Kadın ve erkeğin sürekli birliği, birbirine bağlılığı, şehvetin üstünde yer alan
bir biçimlenme iken Don Juan, bu biçimlenmenin dışında kalıyor. O, gelgeççi bir
âşıktır; bağlılık ve bağımlılık tanımayan bir tiptir. Onun bu sınırsız aşk özgürlüğü ile
gerçek sevgiyi arayan bir tip olduğunu ileri sürenler de olmuştur. Don Juan tipi,
Kazanova tipinin erkek kardeşi olarak gösteriliyor. Çünkü ikisi de kadınları baştan
çıkarıyor, ayartıyor; ikisi de bu konuda çok usta ve rahat bir görüntü sergiliyor. Oysa
İspanyol asıllı Don Juan, bir kadınla sevişirken kesinlikle ondan haz duymayı istiyor
ve kadını elde etmeyi kendisinin zaferi sayıyor. Şehveti, sonuca götüren bir araç
olarak görüyor. Amacı, bir kadının cinsel gücünü, libidosunu uyarmak, onu
kışkırtmaktır. O, bunu başarır başarmaz, başka bir kadının peşine düşüyor. İtalyan
Kazanova ise, Don Juan’a benzemiyor. O, kralların ve papaların yarattığı bir tarih
ortamının tipidir; kendisini bir türlü kuşkudan kurtaramıyor ve hiçbir zaman tam bir
doyuma ulaşamıyor. Kadınları kendine âşık etmeyi, onları büyüleyip kendinden
geçirmeyi, etkisi altına almayı, yalnızca kendi zevkini düşünerek istiyor. Don Juan’ın
tersine Kazanova, bir kadının gözünü açan, onu uyaran bir âşık da değildir. O daha
çok, aşk oyununda bilgili, deneyimli kadınları kendine eş olarak seçiyor ve o tür
kadınlar için uygun bir aşk arkadaşı oluyor. Psikanalize göre Don Juan’ın tüm gücü
ile sevmek istemesinin, birdenbire alevlenmesinin kökeninde bir tür güçsüzlük ve
eşcinsellik yatıyor. Yoğun sevişme isteğine ve aşırı ateşliliğine karşın Don Juan,
sürekli tutku ve sevgiden yoksundur. Romantikliği, kadınları baştan çıkarma aracı
olarak kullanıyor. Şehvet, onun yalnızca ruhunu doyurma aracıdır. Amacı, kadınları
ayartarak, kendince erkeklik zaferini kazanmaktır. Gizli bir eşcinsel olduğu ortaya
konulan Don Juan tipinin gerçekte aşağılık karmaşasını yenmeye çalışan güçsüz bir ruh
hastası olduğu ileri sürülüyor. Don Juan’ın yaptıklarını, bütün çabasını bu konu
üzerinde yoğunlaştıran, olağan ve sıradan bir çekiciliğe sahip olan her erkeğin
rahatlıkla başarabileceğini ileri sürenler vardır. Bu gelgeççi, sürekli sevebilme
gücünden yoksun, aşağılık duygusunu yenmek için kadınları baştan çıkarmayı iş
edinen, çapkın, ateşli, lâtif âşık tipinin yarattığı söylence; psikoloji, psikanaliz ve
psikiyatri için oldukça çapraşık, ilgi çekici bir konu olagelmiştir. Stefan Zweig, Otto
Rank, Alfred Fabreluce, Denis de Rougemont, bu konuda çalışmalar yapmışlar ve
insanların, Don Juan tipi üzerindeki bilimsel çalışmalardan aşk, cinsellik ve ölüm
üzerine çok şey öğreneceklerini ileri sürmüşlerdir. Bkz. KAZANOVA; yadsıma.
Don Juan karmaşası (Don Juan Complex) Kadınların karşı koyamadığı ideal erkek tipi
olduğunu sanan ve bu yolda tükenircesine çırpınan; gerçekte ise aşağılık karmaşasının
etkisindeki kimselerde görülen bir bozukluk. Kimi psikologlar, bu tipin, Oedipus
karmaşasını yozlaştırarak yansıttığını belirtiyorlar. Onlara göre Don Juanlar, her
kadında kendi annesinin görüntüsünü, kopyasını bulma arayışı içindedirler.
Aradıklarını hiçbir zaman bulamadıkları için de durmadan yeni serüvenlere
atılıyorlar. Bunlar, bıraktıkları sevgililerinden öç aldıklarını sanıyorlar. Bununla,
gerçekte bilinçdışı birikimlerinin etkisiyle kendi annelerinden öç almış oluyorlar. Evli
bir kadını baştan çıkarmakla da onun kocasından ve gene bilinçdışının etkisiyle
gerçekte kendi annelerinin kocasından; yani kendi babalarından hınçlarını
çıkarıyorlar. Bkz. DONJUAN; Oedipus karmaşası.
donma (stupor) Kişinin zaman ve uzay uyumunu yitirip uyaranlara karşı duyarsız
olması.
donukluk durumu (catatonia) Kaslarda katılaşma, heyecan, olumsuzluk ya da donma
dönemleriyle belirlenen ve sıklıkla donuk (katatonik) şizofrenide, kimi de organsal
ruhsal bozukluklarl a ruh durumu bozukluklarında gözlemlenen ruhsal-devimsel
bozukluk türü; katatoni.
donuk şizofreni Bkz. şizofreni.
dopamin Bkz. sinir ileticileri.
dorukdoyum Bkz. orgazm.
dorukdoyuma ulaşamama Bkz. orgazm olamama.
dostluk (friendship) İki ya da daha çok kimse arasındaki karşılıklı bağlanma ve
birbirini koruma ilgisi. Dostlukta, karşılıklı düşünce ve güven birliği ağır basıyor. Bu
bağlılıkta cinsel yakınlık yer almıyor. Oyun arkadaşlığının sürdüğü çağda çocuklar
arasında da bir dostluk söz konusu değildir. Bu anlamdaki bir bağlanma ve karşılıklı
koruma ilgisi ancak, güven gereksiniminin doğduğu ergenlik çağında gelişmeye
başlıyor. Bkz. sevgi.
Down sendromu (Down Sindrome) Her ırk, yaş ve ekonomik düzeyden insanı etkileyen;
ortaya çıkışının başlıca nedeni, kromozom bozuklukları olan; her 800-1000
doğumdan birinde görülen ve zihinsel gerilikle ortaya çıkan bir bozukluk; mongolizm,
mongolluk. Bu hastalık tablosu, 1866 yılında İngiliz doktor John Langdon Down’un
başlattığı çalışma ile ortaya çıkarıldığı için onun adıyla anılıyor. Hastalık tablosunun
belirleyicilerini ortaya koymaya çalışan bilimsel araştırmalar, 20. yüzyıl boyunca da
sürdürülmüştür. Down Sendromu’nun kromozom bozukluğundan ileri geldiğini 1959
yılında Fransız doktor Jerome Lejüene belirledi. Down sendromlu kişilerde 46
kromozom yerine 47 kromozomun varlığı saptandı. Daha sonra, 21. kromozom olan bu
fazladan kromozom ile Down Sendromu arasında bir ilişkinin olduğu anlaşıldı. Bu
hastalık tablosunun genellikle hücre bölünmesindeki bir hatadan kaynaklandığı
belirlendi. Oğulcuk (embriyon) gelişirken bu fazla kromozom, vücuttaki her hücrede
kopyalanıyor. Down Sendromu olaylarının %95’i, bu hatalı bölünme nedeniyle ortaya
çıkıyor. Farklı düzeylerde de olsa, Down sendromlu çocukların tümünde zihinsel
gerilik görülüyor. Bunlardan yüzde 95’inin zekâ katsayısı 55’nin altında bulunuyor. Bu
sendroma yaşlı annelerin çocuklarında daha sık rastlanması, bunun spermden çok,
yumurtada oluşan bir anomallikten kaynaklandığına işaret etse de babanın yaşlı olması
da bir etken olarak belirtiliyor. Ayrıca gebelikte X ışınlarından etkilenme, kızamıkçık,
sarılık geçirme ve ilaç kullanma gibi etkenler de kromozomları olumsuz etkiliyor.
Down sendromluların bedensel görünümlerinde de ayırt edici özellikler bulunuyor.
Bunların boyunları kısa ve geniş; boyunlarının arka bölümü yassıdır. Kafa küçük,
gözler çekik; eller, geniş ve kısa parmaklıdır. Burunları da basık ve yassı olan bu
kişilerin avuç içinde düz-derin bir çizgi vardır. Araştırmalar, bugüne dek Down
Sendromu’nun nedenini tam olarak açıklayamamıştır; ancak, bu sendromun varlığı,
birtakım testlerle doğum öncesinde ve doğum sonrasında belirlenebiliyor. Down
sendromlu çocuklarda kimi sağlık sorunlarına daha sık rastlanıyor. Doğuştan kalp
sorunları, enfeksiyonlara karşı duyarlık, soluk alma ile ilgili kimi sorunlar, çocukluk
lösemisi bunların başlıcalarıdır. Bunlardan birçoğu, bugün tedavi edilebiliyor. Down
sendromlu kişilerin yaşam süresi, yaklaşık 55 yıldır. Down sendromlu yetişkinlerde
Alzheimer hastalığına yakalanma riski de daha fazladır.
doyma Bkz. açlık.
doyum (satisfaction) Açlık, susuzluk, cinsellik gibi temel gereksinimlerin giderilmesi
ile organizmada denge durumunun yeniden oluşturulması; tatmin. Bkz. içgüdü kuramı.
doyuran (satisfier) E. L. Thorndike’ın, hoş ya da istenilir özelliklere sahip olan ve
organizmanın, elde etmek istediği ya da ulaşmak için gerekli davranışları öğrenme
eğilimi gösterdiği uyarıcılara verdiği ad. Bu terim, olumlu pekiştirme ile aynı anlamı
taşıyor.
doyurucu etki yasası Bkz. THORNDİKE, Edward Lee.
döllenme (fertilization) Erkeğin tohumu ile dişinin yumurtasının birleşerek yeni bir
yaşamı başlatan ilk hücreyi oluşturması.
dölüt (foetus) İnsan organizmasının döllenmeden sonraki 8. haftadan doğum anına kadar
geçen dönemi; cenin, fetüs. Bkz. embriyoloji; oğulcuk.
döl yatağı (uterus) Memelilerde fetüsün, döllenmeden doğuma dek kaldığı ve
beslendiği yer; rahim.
dölyolu Bkz. vajina.
dölyolu doruk doyumu Bkz. vajinal orgazm.
döndürme Bkz. duygu dönüşümü.
dönem Bkz. evre.
döner kişilik (cyclothymic personality) Duygu ve davranışları normal olmayan; uç ve
karşıt görünümler sergileyen; bununla birlikte ruh hastası sayılmayan kişilik;
siklotimik kişilik. Bkz. dönerlik.
dönerlik (cyclothymia) Özellikle iç uyaranların etkisiyle ve düzenli aralıklarla
mutluluk-çöküntü, etkinlık-durgunluk, canlılık-bitkinlik arasında gidip gelme;
siklotimi. Bkz. döner psikoz.
döner psikoz (circular psichossis) Çöküntü ve taşkınlık durumlarının birbirini izlediği
bir ruh hastalığı. Bkz. manik-depresif psikoz; siklofreni.
döngüsel tanım (circular definition) İki ayrı olgu ya da kavramın birbiriyle
açıklanması; tanımlananın, tanımlayanda var olması. Örneğin, “Hüzün nedir?”
sorusuna, “Derin üzüntüdür.” yanıtı; üzüntü nedir?” sorusuna ise “Hüznün anlatımıdır.”
ya da “Hüznün dışavurumudur.” yanıtının verildiğini düşünelim. Bu durumda, kusursuz
bir döngüsel tanım elde edilmiş oluyor. Örnekte de görüldüğü gibi döngüsel tanımlar,
döngüdeki kavramlardan birini önceden bilmeyi gerektiriyor. Var olan bilgilerimizin
büyük çoğunluğu, bu tür tanımlara dayanıyor. Döngüsel tanımın bilim dünyasında sıkça
tartışılan bir sorun olduğu ve bilgi sıçramasının önünde çoğu kez kısıtlayıcı bir engel
oluşturduğu görülüyor.
döngüsel tepki (circular reaction) 1. Bilişsel gelişim kuramına göre, bebeğin
başlangıçta rastlantı sonucu keşfettiği istenilir olayları yinelemeyi öğrenme süreci;
döngüsel hareket. Bu süreçte ödül ya da güdülenme olmasa da davranış, kendini
yineleyebiliyor. Örneğin, bebek, memeden kesildikten sonra da emme devinimini
sürdürüyor. Bkz. birincil döngüsel tepki; ikincil döngüsel tepki; üçüncül döngüsel
tepki; vestibüler işlevler. 2. Blumer’in ortak davranış kuramına göre, insanların
birbirini taklit ettikleri ve birbirinin düzeylerini yükselttikleri görüşü. Buna göre,
birisinin heyecan davranışı, bir başkasının heyecan davranışını artıran bir uyarı etkisi
yapıyor.
dönüştürme Bkz. rüya yorumu.
dönüşüm (transformation) 1. Bir şeyin yapısında ya da biçimindeki değişimler. 2.
Psikanalize göre, bastırılan duygu, dürtü ya da isteğin, karşıtı görünümünde ya da bir
başka biçimde, kabul edilebilir bir kılığa girerek bilince çıkması. Bkz. yazar krampı.
dönüşümce Bkz. histeri.
dönüşümceli körlük Bkz. histerik körlük.
dönüşümsel dilbilgisi (transformational grammar) Noan Chomsky’nin dilbilim
kuramında önemli bir yer tutan, dilin derin yapılardan yüzey yapıları; yüzey
yapılarından derin yapılar üretmesinde kullanılan kurallar. Chomsky, karmaşık bir
dizi kuralla sayısız sözdizimsel birleşimlerin üretilebileceğini savunuyor. Buna göre,
anlaşılır her tümce, hem söz konusu dile özgü dilbilgisi kurallarına hem de bütün
dillerde var olan ve insan beyninin doğuştan gelen yetisine karşılık olan evrensel bir
dilbilgisine; yani derin yapılara uygunluk gösteriyor. Dönüşümsel dilbilgisi yaklaşımı,
dil psikolojisindeki (psycholinguistics’teki); özellikle çocukların dil edinimi
konusundaki araştırmaları çokça etkilemiştir. Bkz. dil edinimi; dil edinimi
mekanizması; evrensel dilbilgisi.
dönüt Bkz geribildirim.
dördüncü odacık Bkz. silvius kanalı.
dört temel psikolojik işlev Bkz. analitik psikoloji; JUNG, Carl Gustav.
dramatizasyon (dramatization) 1. Eğitimde, tarihsel olayları, canlı sahneleri ya da
masalları dramlaştırarak sunma, oynama. 2. Psikanalizde, bastırılmış isteklerin
simgesel olarak, genellikle kişileştirme biçiminde dönüştürülmesi.
DSM-IV Bkz . Tanı ve İstatistik Kılavuzu.
dudak cinselliği (lip-erotism or eroticism) Öpme ya da sigara içme gibi yollarla
dudakları uyarmaya karşı cinsel bir tutkunun gelişmiş olması.
Durağanlığa Karşı Üretkenliğin Gelişimi Bkz. insanın sekiz çağı (yedinci evre).
duraksız devinim (athetosis) Beynin devimsel merkezindeki bir sakatlanma nedeniyle
kaslarda düzensizlik, bedende görülen ağır ve denetlenemeyen kıvranmalar.
DURKHEİM, Emile (1858-1917) Çağdaş sosyolojiyi kuran ve pozitivist yöntemi
sosyolojiye uygulayan Fransız sosyolog. Durkheim, Vosges bölgesinin Epinal
kasabasında yörenin hahambaşının oğlu olarak doğdu; Paris’te ödü. Ailesinin dine
önem verişi, Durkheim’in değerler öğretisini araştırmalarının odak noktası
yapmasında etken oldu. 1879’da Frans’nın en gözde kurumları arasında yer alan Ekole
Normale Supéerieure’e (Yüksek Öğretmen Okulu’na) girdi. Daha sonra tanınmış bir
düşünür olan Henri Bergson ve sosyalist bir önder olan Jean Jaurés, sınıf
arkadaşlarıydı. Ailesi onun haham olmasını isterken o, bu okulda inançlarını
yitirmişti. Çoğunlukla felsefe ve belagate dayanan programı nedeniyle çağ dışı
gördüğü bu okulda Renouvier gibi ünlü bir düşünür, kendisine bu konuda kimi
yetenekler kazandırmış; onun, bir toplum pekiştiricisi olarak ahlaksal değerlere önem
vermesinde felsefesi ile etkili olmuştur. Durkheim’ın gerçekçilik anlayışını da
hocalarından Emile Boutroux’nun “felsefenin, doğanın ve yaşamın gerçeklerinin
birbiriyle bağıntılı olması gerektiği” konusundaki düşünceleri etkilemiştir. Onda
sosyolojinin psikolojiden ayrı ve özel yöntemleri olan bir alan olduğu düşüncesi de
Boutroux’un etkisiyle oluşmuştur. Tarih hocalarının, “tarihin ciddi ve kesin sonuçlar
verebilecek bir bilim” olduğu yolundaki görüşlerini de benimsemiştir. Bu yaklaşım,
dinlerde öğretiye ikinci planda yer verilmesi gerektiği ve dinin gerçek çekirdeğinin
törende (ritüelde) toplandığı görüşüne dayanıyor. Durkheim, 1882’de doçent oldu ve
liselerde felsefe okutmaya; 1883’ten sonra da toplum sorunlarıyla ilgilenmeye
başladı. 1885-1886 ders yılını geçirdiği Almanya’daki incelemelerinde topluluğa
organsal bir yapıt olarak bakan görüşten ve toplumun bütünlüğü düşüncesini odak
noktası olan düşünceden etkilendi. Ancak geliştireceği toplum kuramı üzerinde en çok,
Wilhelm Wundt’un etkisi oldu. Fransa’ya dönüşünde bir yıl lise öğretmenliği
yaptıktan sonra 1887’de atandığı Bordeaux Üniversitesi’nde eğitim, felsefe ve siyaset
bilimleri dersleri verdi. En önemli yapıtlarının çoğunu örneğin Toplumsal İşbölümü
Üstüne adlı yapıtını burada yazdı. 1894’te Sosyolojik Yöntemin Kuralları’nı
yayımladı. Durkheim’ın yapıtlarındaki savları tepkilere yol açtı. İnsan davranışıyla
toplum yapısı arasında kurduğu ilişki reddedildi. Kimi Katolik düşünürler, onun
ahlakı, insan kişiliğinin bir ürünü olarak görmeyip bir toplumsal pekiştirici ve insanın
dışında etkili toplumsal bir nesne olarak görmesine karşı çıktılar. Genç sosyolog ve
sosyalistler de onun toplumdaki sınıf ayrılıklarını ve sürtüşmelerini geçici görmesini
ve bunların reformlarla giderilebileceği biçimindeki görüşlerini eleştiriyorlardı.
Durkheim, aydınların politikaya eylemli olarak karışmalarına karşı olsa da 1890’larda
Fransa’yı sarsan Dreyfus olayına, Dreyfus’u savunan kişi olarak katıldı ve yaşamı
boyunca demokratik değerleri savundu. 1902’de Sorbonne Üniversitesi’ne atandı.
Kurduğu Année Sociologique dergisi çevresinde topladığı genç sosyologlarla birlikte
sürdürdüğü çalışmaları ve öğreticiliği ile köklü, yaygın bir etki sağladı. Düşünceleri
zamanla Fransız III. Cumhuriyeti’nin resmi felsefesi oldu. Şu iki soruya verdiği
yanıtlar,onun düşüncelerinin odağını oluşturdu: “İnsanların bir topluluk içinde,
birbirinden kopmadan, kişiler üstü bir yapı oluşturarak yaşamalarını sağlayan nedir?”;
“İnsanları birbirine bağlayan toplum değerlerinin varlığı nasıl açıklanabilir?”
Durkheim, genel ve felsefi düşünceleri bir yana bırakarak belirli toplumları ve
toplumsal kurumları inceleme yolunu seçmişti. İlk araştırmalarını ileri sanayi
toplumlarının özelliklerini incelemek oluşturdu. O, organizmacılıktan yalnızca bir ilk
yaklaşım olarak yararlandı. Ona göre toplumların işlevleri fizyolojideki; yapıları da
anatomideki gibi araştırıldığında, onların kuramsal gizleri konusunda bir bilgi
edinilebilir. Durkheim. 1893’te yayımlanan yapıtında bu yöntemi uyguladı. Buna göre
sanayi öncesi topluluklarda birliği, paylaşılan düşünce ve duygular sağlıyor. Sanayi
toplumlarında ise kurumsal yapılar ve toplum ilişkileri örgüsü gerçekleştiriyor.
Durkheim, bunların birincisine mekanik; ikincisine ise organik adını verdi. Mekanik
dayanışmada insanların kişiliklerini ortak ve zorunlu inançlar bastırıyor; insanlar
zorla birbirine benzetiliyor. Mekanik dayanışmanın bulunduğu toplumlardaki yapı
birimleri ise kendi kendine yeterli; yapısal yönden birbirinin aynı birimlerdir.
Toplum, bu birimlerin birbirine yapışmasından ortaya çıkıyor. Ortak inançların
yarattığı ortak bilinç, bütün topluluklar için geçerlidir. İş kollarına ayrılan
topluluklarda ise bireylerin, topluma tümüyle uyum sağlama zorunluluğu ortadan
kalkıyor. Uyum, kurumların birbiriyle işbirliğinden; toplumun her parçasının öbür
parçaya gereksinim duymasından kaynaklanıyor. Bu topluluklarda ortak bilinç alanı,
kişiye artarak verilen önemdir. Durkheim’in önemli bir yapıtı da İntihar’dır. Bunda da
toplumun pekişmesini inceliyor. İlk bakış açısının tersine intihar, kişilerin verdikleri
kararların ötesinde bir toplumsal akımdır. İntiharlar, kişilere bağlı olmayan istatistik
bir düzenlilik gösteriyor. Toplum davranışları, bireylerin kendi seçimlerinin dışında
yasalara bağlı olarak biçimleniyor. Üç tip (bencil, özgecil ve anomik) intihar da bu
olayın kişisel değil; toplumsal olduğunu gösteriyor. Bencil intihar, insanın toplumla
bağlarının zayıflığından kaynaklanıyor. Özgecil intihar, insanın toplum değerlerine
olağanüstü bir değer bağlamasından ileri geliyor. Anomik intihar ise değer yokluğu
nedeniyle ortaya çıkıyor. Çok çabuk ortaya çıkan sanayi toplumunun, kendi yapısına
uygun değerleri aynı hızla ortaya koyamaması, bu toplumda yaşamlarını hangi
değerlere göre sürdüreceklerini bilemeyen bir insan grubu oluşturuyor. Durkheim’e
göre toplumun düzenliliğinin dayandığı iki savdan birisi, aynı kavramları paylaşan
insanların, o kavramları aynı biçimde anlamaları; ikincisi de toplum biçimleri ile
düşünce biçimleri arasında biçimsel bir benzerliğin bulunmasıdır. Durkheim’ın din
sosyolojisinde, insan davranışının bütün yönlerini toplumsal biçimlere bağlama çabası
vardır. “Nasıl oluyor da insanlar uydurma olan mitos ve efsanelere inanıyorlar?”
sorusu, Durkheim’ın dine yönelik ilk sorusudur. O, bu sorunun yanıtını en az gelişmiş
din olarak gördüğü Totemcilikte aradı. Avustralya yerlileri arasında yapılan
araştırmalar, klanların, bir tür put olan totemlere tapındıklarını gösteriyordu.
Durkheim, tapınılanın, toplumun kendisi olduğuna dikkat çekiyordu. Çünkü totem,
klanı simgeliyor ve bu açıdan klan, kendi topluluk simgesine tapıyordu. Ayrıca din,
klanın dağınık ailelerinin oluşturdukları törenlerde tazeleniyordu. Durkheim’ın,
dayanışmacılık akımına da özel bir ilgi duyduğu görülüyor. Onun kuramları birçok
eleştiriye uğramış olsa da yapıtları bugün de kaynak niteliğini koruyor. Sosyoloji
dergisi çevresinde toplananların bir bölümü, Fransa’da Durkheim’cı okul’u
oluştararak onun görüşlerini yaşatmışlar ve etki alanını genişletmişlerdir.
Antropolojik gelişmeler üzerinde de önemli etkisi olmuştur. Durkheim’ın görüşleri
Türkiye’ye Ziya Gökalp aracılığı ile gelmiş ve Türkiye Cumhuriyeti ideolojisi
üzerinde etkili olmuştur. Başlıca yapıtları: Elements de sociologie,1889
(Toplumbilime Giriş); De la division du travail sociale, 1893 (İçtimai Taksim-i
Amal); Régles de la méthode sociologique, 1894 (İçtimaiyat Usulünün Kaideleri);
Les formes élémentaires de la vie religieuse, (ö.s.), 1912 (Din Hayatının İptidai
Şekilleri); Education et sociologie, (ö.s.), 1917 (Terbiye ve Sosyoloji); Sociologie et
philosophie, (ö.s.), 1924 (Toplumbilim ve Felsefe); L’evolution pédagogique en
France, (ö.s.), 1938 (Fransa’da Eğitim Biliminin Evrimi).
DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ
Sabahattin EYUBOĞLU
Ehrenstein Yanılsaması
eklektik (eclectic) Bir ekole, sisteme, kurama ya da tekniğe bağlı kalmak yerine,
duruma göre en yararlı ya da eldeki soruna en uygun düşen, en iyi sonuç veren ekolü,
sistemi, kuramı ya da tekniği seçen. Bu tutum, psikoloji gibi her olayı, davranışı
açıklayabilecek genel kuramların bulunmadığı alanda, özellikle klinik psikolojisinde
yaygın olarak seçilen bir yoldur. Bu yaklaşımda, ele alınmış olan olaya
uygulanabilecek en iyi teknik ya da kuram aranıyor. Örneğin, eklektik tutumu
benimseyen bir terapist, basit fobileri, davranışçı yöntemle; kimlik bunalımı, kimlik
arayışı ve benzeri bozuklukları varoluşçu yaklaşımla; kimi histerik belirtileri
psikanalitik yöntemlerle; depresyon belirtilerini de farmakolojik yöntemlerle tedavi
yoluna gidiyor.
eklektisizm Bkz. seçmecilik.
ekolali Bkz. yankıca.
ekoloji Bkz. çevrebilim.
ekonomi (economy) Üretim, ürün ve tüketime ilişkin bilgiler sağlayan, kişinin toplumsal
yaşamdaki rol ve statüsünü belirleyen bilim dalı.
ekonomik görüş Bkz. ruhsal ekonomi kuramı.
ekonomik ruhbilim Bkz. ekonomi psikolojisi.
ekonomi psikolojisi (economic psychology) Ekonomik yaşamın psikolojik koşullarını
inceleyen ve buna göre gereken önlemleri üreten uygulamalı bir psikoloji alanı;
ekonomik ruhbilim. Çalışma, işletme ve ticaret psikolojisi, bu dalın çalışma alanına
giriyor.
ekosistem (ecosystem) Bir alandaki farklı türler arasında bir ölçüde istikrarlı bir
dengeyle tanımlanan kendine yeterli ekolojik bir birim. Kendini genellikle döngüsel
sürdüren bir beslenme zinciri. Bkz. çevrebilim.
eksiklerini tamamlama ve kusursuz olma dürtüsü Bkz. bireysel psikoloji (üstün olma
çabaları)
eksiklik duygusu (inferiority feeling) Adler’e göre, bireyin ölümüne dek değişmeden,
aralıksız varlığını sürdüren, bireyi güdüleyen ve eyleme geçiren evrensel duygu;
aşağılık duygusu. Çocuk, kendisine göre güçlü yetişkinler arasında yaşayan çaresiz
bir varlık; yetişkin de doğa güçlerinin ve kimi hayvan türlerinin yanında zayıf bir
varlıktır. İnsanoğlu, çocukluk dönemindeki bağımlılığı ve evrenle ilişki zorlukları
nedeniyle, yaşamına olağan bir çaresizlik ve eksiklik duygusu ile başlıyor. O nedenle
bireyin yaşamı, önceleri kendisine egemen olan insana; daha sonra da doğal güçlere
karşı gücünü kanıtlama ve onlar üzerinde egemenlik kurma çabası içinde geçiyor.
İnsanın davranışlarını belirleyen, Freud’un sandığı gibi, hazzı yaşama duygusu
değildir; onun da nedeni olan, üstün olma isteğidir. Başka nedenlerle de oluşmakla
birlikte, eksiklik duygusunu doğuran, özellikle organ yetersizliğidir. Doğuştan gelen ya
da sonradan olan organ yetersizlikleri ve öbür yetersizlikler, benliğin savunma
mekanizmalarıyla giderilerek dengeye kavuşturuluyor. Kimi zaman, eksiklik
duygusuna karşı, bir üstünlük duygusu da gelişebiliyor. Bu duygu, eksiklik duygusunu
örtüp gizlemeyi amaçlayan bir tür üstünlük çalımıdır. Normal bir duygu olan eksiklik
duygusu, olumsuz bir aile ortamında yetişen insanlarda daha yoğun yaşanıyor ve
eksiklik karmaşasına (aşağılık kompleksine) dönüşebiliyor. Adler’in bu kuramı da
Freud’un psikanalizi ve öteki kişilik kuramları gibi tek yanlı olarak nitelenmiş; bu
nedenle yaptığı genellemeler yersiz sayılmıştır. İnsanlık tarihi, Adler’in ileri sürdüğü
gibi, yalnızca eksiklik duygusunu gidermek için yapılan davranışların tarihi değildir.
Bkz. bireysel psikoloji.
eksiklik gereksinimleri (deficiency needs) Maslow’un tanımladığı bedensel ve ruhsal
sağlık için gerekli açlık, susuzluk gibi temel gereksinimler; eksiklik ihtiyaçları. Bkz.
gereksinimler aşama sırası.
eksiklik güdülenmesi (deficiency motivation) Maslow’un tanımladığı özgerçekleştirim
sürecinde gereksinimler aşama sırasının alt basamaklarında bulunan ve açlık,
susuzluk, güvenlik gibi bedensel ya da sevgi, saygınlık gibi ruhsal gereksinimleri
gidermeye zorlayan güdüler. Bkz. gereksinimler aşama sırası.
eksiklik ihtiyaçları Bkz. eksiklik gereksinimleri.
eksiklik karmaşası (inferiority coplex) Adler’e göre, kişinin organ yetersizliğinin ya
da duyduğu başka yetersizliklerin yarattığı yoğun acıdan kurtulmak için bastırdığı ve
onu abartılmış üstünlük çabalarına, uyumsuz davranışlara iten yoğun değer eksikliği
ve yetersizliği duygusu; aşağılık kompleksi. Çocuğun Öedipus karmaşası sonucu
gerçeklere uymada güçlük çekmesi de eksiklik karmaşasının sonucudur. Eksiklik
karmaşası oluşturanlar, üstün başarılar elde etseler bile mutlu olamıyor; dahası,
bilinçdışında sürekli varlığını koruyan bir ateşle çevrelerini her an bir yangın yerine
çevirmekten kendilerini alamıyorlar. Hitler, Neron, Mussolini bu karmaşanın öne
çıkan örnekleridir. Abartılmış üstünlük çabası gösterenler, Adler’e göre, doğuştan
gelen toplumsal ilgiyi geliştirememiş olan kişilerdir. Bkz. ADLER, Alfred;
bastırma; eksiklik duygusu; yapısal kuram (Üstbenlik).
eksiklik kompleksi Bkz. eksiklik karmaşası.
eksistansiyalizm Bkz. varoluşçuluk.
eksistansiyel analiz Bkz. varoluşsal çözümleme.
ekşi üzüm mekanizması (sour-grapes mechanism) Kişinin, sahip olmadığı ya da sahip
olamayacağı şeyleri küçümsemesi biçiminde kullandığı bir neden bulma
mekanizması. Bkz. tatlı limon mekanizması.
ektomorf Bkz. Sheldon’un bedensel yapı sınıflaması.
ekzokrin bezleri (exocrine glands) Salgılarını kan dolaşımına boşaltmayıp, doğrudan
eylem noktasına boşaltan salgı bezleri. Örneğin, pankreas, sindirim emzimlerini bir
kanal aracılığı ile sindirim sistemine boşaltan bir salgı bezidir. Bkz. endokrin
bezleri.
Elektra Bkz. babaya karşı tutku.
Elektra karmaşası Bkz. babaya karşı tutku karmaşası.
Elektra kompleksi Bkz. Elektra karmaşası.
elektrik şoku Bkz. itici uyarıcı.
elektrik tedavisi Bkz. elektrokonvulsif şok.
elektrik terapisi Bkz. elektrokonvulsif şok.
elektrokonvulsif şok (electroconvulsive shock) Ağır depresif ve şizofrenik hastaların
tedavisinde kullanılan elektrik tedavisi; elektrik terapisi, elektrik tedavisi. Bu
tedavide hasta, acı çekmemek ve kas tepkilerinin şiddetini azaltmak için duyum
yitimini sağlayıcı ve kas gevşetici ilaçlar verilerek şoka hazırlanıyor. Şakaklara
yerleştirilen iki elektrot aracılığı ile hastaya, saniyeden daha kısa süren zayıf bir
elektrik akımı uygulanıyor. Bu şok, saradaki grandmala benzeyen iki aşamalı bir
konvulsiyon nöbeti yaratıyor. Yan etki olarak da hastada geriye dönük geçici bir
bellek yitimi, zihin bulanıklığı, yönelim duygusu yitimi görülüyor. Bellek zayıflığı,
kalıcı da olabiliyor. Eskiden psikiyatri kliniklerinde hastaları uysallaştırmak için
sıkça kullanılan bu yöntem, günümüzde oldukça sınırlı uygulanıyor. Daha çok da
örneğin, antidepresan ilaçlara tepki vermeyen ağır depresyon olaylarında
kullanılıyor. Bkz. elektroterapi.
elektroterapi (electrotherapy) Değişik araçlarla ağrı dindirmek, kas gevşetmek,
şişkinliği gidermek, iyileşme sürecini hızlandırmak, akupunktur noktalarını uyarmak
amacıyla merkez sinir sistemine hafif dozda elektrik akımı verilerek uygulanan şok
tedavisi; Bu tedaviyi elektrokonvulsif şoktan ayıran, bunun hastada konvulsiyonlar
yaratmamasıdır.
elem Bkz. acı.
eleme (screning) Eğitim ya da iş olanakları sağlamak amacıyla öğrenim, deneyim,
yetenek, öğrenme güçlükleri ve benzeri açılardan insan seçme ya da ayıklama işi.
Çağdaş eğitimde egemen görüş geliştirme iken geleneksel eğitimde eleyiciliktir.
eleştirel düşünme (critical thinkng) Bir konunun, bir yapıtın doğru ve yanlış, tutarlı ve
tutarsız yönlerini belirlemek, bir sorunu çözmek amacıyla ilgili tüm etkenleri nesnel
ve mantığa uygun biçimde değerlendirerek sonuca ulaşmak için bir dizi karmaşık
bilişsel süreci gerçekleştirme. Akıl yürütme, verilen bilgiler arasındaki ilişkileri
görerek bu ilişkilerden çıkarsamalar yapma ve onların yardımıyla yeni bilgilere
ulaşma, bu bilişsel süreçlerin başlıcalarıdır.
eleştirel pedagoji (critical pedagogy) Dar anlamıyla “yeni eğitim sosyolojisi” ya da
“eleştirel eğitim kuramı” olarak tanımlanabilen; okulları hem kendi tarihsel
bağlamları içinde hem de egemen toplumun ayırıcı özelliğini ortaya koyan şimdiki
toplumsal ve siyasal yapının bir parçası olarak ele alan pedagoji. Eleştirel pedagoji,
liberal ve tutucu okul eleştirilerinin kullandığı pozitivist, tarihsel olmayan ve
depolitize çözümlemelere karşı olan anlayışların bir türünü ortaya atmıştır. O, temel
etken kurum olarak okul, onun işlevleri, kurumsal değeri, toplumsal kurumlarla ilişkisi
ve finansal arka planı uzerinde duruyor. Okul, küçük ve sistemli bir toplum ise
eleştirel pedagojinin dayandığı kaynakların ve esinlendiği kuramların da toplumsal
sorunlarla ilgili olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Bu anlamda eleştirel pedagojinin
kaynaklarından biri de modernizmin, aydınlanmanın ve pozitivizmin eleştirisini yapan
eleştirel kuramdır (Frankfurt Okulu’dur). Buna bağlı olarak eleştirel kuramın temel
referansı olan Hegelcilik, Marksizm gibi öğretiler, eleştirel pedagojinin de temel
kaynağı olmuştur. Bkz. Frankfurt Okulu; FREIRE, Paulo; ILLICH, Ivan.
eleştiri (critique) Bir düşünceyi, yapıtı ya da konuyu, daha çok eksik ya da yanlış
yönlerini ortaya koyacak biçimde titizlikle inceleme. Bkz. eleştirel düşünme; eleştiri
gücü.
eleştiri gücü (critical faculty or ability) Düşünce ürünlerini ve kanıları, eylemlerin
değerini, bireylerin ve grupların davranışlarını denetleyerek, karşılaştırarak,
tartışarak benimseme yeteneği ya da eğilimi.
eleyici eğitim Bkz. eğitim; eleme, geliştirici eğitim.
elezer kişilik bozukluğu (sadistic personality disorder) Şiddet uygulama ya da
acımasızlık, başkalarını aşağılama, küçük düşürme, korkutma, başkalarına bedensel ya
da ruhsal acı vermekten zevk alma belirtileriyle tanımlanan kişilik bozukluğu; sadistik
kişilik bozukluğu.
elezerlik (sadism, active algolagnia) 1. Başkalarına eziyet etme yoluyla cinsel haz
duyma eğilimi biçiminde ortaya çıkan cinsel sapıklık; sadistlik. 2. Gaddar, işkenceci,
zalim olma tutkusu. 3. Belirgin özelliği, başkalarına eziyet etmekten haz duymak olan
kişinin tutumu. Sadizm, romanlarında türlü sapıklıkları anlatan Fransız yazarı Markiz
de Sade’ın (1740-1814) adından türetilmiştir. Bkz. özezerlik; ruhsal-cinsel gelişim
kuramı.
elezerlik-özezerlik (sadism-mazohism) 1. Kişinin aynı anda hem elezer hem de özezer
tepkiler göstermesi. 2. Taraflardan birinin elezerlik; öbürünün özezerlik eğilim ve
gereksinimlerine yanıt veren patolojik bir ilişki biçimi; sado-mazohizm. Bu ilişki
cinsel içerikli de ruhsal içerikli de olabiliyor.
elezer sömürü (sadistic abuse) Elezer cinsel ve bedensel sömürü, işkence, aşırı
denetim, korkutma, şiddete itme, dinsel törenler, duygusal sömürü gibi eylemleri
içeren aşırı olumsuz yaşantılar; sadistik istismar.
elit Bkz. seçkin.
elseverlik (altruism) Gereksinimi olan bir kimseye gönüllü olarak ve ödül beklemeden
yapılan yarar sağlayıcı davranış; diğerkâmlık, özgecilik, özgecillik. Bu tanıma göre,
yardımda bulunan kişinin niyeti önem taşıyor. Daha geniş kapsamlı oluşu ve niyetin
elseverlikteki gibi belirgin olmaması ile toplumsal davranış, elseverlikten ayrı bir
kavramdır. Elsever davranışı anlama ve açıklama çabaları, şu üç genel kuramsal
yaklaşımda yoğunlaşıyor: Birinci yaklaşımı oluşturan kimi kuramcılar, elsever
davranışın tarihsel kökenine vurgu yapıyorlar. Konuya tarihsel kökenleri açısından
e ği l e n toplumcu-biyologlar, yardım etme yatkınlığının, insanın genetiğinin ve
evrimsel kalıtımının bir parçası olduğunu ileri sürüyorlar. Konuya tarihsel açıdan
bakan bir başka grup ise, bunun tersini savunuyor. Bunlar, gereksinimi olanlara
yardım etmeye ilişkin kuralların, uygarlık tarihinin bir parçası olarak geliştiğini
belirtiyorlar. İkinci yaklaşımcılar, yardım etme davranışının temel pekiştirme
ilkelerinden ve model olarak öğrenmeden etkilendiğini savunuyorlar. Üçüncü
yaklaşımı savunanlar ise düşüncelerini yardımın ne zaman gerektiğine ilişkin yargıları
etkileyen bilişsel süreçler üzerinde yoğunlaştırıyorlar. Bu bilişsel yaklaşıma göre
yardım etme kararı, karmaşık toplumsal biliş ve mantıksal karar verme süreçlerini
içeriyor. Kişi, ilk adımda bir olayın olduğunu ayrımsıyor ve yardıma gerek duyulup
duyulmadığına karar veriyor. Yardım gerekiyorsa kişi, ikinci adım olarak bu yardımın
ne derece kendi sorumluluğu içinde olduğunu inceliyor. Üçüncü adımda, yardım
etmenin ya da etmemenin bedellerini ve ödüllerini tartıyor. Sonuncu adımda da ne tür
bir yardımın gerekli olduğuna ve bunun nasıl yapılacağına karar veriyor. Sosyal
psikoloji araştırmalarının sonuçlarına göre, elsever davranış, ortamın, yardım eden
kişinin ve yardıma gereksinimi olan kişinin özelliklerinden etkileniyor. Latane ve
Dorley, yardıma gereksinim duyan kişinin çevresinde çok fazla tanık olduğunda
(başkaları bulunduğunda), yardım etme davranışının gözlemlenmediğini bulmuş ve
b una tanık etkisi adını vermişlerdir. Bunun nedeni olarak da sorumluluğun
dağılması, durumun yorumlanmasındaki belirsizlik ve değerlendirilme kaygısı
gösterilmiştir. Elsever davranışı, ortamsal özelliklerden zaman baskısının da
etkilediği belirlenmiştir. Kimi deneysel çalışmalar, kişinin acelesi olduğunda yardım
etme davranışında düşme olduğunu ortaya koyuyor. Elseverliği başka etkenlerin de
etkilediği belirlenmiştir. Bunlardan biri, yardım eden kişinin kimi özellikleridir.
Arkadaş olmaya çabalayan kişilerde, yüksek toplumsal onay gereksinimi duyan
kişilerde, düşük toplumsal onay gereksinimi duyan kişilere göre, başkaları
seyrederken yardım etme davranışı daha çok görülüyor. Kişinin kendini iyi ya da
kötü duyumsaması da yardım etme davranışını etkiliyor. Kendini suçlu gören
kişilerin, daha fazla yardım etme davranışı gösterdikleri gözlemleniyor. Hoşlanılan
kişilerle onların yakınları, yabancılardan daha fazla yardım görüyor. Yardım
isteyenin yardımı hak ettiğinin bilinmesi, yardım etme isteğini kamçılayan bir başka
etken oluyor. Ayrıca, hava koşulları, kent büyüklüğü ve gürültü düzeyi gibi fiziksel
çevrenin de yardım etme davranışını etkilediği biliniyor. Bkz. özseverlik.
e-mail Bkz. e-posta.
embesil Bkz. budala.
embriyoloji (embriology) Oğulcuğun dölüt oluncaya dek geçirdiği gelişim evrelerini
konu alan biyoloji kolu. Bkz. oğulcuk; dölüt.
embriyon Bkz. oğulcuk.
emek (labor) 1. Doğadaki kaynakları insanların gereksinimlerini karşılayacak duruma
getirmek üzere dönüşüme uğratmak amacıyla insanoğlunun ortaya koyduğu beyin ve
kol gücü. 2. Mal, hizmet ya da düşünce üretmeye yönelik her türlü çaba. Hedefi değer
yaratmak olan maddi-manevi etkinlik. Kol emeği ya da el emeği, kol gücüne; zihin
emeği ya da beyin emeği düşünce üretmeye, düşünsel yapıtlar vermeye yönelik olarak
kafa gücüne ilişkin çabaya dayanıyor.
emel seviyesi Bkz. beklenti düzeyi; dilek düzeyi.
emme refleksi (sucking reflex) Memeli hayvanların yavrularının meme ucunu
yakalamak ve annenin memesinden süt gelmesini sağlayan baskıyı yapmak için
dudakları ve dilleri ile yaptıkları devinimler; emme tepkesi.
emme tepkesi Bkz. emme refleksi.
emosyonel yapı Bkz. psikoz öncesi yapı sınıflaması.
empati Bkz. eşduyum.
empati beceri ölçeği Bkz. eşduyum.
emperyalizm 1. (imperialism) Zor, tehdit ve saldırgan yöntemlere ve sömürü temeline
dayanan; yayılmacılığı amaçlayan; kendisine bağımlı değişik düzeylerdeki ulusal
birimleri merkezi bir gücün denetiminde bir araya getirmeye çalışan siyasal anlayış ve
eylem biçimi; sömürgecilik. 2. Egemen bir gücün uygarlık getirme, çağcıllaştırma ya
da dinsel misyon iletme gibi gerekçelerle başka ülkelerin doğal kaynaklarını sömürme
ve onları ekonomik, kültürel ve bilimsel açıdan kendisine bağımlı duruma getirme
politikası. 3. Marksist kurama göre serbest girişimlerin kârlarını sermaye
harcamalarına kaydırması sonucu etki alanını iyice genişleten kapitalizmin tekelci
aşaması.
emretme Bkz. buyrukçuluk.
empirik (empirical) Gözleme dayalı, deneysel. Empirik bilgi, uyum, deney ya da
gözlem sonucu elde ediliyor. Empirik veriler de olgulara ilişkin deneysel ya da
gözlemsel olarak pratikte gerçekleşen şeylerden derleniyor.
EMRULLAH EFENDİ (1858-1914) II. Meşrutiyet döneminde eğitimde
çağdaşlaşmaya katkısı olan Osmanlı eğitimci. Emrullah Efendi, Lüleburgaz’da
doğdu; İstanbul’da öldü. 1882’de Mülkiye Mektebi’ni bitirdi. Yanya, Selanik, Halep
ve İzmir’de Milli Eğitim müdürlüğü yaptı. II. Abdülhamit’e karşı çıkarak İsviçre’ye
kaçtı. II. Abdülhamit bağışlayınca 1900’de Milli Eğitim Meclisi üyeliğine getirildi.
İkinci bir görev olarak kendisine Konya Hukuk Mektebi müdürlüğü verildi. O
dönemde Servet-i Fünun dergisinde Emirî takma adıyla yazılar yazdı. Muhitü-l
Maarif adlı ansiklopedik sözlüğünü hazırlamaya başladı. 1908’de Meşrutiyet ilan
edilince Kırklareli mebusu olarak meclise girdi. Aynı yıl Galatasaray Sultanisi
müdürü ve Maarif Meclisi İlmi Daire Başkanı oldu. 10 Ocak 1910’da kurulan İbrahim
Hakkı Paşa kabinesinde Maarif Nazırı oldu. 1 Ocak 1912’de Mehmet Sait Paşa
kabinesinde ikinci kez Maarif Nazırlığına getirildi. Yazmaya başladığı ansiklopediyi
geniş bir kadroyla yeniden ele aldıysa da bitiremeden öldü. Emrullah Efendi, eğitim
sisteminin yenileştirilmesi konusundaki görüşlerinin bir bölümünü Maarif Nazırlığı
dönemlerinde uygulamaya koyma olanağını buldu. İdadileri sultanilere çevirdi. Bu
okullara ilk kez felsefe ve iktisat dersleri koydurdu. İlkokul programlarına tarih,
coğrafya, matematik, müzik, beden eğitimi gibi derslerin girmesini sağladı. Eğitim
alanındaki görüşlerini Tuba Ağacı Kuramı ile açıkladı. Buna göre eğitimde
çağdaşlaşma ilkokullardan değil; Darülfünun’dan başlatılmalı, bilimsel gelişmeler,
buradan aşağıya doğru sürmelidir. Satı Bey ise eğitimi aşağıdan yukarıya doğru
düzenlemeyi savundu. Emrullah Efendi, ayrıca 1886’da Selanik’te Mecelle-i Muallim
adlı öğretmen dergisini; 1911’de İstanbul’da da Muhitü-l Maarif adlı gazeteyi
yayımlamıştır. Bkz. Türklerde Eğitim (İkinci Meşrutiyet dönemindekli eğitim
çabaları).
Endokrin Bezleri
erbezi (testicles) Erkekte cinsel hücreleri (spermleri, atmıkları) üreten cinsellik bezi;
testis, haya, husye. İki tane olan erbezi, erbezi torbasının içinde bulunuyor. Erkekte
asıl üreme organı, erbezidir. Erbezinin iç ve dış olarak iki salgı görevi bulunuyor. Dış
salgı, spermleri yapıyor. Erkeklik hormonlarını oluşturan leydig hücreleri de iç
salgıyı gerçekleştiriyor. Bunların en önemlisi olan testosteron, erkeğin cinsine özgü
beden yapısına kavuşması gibi ikincil cinsel niteliklerin belirmesini sağlıyor.
Cinsellik hormonunun yetersizliği, erkeklerde kıl, sakal, bıyık çıkmamasına, sesin ince
kalmasına neden oluyor. Kadınlarda bedenin yağlanmasına, sinirsel bozukluklara, iç
dünyada türlü sarsıntılara yol açıyor. Aybaşı olmayan kadınlarda erkeklik özellikleri
görülüyor. Kadının sesi kalınlaşıyor; yüzünde sakal, bıyık çıkmaya başlıyor. Kimi
durumlarda, çalışmayan ya da çalışması hızlanan eşeysel bezlerin yol açtığı cinsel
bozukluklar, hormon tedavisiyle denetim altına alınabiliyor. Bkz. endokrin bezleri.
erdem (virtue) Doğruluk, dürüstlük, yardımseverlik, alçakgönüllülük, iyi yüreklilik,
ölçülülük, bilgelik, yiğitlik gibi ahlakın övdüğü ve ahlaklı olmanın gerektirdiği
niteliklerin ortak adı; fazilet. E. H. Erikson, insanın sekiz çağına sonradan, insanın
her bir evresinde geliştiğini belirttiği aşağıdaki sekiz temel erdemi eklemiştir: (1)
Dürtü ve umut. (2) Özdenetim ve istenç. (3) Yön ve amaç. (4) Yöntem ve yeterlik.
(5) Adama ve bağlılık. (6) Adama (sadakat) ve sevgi. (7) Üretme ve bakım verme.
(8) Çekilme ve bilgelik.
erdişilik (intersex) Bedensel-cinsel bakımdan erkek ya da kadın olarak
nitelendirilememe; hem erkek cinsel organına (penise) hem de döl yoluna (vajinaya)
sahip olma; erseliklik. Bir kişinin iki cinsin birincil ve ikincil özelliklerine sahip
olma durumu; Turner sendromu, klinefelter senromu gibi kromozom
anormalliklerinden; androjen duyarsızlığı gibi doğumsal metabolizma
bozukluklarından ve hormon dengesizliklerinden kaynaklanıyor. Gerçek erdişilerin
kromozomları da belirsizlik gösteriyor. Örneğin, yumurtalık dokularında XX
kromozomları yer alırken erbezlerinde XY kromozomları bulunuyor.
erek (target) Gerçekleştirilmek üzere tasarlanan, ardından koşulan; erişilmek, ulaşılmak
istenilen şey; amaç, hedef, gaye, maksat.
erek aşamaları (goal gradient) Bir hedefe ulaşabilmek için gerçekleştirilmesi gereken
davranış aşamaları. Hedefe yaklaştıkça kişide genellikle davranış hızı artıyor ve
yanılgılar azalıyor.
erekbilim Bkz. teleoloji.
ereksiyon bozukluğu Bkz. dikleşme bozukluğu.
ergen cinselliği (genitality) Psikanalize göre, ruhsal-cinsel gelişimin ergenlikle
birlikte başlayan ve yaşam boyu süren beşinci ve son döneminde yaşanan cinsellik. Bu
döneme girişle birlikte kişinin bedeni ve cinsel organları hızla olgunlaşıyor; cinsel
dürtüleri yeniden ve bilinç düzeyinde güçlü bir biçimde etkisini duyuruyor; enerjisi,
yeniden cinsel organlara odaklanıyor. Kişi, cinsel isteklerinin doyumu için karşı
cinsten insanlara yöneliyor. Kişinin daha önceki ruhsal-cinsel gelişim dönemlerinde
harcadığı çözülmemiş enerji ne kadar az ise, bu dönemde karşı cinsle normal ilişkiler
kurup bunları geliştirme yetisi o kadar güçlü oluyor. Eğer kişi önceki dönemlerden
birine; özellikle üretken döneme takılıp kalmışsa, o zaman bastırma ve öbür savunma
mekanizmalarına fazla ölçüde enerji harcamak zorunda kalacağı için karşı cinsle
sağlıklı ve doyurucu ilişki kurmada çeşitli zorluklar yaşıyor. Bkz. benliğin savunma
mekanizmaları; içgüdü kuramı; ruhsal-cinsel gelişim kuramı.
ergenin gelişimi Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri.
ergenlik (adolescence) Genellikle cinsel organların fizyolojik olgunluğa eriştiği 12
yaşından, gençliğin (yetişkinliğin) başladığı 18 yaşına dek süren erinlikle yetişkinlik
arasındaki çağ; çocukluktan yetişkinliğe geçiş evresi; ilk gençlik, yeniyetmelik.
Ergenlik dönemini (12-14 yaşlarını) izleyen 15-20 yaşlar arasına gençlik
(delikanlılık) dönemi; 21-25 yaşları arasına da uzamış gençlik dönemi (yüksek
öğrenim gençliği) deniyor. Ergenlik döneminde cinsel özelliklerde, vücut imgesinde,
cinsel ilgide, toplumsal rollerde, zihinsel gelişimde kimlik ediniminde önemli, çoğu
kez de rahatsız edici değişiklikler gerçekleşiyor. Ergen, çocukluğun bağımlılığından,
hamlığından kurtulma ve olgunlaşmaya ve bağımsız kişilik kazanmaya yöneliyor.
Ergenliğin giriş yaşı ırka, beslenme koşullarına, iklime ve benzeri etkenlere bağlı
olarak değişiyor. Örneğin, kız çocukları Akdeniz kuşağında 8-10 yaş arasında
ergenliğe adım atarken, Eskimolarda bu, 20’li yaşlara dek gecikebiliyor. Bkz. çocuk
ve ergenin gelişim dönemleri; çocuk ve ergenin ruhsal-cinsel gelişimi; ruhsal-cinsel
gelişim kuramı
ergenlik dönemi Bkz. ergenlik.
ergenlik öncesi (preadolescence) Ergenlikten önceki iki yıl; önergenlik. Bkz. ergenlik;
ergenlik psikolojisi.
ergenlik psikolojisi (adolescent psychology) 12-18 yaşlar arasındaki kişilerin
bedensel, devimsel, zihinsel, duygusal, cinsel ve toplumsal gelişimini inceleyen
psikoloji dalı. Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri; çocuk ve ergenin ruhsal-
cinsel gelişimi.
ergenlik ruhbilimi Bkz. ergenlik psikolojisi.
ergenlik ve delikanlılık dönemi Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri.
ergin (major, of full age) Erin olmuş, gelişimini tamamlamış; haklarını kullanmada
yasaların istediği 18 yaşına gelmiş kişi.
erginlik Bkz. olgunluk.
ERİKSON, Erik (1902-1994) Amerikalı psinanalist; gelişim kuramcısı. Erikson,
Almanya’nın Frankfurt kentinde dünyaya geldi. Biyolojik babası, o doğmadan önce
annesini terk eden ve kimliği bilinmeyen Danimarkalı bir kişidir. Annesi, doğumundan
sonraki üç yıl boyunca ona tek başına bakan Karla Abrahamsen adlı Yahudi kadındır.
Anne, daha sonra Erik’in doktoru olan ve ona soyadını veren Theodor Homberger ile
evlendi. Anlattıklarından da çıkarılabildiği gibi, bu kimlik karmaşası, Erik’in
yaşamında çok belirgin bir rol oynadı. O, uzun boylu, sarışın, mavi gözlü bir
Yahudiydi. Okul döneminde bir grup, Yahudi oluşu nedeniyle; bir başka grup da
İskandinav olduğu için onunla alay ediyordu. Erik, okul yıllarında bir sanatçı olmaya
karar verdi ve köprü altlarında yatarak bütün Avrupa ülkelerinin müzelerini gezdi. Bir
süre öğretmenlik yaptıktan sonra Anna Freud’la tanıştı. Psikanaliz eğitimi aldı ve
Anna Freud onu analiz etti. Onun ardından, çocuk psikanalisti olarak çalışmaya
başladı. 1933 yılında Amerika’ya göç etti ve Amerikan yurttaşı oldu. Soyadını
Erikson (Erik+son) (oğlu) olarak değiştirdi. Yale ve Harvard üniversitelerinde
öğretim görevlisi olarak çalıştı. O sırada Henry Murray ve Kurt Lewin gibi
psikologlarla; Ruth Benedict, Margaret Mead ve Gregory Baetson gibi
antropologlarla tanıştı. Kendi alanlarında parlak birer ad olan bu kişiler, Erikson’un
geliştirdiğ kuram üzerinde en az S. Freud ve kızı Anna Freud kadar etkili oldular.
Temelde Freud’un psikanalitik yaklaşımlarını benimsemiş olmakla birlikte Erikson,
toplumsal, kültürel ve öbür çevresel etkenlere daha çok ağırlık tanıdı. Bir Freudcu
benlik psikoloğu olan Erikson, psikanalitik benlik gelişimi kuramından yola çıkarak,
insanın sekiz çağının varlığını ortaya koydu. Epigenetik (oluşumsal) ilkeyle
açıkladığı bu evrelerden her birinin, insanı kendine özgü bir görev ve bunalımla karşı
karşıya getirdiğini ve sağlıklı bir gelişimin ve olgunlaşmanın, bu evrelerden her
birinin başarıyla tamamlanmasına bağlı olduğunu savundu. Başlıca yapıtları:
Childhood and Society (1950); Young man Luther (1958; Youth:Change and
Challenge (1963); İnsight and Responsibility (1964); İdentity: Youth and Crisis
(1968); Gundhi’s Truth (1969 Politzer Ödülü). Bkz. benlik bütünlüğü; benlik
gelişimi; epigenesis; evre kuramları; gelişim sıralaması; insanın sekiz çağı;
kimlik; kimlik bunalımı; moratoryum; rol yayılması; toplumsal-ruhsal bunalım;
toplumsal-ruhsal gelişim.
erimişlik (cachexia) Yetersiz beslenme, hastalık ya da stres sonucu iştah ve kilo yitimi,
yaraların geç iyileşmesi, hastalıklara direncin azalması gibi belirtileri olan genel bir
kötüleşme.
erin (pubescent) Döl verme niteliğine ve çağına gelmiş kişi.
erinç (peace) İnsanın içinde duyumsadığı rahatlık duygusu, gönül rahatlığı, iç rahatlığı,
baş dinçliği, rahatlık içinde bulunma durumu, dinginlik, çekişmezlik; huzur.
erinlik (puberty) Çocukluğun sona erdiği ve üreme organlarının üremeye hazır duruma
geldiği; yani cinsel organların olgunlaştığı, ikincil cinsellik özelliklerin geliştiği yaş;
buluğ. Erinlik, kadınlarda aybaşı ve göğüslerin büyümesi; erkeklerde de sperm
üretimi ile yaklaşık 12 yaşında gerçekleşiyor. Bkz. çocuk ve ergenin gelişim
dönemleri.
erişkin Bkz. yetişkin
erkeklik-dişilik (masculinity-femininity) Öncelikle cinsel artılıklara bağlı olduğuna
inanılan birbirine karşıt iki kişilik özelliği.
erkeklik iddiası Bkz. bireysel psikoloji.
erkeksililik (masculinity) Erkek cinsine özgü ya da kadınlarda olsa da erkeklerde daha
baskın olarak bulunduğu düşünülen özellikler. Bkz. kadınsılık.
erkeksi Oedipus karmaşası Bkz. Oedipus karmaşası.
erkeksi protesto (masculine protest) Erkek olma isteği. Adler’e göre, eksiklik
duygularını dengelemek amacıyla kimi kadınların boyun eğme, edilginlik gibi kişilik
özelliklerini reddederek etkinlik, rekabetçilik, saldırganlık gibi erkeğe yakıştırılan
davranışları göstermeleri; kadın rolünden kaçma. Bkz. bireysel psikoloji.
erkek soylu kalıtım Bkz. Y bağlantılı kalıtım.
erkekte dorukdoyum bozukluğu Bkz. erkekte orgazm bozukluğu.
erkekte orgazm bozukluğu (male orgasmic disorder) Normal bir cinsel heyecan
evresinden sonra orgazmın sürekli gecikmesi ya da orgazm olamama biçimindeki
cinsel bozukluk; erkekte dorokdoyum bozukluğu. Bu bozukluk, uzman yardımıyla
giderilebiliyor.
erken boşalma (premature ejaculation) Cinsel ilişki sırasında erkeğin, istediği
zamandan önce, geri dönemeyeceği noktaya gelip orgazm olması. Bunun nedenleri
arasında, erken boşalma korkusu, yaş, eşin etkisi ve deneyimsizlik, cinsel ilişki sıklığı
gibi pek çok etken yer alıyor. Gerçekte süre konusunda kesin bir şey söylenememekle
birlikte, bu sorun, uzman yardımıyla çözülebiliyor. Erkek, eşi penisini okşarken
uyarıldığını ve biraz sonra orgazm olabileceğini kestirebiliyor. Boşalmak üzere
olduğunu duyumsadığında, geri dönemeyeceği noktaya gelmedem biraz önce eşinin
okşamalarını durdurmalı ve uyarılmanın azalması için yarım dakika kadar
beklemelidir. Sonra yeniden başlamalı ve gerektikçe durdurma işlemi uygulanmalıdır.
İşin zor yanı, erkeğin, eşine ne zaman dur diyeceğinin ayarlanmasıdır. Erken
boşalmayı denetlemek, her erkeğin öğrenmesi gereken bir iştir ve bunun için hiçbir
zaman geç değildir. Ancak bu öğrenme, biraz deneme istiyor, biraz da zaman alıyor.
Eşin anlayışlı ve yardımcı olması, bunu öğrenmede çok önemlidir. Erkeğin kaygısı
azalıp özgüveni arttıkça, boşalmayı denetim altına almak kolaylaşıyor. Boşalmayı
denetlemede sıkma yöntemi de etkili oluyor. Boşalmadan hemen önce erkek ya da
onun eşi, penisin ucunu işaret ve başparmağının arasına alıp on saniye kadar
sıkıyor.Bu müdahale, boşalma refleksini ve sertleşmeyi azaltıyor. Bundan sonra
yeniden uyarılma sürdürülüyor; istenirse sıkma yöntemi yine uygulanuyor. Hem “Dur,
başla!” hem de “sıkma” yöntemi, elle uyarılma ve daha sonra cinsel ilişki sırasında
boşalmayı geciktiren etkili yöntemler olarak biliniyor. Bkz. cinsel tedavi (Cinsel
Yaşamı İyileştirme Yolları ); mastürbasyon; ruhsal güçsüzlük.
erken bunama Bkz. şizofreni.
erken çocukluk evresi Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri (2) İlk Çocukluk
Dönemi.
erken çocukluk otizmi (infantile autism) İçine kapanıklık, anne babaya tepki vermeme,
görmeme, gördüklerini algılayamama; yemek yerken, gezmeye giderken sevinç tepkisi
göstermeme, yerinde duramama, uyku bozuklukları, yemek yemede ve davranışlarda
tuhaflıklar, yinelemeli hareketler yapma gibi belirtilerle ortaya çıkan bozukluk. Otistik
çocuklar, güçlü bir belleğe sahip oluyorlar. Giysilerinin, ayakkabılarının yerinin
değiştirilmesinden hoşlanmıyorlar. Böyle durumlarda, çok yüksek sesle bağırıp
çağırıyorlar. Otistik, ya hiç konuşmuyor ya da anlaşma sağlayamıyor. Gürültüye karşı
aşırı tepki gösteriyor. Sözsüz testlerde geri zekâlılardan daha yüksek puan alıyor.
Otistik çocukların zeki oldukları; ama ruhsal bozuklukları nedeniyle zekâlarını
kullanamadıkları görüşü yaygındır. Bu çocuklar, bir meslek edinebiliyorlar. Dil
gelişimleri yüzde 50 oranında bozuk olan otistiklerin üçte ikisi, konuşmayı
öğrenebiliyor. Son yıllardaki biyokimyasal çalışmalardan elde edilen sonuçlardan
yararlanılarak az da olsa, birdenbire iyileşmeler sağlandığı da oluyor. Araştırmalar,
otizmin organsal bir temeli olduğunu ortaya koymuştur. Bu çocuklarda, özel bir
eğitimle ve sabırlı bir uzman tedavisiyle iyileşme görülebiliyor. Erken çocukluk
otizminde yeterli bilimsel bilgilere henüz ulaşılamamıştır. Bkz. otizm.
erken olgunlaşmak Bkz. büyük, ortanca, küçük ve tek çocukta kişilik gelişimi.
erken şizofreni Bkz. şizofreni.
eroin (heroin) Afyondan çıkarılan, keyif verici ve uyuşturucu olarak kullanılan ak
morfin özü. Eroin, beyaz bir pudra ya da yapışkan, koyu bir madde biçiminde satılan
yarı sentetik bir uyuşturucudur. Kullanımı ve satışı yasak olan bu madde, piyasadaki
en tehlikeli uyuşturuculardan biridir. Bkz. eroin tutkusu.
eroin tutkusu (heroinomania, addiction to heroin) Şırınga ile deri altına verme yoluyla
eroin kullanma alışkanlığı; eroin düşkünlüğü. Bkz. eroin; uyuşturucular;
uyuşturucu madde bağımlılığı.
erojen (erogenous) Cinsel duygu ya da tepkileri oluşturan ya da bunlarla ilgili olan;
erotik, şehevi, eros kökenli, kösnül.
erojen bölgeler (erogenous zones) Bedenin dokunmaya duyarlı olan ve uyarımı cinsel
heyecan yaratan bölgeleri; cinsel bölgeler. Psikanalize göre, insan bedeninde
gelişim sırasıyla ağız, arka (göden, anüs) ve cinsel organlar olmak üzere üç erojen
bölge vardır. Bu bölgeler, cinsel içgüdünün (libidonun) kendini dışa vurduğu birincil
erojen bölgelerdir. Göğüsler; özellikle meme uçları, cinsel organların çevresi ve
bedenin kulak, burun gibi açılışları da ikincil erojen bölgeler olarak cinsel uyarım
sağlıyor. Cinsel gelişimin bulunduğu evreye bağlı olarak, temel erojen bölge,
farklılık gösteriyor. Evrim sırasıyla ilk erojen bölge ağız; ikincisi de anüs olmakla
birlikte normal bir cinsel gelişimin sonunda, önem bakımından ilk sırayı cinsel
organlar alıyor.
Eros (Eros, Amor, Cupido)) Yunan mitolojisinde aşk tanrısı. Psikanaliz’e göre,
etkileşimleri insan davranışını belirleyen iki karşıt içgüdüsel dürtüden biri. İnsandaki
cinsel içgüdüyü de içeren, yaşam koruyucu içgüdülerin tümü; libido, yaşam içgüdüsü.
İkinci içgüdüsel dürtü, ölüm içgüdüsü (tanatos)dür. Bkz. erojen; erotik; içgüdü
kuramı; psişe.
EROS
Behçet NECATİGİL
Yunan Mitolojisinde “Aşk tanrısı. Ares ile Aphrodite’nin oğlu. Tanrılar içinde tek
çocuk tanrı, Eros’tur. Hep çocuk kalır: Delişmen, afacan, fakat sözünü geçiren,
aklına koyduğunu yapan bir çocuk. Altın kanatları vardır, uçar ordan araya ve
oklarını atar. Oklarının değdiği kimse aşka tutulur. Olympos ile yeryüzü arasında
gidip gelen bir daimon’dur Eros. Oynaşı Anteros’la (karşı aşk) oldu mu
memnundur, onsuz olunca mahzunlaşır. Musa’lar, Kaharit’ler de onun yanında
olurlar çok zaman.
Eros’un sembolleri ok, yay ve meşaledir. Çiçeklerden güldür Eros’un çiçeği. İnsan
ruhunun kişileştirilmiş şekli olan Psykhe ile de ilişkisi vardır Eros’un. Hesiodos’un
Theogonia’sında ilk tanrılardan biri olarak gösterilir. Eflatun, Symposion/Şölen
isimli eserinde Eros’u güzele itiliş, iyilik düşüncesinin idrakini arzulayış olarak
yorumlar.
Şiirde Eros, hırçın, daimonik bir tanrıdan oyunbaz küçük bir oğlan çocuğuna
kadar, sayısız biçimlerde terennüm edilmiştir. Plastik sanatlar Eros’u, Klasik
devirde çıplak ve büluğ çağlarında bir oğlan kılığında gösterir. Rönesans ve
Barock tablo ve heykellerindeki kanatlı çocuk figürleri olan Puttolar da Eros’un
bir başka biçimde ifadesidir.” (Mitologya, 1969)
Eros kökenli Bkz. erojen.
erotik (erotic) 1. Eros’la ilgili; cinsel heyecanlara ve onların uyarıcılarına ilişkin;
kösnül. Cinsel organlar ve cinsel yaşantı ile sıkı ilişkisi olan kimi dokularla ilgili
olarak ortaya çıkan cinsel duygular. 2. Cinsel duygular ya da bunlarla ilişkili olarak
ortaya çıkan duygu ve heyecanlar. 3. Temel amacı cinsel doyum olan; ancak çok kez
ikincil doyumlara çevrilmiş bulunan dürtü ya da güdülere ilişkin. 4. Her tür görünüşü
ile aşk ve sevişme yaşantılarını yansıtan. Muzır olarak nitelenen ve okuyanda,
bakanda yalnızca cinsel heyecan yaratmayı hedefleyen resim, yazı, film gibi
malzemeler ya da bu tür malzemeleri üretme işi demek olan pornografi, erotik
olandan farklıdır. Bununla birlikte, pornografinin tanımı da yere ve zamana göre
değişiyor. Pornografiyi tanımlamak, konunun öznelliği nedeniyle oldukça zordur.
erotik tip Bkz. tipoloji.
erotizm (erotism) Söz, yazı, resim, hareketli resim, giyim kuşam aracılığı ile cinsel
dürtüleri uyarmaya yönelik etkinlikler; düşünce ve eylemlerde kadınlık ya da erkeklik
imgelerini ya da cinsel istek uyarımını öne çıkarma; kösnüllük.
erotofobi (ereutophobie) Cinselliğe yönelik olumsuz duygusal tepki; özellikle suçluluk
duygusu duyma, kaygı yaşama ve utanma. Bireysel nedenlerden kaynaklanan
cinselliğe yönelik bu aşırı korkunun kaynağı kültürel de olabiliyor.
erotomani (erotomania, eroticomania) 1. İstenci dışında, karşı cinse hastalık
derecesinde düşkünlük, aşırı cinsel düşkünlük, aşırı erotiklik. 2. Kendisine, özellikle
önemli kişilerin tutkun olduğu kuruntusu; aşk çılgınlığı, cinsel sapkınlık.
erselik 1. (hermaphrodite) Hem erkek hem de kadın cinsel organları bulunan insan,
hayvan ve bitki; hünsa, erdişi. İnsanda bunlardan birinin tam işlev
gerçekleştirebildiği; ancak kendiliğinden ya da ameliyatla bu özelliklerinden birine
bağlı kalabileceği kanısı vardır. 2. (hermaphrodite or hermaphroditic) İki cinsin
özelliklerini de taşıyan, erdişilik ya da erselikle ilgili; erseliksel, erdişisel
ersuyu (semen) İçinde erkek spermlerinin bulunduğu kıvamlı sıvı; atmık. Ersuyu, kimi
zaman sperm anlamında da kullanılıyor.
ertelenmiş taklit Bkz. simgesel işlev.
esasicilik (essentialism) William Bagley, Isaac Kandel ve Herman H. Horne gibi
yazarların savunduğu; realizme ve idealizme dayanan eğitim akımı. Buna göre insan,
toplumsal ve kültürel bir varlıktır. Doğuştan bir bilgiye sahip değildir. Bunu sonradan
ve tümevarımla elde edecektir. Bu yolla elde edilen bilgi kesin ve doğrudur. Okulun
görevi, bu bilgiyi öğrenciye aktarmaktır. Eğitimin hedefi, çocuğu toplumsallaştırmak,
kültürel değerleri ona kazandırmak, değişimi önlemek, kültürel mirası korumak,
bilgili ve becerili insanlar yetiştirmektir. Kültürel mirasın temsilcisi olarak görülen
öğretmen etkin; öğrenci ise edilgindir. Öğretmen otoriteyi elden bırakmamalı;
gerektiğinde cezaya başvurmalıdır. Değerlendirme, öğretmenin kendi anlattıklarını
ve kitaplarda yazılı olanları öğrencilere sorarak; öğrenciler de ezberledikleri
bilgilerle yanıt vererek yapılmalıdır. Bkz. eğitim akımları.
eser Bkz. yapıt.
esin (inspiration) 1. Bilinen sınama yanılma ya da uslamlama yollarını izlemeden
insanın bir soru ya da konunun özünü kavrayıvermesi, yaratıcı bir düşünce ya da
duygunun insanın içine doğuvermesi durumu ya da yaşantısı; ilham. İnsanın daha çok
edilgin durumda iken oluştuğu bilinen bu yaşantının üstün bedensel ve ruhsal başarı
yeteneğini ortaya çıkardığı, insanı yücelttiği düşünülüyor. 2. Doğaüstü bir gücün insana
seslendiği izlenimini veren yoğun duygu ve düşüncelerin insanın içine doğması.
Tanrıbilim ve metafizikte buna vahiy ya da gizemsel sezgi deniyor. Tanımdaki
esneklik, bu ruhsal yaşantıda yer alan oluşum aşamalarını bilemediğimizi gösteriyor.
esinmek Bkz. esinlenmek.
esinlenmek (inspired) Bir şeyden esin almak, içine doğmak; esinmek.
eski insanlar psikolojisi (paleopsychology) Freud ve Jung’un kalıtsal olduğunu ve
köklerinin insan ve hayvan evriminin tarih öncesi dönemlerinde yattığını savunduğu
bilinçdışı ruhsal süreçler. Bu terim, tarih öncesi insanın ruhsal tepkilerinin
kurgulanması için de kullanılıyor. Freud, bebeğin erişkin oluncaya dek, insan ırkının
evriminin geçirdiği evreleri yinelediğini savunuyor. Jung, bunu daha da ileri götürerek
erişkin bilinçdışının, insanın evrim tarihi boyunca yaşadığı tüm deneyimleri içerdiğini
ileri sürüyor. Bkz. analitik psikoloji; ortak bilinçdışı.
Eski Türk Boylarında Eğitim Bkz. Türklerde eğitim.
esneklik 1. (elasticity) a. Bir zor nedeniyle biçim ya da durumda değişme olduğunda
vücudun bunu eski biçim ya da durumuna getirme yeteneği; yaylanma. b. Ruhun
gerilme ya da uyum yeteneği (fizikte olduğu gibi.) 2. (plasticity) Gelişimin önceden
saptanmış ya da dondurulmuş katı bir kalıba göre değil; iç ve dış çevre etkenlerine
göre değişime uğrama ya da yönelme özelliği; değişebilme özelliği.
esrar (marijuana, hashish) Keyif verici ve uyuşturucu bir madde. Hint kenevirinden
(haşhaştan) elde edilen esrar, çoğunlukla sigaraya sarılarak içiliyor ve kişiye güçlülük
duygusu, canlılık veriyor. 5-12 saat etkili olan bu uyuşturucu, üstbenliğin baskısını
kaldırıyor; beden, yer, zaman algısını çarpıtıyor ve işitme duyarlılığını artırıyor. Uzun
süre kullanıldığında, gizli şizofreniyi ortaya çıkarıyor; akyuvarlarda ve sperm
hücrelerinde yapısal bozukluklara yol açıyor. Bkz. esrar tutkusu; uyuşturucu madde
bağımlılığı.
esrar tutkusu (cannabism, cannabinomania) Hint kenevirinin (haşhaşın) reçinesi,
işlenmiş özü ya da yaprakları ile zehirlenme. Hint kenevirinden, reçine ya da ham
esrar çıkarılıyor. Ham esrar, kurutulup toz haline getirilerek içine zamk ve şeker
katılıyor. Hazırlanan bu madde ya çiğnenip yutuluyor ya da dumanı içe çekiliyor. Bu,
zamanla alışkanlığa, sonra da düşkünlük ya da tutkuya dönüşüyor. Esrar, sanrılarla
dolu bir mutluluk durumu yaratıyor; kimi zaman da delice taşkınlıklara yol açıyor.
Değişik ülkelerde değişik adlarla anılan esrar, önce Asya’da yaygın iken, bugün,
dünyanın her yerine yayılmıştır. Bkz. esrar.
esrime 1. (ecstasy, extasy) (vecit, dalınç, kendinden geçme) a. Güzel bir düşünce ya
da görünüm karşısında kendinden geçercesine bir heyecan duyma. b. Tüm ruhsal
güçleri, sınırlı bir alanda ya da düşünce üzerinde toplama sonucu, çevre ile ilşkiyi
kesme, coşup kendinden geçme. Bu durum, özellikle dinsel ya da gizemsel
yaşantılarda, savaşlarda ve cinsel yaşantılarda görülüyor. Geçici olan esrime, yığın
hareketleri ve ayaklanmalarda yakındaki kimselere de yayılabiliyor. Esrime
Tanrıbilim’de, bireylik sınırlarından kurtulup sevdiği varlıkla ya da Tanrı ile
birleşme anlamını taşıyor. 2. (exaltation) a. Çoğu kez mutlu duygulanma, coşma ve
kendinden geçme durumu. Büyük bir başarının ya da mutluluğun etkisiyle coşma, aşka
gelme. Bunun aşırı sevinç, zevk ya da coşku ile kendinden geçme gibi çok değişik
biçimleri bulunuyor. b. (frenzy) Sevinç; özellikle öfke duyma nedeniyle azma,
kudurma, aşırı taşkınlık ve çılgınlık yapma eğilimi. 3. (intoxication) Yapay yollarla
kendinden geçme. Keyif verici maddeler kullanma ve sarhoşluk, ilaç kullanma ve
zehirlenme sonucu kendinden geçme. Esrime olayına bütün dinlerde ve ilkel
topluluklarda rastlanıyor.
estetik (aesthetic) 1. Sanatsal yaratıcılığın, sanatta ve yaşamda güzelin, güzelliğin
bilimi, güzelliği araştıran bilim dalı; güzelduyu. 2. İnsanda güzellik duygusu
uyandıran, güzellik duygusuna uygun olan, güzellik duygusuyla ilgili; güzelduyusal. 3.
Genel anlamda güzel olan, bir dereceye dek güzel sayılabilen. 4. Güzel olanın ve
güzelliğin insan duygularındaki etkilerini konu alan felsefe dalı; güzelduyu. Bkz.
estetik beğeni;
estetik beğeni (aesthetic aprectiation) Güzelin oluşumsal ya da duyusal yolla bilincine
varma ya da güzele karşı duyarlı olma. Ayrıca estetik ilkelerine göre eleştirici bir
gözle inceleyip değerlendirme; bedii zevk. Estetik beğeni, görsel güzel sanatlara,
müziğe ve doğal güzelliklere uygulanıyor.
estetik psikolojisi Bkz. sanat psikolojisi
estrojen (estrogen) Erkekte de bulunan ve belli bir işlevi olan kadın cinsellik
hormonu. Estrojeni yumurtalıklar, plasenta, erbezleri ve adrenal korteks üretiyor.
Estrojen, yapay olarak da elde ediliyor. Kadında ikincil cinsel özelliklerin gelişimini
kamçılayan ve aybaşını düzenleyen estrojendir. Bunların yanı sıra, beynin normal
işleyişinde, sinir hücrelerinin gelişiminde ve bağışıklık sistemi üzerinde de etkilidir.
Bu hormon tıpta göğüs kanseri, kemik erimesi, prostat kanseri tedavisi ile menopoz
belirtilerinin hafifletilmesinde, süt üretimini ve yumurtlamayı durdurmada da
kullanılıyor.
eş benzerliği (homogamy) Irk-etnik, dinsel köken, yaş, eğitim, toplumsal sınıf gibi
kendine benzeyen özelliklere sahip olan kişilerle evlenme; homogami.
eşcinsel (homosexual) Temel cinsel, duygusal, bedensel ve toplumsal ilgisi ve haz
arayışı kendi cinsine yönelik olan (kişi); homoseksüel. Bkz. eşcinsellik.
eşcinsellik (homosexuality) Aynı cinsten kişiler arasındaki cinsel ilişki;
homoseksüellik,tersine dönme. Bu ilişki, cinsel düşlem ve duygulardan öpüşmeye,
karşılıklı orgazma; çeşitli bedensel, ağzcıl ve dışkıl ilişkiye dek çok çeşitlilik
gösteriyor. Önceleri suç sayılan eşcinsellik, daha sonra suç kapsamından çıkarılmış
ve tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak kabul edilmiştir. Ancak, eşcinsel
hareketin güçlenmesi ve bir politik güç olarak varlığını kabul ettirmesiyle, hastalık
diye nitelendirilmekten de kurtarılmıştır. Bugün eşcinselliğin yalnızca benlik-
uyumsuz kabul edilen türü tedavi kapsamında bulunuyor. Bkz. benlik uyumlu.
eşdeğerlilik (equivalence) Jung’un analitik psikolojisine göre, karşıtlar birliğinin
ortaya çıkardığı enerjinin, karşıtlara eşit olarak dağıtılması. Bkz. entropi, karşıtlar
birliği.
eşduyum (empathy) İçtenlik ve dürüstlük, insana saygı ile birlikte hümanist (insancıl)
psikolojinin üç temel dayanağından birini oluşturan kavram; empati, duygu sezgisi.
Eşduyum, karşıdaki kişinin duygu ve düşüncelerini kendininmiş gibi algılamak,
nesnelliğini yitirmeden kendini onun yerine koymaktır. Günümüzdeki eşduyum
tanımları çoğunlukla Rogers’ın görüşlerine dayanıyor. Ona göre eşduyum,
danışmanın kendisini danışanın yerine koyup, onun duygu ve düşüncelerini tam olarak
anlamaya, duyumsamaya çalışması ve bu durumu danışana iletmesi sürecidir. Bir
kişinin başka bir kişinin duygu ve düşüncelerini algılayabilmesi, kendini o kişi imiş
gibi tasarlayabilmesine bağlıdır. Eşduyumda bu “gibi” koşulu, hiçbir zaman ihmal
edilmemelidir. Çünkü eşduyumu gerçekleştirdiği sırada, kendini karşısındakinin
yerine koyup, onun duygularını duyumsama yoluyla içgörü kazanırken kişinin,
karşısındakiyle özdeşleşmekten, onun sorunlarını kendi sorunu durumuna getirmekten
sakınması; kendi kimliğini ve bağımsızlığını koruması gerekiyor. Kişi, karşısındakinin
duygularıyla kendi duygularını birbirine karıştırmadan, karşısındakini anlamaya
çalışmalıdır. Kişinin davranışlarını, kendini nasıl gördüğü, çeşitli konulara ilişkin
geliştirmiş olduğu olumlu-olumsuz tutumları, benimsediği düşünceler, amaçları,
beklentileri, inançları ve değer yargıları belirliyor. Algıları, benliğinin çevresinde bir
bütünlük oluşturacak biçimde örüntülenmiş olan bu duygusal içerikli öznel yapılara
dayanıyor. Bu algı dayanağı, kişinin kendi gereksinim ve yaşantılarınca
yapılandırılıyor. Kişi, çevrede olup biten her olayı, kendi gereksinim ve yaşantılarına
bağlı olarak algılıyor. Tepkilerini de bu algılama biçimine göre yapıyor. Eşduyumu
başarabilmek, işte bu algı dayanağını kavrayabilmek demektir. Birbirine tümüyle
benzemeyen yapılarla dünyaya gelen bireyler, ayrı çevrelerde ayrı yapılar edinerek
geliştikleri için zihinsel ve duygusal yaşamları bakımından farklılık gösteriyorlar. Bu
nedenle her birey, eşsiz, benzersiz bir varlık olarak ortaya çıkıyor; çevresindeki tüm
varlık ve olaylara öznel bir anlam veriyor. Birey, dış dünyayı kendi öznel gerçeği
içinde algılıyor ve davranışlarını bu öznel gerçeğin sınırları içinde biçimlendiriyor.
Her birey, sürekli değişen belli bir toplumsal-ruhsal çevre içinde, o çevrenin
odağında yer alan ve gereksinimlerinin oluşturduğu bir güç sistemi durumundadır.
Kişinin gereksinimleri, birer gerilim kaynağıdır. Kişi, hem kendi içindeki gerilimi
hem de bu gerilimi giderecek çevre koşullarını algılayabiliyor. Gereksinimine bağlı
olarak algıladığı çevre koşulları, onu belli bir davranışa yöneltiyor. Gerek
gereksinimler örüntüsü gerekse her gereksinimin gücü, kişiden kişiye değiştiği gibi,
çevre olanakları da değişebiliyor. Kişi, başkalarıyla ilişkilerinde, onların
davranışlarını genellikle kendi gereksinimlerine ya da kendi öznel gerçeklerine göre
yorumlama yanılgısına düşüyor. Kişinin başkasına bütünüyle kendi açısından bakması,
ilişkileri temelinden bozuyor. İnsan ilişkilerini düzenleyen en önemli etkenlerden biri,
başkalarının davranışlarına, onların öznel gerçekleri ve gereksinimleri açısından
bakabilmek ve onların davranışlarının, bu gereksinimlerin ve gerçeklerin sonucu
olduğunu görebilmektir. Bu niteliği ile eşduyum, bir tür rol alma, rol yapma sanatıdır.
Eşduyum yeteneği, rol alma testi, empati beceri öçeği gibi ölçeklerle ölçülüyor. Bkz.
birincil eşduyum; iletişim; hümanist öğretmenlik; SULLİVAN, Harri Stack.
eşdüzen Bkz. eşgüdüm.
eşey hücre Bkz. eşeylik hücresi.
eşeylik hücresi (gamete) Erkek ya da dişinin döl yetiştirme hücresi; gamet, eşeyhücre,
cinsellik hücresi. Bu hücre, üreme hücresinin olgunlaştıktan sonra bölünmesiyle
oluşuyor ve karşı cinsin eşeylik hücresiyle birleşerek aşılanmış ya da döllenmiş bir
hücreyi oluşturuyor. Erkek eşeylik hücreleri tohum (sperm); dişi eşeylik hücreleri de
yumurta (ova)’dır.
eşeysel (genital) Eşeyle ilgili; cinsel.
eşeysel bez Bkz. cinsel bez.
eşeysel seçme Bkz. cinsel seçim.
eşgüdüm (coordination) Felsefe ve mantıktan askerlik ve ekonomiye; biyolojiden
psikoloji ve sosyolojiye ve bilgisayara dek çok değişik alanlarda kullanılan; eşdüzen,
düzenleşim, bağdaşım olarak dilimize çevrilen terimin ortak özelliği; koordinasyon.
Canlıda, bir örgüt ya da kuruluşta eşgüdüm, bireyde ve toplumda parça ve bölümlerin
üst-ast ya da eşit basamakların ortak amaç yönünde uyumlu ve birbirini destekler
nitelikte etkileşimi ya da işlemesidir. Öğelerden birinin aksaklığı, yokluğu ya da
değişimi, eşgüdümsüzlüğe yol açıyor. Buna göre eşgüdüm; (1) Nörolojide, buyrukları
tepki organlarına iletmede sinir merkezleri arasında bir uyum olması, duyu ile tepki
organlarının işbirliği yaparak çalışmasıdır. (2) Psikolojide, karmaşık bir davranışta
ya da davranış dizisinde kasların ya da kas gruplarının uyumlu işbirliği yapmasıdır.
(3) Eğitimde, kimi ülkelerde eğitim örgütünde eşgüdümcü (koordinatör) adıyla görev
yapanların yükümlü oldukları işlerdir. Bu işleri özellikle sınıflar, dönemler ve
basamaklar arasındaki boşlukları, aşırı konu yığılmalarını ve beklenmedik
değişiklikleri göz önünde tutarak öğretim program ve yöntemlerinde, örgütlerde
gerekli bütünlük ve sürekliliği gerçekleştirecek önlemleri alma, sınavlarda not
verecekler arasında bir ölçü birliği sağlama oluşturuyor. (4) Toplumbilimde ise
bireylerin ya da grupların, kuruluş ve hizmetlerin belli bir ortak amaca ulaşmada
örgütlü, uyumlu ve bütünleştirici biçimde çalışmalarıdır (eşdüzendir).
eşik (threshold) Canlıda tepki uyandırabilmek için gerekli en küçük uyaran; ayırt etme.
eşit ilgi Bkz büyük, ortanca, küçük ve tek çocukta kişilik gelişimi.
eşitlik yasası (law of equality) Gestalt psikolojisinde, bir alanın parçaları birbirine
benzer ya da eşit olduğu ölçüde bunların bir gruptan ya da birimden imiş gibi
algılanma eğiliminin güçleneceği ilkesi.
eşleştirme testi (matching test, equating test) 1. Tanımayı gerektiren nesnel bir test türü.
Testi alan, iki ya da daha çok sütunda verilen seçeneklerden, birbiriyle ilgili
olanlarını eleştiriyor ya da ikişer ikişer birleştiriyor. 2. İncelemelerden elde edilen
sonuçlar üzerine etkisi yönünden önemli sayılan değişkenleri ölçmek amacıyla yapılan
yoklama; denkleştirme yöntemi. Araştırmacı, bu yoklamadan elde edilen puanları,
ölçülen değişken açısından bireyleri denk gruplara ayırmada kullanıyor.
eşit eğitim Bkz. eğitimde fırsat eşitliği.
eşit görünen aralıklar tekniği Bkz. tutum ölçeği.
eş olma ve eş seçmenin koşulları Bkz. evlilik (Sağlıklı Bir Eş Olma ve Eş Seçmenin
Koşulları).
ETHEM NEJAT (1887-1921) II. Meşrutiyet döneminde eğitimin
çağdaşlaştırılmasına katkıda bulunan Türk eğitimci. İstanbul’da doğdu; Trabzon
yakınlarında öldü. II. Abdülhamit’in padişahlığı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti
ile ilişki kurdu. Baskı yüzünden yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. II. Meşrutiyet ilan
edilince yurda döndü. Manastır, Bursa ve İzmir öğretmen okullarında müdürlük,
maarif müdürlüğü görevlerinde bulundu. Türkçülük görüşünü benimsedi ve Türklük
Nedir ve Terbiye Yolları adlı kitabı yazdı. Şurâ-yı Ümmet, Siper-i Saika, Ulûm-ı
İçtimaiye ve İktisadiye, Say ve Amel ve Türk Yurdu dergilerinde eğitim, öğretmen
yetiştirme, ilköğretimin yeniden düzenlenmesi ve sosyoloji konularında birçok yazı
yazdı. Terbiyevi Yeni Fikir adıyla bir eğitim dergisi çıkardı. Türkiye’de yayımlanan
ilk sosyoloji kitaplarından biri, Ethem Nejat’ın 1913’te yayımlanan Tekâmül ve
Kanunları adlı kitabıdır. I. Dünya Savaşı yıllarında Eskişehir Maarif Müdürü iken
gönüllü askerlik yaptı. 1918’de Ethem Nejat’ı Maarif Nazırlığı, inceleler yapması için
Almanya’ya gönderdi.Berlin’de Türkiye İşçi ve Çiftçi Fırkası’nı kurmuş olan ve
Kurtuluş adlı bir dergi çıkaran Türk aydınlarıyla tanıştı ve sosyalizm düşüncesini
benimsedi. Spartakistlerin önderlik ettiği işçi eylemlerinde yer aldı. 1919’da
İstanbul’a döndüğünde, o yıl kurulan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi’ne girdi
ve aynı yıl yapılan ceçimlerde partinin İstanbul adayı oldu. Bir süre sonra da Türkiye
Komünist Fırkası’na girdi. Eylül 1920’de Bakû’da düzenlenen Şark Milletleri
Kurultayı’na katıldı. Aynı tarihte yine Bakû’da toplanan Türkiye Komünist Partisi
(TKP) I. Kongresi’ne delege seçildi. Türkiye’deki bütün sosyalist grupların bir
partide birleşmesi için Hilmi oğlu Hakkı ile birlikte kongreye sunduğu öneri kabul
edildi. Aynı kongrede TKP merkez komitesi üyesi ve parti genel sekreteri oldu. Kısa
bir süre sonra, Kurtuluş Savaşı’nı desteklemek ve TKP’yi Türkiye’de örgütlemek için
TKP genel başkanı Mustafa Suphi ile birlikte Kars’a gitti. Oradan Ankara’ya
geçmelerine izin verilmeyince arkadaşlarıyla birlikte Trabzon’a geçti. Bakû’ya
dönmek için bindikleri motorda, Mustafa Suphi ve 13 arkadaşıyla birlikte öldürüldü.
Başlıca yapıtları: Tekâmül ve Kanunları, 1913; Terbiye-i İptidaiye Islahatı. 1915;
Türklük Nedir ve Terbiye Yolları.
etik (ethics) 1. İnsan davranışının normlarıyla ilgili ilkelerini; neyin doğru, neyin yanlış
olduğuna ilişkin ahlaksal değer yargılarını, inanç sistemlerini inceleyen felsefe dalı;
ahlak felsefesi, ahlakbilim. 2. Bir meslek grubunun ahlak açısından doğru kabul
edilen mesleksel davranış standartları. Örneğin, hukukçuluk etiği, hekimlik etiği,
öğretmenlik etiği gibi.
etiketleme kuramı (labeling theory) 1. Bir insana yakıştırılan etiketin, başlangıçta
doğru olsun ya da olmasın, o insanın bu etiketle ilişkili role uygun davranmasına yol
açabileceğini savunan simgesel etkileşimcilerin ortaya koydukları kuram; toplumsal
tepki kuramı. “Bir insana 40 gün deli dersen deli olur.” sözü bu kuramı destekliyor.
Bu kurama göre başkaları, birilerine bir etiketin (deli, saldırgan, ruh hastası, hırsız,
fahişe, eşcinsel ve başka sıfatların) yakıştırıldığını bildiği zaman, normal olsa bile, bu
biçimde damgalanan kişinin davranışları anormalmiş gibi değerlendiriliyor. Bu
durumda, insanların, o insanlarla etkileşimleri, etiketlemeyi pekiştiriyor. Bkz. ikincil
sapma; kendini gerçekleştiren kehanet; simgesel etkileşimcilik. 2. 1’deki tanıma
benzemekle birlikte, farklı bir açıdan çağdaş psikiyatriyi eleştiren bir görüş. Bu
görüşe göre, Batılı psikiyatrinin geleneksel tanı koyma sistemleri, altta yatan ruhsal
bozukluklardan çok, toplum kabul etmediği için anormal olarak değerlendirilen
davranışlara vurulan birer etikettir. Aynı şey, suç davranışları için de geçerlidir. Bu
durumda etiketleme, bir sapma ya da suç davranışları kuramı olamaz. Çünkü
etiketleme ve toplumsal kimliğin giderek benlik sistemine katılması, toplumsallaşma
süreçlerinin birçoğunda görülüyor. Bir meslekten olmak, Türk olmak, Müslüman
olmak ve başkaları da bu etiketleme süreçlerinin birer sonucudur. Bu, eleştiride uç
nokta olsa da anormallik, suç davranışı, ruhsal bozukluk gibi şeylerin hepsini
yalnızca kişinin ruhunda arayan kuramlara ilişkin haklı yönleri bulunan bir kuram
olduğu da bir gerçektir.
etimoloji (etymology) Sözcüklerin kökenini ve gelişimini inceleyen bilim.; kökbilim,
kökenbilim.
etken (factor) 1. Nedensel bir etkisi olan; bir sonuç ortaya koyan durum, olgu ya da
etki; faktör, etmen. 2. İstatistik işlemler ve varyans analizi açısından bağımsız
değişken. 3. Faktör analizinde çok sayıda değişkenin ayırt edilebilir bileşenleri olan
birbiriyle ilişkili bir değişkenler grubu. Örneğin, bir testte yer alan sorular gibi,
gözlemlenen değişkenler arasındaki ilişkileri açıklayan ve sözel etken, sayısal etken
gibi, ölçümde varsayılan bir yeti ya da özellik; faktör.
etken çözümlemesi Bkz. faktör analizi.
etken kuramı (factor theory) 1. Zekâ, kişilik gibi zihinsel, toplumsal-ruhsal olguları
türlü etkenlere dayalı olarak açıklamaya çalışan kuramlara verilen ad; faktör teorisi.
Örneğin, kişiliği oluşturan bileşenler, etken çözümlemesi (faktör analizi) ile
belirleniyor. Eysenck, içedönüklük-dışadönüklük, nevrotiklik ve psikotiklik diye
adlandırdığı üç boyutlu tipolojisini; R. B. Cattel, kişilik özellikleri ve durumları
aşama sırasını bu yolla biçimlendirmiştir. Örneğin, Sperman’ın, L. L. Thurston’un
farklı zekâ türleri çalışmaları da aynı çözümleme ile gerçekleştirilmiştir. 2. Bu
terimin yerine kullanılan iki etkenli duygu kuramı, iki etkenli kaçınma kuramı,
bellek kuramı, iki etkenli öğrenme. Gözden kaçırılmaması gereken nokta, her iki
tanımda yer alan etkenlerin faktör analizleriyle elde edilmiş; ikinci tanımdaki etkenin
ise söz konusu olguda yer aldığı varsayılan etkenlerin sayısına göndermede
bulunulmuş olmasıdır.
etki (effect) 1. Bir kişi ya da grup üzerinde bırakılan izlenim. 2. Nedensel bir ilişki
içinde birbirini izleyen olay ya da tersi bir sonuç. Bkz. eylem. 3. Thorndike’a göre,
öğrenilmiş bir bağ ya da bağlantı ile ilgili doyurucu ya da tersi bir sonuç.
etkileşim (interaction) 1. Karşılıklı eylem ya da birbirini etkileme; interaksiyon, ortak
etki. 2. İstatistikte, bir bağımsız değişkenin, başka bir bağımsız değişken üzerindeki
etkisi. 3. Sosyal psikolojide, yüzyüze her türlü toplumsal ilişki. Bu ilişkilerde
bireylerin davranışları, birbirleri için etikleyici işlev görüyor. Bkz. etkileşim grubu;
etkileşimsel analiz; etkileşimsel çözümleme; etkileyici sinir hücreleri.
etkileşim grubu Bkz. grup psikoterapisi.
etkileşimsel analiz Bkz. etkleşimsel çözümleme.
etkileşimsel çözümleme (transactional analysis) Eric Berne’nin geliştirmiş olduğu,
insanların içsel (benlik) durumları ile toplumsal ortamlarda anne baba, çocuk ve
yetişkin olarak oynadıkları rolleri (insanların oynadıkları oyunları) gözler önüne seren
belirleyici etkileşimler üzerinde odaklaşan dinamik nitelikli bir grup ya da bireysel
psikoterapi yöntemi; etkileşimsel analiz. Bu tedavinin amacı, hastaların olumsuz
etkileşim biçimlerini bırakarak olumlu, gerçekçi, yetişkine uygun ve uyumlu yeni
etkileşim ve davranış biçimlerini kazanmalarını sağlamaktır. “Benlik durumları”
sözüyle anlatılmak istenen, etkileşimde ağır basan anne babalık, çocukluk, yetişkinlik
gibi rollerdir. Berne, bunlar arasındaki etkileşim biçimlerine oyun adını vermiştir.
Berne’nin belirleyici etkileşim biçimlerinden üçünden ilkinde kişi, karşısındakine
bir yetişkinmiş gibi davranıyor; ancak ondan bir çocuktan alınabilecek karşılığı
alıyor. İkincisinde kişi, karşısındakine bir çocuğa davranır gibi davrandığı halde,
ondan bir yetişkinden alabilecek karşılığı alıyor. Üçüncüsünde ise Berne’nin
tamamlayıcı ilişki dediği ve karı koca arasındaki etkileşim biçimi söz konusudur.
Erkek, kadına bir çocuk gibi davrandığında, karısından bir çocuğa özgü tepkiler
alıyor. Bkz. senaryo çözümlemesi; yaşam senaryosu.
etkileyici sinir hücreleri Bkz. sinir hücresi
Etkin Bir Cinsel Eğitim Uygulamanın Gerekliliği Bkz. ruhsal-cinsel gelişim.
etkin çözümsel ruhsal tedavi (active analytic psychotherapy) W. Stekel’in geliştirdiği
ve çözümlemecinin hastanın çocukluk yaşantılarını inceleme yerine şimdiki yaşamında
yer alan iç ruhsal çatışmalara daha çok ağırlık verdiği tedavi biçimi; aktif analitik
psikoterapi. Tedavi eden (terapist), bu çatışmaları ortadan kaldırmaya çalışırken; (1)
önemli konuları tartışmak için özgür çağrışım sürecine müdahale ederek; (2) Hastanın
direnmelerine doğrudan doğruya saldırarak; (3) uygun zamanlarda hastaya önerilerde
bulunarak; (4) Bugünkü tutum ve sorunlarının ışığında sezgisel olarak hastanın
rüyalarını yorumlamasına yardım ederek etkin bir rol oynuyor. Stekel, bu tutumuyla
tedavi sürecini önemli ölçüde kısaltıyordu.
etkin dil (active language) Kişinin konuşma ya da yazı dilini kullanmadaki yeterlik
sınırı. Bkz. edilgin dil.
etkin düş kurma Bkz JUNG, Carl Gustav.
etkin eğitim Bkz. normatif-yeniden eğitici strateji.
etkinlik (activity) Bir canlının iç ya da dış uyaranların etkisiyle gerçekleştirdiği
çalışma; faaliyet.
etkinlik gereksinimi (activity need) Dış uyaranların bulunmadığı durumlarda da
canlının bedensel etkinliklere girişme gereksinimi duyması; faaliyet ihtiyacı.
etkinlik grubu Bkz. grup psikoterapisi.
etkinlik ilkesi (activity principle) Öğrenmenin, ancak öğrenci etkinliği ile
gerçekleşebileceği görüşü; aktivite prensibi, faaliyet prensibi.
etkin öğrenme (active learning) Öğrenme-öğretme sürecinin kimi düzenleme ve
uygulamalarından, değerlendirilip geliştirilmesinden öğrencinin sorumlu olduğu bir
yaklaşım. Bu tür yaklaşımda öğrenci kimi kararlar alıyor, özdüzenleme yapıyor;
karmaşık işleri çözmek için ondan zihinsel yeteneklerini iyi kullanması isteniyor; bu
işlerin tümünü yapma sorumluluğunu üstlenmesi bekleniyor. Örneğin, U, O, V
biçimlerinden hangisini isterse sınıfı o biçimde düzenliyor. Ve istediği zaman
değiştirebiliyor. Eğitim ortamında kendi seçtiği öğrenme-öğretme strateji, taktik,
yöntem ve tekniğini kullanıyor; yerine başkasını koyabiliyor. Özdüzenleme, kendini
gözlemleme ve değerlendirme, kendini geliştirdiğini gösteren davranışları ortaya
koyma biçimindeki aşamalarla ortaya çıkabiliyor. Öğrenci, etkin öğrenme sürecinde
karmaşık ve zor işlerle uğraşmaktan ve sorunları çözmekten sorumludur. Kendisinden
bilginin benzer ve farklı yanlarını bulması; nedenini, niçinini, nasıl olduğunu
anlaması; geçmişteki ve gelecekteki olası görünümlerini kestirmesi; bilgiyi başka
biçimlere çevirmesi; kendisi için yeni olan sorunları çözmesi gerekiyor. Önemli olan,
ezberleme değil; kavrama ve uygulamadır. Bu yaklaşımda öğrenci, bilgiyi anlayacak,
özümseyecek, kullanacak ve üretecektir. Bu amaçla ona yeni ve karmaşık sorunlar
sunuluyor ve ondan bunları çözmesi isteniyor. Onun için öğrenci araştırıyor,
sorguluyor, tartışıyor, karşılaştırıyor, yeni örnekler veriyor, denenceler kuruyor, veri
topluyor, onları çözümlüyor, keşifler yapıyor, neden-sonuç bağlantılarını saptıyor.
Bunları gerçekleştirirken bilgi, beceri ve duygularını etkin olarak kullanıyor; öbür
öğrencilerle işbirliği yapıyor; bilgi, beceri ve değerlerini yeniden yapılandırıyor.
Öğretmen, etkin öğrenmede öğrenmeyi kolaylaştıran, eğitim ortamını zevk alınan
duruma getiren bir yol gösterici oluyor. Sınıfta, etkin katılımın yarattığı bir canlılık
bulunuyor ; düzeni öğrenciler sağlıyor ve sürdürüyor. Bu ortamda baskı, korku, kaos
yer almıyor. Her öğrencinin düşüncelerini özgürce söylemesine, savunmasına; saygılı,
sağduyulu, çaba gösteren, araştırıcı, eleştirici, yapıcı ve yapılandırıcı, bilgili, kendini
ve toplumu yaşam boyu değiştirip geliştiren, sorumluluk sahibi, başarılı bir kişilik
oluşturmasına olanak veriliyor. Bu amaçla öğrenci, eğitim ortamında her öğrenme-
öğretme strateji,kuram, taktik, yöntem ve tekniklerini kullanıyor. Bkz. öğrenme-
öğretme yaklaşımları.
etkin sözcük dağarcığı (active vocabulary)Konuşmacının anladığı ve kolaylıkla
kullandığı sözcük dağarcığı. Bkz. edilgin sözcük dağarcığı.
etkin tedavi (avtivity therapy) Tedavi anında, tedavi edenin sorular sorarak, öğütler
vererek hastanın davranışlarını etkileyip yönetmesi biçimindeki tedavi; aktif terapi.
etkin ve edilgin (active and passive) Ruhsal yaşamdaki temel karşıtlık çiftlerinden biri;
aktif ve pasif. Klasik psikanaliz, kutuplu bir etkinlik-edilginlik boyutunun varlığını
savunuyordu. Bu varsayıma göre erkeklik, saldırganlık, elezerlikle; gözetlemecilik de
edilginlikle ilişkilendiriliyordu. Sonuçta klasik psikanaliz, etkinliği erkeklikle;
edilginliği ise dişilikle eşleştirmiş oluyordu. Bununla birlikte Freud; doğal kabul
edilen bu eğilimlerin bir tersine dönüşümünün de olabileceğini savunmuştur. Örneğin,
özezer bir erkek, kendi elezerliğini kendi içine yansıtmış bir erkektir.
etki yasası (law of effect) İ. E. Thorndike’ın “iyi” sonuçlar veren davranışların
yinelenmesine karşılık, “kötü” sonuçlar veren davranışların yinelenmediğini; bunun da
organizmanın, çevresinde uygun tepkiler vermeyi nasıl öğrendiğinin evrimsel
açıklamasına temel oluşturabileceğini açıklayan kuramı. Bkz. bulmaca kutusu; etki;
görgül etki yasası; güçlü etki yasası; olumsuz etki yasası; öğrenme yasaları.
etmen Bkz. etken.
etmen çözümlemesi Bkz. faktör analizi.
etmen kuramı Bkz. etken kuramı.
etnik grup (ethniç group) Ortak bir kültür geleneği, tarihi ve kimlik duygusu bulunan ve
daha büyük bir toplum içinde alt grup olarak yaşayan bir grup. Etnik grup üyeleri,
içinde yaşadıkları toplumun öbür üyelerinden kimi tipik kültürel özellikler açısından
farklılık gösteriyor. Örneğin, kendine özgü bir dili, dini ya da ayırt edici daha başka
kültürel gelenekleri bulunuyor. Bunlardan en önemlisi, etnik grup üyelerinin,
kendilerini geleneksel olarak ayrı bir toplumsal grup olarak görmeleridir. Bu terim,
genellikle azınlık grupları için kullanılıyor.
etoloji (ethology) Biyolojik mekanizmaların çalışma, uyum ve davranış evrimi
süreçlerini belirlemek, hayvanın içgüdüsel repertuarını ortaya koymak amacıyla bir
hayvanın doğal çevresindeki davranış yapılarının tümünü inceleyen bilim dalı.
etyoloji (etiology) Kişinin hastalığa yatkınlığını, hastalıkların nedenlerini inceleyen
bilim dalı; nedenbilim.
evden ya da okuldan kaçma Bkz. eğitim güçlükleri.
evetçilik Bkz. uysallık.
ev içi şiddet (domestic violence) Güç eşitsizliği sonucu aile içinde daha çok kadın ve
çocukların zarar görmesiyle sonuçlanan şiddet uygulamaları. Bkz. saldırganlık ve
şiddete yönelme.
evliliğe güdüleyen etkenler Bkz. evlilik (Kişiyi Evliliğe Güdüleyen Etkenler).
evliliğin ön koşulları Bkz. evlilik (Sağlıklı Bir Eş Olma ve Eş Seçmenin Koşulları)
Evliliği Sürekli Kılmanın Koşulları Bkz. evlilik
evlilik (marriage) İki karşı cinsin sevgi, arkadaşlık, güvenlik, cinsel doyum sağlama;
çocuk dünyaya getirme, onun bakım ve sorumluluğunu paylaşma gibi gereksinimlerini
gidererek mutlu olmak amacıyla oluşturduğu ortak bir yaşama biçimi. Evlilik, belli
geleneksel ve yasal yaptırımlara göre gerçekleştiriliyor. Evli çift, ekonomik birliktelik
kurarak aynı evde oturuyor. Yasal olarak çocuk dünyaya getirme hakkına sahip
bulunuyor. Çeşitli toplumlarda aile üyeleri arasındaki ilişki biçimleri ve
sorumluluklar farklılık gösterse de aile kurumu olmayan toplum yoktur. Evlilik, “güç
ve varlığın birleştirilmesinde ve sonraki kuşaklara aktarılmasında da önemli bir
etken”dir. Toplumlarda eş seçimini etkileyen etkenlerin başlıcalarını varlık, güç,
toplumsal sınıf ve dinsel inançlar oluşturuyor. Bunlar, aynı zamanda toplumun
ekonomik ve politik yapısının korunmasına yardımcı oluyor. Evlilik, bir kişiyle
birlikte yaşama sorumluluğunun yanı sıra çocuklar, anne babalar, kayın anne baba ve
öteki yakın akrabalar, yakın dostlarla da ilişkili olmasıyla toplumsal yanı ağır basan
bir sorumluluktur. Bu sorumluluk, boşanma durumu ortaya çıkmadıkça, evlenmenin
gerçekleştiği günden, ölünceye dek sürüyor. Zaman içinde evlilik anlayışı da değişim
geçirmiştir. Geleneksel evlilikler, çağdaş evliliklere dönüşmüştür. Anne baba, evli
çocuklar, amca, yenge ve onların çocuklarının aynı evi paylaştığı birleşik ve geniş
aile yapısı, yerini anne baba ile onların evlenmemiş çocuklarından oluşan çekirdek
aileye bırakmıştır. Çağdaş Evlilik: Bu tür evlilik, kadın ve erkeğin kendi istek ve
istenciyle birlikte yaşamayı kabul ettiği; eşlerin yaşam boyu birbirine sevgi ve
bağlılık sözü verdiği ve bu durumun yasal organlarca da belgelendiği evliliktir. Bu
anlayışta, evliliğin nasıl sürdürüleceğini gelenekler yerine, eşlerin kendileri
belirliyor. Bu evlilikte bütün savaşım, birlikte gelişmek ve mutlu yaşamak için
veriliyor. Evlilerin ilişkileri, birincil ilişkiler; tüm kişiliği kapsayan yüz yüze
yaşantılardır. Bu nitelikteki ilişkiler, evliler arasında güçlü duyguların doğmasına;
başta toplumsal-ruhsal ve cinsel olmak üzere, derin ve yoğun doyumlara ortam
hazırlıyor. Eşler, birbirinin gereksinimlerini giderme sorumluluğunun bilincini
taşıyorlar. Bunu, ailenin öteki bireylerine karşı görev ve sorumluluklarını yerine
getirme izliyor. Geleneksel Evlilik: Bu evlilikte ise erkek, bir araç kimliği taşıyor;
kazandığı para ile evine saygınlık kazandırıyor. Bu evliliklerde evin mutluluğu,
ailenin değeri, bu görevin yerine getirilmesiyle orantılıdır. Kadının başarısının
belirleyicileri ise, ailenin beslenmesini sağlamak, duygusal gereksinimlerini
gidermek ve çocuk yetiştirmektir. Bu rollerin başarılması ölçüsünde, eşler arasında
saygıya ve işbirliğine dayalı bir ilişki sürüyor. Bu evliliklerin çoğunda biri egemen;
öbürü ise, tartışma çıkmasından korkan bir boyun eğicidir. Bu durum, eşlerin birbirine
duyduğu yakınlığı ortadan kaldırıyor ve sıkıcı bir yaşantının sürmesine neden oluyor.
Geleneksel evlilikte kadından, eşinin gereksinimlerini hemen görmesi ya da sezmesi,
anlayışlı olması beklenirken, onun, eşinden bunları bekleme hakkı yoktur. Kadının
evlilikten doyum sağlamasının ölçüsü, erkeğinin saygınlığının artıp artmamasıdır.
Kişiyi evliliğe güdüleyen etkenler; çağdaş, sağlıklı bir eş olma ve eş seçmenin
koşulları, evliliği sürekli kılmanın koşulları incelendiğinde, evliliğin anlamı daha iyi
anlaşılacaktır. Kişiyi Evliliğe Güdüleyen Etkenler: Mutlu bir aile içinde yetişen
bireylerin hemen tümü, içlerinde bir yuva kurma istek ve özlemi taşıyor. Böyle bir
ailede çocuk, başkalarıyla birlikte mutlu olmayı, yaşayarak öğreniyor ve evliliğe
doğal yoldan güdüleniyor. Kişiyi evlenmeye iten dürtülerin başlıcaları yalnızlık,
cinsel gereksinim, sevgi gereksinimi, ekonomik dayanışma gereksinimi ve çocuk
sahibi olma isteğidir. (1) Yalnızlık: Çocuk, anne babasıyla yakın ve sağlıklı ilişkiler
içinde büyüdüğünde özgüven, özsaygı ve giderek bağımsız bir kişilik geliştiriyor.
Birey, sağlıklı bir gelişim gösterdiğini, anne babasına bağımlılıktan kurtulmuş bir
kişilik kazanmakla kanıtlıyor. Ne ki yalnızlık, bu kez de sorun oluşturuyor. Yalnızlık,
insanı sağlıklı, yaratıcı ve üretici olmaya güdülese de birey, sürekli olarak
başkalarıyla birlikte yaşamanın yollarını arıyor. İşte evlilik, bireyin birçok
toplumsal-ruhsal gereksinimini dengeli ve doyurucu biçimde gideren ortak bir
yaşama biçimidi r. Bkz. özgürlükten kaçış yaklaşımı (Yalnızlık ve Değersizlik
Duygusu). Bununla birlikte, sağlıklı bir evliliğe adım atmak, kimileri için zordur.
Küçükken anne babasıyla sıcak ilişkiler kurmaktan yoksun kalan ya da aşırı ilgi gören
kişi, evlendiğinde eşine ya çocuksu bir bağımlılık ya da güvensizlik gösteriyor. (2)
Cinsel Gereksinim: Temel gereksinimler olan yeme, içme, giyim, barınma,
tehlikelerden korunma, acıdan kaçınma gibi, cinsel gereksinim de toplumun büyük bir
çoğunluğu için en sağlıklı ve doyurucu biçimde, evlilikte karşılanabiliyor. Kent
toplumlarının kimi kesimlerinde cinsel gereksinim, evliliği zorunlu kılan bir neden
olmaktan çıkmışsa da geleneksel yapılarını koruyan kesimlerde hâlâ evlenme
nedenlerinden biridir. Bkz. cinsel uyum. (3) Sevgi Gereksinimi: Evlilikte cinsel
doyum, asıl, sevgi ile taçlandırıldığında evlilik bağlarını güçlendiren ve kişiyi mutlu
kılan temel bir etken niteliği kazanıyor. Sevginin, cinselliğin ne olduğu, nasıl
yaşanması gerektiği, “Sağlıklı bBr Eş Olma ve Eş Seçmenin Koşulları”nda,
“Tanımak, sevmek ve paylaşmak” ve “Cinsel uyum” başlıkları altında açıklanmıştır.
(4) Ekonomik Dayanışma Gereksinimi: Evlenecek kişilerin, ilgi ve yeteneklerine
uygun bir mesleği, bir işi olmalıdır. Başta yeme içme, giyim kuşam, ev kirası, elektrik,
su, doğalgaz parası; eğitim, kültür, eğlence ve dinlence masrafları olmak üzere,
geleceğe yönelik birikimler gibi giderleri karşılamak için, aileye para gerekiyor. Bu
nedenle evlilik düşleri kuranların belli bir kazançları olmalıdır. Günümüzde bu
gereksinimi birlikte karşılayan eşlerin sayısı, gittikçe artıyor. Ruhsal ve ekonomik
bağımsızlığa sahip olarak birlikte yaşama istek ve kararlılığını gösteren eşler,
evliliklerini sağlıklı bir temele oturtmuş oluyorlar. Ruhsal olgunluktan ve ekonomik
bağımsızlıktan yoksun kişilerin evlilikleri, dayanaksız bir ticaret sözleşmesinden öte
bir anlam taşımıyor. Eskiler, “İki gönül bir olunca samanlık seyran olur.” demişlerse
de günümüzde samanlığın uzun süre seyranlığını koruyamadığı görülüyor. Hem bugün
nüfus, hızla kentlere aktığı için samanlıklar da artık uzaklarda kalmış bulunuyor. (5)
Çocuk Sahibi Olma İsteği: Başlangıçta kişiyi evliliğe güdüleyen çocuk, sonraları
evliliğin gücüne güç katıyor, anne babayı yaşama daha çok bağlıyor. Anne ve baba,
çocukta varoluşlarını sürdürme isteğini gerçekleştirmiş olmanın mutluluğunu da
ya ş ı yor l a r. (6) Sembiyotik ve Sinerjik Gereksinimler: Kimi ruhsal
gereksinimlerinin doyumu için birbirine bağımlı olan iki bireyin evliliği sembiyotik
evlilik (symbiotic marriage) diye adlandırılıyor. Eşlerden ikisinin de nevrotik ya da
evlilik dışında kolayca doyuramayacakları kuraldışı gereksinimleri olabiliyor. Eşlerin
ruhsal gereksinimlerinin giderilmesinde birbirine olumlu katkılar yapması biçiminde
tanımlanan evlilik ilişkisine de sinerjik evlilik (synergic marriage) deniyor. Sağlıklı
Bir Eş Olma ve Eş Seçmenin Koşulları: Her genç kız ve erkeğin, bir mesleğe girmek
için bir mesleğe hazırlık döneminden geçmesi ne kadar önemli ise, evlilik için
hazırlanması da o kadar önemlidir. Evlenmek isteyen bay ve bayan, öncelikle
evlilikten ne beklediğini belirlemeli ve bunları birbiriyle konuşmalıdır. Genç kız ve
erkeğin evlilik konusunda bilinçlendirilmesi gereken en uygun yer, kuşkusuz önce aile,
sonra da okuldur. Ne ki bugün ülkemizde her iki kurum da bu sorumluluklarını bilinçli
ve yeterli biçimde yerine getirecek donanımdan yoksundur. Oysa, evlenmeyi düşleyen
her genç kız ve erkeğin, kendine ve evlenmek istediği kişiye ilişkin pek çok konuda
bilgi edinmeye gereksinimi vardır. Evlenmeyi düşünen iki karşı cins, ayrı ayrı çok iyi
ve sağlıklı birer kişi de olsalar, ikisi bir arada mutlu bir çift oluşturamayabiliyorlar.
Ancak, birbiriyle uyumlu iki dişli çark oluşturabilecek eşler, ortak yaşamlarını
beklenen uyum, denge ve düzen içinde sürdürebiliyorlar. Bir erkekle bir kadının,
karşılıklı olarak birbirinin gereksinimlerini, kendilerine özgü tutum, istek ve
özlemlerini bilmeden, birbirine karşı sorumluluklarını yerine getirmeye hazır duruma
gelmeden gerçekleştirdikleri evlilik, sağlıklı ve uzun ömürlü olmuyor. Yalnızca aşkın
ve cinsel dürtülerin gücüne dayanan evliliklerin çoğu, mutsuzluk ve ayrılıkla sona
eriyor. Evlilikler Ne Zaman Kurulmalıdır? Evlilik için aşağıda sıralanan koşullar
yerine getirilmelidir: (1) Evlilik Yaşına Gelmiş Olmak: 18 yaşına girmiş olmak,
yasal evlenme yaşı olarak belirlenmiştir. Başka deyişle bu yaş, yetişkinlik yaşı olarak
kabul edilmiştir. Ancak, yetişkinlik için bedensel ve cinsel gelişimin tamamlanması
yetmiyor. Gencin bedensel ve fizyolojik gelişiminin yanı sıra kendini yönetebilme,
eşinin ve dünyaya gelecek çocuklarının sorumluluğunu üstlenebilme gibi yetişkin
için gerekli ruhsal olgunluk ile evin ekonomisine yeterli katkıyı sağlayabilmesi de
gerekiyor. Kişinin bunları yapabilecek yeterliği kazandığının ölçütü, bağımsız bir
kişilik geliştirmiş olmasıdır. Bu nedenle gençler, günümüzde ancak 22-24 yaşlarında
evliliğe hazır duruma gelebiliyorlar. Erken evlilikler, birçok sakınca yaratıyor. Bu
sakıncaların en önemlisi, evleneceklerin, evlilikte uyumu, mutluluğu gerçekleştiren ve
sürekli kılan koşulların neler olduğunu kavrayacak düşünce ve deneyimden yoksun
olmalarıdır. Erken yaşlarda genç, çoğu kez yalnızca cinsel doyumların peşine düşüyor
ve evliliğin öteki koşullarını düşünemiyor. (2) Beden ve Ruh Sağlığı: Evlilik için
gerekli koşullardan biri de beden ve ruh sağlığıdır. Evlenecek kişilerde, evliliğe engel
sayılan ve kurulacak yuvada yetişecek çocukların sağlıklı gelişimlerini engelleyecek
olan geçici ya da süreğen bedensel ve ruhsal bozukluklar bulunmamalıdır. Kimi
bedensel bozukluklar gibi psikotik, psikopatik ya da ağır nevrotik bozukluklar da
evliliğin mutluluk içinde sürmesine gölge düşürüyor. Onun için, evlenmeden önce,
adayların beden ve ruh sağlığının yerinde olup olmadığı, evliliğe engel bir durumunun
bulunup bulunmadığı belirlenmelidir. Yakın akraba evlilikleri de beden ve ruh
sağlığını tehdideden önemli etkenler arasındadır. Çekinik bir özellik olarak bir
hastalığı bedeninde taşıyan yakın akrabaların evlenmesi durumunda bu hastalığın
ortaya çıkma olasılığı çok yüksektir. Böyle bir evlilik yapmış olanlar ya da yapmayı
düşünenler, mutlaka Genetik Danışma Merkezi’ne başvurmalı ve bu merkezin
önerilerine göre davranmalıdırlar. Toplumsal-ruhsal olgunluk kazanmış olma
anlamını taşıyan ruh sağlığı, bireyi mutlu bir evlilik için gerekli olan tanıma, sevme
ve tamamlamaya hazırlayan en önemli etkenlerden biridir. Çocukluk ve ergenlik
dönemlerini dengeli ve mutlu bir aile içinde geçirmiş; iyi bir okul eğitimi almış;
gereksinimlerini çoğunlukla doyurucu ve dengeli bir biçimde gidermiş olanlar, bu
olanaklardan yoksun kalanlara göre, elbette daha sağlıklı olma şansına sahip
olacaklardır. Bu olanaklardan yoksun kalanlar, yaşam boyu birçok ayak bağı ile
boğuşmak zorunda kalıyorlar. Bkz. ruh sağlığı. (3) Tanımak, Sevmek ve Paylaşmak:
Anlamlı, mutlu birliktelikleri, paylaşımları ancak, önemli duygusal çarpıklıkları
bulunmayan, sevgiyi içinden geldiği gibi yaşayabilen ve karşısındakine de böyle
yaşatabilen kişiler gerçekleştirebiliyorlar. Zayıf kişilikli bireyler, gelecekte
beklenmeyen durumlar yaratabiliyorlar. Bunların ilerde ikinci bir sevgili arayışına
girişebildikleri; tutarsızlıklara, kavgalara gürültülere, ayrılıklara yönelebildikleri
görülüyor. Evlilikte gerçek mutluluğu yakalayabilenlerin çok az oluşunun önemli
nedenlerinden birini eşlerin, birbirini her yönden yeterince tanımadan evlenmeleri
oluşturuyor. O nedenle evlenmek isteyen kişi, evlenmek istediği kişinin, konuştuğu
gibi yaşayıp yaşamadığını; söz verdiği davranış biçimlerini yerleşik duruma getirip
getirmediğini dikkatle gözlemlemelidir. Onun yerleşik duygu, düşünce ve
davranışlarını, huylarını tanımaya çalışmalı; bunlardan hoşlanıp hoşlanmadığını
belirlemelidir. Biryuva kurmak isteyen kişinin evlenmeden önce arkadaşını tüm
yönleriyle tanıması elbette zordur. Özellikle ruhsal yapı ve kültürel özelliklerin tutum
ve davranışlara yansımaları, sınırlı bir sürede tümüyle algılanamıyor. Ancak,
gösterilen bilinçli tanıma çabası, ana çizgileriyle de olsa, temel uyum noktalarının
bulunup bulunmadığı konusunda eş adaylarını aydınlatabilir. Evlenmek isteyen,
evlenmek istediği kişinin değişik konulara yönelik duygu, tutum ve görüşlerini
öğrenebilir. Örneğin, ona kadın ve erkek kimliğinden, bağlılıktan (sadakattan) ne
anladığını; karşı cinsten, cinsellikten ne beklediğini sorabilir. Örneğin, “Elinde olsa,
hangi üç özelliğini değiştirmek isterdin?”, “Yaşamında en çok değer verdiğin beş şeyi
yazar mısın?”, “En çok ve en az hoşlandığın şeyler nelerdir?” gibi sorulara vereceği
yanıtları dikkatle gözden geçirerek, bunların kendi seçenekleriyle uyumluluk
oranlarını inceleyebilir. Kendisinin birinci sıraya koyduğu bir değer yargısına ya da
beklentiye öbürü, listesinde hiç yer vermemişse ya da en sonda yer vermişse, bu iki
kişi arasında önemli bir uyumsuzluk olasılığı söz konusu demektir. Bu listelerde yer
alanlar üzerinde enine boyuna konuşularak ya anlaşmaya varılmalı ya da zaman
geçirilmeden evlenme amaçlı ilişkiye son verilmelidir. Tanıma konusunda üzerinde
iyi düşünülmesi gereken bir başka nokta da evliliğin, kişinin yaşamına getireceği
değişikliklere kişinin hazır olup olmasıdır. Kadın, evlilikte çocuk dünyaya getirecek
ve yaşamını ona göre düzenleyecektir. O güne dek nerde akşam orda sabah eden erkek,
evlendikten sonra hemen her akşam evinin yolunu tutmak zorunda kalacaktır. Eşlerin,
çocukları için de iyi örnek olmaları söz konusudur. Rastlantıya dayananlar dışında,
bedeli ödenmeden yaşanan mutluluk yoktur. Sağlıklı bir evlilik düşü kuran kişi,
evlenmek istediği kişinin karşısına, yalnızca güçlü, iyi, güzel yanlarıyla değil; hoşa
gitsin gitmesin, eksik, zayıf, uyumsuz yanlarıyla da çıkmalıdır. Evlenmek istediği
kişi de gerçek kimliği ile; kendi beden, duygu, düşünce ve alışkanlıklarıyla kendini
ortaya koymalıdır. Böylece ikisi de birbirini alışkanlıkları; takım tutma, maç
izleme, içki içme, kumar oynama, gezme, eli açıklık ya da cimrilik, yardımseverlik
ya da bencillik, okuma, yazma, müzik dinleme, beste yapma gibi uğraşları, dünya
görüşü, sevdiği, sevmediği, önem verdiği, önem vermediği yanları ile tanıma
olanağını bulmalıdır. Evlenmek isteyen kişiler, birbirinin bedensel yapısını; duygu,
düşünce, tutum ve davranışlarını büyük ölçüde benimseyebilmeli ve bu yapılarıyla
bir arada yaşamayı içtenlikle istemelidirler. Rahatsızlık duyulan kimi huy, duygu,
düşünce ya da davranışlar varsa bunlar, “İlerde nasıl olsa değişir; bir yolu bulunur,
çözülür.” diye ötelenmemeli; öyle ya da böyle, işin başında çözülmelidir ya da bunlar,
olduğu gibi kabul edilmelidir. İkisi de başarılamıyorsa, yol yakınken evlilik düşünden
vazgeçilmelidir. Sevmek; içten ilgi, yakınlık duymak; anlayış, olumlu tepki
göstermek, dürüst davranmak, mutlu olmak ve mutlu etmektir. Sevgi, insan dünyasının
en önemli ışığıdır. Sevgisiz, yaşamın tadına varmak, verimli bir üretim
gerçekleştirmek olanaksızdır. Seven kişi, sevdiği kişiye büyük katkılarda
bulunabilir. Kişi en çok, kendi dünyasında olumlu iz bırakanları seviyor. Yalnızca
soyut düşünceler, insan ilişkilerini edilginleştirirken, sevgi, ilişkilere canlılık katıyor;
onları yenileyip zenginleştirerek yaşanılır kılıyor. Sevginin ne azı ne de çoğu gerçek
sevgidir. Az sevgi bencilliğin; çok sevgi ise genişletilmiş bir bencilliğin simgesidir.
Sevgi duygusunun eksikliklerini, öğrenme yoluyla giderme; çarpıklıklarını
düzeltme olanağı vardır. Yeter ki tezcanlı bir kişinin ağırkanlı bir kişiyle; kılı kırk
yaran bir kişinin umursamaz birisiyle; mutluluğun ayrıntılarda saklı olduğunu düşünen
bir kişinin, ayrıntıların a’sını bile göremeyen ve bu özelliklerini değiştirmeye de
niyeti olmayan birisiyle evlilik kurması gibi etkenlerden biri ya da birkaçı araya
girmesin. İnsanın yaşadığı duyguların en soylusu, her türlü yakınlığın temel
güvencesi olan sevgi, evlilik bağının da temel güvencesidir. Ne ki hiçbir yerde, sürgit
aynı şey, aynı yoğunlukta yaşanamıyor. Gündüzle gece de birbirine karşıttır; ama,
bunlar birbirini tamamlıyorlar. Önemli olan, gündüzümüzü de karartmamaktır. İnsanlar
ancak, içten gelen isteklerini doyurma, sağlıklı duygularını yaşama ve paylaşma
olanağını buldukları zaman birbirini sevebiliyorlar. Eşit ölçüde olmasa da tüm
duygular evrenseldir ve herkeste vardır. O nedenle evlenmek, bir arada yaşamak
isteyenler, yoruma açık olan birtakım soyut düşüncelerde değil, öncelikle duygularda
buluşmalı, duygularda anlaşmalıdırlar. Sevgiyi var eden ve yaşatan şeylerden birisi
de, mutlu birlikteliğe sürekli katkıda bulunan ilişki sorumluluğudur. Bu sorumluluk,
bağlılık ve otantik varoluşla yerine getiriliyor. Bağımlılık ise bilinçdışı düşmanlık
duygularını da içeren bencil bir duygudur. Başkalarına karşı da sorumluluğumuz
olmakla birlikte, biz önce, kendimize karşı sorumluyuz. İşin zor yanı, bu sorumluluğu
yerine getirebilmektir. Kendini yaşayabilen insan, kendi sorumluluğunu üstlenen ve
özgür olabilen insandır. Sevmeyi, işte bu özgür insan başarabiliyor.Özgür insan,
sevmeyi engelleyen korkularını en aza indirmiştir. İnsan, Otto Rank’ın belirttiği gibi,
bir yandan bağımsız olmak isterken bir yandan da bağımsızlıktan korkuyor.
Bağımsızlaşıp farklı davrandıkça, sevgiyi yitirme olasılığının ortaya çıkması, insanı
ürkütüyor. Farklılık, bireyleşme olanağı sağladığı için, korkutuculuğu kadar da insana
yaşama sevinci veriyor. İnsan, sevgiyi ancak, bu iki karşıt gücü uzlaştırdığı zaman
yaşayabiliyor. Böylece gerçek sevgi, bireyleşmeyi sürdürerek, birlikte olabilmeyi
başaranların yaşadığı bir duygu olarak ortaya çıkıyor. Evlilikte gerçek sevginin
yaşanmasını olanaksız kılan nedenlerden biri de Fromm’ın belirttiği gibi, olmak
duygusunun yerine, sahip olmak duygusunu geliştirmektir. Yaşamak, o andaki gerçek
yaşantımızı algılamak demektir. Algılamak ise, var oluşumuzun içsel gerçeğinden
haberimizin olmasıdır. Öyleyse, insan için gerçekte, “olmak” söz konusudur. Olduğu
gibi yaşayan insan, olmak duygusuyla yaşayan insandır. Pek çok insan ise, öbür
insanlara, doğaya, eşyaya sahip olma tutkusuyla yaşıyor. Sahip olmaya kalkışan
insan, sevdiği kişi ya da nesneyi tutmak, denetlemek, kapatmak istiyor. Bu ise,
sevilenin yaşamasını engellemek, onu bir tür öldürmek oluyor. Var olmaya, birbirine
sürekli bir şeyler vermeye yönelik enerjiyle dolu olan çekici bir genç kız ve bir erkek
evlendiğinde, birbirlerinin bedenlerine, duygularına, ilgilerine sahip çıkmaya
kalkışınca, bu evlilikte artık, kazanılacak bir şey kalmıyor. Taraflar, bu durumda sevgi
üretme çabası gösterme gereğini duymadıkları için ilişki, güzelliğini yitiriyor ve
sevgi tükeniyor. Elde yalnızca ortaklaşa sahip oldukları para, toplumsal statü, ev, eşya
ve çocuklar kalıyor. Bu sonucun yarattığı düş kırıklığı, bu kez evlilik dışı ilişkilerle
yeniden sevgiye ulaşma isteklerini körüklüyor. Bu istenmeyen gelişmeler de evde
huzursuzluğu yoğunlaştırarak eşleri ayrılma noktasına taşıyor. Evlenmeyi düşünen kişi,
insanları sevebilme olgunluğuna erişmiş; onlarla sağlıklı ilişkiler sürdürme
yöntemlerini geliştirmiş olmalıdır. Bunlar, bencillikten uzak, insanların yararına
olan amaçları içeren yöntemlerdir. Almak ve vermek, gerçekte iki ayrı şey değildir;
bunlar, bir bütünün iki yüzüdür. İnsan, gerçek anlamda verdiği anda, bir şeyler de
alıyor. Sağlıklı kişi, Horney’ın dediği gibi, kimi kez insanlara sokulmak, kimi kez
karşı çıkmak, kimi kez de bir başına kalmak ister. Bunlardan birine saplanıp kalan
kişi, insanları sevmekte zorlanıyor; insanlarla sorunlu (nevrotik) ilişkiler sürdürmek
durumunda kalıyor. Yollarını sevgiye çeviren iki kişinin edinmesi gereken bir beceri
de ilişkilerinde ortaya çıkabilecek sorunları işbirliği ile çözebilmektir. Bu,
özseverlerin bilmediği bir beceridir. İnsanın öbür insanları sevebilmesinin, onlara
saygı duyabilmesinin ilk koşulu, kendini doğal ölçüler içinde sevme, saymadır.
Kendi iç dünyasını algılayabilen kişi için, ne yönde davranacağını bilmek zor
değildir. Ne yönde davranacağını bilerek varoluş, kişinin yalnızca duygu ve
düşüncelerini değil; o andaki içsel yaşantılarını ve içinde bulunduğu çevredeki
yaşantılarını da içeriyor. Ancak, yaşantı söze döküldüğünde, çoğu kez, en önemli
boyutlarını yitirebiliyor. O nedenle, başlayan bir sevgiyi durduracak söz ve eylemden
sakınmak gerekiyor. Kişi, söz yerine, verilen sevgiyi paylaştığını bir yüz anlatımı ile
karşısındakine duyumsatarak o yaşantının sürmesini sağlayabilir. Öyleyse sevmek,
paylaşmaktır. Bkz. aşk. Evlenmeyi tasarlayan kişilerin yeterli bir süre, birbirini
tanımaya çalıştıklarında bile, her sorunu çözmeleri, birbirini hoşlarına giden ve
gitmeyen yönleriyle tanımaları, zor olmanın ötesinde belki de olanaksızdır. Çünkü
kişinin hangi ortamda ne yapacağını, o ortamda yaşamadıkça, çoğu kez kendisi bile
kestiremez. İşte bu nedenle sözlülük ve nişanlılık dönemi, olanak ölçüsünde bu çok
yönlü tanıma amacına yaklaştırıcı bir süreç olarak değerlendirilmelidir. Bu
dönemlerini yalnızca haz sağlama yolunda tüketenler, ilerde başlarını duvarlara
vursalar, “Ah kafam, ah!” diyerek yumruklasalar da bu tepkilerle, içine düştükleri
duruma bir çare bulamayacaklardır. Evlilik adayları, yaşam değerlerinin birbiriyle
uyuşup uyuşmadığını anlamak için evlilik öncesi döneminden iyi yararlandıklarında,
bu bilinçli çabalarıyla kendilerini bu dünyanın cehennemi yerine, cennetinde
yaşamaya hazırlamış olacaklardır. Cinsel uyum: Evlilik, cinsel gereksinimin, her
türlü engel ve yasaktan uzak, doğal ve doyurucu olarak giderilebildiği bir kurumdur.
Eşlerin birlikte gerçekleştirecekleri doyurucu cinsel ilişki, evlilikte mutluluğu
oluşturan ana etkenlerden biridir. Bu beklenti içinde olan eşlerin cinsel uyumsuzluklar
yaşamaları ve bunları çözmeye uğraşmamaları, evlilikte mutsuzluğa yol açıyor. Cinsel
gücün uyarıcılığı ile gerçekleşen cinsel ilişki, eşlere bu bedensel paylaşımla yoğun ve
karmaşık doruk hazlar yaşama olanağı veriyor. Uyumlu, doyurucu bir cinsel yaşam,
bedensel ve duygusal gerilimleri, kimi iletişim tıkanıklıklarını gideriyor; birlikte
yaşama isteğini güçlendiriyor. Bu nitelikteki bir cinsel yaşam, eşlerin düşünsel ve
toplumsal etkinliklerini de olumlu yönde etkiliyor. Ne ki bu düzey, kapsam ve
yoğunluktaki cinsel doyumu, hep alma eğiliminde olan (bencil) kişiler yaşayamıyorlar.
Eşlerden biri ya da ikisi de vermeden alma eğiliminde olduğunda, o evlilikte gerçek
mutluluk yaşanamıyor. Doyurucu cinsel ilişkileri, almak kadar da vermekten hoşlanan
evliler gerçekleştirebiliyorlar. Mutlu evlilik, temelde cinsel doyumu da içeren
karmaşık bir kavramdır. Cinsel yönden sağlıklı ve güçlü bir erkekle, cinsel gücü zayıf,
cinsel ilişkiye fazla ilgi duymayan bir kadının ya da bunun tersi özellikleri taşıyan;
cinsel bozuklukları, kusurları olan kadın ve erkeğin evliliklerinin mutluluk içinde
süreceği söylenemez. Onun için evlenmeyi tasarlayan kimseler, evlenmeden önce, bu
tür durumları da inceden inceye gözden geçirmek; varsa, bunlara bir çözüm bulduktan
sonra evliliğe adım atmak zorundadırlar. Evlilikte, erkeğin cinsel güçsüzlüğü, belki
kadınınkinden de önemlidir. Bu tür sorunları olan kişiler, evlenmeden önce, gerekli
tedaviyi görmeli, bu sorunlara yol açan bedensel ya da ruhsal sorunları giderdikten
sonra evliliği gerçekleştirmelidirler. Bugün, cinsel sorunların pek çoğu kolaylıkla
ortadan kaldırılabiliyor. Artık, kadın da cinsel mutluluğun ve onu sağlayan orgazmın
(dorukdoyumun) ne olduğunu biliyor ve bunu yaşamak istiyor. Hâlâ süren eksik, yanlış
cinsel eğitim, olumsuz toplumsal yasaklar, birçok cinsel sorunun oluşmasına yol
açıyor. Onun için evlilikten önce, cinsel sağlık ve cinsel mutluluğun koşulları, çocuk
yapma yeteneği gibi konularda da bilinçli davranmak ve hekim bilgilerinden
yararlanmak gerekiyor. Törel değerler ve konunun karmaşıklığı nedeniyle evlilik
öncesinde, eşler arasında cinsel uyumun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinin tam
anlamıyla belirlenmesi zordur. Ancak, evlenmeyi tasarlayan kişi, bu konuda en
azından, evlenmeyi düşündüğü kişinin, cinsel konulara karşı tutumlarını öğrenebilir.
Cinsel ilişkiye, yalnızca çocuk dünyaya getirme eylemi diye bakan; cinsel ilişkileri
kirli, kötü, ayıp konular olarak niteleyen ve bu düşüncelerine sıkı sıkıya bağlı
birisiyle, cinselliğe sağlıklı bakan bir kişinin uyumlu ve mutlu bir evlilik
sürdüremeyeceği kolaylıkla kestirilebilir. Üzerinde durulması gereken başka bir nokta
da cinsel istek ve uyarılma derecesi açısından kadın ve erkek arasında, kimi
ayrılıkların bulunmasıdır. Kadının uyarılması ve orgazm olması erkeğe göre daha uzun
süre istiyor. Bu konudaki bilgi eksiklikleri, cinsel konulara karşı geliştirilmiş olan
gereksiz utanma, korku ve kaygı duyguları cinsel uyumu güçleştiriyor ve evlilikte
mutluluğa gölge düşürüyor. Bu gibi farklılık ve uyumsuzluklar, bilinçli ya da bilinçdışı
olarak, eşlerin diğer ilişkilerini de etkiliyor. Bu uyumsuzluk ve dengesizlikler
giderilmeyip bastırıldığında ya da yok sayıldığında, giderek eşlerin çabalarıyla
çözülemeyecek boyutta karmaşık birer sorun durumuna geliyor. Bu nedenle eş
adayları, cinsel sorunları da açık yüreklilikle birlikte ele alıp çözmeye çalışmalı;
gerekirse bu konuda bir uzmana başvurmalıdırlar. Bugün, bu konularda isteyen
herkesin kolaylıkla ulaşabileceği güvenilir kaynaklar vardır. Evlenmeden önceki
tanıma evresinden sonra erkeğin, “Tam bana uygun bir kadın.”; kadının da “Tam
bana uygun bir erkek.” diyebildiği bir kişiyle mutlu bir evlilik kurabileceğini ve
sürdürebileceğini söyleyebiliriz. Kafası, gönlü ve bedeniyle uyumlu,
birlikteliklerinden mutlu olan çift, dünyanın kolaylıkla alt edilemeyecek güçlerinden
biridir. Bu evde bir de dünyanın en tatlı ürünü olan çocuk dünyaya geldiğinde
duyulan mutluluk, katlanarak artacaktır. (4) Eğitim ve Kültür Yakınlığı: Eğitimin
kişilere kazandırdığı bilgi, beceri, tutum, değer duygusu ve davranışlar, onların iş
yaşamında olduğu gibi, evliliklerinde de daha kolay anlaşmalarını sağlıyor. Evlenmek
isteyenler arasında toplumsal ve kültürel yönden, beğeniler yönünden bir yakınlık ve
uyumun olması, birçok kör döğüşünü önleyebiliyor. Eş adaylarının yaşamdan
beklediklerinin, dünya görüşlerinin aynı doğrultuda olması; evliliğin ana
belirleyicilerinde buluşmalarını kolaylaştırması, birlikteliği daha yaşanılası bir
duruma getiriyor. Eşlerden biri, öbürünün hoşlandığı şeylere ilgisiz kalıyor; daha da
kötüsü, onlardan nefret ediyorsa, bu eşler arasındaki sevginin yerini zamanla
sevgisizliğin karanlığı dolduracak demektir. Örneğin, eşlerden biri okuma tutkunu
iken, öbürü evde kitap görmeye bile katlanamıyorsa; biri yüksek sesle batı müziği
dinlemeye bayıldığı halde öbürü bundan hiç hoşlanmıyorsa; erkek, akşamları evde
oturup kitap okumak; kadın ise bu saatleri dışarıda bir yerde geçirmek istiyorsa bu
eşlerin anlaşmazlıklarının zamanla derinleşmesi kaçınılmazdır. Eğitim, kültür ve
ekonomik düzeyleri birbirine yakın ve yeterli olan eşler genellikle birbirini
ezmiyorlar. Farklı kültürden insanlar birbiriyle evlenince, bunların içselleştirilmiş
değerlerinin çoğu ortak olmadığı için, kısa bir süre sonra evde anlaşmazlıklar,
çatışmalar başlıyor. Çünkü herkes, hangi değerleri içselleştirmiş, hangi tutumları
benimsemişse, onlara uygun davranıyor. Karşısındaki kişiden de o tür davranışlar
bekliyor. Beklediklerini göremeyince evliliğin temel koşullarından biri olan paylaşım
gereksinimi karşılanamıyor. Ancak, birbirini gerçekten seven, sağlam bir istence
sahip olan bilinçli, olgun bir kadınla erkek, güç de olsa, gösterdikleri çaba ile eğitim
ve kültür farkını ve onun yarattığı anlaşmazlığı en aza indirebiliyor. Evlilikte bir de eş
ailelerinin yol açtığı anlaşmazlıklar yaşanıyor. Erkeğin ailesinin kadından; kadının
ailesinin de erkekten, kendinin benimsemediği davranışların yapılmamasını
beklemesi, giderilmesi zor anlaşmazlıklara yol açıyor. Örneğin gelinden, çok
eskilerde yaygın olan mutlak boyun eğme, büyüklerine bir köle gibi hizmet etme,
büyüklerin âdetlerinin dışına çıkmama gibi beklentiler, evliliği tehlikeye düşürecek
boyutta çatışmalar ortaya çıkarabiliyor. Evliliklerini bu tür çatışmalardan, dış
müdahalelerden ancak, kendi işlerine kendileri karar verebilen; yakın çevrelerine de
uygun bir dille karşı düşüncelerini açıklayabilen bağımsız kişilikli eş adayları
koruyabiliyorlar. (5) Tamamlamak: Evlenerek birbirini tamamlamaya karar veren bir
kadın ve erkek, evliliğin verdiği mutluluğu yaşamanın yanı sıra, bir de soyunun
sürmesini sağlıyor. Kadın ve erkeğin evlilikte birbirini tamamlama biçimi, geleneksel
ve çağdaş toplumlarda ayrı özellikler taşıyor. Geleneksel toplumlarda kadın ve
erkeğin sorumluluk alanları daha belirgindir. Geleneksel ailede kadın ve erkek,
ilişkilerini daha çok kendi cinsleri içinde sürdürüyorlar. Çağdaş toplumlarda ise,
eşlerin yaşadıkları dünyalar, birbirine oldukça yakındır. Sevgiye dayalı arkadaşlık ve
dayanışma, çağdaş evliliklerin belirleyici özellikleri arasındadır. Ancak, bu
evliliklerin yol açabileceği bağımlılık ve kimlik karmaşalarının oluşmamasına özen
göstermek gerekiyor. Birbirini en iyi, ruhsal olgunluk kazanmış olan iki karşı cins
tamamlayabiliyor. Evliliğin ilk yıllarında eşler arasındaki dayanışmayı daha çok,
romantik duygular sağlarken, sonraları bunlara eşlerin umut ve beklentilerinin
karşılanması da katılıyor. Gerçek dayanışmayı, aile bireylerinin her birinin aileye
duyduğu güven ve bağlılık yaratıyor. Birl,ikte yenen yemekler, yapılan geziler,
söyleşiler, birlikte alt edilen ekonomik zorluklar ve başkaları da dayanışmaya güç
katıyor. Eşlerden her birinin bir başına, genelde yarım olduklarından söz edilir. Eşler,
bir elmanın tamı tamına iki yarısı olmasalar da anne ya da babanın tek başına aileyi
oluşturamadığı; eşlerin, birbirini tamamladığı, bilinen bir gerçektir. Evlilik, belki de
insanın tekliğine karşı bulduğu en iyi çarelerden biridir. Sağlıklı ve çağdaş bir ailede
eşler, iki ayrı kimlik ve kişilik olarak bağımsız davranan; ancak, bilinç ve sevgiyle
de birbirine bağlı, evde eşit haklara sahip olan kişilerdir. Anne, evde daha çok
sevgiyi, sevecenliği, güzellik ve inceliği; baba da sevgi ve sevecenliğin yanı sıra
gücü, evin koruyuculuğunu ve otoriteyi temsil ediyor. Yaşamanın tadına varabilen,
yaşama etkin bir uyum sağlayabilen çocuklar, özellikle aile içi ve kişiler arası sağlıklı
ilişkileri kavramış ve bunu yaşama geçirmiş olan yuvada yetişiyorlar. Bu yuvanın adı;
demokratik, sıcak ailedir. O nedenle toplum, her anne baba adayının, bu nitelikleri
taşıyan bir yuva kurabilmesi için onlara gereken eğitim ve iş olanaklarını sunmak
zorundadır. Bkz. sağlıklı anne baba tutumu. Evliliği Sürekli Kılmanın Koşulları:
Yaşam, durgun bir suya değil, çağıl çağıl akan bir ırmağa benziyor. Yaşamda ne
yaşanılanlar yinelenebiliyor ne de yaşam durdurulabiliyor. İstenilen her mutluluk ise
ancak belirli bir çaba ile gerçekleştiriliyor. Her son da yeni bir savaşımın başlangıcı
oluyor. Sürekli doyum peşinde koşturan dürtüler, insanı yaşamı boyunca savaşıma
zorluyor. İnsan, mutluluğu, karşısına çıkan sorunu çözmeyi başardığı anda yaşıyor.
Mutluluk, beliren bedensel, cinsel, toplumsal, zihinsel ve duygusal gereksinimlerin
doyurucu düzeyde ve dengeli bir biçimde giderildiği anlarda yaşanan bir duygudur.
Yoğun mutluluklar, insanın çok güçlü gereksinimlerini doyuma ulaştırdığı, güçlü
beklenti ve özlemlerini gerçekleştirdiği zamanlarda yaşanıyor. Öbür toplumsal
ortamlarda olduğu gibi aile ortamında da her zaman mutluluğun yaşandığını
söyleyemiyoruz. Tüm çabalara karşın, orada da zaman zaman zorlukların, mutsuzluklar
yaşanması doğaldır. Birbirinin özdeşi olmayan kişilik özellikleri nedeniyle eşlerden
her biri farklı şeylerden hoşlanabiliyor. Kimi, daha çok, konuşmaktan, yazmaktan,
gezmekten hoşlanırken kimine daha çok sevgilisiyle bir arada olmak, çalışıp çok para
kazanmak haz veriyor. O nedenle evlilikte mutluluğun ağırlık kazanması için evliler
arasındaki duygu, düşünce ve davranış ayrılıkları, bir arada yaşamayı
güçleştirmeyecek nitelik ve nicelikte olmalıdır. Evlilikte, bunun yanı sıra, başka
birçok konuda da duygu, düşünce ve davranış yakınlığı bulunmalıdır. Örneğin,
eşlerden birinin, en çok mavi rengi sevdiğini ve evde eşyaların daha çok mavi renkli
olmasını yeğlediğini varsayalım. Buna karşılık öbürünün, bu renkten nefret etme
düzeyinde hoşlanmadığını düşünelim. Bu durum, evde sorun yaratabilir. Ancak,
eşlerden ikisinin de çok sevdiği bir başka renkte karar kılmakla, mavi rengin yarattığı
sorun ortadan kaldırılabilir. Görüldüğü gibi evlilikte mutluluğun ömrünü uzatmak için
dikkat, çaba ve özen göstermek gerekiyor. Evliler, birbirine kulak verdikleri, birbirine
açık oldukları, birbirini anlamaya çalıştıkları sürece, önlerine çıkan büyük, küçük pek
çok sorunun üstesinden gelebilirler. Evliliği sürekli kılmak isteyen bir eş şunları
yapmalıdır (1) Bağımsız bir ev kurmalıdır. Çağımızda hemen her eş, evinin kapısını
kendi anahtarıyla açmak istiyor. Buna karşılık ülkemizde birçok anne baba, evli
çocuklarından bir türlü kopamıyor. Bu ise evliliklerin bozulmasına bile neden
olabiliyor. Günümüzde bağımsız bir ev kurmanın hızla yayıldığı, gözlemlenen bir
gerçektir. Çünkü artık, evlilik alanının yalnızca yatak odası demek olmadığı, geniş
kitlelerce de anlaşılmaya başlanmıştır. O nedenle evli çocuklarıyla oturmak zorunda
olan anne babalar da çocuklarının kendi istenç ve istekleri doğrultusunda bir ev
düzeni kurmaya ve onu yaşamaya hakları olduğunu kabul etmelidirler. (2) Evliliğin ilk
yıllarında daha uyanık davranılmalıdır. Evlilik öncesinde gerektiği gibi
karşılanamayan cinsel uyumun sağlanmasında; sürekli birlikte yaşama, paylaşma,
dayanışma gibi ortak sorunların çözüme kavuşturulmasında bu yıllar, özel bir önem
taşıyor. Hemen her olay ve olguyu kendine göre algılayan ve değerlendiren ayrı
cinsten iki insanın anlaşabilmesi için tek çare vardır: Sağlıklı bir iletişim oluşturarak
ortak görüş ve değerleri belirlemek ve onları paylaşmak; öbürlerini de kişinin
kendisinin yaşamasını saygıyla karşılamak. İki ayrı insanın mutlu bir ortak yaşam
kurabilmesi, karşılıklı anlayışla farklılıkları doğal karşılamaya bağlıdır.
Boşanmaların çoğu, evliliğin ilk yıllarında gerçekleşiyor. Evliliğin üzerinden 15-20
yıl geçtikten sonra ayrılmalar azalıyor. Evliliğin ilk yılları romantik dönemdir. Bu
dönemde samanlık seyran olabilir. Güç çatışması dönemi denen ikinci dönem,
evliliğin en kırılgan yıllarıdır. Bu dönemde eşler arasında, deyiş yerindeyse,
hesaplaşma başlıyor. Bu aşamada eşler, karşı tarafın ne duyduğunu, ne düşündüğünü
anlama çabası göstermediğinde, iletişim zorlaşıyor. Eşler, ben odakçı davranışlara
yönelip “İlle benim sözüm geçecek.” diye direttiğinde, evlilik tehlikeye giriyor ve
sona erebiliyor. Üçüncüsü ise, bağlılık dönemidir. İkinci dönemde eşler sağduyulu
davranmayı başardıklarında, bu döneme kapı açılıyor. Sorunları çözmede kavgadan
medet umulmadıkça; üzüntüye, öfkeye yol açan durumlardan uzak duruldukça, birlikte
yaşamanın temelleri sağlamlaştırılıyor. Farklılıklar, zaman içinde büyük ölçüde
törpüleniyor; eşler, bu süre içinde birbirine alışıyor ve ortak değerler oluşturuyorlar.
Eşler, elbette sonraki yıllarda da birbirini anlamayı sürdüreceklerdir. Ancak, ortak
yanları çoğaltıncaya dek, birbirini anlamaya daha çok çaba göstermeleri gerekiyor.
Çünkü, anlamadan anlaşmak ve anlayış göstermek olanaksızdır. (3) Mutluluğu önce
kendi eşinde ve çocuklarında aramalıdır. Gücünü gereksiz yere tüketmemelidir.
Kendini ve aile bireylerini mutlu eden durum ve olayları yaşama ve bunları çoğaltma
olanağı yaratmalıdır. Eşiyle daha çok birlikte olmaya önem vermelidir. Örneğin, kendi
gazete okuyor, eşi de mutfakta çalışıyorsa, gazetesini mutfakta onun da dinlemesi için
sesli okuyabilir. Ev işlerini, kendi sorunlarını onunla konuşup paylaşabilir. Eskiden
sanıldığının tersine bugün bunun ortak coşku, yakınlık, görüş alışverişi sağladığı
biliniyor. (4) Eşiyle arasındaki sevgiyi canlı tutmalıdır. Dünyayı yaşanası kılan,
sevgidir. Eşler arasında oluşan ve onları güçlü bir bağla birbirine bağlayan sevgi, bir
canlı organizma gibi sürekli ilgi, özen ve bakım istiyor. Bulunduğu her yerde, erinç ve
canlılık yaşatıyor. Gerçekten seven insan, sevdiği insanın istek ve eğilimlerini asla
göz ardı etmiyor, duymazlıktan gelmiyor; ona yalan söylemiyor. Sevgisini yaşantı
biçiminde gösteriyor. Çıkan sorunları, konuşarak, tartışarak çözmeye çalışıyor.
Bedensel dokunma da sevgiyi canlı tutmada çok önemli etkenlerden biridir. (5)
Eşine saygılı davranmalıdır. Evde kendisi bir bütünün yarısı olduğuna göre, öbür
yarısını kırmaktan, yaralamaktan sakınmalıdır. Eşinin bir yanlışını eleştirirken, onu
incitmemeye özen göstermelidir. Aşağılama, horlama, küçümseme, sindirme gibi
davranışlardan uzak durmalıdır. Bu tür davranışların şimdiye dek kimseyi yücelttiği,
değerli kıldığı görülmemiştir. Sindirilmiş bir kişinin gösterdiği sevgi ve saygı,
bastırılmış öç alma ve öfke duygularının yapmacık dışavurumlarıdır. Özsaygının,
özgüvenden de önemli olduğu söylenir. Özgüven, daha çok başarıya bağlı olduğundan,
başarısızlık karşısında özgüvenli kişi, gerginlik yaşayabiliyor; başarı uğruna kırıcı,
itici olabiliyor. Özsaygı, kendini zayıf ve güçlü yanlarıyla kabul etmek olduğu için bu
duyguyu geliştirmiş olan kişi, başarı gibi, başarısızlığı da başkalarının kendini geçen
başarısını da doğal karşılayor. Her evliye yaraşanı, içtenlik taşımayan, normal dışı
davranışlara yol açan tutumlardan uzak durmaktır. (6) Paylaşımı ve cinsel uyumu
özenle sürdürmelidir. Yoğun sevgiler ve cinsel birliktelikler yaşamayı başaran
bilinçli evliler, mutluluklarını sürekli kılmanın çok önemli bir koşuluna sahiptirler.
Yeter ki birbirinin bağımsızlık istek ve ilişkilerine saygı duymayı; karşılıklı
sorumluluklarını akıllarından çıkarmasınlar; kendilerini yenileme, zenginleştirme
eylemlerini aralıksız sürdürsünler. Açıklık, dürüstlük, bağlılık, mutlu evliliğin de
biricik güvencesi, koruyucu şemsiyesidir. O nedenle kişi, olumlu, olumsuz bütün duygu
ve düşüncelerini eşiyle paylaşmalıdır. Nedeni bilinmeyen korku, kaygı ve kuşkular,
mutluluğa gölge düşürdüğünden, olumsuz duygularını da eşine açarak, onları içinden
atmalıdır. Sevindirici, mutlu edici duygularını ise eşiyle birlikte yaşamaya bakmalıdır
(7) Çocuk sayısını ve doğum aralıklarını eşiyle birlikte kararlaştırmalıdır.
Bakabileceği sayıda çocuk dünyaya getirmek, bir yandan eşlerin mutluluğuna mutluluk
katarken, öte yandan da kendi soylarının, dolayısıyla da insan soyunun sürmesini
sağlıyor. Bunun için ailede kaç çocuğa yer vermeyi düşündüğünü eşine söylemeli ve
bunu eşiyle birlikte kararlaştırmalıdır. Evliler, en az bir, iki yıl çocuk
yapmamalıdırlar. Evliliklerinin doğru gittiğinden emin olduktan sonra çocuk sahibi
olmalıdırlar. İstenmeyen çocuğu dünyaya getirmemek için gerekli önlemleri
almalıdırlar. Ülkemizde bu konuda sürekli psikolojik yardım yapacak kurumlar, daha
oluşturulmamış olsa da günümüzde bu konuda ailelere hastane ve sağlık kurumlarında
gerekli tıpsal yardım yapılıyor. (8) Eşiyle ilişkilerinde ortak umut ve beklentilerine
ağırlık vermelidir. Eşiyle ilişkilerini geçmişte yaşamış oldukları kırgınlık ve
suçlamalar gibi olumsuz yaşantılara değil; bugünle ve gelecekle ilgili ortak
beklentilere dayandırmalıdır. Beklentileri, eşinin asla beceremeyeceği,
başaramayacağı bir şeyse, o evlilikte işler zorlaşacak demektir. Gerçekte, iki ayrı
yapı, algılama, değer biçme ve istekler toplamından oluşan evlilikte, yaşama ayrı
pencerelerden bakılması yerine, tümüyle aynı pencereden bakılmasına şaşmak gerekir.
(9) Olumlu yanlarıyla sevdiği eşinin, olumsuz yanlarını da anlayışla karşılamalıdır.
Herkesin hata yapabileceği; eksiğinin; zayıf, güçsüz yanlarının olabileceği gerçeğini
aklından çıkarmamalıdır. Eşini, iyi, doğru, güzel yanlarıyla sevmeli; onun olumsuz,
eksik yanlarını da anlayışla karşılamalıdır. Eğer eşini seviyor, ondan hoşlanıyorsa,
ikincil sorunları, aklını iyi kullanarak kolaylıkla çözebiliyor. Yeter ki katı tutumlarını
kırmayı, esnek davranmayı bilsin ve çıkan soruna seyirci kalıp, sorunun büyümesine
yol açmasın. Örneğin, eşinin cinsel sorunları varsa, bunu cesaretle konuşup birlikte
çözmeye çalışmalı; gerekirse bir uzmandan yardım almasını sağlamalıdır. Eşinin
evlenmeden önce fark edemediği ve hiç hoşlanmadığı, hoş göremediği bir özelliğini
şimdi fark ettiyse, eşiyle işbirliği yaparak bunun rahatsızlığını ortadan kaldırmak için
gerekeni yapmalıdır. (10) Eşine duyduğu sevgi ve ilgiyi, uygun olan her ortamda
belli etmelidir. Sevmek ve sevilmek, herkes için vaz geçilmez bir gereksinimdir.
Evlilik ise çok daha özel bir ilişki, özel bir iletişim biçimidir. Bu nedenle, her evli,
kendi iletişim dilini oluşturmalı; eşine ilgi ve sevgi göstermeyi ihmal etmemelidir.
Gösterdiği sevgi ve ilginin geri dönmesi söz konusudur. Bu tür duyarlı yaklaşımların,
geçmişteki kırgınlıkları onarma ve eşinin kendisine daha çok bağlanmasını sağlama
gücü de vardır. Onun için, ilişkilerde saldırı, buyurganlık anlamı taşıyan sözcüklerden
çok, övgü ve sevgi sözcüklerine yer vermelidir. Kendine “Ben, eşimle kaç kez
doyasıya söyleştim; kaç kez doyasıya seviştim?” diye sormalı ve bu sorularına
yeterince olumlu yanıt alabilmelidir. (11) Eşinin olumsuz yönlerini, onu
yargılamadan, suçlamadan (“sen” dilini kullanmadan) belirtmelidir. Eşinin giyim
kuşamını ve davranışlarını başkasıyla karşılaştırmaktan; başkasının yanında onu küçük
düşürmekten sakınmalıdır. Tersine, başkalarının yanında onu desteklemeli ve iyi
yanlarıyla öne çıkarmalıdır. (12) Eşine ilişkin üzüntü, kırgınlık ve kızgınlıklarını
onunla uygun yer ve zamanda tartışmalıdır. Üzüntü, kırgınlık, kızgınlık gibi
duyguları içinde tutmak, birçok olumsuzluğun büyümesine yol açıyor. Onun için
bunları eşiyle uygun yer ve zamanda, uygun bir dille (“ben” diliyle) tartışmalıdır. (13)
Kendisinin ve eşinin üzüntü ve kızgınlıklarının nedenlerini yansız bir tutumla
araştırmalıdır. Bunu yaparken gerçekçi olmaya; savunma mekanizmalarına, art
düşünce ve önyargılara sığınmamaya dikkat etmelidir. Başka etkenlerin yol açtığı
kızgınlık ve kırgınlıklarını eşine yansıtmamaya çalışmalıdır. Bu duygulardan
kurtulmak için, eşinin kendisine yardımcı olmasına fırsat hazırlamalıdır. (14)
Tartışmalarda, tek doğruya yapışıp kalmamalıdır. Hemen hiçbir konuda tek olasılık
yoktur; o, yalnızca bizim önyargımızdır. Önyargısız tartışınca, hem duygusal boşalım
sağlamış olacak hem de ortaya koyduğu duygu ve düşüncelerle yeni sentezlere ulaşma
olanağı elde edecektir. (15) Eşinin kaygı, kırgınlık, öfke uyandıran davranışlarına
tepki göstermeden önce, bunlara kendi davranışlarının neden olup olmadığını
araştırmalıdır. Evli kişi, eşinden önce kendini sorgulamayı başardığında, anlaşma,
uzlaşma kolaylaşıyor. Evde, üstünlük kurmaya kalkışmadan konuşabilmek; bencil
olmadan bağımsız olabilmek önemlidir. Kendisine gösterilmesini istemediği
tepkileri, eşine göstermekten kaçınan; kendisini eşinin yerine koyarak, söylediklerinin
ve yaptıklarının etkilerini düşünmeyi ve duyumsamayı ilke edinen eş, evdeki
sorunların üreticisi olmayacaktır. (16) Kendini gerçekleştirme çabasını
sürdürmelidir. Evlilik yaşantılarının taze tutulup tekdüzelikten kurtarılmasında kendini
gerçekleştirme, çok önemli bir etkendir. Dış güçlerin yanında, iç güçlerle (olumlu
ruhsal süreçlerle) de kendisini donatan, güçlerini sürekli zenginleştiren eş, sorunlarını
daha kolay çözüyor ve renkli bir yaşam sürdürme olanağını elde ediyor. Eşlerden biri
kendini sürekli geliştirirken, öbürünün yerinde sayması, eşler arasında, giderek
uçurumlar oluşturuyor ve bu uçurumlar, evliliği tehlikeye sokuyor. Gelişimi birlikte
sürdürmeyen çiftlerden aşağıda kalan, yukardakini genellikle aşağıya çekmeye
çalışıyor. Bu da çözümsüzlüğü daha da artırmış oluyor. O nedenle eşinin de kendini
geliştirmesine destek olmalı; onu bu yönde isteklendirmelidir. (17) Bir sorunun
çözümü, kendini değiştirmeyi gerektiriyorsa, buna hazır olmalıdır. Eşinin
değişmesini bekleyen kişi, önce kendini değiştirmeyi bilmelidir. Çünkü her olumlu
değişim, bir sorunu çözecek demektir. Anlaşmak ve mutlu olmak için tek geçerli yol,
karşılaşılan sorunu bir biçimde çözmektir. Kişinin doğru anlaması ve doğru
anlatması ile gerçekleşen iletişimin tüm inceliklerini kavrayıp, eşiyle iki yüzlülükten,
yalandan dolandan uzak bir anlaşma (ortak anlaMAsağlayabilen eş, hemen her
sorununu başarıyla çözebilir. (18) Önceden kestirilmesi olanaksız sorunları birlikte
göğüslemeye hazır olmalıdır. Yaşam, acı, tatlı rastlantılarla doludur. Evlilikte de her
şey, her zaman, tasarlandığı gibi gitmeyebiliyor. Eşinden, yakınlarından, toplumdan
kaynaklanan türlü olay, olgu ve durumlar, yapılan planları altüst edebiliyor.
Başlangıçta, olası tüm koşullar yerine getirilse bile, daha sonra, eşinde ruhsal ya da
bedensel bir bozukluk, sakatlık ortaya çıkabiliyor. Ailenin başlangıçta iyi olan
ekonomik durumu, türlü nedenlerle bozulabiliyor. Ailede özel eğitim gerektiren zayıf
yetenekli, sakat, hastalıklı bir çocuk dünyaya gelebiliyor. Ölümler yaşanıyor. Bu gibi
acılar ve sorunlarla başa çıkabilmek için de eş, olumlu savaşımlarını
sürdürebilmelidir. Her şeye karşın yapılması gereken, daha mutlu yaşamanın bir
yolunu bulmaktır. Günlerin getirdiği bu tür sorunları çözmek; olumsuzlukları sabırla
karşılamak için gerekli anlayış ve özveriyi göstermelidir. Özellikle ruhsal ve
ekonomik bağımsızlık kazanmış, eğitim ve kültür yakınlığı olan ve eşini seven
kişi, bu gibi durumları daha kolay göğüsleyebiliyor. Evliliğin gerektirdiği
dayanışmayı önemseyen eşten, her türlü sorunu çözmede de başarılı olması
bekleniyor. Bkz. aile; evlilik tedavisi; sembiyotik evlilik; sinerjik evlilik.
Evlilikler Ne Zaman Kurulmalıdır? Bkz. evlilik.
evlilik sağaltımı Bkz. evlilik tedavisi.
evlilik tedavisi (marital therapy) Evli çiftlerin sorunlarını çözmeyi amaçlayan
yönlendirici tedaviler; evlilik terapisi, evlilik sağaltımı. Terapist, çiftleri genellikle
birlikte görüşmeye alıyor ve onların daha iyi iletişim kurmayı, birbirini anlamayı,
bunalım dönemlerinde birbirine destek olmayı öğrenmelerine yardım ediyor. Bkz.
psikolojik tedavi yöntemleri.
evlilik terapisi Bkz. evlilik tedavisi.
ev ödevi (homework) 1. Öğrenciye, evinde kendi kendine yapması için verilen, ona
öğretilecek ders konusunu genişletip pekiştirmeye yarayan ödev. Öğrencilere ev ödevi
verilirken dikkat edilecek noktalar şunlardır: (a) Ödev, öğrencinin isteyerek
karşılayacağı, severek yapacağı nitelikte olmalıdır. (b) Ödev konusu, öğrencinin kendi
kendine çözebileceği düzeyde olmalıdır. (c) Ödevi hazırlamak için harcanacak zaman,
öğrencinin ders çalışmasını engelleyecek kadar uzun olmamalıdır. (ç) Öğretmen,
öğrencilerin hazırladığı ödevleri dikkatle inceleyerek bunlara ilişkin duyurulması
gereken noktaları her öğrenciye iletmelidir. (d) Öğretmenler, öğrencilere birbirinden
habersiz ödev vermemeli; ödev verecekleri tarihleri birlikte belirlemelidirler. 2.
Anne babaların, çocuklarına verdikleri her türlü ödev ya da sorumluluk.
evre (phase, stage) Yaşamı ve gelişimi ile ilgili olarak insanın bedensel, devimsel,
zihinsel, dilsel, toplumsal, duygusal, cinsel gelişimindeki türlü basamak ve aşamalar;
safha, dönem. Burada, sürüp giden bir olayın belli bir zaman dilimindeki özelliği ve
türü önemlidir. Pek çok psikolog, bu konuda birtakım kuramlar ortaya koymuştur. Bkz.
evre kuramları.
evre kuramları (stage theory) Biyolojik, bedensel, devimsel, bilişsel, toplumsal,
duygusal, cinsel ve ahlaksal gelişimin birbirini izleyen ve tamamlayan evrelerden
geçerek gerçekleştiğini savunan gelişim kuramları. Bu kuramlardan kimisinde her
evre, bir önceki evrenin başarıyla tamamlanmasına bağlı bulunuyor. Örneğin,
Kohlberg’in ahlak gelişimi modelinde ya da Piaget’nin bilişsel gelişim kuramında
sonraki evreye geçiş, bir önceki evrenin başarıyla tamamlanmış olması gerekiyor.
Kimisinde ise öncekiler başarıyla tamamlanmamış olsa bile, her evre, değişmez bir
kronolojik sıraya göre gerçekleşiyor. Bir evrenin başarıyla tamamlanmaması, o
evreye bir düşkünlüğün ya da o evreyle ilgili hastalıkların ortaya çıkmasına yol
açıyor. Örneğin, Freud’un ruhsal-cinsel gelişim kuramında ya da Erikson’un insanın
sekiz çağında, her evreye özgü ayırt edici, tutarlı, gözlemlenebilir davranış yapılarını
tanımlayabilmesi, evreler için değişmez bir ardışıklık; her evre için bir öncekine göre
daha üst düzeyde bir bütünleşme, olgunlaşma gerekiyor. Sosyal bilimlerde Marx,
Durkheim, Weber gibi birçok ünlü kişi, bu türden kuramlar geliştirmişlerdir.
evren (population) Bir gözlem ya da araştırma alanına giren birey, nesne ya da
olayların tümü; popülasyon. Evrendeki tüm birey, nesne ve olayları saptayıp,
araştırmaya konu etmek olanak dışı olduğundan akla uygun olan, evreni en iyi temsil
edecek bir örneklem seçmedir. Evreni temsil etmek üzere seçilen örneklem üzerinde
yapılan araştırmalardan elde edilen bulgular, evrene genelleniyor. Sayıları “ N” ile
gösterilen evrendeki nesne ve bireylerin özelliklerinin, genellikle normal dağılım
gösterdiği biliniyor.
evrensel (universal) 1. Evrenle, bütünle ilgili. 2. Genel durum, olay, kişi ve benzerleri
için geçerli olan; her yerde, her zaman, herkeste olan. Örneğin, bütün kültürlerde
özellikle ilk yaşlarda çocuğu anne besliyor. Bu anlamda evrensellik daha çok, altta
yatan mekanizmalar, ilkeler, kurallar ya da yapılar için kullanılıyor. Bu tür evrensel
yapı, süreç ve benzeri kuramlara psikolojide sıklıkla rastlanıyor. Örneğin, Freud’un
içgüdüleri; Jung’un ortak bilinçdışı ve arketipleri; Maslow’un gereksinimler aşama
sırası; Piaget’nin bilişsel gelişim kuramı; Kohlberg’in ahlaksal gelişim kuramı;
Chomsky’nin evrensel dilbilgisi böyledir. Bkz. evrensel fobiler; evrensel karmaşa;
evrensel metakültür; evrensel simge.
evrensel dilbilgisi (universal grammar) Noam Chomsky’nin, farklı dillerde evrensel
bir nitelik olarak bulunan parametrelere farklı değerler yüklenerek gerçekleştirilen
türe özgü doğuştan, tek biçimli dil kapasitesine verdiği ad. Chomsky’ye göre, diller
birçok açıdan farklılık gösterseler de insan beyni, dilbilgisel düzenleme için özgün ve
evrensel dilbilgisi denilen bir olasılıklar menüsüne sahiptir. Bkz. CHOMSKY,
Noam; dil edinim mekanizması.
evrensel fobiler (universal phobia) Ölüm, hastalık, yalnızlık, gece, örümcek, hamam
böceği, yılan, fare, kedi, köpek, yükseklik korkusu ve başkaları. Freud’a göre bu tür
varlık, olay ya da olgular, herkesin belli bir ölçüde yaşadığı abartılı, yoğun korkular
olduğundan, bunlar evrensel fobilerdir.
evrensel karmaşa (universalcomplex) Psikanalize göre, kökleri evrensel olan temel
içgüdülerde barınan bir karmaşa. Bkz. çekirdek karmaşa; özel karmaşa.
evrensel metakültür (universal metaculture) Bir kültürün, insanın türsel düzlemdeki
uyumlarından ötürü hemen her kültürde bulunan özellikleri. Örneğin, değişik
duyguların yüz anlatımları, bir dili öğrenme yetisi, cinsel ilgiler, evrensel
metakültürün bir parçasını oluşturuyor. Evrensel metakültür, bireydeki bilişsel
uyumların gerçek alanına aittir. Bkz. epidemiyolojik kültür; yaratılmış kültür.
evrensel simge (universal symbol) Psikanalize göre, kültürden bağımsız, bütün
insanlarda aynı anlamı dile getiren bir nesne, kavram ya da düşünce. Örneğin, rüyada
sivri uçlu, delici, kesici aletler ya da nesneler penisi; içine bir şey konan nesneler ise
vajinayı simgeliyor. Bkz. bireysel simge.
evrim (evolution) Değişen doğa koşullarının etkisi sonucu, ilkel düzeydeki canlı
türünden, zamanla daha üst düzeydeki türlerin gelişip oluştuğunu savunan görüş;
tekâmül. Özellikle biyolojik organizmaların, fiziksel çevrenin gereklerine uygun
olarak bir uyum süreci içinde gelişimi; hayatta kalmasını sağlayacak yeni ve daha
avantajlı kalıtsal özellikler kazanması. Bkz. doğal ayıklama; Darwin kuramı (evrim
kuramı); evrimci kuram; evrim psikolojisi; evrimsel yineleme kuramı.
evrim kuramı Bkz. Darwin kuramı.
evrimci kuram (evolutionary theory) 1. Psikolojide, davranışın ve zihinsel süreçlerin
kalıtsal, uyumlayıcı özelliklerini belirten bir yaklaşım. Karşılaştırmalı psikoloji;
örneğin, işlemsel koşullama ve klasik koşullama deneyleri gibi hayvan
deneylerinden elde edilen sonuçların insanlara genelleştirilmesi; davranış
bilimlerinde davranışın evrimsel temeli ve kalıtımın rolü, bu yaklaşımın ortaya
koyduğu olgulardır
evrim psikolojisi (evolutionary psychology) Organizmanın evrimsel geçmişinin,
davranış yapılarının, bilişsel stratejilerinin gelişimine katkılarını inceleyen; toplumsal
davranışın evrimsel kökenini belirlemeye çalışan psikoloji dalı; tekâmül psikolojisi,
evrim ruhbilimi. Daha yeni olan bu psikoloji dalında bir grup, kültürün büyük bir
etken olduğunu; bir başka grup ise kültürün önemli bir etken olmadığını savunuyor.
Bkz. kalıtsal psikoloji; sosyobiyoloji.
evrim ruhbilimi Bkz. evrim psikolojisi.
evrimsel yineleme kuramı (recapitulation theory) Her bireysel organizmanın, kendi
türüne özgü evrim aşamalarının tümünden geçtiğini savunan kuram: “Bireyoluş,
türoluşun yinelemesidir.” Örneğin insan, embriyon aşamasındaki tek hücreli
hayvandan, insana kadarki evrimsel aşamaların tümünü yineliyor. Bu kuramın
fizyolojik yansımalarının yanı sıra, psikolojik yansımaları da vardır. Bkz. türoluşsal
ilke.
Exner bölgesi (Exner’s area) Ön loptaki ikincil bir devinim denetim bölgesi. Bu
bölgenin yazma eylemine aracılık ettiği sanılıyor. Bkz. beyin.
eylem 1. (act) edim. 2. (action) a. Her türlü bilinçli devinim için kullanılan terim;
aksiyon. b. Davranış. c. Etkinliğin sonucu; edim. ç. Bir organın işlemesi. d. Etki.
eylem akımı Bkz. eylem gizilgücü.
eylem akışı Bkz. JAMES, William.
eylem araştırmaları (action research) Kurt Lewin kuramında kuramsal değil;
uygulamaya dönük bir sorundan yola çıkarak gerçek dünyada yaşanan sorunları
çözmeyi amaçlayan ve bunun için yürütülen bilimsel araştırmalar. Örneğin, endüstri
psikolojisinde önderlik ve iletişim becerilerinin geliştirilmesi, önbilincin ve
yöneticiler arasındaki işbirliğinin artırılması için bir grup tekniği olarak eylem
araştırması kullanılıyor.
eylem araştırması yöntemi Bkz. LEWİN, Kurt.
eylem buyruğu Bkz. JAMES, William.
eylem gizilgücü (action potential) Kas kasılması ya da bir sinir kasının iletimi gibi
fizyolojik bir etkinliğin neden olduğu “ya hep ya hiç” ilkesine göre çalışan elektrik
gizilgüç yükü; aksiyon potansiyeli, eylem akımı. Bu yolla hücrenin içi ile dışı
arasında sağlanan gizilgüç farkı, sinaps içine sinir iletici maddelerin salgılanmasını
sağlıyor. Bkz. sinir sinyali; tepkisizlik dönemi.
eylemleme (acting out) 1. Klasik psikanalize göre, özellikle cinsellikle ya da
saldırganlıkla ilgili bilinçsiz isteklerin ve düşlemlerin tutsağı olmuş kişinin, geçmiş
olayları anımsamak yerine, bu olayları bilinçsizce eyleme aktarması. Eylemleme, çoğu
kez, kişinin kendine ya da başkasına yönelik saldırganlık biçimini alıyor. Eylemlenen
dürtü burada ya hiç sözel anlatım bulamamıştır ya sözle anlatılamayacak kadar
yoğundur ya da hasta, ketleme kapasitesinden yoksundur. Psikanalizin bir “konuşma
aracılığıyla tedavi” olması nedeniyle eylemleme, tedavi için büyük bir engel
oluşturuyor. Eylemleme, davranış bozukluklarının ve psikopatinin; özellikle
sınırdaki kişiliklerin ayırt edici özelliğidir. 2. Kişinin, çatışma ya da stresle duygu ya
da düşünce yoluyla değil; eylem yaparak başa çıkma yöntemi. Bu, bir tür savunma
mekanizmasıdır. 3. Us dışı dürtüsel davranış. Bu tanım, çokluk, sorunlu çocuklar için
kullanılıyor. 4. Psikodrama gibi kimi tedavi yöntemlerinde, tedavi edici bir değeri
olduğuna inanıldığı için hasta, bastırılan duygularını bu yolla boşaltmaya
özendiriliyor. 5. Ayrıca, genelde antisosyal davranışlar ya da suç davranışları için
de sıklıkla kullanılan bir terim.
eylem psikolojisi (act psyychology) Ruhsal süreçlerin eylem ve içeriğinin ayrı süreçler
olduğunu savunan Franz Brentano’nun ortaya koyduğu bir felsefi bilinç psikolojisi.
Wundt, içgözlemi ve bilinçli içerikleri vurguluyor; bu kurama göre ise tersine,
psikolojinin konusunu içerikler değil; eylemler oluşturuyor.
eylemsel ataklık Bkz. atak çocuk; ataklık.
eylemsizlik gizilgücü (resting potential) Bir sinir hücresinin etkin olmadığı
(tetiklenmediği) durumdaki elektrik yükü; eylemsizlik potansiyeli. Bkz. eylem
gizilgücü; yeniden kutuplandırma.
eylemsizlik potansiyeli Bkz. eylemsizlik gizilgücü.
eylem yararcılığı (act utilitarianism) Bir eylemin değerini, doğruluğunu ya da
yanlışlığını, o eylemin sonuçlarının değeri ile (genel yararlılığa ya da mutluluğa
yaptığı katkı miktarıyla) ölçmek gerektiğini savunan görüş. Buna karşı çıkanlar, bunun
aşırı hoşgörülü olduğunu ve eylemin sonucunun yeterince büyük olması durumunda,
her türlü suçu haklı çıkaracağını; dahası, suçu ahlaksal bir yükümlülüğe
dönüştüreceğini belirtiyorlar. Bkz. yararcılık.
EYSENCK, Hans Jürgen (1916-1997) İngiliz psikolog. Almanya’nın Berlin kentinde
sahne oyuncusu anne babanın çocuğu olarak doğdu. Anne babası, o iki yaşında iken
ayrılınca Eysenck’i büyük annesi yetiştirdi. Nazi iktidarı döneminde etkin bir Yahudi
sempatizanı olarak, 18 yaşında ülkesinden ayrılıp İngiltere’ye gitti. Londra
Üniversitesi’nde psikoloji eğitimi gördü. 1955-1983 yılları arasında Londra
Üniversitesi’nde profesör olarak çalıştı. Araştırmlarının büyük çoğunluğunu insan
kişiliğinde ve zekâsındaki normal ayrılıklara ilişkin psikometrik araştırmalar
oluşturdu. Eysenck, yeterli görgül bilgi almadan ortaya atılan savlara karşı açıkça
tutum takındı. Kişilik konusundaki faktör analizi (etken çözümlemesi) çalışmalarına,
toplumsal tutumların çözümlemesine ve davranışçı tedavinin gelişimine önemli
katkılar sağladı. Öğrenilmiş alışkanlıkların çok önemli olduğuna inanan bir davranışçı
olmasına karşın, özellikle insanlar arasındaki zekâ, kişilik gibi ruhsal ayrılıkların
belirlenmesinde kalıtsal etkenlerin önemli olduğunu vurguladı. Oldukça üretken bir
yazar oldu. Başlıca yapıtları: Crime and Personality (1964). The Biological Basis of
Personality (1967), Psichology is about People (1972), Psivhoticism as a
Dimension of Personality (1976). Bkz. Eysenck’in ruhsal yapı sınıflaması; Eysenck
kişilik envanteri; etken kuramı.
FREIRE, Paulo (1921-1997) Brezilyalı eğitimci. Recife’de alt orta sınıftan bir ailenin
çocuğu olarak dünyaya geldi. Küçük yaşta yoksullukla tanıştı. Recife Üniversitesi’nde
hukuk, felsefe ve dil psikolojisi eğitimi gördü. Portekizce öğretmenliğine başladı.
Ezilenlerin yanında yer aldı. Savaşımı sırasında burjuvalarla çatışma yerine halkla
birlikte çalışmaya karar verdi. Halkla diyalog kurabilmek için kendi referans
çevresini değil; halkın referans çevresini kullanması gerektiğini öğrendi. 1946’da
Brezilya’nın yoksul kuzey eyaletlerinden Pernambuco’da Eğitim ve Kültür Bakanlığı
Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’ne getirildi. Buradaki deneyimleri yoksulların eğitimine
ve gereksinimlerine ilişkin düşüncelerinin temelini oluşturdu. 1947’de halkı
özgürleştirmeyi amaçlayan bir okuma yazma yöntemi geliştirdi. Bu yöntemde,
okuma yazma öğrenenlerin günlük yaşamından esinlenmiş bir gereç ve bu gereci konu
alan metinler kullanılarak halk, gerçek anlamda siyasal açıdan bilinçlendirilmek
isteniyordu. 1959’da Recife Üniversitesi’nde doktora tezini ezilenlerin bilinçli
okuma yazma öğrenmesi ve sorunları çerçevesinde hazırladı. Aynı üniversitede
1961’de Kültürel (Açık) Eğitim Bölümü Müdürlüğü’ne atandı. Burada, geliştirmiş
olduğu yöntemi uygulama olanağını buldu. Daha sonra aynı üniversitede eğitim tarihi
ve felsefesi profesörü olarak görev aldı. 45 günde 300 tarım işçisine okuma yazma
öğretmeyi başarınca piskoposluğun da desteği ile Brezilya hükümeti adına, 1963-
1964’te benzer ilkelerle çalışan 20 bin kültür merkezi oluşturdu. Hedef, 1964 yılına
kadar 2 milyon kişinin okuma yazma programlarından geçirilmesiydi. Hemen her ilde
bu uygulamanın eşgüdümcüleri (öğretmenler) için 8 aylık yetiştirme kursları açıldı.
Ancak, bu girişim, ülkenin tutucu kesimlerinin tepkisini aldı. Okuma yazma
bilmeyenlerin oy kullanma hakkının olmadığı Brezilya’da bu programla bir şeyleri
değiştirme düşüncelerinin aşılandığı ileri sürüldü. Freire, bu konuda tek gerçek
suçunun, okuma yazmayı mekanik bir sorun olmaktan daha fazla bir şey olarak
düşünmek; okuma yazmanın eleştirel bilinçle bağlantısını kurarak halkın
özgürleşmesine yardım etmeye çalışmak olduğunu belirtti. Ne ki uygulama tam
etkisini gösterme zamanını bulamadı; 1964’te yapılan askeri darbe ile ulusal okuma
yazma kampanyasına da son verildi. Feriere, Recife Üniversitesi profesörü ve ulusal
okuma yazma programının ulusal başkanı sıfatıyla saygın ve oldukça tehlikeli bir
kişilik olarak görüldüğünden tutuklandı, üniversiteden de atıldı; ayrıca Tanrı’nın ve
Amerikalıların düşmanı olarak ilan edildi. 75 günlük tutukluluk ile onu izleyen
görüşmeler sonunda Bolivya’ya sığınma hakkını elde etti. Ancak, 15 gün sonra orada
da darbe yaşanınca Freire, Şili’ye gitti ve orada beş yıl kaldı. Şili’de de okuma yazma
sorunu ciddi boyutlarda olduğundan, 1965’te kurulan Yetişkinlerin Eğitimi için Özel
Planlama Dairesi Başkanı, Şili Üniversitesi’nde çalışmakta olan Freire ile ilişki
kurarak onun okuma yazma yöntemini uygulamaya karar verdi. Karşı çıkmalara karşın,
Daire Başkanı W. Cortes’in çabalarıyla program uygulamaya konuldu. Şili Tarım
Reformu Dairesi’nin Eğitim ve Araştırma Enstitüsü’nde görev verilen Freire ile
işbirliği yapılarak yetişkin okuma yazma programının uygulanması sürdürüldü. 16
yıllık sürgün yaşamının ilk 5 yılını Şili’de geçiren Freire, sonra Harvard Üniversitesi
Eğitim Okulu’nda danışmanlık yaptı. İlk kitabı olan Bir Özgürleşme Pratiği Olarak
Eğitim’i 1967’de; Ezilenlerin Pedagojisi’ni de 1968’de yayımladı. 1973’te
İngiltere’deki Açık Üniversite, eğitime yaptığı katkı nedeniyle kendisine onursal
doktora verdi. 1975’ten sonraki çalışmalarını daha çok, bağımsızlığını yeni kazanmış
olan ülkelerin sorunlarına ve istemlerine uygun bir eğitimi tasarlama konusunda
yoğunlaştırdı. 1980’e dek İsviçre’de Dünya Kiliseler Birliği eğitim bürosunda özel
danışmanlık yaptı. 1980’de çıkan afla Brezilya’ya dönünce Sao Paulo’da, Pontificia
Katolik Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. Girdiği İşçi Partisi’nde 1980-1986
arasında Yetişkin Eğitimi Sekreterliği görevinde bulundu. Onun görüşlerini yaymak
üzere 1981’de Paulo Freire Enstitüsü kuruldu. 1986’da İşçi Partisi’nin belediye
seçimini kazandığı Sao Paolo’da kentin eğitim sekreteri olarak çalıştı. Bu dönemde
Güney Amerika ve Afrika ülkelerinin eğitimi üzerine birçok çalışma yaptı. Pek çok
ülkede seminerlere katıldı, konferanslar verdi. Eğitim felsefesi ile ilgili çarpıcı
çalışmalarıyla tanınan Freire’nin düşünceleri, Hıristiyan özgürleşme teolojisi ile işçi
dayanışmasını öne çıkaran Marksist bakışın bir sentezi görünümündedir. Başlıca
yapıtları: Cultural Action For Freedom, 1967 (Özgürleşme Pratiği Olarak Eğitim);
Pedagogy of the Oppressed, 1969 (Ezilenlerin Pedagojisi); Pedagogy in Process:
Letters to Guinea-Bissau (Bir Süreç Olarak Pedagoji; Gine-Bissau’ya Mektuplar);
The Politics of Education: Culture, Pover and Liberation (Eğitim Politikası:
Kültür, İktidar ve Özgürleşme).
frekans (frequency) 1. Ses, ışık dalgaları gibi dönemsel olgularda saniyedeki yineleme
sayısı. 2. İstatistikte bir veri setinde değişkenlerin aldığı puan ve benzeri farklı
değerlerin yinelenme sayısı. Bkz. frekans dağılımı; frekans histogramı; frekans
kuramı; frekans poligonu.
frekans dağılımı (frequency distribution) İstatistiksel bir dağılım aralığının bölündüğü
bitişik ve eşit genişlikteki aralıklar kümesi. Her aralık, aralıktaki ölçümlerin sayısını
gösteren bir frekans ile ilişkilenmiştir. Bkz. normal dağılım.
frekans histogramı (frequency histogram) Grafiksel bir veri sunuş biçimi.
Histogramların her biri, veri kümesindeki değişkenlerin, örneğin, puanlar gibi farklı
değerlerinin hangi sıklıkta yinelendiğini gösteren bir dizi çubuktan oluşuyor.
frekans kuramı (frequency theory) Bir işitme kuramı. Bu kurama göre, Bazilar zarı,
kulak zarına çarpan sesin frekansıyla doğru orantılı ve bir bütün olarak titreşir.
frekans poligonu (frequency polygon) İstatistikte sıklık dağılımını gösteren bir eğri.
frenoloji Bkz. kafatası bilimi
FREUD, Anna (1895-1982) Avusturya doğumlu, İngiliz psikanalist. Sigmund
Freud’un altı çocuğundan yalnızca en küçüğü ve istenmeyerek dünyaya gelen Anna
Freud, babasının yolunu izledi ve psikanalist oldu. Anna, mutsuz bir çocukluk geçirdi.
Çocukluğuna ilişkin, sıkılma ve terk edilme duygusunu; annesinin gözbebeği olan kız
kardeşi Sophie’yi kıskandığını anımsıyor. Daha sonra ise babasının gözdesi oldu.
Anna, babasının çalışmalarıyla daha 14 yaşında iken ilgilenmeye başladı. Babasına
yönelik duygusal bağlılığı onu kaygılandırdı ve 22 yaşında onunla analize girdi.
Ancak, baba, dört yıl süren bu analiz nedeniyle kendini eleştirdi ve bunu “divanın her
iki ucundaki Ödipal bir felaket” olarak nitelendirdi. Anna, psikanalizle ilgili ilk
çalışmasını 1924 yılında Viyana Psikanaliz Topluluğu’nda okudu. Adı bilinmeyen bir
hastanın olay öyküsüne dayandığını söylediği Fantezi ve Hayalleri Yenmek başlıklı
çalışması, gerçekte Anna’nın düşlemlerine ilişkindi. Yasak aşk baba-kız ilişkisi
düşlerini, bunları yenişini ve mastürbasyon yoluyla cinsel doyuma ulaşmasını
anlatmıştı. Bildiri, Freud ve meslektaşlarınca olumlu bulundu ve Anna’nın topluluğa
girmesine izin verildi. Hiç evlenmeyen Anna, yaşamını duygusal zarar görmüş
çocuklara psikanalizin uygulanmasına ve uzun hastalık döneminde babasının bakımına
adadı. On yıldan fazla bir süre, Freud’un yaşamında en önemli kişi oldu. Bu sıkıntılı
yaşamına karşın psikanalitik bir uygulama geliştirmek ve çocukların analizine öncülük
etmekle kalmadı; pek çok kitap ve makale yazdı ve babasının düşüncelerine önemli
katkılarda bulundu. 1927 yılında yayımlanan Çocuk Analizi Tekniğine Giriş adlı ilk
kitabıyla ilgilerinin yönünü de haber vermiş oldu. Çocukların tedavisiyle hiç
ilgilenmemiş olan baba Freud’un kızı olarak Anna, onların görece olgunlaşmışlıklarını
yeterince gelişmemiş sözel becerilerini göz önünde tutan bir psikanalitik tedavi
yaklaşımı geliştirdi. Çalışmalarının büyük bölümünü, Freud ailesinin 1938 yılında
Nazilerden kaçarak yerleştikleri Londra’da gerçekleştirdi. Kimi oyun malzemeleri
kullanmak ve çocukları evlerinde gözlemlemek, onun getirdiği yenilikler
arasındadır. Hastalarıyla, evinin bitişiğinde açtığı klinikte ilgilendi; tüm dünyadan
çalışmak amacıyla gelen klinik psikologlar için Psikanaliz Eğitim Merkezi’ni de
burada kurdu. Çalışmalarını, 1945 yılında yayımlanmaya başlanan Çocuğun
Psikanalitik Araştırması dergisinin yılda bir kez çıkan sayılarında yayımladı. Anna
Freud, ortodoks psikanaliz kuramını yeterince inceledikten sonra “Benlik
ilkelbenlikten bağımsız bir işlev görüyor.” yargısını belirleyip benimsediği için
rolünü genişletti. Benlik ve Savunma mekanizmaları (1936) adıyla yayımladığı
kitabında, benliği kaygıdan koruyan savunma mekanizmalarının kullanımını
ayrıntılarıyla açıkladı. Çok önemli bir katkı olarak değerlendirilen ve bugün de
psikanalitik benlik psikolojisinin temel kitaplarından biri sayılan bu kitap, birçok dile
çevrildi. Freudçu savunma mekanizmalarının standart listesi, Anna Freud’un çok
daha net bir biçimde anlatımı ve çocukların çözümlenmesinden örneklerle
desteklenmesi ile ortaya konuldu. Anna Freud ve yandaşlarınca geliştirilen benlik
psikolojisi, 1940-1970 arasında Amerika’da Freudçular, psikanalizi bilimsel
psikoloji’nin bir parçası durumuna getirmek amacıyla Freudçu kavramları
sadeleştirmeye, işlemsel olarak tanımlamaya, psikanalitik varsayımın deneysel
araştırmasını yapmaya ve psikanalitik psikoterapiyi değiştirerek gerçekleştirmeye
çalıştılar. Bu yolla deneysel psikoloji ile psikanaliz arasında daha yakın bir ilişkinin
gelişmesini sağladılar. Benlik psikanalistleri, kendilerini genelde Freudçu olarak
tanımladılarsa da psikanalizin türevlerine ve karşısında yer alanlara bu etiketi
kaptırmamış oldular. Psikanalizde bir başka değişikliği, Melanie Klein gerçekleştirdi.
Başlıca yapıtları: Das Ich und die Abwehrmechanismen, 1936 ( Ben ve Savunma
Mekanizmaları); Infants Without Families and Pathology (D. Burlingham ile), 1943
(Ailesiz Çocuklar); Normality and Pathology in Childhood: Assessments of
Development, 1965 (Çocuklukta Normallik ve Patoloji: Gelişimin
Değerlendirilmesi); Problems of Psychoanalytic Training, Diagnosis and the
Technique of Therapy, 1966-1970 (Psikanaliz Eğitimi ve Tanıda Sorunlar, Terapi
Tekniği); The Writings of Anna Freud, 7 cilt, 1966-1970 (Anna Freud’un Yapıtları).
Bkz. benliğin savunma mekanizmaları; benlik psikanalistleri; çocuk analizi; çocuk
psikolojisi; KLEİN, Melania; psikanaliz.
galvanik deri tepkisi (galvanic skin response) Cildin; özellikle avuç içinin ve öbür
kılsız bölgelerin uyarıcıya tepki olarak elektrik direncinin değişmesi. Özerk sinir
sisteminin kendiliğinden bir tepkisi olarak bu durumun gözlemlenmesi, ter bezlerinin
etkinliğine bağlı bulunuyor; hem haz veren hem de stres yaratan uyarıcılarla; dahası
yeni ya da koşullu uyarıcılarla ortaya çıkabiliyor. Bkz. yalan makinesi.
gama alkolizm (gamma alcoholism) E. M. Jellinek’in alkol kullanımı sınıflamasında
alkole karşı ruhsal ve fizyolojik bağımlılık geliştiren ve alkol alımını denetleme
gücünü yitiren kişiler için kullandığı terim. Bu alkol kullanma düzeyi, ruhsal
bağımlılıktan fizyolojik bağımlılığa doğru bir ilerleme olup davranışlarda belirgin bir
kötüleşmeye yol açıyor. Bkz. alkolizm.
gamet Bkz. eşeylik hücresi.
gangliyon (ganglion) Beynin ve omuriliğin dışında kalan ve periferik sinir sisteminin
bir parçası olan sinir hücreleri. Bu hücreler, duyusal ve özerk sistemlerde bilgi işleme
işlevi görüyorlar.
gaye Bkz. amaç, hedef, erek.
Gazi Eğitim Enstitüsü (GEE) (Gazi Pedagogical Institute) Orta dereceli okullara
öğretmen yetiştirmek amacıyla 1926-1927 öğretim yılında Konya’da Orta Muallim
Mektebi adı ile kurulup bir yıl sonra Ankara’ya taşınan ve 1929-1930 öğretim yılında
Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü adı ile tarihsel binasına yerleşen
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir yüksek öğretim kurumu. Kuruluşunda yalnızca
edebiyat bölümü bulunan; Ankara’ya taşındığında pedagoji bölümü de eklenen 1928-
1929 öğretim yılında İlköğretmen okulu çıkışlıları sınavla alan iki yıllık bir hazırlık
bölümü ile bir buçuk yıllık bir meslek bölümünden oluşan enstitüde edebiyat ve
pedagoji bölümlerinin yanı sıra tarih, coğrafya, fizik ve tabiat bilimleri ile matematik
bölümleri de vardı. 1932-1933 öğretim yılında bu beş bölümün öğrenim süresi dört
yıla çıkarıldı ve bunlara ayrıca üçer yıllık resim-iş, beden eğitimi bölümleri eklendi.
1934-1935 öğretim yılında hazırlık sınıfları kaldırıldı; 1937-1938 öğretim yılında
müzik; 1941-1942 öğretim yılında iki yıllık Fransızca; 1944-1945 öğretim yılında da
İngilizce bölümleri açıldı. Böylelikle bu eski ve köklü kurumun Almanca, Fransızca,
İngilizce, beden eğitimi, resim-iş, müzik, sosyal bilgiler, matematik, tabiat bilimleri,
Türkçe bölümleri, ilköğretmen okulu ve lise çıkışlıları sınavla parasız yatılı öğrenci
olarak almış ve iki üç yıllık bir öğretimden sonra orta dereceli okullara dal öğretmeni;
pedagoji bölümü de ilköğretmen okulu çıkışlıları, ilköğretmen okullarına meslek
dersleri öğretmeni ve ilköğretim müfettişi olarak yetiştirmiştir. Cumhuriyetin ilk
yıllarında eğitimin yurt düzeyinde yayılıp gelişmesinde önemli bir görev yapmış olan
bu kurumu bitirenler, Milli Eğitim Bakanlığı’nın merkez ve taşra örgütlerinde de
önemli görev ve sorumluluklar üstlenmişlerdir. Daha sonra enstitü, tümüyle Gazi
Üniversitesi içinde yer almıştır.
gebeliğin önlenmesi (contraception) Tohumun yumurtayı aşılamasını yapay olarak
önleme yoluyla isteyerek döl yetiştirmeyi sınırlama. Bir tür doğum kontrolü olan bu
sınırlama, çocuk düşürme ile karıştırılmamalıdır. Bu terim, kısırlaştırma dışında,
gebelikle sonuçlanan bütün birleşmelere karşı alınan önlemleri kapsıyor.
gebelik (pregnancy) 1. Dişi omurgalılarda aşılanmış yumurtanın döl yatağında
gelişmesi sırasındaki koşullar. 2. Doğuncaya kadar yavrunun anne karnında geçen
süresi; hamilelik. Bu süre, insanda dokuz ay ya da kırk hafta kadardır.
gece karabasanı Bkz. korku.
gece korkusu Bkz. korku.
gece yatağını ıslatma Bkz. yatağa işeme; psikoterapi.
gecikmeli bellek (delayed memory) Kişinin daha önce anımsamadığı bir anıyı
anımsaması. Bu anımsama, kendiliğinden ya da çağrışımla oluyor.
gecikmeli boşalma (delayed ejaculation) Cinsel ilişki sırasında erkeğin boşalmakta
zorluk çekmesi biçiminde beliren cinsel işlev bozukluğu.
gecikmeli koşullama (delayconditioning) Pavlov benzeri koşullamada bir sinyalin kısa
bir gecikmeden sonra, biyolojik açıdan önemli bir olayla birlikte verilmesi. Bkz. izli
koşullama.
geciktirme sağaltımı Bkz. geciktirme tedavisi.
geciktirme tedavisi (delay therapy) Obsesif kompulsif hastaların tedavisinde
kullanılan bir yöntem; geciktirme terapisi, tepki engelleme tedavisi, geciktirme
sağaltımı. Bu tedavide hastalar, normal koşullarda el yıkama gibi kompulsif
davranışlarını kışkırtacak ortamlara sokuluyor; ancak söz konusu davranışları
yapmaları engelleniyor.
geciktirme terapisi Bkz. geciktirme tedavisi.
geçerlik (validity) Ölçme aracının ölçmeyi amaçladığı özelliği, başka özelliklerle
karıştırmadan, doğru biçimde ölçme derecesi. Örneğin, uzunluk ölçmek için
geliştirilmiş olan metre ile ağırlık ölçülemez. Metrenin amacı, uzunluk ölçmektir. Bir
ölçme aracının geçerliği, mantıksal ve görgül yollarla belirleniyor. Alanın uzmanı,
araştırma yapmadan da testin içermesi gerekenlerle testi karşılaştırabiliyor. Bu
amaçla birden çok yargıcı seçiliyor ve onların ortalamaları alınıyor. Görgül yolla
araştırma yaparak geçerliğin saptanması, daha olumlu sonuç veriyor. Kullanım
amacına göre, bir ölçme aracında bulunması gereken üç tür geçerlik şunlardır: (1)
Kapsam geçerliği: Bu geçerlik, bir ölçme aracının, ilgilenilen davranış alanına giren
davranışları ne aşamada içerdiğini belirtiyor. Bilgi ve başarı testlerinde daha çok,
kapsam geçerliği aranıyor. Kapsam geçerliği için genellikle test maddelerine
bakılarak karar veriliyor. Maddelerin, ilgilenilen davranış evrenini en iyi biçimde
örneklemesi bekleniyor. Bunun sağlanması için belirtke tablosu hazırlanıyor. Belirtke
tablosunda, özenli bir çalışma ile ölçülmek istenen hedef davranışın ana konuları
belirleniyor. Bu geçerlik, daha çok, mantıksal yolla ortaya konuluyor. (2) Ölçüt
bağıntılı geçerlik: Bu geçerliğin sağlanması için, söz konusu davranış ya da özelliğin
ölçütü olarak kabul edilen değişkenle test karşılaştırılıyor. Bir testin, ölçüt olarak
alınan başka bir testle tutarlılığına bakılıyor. Zekâ ve akademik yeterlilik testleri
ve ilgi testleri için genellikle ölçüt bağıntılı geçerlik kullanılıyor. Ölçme, gelecekteki
başka bir alana ve zamana yönelik bir kestirimde bulunmak için yapılıyorsa o zaman,
yordama geçerliğine bakılması gerekiyor. Ölçme, şimdiki döneme yönelikse, hem-
zaman geçerliğine bakılıyor. Bunda, ölçme de ölçütle ilgili sonuçlar da bir arada
değerlendiriliyor ya da ölçme işlemi sırasında, hazır olan ölçüte bakılıyor. Örneğin,
üniversite sınavındaki başarıyla lise son sınıftaki başarı karşılaştırılıyor. Yordama
geçerliğinde istatistiksel teknik olarak, gerileme (regression) kullanılıyor. Üniversite
giriş sınavlarında karşılaşılan durum, ölçme aracıyla elde edilen sonuçla bireylerin
geleceğinin yordanmasıdır. İyi puan alan öğrencinin, üniversitede başarılı olacağı
yordanıyor. Bu nedenle ölçme aracıyla elde edilen sonuç, sonradan elde edilen ve
ölçüt olarak kabul edilen bir sonuçla karşılaştırılarak bulunan korelasyon katsayısı, o
testin yordama geçerliğini vermiş oluyor. Ancak, ölçütte uygunluk, yansızlık,
güvenirlik ve kolay elde edilebilirlik özelliklerinin aranması gerekiyor. (3) Yapı
geçerliği: Bu geçerliğin amacı, ölçme aracının hangi davranışı, hangi özellikleri ve
nitelikleri ölçtüğünü; bunların ölçülmesinde testteki kavram ve yapımların etkililik
derecesinin ne olduğunu ortaya çıkarmaktır. Yapı geçerliliğinin belirlenmesi, bir tür,
kuramın denetlenmesi; kuram geliştirmek demektir. O nedenle, kurama ilişkin hangi
denencelerin (hipotezlerin) kurulacağına karar veriliyor ve bu denenceleri test
etmek için veri toplanıyor. Sonuçta da kuramın toplanan verileri açıklamak için
yeterli olup olmadığı yordanıyor. Veriler kuramla çeliştiğinde, ya testin yorumlanma
biçiminin değiştirilmesi ya kuramın yeniden düzenlenmesi ya da tümden reddedilmesi
gerekiyor. Görgül yolla yapılmakta olan yapı geçerliği işlemi, uygun bir ölçüt
bulunamadığı ya da tek bir ölçütün uygulanamayacağı durumda, uygun bir teknik olarak
görülüyor. Ancak, bir testle ilgili ölçüt bağıntılı geçerlik bilgisi yoksa o test, yalnızca
deneysel kabul ediliyor. Yapı geçerliği; sorular, grup farkları ve başka değişkenlerin
test üzerindeki etkisi araştırılıp testle öbür testler arasındaki korelasyonlara ve iç
korelasyonlara bakılarak ve faktör analizi yapılarak belirleniyor. Bir testi daha da
kullanışlı yapmak için, o testin geçerliğine ilişkin, her üç geçerlikle ilgili bilgi
toplanmalıdır. “Ölçme aracıyla ölçüt arasındaki korelasyon” demek olan geçerlik
katsayısı yüksek olmalıdır. Bkz. güvenirlik.
geçerlik katsayısı (validity coefficient) Belli bir testten elde edilen puanlarla bu testin
ölçtüğü varsayılan özellikleri ölçen ölçüt puanlar denilen bağımsız bir ölçüm
arasındaki korelasyon. Örneğin, akademik başarı profilini belirlemek için uygulanan
bir testle, öğrencinin o güne kadarki akademik performansını gösteren not ortalamaları
arasındaki korelasyon, sözü edilen testin geçerliği konusunda bir fikir verebiliyor.
geçici bastırma Bkz. bastırma.
geçicilik (transience) Psikiyatride, yitirme beklentisiyle birleşen bir duygu. Her şeyin
geçici olduğu duygusu. Freud’a göre, bu duygu zevk almayı engelleyen; derin, kalıcı
ilişkiler kurmayı köstekleyen bir duygudur. Normal kişi ise, “burada”yı ve “şu an”ı
yaşıyor; sevgi nesnelerinin yitirilmesi düşüncesinden ürkmüyor.
geçimsizlik Bkz. boşanma.
geçiş 1. (transfer) Daha önce gerçekleştirilmiş etkinliklerin ve edinilmiş olan
davranışların yeni öğrenilenler üzerindeki etkisi; bir alanın ya da öğrenilenin başka
alana ya da konuya da aktarılması; transfer, aktarım. geçişim. Örneğin, ikinci bir
yabancı dil öğrenme, birinciden çok kolay oluyor. Bu etki, öğrenilen konunun, daha
önce öğrenilen konuya benzemesi ya da benzememesine; araya giren zamana ve
başka etkenlere göre kolaylaştırıcı, pekiştirici ya da zorlaştırıcı, köstekleyici
olabiliyor. Genellikle olumlu ve olumsuz olarak iki türlü geçiş bulunuyor. Bir alanda
öğrenilenler, başka bir alanda öğrenilenleri kolaylaştırıyorsa buna olumlu geçiş
deniyor. Belli bir tür arabayı sürmeyi öğrenen kişinin, başka tür bir arabayı da
kullanabilmesi, olumlu geçişi örneklendiriyor. Bu örnekte yüzde yüze yakın bir geçiş
söz konusudur. Bir alanda ya da konuda öğrenilenler, başka bir alanda ya da konuda
öğrenileceklere engel oluyorsa, buna da olumsuz geçiş deniyor. Aynada görüleni
çizme deneyi, olumsuz geçişe örnek oluşturuyor. Ayna, sağ ve solu ters gösterdiği için
görüntünün resmini çizmek güçleşiyor. Bunda, daha önce öğrenilmiş olan göz-el
eşgüdümü yerine yenisini geliştirmek gerekiyor. Bkz. aktarım; bilişsel öğrenme;
geçme.
geçme Bkz. geçiş.
geçmişe dönüş (flashback) 1. Geçmişe dönüş halüsinozu. Görsel, işitsel, davranışsal
ya da duygusal olabilen geçmişe dönüşleri oluşturan dört genel grup şunlardır: a.
Rüyalar ya da karabasanlar. b Kişinin uyandığı halde rüya içeriğinin etkisinde
kaldyeığı, gerçeklikle ilişki kurmada zorlandığı rüyalar. c Kişinin gerçeklikle
ilişkisini koruduğu ya da yitirdiği birden çok duyuyu içeren halusinasyonlar eşliğinde
gelişen bilinçli geçmişe dönüşler. ç. Kişinin geçmişe dönüş ile geçmişte kalan travma
arasındaki ilişkiyi o anda ya da daha sonra göremediği bilinçsiz geçmişe dönüşler. 2.
Akut travma yaşayanlarda sıklıkla rastlanan bir tür kendiliğinden duygusal boşalım.
Kişi, kimi olaylarda birkaç saniyeden birkaç saate; hatta birkaç güne dek değişen
sürelerle çözülmeli durumlar yaşıyor. Bu süre içinde, travmatik olayın bileşenleri
canlanıyor ve kişi, olayı sanki şu anda yaşıyormuş gibi davranıyor. Bkz. travma
sonrası stres bozukluğu; yeniden canlandırma.
geleceğe yönelik amaçlar Bkz. amaç; bireysel psikoloji.
gelecek kaygısı (future shock) Alvin Tofler’e göre, çok hızlı teknolojik ve toplumsal
değişimler karşısında duyumsanan kişisel kafa karışıklığı, toplumsal yönelimsizlik.
gelecekteki olası eğitim sistemleri (possible educational systems in the future) Bkz.
biyoteknolojik kuram (biyoteknolojik eğitimin temelleri); dizgeli
(programlandırılmış) bilgisayarlı eğitim; dizgeli (programlandırılmış) eğitim;
robotlarla eğitim.
gelenek (tradition) Eski çağlardan beri kuşaktan kuşağa geçerek yaşanagelen ve
toplumun, topluluğun üyeleri arasında ortak bir ruh ve sağlam bir bağ yaratan her
türlü değerli alışkanlıklar, kültürel kalıntılar, bilgi, töre ve davranışlar; anane.
geleneksel (traditional) Gelenekle ilgili, geleneğe dayanan, gelen niteliğinde olan;
ananevi. Bkz. evlilik (Geleneksel Evlilik); geleneksel dilbilgisi; geleneksel düzey;
geleneksel eğitim; geleneksel toplum.
geleneksel dilbilgisi Bkz. dilbilgisi
geleneksel düzey Bkz. KOHLBERG, Lawrence.
geleneksel eğitim Bkz. eğitim.
geleneksel evlilik Bkz. evlilik.
geleneksellik öncesi düzey Bkz. KOHLBERG, Lawrence.
geleneksellik sonrası düzey Bkz. KOHLBERG, Lawrence
geleneksel okul (traditional school) Geleneksel eğitimin uygulandığı eğitim kurumu.
Bkz. eğitim.
geleneksel sözel tedaviler Bkz. psikoterapi.
geleneksel toplum (traditional society) Çağcıl üretim araçları ve kurumlarının
bulunmadığı, üretümü tarıma dayalı toplum. Bkz. çağcıl toplum.
gelişim (development) 1. Kristallerdeki molekül değişmelerinden toplumsal
değişmelere dek canlı ve cansız varlıklarla birey ve toplumdaki her türlü değişim ve
ilerlemeler ve bunların sonuçları. 2. Biyolojide: Bir yandan canlının birey olarak
yumurtanın döllenmesinden erginleşene dek süren yapısal ve işlevsel değişiklikler
dizisi (birey oluş); öbür yandan da türün başlangıcından bugüne dek süren gelişim ve
ilerleme aşamaları (tür oluş). 3. Eğitim ve psikolojide: Bireyin doğuştan getirdiği
özelliklerinin özellikle erginlik çağına dek gösterdiği ilerleme ve değişmeler.
Gelişim, her canlıda kendine özgü bir çizgi izliyor. Bu çizgide inişler, duraklamalar,
sıçramalar oluyor; ama aynı türde ya da aynı yaş dilimlerinde ortak birçok
benzerlikler görülüyor. Eğitim ve psikolojide gelişim, daha çok niteliksel ya da
işlevsel değişimler ve yapıda, işlevde, örgütte ayrımlaşma, bütünleşme,
karmaşıklaşma ya da verimleşmede ileriye doğru ya da üst düzeyde bir değişme. 4.
Toplumbilimde: Bireyin toplumsallaşması ve bir kültür grubunun üyelerin
gereksinimlerini daha iyi giderecek yönde ilerlemesi. Bkz. gelişim aşamaları; gelişim
bunalımı; gelişim dönemleri; gelişim dönemlerinde cinselliğin ortaya çıkış biçimi;
gelişim evreleri; gelişim gereksinimleri; gelişimin genel ilkeleri; gelişim ödevleri;
gelişim ölçekleri; gelişim psikolojisi; gelişimsel aritmetik bozukluğu; gelişimsel dil
bozukluğu; gelişimsel engeller; gelişimsel gecikme; gelişimsel kilometre taşları;
gelişimsel okuma bozukluğu; gelişimsel rehberlik; gelişimsel söyleyiş bozukluğu;
gelişim sıralaması; gelişim testleri; gelişim yaşı; gelişmemiş benlik; geliştirici
(eğitici) ceza; geliştirici eğitim.
gelişim aşamaları Bkz. gelişim dönemleri, gelişim evreleri.
gelişim bunalımı (developmental anxiety) Erikson’a göre, sekiz gelişim döneminden
birine ilişkin özelliklerin ortaya çıkışı, belirli bir aşamaya gelişi ve o gelişim
döneminin aşılması çabaları. Bu bunalımlar, gelişimin doğal zorluklarıdır. Bkz.
insanın sekiz çağı.
gelişim dönemleri (stages of development) 1. Çözümleme ve karşılaştırma amacıyla
yaşamın belli ortak özelliklere ve takvim aralıklarına göre bölümlendiği dönemler;
gelişim çağları, gelişim basamakları, gelişim evreleri; gelişim aşamaları, gelişim
düzeyleri. Gözleme ve geleneklere dayanılarak halk dilinde bu dönemler süt çocuğu,
kundak çocuğu, kucak çocuğu, yuva çocuğu, okul öncesi çocuğu, okul çocuğu, ya da
çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık olarak adlandırılıyor. Bu bölümlemelerin,
belli bir gelişim kuramını desteklemek gibi bir amacı yoktur. Bu nedenle bunlar,
genellikle yapay ve bilimsellikten uzaktır. 2. Kolaylık sağlamak amacıyla, yetkililerce
yapılan bölümlemeler. Bu konuda farklı dilimlemeler yapılmıştır. Amerika
Psikologlar Derneği (APA) Gelişim Psikolojisi Bölümü’nün benimsediği gelişim
dönemleri şöyledir: (1) Süt çocukluğu (bebeklik) çağı (infanty): Doğuştan 1 yaşa
kadarki dönem. Bu dönem, kendi içinde (a) Bebek (neonate) (İkinci haftaya kadar);
(b) Süt çocuğu (baby) (9 aylığa kadar) olarak iki alt döneme ayrılıyor. (2) Çocukluk
çağı (childhood): 1-12 yaşlar arası dönem. Bu dönem kendi içinde (a) İlk çocukluk
çağı (early childhood) (1-6 yaşlar arası dönem); (b) Orta çocukluk çağı (mid-
childhood) (6-10 yaşlar arası dönem); (c) Son çocukluk çağı (late-childhood) (10-12
yaşlar arası dönem) olarak üç alt döneme ayrılıyor. Bu çağın ikinci ve üçüncü alt
bölümlerine okul çağı ya da çoğunlukla yeniyetmelik öncesi ya da ergenlik öncesi
çağı deniyor. (3) Gençlik (yeniyetmelik ya da ergenlik) çağı (adolescence): 12-21
yaşlar arası dönem. Bu dönem de kendi içinde (a) İlk gençlik çağı (early
adoloscence) (12-14 yaşlar arası dönem) (b) Orta gençlik çağı (puberty) (14-16
yaşları arası dönem) (c) Son gençlik çağı (late-adolescence) (16-21 yaşlar arası
dönem) olarak üç alt döneme ayrılıyor. (4) Olgunluk (yetişkinlik) çağı (adult): 21-26
yaşlar arası dönem. (5) Orta yaşlılık çağı (middle old age): 26-65 yaşlar arası
dönem. (6) Yaşlılık çağı (old age): 65 ve daha yukarı yaşlar. Bkz. çocuk ve ergenin
gelişim dönemleri; içgüdü kuramı; insanın sekiz çağı.
gelişim dönemlerinde cinselliğin ortaya çıkış biçimi Bkz. ruhsal-cinsel gelişim.
gelişim evreleri (developmental stages) Freud’un ruhsal-cinsel gelişim kuramı;
Erikson’un insanın sekiz çağı; Piaget ve Kohlberg’in ahlak gelişimine ilişkin
görüşleri gibi yaklaşımlarda insanın temel özelliklerinin ya da davranış yapılarının,
gelişim süreci içinde nasıl ortaya çıktığını açıklayan dönemler. Bkz. çocuk ve ergenin
gelişim dönemleri; çocuk ve ergende ruhsal-cinsel gelişim; gelişim dönemleri.
gelişimin genel ilkeleri Bkz. gelişim ödevleri.
gelişim gereksinimleri Bkz. eğitim; gereksinimler aşama sırası; üst gereksinimler.
gelişim ödevleri (developmental tasks) Gelişim dönemlerinin her birinde kişinin mutlu
olması, ileride karşılaşacağı görevleri de başarıyla yerine getirmesi için kazanması
gereken bedensel, devimsel, zihinsel, toplumsal, duygusal ve cinsel davranış biçimleri
(beceriler), alışkanlıklar ve değer duyguları. Gelişim ödevleri, aşağıdaki gelişim
ilkelerine uygun olarak yerine getiriliyor. Gelişimin genel ilkeleri: (1) Çocuk
gelişimi, kalıtım ve çevre koşullarının katkısıyla gerçekleşiyor. (2) Çocuk gelişimi
belli bir sıra izliyor. Örneğin, her çocukta önce büyük kas gelişimi gerçekleşiyor.
Bununla birlikte, çocukların gelişim hızlarında bireysel ayrılıklar görülüyor. (3)
Çocuk gelişiminin aşamaları baştan ayağa, içten dışa, basitten zor ve karmaşık olana
doğru bir gidiş gösteriyor. Örneğin, dil gelişiminde çocuk önce anlamsız sesler
çıkarıyor; sonra belirgin heceleri söylüyor; daha sonra da anlamlı sözcükler ve
tümceler oluşturuyor. (4) Çocuğun her gelişim alanı, öbür gelişim alanlarıyla
etkileşiyor. (5) Gelişim, her yaşta aynı hızda sürmüyor; yaşlar arasında hız ayrılıkları
görülüyor. Örneğin, bedensel gelişim ilk iki yılda çok hızlı olmasına karşılık, bunu
izleyen yıllarda hız azalıyor; erinlikten sonra yeniden artıyor. Gelişim, aynı yaştaki
kişiler arasında da farklılk gösteriyor. (6) Çocuğun belirli dönemlerde belirli gelişim
düzeyine ulaşması gerekiyor. Tersine, bir sonraki gelişiminde aksamalar oluyor.
Örneğin, çocuk, özgüven duygusunun temelini, yaşamının ilk yılında atmış olması
gerekiyor. Bu gerçekleştirilemezse, sonraki yaşlarda sağlıklı bir benlik yapısı
oluşturmak güçleşiyor. Bkz. gelişim sıralaması; ruhsal-cinsel gelişim kuramı;
insanın sekiz çağı; çocuk ve ergenin gelişim dönemleri; çocuk ve ergende ruhsal-
cinsel gelişim.
gelişim ölçekleri Bkz. gelişim testleri.
gelişim psikolojisi (developmental psychology) İnsan davranışının ve zihin süreçlerinin
bilimi olan psikolojinin alt ve temel uzmanlık dallarından biri; gelişim ruhbilimi.
Gelişim psikolojisi araştırmaları, başlıca iki bölümde toplanıyor. Bunlardan
birincisinde, insan gelişiminin çeşitli yönleri ele alınıyor ve betimleniyor. İkincisinde
ise gelişime ilişkin temel kavramlar, ilkeler, kuramlar ortaya konuluyor. Gelişim
alanındaki en yararlı çalışmalar, olgu ile kuramı birleştiren ve bu yolla insan
bilimlerine katkı sağlayan çalışmalardır.İnsan gelişimine ilişkin çalışmalar, bu
bakımdan biyoloji, sosyoloji, antropoloji, tarih gibi bilim dallarını da ilginendiren
çok disiplinli, bir alana yayılıyor. Onun için günümüzde bu dal, çok yönlü bir
araştırma ve inceleme alanı yapılmalıdır. Gelişim psikolojisinin uğraşı alanı,
bireylerin yaşamları boyunca geçirdikleri değişimleri betimlemek, açıklamak; bireyler
arasındaki değişim, benzerlik ve farklılıkları ortaya koymaktır. Gelişim psikologları,
gelişimi betimliyor; dolayısıyla gelişim normlarıyla ilgileniyorlar. Aynı zamanda
gelişimin neden belli bir yolda ilerlediğini ve bireylerin gelişimlerinin neden
birbirlerinden farklılaştığını bulmaya çalışıyorlar. Modern gelişim psikolojisi ise
oldukça yenidir. 1960’lara dek bebek, çocuk ve ergen üzerindeki psikolojik
araştırmalar, çocuk psikolojisi olarak biliniyordu. Günümüzdeki psikolojik gelişim
anlayışı, son on yıllarda ortaya çıktı. Bütünleşmiş gelişim anlayışı, 1950’lerden sonra,
değişimleri betimlemenin yerini değişimlerin açıklanmasının almasıyla başladı.
Psikologlar, ilgilerini süreçlere yönelttiler. Bir yeni yönelim de yaşam boyu gelişim
psikolojisidir. Bu yönelimin dayandığı iki temel sayıtlıdan biri, gelişimin, döllenme
ile başlayan ve ölüm ile sonlanan yaşam boyu bir süreç oluşudur. Bu bakış açısı,
bedensel büyümeye bağlı yaş dönemlerini kendi araştırma alanları sayan psikologların
görüşlerinden ayrılmaktadır. Temel sayıltının ikincisi, gelişimin, büyümenin
sonlanması ya da olgunlaşma ile sona ermemesidir. Yaşam boyu gelişim psikologları,
tam tersine gelişime temel oluşturan yetişkinlik ve yaşlılık yıllarıyla daha çok
ilgilenmaya başlamışlardır. Bu yaklaşımda ele alınan temel konular, gelişim sırasında
beliren değişimlerin doğası; bu değişimleri hangi etkenlerin ortaya çıkardığıdır.
Yaşam boyu gelişim psikolojisinde, yaşam akışı sırasında davranışta beliren sabitlik
ve değişim araştırılıyor. Yaşam boyu gelişim psikolojisinin amacı, yaşam boyu
gelişimin genel ilkelerine, gelişimde bireyler arası farklılıklara ve benzerliklere,
gelişimde bireysel esnekliğin ya da değişebilirliğin derecesine ve koşullarına ilişkin
bilgi edinmektir. Altmışlı yıllarda yaşlılığa ilişkin sorular, çok kolay
yanıtlanabiliyordu. Çünkü gelişim, gençlikle özdeş tutuluyordu. Oysa araştırmalar,
olgunlaşmadan sonraki bütün değişimlerin bozulma ya da düşüş oluşturmadığını;
örneğin, zekânın kimi yönlerinde ilerlemelerin, yaşamın ikinci yarısında da sürdüğünü
gösteriyor. Farklı sistemler, farklı oranlarda yaşlanıyor ve gelişimin yönü
değişebiliyor. Hangi işlevin araştırıldığına bağlı olarak yaşlanma, kararlılık, artma
ya da azalma içeriyor. Bu ve benzeri bulgular karşısında araştırmacılar, sayıtlılarını
yeniden gözden geçirmek gereğini duymuşlardır. Böylece gelişim, döllenmeden ölüme
dek bedende ya da davranışta ortaya çıkan yaşa bağlı değişimler olarak
tanımlanmıştır. Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri; çocuk ve ergende ruhsal-
cinsel gelişim; davranış bilimleri; eğitim psikolojisi; insanın sekiz çağı; yetişkin
psikolojisi.
gelişim ruhbilimi Bkz. gelişim psikolojisi.
gelişimsel aritmetik bozukluğu (developmental arithmetic disorder) Kronolojik
yaştan, zekâ geriliğinden, yetersiz eğitimden kaynaklanmayan aritmetik beceri
yetersizlikleri. Bu tanı, bireysel zekâ testleri ve akademik başarı testleri ile
belirleniyor.,
gelişimsel dil bozukluğu (developmental language disorder) Gerekli dil becerilerinin
çocukluk döneminde yeterince kazanılmamış olduğunu dile getiren ve biri anlatım;
öbürü ise alma (anlama) olarak iki yönden değerlendirilen dil sorunları için kullanılan
bir tanı biçimi. Sinirsel ya da anatomik kusurlardan kaynaklanmayıp tümüyle
gelişimsel olan bu bozuklukların ilkinde çocuk, dili normal düzeyde anlayabilmesine
karşın, sözel anlatım yetisini geliştiremiyor. İkincisinde ise hem dili anlama ve
algılamada hem de anlatımda sorunlar yaşıyor. Bkz. dil bozuklukları; disfazi; söz
yitimi.
gelişimsel engeller (developmental disability) Zekâ geriliği, beyin felci, sara ya da
nörolojik sorunlara bağlı olarak 18 yaşından; kimi değerlendirmelere göre de 22
yaşından önce ortaya çıkıp yaşam boyu sürmesi beklenebilen ve kişinin yaşamında
belirgin zorluklara yol açan özürler ya da yetersizlikler. Körlük, sağırlık, dilsizlik ve
otizm de gelişimsel engellerdir. Bir çocuğun engelli olarak değerlendirilmesi için
engelin, kendi kendine bakma, konuşulanı anlama ve kendini anlatma, öğrenme,
devinme, bağımsız yaşayabilme, yön bulma, ekonomik yetersizlik gibi temel yaşam
etkinliklerinden en az üçünde belirgin işlevsel kısıtlamanın görülmesi gerekiyor.
gelişimsel gecikme (developmental delay) Çocuğun kendi yaş grubundan beklenen
düzey ve oranda büyümemesi durumu. Söz konusu gecikme, tek bir alanda da birkaç
alanda da olabiliyor. Bellek, davranışlarını denetleme, kurallara uyma, sorun çözme
gibi bilişsel gelişim; oturma, emekleme, ayakta durma, yürüme, koşma, el eşgüdümü
gi bi devimsel gelişim; dili anlama, sesleri doğru çıkararak anlatma gibi dil ve
konuşma gelişimi; beslenme, tuvalet eğitimi, akranlarıyla oynama gibi toplumsal
gelişim ve kendini yönetme, bu alanların başlıcalarıdır. Bu gecikmelere sinirsel,
fizyolojik nedenlerin yanı sıra, çevresel etkenler de yol açabiliyor.
gelişimsel kilometre taşları (developmental milestones) Çocuğun yürümesi, ilk sözleri,
kendi adını söylemesi, kendini beslemesi, cinsler arasındaki farkı keşfetmesi, ikincil
cinsellik özelliklerinin gelişimi+, somut düşünceden soyut düşünceye geçişi gibi
gelişim sürecinde önemli bir yer tutan dönüm noktaları.
gelişimsel okuma bozukluğu (developmental reading disorder) Okumada ve okumayı
gerektiren okul çalışmalarında belirgin bir kötüleşme olarak ortaya çıkan dil
bozukluğu. Bu bozukluk, kronolojik yaştan, zekâ geriliğinden ya da yetersiz eğitimden
ileri gelmiyor; uygulanan testler, çocuğun bu alandaki ediminin (kişinin bu konuda
yapabildiklerinin), zihinsel kapasitesinin çok altında olduğunu gösteriyor. Buna göre
yapılması gereken şey, bu bozukluğun ortadan kaldırılması için çocuğa yardımcı
olmaktır.
gelişimsel rehberlik (developmental guidance) Okuldaki eğitim sürecinin
bireyselleştirilmesini ve insancıl kılınmasını sağlayan örgütlendirilmiş çabalar ve
işlemler. Gelişimsel rehberlik, bireyin gizilgüçlerini en iyi biçimde ortaya çıkarıp
kullanmasını ve benliğini güçlendirmesini sağlayacak bir çevrenin oluşturulmasını
destekleyen ve bu yolla gelişimin doğal bir süreç olarak gerçekleşmesine yardımcı
olan bir rehberlik anlayışıdır. Bkz. rehberlik ve psikolojik danışma.
gelişimsel söyleyiş bozukluğu (developmental articulation disorder) Ç, F, L, R, Ş, T, Z
gibi geç kazanılan sesleri gerektiği gibi söyleyememe biçimindeki konuşma bozukluğu.
Gelişimsel söyleyiş bozukluğu olan çocukta dilbilgisinin ve söz dağarcığının yeterince
gelişmiş; zekâ gelişiminin normal olmasına karşın bebeksi konuşma sürüyor ve çocuk,
belirtilen sesleri doğru söylemekte zorlanıyor. Yaş ilerledikçe kimi çocuklarda bu
bozukluk bir ölçüde ya da tümüyle ortadan kaldırılabiliyor.
gelişim sıralaması (developmental sequence) Bir organizmanın gelişimi süresince
geçirdiği yapısal ya da işlevsel değişimlerin sırası. Her canlı türünün kendine özgü bir
gelişim sıralaması vardır. Ancak, bunlardan her birinin başarıyla gelişimi için, bir
öncekinin başarıyla tamamlanmış olması gerekiyor. Bu sıralama biyolojik, bilişsel,
toplumsal ya da duygusal olabiliyor. Örneğin, Piaget’nin gelişim sıralaması bilişsel
gelişim; Erikson’un belirlediği insanın sekiz çağı ise bir toplumsal-ruhsal gelişim
sıralamasıdır. Bkz. ahlak gelişimi; bilişsel gelişim kuramı; ruhsal-cinsel gelişim
kuramı.
gelişim testleri (developmental tests, developmental scales) Okul öncesi çocuklarla
daha küçük çocukların gelişim durumlarını değerlendirmek için hazırlanan değişik
testlerle ölçeklere verilen genel ad. Bu araçlar, doğal olarak tümü ile ya araç
testleridir ya da sözlü ve bireyseldir. Bkz. psikolojik testler.
gelişim yaşı (developmental age) Çocuğun sözel beceri, sayısal beceri gibi belli
gelişim alanlarında takvim yaşına oranla aldığı edimsel puanla belirlenen ve yaş
birimiyle ya da yaş eşdeğeriyle anlatılan bir gelişim ölçüsü. Örneğin, sayısal puanı 10
yaş ortalamasına denk düşen 12 yaşındaki bir çocuğun sayısal gelişim yaşı, 10 olarak
belirleniyor.
gelişmemiş benlik Bkz. yadsıma.
geliştirici (eğitici) ceza Bkz. ceza.
geliştirici eğitim Bkz. eğitim; eleyici eğitim.
gen (gene) Kalıtımın işlevsel birimi. DNA’nın (deoksiribo nükleik asit’in) kalıtsal
işaretleyicilerinin özgün dizilimiyle belirlenen ve her biri belli bir kromozomun belli
bir noktasında bulunan genler, türe ve bireye özgü özelliklerin tümünü içeriyor. Bkz.
kromozom; RNA; tam donanımlı.
gençlik (youth) Cinsel kimlik oluşturup buna uygun davranış örüntülerinin
geliştirildiği; kişilik bağımsızlığının kazanıldığı; yaşıtlarca benimsenen arkadaşlık,
önderlik ve işbirliği yapma yeteneklerinin edinildiği yaklaşık 21-34 yaşları
arasındaki evre. Kişi bu evrede bir mesleğe yönelmeyi başarıyor. Sorunları çözme,
çatışan değerleri uzlaştırma yoluyla kendine bir yaşam felsefesi geliştiriyor. Benlik
kimliğini belirliyor. Beden, yetişkin yapısına kavuşuyor. Cinsel, toplumsal-ruhsal
olgunlaşma, tamamlanıyor. Ruhsal bağımsızlık istek ve çabası, güçlü bir biçimde öne
çıkıyor. Bu özkimlik arayışı evresinde hayranlık ve tutkunluklar doruğa ulaşıyor.
Soyut düşünme güçleniyor. Meslek seçiminin de gerçekleştiği bu evreden sonra kişi,
iş yaşamına katılıyor ve kendine yeni bir ufuk açmış oluyor. Bkz. çocuk ve ergenin
gelişim dönemleri; gençlik kültürü; insanın sekiz çağı.
gençlik dönemleri Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri ( 4) Ergenlik ve
Delikanlılık Dönemi); gençlik.
gençlik kültürü (youth culture) Gençlerin, ağırlıklı olarak eğlence, tüketim kalıpları ve
boş zaman kullanımında kendisini duyumsatan; yoğun olarak medyanın etkisiyle
biçimlenen; aile büyüklerinden çok arkadaş etkisiyle oluşan kültür özellikleri.
gençlik psikolojisi (youth or adolescence psychology) Gelişim psikolojisinin gençlik
çağını konu alan bölümü ya da dalı; gençlik ruhbilimi. Bkz. insanın sekiz çağı
gençlik ruhbilimi Bkz. gençlik psikolojisi.
genç yetişkinlik dönemi Bkz. insanın sekiz çağı ((6) Yalnız Kalmaya Karşı
Yakınlaşma Duygusunun Gelişimi).
genel adaptasyon sendromu Bkz. genel uyum sendromu.
genel bilişsel yeti Bkz. zekâ (Piaget’ye göre).
genel değerlendirme Bkz. tam öğrenme.
genel felç (general paralysis) Frengi virüsünün beyinde yol açtığı yıkım sonucu ortaya
çıkan ağır bir beyin hastalığı; genel inme. Virüsün kuluçka dönemi uzun olduğundan
ilk belirtiler, hastalığın bulaşmasından 5 ile 35 yıl sonra ortaya çıkıyor. Hastalığın
belirtileri arasında yorgunluk, sinirlilik, zihin karışıklığı, unutkanlık, daha sonra baş
ağrıları, boşluk doldurma yer alıyor. Bunların yanı sıra, akıl yürütme yetisi yitiriliyor;
kuruntular başlıyor; kişi, nezaket ve ahlak kurallarına uymaktan vazgeçiyor. Hastalık
ilerleyince anlamsız bir yüz anlatımı, hareket eşgüdümsüzlüğü, sarsak yürüyüş, daha
sonra felç, çırpınmalar, idrar ve dışkı kaçırma gibi bedensel belirtiler baş gösteriyor.
Hasta, tedavi edilmezse bitkisel yaşama giriyor.
genel inme Bkz genel felç
genelleme (generalization) 1. Belirli bir grup ya da sınıfın sınırlı bir parçasından
edinilen yaşantılara dayanılarak grup ya da sınıfın tümü üzerine ileri sürülen yargı. 2.
Davranışçı yaklaşımın öğrenme ilkelerinden biri. Öbür öğrenme ilkeleri ayırt etme,
pekiştirme ve söndürmedir. Bkz. davranış değiştirme teknikleri.
genelleştirilmiş başkası Bkz. SULLİVAN, Harri Stack.
genelleştirilmiş kaygı bozukluğu Bkz. kaygı bozukluğu; yüzer gezer kaygı.
genelleştirme Bkz. zihinsel model.
genel psikoloji (general psychology) İnsan davranışlarının her aşamasını her görüş
açısından inceleyen psikoloji dalı; genel ruhbilim. Genel psikoloji, belli çağlar,
belirli uygulamalar ya da belli görüşlere yönelik gelişim ilkeleri yerine, temel ve
evrensel ilkeleri ortaya koyuyor. Davranışın biyolojik temelleri, duyum ve algılama,
öğrenme, bellek, bilişim, güdülenme, duygu ve heyecan, yaşam boyu gelişim,
kişilik ve kişilik kuramları, genel psikolojinin ele aldığı başlıca konulardır. Bkz.
davranış bilimleri.
genel ruhbilim Bkz. genel psikoloji.
genel uyarılmışlık düzeyi (arousal) Organizmanın fizyolojik ve ruhsal olarak tetikte
olması durumu. Özerk sinir sisteminin sempatik işleviyle genel uyarılmışlık düzeyi
(uyanıklık durumu, duygu ve heyecan durumu, fizyolojik olarak organizmanın harekete
geçmeye hazır olması) arasında yakın bir ilişki vardır. Bu nedenle genel uyarılmışlık
düzeyini denetleyen fizyolojik merkez, limbik sistem; özellikle hipotalamus ve
RAStır. Genel uyarılmışlık düzeyi ile heyecan arasında şöyle bir etkileşim oluyor:
Yoğun ve şiddetli heyecanlar genel uyarılmışlık düzeyini artırıyor; genel uyarılmışlık
düzeyi de şiddetli heyecan duyulmasına yol açıyor. Bu nedenle şiddetli heyecan ya da
genel uyarılmışlık düzeyinin yükselmesi durumunda kişi, uyumakta güçlük çekiyor.
Kişinin genel uyarılmışlık düzeyi, sempatik sinir sisteminin etkili olduğu EEG, deri
iletimi, gözbebeğindeki değişimler, kan basıncı, kalp atımı ve solunum sıklığı
ölçülerek belirleniyor. Genel uyarılmışlık düzeyi ile kişinin öğrenmesi arasında ise
ters “U” biçiminde bir ilişki bulunuyor. Uygun bir genel uyarılmışlık düzeyi
öğrenmeyi artırırken, uyarılmışlık düzeyi yükseldiğinde, duyulan şiddetli heyecan ve
kaygının etkisiyle, öğrenme hızı düşüyor. Öte yandan, genel uyarılmışlık düzeyi, kişiyi
güdülüyor ya da kişinin güdülenmesi, genel uyarılmışlık düzeyini artırıyor. Özetle;
organizma, herhangi bir yolla, örneğin stresle uyarıldığında, gerekli fizyolojik
mekanizmalar harekete geçiyor ve organizmayı tepki yapmaya hazır duruma getiriyor.
genel uyum sendromu (general adaptation syndrome) H. Seşli’nin geliştirdiği ve
organizmanın uzun süre etkisinde kaldığı yoğun strese uyum sağlamak üzere, stresle
baş etmeye yönelik bütün kaynaklarını ve savunma sistemlerini harekete geçirdiğini
açıklayan model. Bu modele göre, süreğen stres karşısında vücut, art arda alarm
evresi, direnme evresi ve tükeniş evresi olarak üç fizyolojik evreden geçiyor. İlk
evreyi oluşturan alarm evresinde hipofiz ve böbreküstü salgıları kalp atışlarında, kas
gerginliğinde, kan şekerinde ve genel tetikte olma durumunda belirgin bir artışa yol
açıyor. Bu durum, organizmayı ikinci evre olan direnme evresine; yani kaçmaya ya
da kavga etmeye hazırlıyor. Bu iki evrede adrenal korteksin salgıladığı hormonlar,
organizmanın normale dönmesini sağlıyor. Üçüncü evreyi oluşturan tükeniş
evresinde ise hormonal savunmalar ve koruyucu tepkiler kırılıyor; süren stres,
çözülmeye; yüksek tansiyon, arfirit peptik ülser gibi bozukluklara; dahası, ölüme yol
açabiliyor. Kişinin şiddete karşı kendini koruma yetisini, stresin süresi, şiddeti ve
vücudun strese dayanma ve stresle baş etme yetisi de etkiliyor.
genel uyum sendromu modeli Bkz. genel uyum sendromu.
genel yaşam gücü Bkz. libido; yaşam enerjisi.
genel yetenek (general abbility) Ölçülen yeteneklerin ortalaması sayılan yetenek. Bkz.
genel yetenek testleri.
genel yetenek testleri (general ability tests) Zekâ testlerinin yerine geçirilmek ve
onların taşıdığı sakıncaları ortadan kaldırmak amacıyla geliştirilen testler. Bu testlerin
geliştirilmesiyle zekâ bölümü düşüklüğünün gerek zekâsı ölçülenler gerekse bunların
anne babaları üzerinde yarattığı olumsuzluklar, önemli ölçüde giderilmeye başlandı.
Yetenek testleri, zekâ testlerinin oluşturduğu “Acaba zekâ derecem (ya da çocuğumun
zekâ derecesi) kaçtır?” gibi gereksiz merak ve kaygıları dağıtmaya başlamıştır. Genel
yetenek testleriyle öğrencinin ilişkileri görebilme ya da öğrenme gücü saptanarak,
okul başarısının düzeyi önceden kestirilebiliyor. Bununla, çocukların okula başlamaya
hazır olup olmadıkları; öğrencilerin yeteneklerinin hangi okula gitmelerine, hangi
programı almalarına uygun olduğu da belirleniyor. Genel yetenek testleri daha çok;
sözcükler, sayılar ve şekillerden oluşturulmuştur. MEB’in yayımlamış olduğu 5-7; 7-
11 ve 11’den yukarı yaş gruplarına ilişkin Temel Kabiliyetler Testleri , bu nitelikteki
testlerdir. Genel yetenek testlerinde aynı puanı alan iki kişi, aynı nitelikleri
taşımayabiliyor. Bunlardan biri, puanın çoğunu örneğin, sözcüklerle; öbürü, sayılarla
ilgili sorulardan toplamış olabiliyor. Onun için, yeteneklerin ölçülmesinde olanak
oranında, ayrıştırılmış testler kullanılıyor. Türkiye’de de kullanılmakta olan Farklı
Yetenek Testleri (Differential Aptitude Tests), bu nitelikte bir test bataryasıdır. Bu
test, alt testler olarak sözel düşünme, sayısal düşünme ve soyut düşünme testlerini
içeriyor. Genel yeteneği (zekâyı) ölçmek amacıyla, değişik zekâ kuramlarına bağlı
olarak, başka birçok grup zekâ testleri ve bireysel zekâ testleri geliştirilmiştir.
Bkz. genel yetenek; yetenek; yetenek testleri; zekâ; zekâ testleri.
genetik (genetic) 1. Genlerle ilgili; genlerin ürettiği ya da etkilediği. Bkz. tam
donanımlı. 2. Belli bir organizmanın kökeni ya da gelişimiyle ilgili. 3.
Genetikbilimle ilgili. Bkz. genetik ana yapı; genetik asimilasyon; genetik bilgi
kuramı; genetikbilim; genetik epistemoloji; genetik programlama kuramı;
genetik psikoloji; genetik tarama testi; genetik yapı.
genetik ana yapı (genetic constitution) Eşey hücrelerinin oğul döllere aktardığı, o
canlının bütün özelliklerini taşıyan kromozomlardaki (DNA’lardaki) şifreler.
Organizmanın davranışlarını ve özelliklerini, çevresel etkenlerle birlikte, genetik ana
yapı belirliyor. Bu ana yapıdaki değişimleri belirleyen üç etken, evrim sürecinde yer
alan değişkenlik, uyum ve ayıklanmadır. Bireylerin genetik yapılarındaki değişimler
ise, çiftleşmedeki seçkisizlik ile yapı değişinimlerine (mutasyonlara) bağlıdır.
Genetik yapı, doğuştan donanım olarak da adlandırılıyor. Bkz. genetikbilim.
genetik asimilasyon (genetic assimilation) Edinilmiş özellikler olan fenotiplerin seçici
süreçlerle kalıtsal olarak değişmezlik kazanması. Edinilmiş özellikler değişmezlik
kazanmadan (asimile edilmeden) önce, yalnızca belli çevresel uyarımlara tepki gibi
ortaya çıkarken; yani değişkenlik aracılığı genetik olarak denetlenen değişimler iken,
değişmezlik kazandıktan sonra, sözü edilen çevresel durum (uyarım) olmadan da
ortaya çıkıyor.
genetik bilgi kuramı Bkz. bilişsel gelişim kuramı.
genetikbilim (genetics) Kalıtımın ilkelerini ve mekanizmalarını; özellikle anne babanın
özelliklerinin çocuklarına nasıl aktarıldığını; çocukların aralarındaki benzerlik ve
farklılıkların kalıtsal dayanaklarını inceleyen biyoloji dalı; kalıtımbilim. İnsan
genetikbilimi, genetik hastalıkları kestirmek, onlara tanı koymak ve onları tedavi
etmek için insan kalıtımını inceliyor. Bkz. DNA; gen; genetik ana yapı; genetik
asimilasyon; kromozom; RNA.
genetik epistemoloji (genetic epistemology) Piaget’nin dört evreli bilişsel gelişim
süreci için kullandığı terim. Bu yaklaşıma göre bilişsel yapıları; bilişsel edimleri
belirleyen ve çocuğun gelişim evrelerine karşı gelen fiziksel ya da bilişsel (zihinsel)
eylem yapıları oluşturuyor. Genetik epistemoloji bilgiyi; tarihi, toplumsal kökeni ve
özellikle zihinsel yapı dayanakları açısından incelediğinden, bilişsel yapıları,
çevreyle etkileşime ve olgunlaşmaya bağlı olarak değişen dinamik yapılar olarak
değerlendiriyor. Bkz. bilişsel gelişim kuramı; epistemoloji; PİAGET, Jean.
genetik programlama kuramları (genetic programming theories) Biyolojik yaşlanmayı,
örneğin, programlı yaşlanma kuramı gibi, genlere kodlanmış olan normal bir gelişim
çizelgesine dayandırarak açıklayan kuramlar.
genetik psikoloji (genetic psychology) Bireyi ya da türü, başlangıcı ve gelişimi
açısından inceleyen psikoloji; gensel ruhbilim. Bkz. kalıtsal psikoloji.
genetik tarama testi Bkz. üçlü tarama.
genetik yapı Bkz. şişmanlık.
geniş aile Bkz. aile
genital Bkz. cinsel.
genital evre Bkz. ruhsal-cinsel gelişim kuramı (Cinsel Dönem).
genotip Bkz. gensel tip.
gensel denge kuramı (genetic balance theory) Kalıtsal olan herhangi bir niteliğin,
yalnızca bir genin etkisiyle değil; genler arası bir etkileşimle geliştiğini savunan
kuram.
gensel kayma (genetic drift) Genlerin kuşaktan kuşağa geçişte gösterdikleri değişikliğin
sonucu olarak, gen türlerinde baş gösteren sıklık farkı.
gensel ruhbilim Bkz. genetik psikoloji.
gensel sıra (genetic sequence) Gelişim durumundaki bir canlıda, genlerin belirlediği
yapı ve işlevlerin gelişim sırası.
gensel süreklilik kuramı (genetic continuity theory) Ruhsal gelişimin her aşamasının,
ondan önceki aşamanın sonuç ya da ürünü olduğunu savunan görüş.
gensel tip (genotype) Bir canlının gelişimini etkileyen genlerinin sıralı dizisine; sahip
olduğu genlerin bütününe verilen ad; genotip. Gensel tip kavramı, bir organizmanın
belli sayıda genleri incelenirken, o organizmanın yalnızca incelenen genleri ile gensel
yapısını anlatmak için kullanılıyor. Gensel tip, ikili simgeler biçiminde gösteriliyor:
AA, Aa, aa gibi. Büyük harfler, başat genleri; küçük harfler de çekinik özyapıları
belirtiyor. Bir organizmanın gensel tipi, görüngül tipinden (fenotipinden) farklıdır.
Bkz. ayrı yumurta ikizleri; özdeş yumurta ikizleri.
gensel yöntem (genetic method) Bir olayı, başlangıç ve gelişimini izleyerek anlamaya
çalışma yöntemi; genetik metot.
gen tedavisi (gene therapy) Normal ya da genetik açıdan üzerinde değişiklik yapılmış
genlerin, Rekombinant DNA teknolojisi ile hücreye sokulması biçiminde
gerçekleştirilen tedavi; gen terapisi. Bu tedavi, genellikle genetik hastalıkların
tedavisinin bir parçası olarak kusurlu genlerin değiştirilmesi için uygulanıyor.
gen terapisi Bkz. gen tadavisi.
gerçeğe uygun doyum yolu. Bkz. yapısal kuram (Benlik).
gerçeğin farklı aşamaları Bkz. MALİNOWSKİ, Bronislaw.
gerçek (real) 1. Düşsel, zihinsel, varsayımsal ya da olası olanın karşıtı olarak somut
biçimde var olan; reel. Bkz. yapısal kuram (Benlik).
gerçek başarı Bkz. başarı; eğitim; okulda ruh sağlığı; Okulda Ruh Sağlığını Bozan
Etkenler.
gerçek benlik Bkz. yapısal kuram (Benlik).
gerçekçilik (realism) (realizm) 1. Bilgi öznesinin zihinsel tasavvurlarından bağımsız
olarak bir nesneler dünyasının varolduğunu ve bu dünyanın, insanın sahip olduğu bilgi
edinme araç ve yöntemleriyle bilinebileceğini savunan görüş. Bkz. deneycilik,
gerçeküstücülük. 2. Zihinsel olana göre değil; algılanabilir, gözlemlenebilir olana
göre davranma; olguları kuramlara yeğleme. 3. Piaget’ye göre, özellikle çocukların,
kişisel görüş ve algılarını gerçek olarak benimsemeleri eğilimi. Bkz. bilişsel gelişim
kuramı.
gerçekçi çabalar Bkz. benliğin savunma mekanizmaları; içgüdü kuramı.
gerçek duygularını yaşamak Bkz. hümanist öğretmenlik (İçtenlik).
gerçek ikizlik Bkz. özdeş yumurta ikizleri.
gerçek kendilik (real self) K. Horney’a göre, her bireyde var olan ve yapıcı, sağlıklı
gelişim doğrultusunda harekete geçirilebilecek enerji kaynağı; gerçek öz. Her insanın
bu gizilgüce sahip olmasına karşın, bu gizilgücün özellikleri ve yapısal gücü, kişiden
kişiye değişiyor. Bkz. ideal öz; kendilik.
gerçeklerden kaçış (flight from reality) Gerçeklerle yüzleşme ve onlara olduğu gibi
uyma yerine hastalık, düş kurma, neden uydurma gibi tepkilerle sırt çevirme. Bkz.
benliğin savunma mekanizmaları.
gerçeklik (reality) varoluş; gerçekten varolma. Zihinsel bir tasarı ya da ürün olmayıp
zihnin dışında, onun bilip bilmemesine bağlı olmadan varolma durumu. Kişiden kişiye
değişmeyen, değer yargılarına bağlı olmayan gerçeklik, nesnel gerçekliktir (objektif
realitedir). Dğer yargılarına bağlı olduğu için ayrı kişilerce değişik biçimd
algılanabilen gerçeklik de öznel gerçekliktir (subjektif realitedir)
gerçeklik ilkesi (reality principle) Psikanalize göre, içgüdüsel istekleri doyurmayı
hedefleyen haz ilkesinin, normalde dış dünyanın koşul ve gereklerine uygun bir
biçime sokulması. Bunun gerçekleştirilmesi, haz ilkesini geçersiz kılmak anlamına
gelmiyor; tersine, gerçeklik ilkesi, haz ilkesinin yararına çalışıyor. İlkelbenlikle
üstbenlik arasında bir uzlaşma olmasını ve doyumun, uygun bir zamana ya da uygun
koşulların oluşturulmasına dek ertelenmesine yardımcı oluyor. Haz ilkesi, ilkelbenliği
(dürtüleri) temsil ediyor. Bebeğin, önemli ölçüde çocuğun yaşamını o yönetiyor.
Gerçeklik ilkesi ise dürtülerimizi denetliyor ve yaşamın gerektirdiği davranışları, akla
uygun, etkili biçimde yerine getirmemizi sağlayan benliği temsil ediyor. Benliğin
güçlenmesiyle kişi, gerçeklik ilkesine göre davranıyor, daha yetkinleşmiş oluyor.
Kimi ruhsal bozukluklarda ise, gücünü yitiriyor. Bkz. yapısal kuram.
gerçeklik modeli Bkz. PİAGET, Jean.
gerçeklik sınaması (reality testing) Herhangi bir eylem ya da çözümün, gerçekler
karşısında işe yarayıp yaramayacağını kestirmek için denenmesi.
gerçeklikten kaçış (flight from reality) Kaygıya karşı kullanılan bilinçsiz bir savunma
mekanizması; çözülme. Bu mekanizma, toplumsal etkileşimden kaçınma, yalnız
yaşama, düşlem dünyasına yönelme, gerçek ya da kurgusal sorunlardan kaçma
amacıyla psikotik davranışlara sığınma biçiminde işliyor.
gerçeklik testi (reality testing) Psikanalize göre, kişinin duyu izlenimlerini nesnel
biçimde değerlendirerek öznel izlenimlerle dış nesnel gerçekliği, düşle gerçeği
birbirinden ayırmasını ve bu yolla dış dünyanın gereklerine göre davranmasını
olanaklı kılan benlik işlevleri. Gerçeklik testinin zayıflaması ya da ortadan kalkması;
yani yadsıma ya da yansıtma gibi savunmalarla gerçekliğin çarpıtılması, psikozun
temel etkenlerinden biri olarak değerlendiriliyor. Bkz. bilinçlilik; kuruntu; sanrı.
gerçek öz Bkz. gerçek kendilik.
gerçek puan (true score) Klasik test kuramında, bir bireyin aynı testin kusursuz
ölçüde koşut olan formlarını birçok kez almasıyla belirlenen puanlarının ortalaması;
hatadan tümüyle arındırılmış puan. Bir test, her zaman, bir oranda ölçüm hatası
içereceğinden, uygulamada elde edilmeyen puan.
gerçeküstücülük (surrealism) 20. Yüzyılın ikinci çeyreğinde, daha çok sanat ve
edebiyat alanında etkili olan ve siyasal, toplumsal, ahlaksal ya da estetik bir kaygı
taşımadan, düşüncenin tümüyle özgürleştirilerek insan zihninin engelleyici
mekanizmalardan arındırılması sonucu üretilecek düşünsel ve sanatsal ürünlerin ancak
insanın gerçekliğini yansıtabileceğini savunan akım; sürrealizm.
gerekircilik Bkz. belirlenimcilik.
gereksinim (need) Doyurulmamış bir isteğin, dürtünün ya da organik bir yoksunluğun
oluşturduğu içsel gerilim durumu; organizmayı, bozulan dengeleşimi (homeostaz’ı)
yeniden kurmaya yönelten güdü; ihtiyaç. Gereksinimler; hava, su, yiyecek, uyku,
cinsellik gibi organik (bedensel); korunma, sevgi, sevecenlik, saygınlık, dostluk,
öğrenme ve kendini gerçekleştirme gibi toplumsal-ruhsal (gelişimsel) olabiliyor. Bkz.
birincil gereksinimler; dürtü; gereksinim gerilimi; gereksinimler aşama sırası;
gereksinim uyandırma; güdü; içgüdü; ikincil gereksinimler.
gereksinim gerilimi (need tension) Bir gereksinimin doyurulup giderilmediğinde
canlının duyduğu gerilim.
gereksinimler aşama sırası (hierarchy of needs) Gereksinimlerimizi belli bir aşama
sırasına (önceliğe) göre gidermeye çalıştığımızı varsayan kendini gerçekleştirme
(güdülenme) kuramı; ihtiyaçlar hiyerarşisi. Maslow’a göre, kişinin gereksinimleri,
temel gereksinimlerd e n gelişim gereksinimlerine doğru 5 aşama sırasına göre
kendilerini belli ediyor. İlk sırayı; yeme, içme, uyku, cinsellik, etkinlik gibi bedensel
(fizyolojik) gereksinimler alıyor. Bunları daha üst gereksinimler izliyor. Bunların ilki
güvenlik (korunma) gereksinimidir. Bu gereksinimden sonra sevgi (sevme, sevilme,
sevecenlik, ait olma) gereksinimi geliyor. Onu saygınlık (onurunu koruma, beceri,
güç kazanma, anlama, bilgilenme, estetik (güzelduyu geliştirme) izliyor. Kendini
gerçekleştirme gereksinimi ise tam verimlilik olarak en üst sırada yer alıyor. Bu
gereksinim, çeşitli üretici ve yaratıcı arayışlar biçiminde yaşam boyu sürüyor. Her
gereksinim, bir önceki aşamada yer alan gereksinimin doyurulmasından sonra
beliriyor. Engellenme, korkutulma, bastırmaya zorlanma, çevresel yetersizlikler gibi
nedenlerle gereksinimlerini doyuramayan kişilerde bedensel ve ruhsal yetersizlikler,
aksaklıklar ortaya çıkıyor. Bu yetersizlik ve aksaklıklar, kişiyi sürekli bunları
gidermeye güdülüyor. Bu durumdaki kişi, ruhsal gücünü, kendini gerçekleştirme çabası
yerine, daha önceki aşamalarda engellenen gereksinimlerini giderme yolunda
tüketiyor. Gelişim (üst) gereksinimlerinin karşılanmaması durumunda ise temel
gereksinimlerin giderilmemesi sonucu ortaya çıkan ruhsal bozukluklardan farklı
birtakım bozukluklar ortaya çıkıyor. İnsana ve topluma yabancılaşma, ilgisizlik,
duygusuzluk, değersizlik, umutsuzluk, sıkıntı, toplumsal değerleri hor görme,
ölüm isteği gibi eğilimler, bunların başlıcalarıdır. Bkz. kendini gerçekleştirme;
MASLOW, Abraham.
Gestalt
(Bütün parçadan farklıdır.)
Hücre
iki yanlı felç (diplegia) Beynin her iki dilimiyle ilişkili olan inme. Bkz. felç.
ikiz çalışmaları (twin studies) Çevresel ve kalıtsal etkenlerin insanda belli bir özelliği
ne ölçüde etkilediğini belirlemek için, birlikte ya da ayrı ortamlarda büyüyen tek
yumurta ve çift yumurta ikizleri üzerinde yapılan araştırmalar. Bu araştırmalardan
kişilik, zekâ, belli bozukluklara yatkınlık, ruh hastalıkları gibi konularda kalıtımın
ve beslenme, yetişme koşulları, toplumsal ortam gibi çevresel etkenlerin görece
katkılarına ilişkin önemli bilgiler elde ediliyor. Bkz. ikiz denetimi.
ikiz denetimi (twin control) Kalıtsal ve çevresel etkenleri denetleme yollarından biri
olarak deneysel araştırmalarda ikizleri kullanma. Bkz. ikiz çalışmaları.
ikna tedavisi (persuasion therapy) Terapistin, hastayı hatalı tutum ve davranış
yapılarını kendi kaynaklarından yararlanarak değiştirmeye özendirdiği destekleyici bir
tedavi biçimi. Doğrudan telkin ve yönlendirmeye dayandırılan bu tekniği, Adler ve
yandaşları, kısa süreli psikoterapi seçeneği olarak desteklemişlerdir.
ikonik bellek Bkz. duyu belleği; şipşak bellek.
iktidar 1. (power) Bireyin ya da bireyler topluluğunun kendi istekleri yönünde, rızaları
olup olmadığına bakılmadan öbür insanların davranışlarını etkileyip yönlendirmesi ya
da denetlemesi; saltanat, erk, güç. 2. (government) Toplumu yönlendirme, yönetme
gücü; bu gücü ya da yetkiyi elinde tutan organ, hükümet.
iktidarı zorlayıcı strateji (pauorcoercive strategy) Sosyal psikolojide grev, boykot,
gösteri, oturma eyemi gibi şiddet içermeyen yollarla toplumsal değişim yaratmak için
toplumsal, ekonomik ve siyasal gücü kullanmaya dayalı bir strateji. Bkz. görgül-ussal
strateji; normatif-yeniden eğitici strateji.
iktidarsız (impotent) Cinsel gücü olmayan, cinsel yönden güçsüz (erkek). Bkz. dikleşme
bozukluğu; ilaç bağımlılığı; ruhsal güçsüzlük.
iktidarsızlık (impotence) Erkekte gerektiği gibi cinsel ilişkide bulunamama durumu;
dikleşme bozukluğu. Bu duruma psikasteniklerde ve cinsel ilişki sonucu kendilerini
suçlu duyumsayan heyecanlı kişilerde sık rastlanıyor. Fizyolojik sorunlar dışında
beliren iktidarsızlık durumları, kültürel koşullamalara sıkı sıkıya bağlı bulunuyor.
Cinselliği yaşamın normal bir işlevi olarak gören Pasifik Okyanusu’ndaki Markiz
adalarında yaşayan yerli erkeklerde iktidarsızlığa rastlanmaması, bunu kanıtlıyor.
IQ testi (IQ test) Bkz. zekâ testi.
ilaç bağımlılığı Bkz. madde bağımlılığı.
ilaçbilim (pharmacology) 1. İlaçları, ilaçların kaynaklarını, yapılarını, özelliklerini ve
etkilerini inceleyen bilim dalı; farmakoloji. 2. İlaçların özellikle tedaviyle ilişkili
olarak özellikleri ve vücutta yol açtığı tepkiler.
ileri derecede ağır zekâ geriliği Bkz. zekânın derecelendirilişi.
ileri görüşlülük Bkz. vizyon.
ileri şizofreni Bkz. şizofreni.
ileriye doğru bozucu etki. Bkz. bozucu etki.
ileriye doğru zincirleme Bkz. davranış zinciri.
ileriye dönük bellek yitimi (anterograde amnesia) Bellek yitimine yol açan ruhsal
sarsıntıdan sonraki olay ve yaşantıların unutulması. Tam ileriye dönük bellek
yitiminde hasta, rahatsızlığın başlangıcından önce öğrendiklerini ve yaşadıklarını
anımsayabilmesine karşın, yeni yaşantıları anımsayamıyor; öğrenme yeteneği, büyük
ölçüde azalıyor. Bkz. geriye dönük bellek yitimi.
ileriye etkili engelleme Bkz. ketleme; ileriye ketleme.
ileriye etkili kolaylaştırma (proactive facilitation) Önceden edinilen bilgilerin, yeni
bilgilerin öğrenilmesini kolaylaştırması. Bkz. geriye etkili kolaylaştırma; geriye
ketleme.
ileriye ketleme (proactive inhibition) Önceden edinilen bilgilerin, yeni bilgilerin
öğrenilmesini zorlaştırması, engellemesi; ileriye ketvurma, ileriye etkili engelleme.
Aynı biçimde, önce öğrenilen bilgiler, yeni bilgilerin anımsanmasını da engelliyor.
Bkz. bozucu etki; geriye ketleme; ketleme; öğrenme; unutma.
ileriye ketvurma Bkz. ileriye ketleme.
ilerlemecilik (progressivism) Pragmatik felsefeye dayanan ve onun eğitime
uygulanması olarak kabul edilen eğitim akımı. Heraclitos (İ.Ö. 540-480),
Protagoras, Gorgias, Prodikos, Hippias, Francis Bacon (1561-1626), Auguste
Comte (1798-1857), Charles Peirce (1859-1952), William James (1842-1910),
John Dewey (1859-1952), bu felsefenin hazırlayanları ve savunucularıdır.
Heraclitos’a göre evren, akan bir süreç; başı ve sonu olmayan bir değişim; tükenmez,
canlı bir ateştir. Bunun nedeni karşıtların savaşıdır. Evrendeki tüm şeylerin yaratıcısı
bu savaştır. Gerçeğin oluşu, onun oluşuna bağlıdır. Evrenin genel uyumunu evrensel
akıl (Tanrısal akıl) sağlıyor. Seçkin bir grup (en iyiler, aristokratlar) evrensel akıldan
en çok; halk ise en az pay alıyor. Devleti, evrensel akıldan en çok pay alanların
yönetmesi gerektiği için yalnız onlar eğitilmelidir. Evren akan bir süreç olduğu için
mutlak iyi, kötü, mutlak doğru yoktur. Bilgi de görelidir. Sofistler (Protagorasi
Gorgias, Prodikos, Hippias ve başkaları) arkhe’yi, sürekli oluş olarak tanımlıyorlar.
“Biricik bilgi, duyu algısı ve bundan doğan sanıdır.” Bilgi görelidir; çünkü insan,
gerçeğin ölçütüdür. Bu nedenle ahlak da toplumdan topluma, kişiden kişiye değişiyor.
Göreli olmayan yasalar, doğanın oluşturduklarıdır; bunların karşısında tüm insanlar
eşittir; bu bağlamda yönetime tüm insanlar katılmalıdır. “Hiçbir bilgi öbürüne göre
daha doğru ya da daha yanlış olmadığına göre, ne ölçü alınarak davranılacak?”
sorusunu Protagoras, “Her sanı, başkasına göre daha doğru değilse de daha iyi, daha
sağlam, daha yararlı, daha uygundur; öyleyse bunlara göre davranılmalıdır.” diye
yanıtlamıştır. İnsanlara bu tür sanılar, eğitimle aşılanarak onlar yararlı yurttaşlar
durumuna getirilmelidir. Bunun için eğitim ortamında tartışma, kanıtlama, çürütme
teknikleriy l e dilbilgisi, retorik, diyalektik tekniklerine yer verilmelidir. Bu
çalışmalarla kişilere utanma duygusu, kendi kendini yönetme becerisi; haklı olanla
olmayanı ayırma, özenle çalışma, erdemli olma yeteneği kazandırılmalıdır. F. Bacon
ve A. Comte da aralıksız değişimin kaçınılmaz olduğunu savundular. İnsan, doğaya
egemen olma görevini yerine getirmek için daha çok tümevarım yöntemini
kullanarak bilgilenmek zorundadır. “Çünkü o, sürekli gelişen zeki ve toplumsal bir
varlıktır.” W. James ve J. Dewey de eğitim felsefesini bilime dayandırdı ve doğacı bir
temele oturttular. Bu yaklaşıma önce pragmatizm; daha sonra aletçilik ve deneycilik
denen C. Darwin’n Türlerin Kökeni adlı yapıtından etkilenerek Dewey, “Her şey
değişir; hiçbir şey aynı kalmaz.” yargısını ortaya koydu. Öyleyse gerçek, doğal
ortamda sürekli değişime dayanan yaşantıdır. Bu değişim ve farklılaşım, eğitimin de
belirleyici normudur. Eylemlerimizi zihnimiz değil; zihnimizi eylemlerimiz belirliyor.
Zihin, deneyimle geliştiği için insan, çevresiyle etkileşen, sürekli oluşum içinde olan
bir varlıktır. Buna bağlı olarak sonuncul gerçeğe ulaşılamıyor. Tanrı, insanlarca
oluşturulan en yücü ideallerdir. Bilgi, doğruluğu (iş görürlüğü) sınamayla kanıtlanan
denencedir. Yani bilgi, eylem için yararlı olduğu sürece doğrudur. Doğru düşüncelere
sahip olmak, eylem aletleri elde etmek; edim için işe yarayan aletlere sahip olmaktır.
Gerçek, sürekli değiştiği için, bilgiler ve aletler de değişiyor. Kesin bilgimizin
olmama nedeni budur; bilgi görelidir. İnsan, doğayı denetlemek, yeniden yaratmak için
bilgiyi elde ediyor. Bu nitelikteki bilgi, yansız düşünme ya da sorun çözmeyle elde
edilebiliyor. Dewey’e göre bilimsel yöntemin beş basamağı şunlardır: (1) Güçlükle
karşılaşma. (2) Sorunu keşfedip tanıma. (3) Olası çözümleri belirleyip denenceler
kurma. (4) Denenceleri sınama ve sonuçları düşünme. (5) Uygulamadan elde edilen
sonuçlara göre denenceleri benimseme, onarma, değiştirme ya da askıya alma. Baskın
ol a n tümevarım olmakla birlikte, bilimsel yöntemde tümdengelimin de bununla
birlikte kullanıldığı görülüyor. Bilimsel yöntem, aynı zamanda deneme yanılma
sürecidir. Pragmatizme göre, toplum ile birey arasındaki etkileşim sonucu ortak yarara
göre oluşan ahlaksal değerler de görelidir. Bu değerlerle hem toplum hem de birey
korunuyor. Yaşam, kendiliğinden ne iyi ne de kötüdür. İyi, kişi ya da topluma yararlı
olandır. W. James ise “Yaşamın amacı, bireyi korumaktır.” diyerek toplumla bireyin
dengesini değil; tek kişiyi savunmuş oluyor. Pragmatik Program: Pragmatizme göre
eğitim, “yaşantılar yoluyla istendik değişiklik oluşturma sürecidir” Her bilgi, insanın
doğal ve toplumsal çevresiyle etkileşimi sonucu edindiği yaşantılar sonucu
kazanıldığına ve eğitim, yaşam için olduğuna göre, yaşamdaki tüm uğraş alanları
programda yer almalıdır. Dersler, her insan için basitten karmaşığa, kolaydan zora,
somuttan soyuta, birbirinin önkoşulu oluş özeliklerine göre düzenlenmelidir.
Dersler, her bireyin düzeyine uygun olarak ayarlanmalıdır. Kuram ile uygulama
birlikte ele alınmalıdır. Planlamada kurama; derslerde ise uygulamaya ağırlık
verilmelidir. Bilgi, bilimsel yöntemle elde edildiğine göre, öğrenci, pragmatik
programda bilimsel yöntemi kullanmalı; karşılaştığı sorunları sunama yanılmayla
çözmeli; öğretmen yol gösterici olmalıdır. Eğitim ortamı ve etkinlikler, her öğrenci
için demokratik olarak düzenlenmelidir. Programlar, öğrencinin yeteneğine, ilgisine,
hazırbulunuşluk düzeyine göre düzenlenmeli; öğrenci istediği her konuyu sınıfa
getirebilmelidir. Öğrenci odaklı program anlayışında konular, toplumsal süreç ve
yaşantılara dayalı, çekirdek, işlevsel ve teknolojik yaklaşımlar olarak ele alınması
gerekiyor. Toplumsal süreç ve yaşantılara dayalı program anlayışında ise ortak,
zorunlu, doğal ve toplumsal gereksinimler odak alnıyor. Bu programda grup ve
bireysel rehberlik yapılıyor. Teknolojik yaklaşımda da odak, öğrencidir; ancak
toplumsal süreç ve yaşantılara dayalı program yaklaşımındaki gibi doğal ve toplumsal
gereksinimler de göz önünde bulunduruluyor. Düzenlenen programlar, video, teyp,
film, bilgisayar ve televizyon gibi teknolojiler aracılığı ile her öğrencinin ilgi, yetenek
ve gereksinimlerine göre kendilerine sunuluyor. Bu programlarda süreç değil; elde
edilen ürün önemseniyor. Öğrenci de süreç de ürüne bakılarak değerlendiriliyor. Bu
programda öğretmen, rehberlik ediyor ve yönlendiriyor. Çekirdek yaklaşımda
programlar, sorunlara göre, şu dört öğe göz önünde bulundurularak düzenleniyor: (1)
Bütünleştirme. (2) Öğrenci gereksinimlerini karşılama. (3) Öğrencinin etkin
katılımıyla öğrenmeyi gerçekleştirme. (4) Öğrenme ile yaşantı arasında bağ kurma. Bu
tür programda temel ilke, kişileri toplumsal sorunları çözecek bilgi ve becerilerle
donatılmış olarak yetiştirmektir. İşlevsel yaklaşımda ise her öğrenci için hedefler,
içerik, eğitim ve sınama durumları belirleniyor ve bunlar her uygulama sürecine göre
yeniden düzenleniyor. Sonrasız olan bu öğelerin aralarında dirik bir ilişki vardır.
İlerlemeciler için hedefler, sürekli değişen bir yaşam gerçeğine dayanıyor. Özgür,
bağımsız, girişken, yaratıcı, sorumluluk bilinci gelişmiş, hoşgörülü, kendini sürekli
yenileyen, demokrat, yararlı olanı doğru, değerli, iyi kabul eden, toplumla anlaşabilen,
kendi yaşantıları aracılığı ile zihnini ve yeteneklerini geliştiren , düşünmeyi öğrenmiş
olan, toplumun güçlü ve verimli bir üyesi durumuna gelmiş olan bireyler yetişmesini
istiyor. Eğitim yaşam olduğu; yaşama hazırlık olmadığı için okullarda her türlü
derse yer verilmelidir. Yaşamda yer alanher meslek, sorun okullarda yer almalı;
öğrenci de yaşama gitmelidir. Derslerin içeriği, toplumsal açıdan istenen etkenliğe,
öğrencinin kullanabilmesine, ilgisine, tasarım ve sorunlara açık olarak
düzenlenmelidir. İçerikte sunulan bilginin yeni ortamlarda değişebileceği
anımsatılmalıdır. Öğrenci bunlardan istediğini seçebilmelidir. Eğitim durumlarının
uyması gereken ilkeler şunlardır: (1) Eğitilecek olan öğrenci odak alınmalıdır.
Çocuğun yetişmesinde dış etkenlerden çok, yaradılışına, kişiliğine önem verilmeli;
öbür değişkenler, ona göre düzenlenmelidir. (2) Öğrenme yaşantılarla gerçekleştiği
için öğrencinin zengin yaşantılar edinmesi sağlanmalıdır. Bu amaçla çocukta
öğrenmeye ilgi uyandırılmalı,un önceki yaşantılarından yararlanılmalıdır. (3)
Öğrencinin, kendisine sunulan olay, olgu ve sorunlardan yargılar çıkarması
sağlanmalıdır. Bu, öğrencinin, neyi değil; nasıl düşüneceğinin önemli olduğu temeline
dayanıyor. (4) nsan zihni bir bütün olduğu için fakülte psikolojisi bırakılmalıdır.
Algı, imgelem, akıl, dil ve istenç ayrı ayrı değil, duruma göre birbirleriyle ilişki
içinde çalışıyorlar. Onun için öğrenciye sorun çözme yöntemi kullandırıl malıdır.
Öğrenci tümevarımı ağırlıklı olarak; ama tümdengelimi de birlikte kullanmalıdır.
Ayrıca kubaşık çalışmaya ve proje yöntemi de kullanılmalıdır. (5) Okul yaşamın
kendisi olduğu için yaşamdaki her olgu ve olay, eğitim ortamına getirilmeli ya da
öğrenci o ortamlara götürülmelidir. İnsan, toplumda ve doğadaki olay ve olguları
çözerek onlara egemen olabiliyor.Okul, bu işe yardım eden iş eğitimine de ağırlık
vermelidir. Bunda işin ekonomik değerinden çok, toplumsal bilinç ve gücü
geliştirmesine ağırlık vcerilmelidir. (6) Yalnızca kitap bilgisi öğrenciye olayların
nedenlerini ve doğurduğu sonuçları kavratamadığı için eğitim ortamında
kuramdan çok uygulamaya ağırlık verilmelidir. Bilimsel yöntemle, deneme
yanılmayla, kubaşık çalışmayla ve proje yöntemiyle birlikte gerçekleştirilen
uygulama, unutulmayan bilgi ve becerilerin öğrenilmesini sağlıyor. (7) Eğitim
ortamında yapay disiplin yerine doğal disiplin egemen kılınmalıdır. Bu disiplin,
anlatma, d,inletme ile değil; deneme yanılma, yaparak yaşayarak öğrenme, proje
çalışması ve bilimsel yöntem uygulamalrı ile gerçekleşiyor. Orada herkes işe
katılımın, iş yapmanın hareketliliği ve işletişimi içinde uğraşıyor. Bu ortamda
öğrenciye ceza verme de söz konusu değildir; tersine onu özendirmek gerekiyor. (8)
Eğitim ortemı demokratik olmalıdır. Öğrencilerin, istedikleri her konuyu sınıfa
getirip gözlem, deney, araştırma, inceleme ve tartışma yoluyla öğrenmelidir. Bu
ortamda öğretmen, anlatan, açıklayan değil; öğrenci etkinliklerinin yolunda gitmesini
sağlayan, zengin öğrenme-öğretme yaşantılarını sınıfa getiren kişi konumundadır. (9)
sınama (değerlendirme) durumları ezbere dayanmamalıdır. Sınama sırasında
öğrenciye yaşamda karşılaştığı, karşılaşabileceği sorunlar sorulmalı; onlardan
bilimsel yöntemlerle bunları çözmesi istenmelidir. Sınavlarla öğrencinin
gizilgüçlerini ortaya çıkarmalarına, uygun programlara yerleştirilmelerini sağlamaya
çalışılmalıdır.
ilerlemiş annelik yaşı (advanced maternal age) 34 yaşın üstünde olan ve dölütte kalıtsal
değişim riski artmış olan kadınların yaşı. ileti (message) İletişim kuramına göre,
bildirişim sisteminde vericinin belli bir anlam yükleyerek alıcıya gönderdiği ve
alıcının da anlamını çözdüğü bir simge; mesaj.
iletici (efferent) Beyinden kas ve organlara komut götüren sinirler.
iletişim (communication) 1. Kişiler arasında duygu, düşünce, bilgi, haber alışverişi;
duygu, düşünce ve haberlerin konuşma, dinleme; soru sorma, soruyu yanıtlama gibi
akla gelebilecek her yolla kişiden kişiye aktarılması; ortak ileti, karşılıklı ileti, sözel
öğrenme. İletişim süreciyle biz başkalarını; başkaları da bizi anlamış oluyor.
İletişimde, bilgi, duygu, düşünce ve becerileri sözcük, resim, figür, grafik gibi
simgeler aracılığı ile birbirimize aktarıyoruz. İletişim, bir etkileşim, bir ilişki, bir
toplumsal süreçtir. İletişim Sürecinin Temel Öğeleri: Bunları kaynak, ileti, kanal, alıcı
ve dönüt oluşturuyor. (1) Kaynak: Alıcıda (hedeflediği kişi ya da grupta) davranış
değişikliği gerçekleştirmek üzere iletişim sürecini başlatan kişi, kaynak konumunda
bulunuyor. Örneğin, sınıfta bu görevi, öğretmen üstleniyor. Öğretmenin kaynak olarak
başarısını kendisi, alıcısına ve ileteceği konuya ilişkin bilgi ve becerileri; kendisine,
alıcısına ve ileteceği konuya karşı tutumu; içinde yetişmiş olduğu ve bulunduğu
toplumsal ve kültürel ortam; dille iletişim yeteneği; güvenilirliği (uzmanlığı,
inanılırlığı) ve çekiciliği etkiliyor. (2) İleti: Kaynağın alıcıyla paylaşmak istediği
duygu, düşünce ve davranışları belirten simgeler, iletidir (mesajdır). (3) Kanal:
İletinin alıcıya iletilmesini sağlayan ortam, araç yöntem ve teknikler, kanal görevi
yapıyor. (4) Alıcı: Kaynağın gönderdiği iletilere hedef olan kişi ya da kişiler, alıcı
durumunda bulunuyor. İletişim sürecinde alıcı rolünü üstlenenler, istenen tepkiyi
vermesi beklenenlerdir. (5) Dönüt: Kaynağın gönderdiği uyarıcılara, alıcının
gösterdiği tepki de dönüt (geribildirim) olarak adlandırılıyor. Kaynak, alıcısına
gönderdiği iletilerin alınıp alınmadığını; alındıysa anlaşılıp anlaşılmadığını ya da ne
kadar anlaşıldığını, kendisine dönecek tepkilerden anlayacaktır. İletinin gönderilmesi,
alıcının bu iletiyi doğru olarak alacağının ya da istenilen tepkiyi vereceğinin
güvencesi değildir. Bkz. uyulmayıcı davranış. 2. Kişilerin birbirini anlaması. Bkz.
eşduyum. 3. Telefon, telgraf, radyo, e-posta gibi aygıtlardan yararlanılarak
yürütülen bilgi alışverisi. Bkz. iletişim araçları; iletişim bozuklukları; iletişim
kuramı; uyulmalı davranış.
iletişim araçları Bkz. kitle iletişim araçları.
iletişim bozuklukları (communication disorders) Sözlü ya da yazılı dille iletişim
kurmada yaşanan güçlüklere tanı koyma sınıflamasında kullanılan terim. Bkz. yaşlılık
bunaması.
iletişim kuramı (communications theory) Bir kuramdan çok, fiziksel, ruhsal ve
toplumsal tüm yönleri ile bir iletişim tekniği. Bu teknikle makinelerde, canlılarda, ve
kurumlardaki iletişim süreçleri arasında var olan benzerlikler betimleniyor ve benzer
süreçler için ortak terimler aranıp bulunuyor ya da eskilerden türetiliyor. İletilen bir
şey olduğu için, bilgi kuramı ile iletişim kuramı arasında kesişen pek çok nokta
vardır. Bu bağlamda psikoloji, fizyoloji, nöroloji ve elektronik, bu kurama yararlı
oluyor.
İletişim Sürecinin Temel Öğeleri Bkz. iletişim.
ilgi (interest) 1. Bir kimsenin bir etkinliğe, kişiye ya da nesneye karşı, kısıtlayıcı
koşullar altında bile oldukça uzun süren bağlanma isteği ya da eğilimi; alaka,
duyuşsal yapı. İlgiler ve amaçlar: Bunlar, birbiriyle yakın ilişkisi olan iki kavramdır.
İlgi, kişinin bir konu, etkinlik, kişi ya da bir nesneye karşı kendiliğinden dikkatle
yakınlık duymasıdır. Kimi konular renkli, canlı olduğu; belli bir gereksinimi giderdiği
ya da özel yeteneklere ve başarılı yaşantılara uygun olduğu için kişinin kolaylıkla
dikkatini çekiyor. Kendiliğinden dikkat, özellikle yeni bir konuya başlarken ya da bir
konunun belli bir yönünü öğrenirken de öğrenimi kolaylaştırıyor. İstençle (irade ile),
birtakım güdüleme araçlarıyla öğrencide belli bir konuya karşı ilgi (öğrenme
gereksinimi, öğrenme isteği) uyandırmak, öğretmen için de öğrenci için de yorucu
oluyor. Öğrenim konuları öğrencinin ilgi duyduğu alanlardan seçilince bu yoruculuk
yaşanmıyor. Ancak, okulda öğrenilmesi gereken bilgi, beceri ve alışkanlıkların
tümünün ilgi çekici olduğu söylenemez. O nedenle sürekli olarak kendiliğinden
dikkatle öğrenimi sürdürmek olanaksızdır. Belli bir gereksinimi giderme amacına
yönelik öğrenmeyi istence dayalı dikkatten yararlanarak gerçekleştirmeye ve kişiyi
başkalarından üstün kılmaya uğraşmak, yararsız bir uğraştır. Çünkü bu tür bir amaç
gerçekleştirilse bile, kişinin bu yolla elde ettiği özgüven, kalıcı olmuyor. Başarma
amacı ile ilgi arasında da olumlu ve ileri düzeyde bir ilişki vardır. Öğrenci, bir
öğrenme çalışması sırasında (derste) ilk konuyu başarıyla bitirdiğinde, bir sonraki
konuya geçmesi kolay oluyor. İlk başarıya ikinci başarının da eklenmesi, öğrencinin
akademik benlik tasarımında olumlu bir gelişim sağlıyor. Bunun sonucu olarak o
konu alanına giren öğrenmelerde, kendini yeterli buluyor ve o alana daha çok ilgi
gösteriyor. Başarısızlıklar ise öğrencinin o konu alanına yönelik öğrenmelerden
uzaklaşmasına yol açıyor. Bkz.bilişsel öğrenme; dikkat; duyuşsal öğrenme; ilgi
çekme uğraşısı; ilgi envanteri; ilgi kümesi; ilgi odağı; ilgi ölçeği; ilgisizlik; ilgi
testi.
ilgi çekme uğraşısı (attention getting mechanism) Beğenilmediği ya da ihmal edildiği
duygusuna kapılan kişinin, çevresindekilerin ilgisini kendi üzerine çekmek için
gösterdiği çaba.
ilgi envanteri (interest inventory) Kişinin sevdiği, ilgi duyduğu ve sevmediği,
hoşlanmadığı nesne ve etkinlikleri tanımak için uygulanan; çoğunlukla da akademik ve
mesleksel eğilimlerini saptamaya yarayan sorular ya da yargılar dizisi; ilgi ölçeği.
Bunlar arasında ilgi testleri (interest tests) de bulunuyor. Bir kişinin gerçek
ilgileri y l e yetenekleri arasında koşutluk saptandığında, ona yol göstermek
kolaylaşıyor. Örneğin, öğrencinin yetenekleriyle desteklenen ilgilerini bilen öğretmen,
ders etkinliklerini bu ilgiler doğrultusunda düzenleyebiliyor. Yalnızca çalışkan
öğrenciler değil, çalışma isteği göstermeyen ya da suça eğilimli öğrenciler de
hoşlandıkları etkinliklere yöneltilince, onlarda da çalışma hevesinin uyandığı
görülüyor. Kişiyi mesleğe yöneltmek söz konusu olduğunda, onun en güçlü
yeteneklerine dayalı ilgilerinin saptanması, yine büyük önem taşıyor. İlgi testlerinin en
çok tanınanı, Kuder İlgi Alanları Tercihi Envanteri Form CH’dir. İkincisi de Strong
Meslek İlgi Testi’dir. Bkz. ilgi testi; psikolojik testler.
ilgi kümesi (interest group) Öğrenim ya da etkinliklerde amaçları, ilgi duydukları konu
aynı olan kişilerin bu amaçlar ve konu çevresinde örgütlenmesiyle oluşan küme.
ilgileşim Bkz. korelasyon.
ilgi odağı Bkz. büyük, ortanca, küçük ve tek çocukta kişilik gelişimi.
ilgi ölçeği Bkz. ilgi envanteri; ilgi testi.
ilgisizlik (indifference) 1. Bir kişi, nesne ya da duruma karşı duygusal tepki
göstermeme, yansız davranma, aldırmazlık. 2. Felsefede, gönlün sevgi ve nefret gibi
duygulardan soyutlanmış olması.
ilgi testi (interest test) Kişinin hoşlandığı ve hoşlanmadığı şeyleri ölçmede kullanılan
bir test ya da araç; alaka testi. Bir kişinin tipik olarak hoşlandığı ve hoşlanmadığı
şeyler örüntüsünün, belli bir iş ya da mesleğe, derse, programa ya da daha başka
etkinliklere karşı ilgisi bilinen kişilerin hoşlandığı ve hoşlanmadığı şeyler örüntüsüne
ne ölçüde benzediğine bakılarak kişinin ilgisi belirleniyor. Bu testler genellikle
birçok iş ve meslek, ders ve etkinlik türünü içeriyor. Testi alan kişi, sorulan şeyden
hoşlandığını ya da hoşlanmadığını belirtiyor. Bkz. ilgi envanteri; psikolojik testler.
ilham Bkz. esin.
ilim Bkz. bilim.
ilişkiler kuramı (interpersonal theory) Kişilik gelişiminin ve ruh hastalıklarının,
kalıtımdan ya da kişi dışındaki nedenlerden önce, kişiler arası ilişkiler ile toplumsal
düzenden kaynaklandığını savunan görüş.
ilişkinlik ilkesi (principle of intimacy) Biçimin yeni parçalar eklenip çıkarılabilecek bir
toplam olmadığı; ekleme ve çıkarmaların hem bütünü hem de parçayı etkilediği ilkesi.
Bu ilkeye göre biçimde parçaların bağımsızlığı değil; birbirine bağımlılığı söz
konusudur. Bkz. ilişkinlik yasası.
ilişkinlik yasası (law of belonging) Thorndike’ın, birbiriyle bağlantılı olan söz, kavram
ve nesnelerin, bağlantılı olmayanlardan daha kolay ve yeterli olarak anımsanacağını
savunan görüşü; aidiyet kanunu. Bkz. ilişkinlikj ilkesi.
ilk baba (primal father) Freud’a göre, kendi oğullarınca öldürülüp yenilen ve daha
sonra tanrı katına çıkarılan ilkel sürünün başı. Ona göre boy öncesi bu toplumdaki
bütün kadınlar, tek bir erkeğin tekelindeydi ve çocuklar da içinde, herkes, o babanın
buyruğu altındaydı. Bu ilk baba, kadınlarıyla başka erkeklerin yatmasına izin
vermiyordui; buna kalkışan erkekleri ya öldürüyor ya da sürüden kovuyordu. Bu
durumdan rahatsız olan oğulları birleşerek bu ilk babayı öldürdüler ve kadınları
paylaştılar. Bu ilk baba katli, aynı şeyin kendi başlarına da gelmesinden korkan
oğullarda derin bir suçluluk duygusu yarattı. Bu duygu da “Öldürmeyeceksin!”
kuralının, yakın akraba ile sevişme tabusunun, dışevliliğin, üstbenliğin; kısacası,
bildiğimiz anlamdaki insan toplumunun oluşmasını sağladı. Bkz. totem ve tabu.
İlk Çocukluk Dönemi (first childhood period) Erken çocukluk dönemi de denilen 3-6
yaşlar arasında yaşanan dönem. Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri.
ilk depresyon (primal depression) İlk çocukluk döneminde yaşanan ve çocuğun özsaygı
için gereksindiği güvenlik ve sevgiden oluşan duygusal kaynakların bulunmamasından
doğan depresyon.
ilke (principle) (prensip). 1. Her türlü tartışmanın dışında ve üstünde tutulan
anadüşünce ve inanış, baş kural. 2. Temel bilgi, temel kural. 3. Uyulması gerekli
davranış kuralı.
ilkel (primative) 1. İlk, temel olan; evrim aşama sırasında, alt sıralarda kalan,
gelişmemiş; iptidai. Antropolojide vahşi, uygarlaşmamış; toplumsal örgütlenmenin
ortaya çıkmadığı dönemlere ait (insanlar). Freud, bu terimi ruh gelişiminin ilk iki
evresi olan insan yaşamının tümüyle dış etkenlere bağlı bulunduğu cancılık öncesi
dönem ile dünyanın dış olayları ve insan yaşamını yöneten şeytanlarla, ruhlarla dolu
olduğu cancılık dönemi için kullandı ve bu dönemi, insanın düşüncelerinin gücüne
olan özseverce inancının bir yansıması olarak yorumladı. 2. Bir sistemin, daha fazla
indirgenemeyecek olan temel yapı taşı. Biliş psikolojisinde, indirgenemeyen,
kendinden başka göndermelerle tanımlanamayan bir kavram. Örneğin, “Mavi nedir?”
sorusuna verebileceğimiz tek yanıt, rengi mavi olan şeyleri göstermektir. Burada
mavi, anlamsal ilkel bir şeydir. Biliş psikolojisinde ilkel kavramının önemli bir yeri
vardır. Çünkü bu belirleme, araştırmacıyı, sonsuz bir döngüsel düşünceler zincirine
girme tehlikesinden kurtarıyor. Bkz. işlevsel çözümleme.
ilkelbenlik Bkz. içben; topografik kuram; yapısal kuram (İlkelbenlik)).
ilkelbenlik erkliliği (omnipotence of id) Freud’a göre, gücü gerçeklerle sınırlanmamış
olan ilkelbenliğin, her zaman düşlemeyle doyum sağlayıp isteklerini giderebilmesi.
ilk düşlem (primal fantasy) Psikanalize göre, çocukların cinsel deneyimle ilgili
bilgilerindeki boşlukları doldurmak için başvurdukları, özellikle gebelik, doğum, anne
baba ilişkisi, iğdişlik gibi konulardaki düşlemleri.
ilkel imge (primordial image) Jung’a göre, çocuğun kafasındaki sonuçta ortak
bilinçdışından türetilen özgün, “bilinçdışı anne imgesi” gibi ilkörnek (arketip)
düşünceler.
ilkel öz Bkz. topografik kuram (Bilinçdışı).
ilkel özdeşim Bkz. ruhsal-cinsel gelişim kuramı ((3) Üretken Dönem).
ilkel ruhsal yapı Bkz. yapısal kuram (Üstbenlik).
ilkel savunma mekanizması Bkz. benliğin savunma mekanizmaları.
ilköğretim (primary education, elementary education) (ilk tedrisat) 1. Birkaç öğrenim
basamağından oluşan örgün eğitim sisteminin okuyup yazmayı, aritmetiği, iyi bir
yurttaş olmak için gerekli bilgi ve becerileri kazandıran ilk basamağı. 2. Bütün
yurttaşların, ulusal eğitim amaçlarına uygun olarak beden, zihin ve ahlak bakımından
gelişimlerine hizmet eden temel öğretim dönemi.
ilköğretim okulu (primary school) Sekiz yıllık temel eğitim veren okul. Bkz.
ilköğretim.
ilkörnek (archetype) (arketip) 1. Bir şeyin oluşturulduğu özgün yapı ya da model; ilk
tip. Örneğin, gördüğümüz bir ağaç, o ağaçla ilgili düşüncemizin ilk örneği ya da
modelidir. 2. C. G. Jung’a göre, ortak bilinçdışını oluşturan kalıtsal (anımsanan)
eğilim ve düşünceler; duygusal yönleri oldukça güçlü olan evrensel düşünce
biçimlerinin her biri. Örneğin, anne ilkörneği, önce bir anne ilkörnek imgelemi
oluşturuyor. Sonra bu, gerçek anne ile özdeşleşiyor. Çocuğun anneyi algılayış biçimi,
annesiyle ortak yaşantılarından da etkileniyor. Böylece, çocuğun annesiyle ortak
yaşantısı, anneyi algılayışını etkileyen içsel eğilimlerle annenin gerçek özelliklerinin
ortak ürünü olarak beliriyor. Bu yaşantılar, dünyanın her yerinde ve her çağında
yaşamış ve yaşamakta olan insan için aynıdır. Örneğin, anne ilkörneği ile bireyin
gerçek annesinin özellikleri arasında büyük bir ayrım yoktur. İlkörnekler; aşk,
cinsellik, anne baba, ölüm gibi özel düşünceler konusundaki evrensel ırksal
belleklerdir. Farklı kültürlerde, bir ölçüde farklı ilkörnekler bulunuyor. Bu kalıtsal
bellekler, sanatta, masallarda, dinde, rüyalarda ve ortak bilinçdışının başka
dışavurumlarında evrensel simgelerle kendilerini ortaya koyuyor. Freud kuramında
bedensel anlamda içgüdü ne kadar önemliyse Jung kuramında da ruhsal anlamda
ilkörnekler o kadar önemlidir. İlkörnekler, algılarımızı örgütlüyor, imgeler topluyor,
bilincimizin içeriğini düzenliyor, değiştiriyor ve davranışlarımızın temel yönünü
belirliyor. Jung, çok sayıda ilkörnek tanımlamıştır. Persona, gölge, anima ve animus,
ölümden sonra yaşam, yeniden doğuş, anne, baba, toprak ana, kahraman, benlik
ilkörnekleri bunların başlıcalarıdır. Bkz. analitik psikoloji (Irksal Bilinçdışı; Kişiliği
Oluşturan Sistemler).
ilk psikolojik testler Bkz. CATTELL, James McKeen; psikolojik testler.
ik tedrisat Bkz. ilköğretim.
ilk tip Bkz. ilkörnek.
ILLICH, Ivan (1926-2002) Avusturyalı düşünür ve toplum eleştirmeni. Viyana’da
Hırvat bir baba ile Yahudi bir annenin çocuğu olarak doğdu. 2002’de öldü. Babasının
gelir durumunun elverişli olması nedeniyle pek çok ülkeyi gezip gördü. İtalyanca,
Fransızca ve Almancayı ana dili gibi öğrendi. Daha sonra bunlara Sırpça-Hırvatça,
antik Yunan, Latin dilleri ile İspanyolca, Portekizce ve Hintçeyi ekledi. İtalya’da
Florence Üniversitesi’nde Histoloji ve Kristalografi; Vatikan’da Pontifical Gregorian
Üniversitesi’nde teoloji ve felsefe; Strazburg’da Orta Çağ tarihi eğitimi gördü.
Portoriko Katolik Üniversitesi başkan yardımcılığına getirildi. 1961’de Meksika
Cuernavaca’da Centro Intercultural de Documentacion’u kurdu. Merkezin
araştırmaları, Vatikan ve CIA ile çatışmalarına neden oldu. 1970’lerde Fransa’nın sol
aydın çevrelerinde popüler olmasına karşın F. Mitterand’ın 1981’deki seçiminden
sonra görüşleri fazla kötümser bulunduğundan, bu çevrelerdeki etkisi azaldı. Daha
sonra kansere yakalandı. Eleştirdiği geçerli tıp yerine geleneksel yöntemlere
başvurdu. Hastalığının ilk aşamalarında tümörle ilgili bir doktora danıştı. Ancak,
müdahale durumunda konuşma yeteneğinin yitme olasılığının çok yüksek olduğu
söylendi. O nedenle “ölümlülüğüm” dediği tümör ile yaşamının sonuna dek yaşadı.
Illich, gerçekte toplum eleştirmenidir. O, çağdaş Batı kültürü, kurumlar ve eğitim,
çalışma yaşamı, enerjinin kullanımı, ekonomik gelişim, sağlık gibi sorunlar üzerinde
durdu. Eleştirel pedagoji alanında sistemli çalışmalar ortaya koydu. Ancak bu
konudaki savları üzerinde çok tartışıldı. Bunun nedeni, görüşlerinin yadsınamayacak
düzeyde olmasıdır. Yarın da tartışılacak olan bu görüşler, temelde kurum üzerinde
biçimlenmiştir. Bu eleştirilerin eğitime yansıması ise okul temelinde oldu. Ona göre
okul, bireysel özgürlüğü kısıtlayan ve bireyi ideolojik düşüncesine göre biçimlendiren
bir yapıya sahipti. Bu tartışmaların kırılma noktası ise demokratik değerlerin
yüceltildiği bir okul anlayışıydı. Summerhill gibi örneklerde de bu görülmüştü.
Illich’in tartıştığı okul, çok boyutlu sorunlar içeriyordu. Okul, yaşamın her alanına
nüfuz etmiş durumdaydı. O, okulun, toplumdaki kurumların prototipi olduğu yolundaki
yargısıyla her kurumu bir okul; her kurumsallaşmış kişiyi de öğretmen olaak
düşünüyordu. İktidarın gözünde toplum, sürekli eğitimdem geçirilmesi gereken bir
öğrenci topluluğu gibiydi. Illich’in okulu eleştiren başka kişilerden farkı, çıkış noktası
olarak okulsuzlaşmış bir toplumu benimsemesidir. Onun bu anlamdaki görüşleri,
Okulsuz Toplum adlı yapıtında geniş bir yankı bulmuştur. Illich, okulsuzlaşma savına
gerekçe olarak kurumsallığın insan yaşamındaki yıkımlarını gösteriyordu. Çünkü
kurumsallaşmış eğitim, bireyin okul dışında bir yerden ya da okulun belirlemediği
kişiden alacağı eğitimi güvenilir bulmuyor ve geçersiz sayıyordu. Illich, okulu bu
anlamda, değerleri kurumsallaştıran bir araç olarak görüyor ve öğretmen iktidarının
oluştuğunu vurguluyordu. Öğrenciye öğrenimde yardımcı olmaktan öte bir görevi
olmayan öğretmenin, eğitim uzmanı olup çıktığını ileri sürüyordu. Toplumda
milletvekili, yönetici, doktor, asker ve polisin yaptığını olulda öğretmen yapıyordu.
Böylece oluşan toplumsal ilişkiler ağı, uzman egemenliğini meşrulaştırıyordu.
Toplumda uzmanlaşma ve sertifikalı yaşam, okul aracılığı ile sağlanıp sürekli
kılınıyordu. Illich, bu eleştirilerini, sahnede kendisinden başka kimseyi görmeden,
hiçbir partiyi desteklemeden, hiçbir grubun yardımını almadan yapmıştır. Kitap ve
makalelerinde hiçbir dipnot bulunmuyor. Dilimize çevrilen başlıca yapıtları: Şenlikli
toplum,1989; H2O,1991; Profesyoneller İktidarı, 1994; Sağlığın Gaspı, 1995; Enerji
ve Eşitlik,1997; Okulsuz Toplum, 2005; İşsizlik Hakkı,2011.
imaj Bkz imge.
im dili Bkz. işaret dili.
imge (image) imaj, hayal. 1. Duyu organlarının dıştan algıladığı bir nesnenin bilince
yansıyan benzeri, görüntüsü. 2. Bir nesnenin ayna, lens, retina gibi optik düzeneklere
yansıyan görüntüsü. 3. Dış uyarıcı olmadan anımsanan daha önceki bir algısal
yaşantının benzeri ya da kopyası. 4. Duyusal bir uyaran olmadan bilinçte beliren
nesneler, olaylar ve izlenimler; düş gücünün yarattığı bir düşünce. 5. Bir kişi, kurum
ya da grubun başka kişiler üzerinde bıraktığı genel izlenim. 6. Bireyin, kendi gerçek
kişiliğine, benliğine ilişkin çarpıtılmış algısı. İmge; görme, işitme, tat alma, dokunma
duyularını ve devinimi de içerebiliyor. Birden çok kanalla kodlanan duygusal yaşantı,
güçlü bir imge oluşturuyor ve daha kolay anımsanıyor. İmge, duyumla birlikte, algının
temelini oluşturuyor. Bkz. çift kodlama varsayımı.
imgelem (imagination) Zihinsel olarak geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bağ kurma
gücü; zihnin tasarım, imge oluşturma gücü, yetisi; muhayyile.
imgeleme (imagining) Yaşantıların imgelerini, tasarımlarını analiz, sentez gibi
işlemlerden geçirip zihinde canlandırma; tahayyül etme, zihinde oluşturma. Bir
düşünce süreci olan imgelemede yaratıcılık vardır. Özgür düşünme sırasında imgeler
birbiri ardına zihinde canlandırılıyor ve hayal kuruluyor; imge ya da tasarımlar, daha
da soyutlanıp birbirine katılıyor; benzetilerek, çıkarılarak, nitelikleri değiştirilerek
yeni sentezler gerçekleştiriliyor. Bu, yaratıcı düşünme işlemidir. Söz konusu işlem
gerçekleştirilirken beyinde depolanmış olan bilgi ve yaşantı zenginliği kullanılıyor.
Görsel belleği iyi gelişmiş kişiler, resimsel imgeleri görsel belleklerinde bir fotoğraf
gibi tüm ayrıntılarıyla yineleyebiliyorlar. Bu yeteneğe, fotoğrafsı imgeleme gücü
deniyor.
imgesel arkadaş (imaginary companion) Özellikle üstün yetenekli ya da yalnız
çocukların imgelemlerinde kendilerine arkadaş olarak yarattıkları ve değişmez, belirli
özellikler yükledikleri, kendilerine uygun ve yakın buldukları kişi; hayali
arkadaş,düşsel arkadaş.
imgesiz düşünce (imageless thought) Yapısal psikolojide içe bakış yöntemiyle yapılan
dikkatli çözümlemelere karşın, duyum izleri ya da imge belirtisi göstermeyen düşünce.
impals Bkz. tepi.
im sistemi (sign system) İnsanın düşünmesine, iletişim kurmasına, sorun çözmesine
yardımcı olacak biçimde bir kültürün ürettiği simgeler toplamı. Bu, yalnızca her türlü
sözü, anlatımı, mimiği, işareti (imi) ya da simgeyi içermiyor; bilgiyi de içeriyor.
Çünkü bilginin kendisi de bir im sistemidir. Örneğin, matematik, fizik, kimya,
psikoloji, eğitim bilimi birer işaret sistemidir. Bkz. kodlama, sinyalleme sistemi.
im yöntemi (manual method) İşitme engellilere anadili öğretiminde kullanılan parmak
alfabesi ve öteki işaretlerden yararlanma yöntemi; işaret metodu.
inanç (belief) Belirli görüş ve sayıtlıların dayanaklarını inceleyip değerlendirme
gereksinimi duymadan, bu görüş ve sayıtlıları, özellikle duygusal bir tutumla
benimseme. Bkz. inanç, kanı, değer; inançla iyileştirme; inandırma tedavisi.
inanç, kanı, değer (belief, opinion, value ) Birbiriyle yakından ilişkili öznel kavramlar.
Bir düşünceye sağlam bir biçimde içten bağlanmak, onu güvenle doğru saymak, ona
inanmak demek olan inançta, bir değere ilişkin öğrenmeler ağırlıktadır. Kanıda ise
ağırlık, öğrenmeler sonucu ortaya çıkan öznel genellemelerdedir. Mantık dışı
sayıltılar denilebilecek kimi düşünce ürünü olan ve benliği yenilgiye uğratan
düşünceler olan inançların etkisiyle oluşan ülküsel benlik, kişiyi kusursuzluğa
zorluyor. Bunlar, kişiye zarar vermeden, duyuşsal eğitim yoluyla gerçekçi sınırlar
içine çekilmelidir. Benlikle ve Demokratik Değerlerle Çelişen Düşünce Ürünleri:
(1) Kendini başkalarından üstün duruma getirme. (2) Kusursuz olma. (3) Fiziksel
yapıya göre erkek ve bayan oluşla ilgili kalıp yargılar geliştirme. (4) Yanlış
yapmaktan çekinme. (5) Kişisel başarıyı grup başarısına yeğleme. (6) Nesnelliği
duygusallık ya da öznellikten üstün tutma. Bunlar, çoğu kez ulaşılması güç ve sonuçları
ruh sağlığını bozan yanlış inançlardır. Birçok inanç ve kanı, insanın değerler
sistemine çevrenin sözel telkinleri ya da yanlış pekiştirmelerle yerleşiyor. Bunlar,
birer önyargı olarak bireyin hem kendi yaşantılarını hem de başkalarının yaşantılarını
olumsuz yönde değerlendirmesine yol açıyor. Benzer genellemeler, yaşantıları sınırlı
olan ve önyargıları çevrenin telkinleriyle gelişen çocuğun bakış açısına da daraltıcı
bir etki yapıyor. Birey, kendi ahlak değerlerini, toplumun ahlak standartlarını
içselleştirerek oluşturuyor. Psikanalize Göre Ahlak Değerleri, 2-4 yaşlarında
üstbenliğin gelişmesiyle birlikte oluşmaya başlayan ahlak değerleri, Oedipus
karmaşasının yaşanmasıyla sürüyor. Okul çağında çocuk, yetişkin beğenisine önem
verdiği için, kimi kurallara daha kolay uyuyor. Ergenlik döneminde ise kurala, kural
olduğu için uymaya başlıyor. Bu dönemde genç, soyut düşünme yeteğinin de
gelişmeye başlamasıyla, çelişen değerleri uzlaştırıp o değerlerin ortaya koyduğu
uygulanabilir sonuçlarına göre bir seçim yapmayı başarıyor. Soyut düşünme
yeteneğinin gelişimine koşut olarak genç, kendi değerleriyle toplumun değerlerinin
sentezini yapmaya yöneliyor. Çocuk, gelişim düzeyine uygun olarak okulda,
değerlerle ilgili yaşantıları üzerinde düşündürülerek eğitildiğinde, toplum değerlerini
ona bilinçsiz koşullamalarla kabul ettirmeye son verilmiş oluyor. Onun yerine, bu
değerleri akılcı değerlere dönüştürüp özümsetme ve bu yolla ona ahlaksal
bağımsızlık kazandırma başlatılmış oluyor. Bu çabanın sonunda o çocuk, kendi
değerler bütününü, içinde yaşadığı toplumun değerler karmaşasının tehlikelerinden
koruma olanağını elde ediyor. İnsanı olgun değerler sistemine ulaştırmak ise okulun
vazgeçilmez amaçlarından biri olarak görülüyor. Böyle bir sistem, her şeyin üstünde
olan insanın değerliliğinin ve demokrasi ilkelerinin bir örüntüsüdür. Olgun değerler
sistemini oluşturan kişi, kendinin ve öbür insanların mutluluğu için neyin doğru
olduğuna karar vermekte güçlük çekmiyor. Kendini gerçekleştirme yolunda olan bu
kişi, hem kendinin hem de başkalarının yaşamına değer veriyor; demokratik bir
kişilik oluşturuyor; insanları benimseyip onlara sevgi, saygı ve acıma duyguları
besliyor. Bu değerler, kişilik eğitiminin de vazgeçilmezleridir. İnsanın saydamlık ve
dürüstlüğünün kanıtı, benimsemiş olduğu bu değerlerle davranışlarının tutarlılığıdır.
Ahlaklı olmanın önkoşulu, gerekli bilişsel güce ve soyut düşünme yeteneğine sahip
olmaktır. Ahlak oluşumu için çocuk, yetişkinlerin yardımından yararlanarak,
bunlarla birlikte duyuşsal güvenlik içinde olmalıdır; beğenilme isteği duymalıdır;
ahlak değerlerine uygun davranım örnekleri görmeli ve hümanist yapıtlar
okumalıdır; çevresinde olup biten olayların değerlere ilişkin yönlerini
seçebilmelidir. Aynı sınıftaki öğrenciler, bilişsel güçlerinin ve aile ortamlarının
farklılığı nedeniyle, değerler yönünden farklı gelişim evresindedirler. Sınıftaki her
öğrenciye bu farklılığı giderme konusunda yardım edildiğinde sınıf, herkes için
güvenli bir ortam durumuna getirilmiş oluyor. Bunu, öğrenciye saygı, anlayış
gösteren, dürüst davranan hümanist öğretmen, kolaylıkla başarabiliyor. Sınıfı Her
Öğrenci İçin Güvenli Bir Ortam Durumuna Getiren Okulda Öğrenci, Neler
Yaşıyor? (1) Öğretmeninden yeterince ilgi görüyor. (2) “Ya yanlış yaparsam?”
korkusunu duymuyor. (3) Kendini bir yarış ortamında duyumsamıyor. (4)
Arkadaşlarıyla belli bir amaç peşinde işbirliği içinde çalışmaya alışıyor. (5) Bireysel
özelliklerine uygun bir öğrenim görüyor. (6) Kendini bulunduğu sınıfın bir bireyi
olarak algılıyor. Böyle bir toplumsal-ruhsal ortamda, belirtilen niteliklerle donatılmış
olan öğrenci, her gelişim basamağında, zorlanmadan sağlıklı inanç, kanı ve değerler
kazanmayı sürdürüyor ve bunları kolaylıkla ortaya koyuyor. Öğretmen, kendi
değerlerinin eleştirilmesine, tartışılmasına olanak tanıyınca, onun öğrencileri de kendi
değerlerini rahatlıkla tartışabiliyorlar. Demokratik sınıf ortamı, hem demokratik
değerlerin benimsenmesine hem de geliştirilmesine olanak tanıyor. Kendi inanç,
önyargı ve değerlerini tek doğru seçenek olarak öğrenciye sunan öğretmenin
sınıfında ise, sağlıklı bir iletişim ve ilişki yaşanamıyor. Böyle bir öğretmenin
sınıfında farklı görüşteki öğrenciler, kendi değerlerini katı bir tutumla savunma
eğilimi gösteriyorlar. Bu öğrenciler, öğretmenlerine karşı da olumsuz tutum
geliştiriyor ve ona yabancılaşmaya başlıyorlar. Değerleri Geliştirmek ve Ahlaksal
Yapılaşmayı Gerçekleştirmek İsteyen Bir Okul Neler Yapıyor? (1) Duygusal
güvenin temelini atıyor. (2) Öğrencide arkadaşlarınca ve yetişkinlerce beğenilme
isteği yaratıyor. (3) Var olan değer ve kuralları aklın süzgecinden geçirtiyor. (4)
Çatışan değerlere zekice uyum sağlanmasına ortam hazırlıyor. (5) Etik kuralları,
genellemelere vararak sözelleştiriyor. Bunlar gerçekleştirildiğinde yaşantıları
zenginleşip bütünleşmiş, sorumluluklarının bilincine varmış olan öğrenci, kendisini
yaşamda anlamlı ve önemli bir yerde görüyor. Böylece çevresinde olup bitene bir
anlam verebilme ve çevresini değerlendirebilecek bir algı dayanağı geliştirme
olanağına kavuşuyor. Bkz. ahlak; değer; hümanist öğretmenlik.
inançla iyileştirme (faith healing) Bedensel ya da ruhsal hastalığı, Tanrısal bir gücün
yardımıyla ya da duayla iyileştirmeye çalışma. Üfürükçülerden, ermişlerden,
türbelerden medet umma da inançla iyileştirme sınıfına giriyor. Bu mekanizmada
olduğu gibi, terapiste ya da danışmana, tedavi edeceğine, iyileştireceğine inanmak da
iyileşmede belirleyici bir etken oluyor. Organik bozukluklarda bile iyileşeceğine,
uzmanın iyileştireceğine inanmanın çok önemli rolü olduğu biliniyor. Bkz. boşinanç;
din; plasebo.
inandırma (persuasion) İnsanların değer yargılarını, inançlarını, tutumlarını
değiştirmeye ya da insanları bunların yenilerini kazanmaya özendirme çabası. Çok
karmaşık olan bu süreçte ya akılcı tartışmalara , iletilere dayanılıyor ya da akıl dışı
istek ya da gereksinimlere seslenen yöntemler kullanılıyor. Bkz. bilişsel
uyumsuzluk; inandırma tedavisi.
inandırma tedavisi (persuasion therapy) Terapistin, hastayı, hatalı tutum ve
davranışlarını kendi kaynaklarından yararlanarak değişmeye özendirdiği destekleyici
bir terapi; ikna tedavisi, inandırıcı tedavi. Bkz. inandırma.
inatçılık (obstinacy) Bir düşünce ya da yargıya, vazgeçemeyecek düzeyde bağlı kalma;
direnme, ayak direme. Dikkafalılık. Bkz. obsesif-kopulsif nevroz.
inceleme (study) Ele alınan konunun bir bölümünü ya da tümünü öğrenmek, bir sorunu
çözmek amacıyla o konu, sorun ya da bölüm üzerinde uzunca bir süre dikkatle durmak,
çalışmak. Bir olayın nasıl ortaya çıktığını, bununla ilgili kural ve yasaların neler
olduğunu anlamak, saptamak ya da bunları denetlemek, deneyimi genişletmek amacıyla
dikkati belli noktalara yöneltertek olayın bütün evrelerini gözden geçirmek. İnceleme
yapan kişi, dikkatini, incelediği konunun belli evreleri üzerine çevirip öznel
yanılmalardan olabildiğince kaçınarak konunun niteliğini iyice öğrenmeye çalışıyor.
Bu sırada duyu organlarını etkin biçimde kullanarak konuyu tüm özellikleriyle
kavramaya çalışıyor. Deney de bir tür incelemedir. Gözlem, deney ve inceleme, hem
eşyanın hem de olayların özellikle doğa bilimlerinin gizlerini öğrenme açısından çok
önemli araçlardır. O nedenle eğitim öğretimle ilgili çalışmalarda onlara değer
veriliyor. Arada başka bir araç bulunmadan gerçekle doğrudan ilişki kurularak
girişilen çalışmalardan olumlu sonuçlar alabilmek için incelemeyi yeğlemek
gerekiyor. O nedenle iş ilkesine dayanan öğretimde öğrencilerin planlı incelemelere
alıştırılmaları ve bu yönde eğitilmeleri gerekiyor. İnceleme Sürecini Oluşturan
Basamaklarda Öğrencilerin Bu İşe Alıştırılabilmeleri İçin Yapılması Gerekenler: (1)
İncelemenin hangi yönlerden yapılacağı araştırılıp belirlenmelidir. (2) Bunlar bir
düzene konmalıdır. (3) İncelenecek konu, parçalarına ayrılarak inceleme alanları tek
tek ortaya konulmalıdır. (4) İncelemeyle ilgili görüşler, konu çözümlenirken
uygulanmalıdır. (5) İnceleme araçları ustalıkla kullanılmalıdır. (6) İncelenen konu
kavranarak tanımlanmalı ve betimlenmelidir. (7) Konu el işi aracılığıyla
anlatılmalıdır. (8) İnceleme sonuçları değerlendirilmelidir. İncelemenin hangi
yönlerden yapılacağını kestirmek, ilköğretim öğrencileri için kolay olmayacaktır. O
nedenle orada öğretmenin yol göstermesi gerekiyor. Öğretmen, bu konuda daha ileri
durum gösteren öğrencilerin buluşlarını değerlendirmeli, bunları öbür öğrencilere
örnek göstermelidir. İncelemenin hangi yönlerden yapılması gerektiği konusunda
gözlemin ögeleri bilinmeli ve bunlar anlatılabilmelidir. Çocuklar, çevre olanaklarına
göre, okula birçok gözlem yapmış olarak geliyorlar. Bunlardan yararlanılarak
inceleme çalışmaları kolaylaştırılabilir. Derslerde Uygulanabilecek İnceleme
Biçimleri: (1) Toplu ya da parça olarak bir kez yapılan incelemeler. (2) Öğretmenin
yönetiminde ya da özgürce yapılan incelemeler. (3) Öğrencileri mikroskop, ölçü,
deney araçları gibi inceleme araçlarını kullanmaya alıştırmak amacıyla yapılan
incelemeler. (4) Öğrencileri incelenecek konuları saptamaya, incelenecek noktaları
bulup belirtmeye alıştırma amacına yönelik incelemeler. (5) Sınıfça, kümelerle ya da
öğrencilerin teker teker yaptıkları incelemeler. İncelemenin eğitsel değer taşıması için
inceleme konusu, çocuğun düzeyine uygun olmalıdır. Öğrencilere inceleme yapma
fırsat ve olanağının bulunması da oldukça önemlidir. Bu açıdan doğa oldukça zengin
bir kaynaktır. Bkz. inceleme gezileri.
inceleme gezileri (survey trips) Belli bir konunun incelenmesi amacıyla yapılan
geziler. Bunlar, önceden saptanmış bir amaca göre belli konuları incelemek üzere
yapılmaları ve bu yönleriyle bilimsel bir nitelik taşımaları ile okul gezilerinden
farklılık gösteriyor. Her düzeydeki okulda öğrencileri de öğretmenleri de ilgilendiren
ve incelenmesi gereken birçok konu bulunuyor. Bunların bir bölümü geziyi gerektiren
konulardır. Yeni eğitim ilkelerini gerçekleştirmek isteyen okullarda inceleme
gezilerine, okulda ders yapmak kadar önem ve değer vermek gerekiyor. İnceleme
Gezilerinin Yararları : (1) Geziye katılanlar, temiz hava alma, bol güneş ışığına
kavuşma ve yürüme aracılığıyla vücutlarını güçlendirme olanağını elde ediyorlar. (2)
Gezi, katılanların görüşlerini keskinleştiriyor; ufuklarını genişletiyor; güzellik
duygularını geliştiriyor; doğayı sevmelerine yardım ediyor; bilgilerini artırıyor. (3)
Gezide değişik tipteki insanları, iş ortamında tanıma, toplumsal sorunlarla ilgilenme,
bireyler arasındaki ilişki ve bağlılıkları anlama olanağı doğuyor. Bütün bunlar,
katılımcıların yurt sevgisini güçlendiriyor; yaşamı daha iyi anlamalarını sağlıyor;
görgülerini artırıyor; belirgin bir dünya görüşü edinmelerine katkı sağlıyor. İnceleme,
bilimsel bir nitelik kazanınca daha kesin ve sağlan bir görüşle yapılmaya başlanıyor.
İnceleme, yeni sorunlarla karşılaşma olasılıkları yaratıyor. Onlar da ele alınınca, iş
genişleyip derinleşiyor. Bu da inceleme yapanları dar görüşlülükten, öznel ve yüzeysel
yargılardan uzakalaştırıyor. İnceleme yapan her insan, dikkatli davranmak; kavram ve
terimleri yerinde kullanmak; sorunları, özellikle çözümleme, bireşim, karşılaştırma
yoluyla ele almak ve gerektiğinde eleştiri yapmak zorundadır. Bkz. inceleme.
inceltme (thinning out) İşlemsel koşullamada düzenli ve sürekli pekiştirmeyi, belli bir
davranış yapısı oluşturduktan sonra azaltma, daha aralıklı bir çizelgeye bağlama.
Örneğin, başlangıçta, her istenen tepki sonunda verilen pekiştirme, daha sonra her
ikinci doğru tepkide; derken, her üçüncü, her dördüncü, her beşinci tepkide …
veriliyor.
ince zar (pia mater) Beyin ve omuriliğin yüzeyi ile beyin zarlarının iç tabakasını
kaplayan zar.
indeks (index) Aynı sıfta ya da sınıflamada yer alan; aralarıonda bir ortak payda
bulunan değerlerin rakamsal, alfabetik ya da başka bir ölçüte göre sıralanmış biçimi;
dizin.
indirgemecilik (reductionism) Karmaşık olgu ya da yapıları, olabildiğince basit
ilkelerle temel bileşenlerine indirgeyerek açıklama eğilimi. Bu eğilim, psikolojide
insan davranışının hayvan davranışlarına dayanarak yorumlanabileceği; son
çözümlemede de cansız maddelerin hareketlerini yöneten fizik yasalarına
indirgenebileceği düşüncesinin ortaya konmasına yol açmıştır. Pavlov’un
köpeklerini n, Skinner’ın kobaylarını n, Lorenz’in kazlarının içgüdüsel davranış
yapıları, insan davranışlarıyla ilkişkilendirilerek, insanın içgüdüsel davranışları
açıklanmaya çalışılmıştır. Suçun nedenini bireyin ruhsal durumunda; dahası, beyin
dalgaları, kalıtsal etkenler, kandaki maddeler gibi biyolojik-kimyasal etkenlerde
aramak da indirgemeciliğe örnek gösteriliyor. Bkz. atomculuk, yapısalcılık.
indirgemeci yorum (reductive interpretation) Jung’un, davranışın, ruhu etkileyen
bilinçsiz bir sürecin belirtisi olarak yorumlanan savı.
individüal psikoloji Bkz. bireysel psikoloji.
informel (informal) Genel, resmi, bağlayıcı nitelik taşımayan. Bkz. formel.
inisiyatif (initiative) 1. Bir şeyi yapmaya davranma, önceliği ele alma, öncecilik. 2.
Kişinin, alınması gerekli kararı, öncelikle ve kendiliğinden alabilme konusundaki
yeterliliği.
inkâr etme Bkz. yadsıma.
inklolot test Bkz. mürekkep lekesi testi.
inme Bkz. felç.
İnsan İçin Ruh Sağlıklı Bir Gelecek Nasıl Yaratılabilir? Bkz dünyada ruh sağlığı.
insana saygı (respect to humanbeing) Hümanist psikolojinin üç temel dayanağından
biri. Öbür ikisi içtenlik ve dürüstlük ile eşduyumdur. Bkz. hümanist öğretmenlik.
insanbilim Bkz. antropoloji.
insancı anlayış Bkz.özgürlükten kaçış yaklaşımı (Marx ve Freud’un İnsana ve Topluma
Bakışı: Marx ve Freud’a Göre Temel Gerçekler).
insancılık Bkz. hümanizma.
insancı öğretmenlik Bkz. hümanist öğretmenlik.
insancı ruhbilim Bkz. hümanist psikoloji.
insancı sağaltım Bkz. hümanist tedavi.
insancı toplumculuk Bkz. hümanist sosyalizm.
insancı vicdan Bkz. hümanist vicdan.
insan hakları (rights of men) İlk kez 1776’da Amerika Bağımsızlık Bildirisi’nde yer
alan; ondan sonra 1789’da Fransız Kurucu Meclisi’nce benimsenen ve Rousseau’nun
savunduğu özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi temel hakları daha da genişleten Birleşmiş
Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nca Haziran 1948’de hazırlanıp birkaç
değişiklikle 10 Aralık 1948’de Genel Kurul’un Paris oturumunda, çekimser kalan altı
sosyalist ülke ile Suudi Arabistan ve Güney Afrika Birliği dışındaki ülkelerin
oylarıyla kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde yer alan haklar. Bildiri,
demokratik anayasalarda tanınan temel uygar ve siyasal hakların yanı sıra ekonomik,
toplumsal ve kültürel hakları da belirlemiştir. İlk grupta yaşama, özgürlük ve kişi
güvenliği gibi haklarla keyfi tutuklama, hapis ya da sürgünden korunma, bağımsız ve
tarafsız mahkemelerde adil ve kamuya açık biçimde yargılanma hakkı; düşünce,
vicdan, din, toplanma ve örgütlenme özgürlükleri yer alıyor. Toplumsal güvenlik
hakkı, çalışma hakkı, eğitim hakkı, toplumun kültürel yaşamına katılma hakkı ile
sanatın ve bilimsel ilerlemenin ürünlerinden yararlanma hakkı da bildirinin getirdiği
yenilikler arasında bulunuyor. Bu bildirinin 36. maddesinde eğitim hakkı ele alınıyor.
insanın sekiz çağı (eight stages of man) Psikanalizi benimsemiş olup ona yeni boyutlar
kazandıran ve insan yaşamını doğumdan ölüme dek değerlendiren psikolog. Erikson’a
göre insan yaşamı, aşağıdaki gibi birbirini izleyen sekiz toplumsal-ruhsal gelişim
evresinden oluşuyor. Bu sekiz evrenin başlıca özellikleri şunlardır: (1) Temel
Güvensizliğe Karşı Temel Güven Duygusunun Gelişimi: Yaşamın ilk bir yılını
kapsayan bu evre, Freud’un ağızcıl dönemiyle örtüşüyor. Çocuk, doğduğu andan
başlayarak toplumla bir alışveriş içine giriyor. Bu yaşta bebek, tümüyle bir alıcı
yapıdadır ve annenin ilgisine, bakımına bağımlıdır. İç içe olan biyolojik ve ruhsal
gereksinimleri karşılandığında haz; karşılanmadığında ise acı duyuyor. Karşılıklı
işleyen bir bütünü oluşturan bu alıcı yapıya karşı annenin vericiliği, denge ve düzeni
sağlıyor. Bunun sonucunda, bebeğin içinde bir iyi olma, kendini iyi duyumsama
duygusu gelişiyor. Çocukta temel güven duygusunun çekirdeğini, işte annesinin kendini
hep seveceğine, bırakmayacağına, isteyeceğine inanma duygusu oluşturuyor. Anne,
farkına varmadan, toplumun gerçeklik varsayımlarını da bebeğe aktarıyor. Çocuk,
sevgi içinde büyüme olanağı bulamaz ya da süreklilik, tutarlılık, aynılık göremezse,
temel güvensizlik duygusu oluşturuyor. Temel güvensizlik, yoksun kalmışlık,
bölünmüşlük ve itilmişlik duygularının güçlü bir bileşimi olarak ortaya çıkıyor. (2)
Utanç ve Kuşkuya Karşı Bağımsızlık Duygusunun Gelişimi: Bu evre, Freud’un dışkıl
dönem olarak adlandırdığı ve ikinci yaşı kapsayan, çocukta bağımsızlık duygusunun
temellerinin atıldığı gelişim evresidir. İlk gelişim bunalımını atlatan çocuk, bu evrede
istemli hareketleri yaptıran kas ve hareket sisteminin gelişimine koşut olarak örneğin,
ayakta durmaya, yürümeye, istediğini almaya, atmaya, konuşmaya başlamakla
bağımsızlık yolunda çabaya girişiyor. Büzgen kasları olgunlaşınca işeme ve dışkılama
işlevlerini de denetliyor. Çocuk artık, tutma ve bırakmayı, isteğine göre
gerçekleştiriyor. O, bu dönemde istemli hareketleri denetlemekten haz duymaya
başlıyor. İsteme ya da istememe; yapma ya da yapmama gibi yeni bir yeteneğin
gelişmesi, çocukta bu birbirine karşıt istek ve eğilimler arasında bir seçim yapabilme
gücü olan bağımsızlık duygusunun gelişimi anlamını taşıyor. Bu sırada yetişkinler,
tuvalet eğitimini gerçekleştirmek amacıyla çocuğu kısıtlamaya başlıyorlar. Tuvalet
eğitimi, çocuğa kendi ürünlerini başkalarının isteğine göre tutmayı ya da bırakmayı
öğretmeye çalışma biçiminde sürüyor. Bu karşıt iki eğilim arasında bir seçim
yapabilme evresinde dış denetimin ve öğretilenlerin güven verici olması; çocuğun
seçim yapma yetisini aşırı uçlara zorlamaması gerekiyor. Bu olmazsa, seçim, inatçı
bir tutma ya da istenilmeyen yer ve zamanda öfkeyle bırakma tepkilerine yol
açabiliyor. Bu tutabilme ya da bırakabilme, giderek toplumsal bir anlam taşıyan
davranış örüntülerine dönüşerek genelleşiyor. Ya insanları, parayı, eşyayı,
alışkanlıkları, sevgiyi tutmak, bunlara tutunmak ya da bunları bırakmak, bırakabilmek
söz konusu oluyor. Tutma ve bırakmanın, toplumsal uyum için birçok olumlu
yönlerinin yanı sıra, olumsuz yönleri de gelişebiliyor. Örneğin, tutmak; kin, yıkıcılık,
saldırganlık yüklü kısıtlayıcı bir tutuculuk eğilimi ile kendini gösterebiliyor. Bırakmak
ise, kırıcı, yıkıcı, yok edici eğilimler olarak ya da rahat bırakma ve boş verme
biçiminde belirebiliyor. O nedenle anne babanın, tutum ve davranışlarıyla çocuğun
seçim yapma yeteneğini, bağımsızlığını zedelememeye özen göstermesi; kesin ve
tutarlı davranması gerekiyor. Kimi şeyleri, örneğin kakasını, çişini tutarak, uygun yer
ve zamanda bırakmayı öğrenmekte olan çocuk ağır biçimde utandırıldığı,
cezalandırıldığı zaman, onda utanç ve kuşkuculuk duyguları yerleşiyor. Bu ise seçim
yapabilme ve istenç yeteneklerinin gelişimini engelliyor. Utanç, “Yer yarılsa da içine
girsem.” isteği yaratıyor. Suçlama, kimse izlemez ve üstbenliğin sesi dışında bir ses
duymazken, kişinin yalnız başına duyduğu bir kötü olma duygusudur. Aşırı
utandırılmanın, meydan okuyan bir utanmazlık tepkisine yol açma olasılığı da vardır.
Kuşku da utanca çok yakın bir ruhsal durumdur; bir önü ve arkası olmanın bilinçliliği
ile ilgilidir. Bedenin büzgenler ve kalçalar üstündeki saldırgan ve cinsel
odaklanmanın yer aldığı arka yüzünü çocuk göremiyor; dahası, burayı, başkalarının
istekleri yönlendirebiliyor. Bedenin bu kesimi, küçük varlığın, başkalarınca büyüsel
bir biçimde yönetilebilecek karanlık alanıdır. Arka yüzünü yönlendirenler, çocuğun
bağırsaklarından geçerken iyi olarak duyumsadığı ürünlerini kötü olarak
niteleyebiliyorlar. Bu temel kuşku duygusu, yetişkin yaşlarda, ardındaki kişilerce
arkasından tehdit edildiği biçimindeki gizli düşmanlıklara ilişkin kuruntusal
(paranoyak) korkulara dönüşebiliyor. Bu durumda paranoyanın oluşumuna, yansıtma
mekanizmasından çok, çocuğun başkalarınca aşırı denetlenmesi ve çocuğa,
bağımsızlığına saldırıldığı duygusunun yaşatılmış olması neden oluyor. Onun için,
utanç ve kuşkuya karşı bağımsızlık kazanmada belirleyici, sevgi ve kızgınlığın;
işbirliği ve bencilliğin; kendini ortaya koyma özgürlüğü ve içinde tutmanın birbirine
orantısıdır. Kalıcı bir olumlu düşünme ve gurur duygusu, benlik saygısını koruyan bir
denetim ve istenç gücüyle yaratılıyor.(3) Suçluluk Duygusuna Karşı Girişim
Duygusunun Gelişimi: Bu evre, Freud’un üretken dönem olarak adlandırdığı 3 -6
yaşları arasıyla örtüşüyor. Bu oyun çağında, çocuğun büyüme ve gelişim mucizesinin
merak ve girişim duygusu ile bunun her yana dağılan belirtileri ortaya çıkıyor. Çocuk
bu dönemde daha rahat, bilinçli, sevgi dolu ve etkindir. Girişim duygusu, daha önce
kazandığı bağımsızlık duygusuna, etkin olma ve başarma uğruna bir görevi tasarlama
ve üstlenme niteliğini katıyor. Başarılı olma, tüm yaşam savaşımları ve çabalarını
kapsıyor. En küçük bir işi becermekten, en karmaşık bilimsel ya da sanatsal
çalışmalara; en yoğun sevişme ve cinsel birleşmeye dek her etkinlikte bu iki sözcüğün
içerdiği anlam geçerli oluyor. Girişimcilikte erkek çocukta ağırlık, üretken (fallik)
dalıcı tutumlara; kızda ise, yakalama tutumlarına, saldırganca kapmaya ya da ılımlı
biçimde kendini çekici kılma ve sevdirme tutumlarına yöneliktir. Çocuğun zihinsel ve
devimsel güçleri arttıkça eylem alanı genişliyor; istek ve merakları artıyor. Cinsel
ayrılıkları tanıdıkça, çocukta bu ayrılıklarla ilgili başka birçok şeyi bilme isteği güç
kazanıyor. Çocuk, Oedipus karmaşasını, iğdişlik karmaşasını ve yasak aşkı da bu
evrede algılıyor ve kavrıyor. Çocukta törel sorumluluk duygusu, zamanla gelişiyor.
Çocuğun cinsel konulara ilgi göstermesi, tükenmeyen öğrenme merakı; anne, baba
yerine geçmeye özenmesi ve bu yöndeki amaçları, onun girişim duygularına öncülük
eden etkenlerdir. Çocuğu bu evrede bekleyen ana tehlike, suçluluk duygusudur.
Çocuksu istek ve eylemleri, atılımları, soruları, cinsel ilgileri nedeniyle sıklıkla
korkutulan, cezalandırılan çocuk, ağır bir suçluluk duygusu geliştiriyor. Bu duyguyu,
bu dönemin başlarında oluşmaya başlayan ve ilkel, katı, acımasız olan üstbenlik
yaratıyor. Bu nitelikteki bir üstbenliğin denetimine giren çocuk, aşırı uysal, ürkek ve
girişim duygusundan yoksun olarak büyüyor ve yaşıyor. Gelecekte küçük bir işe, yalın
bir sevişmeye başlamak bile, bu kişiye çok güç geliyor. Ceza korkusu ve suçluluk
duygusu, onun girişim ve becerme gücünü kısıtlıyor. Kısıtlanma ve suçluluk duyguları,
bu insanları edilgin, bağımlı ve ürkek davranmaya zorluyor. Bunlar, kimi de histerik
tepkiler gösteriyor, cinsel güçsüzlükler ve yetersizlik duyguları yaşıyorlar. Ağır
geleneksel, toplumsal ve politik baskılar yüzünden, bu kişilerde belirgin bir toplumsal
girişim eksikliği de görülüyor. (4) Yetersizlik Duygusuna Karşı Çalışma ve Yapıcılık
Duygularının Gelişimi: Yaklaşık 7-11 yaşlarını kapsayan bu evre, Freud’un gizil
(latent) dönemini karşılıyor. Çocuk, bu aşamada, gerçek yaşama girmeye hazır gibidir.
Ancak, gerçek yaşama girmeden önce, onun okul eğitiminden geçmesi gerekecektir.
Okul öğrenimiyle, sınıflardaki öğrenim etkinlikleriyle birlikte ev, bahçe, tarla, orman
gibi yerlerdeki öğrenim de söz konusudur. Çocuk, gerçek anne baba olmak için bu
evrede, toplumun beklentilerine göre bir şeyler yapmayı öğreniyor, gerekli becerileri
kazanıyor. Anne baba olabilmenin, önce çalışma ve yapıcılıkla kendine bir yer
edinmeyi gerektirdiğini kavrıyor. Okul çocuğu olarak o, bu evrede benlik sınırları
içine giren araç gereçleri kullanma becerilerini kazanmaya hazırdır. Her toplum,
çocukları bu gelişim evresinde düzenli ve tutarlı bir eğitimden geçirmeye çalışıyor.
Bu dönemde çocuğun yaşayabileceği tehlike, yetersizlik ve aşağılık duygusudur.
Olanaksızlıklar nedeniyle umudunu yitiren çocuk, öğrenim dünyasını benimseyemiyor;
sahip olduğu beceri, girişim duygusu ve öğrenme yeteneğinin yetersizliğine inanıyor.
Bu olumsuz inanç da onun aile içi bağımlılığa dönmesine yol açıyor. Çocuğun bu
duruma düşmemesi için, toplum, teknolojisi içinde belli bir yeri olan rolleri
(kimlikleri), çocuğa anlamlı gelecek biçime sokmalıdır. Toplumda geçerli olan
araçların, çocuk zihninde anlam kazanmasına önem vermelidir. Bu aşamadaki bir
tehlike de çocuğun, öğretilenleri olduğu gibi almakla yetinmesi, bunların dışına
çıkmaması ve görüş alanını daraltmasıdır. Bir kişi, işini biricik yükümlülüğü; işe
yaramayı da değerliliğinin tek ölçütü olarak görüyorsa o kişi, kendini, sömürme
konumundakilerin uydusu, düşüncesiz bir kölesi yapmış demektir. (5) Kimlik
Karmaşasına Karşı Kimlik Duygusunun Gelişimi: Bu aşama, 12-20 yaşları arasındaki
ergenlik (adolescence) ve gençlik (youth) dönemidir. Bu dönemde, ilk çocukluk
dönemindekine yakın hızda bir bedensel büyüme ve cinsel olgunlaşma sürdüğü için,
daha önceki aynılık ve süreklilikler, yeniden sorgulanıyor. Yetişkin görevleriyle yüz
yüze gelen ergen ve genç, bu görevlerden başka iki sorunu daha çözmek durumunda
kalıyor. Bunlardan biri, kendini ne olarak gördüğü ile başkalarının gözünde ne
olduğunu karşılaştırmak; edindiği kimlik ve becerileri, günün meslek örneklerine nasıl
bağlayacağını belirlemektir. İkincisi ise, yeni bir aynılık ve süreklilik duygusu arayışı
içinde, önceki savaşımlarından birçoğunu yeniden vermektir. Kimlik arayışında yaşıt
gruplar ve grup önderleri, genç için büyük bir önem taşıyor. Onlarla özdeşleşmeler,
kimlik yitimi noktasına bile varabiliyor. Grup üyeleri, aynı duygu ve düşünceleri
taşıyorlar. Dahası, aynı kişilere düşman oluyorlar. 14-15 yaşlarında, bir ölçüde
cinsellik içermeyen aşklar yaşanıyor. Ergenlik aşkları, bir yere dek, kendi kimliğini
tanıma çabalarıdır. Ergenlik aşklarının çok kez konuşmalarla geçme nedeni budur. Bu
evrenin ikinci yarısını oluşturan 17-20 yaşları arasındaki ergenler ise, kendi
değerlerini bulmaya ve benimsemeye, anne babadan bağımsız davranmaya; kısacası,
kendi kimlik bütünlüğünü oluşturmaya önem veriyorlar. Temel güven duygusu tam
gelişmemiş olan genç, bu dönemde, güven duyabileceği insanları, sığınacağı, dini,
ülküyü, dünya görüşünü arama çabasına düşüyor. Bağımsızlık duygusu gelişmiş olan
genç ise bir yandan bağımsız karar verme fırsatları kolluyor, öte yandan da kendi
bağımsızlığından kuşkuya düşebileceği işlere girişip zorlanmaktan korkuyor. İş ve
meslek seçme, bu yaşlarda önem kazanıyor. Onu en çok, gelecek belirsizliği ve meslek
ülküsünü benimseyememek tedirgin ediyor. Çok önem kazanan bir başka şey de yeni
değerler bulmak ve onları benimsemek oluyor. Bu evrede genç, hem bulduğu değerleri
korumak hem de her şeyi yenilemek, yaşarlığını yitirmiş olanları kökten düzeltmek için
devrim yapmaktan; dahası, bu uğurda yaşamını duraksamadan ortaya koymaktan
çekinmiyor. Benliği bütünleştirme yeteneğinin kişiliğe yerleşmesi demek olan kimlik
duygusu, şimdi gelişiyor ve toplumsal anlamlar kazanıyor. Genç, bu dönemde “Ben
kimim?”, “Ben neyim?” sorularına daha açık yanıtlar verebiliyor; kendini kabul
ediyor. Böylece kişiliğini cinsel, toplumsal ve mesleksel yönden tamamlıyor. Bu
evrede karşılaşılabilecek en büyük tehlike, kimlik karmaşasıdır. Bu, kendini
bulamama, kendi olamama biçimindeki ağır kimlik sorununun varlığıdır. Kimlik
bunalımı ise, normal birçok gençte özellikle duygusal bağlılıklara girişildiğinde; iş,
meslek seçimine karar verme sırasında; önemsenen yarışmalara girildiğinde ortaya
çıkıyor. Kimlik karmaşası, geçici de olsa, kimlik bunalımının ağırlaşması sonucu,
uyumun ağır biçimde bozulması olarak yaşanıyor. Kimi genç, bunu eğitimi, işi
benimsemeyerek, dağınık bir yaşam sürdürerek; kimi de önceki yıllardan gelen
kuşkuların etkisiyle cinsel kimlik karmaşası biçiminde yaşıyor. Cinsel kimlik, gencin
biyolojik olarak sahip olduğu kadınlığı ya da erkekliği, ruhsal anlamda da
benimsemesi ya da reddetmesiyle başlıyor. Erkekçe ya da kadınca rolleri reddetme
biçimindeki terslik, ilerde kadın-erkek ilişkilerinde, anne baba sorumluluğu
yüklenildiğinde türlü çatışmaların yaşanmasına yol açıyor. Kimlik karmaşası,
zamanında ele alındığında giderilebilen bir sorundur. Genç, önceki evrelerle ilgili
sağlıklı ve sağlıksız tüm gelişmeleri bu evrede bir kez daha değerlendirerek kimliğini
biçimlendiriyor. Bağımsız ve olgun bir benlik gelişimini gerçekleştirebilen kişiler,
elverişli kalıtsal ve çevresel koşulları yakalayabilenlerdir. (6) Yalnızlığa Karşı
Yakınlaşma Duygusunun Gelişimi: 21-34 yaşları arasında süren genç yetişkinlik
evresi, yakınlaşma duygusunun geliştiği dönemdir. Kimlik duygusunu yerleştirmiş genç
yetişkin, kendi kimliğini başkalarınınkiyle birleştirip kaynaştırmaya hazırdır. Bu hazır
oluş, kendini somut bağlılık ve eşleşmelere bırakabilmenin üstesinden gelebilecek güç
ve yeteneği kazanmış olmaktır. Sağlıklı genç yetişkin, yakın bağlılıklardaki
dayanışmaya, cinsel birliktelik ve orgazmlara, yakın dostluk ve arkadaşlıklara kendini
bırakabiliyor. Bu durum ve konumlarda, benliğinin bir parçası yitiyormuş gibi
kaygılar yaşamıyor. Bu güce ulaşamayan genç, benlik yitimi korkusuyla bu türlü
ilişkilerden kaçınmasına yol açan derin bir yalnızlık duygusu oluşturuyor; o da genci
kendini yiyip bitirmeye yöneltiyor. Uzak tutma, varlığı kendisi için tehlikeli görülen
kişi ve güçleri soyutlama, gerekirse yok etme eğilimidir. Bu eğilimde olanlar, bu
evrede, kendine benzeyen kişilerle hem yakınlaşma hem de yarışma ve savaşma gibi
tehlikeli ilişkiler yaşıyorlar. Bu bozukluk, önemli kişilik sorunu yaratıyor; eşleri, ikili
yalnızlıklar yaşamaya itiyor. Bunlar, yarışçı çarpışma ile cinsel kucaklaşma
farklılaştığında, törel duygunun buyruğuna girerek tehlike olmaktan çıkabiliyorlar.
Gerçek eşeysel (genital) uyumun sağlandığı evre, genç yetişkinliktir. Sağlıklı cinsel
ilişki, erkekle kadını, düşle gerçeği, nefretle sevgiyi, düşmanlıkları ve kızgınlıkları
yumuşatıyor. Cinsellik, kişinin saplantılarını, aşırılıklarını azaltıp elezer denetimleri
ortadan kaldırıyor. (7) Durağanlığa Karşı Üretkenliğin Gelişimi: Üretkenlik, yaklaşık
35-60 yaşları arasında yaşanan yetişkinlik evresinde gelişim gösteriyor; evrimsel
gelişim içinde öğrenen, öğreten ve kurumlaştıran insanı anlatıyor. “Gelecek kuşağı
oluşturup yönlendiren ilgi” demek olan üretkenlik, “yaratıcılık” anlamını da içeriyor.
Bu çaba ve ilişkiler sırasında çocukların yetişkinlere bağlılığı abartılınca, yaşlı
kuşağın, genç kuşağa bağlılık gereksinimi gözden kaçabiliyor. Bedenlerin ve zihinlerin
buluşmasında kendini yitirebilme yeteneği, zamanla benlik ilgilerinin genişlemesini
ve üretilen, yaratılan üzerine bir libido yatırımının yapılmasını sağlıyor. Benlik;
üretme, yaratma ve ortaya konulan ürünlere sevgiyle bakma işlevini bu yolla yerine
getiriyor. Çocuk gibi, bilim, sanat yapıtları da bu üretkenlik içinde yer alıyor.
Üretkenlik, bu anlamıyla toplamsal-ruhsal gelişim programında da temel evredir. Bu
zenginliği yaratamayanları, kısırlık, durağanlık, verimsizlik ve benlik yoksulluğu
gibi tehlikeler bekliyor. Orta yaş depresyonları, böyle bir durağanlık ve benlik
yoksulluğunun yansımalarıdır. Böyle kişilerce yetiştirilen çocuklarda, birtakım
yetersizlik ve yoksunluk duyguları görülüyor. Çocukluklarında kişiliklerine aşırı
emek verilmiş olan kimi genç anne babalar, özseverlik duygusu nedeniyle, bu evreye
ulaşmakta zorlanıyorlar. (8) Umutsuzluğa Karşı Benlik Bütünlüğünün Oluşumu:
Yalnızca nesnelerin ve insanların bakımını üstlenmiş; varlıklara yönelik düş
kırıklıklarına ve başarısızlıklara uyum sağlamış; başkalarının, nesnelerin ve
düşüncelerin zorunlu bir üreticisi ve yaratıcısı olan kişi, yedi evrenin meyvesini
yavaş yavaş olgunlaştırarak bu sekizinci ve sonuncu evrede benlik bütünlüğünü ortaya
koyuyor. Bu bütünlüğü, düzene ve anlamlılığa doğal bir eğilim gösterdiğinin kanıtı
o l a n benliğin birikmiş güvenliği oluşturuyor. Benlik bütünlüğüne kavuşan kişi,
özseverliğin ötesinde, kendi benliği ile birlikte tüm insanların benliğini de seviyor.
Sonuçta, kendi anne babasına yönelik değişik bir sevgi anlamı yansıtıyor; uzak
çağların ve değişik uğraşların yalın ürün ve değerlerinde beliren düzenlerine
bağlanıyor. Kendini insanın uğraşlarını anlamlı kılan türlü yaşam biçimlerinin onurunu
korumaya hazır görüyor. Çünkü o, kişinin yaşam sürecinin, tarihin bir kesitiyle
rastlantı sonucu çakışmış olduğunu biliyor. Ancak bu biçimdeki bir son çözümün
önünde ölüm korkusu duyulmuyor. Benlik bütünlüğü, yalnızca bu korkusunun
duyulmadığı yerde var olabiliyor. Ölün korkusu duyulduğunda, biricik yaşam süreci,
yaşamın amacı olarak benimsenmemiş oluyor. Benlik bütünlüğüne ulaşmak için
bireyin din, siyasa, ekonomik düzen ve teknolojinin, soylu yaşamın, sanat ve bilim
öncülerinin izleyicisi olması gerekiyor. Önceki evreleri sağlıklı geçirmiş olan bir
yaşlı, ölümü huzurlu bir ağırbaşlılıkla, yaşamın doğal bir parçası olarak
değerlendirdiği için ondan korkmamuyor. Umutsuzluk, ölüm korkusu duymaktır.
Benlikleri, anne babalarınca ölümden korkmayacak kadar bütünlenmiş olan
çocukların, yaşamdan korkmama olasılıkları yüksektir. Bkz. ERİKSON, Erik H.
Aşamalı Oluşumsal (Epigenetik) Gelişim Çizelgesi
(Yaşanan Toplumsa - Ruhsal Bualımlar)
İnsanın Sekiz Çağı
İnsanın Sekiz Çağı Kuramına Göre Ruh Sağlığı Bkz. ruh sağlığı.
insanın temel amacı Bkz. analitik psikoloji.
insanlaşma Bkz. özgürlükten kaçış yaklaşımı (Kaçış Mekanizmaları).
insan mühendisliği (human engineering) Araç gereç yapımında,çalışma yerlerinin
fiziksel koşullarının düzenlenmesinde insanın duyu organlarının özelliklerini,
devimsel yeteneklerini, öğrenme güçlerini, bedensel olanaklarını, rahatını, güvenliğini
ve doygunluk kazanmasını göz önünde bulunduran psikoloji ve teknolojiden oluşan
bilgi dalı.
insan resmi çizdirme (draw-a-man behavior) Çocuklara, resimsel gelişim evrelerini
bilen kişilerce insan resmi çizdirerek onların zihinsel gelişim durumlarını saptamaya
çalışma.
insan odaklılık (anthropocentrism) İnsanın, her türlü değerin odağında ve her şeyin
ölçüsü, evrenin tek önemli varlığı olduğu görüşü. Çağcıl (modern) insanların ve daha
önce yaşamış olan insanların çoğu, bu görüşü benimsiyor. Kendilerini çağcıl ötesi
(postmodern) sayan kişiler ise insanların evrimleşerek ileride oldukça farklı türlere
dönüşeceğine ya da kendilerini, yaşadıkları dünyayı yok edeceklerine inanıyorlar.
Şimdiye dek yaşamış olan türlerin yüzde 99’unun bugün var olmadığını da bu
görüşlerine kanıt gösteriyorlar.
insan olma Bkz. insanlaşma.
interaction Bkz. etkileşim.
intihar (suicide) Kişinin bilerek ve isteyerek kendi yaşamına son vermesi; özkıyım,
kendini öldürme, canına kıyma. İntihar olaylarına özellikle gençlik ve yaşlılık
yıllarında rastlanıyor. Pek çok genç, intiharı düşünüyor; bunların bir bölümü intihara
girişiyor; çok azı da intiharı gerçekleştiriyor. Her türlü intihar, gözdağı ya da intihar
girişimi, psikiyatrida önemseniyor ve bunlara anında müdahale edilmesinin önemi
üzerinde duruluyor. Çünkü intiharın seslendirilmesi, gerçek bir girişimin habercici
olabiliyor. Bu girişimlerin, kaza sonucu, gerçekleştiği de görülüyor. İntihar, çok çeşitli
nedenlere dayanıyor. Derin bir umutsuzluk, dayanılmaz acılar, depresyona girme,
başarısızlık, yaşlılık korkusu, başkalarını cezalandırma ya da onlara suçluluk duygusu
yaşatmaktan kurtulma, öç alma, intiharın başlıca nedenlerini oluşturuyor. Psikanaliz
bu eylemi, kişinin saldırganlık dürtüsünü kendine yöneltmesi olarak açıklıyor.
Yaygın kanı ise intiharda kişilik yapısının; bireysel, toplumsal ve kültürel etkenler
gibi birden çok nedenin etkili olduğu yönündedir. Bu girişimin en önemli nedeni,
yalnızlık ve kişinin türlü baskılar karşısında kendini güçsüz duyumsamasıdır. İntiharı
düzenli bir biçimde inceleyen ilk otoritelerden biri olan E. Durkheim, bu girişim ve
eylemin, kişinin toplumsal yaşamla bütünleşme sorunundan kaynaklandığını savunmuş
ve ekonomik intihar, özgecil intihar, bencil intihar olarak üç ayrı intihar türünden söz
etmiştir. Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri ( 4)Ergenlik ve Delikanlılık
Dönemi)); duygusal psikoz; intihar eylemi; intihar girişimi ve intihar eylemi;
yaşlılık.
intihar düşüncesi (suicidal ideation) Özel planlar yapmadan, intihara girişmeden intihar
düşünceleriyle oyalanma. Bu tutum, sıklıkla hastalığa ilişkin üzüntü durumlarında,
depresyonda, özellikle yalnız kalan ve reddedilen kimi yaşlılarda, ölümcül hastalarda
ve alkoliklerde gözlemleniyor. Bunların yalnızca küçük bir bölümü intihara girişiyor.
Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri (4) Ergenlik ve Delikanlılık Dönemi);
depresyon; DURKHEİM, Emile, intihar; intihar girişimi ve intihar eylemi; yaşlılık.
intihar eylemi Bkz. intihar düşüncesi; intihar girişimi ve intihar eylemi.
intihar girişimi ve intihar eylemi Bkz. intihar; intihar düşüncesi.
inzal Bkz. bel gelmesi.
iptidai Bkz. ilkel.
ipucu (cue) 1. Bir uyarıcı ile başka bir uyarıcı arasında ayrım yapmayı olanaklı kılan
özellik. Bu özellik, davranışın pekiştirilip pekiştirilemeyeceğini gösteren bir sinyal
olarak çalışabiliyor. 2. Belli bir işlemi, işlevi kolaylaştıran, tetikleyen ya da
hızlandıran bir uyarıcı
ipucuyla anımsama (cued recall) Bellek araştırmalarında, özgür anımsamanın biraz
değiştirilmiş biçimi. Ezberlenmesi istenen maddelere ilişkin belli ipuçları veriliyor.
Maddeler listesinde örneğin, “bitki adı olan sözcükleri sıralayın.” deniyor. “Bitki adı”
burada bir ipucu oluyor ve özgür anımsamaya göre daha iyi anımsama sağlıyor. Bkz.
direnmeli yineleme hataları
irade Bkz. istenç.
irade kaybı Bkz. istenç yitimi.
iradeli faaliyet Bkz. istençli etkinlik.
İran’da eğitim (education in Iran) Eski İran’da halk; rahipler, savaşçılar ve çiftçiler
olarak üç sınıftan oluşuyordu. İranlılar, savaşçı bir kavimdi. Halk, savaş ve
kahramanlık öykülerini seviyordu. Ata binmek, iyi ok atmak, cesurluk, krala bağlılık
göstermek, olumlu alışkanlık, iyi davranış sayılıyordu. İranlılar, çocuk yetiştirmeye
çok önem veriyorlardı. Kral, çok çocuğu olanlara armağanlar veriyor, onları
ödüllendiriyordu. Çocuğa 5 yaşına dek annesi bakıyor ve eğitim veriyordu. O yaştan
sonra ise kendisine ata binme, ok atma, yalan söylememe, avcılık gibi yaşamsal
değerdeki beceriler kazandırılıyordu. Tarım işlerinin de özel bir önemi vardı.
Tarlasını işlemeyen, boş bırakan, Işık tanrısına karşı günah işlemiş sayılıyordu.
İran’ın eski dini, iyilik mabudu Hürmüz’e yaranma; kötülük mabudu Ehrimen’den
sakınma temeline dayanıyordu. O nedenle İranlılar, kendiliklerinden iyilik yapmaya;
bedensel ve ahlaksal yönden yetkin insan haline gelmeye çalışırlardı. Onların dinsel
ve ahlaksal eğitimlerinin gelişimini güçlü ve sürekli olarak etkileyen ise Zerdüşt’tü.
Onun anlatısına göre, her erkeğin aile kurması bir görevdi. 13-15 yaşındaki kızlar,
evlenmeyi isteme hakkına sahiptiler. Eş seçme, anne babaya ait bir işti. Bu işi
kendileri yapmak isteyenler, cehenneme atılarak cezalandırılacaklardı. Zerdüşt’e
inananlar, çocuğu topluma yararlı olacak biçimde yetiştirmeye çalışırlardı. Halkın
değerli saydığı erdemleri çocuklara benimsetmeye çaba gösterirlerdi. Çocuklar daha
çok babalarının mesleğine göre eğitiliyordu. Hangi sınıftan bir aileden olursa olsun,
rahipler, her çocuğa kutsal yazıları ve duaları öğretiyorlardı. 15 yaşına giren her kız
ve erkeğin beline, büyük bir törenle kutsal kuşak bağlanırdı. Bu, olgunlaşma işaretiydi.
Aynı zamanda bu kuşağın, insanları kötü güçlerden ve seytandan koruduğuna
inanılıyordu. Kuşak takınan çocuk, davranışlarında özgür oluyordu. Bundan sonra
çocuğun eğitilmesi, çevrenin etkilerine bağlı olarak sürdürülüyordu. Zerdüşt’ün amacı,
insanları ahlaklı yapmaya çalışmaktı. O, beden gibi ruhun da temiz olmasını
öneriyordu. Tembellik, yalancılık, iftira, hile, hırsızlık, şehvet düşkünlüğü, ruhu
çürüten alışkanlıklardan sayılıyordu. Zerdüşt, sudan yararlanarak çiftçilik yapmayı,
toprağı sürüp ekmeyi, ağaç yetiştirmeyi önermekle İranlıları tarıma özendirmiştir.
Açıklanan bu değerlerin ışığında eski İranlılar, Dünya tarihinde önemli bir yer tutan
bir kültür yaratmayı başarmış ve yüzyıllar boyunca, bu zengin kültürden
yararlanmışlardır. Bkz. eğitim tarihi.
iri kafa (macrocephaly) Çok kez zihinsel yetersizlikle koşut giden, normal olmayan iri
kafatası.
irkilme refleksi (startle reflex pattern) Beklenmeyen bir işitme uyaranına karşı yapılan
kassal ve kimi kez dışkılamayı da kapsayan bir tepki.
irsiyet Bkz. kalıtım.
İslamda eğitim (education in Islam) İslam dininin ilkelerine uygun eğitim. Her yeni din,
insanları kendi ilke ve yöntemlerine göre eğitmeyi görev bilmiştir. Kur’an’da da
eğitime ilişkin birtakım yargılar yer alıyor. İslamlık, kadın ve çocuk hukukunu tanıdığı
için eğitimde kadınla erkek arasında bir fark görmüyor. Hz. Muhammet, bir hadisinde
“Her ağacın bir meyvesi vardır. Kalbin meyvesi de çocuktur. O, dünyada övünce ve
sevince neden olur; ahrette de nurdur.” diyor. Bir başka hadisinde de Kur’an, kitabet
ve sair ilimleri, maarifi öğretmeye çalışmanın, çocuğun babası üzerinde hakkı
olduğunu belirtiyor. İslamın anne babadan istediklerini şunlar oluşturuyor: Çocuk
konuşmaya başlayınca kendisine önce kelimei şehadet öğretilecek; ondan sonra da
kimi ayetler ezberletilecek. Çocuğun aklı başına geldiğinde kendisine farzlar, vacipler
ve sünnetler öğretilecek. Kız çocuğuna ise bunların yanı sıra kadınları ilgilendiren ev
sanatları öğretilecek. Çocuk yedi yaşına bastığında kendisine namaz kılma talim
ettirilecek. Çocuklar onuncu yaşta namaz kılmazlarsa kendilerine bu terbiye verilecek.
Hıristiyanlık nasıl manastırlarda öğretilmişse İslamlık da camilerde öğretilmeye
başlanmıştır. İslam ülkelerinde tekkelerde, imaretlerde, evlerde ve daha başka
yerlerde de ders halkaları oluşturuluyordu. Camiler yetmemeye başladığında onların
yanı başında medreseler açılmaya başlandı. İlk medreseyi XI. yüzyılda Melikşah’ın
v e zi r i Nizamülmülk kurdu. Onun en ünlü medresesi Bağdat’taki Nizamiye
medresesidir. İslamlık ilerledikçe her camide bir okul açılmaya başlanmıştır.
Çocuklar, 5-8 yaşına dek bu okullara devam ediyorlardı. Bu okullarda okuma kitabı
olarak Kur’an okutuluyor ve kısmen ya da tamamen ezberletiliyordu. Namaz dualarını
ezberlemek ise zorunluydu. Buralarda cami imamları, müezzinler ya da okumuş başka
dindar kimseler ders veriyordu. Yüksek öğretim kurumu düzeyindeki medreseler,
büyük camilerin yanında açılıyordu. Burada okutulan derslerin tümü Kur’an yorumuna
ve dine ilişkin derslerdi. Kendi kendini eleştirmeye kapalı, şekle ve göreneğe bağlı
kaldığı; zamanın gereksinimlerine yanıt veremediği için bu kurumlar varlıklarını
sürdüremediler. Bkz. eğitim tarihi; Türklerde eğitim (Medreseler, Sıbyan Okulları
(Mahalle Mektepleri) ve Enderun Okullarında Eğitim).
İSMAİL MAHİR EFENDİ (1869-1916) Kastamonu’nun Araç ilçesine bağlı Boyalı
bucağının Balcı köyünde doğdu; İstanbul’da öldü. Bir süre medresede okuduktan sonra
İstanbul’a gitti ve Darülmuallimin’de (Öğretmen Okulu’nda) öğrenim gördü. Selanik
Mülkiye Rüştiyesi öğretmenliğine atandı. Sonra Selanik Darülmuallimin Müdürlüğüne
getirildi. Bu görevle birlikte Askeri Rüştiye’nin Farsça öğretmenliğini üstlendi; ek bir
görev olarak da Mithat Paşa Sanayi Okulu Müdürlüğü’nü parasız olarak yürüttü. Bu
okulu demircilik, tesviyecilik işliklerine kavuşturdu. Oradan İstanbul Çapa Kız
Öğretmen Okulu (Darülmuallimat) Müdürlüğü’ne atandı. Gizli İttihat ve Terakki
emiyeti’nin kurucularından olan İsmail Mahir Efendi, Kastamonu mebusluğuna seçildi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne birçok hizmet verdi ve özellikle 31 Mart Olayı’nda
önemli yardımlarda bulundu. 1913 yılında Osmanlı Mebuslar Meclisi’nde Maarif
bütçesi konuşulurken köylere öğretmen yetiştirme sorununa ilişkin önemli
düşünceler ileri sürdü. Ona göre köy eğitimi tümüyle ele alınmalıydı. Bunun ilk
koşulu, çok sayıda öğretmen yetiştirmekti. Bunun çaresi ise uygulanmakta olan
yöntemleri bırakarak her il ve sancakta tarım işlerine elverişli yerlerde yatılı
öğretmen okulları açmak; bu kurumlara her köyden en az bir kız, bir erkek çocuk
alarak bunları kendi köyleri için yetiştirmekti. Bu sırada bir yandan da köylüler, kendi
köylerinin okul binalarını yaparak hazırlamalıydı. Öğretmenler, kendilerine ayrılan
tarlaları da işleyerek geçimlerini sağlamalıydılar. İsmail Mahir Efendi, 1913’te
atandığı İstanbul Darülmuallimat Müdürlüğü’nde bir yıl kaldı. Trablus ve Balkan
Savaşları nedeniyle anne babasız kalmış çok sayıdaki çocukların acınacak durumları
karşısında harekete geçmek gereğini duydu. Başta Talat Paşa olmak üzere önemli
mevkilerde bulunan eski dostlarının desteği ile Darüleytamlar’ı (Öksüz Yurtları’nı)
açtı. Bu kurumun genel müdürlüğüne getirildi. Bu kurumların programlarına kültür
derslerinin yanı sıra sanat dersleri de koydu. Bu başlangıçtan sonra İstanbul’da ve
öbür illerde birçok Darüleytam daha açıldı. Böylece binlerce kimsesiz çocuk,
buralarda yatılı olarak yetişme ve ilerleme olanağına kavuştu. Birinci Dünya
Savaşı’nın kimsesiz bıraktığı çocuklar için de bu kurumlar kurtarıcı oldu. İsmail
Mahir Efendi, özellikle kızlara sanat öğretilmesine şiddetle karşı çıkanlarla da
uğraşmak zorunda kaldı. Bir gün Bebek’teki Darüleytam’ın kapatılmasına girişildiğini
öğrendiğinde bunu önlemek için uğraşırken hastalandı ve öldü. Bkz. Türklerde Eğitim
(İkinci Meşrutiyet Dönemi’ndeki eğitim Çabaları).
ispata yönelik argüman Bkz. tümdengelim yöntemi.
İsraillilerde eğitim (education in Israel) İbraniler olarak anılan Beniisrail kavmi, Arzu
Kenan denilen ve bir yanı Arabistan ve Suriye çölü; öbür yanı deniz; kuzeyi de
Lübnan dağlarıyla sarılı yerde yaşıyordu.. Bu durumuyla Beniisrail’in yurdu olan
Filistin, bütün dünyadan ayrılmış gibiydi. Bu kavmin çocuklarının okulu, aileleriydi.
Çocuk, Tanrı’nın sadık kulu olarak yetiştiriliyordu. O nedenle onun çok yüksek
düzeyde bilgiler edinmesine gerek yoktu. Anne babasından işittiği sözler, gördüğü
örnekler, dinsel telkin niteliğinde duyduğu ahlaksal kurallar yeterli görülüyordu.
Çocuk, göçebe (bedevi) olarak yaşayabilmek için gereken becerileri, çok küçük yaşta
iken anne babasından görüp öğreniyordu. Hayvanlara bakıyor, tarım işlerinde
çalışıyor, ok atıyor, avcılığı beceriyordu. Aşiretin dinsel ve ahlaksal anlayışlarını
çocuğa anne baba aşılıyordu. Musa peygamber, İsraillilerin eğitimine temel
oluşturacak nitelikte ve önemde birçok ilke koydu. Halkı, bir Tanrı çevresinde
birleştirdi. Kavmi çobanlıktan kurtarıp tarıma geçirdi. Çocukları, anne baba sözü
dinlemeye alıştırdı. Halka birbirini sevme, birbirine yardım etme alışkanlığını
kazandırdı; büyüklere saygı göstermeyi öğretti. Kimsesizlere, dullara, yoksullara
insanca davranıp yardımda bulunmayı benimsetti. İnsanları, adalete uygun
davranmaya, köleleri ailenin bir organı gibi görüp 6 yıl hizmetten sonra özgür
bırakmaya alıştırdı. Musa’nın bir büyük hizmeti de Museviler arasına yazıyı
sokmasıydı. Bu davranışıyla o, İbrani yazınının temelini atmış oldu. Okuma yazma,
önde gelen becerilerden biri sayılmaya başladı. Zenginler, özel öğretmenler tutarak
çocuklarını okutmaya yöneldiler. Halk, öğretmene büyük bir saygı gösterir oldu.
“Babanız ve öğretmeniniz size muhtaç olurlarsa önce öğretmeninize yardım ediniz.
Babanız size ancak bu dünyada hayat verebilir; oysa öğretmeniniz, sizi gelecekteki bir
dünya için yetiştirdi.” deniyordu. İbraniler arasında yaygınlaşan okullara
Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında çocuk, 6 yaşında giriyordu. Okulda çocuklara okuma
yazma, tabiat bilgisi, geometri ve kozmografya dersleri veriliyordu. Öğrencilere
verilen ilk kitap, Tevrat’tı. Öğretimde yöntem olarak telkin ve cazip kullanılıyordu.
İbranilerin ilk dönemlerindeki sıkı, şiddetli disiplin ve bedensel cezalar, giderek
hafifletildi. “Çocuklar bir el ile cezalandırılmalı; iki el ile okşanmalıdır.” sözü
ünlendi. İsa’nın doğumundan 450 yıl önce, Hahamlığın da kurucusu olan Ezra adlı bir
bilgin, bütün kutsal yazıları toplayarak bir dinsel külliyat oluşturdu.Hahamlar,
Musevilerin eğitilip yetiştirilmesinde önemli, bir rol oynadılar. Halkın öğretmeni
olarak sinagogları, eğitim kurumu durumuna getirdiler. Halka kararlılık, adalet,
cesaret, dindarlık, akıllı davranma gibi erdemleri aşılamaya çalıştılar. Bkz. eğitim
tarihi.
istatistik (statistics) Belirli amaçlarla veri toplama; toplanan verileri bölümleme,
çözümleme, yorumlama yöntem ve teknikleri bilimi. İstatistik, bilimsel yöntemin
temel ve güçlü araçlarından biridir. Bkz. istatistik çözümleme; istatistik psikolojisi;
istatistiksel anlamlılık; istatistiksel evren; istatistiksel hata; istatistiksel test.
istatistik çözümleme (statistical analysis) Sayısal bilgilerin toplanması, sunulması,
eleştirilmesi ve yorumlanması ile ilgili istatistik kuram ve işlemlerin uygulanması;
istatistiksel çözümleme.
istatistik psikolojisi (statistical psychology) Bulguları, istatistik ilkelerine uygun olarak
düzenleyip yorumlayan psikoloji dalı; istatistiksel psikoloji, sayılama ruhbilimi.
Bkz. değersel psikoloji; örneklem.
istatistiksel anlamlılık (statistical significance) Bir deney ya da araştırmada
gözlemlenen sonucun (deney ve kontrol grupları arasındaki farkın) tümüyle rastlantıya
bağlı olması (sıfır varsayımının doğru olma olasılığı). p ile anlatılan bu olasılığın
küçüklüğü, farkın daha anlamlı olduğu biçiminde yorumlanıyor. Sosyal bilimlerde bu
değer gemellikle 0.05 olarak kabul ediliyor. Bu da elde edilen sonucun rastlantı olma
olasılığının %5 ya da daha küçük olduğu biçiminde anlaşılıyor. Bkz. anlamlılık;
istatistiksel test.
istatistiksel çözümleme Bkz. istatistik çözümleme.
istatistiksel evren (statistical universe) Araştırma amacıyla içinden örneklem seçilen
ve araştırma sonuçları genelleştirilen grup ya da popülasyon.
istatistiksel hata (statistical error) Araştırma verilerinden geçerli bir sonuç
çıkarılmasını engelleyen örneklem, ölçüm ya da işlem hatası.
istatistiksel psikoloji Bkz. istatistik psikolojisi.
istatistiksel test (statistical test) Bir popülasyonun, örneğin araştırma varsayımının
nicel özelliklerine ilişkin bir savın doğruluğuna karar vermek amacıyla elde edilen
verilerin istatistiksel olarak değerlendirilirken kullanılan istatistiksel yöntem.
Kullanılacak olan yöntem belirlenirken araştırmanın niteliği, paradigması, seçilen
örneklemin özellikleri ve büyüklüğü, değişkenlerin sayısı gibi etkenlere uygunluğu
aranıyor.
istek (desire) Belirli bir gereksinimi gidereceği düşünülen nesne ya da duruma karşı
duyulan özlem; arzu. Bkz. amaç; dürtü; gereksinim; güdü; ilgi; istek artırıcı ilaçlar;
istek giderme.
istek artırıcı ilaçlar (aphrodisiac) Cinsel isteği ve cinsel gücü artırdığına inanılan
maddeler; afrodizyak. Bu maddeler, et; özellikle de av eti, yumurta, havuç, turp,
istakoz, balık, havyar, kererviz, enginar, kuşkonmaz, mantar, safran, tarçın, vanilya,
biber, nane, zencefil, sarımsak olarak belirlenmiştir. Ayrıca eczacılık bilimi, cinsel
etkinliği gerçekten etkileyen ilaçlar bulmuştur. Adı Yohimbin olan bu madde, Batı
Afrika’da yetişen Yohimbe ağacının kabuğundan çıkarılan ve hem kadınlarda hem de
erkeklerde cinsel etkinliği artıran bir alkaloiddir. Bugün bu amaçla kullanılmak üzere
yapılmış olan bir ilaç da viagra ve benzerleridir.
istek giderme (wish fulfilment) 1. Kişinin kendi isteklerini doyurması; arzu doyurma.
2. Psikanalize göre, kişiyi cinsellik, saldırganlık gibi içgüdüsel gereksinimin yarattığı
gerilimden kurtarma dürtüsü. Rüyalar, dil süçmeleri, histerik tepkiler ve benzerleri
bu dürtülerdendir. Kişi, normalde bastırdığı dürtülerini, isteklerini rüyalarda kılık
değiştirmiş, çarpıtılmış, simgeleşmiş olarak doyuruyor.
istek listesi (requirement list) Çocuk ya da gencin doyurulmamış gereksinimlerini,
açığa vuramadığı duygularını, umut ve beklentilerini ortaya çıkarmak amacıyla
düzenlenen soru listesi. Örneğin, “İstediğiniz kadar paranız olsaydı neler
yapardınız?”, “Olanak verilse hangi mesleği edinmek istersiniz?” soruları bu
türdendir. İstek listesi, bireyden tamamlanması istenen “Arkadaşlarım, …”, “Annem,
…”, “Babam, …” gibi bireyden tamamlanması istenen tümcelerle de
oluşturulabiliyor. İstek listesinin, bireyin kendi istediği biçimde yanıtlamasının
sağlanması gerekiyor.
istem (volition) İstenç ya da istenç eylemi; olası seçenekler arasından birisini istençli
ve bilinçli olarak seçme; dışarıdan etkilenmeden başlatılan belli bir hedefe yönelik
etkinlik; talep.
istemli kaslar Bkz. istençli kaslar.
istence dayalı dikkat Bkz. amaçlar, ilgiler.
istenç (will) Davranışlara ilişkin tepkilerden bir bölümünü engelleyip ötekileri eyleme
dönüştürme gücü; çoğu kez eğilimler, içgüdüler de içinde olmak üzere kişisel çabanın
belli bir yöne yöneltilmesi için verilen kararın biçimi; irade. İstenç, psikolojide
bireyin temel görevi olarak kabul ediliyor ve her türlü yaşayışın belirli niteliği olarak
da istençli davranışa önem veriliyor. Bu anlamda istenç ile eğitim arasında sıkı bir
ilişki bulunuyor. Bireyi sağlam ve güçlü bir istence sahip kılmak, istenç eğitiminin
odak noktasını oluşturuyor. İstenci Gerçekleştirmenin Başlıca Koşulları: Bunlar şöyle
sıralanıyor: (1) İstenç özgürlüğü ve egemenliği. (2) Karar verme yetisi. (3) İstenç
sağlamlığı. (4) İstençli davranışlarda sebat etme. Kitaba dayalı okulun en büyük
eksikliği, istenç eğitimine önem vermemesidir. Onun için günümüz okullarının çoğu,
istenci zayıf çocuklar yetiştiriyor. Bunları güçsüz, korkak, beceriksiz, uyuşuk varlıklar
olarak topluma katıyor. Eski okulun bu tür kusurlarını gidermek için köy enstitüleri
gibi işe dayalı eğitim kurumlarında istenç eğitimine ilişkin çeşitli çalışmalar
yapılıyor. Sanatsal eğitim, toplumsal alanlardaki eğitsel çalışmalar da bunlara
katılınca istenci güçlü bireyler yetiştirmenin yolu açılmış oluyor. Bkz. istençli
etkinlik; istençli kaslar; içtensiz; istenç yitimi; temel erdemler.
istençli etkinlik (voluntary activity) Hiçbir dış zorlama olmadan kişinin kendi kararıyla
seçip uyguladığı etkinlik; iradeli faaliyet.
istençli kaslar (voluntary muscles) İstençle gerilip gevşetilen kaslar; istemli kaslar.
istençsiz (involuntary) Yapılması istenmemesine karşın yapılan (davranış); iradesiz.
istenç yitimi (abulia) Amaçlı etkinlikleri başlatma ve sürdürme yetisinden yoksunluk;
duraksama ve çatışmalara yol açan zihinsel durum; irade kaybı. İstenç yitiminin ağır
olması, hastalığı ortaya çıkarıyor ve kişiyi iş, zihinsel uğraş, kendine bakma gibi
birçok etkinliği gerçekleştirmekten alıkoyuyor.
isteri Bkz. histeri.
istidat Bkz. yetenek.
istifçi kişilik (hoarding character) Güvenlik duygusunu, sahip olabileceği, tasarruf ile
biriktirebileceği maddi varlıklara dayandıran; başkalarına karşı sahiplenmeci bir
tutum takınan; her türlü kişisel yakınlığı tehdit olarak algılayan; katı, inatçı, aşırı
düzenli olma eğilimi gösteren kişilik tipi için Fromm’un kullandığı terim. Bkz. dışkıl
kişilik; özgürlükten kaçış yaklaşımı.
istismar Bkz. sömürü
iş (job, work) Bireylerin işbölümü yaparak yerine getirdikleri, karşılığında ücret
verilsin ya da verilmesin, üretime katkı sağlayan her türlü etkinlik. Tarım, hayvancılık
ve madencilik gibi doğrudan hammadde elde etmeye yarayan işler birincil işler;
halıcılık, el sanatları, zanaatçılık, çömlekçilik gibi yoğun bilgi ve beceri gerektiren
işler ikincil işler; mal üretiminden çok servis üretimi gerçekleştiren işler üçüncül
işler; bir işin üretimi için gerekli bilgi, görgü ve deneyim de iş kütürü diye
adlandırılıyor. Bkz. iş eğitimi; işevuruk tanım.
işaret dili (sing language) İşitme engellilerin, sözcük ve kavramları el işaretiyle
anlatmakta kullandıkları iletişim dili; im dili. İşaret dilindeki mimik ya da simgeler,
dilbilimsel bir düzenlemeye sahiptir. Her işaret, elin biçimi, konumu, hareketi olmak
üzere üç ayrı bölümden oluşuyor. İşaret dili evrensel değildir; kullanıldığı ülkenin
diline de dayanmayabiliyor. Örneğin, Amerika’da yaygın olarak kullanılan Amelsan,
herhangi bir dile dayalı değildir. Bkz. parmak söyleyişi.
işaretleme listesi Bkz. dereceleme ölçeği.
işaret metodu Bkz. işaret yöntemi.
işbirliği Bkz. tam öğrenme.
işbirliği ahlakı (morality of kooperation) Piaget’nin iki evreli gelişim kuramının
kısıtlama ahlakı evresini izleyen evresi. Yaklaşık 10-11 yaşlarında başlayan bu
ikinci evrede çocuk, toplumsal norm ve kurallara karşı çıkabileceğini; tarafların
anlaşması durumunda bu kuralların değişebileceğini anlamaya başlıyor. Kurallara,
korktuğu ya da sorgusuz boyun eğdiği için değil; akıl yürüterek doğruluğuna inandığı
için gönüllü olarak uyuyor. Bkz. ahlaksal görecelilik.
İş bölümü (division of labor) 1. Bir işin birden çok kişinin yapabileceği biçimde
bölüştürülmesi. 2. Bir iş, hizmet ya da üretimin, her biri ayrı bir birimce yapılacak
biçimde küçük parçalara ayrılarak yapılması. 3. Birlikte yaşayan ve birbirine
gereksinim duyan insanların, tüm gereksinimlerini kendi çalışlmaları ile değil de
yeteneklerinin daha güçlü olduğu bir alanda uzmanlaşıp sürekli o işi uğraşarak öbür
insanlarla işbirliğine gitmesi.
iş doyumu (occupational satisfaction) İşin, işi yapan için doyurucu olması. Kuramsal
boyutta, denge ve eşitlik kavramı temel alınmak koşuluyla iş doyumu etkenlerinde bir
ölçüde uyum bulunuyor. Bir kişi, iş durumunda, kendi görüşü ve ait olduğu grubun
görüşüne göre, kendisi için uygun olanı elde edebiliyorsa o kişi, işinden memnun ve
mutludur. Öte yandan, bireyin ve grubun belirlediği eşitsizlik, doyumsuzluğa yol
açıyor. Araştırmacılarca desteklense de, bireylerin iş doyumu düzeyini etkileyen
referans gruplarını nasıl seçtikleri konusunda henüz yeterli bilgi bulunmuyor. İş
doyumunun, davranış üzerine etkisi açısından önemi de tartışma konusu olmaktan
çıkmamıştır. Ancak, bunun, işe devamsızlık ve işten ayrılma gibi işten uzaklaşmaya
etkisi yönünden onemli olduğu kuşkusuzdur. İş doyumunun performansa etkisi, söz
konusu bireye bağlı olabiliyor. İyi performansı, bireyin, doyumlarının ayrılmaz bir
parçası olarak görüp görmemesi, büyük önem taşımaktadır. İş doyumsuzluğu, yapıcı ve
yıkıcı saldırganlığa ve şiddete de yöneltebiliyor. Bkz. endüstri psikolojisi.
iş eğitimi (work oriented education) Bireye iş görme olanağı yaratarak onu iş içinde iş
aracılığı ile eğitmek. İş eğitimi ile çocuk, toplumun çalışma yaşamına katıldığında
etkin bir yurttaş olarak yaşayacak duruma getirilmeye çalışılıyor. Bu amaçla çocuğun
ilgi ve yetenekleri tanınıyor ve ona uygun işler belirleniyor. İş eğitimi, aile ocağında
başlıyor; ilköğretim ve orta öğretimde sürdürülüyor. Bu konuda özellikle meslek
okullarında ve meslek yaşamında geniş alanlar ve olanaklar yaratıyor. İnsan eğitimi
başlangıçta, işe dayanıyordu. Basit aletlerle barınak yapmak, besin maddeleri elde
etmek, giyecek hazırlamak, bu eğitimin temelini oluşturuyordu. Ev, bahçe, tarla, işlik,
dükkân, iş eğitiminin uygulandığı yerlerdi. Buralarda eğitilen insanlar, yaşamın
zorluklarıyla başa çıkmayı öğrenerek türlü kültür basamaklarına tırmanıyor ve kültür
yaratıyorlardı. Ancak, daha sonraları dünyada ortaya çıkan büyük değişiklikler
nedeniyle toplumların belli sınıf ya da tabakalarından insanlar, iş eğitiminden yoksun
kalmaya başladılar. Eğitim alanında 200 yılı aşkın zamandan beri gösterilen
çabalarla, özellikle bu insanlar için iş eğitimi canlandırılmaya çalışılıyor. Bkz. iş
okulu; köy enstitüsü; PESTALOZZİ, Johan Heinrich.
işeme erotizmi (urolognia) İşemenin cinsel duyguları çağrıştırması.
işevuruk tanım (operational definition) Özellikle doğrudan gözlemlenemeyen
kavramları ölçmek ve gözlemleyebilmek için ne tür iş ya da işlemler yapıldığını
belirterek tanımlama. Bu yolla soyut bir kavram, herkesçe anlaşılabilir, denenebilir
(somut) duruma getiriliyor. İşevuruk tanımlar aracılığı ile psikolojinin birçok
kavramı, herkesin ayrı anlamlar vermesinden kurtarılarak bilimsel iletişim daha
sağlıklı dayanaklara kavuşturuluyor. Ayrıca, kuramın kavramsal düzeyine, görgül
düzey kazandırılıyor ve bilimsel araştırmalarda da kolaylık sağlanıyor. İşe vuruk
tanımda önemli olan, bir kavramın hangi işlemlerle tanımlandığının belirtilmesidir.
“Pilav, pirinç ve yağla yapılan bir yemektir.” diye tanımlamak yerine, “Pilav, şu kadar
ölçek pirinç, şu kadar ölçek suda, şu derece ateşte, suyunu iyice çekinceye dek tutulur.
Sonra, üzerine şu kadar yağ dökülerek, şu ısıda, şu kadar bekletildikten sonra yemeğe
hazır duruma getirilir.” dediğimizde, pilavın işevuruk tanımını yapmış oluyoruz. Aynı
işlemleri bir başkası da gerçekleştirdiğinde, her zaman, lezzetli bir pilav
pişirilebiliyor. İşevuruk tanımlar, şu açılardan eleştirilmiştir: (1) İşevuruk tanım,
anlamlı kavramları anlamsızlardan ayırt etmede yararlı olamıyor. (2) Somut işlem ve
ölçümleri abartıyor; olgu ve bilgi ikinci planda bırakılıyor. (3) Hangi ölçme türünün
uygun olduğunu göstermiyor; seçim, araştırmacının kararına bırakılıyor. (4) Birden
çok işlemle yapılabiliyor; bu nedenle ilgili kavram, tüm özellikleriyle
tanımlanamayabiliyor. (5) Kavram sayısının olağandışı çoğalmasına yol açabiliyor.
(6) Tanımdaki kavramları açıklamak için de işevuruk tanım gerekiyor.
Yetersizliklerine karşın işevuruk tanım, yordanmış birçok kavramı ölçmek ve
tanımlamak zorunda olan psikolojide, iletişimde denencelerin test edilmesinde büyük
kolaylıklar sağlıyor.
iş güvenliği (security of work) İş yerinin, yaralanmaya, sakatlanmaya ya da ölüme yol
açan durumlardan uzak bulunması; işin sürekliliğinin kurallara bağlanması; bunun için
her türlü önlemin alınmış olması; sözleşmenin yapılmış olması.
işitme alanı (auditory span) Bir kez duyulduktan sonra yinelenebilen sözcük, sayı ve
benzerleri.
işitme belleği Bkz. işitsel bellek.
işitme engeli (acoustucally handicapped) İşitme gücü duyarlığının, değişik aşamalarda
yitirilmesi.
işitme imgesi (auditory image) Birbirinden ayrı zamanlarda alınan işitme izlenimlerinin
zihinde birleştirilmesi.
işitme kuramları (hearing theories) Ses titreşimlerinin, işitmeyi sağlayan sinir
tepkilerine nasıl çevrildiğini açıklamaya çalışan kuramlar.
işitme siniri (auditory nevre) İşitme ve denge duygusunu oluşturan VI-II kafa siniri. Bu
sinir, iki ana koldan oluşuyor. Bunlardan biri, kulağın salyangozundan beyne işitsel
sinyalleri taşıyor; öbürü de vücudun konumuyla ilişkili denge bilgilerini iletiyor.
işitsel bellek (auditory memory) (kulak hafızası) 1. İşitildiğinde tanıma. 2. İsteyerek
anımsama. 3. En verimli olanı, ses niteliğini, şiddetini, sesin yüksekliğini ve ritmini
sesle ya da başka araçlar yardımıyla yeniden çıkarma.
işitsel bellek tipi (type of auditory memory) İşitme ile kazanılan izlenimleri uzun süre
bellekte tutan ve kolayca anımsayan kişilerin bellek tipi.
işitsel çözümleme (auditory analysis) Sözcük ya da hecelerin temel ses öğelerine
ayrılması.
işitsel söz yitimi (auditory verbal dysgeusia) İşitme duyusu ile alınan sözel iletinin
simgesel anlamını kavramada güçlük çekme; işitsel-sözel kavrama yetisinin
yitirilmesi.
işitsel tip (auditory type) Görme yerine işitme yoluyla daha iyi kavrama eğiliminde olan
kimse, kulaktan alan tip.
işkence (torture, persecution) Bir kişiye bir eylemi yaptığı ya da bir sözü söylediğini
kabul ettirmek; rızası olmadan kişiyi bir konuda konuşturmak, öç almak ya da elezer
duygularını doyuma ulaştırmak gibi amaçlarla yapılan maddi ve manevi baskı ya da
eziyet. İnsanlık onuruna yakışmayan biçimde gerek insana, gerekse öbür canlı
varlıklara hak görülen acı verici muamele. Bkz. saldırganlık ve şiddete yönelme.
iş kültürü Bkz. iş.
işlemcilik (operationalism) Sözcük, kavram ve kuramların, gözlem ve araştırma
yöntemleriyle sağlanan anlamlarından başka bir anlamı olmayacağı görüşü.
İşlem Öncesi Evre Bkz. bilişsel gelişim kuramı.
işlem psikolojisi (act psychology) Brentano’nun ortaya koyduğu; varlıkları ve olayları
ruhsal ya da zihinsel yolla tanımak; onlardan hoşlanmak-hoşlanmamak; onları
değerlendirmek gibi görüntülere ilişkin konu ve görüşleri ele alan psikoloji dalı.
işlemsel çözümleme Bkz. SKİNNER, Burrhus Frederik.
işlemsel davranış (operant behavior) B. F. Skinner’in koşullama modelinde,
belirlenebilir bir uyarıcı olmadan, organizmanın kendiliğinden sergilediği bir
davranış. İstemli olan bu davranış, çevresel bir uyarıcıya bağlı olmadan ortaya
çıkıyor. Sıklığı, pekiştirmeyle artarken, cezayla azalıyor. Örneğin, rastlantı sonucu bir
kola basan deney hayvanı, bu eylemin, bir düzeneği harekete geçirerek yiyeceği açığa
çıkardığını görüyor. Daha sonra, gerçekleştirdiği başka davranışların aynı sonucu
vermediğini gözlemlediğinde, “kola basma” davranışı, pekiştirme ile ayırt edici
uyarıcının denetimine giriyor; böylece işlemsel koşullama gerçekleşiyor. Kimi
işlemsel davranışlar, yalnızca çevre üzerindeki etkileriyle değil; topografileriyle de
tanımlanıyor. Bkz. koşullu tepki; SKİNNER, Burrhus Frederik; vakum etkinliği.
işlemsel koşullama (operant conditioning) B. F. Skinner’in koşullama modelinde, bir
davranışın aynı ya da benzer koşullarda yeniden ortaya çıkma sıklığını değiştirmek
amacıyla ayırt edici uyarıcı ile işlemsel davranış ve pekiştirici (ödüllendirici)
arasındaki olumsal ilişkilerin denetlendiği bir davranış değiştirme yöntemi. Bu
yöntemde istenilen davranışlar pekiştirilerek; istenmeyenler de cezalandırılarak
(ödüllendirilmeyerek) davranış değişikliği gerçekleştiriliyor. Sık sık araçsal
koşullama ile eşanlamda kullanılsa da bunlar birbirinden farklı yöntemlerdir. Bkz.
bulmaca kutusu; davranış değiştirme teknikleri; klasik koşullama.
işlemsel koşullama ilkeleri Bkz. Walden Two Toplumu.
işlemsel öğrenme kuramı Bkz. işlemsel koşullama.
işlemsel tanım (operational definition) Gözlemlenebilen öğeler ya da davranışlardan
yararlanılarak yapılan tanım.
işlev (function) fonksiyon 1. Bir nicelik ya da etken ile bir başka nicelik ya da etken
arasında y = f (x) biçiminde dile getirilen ve birisindeki değişimin, ötekindeki
değişime bağlı olduğu biçiminde yorumlanan ilişki. Örneğin, istatistiksel
araştırmalarda x bağımsız değişken; y ise bağımlı değişkendir; y, x’in bir işlevidir. 2.
Bir sistemin, bireyin, organın, yapının, makinenin belli bir amaca, hedefe yönelik tipik
etkinliği beklenen davranışı. Örneğin, kalbin işlevi kan pompalamak; bir salgı bezinin
işlevi hormon salgılamak; bir öğretmenin işlevi de öğrencilerini bilgilendirmektir.
Bkz. işlevler; işlevsel; işlev yitimi.
işlevbilim Bkz. fizyoloji.
işlevbilimsel ruhbilim Bkz. fizyolojik psikoloji.
işlevcilik Bkz. işlevselcilik.
işlevler Bkz. alt işlev; kişiliğin dört işlevi; üst işlev.
işlevsel (functional) (fonksiyonel) 1. Amaçlı etkinlik; becerileri, belli sonuçlar
alınacak biçimde kullanma. 2. Ruhsal etkenlerden kaynaklanan; ruhsal kökenli. Bu
tanım, daha çok, organik bir temele dayanmayan histerik belirtiler gibi bozuklukları
anlatmada kullanılıyor. Bkz. işlev; işlevsel aşağılık; işlevsel bağımsızlık; işlevsel
bilgi; işlevsel bozukluk; işlevselcilik; işlevsel çözümleme; işlevsel değişmezler;
işlevsel dışkılama; işlevsel engram; işlevsel işeme; işlevsel koşullama; işlevsel
körlük; işlevsel kültür; işlevsel özerklik; işlevsel psikoloji; işlevsel psikoz;
işlevsel sabitlik; işlevsel tipler; işlevsel yakın etki.
işlevsel açıklama Bkz. açıklama.
işlevsel aşağılık (functional inferiority) Adler’e göre, nicelik ya da nitelik bakımından
yeterli çalışma gücünün olmaması durumu. Bkz. bireysel psikoloji.
işlevsel bağımsızlık Bkz. ALLPORD, Gordon Willard.
işlevsel bilgi (functional knowledge) Uygulanma, kullanılma niteliği olan bilgi;
fonksiyonel bilgi.
işlevsel bozukluk (functional disorder) Beden yapısında bir çöküntü olmadan bir
organın işleyişinde görülen bozukluk; fonksiyonel bozukluk. Nevrotik körlük,
sağırlık, dil tutulması, birer işlevsel bozukluktur. Bkz. işlevsel.
işlevselci kültür Bkz. MALİNOVSKİ, Bronislaw.
işlevselcilik (functionalism) Organizmanın çevresine uyması ve çevresini değiştirmesi
sırasında zihinsel süreçlere, yerine getirdiği işlevler ya da işlemler olarak bakılması
gerektiğini ve bu uyumun, bütünüyle biyolojik olduğunu ileri süren öğreti;
fonksiyonalizm. İşlevselciliği William James ile John Dewey kurmuştur. Bu
yaklaşıma göre, çevreye uyumda zihinsel içerikten çok, zihinsel etkinlikler üzerinde
durulmalıdır. Bilincin yanı sıra, gereksinimleri daha iyi karşılayacak uyum
davranışları da incelenmelidir. Bu görüşe göre algı, önce gereksinimlere ve
heyecanlara dayalı etkinliklerin sonucudur. Buna göre önemli olan, davranışın ve
zihinsel süreçlerin uyumluluğu ile kişinin değişen çevresine yaptığı uyumdur. Akımın
temel amacı; algılama, düşünme gibi içsel eylemlerin, bireyin çevresinde karşılaştığı
sorunlarla baş etmesine nasıl yardımcı olduğunu açıklamaktır. İşlevselciler bu
görüşleriyle yapısalcılara karşı çıkıyorlar. Dewey’e göre beden ve zihin ayrımı,
ancak yöntembilim açısından yapılabilir. Çünkü her edimin hem zihinsel hem de
bedensel yanı vardır. O nedenle zihinsel süreçler, yapısalcıların yaptığı gibi, soyut
olarak incelenemez. İnsan davranışlarını, psikofizik (ruhsal-bedensel) nedenler
oluşturuyor. Bu akım, Darwin’den etkilenmiştir. Bkz. yapısalcılık.
işlevsel çözümleme (functional analysis) 1. Karmaşık bir sistemin işleyiş biçimini
açıklamak için yapılan çözümleme; fonksiyonel analiz. Bu yaklaşımda, bütün olarak
anlaşılması zor olan sistemler, daha basit bileşenlerine (işlevlerine) indirgenerek
çözümleniyor. Bu yöntemin temelinde, karmaşık süreçlerin, daha basit süreçlerden
oluşan temel bileşenlerine indirgenebileceği ve bu bileşenlerin de daha temel, daha
basit mekanik, biyolojik, fizyolojik yasalarla açıklanabileceği düşüncesi yer alıyor.
İşlev çözümleme yöntemine, örneğin, biliş sistemlerinin incelenmesinde sıkça
başvuruluyor. Bu çözümleme yöntemi, bilgi işlemin nasıl gerçekleştiğini açıklamada
doğal bir yöntem öngörmesi ile, biliş bilimlerinde önemli bir yer tutuyor. Örneğin,
bilişsel psikolojinin bir model ya da kuram olarak önermiş olduğu bir karakutu
şeması, işlevsel çözümlemenin çözümsel evresinin sonucunu simgeliyor. Bilişsel
yapıyı oluşturan her önerme, söz konusu işlevlerin gerçekleştiği düzeydeki bilişsel
işlevlerin doğasına ilişkin bir varsayım olarak değerlendirilebiliyor. Bkz. işlevsel
yapı (mimari); ilkel. 2. İşlevsel koşullamad a , Skinner’ın hangi koşullarda hangi
tepkilerin tam olarak ortaya çıktığını çözümleyerek davranışı anlama çabasını
anlatmak için kullandığı terim.
işlevsel değişmezler (functional invariants) Piaget’nin bilişsel gelişim kuramında,
çevreyle etkileşimin temel tepe değerleri; işlevsel sabitlik. Ona göre zihinsel gelişimi,
bu tepe değerler biçimlendiriyor; davranışın, daha önce yaşananlara uygunluğunu
sağlıyor ve yeni zihinsel çıkışları uyarlıyor. En önemli işlevsel değişmezler,
asimilasyon ve uyumdur.
işlevsel dışkılama (functional encopresis) Bireyin toplumsal-kültürel kurallara aykırı,
normal dışı yerlere, herhangi bir fiziksel bozukluğa bağlı olmadan yaptığı istemli ya
da istemsiz dışkılama. Bir dışkılama eylemine bu adı verebilmek için, dışkılamanın en
az 6 ay sürekli ve ayda en az 1 kez yinelenen ve takvim yaşıyla zekâ yaşının en az 4
olması gerekiyor. Uygunsuz tuvalet eğitimi ve toplumsal-ruhsal zorlanmalar,
bozukluğu kolaylaştırıcı etkenler olarak biliniyor. Bu bozukluk, erkeklerde kızlardan
daha çok görülüyor. Bozukluğun toplumsal-ruhsal ve öteki ruhsal bozukluk olarak
beliren sonuçları şöyle sıralanıyor: Çocuk, sıkılıyor ve utanıyor. Bu nedenle bir
kampa, arkadaşlarının yanına gönderilmesini önlemeye çalışıyor. Böyle çocukların
yüzde 25’inde işlevsel işeme de görülüyor. İşlevsel dışkılama, organik kökenli
dışkılama bozukluklarıyla karıştırılmamalıdır.
işlevsel engram (functional engram) Jung’un ırksal bellek modelinde işlevsel kalıtımı
oluşturan bir bellek izi ya da “eskil kalıntı”. Jung’a göre ilkörnek simgeleri
anlamlandıran, bu işlevsel engramlardır. Bkz. engram.
işlevsel işeme (functional enuresis) Organik bozukluğa bağlı olmadan, idrarını
tutmasının beklendiği yaşta (en az 5 yaşında) olan çocuğun gece ya da gündüz, istenç
dışı idrarını kaçırması; fonksiyonelenüresiz. Bunda ölçüt, 5 -6 yaşlarında, ayda en az
2; daha büyüklerde 1 kez, istemsiz idrarını kaçırmadır. Bozukluğu kolaylaştırıcı
etkenlerin başlıcaları; idrar kesesinin kas yapısının gevşek, idrar kesesi iç hacminin
az oluşu; tuvalet eğitimi eksikliği ve özellikle 2-4 yaşlarında hastaneye yatma, okula
gitme, yeni kardeş doğması gibi toplumsal-ruhsal streslerdir. İstenmeyen sonuçları ise,
cezalandırılma korkusu, akranlarından uzaklaşma, kızgınlık, özellikle kızlarda idrar
yolu yangılarıdır. İşlevsel işemenin birincil ve ikincil tipleri bulunuyor. İşlevsel
işeme, fizik muayene ile diyabet ve sara durumlarından ayırt edilmelidir. Koşullama
ve anti-depresan ilaçlarla tedavi ediliyor.
işlevsel koşullama Bkz. işlevsel çözümleme.
işlevsel körlük (functional blindness) Gözün yapısında, görme sinirlerinde bir bozukluk
bulunmamasına karşın görememe. Histerik körlük, bir işlevsel körlüktür. Bkz. histeri.
işlevsel özerklik (functional autonomy) G. W. Allport’un geliştirdiği kuram. Bu kurama
göre başlangıçta içgüdüsel dürtülerle güdülenen davranış, başlangıçtaki temel
dürtüleri aşıp, özerk olarak çalışan türetilmiş güdülere dönüşebiliyor. Örneğin,
başlangıçta eğlenmek için içki içen kişi, daha sonra içki içmekten hoşlanmaya
başlayabiliyor. Öğrencinin İyi not almak, öğretmenin gözüne girmek için ders
çalışmaya başlayan öğrenci, giderek okumamaktan, akademik uğraşlardan
hoşlanabiliyor. Bu ilke, bu basit örneklerin ötesinde, toplumsal kurumlar, inanç
sistemleri gibi daha genel ölçekteki yaşantılara da uygulanabiliyor. Din
sistemlerindeki gündelik yaşayışa ilişkin işlevini yitirmiş olan kurallar, bunun
örneklerindendir.
işlevsel psikoloji (functional psychology) Zihinsel görüntüleri süreç ve etkinlik olarak
niteleyen; bu etkinliklerle görevlerin yararına önem veren psikoloji dalı; fonksiyonel
psikoloji. Bkz. işlevselcilik.
işlevsel psikoz (functional psychosis) Nedenleri organik olmayan; psikolojik kaynaklı
ruh hastalıkları; fonksiyonel psikoz. Örneğin taşkınlık-çöküntü psikozu, paranoya,
işlevsel psikozlardandır.
işlevsel sabitlik Bkz. işlevsel değişmezler.
işlevsel tipler (functional typs) Jung’un işlevsel bakışla sınıflandırdığı kişilik tipleri.
Jung, duygusal, düşünsel, duyusal ve sezgisel olarak dört kişilik tipi tanımladı. Ona
göre bunlardan ilk ikisi, ussal; öteki ikisi de usdışı tiplerdir. Bu dört tip de herkeste
vardır; kişi tiplemesi, onun genel yapısında ağırlıklı olana göre yapılıyor. Bkz.
analitik psikoloji; Jung’un ruhsal yapı sınıflaması.
işlevsel yakın etki Bkz. yakın etki.
işlev yitimi (anorexia) Beyindeki bir sakatlanma nedeniyle kişinin araç kullanma ve
tasarladığı hareketleri yapabilme gücünü yitirmesi; anoreksiya, fonksiyon kaybı,
edim yitimi.
iş okulu (active school) Öğrencilerini etkin kılan, eğitsel değeri olan çeşitli işler
aracılığı ile onların hem bedensel hem de zihinsel ve duygusal yetilerini geliştirmeyi
amaçlayan okul; etkin okul. İş okulunu gerçek anlamıyla kavramak için bu okulun
ortaya çıkış nedenleriyle temel özelliklerini bilmek gerekiyor. Bu özellikler, şöyle
özetlenebilir: (1) Eski (geleneksel) okul, çocuğun kişiliğine, yeteneklerini nasıl
geliştirdiğine, çalışma isteğinin hangi alanlara yönelik olduğuna dikkat etmeyen bir
okuldu. Bu nedenle çocuk, orada eğitilme yerine eziliyordu. Yeteneklerini ve kişiliğini
geliştirme olanağını bulamıyordu. En doğal gereksinimi olan oyun oynama, eğlenme;
iş, deney, inceleme, gözlem yapma gibi etkinliklerden yoksun bırakılıyordu.
Öğrendiklerini söz, yazı, resim, müzik, temsil gibi araçlarla yaşına ve kişisel gelişim
özelliklerine uygun biçimde anlatabilme fırsatını bulamıyordu. Eski okulda, çoğu
kuramsal nitelikli bilgileri ezberlemek, çalışmaların temelini oluşturuyordu.
Çocuklara özgürlük tanınmıyor; onlardan, yetişkinlerce belirlenmiş olan ve nedenini
bilmedikleri kural, buyruk ve yasaklara uymaları isteniyordu. Onların, konularını
görmelerine, yaşayarak, onlar üzerinde kişisel çalışmalar yaparak öğrenmelerine;
belli amaçları gerçekleştirmek için işbirliği yapmalarına, örgütlenemelerine;
toplumsal etkinliklerde bulunmalarına, kendi ülkülerinin ardından koşmalarına izin
verilmiyordu. İş okulu, eski okulun işte bu kusur ve eksikliklerini ortadan kaldırmak
için doğdu. (2) İş okulunun her çalışması işe dayanıyor. Bu okulun temelini oluşturan
etkinlik, kişisel çalışmalardır. Öğretme ve öğrenme işi, bilinçli, amaçlı, tekniğine
uygun, evrelerine ayrılmış kişisel çalışmalara dayanıyor. Yaşayarak, görerek,
gözlemleyerek, inceleyerek, araştırarak, tartışarak, deneyerek, uygulayarak öğrenmek;
öğrendiklerini birbiriyle karşılaştırmak, yerinde kullanmak, özgürce iş görmek, iş
okulu öğrencilerinin başlıca görevlerini oluşturuyor. (3) Bu okulda, çeşitli dersleri iş
ilkesine dayanarak vermek ve bağımsız iş dersini uygulamak için çeşitli tesisler
kuruluyor. Özel derslikler, işlikler, öğrenci deneyleri için laboratuvarlar, biçki, dikiş
ve ev idaresi derslerine özgü işlikler, mutfak ve çasmaşır yıkama yerleri, kümes,
arılık, ahır, ağıl gibi hayvan bakım yerleri; tarım çalışmalarına elverişli işletme;
beden eğitimiyle ilgili spor ve oyun alanları, bu amaçla hazırlanıyor. Bir okulun iş
okulu niteliğini kazanması için yalnızca bunların sağlanması yetmiyor. Onların yanı
sıra çeşitli ders konularının çocuklara, çalışma alanlarında oyuna, gözleme,
araştırmaya, incelemeye, deneye, işe dayanarak ezberletilmeden öğretilmesi; öğretilen
bilgilerin anlaşılıp anlaşılmadığının, benimsenip benimsenmediğinin denetlenmesi de
gerekiyor. Çocuklar, iş okulunda gerekli bilgi, beceri, alışkanlık ve değer duygularını,
kendi kendine çalışarak; öğretmenle işbirliği yaparak öğreniyor ve içselleştiriyorlar.
Bu okulda öğrenciler, kendikendilerini yönetiyorlar. Çalışmalarla öğrenciler iyiyi,
gerçeği, doğruyu, güzeli öğrenmeye alıştırılıyor. Çocukluğa ve gençliğe özgü yaşam,
onlara bütün gerekleri ile yaşatılıyor. Böylece onlar kültür değerlerinin yaratılması
işine katılıyor; kendileri, yurttaşları ve insanlık adına iş görmekten zevk alan bireyler
olarak yetiştiriliyor. Okulun yönetiminde, her türlü çalışmada bu ilkeler göz önünde
tutuluyor ve bunların uygulanması, ülkü olarak kabul ediliyor. (4) İş okulunda öğretim
yönteminin temelini kişisel çalışmalar oluşturduğu için öğrenciler tek başlarına ya da
belli amaçlarla oluşturulan gruplar içinde kendi kendilerine çalışmaya alıştırılıyorlar.
Ders konuları, öğrencilerin gelişim dönemleri, bedensel ve ruhsal özellikleri göz
önünde tutularak saptanıyor; iş ilkelerine dayanan öğretim yöntemleri, buna uygun
biçimde uygulanıyor. Bkz. çocuğa göre okul; çocuktan yola çıkma ilkesi; sessiz
çalışma; toplu öğretim. (5) İş okulunda, karşılıklı yardım temeline dayanan neşeli,
zevkli bir çalışma yaşamı yaratılıyor. Bu yolla orada yaratıcı iş için uygun ortam
yaratılmış oluyor. İş yapmaktan doğan sınırsız zevk, bütün öğrencileri sarıyor.
Çocuklar değer yaratmaya başlıyor; yeteneklerini özgürce geliştirme olanak ve
fırsatlarına kavuşuyorlar. Köy enstitüleri, bu ilkelere dayanılarak kurulmuş,
çalışmalarına bunları temel yapmıştır. Enstitü çıkışlı öğretmenlerin görev yapacakları
okulların kuruluş ve donanımlarında da aynı ilkelere uyulmuş; bu okullar, işlik,
uygulama bahçesi, oyun alanı gibi iş yerleri ve araçlarıyla donatılmıştı. Bu kurumların
yıkılışının acı sonuçları açık seçik görülmüştür. Bkz. iş eğitimi.
iş performansı ve iş doyumu (work performance and accupational satisfaction)
Endüstri psikolojisinin önemli alanlarını oluşturan ve oldukça kaşmaşık olan
değişkenler. İyi bir işçinin tanımı, kullanılan ölçüye bağlı bulunuyor. Performans
ölçüleri ise birbiriyle karşılaştırılamıyor. Eğer bu durum, yaşadığımız dünyayı daha
karmaşık kılıyorsa, bununla birlikte yaşamayı öğrenmamiz öneriliyor. İş doyumu, iş
performansı kadar karmaşık değilse de onun da kendine özgü sorunları bulunuyor. O
nedenle endüstri psikoloğu, iş performansının ölçüleri için olduğu kadar, iş doyumu
için kullanılan ölçüler üzerinde de önemle durmalıdır. Bunu yapmada, ölçülerin
yapısal geçerliğini değerlendiren çoklu özellik ve çoklu yöntem modeli, gittikçe daha
çok kullanılan verimli bir teknik olarak görülüyor. Bkz. endüstri psikolojisi.
iş psikolojisi (occupational psychology) Ruhsal ve uygulamalı etkinlikleri ve bunların
sonuçlarını araştırmayı amaçlamış olan bir psikoloji dalı. Bu bilim dalı aracılığı ile
kas gücü, alıştırma, öğrenme, yorgunluk, ekonomik yaşamdaki iş dalgalanmaları, doğal
ve yapay araçlarla çalışma gücünü artırma yolları, işçi seçiminin araştırılması, elde
edilen sonuçlardan yararlanma yollarının saptanması, bunlardan eğitim aracı olarak
kullanılacakların belirlenmesi gibi iş evreleri ve bunlarla ilgili bedensel görünüşler
ölçülebiliyor. Bkz. psikoloji.
iştah yitimi (anorexia) Yemek yeme isteğinin az ya da çok yitirilmesi; anoreksiya.
iştah yitimi bozukluğu (anorexia nervosia) Yemek yememe, yediklerini kusarak
çıkarma, yeterince zayıf olamama takıntısıyla beliren bir yeme bozukluğu; anoreksiya
nervoza. Bu hastalarda us dışı yoğun bir şişmanlama korkusu bulunuyor. Hastalar,
kendi yaşına ve boyuna uygun en az normal kiloyu reddediyor ya da koruyamıyorlar.
Gerçekçi olmayan bir vücut imgesi ile var olan kilolarının azlığını kabul etmiyorlar.
Özdeğerlendirmede kiloya ya da bedensel görünüme aşırı bir önem yüklüyorlar. Bu tür
bozukluğu olan kişilerin tipik olarak kiloları, normalin yüzde 15 kadar altına
inebiliyor. Bu hastaları genellikle küçüklüğünde “örnek çocuk” olarak görülmüş 30
yaşın altındaki genç kadınlar oluşturuyor. Çoğunlukla kusursuzcu olan bu kadınlar,
yaşam alanlarının birçoğunda kendilerine gerçekçi olmayan yüksek beklentiler
koyuyorlar. Bu beklentiler sıklıkla strese, özsaygı düzeyinin düşmesine ve
denetimsizliğe yol açıyor. Anoreksik kısıtlı yeme, kendini “denetim altında
duyumsama çabası” olarak görülüyor. Bunlar, diyetle, alıştırmayla, kusmayla ve
çeşitli ilaçların yardımıyla sürekli kilo vermeye çalışıyorlar. Giderek ağırlaşma
eğilimi gösteren bu bozukluğun bedensel belirtileri olarak kadınlarda düzensiz aybaşı
kanaması, erkeklerde cinsel isteğin zayıflaması; her iki cinste ciltte kuruluk, düşük
nabız, düşük kanbasıncı bulunabiliyor. Davranışsal belirtiler arasında ise toplumdan
uzaklaşma, tedirginlik ve sinirlilik, duygusallık, depresyon görülüyor. Hastalık tedavi
edilmediğinde süreğenlik kazanıyor. Büyük çoğunluğunda kendiliğinden iyileşme
görülse de kimi durumlarda bozukluk, ölümle sonuçlanacak kadar ağırlaşabiliyor. Bu
bozukluk, hastanın davranış özelliklerine göre, kısıtlayıcı ve bulimiya olarak iki alt
gruba ayrılıyor. Kısıtlayıcı alt tipte kişi, yeme cümbüşlerine kapılmazken bulimiya alt
tipinde, yinelenen yeme cümbüşleri görülüyor. Bkz. bulimiya nervosa; yeme
bozuklukları.
itaat (obey) Sıradüzensel bir ilişkinin bulunduğu ortamlarda üstün söz ve yönergelerine
uygun davranma, onların gereğini yerine getirme; boyun eğme.
itici anne tutumları Bkz. anne baba tutumları.
itici baba tutumu Bkz. anne baba tutumları.
itici tedavi (aversive therapy) Davranışçı tedavi tekniklerinden biri. Bkz. davranış
değiştirme teknikleri; gizli duyarlılaştırma.
itici terapi Bkz. itici tedavi.
itici uyarıcı (aversive stimulus) Elektrik şoku gibi, varlıkları ile organizmayı rahatsız
eden ve organizmayı kaçma ya da kaçınma davranışı göstermeye zorlayan uyarıcılar.
itilme Bkz. bastırma.
itki Bkz. dürtü.
iyelenme içgüdüsü Bkz. sahiplenme içgüdüsü.
iyi biçim yasası (low of good shape) Gestalt psikolojisine göre biçim, dış çizgiler ve
örüntülerin eksiksiz, dengeli ve sürekli algılandığına ilişkin yasa.
iyi bir çocuk kitabında bulunmaması gereken özellikler Bkz. çocuk kitaplarında
bulunmaması gereken özellikler.
iyi bir öğretmenin nitelikleri Bkz. öğretmenin nitelikleri.
iyileşme amacı (healing way) Jung’a göre, ruhsal tedaviyle hastanın yaşamında daha iyi
ve benimsenebilir amaçlar bulması.
iyileştirme 1. (improvement) a. Yetiştirme sonucu bireyin davranışlarını belli bir
standarda ulaştırma. b. İyileşme ile sonuçlanan değişim süreci; ıslah etme. 2.
(treatment) İnsanın sağlığına kavuşması ya da uyumunu gerçekleştirmesi için ona
yardımda bulunma çabası; tedavi etme. Bu yardım, hekimlik, ameliyat, psikolojik
danışma, ruhsal tedavi ya da doğrudan yardım yolu ile sağlanıyor. 3. Düzeltim.
iyi meme Bkz. meme.
iyimserlik (optimism) Nesne ve olayların sürekli iyi yanlarını görme ve iyi sonuçlar
vereceğine inanma biçimindeki tutum ve davranış.
iz Bkz. engram.
izah etme Bkz. açıklama.
izleme Bkz. rehberlik ve psikolojik danışma.
izlenim (impression) 1. Uyaranların, duyu organları ve ilişkili sinirler üzerindeki
etkileri. 2. Bir kişiye, duruma, olaya, olguya yönelik bulanık, çözümlenmemiş bir yargı
ya da tepki; intiba. Bkz. izlenimci, açıklayıcı görüş; izlenim oluşumu; izlenim yöntemi.
izlenimci, açıklayıcı görüş (expressive approach) Psikolojide tepkilerin ölçümünde
niteliği önemseyen yaklaşım. Bu görüşte olanlar, bireyi bir bütün olarak tanıyıp onun
nasıl bir kişi olduğunu, ayrıntılı betimleyici bir yaklaşımla ortaya koymaya
çalışıyorlar. Bir tepkiye yol açan öğelerin neler olduğuna, bunların nasıl oluştuğuna
yanıt arıyorlar. İzlenimci, deneğin yeteneklerinin ne kadar olduğunu bilmekle
yetinmiyor; yeteneğini nasıl ortaya koyduğunu; ne tür hataları niçin yaptığını da
sorguluyor. Böylece bu yaklaşımla deneğin kendisini tüm yönleriyle ortaya koymasını
sağlıyor; değerlendirme aşamasında da testöre büyük sorumluluk yükleyip onun
yorumunu öne çıkarıyor. İzlenimci görüşün de psikometrik görüş gibi üstün ve zayıf
yönleri vardır. O nedenle ölçmelerde, amaca bağlı olarak bu iki görüşten uygun
düşenin kullanılması öneriliyor. İzlenimci yaklaşımda hem bireyin hem de testörün
yorumu önemseniyor. Bununla birlikte bireyin kendini anlatmakta yetersiz olabileceği;
testörün de değerlendirmede yanlı davranabileceği belirtilerek bunun standart ve
nesnel bir ölçme olmayacağı ileri sürülüyor. İzlenimciler de sonuç üründen çok,
ürünün oluşum sürecini önemseyerek bu süreçte bireyin ruhsal yapısının tüm yönleriyle
gözlemlenmesinin ve değerlendirmede buna yer verilmesinin daha olumlu olduğunu
savunuyorlar. Bu tanımada, psikometrik yaklaşımdaki gibi formel bir puanlamanın
olmaması, izlenimci testöre ağır sorumluluk yüklüyor. İzlenimci görüşe uygun testler,
açık uçlu ve kompozisyon türü testlerdir. İzlenimcilere göre seçenek program ise
değerlendirmeyi kolay ve güvenilir kılmakla birlikte, yanıtı sınırlayarak deneğin,
kendisini özgürce ortaya koymasını engelliyor. Bu görüş, II. Dünya Savaşı yıllarında
özellikle Alman psikologlarınca savunulmuştu. Bkz. izlenim; izlenim oluşumu; izlenim
yöntemi.
izlenim oluşumu (impression formation) Başkalarına ilişkin çeşitli bilgi kırıntıları, algı
ve benzerlerinin genel, tutarlı bir yargı biçiminde bütünleştirilmesi. Bkz. izlenim.
izlenim yöntemi (impression management) Goffman’ın, toplum içindeki bireylerin,
toplumsal ya da ekonomik güce sahip olan patron, arkadaş, öğrenci ve benzerlerinin
gözünde benimsenebilir bir imge yaratmak için giriştikleri bilinçli ya da bilinçsiz
çabalarını dile getiren terimi. Belli bir uyarıcı karşısında deneğin hoşlanma,
hoşlanmama ya da başka duygularını bildirdiği yaşantılarını içebakışla her ortaya
koyuş biçimi, bu tür bir yöntemdir. Bunlardan en çok kullanılanı eşleştirilmiş
karşılaştırmadır. Bkz. izlenim; izlenimci, açıklayıcı görüş; izlenim oluşumu .
izli koşullama (trace conditioning) Klasik koşullamada, koşulsuz uyarıcı ile koşullu
uyarıcı arasına değişmez bir zaman aralığının konulduğu bir koşullama türü. Bu yolla
gerçekleştirilen koşullamanın, koşullu uyarıcı ortadan kalktıktan sonra da süren bir
izden kaynaklandığı düşünülüyor. Bkz. gecikmeli koşullama.
izolasyon Bkz. yalıtım.
J
Jackson sarası (Jacksonian epilepsy) Kas seyirmesi, yüz hareketleri, dudak şapırdatma,
sınırlı tonik kasılmalar ya da vücudun bir kesimindeki spazmlarla başlayan; daha
sonra şiddeti artarak vücudun öteki organlarına sıçrayan; kimi zaman, aralıklı genel
bir bilinç yitimi ile noktalanıp yinelenen kısmi nöbetlerle ortaya çıkan bir sara türü.
Bkz. sara.
Jackson yasası (Jackson’s law) Hastalık yüzünden zihinsel görevlerde yitim ya da
bozulma olunca, hareket düzeninde önce, son öğrenilenlerin yitirildiğini ileri süren
görüş.
Jacosta karmaşası (Jacosta complex) Oedipus karmaşasında erkek çocuğunun anneye
tutularak babayı kıskanması.
James-Lange kuramı (James Lange theory of emotions) Coşkuların, coşku uyandıran
durumlar algılandığında bedende beliren işlevsel değişimlerin algılanmasının sonucu
olduğu görüşü. Bu iki araştırmacı, bu konudaki benzer görüşlerini, birbirinden
habersiz ortaya koymuşlardır. Bkz. JAMES, William.
JAMES, William (1842-1910) Yararcılığın (pragmatizmin) kurucularından; ABD’li
psikolog, tıp bilgini ve düşünür. James, New York’ta doğdu; New Hampshire’da
öldü. Babası bir yazar ve Tanrıbilimci olduğu için eğitimi ve gelişimi, sürekli felsefe
tartışmalarının yapıldığı bir ortamda geçti. Babasının yer değiştirmesi nedeniyle sık
sık okul değiştirdi. 1857’de Collége de Boulogne-sur Mére’de; 1859’da Newport’da
resim çalıştı. 1867’de Almanya’da Helmholtz ve Claude Bernard ile çalıştı. Harward
Üniversitesi’nde 1868’de tıp doktora derecesini aldı. Ruhsal bunalımlı bir dönemden
sonra 1872’de Harvard Üniversitesi’nde öğretim üyeliğine başladı. Bu görevi,
1876’ya dek sürdürdü. O dönemde bir psikoloji laboratuvarı kurdu ve psikoloji
konularını bilimsel yöntemlerle incelemeye başladı. Çok ilgi çeken makaleler yazdı.
1890’da Psikolojinin İlkeleri adlı yapıtını yayımladı. Sağlık nedeniyle öğretim
üyeliğinden ayrıldı. Ondan sonra konferanslar vermeyi ve yeni yapıtlar yayımlamayı
sürdürdü. William James, en çok C. S. Peirce’in felsefesinden etkilendi. 1870’lerin
sonunda önermelerin anlamlarını saptamada, uygulamadaki sonuçların önemini
vurguladı. Bu düşünceyi felsefesine temel yaptı ve çeşitli alanlara uyguladı. Ona göre
bir nesnenin kavranmasında açıklık seçiklik, o nesnenin uygulamadaki etkilerini
anlamakla sağlanıyor. Nesneyi kavramak, bu etkileri kavramaktır. Yararcı (pragmacı)
kural denen bu ölçüt, James için hem anlamlılık hem de doğruluk için geçerlidir.
Önermeler, uygulanabilirlikleri ve elde bulunabilirlikleri ölçüsünde anlamlıdır.
Uygulamadaki sonuçları farksız olan iki önerme eşanlamlıdır. Pek çok metafizik
çatışkı uygulamada bir ayrılık getirmediği için, bunlar gerçek çatışkılar değildir.
Dahası metafizik önermelerin çoğu, uygulamada hiçbir sonuç doğurmadığı için
anlamsızdır. James’e göre “doğru eylem, nasıl, amaca göre en yararlı davranış ise
doğru düşünce ya da önerme de düşünce içinde yararlı olandır.” Buna göre, doğru
önerme, onaylanması başarıya götüren önerme; yanlış önerme de düş kırıklığı ve
başarısızlık getiren önermedir. Uygulamada elde edilen sonuçlar, hem doğruluk, hem
anlam hem de kavramsal açıklık ve seçiklik için en önemli değerlendirme temelini
oluşturuyor. İstenilir ve başarılı sonuçlar elde etmenin aracı, bilgidir. Bilginin kaynağı
ise deneydir. Ancak deney, daha düşüncenin yoğurmadığı ilk aşamasındaki durumuyla
anlaşılmalıdır. Duyumlardan beyne sürekli bir akış biçiminde gelen ilk girdiler,
kavramlarla gruplandırılmış olan aklın ilk deney içerikleri, gerçekleri oluşturuyor.
Gerçek, deney içeriğidir; görüngüler dünyasına ilk gelen ve daha zihnin kalıplarının
uygulanmadığı duyumlardır. Ancak gerçeklik, düşünceden bağımsız deneydir. Başka
durumlarda da insanın tüm bilincidir. Deney ortamını, birbirinden bağımsız, kopuk
durumlar değil; sürekli değişim ve oluşum içindeki deney akışı belirliyor. James’e
göre maddeciliğin ve idealizmin getirdiği tekçi açıklamalar, belirlenimci, yazgıcı ve
katı sistemlerdir. Eğer gerçek öyle olsaydı amaca, eylem özgürlüğüne, seçime,
ahlaksal sorumluluğa, yeniliğe, yaratıcılığı gerek kalmazdı. Oysa insan da onun istenci
de saltık bir tözün elinde oyuncak değildir. Başarılı eylem, özgür seçime bağlıdır;
onun için de evrenin bir çeşitlilikler ve çokluklar evreni olması gerekir. James’in,
bilimsel psikolojinin kuruluşunda da çok önemli bir yeri bulunuyor. 1890’da
yayı ml anan Psikolojinin İlkeleri’nde, bu bilim dalı açısından içdeneyin
(introspection’un) önemini belirtmiştir. Zihnin kendi üzerine dönerek gerçekleştirdiği
işlemleri ve onların içeriklerini gözlemlemesi demek olan içdeney, bir bilim olan
psikolojinin tek yöntemi olmasa bile hiç de göz ardı edilmemesi gereken önemli bir
bilgi edinme yöntemidir. O, bir tıp bilgini olarak fizyolojinin önem ve değerini hiçbir
zaman küçümsemeden bilincin durumlarının beden ve özellikle beyin durumlarıyla
işlevsel ilişkilerini öne çıkarmıştır. Çünkü bedensel bir değişiklikle bir arada ortaya
çıkmayan hiçbir zihinsel değişiklik söz konusu değildir. Fizyolojik deneylerle
öğrenilenler, içdeneyden edinilen bilgilerle tamamlanıyor. Bilinç, bir zihinsel töz
anlamında bağımsız bir töz değildir. Bilincin, ancak işlevsel bir birlik olarak
varlığından söz edilebilir. Bu nedenle tinselci açıklama da duyumcu ve çağrışımcı
zihin kuramları da doğru değildir. Zihin, sürekli değişimin birliğidir. Bilinç akışı
(stream of consciousness), zihni en iyi açıklayan ve deney akışından başka bir şey
olmayan gerçeklik düşüncesiyle de tutarlı olan bir kavramdır. İstenç kavramını da
geçmişteki gizemli niteliklerinden arındırmak gerekiyor. İstenç, bilinç akışından
yalıtılmış, kendi başına bir olgu değil; bilincin, bir genel niteliğidir. Bütün
düşüncelerde (idelerde), karşıt düşüncelerce önlenmedikçe, bir eylem başlatma
eğilimi vardır. James, buna ideomotor adını veriyor. İstenç, zihnin, başka düşünceleri
karıştırmadan, bir tek düşünce üzerinde yoğunlaşma yetisidir. Bu yoğunlaşma
gerçekleştirildiğinde eylem kendiliğinden oluşuyor. İstenç özgürdür. Tanrı varsayımı,
yararcı ilkeler açısından doğrudur. Çünkü insanlar için bir doyum sağlıyor. İnsanın
duygularını doyurduğu için, bir yaradanın varlığı onaylanmalıdır. Bu yaklaşımla
Tanrı, evrenin bir parçası; insanlara yardımcı olan bir güç; insanla benzerlikleri olan
bilinçli ve ahlaklı bir üstün kişiliktir. James’in içdeneye ağırlık veren görüşü,
psikolojide bir okul olmuştur. İçdeneye karşı olan davranışçılık bile James’in “her
zihinsel değişim için bir fizyolojik değişiklik” ilkesinden esinlenmiştir. James’in
yaklaşımı, Dewey’i de etkilemiştir. Başlıca yapıtları: The Principles Psychology,
1890 (Psikolojinin İlkeleri); The Will to Believe, 1897 (İnanç İstenci); Human
Immortality, 1898 (İnsanın Ölümsüzlüğü); Tolks to Teachers, 1899 (Öğretmenlere
Konuşmalar); Pragmatism, 1907 (Pragmacılık); The Meaning of Truth, 1909
(Doğruluğun Anlamı); A Pluralistic Universe, 1909 (Çoklu Bir Evren); Essays in
Radical Empiricism, (ö.s.), 1912 (Radikal Deneycilik Üzerine Denemeler).
Pierre JANET
kabızlık (constipation) Çocuğun, aşırı titiz, baskıcı olması nedeniyle tam olarak
sevemediği annesine karşı sessiz direnişe geçmesi ve dışkısını annesinin istediği
zaman, istediği yere bırakmaması sonucu ortaya çıkan rahatsızlık. Çocuklarda görülen
süreğen kabızlık olaylarının çoğunun nedeni olarak, tuvalet eğitiminde zorlayıcı
yöntemlerin kullanılması gösteriliyor. Kimi zaman da çocuğun okula yetişmesi, derste
sıkıştığında izin istemekten çekinmesi; soğuk, karanlık gibi nedenlerle tuvalete
gitmemesi de dışkısını tutmayı alışkanlık durumuna getirmesinin nedeni olabiliyor.
Sürekli ruhsal gerilim de kimi insanlarda barsak hareketlerini etkileyerek işlevsel
kabızlık yaratıyor. Dışkıl dönemde libido hoşlanımı, idrar yapma ve dışkılama
organlarına yöneliktir. Annesinin yemek yeme, tuvalet eğitimi ve giyim konusundaki
beklentilerine uygun davranmak, çocuğa oldukça güç geliyor. Çocuk, buna ancak,
annesini sevmesi durumunda katlanabiliyor. Anne, aşırı titiz, baskıcı ( dışkıl kişilikli)
ise çocuk, tam olarak sevemeyeceği annesine karşı sessiz direnişe geçiyor; dışkısını
annesinin istediği zaman, istediği yere (tuvalete) bırakmıyor. Dışkıyı bırakmamanın
yollarından biri de kabızlıktır. Çocuk, tuvalette dışkı çıkarmadan oturunca telaşlanan
annenin müshillere, fitillere başvurması, ruhsal nedene bir de organik nedeni eklemiş
oluyor. Çocuk, genç ve yetişkinlerde görülen kabızlığın önemli bir nedeni de beslenme
biçimidir. Kabızlığı önlemenin etkili çarelerinden biri, sebze ve meyve ağırlıklı
beslenmedir. Çocuklardaki kabızlığı gidermek için müshilden, fitilden önce sorunun
açıklanarak ailenin yatıştırılması ve çocuğun ruhsal gücünün artırılması etkili oluyor.
Bkz. ruhsal kökenli bedensel bozukluklar.
kabiliyet Bkz. yetenek.
kâbus Bkz. karabasan.
kaçınma (avoidance) Organizmanın yaptığı davranımla uyarıcının uyarımı başlatmasını
engelleme ya da geciktirme. Kaçınmanın olması için organizmanın söz konusu
uyarıcıyı daha önce öğrenmiş olmalıdır. Bkz. kaçınma alıştırması; kaçınma
aşamaları; kaçınmacı kişilik bozukluğu; kaçınmacılık; kaçınma düzeni; kaçınma-
kaçınma çatışması; kaçınma kuramı; kaçınma öğrenimi; kaçınma tedavisi;
kaçınma tepkisi.
kaçınma alıştırması (escape training) Denek hayvanının her denemede tedirgin edici
bir uyaranla karşılaştırılmasına dayanan deneysel bir süreç. Bkz. kaçınma; kaçınma
aşamaları.
kaçınma aşamaları (avodiance gradient) Belirli durumlar içinde kaçınma tepkisinin
öğrenilmesi sırasında, çekince işaretinin görünmesiyle kaçınma tepkisi arasındaki
sürenin giderek azalması evreleri. Bkz. kaçınma; kaçınma alıştırması.
kaçınmacı kişilik bozukluğu (avoidant personality disorder) Yaygın bir toplumsal
ketlenme, yetersizlik duyguları, eleştiriye ya da reddedilmeye karşı aşırı duyarlık
nedeniyle kabul edilmediği, destek görmediği sürece toplumsal ortamlardan kaçınma
ve etkileşimlerde belirli bir utanma korkusu duyma belirtileriyle tanımlanan kişilik
bozukluğu. Bkz. kaçınma.
kaçınmacılık (escapism) Gerçekçi tepkiler yapılması gereken tedirgin edici
durumlardan kaçınma eğilimi. Örneğin, nevrozlarla ilgili görüntülerin çoğu, kaçınma
aracı sayılıyor. Bkz. kaçınma.
kaçınma düzeni (escape mechanism) Tedirgin edici çatışma ve durumlardan kurtulmak
amacıyla sürekli olarak düş kurma ya da nevroz ve psikozlara sığınma. Bkz. kaçınma.
kaçınma-kaçınma çatışması Bkz. kaçınma; çatışma.
kaçınma kuramı (theory of escape) Sullivan’ın oluşturduğu ve benliğin, yürürlükte olan
etkinlik örüntüsüne aykırı düşen yaşantıların etkilerinden kaçınma eğiliminde olduğunu
savunan kuram.
kaçınma öğrenimi (escape learning) Bir ceza uygulandığında, kaçarak kurtulmayı
öğrenme. Cezanın verdiği acıdan kaçınma, bir tür ödül etkisi yapıyor.
kaçınma tedavisi (aversion therapy) Alkol, uyuşturucu kullanma, zorlanımlı tepkiler,
alışkanlıklar gibi istenmeyen davranışların elektroşok, tiksindirici maddeler ve
benzeri acı verici ya da hoş olmayan uyarımlarla eşleştirilerek bastırıldığı bir
davranış tedavi türü; kaçınma terapisi, kaçınma sağaltımı. Bkz. kaçınma.
kaçınma tepkisi (avoidance reaction) 1. Belli bir uyarıcı ya da yaşantıdan kaçınma
biçimindeki davranış. 2. Belli bir durumdan uzaklaşma ya da o durumu yaratan
uyarıcıyı yok ederek o durumdan kurtulma.
kaçınma sağaltımı Bkz. kaçınma tedavisi.
kaçınma terapisi Bkz. kaçınma tedavisi.
kaçış (fugue) Kimi psikozlarda kişinin gerçek kimliği dışında bir kimliğe bürünerek,
yaşadığı çevreden uzaklaşması; firar. Kişi, kaçış süresi içindeki yaşantılarını, kendine
geldikten sonra anımsamıyor. Bkz. çoğul kişilik.
kaçış düzenekleri Bkz. benliğin savunma mekanizmaları (özgürlükten kaçış
yaklaşımı: Yetkecilik; Kendiliğinden Uyum; Yıkıcılık).
kaçma (escape) 1. Kaçış, firar etme. 2. Kurtulma, paçayı kurtarma. 3. Gözünden kaçma,
aklından çıkma.
kaçma-kaçma çatışması Bkz. kaçınma-kaçınma çatışması.
kadın cinsellik hormonu Bkz. estrojen.
kadında cinsel heyecan bozukluğu (female sexual arousal disorder) Kadında uygun
koşullar ve yeterli uyarım olmasına karşın döl yolunda (vajinada) ıslanma ya da
şişmenin gerçekleşmemesi ya da sürmemesi ile ortaya çıkan cinsel heyecan bozukluğu.
Bkz. cinsel birleşme; cinsel heyecan bozuklukları.
kadında cinsel soğukluk Bkz. cinsel soğukluk.
kadın düşmanı (misogynist) Kadından, doğumdan, çocuk bakımı gibi konulardan
iğrenen, uzak duran kişi.
kadın eşcinsel Bkz. kadın eşcinselliği.
kadın eşcinselliği (lesbianism) Adını İ.Ö. 600’lerde şair Shappo’nun Ege’de, üzerinde
yaşayan kadınlar arasındaki erotik etkinlikleri anlattığı Lesbos adasından almış olan
terim; lezbiyenlik. Buna Shappism de deniyor. Bkz. eşcinsellik.
kadın hakları (women rights) Kadınların cinsiyet farklılığı nedeniyle haksızlığa
uğramalarını önleyici, eşit işe eşit ücret; hukuk önünde, eğitimde, mirasta ve öbür
alanlarda erkeklerle eşitlik ya da doğum, çocuk bakımı ve emzirme gibi yalnızca
kadınlara özgü durumlarda da onlara ayrıcalık sağlayan haklar. Bkz. insan hakları.
kadın hastalıkları bilimi (gynécologie) Kadın cinsel organlarını, bunların fizyolojisini
ve hastalıklarını inceleyen tıp dalı; jinekoloji.
kadın rolünden kaçma Bkz. erkeksi protesto.
kadınsı (effeminate) Bedensel ve ruhsal özelliklerinin bir ya da birkaçı yönünden
erkekten çok kadına benzeyen (kişi); efemine.
kadınsılık (androgyny, androginism) 1. Bir kültürde geleneksel cinsellik rollerinin
dışına çıkan ve tipik erkeksi olduğu düşünülen olumlu özellikleri, tipik kadınsı olduğu
düşünülen olumlu özelliklerle bütünleştiren bir kişilik tipi; cinsellik rolleri konusunda
esneklik; androcini. Bu terim genel olarak kadınsı kişilik özellikleri bulunan erkekler
için kullanılıyor. Psikolojide feminist baskılar sonucu üzerinde çok durulan bu
özelliğin bir “ideal” olduğu; uzunca bir süre, erkekleri “geleneksel maço katılığı”ndan
kurtararak özgürleştirdiği savunulmuştur. Ancak yapılan birçok araştırma sonucunda,
bu özelliğe sahip olan erkeklerin, savunulduğu gibi hiç de mutlu ve özgür olmadıkları;
cinsel kimlikleri konusunda kafalarının karışık olduğu anlaşılmıştır. Bunun sonucunda
terim, yeni anlamlar kazanmıştır. 2. Bedensel nedenlerle ya da yönelim sonucu
biyolojik cinselliğin açıkça belli olmaması. Kadınsıların davranışlarında; giyim
kuşam, kendini sunuş biçimlerinde, üstlendikleri rollerde bir belirsizlik vardır. Bu
kişiler genel olarak cerrahi müdahale istemeseler de zaman zaman hormon tedavisine
ve ikincil cinsel özellikleri bastırıcı cerrahi müdahalelere başvuruyorlar. 3. Cinsellik
rollerini tümüyle reddetme. 4. Cinsel kimliği olmama; bu bakımdan nötr olma.
kadınsı Oedipus karmaşası Bkz ruhsal-cinsel gelişim kuramı (Oedipus Karmaşası).
kafa emekçisi Bkz. entelektüel.
kafa-kuyruk sokumu sistemi Bkz. özerk sinir sistemi.
kafa sinirleri (cranial nerves) Omurilik yoluyla değil; doğrudan kafaya giren, kafadan
çıkan ve yüzle, boyunla ilgili duyusal, devimsel ya da parasempatik sinir liflerini
taşıyan 12 sinir. Bu sinirleri sırasıyla şunlar oluşturuyor: Koku, görme, göz devinimi
ve göz bebeğinin büyüyüp küçülmesi, yüzden, ağızdan gelen tat dışındaki duyular ile
çiğneme kaslarına giden devinim sinyalleri, gözyaşı bezleri, tat duyusu, işitme ve
denge, dilin arkasından tat duyuları, kulak ve ortakulaktan gelen duyular ile yutkunma,
kan basıncı, konuşma ve yutma edimlerindeki devinim sinyalleri, boğaz kasları ve dil
hareketleri sinirleri.
kafatası bilimi (phrenology) Yetilerin gücünü, bağlı bulundukları beyin alanının
gelişimine dayandıran ve bu gelişimlerin de kafatasının biçim, çöküntü ve
çıkıntılarında yansıdığını savunan, geçerliğini yitirmiş bir yaklaşım; frenoloji.
kafatası çatlaması Bkz. organsal beyin bozuklukları.
kafa travması Bkz. organsal beyin bozuklukları.
kafe duvarı (cafe wall) Zöllner yanılsamasının başka bir türü. Şekildeki yamalar,
kusursuz birer dikdörtgen olmasına karşın, gerçekte birbirine koşut olan yatay çizgileri
koşut değilmiş gibi algılıyoruz. Bkz. yanılsama.
Kafe Duvarı
kafein (caffeine) Çay, kahve, kola, kakao gibi maddelerde bulunan acı tatta, kristal bir
alkaloid. kalabalık davranışı Bkz. sürü psikolojisi.
kalabalık korkusu (demophobia, ochlophobia) Kalabalık içinde ya da karşısında
duyulan hastalık derecesindeki korku; kalabalık fobisi, kalabalık yılgısı.
kalıtım (heredity) Eşey hücrel e r d e k i DNA zincirleriyle anne babanın
kromozomundaki kalıtsal (genetik) özelliklerin oğul döllere aktarılması; veraset,
irsiyet, soyaçekim. Annenin yumurtası ve babanın sperminin birleşimiyle yeni
döllere aktarılan bu özellikler, anne ve babadaki saç, göz, ten rengi, organsal yapı,
belli hastalıklara yatkınlık gibi bedensel özellikler, huy, zihinsel yeti ve yetenekler,
duygusal yatkınlıklar olabiliyor. Eşey hücrelerdeki kromozom sayısı, organizma
türlerine göre değişiyor. İnsanda 23 çift kromozom bulunuyor. Anne ve babadan
alınan 23’er kromozom, anormal oğul döller oluşturacağı için, mayoz bölünme
gerçekleşerek, bu durum önleniyor. Kromozomlardaki küçük bir aykırılık, oğul
döllerde anormal özelliklerin belirmesine yol açabiliyor. Gen çiftlerinin çoğunlukla
biri öbürüne baskın (dominant); öbürü çekinik (recessive) olmakla birlikte, bunlar
özdeş de olabiliyor. Bu durumda baskın özellik, oğul döllere aktarılmış oluyor. İki
çekinik özellik de baskın özellik gibi oğul döllere aktarılıyor. Kalıtım; gelişim ve
öğrenme psikolojisinde, beden ve ruh sağlığında, ruhsal bozukluklarda temel rol
oynuyor. Belli bir davranış biçiminin; örneğin şizofreni gibi bir hastalığa yatkınlığın,
kişilik özelliklerinin, yeteneklerin ne ölçüde kalıtımdan, ne ölçüde çevreden
kaynaklandığının bilinmesi, psikoloji ve eğitimde büyük önem taşıyor. Bununla, hangi
konuda nelerin yapılamayacağı ve nelerin, nasıl yapılabileceği belirlenebiliyor.
Kalıtsal nitelikleri kromozomların taşıdığı, 1903’te drosophila adlı meyve sineğinin 8
iri kromozomu incelenerek ortaya konuldu. Genetiğin bu başlangıç yıllarında insan
kromozomlarının sayılması olanaksızdı. Bu yüzden kitaplar yıllar boyu insan
kromozom sayısını 48 olarak yazdı. Gelişen teknoloji yardımıyla bu sayının 46
olduğu, 1956’da belirlenebildi. Bkz. adanmışlık; kalıtım bilimi; kalıtım iplikçikleri;
mongolluk; RNA.
kalıtım bilimi (genetics) Biyolojik soyaçekimin yasalarını düzenli olarak inceleyen
bilim dalı; soyaçekim bilimi, genetik.
kalıtım iplikçikleri Bkz. kromozom.
kalıtsal (genetic) 1. Genlerle ilgili, genlerce üretilen ya da etkilenen. 2. Belli bir
organizmanın ya da türün kökeni ya da gelişimiyle ilgili. 3. Kalıtım bilimiyle ilgili.
Bkz. kalıtsal bilinçdışı; kalıtsal psikoloji; kalıtsal yatkınlık kuramı; kalıtsal zekâ
geriliği.
kalıtsal bilinçdışı Bkz. analitik psikoloji (ortak bilinçdışı).
kalıtsal psikoloji (genetic psychology) Davranışı kalıtsal yöntemle inceleyen psikoloji
dalı; genetik psikoloji; kalıtsal ruhbilim. Kalıtsal psikoloji, ruhsal olayları, birey
açısından da tür açısından da kökeni ve gelişimi yönünden inceliyor. Kuramsal olarak,
insan türü dışındaki türlere de eğiliyor. Bu psikoloji dalı, gelişim psikolojisinin bir
parçasıdır. Bkz. evrim psikolojisi.
kalıtsal ruhbilim Bkz. kalıtsal psikoloji.
kalıtsal yatkınlık kuramı (heredity-predisposition theory) Kimi bireylerin, belirli
hastalıklara kalıtsal yatkınlık gösterdikleri görüşü. Bu tür hastalıklar, elverişli
koşulların oluştuğu ortamlarda ortaya çıkıyor.
kalıtsal zekâ geriliği (endogenous feeble-mindedness) Zekâ geriliğinin, dış etkenlerin
etkisi olmadan, bir kuşaktan, sonraki kuşağa kalıtımla geçen biçimi.
kalkan alıklığı Bkz. kretenizm.
kalkan bezi Bkz. tiroit bezi.
Kallikak ailesi (Kallikak family) Aynı baba ve iki değişik anneden üreyen kuşakların
bir dalında uyumlu, normal ve başarılı; ötekinde ise geri zekâlı, uyumsuz ve başarısız
kişilerin oluştuğu görülen bir aile incelemesinin takma ad.
kamışçık Bkz. klitoris.
kamış özentisi (penis envy) Psikanalize göre, kadınların, bilinçdışında kamış (penis)
sahibi olmayı istemeleri. Bu isteğin, iğdişlik karmaşasının bir parçası olduğu ileri
sürülüyor.
kamuoyu (public opinion) 1. Bir sorun karşısında çoğunluğun ortak kanısı. 2. Halkın
görüşü; halk katında oluşan düşünce; efkârı umumiye.
kan fobisi Bkz. kan korkusu.
kanı Bkz. duyuşsal yapı; inanç, kanı, değer.
kanıt (evidence) Bir olayın, durumun ya da önermenin doğruluğuna ya da yanlışlığına
karar vermede kabul gören bilgi, belge ya da akıl yürütme.
kan korkusu (hemophobia) Kan görünce duyulan aşırıkorku; kan fobisi, kan yılgısı.
KANT, Emanuel (1724-1804) Bilginin deney ve deney öncesi olarak iki kaynaktan
geldiğini; deney bilgisinin de önsel kurallarının bulunduğu görüşünü içeren bir
öğreti geliştirmiş olan düşünür. Kant, Könisgberg’de doğdu. Çocukluk yıllarında
geleneklere, inançlara aşırı bağlı olan ailesinden etkilendi. 1732’de verildiği
Collegium Friedericianum’da dinsel ilkelere dayalı bir öğrenim gördü. 1740’ta
Könisberg Üniversitesi’ne girdi; felsefe ve doğa bilimleri okudu. Orada Wolff’un
izleyicilerinden Knutzen’in öğrencisi oldu. Canlı Güçlerin Doğru Değerlendirilmesi
Üstüne Düşünceler konulu çalışmasıyla üniversiteyi tamamladı. Bir süre özel
öğretmen olarak çalıştıktan sonra 1755’te Könisgberg Üniversitesi’nde aylığı
öğrencilerce ödenen öğretim üyeliğine başladı. O yıl Genel Doğa Tarihi ve Gök
Kuramı adlı çalışmalarını yayımladı. Çalışmalarının ilkinde Descartes ve Leibniz’in
görüşlerini inceleyerek fizik güçlerin matemetik ilkelerine göre anlatımı konusundaki
kendi görüşlerini ortaya koydu. İkincisinde ise evrenin oluşumunu mekanik kurallara
bağlayarak Laplace’ın geliştireceği kuramın temelini atmış oldu. 1770’te Duyu
Dünyası ile Düşünce Dünyasının Formu ve İlkeleri Üzerine adlı yapıtı ile çalıştığı
üniversitede matematik ve mantık ordinaryüs profesörlüğüne yükseldi. 1781’de Salt
Aklın Eleştirisi’ni; 1788’de Pratik Aklın Eleştirisi’ni; 1790’da da Yargı Gücünün
Eleştirisi’ni yayımladı. Kant’ın düşünce yaşamı, bu çalışmalarına dayanılarak eleştiri
öncesi ve eleştiri dönemi olarak ikiye ayrılıyor. Fizik, matemetik, gökbilim ve
coğrafyaya eğilen; bunları tarihsel insan düşüncesinin gelişimi açısından açıklayan
Kant’ın felsefesinde odak sorun; ahlak, estetik, varlıkbilim, psikoloji, insan, evren,
özgürlük, ödev, mantık, metafizik gibi konulara ilişkin düşüncelerinin kaynağının bilgi;
ölçüsünün ise akıl oluşudur. Kant bu konuda, İngiliz düşünürü D. Hume’dan
esinlendiğini söylüyor. Onun yanı sıra Hutchesen, Shaftesbury ve J. J.
Rousseau’dan da etkilenmiştir. Bilgi sorununa yöntem sorunuyla yaklaşmıştır. Onun
eleştiri öncesi ile eleştiri dönemini birbirine bağlayan Duyu Dünyası ile Düşünce
Dünyasının Formu ve İlkeleri Üzerine adlı yapıtında, duyulur bilgi ile düşüncede var
olan bilgi arasındaki temel bağlantı üzerinde durmuştur. Bu bağlantı, duyularla ilgisiz
“salt öğeler” sorununa dayanıyor. Kant’ın felsefeye getirdiği yenilik, bu öğelerin önsel
olduğunu göstermiş olmasıdır. Kant’a göre duyu bilgisinin de uzay ve zaman denen
önsel öğeleri vardır. Bunlar olmadan bir duyu bilgisi ortaya çıkmıyor. Ne ki uzay ve
zaman, birer kavram değil; birer görüdür (anschaung’dur).Uzayla matematik; zamanla
kuramsal mekanik ilgilidir. Deney, uzay ve zaman gibi iki önsel ilkeye dayandığından,
bu iki bilim kesindir. Kant’a göre “bütün bilgiler deneyle başlar; ancak bu, bütün
bilgilerin kaynağının deney olduğu anlamına gelmez. Deney verileri, uzay ve zaman
denen iki koşulla biçimlenmelidir. Bilgini n kavramlar, yargılar ve usavurmalar
denilen üç ana öğesi ve duyarlık, anlık ve us denilen üç yetisi vardır. Yargılar, önsel
ve deney sonrası olarak ikiye ayrılır. Önsel olanlar analitik; deney sonrası olanlarsa
hem analitik hem de sentetiktir. Analitik yargılar, kavramları açıklamaya; onların
tanımında saklı niteliği aydınlığa çıkarmaya yarıyor. Ancak, bu yargılar yeni bilgi
vermiyor. Sentetik yargılar ise kavramın dışına çıkarak ona yeni bir nesne eklediği
için yeni bilgi veriyor. Örneğin, “Nesneler yer kaplar.”yargısında “yer kaplama”,
nesnenin tanımı içinde olduğundan, yer kaplamayan bir nesne olmadığı için analitiktir.
Oysa “Nesne ağırdır.” yargısı, nesne kavramının dışına çıkıp onu ağırlıkla
bağlantılandırdığı için yeni bilgi veriyor; bu nedenle sentetiktir. Kant, bilgi sorununun
çözümünde yargıları inceleyerek kesin sunuca ulaşmak istiyor. Bunun için de
matematik, fizik ve metafizik üzerinde duruyor. Ona göre matematikteki tüm yargılar,
yalnızca tanımlardan çıkarılamadığından sentetiktir. “Doğru, iki nokta arasındaki en
kısa yoldur.” yargısı, yalnızca doğru kavramına dayanmıyor; onun dışında nokta ve yol
kavramlarını da gerektiriyor. Tümel olan bu yargı, deneyle karşıtı saptanabilecek
durumda değildir. Bu özelliklerinden ötürü de önsel sentetiktir. Bilginin
gerçekleşmesinde yalnızca görüler, kavramlar, yargılar yeterli değildir; bunların
aşılıp nesnelerle ilgi kurulması gerekir. Düşünce ve duyu verilerinin ötesinde bir öğe
taşıdıkları için kimi sentetik yargılar önseldir. Deneyden gelmeyen bu bilgi öğesi,
bütün deney bilgilerinin temelini kuruyor. Bilginin oluşmasında birlikte çalışması,
aralarında uyum sağlası gereken iki yetiden biri, etkin olan zihin: öbürü ise edilgin
o l a n duyarlıktır. Kavramın içeriğini, duyulur olanın oluşturması, doldurması
gerekiyor. Duyu verileriyle dolmayan kavramlar, içi boş birer kabuk olmaktan öteye
geçemiyor. Salt zihin, olayları kendi yasalarına uygun olarak biçimlendiriyor. Bunu
yaparken, uzay ve zamandan başka, kimi önsel kurallara da dayanıyor. Bu kategoriler,
deney verilerini dağınıklıktan kurtarıp birliğe kavuşturuyor ve düzenliyor; insanın
anlayış yetisinde, düşünmenin özünde yer alıyor. On iki tane olan bu kategoriler,
nicelik, nitelik, bağlantı ve kiplik olarak dört bölümde toplanıyor. Nicelikte birlik,
çokluk, bütünlük; nitelikte gerçeklik, yadsıma, sınırlama; bağlantıda töz-ilinek,
neden-etki, karşılıklı bağlılık; kiplikte ise olabilirlik, gerçeklik, gereklilik gibi
kategoriler bulunuyor. Kant’a göre, metafizik sorunlarında kesin sonuca varma
olanağı yoktur. İnsan aklı, birtakım sorunlarla sürekli uğraşma gereğini duyar. Çözüme
ulaştıramadığı sorunları bırakamaz. Akıl, aklın belli yöntemlere göre yaptığı
çıkarsamalar ve metafizik üçlüsü arasında içten bir bağlantı vardır. Sağlıklı bilgi,
deney verileriyle önsel öğelerin uzlaşmasından oluştuğu için, bunu metafizik alanda da
aramak gerekiyor. Oysa metafiziğin tin, evren ve Tanrı gibi üç ana konusunu
oluşturan bu idelere kesin bir açıklık getirilemiyor. İde, duyulur evrende karşılığı
bulunmayan bir varlık olduğundan, bilginin kapsamına alınsa da çözümsüz kalıyor.
Salt akıl kavramı olan ideyi anlamaya girişen her çaba, onunla sağlanacak bilgi, “boş
görünüş” olmaktan öteye geçemiyor. Bu konuyu işleyen düşünme yetisi, deney alanının
dışına çıkınca, birtakım çelişkilerle karşılaşıyor. Evreni açıklama girişimi, antinomi
sorununun kaynağını oluşturuyor. Kant, bu girişimin insanı ister istemez kimi
çıkmazlarla karşı karşıya getireceğini ileri sürüyor. Ona göre insan aklı, çözemeyeceği
birtakım sorularla yüklüdür. Böyle de olsa bunlardan kurtulamıyor. Çünkü bunlar,
“aklın yapısının gereği”dir. Evren idesinden kaynaklanan bu antinomiler, bağlantı ve
kiplik başlıkları altında toplanıyor. Bunlardan ilki evrenin başlangıcı, sonu, uzayda
bir sınırı olup olmadığını içeriyor. Maddeyi oluşturan atomların sonsuzca
bölünebileceği de bölünemeyeceği de düşünüldüğü için kesin sonuca varılamıyor.
Üçüncü antinomi, özgürlüktür. Bu konuda birbirini izleyen nedenler dizisi düşünüldüğü
zaman, nedenden bağımsız bir varlık bulunur mu, bulunmaz mı? Bu sorunun da kesin
karşılığı bulunmuyor. Dördüncü antinomi ise nedensellik ya da Tanrı sorununu
içeriyor. Evrenin nedeni olabilecek bir nesnenin varlığı ya da yokluğu, kesin bir
sonuca ulaştırılamıyor; karşıt nitelikte kanıtlar ileri sürülebiliyor. Bu çelişmelerin
ortaya çıkış nedeni, düşüncenin deneyi aşmaya kalkması, deneyin; görünmeyen varlık
alanı ise bilinemeyen, yalnızca var olduğu üstüne çıkmasıdır (yükselmesidir). Kant’a
göre, biri görünen; öbürü görünmeyen iki varlık alanı vardır. Görünen varlık alanı
bilinebilen; görünmeyen varlık alanı bilinemeyen; var olduğu düşünülebilendir. İnsan
da bir yanıyla görünen varlık; öbür yanıyla da görünmeyen varlık alanına bağlıdır.
Ancak, insan, öbür dirilere oranla “eksik bir varlık”tır. Doğa, ona öteki dirilere
verdiği yaşam olanaklarını vermemiştir. İnsan, bu eksiğini yalnızca aklıyla
giderebiliyor. Görünmeyen varlık alanı, kendi kendinde olandır; yalnızca
tasarlanabildiğinden, bilginin sınırı durumundadır. İnsanın istenç özgürlüğü, bu
alanda beliriyor. Bu özgürlük, duyarlığın egemenliğinden çıkmış olan insan özüne
dayalı bir gereklilikten kaynaklanıyor. Bunun karşıtı da evrenin yapısıyla ilgili olan,
evrendeki nedenler dizisini kendi kendine başlatan güçtür. Kişinin istenç özgürlüğü,
ahlakla bağlantılıdır. Bu özgürlük, insanın ahlak yükümlülüğünün temelini oluşturuyor.
Kant felsefesini oluşturan iki varlık alanı vardır. Bu varlık alanlarından biri, insanı
kuşatan, her alanda bütünlüğü ile var olan doğadır. İkincisi de var olması geren alan,
özgür davranışların oluşturduğu alandır. Ahlak, bu ikinci alanın bütününü içeriyor.
Ahlak alanında iki yöntem kullanılıyor. Bunlardan biri deney verilerinden yola çıkıp
çözümlemeyle genel yargılara varma; öbürü, akıl kavramlarına dayanarak deney
alanına, görünen varlıklara ulaşmadır. Ahlak sorunlarını açıklamada da yanılan ilke,
önsel olandır. Ahlakta da bilgide olduğu gibi önsel öğeleri bulmak gerekir. Ahlak, bu
öğelerle geçerlik taşıyan bir bilimdir. Ahlakın içgüdülerle , doğal eğilimlerle ilgisi
yoktur. Ahlak, akılda bulunan bir yasaya, kesin buyruğa bağlıdır. Bu buyruklar da
önseldir. Bu buyruğun özünü, tek salt değer olan iyi istenç oluşturuyor. Bu istenç,
“başkalarında bir amaç olarak görecek gibi davran.”dır. Bu tümel yasa dışında
ahlakın özerklik ve özgürlük gibi iki ilkesi daha vardır. Ahlak ilkeleri hukuk, tarih ve
devlet için de geçerlidir. Yargı Gücünün Eleştirisi ’nde estetikle ilgili görüşlerini
ortaya koyan Kant’a göre doğa ile bilgi arasındaki uyumu kavramak önemlidir.
Estetiğin kapsadığı sorunların kaynağını bu uyum oluşturuyor. Doğadaki genel uyumun
kaynağını, nedenlerini bilme olanağı yoksa da doğada sağlam bir düzenin, genel
uyumu yaratan bir yasanın bulunduğu sezilebiliyor. Bu sezgi, kişide doğayı yüce bir
aklın, yüce bir zihnin düzenlediği, uyumlu kıldığı kanısını uyandırıyor. Özü
bilinemeyen bu yasa ve uyumun sağladığı düzen karşısında kişide bir haz, bir beğeni
oluşuyor. Doğadaki diri varlıklarla ilgili algılar da böyle bir düzenin ve uyumun
bulunduğu görüşünü doğuruyor. Estetiğin ve dirileri konu edinen doğa biliminin
kaynağı ise doğa ile bilgi iletisi arasındaki uyumdan doğan ve diri varlıkları
düzenleyen üstün yasayı sezmedi r. Estetiğin temelini güzel ve yüce kavramları
kurmuştur. Güzelin tanımı, beğeni temeline dayanıyor. Beğeni ise “bir nesne üzerine,
bir karşılık beklemeden hoşlanma ve hoşlanmama ile yargıya varma yetisi’dir. Bu
nitelikteki hoşlanmanın içeriğine güzel deniyor. Güzelden yararlı olma beklenmiyor.
Yararlı olanda, bir nesneyi isteme, onu elde etme eğilimi bulunurken, güzel için böyle
bir şey söz konusu değildir. Güzellik, “nesnenin amaca uygun gelmesinin biçimi”
olarak da tanımlanıyor. Ancak, bu uygun gelme ile nesnenin bir amacı içerdiği
tasarımı ileri sürülmüyor. Güzeli tanımlamak için yaygın olarak kullanılan “Beğeni
tartışılmaz.” yargısı, güzeli oluşturan öğelerin tümelliği ve önselliği nedeniyle Kant
için geçerli değildir. Duyuların sınırlarını aşan, bütün ölçülerin üstüne çıkan ve
“biyolojik olan nesne” diye nitelenen yüce, estetiğin ikinci temel kavramıdır. Bu
nesneye uzaktan bakılıyor; onun görkemi karşısında bir eziklik duyuluyor. Böylece
geçilen ahlakla ilgili varlık alanında estetik duygu ile ahlak bilinci kaynaşıyor. Bu
kaynaşma ile de kavranır idelerin duyulur varlık alanının ışığında, doğa ile sanattaki
güzellik oluşuyor. Ahlaksal ödevlerin tanrısal bir buyruk niteliğinde anlaşılması
demek olan din, başlıca sorun olarak, insan doğasındaki kötünün nereden
kaynaklandığını ele alıyor. İnsanda bulunan kötüye karşı köklü eğilim ortadan
kalkmıyor; ancak, akılla önlenebiliyor. Çünkü kötü, insanı yönlendiren itici güçlerin
yer değiştirmesi, tersine dönmesidir. Oysa insan, yaşamına anlam kazandıran iyiyi
gerçekleştirmek için vardır. Kant, tarihe doğa ile özgürlük; kılgısal aklın amaçlarıyla
deneysel gerçekliğin nedenselliği arasındaki bağlantı nedeniyle yakınlık duyuyor.
Kant’ın kuramı, uzay ve zaman sorunu geniş yorumlara neden olmuş; yeni Kantçılık
denilen akımın doğmasına yol açmıştır.
Emanuel KANT
kokain (cocain) Çok güçlü uyarıcı ve uyuşturuculardan biri. Kokain, kısa süren canlılık
verici ve enerji artırıcı etkisinin ardından, kişide bedensel ve ruhsal çöküntü
yaratıyor. Ruhsal canlılığın yanı sıra, sıkıntı, korku ve kuşku sanrıları oluşturuyor.
Bedende direnç geliştikçe kişi, yeniden ve daha yüksek dozda kokain almak
gereksinimi duyuyor. Çok yoğun olan ruhsal bağımlılığına karşın, kokainin
kesilmesiyle kokain kullananlarda, morfin ve eroin yoksunluğundaki ağır belirtiler
görülmüyor. Bkz. uyuşturucu madde bağımlılığı.
koku tomurcuğu (alfactory bulb) Beyin kabuğunun, burun boşluğunun gerisine doğru
uzanan ve tüm koklama sinirlerini içeren kesimi.
koku yitimi (anosmia) Koku duyumlarına karşı duyarsızlık durumu.
koleksiyonculuk (collectionism) Bir türden değişik nesneyi bulma, toplama ve
biriktirme eğilimi. İnsanlarda bir şeyler toplayıp biriktirme ve saklama isteği, her
yaşta görülebiliyor. Bu istek, yedinci yaştan on dördüncü yaşa dek erkek çocuklarda
kızlardan daha güçlü biçimde belirip gelişiyor. Bir heves olarak koleksiyonculuk
duygusa türlü biçimlerde görülüyor. Mektup pulu, eski para, posta kartı, oyuncak, bitki
ve böcek koleksiyonları bunlardandır. Çocukları kişisel etkinli,ğe yönelten bir uğraş
olması nedeniyle koleksiyonculuk, eğitsel bir değer taşıyor. Çocuğu gözlem ve
inceleme, karşılaştırma yapmaya alıştırıyor. Hem koleksiyon nesnelerini hem de
kavramları edinmeye temel oluşturuyor; çocuğun ufkunu genişletiyor. Koleksiyonla
ilgili çalışmalar, hayat bilgisi, fen ve tabiat bilgisi, tarih, coğrafya, dikiş, iş, sanat
tarihi derslerini sevilen ders haline getirebiliyor. O nedenle okulda koleksiyonculuğun
özendirilmesi gerekiyor. Bu bağlamda okuldaki ders araçları koleksiyonunu
zenginleştirmek amacıyla öğrenciler, yurt manzaralarına ilişkin katlar, resimler, taş
örnekleri, bitki kabukları biriktirebilirler. Öğretmen yetiştiren kurumlarda da aynı yol
izlenebilir.
kolektif bilinçdışı Bkz. ortak bilinçdışı.
kompleks Bkz. karmaşa.
kompleks psikolojisi Bkz. karmaşa psikolojisi.
kompülsif nevroz Bkz. yineleme zorlanımı.
kompülsiyon Bkz. zorlanımlı davranış.
kompüter Bkz. bilgisayar.
komünizm (kommunism) 1. Özel mülkiyetin olmadığı; malların ve üretim araçlarının
topluma ait olduğu; bunları herkesin ortaklaşa kullandığı toplum düzeni. 2. Bu tür bir
düzenin kurulması amacını güden siyasal, toplumsal ve ekonomik öğreti. Bkz.
Marksizm.
konferans (conference) 1. Yeri, zamanı, konusu ve konuşmacısı daha önceden
duyurulan; çoğunlukla bir kişinin konuşmacı olarak katıldığı herkese açık toplantı. 2.
Bir sorunun çözümlenmesi amacıyla, sorunun niteliğine bağlı olarak Ulusal ya da
uluslar arası düzeyde yapılan ve konunun uzmanları ile o konuda karar almaya yetkili
kişilerin katıldığı toplantı.
konformizm Bkz. uymacılık.
konfüzyon (confusion) 1. Kafa karışıklığı, şaşkınlık. 2. Karışıklık, düzensizlik. 3. Bir
şeyi ya da birini başka şey ya da biri sanmak.
konsensüs ( consensus) Bir grup ya da toplum üyelerinin, temel toplumsal değerler
konusunda aynı düşüncede olması ya da bir kişinin bir olaya tepkilerinin, başkalarınca
paylaşılması düzeyi. Kelley’in kuramına göre bu bilgi, insanların duruma mı yoksa
huya mı yükleme yaptığını belirliyor.
konsensüs yoluyla geçerlik (consensual validation) Bir grubun, bir üyesinin görüşlerini
onaylayıp destekleme süreci.
kontrol Bkz. denetim.
kontrol grubu (control group) Araştırmada deney grubu ile aynı özelliklere sahip olan;
ancak, deneysel işleme (bağımsız değişkene) katılmayan karşılaştırma grubu; denetim
kümesi. Bu grupta bağımlı değişkende gözlemlenen değişimler, araştırmacının ya da
deneycinin bağımsız değişkeni uygulamasından değil, rastgele (değişmeyen)
etkenlerden kaynaklanıyor. Örneğin, yeni bir ilaç denenirken, deney grubuna etkin ilaç;
kontrol grubuna ise farmakolojik etkisi bulunmayan şeker hapı gibi bir madde
veriliyor. Bu iki grubun karşılaştırılması, deneyden elde edilen sonuçların rastlantıya,
zamana ve benzerlerine bağlı etkenlerden ayrı tutulmasını olanaklı kılıyor. Başka
deyişle, kontrol grubuyla deney grubunun karşılaştırılması, bağımlı değişkendeki
değişimlerin, bağımsız değişkendeki değişimlerden kaynaklanıp kaynaklanmadığını
belirlemiş oluyor.
kontrollü araştırma (controlled study) Biri, üzerinde araştırma yapılan işleme,
uygulamaya ya da değişkene bağlı tutulan; öbürü ise karşılaştırma amacıyla deneye
bağlı tutulmayan (bağımsız değişkeni sabit tutulan) olmak üzere en az iki gruptan
oluşturulan bir deney ya da araştırma.
kontrollü deney (controlled experiment) Deneysel etkenin dışındaki etkenlerin denetim
altında tutulduğu ya da bütün deney grupları için değişmez tutulduğu bir deney.
konu bulma (object finding) Freud’a göre, libidonun, bedenin erotik bölgelerinden
ayrılarak çevredeki konulardan birine yönelmesi.
konu libidosu (object libido) Benliğin dışında olan kişi, nesne ya da ülkülere bağalanan
libido.
konulu düşleme (thematic fantasy) Düşlemede duygu, imge ve tasarımların bir konu
üzerinde birbirini izleyerek belli bir amaca doğru gelişimi.
konusal algılama testi Bkz. tematik değerlendirme testi.
konusal duygu yatırımı (object cathexis ) Genel olarak, libidonun herhangi bir konu
üzerinde toplanması; özel olarak ise libidonun cinsel niteliği olmayan başka konulara
yönelmesi.
konu seçimi (object choice) Freud’a göre, sevgi konusu olarak bir kişiyi ya da nesneyi
seçme.
konuşamama (mute) Konuşma olumsuzluğu, dil ve iletişim bozukluğu. Bkz. şizofreni.
konuşma azalımı (hypologia) Konuşma gücünün, aşırı zekâ gerilikleri ya da beyin
özürleri nedeniyle, anormal biçimde yetersizlik göstermesi.
konuşma bozukluğu (defective speech, speech impairment) Konuşmanın, organsal ya
da işlevsel nedenlerle anlaşılması güçleşecek biçimde değişkenlik göstermesi.
konuşma fobisi Bkz. konuşma korkusu.
konuşma kaybı (aphemia) Beyin engeli nedeniyle bireyin ne söyleyeceğini bilmesine
karşın konuşmaması durumu.
konuşma korkusu (lalophobia) Türlü nedenlerle konuşmaya karşı duyulan aşırı korku;
konuşma fobisi, konuşma yılgısı.
konuşma merkezi (speech center) Sol dilimdeki beyin kabuğunda konuşmanın, işitilen
sözlerin sözdiziminin, yapısal karmaşıklığın kavranmasının yönetilip denetlendiği
bölge. Konuşma merkezi, bu bölgeyi ilk kez tanımlayan Paul Broca’nın adıyla, Broca
alanı olarak da biliniyor. Sağ elli kişilerde genellikle beynin sol yanında; solak
kişilerde ise sağ yanında bulunan bu alandaki bir zedelenme, Broca söz yitimi denen
bir konuşma bozukluğuna yol açıyor. Bkz. Wernicke alanı.
konuşma sağaltımı Bkz. konuşma tedavisi.
konuşma tedavisi (speech therapy) Konuşma bozukluklarının türlü yöntemlerle
düzeltilmesi işi; konuşma terapisi.
konuşma terapisi Bkz. konuşma tedavisi.
konuşma yılgısı Bkz. konuşma korkusu.
konuşulanı anlama ve kendini anlatma Bkz. gelişimsel engeller.
konversiyon Bkz. döndürme.
konvulsiyon (convulsion) Bilinç yitimi ve istemli kasların şiddetli, istemsiz olarak
kasılıp gevşemesi durumu. Bu durum, sıklıkla saralı hastalarda görülüyor. Bkz. nöbet;
sara
koordinasyon Bkz. eşgüdüm.
kopma Bkz. bağlanma-kopma.
kopuntu (dissociation) Zihinsel içerik gruplarının bilinçlilik durumundan ayrılmaları,
çözülmeleri süreci; ayrılma, çözülme. Bu süreç, histerik çevirmenin ve çözülmeli
bozuklukların temel ve bilinçdışı bir savunma mekanizmasıdır. Şizefrenlerde
görülen uygunsuz duygulanım gibi, bir düşüncenin duygusal öneminden,
duygulanımından ayrılmasıdır. Birçok yazar, ayrışmanın, birçok yazar, zamanla
anormalleşebilen bir sürece dönebilen normal bir savunma mekanizması olduğuna
inanıyor. Bu görüşe göre, kopuntu, bir süreklilik gösteriyor ve yalnızca uygunsuz
bağlamlarda göründüğü ya da şiddet ve sıklık sınırlarını aştığı zaman uyumsuz oluyor.
Kopuntu bozukluklarının, bir travma sonucu oluştuğuna inanılıyor.
korelasyon (correlation) İki ya da daha çok değişkenden birindeki artışın, ötekindeki ya
da ötekilerdeki artış ya da azalışla birlikte gözlemlenerek belirlenen istatistiksel
ilişki; birlikte var olma, değişme, ortaya çıkma ilişkisi; ilgileşim, bağlılaşım. İki
değişkenin birlikte var olması ya da birbirine bağlı olarak değişiyor gibi
görünmesi, nedensel bir ilişki anlamına gelmiyor. Korelasyon, yalnızca iki
değişken arasındaki ilişkinin gücü konusunda bir fikir veriyor; nedensellikleri
konusunda değil. Örneğin, yaz aylarında insanlar, çok dondurma yiyor ve yaz
aylarında boğulma olayları da artıyor. Buna göre hesaplandığında bu ikisi arasında
olumlu bir korelasyon çıkacaktır. Ancak, bu sonuca dayanarak boğulma nedeni diye
dondurma yeme gösterilemiyor. Bkz. korelasyon katsayısı.
korelasyon katsayısı (correlation coefficent) İki değişken arasındaki ilişkinin güç ve
yönünü gösteren istatistiksel değer. Bu değerin mutlak büyüklüğü, iki değişkenin
birlikte değişme (birbiri için kestirimci olma) derecesini gösteriyor. Yönü ise
birindeki artışın, ötekindeki artışla mı yoksa eksilişle mi ilişkilendiğini belirtiyor. Bu
değer, +1 (tam olumlu korelasyon) ile -1 (tam olumsuz korelasyon) arasında değişim
gösteriyor. Değerin 0 olması, değişkenler arasında bir ilişki bulunmadığını; 1 olması
ise kusursuz bir ilişki bulunduğunu gösteriyor. Örneğin, bir testten alınan puanlarla
başka bir testten alınan puanlar arasındaki korelasyonun 1 olması, bu testlerden
birindeki puana bakarak, ötekini kesin olarak kestirmemizi olanaklı kılıyor. Ancak,
burada da bu ilişkinin nedensel olmayabileceği gözden kaçırılmamalıdır. İki
değişkenden biri artarken öbürü de artıyorsa, buna olumlu korelasyon (pozitive
correlation) (r = + 1); değişkenin biri artarken öbürü azalıyorsa buna da olumsuz
korelasyon (negative correlation) (r = -1) deniyor. Bu konuda, korelasyon
katsayısının asla neden-sonuç ilişkisi olarak yorumlanamayacağı, unutulmaması
gereken noktadır. r = 0 durumu, üç olasılıktan birini gösteriyor. Bu, ya “İki değişken
arasında ilişki yoktur.” anlamına geliyor; ya “korelasyon doğrusal değildir.” anlamını
dile getiriyor; ya da böyle bir sonuç, ölçme işlemindeki hatalardan doğmuş oluyor.
Korelasyon tekniği genellikle neden-sonuç ilişkisini araştırmada değil; iki değişken
arasındaki bağlılığın miktarını ve yönünü bulmayı amaçlayan korelasyonel
çalışmalarda kullanılan bir tekniktir. En çok da Pearson Momentler Çarpımı
Korelasyon Katsayısı kullanılıyor. Pearson katsayısı, iki sürekli değişken arasında
doğrusal bir ilişki olduğunda hesaplanıyor. Standart puanlardan da korelasyon
hesaplanabiliyor. Değişkenlerin sürekli olup olmamasına bağlı olarak, Çift Dizili
(biserial), Nokta-Çift Dizili (point-biserial), Phi ve Tetrakorik korelasyon
teknikleri de kullanılıyor. Bkz. güvenirlik katsayısı; korelasyon; nedensellik.
korku (fear) Görünen ya da görünmeyen bir tehlike, tehdit anında duyumsanan ve hoş
olmayan bir gerilim, güçlü bir kaçma ya da kavga etme dürtüsü; hızlı kalp atışları, kas
gerginliği ve benzeri belirtilerle yaşanan duygusal uyarılma (heyecan). Korku, doğal
ve gerekli bir duygu olarak ortaya çıkıyor. Tehlikeye karşı uyarıcı bir işlevi vardır;
kişiyi kaçarak, saklanarak, olmazsa savaşarak savunmaya zorluyor. Çocuklarda
görülen korkuların, yaşa göre de değişen birçok kaynağı vardır. Korku, ilk yaşlarda
daha çok görülüyor. Öğrendikleri çoğaldıkça, bilmediklerini bilir duruma geldikçe
çocuğun korkuları azalıyor. Aynı kural, yetişkin için de geçerlidir. 2-3 yaşındaki
çocuklar, gök gürültüsü, elektrik süpürgesinin sesi gibi yüksek seslerden korkuyorlar.
3-4 yaşında bunlara karanlıktan, dilenciden, hırsızdan, polisten, öcüden korkma
ekleniyor. 4 yaşındaki çocuklar köpekten, düşüp yaralanmaktan, çizilen bir yerinin
kanadığını gördüklerinde korkuyorlar. 6 yaşında ise hayalet, cadı, hortlak, yangın,
hırsız, çocuk için korku nedeni oluyor. Bu yaştaki çocuklar, olay ve olguları abartarak,
çarpıtarak, başka şeylere benzeterek, onlardan korkulu sonuçlar çıkarıyorlar. Korkuyu
susturma, sindirme, alıkoyma, gözdağı verme aracı olarak kullanan anne babaların
çocukları, daha korkak oluyorlar. “Susmazsan, seni hav hava veririm.” “Akşam, baban
eve gelince görürsün gününü!” “Uslu durmazsan, Anıl’ın annesi olurum.” “Sesini
kesmezsen, öcüyü çağırırım, alır gider seni, haberin olsun.” ”Yaramazlık edersen,
hastalanır, ölürüm.” “Beni seviyorsan yaramazlık yapmazsın.” “Öyle yaparsan, Allah
baba görür ve seni cezalandırır.” “Susmazsan, Ay Dede seni göğe çeker.” “Ağlamayı
sürdürürsen, polis amcayı çağırırım, seni alır götürür!” gibi uyarı ve gözdağı, çocuğun
içine anlaşılmaz, karmakarışık korkular salıyor ve ruh dünyasını altüst ediyor. Ürkek,
korkak anne babalar, çocuklarını korkutmasalar bile bu korkaklık ve ürkekliklerini
çocuklarına bulaştırıyorlar. Aşırı koruyan, kollayan anne babalar çocuklarında
korkuyu çoğaltıyorlar. Aşırı korumak, çocukları girişkenlikten, deneyim kazanmaktan,
öğrenmekten ve dayanıklı olmaktan alıkoyuyor. Çocuk, içine düşürüldüğü bu
güçsüzlük, becerisizlik ve özgüvensizlik yüzünden, korkağın biri olup çıkıyor.
Çocuğun hemen her girişimini ve her isteğini “Yapamazsın, beceremezsin.”,
“Terlersin, üşürsün.” deyip engellemek, onu kapıdan dışarı çıkarmamak, oyundan ve
arkadaşlarından uzak tutmak, ona iyilik değil; tersine, en büyük kötülüktür. Oysa 5
yaşındaki çocuğa, zaman zaman izlemek koşuluyla, tek başına bahçeye çıkma
özgürlüğü, arkadaşlarıyla oyun oynama hakkı tanımak, onun temel gereksinimlerinden
birini gidermesine izin vermektir. Anne baba dışında korku yaratan etkenler de
vardır. Geçirilen kazalar, evin soyulması, yangın, deprem, su baskını, yıldırım, ölümlü
kavgalar, karanlık bodruma atılmak, zorla denize sokulmak, şiddet içeren filmleri
izlemek de çocukta aşırı korkulara kaynaklık ediyor. Çocuğu olağan dışı korkulardan
uzak tutmanın en iyi çaresi, onun oyun oynama, arkadaşlarıyla birlikte olma
özgürlüğünü kısıtlamamaktır. Anne baba, davranışlarını gözden geçirerek, çocuklarına
karşı aşırı koruyucu davranıp davranmadıklarını saptamalıdır. Eğer çocuklarını aşırı
koruyorsa, ilk işleri, bu tutumlarını değiştirmek olmalıdır. Çocuklarının gereksiz
korkuları yaşamamasını istiyorsa, bunu kesinlikle başarmalıdır. Kendi işlerini
kendilerinin görmesi için, çocuklarına fırsat tanımalıdır. Aile ve okul, asla cezaya
umut bağlamamalıdır. Çocuğa yalnızca, yapmayı ihmal ettiği bir işi tamamlatma,
verdiği zararı ödetme gibi iş ve işlemler ceza olarak uygulanabilir. Bunlar, onur kırıcı
olmadıkları gibi, aynı zamanda sorumluluk ve bilinç kazandıran yaptırımlardır.
Çocuğu zorla denize sokmak, karanlık bodruma kapatmak, bir odaya kilitlemek, kapıya
atmak, dövmek gibi akla mantığa ters düşen; onun aşırı ve tehlikeli korkular
geliştirmesine yol açan eğilimlerden kesinlikle uzak durulmalıdır. Çocuğu gereksiz
korkulardan kurtarmada ilk adım, korkunun nedenini bulmak; sonra da o nedenin
ortadan kaldırılmasına çalışmaktır. Korku Çeşitleri: Çocuklarda okul korkusu, gece
korkuları, karabasan gibi değişik korkular da görülebiliyor. (1) Okul Korkusu: Bu
korku, okula gitmek istememe ve bu isteksizliğini çeşitli bedensel, ruhsal tepkilerle
ortaya koyma biçiminde ortaya çıkıyor. Okula başlamadan önce, çocuğa okulla,
öğretmenle ilgili korkutucu olaylar anlatılmış ya da duyurulmuşsa, bu anlatım ve
duyumlar, çocukta okula karşı bir korku oluşturabiliyor. Okulda göz dağı ile, şiddetle
karşılaşan ya da kendi dışındaki birine şiddet uygulandığına tanık olan, bu tür bir
uygulamanın yapıldığını duyan çocuk da okul korkusu geliştirebiliyor Ancak, okul
korkularının çoğu, okuldan değil, evden kaynaklanıyor. Bu korkulardan birinin
kaynağını çocuğun, annesine aşırı bağımlılığı oluşturuyor. Okul öncesinden başlayarak
kendini yönetmeye, kendi sorunlarını kendi başına çözmeye alıştırılmayan çocuk, okul
çağı geldiğinde okula gitmek istemiyor. Böyle bir soruna yol açmış olan anne baba,
olaya soğukkanlılıkla yaklaşarak; örneğin, çocuğu bir süre okula anne götürerek sorun
çözülebiliyor. Okul korkusu, kimi kez de anneyi ya da babayı yitirme korkusuna
dayanıyor. Anne ya da babasının evden ayrılacağı, hastalanacağı, öleceği yönünde
korkular geliştirmiş olan çocuklar da okula gitmek istemiyorlar. Çocuk, anne
babasının kavgaları sırasında babasının annesine vurduğuna, annesinin ağlayıp
sızladığına tanık olmuş; ona babasının, “Çık git bu evden.” dediğini; annesinin de
“Ölmedim ki kurtulayım senin elinden.” biçiminde konuştuğunu duymuş; ardından da
annesi hastalanıp yatağa düşmüşse, çocuk, “Annem ölecek.”korkusunu yaşayabiliyor.
Anne babanın seviştiğini, cinsel ilişkilerini gören ve bunu babasının annesine saldırısı
olarak yorumlayan çocuklarda da anneyi yitirme korkusu gelişebiliyor. Gördüğü ya da
duyduğu bu tür olay ve olguların etkisiyle çocuk, annesinin evden ayrılacağı ya da
öleceği; babasının, annesini öldüreceği; kendisinin annesiz kalacağı korkusuna
kapılıyor. Bu görüp duyduklarından sonra bir de annesi hastalanmış ve hastaneye
kaldırılmışsa, çocuğun korkusu büsbütün artıyor. Bu nedenle de çocuk, annesinden
ayrılıp okula gitmek istemiyor. Ayrıca, anne-çocuk anlaşmazlıkları sırasında annenin
sergilediği yanlış tutumlar da bu tür bir korkunun oluşmasına yol açabiliyor. Anne,
çocuğuyla tartışırken, ona öfkeyle , “Ölsem de kurtulsam senden.” gibi sözler
söylemişse bu sözler çocukta suçluluk duygusu ve korku yaratıyor. Bunu izleyen zaman
içinde annesi, yatacak kadar hastalanmak bir yana, azıcık rahatsızlansa, çocuk,
annesinin öleceğini düşünüyor. Bu ölüme ise kendisinin yol açtığı biçiminde bir yorum
yapıyor. Bu tür korku ve kaygıları da çocuğu, annesinden ayrılarak okula gitmekten
alıkoyuyor. Bilinçdışı bir duyguyla, onun yanında olunca, onu ölmekten koruyacağını
düşünüyor. Bu durumda anne babaya düşen görev, konuyu öğretmene de anlatarak,
çocuğu mutlaka okula göndermek ya da götürmektir. Bu çocuklara yapılacak en iyi
yardım, onun sıkıntılarını anlayışla karşılamak ve anne baba olarak, öğretmen olarak
onu desteklemek, onun yanında olduklarını ona duyumsatmaktır. Bunun yanı sıra anne-
baba, anne-çocuk ve baba-çocuk ilişkileri gözden geçirilip var olan aksaklıklar
düzeltilmelidir. Bütün uğraşmalara karşın düzelme olmazsa, bir psikoloğa ya da çocuk
psikiyatristine başvurulmalıdır. (2) Gece Korkuları: çocukta gece yatağına gitmek
istememe, annesiyle yatma isteğinde direnme, annesiyle babasının arasında yatmak
isteme biçiminde ortaya çıkıyor. Bu korkuların çoğunu da anne baba kavgaları, bu
kavgalar sırasında kullanılan “Çek git, defol git!”, “Seni mahvedeceğim, sürüm sürüm
süründüreceğim.”, “Seni öldüreceğim.” ya da “Beni sen öldüreceksin.” biçimindeki
sözler yaratıyor. Tanık olduğu anne baba sevişmelerini, annesine yapılan saldırı
olarak algılayan ve babasının, annesini öldüreceğinden korkan çocuk, bunu gece
korkusu olarak yansıttığı da oluyor.. O, kendi mantığınca, annesiyle babasının arasına
yatma ya da annesini babasının yanından uzaklaştırıp kendi yanında yatırma yoluyla,
anneyi babanın saldırısından korumaya çalışıyor. Çocuğun, anne babasıyla yattığında
uyumaması, bu gizli amacı açığa vuruyor. Bu tür korkuları gidermenin yolu açıktır.
Yukarıda belirtilen nedenleri ortadan kaldırmak; yani yukarıda belirtilen sözleri
çocuğa duyurmamak, cinsel ilişkileri çocuğun görmesini kesinlikle önlemek gerekiyor
Çünkü bunlar, başka birçok ruhsal bunalımın da hazırlayıcısı oluyor. Karabasan:
“Kâbus” adıyla da anılan aşırı korkutucu rüyalar, çoğu kez gündüz yaşanan heyecanlı
olayların etkisiyle ortaya çıkıyor. Hemen her çocuk, karabasan türünde korkulu ve
sıkıntılı rüyalar görüyor. Karabasanları, annenin evden ayrılışı, çocuğun hastaneye
yatışı, kazalar, yaşanan büyük korkular oluşturuyor. Bunlar, beklenen kötü bir sonucun,
önceden yaşandığı rüyalardır. Kötü sonucun önceden yaşandığı bu korkulu rüyalar,
başarısız rüyalar diye adlandırılıyor. Bir de başarılı rüyalar vardır. Bu rüyalarda da
istek ve özlemler gerçekleştiriliyor. Örneğin, gireceği sınavı heyecanla bekleyen
çocuk, bir gün önce rüyasında, sınava girdiğini ve yüksek bir puan aldığını görüyor.
Yetişkin korkuları, genelde daha doğal korkulardır. Ancak, kimi yetişkin, kimi
çocukluk korkularını bilinçdışı olarak yetişkin yaşlarına taşıyor ve bunların ciddi
rahatsızlığını yaşıyor. Bkz. çocuk ve ergende görülen uyumsuzluklar; içgüdü
kuramı (Engellenme, Çatışma, Kaygı)).
korkutucu olaylar Bkz. korku ((1)Okul Korkusu; (2) Gece Korkuları)
korpus kallosum Bkz. nasırlı cisim
Korsakof bozukluğu Bkz. Korsakof psikozu.
Korsakof psikozu (Korsakoff syndrome) Özelliklse süreğen alkoliklerde; kimi de ağır
kafa travması, uzun süren enfeksiyon, metalik zehirlenme ya da beyin tümörü gibi
olaylarda gözlemlenen organsal kökenli ağır bir bellek bozukluğu (amnestik sendrom).
Hastalık, boşluk doldurma yoluyla gidermeye çalıştığı geriye dönük bellek yitimi,
uykusuzluk, sanrı, kendi kendine mırıldanma, kişilik değişimleri, psikoz, yönelim
duygusu yitimi gibi belirtilerle ortaya çıkıyor. Bkz. alkole bağlı bellek yitimi
bozukluğu.
korteks (cortex) Bir organın; özellikle beynin dış yüzeyi. Bkz. beyin kabuğu.
korteks altı (subcorterical) Beyin kabuğunun altında kalan sinir sistemi yapıları ya da
süreçleri. Belkemiği refleksleri, beyin kabuğunun altında kalan sinir sistemi
süreçlerini örneklendiriyor
kortikal bellek yitimi (cortical amnesia) İnme ya da beyin travması gibi organsal
nedenlerden kaynaklanan bellek yitimi.
kortikosteroidler (corticosteroids) Vücutta böbreküstü bezlerinin kabuğunda ya da
laboratuvar ortamında üretilen prednizon, kortikosteron, kortizon, aldosteron ve
benzeri steroid hormonlar. Bu hormonların temel işlevi, iltihaplaşmayı önlemektir.
Ancak bu hormonların cinsel hormonlar, yağ metabolizması ve vücudun su-elektrolit
dengesi üzerinde de önemli etkileri bulunuyor. Bağışıklık sistemi üzerinde de bastırıcı
bir etki yaratıyor. Bkz. adrenal korteks.
kortizol (cortisol) Böbreküstü kabuğunda, vücudun strese tepki olarak salgılanan ve
vücud dokusunu parçalayarak enerji açığa çıkaran kortikorteroid bir hormon.
Depresyon, alkolizm, madde bağımlılığı, anoreksiya nervoza, fazla sigara içme, inme,
kanser, Parkinson hastalığı gibi birçok bozuklukta, kortizol düzeyinde aşırı bir artış
gözlemleniyor. Bkz. böbreküstü bezleri; stres hormonları.
kortizon (cortisone) Böbreküstü bezlerinin kabuğundan salgılanan; yapay olarak da
üretilebilen ve kortizolun hem öncülü hem de metaboliti olan bir hormon. Kortizonun
protein, yağ, karbonhidrat, sodyum ve potasyum metabolizmasında düzenleyici bir
işlevi bulunuyor. Farmakoloji bakımından iltihap giderici olarak da kullanılıyor.
korunum (conservation) Piaget’in bilişsel gelişim kuramında, bir nesneye bir şey
eklenmediği ya da nesneden bir şey çıkarılmadığı sürece, söz konusu nesnenin,
örneğin, biçimi gibi algısal özelliklerinin değişiminin nesnenin, örneğin ağırlığı,
sayısı, miktarı gibi niteliklerini değiştirmeyeceğini çocuğun fark etmesi. Piaget’ye
göre, somut işlemsel evredeki temel gelişimlerden birisi, nesnenin korunumudur.
Bkz. tersine çevrilebilirlik
korunum ilkesi Bkz. bilişsel gelişim kuramı.
koruyucu ruh sağlığının amacı Bkz. ruh sağlığı.
koşullama (conditioning) Koşullu uyaranla birlikte canlıya uygulanan bağımsız bir
uyaranı yeterince yineleyerek, koşulsuz uyaranınkine benzeyen etkiler yapabilecek
duruma getirme; şartlandırma. Bkz. davranışçı psikoloji; karşıt koşullama; koşulsuz
uyaran; WATSON, John Broadus.
koşullu coşku tepkisi (conditioned emotional reaction) Belli bir uyaran karşısında,
koşullama yoluyla gösterilen belirli coşkusal tepki; şartlı heyecan tepkisi.
koşullu davranım Bkz. koşullu tepki.
koşullu ketleme (conditioned inhibition) Koşullu uyaranı, koşulsuz uyaran olmadan,
ilişkisiz bir uyaranla eşleştirerek koşullu tepkiyi uyarma yeterliğini ortadan kaldırma.
koşullu olumlu saygı (unconditional positife regard) C. Rogers’a göre, insanı
benimsemeyi, ona gösterilecek saygıyı, bir koşula dayandırma. Koşullu olumlu saygı,
yalnızca başkalarının değil; kişinin kendini benimsemesi ve kendine saygı duyması
için kendi kendine koyduğu koşulları; tutum, davranış ve değerleri benimseyip
yaşamayı da içeriyor. Rogers’a göre, olumlu saygının koşullu olanı da koşulsuz olanı
da evrenseldir. Bkz. hümanist psikoloji (İnsana Saygı); koşulsuz olumlu saygı;
ROGERS, Carl Ramson.
koşullu pekiştirici uyarıcı Bkz. edimsel koşullama.
koşullu refleks Bkz. davranışçı psikoloji.
koşullu tepke Bkz. koşullu refleks.
koşullu tepki (conditioned response) Belirli bir refleksin, doğal yolla uyarılmasını
sağlayamayan bir uyaran karşısında da canlanması; şartlı tepki. Zil sesi duyan ya da
bir ışık gören köpeğin et görmüşçesine davranması gibi. Bkz. davranışçı psikoloji
(Koşullu Refleks).
koşullu uyaran (conditioned stimulus) İlişkisiz bir uyaranın, koşulsuz uyaranla birlikte,
canlıya yeterince uygulanmasının sonucunda, koşulsuz uyaranınkine benzer nitelikler
kazanan ilişkisiz uyaran; şartlı uyaran. Bkz. davranışçı psikoloji; klasik tepkisel
koşullama.
koşulsuz olumlu saygı (unconditional positive regard) C. Rogers’a göre, insanı, hiçbir
koşula dayanmadan benimseme ve ona koşulsuz saygı gösterme; insanın koşulsuz
kabul edildiğine, benimsendiğine inanması. Rogers’ın yaklaşımında danışmanın
hastaya karşı takınacağı bu tutum, hastanın hem özayrımsamasını hem de kişilik
gelişimini en üst düzeye çıkaran temel etkendir. Rogers, bu kavramı, annenin,
çocuğunu kendiliğinden, koşulsuz sevmesi için de kullanıyor. Sevgi, sağlıklı bir
gelişimin önkoşuludur ve evrensel bir gereksinimdir. Kişinin kalıcı bir değerlilik
duygusu geliştirmesine sevginin katkısı büyüktür. Bkz. hümanist psikoloji (İnsana
Saygı); koşullu olumlu saygı; ROGERS, Carl Ramson;
koşulsuz pekiştirici uyarıcı Bkz. edimsel koşullama.
koşulsuz refleks (unconditioned reflex) Herhangi bir koşullama sürecinin başında
belirli bir uyaranla sağlanan doğal refleks.
koşulsuz sevgi Bkz sevgi.
koşulsuz tepki Bkz. klasik tepkisel koşullama.
koşulsuz uyaran (unconditioned stimulus) Belirli bir öğrenme ya da koşullama
deneyinin başında, belirli bir tepkiyi doğal biçimde harekete geçiren uyaran; şartsız
uyaran.
koşut dağılımlı işlem modeli (parallel distributed processing model) Rumelhart,
Hintot, McClelland ve diğerlerinin belleğe ilişkin bilgi işlem modeline seçenek
olarak geliştirdiği bağlantıcı bir bellek modeli; paralel dağılımlı işlem modeli. Seri
yollara ek olarak, bir sinirsel bağlantılar sisteminin koşut bir matris halinde
dağıldığını ortaya koyan bulgulardan yola çıkan bu model, zihinsel işlem türlerinin,
çok karmaşık bir sinir ağı boyunca dağıldığını varsayıyor. Yaklaşımını şu üç temel
ilkeye dayandırıyor: (1) Bilgi, temsili dağılımlıdır (belli bir yerle sınırlı değildir). (2)
Belli şeylere ilişkin bellek ve bilgi, belli yerlerde saklanmıyor; birimler arasındaki
bağlantılarda saklanıyor. (3) Öğrenme, deneyim sonucu bağlantı gücündeki tedrici
değişimlerle gerçekleşebiliyor. Bu modele göre bilgi işlem, her biri öbür birimlere
uyarıcı ya da engelleyici sinyaller gönderen ve birim diye adlandırılan çok sayıdaki
basit işlem öğelerinin etkileşimiyle gerçekleşiyor. Başka deyişle eski modeller,
bilginin kademeli olarak önce duyu belleğine; oradan kısa süreli belleğe ve sonunda
da uzun süreli belleğe aktarıldığını ( seri işlem yapıldığını) varsayıyor. Bu model ise
bilginin aynı anda bellek sisteminin tüm bölümlerine dağıldığını (koşut işlemin
gerçekleştiğini) ve bilginin, duyu belleğinde, kısa süreli bellekte ve uzun süreli
bellekte aynı anda işlendiğini belirtiyor. Bkz. bağlantıcılık; sinir ağı.
koşutluk yasası (paralel law) Bir duyu organına belirli bir süre için ayrı güçlerde iki
uyaran uygulandığında, bir süre sonra uyaranların gücünün azalmasına karşılık,
aralarındaki ayrımda bir değişme olmayacağı görüşü; paralellik kanunu.
kovaryans analizi (analysis of covariance) Değişkenelerden birinin ya da birkaçının
denetleyemediği durumlarda var olan verilerin bu değişkenlere göre denetlendiği
(uyarlandığı) bir varyans analizi türü.
kozalaksı bez Bkz. epifiz bezi.
KÖHLER, Wolfgang (1887-1967) Alman-Amerikalı psikolog; Gestalt (biçim)
psikolojisinin kurucularından. Köhler, Estonya, Rovel’de dünyaya geldi. Berlin
Üniversitesi’nden doktora aldıktan sonra Frankfurt Üniversitesi’ne geçti. Orada
Wertheimer ve Koffka ile tanıştı. Bir süre Kanarya Adaları’nda maymunların biliş
yapıları üzerinde çalıştı. Sonra çalışmalarını ABD’de sürdürdü. Kendi dönemindeki
atomcu yaklaşımlara karşı çıktı. Özellikle şempanzelerin bile, bir tür içgörü
geliştirebildiğini gösteren çalışmalarıyla dikkat çekti. Başlıca yapıtları: the mentality
of apes (1917), The place of value in a world of facts (1938), Dynamics in
psychology (1939), Gestalt psychology (1947). Bkz. alan kuramı; Gestalt
psikolojisi; öğrenme kuramları.
kökbilim Bkz. etimoloji.
köktencilik (radicalism) (radikalizm) 1. Var olanı tümüyle ortadan kaldırıp yerine
yenisini koyarak değişim gerçekleştirmeyi amaçlayan düşünüş ya da eylem biçimi. 2.
İyileştirmeci yöntemleri reddedip karşı çıkılan yapı ya da sistemin kökten yılılması ve
her şeyin yeniden kurulması gerektiğine inanma.
K.ölçeği (K scale) (M.M.P.İ.) Minnesota çok yönlü kişilik ölçeğinin uygulandığı
deneklerin sorulara verdikleri karşılıklarda ne oranda kaçamak ve uydurma tepkiler
bulunduğunu belirlemeye yarayan bir envanter.
köprü Bkz. beyin kökü.
köpürme (foam) Çok öfkelenme, çok kızma.
kör (blind) Bütün düzeltmelerden sonra, iyi gören gözünde normal görme gücünün en
çok onda biri bulunan kişi; âmâ, görme özürlü, görme engelli. Bkz. körlük.
körebe yansıtma yöntemi (graphomotor projective techniques) Deneğin gözleri bağlı
olarak kalemini bir tabaka kâğıt üzerinde dilediği yönde ve biçimde gezdirmesi.
körelme (extinction) İyice öğrenilmiş olan koşullu refleksin, koşulsuz refleks ya da
ödülle pekiştirilmesi yüzünden ortadan kalkışı. Bkz. duygu.
körelme oranı (extinction ratio) Koşullu öğrenmede, pekiştirilmiş reflekslerin
pekiştirilmemiş olan reflekslere oranı.
körler alfabesi (Braille) Görme engellilerin okuyup yazmasını sağlayan alfabe; Brayil
alfabesi. Bu alfabede harfler ve rakamlar, altı adet kabartma nokta düzenlemeleri ile
temsil ediliyor.
körler psikolojisi (psychology of the blind) Körlerin zihinsel ve duygusal dünyası ve
bunlara ilişkin değişiklikleri inceleyen psikoloji dalı; körler ruhbilimi, görme
engelliler psikolojisi.
körler ruhbilimi Bkz. körler psikolojisi.
körlük (blindness, ablepsia, anopia, anopsia) Odaksal ya da çevresel nedenle
görmeme; âmalık, görme engellilik. Bkz. kör.
kör nefret (rage) Kişiye gazap, hırs, hışım yaşatacak; kişinin verip veriştirmesine yol
açabilecek türden bir nefret.
kör nokta (blind spot. Mariotte’s blind spot) Ağsı katmandaki ışık uyarımlarına duyarlı
olmayan küçük bir alan. Bu nokta, görme sinirinin göz yuvarından çıktığı yerde
bulunuyor. Burada çubukçuk ve çomakçık yoktur. Kör nokta, bulucusunun adıyla
Mariotte noktası olarak da anılıyor.
kösnül Bkz. erojen.
kötü (bad) 1. İstenen ya da beklenen davranışlara aykırı ya da kurallara göre bireylerin
gönenç ve mutluluğunu, kendini gerçekleştirmesini engelleyen eylem, tutum ya da
koşullar. 2. Genellikle elverişsiz, uygun olmayan, hoşa gitmeyen, işe yaramayan ya da
güvenilir olmayan, bozuk olan (şey).
kötü meme Bkz. meme.
kötümserlik (pessimism) Toplumsal düzensizliklere aşırı duyarlık gösteren ve geleceğe
ilişkin toplumsal evrim konusunda umutsuzluk sergileyen bir tutum içinde olma;
bedbinlik.
kötü uyum (maladaptation) Çevresi ile ilişki kurmak için gerekli dinamik özellikleri
geliştirmemiş olan canlının uyumu. Bkz. uyum.
köy enstitüsü Bkz. Türklerde eğitim (Türkiye Cumhuriyeti’nde Eğitim Devrimi ve
Sonrası: Köy Enstitülerinin Kuruluşu).
köy sosyolojisi (rural sociology) Köylülerin, köy yerleşkelerinde ya da göçüp
yerleştikleri gecekondu bölgelerindeki ilişki biçimleri, değerleri ve oluşturdukları
kurumları inceleyen sosyoloji dalı. Bkz. kent sosyolojisi; kır sosyolojisi.
KRAEPELİN, Emil (1856-1926) Yaptığı ruh hastalıkları sınıflandırmasıyla tanınan
Alman psikiyatristi. Kraepelin, Neustrelitz’de (bugünkü DAC’de) doğdu; Münih’te
öldü. Tıp öğrencisi iken Wilhelm Wundt’la dost olan Kraepelin, psikiyatri,ye derin
bir ilgi duydu. 1878’de Würzburg Üniversitesinin tıp bölümünü bitirince Wundt’la
çalışmak için 1882’de Leipzig’e gitti. 1883’te, sürekli geliştirip yeniden
yayımlayacağı ünlü yapıtı Psikiyatri El Kitabı’nı yayımladı. 1885’te Dorpat
Üniversitesi psikoloji profesörlüğüne atandı. Altı yıl sonra Heidelberg
Üniversitesinde çalışmaya başladı. 1923’ten emekli olduğu 1903’e dek Münih
Üniversitesi’nde klinik psikiyatri profesörü olarak görevini sürdürdü. Sonra da Münih
Psikiyatri Araştırma Enstitüsü’nün yöneticiliğinde bulundu. Kraepelin’in psikiyatriye
en önemli katkısı, ruh hastalıklarını sınıflandırmasıdır. Psikiyatri El Kitabı’nın 6.
baskısında ruh hastalıklarını bugün şizofreni olarak adlandırılan dementia praecox
(erken bunama) ile manik-depresif psikozu (taşkın-çöküntülü ruh hastalığını) açık bir
biçimde birbirinden ayırıp iki temel hastalık grubu olarak tanımladı. Ancak
hastalıkların tedavisi konusunda iyimser olamadı. Tanıya çok önem vermesine karşın
tedaviye çok az değindi. Kraepelin, deneysel psikoloji yöntemlerini klinik çalışmaya
uyarlama, ruh hastalarının ruhsal yetersizliklerinin nesnel testlerle belirlemeye
çalışma gibi öncü çabalarıyla klinik psikolojinin kurucularından biri olarak tanınıyor.
Öncü nitelikteki çalışmalarından biri de ilaçların zihin ve davranışlar üzerindeki
etkilerini araştırmasıdır. Laboratuvar deneylerinden elde ettiği sonuçların büyük bir
bölümü, o dönemde gereken ilgiyi görmemiş olsa da, sonraki araştırma bulgularınca
desteklenmiştir. Ruh hastalıkları sınıflandırması da bu konudaki yeni bilgilere ve
değişikliklere karşın çağdaş sınıflandırmada hâlâ temel oluşturmaktadır. Başlıca
yapıtları: Compendium Psychiatrie, 1883 (Psikiyatri El Kitabı).
kültür (culture) 1. Tarihsel, toplumsal gelişim süreci içinde yaratılan bütün maddesel
değerlerle bunları yaratmada, sonraki kuşaklara iletmede kullanılan, insanın doğal ve
toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların tümü; hars, ekin. 2.
Bir toplumu niteleyen öğelerin, toplumun duyuş, düşünüş birliğini sağlayan
davranışların, düşünce ve sanat ürünlerinin bütünü. 3. Toplumun bireylerinden birinin,
toplumsal kültür kalıtından edinebildikleri. 4. Bireyin edindiği bilgi, düşünce, görüş;
benimsediği inanç. Bkz. antropoloji; kültür çağları kuramı; kültürden bağımsız
test; kültür dışı test; kültürel antropoloji; kültürel belirlenim; kültürel uyum;
kültür koşutluğu; kültürler arası eğitim; kültür örüntüsü; kültür psikolojisi.
kültür çağları kuramı (culture epochs theory) Her çocuğun, birey olarak zihin
gelişiminin eski kültür çağlarının düzeylerinden geçmesi ve eğitimin, bu çağlar göz
önünde bulundurularak düzenlenip uygulanması gerektiği inancı. Bkz. çocuk ve ergenin
gelişim dönemleri.
kültürden bağımsız test (culture-free test) Etnik kökenden ya da kırsal, kentsel; üst
sınıf, alt sınıf gibi farklı kültürel ortamlarda büyümüş ya da yaşamış olmaktan
kaynaklanan önyargıları, deneyim farklılıklarını en aza indirgeyecek biçimde
tasarlanan ve kültürle bağlantılı sorular, bilgiler içermeyen zekâ testleri; kültür dışı
test. Bu testler, sözel ve akademik olmayan sorulardan oluşuyor. Ancak sonradan
edinilen her özellik gibi öğrenme de doğası gereği, çevreyle belirleyici bir ilişki
içindedir. Çevreden; yani içinde yaşanılan kültürden etkilenmeyen bir öğrenme
düşünülmediği için bu tür testler oluşturmak, son çözümlemede olanaksızdır.
Araştırma bulguları da bu yargıyı doğruluyor. Kültürle ilgisiz olduğu, evrensel olduğu
sanılan birçok şeyin, kültürle yakından bağlantısı görülüyor. Örneğin, bu tür testlerde
sıkça kullanılan geometrik şekillerden daire, kimi kültürde parayı; kimisinde güneşi;
başkalarında da tekerleği simgeliyor.
kültürdışı test Bkz. kültürden bağımsız test.
kültürel antropoloji (cultural anthropology) İnsan davranışının altında yatan toplumsal,
dilsel ve teknolojik etkenler gibi toplumların biyolojik olmayan davranış özelliklerini
inceleyen; etnografya ile etnoloji adlı iki alt dalı bulunan antropoloji dalı; sosyal
antropoloji.
kültürel belirlenim (cultural determinism) Kişiliğin gelişimi ve uyumu sırasında önemli
kimi niteliklerin öncelikle kişinin içinde yetiştiği kültürün değerlerince, duygu ve
düşüncelerince biçimlendirildiğini ya da belirlendiğini savunan görüş; kültürel
determinizm, toplumsal gerekircilik. Çevresel etkenlerin ve öğrenmenin, kişiliği ve
davranışları biyolojik ve kalıtsal etkenlerden çok daha derinden etkilediği görüşü, bu
yaklaşımla örtüşüyor. Bkz. belirlenim; çevre; kalıtım.
kültürel gerekircilik Bkz. kültürel belirlenim.
kültürel insanbilim Bkz. kültürel antropoloji.
kültürel uyum (acculturation) 1. Egemen kültürün inanç ve davranışlarının, geleneksel
inançların yerini alması; asimilasyon. 2. Toplumsal ve kültürel düşünce, inanç ve
değerlerin, davranış yapılarının aşılanması. 3. Çocukların, kendilerini çevreleyen
kültürün, özellikle içinde yetiştikleri alt kültürün davranış yapılarını kazanması;
toplumsallaşma; kültürlenme. 4. Bir yetişkinin, örneğin yeni gittiği ülkedeki kültüre
uymasını sağlayan tutum ve davranış değişimleri. 5. Sosyal antropolojide, bir halkın
ya da bir grubun, yabancı kültür yapılarını benimsemesi.
kültür koşutluğu (cultural parallelism) Türlü toplumlarda benzer kültürlerin ya da
özelliklerin ilişkisiz olarak gelişebileceği görüşü. Bkz. kültürel uyum.
kültürlenme Bkz. kültürel uyum.
kültürler arası eğitim (intercultural education) Kültürler arasındaki gerçek ya da olası
gerginlikleri, önyargıları ve ayrıcalıkları azaltmak ya da yapıcı programlarla grupsal
ya da toplumsal ayrılıkları hoşgörü ile karşılama, bunların toplum yaşamına eşit
ölçüde katılmalarını sağlamak amacıyla yapılan eğitim. Bu konu, okullarda ırk, din ve
başka ayrılıklara önem vermeden çocukların birlikte çalışma, oynama ve yaşamalarına
olanak sağlayarak ele alınıyor.
kültür örüntüsü (culture pattern) Bir kültürü oluşturan değişik öğeler arasındaki ilişki.
kültür psikolojisi (cultural science psychology) Psikolojiyi temel toplumsal bilimlerden
biri sayan; buna bağlı olarak da amaç ve yöntemlerinin doğa bilimlerinden ayrı olması
gerektiğini savunan görüş; kültür ruhbilimi. Bu görüşü benimseyenler, nedenlerin
araştırılması yerine, anlamayı amaçlıyorlar.
kültür ruhbilimi Bkz. kültür psikolojisi.
küme Bkz. grup
küme baskısı Bkz. grup baskısı.
küme bilinci Bkz. grup bilinci.
küme çözümlemesi Bkz. grup analizi.
küme davranışı Bkz. grup davranışı.
küme devingenliği Bkz. grup dinamiği.
küme etken kuramı Bkz. grup etken kuramı.
küme katılığı Bkz. grup katılığı.
kümeleme Bkz. gruplama; kısa süreli bellek.
küme ruhbilimi Bkz. kitle psikolojisi.
küme sağaltımı Bkz. grup psikoterapisi.
küme süreci Bkz. grup süreci.
küme tartışması Bkz. grup tartışması.
küme üyeliği Bkz. grup üyeliği.
küme yapısı Bkz. grup yapısı.
küme zekâ ölçeri Bkz. grup zekâ testi.
küresel (global) Bir ulusa, ülkeye ya da devlete özgü olmayan; belli bir dönemdeki tüm
dünyayı etkileyecek özelliği olan. Örneğin, insan hakları ve demokrasi gibi dünya
ölçeğinde kabul edilen değerler; internet yoluyla dünya ölçeğinde alışveriş
yapılabilen pazarlar, küreseldir. Bkz. yerel.
küresel söz yitimi (global aphasia) Hem Broca alanlarının hem de Wernicke
alanlarının zedelenmesinden kaynaklandığı düşünülen ve dil becerilerini (hem anlama
hem de üretme yetilerini) bir bütün olarak olumsuz etkileyen söz yitimi biçimi.
kütbeden tipi Bkz. Kretschmer’in bedensel yapı sınıflaması.
kütüksü beden Bkz. Sheldon’un bedensel yapı sınıflaması.
L
LSD (Lysergic acit diethylamide) Çok güçlü bir psikoaktif uyuşturucu. İlk kez 1938
yılında Albert Hoffman’ın sentezini gerçekleştirdiği kokusuz, tatsız, beyaz kristalize
bir pudra olan bu madde, sentetik halüsinojenler arasında en yaygın kullanılanıdır.
Güçlü halüsinojenik etkileri ve kısa sürede bağımlılık yaratabilmesi nedeniyle bu
madde yasaklanmıştır.
Luria tekniği (Luria technique) Deneğe özgür çağrışım testi uygulama sırasında, bir
elinin parmağını çok duyarlı bir kaydetme aracı üzerine basarak el titremelerini
saptayan ve öbür elinin parmaklarını da olabildiğince kımıldatmamaya çalışarak
heyecan gerginliğini ölçen teknik.
M
madde analizi (item analysis) Testte yer alan maddeleri güçlüğü, ayırt edici gücü,
işleyip işlemediği, sayısı, yanıtlama zamanı, puan dağılımı, erişilemeyen maddelerin
sayısı açısından belirleyip çözümleme; yani, maddelerin işleyip işlemediğini saptama;
madde işlemiyorsa, nedenlerini bularak onlar üzerinde gerekeni yapma süreci; madde
çözümlemesi. Analiz sonucunda tüm test puanlarıyla yüksek korelasyon gösteren
maddeler bırakılıyor; ötekiler atılıyor.
madde bağımlılığı (substance depondence) Madde istismarından daha ağır olup
kullanılan maddeye uzun süreli fizyolojik bağımlılık, ruhsal bağımlılık ve bunların
yol açtığı bireysel, toplumsal ve mesleksel yaşamın kötüleşmesi gibi belirtilerle
ortaya çıkan bir madde kullanım bozukluğu; uyuşturucu madde bağımlılığı. Kişiye
madde bağımlısı tanısının konulması için madde kullanımı uzunca bir süre sıklıkla
yinelenmelidir. Alınan maddeye karşı hoşgörü gelişmeli (kişi, aynı sonucu almak için,
aldığı maddenin dozunu artırmalı); maddenin azaltılması ya da kesilmesi durumunda
titreme, huzursuzluk, uykusuzluk gibi uzaklaşım belirtileri göstermel, ve bu
belirtilerin giderilmesi için maddeye gereksinim duyduğu gözlemlenmelidir. Bkz.
madde istismarı; madde kullanımından kaynaklanan bozukluklar.
madde bağımlılığı ile ilgili bozukluklar. Bkz. madde bağımlılığı.
maddeci ideoloji Bkz. Marxizm.
maddecilik (materialism) 1. Ancak maddenin gerçek olduğunu; son çözümlemede,
düşünme (usavurma, yargılama, anlama) ve amaç gibi bütün gerçeği, devinim
durumunda olan maddeye indirgeme olanağının bulunduğunu savunan tarihsel görüş;
materyalizm, özdekçilik. 2. Usavurma, yargılama ve anlama hakkında yeni bir
davranış kuramı ortaya atan ve çağdaş bilimin geliştirdiği bir madde kavramını ileri
süren çağdaş maddecilik, bilimsel yöntemi; bunun doğayı denetim altına alacağını
iyimserlikle izliyor ve insanla evreni aynı yönde görüyor. Bu görüş, vitalizm, genel
erekbilimi, ikicilik, kuşkuculuk, doğaüstücülük ve bugünkü doğacılık anlayışını
benimsemiyor.
madde çözümlemesi Bkz. madde analizi.
madde istismarı (substance abuse) Bir maddenin hastalıklı ve takınaklı biçimde
kullanılması sonucu, kişinin toplumsal ve mesleksel yaşamının kötüleşmesi. Madde
istismarı, benzeri kötüleşme belirtileri bulunan madde bağımlılığı ile yakından
ilişkilidir. Tipik belirtileri arasında iş, okul ya da ev yaşamındaki temel
yükümlülüklerini yerine getirememe; maddeyi, fiziksel olarak tehlikeli olduğu
ortamlarda yeniden yeniden kullanmanın yanı sıra, maddeye ilişkin yasal sorunlar
yaratmasına ve kişiler arası ilişkileri bozmasına karşın, madde kullanımının
sürdürülmesi de yer alıyor. Bkz. madde kullanımından kaynaklanan bozukluklar.
madde kullanımı Bkz. madde bağımlılığı.
madde kullanımından kaynaklanan bozukluklar (substance-induced disorders)
Merkez sinir sistemini etkileyen maddelerin aşırı ya da sürekli kullanımına bağlı
olarak ortaya çıktığı laboratuvar bulgularıyla belirlenen; alışılan maddeyi almadan
duramama; maddenin azaltılması ya da kesilmesi durumunda uzaklaşım sendromları;
bireysel, toplumsal ve mesleksel işleyişte kötüleşme, sabuklama, ruh durumu
bozukluğu, kaygı bozukluğu, cinsel işlev bozukluğu, inatçı bellek yitimi
bozukluğu, ruhsal bozukluklar gibi bedensel kökenli ruhsal bozukluklar. Bu
bozukluklar, çoğu kez psikotropik ilaçların doktora danışılmadan kullanımı; bunun
yanı sıra alkol, eroin, amfetamin, kokain gibi maddelerin kullanımı gibi nedenlere
dayanıyor. Bkz. madde bağımlılığı; madde istismarı.
mahrumiyet Bkz. yoksunluk.
MALİNOWSKİ, Bronislaw (1884-1942) Polonya asıllı İngiliz antropolog ve etnolog;
sosyal antropolojinin kurucularından. Malinowski, Avusturya-Macaristan
İmparatorluğunda Krakovi kentinde doğdu; ABD’de Connecticut Eyaletinde New
Haven’de öldü. Babası, Polonyalı ünlü dilbilimci ve Slav felsefesi profesörü, folklor
ve etnografyayla da ilgilenmiş olan Lucyan Malinowski’dir. Krakovi’de Jagellonia
Üniversitesi’nde öğrenim gören Malinowski, 1908’de fizik ve matematik alanında
üstün başarı ile doktorasını tamamladı. J. G. Frazer’ i n Altın Dal adlı yapıtına
duyduğu ilgi, onu antropolojiye yöneltti. İki yıl kadar, Leibzig Üniversitesi’nde
psikolog W. Wundt ile deneysel psikoloji üzerine çalıştı. 1910’da London school of
economics’e gitti. C. G. Seligman ve E. Westermarck gibi dönemin ünlü
antropologlarından dersler aldı. Daha sonra LSE’de ilkel dinler ve sosyal psikoloji
dersleri verdi. Aynı dönem, Yeni Gine’de bir alan araştırmasına başladı. Bu
araştırma ile bilim doktoru oldu. 1921’de yeniden LSE konferanslarına başladı.
1924’te okutmanlığa atandı. 1927’de Londra Üniversitesi’nde antropoloji profesörü
oldu. 1930’larda Afrika kültürleriyle ilgilenmeye başladı. 1938’de konuk öğretim
üyesi olarak ABD’ye gitti ve Yale Üniversitesi’nde dersler verdi. 1941-1942
yıllarında Meksika’da alan araştırmaları yaptı. Trobriand Adaları’ndaki dört yıl süren
etnografik çalışması ile çağdaş araştırma yöntemlerinin temelini attı. Araştırmalarını
yerli dilini kullanarak sürdürdü. Yerlilerle uzun süre aynı yaşam biçimini paylaşan
ilk antropolog unvanını kazandı. Bu araştırmalarını 1922-1935 yılları arasında
yazdığı 7 kitapta topladı. Aile yaşamı ve çoğalma, değer yargıları, kula denilen hediye
takası gibi yerli yaşamının farklı öğeleri, bu kitapların konularını oluşturdu. Kültürün
farklı boyutlarının kendi bütünselliğinde kavranması gerektiğini savundu. Kültür
yaklaşımının ikinci öğesi olarak, toplumsal yaşamın kurallarının, toplumsal
gerçekliğin kendisi olmadığını vurguladı. İnsanların söyledikleriyle yaptıkları ve
düşündükleri arasındaki farklılıkların, gerçekliğin farklı aşamaları olduğunu; bir
etnografın bunları ayırt edebilmesinin zorunluluğunu gösterdi. Üçüncü olarak da ilkel
(yabanıl) insanların, çağdaş insanlar gibi akılcı kişiler olduğunu ve olasılıkları kendi
çıkarları doğrultusunda değerlendirebildiklerini ortaya koydu. Bu görüş,
Malinowski’nin işlevselci kültür yaklaşımının özünü oluşturuyor. Örneğin, büyü,
mantık dışı olmaktan çok, işlevseldir ve bilinmeyen karşısında duyulan korkuları,
tedirginliği gidermeye yöneliktir. Kültürü oluşturan her öğe, her gelenek, bunun gibi
bir amaca yöneliktir ve bir bütün içinde birbirleriyle tutarlıdır. Ona göre, insan kültürü
öncelikle, insanın biyolojik gereksinimleri üzerine kuruludur. En temel biyolojik
gereksinimlerini kültür araçlarıyla doyuran insan, davranışlarına yeni belirleyiciler
ekliyor, yeni yeni istekler geliştiriyor. İlkel insan, yiyecek toplama ve üretim
eylemlerini bilgi aracılığıyla düzenlemek zorundadır. Bu, bilim gereksinimini ortaya
çıkarmıştır. Başarıyla sonuçlanan deneysel eylemler, kurumlaşıp yerleşmiştir. Büyü,
din gibi kurumların doğuş nedeni de bu tür gereksinimlerdir. Malinowski’nin bu basite
indirgeyici yöntemi daha sonra çok eleştirildi. Bu şematik yaklaşımın, özellikle kültür
değişimleri gösteren topluluklarda yeterli olmadığı ileri sürüldü. Malinowski,
toplumsal sisteme kavram olarak bile değinmemesi ve kuramsal genellemeleri
nedeniyle de eleştiri aldı. Malinowski’nin işlevselciliği, Durkheim’in etkisindeki
Radeliffe-Brown gibi antropologların savundukları toplumsal işlevselcilikten farklı
olarak, daha çok ruhsal ve bireysel özellikler taşıyordu ve toplumu, bireylerin toplamı
olarak görme eğilimini yansıtıyordu. Geleneklerin işlevi, tüm toplum için değil, birey
için taşıdığı anlam açısından ele alınıyordu. Malinowski, Wundt’un halk psikolojisi
ile Freud psikanalizinden de yararalandı. İlkel Psikolojisinde Baba adlı yapıtında,
Freud’un Oedipus karmaşası varsayımının ilkel topluluklardaki yansımasını araştırdı.
Trobriand yerlilerinin anasoylu olmaları nedeniyle, erkek çocukların güç simgesi,
dolayısıyla rakip olarak, baba yerine dayıyı gördüklerini ortaya koydu. Bununla
Freudçu yaklaşımın sınırlılığını da göstermiş oldu. Malinowski, toplumlar üzerinde
uzun süreli ve sistemli araştırmalar yapmadan varsayımsal yaklaşımlar ortaya koyan
evrimci ve yayılmacıların görüşlerine de kesinlikle karşı çıktı. Bir araştırmacının,
önce yerli insanın görüş açısını, yaşamla olan ilişkilerini, kendi dünyasını kendisinin
nasıl gördüğünü anlaması ve yansıtması gerektiğini savundu. Antropolojiye
kazandırdığı bu hümanist bakış açısı ile yöntemleri, bir kuşağı tümüyle etkiledi.
Sosyal antropolojinin kurulmasında etkin oldu. Öğrencileri üzerinde de güçlü etkileri
oldu. Bununla koskoca bir antropologlar kuşağının yetişmesine öncülük etti. Başlıca
yapıtları: Argonauts of the Western Pacific (1922) (Batı Pasifik Argonotları), Myth
in Primitive Psycholog (1926) (İlkel Psikolojisinde Mit), Sex and Repression
Savage Society (1927) (Vahşi Toplumda Cinsellik ve Baskı), The Father in
Primitive Psychology (1927) (İlkel Psikolojisinde Baba), The Sexuıal Life of
Savages in North-Western Melanesia (1929) (Kuzeybatı Melanezya’da Vahşilerin
Cinsel Yaşamı), Coral Gardens and their Magic, 2 cilt (1935) (Mercan Bahçeleri ve
Bunların Büyüsü), The Foundations of faith and morals (1936) (İnanç ve Ahlakın
Temelleri), A Scientific Theory of Culture (1944) (Bilimsel Kültür Kuramı), The
Dynamics of culture Change (1945) (Kültür Değişiminin Dinamikleri); Fredom and
Civilization (1947) (Özgürlük ve Uygarlık), Magic, Sciewnce and Religion and
Other Essays (1948) (Büyü, Bilim ve Diğer Yazılar).
morfin (morphine) Eroin gibi afyondan elde edilen, sentetik üretilen ve kullanan kişide
kısa sürede yoğun ruhsal ve bedensel bağımlılık yaratan güçlü bir uyuşturucu. Morfin
ve benzeri ağrı kesiciler, başlangıçta genel bir gevşeme ve rahatlık, zihin bulanıklığı,
umursamazlık, keyif ve mutluluk yaratırken, doz artırıldığında kan basıncı düşüyor,
bulantı ve kusma görülüyor; göz bebekleri çok küçülüyor. Ağır zehirlenmelerde ise,
göz bebekleri büyüyor, refleksler ortadan kalkıyor ve kişi komaya girerek ölebiliyor.
Morfin bağımlılarında bedensel ve cinsel güçte azalma, beden direncinde de düşme
oluyor. Morfin yokluğu, kişide sinirlilik, terleme, çarpıntı, kas kasılmaları, iç sıkıntısı,
uykusuzluk, bulantı, kusma, karın ağrısı, ateş yükselmesi gibi belirtilere yol açıyor.
morfoloji Bkz. biçimbilim.
morfolojik eksiklik (morphological inferiority) Adler’in organ eksikliğinin, bir organın
ya da parçasının biçiminde, büyüklüğünde ya da gücündeki kusurlarla tanımlanan bir
alt grubuna verdiği ad; biçimsel eksiklik.
motif Bkz. güdü.
muhafazakârlık (conservatizm) Var olan yapıya şaşam veren geleneksel değer ve
normları korumadan yana olma; konservatizm, statükoculuk. Hızlı değişimle
geleneklerden kopmaya karşı çıkma.
muhakeme etme Bkz. akıl yürütme.
muhayyile Bkz. imgelem.
muhtelif Bkz. ayrışık.
mukayeseli ruhiyat Bkz. karşılaştırmalı psikoloji.
muktesebat Bkz. edim; eylem.
multiple skleroz (Multiple Sclerosis (MS)) Beyinde ve omurilikteki ak maddeyi örten
miyelin tabakasının aşınması sonucunda genç yetişkinlik ya da orta yaşlılık döneminde
ortaya çıkan ve kadınlarda erkeklerden daha sık rastlanan süreğen bir merkezi sinir
sistemi hastalığı. Bu bozukluk, miyelini aşınan yere; yani aşınmadan etkilenen
sinirlere bağlı olarak MS belirtileri de bilinen bütün sinirsel bozuklukların
belirtilerine benzeyebiliyor. Hastalığın belirtileri arasında dengesizlik, dengesiz
yürüme, bitkinlik, konuşma bozuklukları, gözlerin hızlı ve istemsiz hareketi, bulanık ya
da çift görme, körlük, duygusuzluk, felç, dikkatsizlik, akıl yürütme yeteneğinin
yitirilmesi ve benzerleri yer alıyor. Kesin nedeni bilinmeyen bu hastalık, tedavi
edilemiyor. Inferon gibi ilaçlarla, daha çok, yinelemelerin sayısı ve ağırlığı
azaltılabiliyor.
MURRAY, Henry Alexandre (1893-1988) Geliştirdiği kişilik tanımlama testleri ile
tanınan ABD’li psikolog. Murray, New York’ta doğdu. Columbia Üniversitesi’nde
tıp öğrenimi yaptı. Harvard Üniversitesi’nde iki yıl fizyoloji dersleri verdi. İki yıl
Columbia Presbiteryen Hastanesi’nde cerrahi asistanı olarak çalıştı. İki yıl New
York’ta, Rockefeller Tıp Araştırmaları Enstitüsü’nde embriyoloji araştırmaları yaptı.
1927’de İngiltere’de Camridge Üniversitesi’nde biyokimya konusunda doktora yaptı.
O yıllarda Jung’un yapıtlarından etkilenerek tüm ilgisini psikolojiye yöneltti. ABD’ye
dönüşünde, akademik eğitim görmemiş olmasına karşın, Harvard Üniversitesinde
psikoloji dersleri vermeye başladı. 1928’de, kurmuş olduğu Harvard Psikoloji Kliniği
yöneticiliğine getirildi. 1943’te orduda görev aldı. 1947’de yine Harvard’a döndü. İki
yıl sonra klinik psikolojisi profesörü oldu. 1962’de emekli olduktan sonra çeşitli
kitaplar yayımladı. Murray, kişilik kuramı ve kişilik tanısına yaptığı katkılarla
psikolojide önemli bir yer edindi. Kişiliğin soruşturulmasında birbirinden farklı
yöntemler, özellikle belirli durumlar karşısında kişinin verdiği tepkilerin
yorumlanmasını temel alan yansıtıcı testler geliştirdi. Kısa adı TAT olan Tematik
Değerlendirme Testi (Konusal Algılama Testi) ile ünlendi. Bu test, Rorschhach
yöntemiyle birlikte, uygulamada en çok kullanılan kişilik tanısı yöntemidir. Söz
konusu testte, resim üzerine oluşturulacak imgesel öykülerin, bireyin kişiliğini
anlatacak çeşitli yorumlara açık resimlerin bulunduğu 30 küçük kart kullanılıyor.
Deneklerden, bu kartlardaki resimlerde olup bitenlerle ilgili öyküler uydurmaları
isteniyor. Bu öyküler, belirlenmiş olan ölçütlere göre değerlendirilerek deneğin kişilik
yapısı ortaya çıkarılıyor. Murray, en çok etki yaratan Kişilik Araştırmaları adlı
kitabında gereksinim kavramını inceledi. Her bireyde var olan yirmi temel psikolojik
gereksinimi belirledi. Birey davranışlarının dinamiklerini oluşturduğunu ve göreli
sıralanma farklılıklarına göre kişiliklerini kurduğunu belirttiği bu temel
gereksinimlerin başlıcaları; kendini alçaltma, başarma, önder olma
gereksinimleridir. Murray, gereksinimlerin yanı sıra bir de bireyin kişiliğini
oluşturan zorlayıcılardan söz etmiştir. Ona göre gereksinim, davranışın güdüsel
köklerini ortaya koyan bir düzenleyicidir. Zorlayıcı davranışı belirleyen ya da etkisi
altında tutan ise çevredir. Murray’ın, Freud ve Jung’un psikanalitik görüşlerinden
etkilendiği; Whitehead’in felsefesinde uygun mantıksal modeli bulduğu bilinir. O,
bilimsel yaşamı süresince hep çok sayıda öznenin ya da grupların değil; az sayıda
bireysel olayın ayrıntılı olarak incelenmesini temel alan davranış araştırmalarını
savunmuştur. Başlıca yapıtları: Explorations in Personality (1938) (Kişilik
Araştırmaları), Thematic Apperception Test Manuel (1943) (Tematik
Değerlendirme Testi Kılavuzu).
MUSTAFA NECATİ (1892-1929) Milli Eğitimde köklü atılımların öncüsü olan Türk
devlet adamı ve eğitimci. Mustafa Necati, İzmirde doğdu; Ankara’da öldü. İzmir
İdadisi’ni ve İstanbul Hukuk Mektebi’ni bitirdi. 1914’te İzmir’de avukat olarak
çalışmaya başladı. Kız Muallim Mektebi’nde öğretmenlik; 1915-1918 yılları arasında
Şark İdadisi’nde yöneticilik yaptı. Demiryollarında hukuk danışmanlığında bulundu.
15 Mayıs 1919’da İzmir’i Yunanlıların işgal etmesi üzerine Balıkesir’deki milli
çetelerle birleşerek Kuva-yı Milliye Komutanlığı yaptı.Vasıf Çınar’la birlikte
Balıkesir’de İzmir’e Doğru gazetesini çıkardı. Kutuluş Savaşı’ndan yana yazılar
yayımladı. 1920’de Saruhan (Manisa) mebusu olarak Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ne girdi. Sıvas İstiklal Mahkemesi üyeliği ve TBMM Müdafaa-i Hukuk Grubu
kâtipliği yaptı. Kastamonu ve çevresi İstiklal Mahkemesi başkanlığını yürüttü. 1923’te
İzmir mebusu seçildi. 20 Ekim 1923’te Mübadele İmar ve İskân Bakanı; 7 Mart
1924’te Adalet Bakanı oldu. 1923-1925 arasında Muallimler Birliği Başkanlığına
getirildi. 20 Aralık 1925’te Maarif Bakanlığı’na atandı. 20 Mart 1926’da Maarif-i
Umumiye Kanunu’nu çıkarttırdı. Bu yasa ile eğitimde sürekliliği sağlayacak olan
Talim ve Terbiye Dairesi’ni ve eğitimin merkezleştirilmesini başlatan Maarif
eminliklerini oluşturdu. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu uygalamaya koydu. Bakanlıkıta
halk eğitimi birimi, halk dersaneleri, sanayi-i nefise (Güzel Sanatlar) müdürlüğü gibi
yeni birçok örgütlenmelerle eğitim kurumlarının ve kadrolarının belirli bir ölçüde
geli,şimini sağladı. 1926-1927 yıllarında Kayseri-Zincirdere’de ve Denizli’de ikji
köy öğretmen okulu açtırdı. 26 Mayıs 1927’de teknik ve mesleki okulların Maarif
Bakanlığına bağlanmasını sağladı. 1 Ocak 1928’de kabul edilen Latin harflerinin ülke
çapında uygulanmasını yönetti. Öğretmenler için Terbiye dergisinin yayımını başlattı.
Meskeki kurslar düzenleyerek öğretmen niteliğinin yükseltilmesine çalıştı. Bkz.
Türklerde eğitim (Türkiye Cumhuriyeti’nde Eğitim Devrimi ve Sonrası).
MUTLULUK
Öztin AKGÜÇ
Mutluluk nedir? Nazım Hikmet, Abidin Dino’ya sormuş “Sen mutluluğun resmini
yapabilir misin?” diye; soralım, mutluluğun tanımı yapılabilir mi?
Mutluluk kimine göre yaşamdan haz almak, hazcılık, hedonizmdir. Ağırlıklı olarak
içgüdüsel bir yaşam, içgüdüsel doyumun getirdiği haz, mutluluktur. Kimine göre
mutluluk, yaşamdaki beklentilerin karşılanması, isteklere ulaşılmasıdır. Beklentiler,
para, şöhret, düzgün, mesut bir aile yaşamı, politik güç, sağlıklı ömür gibi farklılıklar
gösterebilir. Ancak bu teze göre mutluluk için önemli olan, kişinin istediğini elde
etmesidir. İsteğin niteliği, içeriği ise özneldir, kişiden kişiye farklılık gösterir.
Bazıları için anlamlı olan para, politik güç, şöhret gibi istekler, kimileri için bir anlam
taşımayabilir; istek, beklenti listesinde yer almayabilir.
Amaç listesi kuramına göre ise mutluluk, yalnız duygu, duygusal bir doyum değildir.
Mutluluğu salt duygusal doyumdan ayırmak gerekir. İnsanların gerçekten değerli amaç
listesi olmalıdır. Bu amaç listesinde iyi bir vatandaş olmak, Tanrı’ya iyi bir kul
olmak, kültür düzeyini yükseltmek, topluma, insanlığa yararlı projeler üretmek ve
gerçekleştirmek, bilim ve sanat alanında eserler vermek, insanlara yardımcı olmak,
bilgeliğe ulaşmak gibi amaçlar yer alabilir.
Mutluluk anlayışı belki de üçe; haz duyma, istediğini elde etme ve amaçları
gerçekleştirmeye, amaç listesi oluşturmaya indirgenebilir. Ayrıntı, uyarlama farkı gibi
gelse de daha değişik mutluluk anlayışı veya yaşamı da savunulabilir.
Kitilonlu Zenon’un Stoacı felsefe okuluna göre mutluluk, erdemli, doğaya, akla
uygun ve her türlü kötülükten uzak olarak yaşamı sürdürmenin sonucu ruh
dinginliğine ulaşmaktır. Buna karşı Fuzuli’nin “Aşk imiş her ne var âlemde”
dizesinden de esinlenerek yaşamı, mutluluğu daha romantik, duygusal
algılayabiliriz. Mutluluğu platonik, cinsel dürtü ve arzulardan kurtulmuş bir aşkı
yaşamak olarak da özetleyebiliriz.
Mutluluk anlayışı, algılaması değişik olduğu gibi, mutluluğun değerlendirilmesi de
farklıdır. Mutluluk nasıl değerlendirilecektir? Mutluluk anlık bir duygu mu, yoksa
geçmişe, yaşananlara bakılarak yapılacak bir değerlendirme midir? “Mutlu
muyum?”, “Mutlu oldum mu?” yaklaşımları da bu farklılığı yansıtır.
(...)
Mutluluk, kuşkusuz öznel bir duygu. Ancak insan olarak içgüdüsel bir yaşantımız,
hazcı, hedonist olduğu yadsınamaz bir yönümüz, sadece yaşamdan haz, zevk almak,
acıdan kaçınmak, arzuların gerçekleşmesini beklemek mutluluk için yeterli mi?
Mutluluk anlayışımız kuşkusuz daha kapsamlı, daha nitelikli olmalıdır.
İçgüdülerden arınmış duygusal bir yaşam, toplumsal amaçlarımızın olması,
doğaya, insanlara zarar vermeden erdemli bir yaşam sürdürmek de mutluluk
anlayışımızın ayrılmaz öğeleri olmalıdır. Mutluluk, belki farklı kriterlerin,
anlayışların, kuramların bir sentezi de olabilir. Ancak Hüdayi nabit, kendi biten bir
ot gibi duygu ve düşünceden ırak, içgüdüsel ağırlıklı bir yaşam, herhalde mutluluk
olarak algılanmamalıdır. (Cumhuriyet, 30.12.2007)
mutluluk hormonu Bkz. serotonin.
mutlu olma Bkz. mutluluk.
muzırlık Bkz pornografi.
mücerret Bkz. soyut.
müdafaa Bkz. savunma.
müdahale (intervention) Tanı konulan ya da risk taşıyan tıpsal, gelişimsel ya da ruhsal
sorunları gidermeyi (iyileştirmeyi) ya da önlemeyi amaçlayan eylemlerin tümünü dile
getiren terim. Müdahale, tedavi ya da eğitim amaçlı olabiliyor.
müeyyide Bkz. yaptırım.
müfredat (curriculum) Bir eğitim kurumunun resmi olarak duyurulan ders ve öbür
eğitim etkinlikleri.
mühendislik psikolojisi (engineering psychology) Endüstri psikolojisinin insanla
makine iletişimini inceleyen dalı. Makine ve araçların tasarımında insanın bilişsel ve
davranışsal özelliklerine uygunluk -sağlamayı hedefleyen araştırma, geliştirme
çalışmaları; mühendislik ruhbilimi.
mühendislik ruhbilimi Bkz. mühendislik psikolojisi.
mühürleme (imprinting) Yaşamın ilk evrelerinde gerçekleşen, türe özgü, çok hızlı, bir
oranda istikrarlı, programlı bir öğrenme; yaşamın duyarlı döneminde anne babalara ya
da onların yerine geçenlere bağlanma biçimindeki içgüdüsel davranış yapılarının
tetiklenmesi. Yumurtadan yeni çıkmış olan civcivlerin, hareket eden insan, hayvan ya
da başka bir nesnenin arkasından gitme eğilimi, bunu örneklendiriyor. Mühürleme,
insanlarda geri dönüşlü; hayvanların çoğunda ise geri dönüşsüzdür.
mükâfat Bkz. ödül.
mülakat Bkz. görüşme.
Müler-Lyer yanılsaması (Müler-Lyer illusion) Boyları birbirine eşit olmasına karşın,
uçlarında birbirini kesen çizgilerin yön farkları nedeniyle bu iki çizgiden birinin
boyunun kısa görünmesi.
narkoanaaliz (narcoanalysis) Bugün pek kullanılmayan, bir ölçüde kısa süreli bir
psikanalitik tedavi biçimi. Bu tedavide doktorla işbirliği yapması, duygularının
araştırılması ve dışavurumunun sağlanması, önemli çocukluk yaşantılarının su yüzüne
çıkarılması ve hastalık belirtilerinin altında yatan bilinçdışı güçler konusunda daha iyi
içgözlem yapması için hastraya sürekli olarak narkotik bir ilaç veriliyor.
narkotik (narcotic) 1. Genellikle opioid alkaloidlerden türetilen bir ilaç grubu. Bu
ilaçlar küçük dozlarda sedatif ve ağrı kesici özellikler taşıyor. Ancak, alkol gibi
apioid olmayan maddeler de merkez sinir sistemi üzerinde etki yaratabiliyor. 2.
Yasayla yasaklanmış olan esrar, eroin LSD gibi uyuşturucu maddeler. Bu iki madde
grubunun farmakolojik yapıları farklı olduğundan, bu terim bugün çok kullanılmıyor.
natüralizm ve eğitim (naturalism and education) Natüralizmi savunan J. J.
Rousseau’nun bu düşünceleri doğrultusundaki eğitim anlayışı ve bu anlayışın
dayandığı temel önermeler; doğal eğitim. Natüralist Program: Gerçek, doğadır ve
doğal bir varlık olan insan, doğuştan iyidir; çünkü yaradanın elinden her şey iyi
çıkıyor; bunlar, insanın elinde bozuluyor. Toplum, insanın istenmeyen davranışlar
göstermesine neden oluyor. İnsan, güçsüz doğduğu için güce; her şeyden yoksun
doğduğu için yardıma; aptal doğduğu için akla gereksinim duyuyor. Büyüyünce
gereksinim duyacaklarını ona eğitim veriyor. Bu eğitimi insan ya doğadan ya
insanlardan ya da eşyadan alıyor. Yeteneklerinin ve organlarının iç gelişimini
doğanın eğitimi sağlıyor. Bu gelişimi nasıl kullanacağını insanlar öğretiyor.
Etkilendiği nesnelerden kendi kendine edindiği deneyim de eşyanın eğitimi olarak
niteleniyor. Bu üç tür eğitim aynı hedefleri gerçekleştirdiğinde çocuk iyi yetişmiş
oluyor. Natüralit Eğitim için Ortam Hazırlanırken Uyulan İlkeler: Bu amaçla şu
ilkelere uygun bir eğitim ortamı düzenlenmelidir: (1) Öğrenci odaklı ve demokratik
bir program hazırlanıyor. Öğrenci, doğal ortamda karşılaştığı sorunları çözmeyi
yaparak, yaşayarak öğreniyor, duygularını geliştiriyor ve yaşamına düzen veriyor. İyi
bir kılavuz olan doğa, kimseye ayrıcalık tanımıyor; doğada insanın yaşaması için her
işini kendisinin yapması bekleniyor; başarırsa ödülünü alıyor; başaramazsa
cezalandırılıyor. (2) Kişi, öğreneceklerini doğal ortamda ilgisine ve yeteneğine
göre seçiyor. Bu nedenle öğrenme, kişinin ilgi ve yeteneklerine göre
gerçekleştirilmelidir. Öğretmen, bilgi aktaran ve onları ezberleten değil; doğal
ortamda bilgi için fırsat ve olanaklar yaratan kişi olmalıdır. (3) Öğrenciye hazır
bilgiler sunulmuyor; öğrenci bunları keşfederek öğreniyor. Bizim gerçek
öğretmenlerimiz deneyim ve merak duygusu olduğu için öğrenci, keşif için
yüreklendiriliyor. Düşünüp sonuca varmayı öğrenemeyen, sonra başkalarının kölesi
oluyor. (4) İnsana uygun bir bir eğitim gerçekleştiriliyor. Çocuğa gerçekler, olduğu
gibi anlatılıyor. Gerçeklerin üstü örtülmüyor. Öğrenciye yaşamda yararlı olacak bilgi
ve beceriler öğretiliyor. Öğrenci, bilgin olmadan önce, insan oluyor. (5) Kafasının
almadığı, anlayamadığı toplumsal olaylardan öğrenci uzak tutuluyor; çünkü,
anlaşılmayan şey öğrenilemiyor. Görevimiz, öğrenciye bir şey öğretmek değil, ona
aydınlık, doğru düşünceler edindirmektir. Çocuğa büyüyünceye dek hiçbir dinsel inanç
v e ahlaksal değer yargısı verilmiyor. Çocuk, inanç ve değer yargılarını kendi
mantığıyla oluşturuyor. Bkz. eğitim akımları.
neden (cause) Belli bir değişimden, sonuçtan önceki koşul; sebep. Bilim bakımından
neden, bir önceki ile sonraki arasında var olan normal ilişki gerçeğinden çıkarılan bir
tümevarımdır. Nedensel ilişki, felsefenin tartışma konularından biridir. Bkz.
nedenbilim; neden bulma; neden-sonuç ilişkisinin üç koşulu.
nedenbilim Bkz. etyoloji.
neden bulma (rationalization) Kişinin bastırdığı içgüdüsel istekleri bilinçdışında tutan
güçlerin zayıflaması sonucu, gerçeklere uymayan davranış gösterdiğinde, bu davranışı
haklı çıkarmak için akla uygun nedenler bulması; rasyonalizasyon; bahane bulma,
mantığa büründürme, neden uydurma; ussallaştırma. Bu savunma mekanizması,
yalıtımla ilişkili gelişiyor. Kişi, gerçeklere uymayan bir davranış gösterdiğinde, bu
davranışı haklı çıkaran bir neden bulmak gereğini duyuyor. Gerçeğe aykırı olan
davranışı, bulduğu nedenle gerçeğe uygunmuş gibi göstermeye çalışıyor. Gerçekte
akla ve mantığa uymayan davranışını, akla ve mantığa uygunmuş gibi sunuyor. Bu
gerçekdışı davranışını, bir an için kişiliğinin bir parçası olarak benimsiyor;
ilkelbenliğinin eylemini değiştirerek içselleştiriyor. Kişinin bulduğu neden, akla ne
kadar uygun olursa, duyduğu kaygı, o kadar azalıyor. Kırmızı ışıkta geçtiği saptanan
sürücü, kuralı çiğnemediğine ilişkin çok tutarlı nedenler bularak onları, büyük bir
inançla sayıp döküyor. Örneğin, “Ben ışığa geldiğimde yeşil yanıyordu. Kırmızı,
geçerken yandı.” Ya da “Herkes geçiyordu; arkamda da araba vardı; geçmek zorunda
kaldım.” diyor. Çalışmadığı için kırık not alan öğrencilerin çoğu, çok çalışmıştır;
sınavdan önceki gece uyuyamamıştır ya da canı sıkkın olduğu, heyecanlandığı, o gece
annesi hastalandığı için iyi bir sınav kâğıdı yazamamıştır. Kimisi de öğretmenlerinden
kaynaklanan nedenlerle zayıf almıştır. Bunlar arasında kimileri, bile bile; kimileri ise
bilinçdışı bir mekanizma ile neden uyduruyorlar. Bilinçdışı savunma kullananların
buldukları neden, kendi benliklerine, kişiliklerine uygun bir nedendir. Örneğin,
evlenmemiş bir kız, herkes peşinden koştuğu halde kimseye yüz vermemiş, kendini
anlayacak birinin çıkmasını beklemiştir. Erkeklerin tümü kabadır; para, ün, çıkar
peşindedir. Evlenmemesinin nedeni bunlardan biri ya da birkaçıdır. Kişi geç
kalmıştır; ama, nedeni trafiktir. Bir başkası, arkadaşlık edecek kimse olmadığı için
yalnızdır; öbürü dünyada işsizlik olması nedeniyle işsizdir. Kişinin evi, yaramaz mı
yaramaz çocuğu yüzünden böyle dağınıktır. Anlaşıldığı gibi neden bulma, güçlü bir
benlikten yoksun kişilerce sıklıkla kullanılan ilkel bir savunma kanizmasıdır.
nedensel davranışlar Bkz. davranış çeşitleri.
nedensellik (causality) Önce oluşan görgül bir olayın, başka görgül bir olayın
oluşumunu belirlemesi. Neden-sonuç ilişkisinin üç ölçütü bulunuyor. Bunlardan biri,
birlikte değişimdir. Bunun için, iki değişken arasında yüksek bir ilişki olmalı; X
değişince Y de aynı zamanda değişmelidir. İkincisi, önce nedende değişim; sonra,
sonuçta değişim olmalı; Y, X’i izlemeli. Üçüncüsü de ilişkiyi açıklayabilen başka
değişkenler olmamalı; başka değişkenler, denetim altına alınmış olmalı, sanal
olmamalıdır. Deneysel çalışmalarda neden-sonuç ilişkisinin üç koşulu olan
karşılaştırma, manipülasyon ve kontrol yer almalıdır. Deney ve kontrol (denetim)
gruplarının ilk ölçümleri ile son ölçümleri, karşılaştırma; bağımsız değişkenin
manipüle edilmesi de neden-sonuç ilişkisini kontrol olanağı veriyor. Neden-sonuç
ilişkisinin yüksek olması, iki değişken dışındaki değişkenlerin denetiminin iyi
yapılmasına bağlıdır. Neden-sonuç ilişkisini belirlemeyi amaçlayan deneysel
çalışmalarda etkisinin ne olduğu incelenen değişkene bağımsız değişken; üzerinde
bağımsız değişkenin etkisinin araştırıldığı değişkene de bağımlı değişken deniyor.
Bağımsız değişken (X) neden; bağımlı değişken (Y) de sonuçtur. Bu niteliği ile
deneysel çalışmalar, bilimin dört amacını da gerçekleştirmiş oluyor. Korelasyonel
çalışmalarda X ile Y arasındaki ilişkinin yalnızca yönü ve miktarı bulunabiliyor;
neden-sonuç ilişkisi kurulamıyor. Dolayısıyla, açıklama ve kontrol amacı da
gerçekleştirilemiyor. Bkz. bilimin amaçları
nedensellik öncesi düşünme (precausal thinking) Piaget terminolojisinde, sekiz yaşıın
altındaki çocukların yağmur, bulut, rüzgâr gibi doğa olaylarını mekanik olmaktan çok,
istendik, istençsel (antropomorfik) olaylar olarak algılama eğilimleri.
nedensellik yükleme Bkz. yüklem kuramı.
neden-sonuç ilişkisinin üç ölçütü. Bkz. nedensellik.
nefret (hate) 1. Bir kişiye, bir şeye karşı duyulan çok olumsuz duygu. 2. Tiksinme,
tiksinti, iğrenme.
negatif halüsinasyon Bkz. olumsuz sanrı.
negatif transfer Bkz. olumsuz geçiş.
negentrop (negentropy) Düzen, yapı, kestirilebilirlik. Rastlantı, kaos anlamındaki
entropinin anlamının karşıtı. Sistem kuramında sistemler, düzen sorununu çevreden
sistem aktarma yoluyla çözüyorlar. Kimi toplumlar düzen yaratmak için özellikle
ekonomik ve yasal güç kullanıyorlar. Kimileri ise düzen sorununun çözümünde ortak
etkileşimi ve toplumsallaşmayı yeğliyorlar. Bkz. sistem kuramı.
negentropi (negentropy) Düzen, yapı, kestirilebilirlik. Rastlantı, kaos anlamına gelen
entropinin karşıtı. Sistemler, düzen sorununu, sistemler kuramında, çevreden sistem
aktararak çözüyor.Toplumbilimde kimi toplumlar, düzen yaratmak için zor; özellikle
ekonomik ve yasal zor kullanıyor. Kimileri ise düzen sorununu çözmede ortak
etkileşimi ve toplumsallaşmayı kullanıyor.
nekrofili (necrophilia) Kişinin cesetle cinsel ilişki kurarak ya da cesedi izleyerek
cinsel doyum aldığı, çok az görülen bir sapma. Tama yakını erkek ve çoğu psikotik
olan ve normal cinsel ilişkiye ilgi duymayan bu kişiler, kimi zaman kurbanı önce
öldürüp sonra onunla ilişkiye giriyorlar; ancak çoğunlukla morglardan ya da
mezarlıklardan ceset çalıyorlar.
nemfomani (nymphomania) Kadında cinsel isteğin hastalık derecesinde aşırı ve sürekli
olması durumu. Nemfomaniye özellikle manik kadınlarda rastlanıyor.
neopsikanaliz Bkz. yeni psikanaliz.
nesne (object) 1. Bağımsız bir varlığı olan; duyu organlarıyla algılanabilen ya da
zihinsel olarak incelenebilen şey. 2. Freud’a göre, bir içgüdünün doyum amacına
ulaşmasını sağlayan kişi, şey ya da vücudun bir bölümü. Bkz. nesne değişmezliği;
nesne dili; nesne ilişkileri; nesne ilişkileri kuramı; nesne kalıcılığı; nesne kavramı;
nesne sevgisi; nesne yükü.
nesne algısı Bkz. algı.
nesne değişmezliği (object constancy) Gözlem koşullarının değişmesine karşın, nesneyi
değişmez olarak algılama eğilimi. Örneğin, bizden uzaklaşan nesnenin retina
üzerindeki imgesinin küçülmesine karşın, o nesneyi yine aynı büyüklükte ve aynı
biçimde algılıyoruz. Bkz. nesne; renk değişmezliği.
nesne dili (object language) Sözsüz iletişimde sözsüz bir kodlama biçimi olan dil.
Nesne dili, niyet taşıyan ya da niyet taşımayan sanat yapıtları, aletler, bedeni örten
giysiler gibi tüm malzemeleri kapsıyor . Örneğin, harflerin kitaplarda italik ya da dik
yazılışı gibi yönleri ile işaretlerdeki kullanımın da bir maddeleşme niteliği bulunuyor;
bu da onları nesne dili kapsamına sokuyor. Bkz. nesne.
nesne ilişkileri (object relations) 1. Psikanalize göre, doyum kaynağı olarak libidinal
ya da saldırganca iş gören kişilerin etkinlikler ya da nesneler ile olan ilişkisi. Bu
doyum, ya doğrudan ya da söz konusu ruhsal enerjiyi yüceltme yoluyla sağlanıyor. 2.
Klasik psikanalize göre, başka bir kişiye yönelik duygusal bağ. Yeni Freudcular,
örneğin M. Klein, bu terimin anlamını anne, bakıcı gibi önemli başkalarıyla anlamlı
bireyler arası ilişkiler kurabilme yetisini de içerecek biçimde genişletmiştir. Bkz.
birincil nesne; nesne; KLEİN, Melanie; nesne ilişkileri kuramı.
nesne ilişkileri kuramı object relations theory) Psikanalizin tanımladığı benlik
psikolojisinde, bebeğin, benlik gelişimini ve sonraki bireyler arası ilişkilerini,
annesine ve çevresindeki öbür kişilere yönelik ilk duygusal bağları temelinde
biçimlendirdiğini savunan kuram. Bkz. nesne; nesne ilişkileri.
nesne kalıcılığı (object permanence) Piaget’nin bilişsel gelişim kuramına göre, bir yaş
dolayındaki çocuğun, bir nesnenin, onu artık görmese bile, varlığını koruduğunu
anlaması. Bu gelişim, bebeğin nesnelerin zihinsel imgelerini oluşturmasını gerektiren
bir yetidir. Bkz. nesne.
nesne kavramı (object concept) Piaget’in bilişsel gelişim kuramına göre, çocuğun
kendi dışındaki bir nesnenin kendisiyle aynı gerçek ortamda bulunduğunu ve hareket
ettiğini algılama yetisi. Bkz. nesne; nesne kalıcılığı
nesnel (objective) 1. Duyu organlarıyla algılanabilen; fiziksel bir varlığı bulunan; öznel
olmayan. 2. Çarpıtmalardan öznel (kişisel ya da duygusal) önyargılardan uzak, yansız
olan. Bkz. nesnellik.
nesnelerin değişmez görünme eğilimi Bkz. algı; nesne değişmezliği.
nesnel kaygı (objective anxiety) Açık seçik bir nedeni bulunan; dışsal bir olay ya da
nesneden kaynaklanan kaygı. Bu, kaygının standart tanımıyla çelişen bir tanımdır. Bkz.
kaygı.
nesnellik (objectivity) 1. Yansızlık; bir olayı, durumu, veriyi önyargısız yorumlama;
kişisel duygu, düşünce ve isteklere göre değerlendirme yerine, dış gerçekliğe
dayandırılarak değerlendirme. Bilimde belirleyici bir önem verilse de postmodern
görüngübilimciler gibi kimi yetkeler (otoriteler), yorumcunun öznel etkinliğinden
bağımsız bir doğal ya da toplumsal gerçekliğin bulunmadığını savunuyorlar. 2. Bir
bulgunun, yorumun başkalarınca da test edilebilmesi, belirlenebilmesi. Bkz. öznellik.
nesnel psikoloji (object psychology) Psikolojinin konusunun yalnızca yeterli
gözlemcilerin gözlemleyebilecekleri olaylar ve görüntülerle sınırlandırılması
gerektiğini savunan psikoloji akımı; objektif psikoloji; nesnel ruhbilim. Bu terim,
davranışçılık akımı ortaya atılmadan önce, özellikle Rusya’da kullanıldı. Nesnel
psikoloji, dar anlamıyla hem davranışı hem de fizyolojik olayları konu edindi. Karşıtı,
öznel psikolojidir. Bugün psikoloji, tümüyle nesneldir; olguları, tepkileri ya da
eylemleri inceliyor. Ancak, nesnel psikoloji, içebakışı ve buna ilişkin yorumları
benimsemiyor.
nesnel ruhbilim Bkz. nesnel psikoloji.
nesnel test (objective test) Çok sayıda kişiye uygulanarak güvenirliği ve geçerliği
belirlenmiş ya da çoktan seçmeli bir dizi sorudan oluşmuş; yanıt anahtarı önceden
belli olan ve bu nedenle puanlamada uzman yargısı (öznellik) gerektirmeyen; bunun
sonucu olarak da puanlayan kişinin izlenimlerinden, inançlarından etkilenmeyen test.
Bkz. geçerlik; güvenirlik.
nesnel yönelim (objective orientation) Piaget’nin gelişim kuramında, 10 yaşın
altındaki çocuklarda tipik olarak gözlemlenen bir ahlaksal yargı biçimi. Bu çağ
çocukları, ahlaksal değerlendirmeyi davranışın neredeyse yalnızca nesnel, fiziksel
sonuçlarına bakarak yapıyorlar. Bkz. içkin adalet; öznel yönelim.
nesnel yöntem (objective method) Araştırma, inceleme ya da uygulamada, doğruluğu
kabul edilmiş bilgilerden yararlanma yolu. Bu yolla kişisel kanılardan ya da
önyargılardan uzak duruluyor. Bkz. PAVLOV, İvan Petroviç.
nesnel zekâ (concrete intelligence) Nesneye ya da nesnel durumlara uyabilme gücü ile
ilişkili yetenek.
nesnenin bilincine varma Bkz. KÜLPE, Oswald.
nesne sevgisi (object libido) Psikanalizde, libidonun benliğin dışındaki nesnelere (kişi,
düşünce, hedef ya da etkinliklere) bağlanması. Bkz. birincil nesne.
nesne yükü (object cathexis) Psikanalizde libidonun kişinin kendi dışındaki nesnelere
(kişi, düşünce, hedef ya da etkinliklere) yüklenmesi. Nesne yükü, bir benlik yüküdür.
neşeli kişi Bkz. ruh durumu.
nevrasteni Bkz. sinir argınlığı.
nevrotik (neurotic) Nevrozla, bu bozukluğu olan kişiyle ya da nevrotik kişinin
davranışları ve benzerleriyle ilgili. nevrotik bozukluk; nevrotik çatışma; nevrotik
çekilme; nevrotik çocuk; nevrotik çözüm; nevrotik gereksinimler; nevrotik
gurur; nevrotik hak iddiası; nevrotik kaygı; nevrotik kişilik; nevrotik kurgu;
nevrotiklik; nevrotik savunma; nevrotik suçluluk duygusu; nevroz.
nevrotik bağımsızlık gereksinimi Bkz. nevrotik gereksinimler.
nevrotik bozukluk (neurotic disorder) Kişinin kendine yabancı ve kabul edilemez
gördüğü bir kaygı belirtisi ya da belirtiler grubu biçimindeki ruhsal bozukluk. Bu
bozuklukta gerçeklik testi bir ölçüde çarpıtılıyor, davranışlar oldukça engelleniyor.
Ancak, bu bozukluğu yaşayan kişi, genel toplum normlarını çiğnemiyor; genel işleyişi
fazlaca bozmuyor. Tedavi edilmediğinde, bozukluk yineleniyor. Nevroz, kaynağında
organsal bir neden bulunmayan bozukluktur. Nevrotik bozuklukların kimisi zamanla
ağır nevrotik bozukluk özelliği kazanabiliyor. Bkz. nevroz.
nevrotik çatışma (neurotic conflict) 1. Sürekli uyumsuzluklara ve duygusal
bozukluklara yol açan ruhsal (içsel) çatışmalar. Klasik psikanalize göre bu çatışma
iki yapı arasında; örneğin libidinal ve saldırgan içgüdüler; benlikle ilkelbenlik;
benlikle üstbenlik arasında ortaya çıkabiliyor. 2. Horney’a göre, aşırı bir güç ve
bağımsızlık gereksinimi ile sevgi ve bağımlılık gereksinimi arasındaki gibi, nevrotik
gereksinimlerin birbiriyle çatışması. Bkz. bütüncü yaklaşım; nevroz.
nevrotik çekilme (neurotic resignation) Horney’a göre, iç çatışmaların üç ana
çözümünden biri. Bu çözüm, çatışmaların ayırt edilmesine neden olacak insanlardan,
ortamlardan uzaklaşmayla ve heyecansal yalıtımla tanımlanıyor. Bkz. bütüncü
yaklaşım; çekinik tip; nevrotik çözüm; nevroz.
nevrotik çocuk (neurotic child) Yetişkindekine benzer biçimde sınırlanıp belirlenebilir
türden bir nevroz belirtisi olmamakla birlikte, yetişkin nevroz ve psikozlarının
gereçlerini oluşturan belirtiler gösteren çocuk. Doyum arayan ilkenbenlik isteklerinin
(içgüdülerin) bilinç alanına çıkmalarını ve doyum bulmalarını küçük çocukta aile;
daha sonraki yaşlarda da bireyin kendi üstbenliği engelleyip yasaklıyor. Bu durumda
benlik rahatsız olduğu, yoğun bir acı duyduğu için, o isteklerin bastırılmasına yardımcı
oluyor. Oldukları gibi boşalım ve doyum sağlayamayan içgüdüler (dürtüler), bu kez,
yasak olmayan başka belirtilerle bilince yansıyor ve orada yer alıyor. Nevrozları, işte
bu belirtilerin bir bölümü oluşturuyor. Nevrozlar, 5 yaşından küçüklerde de
görülmekle birlikte, genellikle gizil dönemde (6-7 ile 11 yaşlar arasında) ve sonraki
dönemlerde rastlanan bozukluklardır. Nevrozların belli başlıları; fobi nevrozu,
histeri nevrozu, kaygı nevrozu, obsesif-kompulsif nevroz ve depresyon diye
adlandırılıyor.
nevrotik çözüm (neurotic solution) Horney’a göre, bir iç çatışmayı yüksüzleştirmeye,
dindirmeye, bundan kaçınmaya ya da bunu bilinçten çıkarmaya ve bu yolla gerilimleri
azaltıp bir ölçüde ruhsal bir bütünlük yaratmaya yönelik girişimlerden oluşan
bilinçsiz, dinamik ruhsal eylemler. Nevrotik kişi, temel çatışmayı ortadan kaldırmak
için Horney’ın önerdiği insanlara yönelme, insanlara karşı olma ve insanlardan
uzaklaşma biçimindeki üç çözüm yolundan birine bilinçdışında yapışıp kaldığı için
başarı gösteremiyor. Kişi, bu üç gereksinimi de birleştirici bir tutumla doyuma
kavuşturduğunda sağlıklı bir çözüm sağlıyor. Ancak, bunu başarabilmek için temel
kaygının yoğunluğunu da ortadan kaldırması gerekiyor. Bkz. nevrotik çekilme;
nevrotik gereksinimler; nevroz.
nevrotik gereksinimler (neurotic needs) Horney’a göre, İçsel çatışmaların kaynağını
oluşturan ve hiçbir zaman doyurulamayan üç ana gereksinim. Bu gereksinimlerin
doyurulamama nedeni, nevrotik kişinin, bilinçdışında hep daha fazlasını istemesidir.
Horney, daha önce on nevrotik gereksinim belirlemişken, sonra bunları üçe indirdi.
Temel kaygıdan kurtulmak için usdışı çözümler arayan ve doymak bilmeyen bu üç
gereksinim şunlardır: (1) Nevrotik sevgi gereksinimindeki gibi insanlara yönelme
(başkalarına bağımlılık); (2) Nevrotik bağımsızlık gereksinimindeki gibi insanlardan
uzaklaşma (bağımsızlık, özyeterlik, etkilenmezlik); (3) Nevrotik güç kazanma
gereksinimindeki gibi insanlara karşı olma (güç, saygınlık, mal mülk kazanma).
Sağlıklı kişi, bu üç gereksinimi de bilinçli olarak dengeli bir biçimde gideriyor;
nevrotik kişi, bilinçdışının etkisiyle bunlardan birine saplanıyor ve ne bunu ne de
öbür ikisini doyurabiliyor. Bkz. bütüncü kuram; nevroz.
nevrotik gurur (neurotic pride) Horney’a göre, bireyin kişisel özelliklerine bağlı
olarak kendisinde var olan abartılı ve us dışı gurur. Bkz. nevroz.
nevrotik güç kazanma gereksinimi Bkz. nevrotik gereksinimler.
nevrotik hak iddiası (neurotic claim) Horney’a göre, kişinin; başkalarının ya da
tanrının, doğanın, kurumların istek ve gereksinimlerine boyun eğmesi, bunlara uygun
davranması gerektiği ve buna hakkı olduğu inancı. Nevrotik hak savunucusunun, belli
bir oranda bilinçli olduğu durumlarda, ussallaştırma yoluyla haklı çıkarıldığı da
oluyor. Nevrotik hak iddialarının boşa çıkarılması, kişide öfke, kinlenme ve
haksızlığa uğramış olma duygusu yaratıyor. Bkz. nevroz.
nevrotik kaygı (neurotic anxiety) 1. Yüzer gezer kaygı. 2. Psikanalize göre , biliçdışı
çatışmalardan, ilkelbenlik dürtülerinden kaynaklandığı; duygularla davranışları
olumsuz yönde etkilediği ve tedaviye direnci artırdığı için uyumsuz olarak
değerlendirilen kaygı. 3. Varoluşçu psikolojiye göre , normal varoluşsal kaygıdan
kaçınma sonucu yaşanan kaygı. Bkz. içgüdü kuramı (Kaygı); nevroz; varoluşçu
psikoloji (Varoluşsal Kaygı).
nevrotik kişilik (neurotic character) 1. Nevroza yatkın kişilik özellikleri olan ya da
nevrotik tanısı konan bireyin kişiliği. 2. Psikanalize göre, uyumsuz olarak
nitelendirilen kaygıyı yaşayan bireyin kişiliği. 3. Adler’e göre , kişinin eksiklik
duygularına bir karşı savunma olarak kullandığı; dolayısıyla onu nevroza yatkın kılan
eğilimler ve özelliklerden oluşan kişilik. 4. Hümanist psikolojiye göre, korunma,
sevilme, ait olma, saygınlık gibi kendini gerçekleştirmeye göre öncelik taşıyan
gereksinimlerini zamanında ve yeterince doyuramamış olan kişi. Sürekli olarak, bu
gereksinimlerini gidermek için uğraşan nevrotik kişilikli birey, çevresindeki kişi ve
nesneleri, gereksinimlerini giderme aracı olarak algılıyor. Çocukluktaki bir
engellenmenin yol açtığı bir nevrozu ya da psikozu ortadan kaldırmak için o zaman
çocuğa verilmemiş olan olanağı çok zaman sonra ona sunmak, bilinçdışına bastırılan
istekler için fazlaca bir işe yaramıyor. Çünkü ne gün, o gün ne de saat, o saattir.
Kişinin çok sonra elde ettiği olanak, yalnızca geçici bir süre rahatlama sağlıyor.
Geçmişte boşalmak (doymak) isteyen ve buna olanak verilmeyerek boğulan
(bastırılan) isteğin yarattığı bozukluk (nevroz) sürüp gidiyor. Bu istek, o uzak
zamanlardaki yaşın, çağın isteği olduğu ve bastırıldığı için unutulup gidiyor. Şimdi
yaşanan rahatsızlık, unutulan o olayın kalıntısı olan acılar ve tanınmaz duruma sokulan
görüntüleridir. Bkz. bağımlı kişilik; bağımsız kişilik; bütüncü kuram (Nevrotik
Gereksinimler); nevroz.
nevrotik kurgu (neurotic fiction) A. Adler’in, gerçekçi olmayan, ulaşılması olanaksız
hedefleri içeren bir kılavuz kurgu türüne verdiği ad.
nevrotiklik (neuroticism) Temelsiz kaygı, gerilim ve duygusal dengesizlik gösteren
kişilik özelliği. Bkz. EYSENCK, Hans Jürgen.
nevrotik savunma (neurotic defence) 1. Psikanalize göre, savunma mekanizmaları
normal ve nevrotik olarak ikiye ayrılıyor. Bütün savunma mekanizmaları, bir tür
koruyucu işlev görüyor. Ancak, katı bir biçimde uygulanan ya da gerekli ve uygun
olmayan durumlarda da kendiliğinden varlık göstermeleri, hastalıklı sonuçlar
doğuruyor. Bu nedenle nevrotik savunmalar, başarısız savunmalardır. Başarılı
savunma mekanizmaları dışındaki tüm savunmalar, er ya da geç, kişinin yaşamında
aksaklıklara yol açıyor. Bkz. benliğin savunma mekanizmaları. 2. Horney’a göre,
çocukla onun çevresi arasındaki çatışmalar ve bozuk ilişkilerden kaynaklanan temel
kaygıya karşı benimsenen savunma stratejileri. Bkz. nevrotik gereksinimler.
nevrotik sevgi Bkz. nevrotik gereksinimler.
nevrotik suçluluk duygusu (neurotic guilt) Kaygıya, özseverliğin yitirilmesine ve
çatışmalara yol açan gerçek ya da düşsel bir kural çiğnemekten kaynaklanan suçluluk
duygusu; hastalıklı suçluluk duygusu. Psikanalize göre bu duygu, benlik ile
üstbenlik arasındaki çatışmadan kaynaklanıyor ve bilinçli ya da bilinçsiz bir
cezalandırılma korkusuyla ilişkili bir kaygı biçiminde ortaya çıkıyor. Bkz. insanın
sekiz çağı ((3) Suçluluk Duygusuna Karşı Girişim Duygusunun Gelişimi) nevroz;
suçluluk duygusu.
nevrotik tepki Bkz. nevrotik savunma.
nevroz (neurosis) Freud’a göre, bedensel ya da sinirsel kökenli olmayan; gerçeklikle
ilişkisi bir ölçüde çarpıtılmış olsa da henüz tümüyle yitirilmemiş olan ruhsal kökenli
bozukluklar; psikonevroz; sinirce. Kaygı, takınaklı düşünceler, kompulsif
davranışlar, fobiler, bedensel tepkiler, çözülmeli durumlar, depresif tepkiler,
isterik dönüşümler, nevrozlar arasında yer alan bozukluklardandır. Nevrozlularda,
psikozlulardaki içgözlem yeteneği ya da gerçeklikle ilişki kurma gücü tümüyle
yitirilmediği için kişi, aile ve iş yaşamına, toplumsal çevreye belli bir ölçüde uyum
sağlıyor ve onu sürdürüyor. Kişinin rahatsızlığı, dışardan bakıldığında ilk anda
görülmüyor. Bozukluk, daha çok, kişinin kendisiyle ilişkilidir; yani özneldir. Bkz.
bireysel psikoloji; deneysel nevroz; depresyon; fobi nevrozu; histeri nevrozu;
nevrotik; obsesif-kompulsif nevroz.
nevrozlu kişilik Bkz. nevrotik kişilik.
nicel değişken Bkz. değişken.
nicelik (quantity) Sayılabilen, toplamı doğrudan sayı olarak belirtilebilen genel özellik;
kemiyet. Bkz. nitelik.
nikotin (nicotine) Tütün bitkisinde bulunan, zehirli, uçucu bir alkaloid. Sinir sistemine
hem küçük dozlarda uyarıcı hem de büyük dozlarda bastırıcı bir etkide bulunan
nikotin, kolaylıkla bağımlılık yaratıyor. Buna karşılık, bağımlılığı, zorlukla ortadan
kaldırılabiliyor. Nikotin, insan bedenine ölümcül zararlar veriyor. Bkz. nikotinden
uzaklaşım.
nikotinden uzaklaşım (nicotine withdrawal) Tütün gibi nikotin içeren maddelerin
kullanımının birdenbire bırakılmasıyla ortaya çıkan bir sendrom. Kaygı, yoğun bir
nikotin alma isteği, engellenmiş olma duygusu, sinirlilik, iştah açılması, kilo alma
belirtileri gösteren bu sendrom, maddenin bırakılmasını izleyen bir iki saat içinde
başlayıp haftalarca, hatta aylarca sürebiliyor.
niktofobi Bkz. karanlık korkusu.
nimfcil tutku (nymphonania) Kadınlarda görülen aşırı cinsel istek; nimfomani.
nimfomani Bkz. nimfcil tutku.
nirvana (nirvana) Sanskritçede “söndürmek, sönmek” anlanımı taşıyan bir Budist
öğretisi terimi. Nirvana, insanı, birçok dinde de olduğu gibi dünya isteklerinden
kurtulmaya, kendi yazgısını kabullenmeye ve ölümden sonra daha iyi, mutlu bir yaşamı
umut etmeye ve bu yolla kaygıdan kurtulmaya çağırıyor. Mayahana Budizminde bir
mutluluk durumuna karşılık gelen nirvana, Hinayaana Budizminde yokoluşa karşılık
geliyor. Bkz. nirvana ilkesi.
nirvana ilkesi (nirvana principle) Psikanalize göre, tüm içgüdülerin ve yaşam
süreçlerinin, cansız (inorgansal) maddelerin istikrara ve denge durumuna ulaşma
eğilimi. Freud’a göre ölüm içgüdüsünün hedefi, bu istikrar ve denge durumunu
yaratmaktır. Bkz. nirvana.
nişanlılık Bkz. evlilik (Eş Seçme ve Eş Olmanın Koşulları: Tanımak, Sevmek,
Paylaşmak).
nitel değişken Bkz. değişken.
nitelik (quality) Bireyi, nesneyi, yaşantıyı ya da onların bir yönünü, ötekilerden ayıran,
şöyle ya da böyle yapan; keyfiyet. Bkz. nicelik.
nitelik karmaşası (quality complex) Kimi düşlerle şizofrenili konuşmalarında görülen,
türlü düşünce ya da düşünce parçalarını mantıklı hiçbir ilişki kurmadan bir araya
getiren hastalıklı bir düşünce düzeni.
nitelikli öğretmen (qualified teacher) Belli okul basamaklarında öğretmenlik
yapabilmek için yasalarla saptanan öğrenimi başarı ile tamamladıktan sonra gereken
staj (deneme) süresini de geçirerek öğretmenlik yapma hakkını kazanmış olan
öğretmen. Nitelikli bir öğretmenin yapması zorunlu genel ve mesleksel öğrenim,
çalışacağı okul basamağına ve öğretim dalına göre değişmenin ötesinde, staj süreleri
de ülkelere göre farklıdır. Bkz. hümanist öğretmenlik; öğrenciyi odak alan
öğretmen; öğretmenin nitelikleri.
nitritler (nitrites) Hafif hoşnutluk, kafada doluluk duygusu, zaman algısının değişimi,
düz kasların gevşemesi ve cinsel duygu artışı gibi belirtilerle bir sarhoşluk yaratan
bütil ve isobütil nitrit gibi maddeler. Bu maddeler ruhsal bağımlılık yaratabiliyor,
bağışıklık sisteminin işleyişini bozabiliyor, solunum sistemini tahriş edebiliyor ve
şiddetli baş ağrısına, sersemliğe, kusmaya yol açabiliyor. İnhalanların (tiner, benzin,
uhu gibi uçucu maddelerin) sürekli koklanp ciğerlere çekilmesi de sabuklama,
bunama, hallüsinasyon görme, kuruntulu psikotik bozukluk gibi bozukluklar
oluşturuyor.
niyet (intent) Bir şeyi önceden isteyip düşünme; bir şeye kendi kendine karar verme;
kişinin içindeki bir amaca yönelme istek ve düşüncesi; kasıt.
niyet etme (intention) 1. Bilinçli olarak bir amaç izleme. 2. Elverişli koşullar olduğu
sürece belli bir eylem için bir amaç tasarlama, bir amaca yönelme. 3. Brentano’ya
göre bilinçli ruhsal olayların tümünde yer alan, olay dışındaki bir şeye yönelme
özelliği; niyetlenme, akla koyma, kurma.
niyetlenme Bkz. niyet etme.
niyetli davranış (intentional behavior) Piaget’ye göre, çocukta 8-12 aylar arasında
ortaya çıkan hafif yönelimli davranış. Çocuk, bu dönemde istediği şeye ulaşmak için
belirli stratejiler izlemeyi öğreniyor. Bebeğin niyetli davranışı, engellere ya da
gecikmelere karşın, bir hedefe istekle ulaşma çabası olarak ortaya çıkıyor.
niyetlilik (intentionality) Zihnin (bilincin), kendi dışındaki gerçek dünyada olup biten
olaylara ya da nesnelere yönelik olma; bir şeyin farkında olma özelliği. Buna göre her
bilinçlilik anı niyetlidir; niyetli olmayan bir bilinçlilik anı yoktur. Niyetlilik,
bilincinde olunan çevrenin evrensel ve temel özelliklerinden biridir. Genelde korku,
kaygı ve benzerleri niyetli değilken inançlar, istekler ve amaçlar niyetlidir.
nominal ölçek (nominal scale) Verilerin sayısal ya da “evet”, “hayır”, “sarı”, “kırmızı”
gibi adlandırmalı dışlayıcı gruplar halinde sınıflandırıldığı bir ölçek. Söz konusu
ölçekte sıralama, büyüklük, küçüklük, sıfır noktası ve benzerleri bulunmuyor; bu
biçimde elde edilen verilerle aritmetik işlemleri yapılmıyor.
noradrenal Bkz. adrenal ve noradrenal.
noradrenalin Bkz. adrenalin ve noradrenalin.
norepinefrin Bkz. noradrenalin; stres hormanları.
norm (norm) Düzgü. 1. Belli bir grubun belli koşullardaki ortalama standart edimini
gösteren ve bireysel edimin değerlendirilmesinde temel olarak alınan bir ölçü. 2. Bir
grubun üyelerinin, belli bir durumda en çok göstereceği (tipik) davranış. 3. İnsanların
çeşitli ortamlarda yapması ve yapmaması gerekenleri belirleyen öğrenilmiş toplumsal
kural; beklenen her davranış ve inanç standardı.
normal (normal) Düzgülü. 1. Belli bir grupta tipik, ortalama olan; norma uyan;
toplumca kabul edilebilir olan. 2. Ruh sağlığı yerinde olan. Normallik ölçüsü, kültüre
ve zamana göre değişse de evrensel kabul edilebilecek normallik ölçütlerinden de
söz edilebiliyor. Bir kültürde işleyişi bozan iç çatışmaların bulunmaması; etkili
düşünme, örgütlü davranma, yaşamın olağan beklenti ve sorunlarını çözebilme
yeteneğinin varlığı; kaygı, bağımlılık gibi yoğun olumsuz duyguların bulunmaması,
bunlardandır. Bkz. anormal.
normal dağılım (normal distribution) İstatistikte sonsuz sayıda nüfustan
(popülasyondan) örneklem alınarak elde edilen bakışımlı (simetrik) çan eğrisi
(normal dağılım eğrisi) biçimindeki kuramsal bir olasılık dağılımı; eşdeyişle, bir
diziye ilişkin ortalamanın çevresinde bakışımlı olarak dağılan değerler ya da
nitelikler. Bu nitelikteki dağılımda ortalama, ortanca ve tepedeğer aynıdır.
Değerlerin büyük çoğunluğu, orta nokta çevresinde kümeleniyor. Yaklaşık yüzde 68’i
ortalama değerden bir standart sapma; yüzde 95’i iki standart sapma ve yüzde
99.75’i üç standart sapma kadar uzakta bulunuyor. Ruhsal özelliklerin birçoğunun
normal dağılım gösterdiği varsayımı, özellikle test geliştirme çalışmalarında yararlı
oluyor. Bkz. T dağılımı.
Normal Dağılım
normal dağılım eğrisi Bkz. normal dağılım.
normal davranış (normal behavior) Adler’e göre, gerçekle yüzleşirken düşlerin
etkisinden sıyrılabilen kişinin davranışı.
normal dışı (abnormal) 1. Kuraldan; normal, doğal ya da tipik olandan az ya da büyük
ölçüde ayrılan, uzaklaşan; uyum açısından kurallara uygun olandan, sağlıklıdan ya da
ruhsal bakımdan istenenden belirgin bir biçimde sapan davranış; anormal. Normal
dışı terimi çok kez, istenmeyen ya da hastalıklı anlamında kullanılıyor; ancak arada
bir aşırı üstünlüğü ya da normalin üstünde olanı anlatmak için kullanıldığı da oluyor.
2. İstatistikte, bir dağılımın ortalamasından ortalama altı, ortalama üstü biçiminde
sapan, ayrılan. Anormalliği istatistik bakımından tanımlamaya kalkanlar; normal
olasılık eğrisi sınırlarının dışında kalan bireyleri anormal saymak gerektiğini öne
sürenler olmuş; ancak bunlar, normalin sınırlarını belirlemede hangi puanı ayrım
noktası saymak gerektiği konusunda karar vermenin güçlüğü ile karşılaşmışlardır. 3.
Toplumbilimde, belli bir düzenin genel yapısına uymayan, bütün olarak düzenin
umulan işleyişine aykırı düşen. 4. Psikolojide, çok kez sağlıklı olmayan; hastalıklı,
bozuk olan. Bu alanda çok kullanılan normal ve normal dışı terimlerini eksiksiz
tanımlamak çok güçtür. Kimileri de normallik ve anormalliği kültürel ölçülere göre
tanımlamak istemişlerdir. Ancak, orada da bir kültürde anormal sayılanın, bir başka
kültürde normal sayılabildiğini görmüşlerdir. Kimi yazarlar ise anormalliğin bir
ölçüde öznel bir tanımının yapılmasını; bireyin olgunluk, mutluluk duygusuna ve
başkalarıyla ilişki biçimlerine göre belirlenmesini önermişlerdir. Bu kadar geniş bir
tanımın da ancak klinik araştırma sonucu yapılabileceği açıktır.
normal dışı davranış (abnormality, abnormity) Kuraldan, normdan ayrılma, uzaklaşma;
anormallik. Benlik psikanalistlerine göre normaldışı davranış, bilinçli denetim
altında olmayan ya da tehdit edici durumlarda denetimi yitirilen davranışların
etkisiyle ortaya çıkıyor. Davranış bozukluklukları; benlik, ilkelbenlikten ve
gerçeklerden koptuğu zaman görülüyor. Bunun önde gelen nedeni, edinilen
davranışların yetersizliği ve bunların benlik yapısı içinde iyi düzenlenmemiş
olmasıdır. Asıl önemli olan, içgüdüsel güçlerin varlığı değil, dış dünyadaki olaylar
ve öğrenilmiş davranışların varlığıdır. Benlik psikanalistleri, psikanalizin psikoloji,
sosyoloji, kültürel antropoloji ve biyoloji alanlarındaki gelişmelere uygun bir nitelik
kazanmasını sağladılar. Benliği öne çıkaran benlik psikanalistlerinin yaklaşımını
bugün de canlı tutan, bu kazanımdır.
normal dışı davranışlar psikolojisi (abnormal psychology, psychopathology,
pathological psychology) Zihinle (akılla) heyecanlar arasındaki çatışmaları da
kapsamak üzere, normaldışı davranışları, normaldışı zihinsel süreçlerle tepkileri
inceleyen ve tedavi etmeye çalışan psikoloji dalı; marazi ruhiyat; anormallik
psikolojisi.
normal kişi (normal individual) Horney’a göre, çatışmalarını insanlara yönelme,
insanlardan uzaklaşma ve insanlara karşı olma gereksinimlerini birleştirici bir
tutumla, gerçeklere uygun bir biçimde çözen kişi. Çatışmalarını bu üç gereksinimini
birleştirici bir tutumla, gerçeklere uygun bir biçimde çözmeyi başaramayan kişi ise
nevrotik kişidir. Nevrotik kişi, temel kaygısını doğal yolla giderememesi yüzünden,
gerçekdışı çözüm yollarına başvuruyor. Bu üç yoldan yalnızca birini kullanıyor; öbür
ikisini görmezden geliryor. Bkz. nevrotik kişilik; nevroz; psikoz öncesi yapı
sınıflaması.
normallik (normality) 1. Dağılımın normal olasılık eğrisine uyması. 2. Norma uyma ve
ondan önemli ölçüde uzaklaşmama. 3. Bedensel, zihinsel, toplumsal, ahlaksal ve
ekonomik yönden insanın çevresine uyma ve türlü durumlara uygun tepkide bulunma
yeteneği.
normal zekâlılık ile normal üstü zekâlılık Bkz. zekânın derecelendirilişi ((1)
Öğrenme Güçlüğü Çekenler, (2) Normal Zekâlılar, (3) Zekiler, (4) Çok Zekiler).
normatif bilim (normative science) Davranış, eğitim, sağlık ve benzeri konulardaki
normları belirlemeyi, eksik ya da kusurları gidermeyi amaçlayan bilim dalı. Bu bilim,
açıklamak ve tanımlamaktan çok, perspektif belirleyicidir. Bu nedenle, gerçek
tanımına uygun bir bilim değildir. Örneğin, etik ve estetik gibi dallar da bu nedenle
normatif bilim olarak nitelendiriliyor.
normatif-yeniden eğitici strateji (normative-reeducative strategy) Toplumsal
değişimin, söz konusu toplumun ya da grubun geleneksel kültürel etkenlerini de göz
önünde bulunduran etkin eğitime dayanması gerektiği biçimindeki sosyal psikoloji
görüşü; görgül-ussal strateji. Buna göre, yalnızca akla seslenen bir toplumsal
değişim programı, yeterli bir program değildir. Çünkü davranış yapıları, büyük ölçüde
geleneksel tutumlar ve kültürel normlarla biçimlendiriliyor. Bu nedenle eğitim, bu
tutum, değer ve normları da değiştirmeyi hedeflemelidir. nostalji (nostalgia) 1.
Geçmişe özlem. Bugünün düne göre daha kötü durumda olduğuna ve güzel günlerin
geride kaldığına inanmanın sonucu olarak, geçmişteki güzel günleri özleme; bu
özlemin baskın duygu durumuna gelmesi. 2. Değişim karşısında duyulan derin korku
nedeniyle geçmişe sığınma duygusu.
nöbet (seizure) 1. Bir hastalığın ya da hastalık belirtilerinin birdenbire ortaya çıkması.
2. Kafa zedelenmesi, beyin uru, kurşun zehirlenmesi, kalıtsal ve bulaşıcı hastalıklar,
yüksek ateş gibi türlü nedenlerden dolayı beynin normal dalga yapısındaki birdenbire,
geçici bir bozulma sonucu, beyindeki sinir hücrelerinin denetimsiz boşalımı. Bilinç
yitimi; bağırsağı, mesaneyi denetleyememe, titreme, ani kas spazmları ve türlü
davranış değişiklikleri. Bkz. konvulsiyon; sara.
nörobiyolojik model (neurobiological model) Ruh hastalıklarında tıpsal model için
öngörülen ve beyin ile öbür biyolojik süreçlerin anatomisinde ve kimyasındaki
bozuklukları vurgulayan model.
nöroepinefrin Bkz. sinir ileticileri.
nörolog (neurologist) Beyin ve sinin sistemi bozukluklarının taranması, tanısı ve
tedavisinde uzmanlaşan tıp hekimi; sinirbilimci. Bkz. nöroloji.
nöroloji (neurology) (neuroscience) Çeşitli bilim dallarını varlığında toplayan ve sinir
sisteminin yapısı, gelişimi, işleyişi, kimyası ve hastalıklarını inceleyen bilim dalı;
sinir bilimi. Biliş bilimlerinde bu dalın insandaki biliş süreçlerinin incelenmesine
önemli katkıları oluyor. Bkz. biliş bilimi; sinir.
nörolojik bozukluk (neurologic disorders) Sinir sisteminin yapısında ya da
işleyişindeki felç, konvülsif bozukluklar, öğrenme ve konuşma bozuklukları, zekâ
geriliği, multiple skleroz gibi organsal bozukluklardan kaynaklanan hastalıklar.
nöron Bkz. sinir hücresi.
nöropatoloji (neuropathology) Sinir sistemi hastalıkları ile bu hastalıkların sonucunda
oluşan yapısal ve işlevsel değişiklikleri inceleyen tıp dalı; sinir hastalıkları bilimi.
nöropsikiyatri (neuro psychiatry) Nöroloji ile psikiyatri alanlarındaki bulguları
birleştirerek sinir sistemiyle ilgili hem organik hem de işlevsel hastalıkları inceleyen
tıp dalı; sinir-ruh hekimliği.
nöropsikoloji (neuropsychology) Fizyolojik psikolojinin, sinirsel süreçlerle
davranışlar arasındaki ilişkiyi inceleyen dalı; sinir ruhbilimi.
nöroşirürji (neurosurgery) Beyin ve sinir hastalıklarının cerrahi tedavisi ile uğraşan
hekimlik dalı.
nörotransmiter Bkz. sinir ileticileri.
nörovejetatif sistem Bkz özerk sinir sistemi.
nötr uyarıcı Bkz. klasik tepkisel koşullama.
nükleik asit (nucleic acid) Her canlı hücrede bulunan ve kalıtsal öğeleri oluşturan bir
grup asit. Nükleik asit; şeker ve fosfat kümeleriyle birleşerek DNA ve RNA’nın yapı
taşları olan nükleotidleri oluşturuyor.
nükleotid (nucleotide) Kalıtsal öğe olan DNA ve RNA’yı oluşturan yapı taşlarından
biri. Nükleotidler, bir bazdan (adenin, stozin, guanin, tiymin ya da urasil’den) ve bir
şeker ile bir fosfat grubundan oluşuyor.
O
Thebai kralı Laios’a Delphoi kâhinleri, erkek çocuğu olmamasını, olursa o çocuğun
eliyle öldürüleceğini hatırlatmışlardı. Ama karısı İokaste, Laios’a bir oğlan
doğurdu. Çocuğu, ayaklarını delerek Kithairon dağına bıraktılar. Çocuğu dağda
çobanlar buldular, ona Oidipus (şiş ayaklı) adını taktılar, alıp Korinthos’a
getirdiler. Kral Polybos, onu kendi oğlu gibi büyüttü. Oidipus büyüyünce kendi
soyu sopu üzerine şüpheye düştü. Delphoi tapınağına başvurdu, kâhin ona babasını
öldürüp annesiyle evleneceğini bildirdi. Bu korkunç kaderden kaçınmak için,
Oidipus, babası bildiği kral Polybos’un yurdu Korinthos’a dönmedi, Thebai yoluna
saptı. Phokis’te bir üç yol ağzında, Delphoi’ye gitmekte olan asıl babası Laios’la
karşılaştı. Yol vermek meselesi yüzünden aralarında kavga çıktı; Oidipus, Laios’u
öldürdü; onun kim olduğunu bilmiyordu. Thebai önlerine varınca Sphinks adlı
canavarın sorduğu bilmeceyi çözdü, şehri canavardan kurtardı. Mükâfat olarak
Oidipus’u Thebai’ye kral yaptılar, kraliçe İokaste’yi de Oidipus’a verdiler.
Oidipus, kendi öz annesiyle evlendiğini bilmiyordu. Annesinden Eteokles,
Polineikes adlarında iki oğlu; Antigone ve İsmene adlarında iki kızı oldu. İşlenen
bu günah yüzünden şehirde bir veba salgını baş gösterdi. Delphoi tapınağına
kurtuluş çaresini sordular; kâhinlerden, Laios’un katilinin cezalandırılması
gerektiği cevabı alındı. Kâhin Teiresias durumu açıkladı. Oidipus’un araştırmaları
da Teiresias’ın dediklerinin doğruluğunu ortaya koyunca, İokaste kendini astı,
Oidipus, kahrından gözlerini kör etti. Oğulları, babalarını kovdular, o da saltanat
kavgalarında birbirinizi öldüresiniz diye onlara beddua etti; sonra da kızı Antigone
ile birlikte yollara düştü, dilene dilene sonunda Attika’daki Polonos şehrine vardı,
orada barındı, orada öldü.(Mitologya, 1969)
oğlancılık (Sodomy) Dışkıl ilişki. Cinsel ilginin erkek çocuğu ya da genç üzerinde
toplanması ve onlarla doyurulması sapkınlığı; Sodomi. Sodomi adı, Sodom kenti
insanları arasındaki cinsel sapkınlık öykülerinden kaynaklanıyor. Bkz. Sodom.
oğulcuk (embryo) Organizmanın döllenme sonrası gelişim dönemlerinden ilki;
embriyon. İnsanda bu dönem, döllenmeyi izleyen 6 -8 haftalık süre içinde yaşanıyor.
Bu dönemde kalp atmaya, beyin çalışmaya, vücudun öbür temel yapıları oluşmaya
başlıyor. Bu dönemi kan dolaşımı ile başlayan dölüt (fetus) dönemi izliyor.
ojenik Bkz. GALTON, Sir Francis.
okul (school) 1. Okuma yazma öğreniminden başlayarak en üst düzeyde bilim ve sanat
bilgisi vermeye dek çeşitli derecede toplu öğrenimin yapıldığı, verildiği yer. 2. Bir
okuldaki öğrencilerin, öğretmen ve yöneticilerin ve öbür görevlilerin tümü. 3. Görüş
ve anlayışları birbirine benzeyen, bir öğretiye bağlanan felsefecilerin, bilim
insanlarının ya da sanatçıların oluşturdukları akım; ekol. Bkz. bilişsel öğrenme;
duyuşsal öğrenme; ev ödevi; hümanist öğretmenlik; okul başarısızlığı; okulda ruh
sağlığı; okul korkusu; okul olgunluğu; okul öncesi eğitim; okul programı; okul
psikoloğu; okul psikolojisi; okulsuz toplum; rehberlik ve psikolojik danışma;
rehber öğretmen.
okul başarısızlığı (scholastic or academic failure) Öğrencinin bulunduğu sınıfta
yeterliliğini kanıtlaması ve başarılı sayılması için alması zorunlu en az notu
alamaması ve kendisinden beklenen toplumsal uyumu gösterememesi. Öğrencinin
başarısı, değişik ölçme ve değerlendirme yöntem ve teknikleriyle belirleniyor.
Öğrenimin her aşamasında ortaya çıkabilen bu önemli sorun aile, okul ve giderek
toplumla ilgili birçok nedenden kaynaklanıyor dilek düzeyinin düşüklüğü, düzenli ve
verimli çalışma alışkanlığının kazanılmamış olması, kötü alışkanlıklar gibi çocuğun
kişilik gelişimindeki eksiklik ve aksaklıklar, bunların başında geliyor. Bunlara çoğu
kez, anne-baba-çocuk ilişkilerindeki olumsuzluklar yol açıyor. Okulda Başarısızlık
Nedenleri: Bu nedenlerin başlıcaları ile bunları giderme yolları şöyle sıralanıyor:
(1) Ailesine aşırı bağımlı çocuk ve ergenler, okula ve derslere uyumda güçlük
çekiyorlar. Çocuğuna aşırı bağımlı annelerle çocuk arasında oluşan kısır döngü, kaygı
yaşanmasına yol açıyor. Özgüven zayıflığı ve yaşanan kaygı nedeniyle çocuk,
gerektiği kadar çalışamıyor. Sonuçta, öğrenemediği için okula karşı gittikçe artan bir
korku geliştiriyor. Bu korku, onun çalışma isteğini büsbütün azaltıyor. Bunun
giderilmesi, özgüvensizliğin ortadan kaldırılması ve bağımlılığın bağımsızlığa
dönüştürülmesi gibi zor bir işin başarılmasına bağlıdır. İyi ilişkiler içinde olan ailede
anlayışlı davranılan, sorunlarına ilgi gösterilen, başarısızlıkları anlayışla karşılanan
çocuk ve gençler, anlayış ve ilgi görmeyen, suçlanan çocuk ve gençlerden daha
başarılı oluyorlar. (2) Zekâ gerilikleri, nevrotik durumlar, ruhsal bozukluklar ve
ergenlik bunalımları, bir başka başarısızlık nedenidir. İlköğretimin birinci
kademesindeki öğrencilerin yüzde birinde zekâ geriliği; yüzde 2-3’ünde de geç ve güç
okuma görülüyor. Çocuk ve gençleri, yeteneklerinin üstünde bir başarıya zorlayan
aşırı titiz ve kaygılı anne babalar, çocuklarında sürekli olarak başarılı ve önde olma
kaygısı yaratarak, onların çalışma, öğrenme ve başarılı olmalarını güçleştiriyorlar.
Başarısızlığın çocukta oluşturduğu tedirginlik, sıkıntı, eksiklik duygusu, hem çocuğu
hem de onun ailesini sarsıyor. Bu olumsuz sonuç, ayrıca, büyük boyutlarda insan gücü
ve maddesel güç yitimine yol açıyor. Çocuk ve gençleri, yeteneklerinin üstünde bir
başarıya zorlayan aşırı titiz ve kaygılı anne babalar, çocuklarında sürekli olarak
başarılı ve önde olma kaygısı yaratarak, onların çalışma, öğrenme ve başarılı
olmalarını güçleştiriyorlar. Başarısızlığın çocukta oluşturduğu tedirginlik, sıkıntı,
eksiklik duygusu, hem çocuğu hem de onun ailesini sarsıyor. Bu olumsuz sonuç,
ayrıca, büyük boyutlarda insan gücü ve maddesel güç yitimine yol açıyor. (3) Üstün
zekâlı çocuk ve gençlerde de başarısızlık görülebiliyor. Bulundukları ev ve okul
ortamın tekdüzeliği, yaşadıkları aile içi anlaşmazlıklar; kıskançlık, denge ve düzen
bozuklukları, aşırı duyarlı ve çabuk öğrenen gençlerde kimi nevrozların oluşmasına
yol açıyor. Bu ruhsal bozukluklarla ilgili ilk belirtiler, başarısızlık, uyumsuzluk ve
korku biçiminde ortaya çıkıyor. O nedenle başarılı bir gençte bu tür belirtiler görülür
görülmez, soruna eğilmek ve onu çözmek gerekiyor. (4) Uyarıcı ya da uyuşturucu
madde kullanımı, bir başka başarısızlık nedenini oluşturuyor. Esrar, amfetamin gibi
maddeler, ruhsal tedirginlik, ilgisizlik, durgunluk yaratarak çocuk ve gencin çalışma
gücünü ve başarma isteğini azaltıyor. O nedenle aile ve okulun önemli görevlerinden
biri de çocuk ve gençlerde bu tür eğilimlerin bulunup bulunmadığını yakından izlemek
ve bu eğilimleri, alışkanlığa dönüşmeden önlenmektir. (5) Bedensel değişimler de
çocuk ve gençte başarısızlığa yol açan duygusal sorunlar yaratabiliyor. Bu tür
nedenlerin başarısızlığa yol açmasını önlemek için, başarısız çocuk ve genç üzerinde
önce, bedensel değişimlerin sıkıntı, huzursuzluk, güvensizlik, çekingenlik yaratıp
yaratmadığı araştırılmalıdır. Gencin ruhsal durumu göz önünde tutulmadan yapılacak
bir müdahale ve destek, fazla bir yarar sağlamıyor. (6) Öğrencinin cinsel yayınlarla
aşırı ilgilenmesi, duygularının sömürülmeye elverişli olduğu yaşlarda düşünce alanını
daraltıp kısırlaştırabiliyor ve onun için çalışma, başarma ve sınıf geçmeyi bir amaç
olmaktan çıkarabiliyor. Bu nedeni ortadan kaldırmak amacıyla okul ve aile, işbirliği
yaparak ergenin enerjisini ilgi ve yeteneğine uygun bir sanat ya da spor etkinliğinde
kullanmasına yardımcı olmaları gerekiyor. (7) Ergen, belleğe, düşünmeye dayanan,
sürekli ve yorucu bir çaba isteyen işlerden kaçıyor. Kolay inanan, kolay bağlanan,
çabuk seven, kolay kopan bir kişi olarak onun düşlerini daha çok, çabuk ve kısa
yoldan tanınma, öne geçme, her fırsatta kendini gösterme istekleri süslüyor. Bu
özellikleri unutulmadan kendisine anlayışlı davranıldığında, kendisiyle sağlıklı ve
bilinçli bir iletişim kurulduğunda onun, bu sorunları büyük oranda çözmesi
kolaylaştırılabiliyor. Bu eğilim ve sorunların yanı sıra ergenin önemli bir başka amacı
d a bağımsız bir kişilik kazanmak, kendi kişiliğini onaylatmaktır. Ancak kimi
gençler, bu amaca ancak büyük bir çaba göstererek ulaşabilecekken, bağımsızlığı
bahane ederek sorumluluk yüklenmekten kaçınıyor; ders çalışmayı, başarıyı
gözlerinde anlamsızlaştırmaya yöneliyor ve sonuçta amaçsız, avare bir yaşantıya
sığınıyorlar. Genç, böyle bir çıkmazdan kurtulmak için içten bir yardıma gereksinim
duyuyor. Küçük sınıflarda aile zoruyla üstün başarı göstermiş olan kimi gençler,
ergenlik dönemiyle başlayan bağımsızlık eğilimlerinin sonucu olarak, o aşırı
çalışmanın verdiği sıkıntı ve tedirginliğin de etkisiyle, çalışmayı bırakıyor ve sonuçta
başarısız duruma düşüyorlar. Anne babanın bir türlü anlam veremediği bu durumdan
genci kurtarmak için, kendisine yanlışını kavratacak bilinçli bir yardım yapılarak onun
doğru yolu görmesini sağlamak gerekiyor. (8) Lise ve yükseköğretimin son
sınıflarında duyulan gelecek kaygısı, gencin çalışma gücünü azaltan ve başarısını
düşüren bir başka önemli etkendir. Toplumsal boyutu ağır basan bir sorundan
kaynaklanan bu kaygı, böyle gelen her olumsuzluğun, böyle gitmeyeceğine genç
inandırılarak azaltılabiliyor. (9) Öğrenim kurumu da başarısızlığa yol açan nedenler
üretebiliyor. Sınıfların kalabalıklığı; kitaplık, laboratuvar, araç gereç yetersizliği;
çağını tamamlamış, aktarmacılık ve ezbercilik gibi yararsızlığı kanıtlanmış öğrenim
yöntemlerinin kullanılması; öğretmen eksikliği ve yetersizliği, baskıcı disiplin anlayışı
bunların başlıcalarıdır. Öğrencilere başarı yolunu en iyi, çocuk ve gençlerle olumlu
ilişki içinde olan; öğrencilerinin başarısızlık nedenlerini araştırıp ortadan kaldırmaya
uğraşan; öğrencileri için rahat, güvenli, ve her öğrencinin gereksinimi karşılayacak
biçimde donatılmış bir çalışma ortamı sağlamayı beceren yönetici ve öğretmenler
açıyor. (10) Öğrencinin verimli çalışma yollarını bilmemesi, başarısızlığın önemli bir
başka nedenidir. Bu eksikliği gidermek için her öğretmen, öğrenim yılı başında
verimli çalışmanın genel kurallarını, kendi derslerine verimli biçimde nasıl
çalışılabileceğini öğrencilerle tartışmalı; sonuçta da her öğrenciyi kendine özgü
çalışma yöntemini geliştirmeye yöneltmelidir. Bunun yanı sıra dersinde inceleme,
araştırma, tartışma, sorgulama gibi düşünmeyi ve sorun çözmeyi öğreten etkili ve
geliştirici yöntem ve tekniklerin kullanılmasını sağlamalıdır. Öğrencilerinin,
uygulama düzeyinde bir öğrenme gerçekleştirebilmeleri için gerekenleri yapmalıdır.
Öğretmen, niçin öğrendiklerini; nasıl çalışacaklarını ve nasıl öğreneceklerini
öğrencilerine gerektiği gibi kavratmadan, hiçbir öğrenim etkinliğini başlatmamalıdır.
Bkz. bilişsel öğrenme; duyuşsal öğrenme; eğitim.
okuldan kaçma Bkz. okul korkusu.
okulda öğrencinin kişilik gelişimi Bkz. bilişsel öğrenme; duyuşsal öğrenme;
hümanist öğretmenlik; kişilik gelişimi; okulda ruh sağlığı (Okulda Ruh Sağlığını
Bozan, Öğrencinin Kendini Gerçekleştirmesinin Önünü kesen Başlıca etkenler).
okulda ruh sağlığı (psychology at school) Çağdaş okul, öğrenciye gerekli bilgi, beceri,
tutum ve davranışları kazandırarak onun kendi bilişsel gücünü, bağımsız düşünme
yeteneğini geliştirmesini ve toplumsal beceriler kazanmasını amaçlıyor. Öğrenciye bu
gelişim olanağını ise en iyi, bunu başarabilecek donanıma sahip olan öğretmen ve
yöneticiler sağlayabiliyor. Çağdaş okulda öğrenci, yaşamda karşılaşacağı sorunların
çözüm yollarını, öğrenim etkinliğine katılıp sorumluluk yüklenerek öğreniyor. Bu okul,
öğrencinin bağımsız düşünmesini ve kendi yaşantılarına güven oluşturmasını
engelleyen tüm etkenleri, eğitim ortamının dışında tutuyor. Öğrencinin bedensel,
devimsel, zihinsel, toplumsal ve duygusal yönden bir bütün olarak gelişimini sağlamak
ve ona kendini gerçekleştirme yolunu açmak, çağdaş eğitimin ana hedefidir. Bu
yaklaşımla bireye dış dünyanın genel gerçekleriyle uyum sağlayabilecek bağımsız bir
kişilik kazandırmaya çalışıyor. Bunu başarmak için de öbür etkenlerle birlikte
öğrencide ruh sağlığını koruyup geliştiren bir öğrenim ve yaşam ortamının
hazırlanmasına özen göstermek gerekiyor. Okulda Ruh Sağlığını Bozan Etkenler:
Geleneksel eğitimi tümüyle bırakıp çağdaş eğitim uygulamasına geçişi, kendini
gerçekleştirmeye adım atmayı engelleyen etkenlerin tümü. Ruh sağlığının oluşturulup
korunmasında baş etken olan çağdaş eğitime geçmek ve bu eğitimi yaygınlaştırmak güç
olsa da bunun önünü açmak, bilinçli öğretmen ve yöneticilerden bekleniyor. Okulda
Ruh Sağlığını Bozan, Öğrencinin Kendini Gerçekleştirmesinin Önünü Kesen
Başlıca Etkenler: Bu etkenler şunlardır: (1) Öğrenci İlgisini Canlı Tutmayan
Edilgin Bir Sınıf Ortamı ve Ders İşleme Düzeni: Geleneksel eğitimde öğretmenler,
konuyu daha çok dış denetim altında (baskıcı bir disiplin anlayışıyla), ses çıkmayan
bir sınıf ortamında öğrencilere aktararak ve onları öğrencilerin ezberlemesini
isteyerek görevlerini sürdürüyorlar. Anlatıp dinletme yöntemi, öğrenci ilgisini yok
ediyor; öğrenciye sıkıntı yaşatıyor; öğrencilerin soru sormalarının, konuyu
tartışmalarının önünü kesiyor. Öğretmen odaklı sınıfta öğrenci etkinliği ve girişimi
engellendiği için burada öğrenciler, öğrendiklerinden çok azını davranışa
dönüştürebiliyorlar. Bu okulda, alışılagelen davranışları gösterenler başarılı
sayılıyorlar. Oysa gerçek başarı, daha çok öğrencinin konuşması, sorması,
incelemesi, araştırması, denemesi, gözlem yapması, tartışması, sorun çözmesi,
üretmesi ve yaratıcı etkinlik göstermesi; öğretmenin de bu etkinliklerin düzenleyicisi
ve izleyicisi konumunda olmasıyla elde edilebiliyor. Geleneksel okulda her şeyin her
zaman tek doğru yanıtı varmış gibi davranılıyor. Öğretmenin düşüncesine
katılmayan öğrenciye, düşüncesini dile getirme izni verilmiyor. Bu okulda ele
alınıp işlenen konular, özellikle sıra üstü öğrencilere yararlı olmuyor. Onun için
bu öğrenciler, sınıfın dışındaki konular üzerinde düşünmeye yöneliyorlar. İlgisiz,
başarısız ve yetenekleri sınırlı sanılan bu yaratıcı gücü yüksek öğrenciler,
sınıflarda öğretmenleri ürkütüyorlar. Bu çocuklardan birçoğu okulu bırakmak; başıboş
ve zihinsel tembellik içinde, amaçsız ortalıkta dolaşmak zorunda kalıyorlar. Bu
yanlış tutum, bu çocuklardan ve bunların ailelerinden birçoğunun gelecekten umut
kesmesine yol açıyor. Oysa, doğru hedefe odaklanmış olan öğrencilerini gerektiği
gibi güdüleyen çağdaş okulda bu çocuklar, sınıflarının yıldızı oluyorlar. Öğrenimi
ve disiplini dış denetimle (otoritenin baskısı ve yönlendirmesiyle) sürdürmeyi
amaçlayan okulda bu yüzden öğrencide bağımsız kişilik yerine, bağımlı kişilik
geliştiriliyor. Öğrenciler, iç denetim (kendi kendini kontrol etme) yeteneğinden
yoksun bırakılıyorlar. Hangi kurallara ve yasaklara niçin uyacaklarını sınıfta
öğrencilerle tartışarak belirlemek bir yana, uyulması gereken kural ve yasakların
gerekçesini öğrencilere açıklamak bile kimsenin aklına gelmiyor. Öğretmenin anlattığı
konuları ezberleyenlere başarılı ve sorumluluk bilinci yüksek öğrenci; özgün ve
yaratıcı tepkiler göstermeye girişenler ise aykırı, sorumsuz, dahası saygısız öğrenci
olarak niteleniyor. Okulda uyumlu davranışların değil, uyarlı (conformative)
davranışların öğretilmesi hedefleniyor. Geleneksel okul, bu tutumuyla çağın, gerçek
yaşamın dışına düşüyor. (2) Öğrenciyi Başkalarıyla Karşılaştıran ve Yarıştıran
Eğitim: Geleneksel okulda öğrenciler, sıklıkla birbiriyle karşılaştırılıyor ve onlara
başkalarıyla yarışma öğretiliyor. Her yarışmada öğrencilerin biri ya da birkaçı
yarışmayı kazanan; onların dışındaki bütün öğrenciler ise yitiren konumuna
düşürülüyor. Karşılaştırıldığı kişinin düzeyine ulaşamayan öğrenciye de gereksiz bir
eksiklik duygusu yükleniyor. Birinin ya da birkaçının bir yarışmayı kazanması,
büyük çoğunluğun yenik düşmesi anlamına geldiğinden, büyük çoğunluk, bir avuç
başarılı arkadaşlarına karşı ya çekememezlik, kıskançlık ve nefret ya da kaygı ve
güvensizlik duygusu geliştiriyor. Öğrencinin değeri, yarışmayı kazanması ya da
kazanmaması ile özdeşleştirildiği için eğitimin amacı, öğrenmeden çok, kazanmaya
odaklanıyor. Oysa gerçek yaşam, yarışa değil, işbirliğine, yardımlaşmaya dayanıyor
ve herkesin kendi gücü oranında bu ortak yaşama katkı vererek başarıya ulaşmasını
bekliyor. Beklentilerinden birisi de herkesin sürekli olarak kendisiyle yarışması ve
kendini geçmesidir. Bu tür bir yarışmanın sonuçları, herkesi sağlıklı ve mutlu kılıyor.
Başkalarıyla yarışma ise öğrencilerin büyük çoğunluğunu mutsuzluğa itiyor. Yaşamın
içinde elbette yarışma da vardır; ama yaşam, tümüyle bir yarış arenası değildir.
Günlük yaşamda insanın gereksinimlerini olağan yolla gidermesi, öbür insanlarla
işbirliği yapmasına bağlıdır. Kavgasız gürültüsüz bir yaşam için, küçük yaştan
başlayarak insanların sevgi, arkadaşlık, yardımseverlik, hakka hukuka saygı ve
işbirliği eğilimlerini geliştirmek gerekiyor. Yalnızca başka güdüleme araçları etkisini
yitirdiği zaman ve tüm olumsuz yan etkiler denetim altına alındıktan sonra başvurulan
yarışmalar sakınca taşımıyor. (3) Gizilgüçleri Ortaya Çıkarmayan Eğitim:
Geleneksel okulda akademik gizilgüçlerin geliştirilmesi öne alındığı için, akademik
güçlerin dışındaki gizilgüçler ortaya çıkarılamıyor. Bu da insanın gizilgüçlerinin
büyük bölümünün görmezden gelinmesi anlamına geliyor. Geleneksel okulda resim,
müzik, okuma, yazma, spor ve diğer sanatsal yeteneklerle ilgili konulara az yer
veriliyor; yer verilince de bundan bir avuç insan yararlandırılıyor. Oysa, öğrencinin
istediği, ilgilendiği bu konular, onda belli bir özel yeteneğin olduğunu gösteriyor.
Bunun algılanarak, akademik yönden başarısız olan öğrencilere de bu konularla
uğraşması için yeterli zaman verilmesi gerekiyor. Toplumda akademik gereksinimler
dışında kalan alanlar, akademik alanlardan daha az önemli değildir. Dahası bunlar,
yaşamı renklendiren, insanı mutlu kılan uğraşlardır. (4) Genellemeye Vardırmayan
Eğitim: Geleneksel okullarda ayrıntılar üzerinde yoğunlaştırılan öğretimde
genellemelere varma, çoğu kez ihmal ediliyor. Öğrenciler, ilgi ve gereksinimleri
yönünde ayrıntılı bilgileri öğrenmeye istekli görüldüğünde ayrıntılı bilgilere yer
vermek, öğrenmenin verimini artırıyor. Ancak, bu ayrıntılı bilgilerin kalıcılık
kazanması için genellenmeleri gerekiyor. Bu ise, geleneksel okulun amaçları arasında
yer almıyor; bu okulda buna uygun yöntemler kullanılmıyor. (5) Kişilik Bütünlüğünü
Bozucu Davranışlara Yönelten Eğitim: Geleneksel okulda öğrenme yerine, sınıf
geçme amaçlanıyor. Bunun başarılması için çoğu kez, dürüst olmayan yollara, kişilik
bütünlüğünü bozucu davranışlara başvuruluyor. Öğrenci, kimi zaman öğrenme yerine
sınıf geçmeyi sağlayan stratejiler geliştirerek geçer not alabilmenin yollarını arıyor.
İş, örneğin, kopya çekmeye , öğretmene şirin görünmeye ya da öğretmenle hoş
olmayan gerginlikler yaşamaya dek varabiliyor. Çağdaş eğitimin uygulayıcısı olan
öğretmen ise öğrencileriyle ilişkilerini bu tür ilkel, ikiyüzlü davranışlar yerine saygı,
eşduyum, içtenlik ve dürüstlük ilkeleri çerçevesinde sürdürüyor. (6) Edinilen
Bilginin Anlamı Üzerinde Durmayan Eğitim: Çağdaş eğitimde öğrenci için,
edinilen bilginin anlamı üzerinde önemle durulurken, geleneksel eğitimde, taşıdığı
anlam üzerinde düşünülmeden öğrenciye bilgi kazandırılmaya çalışılıyor. Bu
yüzden de bu bilgiler öğrencide köklü bir davranış değişikliği yaratmıyor. Oysa
sınıfta yer verilen her etkinliğin, öğrenci için bir anlamı ve amacı olmalıdır. (7)
Yetişkin Mantığına Göre Düzenlenen Eğitim: Geleneksel okul programları ve
etkinlikleri, öğrencinin isteklerine, zihinsel yapısına uygun olarak değil, yetişkin
mantığının işleyişine ve tercihine göre düzenleniyor. Gerçek yaşamda belli bir
bütünün farklı boyutları olan konular, geleneksel okulda bütünden soyutlanarak ele
alınıyor. Bu yapay yaklaşım da çocuk için fazla bir anlam taşımıyor. Oysa gerçek
yaşamda o bütünlüğün bir anlamı vardır ve o bütünlük, bir gereksinime yanıt veriyor.
(8) Olumsuz Tutumları Öğreten Eğitim: Geleneksel okulda öğretmenler çocuğa
belli bir konu yerine daha çok, onun benliğine ilişkin olumsuz tutumları öğretiyorlar.
Bu da öğrenmeyi ve kendini gerçekleştirmeyi güçleştiriyor. Öğretmenler,
öğrencinin öğrendiklerini değerlendirirken verdiği notla öğrenciye “Öğrenmen
henüz yeterli değil.” iletisi yerine, “Benliğin yetersiz olduğu için başarı
gösteremedin.” iletisini veriyorlar. (9) Duygusal Nitelikli Öğrenmelere Gerektiği
Kadar Yer Vermeyen Eğitim: Geleneksel okul, duygusal nitelikli öğrenmelere
hemen hiç yer ve önem vermiyor. Oysa köklü davranış değişiklikleri, ancak duygusal
nitelikli öğrenmelerle gerçekleşiyor. Okulda ve sınıfta insanlarla olumlu ilişkiler
kurma, başkalarına karşı olumlu tutum geliştirme, ancak gerçek yaşantılarla
sağlanabiliyor. Gerçek yaşantıların içinde ise duygular vardır. Onun için okulun,
duyguların da konuşulabildiği ve yaşandığı bir yer durumuna getirilmesi; okulda
öğrenmeyi olumsuz etkileyen duyguların yaratılmaması gerekiyor. Öğrenilenlerin
kalıcılığını sağlamada olumlu duyguların önemli bir yeri bulunuyor. Olumsuz
duygular ise yeni öğrenilenleri zorlaştırdığı gibi, öğrenilmiş olanların da
unutulmasını çabuklaştırıyor. Eğitimin hedefine ulaşmasına engel olan, ruh
sağlığını bozan eğitim uygulamalarının bu olumsuz etkilerini ortadan kaldıracak yeni,
bilimsel dayanaklı uygulamaları gerçekleştirmek, elbette güç bir iştir. Ancak,
öğretmenin geleneksel eğitim uygulamalarının verdiği zararların bilincine varması
ya da vardırılması; bunların yerine geçmesi gereken uygulamaların neler olması
gerektiğini bilmesi bile eğitime pek çok olumlu etki yapacaktır. Bu konuda ilk görev,
elbette öğretmen yetiştiren kurumlara düşüyor. Bu kurumların, öğretmene üstün bir
meslek yeterliliği kazandırması; Milli Eğitim Bakanlığının da düzenli ve yeterli bir
meslek içi eğitimi gerçekleştirmesi, sorunun çözümü için en etkili adımlar olacaktır.
Bkz. bilişsel öğrenme; duyuşsal öğrenme; hümanist öğretmenlik; ruh sağlığı.
Okulda Ruh Sağlığını Bozan, Öğrencinin Kendini Gerçekleştirmesinin Önünü
Kesen Başlıca Etkenler Bkz. okulda ruh sağlığı.
okul fobisi Bkz. okul korkusu.
okul korkusu (school phobia) Okula gitmek istememe ve bu isteksizliğini çeşitli
bedensel ve ruhsal tepkilerle ortaya koyma; okul fobisi, okul yılgısı. Okula
başlamadan önce, çocuğa okulla, öğretmenle ilgili korkutucu olaylar anlatılmış ya da
duyurulmuşsa, bu anlatım ve duyumlar, çocukta okula karşı bir korku oluşturuyor.
Okulda göz dağı ile, şiddetle karşılaşan ya da başka birine şiddet uygulandığına tanık
olan, bu tür bir uygulamanın yapıldığını duyan çocuk da okul korkusu geliştirebiliyor.
Ancak, araştırmalar, okul korkularının çoğunun okuldan değil, evden kaynaklandığını
gösteriyor. Bu korkulardan birinin kaynağını çocuğun, annesine aşırı bağımlılığı
oluşturuyor. Okul öncesinden başlayarak kendini yönetmeye, kendi sorunlarını kendi
başına çözmeye alıştırılmayan çocuk, okul çağı geldiğinde okula gitmek istemiyor.
Böyle bir soruna yol açmış olan anne baba, olaya soğukkanlılıkla yaklaşmalı;
gerekirse bir süre, çocuğu okula anne götürmelidir. Okul korkusu, kimi kez de anneyi
ya da babayı yitirme korkusuna dayanabiliyor. Anne ya da babasının evden
ayrılacağı, hastalanacağı, öleceği yönünde korkular geliştirmiş olan çocuklar da okula
gitmek istemiyorlar. Çocuk, anne babasının kavgaları sırasında örneğin, babasının
annesine vurduğuna, annesinin ağlayıp sızladığına tanık olmuş; ona babasının, “Çık git
bu evden.” dediğini; annesinin de “Ölmedim ki kurtulayım senin elinden.” biçiminde
konuştuğunu duymuş; ardından da annesi hastalanıp yatağa düşmüşse, çocuk, “Annem
ölecek.” korkusunu yaşamaya başlıyor. Okula gittiğinde, annesinin öleceğinden
korkuyor. Anne babanın seviştiğini, cinsel ilişkilerini gören ve bunu babasının
annesine saldırısı olarak yorumlayan çocuklarda da anneyi yitirme korkusu
gelişebiliyor. Gördüğü ya da duyduğu bu tür olay ve olguların etkisiyle çocuk,
annesinin evden ayrılacağı ya da öleceği; babasının, annesini öldüreceği; kendisinin
annesiz kalacağı korkusuna kapılıyor. Bu görüp duyduklarından sonra annesi bir de
hastalanıp hastaneye kaldırılırsa korkusu büsbütün artıyor. Bu nedenle de çocuk,
annesinden ayrılıp okula gitmek istemiyor. Ayrıca, anne-çocuk anlaşmazlıkları
sırasında annenin sergilediği yanlış tutumlar da bu tür bir korkunun oluşmasına yol
açabiliyor. Anne, çocuğuyla tartışırken, ona öfkeyle , “Ölsem de kurtulsam senden.”
gibi sözler söylediğinde, bu sözler çocukta suçluluk duygusu ve korku yaratıyor.
Bunu izleyen zaman içinde annesi, yatacak kadar hastalanmak bir yana, azıcık
rahatsızlansa bile çocuk, “Annem ölecek!” diye korkuyor. Bu ölüme ise kendisinin
neden olacağı yorumunu yapıyor. Bu tür korku ve kaygılar da çocuğu, annesinden
ayrılarak okula gitmekten alıkoyuyor. Onun yanında olunca, onu ölmekten
kurtaracağını düşünüyor. Bu durumda anne babaya düşen görev, konuyu öğretmene
de anlatarak, çocuğu mutlaka okula göndermek ya da götürmektir. Bu çocuklara
yapılacak en iyi yardım ise onun sıkıntılarını anlayışla karşılamak ve anne baba
olarak, öğretmen olarak onu desteklemek, onun yanında olduklarını ona
duyumsatmaktır. Bunun yanı sıra da anne-baba, anne-çocuk ve baba-çocuk ilişkileri
gözden geçirilip, varsa, aksaklıklar düzeltilmelidir. Bütün uğraşmalara karşın düzelme
olmazsa bir psikoloğa ya da çocuk psikiyatristine başvurulmalıdır. Bkz. korku.
okul olgunluğu (school maturity) İlköğretime başlamak için gerekli bedensel, devimsel,
zihinsel, dilsel, toplumsal ve duygusal gelişim düzeyi. Okul olgunluğu yaşı, birçok
ülkede 6 yaş sonu olarak belirlenmişse de araştırmalar, ilköğretime başlayanların
yaklaşık dörtte birinin, okul çalışmaları için yeterli olgunluğa ulaşmadıklarını
gösteriyor. Bu nedenle çocukların okul olgunluğuna ulaşıp ulaşmadıklarını belirlemek
amacıyla okul olgunluğu testi geliştirilmiştir. Kalıtımsal etkenler ve yaş etkeni
dışında toplumsal-ekonomik ve kültürel açıdan elverişli durumda olanlarla onların
karşıtı olan ailelerin çocuklarında farklılıklar saptanmıştır. Bu farklılık, çocuklarda
sayı olgunluğu, okuma olgunluğu, genel olgunluk gibi konular üzerinde durularak
belirleniyor. Zekâ üzerinde toplumsal-kültürel etkenin belirleyici bir rolü olduğu
konusunda pek çok görüş ve araştırma bulunuyor. Bu nedenle zekâyı ölçmede daha çok
“Adam çiz”, şekil testleri gibi kültürel koşullardan arınmış testler kullanılıyor.
Olgunluk düzeyini belirlemede çocukların zekâya dayalı eylemlerinin bir başka yönü
olan koşullara uyabilme, çevre ile ilişkilerdeki ve dili kullanmadaki başarı da
ölçülmeye çalışılıyor. Örneğin, çocuğun çevredeki yeni nesnelere ilgi duyma ve yeni
karşılaştığı sözcüklerin anlamını sorma konusundaki durumu belirleniyor. Öğrenme
ilgisi (güdülenme), özellikle okuma öğreniminde pek çok araştırmacının üzerinde
durduğu bir konudur. Çocuğun bütün bir gün içinde bulunduğu anın yerini günlük
olaylarla ilgili olarak belirleyebilen çocuk, okula başladığında, gün boyunca türlü
etkinliklerin art arda gelmesini kolayca kavrayabiliyor. Zihinsel gelişimi gösteren bir
başka konu, eşyaları kullanılışlarına göre kavramaktır. Konu dışına çıkmadan
olayları anlatabilme, öykülere ilişkin kestirimde bulunma ve bunları anlatabilme de
dikkat, belleme gücü ve dili kullanma yeteneğinin gelişmişliğini gösteriyor. Sonuç
olarak araştırmalar, zekânın değişik yönlerinin gelişimi ile içinde yaşanılan ekonomik
ve toplumsal-kültürel çevre arasında anlamlı bir ilişki bulunduğunu ortaya koyuyor.
Çevre uyaranları yetersiz olan çocuklar, bu uyaranların fazlasıyla yer aldığı
ortamlarda yaşayan çocuklara erişmede oldukça zorlanıyorlar. İşittikleri sesleri zaman
içinde doğru olarak yerleştiremeyen çocukların okuma zorlukları ile karşılaştıkları
saptanmıştır. Kendi bedeninin sağını, solunu doğru adlandırma, 5. yaşta başarılıyor.
Buna göre çocuklar okula başladıklarında, kendi bedenleri konusunda belirli bir fikre
sahip olmaları bekleniyor. Araştırmalar, okuma bozukluğu olan çocukların sağ-sol
ayrımı konusunda güçlük çektiklerini belirlemiştir. Sağ ya da sol elin kullanımı, beyin
yarımkürelerinden birinin egemen olmasıyla ilgili olduğu kadar da toplumsal çevre ile
değiştiğine ilişkin kanıtlar bulunuyor. Anne baba ve öğretmenlerin gösterdiği hoşgörü
de solaklığın artmasında etken oluyor. Okula hazırlıklı olmayı kısaca çocuğun okul
gereksinimlerini en iyi biçimde karşılayabilmesi olarak tanımladığımızda, toplumsal-
ekonomik durumun hem gerekli malzemeleri almayı sağlayacak parasal olanaklar hem
de çocuğun içinde yaşadığı maddesel çevre koşulları açısından rolünün büyük olduğu
görülüyor. Okul öncesi dönemde çocuğa yeterli besinin, ayrı bir odanın, oyuncağın,
birtakım etkinliklere alışmasına yardımcı olan araçların sağlanması, öncelikle
maddesel olanak gerektiriyor. Çocuğun kendisine örnek olarak seçeceği anne babanın
evde ilgilenmekten hoşlandıkları uğraşların türü, toplumsal-kültürel çevrelere göre
farklılık gösteriyor. Anne babasının sıklıkla bir şeyler okuduğunu gören çocuk, onları
taklit etme yoluna gidiyor. Başlangıçta çocuk, bir kitabı, bir dergiyi okuyormuş gibi
yapıyor; daha sonra sıklıkla yinelenen basılı şekilleri öbürlerinden ayırmayı; giderek
okumayı bile öğrenebiliyor. Evde çocuğun zihinsel ve kültürel gelişimini
hızlandıracak koşulların, ailenin yapısının da çocuğun gelişiminde önemli rolü
bulunuyor. Anne babanın birlikte karar verdikleri ve kendisiyle ilgili kararlarda
düşüncesi sorulan çocuklar, hem dil gelişiminde hem de düşünsel ve kültürel
gelişimde daha kolay başarı sağlıyorlar. Babanın tek söz sahibi olduğu; annenin bile
düşüncesinin sorulmadığı bir aile ortamında ise çocuklar bir konu üzerinde düşünüp
görüşünü söylemeyi değil; boyun eğmeyi öğreniyorlar. Bu tür aile ortamında çocuk
ancak boyun eğerek kendini güvencede duyumsayabiliyor. Çocuğun duygusal
gelişimini etkileyen etkenlerden birini de anne babanın anlaşması oluşturuyor. Anne
babanın birbirine sevgi ve saygıyla davrandığı; kendisine ilişkin kararlarda ortaklaşa
ve kararlılıkla davranılan bir evdeki çocuğun yetişme koşulları ile sürekli
tartışmaların yer aldığı, birinin verdiği karara öbürünün karşı çıktığı bir evde çocuğun
sağlıklı gelişim olanakları, birbirinden farklı oluyor. Duygusal dengesizlik, çocuğun
sağlıklı ilişkiler kurmasını, öğrenme isteğini; dolayısıyla okul hazırlığını da olumsuz
etkiliyor. Anlaşan ailelerin çocukları, dış çevreye daha çok ilgi duyuyor; başkalarıyla
daha iyi ilişki kuruyor; yeni şeyler öğrenmek için daha çok güdüleniyor. Çocuğun anne
baba ile oyun oynama olanakları da okul öncesi dönemdeki duygusal ve zihinsel
gelişimini etkiliyor. Oyunlarda iç dünyasını yansıtma olanağı bulan çocuk, kimi anneyi
kendi konumu ile oyuna sokuyor; kimi de babayı evin küçük çocuğu yaparak onların
kendisini olumlu ya da olumsuz biçimde etkileyen davranışlarını anlamalarına
yardımcı oluyor; bu davranışların kendisi üzerindeki olumsuz etkilerini de oyun
biçiminde anlatarak rahatlıyor. Ayrıca, oyun kurallarına uymakta güçlük çeken çocuk,
kimi oyunları anne babasıyla oynayarak öğrenince onları başka çocuklarla oynarken
oyun kurallarına yetyerince uymamasından kaynaklanan çatışmalarını da çözmüş
oluyor. Başta anne olmak üzere, öbür aile bireylerinin konuşmaları, okudukları öykü
ve masallar, anlattıkları öyküler, okul öncesinde çocuğun dile ilişkin yaşantılarının en
önemli bölümünü oluşturuyor. Çocuk, ilköğretime başladığında, aile çevresinde
edindiği bu dil yardımı ile arkadaşları, öğretmeni ve öbür yetişkinlerle başarılı bir
iletişim kuruyor. Bu konudaki araştırma sonuçları, çocuğun ileride okumadaki
başarısının evde yaşadığı dil ve konuşma olanakları ile yakından ilgili olduğunu
gösteriyor. Çocuğun okula başlamadan önce okumaya karşı duyduğu ilgi de onun
öğrenmesini kolaylaştırıyor. Bütün bu sayılanların yanı sıra çocuğun öbür insanlarla
ilişkileri de onun okul başarısını önemli ölçüde etkileyen etkenler arasında yer alıyor.
Çocuklarla rahatlıkla oynayabilen, onlara kendi düşüncelerini aktarıp kabul
ettirebilen, ilk karşılaştığı kimselere kolaylıkla uyum gösteren çocukların okul
başarısı, bunları başaramayanlardan daha iyi oluyor. Okul yaşına gelen her çocuğun
okula gitmesi ile sorun çözülmüş olmuyor. Eğer okul, çocuğun gelişimini sağlayacak
olanaklara sahip değilse evden avantajsız gelen çocuklar, okulda bir engelle daha
karşılaşmış oluyorlar. Okulda bu avantajsız çocukların eksik devimsel, algısal, dil
ve düşünce gelişimlerini sağlamak için uygulanan hazırlık programı, oldukça
yararlı sonuçlar veriyor. Çünkü bu alanlar ve bunlar arasındaki ilişkiler, her öğrenme
düzeyinde önem taşıyor. Dengeli ve iyi bir duygusal uyarılmanın gerçekleştirildiği
bir ortamda bu özellikler, düzenli ve çabuk gelişiyor. Ancak, hazırlık programının,
oyunun yerini asla almaması; tersine ona yardımcı olması, yön vermesi gerekiyor.
Oyunun, özellikle okul öncesinde çocuğun dış dünyayı tanımak için kullandığı çok
etkili bir araç olması nedeniyle hazırlık programı uygulanan bir okulda da çok önemli
bir yere sahip bulunuyor. Bu durumda yapılacak en iyi uygulama, serbest oyunun yanı
sıra, özellikle okumaya hazırlık çalışmalarına yardımcı olabilecek “resme bakarak
anlatma”, “eşleri ve karşıtları bulma”, “boz-yap”, “saklı olanı bul”, “en kısa yolu
bul” (Labirent), değişik dokunma duyusu veren nesnelerden yararlanarak “sayıları,
renkleri, geometrik şekilleri tanıtma” türünden oyunlar ve kitaplara bakma,
şekilleri boyama gibi uğraşlara da programda yer verilmesidir. Eğitimde fırsat
eşitliği koşulunun gereği olarak gruplar arası fark, bu yolla en aza indirilmelidir.
Devletin, Ailelerin Alacağı Önlemler ile Okul veAilelerin İşbirliği Yaparak
Almaları Gereken Önlemler: Devletin ve Ailelerin Alması Gereken Önlemler:
(1) Devletin ve Kurumların Alacağı Önlemler: İlk önlem, okulöncesi eğitimi
yaygınlaştırmak olmalıdır. Ancak, bu eğitimi, yeterli ve yetkili öğretmenler
vermelidir. Eğitim ortamı, çocukların her türlü gereksinimlerini karşılayacak biçimde
düzenlenmelidir. Okulöncesi eğitim programları, ülkenin en geri bölgelerinden
başlanarak uygulamaya konmalıdır. Bu gerçekleştirilene dek ilköğretimde hazırlık
sınıfları açılmalı; çocuk kütüphanelerinde okulöncesi çocuklar için özel bölümler
oluşturulmalıdır. (2) Ailelerin Yapması Gerekenler: Aileler, öncelikle çocuklarının
gelişim özelliklerini yansız bir biçimde değerlendirmeli ve o doğrultuda çocuklarının
gelişimine yardımcı olmalıdırlar. Yanlış değerlendirme, çocuğu okula erken
göndermekle sonuçlanmamalıdır. Aileyi, çocuğun yalnızca zekâ gelişimi
yanıltmamalıdır. Anne baba, kimi zaman da çocuğun okumaya karşı gösterdiği aşırı
ilgi karşısında ne yapacağını bilemiyor. Anne baba, çocuğun sözcüklerle, yazılarla
ilgisine yanıt vermelidir. Çocuğun deneyimini zenginleştirmek anlamlı bir iştir.
Çocuğa fazla yüklenerek ilgisini öldürmek yanlış olmakla birlikte, kimi özel
durumlarda çocukların kendi kendilerine okuma yazmayı öğrendikleri görülüyor.
Ancak, çocukların yalnızca harfleri tanımasına, sözcükleri okumasına okuma denemez.
Okuma, bir okuma parçasından ileti çıkartılan, birbirini izleyen bir etkinliktir. Anne
babalar, özellikle dış çevre uyaranlarının etkisiyle okula gitmekte güçlü bir istek
ortaya koyan, okumaya ilgi duyan; dahası kimi basılı parçaları okuyan çocukları okula
göndermede dikkatli olmalıdırlar. Çünkü okula başlama olgunluğu, bunlar dışında
çocukta belli bir süre oturabilmek ve dikkatini toplayabilmek , arkadaşları ve
öğretmeniyle iyi ilişkiler kurabilmek, verilen ödevi sonuna dek yapabilmek, el-göz
eşgüdümü, görme ve işitmede farklılaştırma gibi çok yönlü özelliklerin varlığını
gerektiriyor. Bunlardan birinin ya da birkaçının yetersizliği, çocuğun bu yeni ortama
uyumunu güçleştirmekle kalmıyor; bu yeni kurumda kendisinden beklenen görevlerde
başarısız duruma düşmesine yol açabiliyor. Böylece daha ilköğretimin başlangıcında
düş kırıklığına, okumaya karşı olumsuz tutum oluşturmaya kapı açılmış oluyor. (3)
Okulla Ailenin İşbirliğine Dayanan Önlemler: Hazırlık programlarının başarılı
biçimde uygulanmasında temel işlevi, iyi yetiştirilmiş öğretmen ve uzmanlar yerine
getiriyorlar. Okulöncesi kurumların verdiğini çocukların evde pekiştirebilmesi için
anne babaların okulun etkinliklerine katılabilmelerini sağlamak üzere, çocuk eğitimine
koşut olarak yetişkinlerin eğitimine de yer vermek söz konusudur. Bu amaçla
düzenlenen kurslar, konferanslar; hazırlanan kitap ve kitapçıklar önemli yararlar
sağlıyor. Bkz. çocuk ve ergenin gelişim Dönemleri ( 3) İkinci Çocukluk Dönemi); okul
öncesi eğitim; yetenek; zekâ; zekânın derecelendirilişi.
okul ödevi (assignment) Bkz. ev ödevi.
okulöncesi eğitim (pre-school education) 2-5 yaşları arasındaki çocuklara, okula
başlayıncaya dek, gruplar içinde, çocuk yuvaları ve ana okullarında verilen eğitim.
Konuşma, gözlem, araştırma, duyuları geliştirme, el ve beden çalışmaları okulöncesi
eğitimin başlıca konularını oluşturuyor. Okulöncesi eğitim programında, çocuğun
sağlıklı bir bedensel gelişim göstermesini sağlayacak çeşitli oyun ve harakatler,
serbest oyunlar, resim, kil, kukla, su oyunu gibi etkinliklerin yanı sıra çocukların
özellikle ana dillerini iyi kullanabilmelerine ilişkin etkinliklere ve dil konusundaki
deneyimlerini artıracak sözlü anlatın etkinliklerine ağırlık verilmesi gerekiyor.Bkz.
okul olgunluğu
okul programı (educational program, school program) Bir okulun ders dışı
çalışmalarını da kapsayan tüm programı; eğitim programı. Bu programda ders ve
öbür etkinliklerin amaçları, açıklamaları, türleri ve sıraları belirtiliyor. Bu terim,
belli bir dersin programı (program of study) ile eşanlamda da kullanılıyor. Bkz.
öğretim programı.
okul psikoloğu (school psychologist) Psikoloji yöntem ve tekniklerinde uzman olan
(ABD’de psikolojide en az master derecesi bulunan) bir okul görevlisi; okul
ruhbilimcisi. Başlıca işi, öğrencilerin davranışlarını yorumlama yolu ile öğretmen ve
yöneticilere ve öteki görevlilere yardımcı olmak ve çocuklar üzerinde olay
incelemeleri yapmaktır. Okul psikoloğu bu amaçla bireylere testler uyguluyor ve tanı
koymaya çalışıyor. Okullarımızda bu görevi rehber öğretmenler yapıyor.
okul psikolojisi (school psychology) Eğitim psikolojisinin ilköğretim ve ortaöğretimde
ortaya çıkan ruhsal-eğitsel sorunları inceleyen ve bunların çözüm yollarını ortaya
koyan dalı; okul ruhbilimi. Öğrencilerde görülen davranış bozukluklarına ilişkin
danışmanlık, psikolojik testlerin uygulanması, öğretim programlarının planlanması ve
uygulanması, çocukların eğitim ve davranış sorunları üzerinde anne babalarla
görüşmeler, eğitim sorunlarının araştırılması, okul psikolojisinin başlıca konularıdır.
okul ruhbilimcisi Bkz. okul psikoloğu.
okul ruhbilimi Bkz. okul psikolojisi.
okulsuz toplum (school deschooling) Bireyin bilgilenme gereksiniminin, belli
bilgilerin çoğu kez baskıcı bir yöntemle ve aşamalı olarak verildiği; ekonomik ve
siyasal sömürünün ayrıştırılamayan bir aracı durumuna gelmiş okul kurumuyla değil;
isteyenin istediği bilgiyi istediği yerden ve istediği zaman oğrenmesini sağlayan bir
örgütlenmeyle giderildiği düşünülen toplum. Bkz. eleştirel pedagoji; ILLICH, Ivan.
okuma (reading) 1.Yazılı ya da basılı bir metni, harfleri tanıyarak ve sessizce, gözle
çözümleyerek anlamak ya da aynı zamanda seslendirmek. 2.Yazılı bir metnin içeriğini,
iletmek istediklerini öğrenmek. 3. Öğrenim görmek. 4. Şiir, şarkı, türkü ve
benzerlerini sesli olarak ya da ezgisiyle söylemek. 5. Bir şeyin anlamını çözmek. 6.
Kimi belirtilere bakarak bir anlamı, gizli bir duyguyu anlamak, kavramak.
Postmodern yaklaşıma göre, açıklama, bakış açısı ya da kuramı. Postmodernistler,
tarihe, olaylara, bilime, kuramlara, sağlığa, hastalığa ve benzerlerine bir tür metin gibi
baktıkları için, bunları “okumak”tan söz ediyorlar. Buna göre, örneğin bir olayı, bir
hastalığı “okumak”, o olayı, hastalığı, şu ya da bu gözle, şu ya da bu bakış açısından
anlamak, açıklamak, yorumlamak anlamını taşıyor. Bkz. okuma alışkanlığı; okuma
becerisi; okuma bozukluğu; okuma güçlüğü; okuma olgunluğu; okuma psikolojisi;
okuma sevgisi; okumaya hazır olma; okuma yeteneği; okuma yeteneği testleri;
okuma yitimi.
okuma alışkanlığı Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri ( 3) İkinci Çocukluk
Dönemi).
okuma becerisi (reading skill) Okuma başarısı için gerekli yetenek. Bu yetenek,
sözcükleri tanıma, sözcüklerin anlamlarını kavrama, sözcükleri düzenleme ya da
anımsama gibi becerilerle ortaya konuluyor.
okuma bozukluğu (dyslexia) Zekâ düzeyinin normal ya da normalin üstünde olmasına
karşın söylemek, yazmak, okumak ve okunanı anlamak için gerekli sözcükleri tanıma,
çözme, sıralama gibi yetilerin yitirilmesi ya da bu yetilerin gelişmemiş olması;
disleksi, özel okuma bozukluğu, okuma yetersizliği. Okuma bozukluğunun, konuşma
bozukluğu ile bir bağlantısı bulunmuyor.
okuma güçlüğü (reeding difficulty) 1. Öğrencinin yeterli düzeyde okumasını engelleyen
belli bir beceri eksikliği. 2. Belli bir öğrencinin ya da grubun seçilen parçayı ya da
kitabı okumadaki güçlük derecesi. Bu güçlük, çocuğun yaşına ve zekâ düzeyine göre,
okunan parçanın konusunun basitliği ya da karmaşıklığı; parçanın sözcük içeriği,
tümce yapısı, mecaz dili, tümce uzunluğu gibi etkenler incelenerek saptanıyor.
okuma kaybı Bkz. okuma yitimi.
okuma olgunluğu (reading maturation) 1. Bedensel, zihinsel ve duygusal gelişim sonucu
okumaya hazır olma durumu. 2. Okumada tam gelişime ulaşmış olma; bir kişinin
okumaya tam uyum sağladığı aşama. Bkz. okumaya hazır olma.
okuma psikolojisi (psychology of reading) Karmaşık bir işlem olan okumada yer alan
duyusal, kassal ve zihinsel etkinlikleri ayrıntılı olarak inceleyen ve bunlardan
okumada en iyi biçimde yararlanma yollarını ortaya koyan psikoloji dalı.
okuma sevgisi Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri ( 3) İkinci Çocukluk Dönemi).
okumaya hazır olma (reading readiness) 1. Çocuğun okuma öğrenmesi için gerekli
gelişim basamağı. Ciddi bir kişilik uyumsuzluğu, içekapanıklık, görme ve işitme
engeli gibi özel bir özür olmadığında bu, genellikle takvim yaşı olarak 6 yaş; zekâ
bölümü olarak da 100 ve daha yukarısı anlamına geliyor. 2. Belli bir güçlük
basamağındaki okuma öğretimi için gerekli bedensel, zihinsel ve duygusal olgunluk.
Bkz. okuma olgunluğu.
okuma yeteneği (reading ability) Bir dildeki basılı simgeleri, olağan göz hareketleriyle
bir bakışta tanıyabilme ve doğru olarak yorumlayabilme gücü.
okuma yeteneği testleri (reading ability tests) Okuma yeteneğini ölçen testler. Okuma
yeteneği testleri, bu yeteneğin ya sözcük bilgisi, okuma hızı ve okuduğunu anlama
düzeyi gibi yönlerini ölçen bir test takımı olarak uygulanıyor ya da söz konusu yönleri
ölçen ayrı testler olarak kullanılıyor. Okuma becerilerinin güçlü ve zayıf yanlarını
belirten bu testlerden eğitsel rehberlikte çok yararlanılıyor.
okuma yetersizliği Bkz. okuma bozukluğu.
okuma yitimi (alexia) Görme yetersizliği ya da güçlü bir zihinsel bozukluk ve
yetersizlik bulunmamasına karşın, bir yazıyı okuma yeteneğini yitirme; aleksi, okuma
kaybı, sözcük körlüğü.
okuryazarlık (literacy) Köken olarak okuma yazma becerisi. Ancak, bu terime
günümüzde, özellikle endüstri psikolojisinde, işlevsel anlamda, örneğin, “belli bir
işin gerektirdiği düzeyde bilgisayar kullanabilme bilgisayar okuryazarlığı yada bilgi
okuryazarlığı gibi çok daha özel anlamlar yüklenmiştir.
okülomotor siniri (oculomotor nevre) Göz çevresindeki kasların hareketini denetleyen
üçüncü kafa sinirleri. Bu sinir felç olduğunda göz kapağı düşüyor; gözün dışakayması
sonucu kişi çift görüyor ve göz bebeği genişliyor.
olabilirlik (possibility) Sönmez’in (2011) daha önce ortaya konulmuş olan ve bilimsel
anlayışta temel kabul edilen iki görüşün dışında ileri sürdüğü üçüncü bir görüş. Bu iki
görüşten biri naiv pozitif görüştür. Buna göre doğal ve toplumsal olguların tek olan
nedeni bulununca sorun, kesin olarak çözümlenir. Bunu bulmanın yöntemi de tektir ve
bu yolla elde edilen bilgi, yüzde yüz değişmez doğrudur. Bu görüşe karşı çıkan anti
pozitivistler, doğal ve toplumsal olguların tek değil; pek çok nedeni olduğunu ileri
sürdüler. Onlara göre sürekli değişim olduğundan, doğal ve toplumsal olgular ve
bunlara ilişkin elde edilen bilgiler de değişiyor; dolayısıyla bu bilgiler, yüzde yüz
doğru olamaz; doğrular eğretidir. Her olgu için aynı yöntem de kullanılamaz.
Olabilirlikte ise “her türlü bilgi şimdiliktir” ve “olmaz; olamaz” önermeleri temel
kabul ediliyor. “Her türlü bilgi şimdiliktir.” Önermesinin İçerdiği Anlamlar: (1)
“Her bilginin doğru, yanlış, saçma, belirsiz, olabilir gibi doğruluk değerleri alması
zamana bağlı olabilir.” Örneğin, insanın Ay’a gidebilmesini 19. yüzyılın sonuna dek
çoğu insan saçma olarak nitelemiştir; yaklaşık iki bin yıl, Dünya’nın düz ve evrenin
merkezi olduğu savunulmuştur. (2) “Üzerinde bilgi elde etmeye çalıştığımız
gerçeğin niteliğini, boyutlarını bilemediğimizden ve tümüne ulaşamadığımızdan
dolayı, elde edilen bilgi şimdilik doğru, yanlış, saçma, belirsiz, olabilir gibi
doğruluk değerlerini alabilir.” Örneğin, atom bombası patlatıldıktan sonra
“Maddenin bölünemeyen en küçük parçası atomdur.” önermesinin yerini “Maddenin
bölünemeyen en küçük parçası kuarktır.” önermesi almıştır. (3) “Bilgi elde ederken
ve onun doğruluk değerini saptarken kullanılan ölçütlerin göreli olması da “Bilgi
şimdiliktir.” ilkesini destekleyebilir; çünkü ölçütler belli bir objeye göre
belirlenmektedir.” Örneğin, bir santimetre küp suyun kütlesi, bir gram sayılıyor.
Ekvator’un kırk milyonda birine metre diyoruz. Saat, Dünya’nın kendi ekseni
çevresinde dönüşünün dörtte biridir. Dünya yerine ışığın hareketi ölçüt alındığında,
zaman kavramı farklı biçimde tanımlanacaktır. (4) “Gerçeğe; yani olgu, olay ve
objelere ‘kavramsal olarak, o zamana dek elde edilen bilgiyle oluşturulan bir
çerçeveden, kuramcadan, kuramdan’ bakılıyor.” Gerçeği açıklamada daha önce
Galileo-Newton; daha sonra görecelik; zamanımızda da Bing Bank ve Hawking
kuramları kullanılıyor. Her kuram, öncekinin ve kendisinin açıklayamadığını da
gözler önüne seriyor. (5) “Bilginin ‘şimdilik olması’nın bir diğer nedeni de onu elde
ederken kullandığımız akıl yürütme yollarından ve işlemsel süreçlerden
kaynaklanabilir.” Bilinen hiçbir akıl yürütme, insanı yüzde yüz doğruya
ulaştıramıyor. (6) “İnsan ne kadar çalışırsa çalışsın, tümüyle objeye göre
davranamıyor.” Onun geçmiş yaşantıları, bilgi, beceri ve duyuşları, yaşadığı kültürel
değerler, dilinin ve beyninin yapısı ve gücü onun gerçeğe bakışına ve ulaşmasına
engel oluşturabiliyor. (7) “Tüm olgu ve olayların pek çok nedeni olabilir.” Bu
nedenlerin tümü şimdilik belirlenemiyor. (8) “Her bilginin temelinde sayıltı ve
tanımsız eleman vardır.” Sayıltılar, doğru kabul edilen akla uygun önermelerdir. Her
bilim, tanımsız kavramları kullanmak zorunda kalabiliyor. Örneğin, nokta, matematikte
tanımsız elemandır. (9) “Gerçeğin somut, soyut, insan ürünü olup olmaması, yapısı,
niteliği, ona ulaşmadaki güçlükler ve engeller, ona ilişkin elde edilen bilgilerin
doğruluk değerlerini etkileyebilir.” (10) “Bilim insanı, nesne ve olgular üzerinde
çalışırken onun niceliğini ve niteliğini istemese de değiştirmektedir.” (11) “
Gözlemlerin sınırlı; olguların sonsuz olması.” (12) “ Kanıtlamanın gelecekle ilgili
olması: Her kanıtlama işi, gelecekte işe koşulur.” Gelecek daha gelmemiştir ve ne
olacağı tümüyle bilinemiyor.” (13) “Tüm bunlardan dolayı bileşke nedene baş
vurulabilir ve o, doğruluk değerini daha tutarlı biçimde açıklayabilir.” Bileşke
neden, “başlangıçtaki koşullara duyarlı bağlılık” ilkesine dayanıyor. Buna kelebek
etkisi deniyor. Bu ilkeye göre sonuç, kendisini oluşturan koşullara bağlı bulunuyor ve
kendinden sonraki sonuçların oluşumunu da etkileyebiliyor. “Bir mıh bir nal; bir nal,
bir at kurtarıyor.” Örneğin, bir öğrencinin başarısı, kalıtsal ve çevresel pek çok
değişkene zincirleme bağlı olabiliyor, Doğa bilimlerinde de toplum bilimlerinde de
“olgular, sürekli düzenli bir düzensizlik” içinde bulunuyor. Bu durum, yeni bir nedenle
açıklanıyor; buna da bileşke neden deniyor. “Bileşke neden, zorunlu ve yeter
nedenlerin belli bir sıra, yer, zaman, yoğunluk, sayı vb. da birleşerek, aracı/larla
(katalizörlerle) sonucun oluşmasını sağlayan neden olarak ele alınabilir.” Bugün
çözmekte zorluk çekilen ışıktan daha hızlı gitme, entropi, başarı, başarısızlık, kanser,
yaşlanma, ölümsüzlük, toplumsal olgular gibi sorunların bileşke nedeni ve aracı/ları
olabilir. Bu bileşke nedeni ve aracıları çözebilmek, yeni araçlar, yöntemler, akıl
yürütme yolları bulup işe koşmayı gerektirebilir. Şimdilik, bu amaçla bulanık-belirsiz
mantık kullanılabilir. Buna bağlı olarak olabilirlik felsefesinin temel sayıtlısı, “Her
şey olabilir.” önermesine dayandırılıyor. Eğer “her türlü bilgi şimdilik ise ve mutlak
doğru değilse” pozitivistlerin ve anti pozitivistlerin ileri sürdüğü savlar, mutlak doğru
ya da yanlış olarak temel sayılamaz; çünkü bu savların kesin yanlış ya da doğru
olduğuna karar vermemizi olanaklı kılan bilgimiz bulunmuyor. Ayrıca olabilirlikle
ilgili doğru olarak buraya dek ileri sürülen savların tümü de yanlış, saçma, belirsiz ve
doğru olabilir. Dizgeli eğitim, olabilirlik felsefesini temel olarak kabul ediyor.
Buna göre eğitim, her öğrenciye uygun biçimde yeniden düzenlenebiliyor; belli
gruplara; dahası tüm insanlara göre de düzenlenebiliyor. Duruma, koşullara göre tüm
eğitim etkinlikleri değişebiliyor. Eğitim, yerine göre öğrenci; yerine göre öğretmen,
toplum, devlet, kurum, konu, sınama durumları, hedef ve davranışlar temeline
dayandırılıyor ya da bunların hiçbirine dikkat edilmiyor. Eğitim ortamında öncelik,
değeri yüksek olan önermelere veriliyor. Sonuç olarak eğitim, olanak ve fırsatların
elverdiğince insanı tüm boyutlarıyla geliştirme, çok yönlü yetiştirme, beyninde
istendik biyo-kimyasal değişiklikler oluşturma süreci olarak tanımlanabilir. Olanak ve
fırsatlar da her duruma göre denge kuracak biçimde yeniden düzenlenebilir. Eğitim
ortamında herkes bilgi, beceri ve duyuşlarını paylaşabiliyor; insan, her zaman temel
alınmayacağını benimsiyor; gerektiğinde zaman, doğa; gerektiğinde toplum;
gerektiğinde tek tek her kişi öncelik taşıyabiliyor; hoşgörülü davranılıyor; ancak,
vurdum duymaz tepkiler gösterilmiyor; kişinin kendini, başkalarını, öbür varlıkları
tanımasına ve yeteneklerini geliştiresine, saydam olmasına, duyuşsal gereksinimlerini
gidermesine, özgür ve demokratik ortamlarda yaşamasına, bilgi, beceri ve duygularını
zenginleştirip inceltmesine; çok yönlü düşünebilmesine; dinamik dengeler
kurabilmesine; doğruluk değeri ve sorun çözme olasılığı yüksek olan bilgi ve
yöntemleri kullanmasına olanak veriliyor. Bununla birlikte bu ilkeler de sürekli
gözden geçiriliyor; çünkü tüm bilgiler şimdiliktir ve olup biten hiçbir durum söz
konusu değildir. Her zaman, her durum ve koşulda her şey olabiliyor. Bkz. eğitim
akımları.
olağan ikizler (dyzigotic twins, fraternal twins) İki ayrı yumurtanın döllenmesiyle
oluşan ve aralarında, başka başka zamanlarda doğan kardeşlerinkinden daha çok
benzerlik olmayan ikizler; ayrı yumurta ikizleri
olasılık (probability) 1. Bir şeyin olabileceği inancını yaratan görünüş, durum; ihtimal.
2. Belli bir olayın gerçekleşme oranı. 3. Gerçekleşen olayların sayısının, olabilecek
olayların sayısına oranı.
olay (event, occurrence) 1. Bir olgu olarak yer alan ve geçen şey; vaka 2. İlgiyi çeken
ve çekebilecek olan her türlü eylem; hadise. 3. Tarihte yer alan önemli olgu. 4. Öykü,
roman, oyun, masal gibi yazınsal ürünlerde konuyu geliştiren olguların tümü.
olay incelemesi (case study) Belli bir birey, grup, durum, hastalık ve benzeri konularda
ailenin geçmişi, eğitim durumu, geçirdiği hastalıklar, aldığı testlerden elde ettiği
sonuçlar, görüşme kayıtları ve benzerlerinin toplanıp incelenmesi ve her türlü verinin,
bilginin toplanması için kullanılan araştırma yöntemi; vaka etüdü, örnek olay
incelemesi. Bkz. gözlem.
olay yazımı Bkz. gözlem.
olgu (fact) 1. Olayların dayandığı neden ya da bu nedenlerin yol açtığı sonuç; vakıa. 2.
Yapılan bir şey; gerçek dünyada eylemli olarak var olma durumu. 3. Özel bir bakış
açısına bağlı olarak gözlemlenen bir olay ya da durum. 4. Yazınsal yapıtlarda olayı
geliştiren davranış, iş, hareket. 5. Sinema ve tiyatroda olaylar dizisi.
olguculuk (positivism) 1. Fransız düşünürü August Comte’un (1798-1857) geliştirip
sistemleştirdiği, gerçeğe ancak olgulara, deney ve gözleme dayanılarak, pozitif
bilimlerin yardımıyla ulaşılabileceğini öne süren; fizikötesi açıklamaları olanaksız ve
yararsız sayan öğreti; pozitivizm. 2. Bu öğretinin, sonunda gerçekçilik akımını
doğuran, yazın alanında uygulanmış biçimi.
olgun değerler sistemi Bkz. inanç, kanı. değer.
olgunlaşma (maturation) Organizmanın doğuştan getirdiği özelliklerinin etkisiyle,
beynin ve bedenin uygun koşullardaki gelişimi; canlıdaki hücresel, işlevsel gelişim
süreci. İnsanın birçok yeteneği, olgunlaşmaya bağlı olarak gelişiyor. Sinir ve kas
sisteminde büyümeye koşut olarak gerçekleşen gelişim ve kalıplaşmış davranışların
birçoğu, olgunlaşma sonucu ortaya çıkıyor. Bu niteliği ile olgunlaşma, bir yönüyle,
örneğin, yürümede ve elleri kullanmada olduğu gibi, öğrenmeden bağımsız olarak
gerçekleşiyor. Çevrenin sağladığı devimsel alıştırmalar olgunlaşmaya hız katsa da
olgunlaşma, zamanı geldiğinde, organizmanın doğuştan getirdiği fizyolojik özellik
olarak beliriyor. Konuşma, düşünme gibi birçok yetenek de olgunlaşmaya dayanıyor.
Örneğin, ne kadar çaba gösterilirse gösterilsin, altı aylık bebeğe konuşma öğretilemez.
Olgunlaşmada görülen bedensel değişiklikler, düzenli bir sıra izliyor. Bebek,
yürümeden önce, başını dik tutmayı başarıyor (Baştan ayağa ilkesi). Çocuk,
büyüdükçe; yani onun kemik, kas ve sinirlerinin hacmi ve ağırlığı arttıkça,
organizmanın temelindeki gizilgüçlerin göreve hazır duruma gelmesi demek olan
olgunlaşma gerçekleşiyor. Bu süreç, ilerideki başarıların temel çalışmaları olan
gelişim alıştırmalarını da içeriyor. Kimi çocukların bir yaşına doğru, nerdeyse bir
gece içinde yürümeyi öğrenmeleri, bunun en iyi örneğidir. Bu, hem büyümenin hem de
olgunlaşmanın sonucunda gerçekleşiyor. Yürüme, gerçekte bir gecede ortaya
çıkmıyor. Yürümenin temelleri, çocuğun, ilk yeteneklerini geliştirmek için yaptığı
alıştırmalarla atılıyor. Çocuk, aylar önce başını dik tutmayı başardığında, yürümenin
ilk adımlarından birini atmış oluyor. Bu konuda yetişkinlere düşen, çocuğun yalnızca
bu temel bağlantıları geliştirebileceği uyum ortamını yaratmaktır. Kalıtımla olduğu
kadar çevresel koşullarla da ilgili olan olgunlaşma, insanın gelişimi için ön koşuldur.
İnsan, olgunlaşmasına koşut olarak, öğrenim yaşantılarıyla yeteneklerini geliştiriyor.
Olgunlaşma süreci insan yavrusunda ayları, yılları alırken, hayvan yavrularında bu
süre oldukça kısadır. Bir tay, doğuşundan çok kısa bir süre sonra ayağa kalkıyor ve
çöplenmeye başlıyor. Bkz. olgunlaşma bunalımı; olgunlaşma ilkesi; olgunlaşma
kuramı; olgunlaşma yeterliği; olgunluk.
olgunlaşma bunalımı (maturational crisis) Okula başlama, askere gitme, işe başlama,
evlenme, çocuk sahibi olma, emekli olma gibi bir gelişim evresinden ötekine
geçişlerin duygu ve davranışlarda oluşturduğu çalkantılar; olgunlaşma krizi. Bkz.
insanın sekiz çağı; okul olgunluğu; olgunlaşma; rastlantısal bunalım.
olgunlaşma ilkesi (principle of maturation) Eğitimde çocuğun zihinsel ve duygusal
olgunluk basamağının eğitim ödevlerini yapacak elverişliliğe ulaşmadıkça öğrenmenin
etkili olamayacağını savunan öğreti. Bkz. olgunlaşma.
olgunlaşma krizi Bkz. olgunlaşma bunalımı; rastlantısal bunalım.
olgunlaşma kuramı (maturation theory, or maturation hypotheis) “Kimi davranışlar,
yalnızca kalıtım ürünü olsa bile, ilgili organlar ya da sinir yolları belli bir olgunlaşma
düzeyine erişinceye dek uygun uyaranlar olsa da gerçekleştirilemez.” varsayımına
dayanan kuram; olgunlaşma varsayımı. Bkz. olgunlaşma.
olgunlaşma varsayımı Bkz. olgunlaşma kuramı.
olgunlaşma yeterliği (maturational readiness) Yeterli bir olgunlaşma aşamasına
gelindiği için belirli öğrenme durumları karşısında hazır ve güdülenmiş olma. Bkz.
olgunlaşma; olgunluk.
olgunluk (maturity) İnsanın bilgi, görgü edinerek, hoşgörü geliştirerek, duygusal
dayanıklılık kazanarak, olayları geniş bir açıdan değerlendirebilecek duruma gelerek
toplumca kabul edilebilir bedensel, zihinsel ve toplumsal-ruhsal bütünlüğe ulaştığı
gelişim evresi; erginlik. Erikson’a göre olgunluk, kişinin ya kendi çocuklarını
yetiştirerek ya da edinmiş olduğu bilgi ve becerileri başkalarına aktararak yeni
kuşakların gelişimiyle etkin bir biçimde ilgilendiği evredir. Bkz insanın sekiz çağı;
olgunlaşma; ruhsal olgunluk.
oligarşi (oligarchy) 1. Geniş halk kitlelerinin, küçük bir azınlığın ya da belli bir sınıfın
egemenliği ve denetimi altında tutulduğu yönetim biçimi. 2. İktidarın, zenginlik, askeri
güç ya da toplumsal statü gibi ortak bir paydası olan küçük; ancak sözü geçen bir
azınlığın tekelinde bulunan yönetim biçimi.
oligofreni Bkz. zekâ geriliği.
olmamış kılma (undoing) Psikanalize göre, suçluluk duygusu yaratan duygu, düşünce ya
da davranışların verdiği zararı gidermeye, yok saymaya, olmamış kılmaya, yapılmış
olanı bozmaya ilişkin simgesel davranışlar gösterme biçiminde işleyen bilinçsiz bir
savunma mekanizması. Sağlıklı kişi, yaptığı hata karşısında örneğin, özür dileme,
zararı giderici şeyler yapma, armağan verme gibi yollara başvurarak hatasını
bağışlatmaya çalışıyor. Obsesif-kompulsif (takınaklı düşünceleri ve zorlanımlı
davranışları olan) kişi ise örneğin, gün boyu aynı duayı okuma, sayı sayma, sıklıkla
ellerini yıkama, tahtaya vurma gibi simgesel eylemlerle suçluluk duygusunu
hafifletmeye, olmamış kılmaya çalışıyor.
olumlu aktarım (positive transferance) Ruh çözümleme (psikanaliz) sırasında kişinin
daha önce anne babasına ya da ilişkili olduğu başka önemli insanlara duyduğu sevgi,
bağlılık, yüceltme gibi olumlu duygularını psikanaliste yansıtması; pozitif transfer.
Freud’a göre, yaşanan çatışma ve güçlüklere karşın bu aktarım, hastanın tedaviyi
sürdürmesini sağlayan önemli bir özendirici; dahası, çoğu kez belirleyici bir etkendir.
Ancak, psikanalist, bu aktarıma karşılık vermemelidir. Bkz. olumsuz aktarım.
olumlu ceza (positive punishment) İşlemsel koşullamada bir davranışın sıklıkla
yinelenmesini önlemek için işlemsel davranıştan sonra, hoş olmayan bir uyarıcı (ceza
verme); örneğin, elini sıcak sobaya vurmak isteyen çocuğun eline vurmamız, onun aynı
davranışı sıklıkla yinelemesini önlüyor. Bkz olumsuz ceza.
olumlu değerlik Bkz. değerlik.
olumlu duygu Bkz. duygu.
olumlu etki yasası Bkz. THORNDIKE, Edvard Lee.
olumlu geçiş (positive transfer) Öğrenmede, var olan bir alışkanlık, beceri, düşünce ya
da ülkü ve benzeri özelliklerin, yeniden öğrenilecek ya da yapılacak olan üzerindeki
kolaylaştırıcı etkisi. Bkz. geçiş; öğrenmede olumlu geçiş; öğrenmede olumsuz geçiş.
olumlu pekiştireç Bkz. bulmaca kutusu; davranışçı psikoloji.
olumlu pekiştirme (positive reinforcement) İşlemsel koşullamada, istenen davranışı
güçlendirmek ve sıklıkla yinelenmesini sağlamak için işlemsel davranışı
ödüllendirme. Örneğin, bebeğimizin gülümsemesine dikkatle ve okşayarak karşılık
verdiğimizde, bebeğimizin gülümseme davranışı güçleniyor ve bebeğimiz bu davranışı
daha sık yineliyor. Bkz. olumsuz pekiştirme.
olumlu tutum Bkz. duyuşsal öğrenmeler (Duyuşsal Öğrenme Ürünleri: Tutumlar).
olumlu yük (positife cathexis) Bir nesne, düşünce ya da etkinliğe yüklenen sevgi, ilgi,
benimseme gibi olumlu duygular.
olumsuz aktarım (negative transference) Psikanalize göre, ruh çözümlemeyi
(psikanalizi) gerçekleştirmeye çalışan kişiye karşı düşmanlık duyguları geliştirme;
negatif transfer. Bkz. olumlu aktarım.
olumsuz ceza (negative punishment) İşlemsel koşullamada, bir davranışın yinelenme
sıklığını azaltmak için işlemsel davranıştan sonra olumlu bir uyarıcının (olumlu
pekiştirecin) kesilmesi. Örneğin, ev ödevlerini aksatan çocuğa televizyon yasağı
konulması, onun ödevini aksatma davranışının sıklığını azaltıyor. Bkz. olumlu ceza.
olumsuz değerlik Bkz. değerlik.
olumsuz duygu Bkz. duygu.
olumsuz etki yasası (negative law of effect) E. L. Thorndike’ın “Bir tepki
cezalandırılırsa, o tepkinin yinelenme olasılığı azalır.” biçimindeki genellemesi.
Thorndike’a göre, tepkinin olumsuz, hoş olmayan bir pekiştireçle cezalandırılması,
öğrenmeyi ortadan kaldırmaktan çok, tepkinin bastırılmasına yol açıyor. Bkz. etki
yasası; görgül etki yasası; güçlü etki yasası.
olumsuz geçiş (negative transfer) Öğrenmede, var olan bir alışkanlık, beceri, düşünce
ya da ülkü ve benzeri özelliklerin edinilmesini, yapılanmasını ya da yeniden
öğrenilmesini zorlaştırması ya da engellemesi. Bkz. bozucu etki; geçiş; olumlu
geçiş; öğrenmede olumlu geçiş; öğrenmede olumsuz geçiş.
olumsuz korelasyon Bkz. korelasyon.
olumsuz koşullama (negative or inhibitory conditioning, negative conditioning or
inhibition) Doğal olmayan bir uyarıcı, pekiştirilmediğinde koşullu bir tepkinin
oluşmaması durumu; yapmamaya koşullama.
olumsuzlaştırma Bkz. yadsıma.
olumsuz pekiştireç Bkz. davranışçı psikolojisi; edimsel koşullama.
olumsuz pekiştirme (negative reinforcement) Hoşa gitmeyen, cezalandırıcı ya da
gerginlik yaratıcı uyarıcı vererek canlıya belirli bir tepkide bulunmayı öğretme yolu;
rahatsız edici pekiştirme. Uyarımsız koşullamada bir kola ya da çubuğa basınca
cezalandırmanın son bulması. Bkz. olumlu pekiştirme.
olumsuz sanrı (negative hallucination) Nesne ya da kişiye bakmasına karşın onu
görememe. Bkz. sanrı.
olumsuz tutum Bkz. tutum.
olumsuz uyma (negative adaptation) Bir uyarıcıya yapılan tepki eşiğinin, bu uyarıcı
sürekli yinelendiğinde duyarlığının azalması. Bu durumda özgün uyarıcıya yapılan
tepkiler giderek zayıflıyor; aynı güçte bir tepki sağlamak için daha güçlü bir uyarıcı
gerekiyor.
oluşumsal kuram Bkz. epigenetik kuram.
omurilik (cord, spinal cord, myelon) Omurgalı hayvanlarda omurganın içini dolduran;
sinir hücreleri ile bunların uzantılarından oluşan; merkez sinir sisteminin, medullanın
alt ucundan, belkemiğinin alt bölümüne dek uzanan yapı; hayat ağacı. Omurilik, beyin
ile vücudun öbür bölümleri arasındaki sinyal alışverişinde ana röle istasyonu görevi
yapıyor. Omurilik ayrıca, beyinden bağımsız birçok refleksi gerçekleştiriyor ve
bunların eşgüdümünü sağlıyor. Omurilik zedelenmeleri ve omurilik hastalıkları, geçici
ya da kalıcı felçlerin oluşması, reflekslerin ortadan kalkması gibi birçok sinirsel
anormalliklere yol açıyor. Bkz. merkez sinir sistemi; omurilik merkez kanalı;
omurilik refleksi; omurilik siniri düğümü; omurilik sinirleri; omurilik soğanı;
omurilik-talamus yolu; sinir sistemi.
omurilik merkez kanalı (spinal or ependymal canal) Omuriliğin, içinde yer aldığı
omurga kemikleri arasındaki kanal.
omurilik refleksi (spinal refleks) omurilik tepkesi. 1. Üst merkezlere gitmeden
omurilikte tamamlanan bir refleks. 2. Beyin merkezlerinin denetimi kalktığında
görülen refleks.
omurilik sıvısı Bkz. beyin-omurilik sıvısı.
omurilik siniri düğümü (spinal ganglion) Her omurilik sinirinin yalnızca kökeninde
kümeleşmiş olan sinir hücresi. Bu hücrelerden, omurilik sinirleri çıkıyor.
omurilik sinirleri (spinal nerves) İnsanın omuriliğinin türlü noktalarından çıkan 31 çift
sinir. Her sinirde hem özerk sinir sisteminden hem de beyin-omurilik sinir
sisteminden gelen duyu ve tepki sinir iplikleri bulunuyor.
omurilik soğanı (afterbrain, medulla oblangala) Beynin son bölgesi olan ve omurilikle
süren bölüm. Merkez sinir sisteminden çıkan sinirlerin bir bölümü burada
çaprazlanıyor. Solunum, kan dolaşımı gibi görevleri denetleyen hücreler burada yer
alıyor.
omurilik-talamus yolu (spinothalamic tract) Omurilikten talamusa uzanan bedensel
duyu sinyallerinin geçtiği yollardan biri. Bu yolu, iki lif kümesi oluşturuyor.
Bunlardan biri, baskı duyu sinyallerini taşıyan merkezi lif kümesi; öbürü de ağrı ve
sıcaklık sinyallerini taşıyan yanal lif kümesidir.
omurilik tepkesi Bkz omurilik refleksi.
onaylama gereksinimi (need approval) Başkalarınca beğenilme ve benimsenme
gereksinimi; takdir edilme ihtiyacı. Onaylanma, kişinin kendine biçtiği değerin
önemli bir parçasıdır. Bu, kendi tutumlarını toplumsal açıdan doğru, istenilir
görüşlere uygunmuş gibi sunma gereksinimi ile dışa vuruluyor.
onaylama ihtiyacı Bkz. onaylama gereksinimi.
onikofaji Bkz. tırnaklarını kemirme dürtüsü.
on nevrotik gereksinim Bkz. bütüncü kuram.
ontoloji Bkz. varlıkbilim.
onur (honor, honour) Kişinin kendisini, çoğunluğun benimsediği doğruluk, dürüstlük
gibi kurallara uyar görmesi ve başkalarının da bunu onaylaması durumu. Kişinin
kendine saygı duyması; şeref, özsaygısı.
operant şartlanma Bkz. edimsel koşullama.
opioid (opioid) 1. Uyuşturucu özelliği olan madde. 2. Stres ve ağrıya tepki olarak
vücutta artan ölçülerde üretilen endorfin türü maddeler. 3. Doğal olarak bulunan
uyuşturucu alkaloidlere ve onların türevlerine benzer etkileri bulunan metadon benzeri
sentetik maddeler ya da böyle maddelerle ilgili. Bkz. narkotik.
optik siniri (optic nevre) 11. Kafa siniri. Retinadan gelen görsel bilgileri beyne taşıyan
sinir.
oral (oral) Ağızla ilgili, ağza değgin. Bkz. oral agresiflik; oral bağımlılık; oral
davranış; oral dönem; oral erotizm; oral fiksasyon; oral kişilik; oral sadizm.
oral agresiflik Bkz. ağız saldırganlığı.
oral bağımlılık Bkz. ağızcıl bağımlılık.
oral davranış Bkz. ağızcıl davranış.
oral dönem Bkz. ağızcıl evre.
oral erotizm Bkz. ağızcıl erotizm.
oral erotizm safhası Bkz. ağızcıl erotizm evresi.
oral fiksasyon Bkz. ağızcıl saplantı.
oral kişilik Bkz. ağızcıl kişilik.
oral sadizm Bkz. ağız elezerliği.
oran (rate) 1. Büyüklük, derece yönünden ya da sayısal yönden iki şey arasındaki ya da
parçayla bütün arasındaki bağıntı. 2. İki ya da daha çok şey arasındaki karşılıklı
tutarlılık, uygunluk. Bkz. oran düzeni; oranlı tarifeler; oransal; ölçekler.
oran düzeni (ratioschedule) İşlemsel koşullamada bir pekiştirecin verilmesi için
organizmadan beklenen işlemsel davranış sayısı. Beklenen tepki sayısı sabit de
olabiliyor (sabit oranlı pekiştirme düzeni); bir pekiştireçten öbürüne farklılık da
gösterebiliyor (değişken oranlı pekiştirme düzeni).
oranlı ölçek Bkz. ölçekler.
oranlı tarifeler Bkz. edimsel koşullama.
oransal (kısmi) pekiştirme etkisi (partial reinforcement effect) Aralıklı pekiştirme ile
öğrenilen davranışların, unutmaya karşı (sönümlemeye karşı) kesintisiz
öğrenilenlerden daha dirençli olması; kısmi pekiştirme etkisi. Davranışları aralıklı
olarak pekiştirilen kişi, davranışlarının artık pekiştirilmediğinin hemen farkına
varmıyor. Çünkü her tepkisinin ödüllendirilmemesine alışmış bulunuyor. Kesintisiz
pekiştirme ile pekiştirilen kişi ise her tepkisi için pekiştirilmeye alışmış bulunduğu
için ödüllendirilmeye karşı daha duyarlı oluyor.
Orestes karmaşası (Orestes complex) Psikanalize göre, erkek çocuğun,
bilinçdışındaki annesini öldürme dürtüsü ya da gerçekten annesini öldürmesi. Terim,
annesi Clytemnestra ile annesinin âşığını öldüren Orestes mitinden alınmıştır. Bkz.
Oedipus karmaşası.
ORESTES
Behçet NECATİGİL
NARKİSSOS
Behçet NECATİGİL
Irmak tanrısı Kephiios’un güzel oğlu Narkissos, kendisine âşık olan, dağ
nymphe’lerinden Ekho (yankı)’yu hor gördüğü, aşkına karşılık vermediği için
cezalandırıldı: Bir pınara eğilmişti, suda kendi yüzünü gördü, kendi hayaline
vuruldu, dindirilemez bir özlem içinde oracıkta eridi, yerinde bir nergis açtı.(
Mitologya, 1969)
özseversel kişilik bozukluğu (narsissictic personality disorder) Görkemlilik düzeyinde
eşsiz olma, yeteneklilik, önemlilik ve benzerleri duygusu; zihnin sınırsız başarı
kazanma düşlemleriyle uğraşması; başkalarından sürekli ilgi ve hayranlık görme
gereksinimi; başkalarının eleştiri ve değerlendirmelerine karşı aşırı duyarlık
gösterme; ancak, başkalarını kullanma, onları ülküleştirme ile aşırı küçümseme gibi
özelliklerle ortaya çıkan bir kişilik bozukluğu; narsistik kişilik bozukluğu. Bkz. İtici
Anne Tutumları; özseverlik.
özsever tip Bkz. libidinal tipler.
özsevgi (self love) Kendine, yeteneklerine, yaptıklarına aşırı bir değer verme tutum ve
davranışı gösterme, kendini aşırı sevme. Bkz. egotizm; özseverlik.
özsistem (self-system) H. S. Sullivan’a göre, bireyin anne babasıyla ve yaşamındaki
öbür önemli yetişkinlerle ilişkilerinden kaynaklanan ve bir ölçüde sabit olan kişilik
yapısı. Ona göre bu kişilik yapısında onaylanan tutum ve davranışlar korunma;
onaylanmayanlar ise engellenme eğilimi gösteriyor Bkz. özdinamizm.
özsöndürme (extinction) K. Horney’a göre, kişinin özalgılayıcı ve özyönlendirici bir
bütün olarak hiçbir duyu taşımaması biçimindeki nevrotik bir davranış türü. Bu
nevrozu yaşayan kişi, kendini yalnızca başkalarının bir yansıması olarak algılıyor ve
onların yaşantıları aracılığı ile yaşamaya çalışıyor.
özuzanım (self-extention) Allport’a göre, yaklaşık 4 yaş dolayında benliğin
(propriyumun) gelişmeye başladığı ve çocuğun insanları, nesneleri ve soyutlamaları
kendi özkavramına katmaya başladığı evre. Ona göre özuzanım, benliğin, kişinin
dışında bulunan ve yakınlık duyduğu ya da özdeşim kurduğu nesnelere yatırılmasıdır.
özümleme Bkz. bilişsel gelişim kuramı.
özümseme Bkz. içealım.
özünerosluk (autoeroticism) 1. Kişinin kendi gövdesi üzerinde ve benliğine yönelik
cinsel etkinliklerde bulunma sapıncı; otoerotizm, özkösnüllüğü. Bunda kişi, haz
etkinliğinin nesnesi olarak, mastürbasyonda ve parmak emmede olduğu gibi kendi
bedenini kullanıyor. Bu terim ayrıca düşlemler, düşler, rüyalar, ya da saç tarama,
ritmik hareketler, okşama gibi cinsel öğeler içeren çok çeşitli davranış ve düşünceler
için de kullanılıyor. 2. İlk çocukluk döneminde, bir organın çalışmasına ya da erojen
bir bölgenin uyarımına bağlanan bileşen içgüdünün, dışarıdan bir nesneye gereksinim
duymadan kendi bedeninden haz alması biçimindeki cinsel davranış. Klasik içgüdü
kuramı, çocukların otoerotik yönelimli olduklarını belirtiyor. Onların annelerine
yönelik davranışları yalnızca özsevgi ve doyum verme yetisiyle anneye duydukları
gereksinime dayanıyor. Bu tanımıyla otoerotizm, özseverlikle eşanlamlıdır. Nesne
kuramı ise çocukluktaki otoerotik dönem görüşüne karşı çıkıyor ve bebeğin baştan
beri anne yönelimli olduğunu; onun haz değil, anne aradığını savunuyor. Buna göre
otoerotik davranış, bir yerine koymadır; kişi, kendinin bir parçasını, bir başkasının
simgesel bir eşdeğeri olarak kullanıyor.
özveri (self denial) Uğruna, değerli saydığı şeylerden; dilek, istek ve heveslerinden
vazgeçme; fedakârlık, feragat etme.
özyapı (character) 1. Kişiliğin, belli ahlak ölçülerine göre değerlendirilen yanı;
karakter, ıra. 2. Bir organizmayı başkalarından ayıran belirgin bir özellik ya da
özellikler. 3. Bireyi, başka bireylerden ayıran temel özellik. Bkz. özyapıların bağımsız
ayrılığı yasası.
özyapıların bağımsız ayrılığı yasası Bkz. MENDEL, John Gregr; özyapı.
özyaşamöyküsü (autobiography) Kişinin kindi yaşamöyküsünü anlattığı yapıt ya da
yazı; otobiyografi.
P
Pragnanz
pratiğin güç yasası (power law of practice) Öğrenmede belli bir becerideki başarının,
bu beceri konusunda yapılan uygulama miktarının basit güç işlevi olarak artacağı
genellemesi. Başka deyişle uygulama yapmak, daha çok performans sağlıyor.
pratik Bkz. alıştırma; pratik zekâ; uygulama; uygulama yapma etkisi.
pratik yapma tesiri Bkz. uygulama yapma etkisi.
pratik zekâ (practical intelligence) Bilinenleri, günlük yaşamın sorunlarının çözümünde
uygulayabilme yetisi. Bkz. çözümsel zekâ; yaratıcı zekâ; zekâ.
prefigüratif kültür (prefigurative culture) M. Mead’a göre, erişkinlerin çocuklardan
öğrendiği bir toplum ya da kültür. Mead, aşırı hızlı toplumsal değişimin ve buna bağlı
olarak erişkinlerin yaşadığı tecridin, çağdaş toplumu bu yöne sürüklediğini; o noktaya
gelindiğinde çocukların yaşanan zaman konusunda erişkinlerden daha keskin sezgilere
sahip olacağını; dolayısıyla geleceği onların keşfe çıkacağını savunuyor. Bkz.
postfigüratif kültür.
prematürlük (prematurity) Bebeğin, gebeliğin 37. haftasından önce dünyaya gelmesi ve
doğum ağırlığının 2.5 kilogramın altında olması durumu. Nedenleri kesin olarak
bilinmemekle birlikte buna annenin alkol, uyuşturucu, sigara kullanması, sentetik
östrojen hormonları, stres, uzun süreli hastalık, endokrin sorunları, toksemi, yüksek
tansiyon, enfeksiyon, dölyatağı ile ilgili sorunlar ya da dölütteki (fetüs’teki)
anormalliklerle ilgili olduğu biliniyor.
premodern (premodern) İnsan düşüncesinin, biri insanların yaşamakta olduğu; öbürü ise
geçmişte yaşadığı ve gelecekte (ahrette) de yaşayacağı olmak üzere iki ayrı dünyanın
varlığı çevresinde döndüğü; doğa olaylarının, yaşamın, ölümün ve benzerlerinin
doğaüstü güçlerle açıklandığı çağ. Bu biçimde düşünen kişi ya da bu çağla ilgili. Bkz.
modern; postmodern.
presinaptik sinir hücresi (presynaptic neuron) Uç noktaları, başka bir sinir hücresiyle
sinaps oluşturan ve salgıladığı sinir iletici maddelerle o hücreyi uyaran ya da ketleyen
bir sinir hücresi. Bkz. uyarıcı sinaps; uzun süreli gizilgüç artışı.
prestij Bkz. saygınlık.
prestij telkini (prestige suggestion) Bkz. saygınlık telkini.
problem (solving) Bkz. problem çocuk; problem çözme; problemli çocuk; problem
merkezli başa çıkma; sorun.
problem çocuk Bkz. sorunlu çocuk.
problem çözme Bkz. sorun çözme.
problem merkezli başa çıkma Bkz. sorun odaklı başa çıkma.
profil (profile) Bir birey ya da grup için çubuk grafiği ya da histogram gibi
karşılaştırılabilir ölçüm birimleriyle anlatılan puanların grafiklerle gösterilmesi. Bu
yöntem, bir durumun bir bütün olarak ve çabucak görülmesini olanaklı kılıyor.
profil çözümlemesi (profile analysis) Bir insanın kişilik özeliklerinin, bir dizi normla
ya da standartla karşılaştırılarak değerlendirilmesi.
progesteron (progesterone) Kadınlarda, yumurtlamadan sonra korpus liteumun;
gebelik durumunda ise plasentanın ürettiği ve gebelikte dölyolu duvarının
kalınlaşarak dölütün dölyolu duvarına tutunmasını ve böylece gebeliğin sürmesini
sağlayan steroid bir horman. Aynı hormon bir de prolaktinin, süt bezlerini bebeğin
beslenmesi için hazırlamasına yardımcı oluyor. Sentetik türleri, doğum kontrolünde
ilaç olarak da kullanılıyor.
prognoz (prognosis) Hastanın durumuna ve diğer insanlarda gözlemlenen gidişine
dayalı olarak, hastalığın gidişi ve olası sonucu konusunda hekimin kestirimi.
program 1. (program, programme) Etkinliklerin ya da işlemlerin önceden saptanmış
sırasını ve zamanını gösteren plan, tasarım; izlence. Program; tören, gezi, müzik,
radyo programları gibi kısa; eğitim, yatırım, parti programları gibi uzun olabiliyor. 2.
(educational program) Öğrencilerin okulu bitirmesi, diploma alması ya da bir meslek
ve uzmanlık alanına girebilmesi için okulun, okul türünün ya da okul sisteminin
kazandırmayı amaçladığı konuları içeren yazılı belge; eğitim izlencesi. Bu
programlar, bir dersin ya da sınıfın programından, bir okul sisteminin ülke çapındaki
eğitim programına dek her tür eğitim programıni; ders içi, ders dışı her tür çalışmayı
içine alıyor. Program, eğitimin bir eylem planıdır. İleri ülkelerde eğitim programı
denildiğinde yalnızca okutulacak konuların listesi anlaşılmıyor; öğretimin başarılı
olması için alınacak tüm önlemler anlaşılıyor. Öğretim amaçlarının tanımını, öğretim
konuların ı , değerlendirmeyi de içermek üzere öğretim yöntemleri ve öğretimin
bireyselleştirilmesi önlemlerini de kapsayan bir öğretim yöntemi kılavuzu olarak
anlaşılıyor. Bkz. öğretim programı. 3. (course of studies) Bir okulda yer alan belli bir
dersin ayrıntılı öğretim konuları. 4. Bilgisayar makinelerinde, yapmaları için
hazırlanan veri ve bilgilerin tümü. Bkz. program geliştirme; proglamlama;
programlanmış öğretme (öğrenme); programlı öğrenme kuramı; programlı
öğretim; programlı yaşlanma kuramı.
program geliştirme (curriculum development) Belli bir okul ya da okul sistemi için
uygun programlar hazırlama süreci. Öğretimin genel amaçlarını ve özel amaçlarını
saptama, buna uygun program meteryali seçme, öğretim yöntemlerini ve
değerlendirme araçlarını belirleme, her dersin resmi program taslağını oluşturma.
Bunları deneme ve bunlara son biçimini verdikten sonra ortaya çıkan programı sürekli
izleme, inceleme, değerlendirme ve iyileştirme. Program geliştirme, uzman kişilerin
yönetimindeki çalışma kurullarınca gerçekleştiriliyor. Bkz. öğretim programı.
programlama 1. (program making) a. Okul etkinliklerine işlerlik kazandırma. b.
Sınıfların günlük ve haftalık ders ve etkinliklerini belirleme. 2. (programing) a.
Bilgisayar işlerinde eletronik beyne (bilgisayara) vermek üzere kart, ses bandı ya da
başka gerekli araçları hazırlama, eldeki verilere uygun işlemleri yapmak üzere,
bilgisayar makinesini hazır duruma getirme. Programlama, istenen işlem türüne göre
bilgi toplamaktan ya da verileri hesaplama işi karmaşık ise, işlem basamakları
sıralamaktan oluşuyor. İstatistik işlemlerin çoğu için, makineye vermek üzere, en çok,
ses bantları hazırlanıyor. En yalın programlama, delikli kart hazırlamadır. Daha
karmaşık bilgisayarlar için her işleme göre ayrı ayrı şifreleme yolu izleniyor.
Temelde bu tür programlar, matematikteki şemalara göre hesaplama çizelgelerine
dayanarak program yazma tekniğidir. b. Eğitimde programlama, öğretilecek bir
konuyu, programlanmış öğretme ya da öğrenme amacıyla yalın birimlere ayırma ve
yöntemli bir biçimde düzenlemedir. Bu, iki türlü yapılıyor. Birincisi, F. A. Skinner’in
doğrusal programlama yöntemi ya da tekniğidir. İkincisi, N. Crovder’in çoktan
seçmeli yöntemi ya da tekniğidir. Birincisinde (linear programming’de) sorular,
çocuğun her sınamada doğru yanıtı bulacağı yalınlık ve kolaylıktadır. Öğrenci, yanlış
yapıncaya dek soruları yanıtlamayı sürdürüyor. Her soruya yüzde 95 düzeyinde doğru
yanıtlama ilkesine uygun olarak, adım adım ilerliyor. Bu ilerlemede öğrencinin yanlış
yapmamasına özen gösteriliyor ve yanlış yapma önleniyor. Zayıf öğrenciler ve ağır
öğrenen öğrenciler için bu yöntem, daha elverişlidir. İkincisinde (multiplechoice
programming’de) öğrenci, birden çok yanıt içinden doğrusunu seçerse, birinci
yöntemdeki gibi, öteki soruları yanıtlamayı sürdürüyor. Doğru yanıtı bulamazsa bir alt
paragraftaki sorular yanlışı bulduruyor. Ancak, ondan sonra, bir sonraki sorunun
yanıtlanmasına geçiliyor. Bu teknik, ortanın üstündeki çocuklar ve çabuk öğrenen
çocuklar için daha elverişlidir. Öğrenme makinelerinin icat edilmesine Skinner
tekniğinden çok, bu teknik gerek duymuştur. Skinner tekniği, programlanmış kitaplarla
da uygulanabiliyor. Eğitimde programlama, hayvan öğrenmelerinde davranış
değişiklikleri incelenirken kullanılan tekniklerin eğitime uygulanması ile elde
edilmiştir. Bu çalışmalar temelde, Amerikan davranışçılık akımından kaynaklanmıştır.
Skinner, bu tür programlamada göz önünde tutulacak kuralları şöyle sıralıyor: (1)
Öğretilecek konu, küçük parçalara (birimlere) ayrılmalıdır. (2) Bu parçalar, gittikçe
güçleşen anlamlı bir sıraya konmalıdır. (3) Öğrenci, verdiği her yanıtın doğru olup
olmadığını sıcağı sıcağına denetlemelidir. (4) Programlama, her soruyu yüzde 95
düzeyinde doğru yanıtlama ilkesine göre uygulanmalıdır.
programlanmış öğretme (öğrenme) (programmed instruction, programmed learning)
Programcının hazırladığı düzene ve programlanmış açıklamalara göre birtakım
araçların kullanımı ile yapılan bir öğretim ya da öğrenme türü; pekiştirmeyle
öğrenme. Programlanmış öğretme sözü, öğretilmesi istenen konuların, yalın, küçük
sorular (öğrenme birimleri) biçimine getirilmesini ve bir önce çözülen sorunun, bir
sonrakinin çözümüne yardımcı olacak biçimde düzenlenmesini dile getiriyor. Bu
programlar yerine göre ya programlanmış öğretme kılavuz kitaplarıyla ya da
öğretme makineleri, bilgisayar makineleri ile gerçekleştiriliyor. Soruları art arda
sunan ve biri doğru yanıtlanmadan öbürünü göstermeyen araçlar ya da makineler
yardımıyla izlenmeye geçildiğinde bu programlar, kendiliğinden ya da kendi kendine
öğretim durumuna gelmiş oluyor. Hangi yolla gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin,
temel ilke, öğrenilecek konuların küçük ve öğrenilmesi kolay birim ya da adımlara
ayrılmış olmasıdır. Öğrenilecek Konuların Düzenleniş Biçimi: Her ödevin bir
açıklaması bulunuyor. Bunun kavranması, üzerinde düşünülmesi ve işlenmesi
gerekiyor. Buna dayanarak öğrenci, ödevi çözmeyi başarırsa konuyu biliyor demektir.
Kendini nesnel olarak denetleyebilmesi için çözümün yazılması gerekiyor. Çözümün
doğruluğu ya da yanlışlığı, karşılaştırma sonucunda hemen belli oluyor. Yanıt
doğruysa bir sonraki ödeve geçiliyor. Yanıt yanlışsa ödev, açıklamaya göre, yeni
baştan ele alınıyor. Çünkü bir sonraki soruyu doğru yanıtlamak için, bir öncekini
doğru yanıtlamış olmak gerekiyor. Böylece öğrenci, kendi yetenek ve çalışma hızına
göre ve her soruyu denetleye denetleye, tek başına konuları öğrenebiliyor. Bu tür
öğretimde öğretmen ya da yardımcı bulunabileceği gibi el kitabından (kılavuzdan)
yararlanılarak da öğrenme sürdürülebiliyor. Birçok alanda yararlı ve verimli olduğu
deneylerle saptanmış olan programlanmış öğretim, hiçbir zaman öğretmenin yerini
alma savında olmamıştır. Bu tür öğretimde öğretmenin görevi, programı başlatmak ve
her öğrenci ile tek tek danışmalarda bulunmak, aşırı yarışma hırsını önlemektir.
Programlanmış öğretim dışında öğretmenle öğrenciler, olağan rollerine dönüyorlar.
Görüldüğü gibi bu öğretim türü, çok büyük bir zihinsel çaba ve dikkat gerektiriyor ve
oldukça yorucu oluyor. Ayrıca, tek başına bir eğitim sağlama gücüne de sahip
değildir. 1954 yılında Skinner ile kesin bir kullanım alanı bulan ve giderek hemen her
ülkeye yayılan programlanmış öğretim ya da öğrenmenin bugün, değişik programlama
türleri geliştirilmiştir. Öğrencilerin kendi kendilerine bir şeyler öğrenmelerini
sağlayan araç gereçlerin tarihi çok eski de olsa elektrik ve elektroniğin doğmasıyla
eğitim teknolojisi içinde bugün bu konu, öğrenme ve öğretme makineleri adıyla üst
bir gelişim aşamasına ulaşmıştır. 1960’lı yıllarda özellikle ABD’de çok ilgi gören bu
buluş, bugün de daha çok, uzaktan öğretim ile test uygulamalarında geniş bir yer
alarak eğitim teknolojisine büyük katkılar sağlıyor.
programlı öğrenme kuramı Bkz SKINNER, Burrhus Frederik.
programlı öğretim (programmed teaching) Skinner’ın öğrenme makinelerine ve
pekiştirme ilkesine; öğretimin bireyselleşmesi ve tam öğrenme ilkelerine
dayandırılarak yapın öğretim. Programlı Öğretim İçin aşamalı olarak Öğrenme-
Öğretme Ortamı Düzenlenirken Uyulan İlkeler: (1) Küçük adımlar ilkesi: Ünite,
öğrencinin kolayca öğreneceği biçimde en küçük bilgi ve beceri birimlerine ayrılıyor.
Öğrenci, adım adım ilerleyerek bunları öğreniyor. (2) Etkin katılım ilkesi:
Öğrenmeyi, doğrudan öğrenci gerçekleştiriyor. Ünitede bu amaçla bir alıştırma ve
alıştırmayla ilgili bir soru bulunuyor. Soru ile hem sunulan bilginin kazanılıp
kazanılmadığı yoklanıyor hem de öğrencinin öğrenmesinde bir araç oluyor. (3) Başarı
ilkesi: Öğrencinin yanıtlayabileceği düzeyde sorular hazırlanıyor. Öğrencinin her
soruyu yapması gerekiyor. Bu nedenle öğrencinin yanıtladığı her soru, öğrenciyi
güdülemiş oluyor. (4) Anında düzeltme ilkesi: Öğrencinin sorulan soruya verdiği
yanıtın doğru ya da yanlış olduğu anında kendisine bildiriliyor; yanlışsa hemen
düzeltme fırsatı veriliyor. Doğru yanıt verilmeden sonraki soruya geçilemiyor. (5)
Aşamalı şlerleme ilkesi: Sunulan bilgi basitten karmaşığa, kolaydan zora, somuttan
soyuta ilkelerine ve birbirinin önkoşulu olacak biçimde sıralanıyor. Öğrencinin bu
sıranın mantığını öğrenip kavraması ve aşamalı olarak ilerlemesi gerek,iyor. (6)
Bireysel hız ilkesi: Öğrenci, öğrenme hızını kendi ilgi ve yeteneğine göre ayarlıyor.
Bu eğitim uygulamasında öğrencinin başarısız olması, sınıfta kalması olanaksızdır.
Bkz. öğrenme-öğretme yaklaşımları; programlı öğrenme kuramı.
programlı yaşlanma kuramı (programmed senescence theory) Yaşlanmayı, belli
genlerin birbiri ardı sıra açılıp kapanmasına bağlı olarak açıklayan kuram. Bu kurama
göre yaşla ilişkili kusurlar, önceden belirlenen zamanlarda ortaya çıkıyor. Bkz.
genetik programlama kuramları; yaşlanma.
progriyum Bkz. ALLPORT, Gordon Willard.
proje (project) Bkz. proje çalışması; proje tabanlı öğrenme; tasarım.
proje çalışması (project study) Bkz. tasarım çalışması.
proje tabanlı öğrenme (project-based learning) Bir sorun’un çözümünü kurgulama,
planlama, uygulama ve sonucu gözlemleyip sunma tekniği. Okul ortamında da
kullanılabilen iki tür proje tekniği bulunuyor. Ancak ağırlığın yaratıcı projeye;
önceliğin ise klasik projeye verilmesi gerekiyor. Öğrenciler, klasik proje tekniği ile
bilimsel çalışmayı öğrendikten sonra yaratıcı proje tekniği ile özgün düşünceler
oluştumaya geçiyorlar. Yaratıcı proje tekniği ile çalışan öğrenci ya da öğrenci kümesi
üniteyle ilgili bir sorunu belirliyor. Sonra onun çözümü için yaratıcı düşler kuruyor ve
yaratıcı düşünceler oluşturuyor. Bu kurgu ve oluşumlardan birini adım adım planlayıp
uyguluyor. Elde edilen sonucu gözlemliyor ve rapor halinde sunuyor. Örneğin,
deprem, sel baskını, erozyon, sağlık, hastalık ve kanserden birini sorun olarak
belirliyor. Sorunu, “Depremi nasıl önleyebiliriz? Erozyonu önlemek için neler
yapabiliriz? Kanserden nasıl kurtulabiliriz? Depreme dayanıklı evleri nasıl
yapabiliriz?” biçiminde soru haline getiriyor. Ondan sonra sıra çözüm önerilerinin;
yani denencelerin kurulmasına geliyor. Bunların yaratıcı olması, bilinen yolların
dışına çıkılması gerekiyor. Klasik proje tekniğinde de önce sorun; sonra sorunun
çözümü için öneriler belirleniyor. Bunların yaratıcı olması gerekmiyor; bilinen
çözümler olabiliyor. Bunlar uygulanıyor. Örneğin, “Erozyonu nasıl önleyebiliriz?”
sorusuna “Ağaç dikerek, toprağı enine sürerek, setler oluşturarak” yanıtları
verilebiliyor. Bunlar, özgün değil; bilinen ve uygulananlardır. Öğrenci ya da öğrenci
kümesi bu çözümlerden birini alıp inceliyor; uygulayıp gözlemliyor; sonucu rapor
olarak sınıfa sunarken nasıl yapıldığını da gösteriyor. Proje tabanlı öğrenme
tekniğinde öğrenciler, öğrenme-öğretme çalışmalarına etkin olarak katılıyorlar. Kendi
öğrenmelerini kurgulayıp planlıyor, uyguluyor ve sunuyorlar. İnsanlarla ilişki kuruyor,
onların görüşlerini alıyorlar. Kaynakları tarıyor, olguları gözlemleyip inceliyorlar.
Deniyor, yapıyor, çiziyor, bozuyor, yeniden oluşturuyorlar. Bu etkinlikleri
gerçekleştirirken öğretmeni, aileyi, ilgili öbür kişi ve kurumları da öğrenme-öğretme
etkinliğine katıyorlar; ancak işi onlar yapmıyor; yalnızca bilgi veriyor, yol
gösteriyorlar. Öğrenciler, araç gereç kullanıyorlar; kimisini de yapıyorlar. Bu yolla
özgüvenli, araştırmacı, yaratıcı, sorun çözücü , üretici kişiler yetişiyor. Eğitimin
Proje Tekniği ile Planlamasında Adım Adım Yapılacak İşlemler : (1) Ders ya da
ünite hedeflerinin en az uygulama düzeyinde olması, sentez basamağında bir
hedefe yer verilmesi gerekiyor. İsteyen uygulama basamağında, isteyen sentez
basamağında proje hazırlayabiliyor. (2) Hedeflerin saptanışından sonra, bunlarla
ilgili en can alıcı sorunun belirlenmesi gerekiyor. Proje, bir soruyla başlatılabiliyor.
(3) Sonuç raporunun ve sunu biçiminin özellikleri belirleniyor. Bu teknikte hem ürün
hem de süreç gözlemleniyor; çünkü proje tekniği, süreç ve üründen oluşuyor. O
nedenle ürün ve süreç bölümü sonuç raporunda açık ve anlaşılır olarak yer alıyor ve
öğrenciye de duyuruluyor. Ürünler, bilimsel rapor, makale, resim, maket, afiş, poster,
öykü ve benzerleri olabiliyor. Ayrıca sunumun nasıl yapılacağı da önceden saptanıyor.
Sözlü, yazılı, drama ve benzeri biçimlerden birkaçı birlikte de kullanılabiliyor. Bunun
için mikrofon, teyp, video, cd., sahne, tepegöz gibi araç gereç ve ortamın önceden
hazırlanması gerekiyor. (4) Değerlendirme aracı belirleniyor. Ürün ve süreç
bölümünü ölçecek değerlendirme türleri belirleniyor; her basamakta neyin
gözlemlenip ölçüleceği saptanıyor. (5) Alt sorunların belirlenmesi aşamasında,
sorunun çözümlenmesi için başka nelerin inceleneceği saptanıyor (Sorun,
parçalara ayrılıyor). Anlaşılabilmesi için nelere bakılması gerektiği ortaya konuyor.
(6) Öğretmen, öğrenci ve uzmanlarca, birlikte çalışma takvimi hazırlanıyor.
Proje, bir dönem ya da iki dönem olabiliyor. Takvimde, yapılacak işler satırlara;
süreleri sütunlara yazılıyor. Her sürenin sonunda, yapılanlar değerlendiriliyor. Bu
değerlendirmeyi öğretmen ya da değerlendirme kurulu yapıyor. Öğrenci de ne zaman,
neyi yapıp göstereceğini biliyor. Hastalık, kaza ve benzeri durumlar olmadıkça ödün
verilmiyor. (7) Sorunla ve alt sorunlarla ilgili bilimsel kaynaklar taranıyor. Bu
amaçla kütüphanelere, uzmanlara gidiliyor, internet kullanılıyor. Sonra öğretmenle ve
değerlendirme kuruluyla görüşülüp onlardan olur alınıyor. Kaynaklar okunuyor ve
onlardan not alınıyor. Uzmanlar ve kaynak kişilerle görüşülüyor. (8) Elde edilen
bilgiler örgütlenip sunuluyor. Sunu, projenin çok önemli aşamasıdır. Bu amaçla
aşağıdaki ölçütler kullanılabiliyor. (a) Genelden özele doğru kavram analizi
yapılıyor. (b) Yerinde ve uygun alıntılar gerçekleştiriliyor. (c) Örnekler bulunuyor.
(ç) Paragraflar arasında uygun geçişler yapılıyor. (d) Gerekli grafik, şekil, fotoğraf,
resim ve benzerleri bulunuyor. (e) Öğrencinin yorumuna yer veriliyor. (f) Yeni çözüm
sunuluyor. (g) Çözümün gerekçeleri ve oluru belirleniyor. (ğ) Yeni öneriler sunuluyor.
(h) Bilgi, yazım yanlışı ve cümle bozuklukları gideriliyor. Bu değerlendirmelerden
elde edilen puan, öğrencinin (kümenin) proje puanı oluyor. Söz konusu yaklaşım, daha
güvenli ve geçerli sonuç veriyor. Bkz. öğrenme-öğretme yaklaşımları.
projeksiyon Bkz. projektif test; yansıtıcı test; yansıtma.
projektif test Bkz. yansıtıcı test.
projektif yöntem Bkz. yansıtıcı yöntem.
proje metodu Bkz. tasarım yöntemi.
projektif test Bkz. yansıtıcı test.
proje yaklaşımı Bkz. tasarım yöntemi.
proksemi (proxemics) Sosyal psikolojide, mekânın bireyler arası ilişkilerde ve
iletişimde kullanılış biçimini inceleme. Bölgecik, bireyler arası uzaklık, mekân
düzenlemeleri, kalabalıklaşma, kişisel alan ve fiziksel çevrenin davranışı etkileyen
diğer özellikleri bu dalın ilgi alanına giriyor. Bkz. uzaklaştırıcı mekân; yaklaştırıcı
mekân.
proleterya (proletariat) Marksist literatürde, kullandığı üretim araçlarına sahip
olmayan ve emeğini satarak geçinen, bu nedenle üretim araçlarının mülkiyetini elinde
bulunduran burjuva sınıfınca sömürülenlerin oluşturduğu sınıf; proleterler sınıfı, işçi
sınıfı. Bkz. burjuvazi; küçük burjuvazi; Marksizm; sınıf.
promethean istenç (Promethean will) Cattel’in faktör modelinde saygısızlık,
saldırganlık, kararlılık, beceriklilik ve bencillikle kendini gösteren bir kişilik özelliği.
propaganda (propaganda) Başkalarının inançlarını ve davranışlarını etkilemeye,
kamuoyu oluşturmaya yönelik; gerçeklerden, akıldan çok duygulara seslenen; olayları
tek yanlı sunarak işin özünü gizleyen örgütlü ve sistemli her türlü çaba.
propriyum (proprium) G. W. Allport ’un benlik için kullandığı ve bireyin içindeki
eşsiz, tutarlı, odak öz olarak tanımladığı yapı. Allport’a göre beden; kimlik duygusu,
öz saygı, ussal düşünme, özimge, benlik arayışı, kendini bilme ve tanıma, bu benlik
içinde bütünleşiyor. Bunlar, bebeklikten başlayarak 7 birikimsel evre halinde
gelişiyor. Gelişim, her evrede önceki evrelerdeki başarılara bağlı olarak
gerçekleşiyor. Ancak, erişkin propriyumu, geçmişin yansımasından öte bir şeydir;
kendine ait amaçları, güdüleri olan bütünleşmiş biyolojik-toplumsal bir varlıktır.
prosodi (prosody) 1. Konuşmada sesin tonu, rengi, vurgusu, ezgisel yapısı, ritim gibi
özellikleri. 2. Bu özelliklerden anlam çıkarma (alıcı prosodi) ve bu özellikleri
kullanarak anlam bildirebilme (dışa vurucu prosodi) yetisi.
prosodik özellikler (prosodic features) Bir dilin tonlama, vurgu, renk, perde, ezgisel
yapı, ritim gibi özellikleri. Bu özellikler, anlam farkına yol açmaktan çok, amaç ya da
işlevi belirliyor. Soru sorulurken son hecelerin yüksek bir tonlamayla belirtilmesi;
keskin vurguların kızgınlık; yüksek bir tınının kaygı anlatabilmesi, bunu
örneklendiriyor. Bkz. yan dil.
protein (protein) Canlı hücrelerin ana maddesini ve genellikle oksijen, sülfür ve
karbon öğeleri bulunan amino asit bileşiminden oluşan karmaşık yapılı doğal madde.
protoplazma (protoplasm) 1. Hücrenin içinde oluştuğu yaşamın ilk dönemlerine ait sıvı
oluşum. 2. Hücre zarı içinde bulunan ve hücreyi oluşturan sıvı. Bkz. hücre.
prototip (prototype) Bkz. ilkörnek.
prototip eşleme kuramı ( prototype matching theory) Biçim algısının duyu uyarıcıları
ile soyut, sınıflandırılmış bilişsel bir yapının (biçimin) eşlenmesiyle gerçekleştiği
savı. Buna göre, uyarıcının yapısı ilkörneğe ne kadar benziyorsa uyarıcı o kadar
tanınacaktır. Bkz. özellik analizi; şablon eşleme.
prova (rehearsal) 1. Öğrenilenlerin daha sonra kolayca anımsanması amacıyla bilinç
düzeyinde yinelenerek uzun süreli belleğe aktarılması. Bu tür yinelemelerin, bellek
izini güçlendirdiği düşünülüyor. Ancak biliş psikolojisinde bu tür yinelemeler sığ
işlemler olarak adlandırılıyor. 2. Davranışçı tedavilerde hastanın bir davranışı
güvenli ortamlarda yineleyerek öğrenmesi ve bu davranışı gerçek yaşamda, daha zor
koşullar altında uygulama yetisini kazanması.
psikanalist (psychoanalist) Psikanaliz konusunda uzmanlaşmış ve bu alanda çalışan
hekim.
psikanalitik (psychoanalytic) Psikanalizle ilgili, psikanalize ilişkin; ruhçözümsel. Bkz.
psikanalitik okullar; psikanalitik psikoloji; psikanalitik tedavi yöntem ve
teknikleri.
psikanalitik okullar (psychoanalytic schools) Psikanalizle ilgili okullar.
psikanalitik psikoloji Bkz. psikanaliz.
psikanalitik tedavi yöntem ve teknikleri Bkz. psikanaliz.
psikanaliz (psychoanalysis) Sigmund Freud’un ortaya koyduğu bir kişilik (insan
gelişimi ve davranışı) kuramı, bir araştırma yöntemi, bir tedavi tekniği;
psikoanaliz, dinamik psikiyatri, derinlik psikolojisi, ruhçözümleme. Psikanaliz
kuramı, öbür psikanalitik kuramların ilki ve başta gelenidir. Freud, bugüne dek insan
davranışları üzerinde en çok kafa yoran ve çağdaş psikolojiye önemli katkıları olan
kişilerden biridir. Freud, ömrü boyunca insanın ruhsal dünyasının derinliklerindeki
duygu, istek ve anlamları aydınlatmak amacıyla büyük bir sabır ve dikkat göstererek
çalıştı. İnsanın duygu, düşünce ve davranışlarının arkasında saklı olan nedenleri; iyi
insanın içindeki kötülüğü, cömert insanın bencilliğini, uysal görünen insanda barınan
saldırganlığı ortaya çıkarmaya uğraştı. İnsanın dış görünüşünden çok, onun
davranışlarını güden kaygılarını (anxiety’lerini), rüyalarını, takınaklı düşüncelerini,
zorlanımlı davranışlarını, görünmeyen dürtülerini araştırdı. Görünen ilginç, hoş
davranışlarının büyüsüne kapılmadan, bakışlarını onun birbiriyle çelişen, çevresiyle
sürtüşen, çatışan eylemlerine çevirdi. Sonuçta insan davranışlarının altında, türlü
biçimlere giren cinsel ve saldırgan isteklerin bulunduğu sonucuna vardı. Kendi
başına yaşayamayan insanın, toplumdışı eylemlerini çevresiyle bağdaştırmayı
istediğini; sevebilmek için de kızabilmek için de başkalarını gereksindiğini belirledi.
Freud’a göre insan, bir dinamik canlı, bir enerji (güç) yığınıdır. Saatlerce bir yontu
gibi kıpırdamadan duran ruh hastasının içinde bile, sürekli bir devinim bulunuyor.
İnsan, her an düşünüyor, duygulanıyor ya da eylemde bulunuyor. Gözleri gördüğü,
kulakları işittiği halde kör ve sağır olabiliyor; toplumsallaşmışken bencil bir bebek
gibi davranabiliyor. İnsan, yaşamını anlamlandırmak, kişilik bütünlüğünü kurmak ve
sürdürmek için hemen her çareye başvuruyor. İzleyen gözlerini, donuk bakışlarının
ardında; yakınlık belirtilerini ilgisizliğinin gölgesinde; sevgisini öfkesinin altında
saklayabiliyor. İnsan, güçlü bir düşünme yetisine sahiptir. En önemsiz bir davranış
bile, onu etkileyebiliyor ve onun iç dünyasında pek çok anlamlar oluşturuyor. O,
bunların kimisinin bilincindedir; kimisinden ise habersizdir. İşte bu nedenle
davranışlarının tam olarak ve doğru biçimde anlaşılması, onun bilinçdışının da
bilinmesini gerektiriyor. Freud için çıkış noktası, insana ilişkin her duygu, düşünce ve
davranışın bir nedeninin bulunmasıdır. O, bu olguya ruhsal belirlenimcilik
(psychological determinism-psikolojik determinizm) adını vermiştir. Freud’a göre
doğada nedensiz bir sonuç olmadığı gibi, insanın da nedensiz bir davranışı yoktur.
Gülmesinin, ağlamasının, başarısı gibi başarısızlığının, dikkatsizliğinin, bilincinde
olsun ya da olmasın, bir nedeni vardır. Temel neden ise insanın geçmişinde yatıyor.
Nedeni bulunup ortadan kaldırılmadıkça, onun başarısızlığı başarıya, mutsuzluğu
mutluluğa tam anlamıyla dönüştürülemiyor. Ruhsal olayların nedenlerini ortaya koyan
ruhsal belirlenimcilik, Freud psikanalizinin temel varsayımıdır. Başlangıçta Freud’un
ortaya attığı piskanalitik kuramın daha sonra birçok farklı biçimlerinin ortaya çıkmış
olmasına karşın, hepsinin ortak noktası, kişiliğe, kişiliğin gelişimine ve davranışlara
dinamik açıdan bakmalarıdır. Bunların hepsi, çocukluk döneminin ve bu dönemin
yaşantıları ile bilinçdışı etkenlerinin hem kişiliğin hem de ruhsal hastalıkların
gelişiminde belirleyici bir rol oynadığını savunuyor. Buna karşılık, çocuk
cinselliğinin önemi, Oedipus karmaşası, içgüdüsel yaşam, yineleme zorlanımı
ilkelerinin işleyişi, yüceltme, saldırganlık ve benzeri konularda Freud ile onu
izleyenler arasında önemli görüş ayrılıkları bulunuyor. Bkz. kişilik kuramları.
Freud’un bir tedavi tekniği olarak ortaya koyduğu psikanalizin birçok temel
özellikleri de öbür psikanalistlerce paylaşılmıştır; ancak, ayrıntıdaki farklılıklara
bağlı olarak bunlarda da değişiklikler yapılmıştır. Örneğin, kimileri, bilinçdışı
dinamiklerini gözlemlemeyi öne çıkarırken, kimileri dışarıdan gözlemlenebilir kişilik
özelliklerini önemsemişlerdir. Özgür çağrışım yöntemiyle rüyalar ve direnmeler
çözümlenerek, çocukluk travmaları ve çatışmaları su yüzüne çıkartılarak hastanın bu
çatışmaların bilincine varması, onların olumsuz sonuçlarından kurtulması ve böylece
yaşamla daha iyi başa çıkabilecek bir donanım kazanması, psikanalitik tedavilerin
(terapilerin) ortak tekniği ve amacıdır. Freud’un psikolojiye ve psikiyatriye
oluşturduğu alt kuramlar ile birçok kavram katmıştır Bkz. Freudculuk; FREUD,
Sigmund; içgüdü (libido) kuramı; psikanaliz diliyle çatışma; psikanalize göre ruh
sağlığı; psilkanaliz okulu; ruhsal-cinsel gelişim kuramı; ruhsal ekonomi kuramı;
topografik kuram; yapısal kuram.
psikanaliz alt kuramları Bkz. psikanaliz.
psikanaliz diliyle çatışma Bkz. içgüdü kuramı.
psikanalize göre ruh sağlığı Bkz ruh sağlığı.
psikanaliz okulu Bkz. psikanaliz.
psikasteni (psychastenia) Pierre Janet’nin, kaygılı, saplantılı, fobik takıntılı hastalar
için kullandığı; bugün geçerli sayılmayan bir tanımlama; ruh argınlığı.
psikiyatr Bkz. psikiyatrist.
psikiyatri (psychiatry) Bireyde sıkıntı duygusu yaratan, zihinsel işlevlerinin önemli bir
kısmında bozukluğa yol açan ruhsal (psikolojik) ya da ruhsal-bedensel (psikofizik)
belirtilerin tanısı, tedavisi ve önlenmesi ile uğraşan tıp dalı; ruh hastalıkları bilimi,
ruh hekimliği. Ruh (akıl) hastalıklarının tanımı, kültürden kültüre belirgin farklılıklar
gösteriyor. Davranış sapmaları, tek başlarına bir akıl hastalığı oluşturmadığı gibi,
toplumsal ölçütler de insan davranışlarının değerlendirilmesinde önemli bir rol
oynuyor. Böyle olmakla birlikte alışılmış gündelik davranışların da sabuklama,
takınak ya da zorlanımlı davranış biçimlerinden ayırt edilmeleri gerekiyor. Ruh
hastalıkları sınıflandırmalarında öncelikle kişinin somut gerçekliği görebilme ve
değerlendirme becerisi inceleniyor. Psikoz tedavisi, bu beceriden yoksun olanlara
uygulanıyor. Gerçeklikle bağını koparmamış hastalar ise, kendi ruhsal bozukluklarına
karşı gösterdikleri tutuma göre değerlendiriliyorlar. Kişisel tutumunu soyut, toplumdan
kopuk ve sorunlara yol açan bir durum olarak görenlerin hastalığı da nevroz ya da
psikonevroz olarak adlandırılıyor. Hastalığını normal bir durum gibi algılayanlarda
ya da ortada bir sorun bulunduğunu yadsıyanlarda ise bir kişilik bozukluğu ya da
topluma uyumsuz davranış örneği olduğu düşünülüyor. Ancak, bu terimler, kişinin tüm
yaşamını tanımlamıyor. Bunlar daha çok, belirli bir dönemdeki bir dizi sorunu
sınıflandırıyor. Bkz. nevroz; psikolojik bozukluk; psikoz; uyum bozukluğu.
psikiyatrik acil durum (psychiatric emergenci) İntihar girişimi, akut psikotik bunalım,
cinnet getirme, kendini yitirme gibi acil psikiyatrik müdahale gerektiren durumlar.
Hasta, bu durumlarda genellikle dengesine yeniden kavuşuncaya dek sakinleştirici
ilaçlarla gözetim altında tutuluyor.
psikiyatrik klinik (psychiatric clinic) Bkz. tam gözetim kurumları.
psikiyatrik sınıflandırma Bkz. Tanı ve İstatistik Kılavuzu.
psikiyatri sosyal hizmetlisi (psychiatric social worker) ruh hekimliği sosyal
hizmetlisi. Psikiyatri hastalarının toplumsal durumlarını, klinik yönetimlerine
yardımcı olmak üzere araştıran ö<zel eğitim görmüş görevliler.
psikiyatrist (psychiatrist) Tıp fakültesini bitirdikten sonra psikiyatri alanında
uzmanlaşarak ruhsal bozuklukların tanısı ve tedavisi konuları üzerinde çalışan hekim;
ruh hekimi. Psikologlarla psikiyatristlerin çalışma alanları, belli ölçüde örtüşüyor.
Aralarındaki belirgin farklardan biri, hekimlik eğitimi alan psikiyatristin psikolojik
bozukluklar için ilaç yazma yetkisine sahip olmasına karşılık, psikoloğun böyle bir
yetkisinin olmamasıdır. İkincisi de psikologların genellikle araştırma ve normal
gelişim konularında daha fazla eğitim almalarına karşılık, psikiyatristlerin, normal
dışı davranışların biyolojik temelleri konusunda daha fazla eğitim almış olmalarıdır.
psiko (psycho) Bkz. Zihin, zihinsel; ruh, ruhsal anlamındaki önek. Bkz. psikoaktif;
psikoaktif maddeler; psikoaktif madde kullanımı bozuklukları.
psikoaktif (psychoactive) Bilinci; bilişsel, algısal süreçleri, ruhsal durumu ya da
davranışları etkileyen ilaçların ortak adı. Bu terim, gerçekte pek bir anlam taşımıyor.
Çünkü hemen her ilaç, bu sınıfa sokulabilir. Bunun yerine kapsamı, sınırları daha
belirgin olan sınıflamaların kullanımı yeğlenmelidir. Bkz.psikotropik ilaçlar.
psikoaktif maddeler (psychoactive substance) Sinir sistemini etkileme sonucu bilinçte,
duygularda, algısal süreçlerde ve davranışlarda değişiklik yaratan maddeler. Bkz.
uyarıcılar.
psikoaktif madde kullanımı bozuklukları (psychoactivr substance use disorders) Sinir
sisteminin etkilenmesi sonucunda duygusal durumda, algısal süreçlerde, bilinçte ve
benzerlerinde değişiklik yaratan ilaçların düzenli ve uzun süreli kullanımına bağlı
olarak ortaya çıkan ve tipik bilişsel-davranışsal belirtilerle ortaya çıkan bozukluklar.
psikoanaliz Bkz. psikanaliz.
psikobiyoloji (psychobiology) 1. Adolf Meyer’in, bireyi biyolojik, toplumsal ve
ruhsal yaşantıların bir toplamı olarak gören ve normal olduğu kadar, anormal
davranışı da bu temelde değerlendiren holistik yaklaşımı. 2. Psikolojinin, ruhsal
mekanizmaları ve işlevleri ağırlıklı olarak biyolojik bir bakışla inceleyen dalı.
psikocerrahi (psycho surgery) Ruh hastalıklarının iyileştirilmesi amacıyla cerrahi
yöntemlerin kullanımı. Bu amaçla ya beynin belli bir bölümü alınıyor ya sağ, sol
yarımküreler gibi belli bölgeleri arasındaki başlantı kesiliyor ya da belli bölgelerdeki
dokular donduruluyor. Bunun en çarpıcı örneği, 1940’lı ve 1950’li yıllarda ruh
hastalarındaki saldırganlık davranışlarını azaltmak amacıyla uygulanan alın
lobotomisidir. Ancak, tartışmalı sonuçlar veren bu yöntemler, başka sakıncalar da
içerdiği için günümüzde pek kullanılmıyor. Bkz. amigdalatomi; lobotomi.
psikodans Bkz. psikodrama.
psikodinamik (psychodynamic) 1. İnsanı davranışa güdüleyen bilinçdışı dürtüler ya da
gereksinimler ve heyecanlar açısından açıklamaya çalışan psikoloji dalına ilişkin;
ruhdevingen. Düşünceler ve içtepiler, ruhsal enerji, duygulanımla yüklüdür. Örneğin,
kötülük görme sanrıları, tutkular ya da zorlanımlar, ruhsal güçlerin etkinlikleri
sonucunda ortaya çıkan psikodinamik olgulardır. 2. Psikanalize (ruhçözümlemesine)
ya da derinlik psikolojisine ilişkin. 3. Gelişimde değişmeye yol açan ruhsal süreçlerle
ilişkili. Bkz. dinamik psikoloji; psikodinamik yönelimli bireysel tedavi.
psikodinamik kuramlar (psychodynamic theories) İnsan davranışında bilinçdışı
güdülerin ve duygulanımın işlevsel önemini vurgulayan kuramlar. Düşünceler ve
içtepiler, ruhsal enerji diye adlandırılan duygulanımla yüklü bulunuyor. Örneğin,
kötülük görme sanrıları ya da tutkular ya da zorlanmalar, ruhsal güçlerin
etkinliklerinin sonucudur. Bunlar, psikodinamik olgular olarak tanımlanıyor. Bkz.
psikanaliz; psikodinamik yaklaşım.
psikodinamik yaklaşım (psychodynamıc approach) İnsanı davranışa güdüleyen
bilinçdışı dürtüler ya da gereksinimler ve heyecanlar açısından açıklamaya çalışan
yaklaşım. Bkz. davranışçılık; psikanaliz.
psikodinamik yönelimli bireysel tedavi (psychodynamic oriented individual therapy)
Anna Freud’un geliştirdiği bir tedavi yöntemi; dinamik bireysel terapi, ruhdevingen
bireysel sağaltım. Bu yöntemin amacı, hasta çocuğun var olan gücünü en iyi biçimde
kullanmasını, yaşamdan olabildiğince haz almasını ve olabildiğince etkin olmasını
sağlamaktır; temeli ise tedaviyi gerçekleştiren kişi ile çocuk arasındaki ilişkiye
dayanmasıdır. Tedavi, üç aşamada gerçekleştiriliyor. İlk aşamada tedavi uzmanı ile
çocuk arasında ilk etkileşim sağlanıyor. İkinci aşamada, duygu aktarımı ve yorumlama
yapılıyor. Üçüncü aşamada da güncel bir başarı amaçlanıyor; bağımlılık ve
bağımsızlık gündeme geliyor. Bkz. psikanalitik tedavi yöntem ve teknikleri;
psikoterapi yöntem ve teknikleri.
psikodiyagnoz Bkz. ruhsal tanılama.
psikodrama (psychodrama) Genellikle insan ruhunun çatışmalarını, oyuncuların
karşılıklı konuşma ve eylem ile anlatmaları; ruhsal oyun, ruhoyunsal boşalım.
Psikodramada hastanın, ortamındaki öteki kişilerle; onun ve başkalarının geçmişte
oynadığı, gelecekte de oynayabileceği roller oynanarak özel kişiliği ve arınması ile
ilgileniliyor. Bu uygulamada, altta yatan kendiliğinden anlatma sürecini
gerçekleştirmeye elverişli teknikler geliştirilmiştir. Psikodrama en iyi, bir tedavi
edici tiyatroda gerçekleştiriliyor. Ancak, sorunları öyle gerektiriyorsa, hastanın
yaşadığı herhangi bir yerde de yapılabiliyor. Psikodrama tekniklerinden biri, hastanın
kendisini tanıması amacıyla uygulanıyor. Psikiyatrist, hastadan yaşamının bir parçası
olan, özellikle içinde bulunduğu ana çatışmaları yaşamasını ve anlatmasını istiyor.
İkinci bir psikodrama tekniği, kendi kendine konuşmak ya da eylemde bulunmaktır. Bu
teknik, gerçek yaşamda eşi ile belli durumlarda yaşadığı; ama dile getirmediği gizli
duygu ve düşünceleri yinelemek için kullanılıyor. Kendiliğinden, doğaçlama tekniği
ile hasta, sorunlarına göre, doktorunun dikkatle seçtiği imgesel ya da yapay rolleri
oynuyor. İletişimin en az düzeye inmiş olduğu hastalarda psikodrama ile yardımcı bir
dünya ya da hastanın içinde işlev gördüğü bir dünya yaratılmaya çalışılıyor. Bu
uygulama, hastanın psikotik dünyasını somutlaştıracak bir yardımcı benlik takımının
kullanılmasını gerektiriyor. Bu yöntemle psikiyatrist, yardımcı dünyayı oluşturan
yardımcı benlik takımından yararlanarak hastanın kendiliğinden davranışları aracılığı
ile eylem oluşturuyor; ancak, gerçek arınma (catharsis), psikodramanın kendisi
gelişirken gerçekleşiyor. Psikodramanın çeşitleri bulunuyor. Bunlardan, drama (oyun)
ile ruhsal çözümlemenin sentezi olan psikodramada bireyler üzerinde duruluyor.
Sosyodramada gruplar üzerinde; fizyodramada beden üzerinde; aksiodramada da
etik ve genel değerler üzerinde yoğunlaşılıyor. Hipnodrama, hipnoz ile dramanın
birleştirilmesiyle oluşturuluyor. Psikodans ve psikomüzik, müzik ve dansın drama ile
kendiliğinden birleşmesi sonucu ortaya çıkıyor. Tedavi edici film tekniği ise bir
filmin psikodrama ile sentezinin oluşturduğu bir drama çeşididir.J. L. Moreno’nun
geliştirdiği bu teknikte, görüldüğü gibi, hasta (sorunlu kişi), tedavi edici, yardımcı
tedavi edici, sahne ve seyirciler bulunuyor. Bkz. psikoterapi.
psikofarmakoloji (psychopharmacology) Psikolojinin, ilaçların sinir sistemi, beyin,
bilişsel işlevler, duygular, davranışlar ve benzerleri üzerindeki etkilerini inceleyen
dalı.
psikofizik (psychophysics) Çevresel uyarıcıların fiziksel özellikleri ile bu uyarıcıların
yarattığı ruhsal yaşantılar arasındaki nicel ilişkileri inceleyen psikoloji dalı. Duyu
eşiği, duyu uyumu gibi konular, bu dalın alanına giriyor.
psikofizyoloji (psychophysiology, physiological psychology) Ruhsal olaylarla sinir
sisteminin görevleri arasındaki ilişkileri inceleyen bilim dalı; fizyolojik psikoloji,
fizyolojik ruhbilim, ruhsal işlevbilim.
psikogeriatrik hizmetler (psychogeriatric services) Ruh sağlığı hizmetlerinin hem ruh
sağlığı alanında hem de yaşlıların bakımı konusunda uzmanlık gerektiren yaşlı ruh
hastalarına yönelik bölümü.
psikojenik Bkz. zihin açıcılar
psikokinezi (psychokinesis) Parapsikolojide düşünce gücüyle olayları denetleme ya da
nesneleri hareket ettirme, biçimlerini değiştirme; örneğin, metal kaşığı eğme, yemek
tabağını masanın bir başından öbür başına hareket ettirme yetisi.
psikolepsi (psycholepsy) Tipik olarak duygusal açıdan dengesiz kişilerde gözlemlenen
ve özellikle ruhsal gerilimin doruğa çıktığı aşırı sevinç, esrime duygularından sonra
birdenbire ortaya çıkan bir çaresizlik ve ruhsal atalet, çöküntü duygusu.
psikolinguistik (psycholinguistics) Psikoloğun dile; dilbilimcinin ise psikolojiye
ilgisinden doğan ve sözel davranışın altında yatan zihinsel süreçleri inceleyen melez
bir bilim. Psikolinguistiğin temel ilgisi, kodlama (konuşma), kod çözme (konuşulanı
anlama) ve dil öğrenme süreçlerinin altında yatan ruhsal süreçlerdir. Zihinsel,
duygusal ve davranışsal işlemleri inceleyen psikoloji ile dil öğelerini ve yapısını
inceleyen dilbilimin birbiriyle ilişkili olduğu, uzun süredir kabul ediliyordu. Ancak,
kendine ait savları, kuramları ve yöntemleri bulunan ayrı bir disiplin olarak 20.
yüzyılın ortalarından sonra ortaya çıkabildi. Davranışçılardan; özellikle Skinner’den
bilişçilere dek geniş bir yelpazeden insanların ilgisini çeken bu alan, Noam
Chomsky’nin Syntactic Structeres adıyla yayımlanan çalışmasıyla birlikte büyük bir
ivme kazandı. Bugün bellek araştırmalarında önemli bir yer tutan psikolinguistik,
bilişsel psikolojinin bir dalı durumundadır. Bkz. dil edinim mekanizması;
sosyolinguistik.
psikolog (psychologist) Psikoloji alanında araştırmalar yapan ve psikoloji yöntemlerini
uygulayan kimse.
psikoloji (psychology) Doğrudan ya da dolaylı olarak gözlemlenebilen insan ve hayvan
davranışlarını; insanların algılama, kavram oluşturma, usavurma, sorun çözme gibi
bilişsel süreçl e r i ni ; duygu, coşku, heyecan gibi özelliklerini; birbirleriyle
etkileşimlerini bilimsel yöntem ve tekniklerle inceleyen bilim dalı; ruhbilim.
Psikoloji, etimolojisindeki ruh gibi soyut, metafizik ve doğaüstü kavram ve
açıklamalarla ilgilenmiyor; tüm bilişsel, duyuşsal ve davranışsal yönleriyle insanı ve
insanlar arası ilişkileri inceliyor. Psikoloji, konusu gereği, sosyal bilimlerden fizik
bilimlere dek çok geniş bir alanda, çok sayıda alt dallarıyla yer alıyor. Hem temel
bilim hem de uygulamalı bilim olma özelliği taşıyor. Psikoloji, kaynağı olan
felsefenin etkisiyle gelişim sürecinde birçok akıma, yaklaşıma sahne olmuştur ve
olmayı sürdürüyor. İçerik ve yöntem açısından sosyal bilimlerl e fizik bilimler
arasında yer aldığı için bir, gözlemlenen davranışlarla; bir de zekâ, tutum gibi
gözlemlenen davranışlardan çıkarsanan (vardanan) davranışlarla ilgileniyor. Bu
durum nedeniyle psikoloji, araştırma, ölçme yöntem ve teknikleri açısından zaman
zaman haksız eleştirilere uğramıştır. Oysa psikoloji, özellikle araştırma ve ölçme
konusunda bilime birçok yöntem ve teknik de kazandırmıştır. Antropoloji, sosyoloji,
felsefe, biyoloji, genetik, tıp gibi birçok alanla iç içe geçmiştir. Bunların her
birinden hem yararlanıyor hem de onlara katkı yapıyor. Psikolojinin doğuşuna ve
gelişimine pek çok düşünür ve bilim insanı katkı yapmıştır. Birçok tartışmalı konusu
bulunsa da Wundt’un ilk psikoloji laboratuvarını açmasıyla (1879), psikolojinin bir
bilim dalı olarak doğduğu görüşünü herkes paylaşıyor. Psikolojide pek çok alt dal
oluşmuştur Bkz. adalet psikolojisi; algı psikolojisi; analitik psikoloji; askerlik
psikolojisi; benlik psikolojisi; Gestalt (biçim) psikolojisi; bilimsel psikoloji; biliş
psikolojisi; bireysel psikoloji; biyolojik psikoloji; bütüncü psikoloji; çocuk
psikolojisi; davranış bilimleri; davranışçı psikoloji; deneysel psikoloji, derinlik
psikolojisi (psikanaliz); dil psikolojisi; eğitim psikolojisi, endüstri psikolojisi;
ergen psikolojisi, evrim psikolojisi; fizyolojik psikoloji; gelişim psikolojisi; hormik
psikoloji; hümanist psikoloji; insanın sekiz çağı; işlevsel psikoloji; karşılaştırmalı
psikoloji; klinik psikolojisi; Marxçı psikoloji; okul psikolojisi, öğrenme
psikolojisi; özel eğitim gerektiren çocuklar psikolojisi, özgürlükten kaçış
yaklaşımı; personel psikolojisi; psikolojide ölçme; psikolojinin kısa tarihi;
psikometri; psikolojik danışma; sosyal psikoloji;varoluşçu psikoloji.
psikolojide ölçme Bkz. ölçme.
psikolojik (psychological) psikoloji ile ilgili, psikolojiye değgin. Bkz. psikolojik
bağımsızlık; psikolojik bozukluk; psikolojik danışma; psikolojik danışman;
psikolojik danışma ve rehberlik; psikolojik gerilim; psikolojik işleyiş; psikolojik
olgunluk; psikolojik otopsi; psikolojik savaş; psikolojik tedavi; psikolojik testler;
psikolojik travma; psikolojik uzlaşma; psikolojik yapı; psikolojik yaş; psikolojik
zaman; ruhbilimsel; ruhsal.
psikolojik bağımsızlık Bkz. bağımsızlık; kişilik bağımsızlığı; ruhsal bağımsızlık.
psikolojik belirlenimcilik Bkz. belirlenimcilik
psikolojik bozukluklar Bkz. ruhsal bozukluklar.
psikolojik danışma (psychological counseling) Gelişim süreci içinde kendilerini
tanıma, kabul etme ve kendilerini gerçekleştirme isteği gösteren kişilere bireysel
olarak ya da grupta, bu işi meslek edinmiş olan uzmanlarca yapılan düzenli ve sürekli
yardım; psikoterapi, kişisel rehberlik. Psikolojik danışma, bir toplumsal öğrenme
etkileşimidir. Bireysel psikolojik danışmanın da grupta psikolojik danışmanın da
güdümlü ve güdümsüz olarak sürdürülmesi söz konusudur. Bireysel Psikolojik
Danışma: Danışmanla danışanın yüz yüze sürdürdüğü ikili ruhsal danışmaya bireysel
psikolojik danışma deniyor. Bu danışmada, danışanın sorunuyla ilgili gerçekler
belirlenerek onun dikkat ve ilgisi bunlar üzerine toplanıyor ve sorununu çözmede
kendisine yardım ediliyor. Grupla psikolojik danışma, etkili ve ekonomik ise de kimi
durumlarda, bireysel psikolojik danışma zorunlu oluyor. Sorunları çok karmaşık olan
kişiler, grupta psikolojik danışmadan gerektiği kadar yararlanamıyorlar. Grup içinde
kendilerini denetleyemeyen, cinsel davranış bozukluğu gösteren kimseler olabiliyor.
Kimileri, gerçek duygu ve gereksinimlerini bilemiyorlar. Kimileri de ürkek ve dışa
kapalı oluyorlar. Danışanlar arasında, kendini sergileme ve ilgi çekme isteği güçlü
olanlara, aşırı kuşkululara da rastlanıyor. Bu gibi kimseler için bireysel psikolojik
danışma zorunluluğu doğuyor. Grupta Psikolojik Danışma: Danışman’ın grupta yüz
yüze iletişimle gerçekleştirdiği ruhsal danışmaya bu ad verilmiştir. Danışan, bu
danışmada bir grubun üyesi olma, onlarca benimsenme, bağımsız olma duygusunu
yaşıyor. Bu gereksinimlerin giderilmesi, özellikle ergenlik dönemindeki kişiler için
büyük önem taşıyor. Kişi, grupta insanları daha iyi anlamayı öğreniyor. Başkalarının
varlık ve olayları nasıl algıladıklarını görüyor. Arkadaşlarıyla ilişki kurma, onlarla
konuşma becerisini geliştiriyor. Grup üyelerinden en az birkaçının ilgi ve tepkisini
sorunlarının üzerine çekiyor. Başkalarına karşı daha derin bir saygı duymayı, özellikle
farklı düşünenlere karşı saygılı olmayı öğrenme fırsatı buluyor. Güdümlü Psikolojik
Danışma: Bu danışma, danışmana, odak olma ve otorite (yetke) statüsü tanıyan
psikolojik danışma biçimidir. Bu yaklaşımda danışanın yetişme ya da gelişimi;
yapacağı seçimlerin ya da alacağı kararların sorumluluğu, danışman’ın
yükümlülüğündedir. Bu nedenle danışman, danışma süresince danışana telkinlerde
bulunuyor, öğüt veriyor, ona yol gösteriyor. Danışma sırasında sorunu tanımlama,
sorunun nedenlerini ve giderilme yollarını saptama ve danışanı belli hedeflere
yöneltme görevi, önder konumundaki danışmanındır. Her bireyin seçme özgürlüğüne
saygı gösteren, insanı saygıya değer bir varlık olarak değerlendiren demokratrik
toplumlarda bu danışma yaklaşımı ilgi görmüyor. Güdümsüz Psikolojik Danışma:
Danışman’ın, danışanla kendisi arasında yarattığı yakın ve güven verici ortamda
danışanın benlik yapısının yumuşamasını, yadsımış olduğu yaşantıları algılamasını ve
benliğine katmasını sağlama süreci, güdümsüz psikolojik danışma olarak anılıyor.
Rogers ve yandaşlarına göre her birey, kendini gerçekleştirme güdüsüne ve bu
güdülerini doyuma ulaştırma gücüne sahiptir. Bu güç, uygun koşullarda ve elverişli
ortamda kendini gösteriyor. Bu nedenle kendini yönetme, bireyin temel hakkıdır. Bkz.
hümanist psikoloji; psikolojik danışman; psikoterapi yöntem ve teknikleri; MASLOW,
Abraham; ROGERS, Carl Ramson.
psikolojik danışman (psychological consultant) Gelişim süreci içinde kendini tanıma,
kabul etme ve gerçekleştirme isteği gösteren kişilere bireysel olarak ya da grupta
düzenli ve sürekli yardım etme yetki ve yeterliliğini taşıyan kişi. Bkz. psikolojik
danışma.
psikolojik danışma ve rehberlik (PDR) Bkz. rehberlik ve psikolojik danışma.
psikolojik evrenseller Bkz. ruhsal evrenseller.
psikolojik gerilim Bkz. ruhsal gerilim.
psikolojik işleyiş Bkz.JUNG, Carl Gustav.
psikolojik kökenli bellek yitimi Bkz. çözülmeli bellek yitimi.
psikolojik körlük Bkz. ruhsal körlük.
psikolojik mastürbasyon Bkz. ruhsal özdoyurum.
psikolojik olgunluk Bkz. ruhsal olgunluk.
psikolojik otopsi (psychological autopsy) Mektuplarını, günlüklerini inceleyerek, ailesi
ve arkadaşlarıyla görüşerek intihar eden kişinin olası intihar nedenlerine ilişkin bilgi
toplama.
psikolojik profil Bkz. ruhsal profil.
psikolojik savaş (psychological war) Temel öğesi propaganda olan ve karşı grupların
birbirlerini etkilemek, onların istedikleri biçimde davranmalarını sağlamak için
tehdit, yıldırma, kendini güçlü gösterme gibi psikolojik etkenlerin araç olarak
kullanıldığı savaşım biçimi
psikolojik tedavi Bkz. psikoterapi.
psikolojik testler (psychological tests) Bireysel zekâ testleri, genel yetenek testleri;
grup zekâ testleri, gelişim ölçekleri, özel yetenek testleri, eğitim testleri, meslek
testleri, psikomotor testler, klinik testleri, kişilik test ve envanterleri, yansıtıcı
testler, ilgi envanterleri, tutum envanterleri olarak bilinen test ve envanterler. Bu
testler bugün, psikolojik danışmada, meslek rehberliğinde öğrencinin dal, ders, okul
seçiminde; yetenekleri oranında başarı gösterip göstermediklerinin ve bunların
nedenlerinin saptanması gerektiğinde kullanılıyor. İleri derecede uyum bozukluğu
gösteren davranışlar, psikolojik testler aracılığıyla belirleniyor ve bu davranışları
gösteren kişiler, klinik psikologlar ya da psikiyatristlerden yardım alıyorlar. Kişilik
testleri de uyumluluk derecesini saptamada kullanılıyor. Danışanın gereksinimlerini
hangi yöntem, teknik ve araçların daha iyi karşılayacağı da psikolojik testlerle
anlaşılmaya çalışılıyor. Örneğin, okulda başarısızlığın yetenek azlığından mı, seçilen
alanın ilgi alanı dışında oluşundan mı; yoksa, okuma güçlüğünün varlığından mı ileri
geldiği, testler aracılığı ile belirlenerek, gerekenler yapılıyor. Danışmanın etkinlik
derecesini ortaya çıkarmak; öğrencileri belli yetenekleri üzerinde düşündürmek için
de psikolojik testlerden yararlanılıyor. Ölçülmek istenen davranışın örneklemi olan
testin yordama değeri, davranışı yeterince temsil etmesine bağlıdır. Puanlama ve
yorumlamada birliktelik sağlamak için de testin standartlaştırılmış olması gerekiyor.
Testten alınan sonucun, diğer bireylerden alınan sonuçla karşılaştırıldığında anlam
kazanabilmesi, koşulların eşit olmasına bağlıdır. Bir grubun bir testteki başarı ya da
davranış özeti demek olan norml a r , iyi-kötü, ideal biçiminde öznel yargılar
içermiyor. Psikolojik testlerin de önceden belirlenen geçer-kalır, iyi-kötü biçiminde
standartları yoktur. Testi nesnel kılan, puanlanmasıdır. Testin puanlanması, güvenirlik
ve geçerlik derecesi, soruların güçlük derecesi ve bunun nesnel yollarla saptanması,
testi nesnel kılıyor. Grubun testten aldığı puanlar, normal dağılımı gösterıyor. Bkz. ilk
psikolojik testler.
psikolojik tipler Bkz.tipoloji.
psikolojik travma (psychological trauma) Deprem, sel, yangın gibi afetler; savaş, ırk
ya da din ayrımcılığı, reddedilme, boşanma, işkence, tecavüz, çocuk sömürüsü gibi
yaşantıların bireyin kişiliği ve ruhsal yapısı üzerinde şu ya da bu ölçüde kalıcı bir etki
bırakan felaket niteliğinde, olağandışı bir yaşantının anılarından kaynaklanan bir
bozukluk ve bunaltı durumu; ruhsal örselenme, ruhsal sarsıntı. Ruhsal travmalar,
yaşanan olayın ağırlığı kadar kişinin duyarlılığına ve dayanıklılığına da bağlı
bulunuyor. Bir kişi için travmatik gördüğü bir yaşantıyı bir başkası oldukça normal
karşılayabiliyor. Travma ile stres, birbirine karıştırılmamalıdır. Bkz. birincil travma.
psikolojik travma sonrası stres bozukluğu Bkz. kaygı.
psikolojik uyarıcılar (psychostimulants) Merkez sinir sistemine uyarıcı bir etki yapan
ilaçlar.
psikolojik uyumluluk ve uyumsuzluk ölçütleri Bkz. uyumluluk.
psikolojik yapı Bkz. analitik psikoloji (Kişiliği Oluşturan Sistemler).
psikolojik yaş (psychological age) Kişinin duygu, zihin ve yaşama bağlılık açısından
kendisini içinde gördüğü yaş.
psikolojik zaman Bkz. zaman algısı.
psikolojinin kısa tarihi (brief history of psychology) Psikolojinin nasıl doğduğunu ve
geliştiğini belirten tarih. Psikoloji, çok kısaca, şöyle bir tarihsel gelişim gösteriyor:
Çağdaş psikolojinin felsefi temeli, Platon ve Aristo’ya dayanıyor. Bu iki düşünür
arasında önemli bir ayrılma noktası bulunuyor. Platon, gerçeğe giden yolun, “ruh”un
sezgi gücünden geçtiğini savunuyor. Ona göre iki ile ikinin dört ettiğini söyleyebilmek
için nesneleri saymak gerekmez; aynı sonuca, matemetiksel mantık yoluyla daha
güvenilir biçimde varılabilir. Aristo ise gözlemi önemsiyor. Ancak, gözlemin de
kendine özgü sorunları vardır. Örneğin, Aristo, kendi gözlemlerine dayanarak
kurbağaların her ilkbaharda kendiliğinden oluştuklarını söylemişti. Bu yanılgı, ondan
2000 yıl sonra Pastör’ün yaşamın kendiliğinden oluşamayacağını kanıtlayışına dek
süregeldi. Buna karşın, günümüzdeki kanı, bilimin gözlem olmadan ilerleyemeyeceği
yönündedir. Ancak, gözlemin geçerlik ve güvenirliğini artırmak için hata kaynaklarının
denetlenmesi gerekiyor. Platon’un etkilerinin Alman psikolojisinde; Aristo’nun
etkilerinin de İngiliz ve Amerikan psikolojisine yansıdığı görülüyor. Ortaçağ ve
ardından gelen Rönesans döneminde iki ad öne çıkıyor. Bunlardan ilki olan Sir
Thomas Aquinas, Platon, Aristo ve Hristiyan din adamlarının yapıtlarının bir
sentezini yapıyor ve bunu Ortaçağ bilim anlayışı olarak sunuyor. Bu çaba, kilisece
kabul görüyor ve dinsel yapının ayrılmaz bir parçası oluyor. Onun özellikle özgür
istenç konusunda söyledikleri; kişinin başarı ve başarısızlıklarını dıştaki kişi ya da
koşullara bağlamak yerine kendisinin yüklenmesi açısından bıraktığı iz, olumlu
olmuştur. Daha sonra Rene Descartes, Aquinas’ın dogmatik felsefesi üzerinde bir
çatlak yaratıyor. Geleneksel yaklaşımlı bir düşünür olsa da gövdenin bir makineye
benzeyişi üzerine yaptığı vurgu, kendisinden sonra gelenlerin, istemli davranışlar da
içinde olmak üzere, tüm davranışların belirlenimcilik ilkeleri içinde açıklamalarında
etken oluyor. Ondan sonra psikoloji tarihinde, İngiliz deneyimciliği önemli bir rol
oynuyor. İngiliz deneyimcileri, deneyime büyük önem veriyorlar. Düşüncelerin
çağrıştırılması (birleştirilmesi) ise zihnin temel ilkesi durumuna getiriliyor. Zihnin,
içinde Tanrı’nın verdiği değiştirilmez ve ölümsüz düşünceler olan bağımsız ve özgür
bir araç olmadığını; doğru ve güzel olarak düşünülen, büyük değişiklikleri yapabilen
bir güç olduğunu; bu nedenle bireylerin davranışları arasındaki farklılıkların, onların
düşüncelerindeki farklılıklara dek götürülebileceğini belirtiyorlar. Bu yaklaşım,
felsefede bir Pandora kutusu açmış oluyor. Güzellik ve doğruluk düşünceleri,
Tanrı’dan değil de deneyimlerimizden geliyorsa, o zaman hangi dinin görüşlerinin
doğru olduğunu bilemeyiz. Bu görüşün, inançlar üzerinde yıkıcı; hoşgörü üzerinde ise
yararlı bir etkisi oluyor. Bu oluşum, kimi direnmelere karşın sürüp gidiyor. Hume’un
çağdaşlarından David Hartley, deneyimcilerin öğretilerini sistemleştiriyor;
düşüncelerin çağrışımı ve düşünceleri birleştirme ilkesini popülarize ediyor. 19.
yüzyılda James Mill ve oğlu John Stuart Mill, deneyimci görüşleri daha da genişletip
vurguluyorlar. Özellikle John Stıart Mill’in yapıtları, Almanya’da Wilhelm Wundt’u
etkiliyor ve Wundt, Leipzig’de ilk psikoloji laboratuarını kuruyor. Alman
felsefesinin temsilcileri Leibniz, Kant ve Herbart da etkin zihin kavramında
birleşiyorlar. Bunlar, zihnin hareket halinde olduğunu vurguluyorlar. Alman
düşünürlerine göre insan, ancak, doğuştan getirdiği alan ve zaman düşüncelerine
sahip, etkin bir zihin ve kavrama yeteneği ile bu ham deneyimleri anlamlı bir bütün
haline getirebiliyor. Zihin yasaları, matematik yasaları gibi evrenseldir; araştırılıp
bulunabilir. Bu rasyonel psikoloji, Alman düşünürleri ile İngiliz düşünürlerinin
deneyim psikolojisi arasındaki farkı ortaya koyuyor. Alman düşünürlere göre insan,
alan ve zaman yasalarını, deneyim elde etmeden, duyu organlarına gelen çeşitli ve
parça parça uyaranlardan anlamlı bir bütün çıkarmak için kullanıyor. Çağcıl
psikolojinin bilimsel temelleri, deneysel psikoloji ile atılıyor. Deneysel psikolojinin
kurucusu olarak bilinen Wundt’la aynı dönemde yaşayan başka kişilerin, onun
kavramlarını değiştirip geliştirdiklerini ve eleştirdiklerini görüyoruz. 19. yüzyılın
sonu ile 20. yüzyılın ilk çeğreğinde Almanya’da deneysel psikolojinin kurulması,
oldukça tartışmalı geçmiştir. Wundt’un çalışmaları, birçok yerden saldırıya
uğramıştır. Fizyolog ve psikolog Franz Brentano, onun öğrencisi Carl Stumpf,
Würzberg ekolünden Oswald Külpe, bunlar arasında yer alıyor. Wundt, yaşlı bir kişi
iken, 30 yaşındaki genç ve zihin gücünün doruğunda olan Külpe ve öğrencileri,
Wundt’un “her düşüncenin ona ilişkin bir imgesi (duyum ya da duygusu) olduğu”
görüşüne karşı çıkıyorlar. Külpe’nin de içinde olduğu ekol, kimi düşüncelerin imgesiz
olduğunu belirtiyor ve imgesiz düşünce ilkesini oluşturuyorlar. Fizyolojinin saygın
bir bilim olarak ilerleme göstermesiyle birlikte deneysel psikoloji de kendine bir yer
ediniyor. Duyu organlarının fizyolojisinin araştırılması, kendiliğinden, duyumların
araştırılmasına yol açıyor. Weber, Fechner, Helmholtz gibi araştırmacıların da
uyaran-tepki konusuyla ilgilenmeye başlamasıyla psikoloji, bir bilim olma yolunda
adım atmaya başlıyor. Wundt, kurduğu psikoloji laboratuarında, fizyolojik
araştırmalardaki son öğretiler ile Locke, Mills, Helmholtz gibi büyük deneyimcilerin
öğretilerini bir araya getiriyorsa da bulguları çok kısa bir zaman sonra modası geçmiş,
geleneksel görüş durumuna geliyor. Genç psikologlar, Wundt psikolojisinin
“engelleyici dogmalar” olarak gördükleri noktaları acımasızca eleştiriyorlar. Wundt
psikolojisina tepki olarak, psikolojideki Gestaltçı ve davranışçı yaklaşımlar
doğuyor. Bunların doğuşu, elbette Wundt’un, psikolojiyi temellendirmedeki önemli
yerini yok edemiyor. Almanya’da bunlar olurken dünyanın birçok yerindeki
çalışmalarla işlevselci psikoloji ve işlevselcilik doğuyor. Galton, Binet ve James,
psikolojinin uygulamalı bir bilim olması yönünde uğraş veriyorlar. Galton ve Binet,
zekâ testlerinin uygulama sorunları üzerinde çalışıyorlar. James ise konuya daha
felsefi ve spekülatif yaklaşıyor ve çok az araştırma yapıyor. Buna karşın, onun
görüşleri, birçok kişinin, psikolojiyi fildişi kulesinden çıkarıp gerçek dünyaya
uygulama yönünde harekete geçiriyor. Chicago Üniversitesi’nde çok etkin bir düşünür
ve eğitimci olan John Dewey, James’in yaklaşımına kendi yaratıcı katkılarını da
ekleyerek, onu genişletiyor. 1952’de 93 yaşında ölünceye dek, düşünce dünyasını
etkilemek için zaman buluyor. Bu iki kişinin de etkileriyle işlevselcilik
(fonksiyonalizm) adı verilen psikoloji ekolü kuruluyor. Bu ekolün asıl kurucusu,
James Rowland Angell’dir. Angell, James’in öğrencisi; Dewey’in de Chicago’da
çalışan meslektaşıdır. Ona göre işlevselciler, zihnin yapısından çok, nasıl işlediğini
araştırıyorlar. Wundt ve Titchener’in zihnin durağan yapısına ilişkin görüşleri,
yapısalcılık diye anılıyor. Zihnin pratik sorunları nasıl çözdüğünü araştıran
işlevselciler, insan davranışlarında alışkanlıkların rolü ile de ilgilenmişler ve
alışkanlıkların bilinç altında olduğunu ileri sürmüşlerdir. İşlevselciler, kuramsal
tartışmalara girmek yerine deneylerinden veriler toplamaya çalışmış; bilinç ve
içgözlem kavramlarında kimi sorunların bulunduğunu görseler de bu kavramları
yadsımamışlardır. Davranışçı psikolojinin kurucusu olan Watson, bu tutumları
yüzünden işlevselcileri iki yüzlülükle suçlamıştır. Watson’a göre bilinç ve içgözlemin,
öznellikleri nedeniyle nesnel olan bilimde yerleri olamaz. Watson, bu konuda son
adımı atıp zihin ve ruh kavramlarıyla ilişkisini tümden kesiyor. Ancak, Watson,
işlevselcilerin etkililiğini yok edemiyor. İşlevselcilik, yıllarca etkili bir ekol olarak
varlığını koruyor. Amerikan psikolojisi, hâlâ öznel ve nesnel bakış açılarının çelişkili
bir karışımı olarak yaşıyor. Çağdaş psikologların pek çoğu, bilimsel araçları ve
nesnel verileri kullandıkları halde, zaman zaman psikolojik bilgi kaynağı olarak içsel
deneyimlerin zengin dünyasından da yararlanıyorlar. Bu tür yaklaşım, çeşitli ve
karmaşık sorunlar yaratıyor. Pratik kişiler, gergin kuramsal tartışmalar yapmış olsalar
da ellerindeki işi bir sonuca vardırabilmek için ortak bir yerde anlaşmak zorunluğunu
duyuyorlar. Bu ortak yol yaklaşımı, bugün de varlığını koruyor. Watson, psikolojiyi
davranışçılık bayrağı altında birleştirmeyi düşlüyorsa da bunu gerçekleştiremiyor.
Bugün, davranışçılar bile klasik davranışçılıktan radikal biçimde ayrılmışlardır.
Watson’u izleyen ünlü psikologlar Edwin R. Guthrie, Clark L. Hull, B. F. Skinner
ve Edward C. Tolman’ ın deneyleri, kuramları ve tartışmaları, psikoloji literatürünün
en ilginç konuları arasında yer almıştır. Davranışçılık, Gestalt psikologlarının,
Freudcuların ve pek çok klinik psikoloğunun çeşitli saldırılarına uğramıştır. Örneğin
klinik psikologları, davranışçıların, davranışın moleküler yönleri gibi çok önemsiz
yönleriyle uğraştıklarını söylüyorlar. Sevgi, evlilik, tutku, olgunlaşma, dinsel yaşam,
yaşamda anlam arama gibi davranışlar üzerinde açıklamada bulunamayacaklarını
belirtiyorlar. Davranışçılar ise o karmaşık davranışların, daha küçük birimlerden
oluştuğunu; bütünü parçalara,; parçaları da daha küçük parçalara ayırarak bütünü
anlama olanağından söz ediyorlar. Klinikçilere göre koşullu reflekslerin bu tür
çözümlenişi, çok yapaydır Bu, Wundt’un zihinsel yaşantıyı ya da bilincin içeriğini
duyusal öğelere indirgemesine benziyor. Klinik psikologlarının bu eleştirisini
Gestaltçılar da tümüyle desteklemişlerdir. Pek çok kişi, davranışçıların, yalnızca bir
alanda; nesnelcilik üzerindeki ısrarlarında kusursuzluklarına inanmışlardır.
Psikolojinin, görülmeyenle, bilinmeyenle ilgilenen mitolojiyi bir yana bırakması
isteği, pek çok kişiye çekici gelmiştir. Ancak bu konuda bile davranışçı akımın çok
tutarlı olmadığı görülmüştür. Eleştiricilere göre Thorndike’ın koşullanan refleksleri
ve alışkanlıklar da doğrudan doğruya gözlemlenemezler. Koşullanmış refleks, ancak
etkisi ile bilinebiliyor. Kişinin gördüğü, gerçekte koşullu refleks değil; onun yarattığı
sonuçtur. Bunu fark eden yeni davranışçılardan Tolman ve Hull, sistemlerinde
görülmeyen kavramların da var olabileceğini kabul etmişlerdir. Davranışçıların
ölçme sırasındaki nesnellik idealine karşı ileri sürülen en geçerli eleştirilerden birini
Wolfgang Köhler yapmıştır. Ona göre, gerçek nesnelciliğe hiçbir zaman ulaşılamaz.
Bu fizikte bile olanaksızdır. 10 ayrı gözlemciden ölçme sonuçkarını bildirmeleri
istense 10 ayrı yanıt alma olasılığı vardır. Bu durumda, Watson’ın dediği gibi
içgözlemi bir psikolojik araç olarak kullanmak zorundayız. Binlerce psikolojik deneyi
gerçekleştiren davranışçı psikoloji, her şeye karşın, psikoloji tarihinde en etkin
ekollerden biri olmuştur. Gestalt psikoljisinin babası olarak nitelendirilen Max
Wertheimer’den sonraki en önemli psikologları Wolfgang Köhler, Kurt Koffka ’dır.
Köhler’in yer değiştirme ve içgörü konusundaki deneyleri, Gestalt yorumlarının güçlü
kanıtlarını oluşturuyor. Kofka, aynı zamanda Gestalt psikolojisini ABD’de tanıtan
kişidir. Köhler gibi Koffka da çocuğun en erken davranışlarının bile belli amaçlara
yönelik olduğunu savunmuştur. Kofka’ya göre çocuğun belli amaçlara yönelik
davranışları, insandaki “bütün biçimleri algılama eğilimini belirten Gestalt ilkesinin
(bütünlemenin) bir örneğidir. Yine Koffka, öğrenmenin bütünden parçalara doğru
olduğunu söylüyor. O nedenle çocuklar, ezberlemeye değil, parça-bütün ilişkilerini
görebileceği problemler aracılığı ile öğrenmeye yöneltilmelidir. Bu yaklaşım,
Werthaimer’in Verimli Düşünme’de belirttiği görürlerine benziyor. Gestalt
yaklaşımından en çok etkilenen psikologlardan biri de Kurt Lewin’dir. Bu
psikolojinin, Amerikan psikolojisi üzerinde önemli etkisi olmuştur. Ancak bu kuram
burada Köhler’in mutsuzluğunu belli etmesine yol açacak kadar da değişikliğe
uğratılmıştır. Geştaltçılara karşın ABD’deki akademik psikoloj, davranışçı olarak
süregelmiştir. Freud, Jung ve Adler, nevrotikler için önerdikleri yeni tedavi
yöntemleri ve bilinçdışı dürtülerini kişilik kuramının temel kavramı olarak
göstermeleriyle psikoterapi ve kişilik kuramları tarihinin öncüleri olmuşlardır. Üçü de
derinlik psikoloğu olmakla birlikte Jung, türe özgü dürtü kavramı ile insan ruhsal
yapısına yeni bir gizil tabaka ekledi. Adler, bunların içinde bilinçdışı dürtülerinden
en az söz etti; özellikle insanın bilinçli ve amaca yönelikj davranışlarının
araştırılmasına ağırlık verdi. Kimi davranışçılar ve deneysel psikologlar, bilinçdışı
dürtü kavramını yetersiz bir kavram olarak görseler de bu kavram, psikiyatrist ve
klinik psikologlarına vazgeçilmez gibi görünüyor. Bu üç öncüyü izleyen yetenekli
birçok araştırmacı vardır. Örneğin Karen Horney, Erich Fromm bunlardandır. Bu
araştırmacılar, Freud’un kuramlarının şu ya da bu yanını farklı yorumlamış,
psikanalize yeni katkılar sağlamışlardır. Çağdaş kişilik kuramları, öbür birçok
yazardan da katkı almıştır. Psikolojinin Bugünü Nasıldır; Yarını Acaba Nasıl
Olacaktır? Bugün psikolojinin karşısında çözüme kavuşturulmamış birkaç sorun
duruyor. Bunlardan biri ruh-beden sorunudur. İnsana beden ve ruh olarak mı; yoksa
“beyin ve sinir sisteminin hareketi sonucu oluşan bilinç ve zihin bütünü” olarak mı
bakacağız? Çağdaş psikoloji, ikinci görüşte karar kılmıştır. İkincisi, özgürlüğe karşı
belirlenimciliktir. İnsan, özgür istenç sahibi midir; yoksa çok karmaşık, ancak sonuçta,
davranışları yasalara indirgenebilecek bir robota mı benzemektedir? Bunun yanıtı da
deneylerle elde edilemeyecek türdendir. Bu sorulara ancak mantık ve akıl yürüterek
yaklaşılabiliyor. Davranışçılıkta ve psikanalizde de belirlenimci bir temel vardır.
Bilim nesnel olduğundan, organizmaya dışarıdan bakıyor. Bireyin kendi yaşamına
ilişkin görüşleri ise özneldir. Kişi, Soren Kierkegaard, Martin Heidegger ve Jean
Paul Sartre’ın yazılarında belirledikleri biçimde varoluşçu yakaşım içinde
olabiliyor. Bu düşünürlere göre insan varoluşunun başlangıç noktası, gerçekte öznel
alandadır. Her şeyin başlangıç noktası da özneldir. Eğer kişi kendini özgür
duyumsuyorsa özgürlük, onun için gerçektir. Varoluşçu bakış, çağdaş psikolojide
varoluşçu psikoloji ya da hümanist psikoloji akımını yaratmıştır. Rollo May, Viktor
Frankl ve Carl Rogers, hümanist görüşün başlıca sözcüleridir. Bunlar insan
davranışını hem bir bilim insanı hem de bir düşünür gözüyle incelemişlerdir. Onlara
göre özgürlük ve belirlenimcilik, birbirinin tamamlayıcılarıdır. Üçüncüsü, nativizme
karşı deneyimciliktir. Davranış örüntüleri, nereye kadar doğuştan gelen etkenlerin
sunucunda oluşuyor? Platon, Kant ve Jung, doğuştan gelen etkenlere; Aristo, Locke,
Helmholtz ve Watson da bu konuda tabula-rasa’nın ve öğrenmenin önemini
vurguluyorlar. Gerçekte ne biri ne de öbürü tek başına etkendir. Psikologlar, doğuştan
gelen ve öğrenilen etkenlerin aynı andaki etkileşiminin önemini daha yeni fark etmeye
başlamışlardır. Davranış genetiği araştırmaları, huyun (mizacın) belli bir aşamaya
dek kalıtımla geldiğini gösteriyor. Ancak, bugüne dek kimse kişisel öğrenme
deneyimlerinin insan davranışlarının oluşumundaki önemini yadsıyamamıştır. Çağdaş
psikologların pek çoğu, orta yolu yeğliyorlar; iki yaklaşımda da değer görüyorlar.
Dördüncüsü kliniğe karşı deneysel psikoloji görüşüdür. Klasik yapısalcı, davranışçı,
psikanalitik ve işlevselci psikoloji ile Gestalt psikolojisi bugün, özgün yapılarıyla
yaşamıyorlar. Yıllar içinde ekoller arasındaki sınırlar, keskinliğini ve belirginliğini
yitirmiş bulunuyor. Çadaş psikoloji, deneysel psikoloji ve klinik psikolojisi olarak
ikiye ayrılmış gibidir. Deneysel psikolojide kavramlar, gözleme dayalı, deneysel
manipülasyon terimleriyle tanımlanıyor. İstatistik yöntemlerle çözümlenen niceliksel
veriler önde tutuluyor. Bu psikolojinin amacı, bilimsel yöntemi kullanarak, davranışa
ilişkin güçlü ve soyut bir anlayış ortaya koymaktır. Klinik psikolojisi ise
çözümlenmesi gereken pratik sorun alanlarına eğiliyor. Buna bağlı olarak klinik
psikolojisinin ününe, deneysel psikoljiden daha yumuşak ve dada az dakik bulunması
nedeniyle kuşkuyla bakılıyor. Klinikçi gerçek psikolojik sorunlar yaşayan insanlarla
uğraştığı için daha öznel ve insan deneyimine daha yakın bir dil kullanıyor; kaçınılmaz
olarak istekler, korkular, üzüntüler, amaçlar üzerinde konuşuyor. Hümanistik
psikologlar da bu öznel bakış açısını benimsiyorlar. Onlara göre psikoterapist,
dünyayı hastanın gördüğü biçimde görebilirse ona yardımcı olabilir. Deneysel
psikoloji de kendi yöntemiyle psikoterapi uyguluyor. Psikoterapideki en heyecan
yaratan gelişmelerden biri, davranış tedavisi olarak anılan yaklaşımdır. Davranış
tedavicileri, Clark L. Hull ve B. F. Skinner gibi ünlü davranışçıların düşüncelerinin
sistemli bir uygulamasını yapıyorlar. Örneğin, ruh hastalarına, daha işlevsel olan
davranışları yeniden kazandırmak için Skinner’in araçlı koşullamasını uyguluyorlar.
Bu yaklaşıma göre, olumlu sonuçların pekiştirici bir niteliği vardır. Benzer deyişle
belli bir sonuca hizmet eden davranışın yeniden oluşma olasılığı fazladır. Örneğin,
yatağını yapmayan; ancak yemek yemeğe düzenli giden ruh hastasına, yemek
yiyebilmeci için yatağını yapması gerektiği bildiriliyor. Yatağını yapmadıkça yemek
yiyemeyeceğini anlayan hasta, yatağını yapmaya başlıyor. Gerçek dünyada da her
davranışın bir karşılığı vardır. Bu tedavide koşullar yeniden düzenlenip, yatak yapma
davranışı, yiyecek elde etme davranışı için araç oluyor. Çocuklar da davranışlarını
denetlemeyi ve biçimlendirmeyi öğrenirken anne babaları onları ödüllendiriyor ya da
cezalandırıyor. Bu uygulamada gerçek hastalığın tedavi edilmediği biçimindeki
eleştiriyi davranışçı tedaviciler, belirsiz ve ikili yönü bulunan bir düşünce olarak
değerlendiriyorlar. Onlara göre gerçek hastalık, davranış ya da belirtiler arasında
ikilem yaratmak, anlamsızdır; ruh hastalığı, gerçekte, hastanın normal dışı ya da
sapmış davranışlardır. Hastanın taburcu olduktan sonra yine aynı durumlara düşeceği
eleştirisini de bunun başka türlü tedavi gören hastalar için de geçerli olduğu biçiminde
yanıtlıyorlar. Gerçekte bu iki psikoloji, zaman zaman ortak noktalarda birleşiyor ve
deneysel psikolojinin bulgularının, klinik psikolojisinin uygulamalarına katkı yaptığı
görülüyor. Klinikçinin sezgi ve düşünceleri de deneyci için zengin varsayım kaynağı
oluşturuyor. Psikologların çoğu, hem deneysel psikolojinin hem de klinik
psikolojisinin verilerini bir arada kullanmaya çalışan sağduyulu kişilerdir. Gelecekte
Nasıl Bir Psikoloji ile karşılaşılacaktır? Dr Jose M. R. Delgado, boğanın
subkortikal tabakasına bir elektrod yerleştiriyor. Boğa, arenada insana saldıracağı
sırada Delgado, elindeki verici düğmesine basıyor ve boğanın beynine kısa bir
elektrik akımı gönderiyor. Boğa o anda duruyor. Çünkü bununla hayvanın beynindeki
haz merkezi uyarılmış ve hayvanda artık saldırganlık duygusu kalmamıştır. Çağdaş
psikolojik araştırmalarla ortaya çıkarılan bu buluşlar, davranışın denetlenebilirliğini
gösteriyor. Aynı deney insanlara da uygulanmıştır. Saldırgan bir hastanın beynine
yerleştirilen elektrod, onun kendi davranışlarını kendisinin denetlemesine bile olanak
verebiliyor. Hasta, öfkelendiğini duyumsadığı anda düğmeye basıyor. Bu teknik,
gelecekte dünyayı insanlıktan uzaklaştırmak için kullanılabilir mi? Psikobiyoloji,
araçlı koşullama, bilinçdışı güdülenme alanlarındaki çağdaş araştırmalar, gelecekte
kötü amaçlarla kullanılabilecek gizilgücü de barındırıyor. Ruh hastalarının ruhsal
dünyalarında değişiklik yapan ilaçlar da bunun bir başka örneğidir. Şimdi bir başka
soruyu soralım: Acaba bir devlet, gelecekte özgür yurttaşlarının davranışlarını bile
denetlemeye kalkabilir mi? Skinner’in koşullama tekniği de bilinçdışı güdülenme de
kimseden kuşkulanmayan yurttaşları istenen doğrultuda yönlendirmede kullanılabilir.
Ayrıca reklam şirketlerinin, tüketim toplumunun bastırılmış kaygı ve bilinçdışı
gereksinimleri üzerine kurdukları kimi oyunlarla arabadan sabun tozlarına, her tür
gereksinim araçlarına dek satabildikleri biliniyor. Bu konuda günümüzdeki kimi
uygulamalar övünülecek nitelikte olsa da bir diktatörün elinde bilinçdışı güdüler,
korkunç sonuçlara yol açacak biçimde de kullanılabilir. Hitler’in propaganda
danışmanı Dr. Joseph Gebels’in ekonomik bunalım döneminde, halkın doğal
sayılabilecek kaygılarını sömürerek onlara tüm sıkıntıların kaynağı olarak Yahudi
ırkını göstermesi, bunun somut örneklerinden biridir. Aldous Huxley’in Yeni ve Cesur
Dünya’sı; George Orwell’in 1984’ü bir biçimde gerçekleşebilir mi? Psikolojik
bilgilerin, şimdiden kötü amaçlarla kullanıldığına göre, gelecekte de aynı amaçlarla
kullanılabileceği düşünülebilir. Ancak, bu bilgiler, insanlığı yeniden insanlaştırmak,
daha iyi noktalara taşımak için de kullanılabilir. Bugün, pek çok psikolojik teknik,
bireylere ve gruplara psikoterapi, evlilik danışmanlığı, çocuk rehberliği, endüstri,
eğitim alanlarında, yardım amaçlı kullanılıyor. Psikolojogların büyük çoğunluğunun
buralara yönelmiş olmasından yola çıkarak uygulamalı psikolojinin çok büyük bir
kesiminin bu yönde kullanılacağını söyleyebiliriz. Bu noktada bir de şöyle bir soruya
yanıt aramalıyız: Psikolojinin kötüye kullanılma gizilgücüne karşı kendimizi korumak
için ne yapabiliriz? Bu soruya yanıt olarak şunlar akla geliyor: Sürekli, yeni bilgilere
açık olabiliriz. Bilinçli olarak çok okuyabilir ve tartışabiliriz. Örneğin, bilinçdışı
güdülenmeler konusunu iyi bilen bir kişi, cinsel çatışmayı ya da kaygıyı sömüren
reklamlara aldırmayacaktır. Psikolokların büyük çoğunluğu, psikolojik bilgilerini
kişilere ve gruplara aktarma yeteneğine sahip oldukları kadar da buna isteklidirler.
Psikoloğun amacı, kendisinin ve ailesinin de içinde yaşayacağı daha iyi bir dünyanın
oluşturulmasına katkı yapmaktır. Bu konuda karamsar olmamak için nedenlerimiz
vardır: Bilimsel konuları okuyup dinleyen ve anlayanların sayısı her gün artıyor.
Daha çok sayıda insan öğrenim yapıyor. Kişiler arası iletişim gelişiyor. Bütün bunlar,
bizim, geleceğe umutla bakmamızın güvenceleridir. Bkz. kişilik kuramları; psikoloji.
psikoloji okulları (schools of psychology) Psikolojik süreçlerin çözümlenmesine;
insanın ruhsal-davranışsal özelliklerinin incelenmesi, anlaşılması ve
değerlendirilmesine farklı kapsamda ve farklı yöntem ve teklniklerle yaklaşan görüş
ve sistemler; psikoloji ekolleri. Yapısal psikoloji, işlevsel psikoloji, davranış
psikolojisi, derinlik psikolojisi (psikodinamik psikoloji, psikanaliz), Gestalt
psikolojisi, bireysel psikoloji, analitik psikoloji, varoluşçu psikoloji, hümanist
psikoloji bunlardandır. Bkz. kişilik kuramları.
psikoloji ötesi (parapsychology, metapsychics) Var olan bilimsel verilerin ya da
yasaların ışığında açıklanamayan duyu ötesi algı, gaipten haber verme, telepati,
psikokinezi gibi doğa ötesi olguların düzenli incelenmesi; parapsikoloji,
metapsikoloji.
psikolojinin yöntemleri (methods in psychology) Psikoloji konularının incelenme ve
araştırılmasında kullanılan yöntemler. Psikoloğun kullanacağı yöntemi, ele alacağı
ruhsal konunun niteliği belirliyor. Psikoloğun amacı, öbür bilim insanlarının
amaçlarının aynısıdır. Psikolojinin konusu olan davranışa yol açan önkoşullar,
davranışı önceden kestirmenin anahtarını oluşturduğu için psikolog, deneysel yöntem
ve doğal gözlem yöntemi denen iki temel yöntemle o koşulları ortaya çıkarmaya
çalışıyor. Bu iki yöntem de gözleme dayanan yöntemlerdir. Deneysel Yöntem: Bu
yöntemde araştırmacı, önkoşullara eylemli olarak çekidüzen veriyor ve buna bağlı
olarak oluşan davranış değişikliklerini gözlemliyor. Doğal gözlem yönteminde ise
önkoşullarla ilgili olarak doğada var olan davranış farklılıklarını gözlemliyor.
Psikolog, olayları, belirli ve anlamlı bilgiler sağlayacak biçimde önyargısız, nesnel
bir yaklaşımla oluş sırasında olumlu, olumsuz yanlarıyla özenli bir biçimde saptıyor.
Psikoloğun incelemekte olduğu davranışın nedeni olabileceğini düşündüğü önkoşullar,
deneysel değişkenlerdir. Deneğin tepkilerini etkileyeblecek ve bu neddenlşe
değişmezliğinin korunması gereken öbür dış koşulların tümü de denetlenen
değişkenlerdir. Deneysel değişkenle birlikte bu tür koşulların da etkisi olduğunda,
deneğin tepkisine hangi değişkenin yol açtığı bilinemiyor. Uyarıcılar bir nesne ya da
kişiyi etkilediği için deney çoğu kez U-T yerine U-O-T olarak özetleniyor. Ancak,
deneyde gözlemlenen olaylar, uyarıcılarla tepkilerdir. Psikologlar bu O etkenine ara
değişken diyorlar. Çünkü bu, uyarıcı ile tepkinin arasına giriyor. Bu bağlamda
psikoloji, uyarıcılarla tepkilere aracılık eden canlıyı (ara değişkeni) inceliyor.
Psikolojideki ara değişkenler, kendilerine çekidüzen verebilen önkoşullar biçiminde
işlemsel olarak tanımlanmalıdır. Örneğin zekâ, onu ölçmede kullanılan testlerden
bağımsız bir varlığa sahip değildir. Psikolog da öbür bilim insanları gibi, doğal
olaylara ilişkin deneysel sorularını varsayımlar biçiminde düzenliyor. Deneyin
sonucu ile ilgili akıllıca bir sezgi, bir kestirim olan varsayım, psikoloğun ele aldığı
olaya ilişkin bilgisine dayanıyor. Deneyin sonuçları, deneycinin sezgisini
doğruladığında, varsayım ispatlanmış oluyor ve araştırıcı, amacına ulaşıyor. Belli
koşullar altında deneğin ya da deneklerin, önceden kestirildiği gibi davranacağı
saptanmış oluyor. Varsayım doğrulanmadığında ise ondan vazgeçiliyor. Doğal
Gözlem: Psikolojide eskiden beri geniş ölçüde kullanılan yöntem, doğaş gözlemdir.
Bu gözlem, doğal olayların özenle denetlendiği koşullarda gerçekleştiriliyor.
Deneysel yöntemden farklı olarak bunda araştırmacı, davranışa yol açan koşullar ya
da denekler üzerinde bir değişiklik yapmadan onları gözlemliyor. Doğal gözlem,
ahlaksal ya da başka nedenlerle araştırmacının deneysel yöntemi kullanamayacağı her
durumda yararlı oluyor. Özellikle küçük çocuklar, doğal gözlemle daha kolay
incelenebiliyor. Çocuklar, hayvanlar, zihinsel engelliler üzerindeki pek çok inceleme,
bu yöntemle gerçekleştirilmiştir. Bkz. içgözlem; psikoloji; yöntem.
psikometri (psychometry) Kişilik özelliklerinin ya da yeteneklerin, psikolojik testler ve
istatistiksel yöntemler kullanarak ölçmeye çalışan psikoloji dalı. Bkz. psikometrik
psikoloji; psikometrik yaklaşım; psikometrist.
psikometrik psikoloji (psychometric psychology) Test ve ölçek geliştirmekle,
psikolojik verilerin çözümlenmesi için istatistik yöntem ve teknikler geliştirmekle
uğraşan ve bu konularda araştırma yapan psikoloji dalı. Bkz. psikolojik testler.
psikometrik yaklaşım (psychometric approach) Psikolojide tepkilerin ölçülmesinde
niceliğe önem veren yaklaşım; ruhölçümsel yaklaşım. Bu yaklaşımın temelini
Thorndike’ın “Doğada bir şey varsa, belli bir miktarda vardır; belirli bir miktarda
varsa ölçülebilir.” görüşü oluşturuyor. Buna göre, bu görüşün temel dayanağı, fizik
bilimlerdir. Bu görüşte önemli olan, ölçümlerin nicel olarak, nesnel bir biçimde
anlatılmasıdır. Psikanalitik görüş, her özelliğin ayrı ayrı ölçülmesini amaçlıyor. Bu
yaklaşımda, bütün insanların aynı özelliklere değişik miktarlarda sahip olduğu
düşünüldüğü için, her özellikle ilgili olarak, “Ne kadar?” sorusuna yanıt bulunmaya ve
sonuçta, bireyler arasındaki fark ortaya konulmaya çalışılıyor. İzlenimci ve açıkayıcı
yaklaşım gibi bu görüşün de üstün ve zayıf yanları vardır. O nedenle test
uygulamalarında amaca göre bu iki görüşten birinin ya da iki görüşün, karışık olarak
kullanımı uygun görülüyor. Psikanalitik görüşte değerlendiricinin öznel yorumu yer
almıyor; yalnızca belirgin bir işlem gerçekleştiriliyor. Denek, testteki hazır
tepkilerden; örneğin, çoktan seçmeli yanıtlardan birini seçiyor ve buna formel bir
puanlama uygulanıyor. Testler standartlaştırılmış olduğu için uygulamacının önemi
azalıyor. Bu yaklaşımın zayıf yanı, yanıtı sınırlaması; deneğin kendini özgürce ortaya
koymasını engellemesidir. İkinci bir özelliği de bu uygulamanın akıcılığa ve deneğin
anlatım becerisine bağlı olmaması; sonuçların kısa sürede değerlendirilmesi ile
ekonomi sağlamasıdır. Kişilerin hazır tepkilerden birini seçmelerinin, doğru seçeneği
işaretlemelerinin rastlantıya bağlılığı ise bir zayıf noktasıdır. Tanıma belleğince yanıt
anımsanmasa da tanınabiliyor. Oysa kimi durumlarda, deneğin kendini anlatması, o
andaki duygudurumunun dikkate alınması gibi etkenler, öne çıkabiliyor.
psikometrist (psychometrist or psychometrician) Psikometri uzmanı; psikometriyi bilen
ve uygulayan kişi; ruhölçümcü.
psikomotor beceriler (psychomotor skills) Yürüme, konuşma, tenis oynama, bisiklete
binme gibi duyu süreçleriyle devimsel davranışlar arasında eşgüdüm gerektiren
beceriler; ruhdevimsel beceriler. Bu becerilerin edinilmesi, zorluk derecesine göre
şu sırayı izliyor: (1) Taklit: Kişi, beceriyi izliyor ve yinelemeye çalışıyor. (2)
Manipülasyon: Beceriyi, gözlemleyerek değil, anlatıldığı biçimde uyguluyor. (3)
Duyarlı hareket: Beceriyi hatasız, orantılı ve kesin bir biçimde yapıyor. (4)
Ayrıntılama: Birden fazla beceriyi belli bir sıraya göre uyumlu ve tutarlı bir biçimde
birleştiriyor. (5) Doğallaştırma: Kendiliğindenleşen becerileri kolayca eyleme
aktarıyor.
psikomotor sara (psychomotor epilepsy) Temporal loplardaki elektrik boşalımının
etkisiyle bilinç yitimi ortaya çıktığında, kendiliğinden hareketlerin sürdüğü sara;
psikomotor epilepsi, ruhdevimsel sara.
psikomüzik Bkz. psikodrama.
psikonevrotik reaksiyon Bkz. nevrotik tepki.
psikonevroz Bkz. nevroz.
psikonöroimmunoloji (psychoneuroimmunology) Psikolojinin ruhsal etkenlerle sinir
sistemi, endokrin sistemi ve bağışıklık sistemi arasındaki ilişkileri inceleyen dalı.
psikopat Bkz. ruh hastası.
psikopatoloji (psychopatology) 1. Psikolojinin ruhsal bozuklukları inceleyen dalı; ruh
hastalıkları bilimi. Psikopatolojiyi, psikolojinin bir dalı sayılmayanlar da bulunuyor.
Çünkü bu alan, nöroloji, fizyoloji, anatomi, biyoloji, tıp, farmakoloji, psikoloji,
psikiyatri gibi birçok disiplinin ortak çalışmasını ve çok farklı alanlarda araştırmayı
gerektiren bir daldır. 2. Bir ruhsal bozukluğun durumu ve gidişi. 3. Normal ya da etkili
davranış yapısından patolojik bir sapma, psikoz.
psikopedi (psychopedics) Klinik psikolojisinin, çocukların ruhsal tedavisinde ve
yönlendirilmesinde uzmanlaşan dalı.
psikoseksüel fonksiyon bozukluğu Bkz. ruhsal-cinsel işlev bozukluğu.
psikoseksüel gelişim Bkz. ruhsal-cinsel gelişim.
psikoseksüel gelişim evreleri Bkz. ruhsal-cinsel gelişim kuramı.
psikoseksüel gelişim teorisi Bkz. ruhsal-cinsel gelişim kuramı.
psikoseksüel travma Bkz. ruhsal-cinsel travma.
psikosomatik hastalıklar Bkz. ruhsal kökenli bedensel bozukluklar
psikosomatik tıp (psychosomatic medicine) Tıbbın, genelde ruhsal kökenli bedensel
bozuklukların yanı sıra bütün organik hastalıklarda ruhsal etkenlerin önemli bir rol
oynadığı varsayımıyla, bedensel hastalıklarla ruhsal etkenler arasındaki ilişkileri
inceleyen dalı.
psikososyal gelişim Bkz. toplumsal-ruhsal gelişim.
psikososyal kriz Bkz. toplumsal-ruhsal bunalım.
psikososyal mahrumiyet Bkz. toplumsal-ruhsal yoksunluk.
psikososyal stres yükleyici Bkz. toplumsal-ruhsal stres yükleyici.
psikoşirürji (psichosurgery) Beynin kimi bölümlerini birleştiren yolları kesmek,
ayırmak amacıyla yapılan cerrahi girişim; psikoverrahi. Günümüzde bu tedavi
biçimine yalnızca önlenemeyen ağrıların ve obsesif kompulsif bozukluğun tedavisinde,
çok az başvuruluyor.
psikoteknik (psychotechnics) 1. Psikolojiden elde edilen bilgilerin, davranışı
değiştirmek ya da denetlemek amacıyla uygulanması. 2. Psikoloji ilkelerinin ekonomi,
toplumbilim, siyaset ve benzeri alanlarda uygulanması. Bkz. psikoteknoloji.
psikoteknoloji (psycho technology) Psikolojinin bulgularına ve ilkelerine dayanarak
davranışı denetlemek amacıyla geliştirilen yasa, üretilen her türlü yöntem, araç gereç
v e teknikbilim. İlaçlar, elektrik şoku, davranışçı teknikler, elektronik aygıtlar,
psikocerrahi, danışmanlık, gözetleme kameraları ve benzerleri, bu teknikbilimin
birer parçasıdır. Bkz. psikoteknik.
psikoterapi (psychotherapy) Genelde, geleneksel-sözel tedaviler ve davranışçı
tedaviler olarak ikiye ayrılan ve bireyde iyiye doğru değişimi sağlayan ruhsal
tedaviler; psikolojik tedavi, psikolojik danışma, ruh sağaltımı. Bu çalışmalar,
çocuk, genç ve yetişkinde ruhsal bozukluk nedenlerini bulup, bozukluk belirtilerinin
sıklığını ve şiddetini azaltarak ruhsal bozukluğu ortadan kaldırılmayı amaçlıyor.
Ruhsal tedavinin ardından da kişinin gizilgüçlerini etkin duruma getirme, özgüvenini
artırma ve ruhsal olgunlaşmasını sağlama çalışmalarına geçiliyor. Bilindiği gibi
kişilik oluşumuna, yaşamın ilk beş yılı içindeki anne-baba-çocuk ilişkileri damgasını
vuruyor. Çocuk, anneye bağımlı olduğu ilk yıllardan sonra kişiliğini, dış dünya ile
kurduğu ilişki biçimine göre oluşturmayı sürdürüyor. Bu yaşam savaşımıyla ulaştığı
gençlik döneminin sonunda ya bağımsız kişilik geliştirmeyi başarıyor ya da gelişim
basamaklarında yaşadığı aksaklıklar nedeniyle birtakım ruhsal bozukluklar
oluşturuyor. Çocukluktaki çeşitli karmaşa, engellenme, çatışma ve bastırmaların,
yetişkinlikte yaşanan nevroz, psikoz ve başka kişilik bozuklukları için temel
oluşturdukları düşündüğünde, çocuk ruh sağlığı ve çocuk ruh hekimliğinin (çocuk
psikiyatrisinin) önemi daha iyi anlaşılıyor. Yetişkinlikteki ruhsal bozuklukların
nedenlerini belirlemede ve bunların tedavisinde, çocuk ruh hastalıklarını iyi bilen
uzmanların daha başarılı oldukları da bunu kanıtlıyor. İşte bu nedenlerle çocuk ve
gencin duygusal, düşünsel ve davranışsal sorunlarını doğru ve kolay kavramak için,
onun güçsüz bir varlık olarak dünyaya geldikten sonra, gelişim dönemlerinin herbirini
nasıl yaşadığını bilmek gerekiyor. Çocuk ya da genç, yaşına göre hangi gelişim
evresinde olmalıdır? İçinde bulunduğu evrenin ruhsal gelişim düzeyine ulaşmış
mıdır, yoksa daha ilkel bir evreye mi saplanıp kalmıştır? Ruhsal yapısında daha
önceki bir evrenin kalıntılarını taşımakta mıdır? Geçmişte ulaşmış olduğu ruhsal
gelişim evresinden daha ilkel bir evreye mi gerilemiştir? Bir çocuk ruh hekimi ancak,
bu sorulara yanıt bulduktan sonra, bir ruhsal bozukluğu tüm gerçekliği ile
anlayabiliyor. Yetişkinin ruhsal sorunlarının anlaşılması için de onun çocukluğu ile
ilgili olarak bu soruların yanıtlanması gerekiyor. Her gelişim dönemine özgü
gereksinimlerinin sağlıklı yollardan doyumu engellenen çocuk ve genç, ileride ya
saldırgan, başkaldırıcı, toplumdışı davranış gösteren (psikopat) ya da içe kapanık,
kararsız, tedirgin, korkak, kaygılı, silik bir kişilik geliştiriyor. Daha da kötüsü,
psikotik bozukluklar oluşturuyor. İşte, türlü nedenlerle ortaya çıkan ruhsal
bozukluklarıyla kendi kendine başa çıkamayan kişi, bu nedenle bir uzmandan yardım
almalıdır. Kimi hastalıklar çocuklarda çok az görülmesine karşılık, kimi hastalıklara
daha sık rastlanıyor. Ayrıca çocuk, sürekli büyüyüp geliştiği için, bugün saptanan bir
ruhsal hastalık süreci, yarın ya ortadan kalkmış ya da yerini bir başkasına bırakmış
olabiliyor. Belirli bir yaşın doğal bir tepkisi, daha sonraki yaşın hastalık sayılan
bulgusu olarak ortaya çıkabiliyor. Çocuk ve gençte gözlemlenen ruhsal sorunlar,
özellikle aile içindeki olumsuzluklardan kaynaklanıyor. Ruhsal sorunların tanı ve
tedavisinde, çocuğun değişik yaşlarda yaşadığı olumsuz çevresel etkinin cinsi ile
çocuğun bu duruma yaptığı tepki biçiminin bilinmesi, büyük önem taşıyor. Çocuk,
istediği verilmediğinde, onu elde etmek için ya çevresine başkaldırıyor ya da yaşadığı
düş kırıklığının oluşturduğu kızgınlık ve saldırganlık duygusunu çevresinden ve kendi
bilincinden saklıyor. Bu duygunun kendisine verdiği acıdan kurtulmak için de olayı
bilinçdışına bastırıyor. Çocuğun bu iki yoldan birini seçmesinde, özyapısı etken
oluyor. Kızgınlık ve saldırganlık duygularını göstermeyip bastıran çocuk, nevroz,
psikoz ya da ruhsal kökenli bedensel bozukluklardan (psikosomatik hastalıklardan)
birini ya da birkaçını yaşamaya aday oluyor. Bu sorunların ortaya çıkmasının baş
nedenlerinden biri, aile içindeki olumsuzluklar olduğu için, çocuk ruh hekimliğinde
hasta çocukla ya da gençle birlikte anne babanın da uzun bir ruhsal tedaviye alınma
zorunluğu doğuyor Oedipal dönemden önce, çocuğun çevresinin düzeltilip
değiştirilmesi, anne babanın ruhsal tedavisi, çocuğu iyileştirmenin önkoşuludur.
Üretken dönem ve ondan sonraki yaş ya da dönemde bulunan çocuklar, o zamana dek
içinde bulundukları hastalıklı çevreyi daha geniş bir çevreye dönüştürdüklerinden,
sonraki yakın çevre değişiklikleri, duygusal durumları açısından fazla bir önem
taşımıyor. O nedenle anne babanın sonraki dönemlerde tedavi edilmeleri, çocuğun ruh
sağlığı açısından, önceki dönemlerdeki kadar etkili olmuyor. Çevre koşullarının çok
kötü olması ve düzeltilme olanağının bulunmaması durumunda ise, çocuğun o çevreden
başka bir yere götürülmesi zorunluluğu doğuyor. Çocuk ruh hekimlerinin uğraştığı
ruhsal bozuklukların büyük bir bölümünü beslenme güçlükleri, gece yatağını ıslatma,
tikler gibi nevrotik belirtilerle egzama, ürtiker, astım gibi ruhsal kökenli bedensel
bozukluklar ve cinsel sapkınlıklar oluşturuyor. Çok az rastlanan çocukluk otizmi ve
çocukluk şizofrenisi dışında kalan psikoz olayları ise, çocuklukta pek görülmüyor.
Beslenme güçlükleri, tikler, egzama, ürtiker, astım, cinsel sapkınlıklar, yetişkinlikte de
yaşanılan bozukluklardandır. Bkz. kişilik kuramları. Psikolojik Bozukluklara Tanı
Koymak: Sorunlu çocuk ise uzman, onun anne babasına, bu amaçla aşağıdaki soruları
soruyor. Ondan sonra, bir oyun odasında çocuğu muayene ediyor. Ardından bedensel
muayenesini yapıyor. Bunların yanı sıra bir de belli ölçme araçları uygulanıyor.
Uzman, aynı zamanda tıp doktoruysa, çocuğun bedensel muayenesini de yapıyor;
değilse, çocuğu muayene ettiriyor. Sonra, çocuğun kendisini nasıl gördüğünü; zayıf ya
da çelimsiz mi, yoksa güçlü mü bulduğunu; arkadaşlarının onunla alay edip
etmediklerini, ona takılıp takılmadıklarını; kendisinin bunlara nasıl tepki verdiğini
öğreniyor. Bu yolla ve daha önce belirtilen yollarla toplanan bilgiler ışığında hastaya
tanı koyduktan sonra tedaviye başlıyor. Çocukla görüşmeden önce uzman, onun bilgisi
dışında ve ondan ayrı bir yerde anne babadan çocukla ilgili bilgi alıyor. Çocuğa ya da
Ergene İlişkin Olarak Anne Babadan Alınacak Bilgiler: Bu bilgiler, şu sorulara alınan
yanıtlarla elde ediliyor: (1) Kaç yaşındadır? (2) Ruhsal ve bedensel bozuklukları var
mıdır? (3) Anne sütüyle mi, başka türlü mü beslendi? (4) Annesi onu kaç yaşına dek
emzirdi? (5) İşeme ve dışkılamayı ne zaman denetlemeye başladı? (6) Anne, bu
konuda çocuğu ne zaman uyarmaya başladı? (7) Çocuğun buna tepkisi ne oldu? (8)
Sidik ve dışkısını tutmaya kolay mı, zor mu uyum gösterdi? (9) Büyük ya da küçük
kardeşleri var mı? (10) Kardeşlerine tepkisi nasıldır? (11) Rahatsızlık belirtileri,
herhangi bir kardeşin doğumu ya da ölümü ile ilgili midir? (12) Anne baba odasında
ya da anne babadan biriyle aynı yatakta mı, yoksa kendi yatağında mı yatıyor? (yattı?)
(13) Aynı yatak odasında büyük ya da küçük, kız ya da erkek kardeş bulunuyor mu?
(14) Varsa, ailede yaşanan sorunlar nelerdir? (15) Sıkça çevre değiştirmek zorunda
kaldı mı? (16) Çocuk ya da yetişkinde görülen sevgi, nefret ya da korkular ve bugünkü
belirtiler nelerdir? Danışman ya da psikiyatrist, çocuğun, gencin hangi oyuncaklara
ilgi gösterdiğine, hangi oyuncakları yeğlediğine, hangi oyunları oynadığına dikkat
ederek, istediği bilgilere ulaşmaya çalışıyor. Çocuğa, doğrudan sorulan sorularla
istenen bilgilere çoğu kez zor ulaşılıyor. Oyun odasında ise çocuğun sevgi ve
korkuları, bağımlılık durumları ve karmaşaları, saldırganlık eğilimleri, kin ve nefret
duyguları, oyun yardımıyla daha kolay anlaşılıyor. Uzman, çocuk ya da ergenle yakın,
olumlu ve güvenli bir ilişki kurduktan sonra ona bir de bu amaçla geliştirilmiş olan
ölçme araçlarını uyguluyor. Bu amaçla çocuklara özgü kişilik ve zekâ testlerinden,
çocukların ve gençlerin duygusal sorunlarını belirleyen özel testlerden yararlanıyor.
Stanford-Binet, Gessel, Luisa Döss, T.A.T., Rorschach, Wise, Aldrich bunların
başlıcalarıdır. Yetişkin psikoterapisi daha değişik bir uygulama gerektiriyor. Bkz.
psikoterapist; psikoterapi yöntem ve teknikleri.
psikoterapist (psychotherapist) Akıl, duygu ve davranış bozukluklarının tanısı ve
tedavisi konusunda eğitim almış kişi; ruh sağaltımcı. Psikoterapistin tanımı, ülkelere
göre değişse de bu terim genellikle klinik psikologları ve psikiyatristler için
kullanılıyor.
psikoterapi yöntem ve teknikleri (psychotherapy methods and techniques) Çocuk,
ergen ve yetişkinlerdeki ruhsal bozukluklar, özellikle ruhsal tedavi yöntem ve
teknikleriyle iyileştiriliyor. Ancak, çocuk ve ergen yaş grubuyla ilgili tedavi yöntem
ve teknikleri oldukça sınırlıdır. Erişkinler için etkililiği yıllardır kanıtlanmış
yöntemler, son zamanlarda çocuk ve ergenin ruhsal tedavisinde de başarıyla
uygulanmaya başlanmıştır. Bu yaklaşımların çoğunda, gelişimsel sürecin önemi öne
çıkmış ve çocuklarda tek bir tedavi yöntemi yerine, çok boyutlu ruhsal tedavilerin
daha etkili olduğu anlaşılmıştır. Aynı amaçla oyunla tedavinin kullanımı da
yaygınlaşmıştır. Erişkinlere özgü aşağıdaki davranışçı terapiler, bilişsel terapiler,
bilişsel-davranışçı terapiler, akılsal-duygusal terapi, psikodinamik yönelimli bireysel
terapi, oyun terapisi, aile terapileri, çok boyutlu psikoterapi ve grup psikoterapileri,
bugün yetişkinlerin yanı sıra çocuk ve ergenlere de uygulanan ruhsal tedavi
yöntemlerindendir. Davranışçı Tedaviler: Olumlu, olumsuz her davranış, birleştirme,
koşullu refleksler oluşturma, pekiştirme, deneme-yanılma-başarma yollarının izlendiği
öğrenme süreçleriyle gerçekleştiriliyor. Davranış terapisi, sorunun altında yatan
nedenlere, içsel çatışmalara eğilmeksizin, sağlıksız davranışı yok etmeyi amaçlıyor.
Tedavide uygulama destekleniyor; yorumlamaya çok az yer veriliyor. Bu dolaysız,
kısa süreli ve belirtiye (semptoma) odaklı uygulama ile, 1950’lerden bu yana çocuk
ve ergenlerin istenilen (uyumlu) davranışlarını artırma; istenmeyen (uyumsuz)
davranışlarını azaltma da hedefleniyor. Davranışçı tedavi, şu tekniklerle
gerçekleştiriliyor: (1) İstenilen Davranışı Pekiştirme, Güçlendirme ve Geliştirme
Teknikleri: Bunların ilki edimsel koşullamadır (operant conditioning). Bu süreçte,
olumlu pekiştiricilerle, bireyin olumlu davranışları ödüllendiriliyor; istenmeyen
davranışları da cezalandırılıyor. İstenilen davranış ortaya çıktıktan sonra,
cezalandırıcı (rahatsız edici) uyarıcı çekilip bireye ödül veriliyor. Pekiştirici olarak
yemek, para, bir etkinliğe katılım, toplumsal içerikli bir özendirme ödülü, bir
gülümseme ve benzerleri kullanılıyor. Pekiştiriciyi hem birey kendi kendine hem de
başka biri, örneğin uzman, anne baba, uyguluyor. İkincisi, uyarıcıyı ayırt etme
eğitimidir. Bu teknikte uygulanan üç yöntemden ilkinde biçimlendirme yer alıyor.
İstenilen davranışa yakın ya da onun benzeri davranışlar pekiştiriliyor. Örneğin, aşırı
etkin çocuk yerinde oturmayı başarmadan önce, sandalyenin çevresinde durmayı
öğreniyor. Ondan sonra soldurmaya, söndürmeye yer veriliyor. Bu, bir yanıtı ortaya
çıkaran uyarıcıyı değiştirme; yeni uyarıcı ile aynı yanıtın verilmesini sağlama ve onun
ödüllendirilmesi biçiminde gerçekleştiriliyor. Örneğin, bir otistik çocuğa ayakkabı
gösteriliyor (eski uyarıcı); sonra bunun yerine ayakkabıdan söz ediliyor (yeni uyarıcı)
ve bunu anlaması ödüllendiriliyor. Üçüncü adımda da uyarıcı-yanıt bağlantısı
pekiştirilerek zincirleme sağlanıyor; yani, birey, bir davranışı bütün olarak öğreniyor.
Bu işlem, önceki iki işlem için de yapılıyor. Üçüncüsü, koşullanmış pekiştiricilerdir.
Bunda, ödüllendirme sistemi ön planda yer alıyor; işlevsel bir puanlama sistemi
uygulanıyor. Davranış değişimi için para-puan-yemek kullanılıyor. Dördüncüsü,
anlaşma yapmadır. Özgül davranışlar için özellikle sözel ya da sözel olmayan yöntem
kullanılıyor. Anlaşmada sorumlu kişiler, artırılması ya da azaltılması hedeflenen
davranış, bu davranışta başarı ve başarısızlığın sonuçları ve geçerli olduğu süre
belirtiliyor. Beşincisi, model oluşturmadır. Birey, amaçlanan davranışı yapan birini
izliyor (gerçek durum); amaçlanan davranışı yapan birini bir filmde ya da düşleyerek
görüyor (simgesel durum) ya da birinciden sonra birey, istenilen davranışı yapıyor
(eşlik etme durumu). Altıncısı da becerileri artırma eğitimidir. İçerdiği toplumsal
beceriyi artırma; olumlu pekiştirme, örnek alma ve rol değişimi ile sağlanıyor.
Bilişsel beceri artırma ise, sorun çözme teknikleri ve özdenetimle
gerçekleştiriliyor. (2) İstenmeyen Davranışı Azaltma ve Eleme Yöntemleri:
Edimsel koşullama, istenmeyen davranışı azaltma ve eleme amacıyla da kullanılıyor.
İlk adım, istenmeyen davranışı görmezlikten gelmedir. Başlarda, istenmeyen
davranışta artış gözlemlense de belli bir süre sonra azalma başlıyor. İkinci adım,
istenmeyen davranışı cezalandırmadır. Bu yöntem, olumlu uyarıcı çekilerek ya da
rahatsız edici bir uyarıcı verilerek istenmeyen davranışı azaltma biçiminde
uygulanıyor. Birey, ortamdan uzaklaştırılarak ödüllerden yoksun bırakılıyor; sonra
ondan, istenmeyen davranışı düzeltmesi isteniyor. Cezalandırma uygun olmayan yerde
kullanıldığında, korkuyu artırdığı için duygusal çekilmeye neden olabiliyor. Üçüncü
adım ise, duyarsızlaştırmadır. Bir etki altında tutma eğitimi olan bu uygulama, klasik
koşullamaya dayanıyor. En çok, fobi tedavisinde, sistemli duyarsızlaştırma
biçiminde kullanılıyor. Bu amaçla, tedavi eden kişi ile tedavi olan kişi, birlikte, sorun
yaratan durumla ilgili bir liste yapıyorlar. Listede yaşantılar, en az zorlanılanlardan,
en çok zorlanılanlara doğru sıralanıyor. Gevşeme alıştırmasından sonra sorunlu
kişiden, listedeki en az zorlayan sahneyi düşlemesi isteniyor. Çocuklar için düzenli
liste önem taşırken etki altında tutma, risk oluşturuyor. Bilişsel-Davranışçı Tedaviler:
Adından da anlaşıldığı gibi bu tedavi, davranış denetiminin önemini öne çıkarıyor. Bu
uygulamada tedaviyi gereksinen kişinin, bilişsel alıştırmalar yoluyla gerçek dışı
inanışlarını tanımasına ve bunları, gerçekleriyle değiştirmesine yardım ediliyor.
Stresli yaşantılar, bireyin gelişim öyküsüne koşut olarak, yaşamın çok erken
döneminde oluşan kişisel şemaların olumsuzlarını etkinleştiriyor. Bunun sonucunda
kendi kendine işleyen ve olumsuz duygulanıma yol açan düşünceler devreye giriyor.
Bu tedavide doğrudan etkili olan terapist (tedavi eden kişi), önce çocuk, ergen ya da
yetişkinin düşünce sistemini dikkatle inceleyerek olumsuz düşüncelerin, onun günlük
yaşamında ve duygulanımındaki yerini belirliyor. Sonra, hastanın, beklentilerini ve
algılarını değerlendirip ortaya koymayı öğrenmesine, kendi olumsuz inanışlarını
değerlendirmesine yardımcı olmaya başlıyor. Bu tedavinin çocuklarda da
uygulanabilir olduğu belirtiliyorsa da çocuklar, düşünceyi kendiliklerinden
değerlendirmede zorlanıyorlar. Bunun yanı sıra, tedavinin ilk aşamalarında çocuğu
düşünceleriyle yüzleştirmek, tedavi ilişkisini bozabiliyor. Tedavi planı, belirtilere
uygun bir biçimde düzenleniyor. Tedaviyi yürüten kişi, seçenek olabilecek düşünme
yöntemlerini hastaya öğretirken, kendisini denetlemediğini özellikle belirtiyor. 12
yaşın altındaki çocuklarla program daha çok, rol değişimi biçiminde yürütülüyor. Bu
amaçla akla uygun düşünce, karta yazılarak çocuk tarafından gün boyu seslendiriliyor.
Çocuk ve ergen, uzun görüşmelerden hoşlanmadığı için, onlarla görüşmeler, yarım
saatle sınırlı tutuluyor. Ardından da kendilerine yaşantıların not edilmesi biçiminde az
miktarda bir ev ödevi veriliyor. Rol değişimi, örnek alma, edinilen davranışı pek çok
ortamda deneme, bu yöntemin temel stratejileridir. Bilişsel-Davranışçı Tedavilerin
Ortak Özellikleri: Bu özellikler şöyle sıralanabilir: (1) Amaçları saptama ve
tanımlama. (2) Özdeğişim için beceri edinmeyi öğretme. (3) Davranışları
tanımlayabilme ve değiştirme çabası gösterme. (4) Kendi işlevini ölçebilme. Bilişsel-
Duygusal Tedavi: Bu yaklaşım, bilişsel tedavi ve bilişsel-davranışsal tedavi
arasında doğal bir bağ oluşturuyor. Bilişsel-duygusal tedavi, 1950’den bu yana çocuk
ve ergenlerde de uygulanıyor. Çocuk ve ergenin tedavisi şu biçimde
gerçekleştiriliyor: (1) Kendi sıkıntılı durumlarını tanımlaması için çocuk ve ergenden,
en kötü ana 100; en iyi ana da 0 vererek, bunları not etmesi isteniyor. (2) Çocuk ve
ergenin duygu skalası oluşturuluyor. (3) Sıkıntılarıyla nasıl baş ettiği çocuk ve
ergenle konuşuluyor. (4) Çocuk ve ergenin duygusal haritası çıkarılıyor. (5) Çocuk ve
ergenden, bildiği duyguların adını yazması isteniyor. (6) Çocuk ve ergenin farklı
duygulanımlara yol açan düşünceleri saptanıyor. (7) Çocuk ve ergene tümce
tamamlama ödevi yaptırılıyor. (8) Çocuk ve ergenin sesli düşünmesine yardım
ediliyor. (9) Belirsiz durumları anlatması isteniyor. (10) En can alıcı sorununu
düşlemesi ve duygularını anlatması bekleniyor. (11) Beceri eğitimi sırasında liste
yaparak, belli olaylar karşısındaki duygu, düşünce ve davranışlarını belirtmesi
isteniyor. Psikodinamik Yönelimli Bireysel Tedavi: Bu tedaviyi çocuklar için Anna
Freud geliştirmiştir. Yöntemin birincil amacı, hastanın var olan gücünü en iyi
biçimde kullanmasını, olabildiğince etkin olmasını, yaşamdan olabildiğince
hoşlanmasını sağlamaktır. Bu tedavide, gelişimsel temele dayalı içsel çatışmaların
erken dönemlerdeki gelişmemiş kişilik niteliklerinin varlığından yola çıkılıyor. Temel
tedavi mekanizması, tedaviyi gerçekleştiren kişi ile çocuk arasındaki ilişkiye
dayanıyor. Bu yaklaşım, öbür tedavi yöntemlerinden, bu özelliğiyle ayrılıyor.
Davranışçı-bilişsel tedavinin tersine, bunda belirtilerin kısa sürede ortadan
kaldırılması amaç değildir. Bu tedaviyi uygulayan çocuk terapistinin, üstün bir gelecek
görüşü ile süreklilik taşıyan bir olay izleyicisi olması gerekiyor. Tedavi, üç aşamada
gerçekleştiriliyor. Birinci aşamada, terapist ile çocuk arasında ilk etkileşim
sağlanıyor. Çocukla, tedaviye niçin başvurduğu konuşuluyor. Oedipal dönem
öncesindeki ve Oedipal dönemdeki çocuklarla iletişim ve tedavi bağı, oyun
aracılığıyla sağlanıyor. Gizil dönemde ise sözel iletişim başlatılıyor. Bu dönemde
amaç, güvenilir bir ilişki kurmak ve çocuğun dikkatini kendi söz ve eylemlerine
çekmektir. İkinci aşama, duygu aktarımı ve yorumlama aşamasıdır. Bu aşamada
çocuk, duyuş ve davranışlarının nedenini; terapistin, söylediği her şeyle ilgilendiğini
fark ediyor. Oyun, amaca yönelik olarak oynanıyor. Çocuğun duygu aktarım biçimi,
hâlâ anne babasıyla bağımlı bir ilişki sürdürmesi; tedaviyi yürüten kişi ile eşit
olmaması ve gelişmekte oluşu nedeniyle erişkin duygu aktarım biçiminden farklıdır. O
nedenle tedavi eden kişi, bu aşamada çocukla yeterince güvenilir ve gerçekçi bir ilişki
kurduktan sonra, gözlemlediği anlık davranışları, daha öncekilerle birleştiriyor. Önce,
çocuğun direnç ve savunmalarını; sonra da dürtüsel ve nörotik belirtileri yorumluyor.
Bu aşamanın son amacı, çocuğun önceki düşlemleriyle bugünkü davranışı arasında
bağlantı kurmasını ve daha önce onu rahatsız eden şeyi ayrımsamasını sağlamaktır.
Üçüncü aşamada ise, güncel bir başarı amaçlanıyor. Bu aşamada, bağımlılık ve
bağımsızlık gündeme geliyor ve 3-6 aylık süre sonunda çocuk, terapistten ayrılmaya
hazır düzeye getiriliyor. Oyun Tedavisi: Oyunla tedavi, psikanalitik kuramın katkıları
ile geliştirilmiştir. Tedaviyi ve bunun yorumlarını ilk kez ayrıntılı biçimde M. Klein
ele aldı. Axline ise, oyunun, çocuk ruhsal tedavisinde temel olduğunu; oyun sırasında
yalnızca, onun anlatımlarını ona geri çevirerek, farkına varışın artırılabileceğini
belirledi. Psikanalistlerin önemli bir kesimi de oyunun doyum sağlayıcılığını
vurgulamış ve egemenlik kurabilme becerilerini geliştirdiğini belirlemiştir. Bu
tedavide genel ve temel yaklaşım, eğitimli, güdüleme ve eşduyumu yüksek olan
terapist ile yardım isteyen kişi arasında güvenilir, gerçeğe dayalı bir ilişki
kurulmasıdır. Tedavi, haftada 1-4 kez, 30-50 dakika süren seanslarla, 1,5-2 yıl
sürüyor. Amaç, hastanın kendini ortaya koymasına, kendini daha fazla ayrımsamasına
ve kendine egemen olmasına olanak sağlamaktır. Aile Tedavileri: Bu tedaviler, uzun
yıllar, psikiyatriden bağımsız olarak gelişimini sürdürmüşken, son zamanlarda, çocuk
psikiyatrisi ile de bütünleşmiştir. Bu yaklaşımın amacı, bireyi tedavi etmekten çok,
ailedeki işlevini yerine getiremeyen ya da işlevini yitirmiş olan etkileşimleri, uygun
yönde değiştirmek ve geliştirmektir. Aile tedavilerinde özellikle şu üç akım
yeğleniyor. (1) Sistem Kuramı ve Bütüncü Yaklaşım: 1950’de ortaya konulan genel
sistem kuramının dayandığı ilke, “karşılıklı etkileşime önem vermek gerektiği ve
bütünün, tek bir parçadan daha önemli olduğu”dur. İki kişi arasındaki etkileşimin bir
gözlemlenebilen, bir de gözlemlenemeyen yönü vardır. Çocukların erişkinlerle
ilişkileri sırasında edindikleri olumlu-olumsuz yaşantılar, onlarda bilinçdışı ve içsel
çalışan örnekler oluşturuyor. Bu örnekler, etkileşimsel yaşantılara dayanan kendisi ve
başkaları ile ilgili duygu yükü olan zihinsel tasarımlardır. Toplumsal yaşantı, önceden
var olan örneğe göre bunlarla yorumlanıyor. Bu tasarımlardaki alt sistemler ve
onların etkileşimleri, bireyler arasında sınırlar oluşturuyor. Bireyler arasındaki sınır,
aile ile toplum arasındaki sınırdır. Bu kurama göre, ailelerin yardım başvurularının
pek çoğu, işlev bozukluğu nedeniyle ailede bir bireyin gelişim dönemine ve dengenin
bozulduğu döneme rastlıyor. (2) Yapısal Aile Tedavisi: Bu tedavi yaklaşımında,
toplumsal yapı ve aile değişimi bağlantılarının incelenmesine ağırlık veriliyor.
Tedaviyi gerçekleştiren kişi (terapist), ailenin günlük toplumsal ilişkilerini ortaya
çıkarmak amacıyla, sorunlu kişinin sözel ve sözel olmayan iletişimini inceleyerek,
işlev bozukluğu olan etkileşimini kesiyor ve olumluya yönlendiriyor. Sorunluya,
olumsuz davranışın altında yatan iyi niyeti göstermeye çalışıyor; kuşaklar arasındaki
sınırı çizerek alt sistemlerden söz ediyor ve sorumluluğu örgütlüyor. Bu tedavi biçimi,
özellikle yeme bozukluğu ve astımı olanlarda; diabetiklerde ve suçlu çocuklarda
olumlu sonuçlar veriyor (3) Stratejik Aile Tedavisi: Bu yaklaşımı benimseyen uzman
ya da hekim, ruhsal bozukluk belirtilerini, bozuk işlevsel etkileşimlerin yinelenmesi
olarak görüyor. Belirtilere, hastalık olarak değil, sorun olarak bakıyor. Kısa süreli ve
dolaylı bir tedavi yaklaşımını benimsiyor. Yaygın olmayan çözüm önerileriyle,
olumsuz etkileşimi değiştirtmeye çalışıyor. Belirtiye, aileyi yöneten etken olarak
bakıyor. Çocuklarla ilgili uygulamalı çalışmalara çok az yer veriyor. Diğerleri gibi bu
aile tedavisinde de aile içi etkileşimleri ve belirtilerin etkileşimle bağlantısı ele
al ı nı yor. Çok Boyutlu Psikoterapi: Bilişsel-davranışçı tedavilerin yalnızca
belirtilerden yola çıkan indirgeyici yaklaşımlar oluşu; dinamik yönelimli tedavinin
zaman açısından ve parasal açıdan ekonomik olmayışı, hareket alanlarının kısıtlılığı,
bunların birlikte kullanımını zorunlu kılmıştır. Çok boyutlu ruhsal tedavi (multi
dimensionel psychotherapy), bilişsel-davranışçı ve psikodinamik kuramların
bütünleşmesiyle ortaya çıktığı için nedenlerin incelenmesi sırasında yapısal etkenler,
hastanın genel bilişsel işlevleri ve ilk nesne ilişkileri, birlikte araştırılıyor.
Üstünlüğünü, iki yöntemin de olumlu ve etkili yönlerini kullanması oluşturuyor.
Psikodinamik tedaviyle çocuk ve anne baba, çok şey kazanıyor. Bu tedavi, geçmişe
dayalı etkileşimsel çatışmalar ile, tedavi edenle hasta ilişkisini temel alıyor. Buna
göre, tedavinin ana noktası, çocukta sorun oluşturan ve bunun sürmesine yol açan
etkenlerin neler olduğunun saptanmasıdır. Bu yaklaşımda amaçlanan hastaya içgörü
kazandırma, hastanın ruhsal olgunlaşma düzeyine uygun olarak gerçekleştiriyor.
Örneğin, sınır davranım bozukluğu durumlarında, baskılayıcı-destekleyici ruhsal
tedaviler işe yarıyor. Bunda gerçeklik destekleniyor, öteki düşünce azaltılıyor, içtepi
denetimi öğretiliyor, tedavi edenle özdeşim gerçekleşiyor ve bilişsel strateji ön
plana geçiyor. Grup Psikoterapileri: Bu terapiler; etkinlik grubu, çözümsel grup,
etkileşimsel grup ve özel kitle grupları olarak bölümleniyor.(1) Etkinlik Grubu: Bu
tür grupta hasta, bağımsız davranma ve etkinlik gösterme hakkına sahiptir. Her çocuk,
genç ve yetişkin, kendi istenci yönündeki etkinliğini sürdürmesi yolunda destekleniyor.
Bireyler bu grupta kendilerini, eşduyumun var olduğu bir ortamda duyumsuyorlar.
Hastalara yalnızca tehlikeli bir şey yaptıklarında terapist müdahale ediyor. (2)
Çözümsel Grup: Bu tür grup çalışması, okul öncesi, okul çağı ve ergenlik çağı
çocuklarına uygulanıyor. Okul öncesi çocuklarda, masa başı etkinliklerine ağırlık
veriliyor; etkinliğin ardından, tartışmaya geçiliyor. İlköğretimin 1. kademesini
oluşturan çocuklar, 5-7, 8-10, 10-12 yaş gruplarına ayrılarak bunlarla haftada bir, iki
kez, 45 dakika ile bir saat süren çalışmalar yaptırılıyor. Grup etkinliğinin başarıyla
sürmesini zorlaştıran bir durum ortaya çıkması durumunda, ketlenmiş çocuklarla
saldırgan-dışavurum davranışları olan çocukların, kendi içinde gruplandırılması
öneriliyor. Küçük yaş gruplarında, iyi oynama ve kötü oynama biçiminde drama ile
video tekniklerinden yararlanılıyor. Gizil dönem çocuklarından da aile gruplarının
haritalanması istenebiliyor. Bir çocuk bunu yaparken, grubun öbür çocuklarından,
korku ve kaygılarını anlatmaları bekleniyor. Erken ergenlerde (12-14 yaş arasındaki
çocuklarda), 45-60 dakikalık seanslarla, en çok bağımlılık, bağlanma, ayrılık ve
yarışma (rekabet) konuları işleniyor. Orta ve geç ergenlerde (15-19 yaş arasındaki
çocuklarda) ise çalışmalar, 6-8 kişilik gruplar ve 1-1,5 saatlik seanslarla
sürdürülüyor. (3) Etkileşimsel Grup: Bu grup tedavisi bir yandan şimdi ve buradaki
etkileşimlere dayalı olarak sürdürülüyor; bir yandan da psikodinamik yönelimli üç
temel öğe olan eşgüdüm, yorum ve konfronte etmeyi kapsayan etkinlikler
gerçekleştiriliyor. (4) Özel Kitle Grupları: Az başarılı çocuklara eğitim grubundan,
boşanmış ailelerin çocuklarına, sömürülmüş çocuklara, doğal felaketlere uğrayanlara,
göç sorunu olanlara; savaştan, bir bunalımdan etkilenenlere dek çok farklı amaçlarla
kurulan tedavi grupları da bu başlık altında toplanıyor. Her gruba, özel sorunlarına
uygun tedavi uygulanıyor. Bkz. davranışçı psikoloji; stratejik aile tedavisi; stres
aşılama eğitimi.
psikotik (psychotic) 1. Psikozla ilgili. Belirtileri sıklıkla psikoza özgü olan ya da
psikoza benzeyen bozukluklarda bir niteleme olarak kullanılıyor. Bunda ölçüt, kişinin
gerçeklikle olan bağıdır. Gerçeklikle bağ büyük ölçüde kopmuşsa kişi, kendi algılarını
ve düşüncelerini yanlış değerlendiriyor ve tersine kanıtlara karşın dış gerçeklik
konusunda yanlış sonuçlara varıyor. Gerçekliğe ilişkin ufak tefek çarpıtmaların,
psikotik olarak nitelenmemesi gerekiyor. Örneğin, elde ettiği başarıları, olduğundan
küçük gören depresyonlu bir insan, psikotik değildir; ancak, uzaktaki bir depreme
kendisinin neden olduğuna inanıyorsa o zaman psikotik demektir. 2. Bu tür rahatsızlığı
olan kişi. Bkz. psikoterapi; psikotiklik; psikotik tepkiler; psikoz.
psikotik bozukluk Bkz. psikotik.
psikotiklik (psychoticism) Eysenck’in normal, şizofrenik ve manik-depresif
biçimindeki üç kişilik tipini birbirinden ayırt etmek için geliştirdiği bir kişilik boyutu
etkeni.
psikotik tepkiler (psychotic reactions) Nevrotik tepkilerden daha ağır ruhsal
bozukluklar. Psikotik tepkilerde kaygıya karşı geliştirilen tepki, gerçekler dünyasına
ters düşen tepkidir. Psikotiklerin düşünceleri de gerçeklerden sapkın ve kopuktur.
Bunlar, sıklıkla sanrılar görüyor, sabukluyorlar. Psikotik tepkiler; duyuşsal (affective)
tepkiler, paranoid tepkiler, şizofrenik tepkiler biçiminde ortaya çıkıyor. Beyindeki
yıkımlar da psikotik tepkilere yol açıyor. Bkz. manik-depresif psikoz; organsal
beyin bozukluğu; paranoya; psikoz; şizofreni.
psikotojenik (psychotogenic) Psikoz ya da psikozlarda görülenlere benzer belirtiler
yaratabilen maddeler. Bu terim özellikle LSD ve benzeri maddeler için kullanılıyor.
Bkz. zihin açıcılar.
psikotropik ilaçlar (psychotropic drugs) Ruhsal işlevleri, duyguları, düşünceleri,
yaşantıları etkileyen ilaçlar. Antidepresanlar, yatıştırıcılar, uyarıcılar, ağrı
kesiciler, uyuşturucular ve benzerleri bu gruba giriyor. Ancak, bu türden yan etkileri
bulunan ilaçlar genellikle bu gruptan sayılmıyor.
psikoz (psychosis) Gerçeklikle ilişkinin yitirilmesi, normal toplumsal işleyişin
bozulması ve aşırı kişilik değişimleriyle ortaya çıkan organik ya da işlevsel kaynaklı
ağır bir ruh hastalığı; çıldırı. Tipik belirtileri arasında kuruntular, sanrılar, konuşmada
belirgin tutarsızlıklar, yönelim duygusunun yitirilmesi, zekânın ve belleğin yerinde
olmasına karşın işgörü yokluğu, zihin karışıklığı, gerileme davranışları, dürtüsellik ve
tuhaf davranışlar yer alıyor. Bu terim, ayrıca, genel anlamda zihinsel işleyişin,
hastanın günlük yaşamının sıradan beklentilerine yanıt verme yetisini büyük ölçüde
yitirmesine yol açacak kadar bozulduğu ruhsal bozukluklar için de kullanılıyor.
Psikoz, akut psikoz ya da süreğen psikoz, çocukluk şizofrenisi ve çocukluk otizmi
biçiminde olabileceği gibi, çeşitli organik ruh durumu bozuklukları, çift kutuplu
bozukluk, bunalım, Alzheimer hastalığı, depresyon ve madde bağımlılığıyla ilgili
bozukluklar olarak da ortaya çıkabiliyor. Bkz. manik-depresif psikoz; paranoya;
psikotik; psikoza yol açan gerileme; şizofreni; psikoz öncesi panik; psikoz
türleri.
psikoza yol açan gerileme Bkz. gerileme.
psikoz öncesi panik (prepsychotiv panic) Şizofreninin gelişiminde, hastanın
özimgesinin çarpıtıldığı, suçluluk, sevilmeme, küçük düşürülme ya da başka türlü ayrı
tutulma duygularına kapıldığı; ancak kuruntu ve sanrı belirtilerini daha geliştirmediği
evre.
psikoz öncesi yapı sınıflaması (pre-psychosis structure classification) Normal iken
ruhsal bozulmaya uğradığında hangi ruhsal hastalıkların ortaya çıkacağını belirleyen
ruhsal yapı sınıflaması. 19. yüzyılda birçok hekim, klinik çalışmaları sonucunda ruh
(akıl) hastalıklarının, normal davranış ve eğilimlerin abartılı biçimde sürdürülmesi
olduğunu ortaya koymuştu. Bu görüşü, 20. yüzyıl ruh hekimlerinin de doğrulamalarıyla
psikoz öncesi yapılar, genel bir kabul görmüş oldu. A. Delmas ve Marcel Boll adlı
Fransız hekimleri, kendilerinden önce ortaya konulan buluşlara kendi çalışmalarının
sonuçlarını da ekleyerek manik-depresif, paranoya, coşku nevrozları, mitomani
(yalancılık hastalığı) ve psikopati diye adlandırdıkları 5 ana nevroz ve psikoz için, 5
ana psikoz öncesi yapı tanımladılar. Bleuler, bu sınıflamaya şizoid yapıyı kattı.
Kretschmer, astenik beden yapısını şizoid kişilik; piknik beden yapısını da sikloid
kişilik olarak niteledi. Bunlara 1923’te F. Minkwska’ nı n epileptoid yapıyı da
eklemesiyle psikoz öncesi yapıların sayısı 7’ye yükseldi. Bu normaldışı yapıların
tümü kalıtıma dayanıyor ve süreklilik gösteriyor. Belli ruh hastalıkları ile bunlara
kaynaklık eden belli psikoz öncesi (normal) yapılar arasında uçurum bulunmuyor.
Psikoz öncesi yapının belirtileri, çocukluk çağından bu yana görülüyor; ancak, bunlar,
kişinin toplumsal yaşamında önemli bir uyumsuzluğa yol açmıyor; hemen her zaman
aynı düzeyi koruyor. Psikoz öncesi yapıya ilişkin kalıtım, normal dışı özelliklerin
ağırlığına göre iki biçimde ortaya çıkıyor. Ya herhangi bir dışsal neden olmadan,
kimi zaman çok erken; kimi de çok geç zaman birtakım gelişim belirtileriyle kendini
gösteriyor ya da önemsiz kimi belirtilerle varlık göstermekle birlikte, ancak etkili bir
dış neden altında bir hastalığa dönüşüyor. Normal bir kişiliğin de çocukluk ya da
gençlik çağında türlü ağır duygusal travmalar geçirmesi sonucu birtakım ruhsal
bozulmalara kaynak olabilecek normaldışı bir yapı niteliğine büründüğü oluyor. Bunun
yanı sıra, çağdaş ruh hekimlerinin ve psikanalistlerin çoğu, kişinin çocukluk çağındaki
duygusal ilişkilerinin niteliğine göre beliren ruhsal etkenlere, kalıtımsal etkenlerden
daha fazla ağırlık veriyorlar. Bütün eleştirilere karşın, psikoz öncesi yapılarla ilgili
araştırmalar konuya, anılmaya değer düzeyde açıklık getirmiştir. Yedi Ruhsal Yapının
Adları ve Ana Nitelikleri: (1) Şizoid Yapı: Bu yapıyı içedönük kişiler oluşturuyor.
Bunlar, gündüz düşü dalgınlığı gösteriyorlar. İçsel tutkuları, ıstıraplı yüz anlatımları
ve konuşmaları arasında uyşmazlık bulunuyor. Meslek ve hoşlanım alanlarıyla ilgili
atılım güçsüzlüğü gösteriyorlar. Genelde yalnız yaşamayı seven şizoidler, kimi zaman
telkine açık oldukları halde, çoğu kez bir olumsuzluk durumunun içine düşüyorlar. Dış
dünya gerçekleriyle çok güç ilişki kuruyorlar. Dış dünyadan çok, kendi iç
dünyalarıyla, hayalleriyle oynamayı yeğliyorlar. Şizoid yapılılar, çocukluklarında
dikkatle incelendiklerinde bunlarda şizofrenlere benzer belirtiler görülebiliyor. Şizoid
(şizotimik) yapı, özellikle 15-25 yaşlar arasında ortaya çıkan ve duygusal küntlük,
coşku azalması ile kendini belli eden şizofreni adlı psikoza kaynaklık ediyor. (2)
Sikloid Yapı: Kimi sikloid (siklotimik) yapılı kişiler,ya yaşamları boyunca yalnızca
dışa dönük bir yaşantı ya da bir süre sonra ruhsal çöküntülü bir yaşantıya geçiyorlar.
Buna dönemsellik deniyor. Dışa dönükler, dirik, yaşamayı seven, konuşkan, sağlıklı
toplumsal ilişkiler kurabilen, cana yakın, bedensel ve zihinsel çalışma gücü yüksek
(hipermanyak) kişi olarak kendilerini belli ediyorlar. İçedönükler ise güçsüz, isteksiz,
tembel, umutsuz, az hareketli, zayıf istençli, ruhsal ıstıraplar duyan (hipomanyak-
aşağılık duygulu) kişilerdir. Normal siklotimiklerin bile taşkın-çökkün (manik-
depresif) bunalımlar geçiren bir aileden gelme olasılığı yüksektir. Ancak, bu kişilerin
yapıları olumsuz bir gelişim göstermediği sürece, açık bir taşkınlık-çöküntü psikozu
aşamasına varmıyor. Sikloid yapı, olumsuz toplumsal ve ekonomik koşullar nedeniyle
bozulduğunda, değişik manik-depresif (taşkınlık-çöküntü) psikoz biçimleri ortaya
çıkıyor. (3) Paranoid Yapı: İkinci çocukluk çağından sonra belirmeye başlayan
kendini beğenme, kuruntu ve korku, bu yapının ana özelliklerini oluşturuyor. Bunlar,
onurlarına aşırı düşkün oluyorlar. Kendilerine çok değer veriyorlar. Başkalarına
yukarıdan bakıyorlar. Aşırı titiz, ciddi ve ağırbaşlı davranıyorlar. Bir işte yenilmek,
bir şeyi bilememek, bunları çok sarsıyor. Başkalarının hemen her söz ve davranışını
kuşkuyla karşılıyor; o söz ve davranışları, kendilerine yönelik tepkiler olarak
yorumluyorlar. Yakınlarına bile güvenmiyorlar. Her şeyden, kendilerine karşı bir
sonuç çıkarıyorlar. Başkalarının gülmelerine aşırı sinirleniyorlar. Örneğin, burnu ile
oynayanın bu davranışını, kendi burnu ile alay edildiği biçiminde yorumluyorlar.
Başkalarının gözlerine bakmak istemiyorlar. Süslenenlere iyi gözle bakmadıkları
halde, kendileri süslenmekten, özenli giyinmekten hoşlanıyorlar. Bu tipler korkak
olmalarına karşın, cesur ve atak görünüyorlar. Sinsice hesaplar yapıyorlar. Sürekli,
yetersizliklerini örtme çabası gösteriyorlar. Böyle erkekler kadınlardan; kadınlar da
erkeklerden uzak duruyorlar. Paranoid yapılılar çoğu kez kamu düşüncesine aykırı
düşen sabuklamalar geliştiriyorlar. Bunların düşünce ve davranışlarının çoğunun
normal olmasına karşılık, belirli konulardaki saplantıları nedeniyle akla ve toplumsal
kurallara ters düşen amaçlar peşinde koştukları, eylemlere giriştikleri görülüyor.
Başkalarının canına kıyanların bir bölümü, sabuklamalarının etkisi altında eyleme
geçen paranoidlerdir. Zenginlik, soyluluk, kıskançlık, aşk, hak arama gibi
konularda asılsız savlar ileri sürme biçimindeki büyüklük sabuklamaları
(megalomanlıklar), paranoid tepkilerdir. Bu tepkiler kimi zaman, gerçekten
yenilgilere, haksızlıklara uğramış olan kimselerde 25-45 yaşlar arasında önemli bir
nedenin etkisiyle paranoyaya dönüşüyor. (4) Emosyonel (Coşkusal) Yapı: Bu yapıda
olanlar, içsalgı bezleri sistemlerinin oynaklığı nedeniyle çabuk kızarıyor, sararıyor,
terliyor, kalabalıktan sıkılıyorlar ve kendilerinde bir kalp çarpıntısı başlıyor. Ağızları
kuruyor, elleri titriyor. Bunların derileri çizilince derilerinin üzerinde, kalın, kırmızı
çizgi biçiminde bir iz kalıyor. Emosyonellerin önemli ayırt edici özelliklerinden biri
de nedenini açıklayamadıkları bir ruhsal acı (kaygı) duymalarıdır.Birçokları bu
duyguyu istençleriyle engellemekle birlikte, bu sıkıntı, kimilerini şiddetli duygusal
tepki bunalımlarına, nedeni ruhsal olan organ rahatsızlıklarına itiyor. Kalıtsal kaynaklı
olan emosyonel yapı, kimi travmaların etkisiyle de kazanılmış olabiliyor. Bu kişilerin
kısa çizgili, göbekli, obur, sıkıntılı, cinsel bakımdan güçlü olanlarıyla; uzun
çizgili,zayıf, düz karınlı; sıkıntılı olmaktan çok, sinirli ve moral güçleri yüksek
olanları bulunuyor. İçsalgı bezleri sistemi, her iki yapıya uygun belirtiler gösterenler
de oluyor. Bu tip için özellikle saplantı, takınak, fobi ve önemsiz beden
rahatsızlıklarını büyütme,ciddi hastalık diye yorumlama ve kendini çok dinleme gibi
nevrozlara yataklık eden ayrı bir yapı (psikastenik yapı) tanımlayanlar da olmuştur.
Bunlar, bedensel kaynaklı duygusal belirtiler yanında ve çoğu kez onlardan daha
belirgin olarak erken yaşlarda ortaya çıkıyorlar. İstençli bütün çabalara karşın, zaman
zaman zihinleri kurcalıyorlar. Bu yapının ruhsal bozulmaya uğraması durumunda,
emosyonel nevrozlar ortaya çıkıyor. (5) Histerik Yapı: Gerçekleri değiştirme,
düşsel yalanlar söyleme, uydurma şeyler anlatma, hastalık taklidi yapma gibi ruhsal
dengesizlik eğilimleriyle beliren bu yapı, histeri nevrozunun alt yapısını oluşturuyor.
Mitomanlarda (yalancılık hastalarında) görülen özellikler, çocukluk çağının olağan
bir ruhsal durumudur. Çocuk, gerçekleri değiştiriyor; gerçek olmayanı, yaşantı
durumuna getirmeye kalkabiliyor. Hayal ettiği konuları, okuduğu bir serüveni ya da
seyrettiği bir serüven filminin konusunu gerçekmiş gibi anlatıyor; bunları yaşamaya
kalkabiliyor. Ancak, çocuk yalancılığı, isterik yapılı olmayanlarda giderek ortadan
kalkıyor. Histerik yapılılarda ise erinliğe doğru, histerik tepkiler (hastalık belirtileri)
durumuna geliyor. Histerik yapılılar, geniş hayal güçlerinden yararlanarak gerçek dışı,
düş ürünü olan istek ya da özlemlerini, bilinçdışında birtakım beden hastalıklarına
dönüştürüyorlar. Böylece bedenleriyle yalan söylemiş oluyorlar. Histerik bayılma
bozukluğu, ses yitimi, sağırlık, felç olma, parkinsonculuk, bu yolla ortaya çıkıyor.
Bunlar, gerçek hastalık olmayıp birer hastalık taslama, gerçek dışı hastalık
belirtileridir. (6) Pervers (Sapkın) Yapı: Bu yapı, özellikle toplumsal davranış ve
törel eğilim sapmalarına yol açıyor. Erginlik yıllarında toplumsal kurallara ters düşen
çeşitli töre dışı tepkilerin gelişimine yol açıyor. Bu tipler, insana karşı sevgi ve
yakınlık duygularından yoksun, bencil insanlardır. Sapkın yapılılar, daha
çocukluklarında gösterdikleri hırsızlık, saldırganlık, yaralama; kuşlara, hayvanlara
eziyet etme, ahlak dışı cinsel önerilerde bulunma ya da bu tür önerileri kolaylıkla
kabul etme biçimindeki tutum ve davranışlarıyla kendilerini belli ediyorlar. Bunların
kötülük yapmaktan, töre dışı davranışlarda bulunmaktan, can yakmaktan
hoşlanmalarının nedeni, her türlü ahlak duygusundan yoksun olmalarıdır. Bunların
aşırı ahlak yıkımı göstermeyenlerinde ayrıksı (ekzantrik) davranışlar, bir yerde
duramama; evini, mesleğini bırakarak gezilere çıkma, toplumdan kaçma gibi daha
hafif eğilimler göze çarpıyor. Bu ruhsal bozukluklar, kalıtımsal etkenlerle alkol
kalıtımı gibi nedenlerin yanı sıra, çocukluk çağındaki olumsuz yaşam ve eğitim
koşullarına da bağlanıyor. İkinci Dünya Savaşı’ından sonra birçok ülkede görülen
kitlesel suç işleme ve töre dışı davranışlar, çevresel nedenlere bağlı sapkınlıklara
örnek gösteriliyor. Bunun sonucu olarak anadan doğma sapık yapı kavramına,
sonradan bozulan yapı kavramı eklenmiş ve bu neden, öbürüne gölge düşürmüştür.
Anadan doğma suçluluk konusunda ünlenen Lombroso’nun görüşü, giderek önemini
yitirmiştir. Suç işlemede kalıtımsal etken büsbütün yok sayılmamakla birlikte,
suçlunun, eğitimi sonucunda oluşan kişiliğinin önemli bir etken olduğu kesinleşmiştir.
Nevrotik ve psikotik yapıların yanında bir de ağır suçlu (kriminal) yapı vardır. Suç
işleme eğilimi yalnızca belli bir bedensel yapıyla değil; özellikle beden kimyasının,
içsalgı bezleri sisteminin de etken olduğu kişilik dirikliği ile ilişkilidir. Kriminolojiye
(çağdaş suçluluk bilimine) ilişkin incelemeler suçlu tipi, kalıtımdan gelen, ilk
çocuklukta kazanılan ve birtakım merkez sinir sistemi bozuklukları gibi nedenler
oluşturuyor. Psikopatlık ve suçluluk, bu olağan tipin bozulması ile ortaya çıkıyor. (7)
Epileptoid (Saraya Eğilimli) Yapı: Bu yapıya sahip olanların, küçük yaştan bu yana
şiddetli kızgınlık gösterdikleri, sıklıkla kendilerini yere atıp çırpındıkları, bağırıp
çağırdıkları görülüyor. İyilikçi görünen bu tipler, en küçük bir etki karşısında şiddetli
tepki gösteriyorlar. Bunlarda, çok kısa süreli bilinç yitimi gözlemleniyor. Epileptoid
özellik gelişim gösterince öfke kudurganlığı artıyor. Bu evrede “kişinin gül tenine
güllerle bile dokunulamıyor.” “Dokunma, bozulurum.” sözü bunlar için söylenmiş
gibidir. Bunlar için “öfke, baldan tatlıdır. Bunlar, her yerde ve her zaman kavgaya
hazırdırlar. Bu dönemde kişi, bilinç yitimi anıoda birini öldürebiliyor; ama olayı
anımsamıyor. Katillerin kimisi bu tiplerdir. Bu tip, bıçağı çekince kimse onu
tutamıyor. Böyle kişilerin, “kimse beni kızdırsa da başına bela olsam” der gibi bir
durumları olsa da bunlar kışkırtılmadıkça zararlı olmuyorlar. Epileptoid yapılılarda
görülen bozuklukların son aşamasında, sara (epilepsi) ortaya çıkıyor.
psikoz (psychossis) Gerçeklikle ilişkisini tümüyle ya da büyük ölçüde yitirmiş, normal
toplumsal i,lişkileri bozulmuş ve aşırı kişilik değişimleri gösteren kişilerin organsal
ya da işlevsel kaynaklı ruhsal hastalığı. Psikozların belirleyici belirtileri
halüsinasyonlar, kuruntular, belirgin konuşma tutarsızlıkları, yönelim duygusu yitimi,
içgörü yokluğu, zihin karışıklığı, davranış gerilemesi, dürtüselliktir. Birden bire yoğun
biçimde ortaya çıkan ve kısa bir süre sonra gücünü yitiren psikoza akut psikoz
deniyor. Psikozun manik-depresif psikoz, paranoya, şizofreni gibi çeşitleri vardır.
psikoz türleri Bkz. manik-depresif psikoz; paranoya; şizofreni.
psişe (psyche) İnsanın duygulanım, akıl yürütme, düşünme yeteneği; bilinçli ve
bilinçdışı yaşam; ruh. Mitolojide: Psişe, oğlu Apollon Cupido’ya (Eros’a) tutkun
olduğu için Afrodit’in (Venüs’ün) kıskandığı genç kızdır. Daha sonra Psişe ile
Apollon evleniyor ve Jüpiter dünyaya geliyor.
rastgele (random) 1. İstatistikte, belli bir plandan, önceden belirlenmiş bir düzenden
yoksun olan; sistematik olmayan, yalnızca olasılık temelinde belirlenebilen. 2.
Araştırmada örneklemdeki her şeyin, deneğin ve benzerlerinin eşit seçilme şansına
sahip olması. Bkz. rastgele değişken; rastgele etkinlik; rastgele hata; rastgele
olmayan örneklem; rastgele öğrenme; rastgele örneklem; rastgele seçim;
rastgele özgüleme.
rastgele değişken (random variable) 1. Deneyde bağımsız değişkenle birlikte ya da
onun yerine bağımlı değişkeni etkileyen ve denetlenmeyen ya da denetlenemeyen bir
kirletici değişken. 2. Değeri rastgele belirlenen bir değişken. Burada rastlantıya bağlı
olan, değişkenin değeridir.
rastgele etkinlik (random activity) Görünürde belli bir hedefi, amacı bulunmayan ya da
belli bir uyarıcıya yönelmeyen davranışlar. Örneğin, bebeklerin davranışları böyledir.
rastgele hata (random error) Araştırmalarda yalnızca rastlantıya bağlı olan hatalar;
yansız hata. Bkz. sabit hata; sistemli yanlılık.
rastgele olmayan örneklem (non-random sample) Rastgele örneklemin olanaksızlığı
durumlarında seçilen örneklem. Bu tür örneklemler; uygunluk (deneklerin
ulaşılabilirliği), gönüllülük (gönüllü deneklerin alınması), amaca yöneliklik
(deneklerin belli özelliklere sahip olduğu için seçilmesi) ve kartopu (önceki
deneklerin tanıdığı kişilerin denek olarak seçilmesi) gibi koşullarda seçiliyor. Bkz.
rastgele örneklem.
rastgele öğrenme (incidental learning) Tasarlama ve belirli bir güdü söz konusu
olmadan rastgele koşullar içinde gerçekleşen öğrenme.
rastgele örneklem (random sample) İstatistikte örneklemin, popülasyondaki herkesin
eşit seçilme şansına sahip olmasını ve böylece seçilen örneklemin popülasyonu temsil
etmesini (popülasyon örneklerinden en azından kimilerini-eğitim düzeyi, toplumsal-
ekonomik statüsü, zekâ düzeyi, yaşı, cinsiyeti ve benzerlerini içermesini) sağlamaya
yönelik bir seçme tekniği. Burada amaç, örneklem üzerinde yapılan araştırmadan elde
edilen sonuçların, popülâsyona genelleştirilmesini olanaklı kılmaktır. Rastgele
örneklem, rastgele özgüleme ile karıştırılmamalıdır. Bkz. rastgele olmayan
örneklem.
rastgele özgüleme (random assignment) Deneklerin, herkesin deney ya da kontrol
grubuna girme şansı eşit olacak biçimde gruplara özgülenmesi; rastgele tahsis. Bu
yöntemle her deneğin, bağımsız değişkenin her düzeyine katılma şansının eşit olması
kesinlik kazanmış ve birbirine denk grupların oluşturulması; yani deney sonuçlarını
etkileyebilecek bireysel ayrılıkların denetlenmesi sağlanmış oluyor. Deneylerdeki
rastgele özgüleme ile diğer araştırmalardaki rastgele örneklem arasında fark vardır.
İlki, neden-sonuç ilişkilerini ortaya çıkarmayı hedeflerken, ikincisi popülâsyona
genelleştirme yapmayı olanaklı kılıyor.
rastgele seçim (randomization) Nesne, denek ve benzerlerinin belirlenebilir yanlılıklar
ya da sistemli yapılar içermeyecek biçimde seçilmesi. Bkz. rastgele; rastgele
örneklem.
rastgele tahsis Bkz. rastgele özgüleme.
rastlantısal (accidental) Rastlantıyla ilgili, rastlantıya değgin, rastlantıya dayanan. Bkz.
rastlantısal bunalım; rastlantısal gözlem; rastlantısal öğrenme; rastlantısal
örneklem; rasatlantısal uyarıcılar.
rastlantısal bunalım (accidental crisis) Topluluk psikolojisinde iki temel bunalım
türünden biri; tesdadüfi kriz. Aile üyelerinden birinin ölümü, hastalık, kaza, ameliyat,
işini yitirme ya da değiştirme, ailesel geçimsizlik gibi stresli ve bir anlamda önceden
kestirilemeyen bir yaşam deneyimiyle ortaya çıkan akut bir davranış ya da duygu
düzensizliği. Bkz. olgunlaşma bunalımı
rastlantısal gözlem Bkz. gözlem.
rastlantısal örneklem (accidental sampling) Olayların, kişilerin ve benzerlerinin
sistematik, popülasyonu temsil edecek yöntemlerle değil de yalnızca rastlantıya bağlı
olarak seçilmesi; tesadüfi örneklem. Sokağa çıkıp yoldan geçen şu kadar kişiyi
örneklem olarak almak, buna örnektir. Bu tür örneklemler, doğası gereği, yanlıdır.
Rastlantısal örneklemin yanlılığını, herkesin eşit seçilme şansına sahip olduğu
rastgele örneklem ortadan kaldırıyor.
rastlantısal uyarıcılar (incidental stimulus) Kas krampı ağrısı, kapı zili, gürültü gibi dış
duyusal yapıdaki rüya uyarımları.
rasyonalizasyon Bkz. neden bulma.
rasyonalizm Bkz. akılcılık.
reaksiyon Bkz.tepki.
reaksiyon teşkili Bkz. tepki oluşumu.
realite Bkz. gerçeklik.
realizm Bkz. gerçekçilik.
realizm ve eğitim (realism and education) Realizmi savunan düşünürlerin önde
gelenlerinin felsefeleriyle ilişkili eğitim anlayışlarının dayandığı temel önermeler. Bu
düşünürlerden Aristoteles (İ. Ö. 384-322), gerçek varlığı, fenomenlerin içinde
gelişen öz (hep olmuş olan varlık) olarak tanımlıyor. Aristoteles, bu görüşüyle
realizmin kurucusu sanını almıştır. Platon’un (Eflatun’un) ise idealarla nesneleri
birbirinden ayrı olarak düşündüğü biliniyor. Ona göre gerçek evren, akılla kavranan
idealar evrenidir. Aristoteles’e göre ise idealar, nesnelerin içindedir. Nesneleri
idealar nesne yapıyor (forma sokuyor; maddeye canlılık kazandırıyor.) Aristoteles
b u n u canlılık ilkesi olarak adlandırıyor; idealar evreniyle nesneler evrenini
birleştiriyor. Ona göre madde, oluşup biçim kazanan bir olabilirlik; öz, olabilme
olanağı ve gücüdür. Maddede biçim kazanma itilimi; formda da bir ereğe (ilk
devindiriciye) doğru devinim gücü vardır. Bütün var olanların ve özlerin en yükseği
ve en iyisi, salt formdur (ilk devindiricidir). Kendi kendini düşünen, düşünmenin
düşünmesi, bilincin bilincidir (tanrısallıktır). Tanrı, devinimleriyle evreni
etkilemiyor; ancak, evren, ona ulaşmak istediği için ona doğru deviniyor. Bu nedenle
her türlü devinimin nedeni Tanrıdır. Ruh, bedenin işlevi; öte yandan da bedenin
biçimlenmesini ve bir ereğe yönelmesini sağlayan; bedenin devinimleri ve değişimleri
içinde kendini olgunlaştırıp gerçekleştiren form; bedeni devinderen, ona egemen olan
güçtür. Ruh; bitkisel, hayvansal ve insansal olmak üzere üç tabakalıdır. Bitkisel ruhta
özümseme ve üreme; hayvansal ruhta onların yanı sıra kendiliğinden devinim, istek
ve duyum; her insanda aynı oranda olmayan bitki ve hayvan ruhlarının üzerine
yükselen insan ruhunda ise akıl baskındır. Bitkisel ruhu baskın olanlar köle; hayvan
ruhu ağır basanlar tüccar ve zanaatkâr; akılsal ruhu baskın olanlar da yurttaş oluyorlar
ve devleti bunların yönetmesi gerekiyor. Edilgin akılla, beden kullanılarak edinilen
duyu verileri biçimlendiriliyor. Aklın kendi kendine salt etkinliği olan etkin akılla ise
mutlak doğru elde ediliyor. Araştırmalarda tek tek nesnelerden yola çıkıp
gözlemleyerek, deneyerek, sınayarak tikelden tümele; kesin olmayan bilgiye varılıyor.
Bilgi edinmede hem tümevarım hem de tümdengelim kullanılabiliyorsa da
tümdengelim baskınlık taşıyor. Çünkü duyum, zorunlu olarak bireyseli (tikeli)
ilgilendiriyor. Buna karşılık bilim, evrensel bilgiye dayanıyor. Bilimsel bilgi, akılsal
sezgi ile varılan tümelin bilgisidir. Akıllı ve toplumsal-politik bir hayvan olan insan,
ahlak olgusuna ancak toplumda (devlette) erişebiliyor. Bir toplumda yaşamayan ya
hayvandır ya da Tanrı. İnsan için en yüce erek, mutluluktur. Ancak, mutluluğa, insanın
özü olan aklını kullanarak erişebiliyor. Akıl, eylem ve düşünme ile kendini gösteriyor.
Eyleme dayananlar etik erdem; düşünmeyle ilgili olanlar ise bilinçsel erdemdir. Etik
erdemleri yüreklilik, cömertlik, dostluk, ölçülülük, adalet gibi alışkanlıklarla, yapıp
etmelerle elde edilenler oluşturuyor. Bilinçsel erdemleri ise uzun süren bir isteç
eğitimi kazandırıyor. Dengeli durum ise tüm aşırılıklardan ve çelişkilerden
sakınmayı, “doğru orta”yı bulmayı gerektiriyor. Eğitim, hem toplum hem de birey
açısından ele alınmalıdır. Ancak, yalnızca özgür yurttaşlar (akıl yönü baskın olanlar)
eğitilmelidir. Eğitim, bedeni ve ruhu güzelleştirmek için yapılmalıdır. Erkekler daha
akıllı oldukları için zihinsel eğitim yalnızca onlara verilmelidir. Öncelikle ve ağırlıklı
olarak toplumsal eğitim gerçekleştirilmelidir. Aristo’ya Göre Toplumsal Eğitimin
Dayanması Gereken İlkeler: (1) İnsan, ancak toplum içinde var olduğuna göre
eğitim, kişiyi toplumun erdemli bir varlığı yapmak için gerçekleştirilmelidir. Bunun
için insanın akla ve tutkulara yönelik yanları sentezlenmesi gerekir. Bilim, bilgelik,
güzel sanatlar ve kılgısal kavrayış gibi nitelikler, zihinsel erdemleri; cesaret,
cömertlik, hakseverlik, ölçülülük, yiğitlik gibi nitelikler de ahlaksal erdemleri
oluşturuyor. Zihinsel erdemler, açıklamalarla öğretilebiliyor. Ahlaksal erdemler de
araştırmalarla ve kişiye yaptırarak kazandırılabiliyor. (2) Aile önemlidir; çünkü ilk
toplumsallaşma orada başlıyor. Devlet ise varlığını yasalara uygun bir eğitimle
sürdürebiliyor. İnsanlar, yasalara uygun olarak eğitildiğinde, insan insanlaştırılmış
oluyor. Bu yapılamadığında devlet yıkılabiliyor. Kişi Açısından Eğitimde Uyulması
Gereken İlkeler: (1) İnsanlar yetenek bakımından farklı olduğu için, yalnızca
erkek yurttaşlar eğitilmelidir. Kadınların beyni erkeklerin beyninden daha küçük
olduğundan, kadınlarda akılsal yön daha zayıftır. (2) 0-5 yaşına dek çocuklar
çalışmaya ve öğretime başlatılmamalıdır. Bu yaşlarda oyunlara ve masallara yer
verilmelidir. 5-7 yaşlarında, öğrenecekleri şeyler onlara seyrettirilmelidir. 7-10
yaşlarında müzik ve entelektüel eğitim verilmelidir. 10-21 yaşlarında da savaş
yöntemleri ve cinsel duygulara egemen olma, perhiz yapma yolları, öğretilmelidir.
Bunlar, zihinsel ve ahlaksal eğitimle verilebilir. Önce beden eğitimiyle başlamalı,
zihinsel (entyellektüel) eğitim onun üzerine oturtulmalıdır. Bu amaçla müzik,
dilbilgisi, güzel konuşma, grafik, aritmetik, geometri, diyalektik, felsefe, politika ve
devlet bilimi dersleri okutulmalıdır. İnsan, zekâsını özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü
seçeneğin olanaksızlığı gibi aklın kurallarına uygun olarak kullandığında ahlaksal
davranışlar gösterip mutlu oluyor. İyilik, doğruluk, ölçülülük, yiğitlik gibi değerler,
alıştırmalarla öğretiliyor. Eflatun ve Aristo felsefelerinin temelinde insan bulunuyor
ve eğitim, özgür olan insanlar için hedefleniyor. Eskil Yunan’da ve Ataerkil Krallık
Dönemi’nde baskın eğitim görüşü kahramanlık; Kent devleti döneminde bedence ve
ruhça güzel insan yetiştirme; Atina demokrasisinde, seçkin yurttaşlara güçlülük,
iyilik, ahlaklılık, erdemlilik, ölçülülük, hakseverlik, yiğitlik kazandırmak; Helenistik
Dönem’de özgürlerin dilbilgisi, güzel konuşma, diyalektik, aritmetik, geometri,
astronomi ve müzik adlı yedi sanatıyla genel formasyon gerçekleştirmek; Roma’da
ise tüm bunlarla birlikte hatipliği geliştirmekti. Hıristiyanlıkta ise temelde Tanrı
bulunuyor ve erdemlilik, öbür erdemlerin de hizmetine girdiği dindarlıktır. Tanrı
önünde eşit olduklarına göre, kadın-erkek, yoksul-zengin, şu ya da bu ırktan, meslekten
ayırılmadan herkes dinsel eğitimden geçirilmelidir. Tanrı odak olunca, günahkâr olan
insan, ikinci plana atılmıştır; onun için, bu dünya bir sınav dünyasıdır. Bu anlayış
biçimini, Eskil Yunan ve Roma görüşleriyle ilk kez İ. S.215’te İskenderiyeli Klemens
bağdaştırdı. Sonra A. Augustinus, bu sentezi temellendirdi ve tek yanlı, İncil’in
buyruklarını yerine getiren insan görüşü yaygınlaştı. Özgürlüğün yedi sanatından
dilbilgisi, güzel konuşma ve tartışma, Tanrı’nın buyruklarını öğretme ve varlığını
kanıtlamada; matematik ve astronomi, kutsal günleri hesaplama ve kiliseler
yapmada; müzik de dinsel içerikli olarak kilise korolarında kullanılmaya başladı. Pek
çok din okulu ile iş yaşamı için meslek ve kent okulları kuruldu. Ortaçağ’da egemen
olan Skolastik Düşünce Akımının Özellikleri: (1) Felsefeyi teolojinin açıklanması
ve temellendirilmesi için bir araç olarak kullanarak ikisini bağdaştırmak. (2)
Aristoteles’e bağlı kalarak onun mantığını dinsel buyrukların kanıtlanması için
kullanmak. (3) Araştırma, inceleme, deney, gözlem yerine Platon, Aristoteles, S.
Anselmus, A. Thomas gibi düşünür ve kilise babalarının görüşlerini benimseyip
yazdıkları kitapları ezberlemek, sorunları bunlarla çözmek. Bunlara ek olarak da
Sokrates’in doğruyu buldurma yöntemini kullanmak. Bu görüş, Batı dünyasında
Rönesans’a dek sürüyor. Rönesans döneminde ve ondan sonraki idealist ve realist
görüşlerde büyük bir değişiklik olmuyor. Descartes’a göre ilk neden (arkhe), Tanrı;
Spinoza’ya göre Tanrı ya da doğa; Leibniz’e göre (Monat (Tanrı); Berkeley’e göre
evrensel ruh (Tanrı); Hegel’e göre ise mutlak bilinçtir (Geist’tir). İnsanı Descartes,
düşünen varlık; Spinoza, doğanın ve kendi düşüncelerinin varlığı; Leibniz, evren
üzerindeki tasavvurların küçük bir bölümünün tam bilincine sahip olan bir varlık;
Locke ve Herbart da doğal ve ruhsal bir varlık olarak niteliyor. İdealistler genellikle
temelinde Stoacı ahlak anlayışı olan bilgelik ahlakını savunuyorlar. Descartes, ılımlı,
tutarlı, kararlı olmak, kendini yenmek, dünyayı değiştirmekten çok kendini
değiştirmek, ölçülü olmak, görevini yapmak; Spinoza, akla uygun yaşamak, ölçülü
olmak, erdemli olmak, bilge olmak, yıkmamak; Leibniz, akla uygun yaşamak, açık
seçik bilgi sahibi olmak ve sevmek, bilge olmak; Berkeley, Tanrı’ya ulaşmak;
gerektiğini ileri sürüyor. Kant, akla dayalı yaşamak, ödevini çıkar gütmeden yerine
getirmek; realist Locke, ahlaklı olmak için erdemli olmak, bilgi ve beceriye, iyi bir
yaşam biçimine sahip olmak gerektiğini; Herbart, ahlaklılığın iyilikseverlik, doğruluk,
hakseverlik, yetkinlik ve mutluluk olduğunu savunuyor. İdealistlere göre akıl yürütme
(bilgiye, doğruya ulaşma) yolu genelde tümdengelimdir. Descartes’e göre bunun yolu
bilimsel kuşkudur. Bunun için analiz, sentez yapılmalı, sonra denetlenmelidir (sezgi,
tümevarım, tümdengelim). Spinoza’ya göre sezgi ve tümdengelim; Berkeley, Leibniz
ve Kant’a göre tümdengelim; Hegel’e göre tez, antitez ve sentez (diyalektik);
realistlerin çoğuna göre tümevarım; Locke ve Herbart’a göre de deney, gözlem,
inceleme yoluyla algılamadır. Klasik realizm ile idealizme dayanan daimicilikte
insan, “akıllı ve özgür, davranışlarından sorumlu bir varlık” kabul ediliyor. Onun
niteliği değişmez; o nedenle kesin doğrular vardır ve onlara akılla varılır. O nedenle
çoğu kez tümdengelim; kimi de tümevarım kullanılmalıdır. Gezi, deney, gözlem,
mutlak doğrunun bulunmasında aklın kullandığı araçlardır. Aklını tutarlı
kullanabilmesi için insan, yaşadığı toplumdaki bilgi birikimini edinmelidir. Bu
birikim, düşünceyi, sanatı, toplumsal kurumları ve ahlaksal ilkeleri de içerir. Eğitimin
görevi, insanı bu yolla mutlak doğrulara ulaştırmak, evrensel gerçeğe uyumunu
sağlamak, özgür ve mutlu kılmaktır. Aklı zihinsel çalışma, tutarlı akıl yürütme, aklın
ilkelerine uyma; istenci ise gözlem, inceleme, araştırma ve disiplin geliştiriyor.
Eğitim, insanı bu hedeflere ulaştırmalıdır. Değerlendirmede (sınama durumunda) ise
hedef, genelde entelektüel aristokrat yetiştirmek olduğu için öğrencinin aklını
çalıştırıp çalıştırmadığını yoklayan sorulara yer veriliyor. Sorular, gerçek yaşam
yerine ideal ve evrensel gerçekleri içeriyor. Realist Program: Realizme göre gerçek
olan madde, değişmez ve ölümsüzdür. Bu yaklaşımda insan, doğal ve toplumsal bir
varlık olarak algılandığı için eğitim, insanı toplumsallaştırma süreci olarak görülüyor.
Gerçeğe, en etkili akıl yürütme yolu kabul edilen tümevarımla ulaşılmaya çalışılıyor.
Tek olay, olgu ve nesnelerden genele gidiliyor. Çünkü madde dil, tarih, coğrafya,
fizik, kimya, biyoloji, botanik, matematik gibi disiplinlere ayrılabiliyor. Bu yapılardan
her biri, doğal ve toplumsal ilişkileri açıklayan genellemeler, kavramsal yapıya
ilişkin bir çerçeve sunuyor. Realist program akla dayandığı için bu çerçevenin
sunuluşunda en etkili öğe akıl kabul ediliyor. Her disiplin kendi içinde örüntüleniyor.
Örneğin, üniversiteler, tıp, fen, edebiyat, güzel sanatlar, mühendislik, eğitim, ekonomi
biçiminde fakültelere; onlar da bölümlere ayrılmış bulunuyor. Bu nedenle realist
yaklaşım, disiplinleri göz önünde bulunduruyor Bu yaklaşımın iki özelliği vardır: (1)
Fizik, kimya, biyoloji, tarih, coğrafya, matematik gibi disiplinlerle ilgili öğretilecek
olan bilgi, gerçeği yansıtmalı ve üniteler biçiminde örüntülenmiş olmalıdır. (2) Her
disiplinin içeriği, öğrencinin gelişimine, hazırbulunuşluğuna, öğrenme-öğretme
ilkelerine uygun olarak düzenlenmelidir. Bunları gözlem, deney teknikleri, kütüphane
araştırması, araştırma-soruşturma stratejisi oluşturmalıdır. Öğretmen, öğrendiklerini
öğrencilere aktarırken düzanlatımd a n, söylevd e n, monografiden ve kitaplardan
yararlanmalıdır. İlköğretimde ise okuma yazma, kestirim, araştırma önem taşıyor.
Ortaöğretimin içeriği ise bilim insanları ve uzmanlarca hazırlanıyor. Bilgi; gözlem,
deney, inceleme, araştırmayla elde ediliyor; çünkü insan zihni boş bir levhadır.
Bunlara bağlı olarak programda dersler, konular ve öğretmen odak alınmıştır.
Hiçbir bilgisi olmayan öğrenciye evrensel doğruları, bilim insanları, uzmanlar ve
öğretmenler aktaracaktır. Realist programın üç öğesini öğretmen, öğretilecek
bilgiler, beceriler ve öğrenci oluşturuyor. Öğretmen, konunun uzmanı olmalı; evrensel
doğruları tam ve kesin olarak bilmelidir. Neyi, nasıl öğreteceğini, öğrenciyi nasıl
güdüleyeceğini bilmelidir. Bilgi ve beceriler, dil, tarih, coğrafya fizik, kimya gibi
derslerde belirtilmelidir. Öğretmen bu disiplinlerde hangi evrensel bilgi ve
becerileri, hangi sıraya göre vereceğini belirlemelidir. Öğrenci, kafası boş, bilgi ve
beceri kazandırılacak olan, aklını kötüye kullanabilecek kişidir. Öğrenme, disiplin ve
çaba isteyen, sıkı ve zor bir iştir. Öğrenci, öğretmenin istediklerini, okulun kurallarını
karşı çıkmadan yerine getirmelidir. Realist eğitimde, idealist eğitim için de söz
konusu olan geniş alan yaklaşımı ile disiplin alanı program desenleri kullanılıyor.
Disiplin alanı yaklaşımı, gerçeğin sınıflanmış bilgisini temel kabul ediyor. Gerçek,
dersler biçiminde belirlenmiş; bunlar da kendi içlerinde alt disiplinlere ayrılmıştır.
Bu program yaklaşımında, konu alanı yaklaşımındaki gibi konu, doğal yapısı içinde
örüntüleniyor. Ancak, konu alanı yaklaşımında içeriğin açık ve temellendirilmesi
önemli sayılmazken, disiplin alanında çok önemseniyor. Disiplinle bilgi, bu
programın temel özelliğidir. Öğrenilecek konunun yapısı, kullanılacak yöntemi de
belirliyor. Örneğin, öğrenci tarihi öğrenecekse bir tarihçi gibi araştırma; fizik
öğrenecekse fizikçi gibi deney yapmalıdır. Disiplin alanı yaklaşımında öğrenci,
deney, gözlem, araştırma yaparak öğrenmeye etkin biçimde katılıyor. Ayrıca
öğrencinin her disiplin yapısını ve onun dayandığı mantığı algılaması; kavramlar ve
ilkeler arasındaki ilişkileri, araştırmanın nasıl yapılacağını anlaması isteniyor. Bunda
bilginin geçişi de bekleniyor. Öğrenciden, öğrendiği ilke ve yöntemleri, yeni ve
benzer durumlarda kullanması da bekleniyor. Buna uygun bir eğitim ortamı
düzenleniyor. Bütün bunlara karşın, bu yaklaşımda da temelde disiplinler ve öğretmen
bulunuyor; öğrenci ikinci planda kalıyor. Bkz. eğitim akımları; idealizm ve eğitim.
referans (reference) 1. Bir metinde geçen bir sözün, düşüncenin, aktarılan bir bölümün
ve benzerlerinin alındığı kaynak. 2. Bir kimsenin daha önce çalıştığı yerlerde işe yarar
çalışmalar yaptığını gösteren belge. Bkz. referans çerçevesi; referans düşünceleri;
referans grup; referans grup kuramı; referans kuruntusu; referans noktalı
eğitim; referans noktası.
referans çerçevesi (frame of reference) 1. Konum ve hareket belirlemede kullanılan
bir koordinat eksenleri sistemi. 2. Bireyin ya da grubun düşünceleri, davranışları ve
sonuçları değerlendirirken, gerçek dünyayla baş etmeye çalışırken kullandığı ölçüt,
standart ve kavram kümesi, ahlaksal ve öbür normların toplamı. 3. Gelişmekte olan
çocuğun, genişleyen coğrafi deneyim aralığı. Çocukta bu gelişme, sırasıyla vücut
bölümlerinin eşgüdümünden, yakın çevreye ve sonunda yerler arasındaki uzaysal
ilişkiye doğru ilerliyor. Bkz. referans düşünceleri; referans grup; referans grup
kuramı: referans kuruntusu; referans noktalı eğitim; referans noktası.
referans düşünceleri (ideas of reference) Kişinin yakın çevresindeki olayları,
nesneleri ya da kişileri, kendisiyle doğrudan ilişkiliymiş; özel, olağandışı bir anlamı
varmış gibi yorumlaması. Kişi, bunların hafif türlerinde bilinçlidir; başkalarının
kendisini durakta, otobüste, pastanede ve benzeri yerlerde fark ettiğini ve görülmesini
istemediği yönlerini gözlemlediklerini düşünmekten kendini alamıyor. Bu düşüncelerin
kendinden kaynaklandığını, başkalarından daha fazla dikkat çekmediğini; ancak, böyle
düşünmekten kendini alamadığını biliyor. Ağır biçimlerinde ise kişi, başkalarının
kendisini eleştirdiğine, ona güldüğüne ve benzerlerine inanıyor; bu düşünceler, bir
kuruntu düzeyine çıkabiliyor ve genellikle özbilinçli bir eksiklik duygusuna
dayanıyor. Bkz. referans; referans kuruntusu.
referans grup (reference group) Bireyin standartlarını ve kanılarını, kendi inançlarını,
değer yargılarını, yaşam biçimini, davranışlarını ve benzerlerini değerlendirirken ya
da tanımlarken ölçü olarak aldığı bir toplumsal grup. Birey, söz konusu grubun bir
üyesi olabiliyor da olmayabiliyor da. Referans grubu, özlenen (kişinin üyesi olmak
istediği); bu nedenle ideallerinden, inançlarından ve değer yargılarından
derinlemesine etkilendiği bir grup olabileceği gibi, olumsuz (ait olmak istemeyeceği),
kendi değerlerini ve inançlarını gruptakilerle karşıtlık içinde tanımlamaya çalıştığı bir
grup da olabiliyor. Bkz. referans; referans grup kuramı.
referans grup kuramı (reference group theory) İnançların, önyargıların, tutum ve
davranışların toplumsal ve bireyler arası standartların büyük oranda ölçü olarak
kullanılan referans grupça belirlendiği savı. Bu biçimde referans alınan grup,
genellikle aynı toplumsal konuma sahip bir grup olacaktır. Örneğin, yoksullar kendi
durumlarını değerlendirirken zenginleri değil, diğer yoksulları referans alıyor. Bkz.
referans grup.
referans kuruntusu (delusion of reference) Kişinin, yakın çevresindeki insanların,
nesnelerin ya da olayların kendisiyle olağandışı ölçüde anlamlı bir ilişkisi olduğuna
inanması. Kişi, örneğin, insanların kendisi hakkında konuştuklarını, dedikodu ettiğini;
radyo programlarının, televizyondaki filmlerin, haberlerin ya da gazetelerin kendinden
söz ettiğini ileri sürüyor. Hemen her olayı; örneğin, yol işaretlerini, reklam afişindeki
yazıları, televizyon sunucusunun sözlerini kendisine yönelik gizli bir ileti gibi, gizli
bir anlamı varmış gibi yorumluyor. Genellikle olumsuz, aşağılayıcı olan; ancak
içeriğinde görkemlilik öğeleri de bulunabilen bu kuruntular, paranoid şizofrenide
sıklıkla görülüyor. Bkz. paranoid düşünce; paranoya; referans; referans
düşünceleri; yardım kuruntusu.
referans noktalı eğitim (anchored instruction) Referans noktası ya da somut bir izlek
(genellikle bir tür olay çalışması ya da sorun durumu) üzerinde tasarlanan ve
öğrencilerin incelemesine sunulan eğitim etkinlikleri.
referans noktası (anchor) 1. Gözlemcinin, yapacağı değerlendirmede dayanak olarak
kullandığı bir ilk standart. Örneğin, bir derinlik algısı deneyinde deneklerin, nesneler
arasındaki uzaklığı ayarlaması için deneyci, iki nesne arasındaki uzaklığı verdiği
zaman bir referans noktası belirlenmiş oluyor. Bu uzaklık değeri, deneklerin sonraki
yargılarında bir referans noktası olarak iş görüyor. 2. Belli bir tepkiyle (iç durumla)
ilişkilenen belli bir yapı, davranış ya da uyarım. Örneğin, vücudun belli bir kısmına
dokunulması, belli bir duygu için referans noktası oluyor. Türüne ve oluş biçimine
göre referans noktası, klasik koşullama ya da işlemsel koşullamayla
karşılaştırılabiliyor. Bkz. referans noktalı eğitim.
refleks (reflex) Belli uyarıcılar karşısında organizmanın verdiği doğuştan gelen;
dolayısıyla öğrenme gerektirmeyen türe özgü, istemsiz, sabit tepkiler; tepke. Bu
tepkiler, çoğunlukla bilinçli tepkilerden çok daha hızlı olup bu özelliği nedeniyle,
ateşe değmek üzere olan elin, anında, istemsizce geri çekilmesi gibi, yaşamsal bir
önem taşıyabiliyor. Aynı olaya bilinçli yaklaşım söz konusu olsaydı bu, çok daha fazla
zaman alacağından, elin yanması engellenemeyecekti. Bkz. refleks arkı; refleks
ketleme; refleksoloji; refleks zinciri.
refleks arkı (reflex arc) Refleks işlevini temsil ettiği; duyu sinyallerini alan, bu
sinyalleri omuriliğe; bağlantı ve devinim sinyallerini kaslara taşıyan eylemci sinir
hücrelerinden oluştuğu düşünülen nörolojik birim; tepke arkı.
refleks ketleme (reflex latency) Merkez sinir sisteminin, doğuştan gelen şaşırma
refleksi türünden refleksleri devre dışı bırakma süreci; tepke ketleme. Bu süreç,
planlı, istençli devimsel etkinliğin gelişimi için gerekli bir öncüldür.
refleksoloji (reflexology) 1. Ruhsal süreçlerin, birer refleks ya da refleks örüntüsü
olarak anlaşılabileceğini savunan mekanik, davranışçı yaklaşım; tepkebilim. Bu
yaklaşımda uyarıcılara yönelik istemsiz, kendiliğinden tepkilerin (reflekslerin),
özellikle insan ve hayvan davranışları üzerindeki etkileri inceleniyor. Refleksoloji
terimi, özellikle Pavlov ve Bechterev’in, reflekslerin, sinirsel köklerine dayalı
olarak incelenmesi amacıyla geliştirdiği fizyolojik yaklaşım için kullanılıyor. 2.
Ayaklar, eller ve kulaklar üzerindeki belli organları temsil ettikleri savunulan özel
noktalara baskı uygulanarak gerçekleştirilen ve parmakla akupunktura benzeyen bir
alternatif tedavi tekniği.
refleks zinciri (chain refleks) Dizideki bir tepki harekete geçince, yutkunmada olduğu
gibi, birbirine bağlı bir dizi refleksin bunu izlemesi; zincirleme tepke.
reform Bkz. iyileştirme.
regresyon Bkz. gerileme.
rehabilitasyon Bkz. yeniden güçlendirme; iyileştirme.
rehberlik ve araştırma merkezi (counseling and research center (RAM)) Eğitim
kurumlarındaki rehberlik ve psikolojik danışma hizmetlerinin etkin bir biçimde
yürütülmesi; ildeki özel eğitim gerektiren bireylere tanı konulması, rehberlik ve
psikolojik danışma hizmetlerinden yararlandırılması için gerekli çalışmaları yürüten
kuruluş; RAM. Rehberlik ve araştırma merkezi müdürlüğü; Rehberlik ve Psikolojik
Danışma Hizmetleri Yönetmeliği’ne göre merkez müdürlüğü, merkez müdür
yardımcılığı, bölüm başkanlığı, rehberlik ve psikolojik danışma hizmetleri bölüm
başkanlığı, özel eğitim hizmetleri bölüm başkanlığı, uzmanlıklar biçiminde
örgütlenmiştir. Bir de merkez komisyonu bulunuyor. Bunların her birinin görevleri,
söz konusu yönetmelikte belirtilmiştir.
rehberlik ve psikolojik danışma (guidance and psychologycal counseling) Kendini,
çevresindeki olanakları tanıması, gizilgüçlerini geliştirmesi, sorunlarını çözebilmesi
ve kendini gerçekleştirmesi için kişiye, bu işi meslek edinmiş olan uzmanlarca yapılan
düzenli yardım süreci; psikolojik danışma ve rehberlik (PDR). Rehberlik ve
Psikolojik Danışmanın Birincil İşlevi: Bu işlev, kişinin kendisini tanımasına yardım
etmektir. Kişinin kendisini tanıması için devimsel ve bilişsel yeteneklerinin,
ilgilerinin, değer yargılarının, tutum ve davranışlarının, yaşamdan beklentilerinin,
hoşlandığı ve hoşlanmadığı varlık, olay ve olguların neler olduğunu bilmesi gerekiyor.
Bu hizmetle kişiye kendisi, bir, dıştan değerlendirici çalışmalarla; bir de kendi gözü
ile görmesine dayanan çalışmalarla tanıtılıyor. Dıştan değerlendirme, gözlem, anket,
test gibi teknik ve araçlar kullanılarak gerçekleştiriliyor. Kişiye kendini kendi gözü
ile tanıtıcı çalışmalar ise, psikolojik danışma, özgeçmiş gibi tekniklerden
yararlanılarak yapılıyor. Bu uygulamalardan elde edilen bulgu özetleri, görüşmelerle
danışana (öğrenciye) iletiliyor. Bu bilgilerden gizli kalması gerekmeyenler, öğrenci
gelişim dosyasına (toplu dosyaya) işlenerek, öğrencinin eğitiminden sorumlu olanların
bilgisine sunuluyor. Kişi, kendisine ve çevresine ilişkin bilgileri özümsedikçe,
benliğini gerçekçi doğrultuda değiştirme, doğru kararlar verebilme ve kendini
yönetebilme olanağını elde ediyor. Kişiye bu ruhsal bağımsızlık kazanma yolu,
dıştan değerlendirme ile değil; bir iletişim tekniği ve kendini öğrenme süreci olan
psikolojik danışma ile açılıyor. Rehberlik ve psikolojik Danışmanın İkincil İşlevi:
Bu ise bilgi verme, yerleştirme ve izleme hizmetlerini yerine getirmektir. Bilgi verme
ile bireyin kişisel-toplumsal uyumuna yardım ediliyor. Birey, verimli çalışma ve tam
öğrenme yolları; kişilik gelişim kuralları; yetenek ve ilgilere göre program; okul ve
meslek seçimi; burs, kredi ve yurt olanakları ve benzeri konularda bilgilenme
gereksinimi duyuyor. Bunlar gibi örneğin, birer kişilik hizmeti olan sağlık
hizmetlerini, ucuz ve iyi beslenme yollarını tanıtma da bir rehberlik ve psikolojik
danışma hizmetidir. Yerleştirme denilince, rehberlik ve psikolojik danışma aracılığı
ile bir okula, bir programa ya da bir mesleğe gitmek üzere kararlar alabilmesi ve
uygulayabilmesi için kişiye yardım etme, gerekli olanakları sağlama gibi işlevler
anlaşılıyor. İzleme hizmetlerini ise, kişinin aldığı kararların sonuçlarını
değerlendirmeye yönelik rehberlik ve psikolojik danışma hizmetleri oluşturuyor.
Bununla birlikte rehberlik ve psikolojik danışma, “her derde deva bir hizmet”
olmadığı gibi, birey, çocukların anne babaları bu hizmetten yararlanmak istemedikçe
kendisine herhangi bir yardımda bulunulamıyor. Rehberlik ve Psikolojik Danışmanın
Amaçları: Rehberlik ve psikolojik danışmanın amacı bir tümceyle; bireyin, kendini
tanımasını ve kendi güçlerine güvenmesini sağlayarak, kişisel-toplumsal gelişimine
yardımcı olmaktır. Bu amaçla rehberlik ve psikolojik danışma hizmetlerinden
yararlandırılan birey, şunları başarabilecek düzeye geliyor: (1) Kendi yetenek ve
ilgilerini, eğitim olanaklarını, içinde yaşamakta olduğu toplumun beklentilerini ve
meslekleri tanıyor. (2) Özyapısından gelen ya da doğal ve toplumsal çevresinin
etkileri sonucu ortaya çıkan sorunlarını görebiliyor ve bunları çözümleyebiliyor.
Bedensel, devimsel, bilişsel ve duyuşsal sorunlarının olası çözüm yollarını
inceleyerek bu çözüm yollarından kendine en uygun olanını kendi özgür istenciyle
seçebiliyor. Sorunlarının çözümünü planlayabiliyor ve bu plan doğrultusunda,
beklenen eylemleri gerçekleştirip gerekli uyumu gösterebiliyor. (3) Başkalarıyla iyi
ilişkiler kurabiliyor. Yaşama karşı olumlu bir tutum gösteriyor. (4) Boş zamanlarını en
uygun biçimde kullanabilmek için gerekli anlayış ve görüşü ediniyor. Rehberlik ve
Psikolojik Danışmanın İlkeleri: Rehberlik ve psikolojik danışma hizmetlerinin
verilişi sırasında şu ilkelerin göz önünde tutulması gerekiyor: (1) Rehberlik ve
psikolojik danışma, çocuk ve insan haklarına, demokratik toplum değerlerine ve
bireysel gereksinimlere dayandırılacaktır. (2) Rehberlik ve psikolojik danışma
hizmetleri, kendilerini tanımak, sorunlarını çözmek, kendilerine yeter duruma gelmek
isteyen her bireye sunulacaktır. (3) Rehberlik ve psikolojik danışmada bireye, saygın
bir varlık olarak bakılacaktır. (4) Rehberlik ve psikolojik danışmada bireye, kendisi
için seçimler yapma ve kararlar verme özgürlüğü tanınacaktır. (5) Rehberlik ve
psikolojik danışma, sürekli yararlanılabilecek bir hizmet olarak uygulanacaktır. (6)
Bireysel boyuttaki rehberlik ve psikolojik danışma, gizlilik temeline dayanacaktır. (7)
Rehberlik ve psikolojik danışma hizmetleri, öğrenci odaklı bilimsel ve çağdaş eğitim
sisteminde uygulanacaktır. (8) Rehberlik ve psikoljik danışma, öğrencilerle ilgili olan
herkesin işbirliği ile yürütülecektir. (9) Rehberlik ve psikolojik danışma
hizmetlerinde, bireysel ayrılıklar göz önünde tutulacaktır. (10) Rehberlik ve psikolojik
danışma ile bireyin bedensel, zihinsel, toplumsal ve duygusal yönden, ilgi ve
yetenekleri doğrultusunda bütünüyle geliştirilmesine ve kendini gerçekleştirmesine
çalışılacaktır. (11) Rehberlik ve psikolojik danışma, eğitimin ayrılmaz bir parçası
olarak uygulanacaktır. (12) Rehberlik ve psikolojik danışma, her okulun kendi amaç,
gereksinim ve olanakları ile çevre koşullarına ve öğrencilerin düzenli olarak
değerlendirilmesine dayandırılarak uygulanacaktır. (13) Rehberlik ve psikolojik
danışma, örgütlü, planlı bir biçimde ve profesyonel bir hizmet olarak verilecektir.
Rehberlik ve Psikolojik Danışmanın Sınırlılıkları: Rehberlik ve psikolojik danışma,
sınırlılıkları olan bir hizmetler bütünüdür. Sağlıklı bir kişilik geliştirmek için
psikolojik yardımla birlikte öbür kişilik hizmetlerinin de karşılanması gerekiyor.
Ancak, bu hizmetlerden yararlanmak durumunda olan kişinin kendisi, anne babası,
öğretmeni, yöneticisi ile anlayış ve işbirliği yapılabildiği ölçüde
gerçekleştirilebiliyor. Bütün bu ilgililere karşın, tutarlı bir rehberlik ve psikolojik
danışma hizmeti verilemiyor. Özellikle danışana karşın onun sorununu çözme olanağı
bulunmadığı gibi onunla birlikte onun sorununu çözmeye de olanak yoktur. Alanın
uzmanından ve öbür ilgililerden öncelikle beklenen, bu hizmetlerden yararlanmak
isteyen kişiye kendi gerçeklerini, sorunlarını ve çevresini tanıması için yardımcı
olmaktır. Bu anlamdaki yardımla danışan, kendi güçlerini kullanarak sorunlarını
çözebilecek ve kendini gerçekleştirebilecek duruma gelecektir. Rehberlik ve
psikolojik danışma hizmetleriyle ulaşılmak istenen amaç budur. Bundan sonraki
başarıyı kişinin olanakları, kararı, girişim gücü ve çabası belirleyecektir. O nedenle
okulun rehberlik ve psikolojik danışma hizmetlerini vermeye hazır olmasıyla
öğrencilerin tüm sorunlarının çözülebileceği sanılmamalıdır. Ayrıca bu hizmetlerden
çoğu kez kısa sürede sonuç alınamadığı da bilinmelidir. Bkz. bireyi tanıma teknik ve
araçları; davranış bilimleri; duyuşsal öğrenme ((4) Rehberlik ve Psikolojik
Danışma Hizmetlerinden Yararlanma); gelişimsel rehberlik; psikolojik danışma;
rehberlik ve psikolojik danışma çeşitleri.
rehberlik ve psikolojik danışma çeşitleri Bkz. eğitsel rehberlik; meslek rehberliği;
kişisel rehberlik.
Rehberlik ve Psikolojik Danışmanın Amaçları Bkz. rehberlik ve psikolojik danışma.
Rehberlik ve Psikolojik Danışmanın İlkeleri Bkz. rehberlik ve psikolojik danışma.
rehberlik ve Psikolojik Danışmanın Sınırlılıkları Bkz. rehberlik ve psikolojik
danışma.
rehber öğretmen (guidance counselor) İlköğretim ve ortaöğretim okullarında rehberlik
ve psikolojik danışma hizmetlerini yürütmekle görevli öğretmen. Rehber öğretmen,
rehberlik ve psikolojik danışma eğitimi görmüş olan bir görevlidir.
REICH, Wilhelm (1897-1957) Cinsel enerjinin canlılara özgü bir acunsal elektrik
enerjisi olduğunu savunan psikanaliz kuramcısı. Reich, Galiçya’da bir Yahudi
köylü ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. ABD’nin Pennsylvania Eyaletindeki
Lwisburg kentinde öldü. 1918’de başladığı Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni
1922’de bitirdi ve Viyana Ruhçözümlemesi Bakımevi ile Viyana Ruhçözümsel Tedavi
Toplu çalışması’nda işe başladı. 1921’de tıp öğrencisi olan ve ruhçözümlemesiyle
ilgilenen Reich Annie Pink’le evlendi. 1922-1924 arasında Viyana Üniversitesi
Hastanesi’nde nöropsikiyatri asistanı olarak çalıştı.1924’te toplu çalışmanın başkanı
oldu. Freud’un yakın ilgisiyle Viyana Psikanaliz Derneği’ne üye oldu ve Freud’un
başyardımcılığını yaptı. Daha sonra, dogmalara çelme takmaya başlayınca katı
gelenekçi ruhçözümcülerce karalanmaya başlandı. Bedensel Boşalmanın İşlevi adıyla
1927’de yayımladığı ilk ve önemli kitabı, bu kopmanın ilk adımını oluşturdu. Bu
kitabında ruhsal sağlığın orgazm gücüne bağlı olduğunu ileri sürdü. Ona göre, hastanın
iyileşmeye gösterdiği direnmenin çözümlenmesi, rüyalarının çözümlenmesinden daha
önemlidir. Kişilik Çözümlemesi adlı kitabında çözümleme uygulamasını şu biçimde
tersine çevirmeyi önerdi: Hemen her zaman, sinir hastalığının temelinde cinsel
bozukluklar vardır. Ona göre kişilik, bir bakıma bireyin dinamik koruyucu zırhıdır;
bastırılmış dürtülerin baskısını azaltmayı ve benliği güçlendirmeyi amaçlayan bir
zırhtır. Böylelikle bu zırh, cinselliği, haz duyma ve yaratma yeteneğini güçten
düşürüyor. Cinsel Ahlakın Boy Göstermesi ve Cinsel Devrim adlı yapıtlarında da şu
görüşü savundu: Sinir hastalığının geçmesi, cinsel bozuklukların düzelmesine bağlıdır.
Ruh hastalıkları, ancak toplum sağlıklı kılınarak iyileştirilebilir. 1927’de Alman
Komünist Partisi’ne girdi ve Cinsel Siyaset Derneği’ni kurdu. 1928’de Viyana’nın
emekçi mahallelerinde işçiler için ruhsal bakımevleri açtı. 1933’te Hitler’in başa
geçmesinden önce Danimarka’ya göç etti. 1934’te yapılan XII. Uluslar arası
Psikanaliz Kongresi’nde Uluslar arası Psikanaliz Derneği’nden çıkarıldı. 1936’da
bağışlar ve kimi meslektaşlarının yardımıyla kurduğu laboratuvarında orgazm
kuramını biyolojik açıdan temellendirme çalışmalarını sürdürdü. 1939’da da ABD’ye
yerleşti. 1939-1941 yılları arasında New School for Social Research’de öğretim
üyeliği yaptı. Orada cinsel enerjinin, canlılara özgü bir acunsal eletrik enerjisi
(orgon) olduğunu ileri süren kuramını oluşturdu. 1942’de Orgon Enstitüsü kuruldu.
Uluslar arası Cinsel Ekonomi ve Orgon Araştırma Dergisi yayımlanmaya başlandı.
Kanada’da bu enerjiyi tutup biriktirmek ve sonra da kullanmak üzere dev boyutlu bir
laboratuvar kurdu. Mac Carthicilik salgını sırasında başı derde girdi ve birçok kez
mahkemeye verildi, kitapları yakıldı. Pensilvanya’da hapishanede iken öldü.
Psikanalizi her şeyden önce bir tedavi tekniği olarak gören Reich, libido kuramını çok
önemsedi. Yalnızca kimi ruhsal bozuklukların değil; tüm nevrozların cinsel enerjinin
boşaltılamayıp tıkanmasından ileri geldiğini savundu. Cinselliğin psikolojisinden
cinselliğin biyolojisine adım atma yolunda hayli ilerleyen Reich’a göre doğadaki her
şey gibi insanın coşkusal yaşamı da maddenin ve enerjinin yasalarına bağlıdır. Bu
görüşüne uygun olarak insan ruhunu değil; bitkisel sinir sistemini hedefleyen tedavi
yöntemi olarak vegetotherpie’yi geliştirdi. Başılıca yapıtları: Die Funktion des
Orgasmus, 1927 (Bedensel Boşalmanın İşlevi); Charahteranalyse, 1933 (Kişilik
Çözümlemesi); Massen Psychologie des Faschismus, 1933 (Faşizmin Kitle Ruhu
Anlayışı); des Eimbruch desa Sexualmoral, 1935 (Cinsel Ahlakın Boy Göstermesi);
Die Sexuelle Revolution, 1936 (Cinsel Devrim); Listın Little Man, 1948 (Dinle
Küçük Adam); Der Krebs, 1948 (Kanser); Ether. Got and Devil, 1951 (İnsanın
Doğadaki Yeri).
rol (role) Belli bir toplumsal kimlik ya da statüyle ilişkili olarak kişiden belli
durumlarda ya da yaşamı boyunca kendisinin istediği ya da başkalarının beklediği ve
aynı kimliğe, statüye sahip olan kişilerle paylaştığı kültürün biçimlendirdiği tutum,
inanç, norm ve davranışlar grubu; bunlara bağlı olarak üstlendiği işlevler,
yükümlülükler, kazandığı haklar ve ayrıcalıklar. Rol, yöneticilik gibi kazanılmış;
siyahlık, beyazlık, kadınlık, erkeklik, çocukluk, erişkinlik, annelik, babalık, doktorluk,
hastalık, öğretmenlik, öğrencilik gibi doğuştan ya da yaşamın belli bir döneminde
kişiye yüklenmiş de olabiliyor. Bkz. rol beklentisi; rol çatışması; rol değiştirme; rol
göstergeleri; rol haritası; rol karışıklığı; rol kuramı; rol modeli; rol oynama; rol
oynama kuramı; rol provası; rol seti; rol uzaklığı; rol üstlenme: rol yapma; rol
yapma kuramı; statü; sterotip; toplumsal rol.
rol beklentisi (role expectation) Grubun ya da toplumun, belli bir statüye ya da kimliğe
sahip olan kişilerden beklediği tutum, davranış ve normlar silsilesi. Örneğin, annelik,
öğretmenlik, doktorluk rolleri, toplumca bu rollerle ilgili olarak tanımlanmış
sterotipik denebilecek bir dizi davranış yapısını çağrıştırıyor.
rol çatışması (role conflict) Kişiden beklenen ve bir gerilim ya da çatışma duygusu
yaratan iki ya da daha fazla rolün birbiriyle çelişmesi. Örneğin, çalışan kadın, annelik
ve yöneticilik rolleri arasında çatışma yaşayabilir.
rol dağıtım Bkz. rol oynama.
rol değiştirme (role reversal) 1. Özellikle karşılıklı toplumsal rollere sahip olan
kişilerin ilişki içindeki rollerini değiştirmesi. Evlilikte, çalışmakta olan erkeğin işsiz
kalması ve bunun sonucunda ev işleriyle uğraşması; buna karşılık annenin, evin
geçimini sağlayacak bir iş bularak ev işlerinden uzaklaşması, rol değiştirmeyi
örneklendiriyor. 2. Psikodrama, iş eğitimi ve benzeri rol yapma tekniğini kullanan
oyunculardan örneğin, yöneticinin işçi; işçinin yönetici rolünü oynayarak, birbirinin
bakış açılarını daha iyi anlamayı amaçlamaları.
rol göstergeleri (role indicators) Rol haritasında yer alan ve her temel etkinlik için
etki n performansın nasıl olması gerektiğini tanımlayan kurallar ve standartlar.
Bunların, ya etkinliğin sonucuyla ya da yapılış biçimiyle ilişkisi bulunuyor. Örneğin,
bir rol göstergesi bize bir anne babanın, besin değeri yüksek yemekler yapınca, yemek
yapmada başarılı olduğunu; günde, normalin üzerinde iş çıkaran işçinin ya da
müşterilerini güler yüzle karşılayıp onlara adlarıyla seslenen garsonun başarılı
olduğunu bildiriyor.
rol haritası (role map) Toplum genelinde erişkin rollerine ilişkin benimsenmiş açık
kurallar ve standartlar. Rol haritası, bu rollerin etkili olarak sürdürülmesi ve
toplumsal gereksinimlere yanıt vermesi için gereken sorumlulukların, temel
etkinliklerin, rol göstergelerinin, bilgi, beceri ve yetilerin tanımını ortaya koyuyor.
rol karışıklığı (role confusion) Kadında erkeksi davranış ya da erkekte kadınsı
davranış. Rol karışıklığı, doğuşta cinsel organların belirsizliği nedeniyle yanlış
cinsellik nitelemesinden, çocukluk döneminde karşı cinsin giysilerinin
giydirilmesinden, bebeklik döneminde anne babadan ayrı kalmaktan ve daha başka
çevresel etkenlerden kaynaklanıyor. Bkz. cinsel kimlik; insanın sekiz çağı ((5)
Kimlik Karmaşasına Karşı Kimlik Duygusunun Gelişimi).
rol kuramı (role theory) 1. Kişilik kuramında, kişilik gelişimini erkek, kız, suçlu, polis,
yargıç ve benzeri rol edinimleriyle, bireyin rol modelleriyle, kültürel olarak
öngörülen rol davranışlarıyla ve rol seçimindeki bireysel tercihlerle açıklayan bir
kuram. Zimbardo deneyinden elde edilen bulgular, bu görüşü destekliyor. 2. Simgesel
etkileşimcilikte, daha yapısal bir yaklaşım olarak davranışların, rol beklentileriyle
belirlendiği görüşü. İlkini de kapsayan bu tanım, toplumdaki rol setleriyle cinsel
etkinlikten suç davranışına; yardımlaşmadan yarışmaya dek insan davranışlarının
çoğunu belirliyor. Bu da insan davranışının kaynağını genlerde ya da bedensel
gereksinimlerde arayan biyolojik davranış kuramlarının tersi bir konumu ortaya
koyuyor. Bu yaklaşımdan çıkan sonuçlardan biri, normaldışı kabul edilen davranış
biçimlerinin örneğin, bireysel tedavi ya da hapis gibi yöntemler yerine toplumun
yeniden örgütlenmesiyle değiştirilebileceği; ikincisi de toplumla bireyin karşılıklı
olarak birbirini belirlediğidir. Örneğin, suçlunun olmadığı yerde polisten; öğrencinin
olmadığı yerde öğretmenden söz etmek anlamsızdır. Bkz. doğa-çevre tartışması. 2.
Rol yapma kuramı. Bkz. çözülme.
rol modeli (role model) Kişinin tutumlarını, hedeflerini, davranışlarını örnek aldığı,
onlarla özdeşim kurduğu, onları taklit etmeye çalıştığı insanlar ya da gruplar.
rol oynama (role-playing) 1. Eğitimde ve psikoterapide, kişinin başkasının rolünü
oynadığı ya da kendisi için yeni roller denediği bir eğitim tekniği; rol yapma.
Başlangıçta bir psikodrama tekniği olarak geliştirilen bu teknik, günümüzde
endüstride, eğitimde ve psikoterapide örneğin çalışanları müşteri ilişkileri konusunda
eğitmek; grup ve aile tedavilerinde farklı tutum ve ilişki biçimlerini denemek; stresle
v e çatışmayla başa çıkmanın farklı yollarını sınamak ve benzeri amaçlarla
kullanılıyor. Bu teknik, kişinin risk almadan yeni rolleri denemesini ve yeni yöntemler
keşfetmesini olanaklı kılıyor. Örneğin, kişi bir psikodrama seansında rolünde
başarısız olsa bile, bu bir tehlike yaratmıyor ve başarıncaya dek aynı rolü yeniden
yeniden oynayabiliyor. Böylece öğrendiği yeni yaklaşımları, gerçek yaşam
durumlarına uygulayabiliyor. 2. Kişinin üstlendiği role uygun bulduğu biçimde ya da
gerçek tutum ve duygularını gizlemek amacıyla, durumun gerektirdiği biçimde
davranması. Bkz. rol oynama kuramı.
rol oynama kuramı (role enactment theory) Uyutum altındaki kişinin bilinç durumunda
gerçekte herhangi bir değişiklik olmadığı; yalnızca uyutumcunun telkin ettiği rolü
bilinçsizce oynadığı ve uyutumsal trans sırasında bu role uygun davrandığını savunan
kuram. Bu kuram, uyutum gerçekleştirme yöntemlerine, uyutumcunun telkinlerine
uymaya yönelik, toplumsal açıdan kabul edilebilir bir neden sağlıyor. Bkz. çözülme
kuramı; durum kuramı.
rol provası (role rehearsal) Çocuğun, oyun içinde erişkin rolü üstlenmesi. Çocuklar
arasında çok yaygın olan evcilik, doktorculuk ve benzeri oyunların çocuklara uygun
erişkin rolleriyle özdeşim fırsatı sağlayan önemli bir toplumsallaşma öğesi olduğu
kabul ediliyor. Bkz. toplumsal öğrenme kuramı.
rol seti (role set) 1. Belli bir statü ya da kimlikle ilişkisi olan rollerin toplamı. 2. İki ya
da daha çok kişinin etkileşimiyle oluşturulan ortak toplumsal davranış. Her birey,
örtülü ve karmaşık etkileşimlerle herkes için toplumsal bir kimlik ve rol tanımı
oluşturuyor. Her rol kümesi, kamunun bildiği ya da üyelere öğretilmiş olan genel
eylem kılavuzlarından oluşuyor. Bkz. rol kuramı.
rol uzaklığı (role distance) Kişinin gerçekte benimsemediği, özdeşleşmek istemediği
bir rolü şu ya da bu nedenle sürdürmek zorunda kaldığında, oynadığı rolle kendisinin
arasına koyduğu uzaklık; “Bu rol gerçekte bana göre değil; ama zorunluluk var.” diye
düşünmesi. Bunun, yapılan işi küçümseme, kendine yakıştıramama, sıkıcı ya da
anlamsız bulma gibi nedenleri olabilir. Bu yolla kişi, rolüyle ilgili olumsuz
duygularını hafifletmiş oluyor.
rol üstlenme (role taking) Başka bir insanın rolünü oynama ya da olaylara onun bakış
açısından bakabilme yetisi. Bu yeti, bilişsel ve toplumsal gelişimde önemli bir etken
oluyor. Bkz. doğa-çevre tartışması; rol oynama kuramı.
rol yapma Bkz. rol oynama.
rol yapma kuramı (role construct theory) İnsanların çevrelerini anlaşılabilir ve
kestirilebilir kılabilecek ve buna bağlı olarak uygun davranışa ilişkin ipuçlarını
sunabilecek kurguları oluşturmaya ya da kavramları seçmeye ve dünyayı bu temelde
algılayıp yorumlamaya, bu biçimde oluşturulan kurgu sistemini sürdürmeye çalıştığını
ileri süren kuram. Bkz. rol oynama kuramı.
rol yayılması (role diffusion) E. H. Erikson’un, ergenin çeşitli rol modelleriyle (çeşitli
insanlarla) kurduğu özdeşimler arasındaki uyumsuzluklarla tanımlanan gelişim evresi
için kullandığı terim. Kişi, örneğin, farklı gereksinimlerine yanıt vermesi nedeniyle
aynı anda hem saldırgan, despot bir önderle hem de barışçıl, insancıl bir aydınla
özdeşleşebiliyor. Bkz. eşduyum; insanın sekiz çağı ((5) Kimlik Karmaşasına Karşı
Kimlik Duygusunun Gelişimi).
romantik aşk (romantic love) Çoğu kez gerçekçi olmayan, tutkulu, ülküleştirilmiş bir
aşk ilişkisi. Bu terim günlük dilde, cinsel birliktelik içermeyen ilişkiler için
kullanılıyor. Bkz. aşk; sevgi.
Romeo ve Juliet etkisi (Romeo and Juliet effect) Ailelerin ya da başkalarının
engelleme çabasının, iki insan arasındaki çekimi artırması. Bu adlandırmada, Romeo
ve Juliet adlı romanın konusundan esinlenilmiştir. Bkz. tepkisellik kuramı.
RORSCHACH, Herman (1884-1922) Kendi adıyla anılan mürekkep lekesi testi’ni
geliştiren İsviçreli psikiyatrist. Rorschach, Zürih’te doğdu; Herisau’da öldü. Bir
resim öğretmeninin oğludur. 1912’de Zürih Üniversitesi’ni tıp doktoru olarak bitirdi.
Münstelingen Akıl Hastanesi’nde görevli iken o dönemin ünlü psikitatristlerinden biri
olan Eugen Bleuler’le üniversitede birlikte çalıştı ve 1912’de sanrılar üzerine
hazırladığı teziyle psikiyatri uzmanı oldu. Bir yıl Rusya’da çalıştı. İsviçre’ye
döndüğünde Herisau kanton akıl hastanesinde başhekim yardımcısı oldu. Ölünceye dek
bu görevi sürdürdü. Bleuler ve Jung’un da etkisiyle psikanalize ilgi duydu ve 1919’da
İsviçre Psikanaliz Derneği’nin kuruluşuna katılarak derneğin ikinci başkanlığına
getirildi. Rorschach, psikanalizin yeni bir çığır açtığı dönemde bilimsel ve meslek
yaşamına başlamıştı. Bilinçdışı duyguların, coşkuların ölçülüp ölçülemeyeceği
konusuyla daha tıp öğrencisi iken ilgilenmişti. Rusya’dan döndükten sonra yerel dinsel
topluluk önderlerinin kişilik yapıları üzerinde çalışırken, topladığı verilerin
değerlendirilmesinde, belirli bir şeyi anlatmayan; ancak bir resmi andıran biçimlerin
bir test aracı olarak kullanılabileceğini düşündü. Bu yaklaşımla rastgele 15 mürekkep
lekesini kullanarak yaklaşık 300 ruh hastası ve 100 sağlıklı insan üzerinde deneyler
yaptı. Bu çalışmalarının sonuçlarını, bugün kendi adıyla anılan test yöntemini sunduğu
Psychodiagnostic (1921) (Ruhsal Bozukluklarda Tanı) adlı yapıtında topladı. Bu
yapıt, sağlığında pek ilgi görmediyse de daha sonra psikolojide değerlendirme ve tanı
koymada çok önemli bir araç durumuna geldi. Bkz. Rorschach mürekkep lekesi
testi.
rutin (routine) Her zaman yapılan, alışkanlık durumuna gelmiş olan (iş). Bkz. rutin
etkinlikler kuramı; rutinleşme.
rutin etkinlikler kuramı (routine activities theory) Suçun, çağdaş yaşamın rutin
etkinliklerinin normal bir işlevi olduğunu; yaşam biçimlerinin, suçun hem miktarını
hem de türünü önemli ölçüde etkilediğini savunan yaklaşım.
rutinleşme (routinization) Giddens’e göre, günlük toplumsal yaşam etkinliklerinin
büyük bir çoğunluğunun alışkanlık durumuna gelmesi; varoluşsal güvenlik duygusunu
destekleyen ve bu duygudan destek alan bilinen davranış biçimlerinin öne çıkması.
rüya (dream) REM uykusu sırasında sıklıkla; diğer zamanlarda da belli bir ölçüde
görülen öykümsü imgeler, duygular, algılar dizisi ya da uyku sırasındaki zihinsel
etkinlikler; uykuda kurulan hayaller; bilinçdışının uyku sırasındaki simgesel
dışavurumları ve benzerleri; düş. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, rüyalar, bir bilmece
olarak gizemini koruyor. Yüzeysel de olsa rüyalara ilişkin bilinen birkaç gerçek
şunlardır: (1) Rüyalar çoğunlukla REM döneminde görülüyor. (2) Birçok canlı türünde
rüya olgusu REM teknikleriyle gözlemleniyor. (3) Dışarıdan verilen uyarıcılarla
rüyalar tetiklenebiliyor. (4) Rüyaların, kişinin o gün ya da yakın zamanda
yaşadıklarıyla yakından ilişkili olduğu biliniyor. (5) Rüya sırasında yaşananlar, o
anda rüya değil de gerçekmiş gibi algılanıyor ve yaşanıyor. Rüyaların oluşumu ve
ortaya çıkışı konusundaki çeşitli kuramlar arasında en ünlüsü, Freud’un rüya
kuramıdır. Rüyalarla öğrenme arasında önemli bir ilişki bulunuyor. Bu da rüyaların,
bellek sistemiyle gün içinde öğrenilen ve yaşanan yeni bilgileri, yaşantıları eski
bilgiler ve yaşantılarla bütünleştirme gibi bir işlevi bulunabileceğini düşündürüyor.
Rüya görmesi engellenen kişilerde öğrenmenin zorlaştığı; çeşitli psikotik ve depresif
tepkilerin ortaya çıktığı deneysel olarak gözlemlenmiştir. Bkz. rüya analizi; rüya
çalışması; rüya simgeciliği; rüya yorumu.
rüya analizi (analysis of dreams) Psikanalize göre, terapistin rüyaların gerçek, gizli
içeriğini su yüzüne çıkarmak için rüyalarda bulunan simgesel öğeleri terapistin
yorumlaması; rüya çözümlemesi.
rüya çalışması (dreamwork) Freud’a göre, bedensel uyarıcılar, günün kalıntıları, rüya
düşünceleri ve benzerleri gibi rüya araçlarının görülen rüyaya dönüştürülmesindeki
süreçlerin tümü. Rüyanın açık içeriğinde gözlemlenen yoğunlaşma ve çarpıtılma, bu
süreçlerin sonunda ortaya çıkıyor.
rüya simgeciliği ( dream symbolism) Klasik psikanalize göre, bastırılan ve bilince
çıkması engellenen istek ve dürtülerin, bastırılmakla ortadan kalkmaması; tersine
bunların, bastırmayı sağlayan sansürden kurtulmak, bilince ulaşmak için her fırsatı
değerlendirerek; ağırlıklı olarak da kılık değiştirmiş olarak (simgesel yollardan)
dışavurum araması. Histerik belirtiler ve rüyalar, iki temel dışavurum yoludur.
Ancak, histerik belirtiler gibi rüyada görülen şeyler de gerçekte göründüklerinden
farklı bir şeyi temsil ediyorlar; farklı bir şeyin simgesidirler. Freud’a göre bu
simgelerden kimileri evrenseldir; her kültürde aynıdır. Örneğin, klasik rüya
yorumunda bıçak, silah, sopa gibi delici, yırtıcı, uzun, sivri uçlu şeyler penisi; kutu,
sepet gibi şeyler de döl yolunu (rahimi) temsil ediyor. Su, her zaman doğumun ya da
anne karnına geri dönmenin, cinsel ilişkinin simgesidir. Ancak, rüya simgelerinin
büyük çoğunluğu kişiseldir; kişinin geçmiş yaşantılarından türetilmiştir ve yalnızca o
kişiye özgüdür. Onun için standart “rüya tabirleri” kitaplarına dayanılarak bir rüya
yorumlanamaz. Bir rüyanın tam olarak anlaşılması, ancak, rüyayı gören kişinin
kendine özgü simgelerin açıklanmasıyla olanaklıdır. Bkz. simgecilik.
rüya yorumu 1. (dream interpretation) Rüyaların anlamını çözümleme tekniği; rüya
tabiri, rüya tahlili, düş yorumu. Psikanalistler (ruhçözümlemeciler), rüya yorumunu
rüyaların hastaca anımsanan açık içeriğinde bulunan simgelere dayanarak hastanın
bilinçdışı isteklerini, çatışmalarını, dürtülerini belirlemede kullanıyorlar. “Domuzlar,
taneli mısır koçanlarını; kazlar ise mısır tanelerini düşler.” atasözünün anlamına uygun
olarak Freud, isteklerin doyurulduğu ya da gerçekleştirildiği olgular diye nitelediği
rüyaların, kişinin en derin gereksinimlerini ve bunların doyumunu dile getirdiğini
varsaymıştır. Ancak, bu istek ve dürtüler, kaygı uyandırıcı (yasak) oluşları nedeniyle
bastırılmış olduğundan, rüyalarda gerçek durumlarıyla gözlemlenemiyor; daha çok,
yoğunlaşma, yer değiştirme, dönüştürme ve benzeri süreçlerle tanınmaz bir kılığa
sokuluyor. Onun için rüya yorumunun temel amacı, rüyanın açık içeriğindeki
simgelerin gerçek anlamlarını açıklamaktır. Bu amaçla rüya yorumcusu, kişinin
rüyasının içeriğini olabildiğince eksiksiz anlatması için Freud’un geliştirmiş olduğu
özgür çağrışım yöntemini uyguluyor ve rüya simgeciliği konusundaki bilgilerine
dayanarak rüyayı yorumluyor. Bu sırada, rüyada yer alan simgeler üzerinde önemle
duruyor. Bu simgelerden evrensel olanları, kolaylıkla yorumluyor. Çünkü örneğin,
sivri ve dik nesneler, erkek cinsel organını; kutu gibi nesneler, kadın cinsel organını;
akarsu da doğumu simgeliyor. Rüya görene özgü (kişisel) olan başka birçok simgeyi
de yine özgür çağrışım aracılığıyla yorumlmaya çalışıyor. Rüya görenin
çağrışımlarından, onun güdülenmesine ve gördüğü rüyanın temelinde yatan dinamizme
ilişkin ipuçları yakalıyor. Rüya yorumlamalarını az da olsa psikanalistler dışındaki
psikologlar da kullanıyorlar. Rüyalar halk arasında, geçmişten çok, geleceğe yönelik
olarak yorumlanıyor. Bkz. açık içerik; gizli içerik. 2. (oniromancy, oneiromancy)
Rüyalarla bir olayın gerçekleşeceğini önceden bilme; kâhinlik.
S
Her şeyden önce saldırganlığın varlığını insani bir güç olarak kabul etmek gerekiyor.
Saldırganlık, baskı altında bulundurulan kişide oluşan savunma durumunun bir sonucu
ve ifadesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu esnada hiddet ve kızgınlık özellikleri de ortaya
çıkıyor ve saldırganlık durumunun somutlaşmasına yol açıyor. İşte bu safhada
nörovegetatif sistem de işe karışarak adrenalin ve noradrenalin maddelerinin ifrazına
yol açıyor ki bu şekilde hiddet ve kızgınlığa eşlik eden bedensel bazı belirtiler de
ortaya çıkıyor.
Anlaşılıyor ki normal bir kişi kendisinin veya çevresindekilerinin varoluşunu,
sağlığını veya saygınlığını tehdit eden bir durum karşısında, tehdit eden kişiye ya da
duruma yönelik olarak o zamanda ve o yerde saldırgan (agresif) bir cevapta
bulunuyor; ne var ki verilecek saldırgan cevap ile o cevabın nedeninin şiddeti
açısından bir oranın bulunması gerekiyor.
Saldırgan davranış nedensiz veyahut nedeni ile kıyaslanmayacak derecede yüksek
olduğunda patolojik olup, her hangi belirgin bir akıl hastalığının bulunmadığı
durumlarda, çok kere antisosyal-psikopatik bir kişilik yapısını gösteriyor. Aynı
şekilde, böyle bir saldırgan davranışın ortaya çıkmasını gerektirecek bir nedenin
varolmasına rağmen, saldırgan bir cevabın olmadığı veyahut nedeni ile
kıyaslanamayacak bir derecede zayıf olduğunda patolojik bir mahiyet söz konusu olup,
çoğunlukla yetersiz kişilik veya pasif-agresif kişilik yapısına işaret ediyor.
Bu konuda bir hususun daha vurgulanması gerekiyor: Saldırganlık kendisini yıkıcı bir
davranış ile gösterebildiği gibi, bazen yapıcı bir davranış ile de gösterebiliyor. Bu
ikinci şıkta kişi, kendisini tehdit eden neden’e karşı, bu neden’i küçültecek, onu zor
duruma düşürtecek, onu utandıracak, onu üzecek, onu yenecek üst seviyede ve
toplumsal değer açısından makbul, yapıcı bir davranışta bulunuyor. Toplum yaşamı
içinde üst niteliklere sahip kişilerde, agressörlerine karşı duymakta oldukları kızgınlık
ve hıncı, onları aşarak ve yenerek göstermekte olduklarına tanık oluruz. Ayrıca bu tür
kimselerin, göstermekte oldukları fikirsel kusur ve yetersizliklerin kendilerine
yüklediği aşağılık hissini ve onun neden olduğu bunaltı’yı karşılama tarzlarında da -ki,
bu durumda da temelde bir agression söz konusu- hınç ve saldırganlık üst düzey bir
yapıcılığa dönüşüyor.
Bu son durumu, hepimizin yakından tanıdığı üç belirgin örnekle açıklamak mümkün.
Beethoven, otoskleroza yakalanıp en önemli hissi olan duymayı kaybettiğinde;
Toulouse Lautrec, kendisini hiçbir kadının arzulamasını olanaksız kılan iğrenç bir
çirkinlik ve yetersizliğe mahkûm eden akondrosplastik bücürlüğe makkûm olduğunda
kader’e, Yaradan’a karşı duymakta oldukları hınçlarını, birincisi en önemli eseri olan
9. Senfoni’yi besteleyerek; diğeri de “Kadınlık”ın, “sevişme”nin en yalın ifadesi olan
sokak orospularını tuvalinde ilaheleştirerek; yani, Yaradan’a karşı saldırganlıklarını
toplumu yüceleştiren eserler vererek gösterdiler. Buna karşılık, 1950’lerde
İnterpol’un aradığı ve İstanbul Sultanahmet’te kendisini kıstıran polisle çatışmaya
giren ve iki polisi yaraladıktan, bir komiseri de öldürdükten sonra Tophane’de teslim
olan ve bir gözünün protez olması nedeniyle “Camgöz Garry” diye tanınan İngiliz
gangsterde, gene bir organ yetersizliği sonucu oluşmuş büyük bir saldırganlığın
varlığını görürüz. Ne var ki Beethoven ve Lautrec’de mevcut aynı durum, bir
kompansasyon (eksikliği telafi etme) mekanizmasının araya girmesiyle tüm insanlığa
birer armağan olan eserlerin ortaya çıkmalarına neden olurken; gangter Garry’de aynı
durumun sonucu ve de aynı mekanizmanın araya girmesiyle, neticede gerçek bir
yıkıcılık’a “camgöz olmanın acısını çok mükemmel bir nişancı olarak adam
öldürme”ye neden oldu.
Saldırganlık’ın özel bir şekli de saldırganlığın kişinin kendisine yönelmiş olması.
Burada, yıkıcı ve tahripkâr dürtüler, şahsın kendisine yöneliyor. Bu gibi hallerde,
yazımızın başında sözünü ettiğimiz pasif-agresif kişilik diye tanımlanan özel kişilik
belirtilerinin ortaya çıkmasının yanı sıra, kişinin kendisini tahrip etmesi durumu
başlığı altında toplanan çok geniş ve ilginç psikopatolojik tablolar oluşuyor. Bütün bu
tablolarda, kişide, yıkıcılık ve ölüm ögelerinin yapıcılık ve sevgi ögelerine galip
gelmesi söz konusu. Bu kişilerde işini bırakmak, hazırlanmış geleceğini mahvetmek,
alkolizm ve toksik madde kullanmaktan tutun da kaybedeceğini önceden çok iyi bildiği
riskli işlere karışmaya, gereksiz ameliyatlara tabi tutulmasını amaçlayan bir
davranışta bulunmaya, sık sık kaza geçirmeye ve intihara kadar değişen ve çoğu kez
birinin diğeriyle bağlantısı kolayca düşünülmeyen, karmaşık bir olaylar yelpazesi ile
karşılaşırız.
Çok kısa ve özet bir şekilde ifade etmeye çalıştığımız saldırganlık konusunun
toplumsal yönü de çok ilginç. Burada belli başlı iki noktanın, toplumun çoğunluğunun
saldırganlığının, toplumun küçük bir kesimine yönelmesi, toplumsal hareketlerin
doğup genişlemeleri ve sönmeleri konusunun irdelenmesi gerekiyor.
Toplum, huzursuzluk, problem, güçlük ve felaketlere neden olan olaylarla
karşılaştığında, kendini koruma insiyakı içinde, hissetmekte olduğu genel bunalımı
azaltmak amacıyla, kendi bütünü içinde, tüm hıncını yönelteceği ve kızgınlığını
kanalize edeceği bir kesimi arıyor, yaratıyor ve sonuçta tüm saldırganlığını ona
karşı gösteriyor. Bu saldırganlığın hedefi, daima toplumun çoğunluğunun ortak
vasıflarından farklı bazı ırksal veya düşünsel ve davranışsal özellikleri gösteren
kesim oluyor. Renkleri, davranışları, düşünce ve inançları, beğenileri, dilleri ile
ırksal ve dinsel özellikleri nedeni ile bu kesim günah keçisi (bouc emissaire)
durumuna geliyor ve topluma yönelik her kötülüğün reaksiyonunun (tepkisinin)
odağına yerleştiriliyor.
Toplumdaki bir kesimin saldırganlık hareketinin ortaya çıkması, genişlemesi ve
silinip sönmesi ögeleri, sosyal psikiyatrinin ilginç konularından birini oluşturuyor.
Bu konuda, daima bir hareketi başlatan kişi veya grup, yani hareketin nüvesi
bulunuyor. Bu nüve sağlıklı bir idealist önder veya idealist grup olabildiği gibi,
paranoid bir hasta ya da kendi özel çıkarı uğruna toplumu coşturup peşinden
koşturmak isteyen veya başkalarının yönlendirmesi üzerine hareket eden ve genelde
psikopatik-antisosyal kişilik özellikleri taşıyan bir kimse olabiliyor. Bu nüvenin
etrafında da genelde, bir liderin ortaya çıkmasını bekleyen ve liderdeki duygu ve
düşünceleri paylaşan, aynı idealleri taşıyan kimselerden oluşan bir çevre
toplanıyor. Ancak, unutulmaması gereken husus, çoğu kez bu çevre grubunun içine
hafif derecede zekâ geriliği gösteren ya da histerik kişilik özellikleri taşıyan büyük
bir kitlenin katılması... Doğaldır ki sözünü ettiğimiz bu grubun herhangi gerçek bir
ideali, fikir veya coşkusu olmadığı için, grup hareketinin liderleri şu veya bu
nedenle ortadan kalktığında veya kaldırıldığında onların tüm hareketlilikleri de
çok kısa bir sürede sönüyor ve kayboluyor. (Cumhuriyet Pazar, 07.09.2008, sayı
1172)
saldırgan uyarıcı (aggressive stimulus) Silah, bıçak gibi saldırganlık tepkileriyle
ilişkilenen ve yalnızca varlığı bile saldırganlık olasılığını artıran nesne. Kesici, delici
aletler, silah, bunları taşıyan kişide saldırgan davranışlar yaratıyor.
saldırı (aggression) 1. Engellenme-saldırganlık varsayımına göre engellenmenin
yarattığı davranışlar; tecavüz. 2. Adler’e göre, egemenlik istencinin bütün
görünüşleri. 3. Freud’a göre, ölüm içgüdüsünün bilinç aşamasındaki yansıması.
salgı kuramı (glandular theory) Davranışın; özellikle coşkusal davranışın salgı
bezlerinin etkinlikleri sonucunda oluştuğunu ileri süren görüş.
salınımlı bozukluk (cyclothymic disorder) Çift kutuplu bozukluğun hafif türü. Bunda bir
dizi hafif depresif belirtinin ardından, bir dizi hafif manik belirti yaşanıyor. Bu
süreğen bozukluk, dalgalı bir ruh durumu olarak yaşanıyor. Hastalığa bu tanının
konulabilmesi için, hastada en az iki yıl bu belirtilerin görülmesi gerekiyor. Bkz. çift
kutuplu III.; manik depresif psikoz.
salt algı alanı (absolute perceptual span) Çok kısa bir süre için gösterilen yazılardan,
deneğin algılayabildiği en yüksek harf ya da sözcük sayısını kapsayan alan; mutlak
idrak sahası.
salt duyarlık (absolute sensitivity) Ancak algılanabilecek güçteki uyarana karşı
gösterilen duyu organı duyarlığı.
salt eşik (absolute threshold) 1. Canlının tepki yapması için yeterli olan uyarıcının
istatistk açıdan saptanmış olan miktarı. 2. Elverişli deney koşulları altında bir
uyarıcının etkili olmasını sağlayan en düşük güç.
salt perhiz programı (abstinence-only curricula) Evleninceye dek cinsel perhizi
savunan cinsel eğitim programı. Bu programlarda güvenli cinsel ilişki, gebeliği
önleme yöntemleri gibi konularda bilgi verilmiyor. Çünkü bu görüşten olanlara göre
cinsel yolla bulaşan AIDS gibi hastalıklardan korunmanın en iyi yolu, cinsel ilişkiden
uzak durmaktır.
SALZMANN, Chr. G. (1744-1811) Almanya’da Schnepfenthal’de Philanthropin
adlı eğitim yurdunu kurup yönetmiş olan eğitimci. Salzman, 1784’te kurduğu bu
eğitim yurdunda derslerde kuramsal terimlerin yerine somut sözler kullanılmasını
sağladı. Ana dili, ölü dillere üstün tuttu. Bellemeye dayanan din derslerini, kalbin
sorunu durumuna getirdi. Öğretim programında eşya derslerine geniş bir yer ayırdı. Bu
dersin öğretimini, gözleme, çocukların herhangi bir konuyu yaşayarak öğrenmelerine,
gezi sonuçlarına, elle yapılan işlere dayandırdı. Pratik yaşamın olaylarıyla besleyerek
öğrencilerin isteklerine yanıt veren bir eğitim uyguladı. Geleneksel eğitimin acımasız
cezalarının hiçbirine yer vermedi; çocuklara iyi davranılmasını sağladı. Okulu düzenli
tuttu. Öğrencileri özgürce ve isteyerek söz dinler ve anlar duruma getirdi. Disiplini,
sabır ve sevgi temeline dayandırdı. Okul çalışmalarının sorumluluğunu müdür,
öğretmenlerle birlikte yüklendi. Salzmann, okulunu bu ileri adımları atmaya hazırlayıp
işe girişmekle genelde eğitimde, özelde de iş eğitiminde çığır açmış oldu. Salzman’a
göre doğanın bize bağışladığı beden gücümüzü bir yana bırakmamalıyız. Ellerimiz,
bizim en değerli aletimizdir. Bu alet kullanılmazsa insanın zihin ve yetenek gelişimi
eksik kalır. Eğitimin eksik kalmaması, çocuğu kendi işini kendisi görebilecek, kendini
yönetebilecek biçimde yetiştirmemize bağlıdır. Salzmann’ın okulunda her çocuk
bahçede çalışıyor; gölde balıkçılık yapıyor, su hayvanlarını avlıyor, elde ettiklerini
satıyordu. Göl kıyısında arıcılık ve başka işleri de yürütüyordu. Bu işler eğlenmek
için değil; kişilik geliştirmek, sorumluluk kazanmak için gerçekleştiriliyordu. Çünkü
insanı tanımak için onu işe koşmak gerektiğine inanılıyordu. Bu okulda çocuklar
hesaplı olmaya, ekonomik davranmaya alıştırılıyordu. Bu tutumla çocukları
düşündürmenin, yardımlaşmaya yöneltmenin, bir mesleğe hazırlamanın kolay
olacağına inanılıyordu. Bu yapılanlardan anlaşıldığı gibi Salzmann, işin (çalışmanın)
olağanüstü bir değer taşıdığına inanmış bir eğitimcidir. .Salzmann’ın yapıtlarından
biri olan Çocuklarınızı Kötü Eğitiyorsunuz-Yengeç Kitabı adlı yapıtı Türkçeye
çevrilmiş ve büyük ilgi görmüştür.
sanat 1. (art) Kişinin bedensel ya da maddesel gereksinimlerini karşılamak üzere
gösterilen çaba ve az çok ustalık isteyen becerili iş; zanaat, sanat. 2. (fine arts) Güzel
şeyler ortaya koyma uğraşları; güzel sanatlar.
sanat psikolojisi (art psychology) Güzel sanatlardaki yaratma olayını; sanatçının
kişiliğini, sanat yeteneğini; sanatın etkisinin derinlik ve genişliğini, estetik yaşantıyı
inceleyen psikoloji dalı; estetik psikolojisi, sanat ruhbilimi. Bkz. VYGOTSKİ, Lev
Semionovivh.
sanat ruhbilimi Bkz. sanat psikolojisi.
sanat sağaltımı Bkz. sanat tedavisi
sanat sosyolojisi (sociology of art) Toplumsal yapılarla sanat anlayışları ve etkinlikleri
arasındaki bağlantıları, sanatla ilgilenen kişiler,in kendi aralarında ve öbür insanlarla
geliştirdikleri ilişkileri inceleyen sosyoloji dalı.
sanat tedavisi (art therapy) Resim, el sanatları gibi uğraşların tedavi amacıyla
kullanımı; sanat terapisi, sanat sağaltımı. Bu tür tedavi uygulamaları özellikle
kendilerini sözle anlatmada zorlanan insanlarda özellikle yararlı oluyor Algısal
yetileri, devimsel becerileri ve özsaygıyı artırmayı amaçlayan bu uğraşlar, ruh
sağlığı gibi beden sağlığına da iyi geliyor.
sanat terapisi Bkz. sanat tedavisi
sanayi psikolojisi Bkz. endüstri psikolojisi.
sanrı Bkz. varsanı.
sanrısal imge Bkz. varsanısal imge.
sansür (censorship) İktidarın ilişkilerine ya da toplumsal-kültürel dengelere zarar
vereceği düşünülen her türlü sözlü, yazılı ya da görüntülü iletişimin denetim altına
alınması. İletişim odaklarının kendilerini denetlemeleri otosansür deniyor. Bkz.
karşıt enerji boşalımı.
sapaklık (anomaly) 1. Ortalamadan ya da normalden sapma. Doğuştan kusurlar, bu tür
bir sapmadır. 2. Psikiyatride, normal kabul edilen şeyin sınırındaki nevrozlar ya da
şizoid kişilik gibi kişilik özellikleri.
sapık (deviated) Tutum ve davranışları, grubun benimsediği törel ölçülerle
bağdaşmayan kimse.
sapık düşünce (paralogical thinking) Özellikle şizofrenlerde gözlemlenen mantıksız
düşünme ve sözel anlatım; mantık ötesi düşünce. Şizofren hastaların yanlış sonuçlar
çıkardıkları, konunun özünü atladıkları, sorulan sorulara yanlış yanıtlar verdikleri
görülüyor. Bleuler’in ünlü örneğinde şizofren hasta, İsviçreli olduğunu haklı çıkarmak
için “İsviçre özgürlüğü sever. Ben de özgürlüğü severim. Öyleyse ben İsviçreliyim.”
diyor. Bkz. mantık öncesi düşünme.
sapıklık (perversion) 1. Temel bir içgüdü ya da eğilimin soysuzlaşması, bozulması ya
da sağlıksız duruma gelmesi; sapkınlık, soysuzlaşma. 2. Psikanalize göre, daha çok
cinsel konularda doğal ve normal olandan sapma eğilimi. 3. Bulguları kötü yolda
sunma.
Sapir-Whorf hipotezi (Sapir-Whorf hypothesis) Benjamin Whorf ve Edward Safir’in,
insan dili ile düşüncesi arasında yakın bir ilişki bulunması gerektiğini savunan
varsayımı. Bu görüş, sıklıkla iki versiyon olarak ortaya konuluyor. Birincisine göre
dil, düşünceyi, kişinin dünyayı algılama biçimini belirliyor ve buna dilsel
belirlenimcilik deniyor. İkinciye göre ise farklı diller, farklı düşünceleri kodluyor.
Buna da dilsel görelilik adı veriliyor. Bkz. Whorf varsayımı.
sapkınlık (perversion) Özellikle cinsel davranış alanında toplumca ilgisiz bulunan
yollara sapma durumu.
saplanım (fixation) Çocuğun gelişim sürecinde ilk çocukluk döneminin kimi
özelliklerini benliğinde tutması ve sonraki dönemlerde de bunları bırakmaması
biçiminde ortaya çıkan savunma mekanizması; fiksasyon, saplanma. Kimi çocuklar,
yeni bir gelişim dönemine geçmeleri gerekirken, önceki gelişim döneminin
özelliklerine saplanıp kalıyorlar. Bunları, sonraki dönemin özellikleriyle uyumlu
duruma getiremiyorlar. Bu gelişim döneminde aşırı engellenmeleri yüzünden yaşam
boyunca, bu engellenen gereksinimlerini özleyip duruyor ve onları arıyorlar. Belli bir
dönemde aşırı doyurulmak da sonraki dönemlere geçmeyi zorlaştırabiliyor. Örneğin,
bebeklik döneminde çocuk, tam bağımlıdır. Tüm bakım ve korumayı başkalarından;
özellikle de annesinden bekliyor. Onun bu dönemi geride bırakmasına fırsat
verilmeyip bu döneme saplanıp kalmasına yol açıldığında çocuk, ilerki yaşlarında da
bu bağımlılığını sürdürmek istiyor. Hep başkalarından bekleyen bencil, bağımlı,
edilgin bir kişilik sergiliyor. Bununla birlikte, bir dönemin tüm özelliklerinin sürüp
gitmesi de olanaksızdır. Yoğun saplanımları olan kişilerde bile, sonraki dönemlere
özgü özellikler de kişilikte yer alıyor. Bkz. ruhsal-cinsel gelişim kuramı.
saplanım yasası (law of fixation) Öğrenme ve alıştırmayı, yalın anımsama noktasının
ötelerine götürmenin, öğrenmeye süreklilik kazandıracağını savunan kural.
saplantı (fixed idea; fixation; obsession) Yersiz olduğu bilinen; ama kişinin kendini
etkisinden bir türlü kurtaramadığı düşünce; obsesyon, takınak. Bkz. tümden nevroz.
saplantı nevrozu obsessional neurosis) Hastanın türlü düşünce ve eylem saplantılarına
yol açan nevroz; takınak nevrozu. Bkz. obsesif-kompülsif nevroz.
sara (epilepsy) Türlü nedenleri ve görünümleri olan, genellikle bilincin kararması,
sarsıntı ve çırpınmalarla kendini belli eden, beyin süreçlerindeki bozulmalar;
epilepsi, tutarık. Her yaşta görülebilen ve tedavisi bulunmayan; ancak, ilaçla nöbet
araları uzatılabilen bu hastalık, merkez sinir sisteminden kaynaklanıyor ve
çırpınmalarla ortaya çıkıyor. Hastalığı, “beynin ritmik elektriksel etkinliklerindeki
değişimlere koşut olarak görülen bilinç değişimleri” diye tanımlayanlar da vardır.
Sara nöbeti zorlanma, kanda şekerin düşmesi gibi değişik nedenlerle ortaya çıkıyor.
Büyük nöbet, küçük nöbet, odaksal sara (Jackson sarası) ve ruhdevimsel (psikomotor)
sara olarak dört tür sara tanımlanmıştır. Büyük nöbet (Grandmal): Sara denince, en
ağır ve gösterilisi olan bu sara biçimi akla geliyor. Büyük sara nöbeti çoğunlukla
hiçbir ön belirti göstermeden, birdenbire genel bir çarpıntı, seyirme bunalımlarıyla;
kimi zaman da çığlık atarak yere düşmekle başlıyor. Nöbette gerileme, çırpınma,
gevşeme ve nöbet sonrası evreler yer alıyor. Gerileme evresinde beden kasılıyor,
gözler bir yana kayıyor, çeneler kenetleniyor, ağız köpürüyor, dil ısırılmışsa ağız
kanlanıyor. Çırpınma evresinde baş ve gövde, şiddetli devinimlerle rastgele
sarsılıyor. Hasta çeyrek saatte ya da daha uzun bir süre sonra derin bir komaya
giriyor. Bu, gevşeme evresidir. Hasta, nöbet sonrası evrede şaşkınlık, perişanlık,
bozulma, utanma duygularıyla birlikte, tanyerinin ağarması gibi yavaş yavaş komadan
çıkıyor. Çoğunlukla güçsüzlükten, baş ağrılarından yakınıyor. Hastanın altına
kaçırması, ötesini berisini yaralaması, görülen olaylardandır. Saralı, bir kaya başında,
deniz kıyısında nöbete girdiğinde ölüm tehlikesi belirebiliyor. Büyük sara nöbetleri
birbirini izlerken çok tehlikeli durumlar ortaya çıkıyor. O nedenle böyle hastalar
izlenmelidir. Bunlar, sıklıkla suç işliyorlar. Adam öldürme, yaralama, yangın çıkarma,
aşağılama ve gözdağı verme, bunların başlıcalarını oluşturuyorlar. Hastalar, kişilik
yapıları gereği, öldürme suçlarını özellikle öfkelenmeleri sonucu ya da nöbetin baş ve
sonundaki şaşkınlık, perişanlık dönemlerinde işliyorlar. Öldürmeyi genellikle bıçak
ya da balta vuruşuyla ve acımasızca yapıyorlar. 15-20 balta ya da bıçak vuruşuyla
öldürülenleri, büyük olasılıkla saralılar öldürmüşlerdir. Saralı, annesini, çocuğunu
bile öldürebiliyor. Acı olayın ayrımına nöbet sonrasında varıyor. Yaptığı işten dolayı
bu kez kendini de öldürdüğü görülebiliyor. Büyük nöbeti benzerlik gösterdiği histerik
büyük bayılmalarla karıştırmamalıdır. Histerik nöbetlerin altında hep bir duygusal
yaralanma vardır ve bilinç tümüyle yitirilmiyor. Histerik bayılmalarda saranın sinirsel
belirtileri de görülmüyor. Ağır sara nöbetinden sonra ya da önce psikotik tepkiler
ortaya çıkabiliyor. Kimi zaman bu tepkiler nöbetin yerine geçiyor. Saralının, nöbet
dışı zamanlarda da kimi psikotik tepkiler gösterdiği de görülebiliyor. Uzun yıllar sara
nöbeti geçirmiş kişide ileri aşamalarda süreğen psikoz belirtileri ortaya çıkabiliyor.
Küçük Nöbet (petitmal): Bunda hasta birdenbire 15-20 saniyelik bilinç bulanıklığı ya
da bilinç yitimi yaşıyor. Bir konuşma, herhangi bir iş ya da eğlence sırasında
birdenbire işini bırakıyor, bir süre duraklıyor. 3-5 saniye kendini yitiriyor, göz
kapaklarını kırpıştırıyor; dudaklarını, sararan yüzünü oynatıyor. Kimi zaman da
esniyor ya da gülüyor. Bu arada altını ıslattığı da oluyor. Bu saranın çocuklukta
görülüp ergenlikte geçtiği ya da yerini ağır sara nöbetine bıraktığı da görülebiliyor.
Hasta, istençsiz; ama bilinçli ve genellikle iki yanlı olarak kas sarsıntıları geçiriyor.
Odaksal Sara (Jackson sarası): Bu sara çeşidi, bulucusunun adıyla Jackson sarası
olarak da anılıyor. Bu sarada nöbet, önce el ve parmak kaslarının sarsılmalarıyla
başlıyor. Bu sarsılmalar yavaş yavaş kola, ordan yüze ve aynı yandaki bacağa
yayılıyor. Tüm bedene yayıldığında hasta kendini yitiriyor. Odaksal sara görme,
işitme, koklama ve dokunma duyularından birine bağlı olarak ortaya çıkıyor. Kimi
nöbetler ruhsal etkinliğe, sanrılara, bilinç değişikliklerine ve kendiliğinden
devinimlere yol açabiliyor. Yarım baş ağrısı, mide, böbrek ağrıları, apandisit
bunalımları, soluk darlığı nöbetleri görülebiliyor. Saranın başlangıç noktası, beynin
şakak bölgesi ise devinim bunalımı beliriyor. Ruhdevimsel Sara (psychomotor
epilepsy): Ayrıntılı ve birden çok duyu, devinim ya da ruhsal bileşeni bulunan bir
sara türü de ruhdevimsel saradır. Belirleyici özellikleri arasındabilincin bulanması,
dudak şapırdatma, çiğneme ve benzeri kendiliğinden, istemsiz,uygunsuz ve amaçsız
davranışlar, paramnezi, sanrılar, kimi olaylarda öfke patlamaları, başka duygusal
patlamalar, korkular yer alıyor. EEG, uyku sırasında şakak lopunda sıklıkla çivi
boşalması gösteriyor. İyi incelenip uygun tedavi yöntemi seçilince, düzenli denetlenip
izlenince saralı iyileştirilebiliyor. Nedeni bilinmeyen saralılara ise düzenli ve ölçülü
bir yaşam öneriliyor; hastanın ruhsal zorlanmalardan uzak kalması isteniyor. Bol yağ,
az karbonhidrat ve az tuzlu su rejimi uygulanıyor. Ayrıca ilaç tedavisi de yararlı
oluyor.
sarsıntı Bkz. travma.
sarsıntı bunaması Bkz. travmatik bunama.
sarsıntı sağaltımı Bkz travma tedavisi.
SATI BEY (1880-1968) Eğitimci ve düşünür; Osmanlı Devleti’in eğitimini
çağdaşlaştırma ve Arap milliyetçiliği konularında çalışmalar yapan Arap. Satı Bey,
Yemen’in başkenti Sana’da doğdu; Bağdat’ta öldü. Yargıç olan babasının sıklıkla yer
değiştirmesi nedeniyle özel öğrenim gördü, Fransızca öğrendi. İstanbul Mülkiye
Mektebi’nin idadi (lise) bölümüne girdi. 1900’de bu okulun yüksek bölümünü bitirdi.
Yanya’da öğretmenliğe başladı. Eğitimde yenileşme çabaları nedeniyle 1905’te
Kosova kaymakamlığına alındı. Ertesi yıl Manastır’ın Florina kazasına atandı. II.
Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a gitti. 1909’da Darülmuallimin müdürlüğü
görevi verildi. Orada genç bir kadroyla Batılı ölçülere uygun bir eğitim sistemini
uygulamaya koydu. Sosyoloji, psikoloji ve etnografya gibi derslerin programa
alınmasını sağladı. Avrupa’ya geziler yaptı. Tedrisat-ı İptidadiye Mecmuası’nı
çıkararak ilk ve orta öğretim üstüne yazılar yayımladı. 1912’de maarif nazırı ile
anlaşamama nedeniyle görevinden ayrıldı. Bir süre Darüşşafaka müdürlüğü yaptı.
Çıkardığı Terbiye adlı dergide eğitim bilimi üzerine makaleler yazdı. Batı’nın bilim
ve teknolojisinin yanı sıra uygarlık değerlerinin de benimsenmesi gerektiğini savundu.
Mondros Mütarekesi’nden sonra, artık Osmanlı Devleti’nin yaşamayacağına inandığı
için Şam’a gitti. Emir Faysal’la yakın ilişkiler içinde etkin siyasete atıldı. Suriye
hükümetinde eğitimle ilgili görevler aldı. Fransızların hükümeti yıkması üzerine
İtalya’ya; oradan da İstanbul’a geçerek Kuva-yı Milliyecilerle ilişki kurmaya çalıştı.
Girşimi sonuç vermeyince Kahire’ye döndü. 1921’de gittiği Irak’ta eğitim genel
müdürlüğü görevine getirildi. Yayımladığı Eğitim ve Öğretim Dergisi aracılığı ile
İslami özellikler dışında bir Arap birliği anlayışına dayalı ve Batı uygarlığını
özümsemiş yeni bir Arap kültürü yaratmaya yönelik çağdaş bir eğitim sistemi
oluşturmaya çalıştı. 1927’de muhalifleri artınca görevinden ayrılmak zorunda kaldı.
Dört yıl Bağdat’taki Darülmuallimin’de ders verdi. Kısa bir eğitim müfettişliğinden
sonra 1935’e dek Hukuk Fakültesi dekanlığı yaptı. Oradan Eski Eserler Genel
Müdürlüğü’ne alındı. Eski uygarlıkların gün ışığına çıkarılması ve korunması
konusunda önemli çalışmalar yaptı. İngiliz yanlısı Nuri Said’in dış siyasetinin
karşısında yer aldığı için İngiliz müdahalesinin ardından Halep’e sürüldü. Oradan
geçtiği Beyrut’ta üç yıl kaldıktan sonra Suriye hükümetince eğitim danışmanlığına
getirildi. Fransız etkisini silmek amacıyla eğitim sistemini Araplaştırmaya çalıştı.
Laik tutumu tepki topladığından 1946’da Beyrut’a döndü; ertesi yıl da Kahire’ye
yerleşti. Orada Arap Birliği Kültür Komitesi danışmanlığının yanı sıra Kahire
Üniversitesi’nde ders verdi. 1953’te Arap İncelemeleri Yüksek Enstitüsü’nün başına
geçti ve 1957’ye dek bu görevde bulundu. Arap birliği düşüncesini benimsemiş
kuşakların yetiştirilmesinde etkili oldu. Ölümünden kısa süre önce Bağdat’a yerleşti.
Satı Bey, gerçekleştirmeyi düşlediği düzen için eğitime birincil önemi vermiş;
Osmanlıcılıktan Arap milliyetçiliğine dönüş yaptıktan sonra “önce Araplık
düşüncesiyle öz kültür kaynaklarını laik ve çağdaş bir yorumla canlandırmaya
uğraşmıştır. Başlıca yapıtları: Fenn-i Terbiye, 2 cilt, 1909; Ümit ve Azm, 1913;
Vatan İçin, 1913; Ârâ ve Ahâdisfi’t-Terbiye ve’t-Talim, 1944 (Eğitim ve Öğretim
Hakkında Düşünceler ve Konuşmalar); Ârâ ve Ahâdis fi’l Vataniye ve’l-Kavmiye,
1944 (Yurtseverlik ve Milliyetçilik Hakkında Düşünceler ve Konuşmalar); Difaen
el-Urube, 1956 (Araplığın Savunulması); el Bidaü’l-Arabiye ve’d-Devleti’l-
Osmaniye, 1957 (Arap Ülkeleri ve Osmanlı Devleti).
satiryazis Bkz. Don Juan karmaşası.
savaş nevrozu (combat neurosis) Savaş sırasında önde çarpışanlar arasında gelişen ve
bilinçdışı düzeyde tehlikeden uzak kalma özlemini yansıtan nevroz.
savaş örselenmesi Bkz. savaş travması.
savaş şoku (battle shock) Savaş alanında dış kaynaklı stresin neden olduğu psikiyatrik
çöküntü. Savaş şoku, klinik açıdan belirtilerin ortaya çıkış hızına bağlı olarak akut
(çarpışma şoku) özelliğindedir. Tedrici olan ise çarpışma yorgunluğu olarak
adlandırılmaktadır.
savaş travması (shell shock) Savaş koşulları ve özellikle ağır bombardımanlar
sonucunda gelişen ruh ve sinir bozuklukları; savaş sarsıntısı, savaş örselemesi.
savaş yorgunluğu (operational combat fatigue) Savaşta geçirilen uzunca bir zaman
sonunda ortaya çıkan, yerinde duramama, uykusuzluk, karabasan görme, kolayca
sinirlenme, sindirim bozuklukları, ürkeklik ve genel olarak sinirlilik gibi belirtileri
olan ruhsal dengesizlik. Bkz. savaş şoku.
savsaklama sendromu (neglect syndrome) Beynin bir yanındaki zedelenmeden
kaynaklanan ve hastanın, vücudunun öbür yanında olup bitenlerden habersiz olduğu
nörolojk bir bozukluk. Kişinin bütün duyuları bundan etkilenebiliyor. Örneğin beyninin
sağ yanı zedelenen bir hasta, sol yanından gelen sesleri işitemiyor, görüntüleri
göremiyor.
savunma (defense) Kaygı, değer duygusunun yitirilmesi gibi hoş olmayan, yoğun bir acı
veren durumlara karşı kişinin benliğini kendiliğinden savunmasına yarayan ruhsal
işlev; müdafaa. Bkz. benliğin savunma mekanizmaları; yapısal kuram (Üstbenlik).
savunma mekanizmaları Bkz. benliğin savunma mekanizmaları.
savunulabilir alan (defensible space) Bireyin içinde yaşadığı, kişiselleştirdiği, kendini
güvende duyumsadığı sınırları belli bir alan; kurtarılmış bölge.
saygı (esteem, respec) Yaşama düzeni ya da felsefe, program, örgüt, kurum gibi
üstünlük, yaş, nitelik ve benzerleri bakımından başkalarına ya da başka nesnelere
duyulan sevgi ile çekinme karıoşımı bir bağlılık duygusu; hürmet.
saygınlık (prestige) Toplumsal konuma ya da statüye mal edilen ve o yeri işgal edenin
kişisel özelliklerinden bağımsız olan onur. Saygınlık, toplumsal bir konuma ya da
statüye toplumun genelince de dar bir çevrece de mal edilebiliyor. Saygın kişiler,
genellikle saygın oldukları alanlarda insanları etkileme gücüne sahiptirler. Bkz.
karizma; saygınlık telkini.
saygınlık gereksinimi Bkz. gereksinimler aşama sırası.
saygınlık telkini (prestige suggestion) 1. Belli bir konuda saygınlığı olan kişileri kendi
yanına çekerek başkalarını ikna etme; prestij telkini. 2. Terapistin hastanın
gözündeki saygınlığına dayanarak yaptığı destekleyici, yönlendirici, belirtilere dayalı
psikoterapi. Hastanın gözünde “her şeye gücü yeten” terapist, telkin yoluyla en azından
bir süreliğine hastalık belirtilerini ortadan kaldırabiliyor. Bkz. telkin.
sayılama ruhbilimi Bkz. istatistik psikolojisi.
sayıltı (assumption) Doğru olduğu varsayılan yargılar, ilkeler, genellemeler; Bilim
insanı, bu sayıtlılarla araştırmasına başlıyor. Sayıltılar doğru olabileceği gibi, yanlış
da olabiliyor. Araştırma sonucunda elde edilen bulgularla doğruluğu kanıtlanmayan
sayıltı, terk ediliyor. Sayıltılar kanıtlanabildiği gibi, hiçbir zaman kanıtlanamadığı da
oluyor. Bununla birlikte, şu ya da bu biçimde belirli sayıtlılara dayanılarak yola
çıkmanın kaçınılmaz olduğu bilinmelidir. Sayıltılar, gelişigüzel saptanmıyor. Daha
önce yapılan çeşitli araştırmalardan çıkarılan sonuçlar üzerine yapılandırılıyor. Her
araştırma başlangıcında sayıtlıların oluşturulması zorunludur. Örneğin, “Örneklemimiz
evreni temsil eder.” bir sayıltıdır. Bunun gibi, bilimin de sayıtlıları vardır: “Belirli
olaylar, belirli sonuçlar doğurur.”, “Doğayı bilmemiz mümkündür.” gibi. Bkz.
varsayım.
sayısal dereceleme ölçeği Bkz. dereceleme ölçeği.
sayısal yetenek (numerical ability) Matematiksel ilişkilerden yararlanma ve fen
bilimlerindeki temel kavram ve ilkelerle düşünme gücü. Bkz. yetenek testleri; zekâ
testi.
sayı sapıklığı (arithmomania) Nesneleri saymaya karşı hastalıklı bir tutku duyma ya da
gereği ve önemi yokken sayı bağlantılarıyla aşırı biçimde ilgilenme durumu. Bkz.
mani.
sayı yitimi (acalculia) Çok yalın sayısal işlemlerde bile başarısız olma durumu.
sayrılık sayrılığı Bkz. hastalık hastalığı.
sayrılık ürküsü Bk. hastalık korkusu.
sayrılık yılgısı Bkz. hastalık korkusu.
SD Bkz. standart sapma.
seans (seance) 1. Oturum, tedavi ya da başka bir iş, uğraç gibi belli bir amaçla her defa
bir arada harcanan süre. 2. Kişilerin özel olarak hazırlanmış ortamlarda; örneğin,
karanlık bir odada oturarak doğaüstü şeyler yapmaya ya da gözlemlemeye; örneğin,
ruhlarla konuşmaya çalışmaları biçimindeki parapsikoloji etkinliği. 3. Sinema,
tiyatro, müzik gibi sanat dallarında yapılan gösterimlerden her biri; gösterim.
seçenek (alternavite) Bir işin ya da sorunun iki ya da daha fazla yönünden her biri;
alternatif, almaş.
seçerek algılama Bkz. algısal seçicilik.
seçici algı Bkz. algısal seçicilik.
seçici anımsama (selective recall) Kişinin beklentileriyle, tutumlarıyla tutarlı olan
bilgilerin daha iyi anımsanması. Bkz. seçici saklama.
seçici dikkat (selective attention) Birden çok uyarıcının bulunduğu ortamlarda kişinin
dikkatini yalnızca önemli gördüğü uyarıcılar üzerinde toplama ve diğer uyarıcıları yok
sayma yetisi; seçici algı. Bkz. filtre kuramı; filtre paradoksu.
seçici dikkatsizlik (selective inattention) 1. H. S. Sullivan’a göre, kaygı verici ya da
korkutucu deneyimlerin göz ardı edildiği ya da unutulduğu bir tür algısal savunma.
seçici dilsizlik Bkz. dilsizlik.
seçici saklama (selective retention) Anımsama kapasitesinin, anımsanacak şeyin
canlılığı, doğruluğu, niteliği ve içeriği bağlamında kişiden kişiye ve söz konusu
kişinin ilgisine, yaşantısına, güdülenmesine ve duygusal etkenlere bağlı olarak
değişmesi. Bkz. seçici anımsama.
seçici serotonin geri alım engelleyicisi (serotonin-specific reuptake inhibitor (SSRI)
Üç halkalı, dört halkalı ilaçlarla ve MAOI’lerle birlikte bu ilaçlar, başlıca
antidepresan ilaçlar arasında sayılıyor. Ayrıca çift kutuplu I bozukluğu, dysthmic
disorder, yeme bozuklukları, panik bozukluğu, takınaklı-zorlanımlı belirtiler, sınır
kişilik bozukluğu da içinde olmak üzere başka birçok bozukluğun tedavisinde de
etkili oluyor. Genellikle öbür antidepresanlardan daha az olumsuz yan etkileri
bulunması nedeniyle daha yaygın olarak kullanılan bu ilaçların en ünlüsü fluoksetindir
(Prozac’tır). Histamin, asetilkolin ve norepinefrin alıcılarına çok daha az
bağlanmaları nedeniyle üç halkalı antidepresan ilaçlara göre çok daha az sedadif,
antikolinerjik ve kardiyovasküler etkileri vardır. Ayrıca monoamin oksidazı
engellemiyorlar; antikolinerjik etkileri de bulunmuyor.
seçici soyutlama Bkz. bilişsel şema.
seçici uyum (selective adaptation) Bir deneğin yeniden yeniden uyarılması durumunda
uyumun gerçekleşmesi ve deneğin o uyarıma duyarlığının azalması biçimindeki uyum.
Deneğin ancak benzer; ama ayırt edilebilecek düzeyde farklı uyarımlara normal bir
tepki vermesi durumunda seçici uyum sağlanmış oluyor.
seçilim Bkz. ayıklama.
seçimli dikkatsizlik (selective inattention) Renkli olarak yazılmış sayıları ya da
çizilmiş şekilleri kısa bir süre deneğe gösterip ardından deneği sorgulayınca, deneğin
sayı ya da biçimleri anımsamasına karşın renkler konusunda izlenimsiz kalması
durumu.
seçimli sessizlik (selective silence) Ruhsal tedavi ya da danışma sırasında, tedavi
edilenin açığa vurmak istemediği tepkilerini gizlemek için başvurduğu konuşmama
durumu.
seçimli yaşam alanı Bkz. temel yaşam alanı.
seçim yanlılığı (selection bias) Deney ya da araştırma için seçilen örneğin popülasyonu
temsil etmemesinden; yani araştırmaya katılanların özelliklerinin,
katılmayanlarınkinden sistematik olarak farklı olmasından kaynaklanan hataların
oluşturduğu yanlılık.
seçkin (elite) Bir toplumsa saygın ve etkin yerlerde ve görevlerde bulunan ve toplumun
eğitim, ekonomi, siyaset, askerlik, din, sanat ve benzeri alanlarında denetimi elinde
tutan azınlık. 2. Bir grubun içinde yönlendirici gücü elinde tutan ve kendilerinde üstün
özellikler bulunduğu düşünülen kişi ya da kişiler; elit.
seçkisiz hata Bkz. güvenirlik.
seçme tekniği (nominating technique) Her üyenin, en çok sevilen, en geçimsiz, en
uyumlu ve benzeri ölçütlere en iyi uyan kişiyi seçmesi yoluyla grubun yapısı
konusunda bilgi toplamaya yönelik bir sosyometrik teknik.
sedasyon (sedation) 1. Özellikle bir ilacın etkisiyle ruhsal heyecanın yatışması ya da
fizyolojik işlevlerin bastırılması, yavaşlaması. 2. Bu biçimde yaratılan durum. Bkz.
sedatifler.
sedatifler (sedatives) Kaygı, ağrı, uykusuzluk, gerilim belirtilerinin giderilmesinde
kullanılan sakinleştirici, rahatlatıcı bendoniazepinler ve benzeri ilaçlar. Diazepam,
klordiazepoksid, ailprazolam, klonazepam, temazepam, lorazepam, flurazepam,
oksazepam, klorazepat ve triozolom bunlardandır.
seğirme (fasciculation) Kasta görülebilecek küçük, yersel bir kasılma; tek bir hareket
sinir lifinin ateşlenmesi ile bir dizi kas lifinin kendiliğinden boşalması.
sekiz benlik gelişim dönemi Bkz. insanın sekiz çağı.
sekme (saccade) Gözün bir sabitlenme noktasından ötekine çok hızlı, sıçramalı
hareketi. İnsan gözü yalnızca çok küçük bir görsel açıya net olarak odaklanabildiği
için, gözün görsel dünyayı yorumlaması için birçok hareketi gerçekleştirmesi
gerekiyor. Bu sıçramalı hareketler sırasında yeni bilgilerin algılanması bastırılıyor;
bu da istikrarlı bir dünya algısını olanaklı kılıyor.
sekmeli hareket (saccadic movement) Hareketli nesneyi izlerken gözlemlenen yumuşak
izleme hareketlerinin tersine, gözün görsel bir alanı tararken; örneğin, okurken, bir
resme bakarken yaptığı birden bire, hızlı hareketler.
seks Bkz. cins; cinsellik.
seksoloji (sexology) Cinsel etkinliği ve üremeyi, anatomisi, fizyolojisi ve psikolojisi
ile inceleyen bilim dalı; cinselbilim.
seksüel mazohizm Bkz. cinsel özezerlik.
seksüel sadizm Bkz. cinsel elezerlik.
seksüel travma Bkz. cinsel travma.
sekülerizm (secularism) İnsanileşme. Dinsel olan ya da dinsellik atfedilen tüm değer ve
ilkeleri bireysel ve toplumsal yaşamın dışına çıkaran; yalnızca bu dünyayı yaşanabilir
kabul edip öte dünya ile ilişkisini koparan insan odaklı düşünme ve yaşama biçimi;
sekülerleşme, dünyasallaşma. Semavi dinlerle bağların koparılması ideolojisi;
insanın kendikendine yeteceğini kabul eden felsefe. Birbirinin yerine de kullanılan
sekülerizm ve laiklikten birincisi belli bir yaşam biçimini; ikincisi ise o yaşam
biçiminin siyasal örgütlenme biçimini dile getiriyor. Bkz. aydınlanma; laiklik.
semantik açıklama Bkz. açıklama.
sembiyotik evlilik symbiotic relatedness) Nevrotik gereksinimlerini doyurmak için
birbirine bağımlı iki bireyin evliliği. Bu eşlerden ikisinin de nevrotik ya da evlilik
dışında kolaylıkla doyuramayacakları normal dışı gereksinimleri olabiliyor. Bkz.
sembiyotik ilişki.
sembiyotik evre Bkz. ayrılma-bireyleşme.
sembiyotik ilişki (symbiotic relatedness) Bir bireyin, nevrotik gereksinimlerini
doyurmak için bir bireyin ötekine asalakça bağlanması. Erich Fromm’a göre, bu
ilişkide kişi, ruhsal özerklik kazanamıyor ve anormal bağımlılıkla karşısındakiyle
kaynaşmaya dayanan bir ilişki biçimi geliştiriyor. Bkz. sembiyotik evlilik; sembiyoz.
sembiyotik psikoz. Bkz. yaygın gelişim bozukluğu
sembiyoz (symbiosis) 1. Genel ve özgün anlamıyla birlikte yaşama. Biyolojide iki canlı
türünün, bağımlı bir ilişki içinde yaşaması. Bu yaşam biçiminin her zaman her ikisi
için de yararlı olması gerekmiyor. Bkz. sembiyotik ilişki. 2. Psikiyatride Fromm’a
göre, iki insan arasında aşırı bağımlılıkla ve karşılıklı birbirini kullanmayla ya da
taraflardan birinin yaşamak için asalakça ötekine tutunmasıyla ortaya çıkan hastalıklı
ilişki. Elezer-özezer kişilik, bunu örneklendiriyor. Fromm’ın verdiği ikinci bir örnek
de yakın akraba ile sevişmedir (ensest ilişkidir). 3. Bebeğin gelişiminde, annesine
tam bağımlı olduğu ve bu nedenle ne bedensel ne de ruhsal anlamda kendini
annesinden ayrı görmediği evre. Normal görülen bu evrenin aşılamaması, ağır
bozukluklara yol açıyor. Bkz. ayrılma-bireyleşme.
sembol Bkz. simge.
sembolik proses Bkz. simgesel süreç.
sembolizasyon Bkz. simgeleştirme.
sembolleştirme Bkz. simgeleştirme.
seminer (seminar) 1. Bir uzman, öğretmen ya da gözetmen yönetiminde yapılan, belli
bir konunun kapsamlı biçimde irdelenmesine yönelik özel mesleksel çalışma; bu tür
çalışmaların sunulduğu toplantı. 2. Üniversitelerde bir öğretim elemanının
denetiminde öğrencilerin yürüttüğü inceleme- araştırma çalışmaları.
semiyoloji Bkz. göstergebilim.
sempati Bkz. duygudaşlık; duygu yakınlığı.
sempatik işlevler Bkz. merkez sinir sistemi.
sempatik sinir sistemi Bkz. özerk sinir sistemi.
sempozyum (symposium) Belli bir konuyla ilgili olarak birçok konuşmacı ya da
uzmanın hazırlamış olduğu bildirileri, bir dinleyici topluluğu önünde sundukları,
çeşitli yönleriyle ele alıp tartıştıkları, herkese açık bilimsel toplantı.
semptom Bkz. belirti.
semptomatik fiil Bkz. belirtisel eylem.
semptomatik tedavi (symptomatic treatment) Nedenleri, koşulları ortadan kaldışmaya,
hastanın kişiliğini yeniden oluşturmaya çalışmaktan çok, sıkıntıya yol açan belirtilerin
hafifletilmesini hedefleyen davranış tedavisi, hipnoterapi, telkin tedavisi gibi
tedavilerin ortak adı; belirtisel tedavi.
semptomatik terapi Bkz. semptomatik tedavi.
semptom grubu Bkz. belirti grubu.
semptom lokalizasyonu Bkz. belirti lokalizasyonu.
semptom teşekkülü Bkz. belirti oluşumu.
senaryo çözümlemesi (script analysis) Etkileşimsel çözümlemede, hastanın bilinçsiz
yaşam planını (yaşam senaryosunu) bütün olarak çözümleme.
sendrom (syndrome) Birlikte ortaya çıkan ve ayırt edilebilir bedensel ya da ruhsal bir
bozukluğu oluşturan bir belirtiler kümesi; hastalık tablosu. Sıklıkla “hastalık”
terimiyle eşanlamlı kullanılsa da “hastalık” daha özel bir durumdur. Gerçekte
hastalıkların birçoğu birer sendromdur.
sentaksi (syntaxis) H. S. Sullivan’a göre, nesnel, başkalarının gözlemine ve
doğrulamasına açık bir düşünme ve iletişim modu. Bkz. parataksik çarpıtma;
sentaksik düşünce; sentaksik mod.
sentaksik düşünce (syntaxic thought) H. S. Sullivan’a göre, mantıklı, hedefe yönelik,
gerçek yönelimli bir düşünme biçimi; en yüksek biliş düzeyi. Bkz. sentaksi; sentaksik
mod.
sentaksik tepe değer (syntaxic mode) H. S. Sullivan’a göre, dünyayı algılamadaki en
yüksek evre; sentaksik mod. Ona göre bu algı modunda kişi, gerçeklik konusunda
başkalarınca doğrulanan bütünsel, mantıklı, tutarlı bir tablo oluşturuyor. Bkz.
sentaksik düşünce.
sentez (synthesis) 1. Parçaları, ayrı öğeleri bir bütün oluşturacak biçimde birleştirme
ya da bu biçimde birleştirilmiş şey. 2. Psikiyatri ve psikolojide tutumlar, inançlar,
davranışlar, kişilik özellikleri gibi öğelerin bütünleştirilmesi; bireşim. Bkz. analiz.
serbest anımsama (free recall) Bkz. özgür anımsama.
serbset bırakma teorisi Bkz. özgür bırakma kuramı.
serbest bırakma terapisi Bkz. özgür bırakma tedavisi.
serbest çağrışım Bkz. özgür çağrışım.
serbest hatırlama Bkz. özgür anımsama.
serbestlik derecesi Bkz. t dağılımı.
serbest sinir ucu (free nerve ending) Deride bulunan ve basınç, sıcaklık ve acı
uyarılarını algılayan duyu alıcı hücreler.
serbest tedai Bkz. özgür çağrışım.
serbest yaratıcı çalışma Bkz. özgür yaratıcı çalışma.
serebral (cerebral) Serebrum (beyin) ile ilgili. Bkz. serebral korteks.
serebral korteks Bkz. beyin kabuğu.
serebrum (cerebrum) Beyinciğin ön, üst bölümünde bulunan ve iki yarımküreden oluşan
en büyük, en önemli bölümü; beyin. En son evrimleşen ve insanda 15 milyardan fazla
sinir hücresi içeren beynin kabuğu zekâ, düşünme, bellek, bilinçli hareket denetimi,
algı gibi yüksek bilişsel süreçlerden sorumludur. Bkz. beyin.
sergileme kuralları (display rules) Kişinin hangi ortamlarda ne tür duygular
sergileyebileceğini ya da hangi duyguları sergilemekten kaçınması gerektiğini belirten
öğrenilmiş kurallar.
seri (serial) Çabuk, hızlı. Bkz. seri anımsama; seri davranış; seri ilişkilendirme; seri
konum eğrisi; seri konum etkisi; seri öğrenme; seri pekiştirme; seri yorum.
seri anımsama (serial recall) Değişmeyen bir sıralamaya göre öğrenilen bilgilerin, yine
aynı sıraya göre anımsanmasının beklendiği bir bellek araştırma yöntemi; seri
hatırlama. Bkz. özgür anımsama; seri öğrenme.
seri davranış (serial behavior) Piyano çalmada olduğu gibi, biri öbürünü uyaran ve
bütünleşmiş değişmez sıralamaya sahip olan davranış dizisi.
seri hatırlama Bkz. seri anımsama.
seri ilişkilendirme (serial association) Dizelgedeki bir maddenin, bir sonraki maddeyle
ilişkilendiği bir tür öğrenme tekniği. Bkz. seri öğrenme.
seri konum eğrisi (serial position curve) Bir özgür anımsama deneyinin sonuçlarını
grafik halinde gösteren eğri. Bu grafiğin X ekseni, anımsanacak maddelerin sırasını; Y
ekseni ise deneklerin genel ortalamasıyla elde edilen ve söz konusu madde için
belirlenen anımsanma olasılığını gösteriyor. Bu eğri U biçimindedir. Bunun nedenleri
ve yorumu için Bkz. öncelik etkisi; seri konum etkisi; sonralık etkisi;.
seri konum etkisi (serial position effect) Özgür anımsama deneylerinde dizelgenin
başında ve sonundaki bilgilerin ortadakilere göre daha kolay anımsanması. Bkz.
öncelik etkisi; seri konum eğrisi; sonralık etkisi.
seri öğrenme (serial learning) Bilgilerin verilen sıraya göre öğrenilmesi ve
anımsanması. Bu öğrenme biçiminde her bir tepki (yanıt), dizideki bir sonraki tepkiyi
tetikliyor (o tepki için bir uyarıcı oluyor). Bir şiirin ezbere okunması, bunun yalın bir
örneğidir. Bkz. seri anımsama; seri pekiştirme.
seri pekiştirme (serial reinforcement) Her doğru tepkinin (yanıtın), doğru tepkinin
yinelenme olasılığını artırdığı bir seri öğrenme tekniği.
seri yorum (serial interpretation) Psikanalize göre, birbirini izleyen bir dizi rüyayı
birlikte yorumlama. Bu tür rüyalar tek tek ele alındığında pek bir anlam taşımıyor;
ancak, birlikte değerlendirildiğinde önemli ipuçları veriyorlar.
serotonin (serotonin) Temel aminoasitlerden biri olan triptofandandan türetilen;
kanda, sinir hücrelerinde, kimi dokularda bulunan ve sinir hücreleri arasındaki sinyal
alışverişini düzenleyen monoamin bir sinir iletici; mutluluk hormonu. Serotonin,
kanın pıhtılaşmasından düzenli kalp atışlarına, vücut ısısının düzenlenmesine, bellek
işlevlerine , uykuya geçişe , yeme bozukluklarına dek birçok bedensel, duygusal-
davranışsal süreçte etkili oluyor. Ayrıca kaygı bozuklukları, depresyon, şiddete
yönelik davranışlar, obsesif kompulsif bozukluk, şizofreni, oburluk, şişmanlık,
mevsime bağlı duygusal bozukluk, migren, alkol bağımlılığı gibi birçok bozuklukta
da etkendir. Serotonin, vücudun biyolojik saatini düzenleyen melatoninin de
öncülüdür. Bkz. serotonin geri alım engelleyicisi; sinir ileticileri.
serotonin gerialım engelleyici (Serotonin Reuptake İnhibitor: (SRI)) Beyin sinir
hücrelerinin serotonini geri almasını yavaşlatan ve depresyon tedavisinde kullanılan
ilaçların ortak adı. Bu ilaçlar en iyi sonucu, artırımlı doz ile veriyor. Bunlar
monomin oksidaz engelleyici ilaçlarla birlikte alındığında, kas ve sinir bozuklukları,
nöbetler, hatta koma ve ölüm gibi tehlikelere yol açabiliyor.
sert akıllı (tough-minded) William James’e göre, maddeci, kuşkucu, yazgıcı ve görgül
olarak tanımladığı bir kişilik türü. Bkz. yumuşak akıllı.
sert zar (dura mater) Beyni ve omuriliği koruyan en dıştaki kalın, sert zarlardan oluşan
üçlü tabaka.
sert zar altı kanaması (subdural hemorrhage) Kafa travması, ur, inme ve benzeri
nedenlerle sert zar ile beyin arasında kanamanın olması. Kanamanın yol açtığı
nörolojik belirtiler, beynin kanamadan etkilenen bölümüne bağlı olarak değişiyor.
sesbilim (phonology) Dilleri, ses özellikleri ve değişimleri bakımından inceleyen ve bu
alanda kuramlar geliştiren bilim dalı. Bkz. dil psikolojisi.
ses kısıklığı (ophonia) Ruhsal kökenli olduğunda bir histerik dönüşüm belirtisi. Nedeni
organik olan ses kısıklığı, gırtlaktan ya da bunun sinir bağlantılarındaki bir hastalıktan
kaynaklanıyor. Bkz. alali.
ses-simge ilişkisi (sound-symbol association) Seslerle bunlara karşılık gelen harfler ya
da işaretler arasında ilişki kurma yetisi. Okuma için bu bir önkoşuldur.
sessiz alanlar (silent areas) Beyin kabuğunda ön, art kafa ve şakak loplarının elektrikle
uyarılması durumunda hiçbir duygusal ya da devimsel tepki yaratmayan bölümleri.
sessiz konuşma (internal speech) İçten, sessiz olarak kendi kendine yapılan konuşma.
ses yitimi (aphonia) Normal konuşma sesini, beyin özürleri dışındaki organik ya da
ruhsal nedenlerle yitirme.
set Bkz. uysal tepki seti.
s etkeni (s factor) Spearman’a göre, belli bir işe özgü bir zekâ etkeni; s faktörü. Belli
bir testteki s etkeni, testle ilgili alandaki özel yeteneği temsil ediyor.
sevecenlik (tenderness) Acıma, kollama, koruma duygusuyla sevme; şefkat. Bkz.
sevecenlik bağları; sevecenlik davranışları; sevecenlik itkisi; sevecenlik
gereksinimi; sevecenlik içerikli sevgi; sevecenlik yönelimi.
sevecenlik bağları (affectional attchments) Çoğu kez anne olmak üzere temel bir sevgi
nesnesine olduğu kadar, evcil hayvanlar da içinde olmak üzere ailenin öbür üyelerine
karşı da duyulan sevecenlik. Yaşamın ilk yılının sonlarında başlayan öpme, okşama,
sevgi sözcükleri gibi sevecenlik dışavurumları ortaya çıkıyor. Bu bağlar, tutunma,
sarılma, okşama gibi davranışlarla sürüyor. Çocukların ayrılık durumunda yaşadıkları
yitirme duygusu, üzüntü ve kaygı, sevecenlik bağlarının varlığına kanıt oluşturuyor.
sevecenlik davranışları (affectional behaviors) İki insan; örneğin karı koca, iki dost
arasındaki ilişkinin sevecenlikle benimsenip onaylanarak sürmesini sağlayan
davranışlar.
sevecenlik dürtüsü Bkz. sevecenlik itkisi.
sevecenlik itkisi (affectional drive) Bebeklerin doğdukları andan başlayarak kucağa
alınmaya tepki göstermeleri nedeniyle birçok psikologun doğuştan geldiğini kabul
ettiği sevecenlik gösterme ve sevecenlik duygusunu alma itkisi; şefkat dürtüsü,
sevecenlik dürtüsü. Soğuk ve mekanik davranışla karşılaşan çocuklar, genellikle
mutsuzluk; dahası acı çekme belirtileri gösteriyorlar. Freud ise çocuğun annesine ya
da onun yerini alan kişiye bağlanmasının nedenini, bu kişilerin, onun temel
gereksinimlerini karşılamaları ile açıklamıştır. Son zamanlarda yapılan araştırmalarda
da örneğin, sarılacak bir annesi ya da anneye benzer yumuşak bir yapay anne
bulamayan maymun yavrularında ağır depresyon belirtilerinin ortaya çıktığı
görülmüştür. Bkz. anne yoksunluğu; duygusal yoksunluk.
sevecenlik gereksinimi Bkz. gereksinimler aşama sırası; ilk depresyon.
sevecenlik içerikli sevgi (affectionate love) Kişinin karşısındakine yakın olmak
istemesi ve ona karşı derin bir sevecenlik ve sevgi duyması.
sevecenlik yönelimi (affectional orientation) Kendimizi yanında rahat, dingin
duyumsadığımız; cinsellik içermeyen bir duyguyla kendimize yakın bulduğumuz
kişilere yönelme; şefkat meyli. Bu yöneliş, iki cinse de olabilir.
sevgeç Bkz. libido.
sevgeç değişimleri Bkz. libido değişimleri.
sevgeç esnekliği Bkz. libido esnekliği.
sevgi (love) İnsanı bir kişiye ya da şeye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten
içsel duygular bütünü, sevme duygusu. Fromm’a göre sevgi, güvenliğin özünü
oluşturan içtenliğin başta gelen öğesi, besin kaynağı; iki ayrı varlık olarak kalanların
bir olması olgusunun hazırlayıcısı ve sürdürücüsüdür. Var olmanın çözüm yolu
sevgiden geçiyor. Sevgi olgusu, yalnızca özgürlük içinde gerçekleşebiliyor. Sevgi,
başlı başına bir sevinç olan verme işidir. Kişi, sevme ile içinde yaşayan sevinçlerden,
anlayıştan, ilgilerden bir şeyler veriyor ve bunlarla karşıdakini de zenginleştiriyor.
Verme, karşıdakini de verici kılıyor Bu karşılıklı vermelerle ortaklaşa bir şeyler
yaratmanın sevinci paylaşılmış oluyor. Sevgi; kardeş sevgisi, anne baba sevgisi,
çocuk sevgisi, arkadaş sevgisi, cinsel sevgi gibi ayrı nitelikleriyle yaşanıyor.
Başkalarını seven insanın, kendini de sevmesi doğaldır. Ancak, bunu bencil kişilerin
sevgisiyle karıştırmamalıdır. Benciller, elde edemedikleri mutlulukları yaşamdan
koparıp almaya çalışan; başkaları gibi kendilerini de sevmeyen kimselerdir. Bkz. aşk;
dostluk; duyuşsal öğrenme; evlilik (Sağlıklı Bir Eş Olma ve Eş Seçmenin
Koşulları: Tanımak, Sevmek, Paylaşmak); özgürlükten kaçış yaklaşımı (Benliğin
Etkinlik Gereksinimi, Güvenlik ve Sevgi); sevgi gereksinimi; sevgi yetersizliği;
varoluşçu psikoloji.
sevgi gereksinimi Bkz. gereksinimler aşama sırası; ilk depresyon; MASLOW,
Abraham.
sevgi güdüsü Bkz. sevgi; sevgi gereksinimi.
sevgi yetersizliği (affective deprivation) Duygusal güvenlik, insan ilişkileri, onaylanma
gibi temel birtakım ruhsal doyumlardan yoksun kalma ya da bunların eksikliği. Sevgi
yetersizliği, önce şaşkınlık, saldırganlık ve kaygı davranışı gibi belirtilerle ortaya
çıkıyor. Uzun sürdüğünde, içe kapanma gibi cesaretsizliklere yol açıyor. Bu
yoksunluk, küçük yaşlarda daha önem taşıyor. Suça yönelenler arasında anne
sevgisinden yoksun kalan çocukların oranı yüksektir.
sevi Bkz. aşk.
sevicilik (lesbianism) Kadınlarda cinsel ilginin birbirine yönelmesi durumu;
lezbiyenlik.
sevilme Bkz. güvenli bağlanma.
sevinç (joy) Çok istenen ya da hoşa giden bir şeyin gerçekleşmesiyle duyumsanan
coşku.
sevişme (caressing each other) 1. Birbirini sevme. 2. Birbirini kucaklayarak öpme,
okşama. 3. Cinsel ilişkide bulunma.
sevme ( love; like) 1. Birine ya da bir şeye sevgi ve bağlılık duyumsamak. 2. Birine
gönül vermek, âşık olmak. 3. Çok hoşuna gitmek, yapmaktan zevk almak. Bkz. sevgi.
seyirci etkisi (bystander effect) Başkalarının varlığının, kişinin yardım etme davranışını
engellemesi. Acil bir durumda, olaya tanıklık edenlerin sayısı ne kadar fazlaysa, acil
gereksinimi olan kişilere yardım etme olasılığı o kadar düşük oluyor. Başka deyişle,
olay yerinde yalnız olan, büyük olasılıkla yardıma koşuyor. Bunun, kent yaşamının yol
açtığı genel duyarsızlaşmadan kaynaklandığını düşünenler olduğu gibi basit bir
varsayım eğilimine dayandığını ileri sürenler de var. Olay yerinde çok sayıda
izleyicinin bulunması, her izleyicinin, oradakilerden birinin yardım edeceğini
düşünmesine yol açıyor. Bu da hiç kimsenin yardım etmemesi gibi bir sonucu
doğurabiliyor. Bkz. özgecilik; yardım davranışı.; sorumluluğun dağılması.
seyirci sağaltımı Bkz. seyirci tedavisi.
seyirci tedavisi (spectator therapy) Grup tedavisine katılanların, benzer sorunlara sahip
olan başka hastaların tedavilerini gözlemleme yoluyla tedaviden yararlanma eğilimi;
seyici terapisi, izleyici sağaltımı. Bu, yeni davranış biçimlerinin denenerek
öğrenilmesinde yararlı oluyor.
seyirci terapisi Bkz. seyirci tedavisi.
sezgi (intuition) 1. Yargılama ya da düzenli bir düşünce söz konusu olmadan kişinin
edindiği düşünce ya da yargı; içgüdüsel bilgi. Sezgiler, bilinçli, yönlendirilmiş
düşünsel süreçlerin değil, duyguların, duyu izlenimlerinin ya da bilinçdışı güçlerin bir
ürünü gibi görülüyor. 2. Jung’a göre, kişiliğin dört temel ruhsal işlevinden biri olan
ve insanın duygu ve düşüncelerinin ötesine geçerek gerçeğin özüne ulaşabilmesini
sağlayan bilinçdışı süreçler aracılığı ile gerçekleştirdiği algılama. Jung ve
yandaşlarına göre, bu tür bir farkında olma, insanlığın ortak bilinçdışında saklı olan
birikmiş bilgelikten kaynaklanıyor. Sezgiler, sıklıkla mistik ya da normalüstü bir
izlenim bırakıyor. Öbür üç ruhsal işlev için bkz. analitik psikoloji (Kişiliğin Dört
İşlevi); kavram; sezgisel düşünme basamağı; sezgisel öğrenme; sezgisel tip.
sezgisel düşünme basamağı Bkz. bilişsel gelişim kuramı.
sezgisel öğrenme (insightful learning) 1. Hayvanın, amaca ulaşmayı kolaylaştıran
ipuçları ya da sorun oluşturan durumlarda ilişkileri kavradığı bir öğrenme. 2. İlişkileri
kavramanın yol açtığı bir öğrenme.
sezgisel tip (intuitive type) C. G. Jung’un dört temel işlevsel tipinden, dış gerçekliğe,
bilinçsiz algılara, belli belirsiz uyarıcıları algılama ve yorumlama yeteneğine
dayanarak uyum sağlayan; akıl yürütmeden, yargılamadan çok, algıları öne çıkaran us
dışı kişilik tipi. Bkz. işlevler; işlevsel tipler.
s faktörü Bkz. s etkeni.
Sheldon’un bedensel yapı sınıflaması (Sheldon’s classification of somatic structure)
Sheldon’un, beden yapısını temel alarak ortaya koyduğu ve atletik beden; dal beden;
kütüksü beden; orta beden diye adlandırdığı üçü özgün; biri de karışık olan tipler. 1.
Atletik beden (mesomorphy); mezomorfi. Bu tip, mezoderm dokusunun baskınlığı
sonucu, gelişkin bir iskelet ve kas sistemine sahip bulunan geniş omuzlu, ince belli,
güçlü pazulu, kasları gelişkin tiptir. Spordan, sürprizlerden hoşlanan, önder olma
eğilimli, hareketli olan bu tipte bedencil kişilik egemendir. 2. Dal beden
(ectomorphy); ektomorfi. Bu tip, dölütün dış dokusuna bağlı olarak, dar omuzlu, basık
göğüslü, ince ve uzun kemikli, uzun boylu; aşırı duygulu, yalnızlıktan hoşlanan, içe
dönük, zihinsel etkinliklere öncelik veren, soyut kavramlara eğilimli, uyanık ve
hoşgörüsüz olarak nitelenen beyinsel kişilikli beden tipidir (serebrotonik). 3.
Kütüksü beden (endomorphy); endomorfi. Bu tipte endoderm dokusu baskınlığı söz
konusu olduğu için bunun iç organları iyi gelişmiştir; kare biçimine yakın, şişmanca ve
kısa boylu bir beden yapısı vardır. Bu tip, rahatı seven, insancıl, hoşgörülü, iyi huylu,
canlı, yemeğe düşkün, toplumsal zekâsı güçlü, geleneklere uyumlu sindirimcil
kişiliklidir. 4. Orta beden (middle body) ise Sheldon’un kütüksü, atletik ve dal beden
özelliklerini taşımayıp bu üç tipin özelliklerini de gösteren ve sayıları öteki tiplerden
daha çok olan tiplere verdiği addır. Bkz. Kretschmer’in bedensel yapı sınıflaması;
SHELDON, William Herbart.
SHELDON, William Herbert (1898-1977) ABD’li psikolog. Warwick, Rhode
İsland’da doğdu. Çalışmaları arasında özellikle ortaya koyduğu tipoloji dikkati çekti.
Tipolojisinde beden yapısını üç kurucu etkene temellendirdi ve üç de ruhsal kurucu
öğenin bulunduğüunu ileri sürdü. Bunların yanı sıra istatistik yöntemle ruhsal ve
bedensel türden ve iki kurucu öğeden oluşan üç grup arasında öbür olası
korelasyonlara oranla daha yüksek korelasyon olduğunu belirledi. Bkz. Sheldon’un
bedensel yapı sınıflaması; tipoloji.
sinir ileticileri (neurotransmitter) Sinirsel uyarımın bir sinir hücresinden öteki sinir
hücresine iletilmesini sağlayan kimyasal maddelerin ortak adı; nörotransmiterler.
Bir sinirsel uyaranın, sinir hücresinin akson düğümüne ulaştığında presinaptik zardan
salgılanan bu maddeler, sinaps yarığından geçerek öteki sinir hücresinin dentrit
tomurcuklarını (postsinaptik zarını) eksitasyon ya da ketlenme için etkinliğe
geçiriyorlar. Sinaptik, görevi bittiğinde parçalanıyor. Hücre, nörotransmiter
maddeleri kan dolaşımında gerekli bileşenleri alarak bireştirdiği gibi, bu parçalanan
nörotransmiterler de yeniden kullanılıyor. İşleyiş, şöyle gerçekleşiyor: Sinir hücresi
uyarılınca Na+ içeri giriyor ve golgi cisimciklerinde paketlenmiş olan transmitterlerin
iletilmesini sağlıyor. Sivri gizilgüç aşağı indikçe bu paketçikler de iniyor. Bu
sinaptrik kesecikler, sinir akımının etkisiyle düğümün en ucundaki zarda kaynaşıyor ve
çatlayarak içlerindeki nörotransmitter maddeyi boşluğa akıtıyorlar. Postsinaptik zarda
bulunan ribozomlardaki proteinler, belli nörotransmitterlere karşı duyarlı oldukları
için bir gizilgüç oluşuyor ve bu güç de aksona iletiliyor. Nörotransmiterler genellikle
klasik, aminoasit, peptit nörotransmiterler ve nöroregülatörler olarak dörde ayrılıyor.
Gerçek Nörotransmiter Maddelerin Yerine Getirdiği Dört Görev: Bu görevler
şöyle sıralanıyor: (1) Maddenin hücre içinde sentezlenmesini ve yerine iletilmesini
gerçekleştiriyor. (2) Sinir akımının etkisinde vezikülün içinde eçebilmesini sağlıyor.
(3) Post sinaptik zarda bu maddeyi tanıyan alıcıları oluşturuyor. (4) Görevi
tamamladıktan sonra sinaptik bölgede parçalanıp geri alınması görevini yapıyor. Bu
konuda en önemli dört nörtotransmiter madde şunlardır: (1) Asetilkolin: Bu madde,
beyinde, özerk sinir sistemi gangliyonlarındabulunmasını, akson zarıyla kaynaşmasını
ve içindekilerin sinaptik boşluğa g, parasempatik sinir sisteminin hedef organlarında
ve sinirle kas kavşağında bulunuyor. Beyinde yalnızca uyarıcı; ötekilerde ise hem
uyarıcı hem de ketleyici etki yapıyor. Kan dolaşımı sırasında sinir hücresince alınan
kolin ve asetil koenzim A’nın senteziyle oluşuyor. Etkinliğini, kolinesteraz emzimi
sona erdiriyor. Asetilkolinin postsinaptik zardaki alıcıları sinirle çizgili kas
kavşağında nikotinik; beyinde muscarinic’tir. (2) Nöroepinefrin: Beyinde, kan
damarlarında, glia hücrelerinde ve öteki organlarda bulunuyor. Beyinde ketleyici;
hedef organlarda ise uyarıcı işlev görüyor. Trosinden önce dopa; daha sonra
nöroepinefrin sentezleniyor. Nöroepinefrini de monoamino eksidaz emzimi yıkıyor.
Barbituratlar ise etkilerini nöroepinefrin etkinliğini ketleyerek gösteriyor.
Nöroepinefrin, insanın heyecan durumuyla ilgilidir. (3) Dopamin: Beyinde bulunan
bu madde, ketleyicidir. Aminoasit’in (trosin’in) sinir hücresinde sentezlenmesiyle
oluşuyor. Yıkımı, monoaminoeksidaz emzimince gerçekleştiriliyor. Dopamin, insanın
duygusal durumlarında ve amaçlı hareketlerinde rol oynuyor. Dopamin eksikliği,
Parkinson hastalığında da etkili oluyor. (4) Serotonin:Aminoasitten (triptofan’dan)
sentezlenmekte olan bu madde, beyinde ve omurilikte bulunuyor ve ketleyici bir etki
yapıyor. Seretoninin insanda uyku gibi durumlarda etkin bir rol oynadığı biliniyor.
Aminoasit nörotransmitterlerden Glumatik asit, beyinde uyarıcı; GABA, beyinde
ketleyici; Glisin, arka beyinde ve omurilikte ketleyici etkide bulunuyor. Peptid
transmitterler ise bir ya da birkaç aminoasitten, genetik şifreye uygun olarak
ribozomlarda sentezleniyor; akson boyunca iletiliyor ve veziküllerde depolanıyor.
Sinaptik boşlukta yıkımı yapıldıktan sonra geri alınmıyor. Transmitter maddeler,
klasik nörotransmitterlerin duyarlık düzenleyiciliğini yapıyor; yeme davranışında,
türe özgü davranışta, su içmede, acıya, ağrıya duyarlıkta etkili oluyor. Beyinde
bulunan, sinapsa özgü olmayan nöroregülatörler, sentezlendikleri yerden çok uzaktaki
yerlerde etken olabiliyor. Postsinaptik zarı uyarabiliyor, nörotransmiter maddelerin
sentezlenmesini ve salınmasını etkiliyor. Psikoaktif ilaçlar, nörotransmiter maddelerin
sinirsel iletimdeki etkin rolleri nedeniyle nörotrasnsmitterleri etkilemek için
hazırlanıyor. Bkz. sinir hücresi.
sinir koruyucu (neuroprotective) Sinir hücresi ölümünü ve yaralanmasını engelleme
gücü olan ilaçlar. Bu terim genel olarak glutamat ile aşırı tetiklenme sonucu oluşan
sinir hücresi ölümlerini engelleyen ajanlar için kullanılıyor.
sinir lifleri (nevre fibers) Bir sinir hücresinin gövdesinden dışa doğru uzanan ve sinir
sinyalleri taşıyan lifler. Bkz. sinir hücresi.
sinirli çocuk (nervous child) Bedensel ya da zihinsel bir nedenle çok sinirlenen ve
kolayca öfkelenen çocuk; asabi çocuk. Bkz ruh durumu.
sinirlilik (nervousness) 1. Birden bire beliren amaçsız ya da içtepisel tepki. 2. Duygusal
uyarımlara karşı birdenbire, aşırı ve uyum sağlamayan türden tepki yapma durumu. 3.
Halk dilinde, sinirsel bir sağlık bozukluğu. Bkz. öfke.
sinir merkezi (nevre center) 1. Sinir sisteminde, çevreden gelen sinir akımını çevreye
giden sinir akımına çaviren bir parça. Sinir merkezi, tek sinir hücresi de karmaşık bir
grup sinir hücresi de olabiliyor. Adı ile belirtildiğinde, omurilikteki merkezleri de
içeriyor. 2. Sinir sisteminde, çoğu kez beyin ve omurilikte yer alıp, uyarıldıklarında
belirli tepkileri olan; yok edildiklerinde de belli işlevlerde büyük aksaklıklara yol
açan yerler. Bu merkezler, yerlerine göre; beyin, beyin kabuğu, omurilik, beyincik,
otomatik merkezler gibi sınıflandırılıp adlandırılıyor. 3. Beyinde özel görevleri
olan ve bağımsız çalıştıkları varsayılan bir grup sinir hücresi. “Sinir” terimi çoğu kez
“çevresel sinirler” anlamını dile getirdiği için “sinir merkezi” yerine “sinirsel
merkez” demek, daha açıklayıcı oluyor. 1. ve 2. tanımlar sinirsel merkezi; 3. tanım da
beyin merkezini belirliyor.
sinir ruhbilimi Bkz. nöropsikoloji.
sinirsel alışkanlık (nervous habit) Kişinin gerginlik, çatışma ve sinirlilik belirtisi
olarak amaçsız; ama düzenli birtakım hareketler yapması.
sinirsel bellek yitimi (neurologycal amnesia) Sinir sistemini etkileyen hastalıktan ya da
örselenmeden kaynaklanan bellek yitimi ya da bellek kötüleşmesi. İşitsel bellek yitimi,
sözel bellek yitimi, görsel bellek yitimi, Wernicke bellek yitimi, bunlar arasında yer
alıyor.
sinirsel biliş (neurocognition) Biliş psikolojisinde, beynin belli bölgelerinin, bilişsel
işleyişin kimi yanlarında ağırlıklı rol oynadığı varsayımından yola çıkarak bilişsel
işlevlerle kimi özel nöroanatomik yapılar arasındaki ilişkileri inceleyen bir dal. Bkz.
nöroloji.
sinirsel iletim (neural conduction) Uyaran ve tepilerin sinir sistemi boyunca ya da sinir
hücreleri arasındaki iletimi.
sinirsel tepi (neural impulse) Bir sinir hücresi boyunca geçen akım parçası.
sinirsel tümevarım (neural induction) Belirli bir etkinlik sistemi içindeki bir ketlenme
süresinin, ilintili olduğu başka bir sistemdeki tepkiyi güçlendirdiği (olumlu iletim
sağladığı) ya da belirli bir etkinlik sistemindeki uyarılmanın ilişkili bulunduğu başka
bir sistemdeki ketlenmeye yol açtığı (iletimi olumsuzlaştırdığı) görüşü.
sinirsel uyarım (neural exitation) Herhangi bir uyaranla sinir sisteminden bir kesimin
ve ona bağlı olan kasların etkin bir duruma geçmesi.
sinirsel yansıma (neural reverberation) Hebb’e göre, uyaranın bilinmesinden sonra
beynin kısa bir süre daha eylemini sürdürmesi.
sinir sinyali (nevre impulse) Bir sinir hücresinden ya da ağından geçen ve alıcılardan
gelen duyu bilgileri ile etkileyicilere giden hareket bilgilerini taşıyan elektro-
kimyasal bir sinyal. Bkz. eylem gizilgücü.
sinir sistemi (nervous system) Vücudun iç ve dış uyarıcılara yönelik tepkilerini
denetleyen ve düzenleyen sinir hücrelerinden, dokularından ve organlarından oluşan
sistem; sinir dizgesi. Omurgalılarda bu sistem beyin, omurilik, sinirler, gangliya ile
alıcı ve etkileyici organlardaki sinir merkezlerinden oluşuyor. Aşağıdaki çizemde
sinir sisteminin ana bölümleri ve birbirleriyle ilişkileri gösterilmiştir. Her bölüm,
alfabetik sıralamadaki yerinde açıklanmıştır.
Sinir Sistemi
sinir teli (nevre fiber) 1. Sinir gövdesinden çıkan uzun kılcal uzantılar akson ve
dallantılar; sinir iplikçiği. 2. Ak bir zarla kaplı ipliksi sinir hücreleri demeti.
sinir tıkanması (nevre block) 1. Bir sinirin sinir akımını bir yerde geçici olarak
iletmemesi ya da aksak iletmesi. 2. Uyuşturucu bir ilaç ya da başka bir etkenle sinir
yolları yakınındaki bir bölgenin uyuşması.
sinir yolu 1. (nevre pathway) Bir sinir sinyalinin sinir sisteminde izlediği yol. 2. (neural
tube) Oğulcuğun (embriyonun) arka bölümünde bulunan ve daha sonra gelişerek
omuriliğe ve beyne dönüşen tüp. Bkz. sinir yolu kusuru.
sinir yolu kusuru (neural tube defect) Sinir yolunun gereğince gelişmemesi ya da
kapanması sonucu omurilik, beyin ve kafatası da içinde olmak üzere, merkezi sinir
sisteminde ortaya çıkan ansefali ve spina bifida gibi doğum kusurları. Bugün bu tür
kusurlar, gebelik sırasında yapılan standart tarama testleriyle belirlenebiliyor. Bkz.
alfa fetoprotein.
sinkop (syncope) Beyne giden kan miktarının birdenbire azalması sonucu ortaya çıkan
geçici bir bilinç yitimi, bayılma.
sinkretik düşünce (syncretic thought) Piaget’ye göre, işlem öncesi evredeki
(simgesel evredeki) çocuklarda belirleyici olan temsili düşünme biçimi. Çocuğun
yaşamındaki ilk; yani mantık öncesi düşünme biçimini karşılayan bu evrede çocuk,
beniçinci, çoğu kez animistik düşünce süreçleri sergiliyor. Örneğin, basit bir tahta
parçasına araba diyebiliyor; bir sopaya atlayıp ata biniyormuş gibi koşabiliyor. Bu
evrede bağlantılar, rastlantıya bağlı olarak kuruluyor gibidir. Bkz. bilişsel gelişim
kuramı.
sinyal (signal) 1. Bir şeyi anlatmakta kullanılan bir işaret; uyarı. Bkz. simge. 2. Bilgi
ileten bir davranış yapısı. 3. Belli bir tepkiye yol açan bir uyarıcı. Bkz. sinyal
saptama kuramı. 4. İletide kullanılan, örneğin, görüntü sinyali gibi şey.
sinyal kaygısı (signal anxiety) Psikanalize göre, içerden ya da dışarıdan gelen bir
tehdit ya da tehdit beklentisi karşısında duyulan kaygı. Freud, konuya ilişkin sonraki
değerlendirmelerinde kaygının koruyucu bir işlevi bulunduğuna ve kişiyi tehlikeye
karşı kullanabileceği kaynakları harekete geçirmeye yönelten bir savunma sistemi
olduğuna dikkati çekmiştir. Bkz. kaygı.
sinyal saptama kuramı (signal detection theory) Fiziksel sinyallerin saptanması,
sinyalin varlığı ya da yokluğu konularındaki kararın, sinyalin şiddetine ve parazit
miktarına olduğu kadar kişinin karar verirken kullandığı ölçütlere, güdülenme
derecesine ve algı eşiğine de bağlı olduğunu ileri süren matematiksel bir kuram.
sistem (system) Birbiriyle ilişkili, etkileşimli, birbirine bağlı parçalardan oluşan
tutarlı, karmaşık bir bütünlük; dizge. Bu bütünlük, bilgisayar sistemi gibi bir aygıtlar
kümesi, organ ya da dolaşım sistemi gibi organlar kümesi ya da Marksist düşünce
sistemi gibi, dünyayı, olayları belli bir perspektiften ele alan düşünceler, varsayımlar,
kuramlar kümesi ya da kapitalist sistem gibi, toplumsal örgütleniş biçimi olabiliyor.
Bkz. dizgeli öğretimde ders planı düzenleme; dizgeli (programlandırılmış)
bilgisayarlı eğitim; dizgeli (programlandırılmış) eğitim; sistem kuramı; sistemli
çarpıtma; sistemli duyarsızlaştırma; sistemli gözlem yöntemi; sistemli hata;
sistemli kuruntu; sistemli sabuklama.
sistematik hezeyan Bkz. sistemli sabuklama.
sistem kuramı (systems theory) Fiziksel ve toplumsal gerçekliğin bütün düzeylerinde
düzenin nasıl gerçekleştiğini açıklamayı hedefleyen ve dünyayı, her olayı birbiriyle
ilişkili, birbirine bağımlı olarak, bileşen öğelerine indirgenemeyen özelliklere sahip
bir bütün halinde değerlendiren kuram. Bir sistem, varlığını sürdürebilmek için
genellikle çevresinden düzen geçişimine bağımlı bulunuyor. Bu kurama göre bir
sistem, çevresinden düzen geçişimi sağlayamadığı zaman, ya çevrenin ya da sistemin
değişmesi gerekiyor. Sistem kuramı, bir toplumun insani ve fiziksel çevresini göz ardı
eden önlemleri, toplumun ve insanın yeterince anlaşılmasının önündeki politik
engeller olarak görüyor. Bkz. negentropi.
sistemli çarpıtma (systematic distortion) Bellek izlerinin zamana bağlı olarak şu ya da
bu ölçüde düzenli bir yapıda giderek, ilerlemeli değişimler geçirmesi.
sistemli duyarsızlaştırma (systematic desensitization) J. Wolpe ve diğerlerinin
geliştirdiği davranış değiştirme tekniği; sistematik hissizleştirme. Bu tekniğin
uygulanışında kişiye önce derin kas gevşetme alıştırmalarıyla rahatlaması öğretiliyor.
Daha sonra en hafifinden başlanarak en yoğununa doğru, temel sorunla ilişkili kaygı
yaratan çeşitli durumları sıralama gerçekleştiriliyor. Hastaya daha sonra, rahatlama
alıştırmalarıyla birlikte, düşsel olarak ya da gerçekten, yine en hafifinden başlanarak,
kaygı durumları ile karşı karşıya gelme çalışmaları yaptırılıyor. Kas gevşetme,
kaygı ile uyuşmadığı için bu süreç sonunda hastada, kaygı yaratan durumlara karşı
düzenli bir duyarsızlaşma ortaya çıkıyor. Öbür davranış değiştirme teknikleri;
biçimlendirme, pekiştirme ve cezadır. Bkz. duygusal boşalım; gözlem; karşılıklı
ketleme; sistemli gözlem yöntemi.
sistemli gözlem yöntemi (systematic observation method) Sonucu gözlemlenmek
istenen değişkenlere, deney yapmak amacıyla herhangi bir müdahalede bulunmadan,
bütün koşulların denetim altında tutulduğu bilimsel inceleme yöntemi. Bkz. gözlem
(Düzenli Gözlem)
sistemli hata (systematic error) Hatalı teknik, donanım, ayarsızlık gibi nedenlerle
beliren ve yinelenebi,lir hatalar. Bkz. sabit hata.
sistemli kuruntu (systematized delusion) Son derece gelişkin, yüzeysel açıdan tutarlı,
inatçı ve değiştirilmesi zor bir inanç. Kişi, ortada bu konularda tek somut bir ipucu
yokken, örneğin CİA’nın, mafyanın ve benzerlerinin kendisini izlediğine; birilerinin
ona tuzak kurduğuna, ona karşı işbirliği yaptığına; uzmanlık sınavını başaramayan bir
hekim, yetkili kurulun kendisine tuzak kurduğuna inanıyor ve toplumsal, mesleksel
yaşamındaki başarısızlıkların ya da sorunların tümünü söz konusu tuzağa bağlıyor. Bu
tür kuruntular, özellikle paranoid olaylarda görülüyor ve sabuklamada gözlenen
geçici, bölük pörçük kuruntularla karşıtlık gösteriyor.
sistemli sabuklama (sytematized delusions) Gerçeğe uygun olmasa da kendi aralarında
mantıklı bağlar kurulmuş olan düşünce ve inançlar sistemi; sistematik hezeyan.
sitosin (cytosine) DNA ve RNA yapı taşları olan nükleotidleri oluşturan nükleik asit
bazlarından biri.
sivil itaatsizlik (civil disobedience) Belli bir politikanın ya da yasanın değiştirilmesi
amacıyla sivil halkın protesto mitingleri, boykot, vergi vermeme, güvenlik güçlerine
direnme gibi şiddet içermeyen yöntemlerle eylem gerçekleştirmesi.
sivri nesne fobisi (aichmophobia) Çivi, bıçak, iğne gibi sivri nesnelere yönelik
hastalıklı bir korku. Hasta, bu tür aletlerden kaçınıyor; çünkü bunlar, onda bu nesneleri
başkalarına saldırı amacıyla kullanma dürtüsünü güçlendiriyor.
siyasal (political) Siyasa özelliği olan, siyasayı ilgilendiren; siyasayla ilgili; siyasaya
değgin; siyasi, politik. Bkz. siyasal eğitim; siyasal psikoloji.
siyasal eğitim (political education) 1. Hükümet sorunları üzerinde anlayış kazandırmayı
ve siyasal yaşama katılma yeteneğini geliştirmeyi amaçlayan eğitim. 2. Düşünce
aşılama amacıyla devletin yaptığı eğitim.
siyasal psikoloji (political psychology) Psikoloji bilgi ve yöntemlerinden siyasal
konularda nasıl yararlanılacağını gösteren psikoloji dalı. Bkz. siyaset psikolojisi.
siyasal ruhbilim Bkz. siyasal psikoloji.
siyaset (politics) Siyasa, politika. Bkz. siyaset psikolojisi; siyaset sosyolojisi.
siyaset psikolojisi (political psychology) Siyasal davranışların kişisel ve ruhsal
yönlerini, siyasal düşüncelerle kişiler arasındaki ilişkileri ve toplumlardaki siyasal
önderlik imgelerinin ruhsal kökenlerini inceleyen psikoloji dalı. Bkz. siyasal
psikoloji; siyaset sosyolojisi.
siyaset sosyolojisi (political sociology) Siyaset biliminin bir alt disiplini olmasına
karşın daha çok, sosyolojinin yöntemlerini kullanarak, doğrudan siyasal kurum kabul
edilmeyen aile, okul, din gibi kurumların siyasal yapı ve süreçlerle olan ilişkisi ve
yerine getirdikleri işlevlerin niteliğini, değişik toplumsal grupların iktidarın
belirlenmesindeki ağırlık, rol, karşılıklı ilişki ve etkileşim düzeylerini inceleyen
sosyoloji dalı. Bkz. siyaset psikolojisi.
SKINNER, Burrhus (Frederick) (1904-1990) Davranışçı okulun önde gelen
temsilcilerinden; işlemsel koşullamanın kurucusu; ABD’li psikolog. Skinner,
Pensyllvania, Susquehanna’da doğdu. Önce İngiliz Dili ve Edebiyatı eğitimi aldı.
Yazar olma isteği ile kısa öyküler ve şiirler yazıp yayımladı. Gazetelerde işçi
sorunları üstüne yazılar yazdı. Ardından bir süre bohem yaşamı sürdürdü. Fizyolog İ.
Pavlov’un koşullu refleks kuramından; B. Russel’ın davranışçılık üzerine yazdığı
yazılardan ve bu akımın kurucusu olan J. B. Watson’ın düşüncelerinden etkilenerek
psikolojiye yöneldi. 1931’de Harvard Üniversitesi’nde doktorasını tamamladıktan
sonra, araştırmacı olarak bu üniversitede kaldı. 1936’da Minnesota Üniversitesi’nde
öğretim üyesi oldu. İlk yapıtı olan Canlılarda Davranış: Deneysel Bir Çözümleme’yi
bu dönemde yayımladı. Indiana Üniversitesi’nde 1945-1948 yılları arasında psikoloji
dersleri verirken Skinner’in gerçekleştirdiği bir buluş, bilim çevreleri dışında da
tanınmasını sağladı. Hava odacığı adını verdiği bu büyük kutu, mikroptan
arındırılmıştı; ses geçirmiyordu; bir de hava düzeneği vardı. Bu kutunun, 0-2 yaş
arasındaki bebeklerin büyüme süreçlerinde en uygun ortamı sağladığı düşünülüyordu.
Skinner, 1948’de yayımladığı Valden İki adlı romanında yansıttığı toplum
mühendisliği ile ilgili görüşleri nedeniyle sert eleştirilere uğradı. Bu tek kişilik ütopya
deneyi, adını 1854’te yayımlanmış olan Valden’den almıştı. Yapıtta, davranışın
toplum yararına denetlenip yönlendirildiği bir ütopya yaratmıştı. Skinner, 1948’de
ders vermeye başladığı Harvard Üniversitesi’nde bütün bir psikolog kuşağını etkiledi.
Tasarımını da kendisinin gerçekleştirdiği deney düzenekleriyle yaptığı deneyler,
büyük bilimsel başarılar olarak nitelendirildi. Bu düzeneklerle çeşitli becerilere sahip
olan hayvanlar; özellikle masa tenisi oynayan güvercinleri yetiştirdi. Skinner kutusu
adıyla tanınan bir başka buluşu da ilaçların insanlardan önce hayvanlar üzerinde
denenmesi için sanayide kullanıldı. Skinner, bir başarısını da deney hayvanlarını
aşamalı biçimde eğitme deneyimlerinin sonucunda gösterdi. Bunlardan yararlanarak
programlı öğrenme kuramını geliştirdi. Öğretim makinesi adını verdiği düzenek
aracılığı ile gerçekleştirilen programlı öğrenme, ödüllendirme ve pekiştirmeye
dayanıyordu. Öğrenci, öğrenmesi istenen konu ile ilgili soruları doğru yanıtladığında
ödüllendiriliyor ve bu yolla, öğrenme pekiştirilmiş oluyordu. O, insan davranışını,
“dış çevreden kaynaklanan uyaranlara karşı geliştirilen fizyolojik tepkiler” olarak
açıklıyordu. İnsan doğasının en dolaysız yoldan, bu tepkilerin bilimsel olarak
incelenmesiyle açıklanıp denetlenebileceğini ileri sürüyordu. İnsan davranışı
konusunda doğru-yanlış, iyi-kötü gibi kavramlarla, kara kutu olarak değerlendirdiği
dışarıdan gözlemlenemeyen ruhsal etkenlerle hiç ilgilenmedi; davranışı, yalnızca
istenen hedef açısından etkili ya da etkisiz olması ile değerlendirdi. Çalışmalarında,
organizmanın dış uyarıcılara ilişkin tepkilerini temel aldı. Ancak, klasik
koşullamadan farklı olarak, öğrenmeyi, organizmanın çevresindeki uyarıcılara edilgin
olarak tepki vermesi biçiminde değil, kendi davranışlarının çevre üzerinde
yarattığı sonuçları algılayıp kavraması olarak tanımladı. Başka deyişle , Skinner’in
tanımladığı öğrenme, klasik koşullama modelindeki neden-sonuç ilişkisinin tersine
çevrilmiş biçimiydi. Klasik koşullamada dış uyaran neden; tepki sonuç iken, işlemsel
öğrenmede organizmanın kendiliğinden davranışı neden; bu davranışın çevrede
yarattığı değişiklikler ise sonuıçtu. Davranış teknolojisi diye adlandırdığı yöntemleri
ve geliştirdiği kuramları Skinner, dile, eğitim yöntemlerine, öğrenmeye, kültürel
çözümlemeye ve psikolojik tedaviye uyguladı. Skinner’in Özgürlük ve Onurun
Ötesinde adlı kitabı da çok tartışıldı. Bu yapıtta, özgürlük ve onur gibi kavramların,
kişiyi kendini yok etme noktasına dek götürebileceğini; ayrıca fizik ve biyoloji gibi bir
davranış teknolojisi geliştirebileceğini savundu. Başlıca yapıtları: The Behavior of
Organisms An Experimental Analysis (1938) (Canlılarda Davranış: Deneysel Bir
Çözümleme), WEalden Two (1948) (Walden İki), Science and Human Behavior
(1953) (Bilim ve İnsan Davranışı), Verbal Behavior (1957) (Sözel Davranış), The
Analisis of Behavior (1961) J. G.Holland ile birlikte (Davranışın Çözümlenmesi),
Technology of Teaching (1968) (Öğretim Teknolojisi), Beyond Freedom Dignity
(1971) ( Özgürlük ve Onurun Ötesinde), Particulars of My Life (1976) (Yaşamımdan
Ayrıntılar). Bkz. ardışık yakınsama; biçimlendirme; davranışçılık; indirgemecilik;
işlemsel çözümleme; işlemsel davranış; işlemsel öğrenme kuramı; pekiştirici;
taht; tanımlayıcı davranışçılık; tepki koşullama; tepki zinciri; vakum etkinliği.
şablon eşleme (template matching) Şeylerin ve biçimlerin bellekte bir şablon olarak
temsil edildiğini ve biçim tanımanın, algılanan nesnenin biçiminin bellekteki bu
şablonlarla karşılaştırılmasıyla gerçekleştirildiğini savunan bir biliş psikolojisi
modeli. Buna göre, algılanan biçimin bellekteki şablona tam olarak uyması, biçimin
tanınmasını sağlıyor. Bu model, bilgisayar uygulamalarının temelini oluştursa da
insanın biçim algısının yanında bilgisayar uygulaması basit kalıyor. Biliş psikologları
bu zorluğu aşmak için başka kuramlar da ortaya koymuşlardır. Bkz. özellik analizi;
prototip eşleme.
şahsiyet analizi Bkz. kişilik çözümlemesi.
şahsiyet intibakı Bkz. kişilik uyumu.
şahsiyet tahlili Bkz. kişilik çözümlemesi.
şakak lopları (temporal lobes) Beyin kabuğundaki, ön ve yan lopların arkasında
bulunan ve işitme merkezi ile görsel işlem merkezini içeren; buna bağlı olarak dilin
ve konuşma yetisinin kazanılmasında olduğu gibi görsel algıda da önemli rol
oynayan bölümü. Gerçekte iki şakak lopu vardır. Bunlardan sağda olanı görsel
bellekle; solda olanı ise sözel bellekle ilişkilidir. Bu loplar zedelendiğinde görme
kusurları ve bellek yitimi ortaya çıkıyor. Bkz. beyin lopları; şakak lopu bellek yitimi;
şakak lopu etkinliği; şakak lopu sarası.
şakak lopu bellek yitimi (temporal lobe amnesia) Şakak loplarındaki sinir dokularının;
özellikle hipokampın, amigdal ve onunla ilgili yapıların zarar görmesi sonucu ortaya
çıkan bir bellek yitimi.
şakak lopu etkinliği (temporal lobe activity) Beynin şakak loplarında sık sık tuhaf
duygularl a , zaman çarpıtmalarıyla ve sanrılarla ilişkili olarak gözlemlenen
elektriksel etkinlikler. Bazen hayalet görme, uzaylılarca kaçırılma gibi görünürde
normal üstü olan yaşantılara bu etkinlik, bir açıklama olarak kullanılıyor.
şakak lopu sarası (temporal lobe epilepsy) Şakak lopundan kaynaklanan ve birdenbire
ortaya çıkan öfke patlamaları, şiddet eğilimli davranışlar, nedensiz gülmeler, tuhaf
vücut hareketleri gibi belirtilerle tanımlanan sara türü. Bkz. sara.
Şaman (shaman) Sibirya’da ve Moğolistan’da yaşayan Türk boylarında tef çalarak,
dans ederek ve şarkı söyleyerek tören (kamlama) yapan ve bu yolla iyi ve kötü
ruhlarla ilişki kurarak hastaları iyileştirdiğine, istenilen birtakım sonuçları elde
ettiğine inanılan ve bir tür dinsel kişiliği olan kimselere Avrupalıların verdikleri ad;
kam, kaman. Bkz.Şamanlık.
Şamanizm Bkz. Şamanlık.
Şamanlık (Shamanism) Şamanların doğa ötesi varlıklarla ilişki kurarak onların
olağanüstü güç ve yeteneklerini benliklerine katmaları için yapılan dinsel-büyüsel
uygulamalar ve törenler; Türklerin Müslüman oluşlarından önceki en yaygın
inançlarından başlıcası; Şamanizm. Şamanlık, Asya’daki çeşitli Türk, Moğol ve
Tunguz halklarının tarihinde ve kültüründe önemli bir yer tutuyordu. Bu inanç
sisteminde evren, en büyük ruhun bulunduğu gökyüzü; insanoğlunun yaşadığı yeryüzü
ve kötü ruhların yaşadığı yeraltı olarak üçe ayrılıyordu. Evrenin iyi ve kötü ruhların
etkisinde olduğu ve Şaman’ın bu ruhlarla ilişki kurduğu kabul ediliyordu. Şamanlık,
Asya’daki kendine özgü bir din; bağı ya da büyünün bir türü olmayıp, bu iki alanı da
ilgilendiren yanları bulunan; türlü din ve dünya görüşlerini birleştiren bir inanç ve
uygulamadır. Şamanlığın belirgin tema’sı, ata ruhuna saygı, bağlılık ve ondan
yardım ummak olarak özetleniyor. Bu özelliği ile Şamanlık bir tür insani bir dindir.
Şamanlar, boyların sayılan, her türlü törenlerini yöneten; büyücülük, hekimlik,
yargıçlık gibi görevleri üstlenen, kişileriydiler. Bkz. Şaman.
şartlandırma Bkz. koşullama.
şartlı heyecan reaksiyonu Bkz. koşullu coşku tepkisi.
şartlı ketleme Bkz. koşullu ketleme.
şartlı pekiştirici uyarıcı Bkz. koşullu pekiştirici uyarıcı.
şartlı reaksiyon Bkz. koşullu tepki.
şartlı refleks Bkz. koşullu refleks.
şartlı tepki Bkz. koşullu tepki.
şartlı uyaran Bkz. koşullu uyaran.
şartsız refleks Bkz. koşulsuz refleks.
şartsız tepki Bkz. koşulsuz tepki.
şartsız uyaran Bkz. koşulsuz uyaran.
şaşırma 1. ((confused) Ne söyleyeceğini, ne yapacağını bilememe; işin içinden bir türlü
çıkılamayacak duruma gelme. 2. (lost) Artık ne söylediğini, ne yaptığını bilememe. 3.
(mistaken) Hataya düşmek: Sözünü şaşırmak, hesabını şaşırmak. 4. (upset) Çekinme,
ürküntü duyma.
şefkat Bkz. sevecenlik.
şefkat bağları Bkz. sevecenlik bağları.
şefkat davranışları Bkz. sevecenlik davranışları.
şefkat dürtüsü Bkz. sevecenlik itkisi.
şefkat içerikli sevgi Bkz. sevecenlik içerikli sevgi.
şefkat yönelimi Bkz. sevecenlik yönelimi.
şehevi Bkz. erojen.
şehvet Bkz. cinsel istek.
şekil algısı Bkz. biçim algısı.
şekil ayırt etme Bkz. biçim ayırt etme.
şekil değişmezliği Bkz. biçim değişmezliği.
şekillendirme Bkz. biçimlendirme.
şekil tanıma Bkz. biçim tanıma.
şekil verme Bkz. biçim verme.
şema (schema) 1. Temel bir bilgi birimi; dünyaya ilişkin deneyime dayalı bir
genelleme; bir insan, yer, olay ve benzerlerine ilişkin bilgileri örgütleyen ve bunların
sentezini gerçekleştiren zihinsel bir çerçeve. Nesnelere, olaylara ya da insanlara
ilişkin algıları etkileyebilen tutarlı, örgütlü bir inançlar ve beklentiler grubu.
Şemalarla, düzenliliklerin önerme biçiminde ya da algısal sınıflandırmalar halinda
kodlanması ve bu hazır kodların, sonraki olaylar algılanır ve yorumlanırken
kullanılması olanaklı kılınıyor. Şemalar, şeylerin özel değil; genel ayrıntılarını temsil
ettikleri için de birçok duruma uygulanabiliyor. Örneğin, sokak çocuklarının tehlikeli
olduğu konusunda bir şema geliştirmişsek, davranışlarımızı bu şemaya göre ayarlıyor
ve bu şemaya uymayan bilgileri göz ardı ediyor; uyan bilgileri kolaylıkla kabul
ediyoruz. Bu niteliği ile şema, biliş süreçlerinde büyük bir ekonomi sağlıyor. 2.
Nesneleri tanıma ya da belli bir eylemi başlatma sırasında kullanılan ve sinir
sisteminde saklı olan bir tür şablon. 3. Bebeklerde emme ya da kavrama gibi
reflekslere dayalı tutarlı bir devinim yapısı. 4. Piaget’ye göre, ilk tanım
çerçevesinde farklı durumlarda uygulanan ve örgütlü davranış biçimlerinden oluşan
bilişsel yapılar. Bkz. bilişsel gelişim kuramı.
şema kuramı (schema theory) Bilgilerin uzun süreli bellekte olaylara, insanlara ya da
nesnelere ilişkin bilgileri örgütleyen ve yorumlayan bilişsel yapılar biçiminde; yani
birer şema olarak saklandığını açıklayan kuram. Bkz. bellek.
şeref Bkz. onur.
ŞERİF, Muzaffer (Başoğlu) (1906-1988) Türk asıllı Amerikalı psikolog; sosyal
psikolojinin kurucularından. Şerif, İzmir’in Ödemiş ilçesinde varlıklı bir ailenin beş
çocuğundan ikincisi olarak dünyaya geldi. Ortaöğrenimini İzmir, Amerikan
Koleji’nde; yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe
Bölümü’nde tamamladı. 1929’da İzmir Erkek Öğretmen Okulu’nda felsefe; 1932’de
Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü’nde psikoloji öğretmenliğine getirildi. Aynı yıl,
lisansüstü öğrenimi için ABD’ye gönderildi. Orada Harward Üniversitesi’nden aynı
yıl, yüksek lisans derecesini aldı. 1935’te Columbia Üniversitesi Psikoloji
Bölümü’nden Algıdaki Bazı Toplumsal Etkenler konulu teziyle doktorasını aldı.
1937’de Türkiye’ye döndüğünde Gazi Terbiye Enstitüsü’ndeki görevine ek olarak,
1939’dan sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe
Bölümü’nde psikoloji doçenti olarak ders vermeye başladı. 1940-1944 arasında
Muzaffer Şerif Başoğlu imzasıyla Yurt ve Dünya, Adımlar ve İnsan dergileriyle Tan
gazetesine, başta ırkçılık olmak üzere dönemin ülke sorunlarını konu alan makaleler
yazdı. 1943’te yayımladığı Irk Psikolojisi adlı kitabında üstün ırk kuramını ve ırkçı-
Turancı düşünceleri eleştirdi. 1944’te derslerinde siyasal propaganda yaptığı gerekçe
gösterilerek tutuklandı. Serbest bırakıldıktan sonra üniversitedeki görevinden ayrıldı.
1945’te Princeton Üniversitesi’nin, hapiste iken kendisine yaptığı çağrıyı kabul ederek
ABD’ye gitti. 1946’da Yale Üniversitesi’ne geçti. Bir süre sonra Oklahama
Üniversitesi’nde, ileride sosyal psikoloji alanında birçok deneyin yapılacağı ünlü
Grup İlişkileri Enstitüsü’nü kurdu. 1980’lerin başında Pennsylvania Park
Üniversitesi’nden emekli oldu. Şerif’in (Sherif’in) temel hedefi, sosyal bilimler
içinde bir antropolojinin kurulmasına yardımcı olmaktı. Ona göre, davranışın
toplumsal-kültürel çevrede bilimsel olarak incelenmesi demek olan sosyal
psikoloji, böyle bir bilimin oluşturulmasında önemli bir katkı yapma olanağına
sahiptir. Bireyler, yalnızca içine doğdukları ve içinde büyüdükleri, yer aldıkları
grupların toplumsal-kültürel özelliklerinden etkilenmiyorlar; aynı zamanda savaş,
barış, devrim gibi tarihsel olaylarla kültürü de yaratıyorlar. O nedenle insani olayları
anlamak için bireylerin tüm çevreye; özellikle de toplumsal-kültürel çevreye karşı
tepki süreçlerini ve bunun özelliklerini anlamak gerekiyor. Şerif, bilimsel
çalışmalarına, psikologların laboratuvar araştırmalarıyla sosyologların ve kültürel
antropologların ilgilendikleri konular arasındaki boşluğun nasıl doldurulabileceği
sorusunun öne çıktığı 1930’lu yıllarda başladı. ABD’li psikolog Gardner
Murphy’yle birlikte, söz konusu boşluğun, toplumsal kuralların (normların)
algılama, yargılama ve anımsama gibi temel psikolojik süreçlere etkilerinin
laboratuvar deneyleri yoluyla incelenerek doldurulabileceğini savundu. Şerif,
belirsizliği en aza indirme psikolojik eğilimine sahip olan bireylerin, iletişimde
birbirini etkileme ve bir kural geliştirme durumunda kaldıkları, kuralın sonradan tek
tek bireylerin davranışlarını etkilediği varsayımını doğrulamak için deneyinde
otokinetik etki olarak bilinen bir görsel algı yanılgısından yararlandı. Bunun
sonuçlarını Sosyal Kuralların Psikolojisi’nde ele aldığı bu deneyi ile, kendi
başlarına iken birer yargı sıtandardı geliştirmiş olan bireylerin, grupta iken ortak bir
standart yargıya yöneldiklerini; böylece birey olarak geliştirilen öznel gerçeğin
yerini, grubun geliştirdiği toplumsal gerçeğin aldığını gösterdi. Aynı deneyle,
başlangıçta grup içinde var olmayan; ancak, bir kez oluştuktan sonra grubu oluşturan
bireylerce benimsenen kuralın gerçeği yansıttığı inancının oluştuğunu, grubun
büyüklüğünün, söz birliği etmiş olmanın, grup üyelerinin ya da iktidar kaynağının
bireylerin gözündeki saygınlığının, bu kurala uyma davranışını olumlu olarak
etkilediğini kanıtladı. Sonraki çalışmalarında Şerif, gruplar arası çatışma üzerine
eğildi. Bu çatışmanın, grupların, karşıt gruplara ilişkin olarak üyelerine, açıklamadan
verdikleri ve aralarındaki çatışmayı yansıtan tutumlar olarak tanımladığı kalıplaşmış
tutum ya da yargıların sonucunda ortaya çıktığını savundu. Bu yaklaşımla grupların
kendi çıkarlarını sürdürmek için kalıp tutumlarını pek değiştirmediklerini vurguladı;
ancak, herkesin istediği; ama herhangi bir grubun kendi kaynakları ve iktidarıyla
gerçekleştiremeyeceği amaçların, gruplar arası çatışmayı azaltacağını belirtti. Tutum
oluşumu ve değişim konularına da önemli katkılarda bulunan Şerif, ergenlik çağını
ele aldı ve Batı toplumlarında bu çağdaki bireyin benimseme gruplarının ortasında
tam bir belirsizlik ve çatışma durumunda kalmasının benlik tutumlarını nasıl
etkilediğini ortaya koydu. Sosyal psikolojinin kurucular kuşağında yer alan Şerif, bu
bilim dalını sistemleştirme çabalarıyla ve bireysel davranışların toplumsal durumlar
ve kültürel yapılar içinde kavranmasın d a deneysel psikoloji yöntemlerini
kullanmadaki başarısıyla bu bilim dalının en önde gelen birkaç kişisinden biri oldu.
Ayrıca İbrahim Yasa, Mümtaz Turhan , Mübeccel Kıray, Fatma Başaran ve Çiğdem
Kâğıtçıbaşı gibi Türk bilim insanları, toplumsal değişimle ilgili köy araştırmalarında
Şerif’in Türkiye’de iken gerçekleştirdiği ve 1948’de Sosyal Psikolojinin Anahatları
adıyla yayımladağı araştırmasında kullandığı temel psikoloji kavramlarından
yararlandılar. Başlıca yapıtları: Sosyal Kuralların Psikolojisi (1985), Irk Psikolojis
1943), Değişen Dünya (1945), Sosyal Psikolojinin Anahatları (C. W. Sherif ile
birlikte) (1948), Uyum ve Gerilim İçinde Gruplar (C. W. Sherif ile birlikte) (1953),
Toplumsal Yargı: İletişimde ve Tutum Değişikliğinde Özümseme ve Konstrat
Etkileri (C. I Hovland ile birlikte) (1961), Özümleme Kümeleri: Ergenlerin Uyum ve
Çatışmasının Açığa çıkarılması (C. W. Sherij ile birlikte) (1964), Grup Çatışması ve
İşbirliğinin Sosyal Psikolojisi (1966). Bkz. Robber Mağarası; yüksek hedef.
şeytan girmesi (demomic possession) Şeytanın ya da kötü bir ruhun, kişinin bedenine
girerek onu deli, hasta ya da suçlu kişi durumuna getirdiğine inanma.
şeytan fobisi (demonophobia) Şaytana ya da kötü ruhlara yönelik olarak duyulan
hastalıklı korku; şeytan yılgısı.
şeytan yılgısı Bkz. şeytan fobisi.
şımarık çocuk (petted child) Kendisine gösterilen aşırı sevgi ve saygıdan ya da verilen
değerden yüz bulup yersiz ve aşırı, rahatsız edici davranışlar gösteren çocuk. Her
istediğini ve kaprislerini yaptırmaya alışmış, kötü eğitilmiş çocuk.
şıpsevdilik (puppy love, calf love) Ergenlik döneminde karşı cinsten birine aşırı ve
romantik tutulma durumu. İlk aşklar. Bu sevgi biçimi ilgililerce önemli sayılsa da
başkaları bunu geçici olarak niteliyor. Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri (
4)Ergenlik ve Delikanlılık Dönemi).
şiddet (violence) 1. Hakka, yasaya karşı kullanılan güç; bir gücün, davranışın derecesi,
yeğinlik. 2. Bir duygu ya da davranışın aşırılığı, yeğinliği. Örneğin, sevginin şiddeti.
3. Karşıt tutumda, görüşte olanlara kaba güç kullanma, sert davranma, sertlik. Şiddet
uygulayan yetişkin, duygusal olgunluğa ulaşamamış, duyguları ilkel kalmış bir kişidir
ya da örneğin, paranoya gibi bir ruhsal bozukluğu vardır. Bkz. saldırganlık ve
şiddete yönelme; suç işleme; şiddet altkültürü varsayımı.
şiddet altkültürü varsayımı (subculture of violence hypothesis) Yüksek oranda suç
davranışının gözlemlendiği bir alt kültürde şiddeti suç davranışının, büyük ölçüde
bireyler arası çatışmanın kabul edilebilir bir yöntemi olarak değerlendiren altkültür
normlarının bir ürünü olduğu varsayımı.
şiddete yönelme Bkz. saldırganlık ve şiddete yönelme.
şiddet ipucu (intensity cue) Ses kaynağının yönünü belirlemede kullanılan temel bilgi
keynaklarından biri. Örneğin, soldan gelen ses, sol kulakta daha siddetli duyulacaktır.
Bkz. zamanlama ipucu.
şifreleme (encryption) Bir bilgiyi başkalarınca anlaşılmayacak özel bir kodla
anlaşılabilir bir formata dönüştürme; kodlama. Özgün iletiye çıplak metin;
dönüştürülmüş iletiye ise şifreli metin deniyor.
şimşek korkusu (astraphobia, brontephobia) Gök gürlediğinde ve şimşek çaktığında
duyulan hastalıklı korku; fırtına korkusu; gök gürültüsü korkusu.
şipşak bellek (eidetic imagery) Genellikle görsel; kimi de işitsel olan ve gerçek algıya
büyük bir benzerlik gösteren zihinsel imge; olağandışı ölçüde canlı ve ayrıntılı bellek
imgeleri; fotografik bellek. Bu bellek, Tetani ya da Basedov hastalığı
(hipertiroidizm) gibi kimi hastalıklarda görülebiliyor. Bununla birlikte temelde
çocuklarda gözlemleniyor. Çocukların yüzde 5-10’unda güçlü bir şipşak bellek
bulunuyor; ancak, bu yetenek zamanla köreliyor. Erişkinlerde bu oran, binde biri bile
bulmuyor. Araştırmalar, bunun artimge ile ilgisinin bulunmadığını; bir tür duygu
belleği olabileceğini düşündürüyor. Örneğin, çocuğa bir-iki saniye süreyle üzerinde
kuşlar bulunan bir ağaç resmi gösteriliyor ve ağaçta kaç kuş olduğu soruluyor. Çocuk,
durup zihninde canlı olan imge üzerindeki kuşları tek tek sayıyor ve yanıltma
çabalarına karşın doğru yanıtı veriyor. Bkz. ikonik bellek.
şişmanlık (obesity) Vücuttaki yağ oranının aşırılığı ile tanımlanan bedensel durum;
obezite. Genelde aşırı kiloyla eşanlamda kullanılsa da şişmanlık, farklı bir anlam
taşıyor. Örneğin, aşırı kilo, bedenin kas ve kemik yapısıyla ilişkili olabilir. Şişmanlık
ise, kişinin yaş, cinsellik ve boy grubunda normal olandan yüzde 20 ya da daha fazla
yağa sahip olması için kullanılıyor. Şişmanlık, çok çeşitli etkenlerden
kaynaklanabiliyor Bunlar arasında diyet, metabolik anormallikler ya da
endokrinolojik anormallikler, aşırı yeme, genetik yapı, hipotalamik zedelenmeler,
hormonal bozukluklar ve benzerleri yer alıyor.
şizo (schizo) Bölünme, çatlama, yarılma anlamında bir önek. Örneğin, schizogenesis,
“hücre bölünmesi yoluyla üreme” demektir. Bkz. şizoafektif bozukluk; şizofreni. Hem
şizofreni hem de çift kutuplu bozukluk belirtilerini gösteren; ancak, bu iki tanıdan
birisinin konulmasında güçlük çekilen bozukluk.
şizoafektif bozukluk (schizoaffective disorder) Hem şizofreni hem de çift kutuplu
bozukluk belirtilerini ögsteren; ama bu iki tanıdan birinin konulmasında güçlük çekilen
bozukluk. Bkz. şizofreniform bozukluk.
şizofren donukluk Bkz. şizofreni.
şizofreni (schizophrenia) Daha çok, 15-35 yaşları arasında görülen psikoz türü bir
ruhsal bozukluk; zihin yarılması, usyarılım, erken bunama. Bu hastalık, bilişsel ve
duygusal işlev bozukluğu olarak niteleniyor. Hastalık belirtileri arasında sanrılar,
sabuklamalar, dil ve iletişim bozuklukları, donuk davranışlar ile duygusal abartı
ya da duygusal küntlük, düşünce ve konuşma akıcılığında kısıtlılık, amaca yönelik
davranışları başlatamama biçiminde azaltılmış tepkiler başta geliyor. Beş yaşına dek
zihinsel, toplumsal ve duygusal gelişimini normal biçimde sürdürüp, bu yaştan sonra
bu yeteneklerinde bir gerileme gösteren çocuğun hastalığına şizofreni tanısı konuluyor.
Çocuklarda bu olguların yüzde 54’ü ile yüzde 86’sını düşünme içeriği bozukluğu;
erken başlayan şizofrenilerin yüzde 40’ı ile yüzde 80’ini de düşünce ve çağrışım
yitimi oluşturuyor. Beş duyu ile ilgili sanrılar da görülmekle birlikte, hem çocuklarda
hem de yetişkinlerde en çok, işitsel sanrılara rastlanıyor. Şizofrenili çocukların yüzde
79’u ile yüzde 82’sinde düşmanca söylenen sözler, buyurma, çocuğa ilişkin görüş
belirten sesler, tartışma biçimindeki işitsel sanrılar; yüzde 13 ile 46’sında da görsel
sanrılar saptanmıştır. Çocukluk şizofrenisi, yetişkinlik şizofrenisine benzemekle
birlikte, çocukluk şizofrenisinde sanrılara çok az rastlanıyor. Hastalıkta genetik
bozukluklar etken ise de daha çok, aile içi iletişim bozukluğunun önemli bir rol
oynadığı görüşü yaygındır. Tedavi sırasında, ailenin hasta çocuğun yanında kalması
yeğleniyor. Böylece çocukla uygun bir duygusal ilişki kurma biçimi oluşturulmaya,
çocukta zorlanma yaratan durumlar azaltılmaya çalışılıyor. Çocuğun sinirsel,
fizyolojik ve devimsel yeteneklerinin düzeltilmesi için de ilaç tedavisi uygulanıyor.
Şizofrenili çocukların iyileştirilmesinde insan ilişkilerinin etkililiği söz konusu ise de
bu, oldukça zordur. Aynı ilişkinin, çocuğun ailesiyle de kurulması gerekiyor. Çocukluk
otizmi gibi, çocukluk şizofrenisinde de yeterli bilimsel bilgilere henüz
ulaşılamamıştır. Genç yaşta başlayan ve insanın gerçeklerden koparak, kendine özgü
dünyasının gerçekleriyla yaşadığı; duyuş, düşünüş ve davranışlarda önemli
bozukluklarla beliren bu psikotik hastalığa şizofreni adını Eugen Bleuler vermiştir
(1911). Bu bozukluğu daha önce, 1896’da Kraepelin, erken bunama (dementia
praecox) diye adlandırmıştı. Şizofreninin nedenleri de tedavisi de henüz tam olarak
açıklığa kavuşturulamamıştır. Ruh ve sinir hastalıkları hastanelerinde yatan hastaların
yarısı şizofrendir. Tedavi edilenlerin yarısı, yeniden hastaneye dönüyor. Bu süreğen
hastalığa uygulanan tedaviler, genellikle belirtilere göredir. Şizofreni hem organik
hem de psikolojik kaynaklı bir hastalık olarak tanımlanıyor. Nedenleri ve
belirtilerindeki karmaşıklık ve binişiklik yüzünden şizofreninin sınıflandırılmasında
da güçlükler yaşanıyor. Bir hastaya şizofreni tanısı konması için, o kişi 45 yaşın
altında olmalı ve en az 6 ay, davranışlarında bozukluk gözlemlenmelidir. Dünya
Sağlık Örgütü’nün (WHO’nun), şizofreninin ortak ölçütlerini bulmak için bir çalışma
başlatmıştır. Şizofreni Belirtileri: İnsan benliğinin her alanını etkileyen şizofreniye
yakalanan hastada özetle şu belirtiler görülüyor: (1) Düşünme işlevleri bozuluyor (a)
Düşünme düzenlerinde bozulmalar başlıyor. Çağrışım zinciri gevşiyor. Konuşmada
kopukluk ve tutarsızlıklar görülüyor. Buna bağlı olarak, sözlü ve yazılı dilin
incelenmesinden, tanı için önemli ipuçları elde ediliyor. Çağrışım testleriyle,
şizofrenin tepki sıradüzeni (hiyerarşisi) bozuklukları ölçülebiliyor. (b) Düşünmenin
içeriğinde bozulmalar oluyor. Hasta, sabukluyor. Sabuklamanın temelinde yanlış bir
düşünce vardır. Bu düşüncenin içeriğini, hastanın yaşamını altüst edecek kadar
önemsediği gerçekdışı korku ve güvensizlikleri oluşturuyor. Örneğin, gerçek olmadığı
halde, “Yaşamım tehdit ediliyor.” diyen şizofrenilinin sabuklamasının en önemli
özelliği, değiştirilemez olmasıdır. Düşüncenin çalınması, izlendiği kuruntusu,
bedensel sabuklamalar; “Ben Allah’ım” gibi büyüklük; “Çok büyük bir hata yaptım.”
gibi suçluluk; “Mahallemizin en güzel kızı, beni seviyor.” gibi aşk; ”Beni cinler
yönetiyor.” gibi denetlenme sabuklamaları, şizofren hastanın başlıca belirtileridir.
Bkz. paranoya. (2) Dikkat ve algı bozuklukları gösteriyorlar. Şizofren, bir konu
üzerinde dikkatini toplayamıyor ve seçici dikkati kullanamıyor. Şizofrende uyarı ile
tepki arasında geçen tepki süresi uzundur. Buna bağlı olarak tepki için gerekli olan
hazırlayıcı ruhsal ara da uzuyor. Şizofren, bir uyaran karşısında hazırlık dönemini
koruyup sürdüremiyor. Şizofrenlerde bu olgularla ölçülen anlık dikkat de bozuktur.
Hasta, dikkati çelen bir uyarının etkisine direnmede başarısızlık gösteriyor; hastanın
dikkati kolayca çelinebiliyor. Bu durum, zihinsel karmaşaya (confussion’a) ve algısal
işlev bozukluklarına yol açıyor. Algı bozukluğu üst düzeylerdedir. Örneğin, aynadaki
saçı sakalı birbirine karışmış görüntüsüne hayran hayran baktığı görülüyor. Hasta,
sanrılar görüyor. En çok da kendisine cinlerin “Vur! Öldür!” gibi buyruklar verdiğini,
küfürler duyduğunu söylüyor. Kimi şizofrenler, hiç konuşmadıkları halde,
düşüncelerinin sesini işitiyorlar. Buna düşünce yansıması deniyor. Bunlarda,
burunlarına kötü kokular geldiği biçimindeki koku sanrılarına; az sayıda görme ve
dokunma sanrılarına da rastlanıyor. (3) Duygulanım (affect) bozuklukları
gösteriyorlar. Şizofrenlerde taşkınlığa varan öfke, sevinç, neşe tepkileri görülüyor.
Künt duygulanımda, duygusal anlatımların şiddet ve frekansında azalma görülüyor.
Donuk duygulanımda, duygusal anlatımlar yitiriliyor; yüz, maske görüntüsü kazanıyor;
ses tonu da bu donukluğa eşlik ederek tekdüzeleşiyor. Uygun olmayan duygulanımda
(affective labilite’de) ise heyecan anlatımı ile söylenen arasında bağ bulunmuyor.
Örneğin, gülünç bir şey anlatılırken hasta ağlıyor; ölüm gibi büyük acı karşısında da
gülüyor. Şizofrenlerdeki duygulanım bozuklukları, kimi normal insanlarda da
görülebilen duygulanım bozukluklarından daha yoğun ve şiddetlidir. (4) Ruhsal-
devimsel bozukluklar gösteriyorlar. Hareket, şizofrende tepkisizliğe dek
azalabiliyor. Hasta, çalışmaya yönelik hareket yeteneğini yitiriyor, üretimi düşürüyor.
Giyim kuşamına dikkat etmiyor. İlerlemiş olaylarda içe kapanıyor, kendine özgü bir
dünyada yaşıyor. Şizofrenin dünyasında nesnel gerçekler, yerlerini çarpıtılmış ve
mantık dışı olmuş öznel gerçeeklere bırakıyor. (5) Gerçeklerle bağlantıları kopuyor.
Hastada kendilik duygusu bozuluyor. Hasta, kendi kimliğini ve kendi varlığının
anlamını karıştırıyor; başkasının kimliğini taşır gibi davranıyor; benlik, sınırlarını
yitiriyor. Şizofrenlerde birçok belirtinin binişik olması, sınıflandırmaların geçerlik ve
güvenirliklerini kuşkulu kılıyor. Örneğin, Dünya Sağlık Örgütünün 1978 ve 1980
sınıflandırmaları farklıdır. Şizofreni türleri: Bleuler’ i n , Kraepelin’in
sınıflandırmasına basit şizofreniyi ekleyerek belirlediği sınıflandırmada, şu dört
temel şizofreni türü yer alıyor: (1) Basit Şizofreni (simple schizophrenia): Bu, genç
yaşta ortaya çıkan bir şizofreni çeşididir. Basit şizofrenide sabuklama, sanrı ve donuk
belirtiler görülmüyor. Egemen belirtiler olarak duygulanım bozuklukları ortaya
çıkıyor. Basit şizofrenler, çalışamıyor, sevemiyorlar; küçüklere eziyet ediyorlar. Fazla
bir şey istemeden yaşamlarını sürdürüyorlar. Bunlarda düşünce yoksulluğu,
umursamazlık, konuşma yavanlığı ilgi çekiyor. Saç, sakal ve giyimleriyle, ihmal
edilmiş bir toplumsal görünüm sergiliyorlar. (2) Donuk Şizofreni (catatonic
schizophrenia): Bu şizofreni, 20 yaş dolayında şizofreninin öbür belirtilerinin
yanında, örneğin, bir heykel gibi, aynı konumda, uzun bir süre hareketsiz kalma
biçiminde yer alan donuk duruşlar, mumsu esneklik, dilsizlik, olumsuzluk, donma
(duygusal katılık) ya da heyecan gibi tipik belirtilerle ortaya çıkan bir şizofreni
türüdür. Donma (stupor), bu bozukluğun en belirgin özelliğidir. Hastanın bir beden
organına bir biçim verildiğinde, hasta o biçimi bozmadan, saatlerce öyle kalıyor.
Hasta, iletişimde karşıt tepkide bulunmuyor. Özellikle konuşma ve yemek olumsuzluğu
yaşıyor. Aç da olsa, yemek yemiyor, sonra çalıyor. Saatlerce tuvalette oturup
yapmıyor, çıkınca altına ediyor. Donuk şizofrenler, yataklarının kenarında yatıyorlar.
Amaçsızca, acayip biçimde yüzlerini buruşturuyorlar. Anne karnındaki gibi tipik
duruşlara giriyorlar. Bunlarda imrenme anlatımı, el sıkmada duraksama ve uykusuzluk
görülüyor. Delirium actum şizofreni gibi kimi şizofreni türleri, şiddet tepkileriyle
ortaya çıkıyor. Hasta, vurup kırıyor, ısırıyor, üstünü başını yırtıyor; kendisiyle ilişki
kurulamıyor. Hastanın yüzünü dehşet anlatımı kaplıyor. Yemek yemediği için hasta,
ağızdan tüple besleniyor. Bu olayların çoğu, ölümle sonuçlanıyor. Şizofreninin bir
başka türü olan Amok ise, daha çok, ilkel kabilelerde görülüyor. Hasta, ne yaptığını
bilmeden, elindeki silahla, yoruluncaya dek insan öldürüyor. Donuk şizofreni, bugün
daha az rastlanılan bir şizofreni türüdür. (3) Paranoid Şizofreni (paranoid
schizophrenia): 30 ve sonraki yaşlarda ortaya çıkan bu şizofrenide sabuklamalar ve
kaynak düşünceler görülüyor. Kendisinin önemli bir kişi olduğu ve yabancı güçlerce
izlendiği biçiminde baskı sanrıları ile görme ve işitme sanrıları bulunuyor. Hasta,
radyo ve TV’de işittiklerinin kendisiyle ilişkili olduğunu söylüyor. Sanrıları ve
kuruntuları onu sert, kavgacı bir kişilik sergilemeye de itebiliyor. (4) Gerilemeli
Şizofreni (herbefrenic schizophrenia): Bu şizofreni türü, genç yaşların hastalığıdır ve
yaygındır. Öteki türlerden daha renkli belirtilerle ortaya çıkıyor. Hasta, dağınık bir
görünüm sergiliyor; eski güzelliklerini yitirdiği kaygısını taşıyor. Açıkça
mastürbasyon yapıyor. Anlatımında kopukluk, konuşmalarında yinelemeler, çocukça
kıkırdamalar görülüyor. Şizofreniyi bir hastalık olarak görmeyenler de vardır.
Ullmann ve Krasner’ın toplumsal öğrenmeci yaklaşımına göre şizofreni, toplumsal
bir roldür. Bu rol, tuhaf davranışlara dikkatleri yoğunlaştıran ruh sağlığı
çalışanlarınca pekiştiriliyor. Şizofreniyi çevre; yani toplum üretiyor. Laing’e göre de
şizofreni, bir hastalık değildir; sorunlu bir davranışa konulmuş bir etikettir. Gerçek
sorunlu olan ve hastaneye yatması gereken, ailedir. Psikanalitik görüşe göre
şizofreni ise birincil özseverlik (benliğin ilkelbenlikten ayrılmadan önceki evresi)
durumunda bir gerilemedir. Bunların dış dünyayla ilişkilerini yitirişlerinin nedeni, bu
nitelikteki gerilemeden kaynaklanıyor. Şizofren, özellikle ilkelbenlik dürtülerini baskı
altında tutabilmek için gerileme mekanizmasını kullanıyor. Şizofreniyi organik beyin
bozukluklarından ayıran en önemli ölçüt, şizofrenlerde bellek bozukluğunun
görülmemesidir. Şizofrenlerde beynin ön bölgesi (prefontal bölge) iyi çalışmıyor.
Bunun sonucunda şizofrenlerin bilgi işlem yetenekleri zayıflıyor. Algılama,
uslamlama, karar verme mekanizmaları bozuluyor. Bir beyin hastalığı olan şizofreni,
beyin kimyasındaki bozulmaya, düşünce bozukluğuna dayanıyor. Genellikle kalıtım
yoluyla aktarılıyor. Daha sonra çevre, yaşanan olaylar, hastalığın ortaya çıkmasında
etken oluyor. Şizofreni, özdeş ikizlerde yüzde 88 oranında görülürken, ayrı yumurta
ikizlerinde bu oran, yüzde 14’lere düşüyor. Bkz. SULLİVAN, Harry Stack; psikoz
öncesi yapılar ((1) şizoid yapı); şizofrenide ikincil belirtiler; şizofreniforn
bozukluk; şizofrenik varoluş; şizofreni sonrası depresyon; şizofrenojenik anne
baba; şizotip kişilik bozukluğu; tepkisel şizofreni.
şizofrenide ikincil belirtiler Bkz. yardımcı belirtiler.
şizofreniform bozukluk (schizophreniform disorder) Şizofreni tanı ölçütlerinin tümüne
uyan; ancak, genellikle 2 hafta ile 6 ay arası gibi daha kısa süreli olan ve sıklıkla
duygusal çalkantılar, korku, zihin karışıklığı; özellikle de canlı sanrılar ile tanımlanan
bozukluk. Hastalığın gidişi, şizofreniye göre daha olumludur; hasta, eski işleyiş
düzeyine dönebiliyor. Bkz. şizoafektif bozukluk; tepkisel şizofreni.
şizofrenik varoluş Bkz. varoluşçu psikoloji.
şizofreni sonrası depresyon (postschizophrenic depression) Akut şizofrenik olay
sonrasında ya da iyileşme sırasında ortaya çıkabilen bir depresyon dönemi. Kimi
otoriteler bunu şizofrenik bozukluklardaki her iyileşmede rutin bir olay olarak ya da
daha önceden var olup şizofrenik olayla maskelenen bir ruhsal bozukluğun ya da
şizofreni tedavisinde kullanılan ilaçların bir yan etkisi olarak değerlendiriyorlar.
şizofrenojenik anne baba (schizophrenogenic parent) Soğuk, reddedici, kusursuzcu,
duyarsız ve baskıcı; ayrıca aşırı koruyucu, bağımlılığı kamçılayıcı olan ve çocuklarına
karşı aynı anda hem katı ahlakçı hem de baştan çıkarıcı bir tutum gösteren ve
çocuklarında şizofreninin gelişmesinde etken olduğu düşünülen anne baba. Böyle anne
babaları olan çocuklar, olgunlaşmamış, çaresiz, kaygılı, cinsel çatışmaları olan bir
yapı geliştiriyorlar. Bu özelliklere sahip olan ailelerde yetişen çocukların, şizofreniye
daha yatkın oldukları düşünülüyor.
şizoid (schizoid) 1. Şizofreni ile ya da bu hastalığa yakalanmış kişiyle ilgili;
içekapanık. 2. Şizofreninin kimi bilişsel ve davranışsal özelliklerini taşıyan; ancak,
psikotik olmayan. 3. Şizoid (içekapanık) kişilik bozukluğu. 4. Çocuklukta ya da
erişkinlikte görülen şizoid kişilik bozukluğu.
şizoid kişilik bozukluğu (schizoid personality disorder) Utangaçlık, toplumsal yaşama
ilgisizlik, sıklıkla düş kurma, yakın ilişkilerden ya da rekabetten kaçınma, duygusal
soğukluk; eleştiriye, övgüye ve başkalarının duygularına kayıtsızlık gibi davranışlar
gösteren; ancak, şizotip kişilik bozukluğunda gözlemlenen düşünce ya da davranış
tuhaflıkları göstermeyenlerin kişilik bozukluğu. Bu kişiler, rahatsız edici yaşantılara,
görünürde yaşamdan uzaklaşmaya tepki gösteriyor; ancak, düşmanlık, saldırganlık gibi
duygularını dışa vuramıyorlar.
şizotimik huy Bkz. KRETSCHMER, Ernest.
şizotip kişilik bozukluğu (schizotypal personality disorder) Şizofreni tanısı için
gerekli ölçütlere uyacak kadar şiddetli olmayan çeşitli algı, düşünce, iletişim ve
davranış tuhaflıklarıyla tanımlanan bir kişlik bozukluğu. Söz konusu bozukluğa bu
tanının konulabilmesi için şu belirtilerden en az dördünün görülmesi gerekiyor: Büyülü
düşünme, referans düşünceleri ya da paranoid düşünce, kişiliksizleşme ya da
yinelenen algı bozuklukları ve yanılsamalar; tutarlı, ama bulanık ya da metaforik
konuşma; toplumsal tecrit, insanlardan uzaklaşma, duygusuzluk, kuşkuculuk ya da
paranoid düşünceler ve gerçek ya da düşsel eleştiriye karşı aşırı duyarlılık.
şok (shock) 1. Ruhsal dengede birdenbire ortaya çıkan bir bozulma; akut şok. 2.
Vücuda elektrik akımı verilmesi; çarpı. Bkz. şok tedavisi 3. Kan basıncının
(tansiyonun) aşırı düşmesi nedeniyle organların yeterli oksijen alamaması durumunda
ortaya çıkan ve halsizlik, solgunluk, ağızda kuruluk, çarpıntı, soğuk terleme, kaygı gibi
belirtilerle ortaya çıkan bir bozukluk Bkz. akut şok psikozu; şok altı tedavi; şok
tedavisi; şok tepkisi.
şok altı tedavi (subshock therapy) Şok yaratmayacak kadar hafif bir elektrik akımıyla
uygulanan tedavi; şok altı sağaltım.
şok sağaltımı Bkz. şok tedavisi.
şok tedavisi (shock therapy) Başka tedavi yöntemlerine tepki vermeyen ağır ruh
hastalıklarında tercih edilmese de son çare olarak başvurulan ve hastayı bir bilinç
yitimi ya da konvulsiyon durumuna sokmak için beyne elektrik akımı verme yöntemi;
şok terapisi; şok sağaltımı. Bkz. elektrokonvülsif tedavi.
şok tepkisi (shock reaction) Deprem, trafik kazası gibi sarsıcı bir olaydan hemen sonra
ortaya çıkan akut duygusal bozukluk. Şok evresi denilen bu evrede hasta genellikle
şaşkınlık geçirdiği için aldığı yaraların ayrımına varamıyor; ağır durumlarda yönelim
duygusunu yitiriyor ve olay anını anımsayamıyor.
şok terapisi Bkz. şok tedavisi.
şuur Bkz. bilinç.
şuurluluk Bkz. bilinçlilik.
şuurlu mukavemet Bkz. bilinçli direnç.
şuursuz hafıza Bkz. bilinçsiz bellek.
şuursuz saiklenme Bkz. bilinçsiz güdülenme.
şüphe Bkz. kuşku.
T
tabakalaşma (strafication) Toplumun, her biri yaşam kaynaklarına ve iktidara farklı bir
erişim düzeyine, farklı rol ve statülere sahip olan grupların ya da sınıfların oluşması.
Bu terimler, sosyoloji ve sosyal psikolojinin temel terimleri arasında yer alıyor. Bkz.
toplumsal tabakalaşma.
tabakalaşmış örneklem (stratified sampling) Örneklem yanılgılarını azaltmak ve daha
dengeli bir örneklem elde etmek amacıyla popülasyondaki yaş, cinsellik, sınıf, eğitim
düzeyi gibi farklı grup, tabaka ve benzerlerinin seçilen örneklemde popülasyon
içindeki ağırlıklarıyla orantılı biçimde temsil edilmeleri için her grup ve tabakadan
popülasyondaki oranına göre alınan örneklem.
tabii seleksiyon Bkz doğal ayıklama.
tabu (taboo) 1. Özgün anlamıyla aynı anda hem kutsal hem tehlikeli, tekin olmayan ve
dinsel yasaklarla örülen bir nesne, kişi, eylem, yer, hayvan ya da bitki. 2. Bir yerin,
kişinin, eylemin ve benzerlerinin toplumsal-kültürel olarak yasaklanması; bu biçimde
konulan yasaklar. Bkz. bekâret tabusu; ensest tabusu.
tadoma (tadoma) Görme ve işitme engellilerin, parmaklarını konuşmacının dudaklarına
ve yüzüne koyarak söylenenleri anlamaya çalıştığı bir tür konuşma yöntemi. Terim,
1930’lu yıllarda bu tekniği kullanan Tad ve Oma adlı iki öğrencinin adlarından
oluşturulmuştur.
tahayyül etme Bkz. imgeleme.
tahlil Bkz. çözümleme.
tahmin Bkz. kestirim.
tahmin değişkeni Bkz. kestirim değişkeni.
tahmin etkililiği Bkz. kestirim etkililiği.
tahmine yönelik araştırma Bkz. kestirime yönelik araştırma.
tahmin geçerliği Bkz. kestirim geçerliği.
tahsil Bkz. eğitim; öğrenim.
tahsil kabiliyeti Bkz. öğrenim yeteneği.
takınak (obsession) Doyumu engellenen ve kaygı yaşanmasına yol açan içgüdü ve
dürtülere karşı benliği savunmak amacıyla beliren tepki; obsesyon, takınç, baskın
düşünce, takıntlı düşünce. Takınaklı kişi, içinde tehlike, yitme, saygınlığı yitirme
korkusunu taşıyor. Takınaklı tepki ile kişi, bunların oluşturduğu sıkıntıdan kurtulma
çabasını gösteriyor. Takınaklı düşünce nevrozuna 10 yaşından önce çok az
rastlanmakla birlikte, yetişkinlerde görülen takınakların yarısı, çocukluk döneminde
başlıyor. Örneğin, kişi, yerdeki çatlaklara basınca; geçen arabaları, elektrik
direklerini saymayınca, annesinin başına kötü şeyler geleceği korkusuna kapılıyor.
Evden çıkarken sağ ayağını atmayı uğursuzluk sayıyor. Takınak, kişinin kendisince de
yersiz, aşırı, akıl dışı kabul edilen yoğun ve inatçı bir korku (fobi) biçiminde ortaya
çıkıyor. Korkulan şeyden kaçınamama durumunda, yoğun bir kaygı ve panik yaşanıyor.
Uçak, açık ve kapalı alan, karanlık, yükseklik, fare, hamam böceği, yılan, örümcek
fobisi gibi yaygın olan fobiler birer takınaktır. Bkz. obsesif-kompulsif nevroz;
kompulsif tepki.
takınaklı davranış Bkz. kompulsif nevroz.
takınaklı düşünce Bkz. obsessiz-kompulsif nevroz.
takınaklı düşüncelere dalma Bkz. düşüncelere dalma zorlanımı.
takınaklı tip Bkz. libidinal tipler.
takınaklı-zorlanımlı bozukluk Bkz. obsessif-kompulsif bozukluk.
takınaklı-zorlanımlı nevroz Bkz. obsesif-kompulsif nevroz.
takınak nevrozu Bkz. zorlanım.
takıntılı düşünce Bkz. takınak.
takistoskop (tachistoscope) Görsel uyarıcıları kısa; ancak kesin sürelerle sunan bir
aygıt. 1-2 milisaniyeye dek duyarlı zaman ayarlaması yapabilen bu aygıt, bellek
araştırmaları gibi çeşitli deneylerde ve kimi zaman da tanı amacıyla kullanılıyor.
Sözcükler, resimler, imgeler, simgeler, bu aygıtla görüş alanının sağına ya da soluna
duyarlı bir biçimde sunulabiliyor.
taklit (imitation) Bir kişinin ya da grubun davranışlarını bilerek ya da bilmeden kopya
etme süreci ya da alışkanlığı. Tutum ve davranışlarımızı, becerilerimizi,
geleneklerimizi edinmede taklit, belirleyici olan temel öğrenme biçimlerinden biridir.
Taklit, genelde normal bir davranış olmasına karşın, örneğin, ekolalide olduğu gibi
hastalıklı bir biçim de alabiliyor. Bkz. psikomotor beceriler.
taklit etme ve örnek alma yoluyla öğrenme Bkz. bilişsel öğrenme.
taklit intiharı (suicide contagion) Birçok insanın art arda intihar etmesi; intihar
salgını.
taksis Bkz. taktik.
taktik (tactic) 1. Taksis ( taxis). Organizmanın uyarıcı kaynağına yönelmesi ya da bu
kaynaktan uzaklaşması. Bitkilerdeki bu yönelmeye tropizm; hayvanlarınkine ise taksis
deniyor. 2. Daha geniş kapsamlı bir stratejinin ya da daha kısa süreli bir planın
parçası olarak gerçekleştirilen eylem basamakları.
takvim yaşı (life age, calender age, chronological age) Kişinin doğum tarihinden,
içinde bulunduğu ana dek geçen süre.
takvim yöntemi (calendar method) Aybaşıları düzenli olan kadınların uygulayabildiği
doğal bir gebelikten korunma yöntemi. Bu yöntemde, güvensiz denen dönemde
cinsel ilişkiden ya da korumasız cinsel ilişkiden kaçınılıyor. Bu dönem, en kısa ay -17
gün ile en uzun ay -13 gün arasındaki dönemdir. Örneğin, en kısa ayı 25 gün; en uzun
ayı 32 gün olan bir kadının güvenli dönemi 25-17= kanamanın başladığı günden
itibaren 8. gün ile 32-13=19. gün arası olacaktır.
talamik duygu kuramı (thalamic theory of emotion) Cannon-Bard’ın, coşkuları, beyin
kabuğu ile etkileşim içinde olan talamusun yönettiğini savunduğu görüşü. Bkz.
Cannon-Bard duygu kuramı.
talamus (thalamus) Beyinde; beyin yarımkürelerinin altında, beyin sapının hemen
üstünde diensefalonda yer alan; sağ ve sol olarak iki bölümden oluşan; omurilik,
beyin sapı ve beyin kabuğu arasındaki sinyal alışverişinde bir role istasyonu gibi
çalışan, çok sayıdaki çekirdek ile gri maddeden oluşan bir merkez. Çekirdekler;
beyin kabuğu altı, aktarma ve bağlama çekirdekleri olarak üç grup oluşturuyor.
Getirgen ve götürgen demetlerin çekirdeklerinin talamusta bulunması, talamusu
beynin röle ve aktarma merkezi yapıyor. Koku duyusu dışındaki tüm uyaranlar
talamusta toplandığı için talamus, gelen bu bilgiyi beyin kabuğuna aktararak bilinçli
kılıyor. Böylece talamus; bilinçlilik, uyanıklık ve dikkat, duygusal değişiklikler,
ağrı, dokunma, seslerin ayırt edilmesi gibi duyumların değerlendirilmesinde etkin
bir rol oynuyor Bkz. beyin; Cannon-Bard duygu kuramı.
Talbot-Plateau Yasası (Talbot-Plateau law) Bir ışığın, kesintisiz algılanacak biçimde
yanıp sönmesi durumunda algılanan parlaklığının, yanıp sönme süreleri arasındaki
orana bağlı olarak azalacağı ilkesi. Örneğin, yanıp sönme sürelerinin eşitliği
durumunda algılanan parlaklık, yanma süresindeki parlaklığın yarısına eşit olacaktır.
Algılanan bu parlaklığa Talbot-Plateau parlaklığı deniyor.
talep Bkz. istem.
tam algı (apperception) Bir şeyin algılanan özellikleri, eskiden kazanılmış ve benzeş
olan ya da onların ilgili bulunduğu bilgilere bağlanıp tam olarak anlaşılabilir duruma
geldiğinde gerçekleşen algı.
tam algı yığını (apperception mass) Yeni nesnelerin nasıl algılanacağını, yeni
düşüncelerin nasıl kavranılacağını belirleyen ve Herbart’ın zihinde var olduğunu
söylediği düşünceler kümesi.
tamamlama (completion) 1. Sinir sisteminin, gelen bilgilerdeki tutarsızlıkları ya da
boşlukları görmezlikten gelerek eksiksiz bir bütünlük algılama eğilimi. Buna
dayanılarak ihmal sendromunun bir ölçüdeki nedeninin de aşırı tamamlama
olabileceği düşünülüyor. 2. (consummation) Cinsel birleşme olmadan evliliği hukuken
geçerli saymayan kimi ülkelerde kullanılan bir terim. Cinsel birleşme ise penisin döl
yoluna girmesi olarak tanımlanıyor. Eşlerden birisi evliliği tamamlamayı (cinsel
ilişkiyi) reddederse, evlilik geçersiz kılınabiliyor. Kimi ataerkil toplumlarda tecavüz
de tamamlama sayılıyor ve erkek, söz konusu kadının karısı olduğunu ileri sürebiliyor.
tamamlama testi (completion test) Sayı, resim, çizgi ya da sözcüklerden oluşmuş bir
dizideki eksik parçayı ya da parçaları bulmayı gerektiren test.
tamamlayıcı davranış Bkz. tamamlayıcı eylem.
tamamlayıcı eğitim (continuing education) 1. Zorunlu eğitim sınırlarının dışına çıkmış
ya da orta öğretim ve yüksek öğretimden ayrılmış gençlerle yetişkinlere okuma,
öğrenme ve gelişme olanakları sağlayan her önlem. 2. Yetişkinlere, örgün eğitim
programları ya da akademik programlar yerine, esnek programlar sunan özel okul,
merkez ya da kurumlarda verilen eğitim.
tamamlayıcı evlilik (complementary marriage) Karıkocanın kesin çizgilerle birbirinden
ayrılmış aile rolleri üstlendiği bir evlilik biçimi. Örneğin, ailenin ekonomik
gereksinimlerini karşılayan kocanın ev dışında bir uğraşı olmasına karşılık, kadının
temel sorumluluğunun evle, çocuk bakımı ve eğitimiyle, aile üyelerinin tamamının
duygusal gereksinimlerini karşılamakla sınırlıdır. Bkz. evlilik (Geleneksel Evlilik).
tamamlayıcı eylem (consummatory act) Sıklıkla yinelenen belli bir etkinliği güdüleyen
nedensel etkenlerin düzeyini, etkinliğin sonlanmasına yol açacak kadar azaltan bir
eylem; tamamlayıcı davranış. Çiftleşmenin kur yapmayı; yeme eyleminin yiyecek
arayışını sonlandırması, bunu örneklendiriyor.
tamamlayıcı gereksinimler (complementary needs) İki insan arasındaki ilişkide her
birinin diğerinde eksik olan bir şeyi tamamlama eğilimi gösterdiğini savunan görüş.
Eşlerden birindeki aşırı egemenlik gereksiniminin, diğerindeki aşırı boyun eğme
gereksinimini tamamlaması, bu görüşü örneklendiriyor. Buna göre insanlar,
kendilerindeki eksikleri tamamlayacak olan farklı insanların çekimine kapılıyor.
tamamlayıcı içgüdü (complementary instinct) Psikanalize göre, bir içgüdünün
birbirine karşıt olan ve birbirini bütünleyen iki görünümü. Bkz. içgüdü kuramı
(İçgüdüler).
tamamlayıcı renkler (complementary colors) Kırmızı-yeşil, mavi-sarı ışıkların eşit
oranlarda karıştırılması durumunda beyaz rengin elde edilmesinde olduğu gibi, beyaz
elde edecek biçimde birbirini tamamlayan renkler. Tamamlayıcı renkler, renk
çemberinde yaklaşık olarak birbirinin karşısında yer alıyor.
tamamlayıcı roller Bkz. tamamlayıcı evlilik.
tamamlayıcı terapiler Bkz. alternatif tedaviler.
tamamlayıcı tıp Bkz. alternatif tıp.
tam arama (exhaustive search) Bellekte arama yapılırken bütün seçeneklerin gözden
geçirilmesi. Arama, istenilen bilgiye ulaşıldıktan sonra bile sürüyor.
tam çalışma (working thorough) Psikanalize göre, hastanın bilinçdışı araçları
dışavurmaya yönelik direnmelerinin bilinçli olarak üstesinden gelmesi ve yaşadığı
sorunların kaynağında yatan bastırılmış duygularıyla, korkutucu dürtüleriyle, iç
çatışmalarıyla yeniden, yeniden yüzyüze getirildiği süreç. Bu sürecin amacı, hastanın
içgörüsünü artırmak ve çatışmalarıyla başa çıkmasına; böylece yeni ve daha yapıcı
davranışlar geliştirmesine yardımcı olmaktır.
tam donanımlı (totipotent) Embriyolojide bir hücrenin ya da çekirdeğin, ilgili
organizmada bulunan her türlü farklılaşmış hücrenin oluşmasını sağlama yetisi. Tam
donanımlı tek hücre, bölünme yoluyla organizmanın tamamını üretebiliyor.
Bkz.kromozom; gen; genetik.
tam gözetim kurumları (total institution) İnsanların, yaşamlarının belli dönemlerinde
toplumun geri kalanından tecrit edildiği; bütün davranışlarının en küçük ayrıntısına dek
planlandığı, denetlendiği hapishane, psikiyatri kliniği gibi yerler. Bu denetleme ve
planlama sonucunda söz konusu kişiler topluma yeniden girmekte oldukça
zorlanabiliyorlar. Bkz. kurumsallaşma; yeniden toplumsallaşma.
tam iletişim (totalcommunication) İşitme engellilerle olabildiğince etkili bir iletişim
sağlamak için her türlü işitsel dil, işaret dili gibi görsel tekniğin bütünleştirilmesine
dayalı bir yaklaşım. Bkz. iletişim.
tam itme sağaltımı Bkz. tam itme tedavisi.
tam itme tedavisi (total-push therapy) Myerson’un ağırlıklı olarak hastanede kalan
süreğen şizofren hastalar için geliştirdiği ve günümüzde hastane koşullarının önemli
ölçüde iyileştirilmesine yol açan destekleyici bir tedavi yaklaşımı; tam itme terapisi,
tam itme sağaltımı. Myerson, hastaların moralini yüksek tutmak ve kötüleşmeyi
önlemek için, oldukça uyarıcı bir çevre oluşturmaya ve hastaları sürekli olarak
günlük yürüyüşler, spor; daha sonra iyileşme görüldükçe müzik, dans, el sanatları,
mesleksel tedavi gibi etkinliklerle özendirmeye çalışmıştır. Bkz. tedavi topluluğu.
tam itme terapisi Bkz. tam itme tedavisi.
tam öğrenme (mastery learning) Bloom’un geliştirdiği önemli bir öğrenme modeli.
Bloom, tam öğrenme ile ilgili görüşlerini ve onların gerekçelerini şöyle açıklıyor:
Bireysel ayrılıklara uygun olarak yapılan öğretim, öğrencilerin yüzde 75’i ile
yüzde 90’ını öğrenim hedefine ulaştırabiliyor. Öğrencilerin belli bir ders konusuna
ilişkin öğrenim görevlerini yerine getirmede yararlandıkları yetenekleri birbirine
eşit değildir. Yeteneklerine bağlı olarak, öğrenme hızları da farklıdır. Her öğrenci,
belli bir konuyu farklı sürelerde öğrenebiliyor. O nedenle öğretmen, her öğrenciye,
belli bir öğrenim görevini tamamlayabileceği kadar süre vermelidir. Kendisine
yeterli süre verildiğinde ve uygun öğrenim ortamı hazırlandığında her öğrenci,
öğrenim görevlerini başarıyla sonuçlandırıyor. Her öğrencide farklı olan bir başka
değişken, öğrenme güdüsüdür. Her öğrenci, kendi öğrenme güdüsünün gücü
ölçüsünde, öğrenim görevini yerine getirmeye çabalıyor; öğrenme miktarını, kendi
öğrenme güdüsünün gücü ölçüsünde artırabiliyor. Öğrencinin konuya karşı duyduğu
ilgiyi, öğrenmeye etkin katılımını ve öğrenim sırasında karşılaştığı öğrenme
güçlüklerini aşma isteğini, onun öğrenme güdüsünü yönlendiren temel etken
durumundaki akademik benlik tasarımı besliyor. Öğrenme sırasında yaptığı
yanlışlardan pay çıkarmasını; öğrenme sürecinde yaşanan engelleri sabırla aşmasını
ise benliğine, öğretmene ve ders konusuna karşı geliştirdiği tutumlar belirliyor. Bir
farklılık da öğrenim durumlarını anlayabilmede görülüyor. Bunun belirleyicilerinden
biri, kişinin dil ve okuma becerisidir. Dil ve okuma becerilerini; dinleme, dinlediğini
anlama, sözlü ve yazılı anlatım gücü oluşturuyor. Dil ve okuma becerisinin yanı sıra,
dersle ilgili temel ön bilgi ve beceriler kazanılmış; konuyla ilişkili terimler de daha
önce öğrenilmiş ise, öğrenim durumlarına ilişkin yaşantıların edinilmesi kolaylaşıyor.
Öğrenmenin gerçekleşmesinde ayrıca, öğretmenin göze ve kulağa hitap eden
araçlardan yararlanması, somuttan soyuta ilkesini bireysel yeteneklere göre
uygulaması da önem taşıyor. Öğretimin niteliğini en iyi, öğretmen denetliyor. Öğretimi
hedefine, öğrencilerin ilgi, gereksinim ve yeteneklerine uygun olarak düzenlenen
öğretim durumları ulaştırıyor. Tam öğrenme modelinde öğrenci başarısı, normal
dağılım eğrisi yerine, sağa (üst puanlara doğru) çarpık bir dağılım gösteriyor.
Eğitimin görevi, öğrenci gizilgücünün gelişimini normal dağılımla sınırlama yerine,
bireysel ayrılıklara işlerlik kazandırarak, öğrenciyi ulaşabileceği son noktaya
yaklaştırmaktır. Tam öğrenme stratejisiyle yetişen öğrenci, öğrenmeye ayırdığı
zamanı gittikçe kısaltıyor. Öğrenci, bunu yalnızca öğrenme durumlarını anlama
yeteneği ile gerçekleştirmiyor; okul içinde ve okul dışında aldığı eğitimin niteliği de
bu konuda etkili oluyor. Öğretmen, bu iki değişkenle ilgili uygun koşulları yaratarak
sınıfta öğrencilerin büyük çoğunluğunun tam öğrenmesini sağlıyor. Çağdaş eğitimde
öğretim terimiyle, her öğrencinin anlama yeteneğine göre öğrenim görevinin ve bu
görevi yerine getirmek için izlenecek yolların belirlenişi dile getiriliyor. Anlamada
sözel yetenek, genel bir etkendir. Sözel yetenek, okul öncesinde ve ilköğretim
döneminde fazla etkilenmiyor. Bu yetenekteki değişim, daha sonra da düşük düzeyde
sürüyor. Her öğrenme güçlüğünün giderilmesinde olduğu gibi, sözel yeteneğe ilişkin
öğrenme güçlüklerinin giderilmesinde de öğrencilere işbirliği ve etkileşime dayalı
üçer kişilik küme çalışması yaptırmak, daha yararlı oluyor. Ancak, bundan da yararlı
olanı, öğretmenle öğrencinin bire bir ilişkisiyle sürdürülen çalışmalardır. Farklı
sözel yetenekleri olan öğrencileri ise, farklı okuma yeteneklerine yanıt verebilen,
aynı konuda; ama, birbirinin seçeneği durumundaki ders kitaplarıyla yapılan öğrenme
çalışmaları, verimli sonuçlara götürüyor. Çalışma kılavuzlarıyla programlanmış
öğretimin sunduğu yöntemlerin, ağır ilerleyen, çok alıştırma ve yinelemeye
gereksinim duyan, sık pekiştirme isteyen öğrencilere daha yararlı olduğu görülüyor.
Öğrenme isteği ve bilişsel gücü sınırlı öğrencilere ise gör-işit araçları, akademik
oyunlar, somut gösteriler, daha ilginç geliyor ve etkili öğrenim yaşantıları
kazandırıyor. Öyleyse yapılması gereken, sınıftaki her öğrenciye en elverişli öğrenme
olanağı verecek bol ve çeşitli yöntem, araç gereç sağlamak; öğretmenin
kılavuzluğunda, kendi anlama yeteneğine uygun düşenleri seçme ve bireysel olarak
bunlardan yararlanma fırsatı vermektir. Öğrencinin öğrenmeye güdülenme düzeyi
v e öğrenmeye katılma isteğini, onun geçmiş yaşantıları, başarıları ve bilişsel
öğrenmelerle ilgili olarak geliştirdiği duyuşsal öğrenmeleri belirliyor. Geçmişteki
çabası ödüllendirilmişse, öğrencinin aynı çabayı sürdürdüğü görülüyor. Geçmişteki
çabasının bir işe yaramadığını gören öğrenci ise ne içinde bulunduğu andaki
öğrenmeye karşı istek duyuyor ne de öğrenmeye katılıyor. Ödülün sıklaştırılması,
öğrencide öğrenmeyle ilgili güdü ve çabayı artırıyor. Bütün bu değişkenler, bireysel
ayrılıkları besleyen olağan öğrenme koşulları içinde her öğrencinin ilgi ve
gereksinimine göre sunulduğu zaman, öğrenme süresinde azalma; öğrenme miktarında
ise artış gözlemleniyor. Tam öğrenmeyi sağlayan biçimlendirilmiş değerlendirme
stratejisi, konunun öğrenilmemiş yönlerine tanı koymaya yaramaktan başka, hangi
yöntem ve araç gerecin, hangi öğrenci için uygun olduğuna tanı koymaya da yarıyor.
Ünite değerlendirmesi için, tam öğrenme gerçekleşene dek, seçenek olabilen yöntem
ve araç gereçlerden yararlanılıyor. Tam öğrenme modelini değerlendirme stratejisinin
ikinci önemli yönünü ise genel değerlendirmenin, bunların toplamı olarak ele alınışı
oluşturuyor. Öğrenciler arasında, yarışmadan çok, iş birliğine ağırlık verilerek
gerçekleştirilen tam öğrenme çalışmaları ile öğrencilerin yüzde 90’a yakını tam
öğrenmeye (A notuna) ulaşmakla kalmıyor; benlik tasarımında da olumlu değişmeler
oluyor. Bu da ruh sağlığı için güçlü bir kaynak oluşturuyor. Yine bu modelle
öğrencide, çevresini denetleme duygusu geliştiriliyor. Tam öğrenme ile öğrencide,
sonraki öğrenmeler için güdülenme yaratılıyor; öğrenci, kendi ilerlemesini görerek
öğrenme zevkini tadıyor; öğrenmeye karşı yeni ve sürekli ilgi oluşturuyor. Geleneksel
öğretim gören öğrenci ise öğrenmeyi reddediyor ve eğitimin en son amacı olan
kendini gerçekleştirme yolunu kendisine kapatıyor. Sönmez, Bloom’un öğrenme
modelinde girdi ve işlem değişiklikleri olarak yer alan bilişsel giriş davranışları ve
duyuşsal giriş karakteristikleri ile öğretim hizmetinin niteliğini şöyle açıklıyor: (1)
Öğrencinin bilişsel giriş davranışları ve duyuşsal giriş karakteristikleri
bilinmelidir. Bir derse ya da kursa başlamadan önce, öğrencinin dağarcığında bulunan
bildikleri, ilgileri, güdülenmişlikleri, tutumu ve başkaları belirlenmeli; öğretim, bu
özellikler göz önünde bulundurularak düzenlenmelidir. Çünkü bilişsel giriş
davranışları, başarıda gözlemlenen varyansın .50’sini; duyuşsal giriş karakteristikleri
.25’ini; ikisi birlikte işe koşulunca .65’ini açıklayabiliyor. 2. Öğretim hizmeti ise en
az şu niteliklerle donanmış olmalıdır: (a) Her eğitim durumunda işaretler (ipuçları)
bulunmalıdır. Bu işaretler kimi öğrenciler için yazılı kaynaklar; kimisi için sözlü
açıklamalar; kimisi için de gösteri, model ve açıklamaların birleşimi ya da başka
işaretler olabilir. (b) Her eğitim durumunda pekiştireç bulunmalıdır. Bunlar, ,
öğrenciye, kültürel değerlere, dersin niteliğine, zamana, yere ve kazandırılacak hedef
davranışlara göre belirlenmelidir. (c) Her eğitim durumunda öğrencinin etkin
katılımı sağlanmalıdır. Katılım açıkça ya da zihinsel olabilir. Öğrencinin
kendikendine yaptığı yineleme ve alıştırmalar da birer katılımdır. (ç) Her eğitim
durumunda dönüt ve düzeltme yer almalıdır. Grupla öğretimde öğrenme sürecinin
her öğrenci için etkililik derecesine ilişkin dönütlerden elde edilen kanıtlara
gereksinimi bulunuyor. Öğretmenlerin, gerekli yerde yanlış ya da eksikleri giderici
önlemleri almaları gerekiyor. Şöyle bir yol izlendiğinde tam öğrenme stratejisinin
başarılı olduğu gözlemlenmiştir: Öğrencilere hem işlenen ünitede neler öğrenmiş
olduklarını hem de öbür üniteye geçmeden önce başka neleri öğrenmeleri gerektiğini
belirleyen izleme testleri uygulanıyor ve öğrenciler, bunların sonuçlarından
yararlandırılıyorlar. Öğrencilerin eksik ya da yanlışlarını düzeltmeden, sonraki
üniteye geçmelerine izin verilmiyor. Bu tamamlayıcı eğitim, bire bir çalışmayla
gerçekleştiriliyor. Buna olanak olmazsa öğrenciler küçük gruplara ayrılarak
çalıştırılıyor. (d) Ders ya da kursun üniteleri aşamalı olarak sıralanmalıdır. Bir
ünite tam olarak öğrenilmeden sonraki üniteye geçilmiyor. Bilişsel giriş davranışları,
duyuşsal giriş karakteristikleri ve öğretim hizmetinin niteliği birlikte
gerçekleştirildiğinde bu, başarı varyansının .81’ini açıklıyor.
tam öğrenme stratejisi Bkz. strateji; tam öğrenme.
tam verimlilik (fully functioning) Rogers’a göre, yaşantılara daha açık olma, daha
varoluşsal bir yaşam sürdürme, organizmaya daha fazla güvenme, daha tam işlevde
bulunma. Bkz. kendini gerçekleştirme
tanatoloji (thanatology) Ölümün ve ölmenin psikolojik ve tıpsal yönlerini inceleyen
bilim.
tanatos (thanatos) Freud’a göre, kişiyi saldırganlığa, şiddete, sonsal anlamda özyıkıma
güdüleyen içgüdüsel dürtü; ölüm içgüdüsü, ölüm isteği. Bkz. içgüdü kuramı.
tanı (diagnosis) Teşhis. Bkz. tanılama.
tanıdıklık yoluyla bilgi (acquanintance) Duyu organlarımız aracılığı ile dış dünyaya
ilişkin edindiğimiz ve doğrudan farkında olduğumuz bilgi. İnsanların yüzleri, bilinen
yerler ve benzerleri ile ilgili bildiklerimiz bu gruba giriyor.
tanıdık tecavüzü (acquaintance rape) Tecavüzün hukuksal tanımına uyan ve kurbanın
tanıdığı kişilerce yapılan zora dayalı cinsel eylem.
tanıklık psikolojisi (psychology of witness) W. Stern’in ortaya koyduğu ve adalet
psikolojisinin bir bölümünü dile getiren terim. Tanıklık psikolojisi, adliyede
bildirilenlerin mantık açısından gerçeğe, ahlak kurallarına uygun olup olmadığını,
inandırıcılığını ve anlatılan olayların içinde geçtiği koşulların ele alınmış olan konuya
etkisini inceliyor.
tanıklık ruhbilimi Bkz. tanıklık psikolojisi.
tanılama (diagnosis) Bir hastalığın ya da normaldışı davranışın belirtilerine ve gelişim
özelliklerine bakarak onları öbürlerinden ayırt etme; teşhis etme.
tanılama testi (diagnostic test) 1. Öğrencilerin özellikle zayıf oldukları konuları
belirleyip gerekli giderici önlemleri almak amacıyla sınırlı bir ders konusundaki ya
da onun küçük bir bölümündeki başarıyı ölçmek için hazırlanmış test. 2. Öğrencinin
güçlü ve zayıf yanlarını ortaya çıkarmayı amaçlayan bir sınav türü. 3. Psikolojik
danışmada kişinin belli bir özelliğini ya da belli özelliklerini belirlemek üzere
hazırlanan standart araç.
tanım (definition) Bir sözcüğün ya da önerinin anlamını, önemini açıklama, özel ve
başlıca niteliklerini belirtme. Bkz. döngüsel tanım; işlemsel tanım.
tanıma (recognition) Daha önce görülen, işitilen, yaşanan bir şeyi yeniden gördüğünde,
işittiğinde, yaşadığında aynı şeyi görmüş olduğunu anlama, fark etme; ayrımsama.
Anımsamadan farklı olarak tanıma, ayrıntılı değildir ve bellek izinin temsil ettiği
uyarıcının eylem olarak varlığını gerektirir. Örneğin, daha önce görülen bir yüzün,
yerin ya da sunulan herhangi bir uyarıcının yeniden görüldüğünde anımsanması, biliş
psikolojisinde tanıma olarak açıklanıyor. Klasik bir tarih sınavı ile çoktan seçmeli bir
tarih sınavı arasındaki fark, bu iki anımsama biçimi arasındaki farkı iyi
örneklendiriyor. İlkinde soruların doğru yanıtlarının bellekten bulunup çıkarılması
gerekirken, ikinci sınav biçiminde doğru yanıtlar, sunulan seçenekler arasında yer
alıyor. Bu nedenle, rastlantıya bağlı olduğu için, anımsanan miktarın hatırda tutmayı
tam olarak ölçtüğü söylenemez. Öte yandan, tanıma teknikleriyle ölçmede,
değerlendiricinin yorumu puanlamaya katılmadığı için, daha nesnel sonuçlar elde
ediliyor ve bu ölçme daha ekonomik oluyor. Bkz. üretme-tanıma.
Tanıma Belleği ( (Recognition Memory (RM)) Ayrı bir bellek türü olmaktan çok, öteki
bellek sistemleri içinde bir alt küme; örüntü tanıma. Hatırda tutmanın ölçülmesinde
kullanılan anımsama ve tanıma arasındaki ilişki, iki farklı yaklaşımla ortaya
konuluyor. Bunlardan birincisine göre, tanıma ve anımsama, aynı belleğin, aynı işi
yapan iki ayrı alt alanıdır. İkincisine göre, tanıma ve anımsama, birbirinden farklı iki
kümedir. Bilginin kodlanması bakımından da tanıma ve anımsama, birbirinden ayrı
değerlendiriliyor. Anımsamada işitsel bilgi; tanımada ise görsel bilgi kullanılıyor.
Ancak, tanıma anımsamaya göre daha kolaydır. Bilişsel psikologların geliştirdiği bilgi
işleme sistemi’ne göre bilgi, duyusal kayıttan sonra STM’ye geçmeden önce, örüntü
tanımaya geliyor. Buna bağlı olarak TB, duyusal kayıttaki bilgiyle daha önce
kazanılmış olan bilgi arasında bağ kuruyor ve duyusal girdi, anlamlı bir kavramla
eşlendiği zaman tanıma gerçekleşmiş oluyor. Tanımanın, daha çok uyarıcıya anlam
verme biçiminde düşünülmesi gerekiyor. Bu açıdan, çoktan seçmeli ve doğru-yanlış
türü sınavlar, TB’nin işleyiş süreciyle ilgilidir. Tanımayla kodlanmış olan bilgi,
STM’ye geçebiliyor. Tanıma belleği, LTM’deki bilgiyi de yoğun bir biçimde
kullanıyor. Tanıma belleği için, LTM, STM ve IM’de birçok deney yapılmıştır.
Bunların sonucu olarak TB, bütün bellek sistemleriyle yakından ilişkili olsa da ayrı
bir bellek grubu olarak düşünülmüyor. Bkz. bellek.
tanıma şeması (cognitive schema) 1. Kişinin geçmiş yaşantılarıyla ilgili bir algılama
çerçevesi ya da kalıbı; bilişsel şema. Kişinin bugünkü ve yarınki yaşantıları, bu
çerçeve ile ilişkilendirilerek değerlendiriliyor. Buna, yaşantıları gruplandırmada
etkili olan Gestalt ilkeleri, en yalın örnek olarak gösteriliyor. Tanıma şeması, bir
nesne ya da düşüncenin algılanma ve benimsenme biçimini belirlemek üzere sunulan
uyarıcı ya da özelliği ile birleşip yaşantıyla canlı yapıya kazınmış sayılan karmaşık
bir örüntüdür. Çok geniş bir kavram olan bu terim, bir nesnenin ayakkabı olarak
algılanması gibi çok küçük bir kalıp olabileceği gibi, başka toplumsal gruptan
insanların davranışlarını hoş olmayan bir biçimde engellemeye yol açan ırk
önyargıları ya da zamanı, geçmiş, gelecek ve şimdi diye üç bölümde kavrama gibi çok
daha kapsamlı geniş bir kalıp da olabilir. 2. E. C. Tolman’a göre, bireyin, insan ve
hayvanın dış çevreye ilişkin taşıdığı kapalı sayıltı ve beklentisi; canlının bir tür
tanıma haritası, hazırlıklı oluş durumu; bilişsel şema.
tanıma yöntemi (recognition method) Daha önce edinilen bilgileri türlü testler aracılığı
ile denetleme yöntemi.
tanımlayıcı araştırma (descriptive research) Neden-sonuç ilişkilerinden çok,
gözlemlenebilir özellikleri belirlemeyi ve tanımlamayı hedefleyen; başka deyişle
deneysel olmayan, gözleme dayalı araştırma.
tanımlayıcı aşama sırası (descriptive hierarchy) Bir uyarımın zihinsel düzlemde farklı
ayrıntı düzeyleriyle temsil edildiğini ileri süren görüş. Bu görüşe göre kenarlar gibi
basit özellikler alt düzeyde; köşeler gibi daha karmaşık özellikler ise daha üst
düzeylerde temsil ediliyor.
tanımlayıcı davranışçılık (descriptive behaviorism) B. F. Skinner’in başlangıçta
çevresel olaylar ile davranışlar arasındaki ilişkileri açıklamaya değil, tanımlamaya
yönelik çalışmaları için kullandığı terim. Bkz. radikal davranışçılık.
tanımlayıcı istatistik (descriptıve statistics) Belli bir popülasyondan alınan
örneklemden elde edilen merkezi eğilim, korelasyon, varyans gibi özel ölçümleri
tanımlayan ve özetleyen nicel (sayısal) bilgiler.
tanımlayıcı normlar ( descriptive norms) Hangi davranışların toplumsal onay
gördüğüne bakmadan, başkalarının belli bir durumda nasıl davranışlar gösterdiğine
ilişkin algılar.
tanımlayıcı psikiyatri (descriptive psychiatry) Ağırlıklı olarak, düşünce, duygu ve
davranışların altında yatan psikodinamik süreçleri değil; gözlemlenebilen belirti ve
davranışları inceleyen yöntemlerle elde edilen bilgilere dayanan psikiyatri; deskriptif
psikiyatri. Bunun ilk örneklerinden biri, Emil Kraepelin’in ruh hastalıklarına ilişkin
sistematik tanımlarıdır. Bkz. dinamik psikiyatri.
tanımlayıcı yöntemler (descriptive methods) Davranışı tanımlamaya yönelik
yöntemler. Bunların, nedensel açıklamalar sağlaması beklenmiyor.
tanımsal ruh hekimliği Bkz. betimleyici psikiyatri.
tanısal asimilasyon (recognitory assimilation) Piaget’nin asimilasyon kuramına göre,
çocuğun yineleyici asimilasyon yetisinden sonra gelişen nesneleri birbirinden ayırt
edebilme ve bu farklılıklara dayanarak her birine farklı tepkiler verebilme yetisi. Bu
evreyi çok daha gelişmiş olan genelleştirici asimilasyon izliyor. Bkz. PIAGET,
Jean.
tanısızlık (agnosia) Tanınıp bilinen varlıkları, görme, onların sesini işitme gibi duyu
organları yoluyla ayırt edememe durumu; agnozi.
tanısız zekâ geriliği (unspecified mental retardation) Bilinen bir nedenden
kaynaklanmayan ya da standart testlerle belirlenemeyecek kadar ağır olan zekâ
geriliği.
Tanı ve İstatistik Kılavuzu DSM-IV (Diagnostic and Statistical Manual) Amerikan
Psikiyatri Birliği’nin ruh (akıl) hastalıklarının tanımı, tanısı ve sınıflandırılması için
geliştirdiği bir standart. Bu standartta yer alan tanımlar ve tanı ölçütleri, ruh
hastalıklarına ilişkin şu ya da bu kuramsal açıklamalara değil; gözlemlere ve
istatistiksel verilere dayalı olarak belirlenmiştir. Bu kılavuzda hastalıklar, 5 temel
boyut ya da eksende değerlendiriliyor. Bu eksenler sırasıyla şunlardır: 1. eksen:
Klinik rahatsızlıkları. II. eksen: Kişilik bozuklukları ve zekâ geriliği. III. eksen:
Genel tıpsal rahatsızlıklar. IV. eksen: Psikososyal ve çevresel sorunlar. V. eksen:
Genel işleyiş değerlendirmesi. Örneğin, bir çocuğa 1. ve 2. eksende olduğu tanısı
konulabilir; sara gibi genel tıpsal bir rahatsızlığı bulunduğu; 9 sınıftan (kategoriden)
birisinde, anne babasının boşanmış olması gibi psikososyal sorunları olduğu
saptanabilir ve genel işleyiş değerlendirme ölçeğinde önemli belirtileri ya da özürleri
bulunduğu belirlenebilir. DSM-IV, türlü gerekçelerle yoğun eleştirilere uğramıştır.
Bunlardan ilki, kılavuzun sınıflandırma sisteminde kişide belli bir hastalığın ya
bulunduğu ya da bulunmadığı gibi ikili bir değerlendirme yapmasıdır. Oysa boyutsal
yaklaşımlar, belli bir özelliğin bir insanda ne düzeyde bulunduğunu tanımlıyor.
Örneğin, bir hastalığın küçük bir özelliğini taşımayan bir çocuk, söz konusu hastalığı
yokmuş gibi değerlendiriliyor. İkincisi, belirti listelerindeki kesme noktaları keyfi gibi
görünüyor. Örneğin, 9 dikkatsizlik belirtisinden 5’ine; 9 aşırı etkinlik-dürtüsellik
etkinlik-dürtüsellik belirtisinden de 5’ine sahip olan bir çocuğa aşırı etkinlik ve
dikkat eksikliği tanısı konabiliyor. Oysa bunlardan herhangi birinin 6’sını gösteren
çocuğa bu tanı konacaktır. Bir başka eleştiri de DSM’nin, çok genel kapsamlı olduğu
ve kesinlikle bir ruh hastalığı olmayan sorunları ya da güçlükleri içerdiğidir. Örneğin,
el yazısı becerisi zayıf olan bir çocuğa zihinsel bir bozukluk tanısı konacaktır. Birçok
insan, kötü yazı yazmayı bir ruh hastalığı olarak değerlendirmeyecektir. Aynı biçimde
sıklıkla kızan, başkalarını rahatsız eden, erişkinlerle tartışan bir çocuğa ters
başkaldırıcılık bozukluğu tanısı konabilir. Bu da bu türden psikiyatrik tanıların,
normal yaşam alanlarına psikiyatrinin yersiz müdahalesi, o alanları denetlemesi
oluyor. Son olarak, DSM’nin bir tür güç aracı olduğu; belli grupları; örneğin,
kadınları, azınlıkları, çocukları denetim altında tutmaya, haklarını çiğnemeye, kurulu
düzeni korumaya yönelik bir tür araç olduğu yönünde eleştiriler yapılmıştır. Kılavuz,
DSM-III, DSM-IIIR, DSM-IV gibi revizyon numaralarıyla anılıyor. Bkz. uluslar
arası hastalık sınıflandırması.
Tanrı (God) Evreni ve evreni yöneten kuralları yarattığı varsayılan ve çağdaş dinlerin
çoğunun dayandığı doğaüstü güç; Allah. Tek, her şeye gücü yeten Tanrı kavramı, antik
dünyanın ilk despotlarının bir yansıması olarak ortaya çıkmış ve o günden sonra Tanrı,
toplumdaki egemen sınıfın statüsünü yansıtır duruma gelmiştir. Çünkü Tanrı, her şeyi
yaratan olmasının ötesinde, toplumsal yaşamı düzenleyen, gözlemleyen ve yargılayan,
doğa ve toplum yasalarını değiştiren ya da hükümsüz kılan bir role sahiptir.
Postmodern teolojide, Tanrı kavramının olduğu kadar kutsallaştırma-
dünyasallaştırma süreçlerinin de açıkça insana dayalı süreçler olduğu ve toplumsal
değişimlere bağlı olarak mutlaka değiştiği savunuluyor.
Tanrı tanımazlık (atheism) 1. Tanrı ya da yüce bir varlık tanımama. 2. Kişisel bir
Tanrı tanımama.
Tanzimat Döneminde Eğitim Bkz. Türklerde eğitim.
Tanzimat devri (the years 1839-1876 in Ottoman history ) Osmanlı Devleti’nde,
Mustafa Reşit Paşa’nın önderliğinde girişilmiş planlı ilk Batılılaşma-yenileşme
hareketi dönemi. Tanzimat hareketinin genel amacı, yüzyıllardır yalnızca bir şeriat ve
Doğu devleti olan Osmanlı Devleti’nin yönünü Batıya çevirmek ve oranın ilkelerini
benimsemek; yaşayabilmek için bilim, toplum ve uygarlık anlayışı bakımından da
batılaşmaktır. Uzun yıllar Avrupa’da elçilik yapan, geniş bir kavrayışa ve güçlü bir
yurt sevgisine sahip olan Mustafa Reşit Paşa, görüşlerini kabul ettirdiği padişay
Abdülmecit’in ağzından kaleme aldığı Tanzimat Fermanı’ n ı 3 Kasım 1839’da
İstanbul’da Gülhane Parkı’nda geniş bir kalabalık önünde okuyup dünyaya ve ülkeye
duyurdu. Fransız İnsan Hakları Bildirisi’nden etkilenmiş olan bu fermanla yurttaşların
ırz, mal güvenliği, yurttaşlık hak ve özgürlükleri sağlanıyor; adalet, vergi, maliye,
askerlik, milli eğitim ve daha başka konularda batıya dayalı çağcıl kurumların
oluşturulması öngörülüyordu. Medreselerin yanı sıra, ilkokuldan üniversiteye dek
çağdaş eğitim verecek okulların açılması; şeriat mahkemelerinin yanında çağdaş
mahkemelerin de kurulması gerekli görülüyordu. Sanat, edebiyat ve bilimsel
düşünmedeki yararlı etkileri, Tanzimat’ın getirdiği yeniliklerin başında geliyordu.
Tanzimat, belli bir süre içinde tüm yönleri ile tam sonuç verememiş olsa da bu
hareketin Osmanlı Devleti’ne bir tür yaşama aşısı görevi yaptığı yadsınamaz.
Tanzimat Fermanı Bkz.Tanzimat devri.
tapıncak Bkz. fetiş.
tapıncakçılık Bkz. fetişçilik.
tarafsızlık Bkz. yansızlık.
tarafsız tahmin Bkz. yansız kestirim.
tarafsız varyans tahmini Bkz. yansız varyans kestirimi.
tarama (I) (scanning) 1. Belli bilgilere ulaşmak amacıyla çevrenin etkin bir biçimde
gözden geçirilmesi. Bu terim genellikle okuma, araba kullanma gibi günlük
etkinliklerde gerekli bir beceri olan görsel tarama için kullanılıyor. 2. Tıpta, vücudun
belli bir bölgesini; örneğin, beynin resmini çıkarma; bu biçimde elde edilen resim ya
da bu amaçla kullanılan manyetik rezonanslı görüntüleme ve benzeri yöntemler.
tarama (II) (screening) Bedensel ya da ruhsal anlamda sağlık ve gelişim sorunları
açısından risk taşıyan ya da hastalığın henüz ilk aşamasında olan kişilerin
belirlenmesi amacıyla hedef kitle üzerinde yapılan hızlı bir ön çalışma.
Tarasoff Kararı (Tarasoff Decision) California mahkemelerinden birinin, hastanın
belli kişi ya da kişiler açısından risk oluşturduğunun farkına varması durumunda
terapiste ilgili kişi ya da kişileri uyarma yükümlülüğü getiren kararı. Bu tür
durumlarda terapist, gizlilik kuralı dışına çıkabilme hakkına sahip bulunuyor.
tardiv diskenzi (tardive dyskinesia) Psikoaktif ilaçların, ayrıca beyin travmalarında
kullanılan türlü ilaçların uzun süre kullanımıyla ilişkili olarak ortaya çıkan ve işlevsiz,
istemsiz hareketlerle tanımlanan, birçok durumda geri dönüşü olmayan bir nörolojik
sendrom. Kullanılan ilaçların kesilmesi, belirtilerin sıklıkla görülmesine ve iyice
ağırlaşmasına yol açıyor. Yüzde tikler, yüz buruşturma, göz kırpma, dudak şapırdatma,
dil şapırdatma; kafayı ileri geri, sağa sola savurma, ayak vurma; diz, bacak
hareketleri, sarsak duruş, kafa sallama, bu istemsiz hareketlerdendir. Bozukluk, ayrıca
soluk alıp verme güçlüğü, yemek yiyememe, ağız yaraları, ayakta durma ve yürüme
güçlükleri gibi ciddi sorunlar da yaratabiliyor.
tartışma (discussion) 1. Bir konu, sorun ya da soru üzerinde, katılanların içten bir
karara ya da sonuca varmayı istedikleri etkinlik; münakaşa. Tartışma çoğu kez bir
öğrenme yolu olarak kullanılıyor. Bu, bir gerçeğe ulaşmaktan çok, bir görüşü
ispatlamanın öne çıktığı bilimsel ya da savlı tartışma ile karıştırılmamalıdır. Bunda
amaç, inandırma ya da kendi düşüncesine yandaş sağlama ya da üstünlüğünü ortaya
koyma değil; konuya açıklık kazandırma ve konunun anlaşılmasına katkıda
bulunmayı amaçlayan iki ya da daha çok kişinin görüşlerinin alınması ya da
karşılaştırılması temeldir. Ancak, bu düzeydeki tartışmalara çok az rastlanıyor. Bu
amaçla gerçekleştirilmek istenen tartışmalara sen-ben savı, kendini gösterme çabaları
karıştığında, tartışma, amacından saptırılmış oluyor. 2. Bir konu ya da sorunun değişik
yönlerini öğrenmek ve türlü görüşleri yansız olarak açıklamak isteyen bir kişinin o
konu ya da sorunu gözden geçirmesi ya da başka biri ile incelemesi. Bu, sözlü ya da
yazılı oluyor.
tasa (worry) Genellikle çok önem verilen bir varlığın yitirilmesi sonucunda duyulan
üzücü ya da tedirgin edici durumların ortaya çıkmasını önlemeye uğraşma sırasında
algılanan tedirgin edici duygu; elem. Bkz. kaygı.
tasarım (design) 1. Ortaya konulacak bir iş, elde edilecek bir sonuç ile ilgili düşünce,
tasarı, tasarlanmış şey; proje. 2. Eğitimde, okulun içinde bulunduğu köyü, kasabayı,
bir mahalleyi, çevrenin bir yönünü incelemek gibi eğitsel değeri olan ve belli bir
amaca yönelik bir çalışma. Eğitsel projeler, genellikle okul dışında inceleme
yapmayı, bilgi toplamayı ve sonuçta sorun çözmeyi gerektiriyor. Çoğu kez, harita,
model yapma gibi pratik çalışmaları da içeriyor. Proje konuları, öğrencinin doğal
merak ve ilgilerine dayandırılıyor. Belli bir ders sınırını aşıyor; sınıf çalışması kadar
bireysel çalışmayı da gerektiriyor. Belli bilgiler edinme yerine birtakım tutumların,
zihinsel becerilerin geliştirilmesini hedefliyor. Bu çalışmalarda öğretmen, bir otorite,
bir konuşmacı olmaktan çıkıp yardımcı ve kılavuz rolünü üstleniyor. Ders ve vakit
çizelgesinin esnekleştiği bu çalışmalar sırasında derslik, bir işlik görünümü kazanıyor.
Proje çalışması sonunda elde edilen ürün, bir bildiri ya da gösterim olarak ilgililere
sunuluyor. Orta öğretimden çok ilköğretimde ve yüksek öğretimde yer verilen proje
çalışmalarının temelinde yatan ilke, öğretimi bireyselleştirmektir.
tasarım çalışması Bkz. tasarım.
tasarımsal şemalar Bkz. bilişsel gelişim kuramı.
tasarım yöntemi (project method) Öğretim sırasında toplumsal çevrede doğal olarak
beliren ve bir amaca ulaşmak için üzerinde çalışılan konu; proje metodu. Tasarım
Yönteminin Uygulama Koşulları: (1) Çalışmalar, öğrencilerin istek ve amaçlarına
uygun bir konu üzerinde sürdürülüyor. (2) Öğrenciler etkin kılınıyor; yalnızca bilgi
toplanmıyor; bir işi gerçekleştirilmeye çalışılıyor. (3) Tasarım, öğrenci yaşamının
doğal akışına uygun olarak başarılıyor; zora dayandırılmıyor. (4) Gerektiğinde
öğrencilerin işbirliği yapmalarına olanak veriliyor. Bu nitelikteki çalışmalarla,
çocukların yetenekleri, inceleme ve araştırma becerileri gelişiyor. Öğrencilerde iş
yapma isteği, ortaya konulan yapıttan haz duyma eğilimi kökleşiyor. Tasarım
geliştirmede ilk koşul, öğrencide içten bir ilgi yaratmakktır. Bunun için, yapılacak
işin, ilgi çekici olmasına dikkat ediliyor. Bu koşullar var edilerek başlanan tasarım
çalışmaları, öğrenciyi güçlü bir amaçla iş düzenlemeye; onu adım adım izlemeye; bunu
yaparken karşısına çıkan zorlukları severek göğüsleyip aşmaya yöneltiyor. Köy
enstitülerinde bu yöntemle ilginç ve başarılı çalışmalar yapılmıştır.
tasarruf yöntemi (savings method) Belleği ölçmekte kullanılan bir yöntem. Bu
yöntemde deneklerden, eski; ama unutulmuş gibi görünen bilgileri yeniden öğrenmeleri
isteniyor. İlk öğrenme için gerekli olan süre ile yeniden öğrenme için gerek duyulan
süre karşılaştırılıyor ve bu karşılaştırma sonucunda bir tasarruf puanı elde ediliyor.
Bkz. anımsama; tanıma.
tasvir etme Bkz. betimleme.
taşırma sağaltımı Bkz. taşırma tedavisi.
taşırma tedavisi (flooding therapy) Fobi ve kaygı içerikli bozukluklara yönelik bir
davranışçı tedavi tekniği; taşırma terapisi, taşırma sağaltımı. Kişi bu tedavide
korkulan; ancak, zararsız olan kaygı uyandırıcı durumla gerçek yaşamda ya da düşsel
olarak karşı karşıya getiriliyor ve bu, uyarıcı artık kaygı yaratmayacak duruma
gelinceye dek yineleniyor. Bkz. çöktürme tedavisi.
taşırma terapisi Bkz taşırma tedavisi.
taşifagi (tachyphagia) Aşırı hızlı yeme.
taşiferni (tachyphrenia) Hızlı zihinsel işleyiş.
taşiflaksi (tachyphylaxis) Sık, yinelenen uygulamaya bağlı olarak belli bir ilaca karşı
aşırı hızlı tolerans geliştirme. Bkz. tolerans.
taşikardi tachycardia) Aşırı hızlı; genellikle dakikada 100 ya da daha fazla kalp atışıyla
tanımlanan bir kalp ritim bozukluğu. Bu aşırı hız, sıklıkla ilaçlarla ya da kaygıyla
ilişkili olarak da ortaya çıkıyor.
taşkın-çöküntülü psikoz Bkz. manik-depresif psikoz.
taşkınlık Bkz. mani.
taşkınlık hastalığı Bkz taşkın psikoz.
taşkınlık kuruntusu (expansive delusion) Genelleştirilmiş bir varlıklı, güçlü, önemli,
görkemli olma kuruntusu.
taşkın psikoz Bkz. manik-depresif psikoz ((a) Basit Taşkınlık, (b) İlerlemiş
Taşkınlık, (c) Sabuklamalı Taşkınlık, (d) Karışık Taşkınlık).
taşkın ruh durumu (expansive mood) Duyguların kısıtlamasız dışavurumu, aşırı bir
önemlilik ve görkemlilik duygusu.
taşlaşma (petrification) R. D. Laig’in adlandırmasıyla önemli bir ruhsal tehdit
altındaki kişinin kendini ya da tehdit edilenleri kişiliksizleştirdiği (taşlaştırdığı) bir
tür savunma tepkisi.
tat (taste) Tat alma duyusu; bu biçimde algılanan tat. Tat duygusu, yiyecek maddelerinin
tat alıcıları üzerindeki deliklerden giren moleküllerin ilgili alıcılarla kimyasal
tepkime oluşturarak sinir sinyalleri yaratmasıyla ortaya çıkıyor. Bu biçimde algılanan
tadın türü, alıcıya ve maddenin yoğunluğuna bağlı olarak değişiyor.
T.A.T. Bkz. tematik değerlendirme testi; konusal algılama testi.
tat alıcıları (taste buds) Dilin belli bölgelerinde yoğunlaşan ve farklı tatları algılayan
duyu alıcıları.
tat duyusu (gustation) Ağza konulan nesnelerin tadını anlamayı sağlayan duyu.
tat hallüsinasyonu Bkz. tat sanrısı.
tatlı limon mekanizması (sweet-leman mechanism) Eldekiyle yetinmek için gerekçeler
yaratılarak hoşnutsuzluğun haklı çıkarıldığı bir tür akılsallaştırma. Örneğin, yeni
tanıştığı bir erkeğin kendisini reddeden bir genç kız, var olan erkek arkadaşının
gözden kaçırdığı daha üstün özellikleri olduğunu fark ediyor. Bkz. ekşi üzüm
mekanizması.
tatmin Bkz. doyum.
tat sanrısı (gustatory hallucination) Tat duyusuyla var olmayan anormal tatlar almayı
içeren sanrı; tat hallüsinasyonu.
tat tomurcukları (taste buds) Ağız boşluğunda tat duyumlarını algılamaya yarayan ve
kimyasal süreçlerle uyarılarak tatlı, acı, ekşi, tuzlu gibi tat bileşiklerini ayırt eden
küçük duyu merkezleri.
tat yitimi (taste blindness) Tat alma duyusunun tümden yok olması ya da kimi tatlara
karşı bir körelme olması. Bu özellik kalıtımsaldır
taurin (taurine) Merkez sinir sisteminde, iskelet kaslarında bol miktarda; beyinde ve
kalpte yoğun olarak bulunan bir aminoasit. Merkezi sinir sisteminin gelişiminde ve
korunmasında, sinir ileticilerinin etkinliğinin düzenlenmesinde; ayrıca sara
nöbetlerinin denetiminde taurinin belli bir rol oynadığına inanılıyor.
tavır Bkz. tutum.
tavır bozukluğu Bkz. tutum bozukluğu.
tayf Bkz. spektrum.
t dağılımı (t distribution) Ortalamalar arasındaki varsayımları test etmekte kullanılan
bir olasılık eğrisi. Örneklemin büyüklüğü (serbestlik derecesi) arttıkça t dağılımı,
normal dağılıma daha çok yakınsıyor.
Teacher Collins sendromu (Teacher Collins syndrome) Küçük gözler, küçük ve basık
çene, büyük burun, biçimsiz kulaklar gibi yüz anormallikleri ile tanımlanan otozomal
baskın kalıtsal bir hastalık. Bu hastaların birçoğunda görme ve işitme yitimi;
kimilerinde de zekâ geriliği gözlemleniyor.
tecavüz (rape) Karşısındakinin rızası olmadan, şiddet kullanarak ya da şiddet
kullanacağını söyleyip gözdağı vererek cinsel ilişki kurma. Bu şiddet, bedensel
olabileceği gibi, işten atma, özel yaşamla ilgili bilgileri açıklama ve benzerleri
biçiminde de olabiliyor. Genellikle erkekten kadına yönelik olsa da kimi koşullarda
erkekten erkeğe ya da kadından erkeğe yönelik olanlarına da rastlanıyor. Klasik
psikanaliz, tecavüzü hem libidinal hem de saldırganlık dürtülerini bir çırpıda
doyurmaya yönelik bir eylem olarak değerlendiriyor. Bunun yanı sıra, kurbanı küçük
düşürme güdüsü de söz konusu oluyor. Feminist kuram ise tecavüzü erkek
egemenliğinin kaba bir biçimde ortaya konması ve dayatılması olarak açıklıyor. Bkz.
cinsel suçlar; rıza yaşı; tecavüz miti; tecavüz travması sendromu.
tecavüz örselenmesi sendromu Bkz. tecavüz travması sendromu.
tecavüz miti (rape myth) Kadınların, bilinçdışının derinliklerinde bir yerde cinsel
ilişkiye zorlanmaktan zevk aldığı; tecavüzü cinsel anlamda heyecan verici buldukları
inancı.
tecavüz travması sendromu (rape trauma syndrome) Tecavüz kurbanlarının yaşadığı
kafa karışıklığı, korku, suçluluk duygusu, aşağılanmış olma, öfke ve utanç duyguları,
tek başına kalma korkusu, cinselliğe yönelik fobik tutum gibi belirtiler kümesi.
Vajinismus, kirlilikten arınma anlamında simgesel olarak ortaya çıkan sıklıkla
yıkanma zorlanımı, erkekte iktidarsızlık gibi belirtiler, tecavüzden yıllarca sonra
bile sürebiliyor ve kadının tecavüzü davet ettiği, hak ettiği ya da giyim kuşamıyla,
davranışıyla karşısındakini tahrik ettiği suçlamalarıyla daha da ağırlaşabiliyor. Bkz.
tecavüz; tecavüz miti.
tecrit Bkz. ayırma.
tecrit olmaya karşı yakınlık Bkz. insanın sekiz çağı ((6) Yalnız Kalmaya Karşı
Yakınlaşma Duygusunun Gelişimi).
tecrübe Bkz. deney, deneyim.
tedai Bkz. çağrışım.
tedavi (therapy) Hastalıkların iyileştirilmesine, hafifleştirilmesine ya da önlenmesine
yönelik her türlü psikiyatrik ya da psikolojik uygulama; terapi, sağaltım. Bkz.
psikoterapi; psikoterapi yöntem ve teknikleri.
tedavi atmosferi (therapeutic). C. R. Rogers’ın, hastanın duygularını, çatışmalarını,
sorunlarını dile getirme konusunda kendini özgür duyumsadığı, tutum ve tepkilerinde
yapıcı değişiklikler yarattığı bir benimseme, anlayış ve koşulsuz olumlu saygı
ortamı; sağaltım ortamı.
tedavi bunalımı (therapeutic crisis) Genellikle ani bir içgözlem, eylemleme ya da
hastanın önemli bir şeyi keşfetmesi gibi nedenlerle tedavi sürecinde yaşanan bir
dönüm noktası; sağaltım bunalımı. Bu bunalım olumlu da olumsuz da olabileceği
için, bunun nasıl ele alındığına bağlı olarak tedavinin daha iyiye ya da daha kötüye
gitmesine yol açabiliyor.
tedavi edici danışma (therapeutic counseling) Duygusal sorunları, dile dayalı
tekniklerle tedavi etme; sağaltıcı danışma. Terapist, daha iyi uyum sağlaması için
hastasına, aydınlatıcı çözümleme ve yorumlar yapıyor, önerilerde bulunuyor.
tedavi edici film tekniği Bkz. psikodrama.
tedavi edici ruh sağlığı Bkz. ruh sağlığı ((2) Tedavi Edici Ruh Sağlığı).
tedavi krizi Bkz. tedavi bunalımı.
tedavi topluluğu (therapeutic community) Maxwell Jones’un adlandırmasıyla hastayı
verimli toplumsal, kültürel normlar çerçevesinde davranmaya özendiren özel olarak
tasarlanmış bir ruh hastalıkları hastanesi ortamı. Bu tasarlamada çevrenin tümü ve
hastanenin tüm ayrıntıları, iyileştirmeyi kolaylaştıran ve kurumun yetersizliklerini
ortadan kaldırmaya ya da bunlar için önlem almaya yönelik kapsamlı ve kesintisiz
programlar oluşturuluyor. Bu program, standart tedavi uygulamalarının yanı sıra, hasta
ile personel arasındaki etkileşim; hastalar arasında yapıcı toplumsal ilişkilerin
geliştirilmesi, mimari yapı, mobilyalar, bahçenin estetik özellikleri, hasta yönetimine
katılım, mesleksel çalışmalar, boş zaman etkinlikleri, eğitsel etkinlikler gibi her türlü
destek tedavisini de içeriyor. Bkz. tam itme tedavisi.
tedavi türleri Bkz. psikoterapi yöntem ve teknikleri.
tedirginlik (restlessness) 1. Can sıkıntısı nedeniyle amaçsız, sürekli dönüp dolaşma
durumu; huzursuzluk, erinçsizlik. 2. Bedensel ve ruhsal yönden rahat olamama
durumu.
tedrici maruz bırakma Bkz. derece derece etkileme.
tefrik etme Bkz. ayırt etme.
tefsir Bkz. yorum.
tegmentum (tegmentum) Orta beyind e , kırmızı çekirdek, siyah madde ve
okülomotor sinirin çekirdeği ile köklerinin bulunduğu bölüm.
tehdit mimiği (threat gesture) Bir hayvanın, aynı türden başka bir üyeye saldırmak üzere
olduğunu gösteren ve bakma, havlama, miyavlama, eşinme gibi sterotipik bir
davranış. Bu mimikler genellikle gerçek bir saldırı isteğinden çok, istenmeyen hayvanı
korkutarak uzaklaştırmayı amaçlıyor.
tekâmül Bkz. evrim.
tekâmül psikolojisi Bkz. evrim psikolojisi.
tek anne babalı disomi (uniparental disomy) Bir kromozom çiftinin ikisinin de aynı
anne ya da babadan gelmesi.
tekbiçimli dağılım (uniform distribution) Doğabilecek bütün sonuçların, bütün olayların
eşit gerçekleşme olasılığı bulunan bir dağılım. Bu dağılım sonucunda ortaya çıkan
grafik, yatay eksene koşut bir çizgi olduğu için, buna dörtgensel dağılım da deniyor.
tek boyutlu (unidimentional) Tek bir boyut içeren ya da tek, arı bir etkenden oluşan
değişken.
tek çocuk olmak Bkz. büyük, ortanca, küçük ve tek çocukta kişilik gelişimi.
tek değişkenli analiz Bkz. tek değişkenli çözümleme.
tek değişkenli çözümleme (univariate analysis) Belli bir anda yalnızca bir etkeni ya da
değişkeni hesaba katan istetistiksel bir çözümleme; tek değişkenli analiz. Örneğin,
akademik başarıyla yalnızca cinsellik arasındaki ilişkinin ele alınması; toplumsal-
ekonomik statü, etnik köken, anne babanın boşanmış, dul, ayrı olması gibi aile yapısı
ve benzeri etkenlerin hesaba katılmaması. Bkz. çok değişkenli çözümleme.
tek değişkenli dizayn Bkz. tek değişkenli tasarım.
tek değişkenli tasarım (univariate desing) Yalnızca bir değişken içeren deneysel
tasarım.
tek doğrultulu evrim (unilinear evolution) Bütün toplumların aynı gelişim
aşamalarından geçtiğini savunan ve günümüzde artık pek ilgi görmeyen toplumsal-
kültürel evrimci kuram. Bkz. evrimci kuram.
tek eşeyli (unisexual) Organizmanın ya erkek ya da dişi olması.
tekeşlilik (monogamy) Tarafların yalnızca bir kişiyle eşlendiği bir çiftleşme-evlilik
sistemi. Genellikle cinsel açıdan başkalarını dışlayıcı olan tekeşlilik, dünyada en
yaygın olan evlilik biçimidir. Bkz. çokeşlilik.
tekil temsiller (single representations) Yeni Piaget terminolojisinde çocukların
kendilerini tanımlama sürecinde, gelişimlerinde kendilerini birbiriyle ilişkisiz
özelliklerle ve ya hep ya hiç terimleriyle tanımladıkları ilk evre. Bkz. bilişsel gelişim
kuramı.
tek-kör (single-blind) Deneklerin, deney koşulları ya da araştırmanın amacı konusunda
bilgilendirilmediği; ancak, deneyi uygulayanların, bu koşullar konusunda bilgi sahibi
oldukları bir deney tekniği. Bir de bir tür denetimli araştırma/deney tekniği olan çift
kör tekniği uygulanıyor. Bunda ise araştırmanın asıl amacından ya da kimin kontrol,
kimin deney grubunda bulunduğundan ne araştırma ya da deneye katılan deneklerin ne
de araştırmayı ya da deneyi uygulayan kişilerin haberi oluyor. Örneğin, yeni bir ilacın
uygulanması ile ilgili bir araştırmada hasta ve doktor, hangi hastaların etken madde
içeren ilacı; hangilerinin plasebo aldığını bilmiyor. Bu yolla araştırmacının ya da
deneklerin beklentilerinin (kişisel önyargıların) ya da plasebo etkisinin deney
sonucunu bozması önlenmiş oluyor.
tek kutuplu depresyon Bkz. manik-depresif psikoz ((2) Çöküntülü Psikoz).
tek kutuplu taşkınlık Bkz. manik-depresif psikoz ((1) Taşkın Psikoz).
tek modlu Bkz. tek tepedeğerli.
teknik (technique) (uygulayım) 1. Bir sanat, üretim ve öğretim etkinliği için gereken
beceri, işlem ya da yol. 2. Mekanik uğraşılarla, sanayi ile ilgili işlerle ya da
uygulamalı bilimlerle ilgili. 3. Matemetik, fizik, kimya gibi bilimlerden elde edilen
verileri iş ve yapım alanlarında uygulama.
teknikbilim Bkz. teknoloji.
teknofobi (technophobia) Teknoloji korkusu.
teknoloji (technology) Bir endüstri koluyla ilgili yapım yöntemlerinin, aygıtlarının
incelenmesiyle oluşan bilgi kolu; uygulayımbilim. Bkz. bilim; teknik.
tekrarlama Bkz. yineleme.
tekrarlama kompulsiyonu Bkz. yineleme zorlanımı.
tekrarlama kuramı Bkz. yineleme kuramı.
tekrarlama öğrenimi Bkz. yineleme öğrenimi.
tekrarlayıcı asimilasyon Bkz. yineleyici asimilasyon.
tek sayılar Bkz. bozma.
tek sınama öğrenimi (one-trial learning) 1. Guthrie’ye göre, belirli bir uyaranla
sınanan iki tepki arasında tam bir çağrışımsal bağın kurulması. 2. Skinner’e göre,
uyaranla tepkinin ilk birleştirilmesinde kullanılan pekiştiricinin, aynı uyaran
karşısında aynı tepkinin ortaya çıkması olasılığını artırması.
tek tepe değerli (unimodal) Yalnızca bir boyutu olan; tek modlu. Yalnızca bir tepe
noktası bulunan bir frekans dağılımı Bkz. tepe değer.
tektum (tectum) Orta beyindeki üst ve alt tomurcuklardan oluşan arka (dorsal) bölüm.
Tektumun işitsel ve görsel uyarıcılara yönelik refleks tepkilerine aracılık ettiği
düşünülüyor.
tek yönlü gözlem penceresi (one way screen) Oyun tedavisi odalarının ya da çocuk
inceleme odalarının bir duvarına yerleştirilen ve ancak gözlemcilerin bulunduğu
yerden içeriyi gözlemlemeye yarayan cam.
tek yumurta ikizleri (identical twins) Dişinin döllenen tek yumurtasından iki yavrunun
oluşması. Tek yumurta (monozygote) ikizleri diye adlandırılan iki yavru dölün
kromozom ve genleri (genotipi) ile gözlemlenebilir özellikleri (fenotipi) birbirinin
aynıdır. Bu nedenle kalıtım ve çevre etkisinin incelendiği araştırmalarda tek yumurta
ikizleri sıkça kullanılıyor.
telafi Bkz. ödünleme.
telafi edici ceza Bkz. ödünleyici ceza.
telaffuz güçlüğü (paralalia literalis) Kimi sesleri doğru söylemede zorlanma; söyleyiş
güçlüğü. Bu bozukluk, genellikle kekemelikle birlikte ortaya çıkıyor.
telefon sapıklığı (telephonescaatalogia) Rızası olmadan, insanlara yeniden yeniden
telefon edip muzır, kaba şeyler söyleyerek cinsel haz alma.
telensefalon (telencephalon) Ön beynin, erişkinde beyin kabuğu, medullar merkez,
korpusstriatyum, rinensefalon ve yan odacık oluşumunu sağlayan rostral bölümü.
teleoloji (teleology) Felsefede, doğal olayların hedef yönelimli; bu hedefin de önceden
belirlenmiş (yazgı) olduğu görüşü. (Meşe tohumunun yazgısı, meşe ağacı olmaktır.)
Aşırıya varıldığında bu görüş, bir insanın örneğin, zekâ (IQ) testleri, yetenek
testleri, yönelim testleri ve tercih testleriyle ortaya çıkarılabilecek bir doğal
yazgısı bulunduğuna ya da bir ulusun başka bir ulusu yok etmesinin yazgı olduğuna
inanma biçimini alabiliyor.
telepati (telepathy) Parapsikolojide, başkalarının düşüncelerini, duygularını okuma
yetisi. Bkz. duyu ötesi algı.
teletraktör (teletractor) Ses dalgalarını yükseltip deri üzerinde duyumsanabilen
titreşimlere dönüştürerek çalışan ve sağırlara dil öğretiminde kullanılan bir aygıt.
telgraf dili Bkz. dil psikolojisi.
telkin (suggestion) Kişiyi bir düşünceyi, inancı ya da tutumu, eleştirel yaklaşımsız
benimsemeye ya da belli bir davranışı kabul etmeye özendirme; bu amaçla kullanılan
yöntem ya da araç. Telkin, hipnozda olduğu gibi doğrudan sözel; tanık göstererek
dolaylı ya da şampuan reklamlarında olduğu gibi görsel olabiliyor. Bkz. kendi
kendine telkin; propaganda; telkin tedavisi.
telkine açıklık (suggestibility) Başkalarının telkin, düşünce, inanç ve tutumlarına
eleştirel yaklaşıms ı z boyun eğme eğilimi. Bu eğilim, kişinin, örneğin, kolaylıkla
hipnoza sokulmasına ya da kitle hareketlerinde, hipnotik bir kendinden geçme
durumundaymışçasına şiddet eylemlerine katılımına yol açıyor.
telkine aşırı yatkınlık (hyper suggestability) Hipnoz uygulayanın telkin ve yönergesine
uymaya yönelik güçlü bir eğilim.
telkin tedavisi (suggestion therapy) Rahatsız edici belirtilerin doğrudan telkinle ve
güvenceyle hafifletildiği kısa süreli bir tür psikoterapi; telkin terapisi, telkin
sağaltımı. Kimi zaman hipnozla da birleştirilen bu teknik, stresin azaltılmasında ve
yüzeysel dönüşüm belirtilerinin hafifletilmesinde de etkili oluyor. Bu teknikte
belirtilerin anlamına ilişkin açıklamalar yapılabilse de kişiliği değiştirmeye yönelik
bir çaba söz konusu değildir.
tema (thema) Bir söylevde, öğretici ya da yazınsal bir yapıtta işlenen konu, düşünce,
görüş.
tematik algılama testleri Bkz. tematik değerlendirme testi.
temas hallüsinasyonu Bkz. dokunma sanrısı.
tematik değerlendirme testi (Thematic Apperception Test ( TAT)) H. A. Murray ve
arkadaşlarının farklı yorumlara açık 19 resme ilişkin anlatılan öykülere dayanılarak,
kişinin tutum, çalışma, duygu ve kişilik yapısını ortaya çıkarmak amacıyla
geliştirdiği bir yansıtıcı test; resim yorumlama testi, konusal algılama testi. Bu
testin uygulanışında denekten, örgütlenmemiş ve bu nedenle yoruma elverişli olan bu
resimlere ilişkin birer öykü anlatması isteniyor. Deneğin anlattıkları, onun iç
dünyasının yansıtıcıları olarak yorumlanıyor. Belirli durum ya da olayları içeren bu
resimlere ilişkin anlatılan öykülerin temaları (ana konuları) çözümlendiğinde,
anlatıcının temel gereksinimleri, temel kişilik özellikleri, değerleri, güdüleri,
çağrışım türleri ve karmaşaları konusunda önemli ipuçları elde ediliyor.
tonometre (tonometer) 1. Kas gerginliğini ölçmekte kullanılan bir alet. 2. Bir ses
tonunun perdesini ölçmeye yarayan bir alet.
ton sağırlığı (tone deafness) Normal işitme yetisi bulunmasına karşın, işitme aralığında
bulunan farklı frekanstan iki sesi birbirinden ayırt etme yetisinden yoksunluk.
toparlanma (resilience) 1. Bireyin ruh sağlığı üzerinde normalde önemli olumsuz
etkiler yaratabilen stres koşullarından kurtulma yetisi. 2. Bir toplumun ya da
ekosistemin düzensizliklerden temel öğelerini ya da ilişki yapılarını yitirmeden
kurtulabilme yetisi.
topektomi (topectomy) Elektrokonvulsif ya da başka tedavi biçimlerine yanıt
vermeyen şizofreni, obsesif-kompulsif nevroz gibi tepkisiz ruh hastalıklarında ön
beyin kabuğunun belli bölgelerinin kesildiği cerrahi bir işlem.
toplamalı sıralama tekniği Bkz. tutum ölçeği.
toplama manyaklığı Bkz. toplama taşkınlığı.
toplama taşkınlığı (collecting mania) Ayrım gözetmeyen, özellikle de çer çöp
biriktirmeye yönelik hastalıklı, zorlanımlı bir takınak. Bu durum, sıklıkla süreğen
şizofrenide ve yaşlılık bunamasında görülüyor. Psikanalitik kuram, bu takınağı dışkıl
erotizmle ilişkilendiriliyor. Bkz. dışkıl kşilik; istifçi kişilik.
toplamı sıfırlı oyun (zero-sum game) İki taraftan birinin kazanmasının, öbür tarafın
yitirmesi anlamına gelen bir tür yarış ortamı. Sonuçta kazançların toplamı sıfır oluyor.
Bkz. toplamı sıfırsız oyun.
toplamı sıfırsız oyun (non-zero-sum game) Sonucunun sıfır olması gerekmeyen;
oyuncuların riske attıklarından fazlasını kazanabildiği bir oyun. İşbirliği yapmaları
durumunda bütün taraflar kazançlı; rekabet durumunda ise zararlı çıkabiliyorlar. Bkz.
toplamı sıfırlı oyun.
toplamlı oranlama (summated rating) Kimi testlerde deneklerin verdiği “kabul
ediyorum, kabul etmiyorum” türünden yanıtların belli bir standarda göre puanlandıktan
sonra bu puanların toplanarak bir rakam elde edilmesiyle tanımlanan bir puanlama
tekniği. Örneğin, kişinin standart bir stres ölçeğinde kişinin verdiği yanıtlara denk
düşen puanlar toplanıyor; bulunan rakamla kişinin yaşadığı stres arasında bir ilişki
kuruluyor.
toplum (society) Normlar, değer yargıları; davranış, statü, aşama sırası tanımları,
işbölümü gibi ortak, ayırt edici bir kültürü olan; sınırları belli bir coğrafyada aynı
siyasal otorite altında yaşayan, kendilerini başkalarından farklı, bütünlüklü bir grup
olarak duyumsayan insaanlar topluluğu. Bkz. sosyal antropoloji; sosyal psikiyatri;
sosyal psikoloji; sosyal psikolog; topluma karşı; topluma kazandırma;
toplumbilim; toplumculuk; toplum dışı kişilik; toplum dışı kişilik bozukluğu;
toplum dinamikleri; toplum içincilik; toplum karşıtı davranış; toplum karşıtı
kişilik; toplum karşıtı kişilik bozukluğu; toplum psikolojisi; toplumsal alan;
toplumsal alışkanlık; toplumsal ayırma sendromu; toplumsal baskı; toplumsal
belirleyiciler; toplumsal benlik; toplumsal bilinç; toplumsal biliş; toplumsal
buluşma; toplumsal bunalım; toplumsal bütünleşme; toplumsal büyüme; toplumsal
çatışma; toplumsal çevre; toplumsal Darwincilik; toplumsal davranış; toplumsal
dayanışma; toplumsal değerler; toplumsal değişim; toplumsal değiş tokuş kuramı;
toplumsal denetim; toplumsal destek; toplumsal devingenlik; toplumsal düzey;
toplumsal etki kuramı; toplumsal etkileşim; toplumsal evrenseller; toplumsal
gelişim; toplumsal gerçeklik; toplumsal gereksinimler; toplumsal gerginlik;
toplumsal güç; toplumsal güdü; toplumsal güvenlik; toplumsal hareketlilik;
toplumsal hastalık; toplumsal hava; toplumsal hizmet; toplumsal ikilem; toplumsal
ikili; toplumsal iklim; toplumsal ilişki çizgesi; toplumsal ilişki ölçümü; toplumsal
istenirlik; toplumsal kalıt; toplumsal karşılaştırma kuramı; toplumsal kaygı;
toplumsal ketleme; toplumsal kimlik kuramı; toplumsal kod; toplumsal
kolaylaştırma; toplumsal kuram; toplumsallaşma; toplumsallaşma araçları;
toplumsal nesne; toplumsal normlar; toplumsal nüfuz; toplumsal olgular;
toplumsal olgunluk; toplumsal öğrenme; toplumsal öğrenme kuramı; toplumsal
örgütlenme; toplumsal referans noktası alma; toplumsal rol; toplumsal rol
kuramı; toplumsal-ruhsal bunalım; toplumsal-ruhsal gelişim; toplumsal-ruhsal
gelişim kuramı; toplumsal-ruhsal olgunluk; toplumsal-ruhsal ortam; toplumsal-
ruhsal stres; toplumsal seçim; toplumsal sınıf; toplumsal sorumluluk; toplumsal
sözleşme kuramı; toplumsal statü; toplumsal tabakalaşma; toplumsal tedavi;
toplumsal uyum; toplumsal uyumluluk; toplumsal uyumsuz çocuk; toplumsal
uyumsuzluk; toplumsal uzaklık; toplumsal uzaklık ölçeği; toplumsal varlık;
toplumsal ve duygusal gelişim; toplumsal yakınlık ölçeği; toplumsal yapı;
toplumsal yaşlılık bilimi; toplumsal yoksunluk; toplumsal yükleyici; toplumsal
zekâ; toplumun ahlak standartları; toplumun değer karmaşası, toplum yanlısı
davranış; toplum yanlısı saldırganlık.
topluma karşı (antisocial) Toplumun kurallarına ya da törel değerlerine uymayan;
onları bozucu davranışlar gösteren (kişi).
topluma kazandırma (decarceration)) Ruh hastalıkları hastanesi, hapishane gibi
yerlerden olabildiğince çok sayıda insanı dışarı salmaya yönelik, “olabilecek en az
kısıtlayıcı seçenek” anlatımıyla tanımlanan bir rehabilitasyon anlayışı.
toplumbilim (sociology) İnsan davranışların ı , toplumsal ilişkileri , etkileşim
yapılarını; grupların, toplulukların, kurumların oluşumunu, yapısını, işleyişini
inceleyen bilim dalı; sosyoloji. Toplumbilimin psikolojiden farkı; insanı öbür
insanlarla ilişkisi ve etkileşimi bakımından değerlendirmesidir. Bkz. sosyal bilimler;
sosyal psikoloji.
toplumculuk (socialism) Üretim ve değişim araçlarının özel mülkiyette bulunmasını
eleştiren ve bunların toplumun hizmetine sunulmasını öngören öğretilere verilen ad;
sosyalizm. İnsanın insanı sömürmesine karşı olan toplumculuk, her insanın ulusal
gelirden emeği ölçüsünde pay alması temeline dayanıyor. Sosyalist toplum, işçi
sınıfından, köylülerden, emekten yana aydınlardan oluşuyor. Toplumcu üretim, emeğe
dayanan makineli üretimi öngörüyor.Toplumcu düzende biri toplumcu devlet
mülkiyeti; öbürü de kooperatif mülkiyeti olmak üzere iki tür mülkiyet bulunuyor. Bu,
bir yandan devlet işletmesi; öte yandan da kooperatif işletetmeleri ortaya çıkıyor.
Yönetim yetkisi, devlet mülkiyetinde bulunuyor. Büyük sanayi, ticaret, bankacılık,
sigortacılık, tarım, ulaştırma kamunun oluyor. Küçük endüstri sahipleriyle köylüler,
kooperatiflerde örgütleniyorlar. Emekçi, ürettiği ürünün bir bölümü ile kişisel
gereksinimlerini karşılıyor; artanla da sağlık, eğitim, kültürel çalışmalar, yurt
savunması gibi toplumsal gereksinimler karşılanıyor. Toplumculuğu birçok düşünür,
İlk Çağ’dan beri türlü biçimlerde savınmuştur.. Platon, Thomas More, Campanella,
Robert Oven, Saint Simon, Fourler, Louis Blanc, Prouthon, bilimsel sosyalizmin
kurucuları olan Karl Marx ve Frederich Endels, önde gelen temsilcileridir. Bugün
toplumculuk, yalnızca bir öğreti olmaktan çıkmış; ayrı özellikler taşıyan toplumsal
rejimler anlamı kazanmıştır.
toplum dışı (asocial) 1. Töreleri, kuralları ya da alışılmış toplumsal ilişkileri
önemsememeye, bunlara ilgi göstermemeye ilişkin; asosyal. 2. Toplumsal değer ya da
anlamdan yoksun. Bkz. psikopat.
toplumdışı kişilik (antisocial personality) Temelde toplumsallaşmamış olan ve bu
yüzden sürekli olarak toplumla ya da grupla çatışan; topluma ya da gruba karşı zararlı,
yıkıcı davranışlar gösteren; toplumu ya da grubu tehdit eden bireyin kişilik yapısı;
antisosyal karakter, toplum karşıtı kişilik. Bkz. asosyal.
toplumdışı kişilik bozukluğu (antisocial personality disorder) Çocuklukta ya da
ergenlik başlarında ortaya çıkan ve erişkinlik yıllarında süren, başkalarının haklarını
dikkate almama ya da çiğneme gibi yaygın bir davranış örüntüsüyle tanımlanan bir
kişilik bozukluğu; psikopati, sosyopati, antisosyal davranış bozukluğu, toplum
karşıtı kişilik bozukluğu. Nezaketsizlik, yinelenen yalan söyleme, hırsızlık, sevgiye
dayalı kalıcı ilişkiler kuramama, sıkıntıya gelememe, duygudaşlık kuramama,
sorumsuzluk, acımasızlık, cezadan ders çıkaramama, engellenmeye dayanamama,
birine bağlılık gösterememe, şiddete yönelme ve benzerleri, toplumdışı kişilik
bozukluklarının başlıcalarıdır. Bu tipler, temelde toplumsallaşmamış olsalar da var
olan toplumsal becerilerini, başkalarını sömürmek ve kendi çıkarlarına yönlendirmek
için ustalıkla kullanıyorlar. Bir kişiye toplumdışı tanısı koymak için, onun 18 yaşına
gelmesini beklemek gerekiyor. Ancak, o kişiye 15 yaşından önce, tutum bozukluğu
tanısı konmuş olmalıdır.
toplum dinamikleri (social dynamics) 1. Sosyal psikolojinin, toplumsal ve kültürel
değişim süreçlerini ve bu süreçlerin etkilerini inceleyen dalı. 2. Topc cxlumsal ve
kültürel değişimlerin altında yatan etkenler ve süreçler.
toplum içi kişilik Bkz. persona.
toplumiçincilik (sociocentrism) Kişinin kendi toplumsal grubunun normlarını, değer
yargılarını ve benzerlerini evrensel kabul etme ve diğer bütün grupları bu standarda
göre değerlendirme eğilimi. Bkz. beniçincilik.
toplum karşıtı davranış Bkz. antisosyal davranış.
toplum karşıtı kişilik antisocial personality) Temelde toplumsallaşmamış olan ve
davranış yapıları nedeniyle toplumla sürekli çatışma durumunda olan bir kişilik. Bkz.
toplum dışı kişilik; toplum karşıtı kişilik bozukluğu.
toplum karşıtı kişilik bozukluğu (antisocial personality) Çocukluk ya da ergenlik
başında ortaya çıkan ve erişkinlik yıllarında süren; başkalarının haklarını dikkate
almama ya da çiğneme gibi yaygın bir davranış örgüsü ile beliren bir bozukluk;
psikopati, sosyopati. Bu bozukluğu gösterenlerin belirleyici özellikleri arasında;
yinelenen yalan söyleme, nezaketsizlik, kalıcı ve sevgi temelli ilişkiler kuramama,
eşduyum yoksunlşuğu, sorumsuzluk, sıkıntıya katlanamama, suçluluk, pişmanlık,
acımasızlık, hırsızlık, dürtüsellik, deneyimden ya da cezadan ders çıkaramama,
engellenmeye dayanamama, sadakatsizlik, şiddete yönelme gibi tutum ve davranışlar
yer alıyor. Bunlar toplumsallaşmamış olsalar da toplumsal beceri sahibi oldukları için
bu becerilerini başkalarını sömürmede ve kendi çıkarları yönünde kullanmada
ustadırlar. Bir kişiye bu tanının konulması için o kişinin en az 18 yaşına gelmiş; 15
yaşından önce de kendisine tutum bozukluğu tanısı konulmuş olmalıdır.
toplum merkezcilik Bkz. toplumiçincilik.
toplum psikolojisi (communiti psychology) Toplumda ruh sağlığı, eğitim, bireyler
arası ilişkiler, suç, alkolizm, aile planlaması ve benzeri sorunlara çözüm üretmek,
sorunların ortaya çıkmasına yol açan koşulları ortadan kaldırmak amacıyla
toplumbilim, psikiyatri ve benzeri alanlarla da işbirliği yapılarak psikolojik
yöntemlerin bir bütün olarak uygulanmasını kendine konu edinen psikoloji; toplum
ruhbilimi.
toplumsal alan (social space) K. Lewin’e göre, toplumsal sistemleri kapsayan ve
geometrik nitelikleri bulunan gerçek bölge.
toplumsal alışkanlık (social habit) Toplumsal durumlara uyumu kolaylaştıran ve
sonradan öğrenilerek alışkanlık durumuna gelmiş olan davranış.
toplumsal antropoloji Bkz. kültürel antropoloji.
toplumsal ayırma sendromu (social isolation) hayvan deneylerinin tam tecrit koşulları
uygulanan maymunlarda bir köşeye büzülüp kendine sarılma, bağırma, sağa sola vurma
gibi belirgin otistik özellikli ağır anormal davranışlarla ve cinsel etkinliklerde
kötüleşmeyle ortaya çıkan bir sendrom; sosyal tecrit sendromu. Toplumsal ayırma
sendromunu yaşayan maymunun, terapist maymun denilen daha genç ve sağlıklı bir
maymunun yanına konulduğunda büyük ölçüde düzeldiği görülmüştür. İlaçla da
düzelme sağlanıyor.
toplumsal baskı (social pressure) Başkalarının davranış yapılarını etkileme, denetleme
gücü; bireyi uyum sağlamaya zorlayan ya da özendiren resmi olmayan ya da örtülü
toplumsal güç; sosyal baskı. toplumsal beceri (social competence) Çeşitli toplumsal
durumlarla etkili biçimde başa çıkma yetisi; bireyler arası ilişkilerdeki beceri; sosyal
beceri. Bkz. uyulmayıcı davranış.
toplumsal belirleyiciler Bkz. bireysel psikoloji.
toplumsal benlik (social self) Bir bireyin başkalarına sunduğu özelliklerinin
toplamıyla, oynadığı rolle tanımlanan kimliği; sosyal ego. George H. Mead’ın
etkileşimci kuramına göre özbilincinin de temeli olan toplumsal benlik, bir yandan
başkalarının bireye yönelik tepkileriyle biçimlenirken, bir yandan da başkalarının bu
toplumsal benlikle kişiye yönelik tepkilerini biçimlendiriyor. Bunun sonucunda toplum
ile benlik, bir bütünün iki yarısı olarak beliriyor; biri olmadan öbürü (çocuksuz anne;
öğrencisiz öğretmen) olmuyor.
toplumsal bilinç (social consciousness) 1. Kişinin toplumsal bir varlık olduğunu ve
toplumda belli bir rolü bulunduğunu ayırt eden bilinci; sosyal şuur. 2. Kişinin kendi
gereksinim, inanç ve benzerlerinin yalnızca kendine özgü olmadığını; başkalarının da
benzer gereksinim, inanç ve benzerlerine sahip olduğunu ayırt eden bilinci. 3. Ortak
bilinç; grup ruhu.
toplumsal biliş (social cognition) Sosyal psikolojinin kişinin toplumsal bir dünyada
kendisinin ve başkalarının davranışlarını nasıl algıladığını yorumladığını,
yargıladığını inceleyen dalı.
toplumsal biyoloji Bkz. sosyobiyoloji.
toplumsal buluşma (social cognition) Bireylerin, kalabalıkta toplumsal direnç ve
özbilinç düzeylerinin düşmesi ve telkine açıklık düzeylerinin yükselmesi sonucu belli
duygu, düşünce ve davranışların, toplum içinde hızla yayılması; sosyal buluşma. Bkz.
kalabalık davranışı; kitle histerisi.
toplumsal bunalım (social crisis) Toplumsal olayların, grubun ya da topluluğun genlik
açısından olumlu ya da olumsuz önemli bir değişim noktasına ulaşması ve toplumsal
denetimin belirsizleşmesi durumu. Toplumsal genliğin son ölçütü, genellikle toplum
birliğinin güç kazanması ya da gücünü yitirip dağılması olarak kabul ediliyor.
toplumsal bütünleşme (social integration) 1. Kişinin, üyesi olduğu grubun ölçü, istek ve
sorumluluklarına dengeli biçimde uyumu. 2. İki ve daha çok kişi ya da grubun değer ve
görevlerinin, belirlenebilir bir bütün haline getirilip kaynaştırılması ya da birbiriyle
dengeli bir biçimde ilşkili duruma getirilmesi.
toplumsal büyüme (social growth) Bireyin toplumsal etkileşimi kolaylaştıran nitelik ve
özelliklerinin gelişimi.
toplumsal çatışma (social conflict) 1. Karşı taraftaki kişileri ya da onlardan birkaçını
ele geçirmeyi; onların mal ve mülklerini ve başka varlıklarını zarara uğratmayı ya da
yok etmeyi yakın amaç edinen çatışma; sosyal çatışma. Bu durumlarda boğuşma,
saldırı ve savunma biçimini alıyor. 2. Bir kişi ya da grubun etkinliklerini başka kişi ya
da grupların konum ya da görevlerini, bilmeden engellediği durumlarda ortaya çıkan
sınıf, ırk çatışmaları, devrimsel çatışmalar; sosyal çatışma.
toplumsal çevre (social environment) Toplumun bireye etki yapan kurum, kalıp ve
süreçlerinin bütünü.
toplumsal Darwincilik (social Darwinism) İngiliz felsefeci Herbert Spencer’in ileri
sürdüğü ve doğada olduğu gibi toplumda da güçlü olanın yaşadığını; toplumsal ve
kültürel gelişimin rekabet ve zayıfın ortadan kalkmasıyla gerçekleştiğini savunan
toplumsal değişim kuramı; sosyal Darwincilik. Bu kurama göre, müdahale olmadığı
sürece, toplumsal ve kültürel ilerleme kaçınılmazdır. Burada vurgulanan, özel girişime
müdahaledir. En yalın anlatımıyla bu kuram, “Bırakınız yapsınlar.” temeline
dayanıyor.
toplumsal davranış (social behavior) 1. Toplumun denetiminde ya da etkisinde olan ya
da temelde toplumsallaşma süreciyle öğrenilen davranışlar; sosyal davranış. 2. Belli
bir grubun, kurumun ve benzerlerinin davranışı; sosyal davranış. Bkz. elseverlik.
toplumsal davranışçılık Bkz. kişilik.
toplumsal dayanışma (social cohesion) Toplumda benzer uğraşlara, amaçlara sahip
bireylerin anlamlı bir grup içinde birleşme ve bu grubun sürmesini sağlamada çaba
gösterme eğilimi; sosyal dayanışma.
toplumsal değerler (social values) Grup yaşamının istenen doğrultuda işlemesi için
anlamlı, önemli ve değerli sayılan insan etkileşimleri; toplumdaki üyeleri korumak ve
geliştirmek için ardında koşulan değerler. Bkz. inanç, kanı, değer.
toplumsal değişim (social change) Bir toplumun ya da grubun temel yapısında ya da
işleyişi nde , gelenekleri nde , normlarında ve değerlerinde zamana ya da belli
hareketlere bağlı olarak gerçekleşen değişim. Bkz. gelecek kaygısı.
toplumsal değiş tokuş kuramı (social exchange theory) Davranışın, özde karşılıklılık
ve ödül beklentisiyle güdülendiğini; insanların, ilişkileri, kendileri açısından taşıdığı
yarar ve maliyet hesabı açısından değerlendirdiklerini; toplumsal etkileşimin, çeşitli
duygusal, toplumsal ve maddesel çıkarların değiş tokuşuna dayandığını savunan bir
toplumsal yapı modeli; sosyal mübadele teorisi.
toplumsal denetim (social control) Bir grubun ya da toplumun, toplumsal düzenin
korunması ve sürdürülmesi için üyelerinin (grubun) değerlerine, ideolojisine,
normlarına ve toplumdaki çeşitli konumlarla ilişkilenen uygun rollere uymasını
sağlayacak olan düzenlemeleri; toplumun bireyin davranışlarını düzenleyen ya da
etkileyen kurumları, yasaları ve gücü; sosyal kontrol. Bu güç, polis örgütü, yargı ve
terfi gibi öğelerle kurumlaşmış olabileceği gibi reddetme, ayıplama, ödüllendirme,
onaylama gibi etkileşimsel de olabiliyor.
toplumsal destek (social support ) Bireyin stresle, yaşamsal sorunlarla başa çıkmada
arkadaşları, aile üyeleri, kendi kendine yardım grubu üyeleri, kamu kuruluşları ve
benzerlerinin sağladığı her türlü destek; sosyal destek.
toplumsal devingenlik (social mobility) Bireylerin ya da grupların farklı toplumsal
konumlar ya da statüler arasındaki hareketliliği; sosyaL hareketlilik. Bu devinim, iki
ayrı grupta değerlendiriliyor. Bunlardan birincisi, düşey hareketlilik; yani
katmanlaşmış bir sistemde, örneğin, alt sınıflarla üst sınıflar arasındaki geçişlerdir.
Toplumsal statülerin babadan oğula geçtiği katı sistemlerde bu hareket pek
gözlemlenmiyor. Çağcıl toplumlarda ise anlatılmak istenen şey, daha çok, aşağıdan
yukarıya geçiş, sınıf atlamadır. Örneğin, babası çiftçi olan bir doktor, yukarı doğru
hareketlidir. İkincisi, yatay ya da yanlamasına hareketliliktir. Bu terim, hem iş
değiştirme gibi aynı sınıf içindeki hareketler hem de bireylerin ya da grupların bir
bölgeden öbürüne coğrafi hareket için kullanılıyor.
toplumsal dirimbilim Bkz. sosyobiyoloji.
toplumsal düzey (social level) Kişinin toplumsal sınıflar içindeki yeri. Bir ailenin
toplumsal basamağı, onun, sınıfı içindeki yeri demektir. Bir aile, bir çevreden başka
bir çevreye göç ettiğinde bu yeni çevrede de yaklaşık olarak eski toplumsal basamakta
yer buluyor.
toplumsal eğitim Bkz. Batı’da eğitimin gelişimi.
toplumsal etki kuramı (social impact theory) Toplumsal etkiye boyun eğmenin, grup
içindeki öbür insanların gücüne, yakınlığına ve sayısına bağlı olduğu savı; sosyal tesir
teorisi.
toplumsal etkileşim (social interaction) 1. Kişilerle gruplar arasındaki ilişkilerde
güçlerin dinamik rolü. Güçlerin bu dinamik rollerinin etkisi sonucunda, katılımcıların
davranışlarında değişmeler oluyor. 2. Toplumsal ilişkilerde kişilerin karşılıklı
etkileri
toplumsal etkinlikler Bkz. iyileştirme; yeniden güçlendirme.
toplumsal evrenseller (social universals) Bütün kültürlerde ortak olan gruplar halinde
yaşama, dil, yemek yapma ve benzeri toplumsal ögeler; sosyal evrenseller. Bkz.
biyolojik evrenseller; psikolojik evrenseller.
toplumsal gelişim (social development) Bireyin yıllar boyunca öbür insanlar, toplumsal
kurumlar, gelenekler, örgütler ve benzeri kuruluşlarla geçirdiği yaşantılar sonucunda
ortaya çıkan değişimler. Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri; gelişimsel gecikme.
toplumsal gerçeklik (social reality) Belli bir grubun paylaştığı ortak tutum, inanç, norm
ve benzerleri ile tanımlanan gerçeklik; belli bir grubun ya da toplumun olayları
değerlendirmede kullandığı bilgi, yorum, inanç ve tutumların toplamı. Bu tanımdan
anlaşıldığı gibi, toplumsal gerçeklik, nesnel gerçeklik ile aynı şey değildir; oldukça
öznel olabilir ve öznel de olsa nesnel sonuçlar doğurabilir.
toplumsal gerekircilik Bkz. kültürel belirlenim.
toplumsal gereksinimler (social needs) Bireyleri amaçlarına ulaşmak için sürükleyen
ve kendilerine yön veren gereksinimler; sosyal ihtiyaçlar. İnsanın bu gereksinimini
doyurması, bir kişinin ya da kişilerin tepkilerini gerektiriyor.
toplumsal gerginlik (social tension) Sınıflar, partiler, devletler gibi toplumsal gruplar
arasımdaki sürtüşmeler ve zıtlaşmalar sonucu doğan uyumsuzluk durumu. Bu tür
gerginlik genellikle uzunca bir süre sonunda oluşuyor ve bir yandan çıkar gruplarının
baskıları, bilgisizlik ve gelenekler sonucu; öbür yandan da yetersiz önderler, yer
sarsıntısı, kuraklık gibi insan denetimi dışındaki çevresel koşullaerdan ileri geliyor.
toplumsal güç (social power) Bir grubun ya da kişinin başka bir grubun ya da kişinin
davranışlarını denetleyebilme gücü; sosyal kuvvet.
toplumsal güdü (social motive) Doğuştan gelmeyen; deneyim ve etkileşimle öğrenilen
güdü; sosyal motif. Toplumsal ilişki gereksiniminin, başarı dürtüsünün öğrenilmiş
olduğu kolayca ileri sürülebilse de çoğu kez hangi güdünün temel (birincil);
hangisinin öğrenilmiş (ikincil) olduğunu söylemek, her zaman kolay değildir.
Biyolojik temelli olmasına karşın, toplumsal etkenlerle biçimlenen cinsellik, bunun
belirgin örneğidir. Bkz. güdü; güdülenme; bireysel psikoloji.
toplumsal güvenlik (social security) Kişiyi ve ailesini ekonomik ya da kişisel
mutsuzluklara karşı korumayı amaçlayan bir siyasa ya da sigorta türü. Hastalık,
işsizlik, hayat sigortası ile emeklilik hakları çoğu kez bu kavramın içinde yer alıyor ve
bireyle birlikte devlet ya da özel kurumların para desteğini alıyor.
toplumsal hareketlilik (social mobility) Birey ya da grupların ayrı toplumsal konumlar
ya da statüler arasındaki hareket: sosyal hareketlilik. Bu hareket, iki ayrı biçimde
değerlendiriliyor. (1) Katmanlaşmış bir sistemdeki örneğin, üst sınıflarla alt sınıflar
arasındaki geçişler gibi düşey hareket. Bu hareket, toplumsal statülerin babadan
oğula geçtiği katı sistemlerde pek görülmüyor. Çağcıl toplumlarda ise bununla daha
ç ok aşağıdan yukarıya geçiş (sınıf atlama) anlatılmak isteniyor. Örneğin, babası
çiftçi olan bir doktor, yukarıya doğru hareketli olacaktır. (2) Yatay (yanlamasına)
hareket. Bu, hem aynı sınıf içindeki (iş değiştirme gibi) hareketleri hem de bireylerin
ya da grupların bir bölgeden öbürüne coğrafi hareketleri anlatıyor.
toplumsal hastalık (social pathology) 1. Durkheim’a göre, belli bir toplumda normal,
tipik ya da sıradan olandan sapmalar; sosyal patoloji. 2. Bireylerin ruh sağlığını
olumsuz yönde etkilediği anlaşılan toplumsal örgütlenme yapılarını, tutumları ve
davranışları inceleyen bilim dalı.
toplumsal hava (social climate) 1. K. Lewin’in kullandığı bir Gestalt terimi; toplumsal
ortam. Bu terim, bir gruba ya da duruma kendine özgü uyarıcı değerini veren, gözle
görülüp elle tutulan ve tutulmayan özellik ve koşulların tümü anlamında kullanılıyor.
Özellikle durumun dostça ve cana yakın ya da bunun tersi olmasını etkileyen kişiler
arası tutumları, kuralları, ilişkileri dile getiriyor. Bir grubu öbür gruplardan ayırt eden
gelenek, görenek ve kişiler arası ilişkiler anlamını taşıyor. Toplumsal hava terimi,
gruba yön verme düzeni ya da biçimi anlamında da kullanılıyor. 2. Psikolojik hava ya
da psikolojik ortam ile eşanlamda kullanılan terim.
toplumsal hizmet (social service) 1. Mutsuz aile ve mutsuz bireylerin yaşama olanak
ve koşullarını düzeltmek için türlü kurumların yürüttüğü çok yönlü çalışmalar. Bu
çalışmalar, dört ana grupta toplanıyor: Aile ve çocuk genliği, kamu sağlığı ve komşu
yardımı. 2. Toplumsal yardım çalışmalarının bir ana bölümü
toplumsal ikilem (social dilemma) Belli bir kişi için en yararlı hareketin, insanların
çoğu tarafından yeğlenmesi durumunda, herkes için en kötü (zararlı) sonucu
doğurması; sosyal ikilem.
toplumsal ikili (social dyad) Çeşitli toplumsal ilişkilerin gerçekleştiği etkileşen iki kişi
ya da grup; sosyal ikili.
toplumsal iklim (social climate) Bireylerin ve grupların yaşadığı çağın tipik özellikleri;
davranışı ve topluma uyumu etkileyen egemen geleneklerin, ahlak kurallarının,
toplumsal değer yargılarının ve davranış normlarının toplamı; sosyal iklim.
toplumsal ilgi Bkz. bireysel psikoloji.
toplumsal ilişki çizgesi (sociogram) Toplumsal ilişki ölçümünde kimlerin kimleri
istediğini; bu istemelerin karşılıklı olup olmadığını; kümeleşmelerin durumunu daha
açık bir biçimde sergileyebilmek için hazırlanan çizelge; sosyogram. Bu çizimde kız
ve erkekler ayrı şekillerle; örneğin, kızlar eşkenar üçgen; erkekler de daire şekli ile
gösteriliyor. Sonuç çizelgesinin seçilenler sütunundan yararlanılarak önce, en çok
istenmiş olan öğrenci ya da öğrenciler bulunuyor. Bunlar kız iseler kâğıdın ortasına
üçgen; erkek iseler daire çiziliyor ve bunların içine o öğrencilerin adı yazılıyor.
Sonra, seçilenlerin seçtikleri öbür kişiler bulunuyor ve onların adları da aynı biçimde
yazılıyor. Eğer seçilenler de kendilerini seçenleri seçmişlerse bunlar bir çizgiyle
birbirine bağlanıp çizginin iki ucuna ok başlığı konuyor ve başlığın önüne seçilme
derecesi yazılıyor. Seçilen, bir başkasını seçmişse o zaman o kişiyi simgeleyen şekil
çizilip şeklin içine o kişinin adı yazılıyor ve o şekle doğru bir çizgi çizilip okun
başında seçilme deresi belirtiliyor. Bu işlem, çok seçilenlerden hiç seçilmeyenlere ve
içten dışa doğru aynı biçimde sürdürülüyor. Aynı dereceler değişik renklerle oklanıp
numaralanınca çizge, daha anlaşılır oluyor; bu çizgeyi inceleyen kişi, kimlerin kimleri
kaçıncı derecede seçtiğini kolaylıkla görebiliyor. Sınıfın bütünlüğü, sınıftaki kümeler,
çok ve az istenenler, kimseyi istememiş olanlar ve kimsenin istemediği kişiler, kız ve
erkek arkadaşlıkları, bu çizgede açıklıkla görülebiliyor. Kalabalık kümelere ilişkin
şemalar çok karmaşık bir görünüm kazanacağından, bu kümelerde 1., 2. ve 3, derecede
seçilenler için ayrı şema oluşturularak bu sakınca giderilebiliyor. Elde edilen
sonuçlar, kümeyi oluşturanların her birinin belli bir konudaki küme içi toplumsal
ilişkilerini ortaya koyuyor. Ancak, söz konusu sonuçlar, bu ilişkilerin nedenlerini
açıklamıyor. Acaba bir öğrencinin en çok istenişi; öbürünün hiç istenmeyişi; bir
başkasının karşılıksız ilgisi hangi duygu, kaygı ya da değer yargısından kaynaklanıyor?
Bu ve benzeri sorulara yanıt bulmak için öğrenciler aile ve okul ortamında
gözlemleniyor. Öğrencilerin özgeçmişleri, ekonomik durumları, ilgileri, yetenek ve
başarıları durumları inceleniyor. Öğrencilerle, ders öğretmenleri ile ve yöneticilerle
görüşme yapılıyor. Kurulan ya da kurulmak istenen toplumsal ilişkilerin; ekonomik
düzey yakınlığı, aynı semtte oturma, akrabalık, benzer kişilik özelliklerine sahip olma,
ders başarısı bakımından yakınlık, kültürel yakınlık, aynı ders dışı etkinlikte bulunma
gibi nedenlerden hangilerine dayandığı araştırılıyor. Kimi öğrencileri yalnızlığa iten
nedenlerin ortadan kaldırılmasına çalışılıyor. Kızlarla erkeklerin ayrı
gruplaşmalarının ya da birlikte grup oluşturmalarının; aile etkisi, beğenilmemek
korkusu, uygulanan cinsel eğitim biçimi gibi nedenlerin hangisinden kaynaklandığı
sorgulanıyor. Öğrencileri toplumsal ilişki ölçümünün sonuçlarına göre “önder,
dengesiz toplumsal, istenmeyen, çekimser, çekimser az istenen, çekimser istenen,
dengesiz, istenmeyen çekimser” gibi sınırlarının belirlenmesi kuşku götüren niteleme
eğiliminde olanlara ratlanılıyor. Oysa dinamik bir varlık olan öğrenciye böyle
damgalayıcı ve kalıpçı bir tutumla yaklaşmanın yanlış olduğu görüşü, bugün alanın
uzmanlarınca kabul edilen bir gerçektir. Bunun yerine öğrencinin ortaya çıkan durumu
kendisine yardım edilmesimi gerektiriyorsa bu yapılmalıdır. Ortaya çıkan durum,
değişmez bir olgu değildir.
toplumsal ilişki ölçümü (sociometry) Bir grubun toplumsal dokusunu, üyeleri arasında
yerleşmiş olan ilişkilerin yapısını saptamak için kullanılan bir tanıma tekniği;
sosyometri. Grup üyeleri arasındaki hoşlanma ya da hoşlanmama duygularına göre
ortaya çıkan kişiler arasındaki yakınlaşma ve uzaklaşmaların belirlenmesiyle, grubun
belli bir ortamdaki toplumsal konumu anlaşılmış oluyor. Bu teknik, okulda bir sınıfın
toplumsal dokusunu belirlemek amacıyla kullanılmak istendiğinde, öğrencilerin
birbirini yeterince tanımaları, öğrencilerle uygulamacı arasında yeterli bir güven
duygusunun oluşması bekleniyor. Bu uygulamada öğretmen, gereksinime göre “Sınıfta
çalışma grupları oluşturmak istiyorum. Çalışma grubunda birlikte olmak istediğiniz üç
arkadaşınız kimdir?” ya da “ Gezide dörder kişilik gruplara ayrılmak zorunda
kalsanız, kimlerle birlikte olmak istersiniz?” gibi sorular soruyor. Aldığı yazılı
yanıtları toplumsal ilişki çizgesinde değerlendirerek, sınıfın toplumsal dokusunu
ortaya çıkarıyor. Toplumsal ilişki ölçümünden beklenen yararların sağlanması için
aşağıdaki 5 ilkenin göz önünde bulundurulması gerekiyor. (1) Gizlilik; Gizlilik
sağlanmadığında, yarardan çok zarar ortaya çıkıyor. Öğrencilerden doğru bilgiler
alabilmek için bu bilgilerin gizl,i tutulacağı, uygulamadan önce öğrencilere
bildirilmelidir. Gizliliği güvence altına almak amacıyla ilgili çizelgelerin şifreli
olarak oluşturulması yoluna da gidilebilir. (2) Süreklilik: Bir ölçümle yetilmemeli;
öğretim yılının sonuna doğru ikinci bir ölçüm daha yapılarak toplumsal ilişkilerin
geçen süre içindeki gelişimi ve alınan önlemlerin etki derecesi görülmelidir. (3)
Karmaşıklık: Toplumsal gelişim, çok yanlı ilişkilerin bir sonucudur. Belli ortam ya
da konumdaki ilişkilerin ölçümünü hedefleyen bir çalışmanın verilerinden yola
çıkarak bireyin toplumsal gelişim düzeyine ilişkin genel yargılara varılamıyor.
Öğrencilerin toplumsal statülerini belirlemek için onların değişik konumlardaki
toplumsal ilişkilerini saptamak gerekiyor. Örneğin, “Sınıfta birlikte oturmak
istediğiniz üç arkadaşınızın adını yazınız.” dendiğinde öğrencilerin yeğledikleri
arkadaşlarla “Gezide dörder kişilik gruplara ayrılmak zorunda kalsanız, kimlerle
birlikte olmak istersiniz?” diye sorulduğunda yeğledikleri arkadaşlar ayrı olabiliyor.
(4) Geçerlik: Elde edilen sonuçlar, yalnızca ölçünün yapıldığı zaman ve ortam için
geçerlidir. Başka toplumsal ortam ya da konumlara genellenmemelidir. Örneğin bir
alanda önder seçilen bir öğrencinin her durumda iyi bir önder olacağı söylenemez. (5)
Gerçeklik: Toplumsal ilişki ölçümü, gerçek bir toplumsal durum için kullanılıyor.
Öğrencilere bu amaçla yapay ya da düşsel durumlarla ilgili sorular sorulmuyor.
Örneğin, “Mars’a hangi arkadaşınızla birlikte gitmek istersiniz?” sorusu düşsel;
“Gelecek hafta küme çalışması yapacağız. Kümede hangi üç arkadaşınızla birlikte
olmak istersiniz?”sorusu ise gerçek bir sorudur. Toplumsal ilişki ölçümü şöyle
değerlendiriliyor: (1) Olanağı bulunan uygulamacı, ölçümle ilgili soruyu öğrenci
sayısı kadar çoğaltıp dağıtıyor ya da sözlü olarak duyuruyor ve gerekli açıklamayı
yapıyor. Yarım kâğıdın sağ üst yanına adını soyadını, numarasını, sağ üst yanına da
günün tarihini yazmalarını; alt tarafa da alt alta 1, 2, 3 yazarak istedikleri
arkadaşlarının numarasını ve adını soyadını yazmalarını istiyor. (2) Kâğıtları
topluyor. (3) Yanıtları numara sırasıyla, üst yanında öğrencinin numarası, adı ve
soyadı, birinci derecede seçilen, ikinci derecede seçilen, üçüncü derecede seçilen
sütunları yer alan toplumsal ilişki ölçümü yanıt özet çizelgesine yazıyor. (4)
Toplumsal ilişki ölçümü sonuç çizelgesini hazırlıyor. Bu çizelgenin ilk sütununa
seçenlerin sırayla numaralarını, ad ve soyadlarını; ikinci bölüme de seçilenlerin
sırayla adlarını yazıyor. Yanıt özet çizelgesinden yararlanarak her öğrencinin kimleri
seçtiğini burada belirtiyor. Bir öğrenci 1. derecede kimi seçmişse o öğrencinin adının
yazılı olduğu dikey sütunla kendi adının yazılı olduğu yatay sütunun kesiştiği yerde
oluşmuş olan karenin içine 1 yazıyor. Aynı işlemi 2. ve 3. olarak seçilenler için de
yapıyor. (5) Tüm öğrencilerin 1., 2. ve 3. derecede seçtikleri arkadaşlarını sonuç
çizelgesine işledikten sonra, çizelgenin alt tarafına her seçilen öğrencinin kaç kişi
tarafından 1., 2. ve 3 derecede seçildiğinin toplamlarını yazıyor. (6) Toplumsal ilişki
ölçümü sonuç çizelgesini değerlendiriyor. Sınıfın en çok istenen öğrencisinin, kaş kişli
tarafından istendiğini, kaçıncı derecede istendiğini, karşılıklı istemelerin olup
olmadığını; onu kimlerin, nasıl izlediğini; kimlerin hiç istenmediğini, kümeleşmelerin
durumunu görüyor ve böylece öğrencilerin, ölçülen konudaki toplumsal durumlarını
ortaya çıkarmış oluyor. Bunu daha açık bir biçimde gözler önüne sermek için de
toplumsal ilişki çizgesini hazırlıyor. Bkz. MORENO, Jacop Levy.
toplumsal insanbilim Bkz. sosyal antropoloji.
toplumsal istenirlik (social desirability) 1. Araştırma ve anketlerde deneğin sorulara
toplumsal açıdan istenilir ya da kendini toplumsal açıdan istenir kılacak yönde yanıt
verme eğilimi; sosyal istenirlik. 2. Toplumda kabul gören, sahip çıkılan kişiyi
istenilir kılan toplumsal özellikler.
toplumsal kalıt (social herigate) Bir grubun ya da toplumun kültürünün temelini
oluşturan ve kimi değişikliklerle kuşaktan kuşağa aktarılarak sürdürülen ülkülerin,
yaşam biçimlerinin, alışkanlıkların, kurumların, örgütlerin ve araçların tümü; sosyal
veraset.
toplumsal karşılaştırma kuramı (social comparison theory) Kişinin kendi görüş, inanç
ve becerilerini başkalarınkilerle karşılaştırarak kendisine ilişkin bilgi edindiği, bir
kanıya vardığı savı; sosyal kıyaslama teorisi.
toplumsal katsayı Bkz. Vineland toplumsal olgunluk ölçeği.
toplumsal kaygı (social anxiety) Toplumsal ortamlarda utangaçlık, toplumsal sakarlık
ve benzerleri biçiminde ortaya çıkan bir bozukluk, tedirginlik duygusu; sosyal endişe.
Ayrıca kişinin kendi toplumsal konumu, rolü, davranışları ve benzerleri konusunda
duyumsadığı tedirginlik duygusu.
toplumsal ketleme (social inhibition) 1. Başkalarının varlığının edimi düşürmesi. 2.
Davranışların toplumsal etkenlerle kısıtlanması; sosyal ketleme. Bkz. toplumsal
kolaylaştırma.
toplumsal kimlik kuramı (social identity theory) Sosyal psikolojide insanların
özsaygılarını artırmak için kendilerine benzeyen insanlarla birlikte olma (iç grup
oluşturma) eğilimi gösterdiklerini ileri süren kuram; içtimai hüviyet nazariyesi,
sosyal kimlik teorisi.
toplumsal kod (social code) Belli bir toplumda kabul edilen resmi ya da resmi olmayan
yasalar, kurallar ve davranış normları kümesi; sosyal kod.
toplumsal kolaylaştırma (social facilitation) 1. Başkalarının varlığının basit,
kendiliğinden ya da çok iyi öğrenilmiş işlerdeki edim artırması; buna karşılık iyi
öğrenilmemiş, zor işlerde edimi düşürmesi; sosyal kolaylaştırma. Ayrı da oynasalar,
başka çocukların varlığının, çocuğun oyun etkinliğini artırması; sporcuların, izleyici
karşısında daha iyi bir edim ortaya koymaları; tok hayvanların, aç hayvanların yanına
konulması durumunda yeniden yemeye başlaması, bunu örneklendiriyor. 2.
Başkalarının varlığının egemen tepkileri güçlendirmesi. Başkalarının bulunduğu bir
aracı kullanan genç bir sürücünün davranışları buna örnek oluşturuyor. Eğer araçta
anne babası varsa aracı daha yavaş, daha dikkatli kullanıyor, trafik kurallarına uyuyor.
Eğer kendi akran grubundan birileri varsa, o zaman hem arabayı daha hızlı, riskli
kullanıyor hem de trafik kurallarını çiğneme eğilimi gösteriyor.
toplumsal korku Bkz. sosyal fobi.
toplumsal kuramlar Bkz. ŞERİF, Muzaffer.
toplumsallaşma (socialization) Bireyin, içinde yaşadığı toplumun normlarını,
değerlerini, kendisine biçilen rolleri , tutumları, davranış yapılarını, toplumsal
etkileşim için gerekli becerileri , benlik ve kimlik duygusunu kazanma, içinde
yaşadığı kültürü içselleştirme süreci; sosyalleşme, kültürel uyum. Bebeğin insanlara
yönelmesi, gözleriyle insanları izlemesi, insanlara gülümsemesi ile başlayan ve yaşam
boyu süren toplumsallaşma süreci, yemeğin nasıl yeneceğinden, suyun nasıl
içileceğinden, nasıl oturulup kalkılacağından, birisiyle konuşurken nelere dikkat
edileceğine; en basitinden en karmaşığına dek sayısız kuralın öğrenilmesini
gerektiriyor. Toplumsallaşma genellikle birincil toplumsallaşma ve ikincil
toplumsallaşma olarak iki alt grupta değerlendiriliyor. İlkini aile ya da ilk bakıcılar
yürütürken; ikincisini okullar, medya, dinsel kurumlar ve benzeri toplumsallaşma
araçları gerçekleştiriyor. Toplumsallaşma sürecinin çeşitli evrelerinde bireye çeşitli
geçiş törenleri aracılığı ile var olan toplumsal ilişkileri yeniden üretme, var olan
toplumsal yapıyı değiştirme de aralarında olmak üzere belli haklar ve yükümlülükler
veriliyor. Psikanalize göre toplumsallaşma, kişinin içgüdüsel enerjisini daha yüksek,
toplumsal açıdan kabul edilebilir olan davranış biçimlerine dönüştürme süreci olan
yüceltme ile eş değerde görülüyor. Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri; ruhsal-
cinsel gelişim kuramı.
toplumsallaşma araçları (ogents of socialization) İnsanlara, topluma katılmak için
bilmeleri gerekli şeyleri öğreten kişiler, gruplar ya da kurumlar; sosyalleşme
vasıtaları.
toplumsal nesne (social object) Kişinin eylemli olarak ya da düşleyerek toplumsal
ilişki kurduğu insanlar, gruplar, örneğin, oyuncak bebek gibi nesneler, hayvanlar;
sosyal nesne.
toplumsal normlar (social norms) Bir kültürün hangi davranışların kabul edilebilir,
hangilerinin kabul edilemez olduğunu belirleyen standartları, norm kabul edilen
tutumları, inançları ya da düşünceleri tanımlayan kuralları; toplumsal düzgüler.
Kişilik bozuklukları, ruhsal bozukluklar, normal dışı davranışlar, çoğu kez bu tür
toplumsal normlardan saptığı için anormallik ya da hastalık olarak değerlendiriliyor.
Bkz. değer.
toplumsal nüfuz (social influence) Bir kişi ya da grubun, başka kişi ya da grupların
tutum, davranış ya da kanılarını etkilemesini sağlayan süreçlerin tümü; sosyal nüfuz.
toplumsal olgular (social facts) Emile Durkheim’ın, belli bir kişiye bağlı olmayan
düşünüş, duyumsayış ve davranış yapıları için kullandığı terim; pozitivistlerin
toplumsal gerçekliğin ruhsal, bedensel, biyolojik ve kimyasal özelliklere
indirgenemeyeceğine inandıkları özellikleri; içtimai vakıalar, sosyal olgular.
toplumsal olgunluk (social maturity) Kişinin başka kişilere, toplumsal kurum ve
araçlara yönelik tutum, anlayış, duyuş ve bezerilerinin yetişkinlere özgü gelişim
aşamasına ulaşmış olması; sosyal olgunluk. Toplumsal olgunluğun birçok kültürdeki
başlıca özellikleri kendi cinsi ve karşı cinsle normal ilişki kurabilme; kendini
denetlemede, toplumsal ilgilerde ve özgecilikte oldukça üstün bir düzeye ulaşmış
olmaktır.
toplumsal orun Bkz. toplumsal statü.
toplumsal oyun Bkz. sosyodrama.
toplumsal öğrenme (social learning) Albert Bandura ve Robert Sears’ın ortaya
koyduğu, gözlemle öğrenme ve taklit yoluyla öğrenmeyi de kapsayan bir öğrenme
kuramı; sosyal öğrenme. Öğrenme, genellikle klasik (tepkisel) koşullama, edimsel
koşullama, gözlem ve yaşantılar yoluyla gerçekleşiyor. Bandura, insanların birçok
şeyi toplumsal ortamlarda taklit yoluyla öğrendiklerini; taklitle öğrenmenin de kimi
yeni kavramlarla açıklanması gerektiğini savunmuş; öğrenmeye bir bilişsel yaklaşım
getirmiştir. Bandura’ya göre insan, gözlem yoluyla daha hızlı öğreniyor. Gözlem
yoluyla öğrenme, bilişsel bir süreçtir; bu süreçte ödül ve ceza, önemli bir etkendir. O,
Skinner’in tersine, öğrenme kuramının, içbilişsel değişkenleri içerdiğine inanıyor.
Ona göre, gözlem yoluyla yeni davranışların olası sonuçları da öğrenilebiliyor.
Bandura, bu süreci dolaylı pekiştirme (vicarius reinforcement) diye adlandırıştır.
Bandura’ya göre, kitap okuma gibi simgesel modellerin davranışları da
öğrenilebiliyor. Gözlemsel öğrenme, (1) Dikkat süreci; (2) Akılda tutma süreci; (3)
Davranışı yineleme ile ilgili süreçler; (4) Pekiştirme ve güdüleme ile ilgili süreçler
olarak gerçekleşiyor. Bandura’ya göre, toplumsallaşma da öğreniliyor.
Yardımseverlik, cinsellik rolleri, saldırganlık gibi toplumsal davranışlar da gözlem
ve taklit yoluyla öğreniliyor. Model alma, hem davranışsal hem de sözel olabiliyor.
Bandura, daha çok, dış çevrenin birey üzerindeki etkisine ağırlık vermesi ve bireyi
edilgin bir varlık olarak görmesi nedeniyle eleştirilmiştir. Bkz. davranışçılık;
toplumsal öğrenme kuramı.
toplumsal öğrenme kuramı (social learning theory) Ağırlıklı olarak Albert
Bandura’nın çalışmalarına dayanan ve davranışın büyük ölçüde gözlem ve taklitle
öğrenildiğini ileri süren bilişsel kuram ve davranışçılık karışımı bir yaklaşım; sosyaL
öğrenme teorisi. Bu gözlem, önemli başkalarının davranışlarının doğrudan doğruya
gözlemlenip kopyalanması olduğı gibi, medya yoluyla dolaylı da olabiliyor. Bu görüşe
göre çocuk, ödüllendirilen davranışları kopyalarken, cezalandırılan davranışlardan
kaçınıyor. Bu gözlem, toplumsal öğrenme kuramına belirgin bir davranışçı renk
katıyor. Ancak, bu kuramda bir adım daha atılıyor ve birebir pekiştirme olmasa da
öğrenmenin olabileceği ve bu öğrenmenin o an açık olmasa bile yıllar sonra kendini
gösterebileceği belirtiliyor. Örneğin, beklentisel toplumsallaşma, böyle
gerçekleşiyor. Böylece bu kuram, beklenti, tasarlama gibi bilişsel süreçlerin
önemini vurgulamış oluyor. Bkz. model; rol provası; temsili öğrenme.
toplumsal örgütlenme (social organization) 1. Egemenlik aşama sıraları ya da alan
denetimi, eşleşme sistemleri, anne babalık ve benzeri ilişkiler, bir grubun üyeleri
arasındaki belirleyici ilişki yapıları. 2. Akrabalık, yaş, cinsellik, evlilik, din,
oturulan yer, meslek gibi kurumlar aracılığı ile bireyleri toplumla bütünleştiren bir
kurumlar silsilesi; sosyal teşkilatlanma.
toplumsal referans noktası alma (social anchoring) Kişinin kendi karar ve
davranışlarını, temelde başkalarının, grubun karar ya da davranışlarına bağlı olarak
biçimlendirmesi; bunlar olmadan kendi başına karar verme ya da tutum belirleme
yetisinden yoksun olması; sosyal referans noktası alma.
toplumsal rol (social role) Cinsellik, sınıf, yaş gibi belli bir toplumsal statüye sahip
bir bireyden duruma ve bağlama göre beklenen ve bir kültürden ötekine farklılık
gösterebilen davranışlar toplamı; sosyal rol. Bkz. rol beklentisi; toplumsal rol
kuramı.
toplumsal rol kuramı (social role theory) Erkekle kadın arasında var olan bütün
davranış farklarının, cinslere ilişkin sterotipler ile bunlara uygun olarak çocuklara
öğreti l en toplumsal rollerle açıklanabileceğini; başka deyişle cinsler arası
farklılıkların, toplumsal işbölümünden kaynakalandığını ileri süren kuram.; sosyal rol
teorisi.
toplumsal ruhbilim Bkz. sosyal psikoloji.
toplumsal ruh hekimliği Bkz. sosyal psikiyatri.
toplumsal-ruhsal bunalım (psychosocial crisis) Erikson’un kişilik gelişim kuramına
göre, bireyin 8 yaşam evresinin her birinden geçerken çözmesi gereken sorunlar;
psikososyal kriz. Bkz. insanın sekiz çağı.
toplumsal-ruhsal gelişim Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri; insanın sekiz çağı;
toplumsal-ruhsal gelişim kuramı.
toplumsal-ruhsal gelişim kuramı (psychosocial developmental theory) Erik H.
Erikson’un Freud psikanalizini çekirdek aile sınırlarının dışındaki toplumsal çevreye
açıp, Freud’un incelediği gelişim aşamalarına, erinlik sonrasındaki gelişim
dönemlerini de katarak oluşturduğu kişilik kuramı. Psikanalizi daha da geliştiren
Erikson, Freud’un, kişiliğin çocukluk döneminde kesin olarak belirdiği görüşüne karşı
çıktı. Her şeyin, bir başkasının kusuru olmadığını; insanda, kendi sorumluluğunu
üstlenebilme gücünün de var olduğunu ve bu güce güvenmek gerektiğini savundu.
Freud’un, cinsel yasakların yaygın olduğu dönemde yaşadığı için, nevrozların
oluşumunu yalnızca cinsel çatışmalarla açıklamaya yöneldiğini; yaşamının son
döneminde bu yaklaşımın tek yanlılığını kendisinin de fark ederek, toplumsal
etkenleri de incelemeye başladığını vurguladı. Bkz. ERIKSON, Erik H.; insanın
sekiz çağı
toplumsal-ruhsal olgunluk Bkz. ruh sağlığı.
toplumsal ruhsal ortam Bkz. bilişsel alan kuramı; bilişsel öğrenmeler; duyuşsal
öğrenmeler.
toplumsal-ruhsal stres yükleyici (psychological stressor) Ölüm, uzun süren hastalık,
yer değişikliği, boşanma, aşırı rekabetçi iş ortamı, doğal afet gibi ruhsal bir
bozukluğun ortaya çıkmasına ya da ağırlaşmasına etki edebilecek ağır stresli yaşam
durumları; psikososyal stres yükleyici.
toplumsal-ruhsal yoksunluk (psychosocial deprivation) Çocuklukta, toplumsal ve
zihinsel gelişim için gerekli etkileşim, yakınlık, deneyim ve benzeri uyarım ve
fırsatlardan yoksun kalma; psikososyal mahrumiyet. Bu yoksunluk genellikle aile
yaşantısı bozuk olan; anne babasından ya da anne baba ilgisinden yoksun kalan
çocuklar için söz konusudur. Bu yoksunluğun, yetişkin yaşamında ortaya çıkan
duygusal bozuklukların ve hafif zekâ geriliklerinin önemli bir nedeni olduğuna
inanılıyor. Bkz. yalancı gerilik.
toplumsal sağaltım Bkz. sosyoterapi.
toplumsal seçim (social choice) Toplumsal sınıfların varlığını açıklarken Darwin’in
evrimci görüşünü temel alan ve doğal seçime gönderme yaparak toplumda da güçlü
olanın ayakta kaldığını savunan bir yaklaşım; sosyal seleksiyon. Buna göre örneğin,
yoksul insanların daha çok hastalanmasının nedeni, daha zayıf olmalarıdır; daha zayıf
oldukları için de daha alt sınıflarda kalmışlardır. İdeolojik önyargı içeren bu
yaklaşım, yapısal nedenleri incelemek yerine, yoksullukları nedeniyle yoksulları
suçluyor.
toplumsal sınıf (social class) Bir toplumda ortak bir eğitimi, mesleği, gelir düzeyini ve
birçok ortak değeri paylaşan insanlar grubu; daha yaygın olan Marksist tanımla
katmanlaşmış bir toplumda üretim araçlarıyla ilişki açısından benzer bir konumda
olan insanlar grubu; sosyal sınıf.
toplumsal sorumluluk (social responsibility) Bireyin herkesin ortak çıkarının ne
olduğunu anlamaya çalışması ve ona uygun davranması; içtimai mesuliyet.
toplumsal sözleşme kuramı (social contract theory) Politik, ekonomik ve dinsel
ilişkiler de içinde olmak üzere her türlü toplumsal ilişkinin, insanların sözle ya da
eylemle örtülü olarak kabul ettikleri bir sözleşmeye dayandığını savunan kuram;
sosyal sözleşme teorisi. Bu kurama göre egemenliğin, sivil toplumun, yurttaşlık hak
ve görevlerinin temelini bu toplumsal sözleşme belirliyor.
toplumsal statü (social status) Bireyin, toplumda başkalarıyla ilişkili olarak bulunduğu
konum; sosyal statü, toplumsal orun. Bu konum, ırk, cinsellik, sınıf, etnik köken gibi
doğuştan kazanılmış olabileceği gibi, yetenek ve çalışmayla da ediniliyor. Bkz.
statü.
toplumsal tabakalaşma (social stratification) Temel kaynakları denetleyebilme
yetilerine bağlı olarak büyük ölçekli toplumsal grupların aşama sıralı bir düzen içinde
tabakalaşması; sosyal tabakalaşma. Bu durum, zenginlik, saygınlık, iktidar gibi değer
verilen toplumsal ürünlerin sistemli ve dengesiz bir biçimde dağılımıyla belirleniyor.
toplumsal tedavi (sociotherapy) sosyoterapi. 1. Birey ile onun doğal ya da yapay
toplumsal çevresi arasında ruhsal etkileşim sağlama yoluyla ruhsal bozuklukları
azaltmayı ya da gidermeyi amaçlayan önlemlerin tümü. 2. Zihinsel bozukluğu olanların
toplumsal çevrelerini değiştirerek uyum sağlamalarına çalışma.
toplumsal uyum (social adjustment, social adaptation) Toplumsal çevrenin sürekli
değişen koşulları ve baskıları karşısında gösterdiği çabalarla kişinin kendi
güvenliğini, rahatını, konumunu ve yaratıcı eğilimlerini sürdürmesi ve ilerletmesi;
sosyal adaptasyon.
toplumsal uyumluluk (social adaptiveness) 1. Değişik toplumsal durumlarda bir kişinin
başkalarıyla iyi geçinmesini sağlayan özelliklerinin bileşimi. Toplumsal uyumluluk
için toplumsal zekâya, toplumsal uyum tekniklerine, gerekli planlamayı yapmaya ve
belli dinamik niteliklere gereksinim duyuluyor. 2. Bireyin, toplumsal çevrece ya da
kültür grubunca başarılı sayılan ölçütlere uygun tepkiler geliştirmesi. Bkz. toplumsal
uyumsuz çocuk; toplumsal uyumsuzluk.
toplumsal uyumsuz çocuk (socially maladjusted child) Sorunlarını çözmeye çalışırken,
toplumsal değerlerle çatışan çocuk. Bir okul sorununu çözmek için okuldan kaçmayı
geçici çözüm yolu olarak kullanan çocuk, toplumsal uyumsuz sayılıyor. Çünkü okuldan
kaçma, çocuğu, gerçekten okula gitme zorunluluğu ile çatışma durumuna düşürüyor.
Çocuğun saldırgan davranışları da başkalarına zarar verdiği için doğru, uyumlu
görülmüyor. Toplumsal uyumsuz çocuklar, çoğu kez duygusal bozukluk gösteriyorlar.
Kimi zaman okuldan kaçmanın, kötü davranmanın nedeni, bu duygusal bozukluklar
olabiliyor. Kimi de okulundaki durumundan kurtulmak için başvurduğu kaçma ve
kötü davranış, çocuğu duygusal bozukluğa sürüklüyor.
toplumsal uyumsuzluk (social maladjustment) 1. İçinde yaşadığı toplumun değerlerini
benimseme ve bunlara göre davranmada kişinin gösterdiği değişik ölçüdeki
yeteneksizlikler. 2. Öğeleri arasında bütünleşme olmadığı için toplumsal işleyişte
aksaklıkların ortaya çıkması. 3. Kişinin toplumsal çalışmalarda eğlenme ve dinlenme
etkinliklerinde gruplarla doyurucu işbirliği yapamaması ya da toplumsal yaşantılardan
zevk almaması. Bkz. toplumsal uyumsuz çocuk; toplumsal uyumsuzluk.
toplumsal uzaklık (social distance) 1. Irk, din, milliyet gibi farklı toplumsal gruplardan
üyelerin birbirini kabul etme ya da reddetme derecesi. 2. Birbirini tanımayan
insanların etkileştiği durumlarda aralarına koydukları ve korudukları maddesel
uzaklık düzeyi; sosyal mesafe.
toplumsal uzaklık ölçeği (social distance scale) Emory Bogardus’un, insanların ırk,
din, sınıf gibi ayrı gruplardan insanlarla toplumsal ilişkiye girmeyi kabul etme ya da
reddetme derecesini ölçmek için geliştirdiği ölçek; sosyal mesafe ölçeği.
toplumsal varlık (social being) Hayatta kalmak ve çoğalmak için toplumsal bir
ortamda, toplumun öbür üyeleriyle sürekli etkileşim gereksinimi duyan ve yavruların
yetiştirilmesi, yiyecek sağlanması, eğitimi, karşılıklı yardımlaşma gibi düzenli
davranış yapıları bulunan canlıların ortak adı. Bkz. bireysel psikoloji.
toplumsal ve duygusal gelişim. Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri.
toplumsal yakınlık ölçeği (social distance scale) E. S. Bogardus’un ayrı etnik grup
temsilcilerinin başka kişiler ve gruplarca ne kadar benimsendiğini ölçen ölçek.
Ölçekte benimsenme derecesi, belli bir grubun temsilcisi olarak kendimizle başka bir
grubun temsilcisi arasında görmek istediğimiz yakınlık ya da uzaklığa göre
ayarlanmıştır. Kişi, örneğin, bir etnik grubun temsilcisi ile kurmak istediği yakınlığı ya
da dostluğu böyle bir ölçek üzerinde, onu toplumun bir üyesi olarak benimseme
derecesi ile gösterebiliyor. Aşırı uç olarak böyle bir kişiyi, yurdundan uzaklaştırmak
istiyor. Öteki uçta da evlenerek akrabalık kurabiliyor.
toplumsal yapı (social structure) Belli bir dönemde, belli bir toplumda günübirlik
etkileşimler gibi, uzun süreli olan etkileşimleri de dengeli, kalıcı bir yapı içinde tutan
kurumlaşmış ilişkiler, roller, statüler ve etkileşimler yapısı; sosyal yapı.
toplumsal yaşlılık bilimi (social gerontology) Yaşlanmanın bedensel olmayan
toplumsal yönlerini inceleyen bilim dalı; sosyal gerontoloji.
toplumsal yetenek eğitimi Bkz. zekâ geriliğinin yol açtığı ruhsal bozukluklar.
toplumsal yılgı Bkz. sosyal fobi.
toplumsal zekâ (social intelligence) 1. Kişinin kendisini toplumsal çevreye ve bu
çecreye olumlu özellikler katacak eylemlere uydurma yeteneği. 2. Kişinin toplumsal
ilişkileri ve yeni toplumsal durumları etkili bir biçimde düzenleyebilme yeteneği.
toplumun ahlak standartları Bkz. ahlak; değer; standart; toplum.
toplumun değer karmaşası Bkz. değer; toplum.
toplum yanlısı davranış (prosocial behavior) Başkalarına yardımı amaçlayan olumlu,
yapıcı toplumsal davranışlar; toplum dışı davranışın tersi. Bkz. özgecilik.
toplum yanlısı saldırganlık (prosocial agression) Bir tecavüzü, bir soygunu önlemek
ya da nükleer silahlara karşı bir eylem yapmak gibi toplumsal açıdan yapıcı ve
istenilir sonuçları bulunan saldırganlık. Bu tanım, bilimsel değil; politik bir tanımdır;
çünkü neyin toplumsal açıdan yapıcı, istenilir olduğu, her topluma ve aynı toplumda
değişik koşullara göre farklılık gösteriyor.
toplu öğrenme yöntemi Bkz. aralıklı ya da toplu öğrenme.
toplu varyans (pooled variance) Ayrı örneklem varyansının ağırlıklı ortalaması.
topografi (topography) 1. Bir yerin coğrafi tanımı, bölgelerin birbirine göre konumu.
Örneğin, bilişsel (zihinsel) süreçlerin beynin belli bölgelerinde odaklanması;
yerbetim. Bkz. topografik kuram; topografik psikoloji. 2. Bir tepkinin ilgili, somut
olarak ölçülebilir boyutlarının tümü. Örneğin, işlemsel koşullamada yiyecek almak
için bir kola basması gereken hayvan, kola patisiyle, kafasıyla, burnuyla, kuyruğuyla
basabilir. Bunlardan biri seçici olarak pekiştirilebilir. Tepki sterotipik olduğunda,
tepkilerin topografyası da nicel anlamda birbirine benzeyecektir. 3. Alan kuramına
göre, içinde ya da aralarında ruhsal süreçlerin işlediği bölgeler, sistemler. Bkz.
topografik temsil.
topografik bellek yitimi (topographical amnesia) Yerleri ya da şeylerin yerlerini
anımsayamama; topografik hafıza kaybı, yerbetimsel bellek yitimi.
topografik kuram (topographical theory) Freud’a göre, insan davranışlarına ya
bilincin ya bilinçaltının ya da bilinçdışının kaynaklık ettiğini belirten kuram;
topografik teori, yerbetimsel kuram. Bilinç, belli bir anda yaşadıklarımızı içeren,
oldukça sınırlı bir ruhsal bölmedir. Biz, sınırlı bir süre içinde, az sayıda varlığın,
olayın bilincine varabiliyoruz. Duygular, düşünceler, anılar, algılar , zihnimizden art
arda akıyor. Bilincimizdeki bir duygu, düşünce, anı ya da algı, tıpkı sırayla ya da
karmakarışık yanıp sönen; ama, belli bir düzeni olan ışıklar gibi, kısa süre sonra
yerini bir başkasına bırakıyor. Bu yaşantılarımızı, beynimizin anı bölümlerine
yerleştiriyoruz. Bunların kimileri, aralarında daha sıkı ve gerçekçi; kimileri ise,
gevşek, kaypak ve mantık dışı ilişkiler kuruyor. Örneğin, akla uygun bir konuyu
tartışırken en yersiz, en uygunsuz bir şeyi anlattığımız da oluyor. Sınıfta öğretmenin
söylediği bir sözcük, o anda tüm ilgisini derse veren öğrenciye, konuyla hiçbir ilgisi
olmadığı sanılan bir yaşantıyı anımsatabiliyor. Çok kez bir tek uyarı, bilinçaltında
saklı yüzlerce anıyı birden canlandırabiliyor. Bilinçaltı, istediğimiz zaman ya da
çağrışımlarla anımsayabildiğimiz duygu, düşünce, anı ve isteklerimizin bulunduğu
derin bir depoya benzeyen ruhsal bölmemizdir. Biz, her an belli bir duygu, düşünce,
anı ya da algımızın bilincindeyiz. Şu anda bu satırları okuyan kişi, burada anlatılanları
algılayacak ve bunların çağrıştırdığı duygu, düşünce ya da anıları bilincinde
canlandıracaktır. Bunlar, daha sonra bilinçaltına dönecektir. Bu satırlardan
öğrenilenler de oraya yerleşecektir. Geçmişteki yaşantılarımızın ve şimdi
öğrendiklerimizin birçoğunu, dilediğimiz zaman ya da çağrışımlarla bilincimize
taşıyabiliyoruz.
Bilinç, Bilinçalı ve Bilinçdışı
Turing makinesi (Turing machine) 1936’da A. M. Turing’in buluşu olan kurgusal bir
evrensel bilgisayar modeli. Makine, her karesinde bir simge bulunduracak biçimde
simge karelerine bölünmüş bir banttan ve bu bant üzerindeki simgeleri okuyan ya da
başka simgelerle değiştirebilen bir kafadan oluşuyor. Her kare, öngörülen alfabeden
bir simge ya da boşluk içeriyor. Makine çalışmaya başlamadan önce bant üzerinde
bulunan şey giriş; makine çalışıp durduğunda bant üzerinde bulunan şey de çıkış
oluyor. Kafa, belli bir kareyi okuyarak işlevine başlıyor. İleri ya da geri hareket
etmeden önce, bu kareyi kodlayabiliyor ve hareketten sonra durumunu değiştirebiliyor.
Bir kareyi okumadan önce kafa, belli bir durumda bulunuyor. Kafanın yaptığını iki
etken belirliyor. Bunların ilki, okuduğu simge; ikincisi de içinde bulunduğu
durumdur. Bu iki etken, hangi simgenin yazılacağını; bir sonraki adımda hangi karenin
okunacağını ve ondan sonra hangi duruma geleceğini, durup durmayacağını belirliyor.
Turing, bu makinenin, insan zekâsı mantığına özgü kabul edilen şeyleri yapabileceğini
savunmuştur. Bunu kanıtlamak için de Turing Testi’ni geliştirmiştir. Bugünkü
bilgisayarların çalışma ilkesini özetleyen bu modeli, özellikle yapay zekâ ve biliş
psikolojisi üzerinde çalışan uzmanlar, büyük bir coşku ile karşıladılar. Çünkü bu
modelin, insan beyninin çalışma ilkelerine ışık tutabileceği umuldu. Ancak, kısa süre
sonra, ciddi eleştiriler yapılmaya başladı. Bkz. Çince Odası
Turing testi (Turing test) Davranışları denetimli koşullar altında insanların
davranışlarından ayırt edilemeyen bir makinenin zeki kabul edilmesi gerektiğini ileri
süren A. M. Turing’in bunu kanıtlamak amacıyla geliştirdiği bir test. Bu testin mantığı
şöyledir: Bir insan, ikinci bir insanla ya da makineyle yazılı soru-yanıt biçiminde bir
etkileşime sokuluyor. Ancak, deneğin, karşısındakinin bir makine mi yoksa bir insan
mı olduğunu etkileşmeksizin anlamasını sağlayacak koşullar ortadan kaldırılıyor. Yani
denek, kendisine yanıt vereni görmüyor ve onun sesini duymuyor. Bu koşullarda
sorduğu sorulara karşılık aldığı yanıtlara dayanarak, karşısındakinin bir insan mı
yoksa makine mi olduğuna karar veriyor. Eğer ayırt edemezse bundan, makinenin zeki
davranışlar sergilediği sonucuna varılıyor. Bu testin biliş psikolojisinde yararlılığı
konusuna ilişkin farklı görüşler bulunuyor. Son zamanlarda bunun bu biçimde yararlı
olamayacak kadar zayıf olduğunu; farklı birçok sistemin yanlış (zeki olmayan)
nedenlerle doğru davranış üretebileceği görüşü ağırlık kazanmıştır. Bkz. Çince odası;
zayıf eşdeğerlilik; yapay zekâ.
Turner sendromu (Turner’s syndrome) Kadınlarda X kromozomlarından birinin
eksikliğiyle (46,XX yerine 45,X olarak) tanımlanan bir kromozom anormalliği. Boy
kısalığı,, cilt ve kemik anormallikleri, düşük göz kapakları, geniş bir göğüs kafesi,
hafif zekâ geriliği, ikincil cinsel özelliklerin gelişmemesi ve kısırlık, sendromun
belirleyici özelliklerini oluşturuyor. Ergenlik döneminde yapılan hormon tedavisi ile
bu kişiler, normal bir kadınsı görünüm kazanabiliyorlar. Ancak, yumurtalıkları
olmadığı için kısır kalıyorlar. Bu anormallik, gebelik döneminde amniyotik sıvının
kromozom çözümlemesiyle belirlenebiliyor.
tutarık Bkz. sara.
tutarlılık (consistency) Kişinin aynı uyarıcı ya da duruma farklı zamanlarda aynı
biçimde tepki verme derecesi. Kelley’in kuramında bu bilgi, insanların duruma mı
yoksa mizaca mı yükleme yaptığını belirleyen bir etkendir. Bkz. anlayış; ayırt etme;
bilinçlilik; dengelilik; kararlı davranış; konsensüs.
tutarsız davranış (inconsequential behavior) Psikolog Scott’un uyumsuzluk
incelemelerinde tanımladığı bir davranış bozukluğu; mantıksız davranış. Tutarsız
davranış gösteren çocukta dikkat, her uyarıcı karşısında kolayca dağılıyor; bu nedenle
her türlü amaçlı etkinlik gösterirken dikkatini toplayamıyor. Bu çocuklarda kavram
gelişimi yetersiz olduğundan, zekâları düşük sanılıyor. Bkz. dengesizlik; kararsızlık.
tutkal koklama (glue-sniffing) Plastik tutkalları, toluen, ksilen ve benzeri çözücüleri
(örneğin tineri) koklama alışkanlığı ile tanımlanan bir tür madde bağımlılığı. Bu
maddeler, merkezi sinir sistemini uyarıcı bir etkiye sahiptir. Ancak, etkisi geçtikten
s o nr a depresyon belirmektedir. Türkiye’de tutkal koklama, özellikle çocuklar
arasında oldukça yaygındır.
tutku (passion) İstenç ve yargıları aşan güçlü bir coşku ve özlem; ihtiras.
tutmalı ilişki (coitus reservatus) Erkeğin cinsel ilişki sırasında boşalma dürtüsünü
bastırıp boşalmayı engellemesi. Erkeğin kendini tutması, cinsel ilişkinin uzamasına
yardımcı oluyor. Tutmalı ilişki, hem haz artırıcı hem de erken boşalma bozukluğunun
tedavisinde etkili bir tekniktir. Bkz. cinsel ilişki.
tutsak penis (penis captivus) Penisin cinsel ilişki sırasında vajina içinde vajina
kaslarınca dışarı çekilemeyecek kadar sıkıca tutulması. Bu durum, örneğin köpeklerde
çiftleşmenin doğal bir parçasıdır. Ancak insanlarda çok az rastlanan normal dışı bir
durumdur. Bkz. vajinismus.
tutuculuk (conservatism) Yenilik amacıyla yapılan değişikliklere karşı çıkma;
değişikliğe yeterince kanıttan sonra bile kuşku ile bakma; var olan değerlerin
korunmasını önemli sayma; muhafazakârlık. Bkz. yapısal kuram (Üstbenlik).
tutukluk (dysfluency) Kekemelik gibi düzgün, kesintisiz konuşma becerisinin
bozulması.
tutuklunun ikilemi (prisoner’s dilemma) Oyun kuramında ve sosyal bilimlerde çok
ünlenen bir işbirliği-rekabet modeli. Adını yeterli kanıtın bulunamadığı bir olayda iki
suç ortağının ayrı odalarda sorgulandığı bir polisiye sorgu tekniğinden almıştır.
Sanıklardan her birine “itiraf” etmesi durumunda küçük bir ceza alacağı söyleniyor.
Ancak, sonucu belirleyen şey, itiraf etme ya da etmeme değil; sanıkların birlikte mi
yoksa tek başlarına mı davranacaklarıdır. İkisinin de susması, en iyi sonucu verecektir
(karşılıklı işbirliği). İkisinin de itiraf etmesi (karşılıklı rekabet), azaltılmış da olsa
ikisinin de ceza alması anlamına gelecektir. Birinin susup öbürünün konuşması ise (tek
yanlı rekabet) konuşanın hafif; susanın ağır ceza alması demektir. En iyi seçenek, her
iki tarafın da susmasıdır; ancak, kişi için en düşük risk, itiraftır. Toplamı sıfırsız
diyebileceğimiz bu model, işbirliği ve rekabetle ilişkili güdülerin araştırılmasında
kullanılıyor. Bkz. toplamı sıfırlı oyun.
tutum (attidude) Bireyin insan, nesne, olay ve olgularla ilgili düşünce, duygu ve
davranışlarını düzenli bir biçimde oluşturan eğilim; tavır. Tutumlar; inanç, kanı ve
değerleri de içeren; insanlara, gruplara, olay, olgu ve nesnelere yönelik olumlu ya da
ol ums uz duyuşsal tepki eğilimleridir. Tutumun gücü, bilişsel, duyuşsal ve
davranışsal öğelerin bütünü ile açıklanıyor. Yerleşmiş tutumlarda bu güç, yüksek
oluyor. Bir tutum güçlendikçe, onu değiştirmek zorlaşıyor. Örneğin, ırkçılık, böyledir.
Tutumların, kimi ortamlarda rahatça davranışa dönüşmesine karşılık, kimi ortamlarda
davranışa dönüşmesi güç oluyor. Onun için, çok güçlü tutumlara dayanarak
kestirimde bulunmak, yerleşmemiş tutumlara göre kestirimde bulunmaktan daha
olumlu sonuç veriyor. Hem belli bir tutumu hem de farklı tutumları oluşturan
özelliklerin şiddet derecesi, karmaşıklığı, öbür tutumlarla ilişkileri ve odakta olup
olmaması, öğeler arası ve tutumlar arası tutarlılıkları farklılık gösteriyor. Bir
toplumsal, ekonomik, politik, askeri karar almadan önce, hedef kitlenin alınacak
kararlara ilişkin tutumları araştırılıyor. Bu amaçla birçok tutum ölçeği
geliştirilmiştir. Tutum, davranışlarımıza yön veren bir öğe olduğu için tutumun ne
olduğu, nasıl değiştiği ve nasıl ölçülebileceği üzerinde psikologlar önemle
durmuşlardır. Bireyin yaşamını ve toplumsal yaşamı yakından ilgilendiren iletişim,
propaganda, ideoloji gibi olgular, benimsenen tutumlarla ve tutum değişimiyle
yakından ilişkilidir. Yaşamımızı büyük ölçüde, değiştirilmesi oldukça zor olan bu
kalıplaşmış tutumlar yönlendiriyor. Bunların bilişsel, duyuşsal ve davranışsal
öğeleri çok güçlüdür. İdeoloji ise kişide odak durumunda olan bir tutumun, onun öbür
tutumlarını da etkileyerek, genel yaşam görüşüne yön vermesi biçiminde ortaya
çıkıyor. Tutumların kimisi koşullanmalarla; kimisi, içinde yaşanılan durumların
özümsenmesi ile; kimisi de yaşantıların genelleştirilmesiyle oluşuyor. Bunlar,
davranışa dönüşerek de varlığını ortaya koyuyor. Örneğin, sınıfta öğretmenin
azarladığı, korkuttuğu, tehdit ettiği öğrencinin, kendisini çok örselenmiş olarak
algılaması, onun öğretmeninden ve o ders konusundan nefret etmesine, dolayısıyla o
ders konusuna karşı olumsuz tutum takınmasına neden olduğundan, öğrencinin o dersi
öğrenmesi güçleşiyor. O nedenle bir konunun öğrenilmiş olmasından, o konunun
hangi duygular içinde, nasıl öğrenildiği daha önemli oluyor. Psikanalize göre, yoğun
bir acı ya da ürküntü verdikleri için bastırılıp unutulan düşünce, anı ve istekler,
bilinçdışı güçler olarak varlıklarını koruyor ve daha sonra o insanın davranışlarını
yönetiyor. Bkz. içgüdü kuramı. Davranışçılara göre ise, kişinin bir uyarıcıdan kaçma
davranışı ile birlikte yer verilen başka bir etkisiz uyarıcıdan da bir süre sonra
kaçıldığı görülüyor ve bu tepki, etkisiz uyarıcıya benzer uyarıcılara da
genellenebiliyor. Bundan anlaşılacağı gibi, olumsuz bir tutumun etkileri, benzer ve
zamandaş uyarıcılara da yayılarak genişliyor. Bkz. davranışçı psikoloji. Okulda daha
ç o k, olumlu tutumlar yaratan öğrenimin yapılabilmesi, öncelikle öğretmenin
sevilen bir kişi olmasına bağlı bulunuyor. Öğrenme konularına karşı olumlu tutum
geliştirmek için öğretmenin, öğrenmeyi kolaylaştırıcı yöntemleri yeğlemesi;
öğrenciyi güdüleyecek canlı ve renkli araç gereç kullanması; öğrencileri
ödüllendirmek için fırsat aramaya ve yaşantılar sağlamaya önem vermesi gerekiyor.
Sonuçta bu olumlu tutumlar başarıyı artırıyor; başarı da olumlu benlik tutumunun
gelişmini hızlandırıyor. Olumlu benlik tutumu, kendini kabul etmek; o da kapsamlı ve
olumlu bir duyuşsal öğrenme demektir. Öğretim konularında; özellikle de yazın, sanat
ve psikoloji alanlarında insan, birincil öğrenmeler olarak kendi duygularını tanıyor
ve benimsiyor. Benlikle ilgili tutumların olumlu yönde yapılanması da özel etkileşim
teknikleriyle gerçekleştiriliyor. Olumlu benlik tutumunun oluşması için çocukla
evde anne baba da öğretmenin tutumuna benzer bir tutum sergilemelidir. Bkz. kendini
kabul etme; özgüven; özsaygısı; tutum değişikliği; tutum oluşumu; tutum ölçeği;
tutum testi; tutum tipi.
tutum belirleme ölçeği Bkz. tutum ölçeği.
tutum değişikliği (attitude change) Kişilik psikolojisi ve sosyal psikoloji alanında en
çok araştırılan konulardan biri; tavır değişikliği. Siyasetçi, reklamcı, kamuoyu
oluşturucusu, eğitimci, nükleer enerji karşıtı birçok kişinin ilişkili olduğu sivil ve
resmi kurum ve kuruluşlar, insanların kendi amaçları doğrultusunda davranış
göstermelerini sağlamak için onların tutumlarını değiştirmek istiyorlar. Bu konuda üç
temel kuram bulunuyor. Bunlardan birincisi iknaya yönelik iletişimi öne çıkarıyor ve
ödüllendirme ile insanların duygu ve düşüncelerini değiştirmenin tutum değiştirmek
için yeterli olacağını savunuyor. Bu yaklaşıma göre yeni tutumların öğrenilmesi, sözel
ya da devimsel becerilerin kazanılması gibidir. İkincisi, Gestalt kuramından etkilenen
denge kuramıdır. Bu görüşte olanlara göre, inançlar dengede olmadığında bir stres ve
ona bağlı olarak da tutum değişikliğine ilişkin bir baskı ortaya çıkıyor. Bu dengeyi
etkileyen iki temel etken, inançların duygusal özelliği (hoşlanma-hoşlanmama,
onaylama-reddetme) ile bütünsel özelliğidir (benzerlik, yakınlık, ait olma
özelliğidir). Olaylara ya da kişilere ilişkin inançlar aynı ölçüde olumlu ya da olumsuz
olduğunda denge; farklı olması durumunda ise dengesizlik oluşuyor. Üçüncü kuram ise
tutum değişikliğini bilişsel tutarlılıkla açıklıyor. Buna göre insanlar, inançları
arasında bir tutarlılık oluşturmaya ve bu tutarlılığı sürdürmeye çalışıyorlar.
Tutarsızlık belirdiğinde kişi, ya tutumunu ya da inanç ve kanılarını değiştiriyor.
Kuramlar arasında en çok kabul gören ve en çok araştırılan, bilişsel uyumsuzluk
olmuştur. Bu araştırmalara göre tutum değişikliğine yol açan etken; istekler, inançlar,
tutumlar ve benzerleri arasındaki çatışmadır. Çatışmanın ve bunun yol açtığı
uyumsuzluğun gücünü; buna bağlı olarak tutum değişikliği için ne kadar çaba
göstermek gerektiğini çeşitli etkenler belirliyor. Bu etkenler manipüle edilerek tutum
değişikliği kolaylaştırılıyor ya da zorlaştırılıyor.
tutum envanteri Bkz. tutum ölçeği.
tutumluluk (parsimony) Çağcıl bilimde bir durum, bir olgu ve benzerlerine ilişkin
seçenek oluşturan iki kuram ya da açıklamadan, daha basit olanının seçilmesi gerektiği
görüşü.
tutum oluşumu Bkz. ŞERİF, Muzaffer.
tutum ölçeği (attitude scale) Kişinin nelere, ne aşamada değer verdiğini anlamaya
yarayan; son yıllarda psikolog ve sosyologlarca sıklıkla kullanılan ölçekler. Tutum da
içsel bir olay olduğu için, tutum testleri, ya deneğin tepkilerine ya da gözlemci
yargılarına dayanılarak geliştiriliyor. Her iki yaklaşıma dayanan birçok tutum ölçeği
geliştirilmiştir Tutumların incelenmesinde, deneklerin kişisel düşüncelerini diledikleri
gibi yazmalarını istemekten, önceden hazırlanmış bulunan soru ya da tümce listelerini
yanıtlamaya dek türlü ölçekler kullanılıyor. Tutum testlerinin en çok tanınmış olanları;
Thurstone’un eşit görünen aralıklar tekniği; Likert’in toplamalı sıralama tekniği
v e Ospood’un duygusal anlam ölçekleridir. Guttman ve Bogardus’un geliştirdiği
tutum ölçekleri de önemli tutum ölçeklerindendir. Bu tekniklerde ölçme sürecinin,
ölçülen tutumu etkilememesi için, dolaylı yollar izleniyor. Her tutum ölçeğinin üstün
ve zayıf yönleri vardır. Tutumlar, deri yüzeyi ölçümü ve yüz elektromiyogramı gibi
fizyolojik belirtiler aracılığıyla da ölçülebiliyor. Bkz. tutum testi.
tutum testi (attitude test) Kişinin ya da grubun, çoğu kez kişisel uyumu, kesin çözüme
varılmamış görüşlerle ilgili olarak zihinsel ve duygusal tutumlarını, hoşlanıp
haşlanmadığı şeyleri ölçen test ya da ölçme aracı. Bkz. tutum ölçeği.
tutum tipi (attitude tipe) Jung’a göre, kişinin uyaranlar karşısındaki tepkilerinin içe ya
da dışa doğru dönük oluşu; Bkz. analitik psikoloji.
tuvalet eğitimi (toilet training) Çocuğun doğal refleksleri ketleyerek bağırsaklarını ve
sidik torbasını boşaltma işlemini toplumca kabul edilen yerlerde ve kabul edilen
biçimde yapmayı öğrenmesi. Psikanalistler, bu eylemlere bağlanan libido yükü
(bunlardan alınan haz) temelinde bu eğitimin, çocuğun yaşamında önemli bir rol
oynadığını; gerektiği gibi ve doğru zamanda yapılmadığında, bu döneme takıntıların
gelişeceğini; bunun ise kişilikte kalıcı izler bırakacağını savunuyorlar. Örneğin, onlara
göre, katı bir tuvalet eğitimi, nevrotik bir kusursuzluk, inatçılık, cimrilik gibi
tutumlara yol açıyor. Bu görüşü benimsemeyenler ise belirleyici etkenin, kendi içinde
tuvalet eğitiminin ya da bu eğitimin veriliş biçiminin değil; anne baba-çocuk
etkileşiminin niteliği olduğunu ileri sürüyorlar. Bugün, bu konuya ilişkin bulgular
çelişkilidir ve kesin bir sonuca varmayı sağlayacak nitelikten uzaktır. Bkz. ruhsal-
cinsel gelişim kuramı (Dışkıl Dönem).
tükeniş 1. (burnout) Yüksek beklentili işlerde sürekli stres altında çalışan insanlarda
ortaya çıkan ve sürekli artan uzun süreli bedensel, ruhsal ve davranışsal işlevsizlik. İş
veriminin düşmesi, yorgunluk, uykusuzluk, depresyon, bedensel hastalıklara yatkınlık,
geçici rahatlama için alkol ve uyuşturucu maddelere yönelme, tükenişin belirtileri
arasında yer alıyor. 2. (exhaustion) a. Türe özgü bir tepkinin uyuma ya da alışkanlığa
dönüşmesine ilişkin verilerle ilgili olarak bir tepkinin sürekli yinelenmesinin, eyleme
özgü enerjinin bir miktarını boşalttığını ya da tüketerek eşiği yükselttiğini; dolayısıyla
söz konusu tepkinin daha sonra ortaya çıkma sıklığını ve şiddetini azalttığını anlatan
terim. b. Genel bir yorgunluk, halsizlik, tepkisizlikle tanımlanan bedensel ya da ruhsal
durum. Bkz. tükeniş evresi.
tükeniş evresi (exhaustion stage) Genel uyum sendromu modelinin üçüncü ve son
evresi. Kişi, bu evrede artık strese dayanamadığından, stres durumuna ilişkin hormon
salgılarında ve kazanılmış uyumlarda çözülme başlıyor. Birinci ve ikinci evre için
bkz. alarm evresi; direnme evresi.
tükeniş hezeyanı Bkz. tükeniş sabuklaması.
tükeniş sabuklaması (exhaustin delirium) Dağcılar, yabanıl doğada yiten kişiler gibi,
uzun süre yoğun stres altında kalanlarda olduğu kadar, örneğin, yüksek ateş yüzünden
tükenişin eşiğine yaklaşan hastalarda da görülen akut bir sabuklama; tükeniş
hezeyanı. Tükeniş sabuklaması, aşırı çabanın özellikle uzun süreli uykusuzluk, açlık,
yalnızlık, aşırı sıcak ya da soğuk gibi stres etkenleriyle birleştiğinde ortaya çıkıyor.
tüketici psikolojisi (consumerpsychology) Bugünkü ve gelecekteki tüketicilerin
gereksinimlerini ve isteklerini araştıran, piyasa incelemeleri yapan, buna göre gereken
tanıtma ve reklam çabalarını salık veren uygulamalı psikolojinin bir bölümü. Bkz.
duygu tonu
tüketici ruhbilimi Bkz. tüketici psikolojisi.
tümce tamamlama testi Bkz. cümle tamamlama testi.
tümden cinsellikçilik (pansexualism) Her türlü insan davranışının cinsellikle
açıklanabileceğini ileri süren görüş; topyekün cinsiyetçilik. Freud, bu görüşten yana
olanlarca sıklıkla kendisine gönderme yapmalarının, haksız ve yersiz eleştirilerden
biri olduğunu; cinsel içgüdünün gücünü vurgulamasının tek nedeninin, o güne dek
bilimde cinselliğin görmezlikten gelinmesi olduğunu belirtmiştir. Gerçekte Freud,
cinselliği ön planda tutuyor gibi görünmesine karşın, cinsellikle ilişkisi olmayan
kültürel ve toplumsal etkenlere de önemli bir yer vermiştir.
tümdengelim (deduction) Doğrudan yaşantı yerine, önceden verilmiş önermelere
dayanarak ve mantık kurallarını uygulayarak genelden özele gitme ve bir sonuca
varma; dedüksiyon. Tümdengelimde ortaya konan önermelerden her zaman bir sonuç
çıkıyor; önermelerin doğru olması durumunda, sonuç da geçerli oluyor. Tümdengelim
şu 3 aşamadan oluşuyor: (1) Önermelerin anlaşılması; (2) Geçerli bir sonuca
varılması; (3) Bu sonucun geçerliliğinin test edilmesi. Tümdengelim, tümevarımla
birlikte, insan bilişinin (bilgisinin) de temelini oluşturuyor. Bkz. tümdengelim
yöntemi.
tümdengelim yöntemi (deductive method) 1. Öğrenimde ya da araştırmalarda genel
sonuçlardan, kurallardan, konulardan örneklere, sorunlara, özel durumlara geçme
yolu; ispata yönelik argüman. Örneğin, varlıkların durumunu, biçimini, rengini,
sayısını; yani nasıl ve nice olduğunu bildiren sözcüklere sıfat dendiğini bildirdikten
sonra buna durgun (su), ince (dal), kırmızı (gül), üç (arkadaş), bu (kitap) gibi
örnekler sıralayıp bunları açıklayan öğretmen, tümdengelim yöntemini kullanmıştır. 2.
Bütünden parçaya; tümelden tikele ya da genelden özele, kuraldan örneğe
geçerek usavurma yöntemi. Bkz. tümdengelim; tümevarım yöntemi.
tümden nevroz (pan-neurosis) Nevrotik şizofrenide, her türlü nevrotik belirtinin aynı
anda bulunduğu ya da kısa bir süre içinde ortaya çıktığı bir bozukluk. Fobiler,
saplantılar, zorlanımlar, depresyon, çeşitli histeriler ve ruhsal-fizyolojik
bozukluklar, bu belirtiler arasındadır.
tümden ruhçuluk (panpsychism) panpsychism) Maddesel gücün ve enerjinin nitel özünü
bir tür ruhsal etkinlik olarak yorumlayan ve son çözümlemede her türlü maddesel
gerçekliğin ruhsal ya da bilişsel (zihinsel) güçlerle donatılmış olduğunu; şeylerin
değişen ölçülerde içsel öznellik ya da yarı bilinçli özellikler taşıdığını savunan bir
öğreti.
tümel (universal) 1. Bir nesne kümesinin ya da bir sınıfın üyelerinin paylaştığı ortaklık.
Bkz. tikel. 2. Aynı sınıfta yer alan nesnelerin tek tek özelliklerini yansıtan genel
soyutlama. Örneğin Okan, tikel bir varlığı; insan ise tümel bir sınıfı anlatıyor.
tümevarım (induction)) Özelden genele akıl yürütme; yani, bireysel gözlemlere
dayanarak genel ilkeler ya da yasalar üretme; endüksiyon, ampirik (görgül)
genelleştirme. Her türlü deneysel çalışma, öz olarak tümevarımsaldır. Çünkü üzerinde
deney, gözlem yapılan küçük bir örneklemden, popülasyon evrenine genelleme
yapılıyor. Bkz. tümevarım yöntemi; tümdengelim.
tümevarım yöntemi (inductive method) 1. Öğrenimde örnek, sorun ve özel durumlardan
genel sonuçlara, kurallara ya da kanılara varma yolu; genelleme yöntemi. Örneğin,
suyu ısıtıp kaç derecede kaynadığını, belli koşullarda birden çok kez ölçerek “suyun
100 C derecede kaynadığı sonucuna tümevarım yöntemi kullanılarak varılmış oluyor.
2. Özel durumlardan genel bir sonuca varmak için yapılan, usavurmaya dayanan bir
çalışma, araştırma ve tartışma yöntemi. Bkz. tümevarım; tümdengelim yöntemi.
tümleyen diziler (complemental series) Freud’un, dış kaynaklı ve iç kaynaklı etkenler
arasında kesin bir ayrım yapmadan, nevrozun kökenini açıklamak için kullandığı
terim. Freud, bu iki etkenin gerçekte birbirini tamamladığını (biri ne denli güçlüyse
öteki o denli zayıftır); bu nedenle kuramsal olarak her olayın, iki etkenin ters orantılı
olduğu bir ölçek üzerinde belirlenebileceğini savunmuştur. Bu dizinin iki uç
noktasında yalnızca bir etkenin yer aldığı olaylar bulunabiliyor.
tüm-parça-tüm yöntemi Bkz. bütün-parça-bütün yöntemi.
tüm söz yitimi Bkz. söz yitimi.
türdeş (something that is of the same species) Aynı türden, türleri aynı olan.
türel ruh hekimliği Bkz. adli psikiyatri.
türe özgü davranış örüntüsü (species specific behavior pattern) Belli bir canlı türüne
özgü olan, öğrenilmeyen ve türün tüm üyelerinde aynı biçimde görülen davranış
yapıları. Bu terim çoğunlukla içgüdü yerine kullanılıyor.
türetilmiş gereksinim (derived need) Birincil (temel) gereksinimlerin işleyişinin
sonucu olarak ortaya çıkan, kendi içinde güdüleyici gücü bulunan bir gereksinim;
ikincil gereksinim.
Türkçe öğretimi Ana dilleri Türkçe olanlarla Türkçe olmayanlara Türk dilini öğretme.
İlköğretim okullarında “Türkçe”; ortaöğretim okullarında da “Türk Dili ve Edebiyatı”
adıyla bütün okullarımızda bağımsız bir ders olarak okutuluyor. Türk dili, ana dili
Türkçe olmayan azınlık ve yabancılara, duyulan gereksinime göre, yurt içinde ve yurt
dışında türlü kurs ve kurumlarda öğretiliyor. Bu dersin genel amaçları özetle
şunlardır: Öğrencinin Türkçe konuşulanları ve Türkçe ile yazılmış olanları tam ve
doğru olarak anlamasını; onu duygu, düşünce ve yaşantılarını sözle ve yazı ile tam
ve açık olarak anlatabilmesini sağlamak; onda dinleme ve okuma alışkanlıklarını
ve zevkini yaratmak ve bu yolla onun yaşamını zenginleştirmek; ona okuma, yazma
ve konuşmada karşılaşacağı güçlükleri kendi başına yenmenin yollarını kavratmak ve
ana dili Türkçeyi sevdirmektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde Eğitim Devrimi ve Sonrası Bkz. Türklerde eğitim.
Türkiye’de ruh sağlığı (mental hygien in Turkey) Türkiye’de akıl ve duygu sağlığının
durumu; Türkiye’de akıl sağlığı. Türkiye’de ruh sağlığının durumu Cumhuriyet
öncesindeki durum ve Cumhuriyet dönemindeki gelişmeler olarak ele
alınabilir.Cumhuriyet Öncesinde Ruh Sağlığının Durumu. Türk toplumlarında akıl
hastalarına eski çağlardan beri insanca yaklaşıldığı biliniyor. Avrupalılar akıl
hastalarını zincire vurur, ateşe atarken , Müslümanlığın da etkisiyle Türkler “deli”ye,
yardım edilmesi gereken hasta olarak bakmışlardır. Kimseye zararı dokunmayan
budala tipli akıl hastalarına kutsallık yakıştırarak onları “veli” kertesine çıkardıkları
bile olmuştur. Selçuklular döneminde yapılan Kayseri Gıyaseddin Keyhüsrev ve
Gevher Nesibe Darüşşifası’nın, yapı olarak Orta Asya Türklerinin Nevbahar denilen
hastane geleneğini sürdürdüğü anlaşılıyor. İlk tıp okullarından biri kabul edilen
Gevher Nesibe Darüşşifası’nda ilk kez kuramsal ve uygulamalı tıp eğitimi birlikte
yürütülüyor. Anadolu’nun birçok kentinde benzer kuruluşlar kuruluyor. Bunlar
arasında Sivas Keykavus Darüşşifası ve Medresesi, Divriği Darüşşifası, Kastamonu
Pervana Darüşşifası, Tokat Pervana Darüşşifası ünleniyor. Osmanlı döneminde kimi
camilerin çevresinde aşevi, imarethane, darüşşifa, kütüphane, medrese, sebil, sübyan
okulu, tabhane yapılarından oluşan külliyeler kuruluyor. Bu şifahanelerde akıl
hastaları da iyileştirilmeye çalışılıyor. Fatih döneminde İstanbul’da kurulan Fatih
Külliyesi, bir üniversite kimliği kazanıyor. Bursa Orhan Gazi ve Hüdavendigâr
külliyeleri, Yıldırım Beyazıt külliyesi, III. Murat Külliyesi, İstanbul Süleymaniye
Külliyesi, Manisa Hazfa Sultan Külliyesi gibi kurumlarda hastalar, o çağın tıp
ilkalerine uygun olarak tedavi görüyorlar. Ne yazık ki 18. yüzyılda Avrupa’nın tersine,
bilim ve fen alanında gerilemeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu’nda bu çalışmalar
da aksıyor. 1868’de “deliler”, Toptaşı medresesindeki bimarhaneye aktarılıyor.
Önceleri insanca ilgi gören hastalar, V. Murat’ın tahtına oturan II. Hamit’in, deliliğin
bir padişahı ne hale getirdiğini görmesinden ve kuruntu geliştirmesinden sonra
büsbütün unutuluyor. II. Hamit, delilerden söz edilmesini bile yasaklıyor.
Meşrutiyet’in ilanından sonra Toptaşı Şifa Yurdu yeniden açılıyor. Bu adımla akıl
hastaları için yeni bir umut ışığı beliriyorsa da İtalya, Balkan ve I. Dünya savaşlarının
sürdüğü yıllarda akıl hastaları yine unutuluyor. II. Meşrutiyet’ten sonra yeniden
düzenlenerek bir gözlem yeri durumuna getirilen Haseki Şifa Yurdu’nun başına,
1914’te, Avrupa’da eğitim gören Mazhar Osman (Usman) getiriliyor. Bu adım,
ülkemizdeki ilk önemli ruh hekimliği ve nöroloji çalışmalarının başlangıcını
oluşturmuştur. 1915’te Mazhar Osman, Edirne Akıl Hastanesi’ne giderek Türk ruh
hekimliği tarihinde bir ilki daha gerçekleştiriyor; oradaki akıl hastalarının
zincirlerini çözdürüyor. Cumhuriyet döneminde ruh sağlığı alanındaki gelişmeler.
Mazhar Osman, 1920’de Toptaşı Akıl Hastanesi Başhekimi; 1927’de ise burayı
taşıtarak kurduğu, bugünkü adıyla Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi
yöneticisi oluyor. Uzun süre bu görevde kalan Usman, ruh hastalıkları alanının anlam
ve öneminin doğru anlaşılmasında; ruh hastalıklarının büyüye, şeytana bağlanması
inancının yıkılmasında çok etkili oluyor. Ruh hekimliğinde Fransa’da Pinel’in; daha
sonra Almanya’da Kraepelin’in yaptığı devrimi Türkiye’de Mazhar Osman yapıyor.
Türk Akıl ve Sinir Hastalıkları Cemiyeti’nin kuruluşunu da o gerçekleştiriyor.
Avrupa’da psikiyatri eğitimi görüp ülkemize dönerek Cumhuriyet döneminin
psikiyatrisinin kurulmasında Mazhar Osman’ın yanı sıra Hayrullah Efendi, Lois
Mongeri, Pepo Acchioti, Lofçalı Derviş Bey, Raşit Tahsin, Mustafa hayri Diker,
Hilmi Kadri Bey, Nazım Şakir Şakar, Fahrettin Kerim Gökay, Rasim Adasal, İhsan
Şükrü Aksel gibi ruh hekimlerinin de önemli katkıları oluyor. Cumhuriyetin kuruluşu
ile birlikte sağlık kuruluşlarımızın içinde psikiyatri ile ilgili üniteler de yerlerini
alıyor. Bugün ruh sağlığı ve bozuklukları ile ilgili kuruluşlarımız, Sağlık Bakanlığı’na
ve tıp fakültelerine bağlı olarak ve özel olarak hizmet veriyorler. Bakanlığa bağlı
olanlar, devlet hastaneleri bünyesinde ve özel hastane biçiminde görev yapıyorlar.
Ruh ve sinir hastalıkları hastanelerimizden Bakırköy’deki Marmara Bölgesi’ne;
Manisa’daki Ege Bölgesine; Samsun’daki Karadeniz Bölgesi’ne; Elazığ’daki Doğu
ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne; Adana’daki Akdeniz Bölgesi’ne; Ankara-
Gölbaşı’ndaki de Ruh Sağlığı Merkezi adıyla İç Anadolu Bölgesi’ne hizmet veriyor.
Bunlardan en gelişmiş ve son zamanlarda uyuşturucu madde tedavi birimine de
kavuşturulmuş olan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanesi, 1960 yılında, açık
kapı uygulaması denilen ileri bir uygulamayı başlatıyor. Hastanede çeşitli iş
alanlarıyla ilgili atölyeler açılıyor ve hastaların iyileşip topluma döndükten sonra bir
işyerinde çalışabilecek duruma getirilmeleri planlanıp uygulamaya konuluyor.
Hastanede bir de kütüphane kuruluyor. Bahçe işlerine; spor, müzik ve tiyatro
etkinliklerine yer veriliyor. Hastanenin kapıları ziyaretçilere açılıyor. Böylece
hastane, çağdaş bir biçim ve içeriğe kavuşturuluyor. Hastalar, daha doğal, topluma
dönük uygulamalarla iyileştirilmeye çalışılıyor. Bu yapılanmalarla toplumun ruh
hastalarına ilgi ve güveninin artırılması amaçlanıyor. Ne ki 1979 yılında bu
hastaneden topluma yansıyan görüntüler, iç karartıcılığı ile izleyenleri şaşkına
çevirmiştir. Hastane, nerdeyse Mazhar Osman’dan önceki çağ dışı görünümüne
dönmüştür. Akıl hastaları, kilitli kapılarla dünyamızdan ayırılmıştır. Hastalar yarı aç
yarı tok; pis ve iğrenç kokular içinde yaşamaya terk edilmiştir. Giydiği lastik
ayakkabı, hastanın ayağına kaynamış, uzayan tırnakları, ayaklarına gömülmüştür. Türlü
pisliklerle sararmış zemin üzerinde yüzlerce hasta, balık istifi yaşamaya
terkedilmiştir. Yedikleri, içtikleri de türlü pisliğin içindedir. Kimi yarıçıplak, kimi
çırılçıplak hastalar, şiltesiz ya da kirli, paramparça şilteli ranzalarda, yerlerde, iç içe,
üst üste yatmak durumunda kalmışlardır. 1979’da bu kuruma Yıldırım Aktuna
başhekim olarak atandığında önce, bu feci durumu, televizyon aracılığı ile Türk altına
sunuyor ve bu kurumu kurtarmak için herkesten yardım ve destek istiyor. Halk, yardım
elini uzatmakta gecikmiyor. Aktuna da bütün kapalı kapıları açmak değil; söktürmek de
içinde olmak üzere uzun ve yorucu bir çalışma ile burayı insanca yaşanılır bir yer
durumuna getiriyor. Her hasta temizliğe, giyim kuşama; temiz, düzenli yatma, gezme,
yemek yeme, su içme aptes bozma, banyo yapma yerlerine kavuşturuluyor. Bununla
birlikte, ruh ve sinir hastalıkları hastanelerimizde de kimi öbür hastanelerimizde
olduğu gibi olanak ve hizmetler, çağdaş dünya standartlarının altındadır. Batıda bir
hekime 3-4 hasta düşerken bizde bir hekim, 50-100 hastaya bakmak zorundadır.
1930’da kurulan ve kısıtlı olanakları içinde çalışmalarını sürdüren Türkiye Akıl
Sağlığı Derneği’nin yanı sıra, daha sonra benzer amaçla kurulan başka birçok dernek,
ve vakıf da bu yoldaki çabalarını sürdürüyorlar. Türkiye Sosyal Psikiyatri Derneği,
Türk Psikologlar Derneği, Türk-Alman Psikiyatri-Psikoterapi-Psikososyal Sağlık
Derneği bunlardandır. Türkiye’de ilk kez 1948 yılında Ankara Gazi Eğitim
Enstitüsü’nde Ruh Sağlığı dersi okutuylmaya başlanıyor. Mithat Enç, 1950’de Ruh
Sağlığı Bilgisi adıyla Türkiye’nin ilk ruh sağlığı kitabını yazıyor. Bu ders daha sonra
tüm eğitim enstitülerinin ve öğretmen yetiştiren öbür okullarla kimi fakültelerin ilgili
bölümlerinin programlarında da yer alıyor. 1954-1955 öğretim yılında ilköğretmen
okullarında okutulmak üzere Vedide Baha Pars, Turhan Oğuzkan, Hüsnü Cırıtlı ve
Mithat Enç’in yazdıkları Eğitim psikolojisinin 4 bölümünden birini ruh sağlığı
oluşturuyor. Kitabın öbür 3 bölümü ise gelişim psikolojisi, öğrenme psikolojisi ve
ölçme ve değerlendirmedir. Ruh sağlığı dersi 1980 yılında yüksek öğretmen
okullarının eğitim bölümleri dışındaki bölümlerinden kaldırılıyor. Daha önce ruh
sağlığı ve rehberlik adıyla okutulan ders, bu kez, rehberlik olarak okutulmaya
başlanıyor. Bugün eğitim fakültelerinde rehberlik ve psikolojik danışma, çocuk ruh
sağlığı ve uyum bozuklukları adlarıyla okutulan dersler de aynı amaca hizmet eden
öğretim programlarındandır. Sağlık Bakanlığına bağlı Ruh Sağlığı Daire Başkanlığı
ve ona bağlı kuruluşlar, bir devlet kuruluşu olarak hizmet veriyor. Beklenen sayı ve
niteliğe ulaşmamış olsalar da anılmaya değer ruh sağlığı hizmeti veren psikoteknik
laboratuarlarımız; tüm illerde rehberlik ve araştırma merkezlerimiz, okul
rehberlik servislerimiz vardır. Ülkemizde her yıl Ulusal ve uluslar arası psikoloji,
psikiyatri, sosyal psikiyatri kongreleri düzenleniyor; bu kongrelerde çeşitli ruh
sağlığı ve bozukluklarına ve ruhsal gelişime ilişkin bildiriler tartışılıyor. Bugün
Türkiye’de Ruh Sağlığı Ne Durumdadır? Ruh sağlığının anlam ve öneminin,
uygulanma gerekliliğinin kavranmasında düne göre bugün, elbette hayli yol alınmıştır.
Buna karşın önümüzde ruh sağlığımızı tehdit eden bir dizi sorun’un varlığını da
görmezlikten gelemeyiz. Yaygın bir koruyucu ruh sağlığı hizmeti vermek durumunda
olan rehberlik ve psikolojik danışma servisleri, bu hizmetin amaç ve ilkelerine uygun
bir verim elde edemiyorlar. Bugün bu konuda hem nicel hem de nitel eksiklik ve
aksaklıklar yaşanıyor. Türkiye’de Ruh Sağlığı Profili Projesi’nin Uygulanışı: Ruh
sağlığı hizmetleri gerçekte, koruyucu ruh sağlığına öncelik ve ağırlık verilerek
yürütülmesi gerekirken, yakın zamana dek Türkiye’de tedaviye ağırlık veriliyordu. Son
zamanlarda bu yanlıştan dönülerek daha çok, koruyuculuğa ağırlık verilmeye başlandı.
Sağlık Bakanlığı Ruh Sağlığı Daire Başkanlığı’na bağlı olan il ruh sağlığı şube
müdürlükleri, hedef gruplar olarak belirlenen çocuık ve ergenler, sakat ve engelli
çocuklarla bunların aileleri, ruh hastası olan kişinin ailesi ve çevresi, çocuk yetiştirme
ve çocuğun ruh sağlığının korunması için anne babanın eğitimi ile çok çeşitli gruplar
üzerinde çalışma başlattı. Koruyucu ruh sağlığı çalışmaları, niteliği gereği, kapsamlı
programlarıyla toplumun her kesimini kucaklayan bir programla işe başladı. Ruh
sağlığı araştırmaları ise üniversitelerimizi psikiyatri kliniklerince yürütülüyor. Sağlık
Bakanlığınca başlatılan çalışmalar, planlanmış olan Türkiye’de Ruh Sağlığı Profili
Projesi çerçevesinde yürütülüyor. Bu proje gerçekleştirildiğinde, Türkiye’de ruh
hastalıklarının bölgeler düzeyinde dağılımı ve bunların nedenleri ile en çok kimlerde
görüldüğü belirlenecektir. Sağlık Bakanlığı Rakamlarıyla Türkiye’de Ruh Sağlığı:
Halk katında henüz etkililiğini duyuramamış olan bu çalışmalar yürütülürken
ülkemizde ruh sağlığı alanındaki nicel ve nitel sorunların başlıcaları olarak şunlar öne
çıkıyor: Sağlık Bakanlığı Ruh Sağlığı Daire Baaşkanmığı’nca gerçekleştirilen
araştırmalara göre ruhsal tedavi gerektiren kişi sayısı, kırsal kesimden kente doğru
gidildikçe artıyor. Ülke nüfusunun yüzde 20’sinde çeşitli düzeylerde depresyon
(ruhsal çöküntü) belirtileri; yüzde 10 da depresyon bozukluğu bulunuyor. Bakanlık
istatistiklerine göre 1983 yılında psikiyatri kliniklerine 48.492 kişi başvurmuş. Bu
sayı her yıl, 3-5 bin kişilik artışlarla 1990 yılında 61.811 kişiye ulaşmış. Ancak,
yetkililer, bu rakamların doğruyu tam olarak yansıtmadığını; ülkemizde 500.000
dolayında önemli bir ruhsal bozukluğu olan kişi bulınduğunu belirtiyorlar. Bu
kişilerin çoğu, toplumsal-kültürel özellikler nedeniyle yeterli sağlık hizmeti almadan
yaşamlarını sürdürüyorlar. Uzmanlar, ülkemizde sıklıkla görülen ruhsal bozuklukların
başlıcalarının nevrozlar, depresyon bozuklukları ve ruhsal kökenli bedensel
bozukluklar olduğunu belirtiyorlar. Toplumumuzun üçte biri ise uyku bozuklukları
yaşıyor. Türkiye’de Psikiyatrinin Bugünü. “Türkiye’de Psikiyatrinin Bugünü”
üzerine yapılan araştırmalar da insanlarımızın ruh sağlığı açısından durumlarının hiç
de iç açıcı olmadığını gösteriyor. Ülkemizde görülen ruhsal bozuklukların yaygınlığı
ile bu yaygınlığı belirleyen etkenlere ilişkin bilgilerin kısıtlı oluşu, Türkiye’de ruh
sağlığı politikalarının geliştirilmesini zorlaştırıyor. Ruhsal bozukluklar, daha çok
kadınları etkiliyor. Kadınlarda en çok nevrozlar, ruhsal kökenli bedensel
bozukluklar, uyku bozuklukları, depresyon daha yaygınken, erkeklerde alkol
tüketimi, ilaç alışkanlıkları ve kişilik bozuklukları başta geliyor. 40 yaş üzerinde,
depresyon belirtileri; 45 yaş üzerinde nevrozlar; 65 yaşın üzerinde de organ
kökenli ruhsal bozukluklar sık görülüyor. Aynı araştırmaya göre ruhsal bozukluklar
alt gelir gruplarında; alkolizm ve ilaç alışkanlıkları da üst gelir gruplarında ilgi
çekici boyutlara ulaşıyor. İntihar olayları da azımsanmayacak boyutlardadır. İntihar,
erkeklerde kadınlara oranla bir buçuk kat daha fazla görülüyor. 55 yaş üstü gruplarda
ve eğitim düzeyi yüksek olanlarda intihar daha sık gerçekleşiyor. Öğrenciler ve
işçiler, bu konuda risk gruplarını oluşturuyorlar. Çocuklarda tedaviyi gerektirecek
düzeydeki uyum bozuklukları oranı, kırsal kesimde yüzde 7,5-15,5; kentte ise yüzde
12,6 oranındadır. Türk Gençliğinin Ruh Sağlığını Tehdit Eden Nedenler. Ülkemiz
gençliğinden mutsuzluk ve umutsuzluk sesleri yükseliyor. Bu nedenleri şunlar
oluşturuyor: (1) Genç, uzun bir süre; yaklaşık 25 yaşına dek topluma üretici olarak
katılamıyor. Uzun süren bu tüketicilik yüzünden, ekonomik bağımsızlık kazanamıyor;
ke nd i yaşam seçeneklerini kendisi kararlaştıuramıyor; yaşamına kendi özgür
kararıyla yön veremiyor. Yaptıklarıyla özdeğer, özgüven, özsaygısı kazanamıyor, yeni
b i r iş başaramıyor. (2) Gördüğü eğitim, ona güvenilir bir iş bulmanın yolunu
açmıyor. Pek çok genç, eğitim gördüğü dallarla ilgisiz iş alanlarında çalışmak zorunda
kalıyor. (3) Toplumsal değer yargıları, olumsuz yönde değişiyor. Üretim toplumunun
değerleri olan çalışkan olma, topluma yararlı olma, elde edebilmek için hak etme;
kendisine, ailesine, topluma, dünyaya karşı sorumlu olma; başkalarının yargılarına
önem verme, günümüzde gereksiz ve yararsız görülüyor. Bu değerler, yerini tüketim
toplumunun değerleri arasında yer alan başkalarının çalışmalarından yararlanmak,
kendi çıkarını kollamak ve yalnız kendi çıkarını önemsemek, istediği her şeyi en
kısa yoldan elde etmeye çalışmak, kimseye karşı sorumlu olmamak, herkesi
kendine karşı sorumlu saymak, başkalarının yargılarını önemsememek diye
özetlenebilen değersizliklere bırakıyor. (4) Aile içi otorite kaynakları değişime
uğruyor. Geleneksel ailenin baskıcı otorite yapılanması birçok gelişimi engellese de
kimlik oluşumunda belirginlik yaratıyordu. Baba otoritesi ortadan kalkınca gencin
kendi girişimciliğini doğru kullanarak kimlik oluşumunu gerçekleştirmesi gerekirken,
genç bunu başaramadığı için evde belirsizlikler yaşanıyor. Bu ise genci karmaşık
yönelimlere ve çelişkili kararlara götürüyor. Bu istenmeyen durum, onların ev içi ve
ev dışı sorumluluklarını azaltıyor; kimi de yok ediyor. Sonuçta çocuk ve gençler evde
güç odağı oluyorlar ve buna bağlı çeşitli sorunlar ortaya çıkıyor. çocuklar denetim
dışında kalınca sorumluluklarını öğrenemiyor, kendilerini denetleyemiyor, bozuk
davranışlar geliştiriyor, değer odaklarından ve kuramsal değerlerden kopuyorlar.
(5) Çocuk ve genç, cinsel konularda da bir karmaşa yaşıyorlar. Çocuk ve genç ile
aile arasında bu konuda güvenilir bir iletişim kurulamıyor. Aileler çekingen ve suskun
kalınca, çocuk ve genç, bu konuda kendi duyduğu ve edindiği deneyimlerle yetiniyor.
Bu ise gizlilik ve saklanma, korunmasız ve bilgisiz cinsel girişimler, gizli ve
denetim dışı cinsel ilişkiler, pornografik merak ve sömürü, istenmeyen cinsel ilişki
sonuçları, cinsel hastalıklar, istenmeyen gebelikler gibi türlü olumsuzluklara yol
açıyor. Bütün bunlar, denetlenemeyen hızlı değişimin ve küreselleşen tüketim çağının
getirdiği olumsuzluklardır. Bkz. Dünyada ruh sağlığı; ruh sağlığı.
Türkiye Maarifi Hakkında Rapor Bkz. Türklerde eğitim (Türkiye Cumhuriyeti’nde
Eğitim Devrimi ve Sonrası).
Türklerde eğitim (education in Turkis societies) “Eski Türk boylarında eğitim;
medreseler, Sıbyan Okulları (Mahalle Mektepleri) ve Enderun Okulu’nda eğitim;
Osmanlı eğitiminde ilk yenileşme çabaları; Tanzimat döneminde eğitim; I. Meşrutiyet
ve İstibdat döneminde eğitimin durumu; II. Meşrutiyet dönemindeki eğitim çabaları;
Türkiye Cumhuriyeti’nde eğitim devrimi; Mustafa Necatili yıllar ve sonrası; Köy
enstitülerinin kuruluşu; Köy enstitülerinin kapatılışından sonra Türkiye’de eğitimin
durumu; Türk cumhuriyetlerinde eğitim”i içeren çabalar. Eski Türk Boylarında
Eğitim: Eski Türk töresinde çocuk, boyların değer ölçülerine göre yetiştiriliyordu.
Türkler, yerleşik düzene geçmeden önce kırda hayvancılığı, biniciliği, savaş
oyunlarını, atıcılığı ve diğer bilgileri, yaşamın içinde öğrenerek toplumsal yaşama
katılıyorlardı. Divan-ü Lügat-it Türk’te (Kaşgarlı Mahmut, 11. yy.) bilgi ve erdem,
yalınlık, alçakgönüllülük, güzel huyluluk ve mertlik, Türklerin üstün nitelikleri olarak
belirtiliyor. Kutadgu Bilig’de (Balasagunlu Yusuf, 11. yy.) Türk toplumlarının bilgiye
ve öğrenmeye düşkün oldukları anlatılıyor. Dede Korkut Kitabı’nda (14. yy. sonu-16.
yy. arası) da bireylerin töre ve gelenek disiplini içinde yoğrularak geliştiği; çocuk
sahibi olmanın üstünlük; onları yetiştirmenin de bir görev sayıldığı bilgileri yer alıyor.
Hunlar, Göktürkler ve Uygurlarda; daha sonra, Müslüman Türk devletlerinde ahlakın
erdemliliği öne çıkarılıyor; olmaz görünen özveri ve kahramanlıkların gösterilmesi,
Türk ulusunun özgörevi olarak belirtiliyor. Göktürklerden günümüze ulaşan Orhun
Yazıtları’nda (8. yy.) bilgisizliğin devletin yıkımına yol açtığı; bağımsızlık
duygusunun ise kurtuluşu sağladığı vurgulanıyor. Medreseler, Sıbyan Okulları
(Mahalle Mektepleri) ve Enderun Okulu’nda Eğitim: 10. yüzyıldan sonra Türkler
Müslüman olunca ulusalcılığı unutturan ümmetçiliği benimsemeye başlıyorlar. Hz.
Muhammet, “İlim Çin’de de olsa gidip öğreniniz.” dediği için İbni Sina, Biruni, İbni
Batuta, İbni Haldun gibi bilgin ve düşünürler, ilk yıllarda ululanıyorlar. Müslüman
Türk devletlerinin ilk Türk okullarında 10. yüzyılın ortalarına doğru, İslam hukukunun
(fıkıhın) yanı sıra tıp, matematik, astronomi de okutuluyor. Abbasilerin kurduğu,
Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün geliştirdiği medreseleri daha sonra Eyyubiler,
Anadolu Selçukluları ve diğer Türk devletleri çoğaltıp geliştiriyorlar. Bağdat’ta
1065’te ilk Nizamiye Medresesi öğretime başlıyor. Anadolu Selçukluları,
medreseleri, tekke ve okulları (sıbyan (mahalle) okullarını) yerli gelenekle İslamlık
kurallarının sentezi olarak oluşturuyorlar. Anadolu’da zengin vakıfların beslediği
medreseler, birer sağlık yurdu, yardım merkezi; toplanma, bilgilenme, dayanışma yeri
olarak çalışmaya başlıyor. 1332’de Orhan Bey, ilk Osmanlı medresesini İznik’te,
ikincisini Bursa’da açıyor. İstanbul’u alışından (1453) sonra Fatih Sultan Mehmet
(1453–1481), Osmanlı eğitiminde çağının büyük atılımını başlatıyor. Kütüphanesini
Grekçe ve Latince bilim kitaplarıyla zenginleştiriyor. Düşünür, bilgin ve sanatçıları
İstanbul’a çağırarak pozitif bilimlerin, felsefe ve sanatın egemen olduğu bir kültür ve
eğitim ortamı yaratmaya çalışıyor. İstanbul Fatih’te Fatih Camisi’nin çevresinde sekiz
medrese ile bir idadi yaptırıyor. Kanuni Sultan Süleyman da çok genişleyen devletin
eğitimden yargıya ve yönetime dek her alanın eğitimli insan gereksinimi için Mimar
Sinan’a İstanbul’da camisi, sıbyan okulu, Darülkurrası, dört medresesi, Darülhadis’i,
Darültıb’bı, Darüşşifa’sı, eczanesi, kütüphanesi, hamamı, imarethanesi ile
Süleymaniye Külliyesi’ni yaptırıyor (1550–1557). 16. yüzyıla doğru Osmanlıda
bilginlerin deney, gözlem yapma; medreselerde araştırma ve tartışma yolları
kapatılıyor. Akıl yürütmenin yerini giderek şeriatın katı ve değişmez kuralları alıyor.
Anadolu’daki eğitim kurumlarında Arapça ve Farsça yaygınlaşıyor. Farabi, İbni Sina,
Balasagunlu Yusuf, Kaşgarlı Mahmut, Ahmet Yesevi, Edip Ahmet gibi kişilerin
yapıtları, Anadolu medreselerine giremez oluyor. Onların yerine, insanın yalnızca
ahret için yetiştirilmesini savunan Gazali’nin (ölümü 1111) kitapları okutulmaya
başlanıyor. Öte yandan 14. yüzyılda İtalya’da başlayan Rönesans (Yeniden Doğuş),
15. ve 16. yüzyılda bütün Avrupa’ya yayılıyor ve bilimsel çalışmalar hız kazanıyor.
Kanuni’nin yaptırdığı Süleymaniye Külliyesi’yle medrese eğitimi doruğuna ulaşıyorsa
da Batı’daki gelişmelere göre medreselerin yetiştirdiği insan sayısı ve niteliği bile
çok gerilerde kalıyor. Çünkü medreseler, sonuçta insanı ahret için hazırlama işlevi
görüyor. 16. yüzyılda Avrupa’da matbaa bulunup kitap basılmaya başladığı yıllarda
Türkiye’de azınlıklar dışında matbaanın adını bile kimse bilmiyor. İlk aydınımız olan
Kâtip Çelebi (1609–1656), batıdaki gelişmelerden yararlanılması gerektiğini
bildiriyorsa da bu uyarıya kulak veren olmuyor. İbrahim Müteferrika, Osmanlının
Türk-Müslüman kesimine matbaayı 1720’lerde; bulunuşundan yaklaşık 3 yüzyıl sonra
getirebiliyor. Oysa ülkemizdeki azınlıklar, 15. yüzyılda matbaayı getirmiş ve her türlü
kitabı basmaya başlamışlardır. Osmanlı yönetimi, dinsel kitapların basımına ise ancak
1803’ten sonra izin veriyor. İbrahim Müteferrika, Sadrazam İbrahim Paşa’ya sunduğu
tasarıda “Kitaplar çoğalırsa herkes yararlanır. Matbaa yazısı güzel ve doğru
olduğundan okutan da okuyan da sıkıntı çekmez. Kitap ucuza alınır ve herkes kitap
edinebilir. Müslümanlık da yayılır.” diye yazıyorsa da Şeyhülislam, matbaa için
verdiği fetvada din kitaplarının basımını engelliyor. Medreseler, Fatih’ten II.
Abdülhamit’e dek geçen 450 yılda verimli bir hizmet vermeyi başaramıyor.
Medreseden yetişen Molla Hüsref, İbni Kemal, Ebussuud, Cevdet Paşa gibi beş altı
ad; Doğu’nun İbni Sina’sı, Seyyid Şerif’i bile Batı’nın örneğin Newton’u,
Descartes’i ile boy ölçüşebilecek düzeye ulaşamıyor. Bir Kâtip Çelebi vardır ki o da
kendi kendini yetiştirmiştir. Osmanlılarda 4-7 yaşlarındaki kız ve erkek çocuklarının
alındığı ilköğretim kurumlarına sıbyan okulları (mahalle mektepleri, taş mektep)
deniyor. Büyük merkezlerde kızlar için ayrı sıbyan okulları da bulunuyor. Bu okulları,
özel kişiler ve halk açmaktadır. Camilerin bitişiğinde açılan bu okulların eğitiminde
Arapça dinsel bilgiler egemendir. Okulda ağır suç işleyenler, falakaya
yatırılmaktadır. Öğretimde temel yöntem, ezberciliktir. Sıbyan okullarının
öğretmenleri, aynı zamanda mahalle ya da köyün imamıdırlar. Tanzimat dönemine dek
değişmeden yaşayan bu mahalle okullarının amacı, kuran okutmak, namaz öğretmektir.
Halk yığınları, köylü ve kentliler, tekke, cami ve kahvehanelerde de vaaz ve nasihat
dinleyerek usta-çırak ilişkisiyle eğitilmektedirler. Enderun Okulu, Fatih döneminde
Saray okulu olarak açılmıştır. Osmanlılarda dil, edebiyat, matematik, jimnastik, müzik
öğretimine de yer veren tek eğitim kurumu, Enderun Okulu’dur. Okulun programı,
sarayın ve üst yönetimin gereksinim duyduğu her alanı kapsamaktadır. Adaylar, özel
olarak seçilmiş devşirmelerdir. Bunlar, Türk asıllı olmadıkları ve toplumdan
soyutlanmış bir yaşam sürdürdükleri için toplumu tanımamakta ve ulusal nitelik
taşımamaktadırlar. Bunlardan vezirliğe, beylerbeyliğe getirilenler bile Türk ulusu
yerine padişah için çalışmışlardır. Enderun Okulu, 17. yüzyıl sonlarında yozlaşmış ve
bir dalkavuklar yuvası olmuştur. İyileştirilmek amacıyla 1850’den sonra, rüştiye
statüsüne indirilmiştir. Osmanlı Eğitiminde İlk Yenileşme Çabaları (1773–1839):
Batı’nın laik çağdaş eğitime geçtiği yıllarda bundan etkilenerek eğitimi yenileştirmeye
girişen padişahlar çıkmışsa da ödüncü politikaları yüzünden bunlar, istedikleri hedefe
ulaşamamışlardır. III. Selim (1789–1807), çağdaş bir ordu kurmayı denemiş; ancak bu
orduya subay yetiştiren okulun duvarında asılı olan falakayı oradan indirtememiştir. II.
Mahmut (1808–1839), Yeniçeri Ocağı yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye’yi
kurmuştur. Askeri okullar açmıştır. Başarılı Harbiyelileri eğitim için Avrupa’ya
göndermiştir. Ancak, örneğin, iş yerlerine, yeterli öğrenim görmemiş çocukların
alınmamasını; halen çırak olup okul görmeyenlerin de okula gönderilmesini istediği
halde bunu yaptıramamıştır. 19. yüzyılın başında Osmanlıdaki köklü değişim ve
dönüşüm girişimleri, gerçekte eğitimin, artık din denetiminden kurtarılmasının zorunlu
duruma geldiğini işaret etmektedir. Aktarmacı, ezberci, insan gerçeğine duyarsız
yüzeysel eğitim, toplumu çıkmaza sokmuştur. Öte yandan, bir Salzman’ın, G. E.
Lessing’in, Kant’ın, Frobel’in, Pestalozzi’nin kim olduğunu bile bilmeyen ilmiye
sınıfı, hâlâ her yeniliğe karşı çıkımakta ve “Çocuk okula başlayınca ilk üç gün
dövülmelidir. Çünkü o, vahşi bir kuş gibidir.” biçimindeki akıl dışı düşünceleri
yaşatmanın peşine düşmektedirler. Tanzimat Döneminde Eğitim (1839–1876):
Osmanlı Devleti’nde, Mustafa Reşit Paşa’nın önderliğinde girişilen ilk planlı
Batılılaşma hareketine Tanzimat adı verilmiştir. Hareketin amacı, Osmanlı
İmparatorluğu’nun yönünü Batı’ya çevirmek, ülkeyi bilim, uygarlık anlayışı
bakımından Batılılaştırmaktır. Mustafa Reşit Paşa’nın, Padişah Abdülmecit’in
ağzından kaleme alıp, İstanbul’da Gülhane Parkı’nda okuyarak ülkeye ve dünyaya
duyurduğu Tanzimat Fermanı’nda (1839) eğitime ve okula ilişkin tek sözcük
geçmemişse de bu belge, eğitimi de gelişmeye zorlamıştır. Tanzimat’ın başlarında
Sultan Abdülmecit (1839–1861), kişinin okur yazar olması; bilim ve fen öğrenip görgü
ve erdem kazanarak kişiliğini geliştirmesi gerektiğinden söz etmiştir. Ancak, o da
eğitimi geliştirmede askeri okulların yapımına ve askeri araç gerece öncelik
tanımıştır. 1848’de Erkek Öğretmen Okulu (Darülmuallimin) açılmıştır. Okulda yeni
yöntemlerin uygulanması kararlaştırılmış, falaka yasaklanmıştır. Ne ki bunları
uygulayacak öğretmen bulunamamıştır. Bu yenilikler, ancak 1880’den sonra
gerçekleştirilebilmiştir. 1848’de Genel Okullar Bakanlığı’na (Mekâtib-i Umumiye
Nazırlığı’na) atanan Kemal Efendi, rüştiyeleri geliştirmiş ve kız rüştiyeleri açmıştır.
Ancak, onlara da öğretmen bulunamamıştır. Öğretmen Okulu’nun ilk mezunlarından,
ilk eğitimcimiz Selim Sabit Efendi, Avrupa eğitiminden dönüşünde eğitimin
yenileşmesine önemli katkı sağlıyor. Çağdaş yöntemleri ve araçları kullanan okulları
hizmete sokuyor. Yazdığı Öğretmen Kılavuzu, Osmanlı Alfabesi adlı ders kitaplarının
ve başka araçların okullara girişi, gericileri rahatsız ediyor. Bunun üzerine Maarif
Nazırı, Selim Sabit Efendi’yi ve öteki aydın öğretmenleri; Kuran’ı Kerim’in sırada
ayaklar sallanarak okunamayacağını; Şeyhülislamın bu Frenk işlerinin yanlış olduğuna
ilişkin fetva verdiğini; o nedenle işi yavaş götürmeleri için uyarıyor. Azınlıklar ise
1856’da yayımlanan Islahat Fermanı ile tanınan haklardan da yararlanarak eğitimde
hızlı adımlar atıyorlar. Tanzimatçılar, az sayıda da olsa çağdaş okullar açıyorlar.
Buralarda öğrenciler, dört yüz yıllık bir aradan sonra inceleme, araştırma,
karşılaştırma, tartışma, gözlem, deney, tümevarım gibi yöntem ve tekniklerin
kullanıldığı bir eğitimle tanışıyorlar. Öğretmenlerde nitelik aranmaya başlanıyor. Bu
yenilik girişimlerine karşın İstanbul ve taşrada hâlâ dine dayalı bir eğitim egemendir.
Batı benzeri eğitim uygulayan askeri okullar da yalnızca İstanbul’dakilerdir. İstanbul
medreseleri bile niteliksiz ve çağ dışıdır. Taşra, aydın sözcüğünü henüz duymamıştır.
İşte bu ortamda Abdülmecit, sıbyan okullarının yenileştirilmesini, rüştiyelerin
açılmasını; herkese açık bir üniversitenin, bir Bilimsel Akademi (Encümen-i Daniş)
ve Genel Eğitim Meclisi’nin (Maarif-i Umumiye Meclisi’nin) kurulmasını istiyor.
Encümen-i Daniş kuruluyor. Ne ki umutları yeşertemiyor. Eğitim Meclisi, yalnızca
ders kitapları yazdırmayı; programlar, tüzükler hazırlamayı, eğitim ilkelerini
yönetmeliklere sokmayı başarıyor. Osmanlı yönetimi, eğitim işlerinin kötü gittiğinin
bilincine ancak 1862’lerde varması üzerine, bu kötü gidişe çare olsun diye yeni
okullar açılmasını ve okullara kitap gönderilmesini kararlaştırıyor. Ancak, ne yeterli
sayıda okul yaptırabiliyor ne de okullara gereksinimi karşılayacak sayıda kitap
gönderebiliyor. Açılan askeri okullarda ise başarılı gelişmeler oluyor. Bir ziraat
okulu açılıyor. 1859’da 2 yıllık Mülkiye Okulu (Mekteb-i Mülkiye-i Şahane); 1866’da
sivil Hekimlik Okulu ve başka okullar hizmete giriyor. Mithat Paşa, 1868’de, yetim ve
öksüz çocuklar için sanat okulları açıyor. İstanbul’da 1 Eylül 1868’de Galatasaray
Lisesi (Galatasaray Sultanisi) öğretime başlıyor. Bu okul, müdürlüğünü de yapan
Tevfik Fikret ’in gözüyle Doğu’nun, Batı ufkuna açılan ilk penceresidir. Okul,
Fransızca öğretiminde büyük başarı gösteriyor. Aynı yıl, Kız Öğretmen Okulu
(Darülmuallimat) ve Osmanlı Üniversitesi (Darülfünun-u Osmanî) açılıyor; ancak,
okutulan fen konuları sakıncalı görüldüğü için 1871’de okulun kapısına kilit vuruluyor.
1869’da Maarif Nazırı Saffet Paşa tarafından hazırlanan Genel Eğitim Tüzüğü’nün
(Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin) büyük merkezlerde de birer lise (sultani)
açılmasını öngörmesi, rüştiye ile bu okullar arasında “idadi”nin (hazırlık okulunun)
açılmasını zorunlu kılıyor. Osmanlı yönetimi, eğitim sorunlarına ciddi bir biçimde ilk
kez, bu tüzüğün yayımlanmasından sonra eğilmeye başlıyor. İlköğretim zorunlu hale
getiriliyor; her düzeyde okul açılıyor; öğretim yöntem ve teknikleri çağdaşlaştırılıyor.
Öğretmenlerin bilgi ve görgülerinin artırılması isteniyor. Ancak, Osmanlı
İmparatorluğu’nun yıkılışına dek, öngörülen düzeyde bir okullaşma, eğitimi yenileme
planları yaşama geçirilemiyor. Galatasaray Lisesi’ne seçenek olarak 1873’te
Darüşşafaka açılıyor. I. Meşrutiyet ve İstibdat Döneminde Eğitimin Durumu
(1876-1908): 1876 başlarında Devletin büyük iç ve dış sorunları, ekonomik sıkıntıları
bulunmaktadır. Medrese öğrencileri, sorunlardan devlet adamlarını sorumlu tutarak
Bab-ı Âli’ye saldırıyorlar. Kargaşa sonrasında II. Abdülhamit padişah oluyor (1876-
1909). Padişah, başarılı bir vali olan Mithat Paşa’yı sadrazamlığa getiriyor.
Parlamentolu meşrutiyeti getiren Anayasayı (Kanun-u Esasi’yi) kabul ediyor. Çok
geçmeden, Mithat Paşa’yı sadrazamlıktan alıyor. 19 Mart 1877’de ilk parlamentoyu
topluyor. O arada Rusya Osmanlı’ya savaş açmışır (93 Harbi). Balkanlardaki
saldırılar karşısında Osmanlılar yeniliyor. II. Abdülhamit, savaşı bahane ederek
parlamentoyu kapatıyor (1878) ve 33 yıl sürecek olan İstibdat Dönemi’ni başlatıyor.
II. Abdülhamit’in yoğun sansür ve baskısı, eğitimde de duyumsanıyor. Ancak, Genel
Eğitim Tüzüğü ile getirilen yeniliklerin yaşama geçirilmesi çalışmaları
durdurulamıyor. Eğitimli insana duyulan gereksinim, açılan okullara ilgiyi artırıyor.
Öğretmen okullarının sayısı 31’e çıkarılıyor. Özel okullar, devlet okullarının önüne
geçiyor. II. Abdülhamit, Mülkiye Okulu’nu 1867’de 4 yıla çıkarıyor. Yıldız’da
şehzadelerin ve güvenilir devlet adamlarının çocuklarının okuduğu Şehzadegân
Okulu’nu hizmete sokuyor. Mülkiyeden de yönetim karşıtı sesler duyan II. Abdülhamit,
aydın öğretmenleri okuldan uzaklaştırıyor. Mülkiyelilerin dindar kişiler olarak
yetişmeleri için edebiyat derslerinin yerine fıkıh, kelam, tefsir ve ahlak dersleri
koyduruyor. Kitaplardan “vatan, hürriyet, meşrutiyet, murat, yıldız, sosyalizm”
sözcüklerini çıkarttırıyor. Bir yanda bunlar olurken, II. Abdülhamit’in en yakın
sadrazamlarından Sait Paşa, ülkedeki çöküşün, eğitimsizlikten kaynaklandığını; bu
nedenle eğitim örgütlerinin genişletilmesini öneriyor. Bunun üzerine II. Abdülhamit,
illerde 119; İstanbul’da da 17 yeni rüştiye yaptırıyor. Büyük illerde 29 idadi açtırıyor.
1879’da öğretime başlayan Hukuk Okulu (Mekteb-i Hukuk), 10–15 yıl içinde
İstanbul’un sayılı kalabalık eğitim kurumları arasına giriyor. Aynı yıl bir de Eczacılık
Fakültesi açılıyor. Ali Suavi ve Namık Kemal, ilköğretimin temel olması; sürüp giden
aktarmacılığın ve ezberciliğin bırakılması gerektiğini dile getiriyorlar. Namık Kemal,
okuması yazması yetersiz, bilgisi kıt öğretmenlerle Osmanlılık bilincinin
verilemeyeceğini; bunun aynı tip okullarda kazandırılabileceğini belirtiyor. Paris’e
kaçan Türk aydınları da özgürleşmenin önündeki engel olarak eğitimsizliği görüyorlar.
Ziya Paşa da yenilikçilerin yanında savaşım veriyor. Ahmet Mithat Efendi, halkta
okuma ve okul sevgisi uyanması, eğitimin yenileşmesi için yazılar yazıyor, romanlar
yayımlıyor ve gazete çıkarıyor. 1884’te her ilde eğitim müdürlüğü ile eğitim meclisi
kuruluyor. Bu meclisler, il merkezlerinde birer öğretmen okulu açmayı, ilkokulları
yenileştirmeyi, yeni yöntemleri yaygınlaştırmayı ve okullarda yeterli öğretmenler
görevlendirmeyi amaç olarak belirliyorlasr. Ancak bütün bunlar, kâğıt üzerinde
kalıyor. Falaka, dayak terörü hâlâ eğitimin en önemli ve herkesçe onaylanan öğeleri
arasındaki yerini koruyor. Öğretmenlerin çoğunu eğitim biliminin ne olduğunu
bilmeyen kimseler oluşturuyor. Bu acı tablo yaşanırken, 1900’de yürürlüğe giren
Muallimlikte Mesleki İhtisas Tesisine Dair Talimat ’la öğretmenliğin tanımı
yapılarak öğretmenin hak ve sorumlulukları belirleniyor. İşte bu dönemde öğrenci olan
Mustafa Kemal (1881–1938), daha sonra İstibdat Dönemi’ni şöyle anlatacaktır:
“Ağızlar kilitlenmiş; öğretmenlerden, eğiticilerden yalnız bir noktayı beyinlere
yerleştirmeleri isteniyordu. Benliğini, her şeyini unutarak ürkütücü, korkutucu bir
hayale boyun eğmek, onun kölesi olmak. (...) O baskı altında bile, bizi bugün için
yetiştirmeye çalışan gerçek ve özverili öğretmenlerle eğiticiler eksik değildi.
Onların bize verdiği feyiz, elbette esersiz kalmamıştır.” II. Meşrutiyet
Dönemindeki Eğitim Çabaları (1908–1920): Asker ve sivil halkta oluşup gelişen
direnişe dayanamayan II. Abdülhamit’in 1908’de yeniden Meşrutiyet’i ilan etmesiyle
II. Meşrutiyet Dönemi başlıyor. Altı yüzyıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun perdeleri
kapanmak üzere iken “Devleti yıkılmaktan ancak eğitim kurtarabilir.” tümcesi, II.
Meşrutiyet’in sloganı oluyor. Ne ki bu slogan, yıkılış süreciyle çakıştığı için etkili
olamıyor. İktidardaki İttihat ve Terakki Fırkası, 1908–1918 tarihleri arasında
iktidarda bulunduğu sırada ülke insanını savaştan savaşa sürüklediği için az sayıdaki
öğretmenlerle genç öğrenciler de cephelerde eriyor. Bütün bu olumsuzluklara karşın
Ziya Gökalp, Emrullah Efendi, Satı Bey, Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu ve Ethem
Nejat gibi aydınlar, Osmanlı eğitimini çağ dışılıktan kurtarma savaşımını dirençle
sürdürüyorlar. Okullarda, programlar yenileniyor. Kadınlar, yaşamın her alanına
girmeye başlıyorlar. Ezberci yöntemin yerini deney, gözlem, inceleme, araştırma,
tartışma gibi yöntemlerin alması için uğraşılıyor. Mesleki yayın başlatılıyor. Hükümet
programında, ilk kez bu kapsamda çağdaş eğitim hedefi belirtiiyori. Mülkiye Okulu,
1908’den sonra, ileri düşüncelerin geliştiği bir eğitim kurumu oluyor (Bu okul,
1936’da Ankara’ya taşınacak ve Siyasal Bilgiler Fakültesi olarak eğitim hizmetini
sürdürecektir.). Eğitimci Emrullah Efendi, Maarif Nazırı olduğunda (1909)
yayımladığı genelge ile okulların zihin, duygu ve davranış yetilerini geliştiren
örgün ve çağdaş birer kurum olması gerektiğini bildiriyor. Bunun analiz ve sentez
yöntemleri, örnekten kural çıkarma yoluyla gerçekleştirilebileceğini belirtiyor.
Ancak, bunları içeren yasa, “geçici” kaydıyla 1913’te yürürlüğe konulabiliyor.
Ağırlığın, liselerle üniversiteye verilmesinin doğru olacağını savunan Emrullah
Efendi, bu görüşüne kanıt olarak bütçe kıtlığını, okul yapısı eksikliğini, gereksinim
duyulan 70 bin öğretmenin yüzde birini bile bulmanın zorluğunu gösteriyor. Medrese
öğretim programlarında doğal bilimlere ve akılsal yaklaşımlara yer veriliyor. Ne ki
orada da yeni dersleri okutacak öğretmen bulunamıyor. Bilimsel özerkliği olan bir
üniversite ise ancak 1916’da kuruluyor. O yıllarda Erkek Öğretmen Okulu müdürü
olan Satı Bey, Emrullah Efendi’nin görüşünün tersine, ilkokulu, ortaokulu, lisesi
yetersiz bir ülkede üniversitenin de yetersiz olacağını ileri sürüyor. Satı Bey, bizdeki
ilk eğitim kitabı olan Fenni Terbiye’nin yazarıdır. Çocuk edebiyatını, el işi derslerini,
beden eğitimini, müziği ve laboratuvarı okullarımıza ilk sokan kişi odur. Programa ilk
kez eğitim (pedagoji) dersini de o koydurtmuştur. Ayrıca Öğretmen Okulu’na bağlı bir
uygulama okulu açmıştır. Ziya Gökalp’e göre, uluslararası uygarlıklara karşı kültürel
ve siyasal özgürlük savaşı veren uluslar, önce ulusal kültürlerini aramalıdırlar. Eğitim
yuvalarımız, yaratıcı eğitime yabancı kalmıştır; öğretmen kesimine değer
verilmemektedir. Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu da çağdaşlaşmadan; üretici ve yaratıcı
eğitimden yanadır. Ethem Nejat, köylünün ve tarımın eğitim yoluyla kalkınması
gerektiğini savunmaktadır. Ulusal duyguları güçlü, pratik becerilere sahip gençlerin
yetiştirilmesini istemektedir. Yönetimde söz sahibi olanların, eğitime önem veriyor
görünmekle yetinmeleri; asıl yapmaları gereken yatırımlardan ve sürekli eğitim
politikalarından uzak durmaları nedeniyle bunca çabadan önemli bir sonuç alınamıyor.
1912’deki Balkan Savaşı yenilgisinden sonra gündeme, ulusal eğitim oturuyor. Geçici
İlköğretim Yasası (Tedrisat-ı İptidaiye Kanun-ı Muvakkati), bu sırada hazırlanıyor
(1913). Emrullah Efendi, anaokullarının ve ilkokulların iyileştirilmesi için illerde ve
ilçelerde birer eğitim (maarif) encümeni kurduruyor. Bu yıllarda Doğu ve Batı
kültüründen etkilenen eğitim görüşleri yanında “yerli” denilebilecek bir eğitim
anlayışı da gelişiyordu. II. Meşrutiyet’i izleyen günlerde Selanik’te M. Şekip’in
çıkardığı Çiftçi Öğretmenler ve Öğretmen Çiftçiler adlı dergide yayımlanan bir eğitim
görüşünü sistemleştiren öğretmen kökenli Kastamonu Mebusu İsmail Mahir Efendi,
1914’te Osmanlı Mebuslar Meclisi’nde yaptığı konuşmada diyor ki: (…). Aşağı
yukarı 70 tane sancağımız var. Memleketi 70 eğitim bölgesine ayırırız. Bu
sancakların devlet çiftliği olan bir yerinde yahut miri arazide, bir kızlar, bir de
erkekler için gayet geniş yatılı ilköğretim okulları yaparız. Hangi köylerde ilkokul
kuracaksak oralardan bir kız, bir erkek çocuğu alıp bu yatılı okullarda okuturuz.
Kız okullarında tavukçuluk, dokumacılık, aşçılık, dikiş gibi dersler verilir. Erkek
okullarında bütünü ile tarım dersleri gösterilir. Bunlara dört yıl ilköğretim
verelim, üç yıl da öğretmen olmak için gerekli eğitimi görsünler; bir yıl da çırak
gibi pratik bilgileri öğrensinler. Eder sekiz yıl. Bu sekiz yılda köyleri mecbur
edersiniz, okullarını yapsınlar, öğretmene oturacak bir ev yapsınlar. Sonra o
köyden aldığınız kız ve erkeği birbiriyle evlendirirsiniz. 2 lira gibi az bir maaşla
kendi köylerine seve seve öğretmenliğe giderler. Köyün yanına yapılacak örnek
tarlanın gelirini de öğretmenler alır. (…). Böyle yapılmaz da kız ve erkek öğretmen
okullarından öğrenci çıksın da ondan sonra, derseniz, o vakit 300 senede ancak
öğretmenleri yetiştirirsiniz.” İsmail Mahir Efendi’nin görüşleri o zaman ilgi
görmüyor. Ancak, bu görüşün yandaşları gittikçe çoğalıyor; 1923’te bu görüş, İzmir
İktisat Kongresi’nin kararlarına da yansıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde ise 1935’ten
sonra, köy eğitmenleri ve köy enstitülerinin oluşturulmasında, daha değişik ve
kapsamlı bir biçimde uygulamaya konuluyor. Emperyalistlerin Osmanlı topraklarında,
kendilerine ait yabancı okullara yoğun bir ilgi yarattıklarını fark eden İttihat ve
Terakki önderleri, 1916’ya doğru öğretimin birleştirilmesini gündeme getiriyor ve
Evkaf Nazırlığı’na bağlı okulların tümünü Maarif Nazırlığı’na bağlıyorlar. Dönemin
karışıklıklarına karşın ilk öğretmen meslek örgütü, bu dönemde kuruluyor. Eğitim
yayınları, öteki yayınların önüne geçiyor. Öğretim birliği düşüncesi uyanıyor. Okul,
ders kitabı, öğretmen, eğitim yöntemi kavramları, toplum katlarında algılanmaya
başlanıyor. Dönemin iç ve dış eğitim dinamiklerinin tam anlamıyla değerlendirilmesi
ise Cumhuriyet döneminin başlamasını bekliyor. İsmail Mahir Efendi,
darüleytamların kuruculuğu gibi önemli bir hizmeti de gerçekleştirmiş olan bir
kişidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde Eğitim Devrimi ve Sonrası: Mustafa Kemal’in
Çanakkale Zaferi gibi başarılarına karşın Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’ndan
sonra Mondros Mütarekesi’ni (30 Ekim 1918) imzaladı. Müttefikler İstanbul’a girip
Mebuslar Meclisi’ni dağıttılar. Asker terhis edildi. İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler,
ülkemize girdiler. Yunanlılar 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıktı ve içerlere doğru
ilerlemeye başladılar. Bu sırada Sevr Antlaşması imzalandı (10 Ağustos 1920). Buna
dayanarak Anadolu paylaşıldı; Marmara ve Çanakkale boğazları Müttefiklerin
egemenliğine bırakıldı. Kimi aydınlar bile kurtuluş umutlarını yitirdiler. Saray ve
çevresi, bağımsızlık ve direnme girişimcilerinin üzerine asker gönderdi. Mustafa
Kemal, işte bu koşullarda ordu müfettişliğine atanarak İstanbul’dan ayrıldı ve 19
Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. Amasya’da ordu komutanları ile ulusal savaşım ve
haklı savunma konusunda anlaştı. Erzurum ve Sivas’ta toplanan iki ulusal kongreden
sonra 23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Haklı
savunmanın yanı sıra, ülkenin bir devrime gereksinimi olduğu algılanmış ve bu,
halkçılık olarak meclis gündemine taşınmıştı. Askeri güçler ve meclis, emperyalizme
karşı direnme kararlılığı ile Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Ülkenin yüzde 80’ini
oluşturan köylü aç, hasta ve cahildi. Güç koşullar altında çalışsa da meclis, halkın
toprak, sağlık, eğitim, adliye, maliye, ekonomi sorunlarına da çözüm getirmek
istiyordu. Ancak, toplumsal adaleti ve dayanışmayı gerektiren bu köklü değişim isteği,
o koşullarda meclise sunulamadı. Mustafa Kemal Nasıl Bir Eğitim İstiyordu?
Yaşadıklarına, gözlem ve araştırmalarına dayanarak onun ülkemizde uygulana gelen
eğitime koyduğu tanı şuydu: (1) Toplumumuzda bilgisizlik yaygındır. (2)
Eğitimimizde bilim dışı ve çağ dışı öğretim yöntemleri kullanılıyor. (3) Aileler
çocuklara baskı uyguluyorlar. (4) Eğitimimiz ulusal değildir; ulusumuz ancak ulusal ve
çağdaş bir eğitimle yükselebilir. (5) Tutarlı ve kararlı bir eğitim politikası
oluşturulmamıştır. (6) Uygulanan eğitim, kendini, yaşamı tanımayan, yüzeysel bilgi
sahibi, tüketici insanlar yetiştirmiştir. Mustafa Kemal, cepheden gelerek 16 Temmuz
1921’de Ankara’da gerçekleştirilen Eğitim Kongresi’ne katılıyor ve kongrenin açış
konuşmasını yapıyor. Bu yaşanan, tarihte benzeri olmayan bir olaydır. Mustafa Kemal,
öğretmenlerden, Türkiye’nin ulusal eğitimini kurmalarını istiyor ve ulusal eğitimden
ne anladığını onlara açıklıyor. Mustafa Kemal’in önderliğinde sürdürülen Kurtuluş
Savaşı zaferle sonuçlandırıldıktan sonra 29 Ekim 1923’ te Türkiye Cumhuriyeti
Devleti kuruluyor. Bu tarihten sonra, yine onun önderliğinde, nüfusunun yüzde 10’u
bile okuma yazma bilmeyen toplumumuzda kısa bir sürede, yine tarihte benzeri
olmayan önemli siyasal, ekonomik, hukuksal, eğitimsel ve kültürel devrimler
gerçekleştiriliyor. O, her alandaki düşünceleri gibi eğitim devrimine temel oluşturan
düşüncelerini de bir eğitimbilimci dikkati ve nesnelliği ile belirliyor. Mustafa
Kemal’in Türk Eğitim Felsefesine ve Politikasına İlişkin Görüş ve Önerileri:
Bunlar, aşağıdaki gibi beş başlık altında toplanabilir. (1) Eğitim ulusal olacaktır.
Mustafa Kemal, ulusal eğitim istek ve önerisini, nedenleriyle birlikte dile getiriyor. 16
Temmuz 1921’de toplanan Eğitim Kongresi’ni açış konuşmasında şunları söylüyor:
“Şimdiye kadar izlenen eğitim ve öğretim yöntemlerinin ulusumuzun gerileme
tarihinde önemli bir etken olduğu kanısındayım. Onun için bir ulusal eğitim
programından söz ederken, eski dönemin boş inançlarından ve doğuştan sahip
olduğumuz niteliklerimizle hiçbir ilişkisi olmayan yabancı düşüncelerden, Batı’dan ve
Doğu’dan gelen bütün etkilerden tümüyle uzak, ulusal özyapı ve tarihimize uygun bir
kültür anlatmak istiyorum.(…). Kültür, ortamla orantılıdır. O ortam, ulusun
özyapısıdır.” Eylül 1924’te Samsun öğretmenlerine seslenirken de“(…) Ulusal
eğitimle geliştirilip yüceltilmek istenen genç beyinleri bir yandan da paslandırıcı,
uyuşturucu düşsel gereksizliklerle doldurmaktan kaçınmak gerektir.”diyor. (2) Eğitim,
laik, bilimsel ve karma olacaktır. Mustafa Kemal’in bu konudaki sözlerinin birkaçı
şöyledir: “Arkadaşlar! Ordumuzun şimdiye kadar elde ettiği zaferler ülkemizi gerçek
kurtuluşa götürmüş sayılamaz. Bu zaferler ancak gelecekteki zaferimiz için değerli bir
ortam hazırlamıştır. Askeri zaferlerimizle büyüklenmeyelim. Yeni bilim ve iktisat
zaferlerine hazırlanalım.” (26 Ocak 1923’te Akşehir’de halkla konuşmasından.)
“Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür,
irfanı hür kuşaklar ister.” (25Ağustos 1924’te Ankara’da toplanan Öğretmenler
Birliği’nde yaptığı konuşmadan). Aynı konuşmada Mustafa Kemal, kızların da
eğitilmesini; kız-erkek çocuklarının bütün öğretim aşamalarında aynı biçimde öğretim
ve eğitim görmeleri gerektiğini vurguluyor. Bu tarihte ilkokulların karma olması
kararını alıyor. “Dünyada her şey için, yaşam için, başarı için en gerçek yol gösterici
bilimdir, tekniktir. Bilim ve tekniğin dışında yol gösterici aramak aymazlıktır,
bilgisizliktir, doğru yoldan sapmadır.” (22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlerle
yaptığı konuşmadan.) (973 tarihli Milli Eğitim Temel Yasası’ndaki 13 temel ilkeden
birisi de laiklik olarak saptanmıştır.) (3) Eğitim, demokratik olacak ve yeni
kuşaklarda erdem, özveri, disiplin; kendine, ulusun geleceğine güven duygusu
geliştirecektir. Mustafa Kemal diyor ki: “(...) Yeni kuşağı donatıp değerlendirecek
özellikler arasında güçlü bir erdemlilik tutkusu, güçlü bir düzen ve disiplin sevgisi de
yer almalıdır.” (16 Temmuz 1921’de Eğitim Kongresi’ni açış konuşmasından.).
“Çocukları özgürce konuşmaya, duygu ve düşüncelerini olduğu gibi anlatmaya
özendirmelidir. Böylece hem hatalarını düzeltmeye olanak bulunur hem de ileride
yalancı ve ikiyüzlü olmalarının önüne geçilmiş olur. (…) Çocuklarımızı başkalarının
içten düşüncelerine saygı göstermeye alıştırmalıyız. Aynı zamanda onların temiz
yüreklerinde, yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle birlikte doğruya, iyiye ve güzel
şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmalıyız.” (973 tarihli Milli Eğitim Temel
Yasası’ndaki temel ilkelerden birisi de demokrasi eğitimidir.) (4) Eğitim uygulamalı
olacak, bireylerin yeteneklerini geliştirecek, işe yarayan bilgi ve beceri
kazandıracak; üretici, ahlak düzeyi yüksek insanlar yetiştirecektir. Mustafa
Kemal, 27 Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlere şöyle sesleniyor: “Eğitim işlerinde
kesinlikle zafer kazanmış olmak gerektir. Bir ulusun gerçek kurtuluşu ancak bu yolda
olur. Bu zaferin sağlanması için hepimizin tek bir can, tek bir düşünce olarak temelli
bir program üzerinde çalışması gerekir. Bence bu programın iki temel noktası vardır:
1. Toplumsal yaşamımızın gereklerine uyması, 2. Çağın gereklerine uygun olmasıdır.
(...) Çocuklarımızı özdeş öğrenim basamaklarından geçirerek yetiştireceğiz.” 1923’te,
“Eğitim ve öğretimde uygulanacak yöntem, bilgiyi insan için bir süs, bir baskı aracı ya
da uygar bir zevkten çok, maddi yaşamda başarıyı sağlayan uygulamalı ve
yararlanılabilir bir duruma getirmektir.” Diyor 1924’te Öğretmenler Birliği
Kongresinde öğretmenlere: “Ülke evladı her öğretim basamağında ekonomik hayatta
yapıcı, etkili ve başarılı olacak biçimde donatılmalıdır Ulusal ahlakımız, uygar
temellerle ve özgür düşüncelerle geliştirilmeli ve güçlendirilmelidir.”diyor. 1931’de
ise şunları söylüyor: “İlk ve ortaöğretim, mutlaka insanlığın ve uygarlığın gerektirdiği
bilimi ve tekniği versin; fakat o kadar pratik bir biçimde versin ki çocuk okuldan
çıktığı zaman aç kalmaya mahkûm olmadığına emin olsun.” (5) Türkiye
Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını koruyacak, Cumhuriyeti yükseltecek olan
kuşakları öğretmenler yetiştirecektir. Mustafa Kemal öğretmenlere diyor ki:
“Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için yalnızca ortam
hazırladı. Gerçek zaferi siz kazanıp sürdüreceksiniz ve mutlaka başarılı olacaksınız.”
(27 Ekim 1922’de Bursa öğretmenlerine seslenişinden.) “Bir ulus irfan ordusuna
sahip olmadıkça, savaş alanlarında ne denli parlak zaferler elde ederse etsin, o
zaferin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla sağlanabilir. İrfan ordusunun
değeri de siz öğretmenlerin değeri ile ölçülecektir.” (24 Mart 1923’te Kütahya
öğretmenlerine seslenişinden.) “Öğretmenler! Yeni kuşağı, Cumhuriyetin özverili
öğretmen ve eğiticileri, sizler yetiştireceksiniz; yeni kuşak sizin eseriniz olacaktır.
Eserin değeri, sizin beceriniz ve özverinizin derecesi ile oranlı olacaktır. Cumhuriyet,
düşünce, bilim ve beden bakımından güçlü ve yüksek kişilikli koruyucular ister; yeni
nesli bu nitelikte ve yetenekte yetiştirmek sizin elinizdedir. (25 Ağustos 1924’te
Öğretmenler Birliği Kongresi’ne seslenişinden.) “Ulusları kurtaranlar, yalnız ve ancak
öğretmenlerdir. (…) Onlardır ki bir toplumu gerçek ulus durumuna getirirler.(...) Ulus,
ülke, Cumhuriyet sizden yüksek hizmet beklemektedir. Siz çalışmaya giriştikten
sonradır ki en büyük yeteneği işe dönüştürmüş olacaksınız.” (14 Ekim 1925’te İzmir
Erkek Öğretmen Okulu’ndaki konuşmasından.) Eğitim Bakanı İsmail Safa Özler’in 8
Mart 1923 tarihli genelgesinde, 3 maddelik “eğitimin amaçları” yer alıyor. Bunlar,
“(1) Kuşakların ulusal varlıkları ile çatışmayan her düşünceye saygılı olarak
yetiştirmek. (2) Okulların ülkeyi ekonomik tutsaklığa sokmayacak kafalar yetiştirmek.
(3) Her şeyde güçlü ve azimli kuşaklar yetiştirmek”tir. Bu genelgede Mustafa
Kemal’in “Eğitim ve öğretimde uygulanacak yöntem, bilgiyi insan için bir süs, bir
baskı aracı ya da uygar bir zevkten çok, maddi yaşamda başarıyı sağlayan uygulamalı
ve yararlanılabilir bir duruma getirmektir.” sözü de öğretimin temel amacı olarak
gösteriliyor. Böylece eğitim devrimi başlıyor. Eğitim Bakanı Vasıf Çınar’ın 8 Eylül
1924 tarihli genelgesinde Eğitim ve öğretimin temel amaçları daha ayrıntılı biçimde
şöyle ortaya konuyor: (1) Eğitimi ulusal temellere ve Batı uygarlığının yöntemlerine
dayandırmak. (2) Okullarda insan ilişkileri, toplumsal yaşama kuralları, temizlik,
düzen vb. konularda uygar ve örnek alınacak bir eğitim yapmak. (3) Çocukların,
kalplerinde ve ruhlarında Cumhuriyet için özverili olma ülküsünü taşımalarını
sağlamak. (4) Okullarda öğrencilere vicdan ve düşünce özgürlüğü ve bilinçli bir
sorumluluk telkin etmek. (5) Öğretimi, uygulamalı ve işe yarar hale getirmek. (6)
Okullarda öğrencilere bilim ve okuma zevki vermek. (7) Okullarda halka sağlığın
değerini ve sağlıklı olmanın yollarını öğretmek. (8) Okullarda beden ve düşüncenin
dengeli gelişimini sağlamak. (9) Okullarda toplumun ve ailenin gereksinimlerini
dinleyip göz önünde tutmak. (10) Okullarda tutumluluk, yardımlaşma ve ekonomi
düşünceleri vermek. (11) Okullarda çocuklarda özgür ve uygun bir disiplin
oluşturmak. 1923 ve 1924 tarihli amaçlar, Cumhuriyetin başında belirlenmiş ve
Mustafa Kemal’in bilgisi ve büyük olasılıkla talimatı ile hazırlanmış olması nedeniyle
büyük önem taşıyor. Mustafa Necati’nin Eğitim Bakanlığı sırasında Cumhuriyet
eğitiminin ilkeleri ise şöyle belirleniyor: “Türkiye’de herkesin ulusal ve dünyasal,
çağdaş ve demokratik bir eğitim alması esastır. Eğitimin “milli” olmasından maksat,
gençleri, yaşayan bütün kurumları, düşünce ve idealleriyle ulusal topluma uydurmaktır.
Dünyasal sözcüğünden hedeflenen anlam, eğitimin “laik” olması, düşünceyi daraltan
ve vicdan özgürlüğünü kıran her türlü dinsel etkiden uzak bulunması demektir. Çağdaş
sözcüğü ile eğitimin yöntemler ve teknikler bakımından en yeni bilimsel kurallara göre
sürdürülmesi; demokratiklik ile de eğitim ve öğretimin bütün olanaklarından kadın,
erkek tüm ulus bireylerinin eşit derecede yararlanması; serveti, toplumdaki yeri ne
olursa olsun her gencin yeteneği ve zekâsı derecesinde öğrenim görebilmesine hiçbir
engelin konmaması düşünülmüştür. İlköğretimin milli, demokratik olması, kız erkek,
zengin yoksul bütün ulus çocuklarının aynı biçimde eğitim görmesi, bu ilkenin
gereğidir. Yine ilköğretimin mesleki eğilimlerden, dinsel etkilerden uzak tutulması,
ilköğretim programına yabancı dil konulmaması da bu ilkeye dayanır.” Bu ulusal, laik,
bilimsel ve demokratik eğitimin yaşam bulması amacıyla 3 Mart 1924’te Öğretimi
Birleştirme Yasası (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) kabul edildi. Bu yasayla eğitim,
çağdaş yaşama uygun duruma getirildi. Bütün bilimsel kurumlar ve okullar, Eğitim
Bakanlığı’na bağlandı. Yüksek din uzmanları yetiştirmek için bir İlahiyat Fakültesi;
imam ve hatip yetiştirmek için de ayrı okul açılmasına olanak sağlandı. Aynı tarihte
Şer’iye ve Evkaf Bakanlıkları ile halifelik de kaldırıldı. 30 Kasım 1925’te çıkarılan
bir yasa ile tekkeler ve türbeler kapatıldı. Söz konusu yasalar, medreselerin varlığına
da son vermiş oldu. Böylece eğitim, laiklik temeline oturtuldu. 1924–1927 yılları
arasında, resmi okullardan başka kolejler ve öteki yabancı okullarda da dinsel simge
ve öğretiler yasaklandı. Azınlık ve yabancı okullarına tarih, coğrafya, yurt bilgisi ile
Türkçe dersleri konuldu. 1927’de Türkiye’de başka dinlerden insanların da bulunması
nedeniyle ilköğretim ve ortaöğretimden din dersleri kaldırıldı. Laiklik, 5 Şubat
1937’de “Türkiye Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve
inkılâpçıdır.” tümcesiyle anlatılan 6 ilkeden biri olarak Anayasa’ya girdi. Mustafa
Necati’li Yıllar ve Sonrası: Mustafa Necati (19 Aralık 1925–1 Ocak 1929), ölümü
nedeniyle kısa süren Bakanlığı dönemine akıllara durgunluk verecek sayıda ve
nitelikte yenileşmeler sığdırdı. Yapılan işlerin başta gelenleri şunlardır: Bakanlık
örgütü yeniden düzenlendi. Bilim Kurulu (Heyet-i ilmiye) toplandı. 1926’da Genel
Eğitim Yasası (Maarif-i Umumiye Kanunu) kabul edildi. Talim ve Terbiye Dairesi,
Program Encümeni, Türk Dili Kurulu, Latin Harfleri Kurulu, Güzel Sanatlar Yüksek
Kurulu, Güzel Sanatlar Müdürlüğü, Binaları İnceleme Kurulu oluşturuldu. Müzeler
üzerinde çalışıldı. Mustafa Necati’nin göreve gelişinden bir yıl kadar önce Türkiye’ye
gelen ve eğitimimizle ilgili bir rapor hazırlayan Amerikalı eğitim düşünürü John
Dewey’nin benimsenen görüşleri yönünde çok sayıda nitelikli işler gerçekleştirildi.
Mustafa Kemal’in düşünce ve uygulamalarının heyecanla izlendiği Mustafa Necati
döneminde de birçok yabancı uzman çağrıldı. Bunlardan kimilerine genel müdürlük
bile verildi. Sorunların çözümünü hızlandırmak amacıyla oluşturulan 13 bölgede
Maarif Eminlikleri kuruldu. Bakanlıkta kurulan Halk Eğitimi Birimi, Halk
Dershaneleri’nde 64 000 kişinin halk eğitimi çalışmalarına katılımını sağladı. Bu
dershaneler, yazı devriminden sonra Ulus Okulları (Millet Mektepleri) olarak çalıştı.
Parasız yatılı öğrencilik ve karma eğitim yaygınlaştırıldı. Bakanlık, yazımını
üstlendiği ders kitaplarının basımı için Devlet matbaasını geliştirdi. Öğretmenler için
Eğitim Dergisi, Eğitim Bakanlığı Dergisi ve haftalık bir gazete çıkarıldı. Doğudan ve
Batıdan çeviriler yapıldı. Avrupa’ya öğrenci ve öğretmen gönderildi. Doğuda 600
okulda kitaplık kuruldu. Dewey’nin raporundaki “Öğretmen nasıl olursa, okullar da
öyle olur.” yargısını paylaşan Mustafa Necati, öğretmenliğin saygın bir meslek haline
gelmesi yolunda ilk sağlam adımları attı. Öğretmenlere ciddi maaş zamları
yapılmasını, ev ve yakacak tazminatı verilmesini, Devlet araçlarında yarım ücretle
seyahat etme olanağını sağladı. Öğretmenlerin mesleksel yayın ve kitap gereksinimi
ele alındı. Mustafa Necati’ye göre öğretmen, çabuk yıpranmamak, ihtiyarlamamak ve
bezginlik getirmemek için, okuttuğundan çok, okumak zorundadır. Mustafa Necati,
1925 yılında Türkiye Öğretmenler Birliği Başkanlığına seçildi. Bunu Bakanlığının ilk
yılında da sürdürdü. Öğretmenlerle yakından ilgilenerek onların gönlünde taht kurdu.
Yılda üç bin öğretmen yetiştirmeyi, öğretmen okulunu iyileştirmeyi; ilkokul ve
öğretmen okulu programını yeniden düzenlemeyi, öğretmen kadrosunu oluşturmayı;
öğretmen okulunda bir uygulama sınıfı açmayı; hayvanat bahçesi, bitki bahçesi
düzenlemeyi hedefledi. Onun döneminde açılan Gazi Orta Öğretmen Okulu ve Gazi
Eğitim Enstitüsü, Mustafa Kemal’in de çok önemsediği bir kurumdu. Okul, 1929
yılında “ortaokullara öğretmen, ilköğretime denetmen yetiştirmek; araştırma ve
incelemeler yaparak, dünyanın her yanındaki eğitim akımlarını, yöntemlerini izleyerek
okullara yaymak amacıyla” ana binanın sınıflarında karma ve parasız yatılı olarak
öğretime başladı. Mustafa Necati, Mustafa Kemal’in en büyük hedeflerinden biri olan,
köylüyü cahillikten kurtarmak amacıyla çocuğun, köyden kopmadan gerekli bilgileri
alıp bir an önce üretime dönmesi için üç yıllık köy okulları açmayı düşündü. Çıkarılan
Maarif Teşkilatına Dair Kanun ile 5 yıllık ilköğretmen okullarının yanı sıra, 3 yıllık
köy öğretmen okullarının açılması kabul edildi. 1927-1928 öğretim yılında Kayseri
Zincirdere’de ve Denizli’de, köy yaşantısına uyum sağlayacak öğretmenler yetiştirmek
üzere köy öğretmen okulları açıldı. Okulu bitirenlere köyde bir ev, bir de bahçe
verilmesi kararlaştırıldı. 1940’ta kurulan köy enstitülerine model oluşturan bu
okullardan Kayseri’deki 1932’de; Denizli’deki de 1933’te, Mustafa Necati’nin ani
ölümüyle ilgisizlik yüzünden kapatıldı. Mustafa Necati, üretken, insan yeteneklerini
geliştiren, yaşamsal bilgi ve beceriler kazandıran, çağdaş okulları hızla
yaygınlaştırmak istiyordu. Ona göre eğitim, bireyi yaşama hazırlayan önemli bir
araçtı. Orta dereceli okullar, öğrencilerin bir yandan us güçlerini işlerken bir yandan
da kişilik eğitimini gerçekleştirmelidir. Eğitim söze dayanmamalıdır. Tüm
öğretmenler araç gereç kullanmalı; öğrencilerini araştırmaya ya da makine başında
çalışmaya yöneltmeli; olaylar üzerinde düşündürmel i , nasıl davranacağına
kendisinin karar vermesini sağlamalıdırlar. Eski okullar, ezberciliğe dayanmakta; iş
yeteneğini geliştirmemekte; düşünmeyi daraltmakta ve özgürlüğü sınırlamaktadır.
Bugünün eğitimi, ulusal, çağdaş ve bilimsel olmalıdır; gençlerin toplumsal yeteneğini
en yüksek düzeye çıkarmayı amaçlamalıdır. Dewey ve Mustafa Necati’nin ortak
düşünceleri olan eğitimin uzun süreli planlara dayandırılarak yürütülmesi, çevrenin
gereksinimlerine göre değişebilen programların uygulanması, öğretmenlerin yaşam
düzeylerinin yükseltilmesi ve nitelikli öğretmen yetiştirilmesi, bugünün de
gereksinimleridir. Mustafa Kemal, l9 Ağustos 1928’de İstanbul’da Sarayburnu parkı
gazinosunda halka Latin harflerinin kabul edileceğini açıkladıktan sonra diyor ki:
“Yeni Türk harfleri çabuk öğrenilmelidir. Bir ulusun, toplumun yüzde 10’u, 20’si
okuma yazma bilir, yüzde 80’i, 90’ı bilmezse bu ayıptır; bundan, insan olanların
utanması gerekir.” Yeni Türk harflerinin habercisi olan bu konuşmadan sonra 1 Kasım
1928’de Türk harfleri kabul edilerek yazı devrimi gerçekleştirildi. Ocak 1929’dan
sonra da Türk harfleriyle yazılmış kitaplar okutulmaya başlandı. 12 Kasım 1928’de
çıkarılan bir yönetmelikle Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in Başöğretmenliğinde
Ulus Okulları (Millet Mektepleri) açıldı ve coşkulu bir okuma yazma seferberliği
başlatıldı. Ulus Okulları’nda, 2.500.000 kişi okuma yazma öğrendi. Mustafa Necati,
Mustafa Kemal’in temellendirmeye çalıştığı halkçılık ilkesi yolunda büyük adımlar
attı. Ne yazık ki harf devriminin ve Ulus Okullarının sonuçlarını göremeden öldü. Bu
ani ölüm, başta Mustafa Kemal olmak üzere herkesi, özellikle de öğretmenleri
derinden üzdü . 1930’lu yıllarda köy eğitim kursları, halkevleri, halk okuma
odaları, sanat ve akşam sanat okulları açıldı. Halkevlerinde, kapatıldıkları 1952
yılına kadar, çok verimli konuşma, söyleşi, forum, tartışma, panel, seminer ve bilgi
şölenleri gerçekleştirildi; halk oyunları, müzik, tiyatro çalışmaları yapıldı. Mustafa
Kemal, bu kez dil ve tarih konularına eğildi. 2 Ocak 1930’da dil konusunda diyor ki
“Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk
dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini ve yüksek
bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan
kurtarmalıdır.” Cumhuriyet aydınlanması ile kendi ortaçağımızdan köklü bir biçimde
sıyrılmamız için gerçekleştirilen kültür devriminin ilk adımı laik ve ulusal eğitim;
öbürleri de yazı devrimi ve dil devrimidir. Dil, ülkenin kimliğini belirlemesi yanında
kültürünün gelişimi ve aktarımında da temel etkendir. O nedenle alfabe değişiminden
sonra Mustafa Kemal, kendini tutku aşamasında Türk tarihinin belgelerle ortaya
çıkarılması ve Türk dilinin geliştirilmesi çalışmalarına verdi. Onun öncülüğü ile
1931’de Türk Tarih Kurumu; 1932’de Türk Dil Kurumu doğdu ve bu alanlarda çok
yararlı çalışmalar yapıldı. 1933’te Darülfünun yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu.
Hitler rejiminden kaçan Yahudi kökenli Alman profesörlere burada görev verildi.
Mesleki ve teknik öğretim de Rüştü Üzel’in devrim niteliğindeki özenli çalışmalarıyla
bu yıllarda canlandırıldı. Uzel, iş eğitimini mesleki eğitim alanına yerleştiren
eğitimcidir. 1950’de görevinden alınan bu önder, Tonguç’un köy enstitüleri için
yaptığını mesleki eğitim için yapmıştır. 1929-1934 arası, “yitirilen yıllar ya da
duraklama içinde oluşum yılları” olarak nitelendiriliyor. Cumhuriyetin kuruluşu
üzerinden 13 yıl geçmiş; ancak, ülkenin pek çok köyüne hâlâ okul, eğitim
ulaştırılamamıştır. Eğitmen yetiştirmek, bu eksiği gidermek amacıyla bulunan
çarelerden biridir. Bu amaçla 11 Haziran 1937’de Atatürk’ün isteği ile “nüfusu
öğretmen göndermeye elverişli olmayan küçük köylerin çocuklarına 3 yıllık eğitim
vermek, tarımda köylülere rehberlik etmek” üzere Köy Eğitmenleri Kanunu çıkarıldı.
Askerde onbaşı ve çavuş olanların alındığı 6 aylık kursu bitirenler, kendi köylerine
eğitmen olarak atandı. Bu kurslarda 12 yılda 29’u kadın olmak üzere 8675 eğitmen
yetişti. 1930’lu yıllarda, bütün köylerimizi okula ve öğretmene kavuşturma üzerinde
sürekli kafa yoran bir kişi daha vardı. Bu kişi, 1935’te İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne
getirilen ve 1947 yılına dek o görevde kalan İsmail Hakkı Tonguç’tu. O, köylerimizin
eğitim yoluyla canlandırılması kuramını geliştiren; bir süre sonra da bunu
uygulamaya koyacak olan donanımlı bir eğitimciydi. Tonguç, Batı’da ve İsmail Mahir
Efendi’den bu yana bizde eğitime ilişkin ortaya konulan kuramsal ve bilimsel veriler
ile uygulamaları çok iyi bilmekteydi Bunlardan da esinlenerek köy öğretmenlerine
kazandırılması gereken nitelikleri, 1935’te değerli Eğitim Bakanlarından Saffet
Arıkan’a verdiği raporda şöyle sıraladı: “(1) Öğretmen adayları, çağdaş eğitimin
verilerine göre yetiştirilmelidir. (2) Öğretmen adaylarının meslek bilgileri, iş ve
üretim ilkelerine göre düzenlenmiş yeni ilkokul anlayışını temel almalıdır. (3)
Öğretmen adayları, köy yaşamının bütün bölümleri ile içten ilgili olabilecek bir
yaşamın içinde yetiştirilmelidir. (4) Öğretmen adayları, öğretmen olup göreve
gittiklerinde halkın, çocukların ve gençlerin eğitimi ile ilgili olarak kendilerine devlet
adına verilecek tüm yetkileri kullanabilecek yeterliğe sahip kılınmalıdır. (5) Öğretmen
adayları, eğitim tarihi ve çağdaş eğitimin verileri ışığında karşılaştıkları güncel eğitim
sorunlarını araştırıp çözüm önerileri geliştirebilmelidirler. (6) Devlet, bu nitelikleri
kazanan öğretmenlerin, meslek içinde yetiştirilmelerini, özlük sorunlarının çözümünü
ve meslek güvencelerini sağlama ödevini de yerine getirmelidir.” Tonguç’un aynı
raporda belirttiği köye yararlı eleman yetiştirme ilkeleri ise özetle şunlardır: (1)
Köy yaşamı, bir bütün olarak ele alınmalı; köy öğretmenleri çok yönlü eğitilirken köye
yararlı başka elemanlar da yetiştirilmelidir. (2) Köye gönderilen yeni eleman, ideoloji
ve psikoloji bakımından devletin kabul ettiği ortak değerleri benimsemiş olmalı,
bunları halka benimsetebilmelidir. (3) Bu elemanları yetiştirecek eğitim kurumlarının
öğrenci kaynağı, köyler olmalıdır. (4) Köye eleman yetiştirmek üzere açılacak
kurumlar, üretici birer kurum olmalı; bu kurumlar, yaşayabilmesi için bütün araçları
kendisi üretmelidir. (5) Bu kurumlar, öğrencilerini gerçek köy yaşamından uzun süre
ayırmamalı; öğrenci daha okulu bitirmeden, köylerde stajyer sıfatıyla çalıştırılmalı;
yaşamakta olan parasız yatılı okullarımızın, bir emek karşılığı olmaksızın öğrenciye
sağladığı avantajlardan hiçbiri okullara sokulmamalıdır. (6) Bu kurumlardaki yönetim
ve öğretmenliklerle belirli işlerin başına, ilgili görevi yapabileceği, deneyle
anlaşılmış kimseler getirilmeli; okulu bilgi aktarıcılığına tutsak ettirmemelidir. (7)
Cumhuriyet rejiminin hedefi olan köy ve kent arasında ideolojik birlik sağlanmalıdır.
Bunun için kent çocuklarının yararlandığı tüm eğitim olanaklarından köylerdekiler de
yararlandırılmalıdır Bu nitelik ve ilkeler, Tonguç’un kısa bir süre sonra kuruluşunu
gerçekleştireceği köy enstitüleri felsefesinin ve işleyiş düzeninin bir özeti gibidir. O
güne kadar bu boyutta sistemleştirilip gerçekleştirilmiş bir eğitim uygulaması,
dünyada görülmemiştir. Yalnızca Pestalozzi (1746-1827), bu modeli çağrıştıran bir
eğitimi oldukça sınırlı boyutta uygulamaya koymuş; ancak o da başarıyla
sürdürememiştir. Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı;
Hasan Alı Yücel’in Milli Eğitim Bakanı olduğunda (1939) İsmail Hakkı Tonguç, hâlâ
İlköğretim Genel Müdürü’dür. Yücel, 8 yıllık Milli Eğitim Bakanlığı döneminde
Tonguç’la birlikte Türk ulusal eğitimine büyük katkılar sağlayacaktır. Deneyimli bir
eğitimci oluşu, yazarlığı, şairliği, çalışkanlığı ve Atatürkçü düşünceye bağlılığı, onun
ayırt edici özellikleridir. Yücel, köy enstitülerini tüm gücüyle destekledi. İlk Maarif
Şurası, 1939’da onun Bakanlığı döneminde toplandı. Tercüme Bürosu kurularak 500
kadar Batı ve Doğu klasiği dilimize çevrilip yayımlandı. İslam Ansiklopedisi ve
Türk Ansiklopedisi hazırlandı. Özerkliği de içeren Üniversite Kanunu çıkarıldı. O
günlerde Türkiye’deki erkek nüfusun yüzde 23,3’ü; kadınların ise yalnızca yüzde
8,2’si okuma yazma bilmekteydi. Kent ve kasabalarda ilköğretim çağındaki çocukların
yüzde 40’ı; köylerdekilerin ise yüzde 78’i okulsuzdu. İvedi olarak 20 bin öğretmene
gereksinim vardı. Tonguç, 1939’da toplanan I. Eğitim Şurası kararları yönünde köy
enstitüleri tasarımını, çağdaşlaşmış Türk köyünü ancak, köylünün yaşamına,
çalışmasına katılmayı, köyün iş alanlarında yapıcı, yaratıcı sorumluluklar üstlenmeyi
isteyen öğretmenin yaratacağı inancı ile uygulamaya koyma hazırlığına girişti. Bu
inancının dayanaklarını Köyde Eğitim (1938) ve Eğitim Yolu ile Canlandırılacak
Köy (1939) adlı kitaplarında ayrıntılı olarak anlattı. Tonguç’un köy enstitüleri
düşüncesi, Atatürkçü eğitim düşüncesinin yaşama geçirilmesi tasarımıdır ve bunun
diğer adı, çağdaş laik eğitimdir. Atatürk’ün eğitime ilişkin görüşlerinin özdeşi olan 8
Eylül 1924 tarihli “Eğitim ve öğretimin temel amaçları” ile “Cumhuriyet eğitiminin
ilkeleri” incelendiğinde bu, açıkça görülüyor. İnönü de bu düşünsel uyum içinde yer
aldı. Ona göre de “İlköğretim davası, insan olmak, millet olmak davasıdır.” Köy
Enstitülerinin Kuruluşu: 1937’de köy enstitülerinin ön denemesi niteliğindeki köy
öğretmen okulları, 17 Nisan 1940’ta Köy Enstitüleri Yasası ’nın kabul edilişinden
sonra çok daha farklı ve yetkin bir yapı kazandırılarak köy enstitülerine dönüştürüldü.
Köy enstitülerinin amacı, köy çocuklarına eğitim götürmek, köyü eğitim yoluyla
canlandırmaktır. Yatılı olacak bu okullara, köy ilkokullarını bitiren kız ve erkek
çocuklar, seçme sınavı ile alınacaktır. Buralarda yetişen ve 20 yıl köyde görev
yapmayı üstlenen öğretmenler ve diğer elemanlar aracılığı ile köylü
bilinçlendirildiğinde, köyde daha verimli üretim gerçekleştirilecek, köylü siyasal ve
toplumsal haklarını öğrenecektir. Atatürk devrimleri köylerde de kök salacaktır.
Sonuçta okul-köy bütünleşmesi sağlanacaktır. Bütün bunları; köyden çıkıp köye
öğretmen olarak dönen ve köy yaşantısını yadırgamayan; köyü, köylüyü tanıyan, seven
ve onları özlenen düzeye ulaştıracak bilgi, beceri ve davranışlarla donanmış olan
aydın önder öğretmen gerçekleştirecektir. Bu amaçla Türkiye’nin 20 ayrı bölgesinde
tarıma elverişli, devlete ait yeterli toprak belirlendi. Bu yerlerin, iki üç ilin bölge
merkezi olmasına; ancak, il merkezlerinin olanaklarından yararlanamayacak uzaklıkta
bulunmasına dikkat edildi. Hava ve su bakımından sağlıklı; okul ve öğretmen durumu
açısından ise geri yerler seçildi. Belirlenen bu yerlerde öğretmen, yönetici ve
öğrenciler, el, kol emeği, alın teri ve beyinlerinin gücü ile bir yandan enstitüleri
kurmaya, bir yandan da eğitime başladılar. Öğrenciler, öğretmenlerinin rehberliğinde
zor koşullarla savaşımı öğrene öğrene, köye benzeyen birer okul-köy yarattılar. İlk
yıllarda her enstitü, genel amaç ve ilkeler çerçevesinde kendi öğretim programını
kendisi yaptı. Programın, gereksinimleri giderici ve birbirini tamamlayıcı; öğrencinin
kişisel ve toplumsal yeteneklerini geliştirici olmasına; öğrencide iş, doğa, bitki ve
hayvan sevgisi yaratacak özellikler taşımasına dikkat edildi. 19 Haziran 1942’de Köy
Okulları ve Köy Enstitüleri Teşkilat Yasası çıkarıldı. Böylece köy enstitüleri ile
köyler ve köy okulları arasında yasal bağlantı kurulmuş oldu. Köy enstitülerine ve
ilköğretime öğretmen, yönetici ve denetim elemanı yetiştirmek üzere 1942-1943
öğretim yılında 3 yıllık Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü açıldı. Enstitünün, köy
araştırmaları için de merkez olması amaçlandı. Enstitüde 8 bölüm bulunuyordu.
Bunlar; Güzel Sanatlar Kolu, Yapıcılık Kolu (Erkekler için), Maden İşleri Kolu
(Erkekler için), Hayvan Bakımı Kolu (Erkekler için), Kümes Hayvancılığı Kolu
(Kızlar için), Köy ve Ev Sanatları Kolu (Kızlar için), Tarla ve Bahçe Tarımı Kolu
(Erkekler için), Tarımsal İşletme Kolu idi. Yüksek Köy Enstitüsü’nün öğrencileri, köy
enstitülerinin son sınıf öğrencileri arasından seçiliyordu. 1945-1947 arasında Yüksek
Köy Enstitüsü, Köy Enstitüleri Dergisi’ni yayımladı. Dergi, enstitülülerin hem
okumalarına hem de yazmalarına olanak sağlıyordu. Deneme evresinden sonra 1943’te
Köy Enstitüleri Öğretim Programı oluşturuldu. Program, haftada 114 saatlik kültür
derslerini; 58 saatlik teknik dersler ve çalışmaları; 58 saatlik de tarım dersleri ve
çalışmalarını içeriyordu. Programda yer alan konular, yaşamla doğrudan bağlantılı;
öğrenim sürecinde zengin uyarı ve dürtü olanakları sağlayan, öğrencileri özgür
düşünme ve davranmaya, sorumluluk geliştirici deneyimler edinmeye yöneltici
nitelikteydi. 1944 yılında enstitü mezunu öğretmenler köye dönmeye başladılar.
Köylerde bir yandan okul binaları, öğretmen evleri yapılıyor, bir yandan da
öğretmenin geçimi ve okul uygulama bahçesi için toprak sağlanıyordu. Enstitü çıkışlı
öğretmenler, köylere canlı, cansız öğretim araçları ve kitaplarıyla dönüyorlardı. Okul
içi ve okul dışı işleri birlikte yürütmeye başlamışlardı. Deney ve gelişim evresi olan
ilk 9 öğretim yılında az miktarda bir devlet katkısı ile 723 binalı 20 enstitü kuruldu.
Öğrenci sayısı 15529’a; mezun olan öğretmen sayısı 5525’e çıktı. 521 köy sağlık
memuru yetiştirildi. Tarım alanında ve teknik alanda çokça ürün elde edildi; araç
gereç yapıldı. Bağ, bahçe, fidanlık, sebzelik oluşturuldu. Akşam okulları, gündüzlü,
yatılı bölge okulları, bölge meslek kursları ile ele alınan halk eğitimi çalışmaları
hızlandırıldı. Köy enstitülerinin 1940-1946 yılları arasındaki yasalaşma, örgütlenme
ve gelişim evresi, çağdaş eğitim ilkelerini daha da ileri aşamalara götüren
uygulamalarıyla yurt içinde ve yurt dışında hem ün kazandı; hem de en ağır saldırılara
uğradı. Köy Enstitülerinde Uygulanan Eğitimin Dayandığı Temel İlkeler: Bunlar,
şöyle belirlenebilir: (1) Bütünsellik. Enstitülerde öğretmen, köyde okul içi ve okul
dışı eğitim çalışmalarını bütünsel bir anlayışla yürütecek biçimde yetiştiriliyordu.
Enstitülü öğretmen, köyde okul dışı okuma yazma, yurttaşlık bilgileri, iş ve meslek
becerileri eğitimini de gerçekleştirerek köyü kendi dinamikleriyle içten
canlandırmak amacıyla çaba gösteriyordu. Enstitü öğrencilerinin konuları severek,
ilgiyle öğrenmelerini sağlamak için kültür, teknik ve tarım derslerinin kendi konuları
arasında olduğu gibi bu üç alanın konuları arasında da bağlantı kuruluyordu. Örneğin,
fizik dersleri, enstitünün elektrik ve su tesisatının yapımı; tarım dersi, toprağın
gübrelenmesi, yağ, peynir yapımı, hayvan sağlığı konuları ile ilişkilendirilerek
işleniyordu. Matematik dersindeki ölçme işlemleri, çizimler, işlikte yapılan işlerde
kullanılıyordu. Kullanılan rakamlar, okulun döner sermayesi, okul kooperatifi ve köy
gerçekleriyle ilişkilendiriliyordu. Konular, öğrencilerin yakın çevrelerinden
seçilerek, kültür dersleri de işlevsel hale getiriliyordu. 2) Planlılık. Köy enstitülerinin
bütün uygulamaları en ince ayrıntısına kadar planlanıyordu. Tonguç, köyde eğitim için
1935-1955 arasını kapsayan bir planlama yapmıştı. 1940 yılının Nisanında Köy
Enstitüleri Yasası görüşülürken Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, 1957’de bütün
köylerin okula ve öğretmene kavuşturulacağını duyurdu. 1942 tarihli Köy Okulları ve
Enstitüleri Teşkilat Yasası’yla köy enstitüsü müdürlüklerine kendi kesimlerindeki
illere bağlı köylerin eğitim sorunlarının taranıp çözüm planlarının yapılması görevi
verilmişti. Buna göre öğretmen köye gitmeden, köyün okulu, öğretmenevi yapılmış
olacak, köyün gereksinimleri belirlenecekti. Bu amaçla görevliler, inceleyecekleri
köyde üç gün, üç gece kalmak zorundaydılar. (3) Karma, Yatılı Eğitim. Türkiye’de
yatılı bir okulda karma eğitim ilk kez köy enstitülerinde uygulamaya konuldu. O güne
dek ilkokuldan sonra okutulmayan köylü kızlar, az sayıda da olsa enstitülere alınmaya
başlandı. Köydeki bir arada yaşamın bir adım daha ilerisinde, kızlara bu okullarda
yönetim ve önderlik rolleri verildi. Toplumsal ve eğitsel açıdan da yararlı olan karma
eğitim, çağdaş, laik eğitimin; yatılılık da pozitif ayrımcılığın gereği idi. (4) Çok
Yönlü, Üretken, Demokratik ve Laik Eğitim. İnsanın birden çok ilgisi, yeteneği ve
gereksinimi vardır. Yeteneklerini geliştirme, her insanın hakkıdır. Köy enstitülerinde,
bu bilinçle öğrenirken üretme, üretirken öğrenme ilkesine uygun olarak, bilimsel
temellere dayalı ve öğrencinin kişiliğini bütün yönleriyle geliştiren iş eğitimi
uygulanıyordu. İş eğitimi, Batılı eğitimcilerin geliştirdiği iş ilkesinden çok farklıydı.
İş okullarında öğrenci, yalnızca bütçe yetersizliği nedeniyle üretim yapmıyordu. Aynı
zamanda değer yaratmanın, yaratılan değeri hakça paylaşmanın; yediğini, giydiğini
hak etmenin onurunu taşımak için üretiyordu. Medresenin olumsuz mirası ezbercilik,
ülkemizde ilk kez tam olarak köy enstitülerinde eğitimin dışına atıldı ve yerine, bugün
etkin öğrenme ya da öğrenci odaklı eğitim denilen yöntemle öğrenmeyi öğrenme
geçmiş oldu. Öğrenciler, işlerine yarayan araçları yapmayı öğrenmekle, ileride kendi
başına kaldıklarında gereksinim duyacakları bir konuyu, bir işi yapabilme yeteneğini
kazanmış oluyorlardı. Bunun da ötesinde düşünmeyi, üretmeyi ve yaratmayı seven
bir insan haline geliyorlardı. Etkin öğrenimde öğrenci, derste öğretmeninin yol
göstericiliğinde küme ile birlikte ya da tek başına, temel gereksinimlerine ve gelişim
gereksinimlerine dayanan öğrenme konusunu ele alıp planlıyordu. Bilimsel bilgi
denilen aracı nereden, nasıl edineceğini; nerede, nasıl kullanacağını; parçaları
birbirine nasıl bağlayacağını; eksik ya da yanlış yaptığında işe yeniden nasıl
başlayacağını kavrıyordu. Çalışma sırasında gerektikçe sorular ortaya atıyor; bunları
arkadaşları ve öğretmeniyle tartışıyor; yanıtların doğru olup olmadığını denetliyordu.
Öğretmeninin anlattıklarını, ders kitaplarında okuduklarını da eleştirel bir yaklaşımla
değerlendiriyordu. Öğrendiklerini izleyicilere sunuyor ya da uyguluyordu. Yalman,
Yarının Türkiye’sine Seyahat’i nde diyor ki “(…)Enstitüde “ders vermek” diye bir
şey yoktur. Öğretmen, uzun boylu anlatmalarla kitaplarda yazılan şeyleri
yinelemez. Anlatılanı esneyerek dinlemek ve zil çalmasını beklemek, sonra başka
bir derse koşmak yolundaki sistem, ortadan kaldırılmış, yok edilmiştir. (…) Bazen
ders zamanı, gezi ile geçer. Örneğin, bir sınıf, coğrafya öğretmenleriyle birlikte
Hatay’a gezi yapmıştır. Ülkenin iklim farklarını, durumlarını, şartlarını gözleriyle
görmüşlerdir. Diğer bir sınıf tarih öğretmeniyle İstanbul ve Trakya’ya geziye
çıkmış, ders haftalarından birini yollarda ve tarihsel anıtlar arasında geçirmiştir.”
Bu yaklaşımlarıyla enstitülüler, tam da Atatürk’ün istediği gibi “bilgiyi insan için bir
süs, bir baskı aracı ya da uygar bir zevkten çok, maddi yaşamda başarıyı sağlayan
uygulamalı ve yararlanılabilir duruma” getiriyorlardı. Ezberlenen bilgilerle derslik,
yemekhane, yatakhane binası yapılamazdı; buraları yaşanası yerler haline getirme;
bahçede, tarlada bölgeye uygun sebze, meyve üretme, köyde kullanılacak üretim
yöntem ve tekniklerini öğrenme, üretim araçları yapma gerçekleştirilemezdi. Bu
okul l ar da ahlak eğitimi de üretime dayalı bir eğitim yaşamının içinde
kazandırılıyordu. Ahlaklılık, ulusal gelire katkıda bulunma, üretileni hakça paylaşma,
içinde yaşanılan yerleri kendi eliyle yapma, temiz tutma, özenle kullanma; çevreyi
ağaçlandırma, çiçeklendirme, koruma; dayanışma, yardıma gereksinimi olanlara
yardım elini uzatma, ulusal ve tarihsel değerleri koruma, ulusunu sevme, yurdunu
koruyup güzelleştirme düşünce ve davranışlarıyla yansıtılıyordu. Enstitülerde
uygulanan bu nitelikteki eğitimle kul yurttaşa dönüştürülüyor; din ve inanç özgürlüğü
kadar da dinden inançtan özgür olma özgürlüğü demek olan çağdaş, laik insan
yetiştiriliyordu. (5) Teknolojiden Yararlanma. Enstitülerde en gelişmiş teknolojiyi
kullanma hedeflenmişti. 24.06.1940 tarihli Bakanlık genelgesiyle öğrencilere bisiklet,
motosiklet, otomobil, su motoru gibi araçların kullanılmasının öğretilmesi; 1942’de de
elektriğe ve motora ait bilgilerin köy enstitülerinde temellendirilmesi istenmiştir. (6)
Demokratik Eğitimden Kaynaklanan Geliştirici Disiplin Uygulama. Köy
enstitülerinin temel ilkelerinden biri olan demokratik eğitim, siyasal erkin sağladığı
özgürlük, eşitlik ve güvence ile yaşama olanağı buluyordu. Demokratik eğitimin
kanıtı, kendisine tanınan özgürlük, eşitlik ve güvence içinde bireyin kişilik
geliştirmesine gösterilen saygıdır. Köy enstitülü öğrenciler bu saygıyı görerek
eğitiliyorlardı. Örneğin, herkes aynı kazanda pişen yemeği, aynı kaplardan
yararlanarak aynı yemekhanede yiyordu. Köy enstitülerinde işlerin büyük çoğunluğunu
yönetici, öğretmen ve öğrenci üçlüsü birlikte gerçekleştiriyordu. Ambardan erzak
çıkarma da içinde olmak üzere, her bölümün işleri, öğretmen ve yöneticilerle nöbetçi
öğrencilerin ve öğrenci başkanının gözetiminde yapılıyordu. Öğrenci başkanı,
görevinin bitiminde, cumartesi günü bayrak töreninde çalışma raporunu sunuyor;
öğrenciler, olumlu, olumsuz eleştirilerini yaptıktan sonra yeni başkanı seçiyorlardı.
Yemekhane, çamaşırlık, fırın, revir, yatakhane gibi görev alanlarının başkanları ve
nöbetçileri, öğrenci başkanına; o da eğitim başına bağlı olarak çalışıyorlardı. Eğitsel
kol başkanları ve üyeleri de aynı anlayışla etkinliklerini sürdürüyorlardı. Öğrenciler,
seçim sonucu ya da dönüşümlü olarak üstlendikleri bu görevleri yaptıkça
özgüvenlerini ve özsaygılarını güçlendiriyorlardı. Köy enstitülerinde düzen,
gerekliliği öğrenciye açıklanan ve benimsetilen kurallara, yasaklara uymaya dayalı
geliştirici disiplinle sağlanıyordu. Öğrenci, bu özyönetiml e özdenetim gücü de
kazanmış oluyordu. Bu disiplin anlayışında cezadan çok ödül verildiği için çok
olumlu sonuçlar alınıyordu. Dayağa, baskıya dayalı eğitimin, ya ikiyüzlü, sinsi,
pısırık, önderlik yeteneği yok edilmiş ya da saygısız, dik başlı, saldırgan tipler ürettiği
bilinmekteydi. Yalman’ın da gözlemlediği gibi “Enstitüde disiplinin zorbacası yok; en
ahenklisi, gönüllerden en kopanı vardır.” Böylece eğitim, çocuğun doğasına uygun bir
değişim ve özgürce çok yönlü gelişim üzerine yapılandırılmıştı. Köy enstitülerinde
yıllarca öğretmenlik ve müdürlük yapmış olan Rauf İnan, konuyla ilişkili olarak
şunları yazmıştır: “Çocuk ve gencin hakkı olan bir özelliği de çevresinde neşe ile
birlikte güler yüz, içtenlik ve tatlı dil bulmak, onu yaşamak gereksiniminde olmasıdır.
Çocuk, genç, ancak böyle bir hava içinde toplumsallaşabilir; çevresine, topluma
ilgisini artırır, ilgi alanını genişletir. Oysa geleneksel okulun yaşamı, işlevi, tüm
koşulları, çocuğun ve gencin doğasına aykırıdır.” (7) Geliştirici Ölçme ve
Değerlendirme ile Yöneltme . Köy enstitüleri sisteminde her insan bir değer olarak
görüldüğü için ölçme ve değerlendirme ile başarısız öğrencileri eleme değil; bireyin
bilgi ve becerilerini kullanarak iş yapabilme gücünü belirleme, daha neler yapması
gerektiğini ortaya koyma amaçlanmaktaydı. Bireyi kendine özgü ilgi ve yeteneklerini
geliştirerek uygun bir işe ya da mesleğe yöneltmek ve onun o alanda istediği kadar
yetkinleşmesine olanak tanımak, çağdaş eğitimde temel ilkedir. Köy enstitüleri
Yasası’nın 1. maddesinde “Köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını
yetiştirmek üzere…” diye başlayan tümce de öğretmen olma yeteneği
gösteremeyenlerin, bu kurumlarda eğitimin dışına atılmayacağını vurgulamaktadır.
Köy enstitülerine alınan öğrencilerden öğretmen olamayanlar, yeteneklerine göre,
köyün gereksindiği sağlık memuru, ebe, tarım elemanı, demirci, duvarcı, marangoz
olarak yaşamlarını sürdüreceklerdi. Eğitim yoluyla köyü canlandırmayı, çağdaş, laik,
demokratik bir eğitim uygulamayı amaçlamış olsalar da enstitülerin bireyi, meslek
ilgisinin yerleşik duruma geldiği 15 yaşından çok önce ve sınırlı mesleklere
yöneltmesi, Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin ilgili maddeleriyle bağdaşmıyor.
Ancak, o günlerde baba mesleği dışında, kentte işçi olabilmekten başka bir olanağı
bulunmayan; birçokları ilkokulu bile okuyamayan çocuklar için köy enstitüsü,
“bulunmaz bir nimet”ti. Eğer kapatılmasalardı, kısa bir süre sonra her öğrenciye ilgi
ve yeteneğine uygun, istediği mesleğe yönelme kapısı da aralanacaktı. (8) Ulusal ve
Evrensel Kültürü Benimsetme. Köy Enstitüleri Yasası’nın 10. maddesinin b fıkrası,
köy enstitüsü çıkışlı öğretmene köy halkının kültürünü yükseltmek, onları toplumsal
yaşam bakımından çağın koşullarına ve gereklerine göre yetiştirmek, köy kültürünün
olumlu değerlerini güçlendirip yaymak için gereken önlemleri alma görevini de
vermiş bulunuyordu. Yetişkin kişinin topluma yönelik eksikliklerini, sürekli eğitim
gereksinimini gideren halk eğitimi, daha önce Ulus okulları ve halkevleri ile
karşılanmaya çalışılırken, şimdi bu hizmet, eğitmenden ve köy öğretmeninden de
beklenmeye başlanmıştı. Enstitülerde yerel ve ulusal değerlerin tanınması,
içselleştirilmesi ve geliştirilmesinden yola çıkılarak evrensel kültüre ulaşılması
amaçlanmıştı. Bunun için fen, tabiat ve toplumsal bilgilerin birbiriyle sıkı ilişkileri
kavratılmaya çalışılıyordu. Kültürü, yalnızca genel bilgilerin oluşturmadığı; tarımla ve
teknik alanlarla ilgili bilgi ve becerilerin de kültürün öğeleri olduğu öğretiliyordu.
Yayınların izlenmesi, Türk ve dünya klasiklerinin okunması yoluyla da evrensel
kültürü özümsemeye doğru bir açılım gerçekleştiriliyordu. Okuma alışkanlığı, köy
enstitülerinde kişilik gelişimini oluşturan önemli etkenlerden biri olarak algılanıyordu.
Enstitü kitaplıklarında binlerce cilt kitap vardı. Yayımlanan Türk ve dünya klasikleri ,
öncelikle köy enstitülerinin kitaplıklarına ulaştırılıyordu. Her öğrencinin yılda 24
kitap okuma zorunluğu vardı. Her gün bir saat, okumaya ayrılmıştı. Enstitülerde 90-
100 öğrencinin aynı anda kitap, gazete, dergi okuyabileceği okuma salonları
bulunmaktaydı. Okuma salonunda, Türkiye’de yayımlanan bütün gazeteler ve birçok
dergi, her gün okuyucusunu beklemekteydi. Öğrencilerin diğer enstitülere, kentlere
yaptıkları geziler ve oralarda yaptıkları tarihsel ve kültürel incelemeler de kültürde
yerelden (köyden) evrensele (kente, dünyaya) doğru gelişimlerinde etken olmaktaydı.
Toplu eğlenceler, toplumsal-kültürel değeri nedeniyle enstitülerin önemle üzerinde
durduğu bir başka etkinlikti. Toplu eğlencelere hem okullarda sıklıkla yer veriliyor
hem de bunların en doğru biçimleriyle halka götürülmesine çaba gösteriliyordu.
Örneğin halk oyunlarımızdan ağırlamayı, zeybekleri, halayları, horonları enstitülerde
yüzlerce öğrenci, el ele, kol kola oynuyor, korolarda halk türkülerini söylüyorlardı.
Tonguç, enstitü müdürlerine gönderdiği mektuplardan birinde yöneticilere şunları
anımsatmıştır: “Köy enstitülerinde çalışma kadar boş zamanları iyi ve eğlenceli
geçirme konusu da önemlidir. (…) Her enstitüde başta radyo olmak üzere
gramofon, mandolin, ağız armoniği, akordeon, davul, zurna, kaval gibi müzik
aletlerinin bulunması şarttır. (…) Nöbetçi öğrenci kümeleri işlerini bitirince ya da
bir işten serbest kalan öğrenci kümeleri, tek tek çocuklar, enstitü binasının içinde,
dışında, tarla kenarlarında, bahçede, ahırda, yollarda gelip gitmelerde müzik aleti
çalmakta ya da şarkı, türkü söylemekte tamamen serbest bırakılmalıdır.” (9) Köyün
Ekonomik Yaşamını Geliştirme. Enstitü çıkışlı öğretmenin bir görevi de köyün
ekonomik yaşamını geliştirmekti. Bu amaçla öğretmen, tarımda, zanaatlarda ve teknik
alanda örnek işler yaparak iş yaşamını canlandırmada köylüye yardım etmesi
isteniyordu. Köy okulları, bölge okulları ve köy enstitüleri arasında bu konuda
işbirliği yapılması gerekiyordu. Ancak, yasa gereği öğretmene verilmesi gereken
toprak, üretim araçları, tohum, çift ve öğretmenin okul işliğinde kullanacağı araçların
gönderilmesinde aksamalar oldu. Aksama olmasa da öğretmenler, tarımsal ve
zanaatsal çalışmaları çok az hayata geçirebildi. Öğretmene köyde toprak sağlamak
sorun yarattı. Hayvan bakımı ve beslenmesi konusunda da zorluklar yaşandı.
Öğretmenin enstitü ile iletişimi istenildiği gibi gerçekştirilemedi. 18-20 yaşındaki
genç öğretmen, omuzlarına yüklenen bu denli ağır yükü kaldırmakta zorlandı. Öyle de
olsa köy enstitüleri, 20. yüzyılın ikinci çeyreğine damgasını vuran Summerhill
Okulu’nda (Neill, 1978) gerçekleştirilen eğitim mucizesini de çok aşan yenilikleri
uygulamaya koymuş ve bunları büyük ölçüde başarmıştır. Enstitü çıkışlı öğretmenlerin,
üstlendikleri sorumluluğu, her şeye karşın, yüce bir yurtseverlik ve ulusseverlik
bilinci ile yerine getirdiklerine Türkiye ile birlikte dünya tanık olmuştur. Unutmamak
gerekir ki enstitülerin gerçek tarihi yalnızca altı yıl kadar sürmüştür. Köy
Enstitülerinin Kapatılışından Sonra Türkiye’de Eğitimin Durumu: Köy
Enstitülüler, iyi bir yurttaşın da özelliği olan “el etek öpmeyen, başı dik aydın” olarak
yetişiyorlardı. Ne ki toplumda bu tutum, henüz gerektiği kadar yaygın değildi. İşin
çarpıcı yanlarından biri de tek partili bir dönemde, köy enstitülerinde çoğulcu
demokratik eğitime izin verilmiş olmasıydı. Ülkede, gerektiğinde enstitülerin
arkasında durabilecek demokratik kitle örgütleri, sivil toplum örgütleri de yoktu.
İleri bir eğitim reformu, altyapı reformlarıyla birlikte yürütülmediğinde, engellenmesi
kaçınılmazdı. Eğitim, toplumsal gelişimin bir parçası olduğu için, öbür parçaları
ortaçağda kalan bir toplumda yapılan eğitim reformunun engellenmesi doğaldı. Köy
Enstitüleri, işte bu gerçeklere karşın kuruldu; beklenenden çok fazla olumlu sonuçlar
verdi ve toplumsal yapının değişimini istemeyen egemen güçlerin işbirliği ile
kapatıldı. Kapatılma süreci şöyle gelişti: Çok partili yaşama geçildikten sonra,
Cumhuriyetin kuruluşu sırasında sinen dinciler ortaya çıkmaya başladıar. 1944’te
sindirilen aşırı milliyetçi hareket, yeniden canlandı. Toprak ağaları güç kazandılar.
Yabancılarla Türkiye aleyhine ikili anlaşmalar imzalandı. Yeni kurulan ve büyük
toprak sahiplerine dayanan Demokrat Parti, önündeki en güçlü engellerden biri olarak,
köy enstitülerinin yetiştirdiği aydınlanmacı öğretmenleri gördü. Cumhuriyet Halk
Partisi, iktidarı yitirme kaygısıyla Cumhuriyet devrimlerinden ödün vermeye başladı.
Okullara yeniden din dersi konuldu. Din görevlisi yetiştirecek imam hatip kursları ve
İlahiyat Fakültesi açıldı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 1946’da Hasan Ali Yücel’i
görevden aldı; yerine Reşat Şemsettin Sirer’i getirdi. Tonguç’un deyişiyle “Köy
Enstitülerinin kalbi” olan Yüksek Köy Enstitüsü, daha 213 mezun verebilmişken 27
Kasım 1947’de kapatıldı. Aynı yıl, köy enstitülerinin programında ve
yönetmeliklerinde değişiklik yapıldı. Büyük ölçüde eski öğretmen okulu geleneğine
dönüldü. Sirer, Tonguç’u görevden alarak kadrosunu dağıttı. Öğretmen adaylarına
tarım ve teknik alanda verilen ek dallar kaldırıldı. Okuma etkinlikleri kısıtlandı ve
okuma saatlerine son verildi. Enstitülere yönelik yoğun bir karalama kampanyası
başlatıldı. Buralarda komünistlik eğitimi yapıldığı, karma eğitim nedeniyle
öğrencilerin ahlaka aykırı ilişkilerde bulunduğu, ulusal duyguların köreltildiği,
yolsuzluk yapıldığı biçimindeki yalanlar yayıldı. 1948’de eğitmen kursları kapatıldı.
Öğrenci sayısı 15529’dan 12809’a kadar düştü. Karma eğitime son verilerek kız
öğrenciler Kızılçullu ve Beşikdüzü köy enstitülerinde toplandı ve bu nedenle kız
öğrenci sayısı da düştü. 1951’de sağlık kolu kapatıldı. Bu okullara, geleneksel
okuldan yana müdür ve öğretmenler atanmaya başlandı. Bunların bir bölümü, solla,
komünizmle ilgili yazı, kitap, dergi aramaya girişti; bulamayınca da yoktan var etme
yollarına başvurdular. O yaşam dolu kurumlarda da dört duvar arasına,
karatahtaya, kitap sayfalarına dönüş başladı 1940-1946 evresini 1950’ye dek süren
değişiklik evresi izledi. Bu arada sayıları 21’e çıkan enstitülerin temposu
ağırlaştırıldı. Köy okullarının toprakla, üretim araçlarıyla donatılmasından vazgeçildi;
verilenler de geri alındı. Atamalarda değişiklik yapıldı. Enstitülerin köylerle ve
öğretmenlerle ilişkileri zayıflatıldı. 27 Ocak 1954’te çıkarılan bir yasayla köy
enstitüleri, 6 yıla çıkarılarak ilk öğretmen okuluna dönüştürüldü. Bu okullara yüzde
25 oranında kent çocukları da alınmaya başlandı. İlköğretmen okullarında 1960’tan
sonra karma eğitime geçildi. Milli Eğitim Temel Yasası uyarınca 1974’te bu okullar,
öğretmen lisesine dönüştürüldü; ilkokul öğretmeni, önce iki yıllık, sonra üç yıllık
eğitim enstitülerinde; daha sonra ise eğitim fakültelerinde yetiştirilmeye başlandı.
Ülkemizin aydınlanmaya en çok gereksinimi olan kesiminde uygulanan bu özgün,
çağdaş eğitimin yankıları, aradan yarım yüzyıl geçmesine karşın, ülkemizde ve
dünyada artarak sürüyor. Çünkü enstitü çıkışlı öğretmenler, sonraki yıllarda başta
eğitim alanı olmak üzere yöneldikleri bilim, sanat, edebiyat, hukuk, yönetim, siyaset
gibi pek çok alanda başarılı çalışmalar gerçekleştirdiler. Halkın yaşayışını,
sorunlarını, dilinin söyleyiş yetkinliğini yazınımıza o kapsam ve derinlikte ilk kez,
köyün içinden çıkan öğretmen şair ve yazarlar ortaya koydular. Daha öğrenciliklerinde
Köy Enstitüsü Dergisi’nde yazmaya başlayan yüzlerce gençten birçoğu, sonraki
yıllarda da kalemi ellerinden bırakmadılar. Her türden, çok değerli yapıtlar vererek
haklı bir üne kavuştular. Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Talip Apaydın, Dursun
Akçam, Yusuf Ziya Bahadınlı, Behzat Ay, Emin Özdemir ve daha yüzlercesi,
ülkemizin yüz akı oldular. Ülkemizde dogmaların yerine insan aklının ve bilimsel
düşüncenin egemen kılınışı, Batı’dakinin benzeri bir süreç yaşanmadan, Atatürk
devrimleriyle gerçekleştirildiği için karşı güçler, başından beri toplumsal yaşamımızı
din temeline ve dogmalara dayandırma savaşımlarını sürdürüyorlar. İmam hatip
okulları, bir meslek okulu olduğu halde işlevsel boyutuyla temel eğitimin yerine
konulmaya çalışılıyor. Kızlar, imam hatip olamadıkları halde bu okullara gidiyorlar.
İmam hatip okullarını bitirenlere Milli Eğitim Bakanlığı eliyle yüksek eğitimin her
dalının açılması için türlü zorlamalara başvuruluyor. İlköğretimde okutulan zorunlu
din dersleri, “din kültürü ve ahlak bilgisi” adını taşımasına karşın, bu derste yalnızca
Sünni İslam dininin inanç ve ibadetinin eğitimi yapılıyor. Kimi okullarda öğrencilerin
topluca namaza götürüldüğü, mescit açıldığı zaman zaman basına yansıyor. Bunlar,
yetkililerce “öğrencilerin istekleri”, “münferit olaylar” diye niteleniyor. Bu konuda
ilgilileri uyaranlar da dinci kesimce dinsizlikle suçlanıyor. “Dinsiz olmak, cezası çok
ağır bir suç” olarak görülüyor. İşte bu nedenlerle laikliğin, eğitimin zorunlu temel
değerler dizisinin başındaki yerinin iyi korunması gerekiyor. Köy enstitüleri, medrese
eğitimini çıkmaza sokan aktarmacılığı ve yetke (otorite) bağımlılığını eğitimimizden
tümüyle silmeye başlamışken, bu atılımın önü kesilerek Türkiye Cumhuriyeti’nin
eğitimi yeniden çıkmaza sokulmuş; yeniden kendini, yaşamı gerektiği gibi
tanımayan, kişiliğini bütünüyle geliştiremeyen; doğruluğu, yanlışlığı üzerinde
düşünmeye izin verilmeden öğretilen yüzeysel bilgileri ezberleyen tüketiciler
yetiştirilmeye başlanmıştır. Bugün öğrencilerin büyük çoğunluğu sınıf geçme, sınav
kazanma dışında hemen hiçbir yaşamsal sorununu çözmeyen, öğrenme isteğini öldüren
bilgilerin taşıyıcılığını yapıyor. Bu uygulama ne 1973 tarihli Milli Eğitim Temel
Yasası’nda yer alan Milli Eğitimin temel ilkelerine uygundur ne de bununla Türk
Milli Eğitiminin genel amaçları gerçekleştirilebiliyor. Bugün Milli Eğitimle ilgili
Anayasa ve yasa maddeleri, öğretim programlarındaki, uzmanlarca belirlenen çağdaş
eğitimin amaç ve ilkeleri, çoğu kez olduğu yerde duruyor; sınıflarda ise anaokulundan
yüksek öğrenime dek, çoğu kez onlarla ilgisiz, bilim dışı, çağ dışı uygulamalar
sürdürülüyor. Arada bir yapılan eğitimi yenileştirme çalışmalarına ise nitelikli
öğretmen yetiştirme işiyle başlamak gerekirken, bu iş, 1 haftalık, 15 günlük yetersiz
sürelere sıkıştırılarak öğretim programlarını değiştirme, ders saatlerinin sayısını
azaltma-çoğaltma, yeni ders kitapları yazdırma gibi işlerle oyalanılıyor. Bu yetersiz
ve çarpık uygulamalarla eğitimde gözle görülür bir iyileşme sağlanamadığı için de
binlerce çocuk ve genç, üniversite sınavlarında sıfır puan alıyor. Bkz. eğitim; eğitim
tarihi.
türoluşsal ilke (phylogenetic principle) İnsanın embriyodan erişkinliğe dek organik ve
toplumsal evrimin bütün evrelerini yinelediği görüşü. Freud, bu görüşü psikanalizde
ağırlıklı olarak kullandı. Örneğin, erkek çocuğun Oedipus karmaşasıyla ve buna bağlı
olarak babasına duyduğu nefret gereği, onu ortadan kaldırma isteği ile, evrimsel
açıdan insanlığın, ilk babayı öldürdüğü ilkellik dönemini yinelediğine inanmıştır. Bkz.
evrimsel yineleme kuramı.
U
ucu açık soru (open-ended question) Yanıtı önceden belirlenmemiş olan; kişisel
düşünce ve görüşlerin açıklanmasına olanak sağlayan; ancak kimi durumlarda
açıklamanın uzunluğuna sınır konulan soru türü; açık uçlu soru.
uçak fobisi Bkz. uçak korkusu.
uçak korkusu (aeroacrophobia) Uçağa binmekten, uçak yolculuğu yapmaktan panik
derecesinde korkma; uçak fobisi.
uç düğme (terminal buton) Sinir hücrelerinde, aksonun uç bölümünde bulunan ve sinir
iletici maddeler taşıyan şişkin, düğme biçimindeki yapılar. Bkz. sinir sistemi.
uç organ (end organ) Deri, kas, doku, mukoza zarı ve benzeri çevresel dokulardaki sinir
ucunu oluşturan özel yapı.
UFO (Unidentified Flying Object) Tanımlanmamış uçan nesneler. Jung’a göre, yaşayan
bir mit; bilinçdışı ilk örneğin bir ürünü; içgüdüye dayanan ve basit, yuvarlak biçimi
benliğin ilk örneğini temsil eden ve bu nedenle çağımızdaki ruhsal bölünmüşlüğü
ödünlemeye en uygun istemsiz yansıtmalar.” Bkz. mandala.
ufuk (horizon) 1. Algı psikolojisinde algılanabilirlik aralığı. 2. Kolaylıkla fark
edilebilir bir ölçütle ya da özellikle belirlenen bir bölgesel kültürel dönem ya da
kültürel gelişim düzeyi.
uğraş sağaltımı Bkz. uğraş tedavisi.
uğraş tedavisi (occupational therapy) Bedensel ya da ruhsal bozukluğu olanların, ilgi
ve yeteneklerine uygun işlerde çalışmaya yöneltilerek iyileştirilmelerini amaçlayan
tedavi biçimi; meşguliyet terapisi; uğraşı sağaltımı.
uğraş uyumsuzluğu (vocational maladjustment) Kişinin seçmiş olduğu uğraşının
gerektirdiği yetenekleri çok az ya da aşırı ölçüde taşımasından ötürü, işi ya da benliği
ile uyum sağlayamaması.
ulam Bkz. kategori.
ulaşılabilir örneklem (available sampling) Ulaşılabilir ve araştırmaya katılmaya
gönüllü deneklere dayalı bir örneklem. Örneğin, maliyetin düşük ve kolaylıkla
ulaşılabilir olması nedeniyle birçok psikoloji deneyi için yerleşkedeki öğrenciler
kullanılıyor.
ultrason (ultrasonography) İnsan kulağının işitemeyeceği kadar yüksek frekanslarla
vücut dokularına ses dalgaları uygulayarak, geri dönen sesin bir monitör aracılığıyla
görüntüye dönüştürüldüğü bir tür muayene tanı tekniği. Sesi, farklı yoğunluktaki
dokular, farklı oranlarda geri yansıtıyor. Bu teknik
uluma (aboiement) Kişinin istemsiz ve denetimsiz olarak havlama gibi çeşitli hayvan
sesleri çıkardığı bir konuşma bozukluğu. Bu bozukluk, süreğen ileri şizofreninin ve
Tourette sendromunun bir belirtisidir.
ulus (nation) İmparatorlukların çözülmesiyle ortaya çıkan ve aralarında dil, din ve
kültür bağı bulunan, ortak bir ülkü çevresinde birleşmiş, aynı yazgıyı paylaşan ve
bağımsız bir siyasal kimlikle aynı topraklar üzerinde yaşayan insan topluluğu; millet.
ulusçuluk (nationalism) Ulusunu sevmek, onun geçmişine bağlılık göstermek, geleceği
ve yükselmesi yolunda çalışmak temeline dayanan ve bir ulusun ancak kendine ve
kendi değerlerine dayanarak yaşayabileceğine inanan görüş.
ulusal dil (national language) Bir devletin bayrağı altında yaşayan bir ulusun yasayla
belirlenen ortak dili. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal dili Türkçedir.
ulusal eğitim (national education) 1. “Üzerinde yaşanan toprağa bağlı, ortak bir dili ve
kültürü olan halk topluluğu” demek olan bir ulusta ulusal duygu ve ulusal bilinç
yaratmayı amaçlayan eğitim; milli terbiye. Ulusal eğitim bu amacını halkın dilini,
yaşamakta olan geleneklerini, sanatını, şarkılarını, yazınını, tarihini yeni kuşaklara
aktarma, kendi değerlerini belirtme, bunları canlı tutma ve geliştirme ile
gerçekleştiriyor. Bunun için, tüm ülkede yaygın olan değerler, aileden başlanarak adım
adım ülkedeki herkese mal ediliyor. Ulusal eğitimin temel taşı, ulusun değerlerini
benimseme ve kendini o değerlere adamadır. 2. Bir ülkenin özgün eğitim kurumlarının
tümü; ülkenin eğitim düzeni.
uluslararası eğitim (international education) 1. Uluslar arası ilişkilerde etken olan
eğitsel, toplumsal, siyasal ve ekonomik güçleri inceleme. Bunlar incelenirken eğitim
güçlerinin gizilgücüne ve etkisine özel bir önem veriliyor. 2. Öğretim yöntem ve
teknikleri, araç gereçleri; öğrenci, öğretmen ve teknisyen değiş tokuş yolları ile
karşılıklı anlayış oluşturmayı amaçlayan uluslar arası programlar.
uluslararası hastalık sınıflandırması (International Classification of Diseases (ICD))
Dünya Sağlık Örgütü’nün geliştirdiği ve biyolojidekine benzer ilkelere dayanan bir
hastalıkları sınıflandırma sistemi. Her yeni düzenlemenin yayımlanmasıyla birlikte bu
sistem, ICD-9, ICD-10 gibi adlarla anılıyor. Özellikle Avrupa’da yaygın olarak
kullanılan bu sistemde temel hastalık sınıflandırmaları, üç basamaklı bir sayı ile ve
belli hastalıklar için süreye ilişkin rakamlar ve işaretlerle kodlanıyor. Son
dönemlerde DSM’de ICD ile koşutluk kurma eğiliminin öne çıktığı görülüyor. Bkz.
Tanı ve İstatistik Kılavuzu (DSM).
uluslararası yapım ölçeği (Leiter international performance scale) Belirli bir kültürün
ya da ulusun etkilemediği ve bütün toplumlarda uygulanabileceği ileri sürülen zekâ
ölçeği. Bu ölçek, resim tamamlama, renk ve resim eşleştirmesi, tahta bloklardan
biçimler oluşturma gibi soruları kapsıyor. Bkz. zekâ ölçümü.
Ulus Okulları Bkz. Türklerde eğitim (Türkiye Cumhuriyeti’nde Eğitim Devrimi ve
Sonrası).
umut (hope) 1. Ummaktan doğan iç huzuru, güven duygusu. 2. Güven duygusunu, iç
huzurunu veren şey. 3. Olması beklenen ya da olacağı, gerçekleşeceği sanılan şey.
Bkz. temel erdemler.
ussal (rational) 1. Akıl yürütme ve anlama yetisi olan. 2 Saçma, aptalca, anlamsız ve
benzerleri olmayan; akla uygun, makul olan. 3 Duyguyla değil; us ve düşünme
süreçleriyle ilgili olan; zihinsel.Bkz. ussal-duygusal tedavi; ussal öğrenme; ussal
psikoloji; ussal sorun çözümü.
ussal bencillik Bkz. yararcılık.
ussal-duygusal sağaltım Bkz. ussal-duygusal tedavi.
ussal-duygusal tedavi (Rational Emotive Therapy (RET)) Ruhsal bozuklukların,
kişinin gerçek dışı, akıl dışı inanç ve düşüncelerinden kaynaklandığı görüşüne dayalı
olarak Albert Ellis’in geliştirdiği bir ölçüde kısa süreli, yönlendirici, eylemli, bilişsel
b i r psikoterapi; aklî hissi terapi, ussal duygusal sağaltım. Bu yaklaşımda
davranışların nedenselliği, dış etkenlerden çok, inançlarda ve düşünce yapılarında
aranıyor. RET’te tedavi eden, oldukça eklektik olan bilişsel, duygusal ve davranışsal
yöntemlerden yararlanıyor. Hastanın “Her zaman mutlu olmalıyım.”, “Her sorunun
üstesinden gelmeliyim.” gibi çeşitli inanç ve düşüncelerinin usdışılığını; bu inançların
davranışlarını nasıl etkilediğini anlamasına çalışıyor. Yeni, daha gerçekçi, uyumlu,
ussal ve yararlı düşünme ve davranma yollarını öğrenmesine yardımcı olarak iyileşme
sağlamayı hedefliyor.
ussal duygusal terapi Bkz. ussal duygusal tedavi
ussallaştırma Bkz. neden bulma.
ussal öğrenme (rational learning) Gerçekleri ve onlar arasındaki ilişkileri kavrayıp
öğrenme.
ussal psikoloji (rational psychology) Bütün ruhsal görünümlerin ölümsüz olan ve nesnel
olmayan bir ruhun görünümleri olduğunu savunan felsefe ya da dinsel psikoloji akımı.
ussal sorun çözümü (rational problem-solving) Elde bulunan tutamaklar arasından en
iyilerini seçerek güvenilir yargılarla sağlam bir yol izleyip soruları çözme; akılsal
sorun çözümü.
ussal tip Bkz. Jung’un ruhsal yapı sınıflaması.
usyarılım Bkz. şizofreni.
utanç duygusu Bkz. insanın sekiz çağı ((2) Utanç ve Kuşkuya Karşı Bağımsızlık
Duygusunun Gelişimi).
Utanç ve Kuşkuya Karşı Bağımsızlık Duygusunun Glişimi Bkz. insanın sekiz çağı
(ikinci evre); utandırma kültürü; utanma.
utandırılma Bkz. insanın sekiz çağı ((2) Utanç ve Kuşkuya Karşı Bağımsızlık
Duygusunun Gelişimi).
utandırma kültürü (shame culture) Bireyin davranışlarının başkalarınca yapılan eleştiri
ve küçük düşürücü tepkileriyle denetlendiği kültür tipi.
utangaçlık (shyness) Başkalarıyla ilişki sırasında duyulan ve davranışları ketleyen
rahatsız edici duygu.
utanma (shame) Kişinin, içinde yaşadığı toplumun bir temel değerine, töresine, bir
kuralına aykırı davrandığı duygusu. Utanmaya yol açan eylem, başkalarının yanında
gerçekleşse de kotraya konulsa da kişisel bir yargı olduğu için toplumsal bir yargı
o l a n suçluluk duygusundan farklıdır. Psikanalistler, utanmanın birçok durumda,
bilinçsiz olarak bir cinsel açığa vurma korkusundan kaynaklandığını ya da üstbenlikle
çatışan; toplumca alaya alınma, aşağılanma tehdidi içeren gösterimcilik eğilimlerine
karşı bir savunma işlevi gördüğünü ileri sürüyorlar.
U-T bağlantısı (S-R connection) Öğrenmede uyarıcılarla tepkiler arasındaki bağlantı.
Bkz. Davranışçı psikoloji; Uyarıcı-Organizma-Tepki (U-O-T).
uyak çağrışımları (clang associations) Aralarında mantıksal bir ilişki olmadan,
sözcüklerin anlam benzerliği ile değil; söz benzerliği ile ilişkilendirilmesi. Bu
çağrışımlar, ritmik ya da uyaklı olabiliyor. Şizofreni durumunda ve manik durumda,
hastalık düzeyinde bir bozukluk olarak ortaya çıkıyor; ancak, küçük çocuklarda
görülen anlamsız tekerlemelerde bu, normal bir eğilimdir.
uyandırma 1. (evocation) Önbilince gömülü bir anıyı canlandırma, tazeleme. Bir anı ya
da imgeyi, isteyerek ya da istemeden çağrışımla tazeleme, canlandırma; çağrışımlama.
2. (excitation) a. Dar anlamda; fiziksel enerji ya da sinirsel, salgısal bir etkinlik gibi
dış ya da iç etken ile sinir sistemi, sinir uçları, duyu ve tepki organları gibi duyarlı
organlarda ya da canlıda değişim oluşması, onları uyandırma eylemi ya da uyarma. b.
Geniş anlamda; özellikle psikiyatride, düşünme sürecini çabuklaştıran; uyarıcıya
karşı duyarlığı artırarak canlıyı tepkiye zorlayan; öte yandan da heyecanlanmayı
denetlemeyi aksatıp aşırı harekete zihinsel gerilim yükleme, sinirleri ayaklandırma,
telaşlanma, heyecanlanma, kışkırtma, azdırma,kızıştırma, tedirginleştirme. Bu terim,
ruhsal işlevleri ile devimsel ya da dilsel tepkileri olağan dışı aşırı olan kişilerin
durumunu belirtmede kullanılıyor. Alkolizm gibi algılamada ya da kimi yeğin ruhsal
durumlarda bozukluk belirtilerinin nedeni oluyor. Bridges, yeni doğan çocuğun her
türlü uyarıcıya gösterdiği heyecan tepkilerine bu adı veriyor. Piaget de sevinç, coşku
ve esinlenme durumlarını, uyandırma terimi ile belirtiyor.
uyanık bilinç (waking consciousness) Uyanık durumdaki duygu ve düşüncelerin farkında
olma.
uyanıkgezerlik (vigilambulism) Uyurgezerliğe benzeyen; ancak, uyanıkken
gözlemlenen ve kişinin bir robot gibi davranması (otomatizm) ile tanımlanan bir
bilinçsizlik durumu.
uyanık görülen canlı rüya (wake initiated lucid dream (WILD)) Kişinin, bilinçlilikte
herhangi bir kesinti olmadan, uyanık durumdan rüya durumuna geçerek gördüğü canlı
bir rüya.
uyanık koma (coma vigil) Akut beyin sendromlu hastalarda sistemli enfeksiyon,
toksik maddelerden etkilenme, bitkinlik gibi nedenlerle ortaya çıkan bir tür koma.
Uyanık komaya giren hasta, gözleri açık olmakla birlikte çevreyle bilinçli bir
etkileşime girmiyor; ancak, uyku-uyanıklık döngüleri sürüyor. Kalp atışları
istikrarlılık gösteriyor ve kendiliğinden soluk alıp veriyor.
uyanma merkezi (waking center) Retiküler etkinlik sisteminden gelen sinir liflerini
içeren hipotalamusun, beyin köküne dek uzanan arka bölümü. Bu bölümü kesilen
denek hayvanları ile ur oluşması ve enflamasyon nedeniyle arka hipotalamusu
zedelenmiş olan insanlarda anormal bir uyuma eğilimi görülmesi nedeniyle bu
bölgenin bir uyandırma ya da uyanıklık merkezi olabileceği düşünülüyor. Benzer
belirtiler, retiküler eylem sistemindeki bozulmalarda da görülüyor. Ancak, bugünkü
yaygın kanı, beyinde bu işlevi düzenleyen tek bir merkezin olmadığıdır.
uyaran Bkz. uyarıcı.
uyaran genellemesi (stimulus generalization) Deney hayvanının belirli bir uyaran
karşısında belirli bir tepki yapmayı öğrendikten sonra bu uyarana benzeyen başka
uyaranlar karşısında da aynı tepkiyi göstermesi.
uyaran-tepki kuramı Bkz. davranışçı psikoloji.
uyarıcı (stimulus) 1. Kuramsal farklılıklar, işlemsel tanım ayırtıları ve benzerleri bir
yana, organizmada, organizmanın belli bir organının alıcısında belirli bir tepki yaratan
içsel ya da dışsal her türlü durum, enerji değişikliği, nesne ya da olay; psikotropik
ilaç, uyaran. 2. Organizmanın duyu alıcılarına ulaşan ve bu alıcıları uyarma
yeteneğine sahip olan; örneğin, retinayı uyaran ışık, kulağa gelen ses, algılanan koku
gibi her türlü fiziksel olay. 3. Özellikle davranışçı yaklaşımda çevrenin, belli bir
tepkinin ortaya çıkmasıyla düzenli bir ilişkisi olan belli bir bölümü ya da bu
bölümdeki örneğin, işaret uyarıcısı gibi bir değişiklik. 4. Organizmada, belli
karmaşık olaylara neden olduğu varsayılan bir durum değişikliği ya da olay. 5.
Yukarıdaki tanımlarda söz konusu olan uyarma yetisine sahip olan nesne. Özellikle 4.
tanımda belirtilen uyarıcı, genellikle iki bölümde değerlendiriliyor: a. Köpeğin
yiyecek gördüğünde salya akıtması gibi, organizmadan doğal ya da doğuştan tepkiler
yaratan (koşulsuz uyarıcı) ve b. Kendisinde organizmada bir tepki yaratma yeteneği
bulunmayan, öğrenmeye bağlı olarak bu yeteneği edinen koşullu uyarıcı. Bkz. uyarıcı
aminoasit; uyarıcı denetimi; uyarıcı genelleştirme; uyarıcı gizilgüç; uyarıcılar;
uyarıcılar arası süre; uyarıcılı hareket; uyarıcılı salgı; uyarıcı-organizma-tepki;
uyarıcı potansiyel; uyarıcı sinaps; uyarıcı-tepki pekiştirmesi; uyarıcı-tepki
psikolojisi; uyarıcıya bağlı algı; uyarı kaygısı; uyarılabilirlik; uyarılgan;
uyarılganlık; uyarılma I-II; uyarılma alanı; uyarılma dalgası; uyarılma durumu;
uyarılma duygu modeli; uyarılma gizilgücü; uyarılma güdüsü; uyarılma kuramı;
uyarılmış sanrı; uyarım; uyarım geçişi; uyarımsız davranış.
uyarıcı aminoasit (excitatory amino acid) Sinir sisteminde doğal olarak bulunan amino
asitler, L glutamat ve L aspartat ile bunların sentetik benzerleri; özellikle kainate,
quisgualate ve NMDA. Bunlar merkezi sinir sisteminde uyarıcı sinir ileticileri
özelliğine sahip bulunuyor ve uzun süreli gizilgüç artışında rol oynayabiliyor. Bunun
yanı sıra eksitosin etkisi de gösteriyor.
uyarıcı denetimi (stimulus control) Ayırt edici bir uyarıcının, işlemsel tepki olasılığını
değiştirmesi. Yani davranış, çevrede bulunan bir uyarıcının denetimindedir. Ayırt
edici uyarıcı ile işlemsel tepki arasındaki bu denetim ilişkisi, söz konusu ayırt edici
uyarıcının varlığında söz konusu işlemsel tepkiyi izleyen pekiştirmeden
kaynaklanıyor (Skinner’i n dikkat tanımı da böyledir). Başka deyişle uyarıcı
denetiminin altında üç terimli olumsallık yatıyor. Daha açık bir anlatımla; gerçekte
öğrenme ile eşanlamlı olan uyarıcı denetimi, davranışçıların öğrenmede çevresel
uyarıcıların belirleyiciliği savını dile getiriyor.
uyarıcı genelleştirme (stimulus generalization) 1. Bir tepki yaratma etkisi giderek
düşen bir uyarıcılar dizisi. Örneğin, 1000 Hertzlik bir sese tepki verecek biçimde
eğitilen bir hayvan, ayrıca eğitilmemesine karşın daha düşük frekanslı seslere de tepki
veriyor. 2. Bir uyarıcıya ya da bir uyarıcılar grubuna koşullanan bir tepkinin, ayrıca
bir koşullama olmadan, koşullu uyarıcıya benzeyen uyarıcılara da aynı biçimde tepki
verme eğilimi. Bu benzerlik ne kadar büyükse tepki de özgün tepkiye o kadar
yaklaşıyor. Örneğin, belli bir zil sesi duyduğunda havlayan köpek, öteki zil seslerine
de havlıyor. Hem koşullama hem de sönme süreçlerinde gözlemlenen uyarıcıyı
genelleştirmenin, organizmanın uyarıcılar arasındaki farkı ayırt edememesinden
kaynaklandığı varsayılıyor. Bkz. ayırt edici uyarıcı; ayırt etme; tepki genelleştirme.
uyarıcı gizilgüç (excitatory potential) Hull’un kuramına göre, uyarım gizilgücü ile
tepkisel ketlemelerin, tepkinin büyüklüğü üzerindeki ortak etkisini gösteren ve
organizmanın tepki verme eğilimini yansıttığı varsayımsal bir durum değişkeni;
uyarıcı potansiyel.
uyarıcı kontrolü Bkz. uyarıcı denetimi.
uyarıcılar (stimulants) Merkez sinir sistemini uyararak genel ruhsal, zihinsel ya da
davranışsal etkinliği artıran ve neşe, konuşkanlık, dürtüsel davranış, korkusuzluk,
özgüven, iştah yitimi gibi dışavurumlar oluşturan amfetamin, kokain, kafein,
metilksantin, nikotin ve benzeri psikoaktif ilaçlar ya da psikoaktif maddeler.
Bunlardan metilfenidat (Ritalin), deksroamfetamin (Dexedrine), pemolin (Cylert)
ve benzeri ilaçlar, aşırı etkinlik ve dikkat sorunlarının tedavisinde kullanılıyor.
Bunların bağımlılık yaratma riski bulunuyor.
uyarıcılar arası süre (inter-stimulus interval) İki uyarıcı arasındaki süre. Klasik
koşullamad a , koşullu uyarıcı ile koşulsuz uyarıcıların sunumları arasında geçen
süre.
uyarıcılı hareket (exito-motion) Refleks sinirlerinin uyardığı hareket.
uyarıcılı motor Bkz. uyarıcılı hareket.
uyarıcılı salgı (excito secretory) Refleks hareketinin, salgılama işlevini hareket ettirme
etkisi.
Uyarıcı-Organizma-Tepki (U-O-T) (Stimulus-Organism-Response (S-O-R)) Klasik
uyarıcı-tepki kuramları ağırlıklı olarak uyarıcı (U) ve tepki (T) üzerinde duruyor.
Özellikle Tolman’ın başı çektiği bu yaklaşımla organizma da işe katılmış ve
öğrenmede organizmanın da etkin rol oynadığı savunulmuştur. Bkz. beklentisel
kuram; bilişsel harita; öğrenme kuramı; örtülü öğrenme; Tolman’ın amaçlı
davranışçılığı.
uyarıcı potansiyel Bkz. uyarıcı gizilgüç.
uyarıcı sinaps (excitatory synapse) Presinaptik hücredeki eylem gizilgücünün,
postsinaptik hücrede kimyasal ya da elektriksel bir eylem gizilgücünün ortaya çıkma
olasılığını artırdığı bir sinaps.
uyarıcı-tepki görüşü Bkz. uyarıcı-tepki psikolojisi.
uyarıcı-tepki kuramı Bkz. uyarıcı-tepki psikolojisi.
uyarıcı-tepki pekiştirmesi (stimulus-response reinforcement) Skinner’in geliştirmiş
olduğu bir davranışçı öğrenme modeli. Buna göre, deneğe sunulan bir uyarıcıya
yapılan tepki, bir ödülle pekiştirilince öğrenme gerçekleşmiş oluyor.
uyarıcı-tepki psikolojisi (stimulus-response psychokogy) Psikolojiyi, dış uyarıcı ile
görülen tepki arasındaki bağlantıları belli etmekle görevli sayan görüş; uyarıcı-tepki
görüşü; uyarıcı-tepki kuramı, uyarıcı-tepki ruhbilimi. Eş söyleyişle bu, şöyle ya da
böyle uyarılan bir canlının ne yapacağını açığa vurmaktır. Uyarıcı-tepki psikolojisi,
zihinsel etkinlikleri de içgözlemi de yadsımıyor; ama çevre ile ortaya çıkan tepki
arasındaki dinamik ilişkiye ağırlık veriyor.
uyarıcı-tepki ruhbilimi Bkz. uyarıcı-tepki psikolojisi.
uyarıcıya bağlı algı (stimulus bound perception) 1. Tama yakınıyla uyarıcının niteliğine
bağlı algı. Bu algının karşıtı yanılsama ya da sanrıdır. 2. Tepkileri, tüm ayrıntılarıyla
uyarıcıya bağlı kişi. Buna algıları esnek olmayan kişi de deniyor.
uyarı kaygısı (signal axiety) Psikanalize göre, içeriden ya da dışarıdan gelen tehdit ya
da tehdit beklentisi karşısında duyulan kaygı; sinyal kaygısı. Freud, daha sonraki
değerlendirmelerinde, kaygının koruyucu bir işlevi bulunduğunu ve kişinin tehlikeyle
baş edebilmesini olanaklı kılacak kaynakları harekete geçirmesini sağlayan bir
savunma sistemi olduğunu belirtmiştir. Bkz. kaygı.
uyarılabilirlik (excitability) 1. Kolaylıkla uyarılabilme, harekete geçirilebilme,
heyecanlanabilme, uyarıcılardan kolay etkilenme durumu. 2. Duygusal, heyecanlı,
duyarlı, sinirli olma. 3. Canlı organizmanın, uyarıcıların eylemine tepki verme
eğilimi.
uyarılgan (excitable irritable) 1. Fizyolojide, canlı dokuların uyarıcılara duyarlığı. 2.
Kolaylıkla ya da aşırı biçimde heyecanlanmaya ilişkin. 3. Uyarılganlık eğilimi.
uyarılganlık (excitability) 1. Fizyolojide, dokuların uyarıcılara tepkide bulunabilme,
uyarılabilme özelliği; uyarılma yeteneği. Tepki, protoplazmanın kımıldaması,
kasılma gibi fiziksel ya da metabolizma değişimi, sinir akımı yollama gibi kimyasal
olabiliyor. 2. Heyecansal uyarıcılara karşı eşiğin düşük olması durumu ve bunun
sonucu olarak aşırı heyecan tepkisi.
uyarılma (I) (arousal) 1. Uyanık olma. Beyin kabuğunu etkinleştiren retiküler etkinlik
sisteminin düzenlediği ilkel dikkat (uyanıklık durumu). Kişinin dikkat ve performans
yetisini artıran genel bir enerji artışı. Bir ölçüde uyarılma olmadan biliş olanaksızdır.
2. Cinsel heyecan durumu.
uyarılma (II) (excitation) 1. Sinir hücresinin uyarıma verdiği tepki; elektrik
gizilgücündeki değişim (eylem gizilgücü) . 2. Öğrenme kuramlarında, sinir
sistemindeki genel etkinlik düzeyinin artması. 3. Genel ruhsal etkinliğin (gerilimin)
artması.
uyarılma alanı (exitatory field) Duyusal bir sürecin uyardığı beyin bölgesi. Bundan,
belirli süreçlerin beyinde belirli bölgeleri uyardığı anlamı çıkarılmamalıdır.
uyarılma dalgası (wave of excitation) Canlı dokular aracılığıyla bir sinir tepesine
dönüştürülen elektrokimyasal değişim.
uyarılma durumu (state of arousal) Bebeklerin, düzenli, dönemsel ve düzensiz uyku,
ağlama, uyanık etkinlikler, uyanık hareketsizlik gibi oldukça düzenli bir dönüşümle
ortaya koydukları durumlar.
uyarılma-duygu modeli (arousal-affect model) Saldırganlığın, bir uyarımın yarattığı
hem uyarılmanın şiddetine hem de duygunun niteliğine bağlı olduğunu ileri süren bir
kuram.
uyarılma eşiği Bkz. sinir hücresi.
uyarılma gizilgücü (excitatory potential) Hull’e göre, belli bir biçimde bir tepki
yaparken o tepki eğiliminin gücü. Bu değişkenin, dürtü ile alışkanlık gücünün
birleşmesinden doğduğu düşünülüyor.
uyarılma güdüsü(arousal motive) En uygun bir fizyolojik etkinlik düzeyini sürdürme
güdüsü.
uyarılma kuramı (aorusal theory) Kriminolojide, yüksek uyarılma düzeyine sahip olan
insanların, en elverişli bir uyarılma düzeyini sürdürmek için çevrelerinde daha güçlü
uyarımlar aradıklarını savunan kuram; uyarılma teorisi. Bu kurama göre bu uyarımlar,
sıkça şiddet ve saldırganlıkla ilişkilidir. Toplumdışı kişiler, rahat bir yaşam düzeyine
ulaşmak için, ortalamanın üzerinde uyarıma gereksinim duyabiliyorlar; bu da bu
kişilerin suça eğilimli olduklarını açıklıyor.
uyarılma teorisi Bkz. uyarılma kuramı.
uyarılmış sanrı (induced hallucination) Denek uyutularak ya da sözle inandırılarak
deneğin içinde uyandırılan sanrı.
uyarım (stimulation) Vücudun bir bölümünün ya da bir organının etkinliğini değiştiren;
genellikle de artıran etken ya da uyarımın kendisi. Bu uyarım, bir hormonun bir salgı
bezi; artan cinsel etkinliğin beyin; uyarıcı bir olayın duyu organları üzerindeki etkisi
olabilir.
uyarım geçişi (excitation transfer) Bir uyarıcının neden olduğu uyarımın, ikinci bir
uyarıcının yarattığı uyarıma aktarılması ve eklenmesi; sonuçta ortaya çıkan toplam
uyarımın, ikinci uyarıma bağlanması süreci.
uyarımsız davranış (operant behavior) Belli bir çevre içinde ortaya çıkmakla birlikte,
belli ve kesin bir uyaran sonucu olmayan davranış.
uydumculuk Bkz. akran baskısı.
uydurma ( fabrication) 1. Araştırma yaparken; araştırma sonuçlarını yorumlar ya da
rapor ederken araştırmacının araştırma etiğine göre davranması yerine, kafadan veri
uydurması. Bkz. veri çarpıtma. 2. Öykü uydurma; boşluk doldurma. Bkz. uydurma dil;
uydurma sözcük.
uydurma dil (neophasia) Kimi şizofrenlerin uydurduğu ve kendine özgü söz dağarı,
dilbilgisi kuralları bulunan karmaşık bir dil sistemi.
uydurma sözcük (neologism) Belli bir amaçla üretilen yeni bir sözcük; bilinen
sözcüklere yeni, oldukça öznel anlamlar yükleme ya da anlamsız sözcükler üretme. Bu
uydurma çalışması, yeni bir kavrama, buluşa ad verme biçiminde olabileceği gibi,
çocukların, anlamlarını yalnızca kendilerinin bildiği sözcükler üretmesi biçiminde de
olabiliyor. Hastalıklı aşamada sözcük uydurma, sıkça şizofrenide ve organik
bozuklukların yol açtığı kimi söz yitimi türlerinde de görülüyor. Şizofrenler uydurma
sözcükleri, farklı sözcüklerin parçalarını birleştirerek üretiyorlar. Bu sözcüklerin
anlamları, oldukça bulanık olsa da hastanın ruhsal durumuna ilişkin önemli ipuçları
da verebiliyor.
uygarlaşma Bkz. analitik psikoloji.
uygarlık (civilization) Ayrı coğrafyalarda yaşayan insanların ürettikleri bilgi, teknoloji,
yapı, kurum, inanç, sanat yapıtı ve başka maddi-manevi ürünlerin belli bir zaman
kesitindeki genel adı; medeniyet.
uygulama (application) Bir düşünceyi, bir tasarıyı, bir kuramı gerçekleştirme işi, kılgı.
Bkz. uygulama becerileri; uygulama dersi; uygulamalı araştırma; uygulamalı
bilimler; uygulamalı davranış çözümlemesi; uygulamalı dersler; uygulamalı
hayvan davranışı; uygulamalı matematik; uygulamalı psikoloji; uygulama okulu.
uygulama becerileri (applicationskills) Okuma, aritmetik ve öteki akademik becerileri
gerçek yaşam durumlarına uygulayabilme becerisi.
uygulama dersi (practice lesson) Öğretmen adaylarının verdiği; sonra ilgili öğretmenin
ya da öğretmenlerin de katılımıyla değerlendirilen ders; tatbikat dersi.
uygulamalı araştırma (applied research) Belli bir öğretim tekniğinin, dil öğrenimi
üzerindeki etkileri gibi pratik bir soruna çözüm üretmeye ya da sorunu daha iyi
anlamaya yönelik tasarlanan araştırmalar. Bkz. temel araştırma.
uygulamalı bilimler (applied sciences) Bilimsel bilgilerden pratik sonuçlar elde etmeyi
kendisine konu etmiş olan bilim kolları; tatbiki ilimler. Eğitim bilimi uygulamalı bir
bilimdir.
uygulamalı davranış analizi (applied behavior analysis) Bkz. uygulamalı davranış
çözümlemesi.
uygulamalı davranış çözümlemesi (applied behavior analysis) 1. Davranışçı öğrenme
ilkelerinin davranışların anlaşılması ve değiştirilmesi amacıyla uygulanışı;
uygulamalı davranış analizi. 2. Ivar Lovaas’ın geliştirdiği ve öğrenilecek konuları
öğrenilebilir öğelerine indirgeyerek öğretmeyi hedeflediği bir yöntem.
uygulamalı dersler (practical cources) Deney odası etkinliğini, işlik çalışmalarını ya
da alan incelemelerini gerektiren dersler.
uygulamalı hayvan davranışı (applied animal behavior) Hayvan davranışının her
yönünü inceleyen bir alt disiplin.
uygulamalı matematik Bkz. bilişsel psikoloji.
uygulamalı psikoloji (applied psychology) Psikolojinin değişik alanlarında ortaya
konulan ilke, yöntem ve teknikleri, türlü alanlarda uygulayan psikoloji dalı;
uygulamalı ruhbilim.
uygulamalı ruhbilim Bkz. uygulamalı psikoloji.
uygulama okulu (laboratory school) Öğretmen adaylarına bir programa göre sürekli
olarak gözlem, denemeler yapma, etkinliklere katılma ve uygulama dersleri verme
olanağı sağlayan, öğretmen okuluna bağlı ya da onunla sıkı bir iş birliği içinde olan
okul; tatbikat okulu.
uygulama yapma etkisi Bkz. alıştırma yapma etkisi.
uygulayım Bkz. teknik.
uygulayımbilim Bkz. teknoloji.
uygun davranışın pekiştirilmesi Bkz. davranış değiştirme teknikleri.
uygun duygu (appropriate affect) Duygu tonunun, buna eşlik eden düşünce, davranış ya
da anlatımla uyumlu olması.
uygunluk (conformity) Benimsenmiş olan, gerekli sayılan bir ölçü ya da kalıba uygun
olma. Uygunluk, kişinin temel güdülerinden biri sayılıyor.
uygunsuz duygu (inappropriate affect) Söylenen ya da düşünülen şeyin içeriğine ya da
duruma uygun düşmeyen bir duygu dışavurumu. Örneğin, üzücü bir haber aldığında
gülümseme, şizofrenlerde yaygın bir belirtidir.
uyku (sleep) Merkez sinir sisteminin ve bedenin edilgin dinlenmeye geçtiği ve
biyoritimsel olarak kendiliğinden ortaya çıkan bilinçsizlik durumu. Uyku, gerçekte
karmaşık fizyolojik ve biyokimyasal işleyiş sonucunda gerçekleşen etkin bir süreçtir.
Uyku ve uyanıklığı denetleyen merkez, omurilikten çıkıp, büyük bölümü arka beyinde
olan ve yukarıya doğru hipotalamusa dek uzanan bağlanmış nöronlar sisteminden
oluşan ağsı tabakadır (reticular activity system). Bu merkezin beyin kabuğu ile tepi
(impuls) gönderme ve alma biçiminde bir ilişkisi vardır. Bu merkeze, buradan beyin
kabuğuna gidip gelen tepi akımı, organizmayı uyanık tutuyor. Bu tepi geçişi, uyku
durumunda en aza iniyor; yani, ilgili merkez, uyaranlara karşı kapanıyor.
Organizmanın uykuya geçebilmesi için, kasları gevşemiş olmalıdır. Bebekler günde 16
-17 saat uyurken, yetişkinlere 7 -8 saatlik uyku yetiyor. Yaşlılar ise çoğu kez
gündüzleri kısa aralıklarla kestirdikleri için gece birkaç saatlik uykuyla yetiniyorlar.
Uyku, organizmanın sağlığı için gerekli bir süreçtir. Uykusuzluk; yorgunluk,
huzursuzluk, öğrenme sürecinde yavaşlama, unutma gibi bozukluklara yol açıyor. Bkz.
REM uykusu; uyku apnesi; uyku bozuklukları; uykuculuk; uykuda konuşma;
uyku felci; uyku ilaçları ve yatıştırıcılar; uyku merkezi; uykusunda korkma
bozukluğu; uykusuzluk; uyku terörü bozukluğu; uyku yitimi; uyku yoksunluğu;
uyurgezerlik.
uyku apnesi (sleep apnea) Uyku sırasında üst solunum yolunun tıkanmasından ileri
gelen ve kişinin soluk alıp verebilmesi için sık sık uyanması ve bu nedenle gündüzleri
uykulu olmasıyla tanımlanan bir uyku bozukluğu.
uyku bozuklukları (sleep disorders) Uyku bozukluklarının ya da uyku sırasında yaşanan
rahatsızlıkların ortak adı. Uyku apnesi, uykusuzluk, aşırı uyku, narkolepsi,
karabasan, uyurgezerlik, uykuda korkma bozukluğu ve benzerleri, organik ya da
ruhsal kökenli olabilen bu bozukluklar arasında yer alıyor. Bkz. eğitim güçlükleri;
uyku.
ukuculuk (narcolepsi) Ara sıra gelen aşırı uyku düşkünlüğü.
uykuda konuşma (sleep talking) Uyku sırasında mırıldanma; kimi de açık seçik,
anlaşılır bir biçimde konuşma. Genellikle REM dışı uyku döneminde ortaya çıkan bu
durumda kişi kimi zaman kendisine sorulan sorulara da yanıt verebiliyor. Uykuda
konuşma, çoğu kez hastalık olarak değerlendirilmiyor; değişik dönemlerde hemen
herkeste görülebiliyor. Bkz. uyku.
uyku felci (sleep paralysis) REM uykusu sırasında kişinin kollarında, bacaklarında ve
vücudunda ortaya çıkan hareket ketlemesi; kişinin REM uykusu sırasında hareket
yeteneğini yitirmesi. Bu felcin rüyalara karşı bir tür savunma, kişiyi koruma işlevi
gördüğüne inanılıyor. Bu yaklaşıma göre, rüyaların en yoğun yaşandığı REM sırasında
vücudun hareket yeteneğinin aynı kalması durumunda, kişi giderilmesi olanaksız
durumlara girebiliyor. Bkz. uyku; uyurgezerlik.
uyku ilaçları ve yatıştırıcılar Bkz. uyuışturucu madde bağımlılığı.
uyku merkezi (sleep center) Beynin hipotalamus bölümünde bulunan bir merkez. Uyku
merkezi ameliyatla çıkarılan ya da elektrikle uyarılan hayvanın uykuya daldığı
görülmüştür.
uykusunda korkma bozukluğu (sleep terror disorder) REM dışı uyku döneminde
birdenbire uyanmayla tanımlanan bir uyku bozukluğu. Kişi, aşırı bir panik, kaygı
duygusuyla soluk soluğa uykusundan uyanıyor; korkudan gözbebekleri büyüyor; kalp
atışları ve soluk alıp verişi hızlanıyor. Heyecanı yatıştıktan sonra, belli belirsiz rüya
fragmanları gördüğünden söz edebiliyor; ancak, ertesi sabah, genellikle hiçbir şey
anımsamıyor. Bkz. uyku.
uykusuzluk (insomnia) Uykuya dalmada ya da uykuyu sürdürmede yaşanan geçici ya da
süreğen bozukluklar. Uykusuzluğun çeşitleri ve depresyon, davranış bozukluğu,
normaldışı uyku-uyanıklık döngüsü, hastalık, ağrı gibi türlü nedenleri bulunuyor.
Bkz. uyku; uyku bozuklukları; yaşlanma çöküntüsü.
uyku terörü bozukluğu (sleep terror disorder, pavor nocturnus) Çocukta asıl uyku
döneminin üçüncü ve dördüncü evrelerinde derin uykudan hafif uykuya geçiş
döneminde ortaya çıkan korkular; uykuda korku. Çocuk, anlamsız bir korkuyla çığlık
atarak birdenbire uykudan uyanıyor. Aynı gecede bu korkunun yinelendiği de oluyor.
Çocuk uyandığında, yanındakilerin kendisini rahatlatıcı çabalarına bir tepki vermiyor.
Çocuk, bu durumunu açıklayacak ayrıntılı bir rüya da anlatamıyor; zorlukla teskin
edilerek uyuması sağlanıyor. Ertesi gün, bu olayı anımsamıyor. 4-8 yaş arasındaki
çocukların yaklaşık yüzde bir ile üçünde, uykuda korku ortaya çıkıyor. Bu tablo
genellikle ergenlikte azalarak ortadan kalkıyor. Bu belirtiler, çocukta sıklıkla ortaya
çıkmaya başladığında sara nöbeti olasılığının ve sorunu tetikleyen toplumsal bir
sorunun bulunup bulunmadığının araştırılması için bir çocuk ve ergen psikiyatristine
başvurulması gerekiyor. Derin uykuyu kısaltan ve uyku evreleri arasında uyanmayı
engelleyen ilaçlar, kısa süreli olarak kullanılabiliyor.
uyku yitimi (sleeplessness) Uykuya dalamamak, uyuyamamak; uykusuzluk.
uyku yoksunluğu (sleep deprivation) Şu ya da bu nedenle kişinin uyumasının
engellenmesi. Araştırmalar, bir gecelik uykusuzluğun, zihinsel ya da bedensel işleyişte
önemli bir olumsuzluk yaratmadığını; ancak, bu sürenin uzamasının, süreye bağlı
olarak önemli bozukluklara yol açtığını gösteriyor. Örneğin, 2-3 günlük uykusuzluğun
sonunda konuşma bozulmaya; psikolojik testlerdeki performans düşmeye başlıyor. 6-7
günlük bir uykusuzluktan sonra ise gerçeklikten kopma, yönelim yokluğu, algısal
çarpıtmalar, paranoid tepkiler gibi psikoz belirtileri ortaya çıkıyor. Bkz. uyku.
uyruk (citizen) Bir devlete yurttaşlık bağıyla bağlı kimse.
uysallık (acquiescence) Başkalarının görüşlerine katılma eğilimi. Kaynağın bir otorite
olması durumunda, anlatımın doğası ya da içeriği ne olursa olsun, uysal kişi, bu
anlatıma katılma eğilimi gösteriyor.
uysal tepki seti (acquiescent-response set) İçeriklerine bakmadan, deneye katılanların
anlatımlarını kabul etme eğilimi. Evetçilik demek olan uysallık, kişilik testleri ve
tutum testlerinin sonuçlarını çarpıtabiliyor. Bkz. set.
uyum (I) (adaptation) Canlının gereksinimlerini gidermeyi, isteklerini karşılamayı
başararak içinde bulunduğu çevre ile kurduğu uyarlı ilişkiler; intibak, denge duyusu.
Uyum, göreli bir kavramdır. O nedenle uyum için kişi, kendisinde ve çevresinde
değişiklikler yapma zorunluluğunu duyuyor. Uyumlu kişi, yaşının ve kendi
özelliklerinin gerektirdiği bedensel, devimsel, toplumsal, duygusal, zihinsel, dilsel ve
cinsel davranışları gerçekleştirmiş oluyor. Her yaşın ve dönemin ayrı gelişim
gereksinimleri vardır. Birey, döllenmeden başlayarak gelişim görevlerini aşama
aşama başarıyla yerine getirdiğinde hem yaşından ve kendinden beklenen uyumu
sağlıyor hem de bir sonraki evrenin gelişimi için gerekli olgunluğa ulaşmış oluyor.
Bkz. insanın sekiz çağı; çocuk ve ergenin gelişim dönemleri. Darwin’e göre, evrim
sürecinde çevreye uyumu (adaptation’u) başaran canlılar yaşamlarını sürdürebilmiş;
öbürlerinin ya türleri tükenmiş ya da göç ederek buldukları yeni yaşam alanlarında
ayakta kalma olanağı bulmuşlardır. Örneğin, siyah orman ayısı, kutuplarda
yaşayamıyor. Kutuplarda yaşamayı başaran, beyaz kutup ayılarıdır. Karmaşık bir canlı
olan insanın çevreye uyumu da karmaşıklık gösteriyor. Beyninin gelişmişliği ve ona
koşut olarak ellerini kullanabilme becerisinin sonucu insan, çevreyi değiştirerek, kimi
de çevreyi kendine uydurarak uyumunu kolaylaştırıyor. Bkz. alışma; uyum II; uyum
anketi; uyum becerileri; uyumbilim; uyum bozukluğu; uyum değeri; uyum
envanteri; uyumlayıcı bağışıklık tepkisi; uyumlayıcı beden eğitimi; uyumlayıcı
davranış; uyumlayıcı davranış ölçeği; uyumlayıcı eylem; uyumlayıcı gelişim;
uyumlayıcı mekanizmalar; uyumlayıcı öğrenme çevreleri programı; uyumlayıcı
tepki; uyumlayıcı test; uyumlayıcı uygunluk; uyumlayıcı varsayım; uyumlayıcı
yaklaşım; uyumlayıcı yayılma; uyumlu cinsel ilişki; uyumluluk; uyum
mekanizmaları; uyumölçer; uyum refleksi; uyum sağlama; uyumsuz davranış;
uyumsuzluk; uyumsuzluk kuramı; uyum süreçleri.
uyum (II) (accommodation) 1. Kişisel düzeyde, çevreyle etkileşim yoluyla; ancak,
kalıtsal olmayan uyum ya da uyarlanma. 2. Gözde, lensleri uzak ya da yakın görüş için
ayarlayan kasların kasılıp gevşemesi. Bu süreçte, yakınsama ve göz bebeğinin
büyüklüğü de değişiyor; böylece görüş keskinliği sağlanıyor. Mutlak uyum, her gözün
ayrı ayrı uyumudur. Binoküler uyum ise, iki gözün birden uyumudur. 3. Piaget’nin
bilişsel gelişim kuramına göre, çocuğun yeni bilgileri anlama çabasında kendi
bilişsel yapısında değişiklik yapması; uyuşum. Örneğin, bebek, yeni bir nesneyi farklı
bir biçimde tutuyor ya da bu yeni nesneyi ağzına almaması gerektiğini öğreniyor. Bu
yolla, düşünce biçimini yeni yaşantıya uyarlamış oluyor. Birlikte ele alındığında
asimilasyon ve uyum, çocuğun kendi çevresine uyum sağlama yetisi anlamında
kullanılan uyumu (adaptasyon’u) oluşturuyor. Bkz. asimilasyon, denge kurma; uyum
(I). 4. Vücudu, gelen uyarılara yanıt vermeye uyarlayan tepki ya da hareket süreci. 5.
Sosyoloji ve sosyal psikolojide, grup içindeki ya da karşıt gruplar arasındaki uyumu
korumaya yönelik bir toplumsal uyum süreci. Bu uyum, uzlaşma, barış, hakemlik ya
d a karşılıklı ateşkes gibi biçimler alabiliyor. 6. Eşlerden biri, gizilgüç anlamında
yıkıcı davranışlara giriştiği zaman, öteki eşin, buna yıkıcı tepkiyle karşılık verme
eğilimlerini bastırması ve bunun yerine yapıcı tepkiler geliştirmesi. 7. Öğrenme engeli
olan bireylerin, okul ya da iş ödevlerini birtakım teknik ve araçlarla daha kolay ve
daha etkili yapmaları. Yazım denetleyiciler, kaset kayıt aygıtları, ödevlerin bitirilmesi
için ya da sınavlarda tanınan ek süreler ve benzerleri bunlar arasında sayılabilir.
uyum anketi (adjustment invertory) Bireyin, büyük ve temsil özelliği olan bir bireyler
örneklemine göre duygusal ve toplumsal uyumunu değerlendirmek amacıyla kullanılan
bir anket.
uyum becerileri (adaptive skills) Dürtüleri denetleme, eleştiri ve yönlendirmeyi kabul
etme isteği gibi özdenetim, yeni çevreye uyum sağlama ve yeni şeyler öğrenme yetisini
gerektiren etkinlikler. Bkz. uyumlayıcı davranış.
uyumbilim (harmony) Müzik biliminin bir dalı; armoni. Müzik kuramında ana bir dal
olan uyumbilim, müzik seslerini uyum oluşturacak biçimde düzenlemeyi ve müzik
parçalarını yazmayı konu ediniyor.
uyum bozukluğu (adjustment disorder) Okula gitme, evden ayrılma, anne baba olma,
aile geçimsizliği, boşanma, iş bunalımı, bir yakının ölümü, emeklilik gibi belli,
tanımlanabilir bir toplumsal-ruhsal stresin etkisinde kaldıktan sonraki 3 ay içinde
ortaya çıkan uyumsuzluk tepkisi. Kimi insanlar, bu gibi yeni yaşam koşullarına
gerektiği gibi uyum sağlamayı başaramıyorlar. Sonuçta bunlarda kaygı, depresyon,
toplumsal ya da mesleksel işleyişte bozulma belirtileri ortaya çıkıyor. Bu belirtiler,
adı geçen koşullarda, beklenenden fazla görülüyor. Uyum bozukluğu belirtileri en geç,
stresin ya da sonuçlarının ortadan kalkışından sonraki altıncı aya kadar sürüyor. Bu
bozukluk, belirtiler altı aydan az sürdüğünde akut uyum bozukluğu; altı ayı aştığında
ise inatçı ya da süreğen uyum bozukluğu diye adlandırılıyor. Bkz. zekâ geriliğinin
yol açtığı ruhsal bozukluklar.
uyum değeri (adaptive value) Bir özelliğin, canlının yaşamını sürdürmesine ve
üremesine ya da çevreye daha iyi uyum sağlamasına katkı derecesi.
uyum düzeneği Bkz. uyum mekanizması.
uyum envanteri (adjustment inventory) Olumlu ya da olumsuz uyumu ortaya koyan ya
da en azından böyle sanılan davranışların yazılı olduğu bir inceleme türü. Uyum
envanteri, deneğin olumlu ve olumsuz uyum davranışlarından hangilerini gösterdiği
konusunda bir kanı ortaya koyuyor.
uyumlayıcı bağışıklık tepkisi (adaptiveimmune response) Bağışıklık sisteminin, belli
bir hastalığa yol açan etkene karşı harekete geçmesi.
uyumlayıcı beden eğitimi (adaptive immune education) Engellilerin sınırlarına ve
engellerine uygun olarak geliştirilen özel bir beden eğitimi programı.
uyumlayıcı davranış (adaptive behavior) Kendini yönetme, iletişim ve toplumsal
beceriler de içinde olmak üzere, kişinin yaşadığı çevrenin gereklerini ve kendi
gereksinimlerini, yaşına ve içinde yaşadığı kültürel ortama uygun olduğu düşünülen
davranışlarla karşılaması. Bkz. uyum becerileri.
uyumlayıcı davranış ölçeği (adaptive behavior scale) Uyum davranışını (günlük
işleyişi) değerlendirmek amacıyla en çok araştırılan ve test edilen psikolojik ölçüm
araçlarından biri.
uyumlayıcı eylem (adaptive act) Organizmanın uyarıcılara, çevreye uyum sağlamak için
gereksinim duyduğu uygun tepkileri vermesini sağlayan süreç.
uyumlayıcı gelişim (adaptive development) Bir çocuğun devimsel gelişimi, konuşma ve
dil becerileri, kendini yönetme becerisi gibi konularda aynı yaş grubuna göre gelişim
düzeyi.
uyumlayıcı mekanizmalar (adaptive mechanisms) Vaillant’ın, kişilerin yaşam
durumlarına uyum göstermesinin erişkin gibi, acemice, nevrotik ve psikotik olmak
üzere 4 tipik yolunu tanımlamak için kullandığı terim; uyulmayıcı düzenekler. Bkz.
uyum mekanizması.
uyumlayıcı öğrenme çevreleri programı (adaptive learning environments program)
Öğrenme güçlükleri ve davranış bozuklukları olan öğrenciler için uyumlayıcı
uygunluk kavramına dayanan bir program.
uyumlayıcı tepki (adaptive response) Bireyin, çevrede olup bitenlere başarılı tepki
göstermesini sağlayan davranış. Uyumlayıcı tepki, iyi bir algısal bütünleşmeyi
gerektiriyor ve algısal bütünleşme sürecini bu tepki ilerletiyor. Öğrenmenin
gerçekleşip gerçekleşmediği de bireyin tepkisinden anlaşılıyor.
uyumlayıcı test (adaptive testing) Ardışık maddeleri, önceki maddelere verilen
yanıtlara dayalı olarak seçilen bir ters türü.
uyumlayıcı uygunluk (adaptive fit) Konunun gerekleriyle kişinin gereksinimleri
arasındaki uyum.
uyumlayıcı varsayım (adaptive hypothesis) H. Hartmann’ ı n benlik psikolojisi
yorumunda, temel bağımsız benlik işlevinin, algı, bellek ve hareket yeteneği ile
ortalama, kestirilebilir bir çevreyle başa çıkmak olduğunu ileri süren görüşü.
uyumlayıcı yaklaşım (adaptive approach) Ruhsal tepkilerin, dış gerçeklikle ilişkileri
açısından ele alınması gerektiği düşüncesine dayanan ve kural olarak, var olmak için
insanla toplumun sürekli birbirine uyum sağlaması gerektiğini vurgulayan bir ruhsal
yaklaşım. Karen Horney ve Erik Erikson, bu yaklaşımın önde gelen savunucularıdır.
uyumlayıcı yayılma (adaptive radiation) Tek bir türden, çevrebilimle ilgili farklılıkları
olan çok sayıda tür üreten evrimsel yayılma.
uyumlu cinsel ilişki Bkz. cinsel ilişki.
uyumluluk (adaptability) Kişinin içinde bulunduğu çevrede kurduğu duyarlı ilişkilerle
gereksinimlerini kendisi ve çevresindekiler için yararlı olacak biçimde gidermesi,
isteklerini gerçekleştirmesi durumu. Uyum, göreli bir kavramdır. Bu anlamda bir
uyum için, bireyin farklı koşullarla ya da farklı kişilerle karşılaştığında onlara uygun
yeni davranış yapılarını öğrenmesi, kendi davranışlarında ve çevresinde değişiklik
yapması, gerekiyor. Uyumlu birey, yaşının ve özelliklerinin gerektirdiği bedensel,
devimsel, zihinsel, dilsel, toplumsal, duygusal ve ruhsal-cinsel davranışları
gösterebiliyor. Her yaşın ve her gelişim döneminin ayrı gelişim gereksinimleri vardır.
Dolayısıyla evde anne babalar, okulda öğretmen ve yöneticiler, sürekli olarak belli
sorunlarla karşılaşacak ve bunları çözmeye çalışacaklardır. İnsanın, duyduğu her
gereksinimi, her zaman doyurucu düzeyde ve dengeli bir biçimde giderme olanağı
yoktur. Her insan, hemen her şeyi, başkalarından farklı biçimde algılıyor; onlara
başkalarından farklı bir değer biçiyor. Herkes, yaşamdan farklı şeyler bekliyor.
Öyleyse sürekli olarak uyum içinde, sorunsuz yaşamak olanaksızdır. Bu durumda
istenmesi gereken, sorunsuz bir yaşam değil; kişinin önüne çıkan sorunları, olanaklar
ölçüsünde çözerek yaşamasıdır. İnsanı yaşam boyu, sorunlarla savaşım bekliyor. Her
başarılı savaşımın sonunda belli bir sorun çözülecek ve uyumsuzluk uyumluluğa
dönüştürülecektir. Çocuk, döllenmeden başlayarak gelişim görevlerini aşama aşama,
kendine özgü bir çabayla gerçekleştirdiğinde, hem yaşından beklenen uyumu sağlamış
hem de bir sonraki evrenin gelişim görevlerini yerine getirmek için gerekli olgunluğa
ulaşmış olacaktır. Her gelişim evresinde çocuğun karşılaştığı sorunların büyük
çoğunluğu, evde anne babanın; okulda da öğretmenin ve rehber öğretmenin desteği ile
çözülebilecek niteliktedir. Çocuk desteklenmediği; anne baba, öğretmen, çocuğa
yanlış tutumla davrandığı zaman, birçok olağan sorun büyüyor ve önemli bir
uyumsuzluk nedeni olup çıkıyor. Her normal çocuk ve genç şunları başarıyor: (1)
Arkadaşlarıyla iyi geçiniyor, oyunlara katılıyor. (2) Oyunlarda kimi zaman önder
kimi zaman da üye olarak yer alıyor. (3) Okulda yeterli bir başarı gösteriyor. (4)
Sınavlarda aşırı heyecanlanmıyor. (5) Güçlüklere kendi kendine çare bulabiliyor.
İnsanlarla kolayca ilişki kurabiliyor. (6) Toplumsal kuralları ve disiplini kolayca
kabul ediyor. (7) Duygularını açıklamada zorlanmıyor. (8) Gerektiğinde kendini
savunmayı başarıyor. (9) Oyunlarda yenilgiyi kabul ediyor. (10) Arkadaşlarıyla
yardımlaşmayı seviyor. Bu başarıları, yaşına ve kendine özgü gelişim gerçeklerinin
gerektirdiği düzeyde gösteremeyen; bunları önemli ölçüde aksatan çocuk ve gençte,
uyum sorunları ve davranış bozuklukları ortaya çıkıyor. Çocukluk ve gençliğinde bu
başarıları gösterme olanağından yoksun bırakılan yetişkinlerin de uyumsuz, bozuk
davranışlar göstermeleri doğaldır. Ancak, gözden kaçırılmaması gereken nokta,
kişilerde görülen birkaç belirtiden yola çıkılarak onların ruhsal durumuna ilişkin bir
yargıya varılmamasıdır. Kişi davranışlarının ruhsal uyumluluk ve uyumsuzluk
ölçütlerine uygunluğu, alanın uzmanınca yeterli ölçüde incelendikten sonra olumlu ya
da olumsuz diye nitelenebilir. Psikolojik uyumluluk ve uyumsuzluk ölçütleri şöyle
sıralanıyor: (1) Bireyin içinde bulunduğu gelişim döneminin sorunları, uyumsuzluk
belirtisi olarak görülmemelidir. Örneğin, belirti, 4-5 yaşına dek çocukların yatağı
ıslatmaları gibi, belli bir gelişim döneminde sıkça görülen olağan ve geçici bir durum
ise bu, önemli bir sorun olarak değerlendirilmemelidir. Arada bir yatağı ıslatma, okul
çağında bile olağan kabul edilmelidir. 2-3 yaşlarında rastlanan uyku bozuklukları; 3-
4 yaşlarında beliren korkular; ara sıra görülen korkulu düşler; kısa süren konuşma
düzensizlikleri de tek başına birer uyumsuzluk ve dengesizlik olarak
nitelenmemelidir. 2 yaşına dek yürüyememe, 2-3 yaşına dek konuşamama, okul
çağında da süren hemen her söylenene karşı çıkma, ara sıra yalan söyleme, gençlik
çağının aşırı duygusal ve coşkulu tepkilerini arada bir yetişkinlikte de gösterme de
önemli bir sorun sayılmamalıdır. (2) Her ruhsal sorun değil; ağır, şiddetli belirtilerle
ortaya çıkanlar önemsenmelidir. Örneğin, her temiz, düzenli, titiz çocuk ya da ergene
sorunlu diye bakılmamalı; bir yere dokunur dokunmaz elini yıkamadan rahat
edemeyen, üstü her tozlandığında aşırı tedirgin olup işi giysi değiştirmeye dek
vardıran çocuk ya da ergene “sorunlu” olarak bakılmalıdır. (3) Arada bir yaramazlık
yapan, söz dinlemeyen çocuklar, normal sayılmalıdır. Yaramazlıklarını okulda, evde
ve sokakta da sürdüren; her zaman, söylenenin tersini yapan çocuklar, önemli
ruhsal sorun yaşayan çocuklar olarak ele alınmalıdır. Sorunlu çocuklar, özellikle ev
dışında davranışlarını dizginleyemiyorlar. Çocukların evde yaptıkları huysuzluk,
hırçınlık, çekişme ve didişmeler fazla abartılmamalıdır. (4) Önemli bir ölçüt de
belirtilerin sürekliliğidir. Örneğin, yeni bir kardeş doğunca görülen huysuzluk ve
hırçınlık, yatağı ıslatma, altını kirletme süreklilik kazanmadıkça uyumsuzluk
sayılmamalıdır. Hemen her çocuğun arada bir arkadaşlarıyla anlaşmazlık çıkarması
da doğaldır. Ancak, çocuğun arkadaşları ve çevresindeki öbür kişilerle ilişkilerinde
sık sık olumsuzluk görülüyorsa bu durum, o zaman bir sorun olarak ele alınmalıdır.
Ergenlik döneminde doğal karşılanan uyumsuz davranışlar, 18-20’lerden sonra da
sürüyorsa bunlara üzerinde durulması gereken önemli sorun olarak bakılabilir. (5)
Başka belirtilere eşlik eden belirtiler önemsenmelidir. Örneğin, her gece yatağını
ıslatan çocukta bunun yanı sıra kekemelik, gereksiz korkular gibi davranış
bozuklukları da görülüyorsa yatağı ıslatma, öbürleriyle birlikte önemli bir uyum
sorunu olarak değerlendirilmelidir. (6) Ruhsal sorunlarının tümünü dışa vurmayan
çocuk ve yetişkinler de bulunuyor. Dıştan durgun görünen kimi çocuk ya da
yetişkinler, içlerinde fırtınalar yaşıyorlar. Onun için, dıştan olumsuz bir belirti
göstermeyen her kişiye uyumlu ve dengeli diye bakılmamalıdır. Böyle kişiler,
güçlerinin büyük bir bölümünü, iç tedirginliklerini dışa vurmama çabasında
kullanıyorlar. Küçük bir dış baskı karşısında, bunların dengeleri bozuluyor ve ruhsal
bozukluk belirtileri gözler önüne seriliyor. (7) Uyum yeteneğinin bir başka
belirleyicisi de kişinin geçmişteki ve bugünkü becerileri, özel yetenekleri ve
toplumsal ilişkileridir. Önceki gelişim dönemlerini uyum içinde geçirmiş olan çocuk,
genç ya da yetişkin, önceki dönemlerini sorunlu yaşamış olanlara göre, bir sonraki
dönemde karşılaştığı sorunu, daha kolay çözüyor. (8) Bunların yanı sıra, yenilgiyi
kabul edememesi, duygu ve coşkularını denetleyememesi, güçlüklerle karşılaştığında
onları aşmak için yaşına uygun çözümler bulamaması ve gerektiğinde kendini
savunamaması da kişinin uyumsuzluk belirtilerindendir. Görüldüğü gibi, her ruhsal
uyumsuzluğu, çeşitli ve karmaşık nedenler yaratıyor. Bunların oluşmasında en önemli
etken, aile ve öbür çevre koşullarıdır. Bu nedenle uyumsuzlukların giderilmesi ve
ruhsal bozuklukların tedavisi için kişi, çevresiyle birlikte ele alınıyor. Her çocuğun
yaşantıları ve koşulları ayrı olduğundan, değişik kişilerde ortaya çıkan bozukluk
belirtileriyle bunların nedenleri de ayrı oluyor. Bireyin 18-20 yaşlarına dek süren
hızlı gelişim dönemlerinde karşısına çıkan sorunlar gerektiği gibi çözülmediğinde
bunlar, yetişkinlikte daha da ağırlaşmış birer sorun olarak yaşanabiliyor.
Uyumsuzlukların en çok görüldüğü çocukluk çağında çocuklar, sorunlarını yardımsız
çözemiyorlar. Bu dönemlerde sorunlarıyla baş başa bırakılmaları, onların tedirgin,
mutsuz ve uyumsuz olmasına yol açıyor. Bkz. çocuk ve gencin gelişim dönemleri;
insanın sekiz çağı; uyumsuzluk.
uyum mekanizması (adjustment mechanism) Bireyin, yaşamın gereklerini yerine
getirmesini olanaklı kılan ve alışkanlık durumunu alan davranış yapısı; uyum
düzeneği. Bkz. benliğin savunma mekanizmaları; PİAGET, Jean.
uyumölçer (adaptometer) Duyu organlarının uyumunu ölçmeye yarayan araç. Bu ölçek,
duyu eşiğinin düşmesi ve yükselmesi temeline dayanıyor. Özellikle gözün karanlığa
uyumunu ölçmede kullanılıyor.
uyum refleksi (accommdation reflex) Kasların kasılıp gevşemesiyle gözlerin birbirine
yaklaşması, göz bebeğinin büzülmesi ve lens biçiminin değişmesiyle gözün çeşitli
uzaklıklara uyum sağlamasına yardımcı olan refleks hareketi; uyum tepkesi.
uyum sağlama (adjustment) Tutum ve davranışlarda bireyler arası yapıcı ilişkiler
kurma, stresli ya da sorunlu durumlarla başa çıkma, sorumluluklarını yerine getirme
gibi yaşamın gerekleriyle etkin olarak başa çıkmayı sağlayan değişiklikleri
gerçekleştirme. Bkz. uyum (I); uyum (II).
uyum sağlayıcı sinir hücreleri Bkz. sinir hücresi.
uyum sağlayıcı süreç Bkz. uyum süreçleri
uyumsuz (maladaptive) Kişinin, yaşamın sorunları ve stresiyle başa çıkma yetisi
açısından işlevsiz ya da uygunsuz zihinsel etkinliklerini ya da davranışlarını anlatan
terim. Bkz. uyumsuz davranış.
uyumsuz davranış (maladaptive behavior) Kişiye, gruba ya da topluma zararlı, belli
bir ölçüde uygunsuz ya da etkisiz, kişinin başa çıkma yetisini engelleyen davranış.
Büyük bir popülaritesi olan bu terimi, toplumsal öğrenme kuramcıları sıklıkla akıl
hastalığı, ruh hastalığı, anormallik ve benzerlerinin yerine kullanıyorlar. Bu
terminolojik yeğlemenin nedeni, birçok bozukluğun, akıl hastalığının belirtisi olmaktan
çok, uyumsuz davranış yapısı olduğu ve bu nedenle uygun tekniklerle düzeltilebileceği
görüşüdür.
uyumsuzluk (dissonance) Meme emme, uyku, yemek yeme alışkanlığı kazanma,
memeden kesilme, idrarını ve dışkısını tutmaya alışma, cinsel eğitim alma, oyun
oynama, öğrenim görme sırasındaki eksiklik ve aksaklıklar, çocuğun sonraki gelişim
dönemlerine birtakım sorunlar olarak aktarılıyor. Bu sorunlar, sonraki gelişim
dönemlerinin ve yetişkinliğin uyum güçlüklerini ya da davranış bozukluklarını
katlayarak artırıyor. Örneğin, oyun çağında oyuna doyamamış ya da arkadaşlık ilişkisi
kuramamış bir çocuk, okul çağında oyunlara katılmakta, yaşıtlarıyla yarışmakta güçlük
çekiyor. İçinde bulunduğu gelişim döneminde kendisinden beklenen olgunluğun
gerisinde kalmış olduğu için, uyumsuzluklar yaşıyor. Bkz. eğitim güçlükleri;
uyumluluk. Uyumsuzluk olarak yaşanan ruhsal sorunların bazıları, dış etkenlerden
kaynaklanıyor. Olumsuz anne baba tutumları ve olumsuz aile yaşantıları, yapısal
yatkınlıklarla birleştiğinde, kalıcı ruhsal bozuklukların oluşumuna elverişli bir ortam
yaratıyor. İstenmeyen sonucun ortaya çıkmasında kimi zaman bunlardan biri ağırlık
kazanıyor; kimi de tümü etkili oluyor. Çocuk ve ergen; daha sonra da yetişkin
uyumsuzluklarını ya da davranış bozukluklarını oluşturan pek çok neden arasında aile
ile ilgili olanlar, ön sıralarda yer alıyor. Uyum ve Davranış Bozuklukları Yaratan
Ailelerin Özellikleri: (1) Aile içi ilişkiler ve etkileşim bozuktur. (2) Anne baba, ya
ilgisiz ya da aşırı ilgilidir. (3) Anne baba boşanmış ya da aile parçalanmıştır. (4)
Anne baba alkol, uyuşturucu madde kullanmaktadır. (5) Çocuğa tutarsız, kararsız,
baskıcı disiplin uygulanmaktadır. (6) Çocuk, yersiz, yanlış ve aşırı
cezalandırılmaktadır. (7) Çocukla ilişkilerde insiyatifsiz davranılmaktadır. (8) Aile
işsizdir; ekonomik sıkıntı içindedir. (9) Çocuğun okul başarısı için kendisine yardım
edilememek t e d i r . (10) Çocuğun, kötü arkadaşla birlikte olması
engel l enememektedi r. (11) Çocuğun güçlü beklentiler oluşturması
sağlanamamaktadır. (12) Çocuğa, aşırı toplumsal baskı uygulanmakta, çocuğun
özgürlükleri kısıtlanmaktadır. Bunlardan üçüncü, dördüncü ve sekizinci maddeler
dışındaki nedenler, okulda uyum ve davranış bozukluğuna da yol açabiliyor. Bkz.
çocuk ve ergende görülen uyumsuzluklar; uyumluluk.
uyumsuzluk kuramı (dissonance theory) İnsanların, var olan tutumlarıyla uyumlu
kılmayan bilgilerden çok, uyumlu kılan bilgilere dikkat etmeye ve bu bilgileri
yeğlemeye güdülendikleri varsayımı. Bkz. bilişsel uyumsuzluk kuramı; seçici dikkat.
uyum süreçleri (adjustment processes) Kişinin çevresel beklentilere uyum sağlamaya
çalıştığı işlevler ya da etkinlikler için kullanılan genel bir terim. Kişinin gerçekliğe
uyumu sırasında olayla r ı , olguları, yaşantıları yorumlamasını sağlayan algılama;
bilgilenerek ve başkalarıyla iletişim kurarak sorunları çözmesini olanaklı kılan dil
(kavram oluşumu); gereksinim duyduğunda anımsayacağı bilgileri saklayan bellek;
yeni düşünce ve çözümleri hayal etmesini sağlayan düş gücü; benliğini korumasını
sağlayan savunma mekanizmaları, birer uyum süreci örneğidir. Bkz. öğrenme.
uyum tepkesi Bkz. uyum refleksi.
uyum tepkisi (adjustment reaction) Bebeklik, çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik
dönemlerinde ortaya çıkan uyum tepkilerinin oluşturduğu ve bir kişilik bozukluğundan
kaynaklanmayan, duruma bağlı ve geçici kişilik bozuklukları için kullanılan terim.
Uyum ve Davranış Bozuklukları Yaratan Ailelerin Özellikleri Bkz. uyumsuzluk.
uyurgezerlik (sleep walking; somnambulism) REM dışı, delta dalgalı uyku sırasında
ortaya çıkan bir bozukluk. Uyurgezer kişi, uyku durumundayken yatağından doğruluyor,
kalkıp dışarı çıkıyor, bir şeyler yiyor, çeşitli şeyler yapıyor. Bunlar 1-2 saat
sürebiliyor. Karşısına çıkan olursa boş gözlerle, tepkisizce bakıyor; ancak, büyük
zorluklarla uyandırılabiliyor. Sabah uyandığında ise bunları anımsamıyor.
Uyurgezerlik en çok, çocukluk döneminde görülüyor. Bkz. uyku.
uyuşma (congruence) 1. Karşılıklı olarak birbirine uyma, denk düşme. 2. Carl
Rogers’a göre, kişinin, yaşantılarını hem kendi benliği ile bilinçli olarak
bütünleştirmesi hem de danışman’ın danışan karşısında kendi gerçek duygularına
uygun olarak davranması (danışana karşı dürüst olması) gereği. Bkz. ROGERS, Carl.
uyuşma düzeyi (goodness of fit) Elde edilen bulguların kuramsal temelde, kestirilen
standartlara ya da değerlere uygunluk durumu.
uyuşma ilkesi (congurrence principle) Bellek incelemelerinde, bellekte karşılığı
bulunan bir aramanın, karşılığı bulunmayan bir aramadan daha kolay olduğu ilkesi.
Başka anlatımla; kişi, bir şeyi bilip bilmediği, görüp görmediği ve benzerleri
konusunda belleğini yoklarken, orada bulunan bir şeyi, bulunmayan bir şeyden daha
kolay, daha çabuk anımsıyor. Bkz. anımsama; unutma.
uyuşma kuramı (congruity theory) Tutumda değişme olduğunda bunun her zaman
uyumsuzluğu ya da belirsizliği azaltma (uyuşmayı artırma) yönünde gerçekleşeceğini
belirten kuram. Bkz. bilişsel uyumsuzluk.
uyuşma teorisi Bkz. uyuşma kuramı.
uyuşmazlık (incongruence) C. Rogers’a göre, kişinin gerçek özü ile ideal özü
arasındaki tutarsızlık.
uyuşturucu bağımlılığı Bkz. uyuşturucu madde bağımlılığı.
uyuşturucular (opiates) Morfin, kodein, eroin, meripidin, naloksin gibi merkez sinir
sisteminde sinir liflerinin asetilkolin ve norepinefrin salgısını engelleyip uyku
durumu yaratan ve ağrı kesici etkisi yapan doğal ya da sentetik ilaçların ortak adı. Bu
maddeler çoğunlukla kısa sürede bağımlılık yaratıyor. Bkz. narkotik; opioid.
uyuşturucu madde bağımlılığı (narcotism) Ruhsal gerilim ve çatışmalardan kurtulmak
i ç i n afyon, kokain gibi uyuşturuculara karşı aşırı tutkunluk geliştirme; madde
bağımlılığı. Hekimlikte kullanılan morfin gibi ağrı kesiciler, barbitürat (luminal) gibi
uyku ilaçları, diazem ve librium gibi yatıştırtıcılar, bağımlılık yaratan ve kötüye
kullanılabilen ilaçlardır. Esrar, eroin, kokain gibi maddeler ise, keyif verici ve
uyuşturucu maddelerdir. Kokain, ruhsal canlılığın yanı sıra sıkıntı, korku ve kuşku
sanrıları oluşturuyor. Terleme, çarpıntı, kas kasılmaları, iç sıkıntısı, uykusuzluk,
bulantı, kusma, karın ağrısı, ateş yükselmesi gibi belirtilere yol açıyor. Madde
bağımlıları, bedende gelişen direnç nedeniyle, aynı etkiyi elde edebilmek için, alışmış
oldukları maddenin dozunu sürekli artırmak zorundadırlar. Bir morfinmanın bir kez
aldığı doz, bir insanı öldürebilecek güçtedir. Morfin, eroin gibi afyondan elde edilen
ve sentetik üretilen güçlü uyuşturucular (narkotikler), kısa sürede yoğun ruhsal ve
bedensel bağımlılık yaratıyor. Örneğin, morfin yoksunluğu, morfin bağımlısı kişide
sinirlilik, terleme, çarpıntı, kas kasılmaları, iç sıkıntısı, uykusuzluk, bulantı, kusma,
karın ağrısı, ateş yükselmesi gibi belirtilere yol açıyor. Morfin ve benzeri ağrı
kesiciler, başlangıçta genel bir gevşeme ve rahatlık, zihin bulanıklığı, umursamazlık,
keyif ve mutluluk yaratırken, doz artırıldığında kan basıncı düşüyor; bulantı ve kusma
görülüyor; göz bebekleri küçülüyor. Ağır zehirlenmelerde ise, tersine, göz bebekleri
büyüyor, refleksler kayboluyor ve kişi komaya girerek ölebiliyor. Uyuşturucu
bağımlılarında beden direncinde düşme; bedensel ve cinsel güçte azalma görülüyor.
Uyku ilaçları ve yatıştırıcılar da bağımlılık yapan maddelerdendir. Bunlar, birden
kesildiklerinde sıkıntı, titreme, çarpıntı, bulantı, kusma, uykusuzluk, bilinç
bozuklukları gibi yoksunluk belirtileri ortaya çıkıyor. Çok güçlü bir başka uyarıcı
ol an kokain, kişiye başta canlılık verse, onun enerjisini artırsa da bu etki kısa
sürüyor; ardından, bedensel ve ruhsal çöküntü başlıyor. Bedende direnç geliştikçe,
yeniden ve daha yüksek dozda kokain alma gereksinimi doğuyor. Çok yoğun ruhsal
bağımlılığa karşın, kokainin kesilmesiyle morfin ve eroin yoksunluğundaki ağır
belirtiler görülmüyor. Kokain, ruhsal canlılığın yanı sıra sıkıntı, korku ve kuşku
sanrıları oluşturuyor. Ülkemizde yasaklanmış olan amfetamin gibi uyarıcı ilaçlar da
bağımlılık yapabiliyor. Bunlar, iştahsızlık yarattığı için zayıflama, uykuyu kaçırma ve
yorgunluk giderme gibi asıl amacı dışında kullanıldıklarında paranoid psikoz benzeri
belirtilerin, sanrıların ortaya çıkmasına yol açabiliyor. İlaç kesilince, yorgunluk,
bitkinlik, bilinç bulanıklığı, yönelim bozukluğu, uyuklama ve intihar girişimleri
görülüyor. LSD, psilocyn, peyote gibi hayal görme, ses işitme sanrıları yaratan,
gerçeği değerlendirme gücünü zayıflatan, bilinçdışını açığa çıkartan maddeler ise,
kullananı ağır depresyona , paranoid psikoza benzeyen durumlara sokuyor ve panik
bozukluğuna yol açıyor. Bu ilaçlar da hızla ruhsal bağımlılık yapıyor. Hint
kenevirinden elde edilen esrar (hashish, marijuana), çoğunlukla sigaraya sarılarak
içiliyor ve kişiye güçlülük duygusu, canlılık veriyor. 5-12 saat etkili olan bu
uyuşturucu, üstbenliğin baskısını kaldırıyor; beden, yer, zaman algısını çarpıtıyor ve
işitme duyarlığını artırıyor. Uzun süre kullanıldığında, gizli şizofreniyi ortaya
çıkarıyor; akyuvarlarda ve spermlerde yapısal bozukluklar oluşturuyor. Gençlerin,
benzin gibi uçucu yakıtları, çözeltileri , incelticileri , sıvı zamkları da zaman zaman
keyif verici madde olarak kullandıkları oluyor. Bu zehirli maddeler, karaciğer ve
böbreklerde yıkıma yol açıyor. Uyarıcı ve uyuşturucu maddeler, verdikleri tat ve
zevkin karşılığını bir süre sonra bireye, bedensel ve ruhsal yıkımlar olarak
ödetiyorlar. En az zararlı keyif verici olan alkollü içkinin bile aşırı alınışının
sabahında bedende bir uyuşukluk, kırıklık, ağız tatsızlığı, keyifsizlik, baş ağrısı
yaşanıyor. Bir iki kadehi kişinin yaşamına renk katan, karamsarlığını ve gerginliğini
bir süre de olsa gideren alkol bile, zamanla yıkımlara neden olabiliyor. Alkol ve
uyuşturucu madde bağımlısı olanlar, tedaviye rıza gösterdiklerinde, güç de olsa, bu
bağımlılıktan kurtarılabiliyorlar. Bkz. alkolizm.
uyuşturumlu çözümleme (narcoanalysis) Uyuşturulmuş kişinin bilinçdışı zihinsel
süreçlerini araştırma ya da denetleme; narkoanaliz. Bu çözümleme, uyumsuz
davranışların tedavisinde kullanılıyor. Bu uygulama, ya düşünce aşılama (telkin) ile
ya da hastayı konuşturma ile gerçekleştiriliyor. Sonra da elde edilen veriler
yorumlanıyor.
uyuşturumlu tedavi (narcotherapy) Zihinsel bozuklukların tedavisinde uyuşturuculardan
yararlanma; uyutarak sağaltım.
uyuşum Bkz. uyum (I-(3)).
uyutum (hypnosis) Bir uyutucunun, deneğin dikkatini belirli bir uyaran üzerinde
toplayarak bilincini uyuşturması ve deneği kendi istenci altına alması işi; hipnoz.
Bu yapay yolla uyutulan kişi, verilen komutlara, bu kendine özgü fizyolojik özellikli
ruhsal durum içinde, bilinçdışı tepkiler veriyor. Ancak, telkine açık kişiler
uyutulabiliyor. Telkin, kişinin algı, bellek, kendini denetleme mekanizmasını
etkiliyor ve körlük, sağırlık, bellek ve ağrı duyusu yitimi ve benzerlerine ortam
hazırlıyor. Bu geçici durumda uyumuş (hipnoza girmiş) olan kişiye, gözlerini
açamayacağı söylenmişse kişi, gözlerini açamıyor. Öte yandan, uyutum sırasındaki
telkinlere, uyutum sonrasında da uyuyor. Ancak, niçin uyduğunu anımsayamıyor;
uyumuna başka nedenler buluyor. Kişi, uyutumdan sonra, uyutulma ile ilişkili hiçbir
şey anımsamıyor. Uyutumun bir iyileştirme yöntemi olarak kullanımı, A. Mesmer’e
dek uzanıyor. Ancak, bu yöntemi asıl bilimsel tedavinin hizmetinde kullananlar,
1850’lerde İngiliz hekim J. Braid; 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da Nancy
Okulunda J. M. Charcot, Bernheim, A. Liebeault ve Freud olmuştur. Freud, daha
sonra tedavide bunun yerine, özgür çağrışım (serbest tedai) yöntemini kullanmaya
başladı. Uyutum, bugün de örneğin, acı duymadan diş tedavisi gibi çeşitli alanlarda
kullanılıyor. Ancak, fizyolojik nedenlerinin henüz bilimsel olarak açıklanamamış
olması, bunun, şarlatanların elinde amaç dışı kullanılmasına neden oluyor. Bkz.
uyutumlu çözümleme; uyutumlu tedavi; uyutum sonrası aşılama.
uyutumlu çözümleme (hypnoanalyssis) Hastayı uyutum durumuna soktuktan sonra
yapılan ruhsal çözümleme; hipnoanaliz. Bkz. uyutum.
uyutumlu tedavi (hypnotherapy) Ruhsal bozuklukların tedavisinde deneği uyutarak
bilinçdışındaki çatışma ve karmaşaları kavrama ve çözümleme işi; hipnoterapi,
uyuşturumlu tedavi. Bkz. uyutum.
uyutum sonrası aşılama (post hypnotic suggestion) Deneği uyutarak onun bilinçaltına,
uyanınca belirli şeyleri, belirli biçimde yapabileceğini yerleştirme. Bkz. uyutum.
uzadevim (telekinesis) Herhangi bir fizik güç uygulaması söz konusu olmadan,
nesnelerin harekete geçtiğini anlatmak için kullanılan psikoloji ötesi bir kavram.
uzaduyum (telepathy) Birisinin kafasından geçirdiklerini ya da uzak bir yerde geçen bir
olayı, arada bir bağlantı olmadan algılama yeteneğinin var olduğunu dile getiren
psikoloji ötesi bir kavram; telepati.
uzaklaşım (withdrawal) Alkol, uyuşturucu, kafein, amfetamin, sigara gibi bağımlılık
yapan maddelerin azaltılmasından ya da kesilmesinden sonra ortaya çıkan ve
genellikle kaygı, huzursuzluk, tedirginlik, uykusuzluk, dikkat bozukluğu,
konvulsiyonlar, güçsüzlük, titreme, terleme, baş dönmesi, sanrı görme, sabuklama
gibi fizyo-psikolojik belirtilerle ortaya çıkan ruhsal bozukluk. Bkz. alkolden
uzaklaşım sabuklaması; uyuşturucu madde bağımlılığı; uzaklaşım sendromu.
uzaklaşım belirtileri Bkz. alkol bağımlılığı.
uzaklaşım sendromu (withdrawal syndrome) Bağımlılık yapan maddenin azaltılması ya
da kesilmesi durumunda ortaya çıkan kaygı, tedirginlik, dikkat bozukluğu, uykusuzluk
gibi uzaklaşım belirtilerinin oluşturduğu maddeye özgü sterotipi k belirtiler grubu.
Bkz. tolerans 3; uyuşturucu madde bağımlılığı.
uzaklaşım-yıkıcılık (withdrawal - destructiveness) E. Fromm’a göre, başkalarından
uzaklaşmaya ve tecride, başkalarına yönelik yıkıcı davranışlara dayanan bir ilişki
kurma biçimi. Ona göre, bu ilişki biçiminin arkasında, bağımlılık korkusundan dolayı
başkalarıyla arasına duygusal bir uzaklık koyma gereksinimi yatıyor.
uzaklaştırıcı mekân (sociofugal space) Bireyler arası etkileşimi ve yakınlığı en alt
düzeyle sınırlayacak biçimde tasarlanan bekleme salonu, otogar gibi fiziksel çevreler.
Bkz. yaklaştırıcı mekân.
uzak tepki (distal response) Çevre üzerinde belli değişiklikler oluşturan tepkiler. Bkz.
yakın tepki.
uzak uyarıcılar (distal stimuli) Çevrede, duyu alıcılarımıza gelen fiziksel enerjilerin
(yakın uyarıcıların) kaynağı olan nesneler. Örneğin, bir ağaçtan gelen ışık enerjisi
yakın uyarıcı; ağacın kendisi ise uzak uyarıcıdır.
uzamış gençlik dönemi Bkz. ergenlik.
uzay algısı (space perception) Gözlemleyenin, duyu organları ile belirli bir nesnenin
yön, büyüklük, biçim, uzaklık gibi özelliklerine ilişkin edindiği algı.
uzay etkeni (space factor) Faktör analizi ile belirlenen bir özel yetenek birimi. Bu
etken, uzay ilişkilerini algılama ve bunlara uymada söz konusu olan bireysel
ayrılıkları açıklıyor.
uzay etmeni Bkz. uzay etkeni.
uzay ilişkileri testi Bkz. özel yetenek testleri (farklı yetenekler testi).
uzgörü Bkz. vizyon.
uzlaşmak Bkz. uyum II.
uzlaşma oluşumu (compromise formation) Psikanalize göre, çatışmanın ürünü olan ve
söz konusu çatışmanın her iki yanını da bir ölçüde dile getiren oluşumlar. Örneğin,
belirtiler, bastırılan dürtü ile bastıran kurum arasında bir uzlaşmanın ürünüdür. Bu
biçimde oluşan belirti, iki tarafın amacına da hizmet ediyor. Bastırılan durumundaki
duygu, dürtü ya da düşünce, kılık değiştirerek tanınmaz bir biçimde doyuma ulaşırken,
bastıran durumundaki benlik de kendini üstbenliğin cezalandırıcı baskısından
kurtarmış oluyor. Bkz. bastırma.
uzman (specialist) 1. Bir bilim dalında, bir teknik alanda yoğun bir öğrenim görerek ya
da gerekli uygulamalara katılarak yüksek derecede yeterlik kazanmış kişi; mütehassis.
2. Üniversite ve yüksekokulların deney odası, kitaplık, enstitü, klinik ve işliklerinde,
öğretimle doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak ilgili olan; özel bilgi ve yetişmeyi
gerektiren bir görev yapan kişi. Bkz. uzmanlaşma; uzman psikolog.
uzmanlaşma (specialization) Belli bir alanda kendini özel olarak yetiştirme, uzman
durumuna gelme,
uzman psikolog (specialist psychological) Bir alanda en az yüksek lisans eğitimi
yapmış olan psikolog.
uzman ruhbilimci Bkz. uzman psikolog.
uzun süreli anne yoksunluğu Bkz. anne yoksunluğu sendromu.
uzun süreli bellek (USB) (Long–Term Memory (LTM)) Uzun süre yinelenmemelerine
karşın, olayların ya da öğrenilenlerin bellekte tutulması işlevi. Özellikle bilginin
depolanma kapasitesi, saklanma süresi ve geri getirilmesi açısından bellek, uzun
süreli ve kısa süreli olarak ikiye ayrılıyor. Uzun süreli bellek, bilginin en uzun süre
bellekte tutulduğu yerdir. Bu belleğin bilgi depolama kapasitesi sınırsızdı r. Kısa
süreli bellek, uzun süreli belleğe oranla dış etkenlere karşı çok daha dirençsizdir.
Uzun süreli belleğin dirençliliği yanında bir özelliği de oldukça örgütlü oluşu, hızlı
çalışması ve bilgiyi anlamsal olarak koruyan yetkin bir depo oluşudur. Öyleyse niçin
her şeyi anımsamıyoruz? Kimi kuramcılara göre bilgi hep oradadır; ancak, biz ona
ulaşamıyor; onu geri getirmeyi başaramıyoruz. Buna göre uzun süreli bellek, bir
bakıma, bilinçdışı bilgiyi depoluyor; ama her bilgi geri getirilip bilinçlilik düzeyine
eriştirilemiyor. Uzun süreli bellek ile kısa süreli bellek arasında, bilgiyi geri getirme
açısından da fark vardır. Kısa süreli bellekten bir şey geri getirilemiyor; çünkü o şey,
gerçekten yitmiştir. Uzun süreli bellekten ise, yeniden yeniden çaba gösterilerek,
birtakım bilgiler geri getirilebiliyor. Ancak, geri gelmesi istenen bilgilerden bazıları
engellerle karşılaşıyor. Bu engeller, öğrenilenin miktarı, anlamlılığı ile öğrenmeyi
bozucu etkiler olarak tanımlanıyor. Uzun süreli bellek; anlamsal ve bölümsel olmak
üzere, iki biçimde ele alınıyor. En küçük bir duyum bile uzun süreli bellekte
depolanmış zengin bilgiden her durumda, her an yararlanıyor. Buna dayanılarak,
özellikle uzun süreli bellekte, birtakım biyokimyasal olayların, belleğin
kalıcılaştırılmasında etkili olduğu öne sürülüyor. Uzun süreli belleğe bilgiyi, kısa
süreli bellek aktarıyor. Bu bilgi aktarımı, organizmaya gelen bilginin önemine
(uyarıcının şiddetine, yoğunluğuna) göre bilgi seçilerek gerçekleştiriliyor. Bkz.
bellek; kısa süreli bellek.
uzun süreli gizilgüç artışı (USGA) (long term potentiation (LTP) ) Presinaptik sinir
hücresinin yüksek frekansla (yeniden yeniden) uyarılmasının, uyarıcı postsnaptik
gizilgüçte yarattığı uzun süreli bir artış. Değişik söyleyişle; sinirsel bir yol ne kadar
sık kullanılırsa aynı yolu gelecekte de kullanmak o kadar kolaylaşıyor. Yani
tetiklenmeleri birbiriyle ilişkili, birbirine bağlı iki sinir hücresi, gelecekte de
birbiriyle ilişkili olarak tetikleniyor. Bu durum, önce Aplysia adlı ilkel bir canlı
türünde keşfedilen USGA’nın, memeli hayvanların sinir sisteminde, özellikle
hipokampusta da baş gösterdiği gözlemlenmiştir. Bu, çok önemli bir bulgudur. Çünkü
özellikle hipokampusun, bellek işlemeden sorumlu başlıca beyin merkezlerinden
birisi olduğuna inanıldığı dikkate alındığında USGA’nın öğrenememenin ve bellek
süreçlerinin biyolojik (hücresel) temeli olabileceğini düşündürüyor. Örneğin, MNDA
alıcı kanallarının seçici bir biçimde ketlenmesinin, USGA’yı önlediği; bunun da
mekânsal öğrenmeyi engellediği kanıtlanmıştır. USGA, bilişsel bir işlevin sinirsel
uygulama mekanizmalarının ilk örneklerinden biridir. Bkz. uyarıcı aminoasit.
uzun süreli potansiyel artışı Bkz. uzun süreli gizilgüç artışı
Ü
ülkü (ideal) Ulaşılması çok güç olan yüce dilek; ideal. Bkz. ülküleştirilmiş imge;
ülküleştirme; ülküsel benlik; ülküsel öz.
ülküleştirilmiş imge (idealized image) Psikanalize göre, kendi benliğinde gerçeklere
uymayan üstün birtakım özellikler bulunduğu kuruntusuna kapılma.
ülküleştirme (idealization) Psikanalize göre, kişinin kendine ya da başkalarına abartılı
olumlu özellikler yükleme biçiminde oluşturduğu savunma mekanizması; idealize
etme. Bilinçli de bilinçsiz de çalışan bu mekanizma, ülküleştirilen nesne ya da olaya
ilişkin eksik ve kusurların oluşturduğu ikircikli duyguları bilinçten uzak tutmayı
sağlamanın yanı sıra, benlik gelişiminde de etken oluyor.
ülküsel benlik (ideal ego) Kişinin, ileride olmayı düşlediği kendisine ilişkin benlik;
ideal benlik, benlik ülküsü. Kavram, kişinin henüz tam olarak başaramadığı, iyi
bildiği bir konuyu sonuna dek savunan, insanlarla iyi ilişki kuran, kimsenin yanında
ezilip büzülmeyen, herkesi olduğu gibi kabul eden bir kişi durumuna gelmek için
duyduğu güçlü isteği; benlik ülküsünü dile getiriyor. Benlik ülküsü, kişinin sevmesini,
istemesini büyük ölçüde yasaklamayan nitelikte olmalıdır. Çünkü çok sayıdaki
yasaklar, insan benliğinin, dilek düzeyine erişmesini zorlaştırıyor. Bkz. inanç, kanı,
değer; ruhsal-cinsel gelişim kuramı; yapısal kuram (Benlik).
ülküsel öz (ideal self) Karen Horney’ın nevroz kuramına göre, kendini, kendi
yarattığı ülküsel imgeyle özdeşleştiren nevrotik kişinin, gerçekte de olduğuna inandığı
kusursuz ve yüceltilmiş özü; olmak istediği kişi. Bkz. bütüncü kuram; gerçek öz.
üniversite (university) 1. Yüksek öğretim veren ve ülkelere göre fakülte (ana bölüm,
bölüm ya da dal) ya da kolej diye adlandırılın kuruluşlardan oluşan bir bilim
topluluğu. 2. Öğretim ve araştırma birimlerinin tümü. 3. Gerçekleştirdiği öğrenim
karşılığında, yasa güvencesi olan birtakım derece, unvan ve diplomaları onaylama
yetkisine sahip olan üst düzey öğretim kurumları. 4. Üniversite birim üyelerinin tümü.
5. Üniversitelerin içinde yer aldığı bina ya da kuruluşlar. 6. Genel olarak ilköğrenim,
orta öğrenim ve yüksek öğrenim diye adlandırılan örgün eğitim basamaklarının
sonuncusunun ilk iki dönemi ile bunun üzerinde yer alan eğitim. Yüksek öğrenim
basamağının tavanını oluşturan üniversiteler, kuruluş ve işleyiş bakımından her ülkede
değişiklik gösteriyor. Üniversitelerde şunlar ortaktır: (1) Her üniversitenin başında
rektör ya da başkan bulunuyor. Her bölüm ya da fakültenin başında dekan görev
yapıyor. Yönetim ve bilim konularında başkana yardımcılık eden kurullar bulunuyor.
(2) Hemen her üniversite, aşağıdaki amaçlardan önemli bir bölümünü
gerçekleştirmeye çalışıyor: (a) Bilim üretmek, bilime katkıda bulunmak amacıyla
inceleme ve araştırma yapma ve bilim insanı yetiştirme. (b) Bilimsel bilgi ve
becerilerle donatılmış meslek elemanları yetiştirme. (c) Bilimi yayma, halka
ulaştırma ve öğrencilerine yardımcı olmak amacıyla onlara burs, pansiyon, yurt
bulma, psikolojik danışma ve sağlık, geçici ve sürekli iş bulma, ucuz yiyecek, kitap ve
gezi gibi kişisel ve toplumsal sorunlarının çözümünü sağlama. Bkz. yüksek okul;
yüksek öğretim.
üniversite lisans öğrenimi (1. dönem) (undergraduatestudy) Üniversitede seçilen
alanda ilk üniversite derecesini (lisansı) almak için yapılan örgün eğitim.
üniversite lisans üstü öğrenimi (2. dönem) (graduate study) Üniversitenin ilk üniversite
derecesini (lisansı) aldıktan sonra daha üst bir derece almak için yapılan yüksek
öğrenim.
üreme hücresi Bkz. siperm; yumurta.
üreme organı erotizmi (genitalerotism) Cinsel organın uyarılmasıyla sağlanan cinsel
coşkular. Bu kavram, genellikle belirli beden bölgelerinin uyarıcı gücünü dile
getirmek için kullanılıyor. Psikanalistler, cinsel dönemdeki uyaranlara gelişim
yönünden öncelikli önem veriyorlar. Bkz. ruhsal- cinsel gelişim kuramı (Cinsel
Dönem)
üretici-dönüşümsel dilbilgisi (generative-transformational grammar) 1. Dilbilimde dile
temel oluşturan biçimsel kuralların gelişimini inceleyen dilbilgisi kuramı. 2. Bu
biçimde gelişen kurallar. 3. Dilin tümce üretiminde yer alan biçimsel süreç
terimleriyle çözümlenmesi gerektiğini savunan kuram. Bu kurama göre dilbilgisi,
dilbilgisi ile ilgili öğelerden oluşan bir küme üzerinde çalışan ve olası birleşimlerden
kimilerini dilbilgisi açısından doğru olarak tanımlayan bir kurallar sisteminden
oluşuyor. Bu kurallar, her zaman olmasa da genellikle sözdizimsel yapılar halinde
oluşturulabilecek dönüştürme kurallarını da belirliyor.
üretim (production) 1.Üretim etkenlerinin kullanılması ile otomobil, buz dolabı, makine
yapan makineler gibi mal üretme süreci; istihsal. 2. Üretim etkenlerinin kullanımı ile
hekimin hastalığı tanılayıp iyileştirmesi, sanat ürünleri yaratma, radyo ve televizyon
programları hazırlama, öğrencileri yetiştirme gibi mal ve hizmet üretme süreci. 3.
Üretim sürecinin sonunda ortaya konulan ürün. Üretim süreci, makine sayısı ve
yetişmiş personelin yetişmemiş personele oranı gibi personel ve örgütsel özelliklerin
yanı sıra, mal ya da hizmetin türüne de bağlı bulunuyor. İnsanlığın varoluşunun
belirleyici koşulu ve insanı hayvandan ayırt eden başlıca özellik, üretimdir. İnsanlar
üretirken yalnızca doğayı değil; kendilerini de etkiliyorlar. Bu nedenle üretim ve
üretimin gelişimi, yaşamın temelini oluşturuyor.
üretim araçları (production) Üretimde kullanılan ve ilkel insan için taş, sopa, balta;
çağdaş insan için makineler, kara yolları ve su yolları gibi her türlü araç ve nesne.
Toplumun gelişiminde üretim araçları belirleyici etkendir. Üretim araçları ne kadar
gelişmişse toplum da o kadar gelişmiş demektir. Bu araçların sahibi, toplumların
yönetim biçimine göre değişiyor.
üretken bölge (genital zones) Erotik duyumların uyandığı üretken ve ona bitişik
bölgeler.
üretken dönem Bkz. ruhsal-cinsel gelişim kuramı.
üretken elezerlik (phallic sadism) Psikanalizde çocuğun ruhsal-cinsel gelişiminin,
üretken evre ile ilişkilendirilen saldırganlığı; fallik sadizm. Çocuk, cinsel ilişkiyi
erkek; özellikle penis açısından, şiddet içerikli, delen, yırtan, zorla içine giren,
kanatan ve benzerleri gibi saldırgan etkinlik olarak yorumluyor.
üretken evre Bkz. ruhsal-cinsel gelişim kuramı.
üretken insan Bkz. temel gerçekler.
üretken kadın (phallic woman) 1. Klasik psikanalize göre çocukların, kadının da
penisi olduğuna inanması. Oedipus öncesi evrede çocuklar, iki cinsin de erkeklik
organına sahip olduğunu sanıyor; kadınların penisinin bulunmadığını keşfettiğinde de
onların iğdiş edildiklerini düşünüyorlar. Ancak, üretken kadın düşüncesinin bununla da
sınırlı kalmadığı anlaşılıyor. Örneğin, değişik halk bilimi ürünlerinde ve mitlerde bu
tür simgelere rastlanıyor. 2. Üretken döneme takılıp kalan ve sonuçta bilinçte penisten
yoksun olduğunu yadsıyan ya da bilinçdışında bütün erkekleri iğdiş etmeyi isteyen
kadın. Bkz. iğdiş karmaşası; ruhsal-cinsel gelişim dönemi.
üretken kişilik (phallic character) Psikanalize göre, iğdiş edilme korkusuyla ilgili
tepki oluşumundan kaynaklanan davranış yapıları ortaya koyan bir kişilik; fallik
kişilik. Övünme, aşırı özgüven, özsever büyüklenme, kimi zaman da saldırgan ya da
gösterimci davranışlar, bu kişilik tipini oluşturan özellikler arasında yer alıyor. Bu
ya pı nı n erkeklerde, kendini penisle özdeşleştirmeye dayandığı düşünülüyor.
Kadınlarda ise penise imrenme, erkeksi davranışlar ya da erkeklere düşmanlık
biçiminde beliriyor. Bkz. iğdişlik karmaşası; ruhsal-cinsel gelişim kuramı.
üretkenliğin gelişimi Bkz. insanın sekiz çağı ((7) Durağanlığa Karşı Üretkenliğin
Gelişimi).
üretkenlik (generativity) Erik Erikson’un tanımladığı erişkinlik kutuplarından biri;
yaratıcılık. Kişisel çıkar beklentisi olmadan, kişinin kendini yeni kuşakların
geleceğine adayabilme yetisi. Bkz. insanın sekiz çağı ((7) Durağanlığa Karşı
Üretkenliğin Gelişimi).
üretken öncesi dönem (pregenital stage) Freud’a göre, ilk çocukluk yıllarında
libidonun öncelikle ağız ve dışkılama yoluyla doyurulduğu ve üretken bölgeye daha
aktarılmadığı dönem. Bkz. ruhsal-cinsel gelişim dönemi.
üretken sevgi (phallic love) 1. Erkek çocukta penise; kız çocukta ise buna karşılık
ge l e n klitorise duyulan sevgi; fallik sevgi. 2. Üretken evreye özgü sevgi. 3.
(productive love) Erich Fromm’a göre, kendi kişiliklerini köreltmeden, bastırmadan
başkalarıyla bağımsız, yakın ilişkiler kurabilen, karşısındaki insana karşı sorumluluk
üstlenebilen, ona saygı ve özen gösteren sağlıklı kişilerin yaşadığı sevgi. Üretken
yönelimin bir özelliği olan üretken sevgi, etkin bir çabayla gerçekleşiyor. Bkz.
özgürlükten kaçış yaklaşımı.
üretken simge (phallic symbol) Psikanalize göre, panise benzeyen ya da penisi
simgeleyen bir nesne; fallik sembol. Kalem, ağaç, sigara, silah, roket, uçak, kuş,
otomobil, yılan, çiçek, çivi ve benzeri, bunlar arasında yer alıyor. Bkz. simge;
simgecilik.
üretken ve yaratıcı eğitim Bkz. Türkiye’de eğitim (Türkiye Cumhuriyeti’nde
Eğitim Devrimi ve Sonrası).
üretken yönelim (productive orientation) Erich Fromm’a göre, kendi gizilgüçlerini
geliştirip gerçekleştiren; dış dünyaya gereksiz yere bağımlı olmadan bu gizilgüçleri
kullanan; duygular, düşünceler, başkalarıyla ilişki kurma bağlamında etkin olan; aynı
zamanda kendi ayrılığını ve benlik bütünlüğünü koruyabilme yetisine sahip olan
kişilerin yönelimi.
üretme-tanıma (generation-recognition) Bellek konusunda birisi üretme, öbürü tanıma
evresi olmak üzere iki evreli bir geri alma sürecini öngören ve anımsama ile
tanımanın farklı süreçler olduğunu varsayan bir geri alma modeli.
üretral erotizm (urethral eroticism) Psikanalize göre, işeme eyleminden alınan haz.
Bu evreye takılma, başkalarının üstüne işemeyle ilgili düşlemlere ya da isteklere yol
açabiliyor. Bkz. ürolagni.
üretral evre (urethral stage) Psikanalize göre, rusal-cinsel gelişimin dışkıl dönemden
üretken döneme geçişe karşılık gelen ve ikisinin de özelliklerini sergileyen bir
dönemi. Çatışmanın sidik torbası denetimi üzerinde yoğunlaştığı bu dönemin başarıyla
tamamlanmasının, kişide bir gurur ve beceriklilik duygusu ile cinsellik kimliğine yol
açtığına inanılıyor. Bkz. ruhsal-cinsel gelişim kuramı.
üretral karmaşa (urethral complex) A. Murray’a göre, Freudcu ağızcıl dönem ve
dışkıl dönem arasında kalan ve aşırı hırs, narsizm, ölümsüzlük takıntısı gibi
özelliklerle tanımlanan bir ruhsal durum. Bkz. ruhsal-cinsel gelişim kuramı.
üretral kişilik (urethral character) Psikanalize göre, uzun süreli bir altını ıslatma
geçmişiyle ve altını ıslatmayla ilişkili utanma ve küçük düşmeye karşı bir tepki
oluşumu olarak kazanılan aşırı hırs, sebatsızlık ve böbürlenme gibi özelliklerle
tanımlanan bir kişilik tipi.
ürkü Bkz. panik.
ürolagni (urolagnia) Sidik ve işeme konusunda hastalıklı bir takıntı; başkalarını işerken
görmekten, cinsel ilişki sırasında üstüne işenmesinden ya da karşısındakinin üstüne
işemekten, kendi sidiğini içmekten haz ya da cinsel heyecan duyma. Bkz. üretral
erotizm; ürofili.
ürtiker Bkz. psikoterapi; ruhsal kökenli bedensel bozukluklar.
üstbenliğin gelişimi Bkz. yapısal kuram.
Üstbenlik Bkz. yapısal kuram.
üstbeyin Bkz. benlik; bilinç.
üstbiliş (metacognition) “Düşünme ile ilişkili düşünme”; kişinin kendi düşünsel
süreçlerinin farkında olması. Kişinin nasıl öğrendiğini belirleyebilme,
gözlemleyebilme ve buna uygun yeni stratejiler belirleme yetisi.
üst dil (metalanguange) 1. Bir başka dili çözümlemek ya da tanımlamak için kullanılan
dil ya da simgeler kümesi. Örneğin, bir sözcüğü başka türlü belirten sözcükler ya da
yabancı dil öğretiminde anadil. 2. İletişimi iyileştirmek amacıyla iki ya da daha fazla
dilin özelliklerini taşıyan bir dil.
üst dilbilgisi (metalinguistics) Dil bilinci; daha açık söyleyişle dilin kullanımı, yapısı,
içeriği ve benzerlerine ilişkin düşünme yetisi. Bkz. üst dil.
üst düzeyde koşullama Bkz. davranışçı psikoloji.
üst gereksinimler Bkz. gereksinimler aşama sırası.
üst işlev (superior function) Jung’un dört temel psikolojik tipinde, öne çıkarak öteki
üçüne egemen olan ve onları alt işlevler durumuna indirgeyen işlev. Bkz. alt işlev;
işlev.
üst kiyazmatik çekirdek (suprachiasmatic nuclei) Hipotalamusta bulunan ve gece-
gündüz döngüsü gibi temel biyolojik ritimleri (biyolojik saati) düzenlediğine
inanılan hücreler kümesi.
üstün çocuk Bkz. zekânın derecelendirilişi.
üstün gen Bkz. baskın gen.
üstün gereksinimler Bkz. ikincil gereksinimler.
üstün işlev Bkz. analitik psikoloji.
üstünlük arayışı (striving for superiority) Bireysel psikolojinin anahtar kavramı.
Adler, insanın, aşağılık duygularını ödünlemeye ilişkin doğuştan gelen ve üstünlük
(kendini gerçekleştirme) dürtüsüne sahip olduğunu savunuyor. Bu dürtü, toplumsal
statü ya da başkaları karşısında egemenlikten çok, eksiklerini tamamlama ve
kusursuz olma dürtüsü olarak tanımlanıyor. Bkz. bireysel psikoloji.
üstünlük çabaları Bkz. bireysel psikoloji.
üstünlük çalımı Bkz. bireysel psikoloji; eksiklik duygusu.
üstünlük duygusu Bkz. bireysel psikoloji.
üstünlük karmaşası (superiority complex) Kişinin başkalarınınkine göre kendi
bedensel, zihinsel özellik ya da yetilerine, gerçeğe uymayan aşırı, abartılı bir önem
vermesine ve kendini herkesten üstün, önemli görmesine yol açan karmaşa. Adler’in
belirttiği gibi üstünlük karmaşası, sıklıkla aşağılık karmaşasına karşı bir savunma
olarak geliştiriliyor. Bkz. karmaşa; bireysel psikoloji.
üstün olma çabaları Bkz. bireysel psikoloji.
üstün olma isteği Bkz. bireysel psikoloji; eksiklik duygusu.
üstün özel yetenek Bkz. özel yetenekler.
üstün yetenekli Bkz. yetenek; zekânın derecelendirilişi.
üstün yetenekli çocuk (gifted child) Yaşıtlarının çoğundan üstün öğrenme ve eğitilme
gücü olan çocuk.
üstün yetenekliler Bkz. eğitim; üstün zekâlı çocuklar; özel yetenekler.
üstün zekâlı çocuklar Bkz. zekânın derecelendirilişi.
üstün zekâlıların eğitimi (education of gifted learners) Standart zekâ ve başarı
testlerinde yaşıtlarının ortalamasının yüzde 98’inin üzerinde olanların eğitimi.
Bunların eğitimi için şimdiye dek çeşitli uygulamaların yapıldığını görüyoruz.
Bunlardan biri, hızlandırma denilen uygulamadır. Bu uygulamada bu çocukların okula
daha küçük yaşta başlamaları öngörülüyor. Bir yandan da özellikle ilk ve orta
öğretimde sınıf atlama olanağı veriliyor. İkincisi, özel sınıf uygulamasıdır. Büyük
kentlerde yaygın olarak uygulanmıştır. Bu uygulamada kent okullarından belirli bir
tabanın üzerinde yeteneği olan öğrenciler seçiliyor. En çok 15’er kişilik sınıflar
biçiminde, normal okullara bağlı özel sınıflarda özel öğretmenlerle yetiştiriliyorlar.
Bu öğrenciler, belirli öğrenim alanları ve okul etkinliklerini öbür öğrencilerle birlikte
yürütüyorlar. Üçüncüsü, türdeş yetenek sınıfları ve kümeleridir. Bu uygulama da
büyük kent okullarında yapılabiliyor. Okula yeni başlayanlar ölçülüp
değerlendirildikten sonra A., B. Ve C bölümleri adı ile üstün, orta, ağır öğrenen diye
üç kümeye ayrılıyor. Her bölümde, yetenek düzeyine uygun öğretim programı
uygulanıyor. Her okulda uygulanabilecek olanı budur. Bu uygulamalar, şu açılardan
eleştirilmiştir: Öğrenciler, yeteneklerine göre kümelendiriliyor. Oysa zekâ bölümü
rakamının altında, çeşitli düzeylerde gelişmiş özel yetenekler yatıyor. O nedenle
türdeş saydığımız kümeler, gerçekte türdeş değildirler. Örneğin, matematikte başarıyı
belirleyen özel yetenekler, aynı kümede bulunan üç öğrenciden birinde üstün;
ikincisinde orta; üçüncüsünde de ortanın altında bir gelişim gösterebiliyorlar. Zekâ
bölümleri eşit diye bunların üçüne de aynı düzeyde matematik programı uygulanamaz.
O nedenle öğrenciler, başarabilirlerse ancak özel yetenek kümelerine ayrılabilirler.
Dördüncüsü, program zenginleştirmedir. En çok benimsenen ve yaygınlaşan
uygulamalardan birisi budur. Üstün yetenekli öğrenci, yaşına uygun bir sınıfta
bulunuyor.Yalnız, özel ya da gezici öğretmenlerin yardımıyla normal programın
dışında ve üstünde, özellikle ilgi ve özel yeteneklerine uygun konularda daha ileri
düzeyde öğrenim görüyor. Yabancı dil, güzel sanatlar, müzik, teknik, fen bilgileri,
matematik, bunlardandır. Bunlar için gerekli yer ve zaman ayrılıyor. Beşincisi,
bireysel öğretimdir. Özellikle zekâ düzeyleri 180 ve daha yukarı olan çocuklarla çok
üstün düzeyde müzik ve resim gibi alanlarda üstünlük gösterenlerin devlet hesabına
yurt içinde ya da yurt dışında özel öğretmenlerle yetiştirilmesini içeriyor. Altıncısı ise
özel okuldur. Bu da büyük kentlerde ya da ülke çapındaki taramalarla belirlenen, belli
bir yetenek tabanı üstünde olanlar, bu özel okullara alınıp devlet hesabına
yetiştiriliyorlar. Bunlar, gündüzlü, yatılı ya da hem gündüzlü hem de yatılı olabiliyor.
Bizdeki örneği, Ankara Fen Lisesidir. Bu kurumda üstünler, özel programlar ve özel
yetiştirilmiş öğretmenlerle en uygun araç gereç, ve yöntemlerle eğitilme olanağına
kavuşmuşlardır. Bkz. özel eğitim; zekânın derecelendirilişi.
üstün zekâlılık Bkz. zekânın derecelendirilişi.
üst üste binme (interposition) Derinlik algısında monoküler bir ipucu. Önünde
bulunması nedeniyle başka bir nesneyi kapatan bir nesne, ondan daha yakın görünüyor.
üst yapı (super structure) Beslenme, barınma ve iletişim olanaklarından oluşan altyapı
üzerinde gelişen toplumsal yaşamın paylaşılan anlamları, düşünceleri, inançları, değer
yargıları ve ideolojileri; bilim, sanat, müzik, din, eğitim, hukuk, siyasal yapı ve
benzeri kurumlarının tümü.
ütopya (utopia) İnsanların, gizilgüçlerini gerçekleştirdiği, üretken ve mutlu bir yaşam
sürdürdüğü; yasaların, kamu düzeninin kusursuz olduğu bir yer, çağ, toplum ideali,
ileri görüşü. Yunanca “u+topia: Hiçbir yer” ya da “eu+topia: Güzel yer” anlamına
gelen ütopya, Sir Thomas More’un Ütopya adlı yapıtı ile literatüre geçti. Buna göre
din, Marksizm gibi ideolojiler, birer ütopyadır. Psikolojide de açık ya da örtülü
ütopyalar vardır. Psikanalizden davranışçılığa, varoluşçuluğa dek her kuram (ekol),
kendi ütopyasını birlikte getirmiştir. Bunlardan en açık biçimiyle ortaya konulanı, B.
F. Skinner’in Walden Two adlı yapıtıdır. Bkz. distopya.
üvey çocuk düşlemi (foster child fantasy) Çocuğun, anne babasının onun gerçek anne
babası değil; üvey anne babası olduğuna inanması. Bu, çocuklar arasında oldukça
yaygın bir düşlem ya da sanrıdır.
üzgü (unnecessary trouble/saddening) Yersiz ve gereksiz çektirilen ya da çekilen
sıkıntı; cefa, eziyet.
üzgü sabuklaması (delusion of persecution) Bilinçdışı suçluluk ve günahkârlık
duyguları nedeniyle çevresindeki insanların kendine kötülük ve zarar getirecek düzen
ve davranışlar içinde bulundukları inancı.
üzüntü (worry) İstenilen bir şeyin gerçekleşmemesinden ya da olmaması istenen
olaylardan doğan ruh tedirginliği. Bkz. acı.
V
Weber yasası (Weber’s law) Alman psikolog Ernest Heinrivh Weber’in keşfettiği bir
uyarıcı enerjisindeki fark edilebilir en küçük enerji farkının “ancak fark edilebilir
fark’ın), uyarıcı şiddetinin sabit bir kesri olduğu ilkesi. Başka söyleyişle uyarıcıda bir
fark algılamak için gerekli olan değişim miktarının, özgün uyarıcının şiddetiyle doğru
orantılı olduğu yasası. Bu yasa, orta aralıktaki uyarıcıların çoğunda geçerliliğini
koruyor; ancak çok yüksek ve çok düşük şiddetlerde bu yasanın geçerliliği kalmıyor.
Algı psikolojisinde önemli bir yeri olan ve duyumlara ilişkin yargılarımızın göreliğini
belirleyen bu yasanın biraz genişletilmesi, biraz da yorumlanması ile Fechner yasası
oluşmuştur.
Wechsler-Bellevue Ölçeği (Wechsler-Belleue Scale) Yetişkinler için
standartlandırılmış olup ergenlere de uygulanabilen bireysel bir genel zekâ testi
bataryası; W. B. Ölçeği. Dile dayanan ve dayanmayan sorulardan oluşturulmuştur.
Amacı, yetişkinlerin ve ergenlerin güçlü ve zayıf yanları ile genel gelişim düzeylerini
ölçmektir. Dile dayanan ve dayanmayan sorularla tüm test için ayrı ayrı zekâ
bölümleri vardır. Zekâ yaşları ile zekâ bölümleri, alışılagelen yoldan daha değişik
biçimde hesaplanmıştır.
Wechsler okul öncesi ve birincil zekâ ölçeği (Wechsler Preschool and Primary Scale
of Intelligence (WPPSI)) 4-7 yaş arası çocuklarda yaygın olarak kullanılan ve
erişkinlere uygulanan versiyonundaki gibi sözel ve performans olmak üzere iki
bölümden oluşan bir zekâ testi. Bkz. Wechsler yetişkin zekâ ölçeği.
Wechsler yetişkin zekâ ölçeği (Wechsler Adult Intelligence Scale (WAIS)) David
Wechsler’in 1955’te geliştirdiği ve daha sonra güncelleştirdiği, erişkinlere yönelik
bir zekâ testi. Bilgi, karşılaştırma, aritmetik, benzerlik, sözcük dağarı ve
benzerlerinden oluşan sözel; resim tamamlama, blok tasarımı, resim düzenleme,
nesneleri birleştirme ve benzerlerinden oluşan performans olmak üzere iki bölümlü
bu zekâ testi, Stanfort-Binet Testi’ndaki kimi eksiklikleri de giderdiği için oldukça
yaygın biçimde kullanılıyor. Bu testin uygulanışından elde edilen puanlar, sözel ve
performans olarak ayrı ayrı değerlendirilebildiği gibi genel bir IQ ölçümü biçiminde
de değerlendirilebiliyor. Bkz. Wechsler okul öncesi ve birincil zekâ ölçeği.
Wedenski etkisi (Wedensky effect) Belli bir uyarılma düzeyinde, sinir ve kasların hızlı
bir titreşimle hazırlık tepkisi yapması. Bu düzey dışında, yalnızca bir kasılma ile onu
izleyen gevşeme görülüyor.
Weismancılık (Weismannism) Edinilmiş özelliklerin kalıtımla geçmediğini ve genetik
özelliklerin genler aracılığıyla bir kuşaktan sonraki kuşağa aktarıldığını savunan
görüş.
Wernicke alanı (Wernicke’s Area) 1874’te Carl Wernicke ’nin tanımladığı, beynin
baskın yarımküresinde bulunan ve dili yorumlama, anlama yetisiyle belirleyici bir
ilişkisi olduğu anlaşılan bir bölge. Konuşma ve ses bilgileri, işitsel bölgeden
Wernicke alanına ulaşıyor ve burada içerik sözcüklerinin anlamı değerlendirilip
yorumlanıyor. Sonra sözdizimi çözümlenmesi için Broca alanına aktarılıyor. Konuşma
sırasında içerik sözcükleri, Wernicke alanından seçiliyor; bunlara Broca alanında
dilbilgisel eklemeler yapılıyor; daha sonra bu bilgiler, konuşmanın üretilmesi için
beyin kabuğundaki devinimle ilgili merkeze gönderiliyor. Beyinlerinin Wernicke
alanı hasar gören kişiler, duydukları sözleri anlama yetisi ve anlamlı tümce kurma
yetisini yitiriyorlar. Bunlar, konuşmaları dilbilgisine uygun; ama tutarsız ya da
anlamsız konuşuyorlar. Bkz. dil merkezleri; Wernicke söz yitimi.
Wernicke bozukluğu Bkz organsal beyin bozuklukları.
WERNİCKE, Karl (1848-1905) Kendi adıyla anılan birçok beyin hastalığını
tanımlayan Alman nöropsikiyatri ve nöroanatomi uzmanı. Wernicke, Yukarı
Silezya’daki Tarnowitz kentinde doğdu; Dörrbergim-Geratal’da öldü. 1870’te Breslau
Üniversitesi’nde Tıbbı bitererek 1875’te psikiyatri uzmanı oldu. Bir süre özel
çalıştıktan sonra 1885’te Breslau Üniversitesi’nde nöroloji ve psikiyatri doçentliği
görevine başladı. 1890’da profesör oldu. 1904’te Halle Üniversitesi’e geçtikten bir
yıl sonra bir bisiklet kazasında yaşamını yitirdi. Ruh hastalıkları ile beyin hastalıkları
arasında ayrım yapmayan Alman Nöropsikiyatri Okulu’nun önemli temsilcilerinden
biri de Wernicke’dir. Afaziye ilişkin Belirtiler Karmaşası adlı kitabında, duyu ve
devinim merkezlerinin beyindeki yerlerini belirleyerek lokalizasyon kavramının
öncüleri arasına girdi. Kimi kişilerde beynin sağ ya da sol yarımküresinin
egemenliğine dikkat çekerek, yazılı sözcüklerin ya da konuşmaların anlamını
kavrayamama demek olan Wernicke söz yitimini ilk kez tanımlayarak bu hastalığın
sol şakaktaki ilk beyin kıvrımının arka bölümüne rastlayan bir doku bozukluğundan
kaynaklandığını belirledi. Günümüzde yine onun adıyla anılan bir başka hastalık da
akut kanamalı üst boz madde iltihabı olarak tanımladığı Wernicke hastalığıdır.
Bozmaddenin kimi bölgelerindeki dokuların yıkımı sonucu ortaya çıkan hastalık,
özellikle bilinç ve düşünce bozuklukları, istemli hareketlerde düzensizlik, göz kasları
felci belirtileriyle kendini belli ediyor ve en çok süreğen alkoliklerde görülüyor.
Wernicke, arkadaşlarıyla birlikte hazırladığı Beyin Atlası ile beyin anatomisine de
katkı yapmış; yetkin gözlemleriyle klinik nöropsikiyatriye değerli bulgu ve tanı
yöntemleri kazandırmıştır. Başlıca yapıtları: Der aphasische Symptomencomplex,
1874 (Afaziye İlişkin Belirtiler Karmaşası); Lehrbuch der Gebirnkrankbeiten, 3
cilt, 1881-1883 (Beyin Hastalıkları Ders Kitabı); Atlas des Gebirns, 1897-1903
(Beyin Atlası). Bkz. Wernicke bozukluğu; Wernicke sendromu; Wernicke söz
yitimi.
Wetzel ızgarası (Wetzel grid) Boy, ağırlık ve yaş arasındaki ailişkileri gelişim
normlarına bağlı olarak hesaplayıp belirtmeye yarayan araç.
Whitten etkisi (Whitten effect) Ortamda erkek fare bulunmasının, dişi farenin ergenliğe
erken girmesine yol açması.
Whorf varsayımı (Whorfian hypothesis) Konuştuğu dilin, kişinin düşünme ve dünyayı
görme biçimini doğrudan etkilediği savı. Kimi zaman Sapir-Whorf varsayımı da
denilen bu kuramın gerçekte biri zayıf, öbürü güçlü olmak üzere iki biçimi bulunuyor.
Zayıf biçimde, yalnızca dünyaya ilişkin algıların dille biçimlendiği varsayılıyor. Buna
örnek olarak Whorf, Eskimoların kar anlamında kullandıkları sözcükleri gösteriyor.
Kar için tek bir sözcüğün bulunduğu öbür dillerin tersine Eskimolar arasında kar
anlamına gelen çok sayıda sözcük vardır. Whorf’a göre bu, Eskimoların karı, öbür
dillerdekinden farklı görmelerine yol açıyor; Eskimolar, kardaki çok küçük
farklılıkları başkalarından daha iyi algılıyorlar. Güçlü biçimde ise soyut kavramsal
süreçlerin de dilden etkilendiği varsayılıyor. Buna örnek olarak da kimi ilkel
kabilelerin, zamanı göreli olarak değerlendirmesine karşılık, Batı toplumlarının
zamanı, mutlaklaştırması (geçmiş, şimdiki ve gelecek gibi bölümlere ayırması ve sabit
aralıklı bir ölçekte ölçmesi) gösteriliyor. Farklı dil gruplarında renk algılama üzerine
yapılan araştırmalardan elde edilen bulgular, bütün kültürlerin, rengi aynı biçimde
algıladığını gösteriyor. Bu durum, dilin insanların düşünme biçimini “belirlemediğini”
düşündürse de dilin, düşünme biçimini etkilemediğini kanıtlamıyor. Dilin düşünmeyi
tam olarak nasıl etkilediği, henüz açıklık kazanmamıştır. Örneğin, dilin düşünceyi
dolaylı olarak belirlediği; yani dilin kendisini de maddesel koşullarla biçimlendirip
belirlediği rahatlıkla düşünülebilir ve Eskimo örneği, bunu destekleyen bir veri olarak
değerlendirilebilir. Farklı kar biçimleri, dilde buna ilişkin yeni sözcüklerin
oluşmasını sağlıyor; dil de dönüp düşüncenin biçimlenmesinde etken oluyor.
Williams sendromu (Williams syndrome) DNA yapısında, 7 numaralı kromozomdaki
bir genin eksik olmasından kaynaklanan ve çok küçük bir kafa, kalp anormallikleri,
tipik bir yüz anlatımı ve hafif ölçüde zekâ geriliği ile ortaya çıkan bir genetik gelişim
bozukluğu. Bu bozukluk görülen kişilerin birçoğunda otistik davranışlar da
gözlemleniyor.
Wilson hastalığı (Wilson’s disease) Dokularda, özellikle karaciğerde ve merkezi sinir
sisteminde aşırı bakır birikiminden kaynaklanan beyin hasarıyla tanımlanan otozomal,
çekinik kalıtsal bir hastalık. Sarılık, güçsüzlük, titreme, ağır ve tutuk hareketler,
kusma, bunama ve karaciğer yetmezliği, bu hastalığın belirtileri arasında yer alıyor.
Bu hastalığa hepatolentiküler bozulma da deniyor.
Wisc-Çocuklara Özgü Wechsler Bellevue Testi (Wisc-Wechsler İntelligence Scale
for children) Wechsler’in yetişkinlere özgü testinin, 5-15 yaşlar arasındaki çocuklar
için 1949’da hazırlanmış türü.
Wisconsin Genel Test Aparatı (Wisconsin General Test Apparatus (WGTA))
Başlangıçta Wisconsin Üniversitesi’nde bir dizi öğrenme deneyine alınan çeşitli
türden maymunlarda kullanılmak üzere tasarlanan ve değişik biçimleri, çeşitli hayvan
türlerinde kullanılan bir deney düzeneği. Düzenek, içinde bir maymunun barınacağı
bir kafesten ve çeşitli platformlar ile hayvanın kullanabileceği aletlerden oluşuyor.
Wolffian kanalı (Wolffian duct) embriyonda androjenik hormonların etkisiyle gelişip
iç erkeklik organlarına dönüşen yapılar. Kadınlarda ve androjen anormalliği
bulunan kişilerde bu kanallar gelişmiyor.
WOODWORTH, Robert Sessions (1869-1962) İşlevsel akımın önde gelen
temsilcilerinden ABD’li psikolog. Woodworth, Massachusetts Eyaletinin Belchetown
kentinde bir din adamının oğlu olarak doğdu; New York’ta öldü. 1897’de felsefe ve
psikoloji öğrenimi yaptığı Harvard Ünüversitesi’ni bitirdi. Columbia Üniversitesi’nde
iradi davranışlar konusundaki teziyle 1899’da doktorasını tamamladı. 1900’de New
York’ta; 1902’de İskoçya’da Edinburg kentinde ünlü fizyologlarla birlikte
araştırmalar yaptı. 1903’te Columbia Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyeliğine
başladı. 1912’de Almanya’da Wundt’la tanıştı. 1914’te Amerika Psikoloji Birliği
başkanı oldu. 1956’da Amerika Psikoloji Vakfı’nın verdiği ilk Altın Madalya ödülünü
Woodwrth aldı. Psikoljiye işlevselci nitelikli bir yöntem yaklaşımı gösterdi.
Woodwort, temel ilşgi konusu olarak davranışları belirleyen koşulların incelenmesini
seçti. Canlı organizmayı dikkate almadan yalnızca uyaran-tepki açısından davranışı
incelemenin yetersiz olacağını düşündüğü için davranışların çözümlenmesinde içe
bakış yönteminin de kullanılması gerektiğini ileri sürüyordu. Ona göre psikolojide de
öbür bilim dallarında da nesnellik adına gözlemcinin varlığı yadsınamazdı.
Davranışçıların yaptığının tersine gözlemciyi bile bile işin içine sokmak gerekirdi.
Woodworth, davranışın açıklanmasında dürtü ve mekanizma kavramlarının
kullanılmasını da öneriyordu. Son dönemlerinde ise davranış temelli bir güdülenme
kuramı geliştirmeye uğraştı. Kitaplarının önemli bir bölümü psikoloji öğreniminde
temel başvuru kaynağı olmuştur. Başlıca yapıtları: Dynamic psychology, 1918
(Dinamik Psikoloji); Psychology, 192ı (Psikoloji); Contemporary Schols of
Psychology, 1931 (Çağdaş Psikoloji Okulları); Dynamics of Behavior,1958
(Davranışın Dinamikleri).
yabancı kaygısı (stranger anxiety) Bebeklerin, bir yaşına dek yabancıların bulunduğu
ortamlarda ağlama ya da bakıcıya sığınma biçiminde görülen korku tepkileri. Bkz.
ayrılma kaygısı.
yabancılaşma (alienation) Kendi benliğinden, çevresinden, işinden, kendi emeğinin
ürününden uzaklaşma, kendini, ortaya koyduğu verimlerinin bir nesnesi olarak görme.
Yabancılaşma kavramını en geniş biçimde K. Marx açmıştır. Marx’a göre insan, özel
mülkiyetin gelişimiyle birlikte, kendi emeği ile yarattığı ürünü artık, üretim süreci
boyunca denetleyemiyor, üretim sürecinde makinenin bir parçası durumuna geliyor ve
yaşamı boyunca, kendi yarattığı ürünleri elde etme savaşımı veriyor. S. Freud’la K.
Marx’ı karşılaştıran E. Fromm, bu kişilerin yabancılaşmaya ilişkin görüşlerini ortaya
koymuş ve yabancılaşmayla yalnızlaşmayı eş anlamda kullanmıştır. Ona göre,
özgürleşerek bireyleşen insan, yalnızlık ve çaresizlik duygularını yaşıyor. O nedenle
insan, özgürlüğünden kaçmak için savaşım veriyor. Bkz. gereksinimler aşama sırası;
özgürlükten kaçış yaklaşımı (Marx ve Freud’a Göre Temel Gerçekler); varoluşçu
psikoloji.
yabancı ortam tekniği (strange stuation technique) Ainswort’un 1-2 yaşlarındaki
çocuklarda bağlanmanın niteliğini incelemek için geliştirdiği deneysel bir yöntem. Bu
yöntemde küçük çocuklar, her biri duygusal bakımdan biraz daha fazla stres yaratan
bir dizi yabancı ortama bırakılıyor ve çocukların duygusal tepkileri gözlemleniyor.
Örneğin, çocuk önce en az gerilim yaratan ortam olarak, annesiyle baş başa oyun
oynamaya bırakılıyor. Orta derecede gerilim yaratan ortam olarak, anne ile çocuk
oyun oynarken o ortama bir yabancı giriyor. En fazla gerilimli çevre olarak da anne
odadan ayrılıyor ve çocuk, odada yabancıyla baş başa bırakılıyor. Bkz. anne
yoksunluğu sendromu.
yadsıma (denial) Acıdan korunmanın en ilkel yollarından biri olan savunma
mekanizması; inkâr etme, kendini kandırma. Haz ilkesinin etkisinde olan
gelişmemiş benlik, gerçeğin yalnızca haz vermesini istediği için, acı uyandıran
gerçeklerden kaçınıyor. Kaçınamadığında ise, onları yadsıyor, görmüyor, duymuyor.
Güzel, iyi, hoş, tatlı gerçeklerin düşlerini kuruyor. Sevgilisinden istemeden ayrılan
kadın, onunla yeniden buluşmayı düşleyerek mutlu oluyor. Bu mekanizmayı kullanan
kişi, duyduğu yoğun acıyı yok sayıyor. Bilindiği gibi, yaşamın içinde hem acı hem de
hoş olan gerçekler bulunuyor. Bir yetişkinin, gerçeğin acı yönlerini, kurduğu düşlerle
geçiştirip kendini az da olsa, tatsızlıklardan koruması zararsız; dahası, rahatlatıcı ve
umut vericidir. Büyüklerin bu tür düşleri, çocukların oyunlarına benziyor. Oyun
oynarken çocuk da gerçeğin acı yönlerini yadsıma eğilimi gösteriyor. Anne babasının
gezmeye gideceklerini, kendisini götürmeyeceklerini anlayan çocuk, uslu uslu ve bir
daha, bir daha “Siz gidin! Ben korkmam.” diyor. Ne kadar çok söylerse,
söylediklerine kendini o kadar çok inandırmış oluyor. Korkudan ödü koparken
kabadayı kesilen; kadınlardan utanan biri olduğunu saklamak için Don Juan geçinen;
kötü bir olayı, daha önemlisi, bir ölümü unutmak için maça giden, geziye çıkan,
eğlenceye koşan insanlara rastlanıyor. Çocuğunun ölümünü bir türlü kabullenemeyen
anne, çocuğu yolculuğa çıkmış da gelecekmiş gibi, onun evdeki yerini, eşyalarını
olduğu gibi koruyor. Oysa ölüm gerçeği yaşanmışsa ağlamak, yas tutmak doğaldır.
Ölünün sağlıklı yakınları, acılarını yadsımak yerine, yas tutuyorlar; bu, doğal bir
davranıştır. Yeter ki o, süreğen çöküntüye yol açan çözülmemiş yasa dönüştürülmesin.
Şizofrenili hastanın ruhsal belirtileri, bilinçdışı yadsımanın en iyi örnekleridir.
Şizofrenilide dış gerçeklerin yerini, onun iç gerçekleri almıştır. Çünkü güçsüz bir
benlik, gerçeklerin yol açtığı acıdan kurtulmak için, gerçekleri yadsımaktan başka çare
bulamamıştır. Hastabakıcı, şizofrenilinin teyzesi; kapıdaki yabancı, ilk kocasıdır;
kendisi bir peygamber; hastane onun evi; şu adamlar da gizli polistir. Bir yadsıma
biçimi de olumsuzlaştırmaktır. Şu anlatımlar, bu tür yadsımaları dile getiriyor: Şu
anda kendimi iyi hissediyorum sayılmaz. Az fena değil. Rüyamda bir adam gördüm;
ama babam değildi. Pencerede çikolata yiyen kızı görünce içim eridi. Apartmanın
kapısından dalıp kızla sevişmeyi aklımdan bile geçirmedim.
yağmalama (Rowdyism) Gösteri olayları sırasında görülen bireyler arası şiddet ya da
eşya, işyeri ve benzerlerinin kırım ve yıkımı.
ya hep ya hiç ilkesi (all-or-none principle) 1. Bir nörondaki eylem gizilgücünün bir kez
oluşmasından sonra nöronun ya tam güçle tetiklenmesi ya da hiç tetiklenmemesi. Bu
durum, sinir dürtüsünün gücünün, uyarımın gücüne bağlı olmadığını gösteriyor. Sinir
hücresinin tam kapasiteyle tetiklenmesi için uyarım gücü eşiğini aşması gerekiyor.
Örneğin, zayıf bir uyarım, zayıf bir dürtü yaratıyor. 2. Psikolojide davranış
araştırmalarında da 1. açıklamadaki olgu için kullanılan bir ilke. Bir davranış uyarımı
ya tam bir tepki yaratıyor ya da hiç tepki oluşturmuyor.
yakalama refleksi (grasping reflex) Yeni doğan çocukların, ilk 6 ay içinde el ayaları
uyarılınca parmaklarını istemdışı kapamaları refleksi; yakalama tepkesi. Bu aylarda
çocuğun avuç içine dokunma ya da baskı yapma uyarımı, parmakların kapanmasına yol
açıyor.
yakalama tepkesi Bkz. yakalama refleksi.
yakın akraba evliliği Bkz. evlilik.
yakın akraba ile aşk bağları (incestuous ties) E. Fromm’a göre, kişinin başkaları ve
toplumla sağlıklı ilişki kurma yetisinin ketlenmesi ya da gelişmemesi durumunda
annesine, ailesine ya da simgesel olarak onların yerine koyduklarına bağımlı kaldığını
gösteren bağlar.
yakın akraba ile sevişme (incest) Yakın kan bağı taşıyanlar arasında yasayla ya da
gelenekle yasaklanmış olan cinsel ilişki; ensest tabusu, hısımla sevişme, yasak aşk.
Yasak aşka bağlı akrabalık derecesi toplumdan topluma değişse de hemen bütün
kültürlerde yasak aşk kavramı vardır. Yasak aşkın kapsamı yasayla belirlense de
kardeş–kardeş, baba–kız, anne–oğul ilişkisi, hemen bütün kültürlerde yasak edilmiştir.
Kimi ülkelerde çocuğun 16 yaşından küçük olması durumunda konu, yasak aşk olarak
değil, çocuk sömürüsü (çocuk istismarı) sayılıyor. Yasak aşkın en sık görüleni baba–
kız ilişkisidir. Bu tür olaylarda çoğu kez bedensel ve toplumsal açıdan daha güçlü
olan babanın, ağabeyin, zayıf olanı ilişkiye zorladığı görülüyor. Bu ilişki, kız çocuğu
üzerinde travmatik (derin, sarsıcı, zedeleyici, örseleyici) ruhsal etkiler bırakıyor. Bkz.
yakın akraba ile aşk bağları; yakın akraba ile sevişme düşlemi; yakın akraba ile
sevişme engeli; yakın akraba ile sevişme yasağı.
yakın akraba ile sevişme düşlemi (incest fantasy) Psikanalize göre, çocuğun karşı
cinsten anne babasıyla cinsel ilişki kurma isteği. Bu istek, düşlerde ve düşlemlerde
ortaya çıkıyor ve erkek çocukların anneye yönelik mastürbasyon etkinliklerinde
özellikle yaygınlık gösteriyor. Bu ise iğdiş edilme kaygılarının güçlenmesine yol
açıyor. Bkz. Oedipus karmaşası; iğdişlik karmaşası.
yakın akraba ile sevişme engeli (incest barrier) Psikanalize göre, yasak aşk yönelimli
dürtü ve düşlemlere karşı, gizil dönemde geliştirilen benlik savunmaları. Toplumsal
yasaların ve geleneklerin içe yansıtılmasının sonucu olan bu engel, kişinin libidosunu
kendi anne babasından kurtararak dış nesnelere yöneltmesine olanak sağlıyor.
yakın akraba ile sevişme yasağı (incest taboo) Bir kültürde yakın akraba olan kişiler
arasındaki cinsel ilişki yasağı; ensest tabu. Yakın geçmişte, bu yasağı açıklayan
kalıtımsal, toplumsal ve psikanalitik kuramlar geliştirilmiştir. Örneğin, biyolojik
yaklaşım, bu tabunun uyumsuz, hastalıklı genlerin toplumda çoğalmasını ve bunun
sonucu olarak türsel yozlaşmayı önlemeyi hedeflediğini savunuyor. Toplumsal
yaklaşıma göre yasak aşk, çocuğu, hazır olmadığı bir çağda bir yetişkin statüsüne
sokuyor ve onun toplumsallaşma sürecinde bir sapma yaratıyor. Ayrıca yetişkinin anne
babalık statüsündeki yapısal toplumsal gücü, kendi amaçları yönünde kötüye
kullanılıyor ve yasak aşk, aile içindeki otorite ilişkilerinde çarpıklığa yol açıyor.
Fredud’a göre ise aşk tabusu, ilk baba katline karşı bir tepki anlamı taşıyor. Bu tabu,
babalarını katlederek evdeki kadınlara el koyan erkeklerin, bu felaketin bir gün kendi
başlarına da gelebileceği korkusuyla koydukları yasaktır. Bkz. yakın akraba ile
sevişme.
yakın bellek (immediate memory) Çok kısa bir süre önce öğrenilmiş olanı anımsama.
yakından uzağa gelişim (proximodistal development) Vücudun merkeze yakın
bölümlerinin uç bölümlerinden daha önce gelişimi. Örneğin, bebekler, omuzlarını
denetlemeyi el ve parmak hareketlerinin denetiminden önce öğreniyorlar.
yakın dostluk ve arkadaşlık Bkz. insanın sekiz çağı ((6)Yalnız Kalmaya Karşı
Yakınlaşma Duygusunun Gelişimi).
yakın etki (near effect) 1. Golstein’e göre, yersel yakın etki: Uyaranın uygulandığı
noktaya olan uzaklığına göre, ilişkili sinir sisteminin uyarılma derecesi. 2. İşlevsel
yakın etki: İlişkili sinir bölgesine uygun düşüp düşmemesi açısından bir uyaranın
tetikleyebildiği uyarma gücü.
yakın gelişim zonu (zone of proximal development) Kişinin düzeyinin hemen üstündeki
gelişim düzeyi. Rus psikolog Lev Vygotsky’e göre, öğrenmeyi destekleyen çevre.
Yakın gelişim zonu, çocuğun kendi başına davranmasıyla gerçekleşen gelişim düzeyi
ile daha bilgili olan erişkinlerle etkileşimi sonucu gerçekleşebilecek gelişim düzeyi
arasındaki farkı gösteriyor.
yakınlaşma duygusunun gelişimi Bkz. insanın sekiz çağı (6)Yalnız Kalmaya Karşı
Yakınlaşma Duygusunun Gelişimi).
yakınlığı koruyucu davranışlar Bkz. bağlanma.
yakınlık (affiliation) İlişki kurma gereksinimi; insanlarla karşılıklı bağlılığa, dostluğa,
arkadaşlığa ve sevgiye dayalı ilişkiler kurmaya yönelik temel, toplumsal bir dürtü.
Bkz. insanın sekiz çağı ((6) Yalnız Kalmaya Karşı Yakınlaşma Duygusunun
Gelişimi); yakınlık davranışı; yakınlık gereksinimi; yakınlık ilkesi; yakınlık
dürtüsü; yakınlık yasası.
yakınlık davranışı (affiliative behavior) İnsanlar arasındaki yakınlaşmayı kolaylaştıran
davranışlar.
yakınlık gereksinimi (need for affiliation) H. Murray’a göre, dostluk kurma, güç
desteği, yakınlık, arkadaşlık ve benzeri gereksinimler.
yakınlık ilkesi (proximity principle) 1. Yakınlık yasası. 2. Sosyal psikolojide,
insanların birbirine bedensel anlamda yakın oluşlarının, birbirinden hoşlanmalarına
yol açan bir etken olduğu savı.
yakınlık dürtüsü (affiliative drive) Dostluk, bağlılık, başkalarıyla güvene dayanan
ilişkiler kurma dürtüsü; örgütlenme, toplumsal birlikteliklerden zevk alma eğilimi.
Yakınlık, duygusal güvenliğin temel dayanağı olarak görülüyor. Bunun eksikliği,
insanların çoğunda yitiklik, kaygı, engellenmişlik duyguları yaratıyor. Normal bir
insanda yalnızlık duygusundan daha olumsuz bir duygunun olmadığı söylenebilir. Bkz.
yakınlık.
yakınlık yasası (law of proximity) Bir Gestalt düzenleme yasası. Buna göre, birbirine
en yakın olan öğeler, şekilde görüldüğü gibi, nitelik açısından farklı olsalar bile aynı
gruba aitmiş gibi algılınıyorlar.
Yakınlık Yasası
yanılsamalı korelasyon (illusory correlation) İki ayrı olgu arasında bir ilişki
olmamasına karşın, bir ilişki varmış gibi algılanması ya da var olan zayıf bir ilişkinin
abartılması; yanılsamalı bağlılaşım Böyle ilişki algıları genellikle sterotipler ve
önyargıların oluşumunda ve sürdürülmesinde önemli bir etken oluyor.
yankı belleği (echoic memory) Ses bilgilerinin kaydedilmeden geçici olarak saklandığı
düşünülen varsayımsal bir algı merkezi. Bu bellek, yüksek düzeyli işlem
mekanizmalarının yararlı bilgileri çıkarması için gereksinim duyulan süre boyunca
duyusal bilgileri saklama işlevi görüyor. Görsel modalitedeki ikonik bellek karşılığı
olan bu bellek, birkaç saniyeden fazla sürmüyor. Bkz. duyu belleği.
yankıca (echolalia) Başka birinin kullandığı söz ya da tümceleri anlamsız olarak yankı
gibi yineleme; ekolali.
yankı tepkisi (eco reaction) Konuşmayı yeni öğrenen çocukların, anlamının bilincinde
olmadan anne babalarının söylediklerini yineleme çabaları.
yankıyla yön belirleme (echolocation) Büyük nesne ya da engellerden gelen ayak
sesleri, trafik gürültüsü gibi yankılara dayanarak bu nesnelerin yönünü ve uzaklığını
belirleyebilme yetisi; yüzle görme. Özellikle görme engellilerde çok gelişen bu yeti,
yüksek frekanslı ses dalgaları yayarak nesnelerin yüzeyinden geri dönen bu ses
dalgalarıyla yön ve uzaklık belirleyen yarasa görüşüne benziyor.
yanlılık (bias) 1. Yargıyı, değerlendirmeyi etkileyen; ama etkilememesi gereken bir
eğilim; önyargı. 2. İstatistikte belli bir yöndeki hata; eksik ya da popülasyonu temsil
etmeyen bir örneklemden elde edilen verilerin hatalı, yanıltıcı sonuç verme eğilimi;
gözlemlenen sonucun, gerçek sonuçtan sapma eğilimi; araştırma ya da deneyin hatalı
bir sonuç vermesine yol açan her türlü sistemli hata. 3. Kişilik testleri, zekâ testleri
gibi testlerin, belli kişi ya da grupların öbürlerinden farklı bir sonuç vermesine yol
açacak özellikler sergilemesi ve bu farklandırmanın, testin temel amacıyla ilgisi
olmayan özelliklere dayanması.
yanlı örneklem (biased sample) Araştırma ya da deneyde örneklem olarak belli kişi,
grup, olay ya da öğelerin öbürlerinden daha büyük bir şansa sahip olması sonucu elde
e d i l e n örneklemin, genelleme yapılması amaçlanan popülasyonu temsil eden
özelliklerden yoksun olması. Bu durum, elde edilen sonucun popülasyona
genelleştirilmesini olanaksızlaştırıyor.
yanlış bilgilendirme etkisi (misinformation effect) Bir olaya tanıklık edip bu konuda
yanıltıcı bilgiler aldıktan sonra, bu yanıltıcı bilgileri olaya ilişkin anılarıyla
bütünleştirme eğilimi.
yanlış inanç testleri (false belief tasks) Zekâ kuramı araştırmalarında çocukların
inançl a r l a davranışlar arasındaki ilişkiyi gerçekten anlayıp anlamadığını;
başkalarının gerçekliği nasıl algıladığını kavrayıp kavramadığını belirlemeyi
amaçlayan bir dizi test.
yanlış negatif Bkz. yanlış olumsuz.
yanlış olumlu (falsepositive) Olumlu gibi görünen; ancak gerçek durumu yansıtmayan
bir sonuç; gerçekte testin ölçtüğü özelliklere sahip olmayan; ama sahipmiş gibi sonuç
veren. Örneğin, üniversiteye giriş sınavında, sınava dayanarak başarılı olması
beklenen ve üniversiteyi kazanan; ancak başarılı olamayan bir öğrenci. Ya da gerçekte
gebe olmayıp, gebelik testi gebeymiş gibi sonuç veren. Bkz. yanlış olumsuz.
yanlış olumsuz (false negative) Olumsuz gibi görünen; ancak gerçek durumu
yansıtmayam bir sonuç; gerçekte testin ölçtüğü özelliklere sahip olmasına karşın, o
özelliklere sahip değilmiş gibi sonuç veren. Örneğin, üniversiteye giriş sınavında,
sınava dayanarak başarısız olması beklenen ve üniversiteyi kazanamayan; ancak,
gerçekte bir üniversiteyi kazanmış olması durumunda başarılı olacak olan bir öğrenci.
Ya da gerçekte gebe olup da gebelik testi, gebe değilmiş gibi sonuç veren. Bkz. yanlış
olumlu.
yanlış pozitif Bkz. yanlış olumlu.
yanlış tepki (false reaction) Bir deneyde uyaran karşısında beklenen ve uygun olandan
başka biçimde ortaya çıkan bir tepki.
yanlış yapma, başarısız olma korkusu Bkz. bilişsel öğrenme.
yan lop (parietal lobe) Beynin ön üst bölümünün iki yanında bulunan ve sıcaklık,
dokunma, derinlik, büyüklük, yön, perspektif ve benzeri algıları, duyu uyarıcılarını
yorumlama, dikkat, konuşma, yazma, bellek gibi işlevlerde ağırlıklı bir etken olan
loplar. Sağ yanın hasar görmesi, yeni, hatta bilinen yerlerde yol bulmakta zorlanma
gibi görsel-yersel kusurlara; sol yanın hasar görmesi ise sözlü ve yazılı anlatımı
anlama yetisinin bozulmasına yol açıyor. Bkz beyin; loplar.
yan öğrenme Bkz. rastgele öğrenme.
yansıca (echopraxia) Başkalarının hareket ve davranışlarını anlamsız olarak yineleme.
yansılama Bkz. taklit.
yansımalı özdeşim Bkz. özdeşim.
yansıtıcı test (projective test) Kişinin, belirsiz, çok farklı biçimlerde yorumlanabilecek
uyarımları kendi özellikleri, davranış eğilimleri, bilinçdışı korkuları, istekleri,
düşlemleri, beklentileri ve başka eğilimlerine göre algılayıp yorumlayacağı ilkesine
uygun olarak mürekkep lekeleri, belirsiz şekiller, eksik tümceler, oyun araçları gibi
gereçlerle yürütülen ve bir ölçüde formatsız olan kişilik testlerinin ve klinikte tanı
amaçlı test tekniklerinin ortak adı. Bu tür test tekniklerini standartlaştırma çabaları;
Rorscach testi, tematik değerlendirme testi ve başka tekniklerde olduğu gibi, büyük
ölçüde öznellik içermeleri, bilimsel geçerlik ve güvenirlikten yoksun olmaları gibi
nedenlerle, yoğun eleştirilere uğrasalar da bunlardan önemli sonuçlar da elde
ediliyor. Bkz. psikolojik testler.
yansıtıcı yöntem (projective technique) Belirli bir tepkiyi tetiklemeyecek nitelikteki
örtülü ve türlü yorumlara elverişli durumlarda da uyaranlar karşısında kişinin yaptığı
tepkileri yorumlayarak güdü, duygu, tutum gibi sürekli kişilik özelliklerini tanıma
yöntemi. Bkz. yansıtıcı test.
yansıtımca Bkz. paranoya.
yansıtımca çıldırısı Bkz. paranoya.
yansıtımcalı Bkz. paranoid.
yansıtımcalı kişilik Bkz. paranoid kişilik bozukluğu.
yansıtımcalı usyarılım Bkz. paranoid şizofreni.
yansıtma (projection) Gerçeğin yeterince tanınmaması sonucu ortaya çıkan ilkel
savunma mekanizması; projeksiyon. Bebeklik döneminin olağan savunma biçimi olan
bu mekanizmaya gerçekleri değerlendiremeyen bir benliğe sahip olan yetişkinler de
başvuruyorlar. Kendilerinde kaygı yaratan dürtülerini dıştaki bir varlığa, duruma
yansıtarak, yaşadıkları kaygıyı dindirmeye çalışıyorlar. Yansıtma, paranoid hastaların
bilinçdışı olarak kullandığı temel savunma biçimidir. Paranoid kişi, kendi
bilinçdışındaki olumsuz, başkalarınca onaylanmayan isteklerin, başkalarına ait
olduğunu ileri sürerek, bu isteklerin kendisinde yarattığı acıyı ortadan kaldırmaya
çalışıyor. İçindeki saldırgan dürtüler nedeniyle benliğinde kaygı yaşayan kişi,
saldırgan düşüncesini bu bilinçdışı mekanizma ile başkasına yansıtınca, geçici bir
rahatlık sağlıyor. Örneğin, karısını yok etmek istediği için dayanılmaz bir suçluluk
duyan koca, bu isteğini bastırıyor. Eyleme dönüşmesi yasak olan, olumsuz karşılanan
bu istek daha sonra, suçlanılmayan bir düşünce biçiminde bilince çıkıyor: “Karım,
beni zehirlemek istiyor. O nedenle artık onunla yaşayamam.” Bu durumda, onu kimse
suçlamayacağı gibi, olayı duyanlar kendisine hak veriyor; eşini suçlu olarak
görüyorlar. Herkesin namussuz, cinsel sapık, yalancı olduğunu öne sürenler, kendi
içlerindekini çevrelerindekilere kusan kimselerdir. Herkes ahlaksız olunca, onlar
temize çıkmış oluyorlar. Paranoid kişinin, hastalığına özgü bir yeteneği de vardır.
Suçladığı kişinin, o var olduğunu öne sürdüğü eğilime alt yapı oluşturabilecek
özellliklere sahip olduğunu duyumsuyor ve pireyi deve yaparak onları ortaya
getiriyor. Eğer, karısının kendisini zehirleyeceğini ileri sürmüşse, karısının
davranışlarında öldürme eğilimine tanık olmasa da itici bir tutumun, öfke duygusunun
varlığını gözlemlemiştir Zaten herkeste, çocukluktan kalma, bastırılmış cinsel ya da
saldırgan istek ve eğilim kırıntıları vardır. Paranoidin, bu devleştirme yeteneği, kendi
bilinçdışını hem çok iyi kestirmesinden hem de bilmek istememesinden kaynaklanıyor.
Kimi sağlıklı insanlar da bu savunmaya başvurabiliyor. Örneğin, sabah kalktığında
kişinin tersliği üzerinde ise ona buna çatabiliyor; çevresindekileri azarlayabiliyor,
suçlayabiliyor. Bu durumda ters olan onlar mıdır, yoksa bu suçlayan kişi mi? Bkz.
paranoya; yansıtmalı değerlendirme; yansıtmalı oyun; yansıtmalı özdeşim.
yansıtmalı değerlendirme (reflected appraisal) Kişinin kendine ilişkin
değerlendirmesini, başkalarının onu nasıl değerlendirdiklerine ilişkin algısına
dayandırarak biçimlendirme.
yansıtmalı oyun (projective game) Çocuğun kendi seçtiği oyuncaklarla kurallarını
kendisinin koyduğu oyunları oynayarak sorunlarını, kaygılarını ve düşlemlerini dışa
vurmasını sağlayan bir tedavi tekniği. Bkz. oyun; oyunla tedavi.
yansıtmalı özdeşim (projective identification) Melanie Klein’in belirlediği ve aile
dinamiği incelemeleri sonucunda varlığını ortaya koyduğu bir savunma mekanizması.
Kimi çocuklar, kendi zihinlerinde geliştirdikleri anne baba özelliklerini kendi anne
babalarına yansıtıyor, bu özellikleri onlarda varsayıp anne babalarıyla buna göre
özdeşleşiyorlar. Örneğin, kendi annesinin, olduğundan daha güçlü olmasını isteyen
çocuk, o özellikleri annesine yansıtarak, annesini öyle algılıyor ve onun bu yansıttığı
özellikleriyle özdeşleşiyor. Aynı yansıtmalı özdeşim, babayla da
gerçekleştirilebiliyor. Yansıtılan şey, benliğin ya da nesnenin kabul edilemez, acı
verici, tehlikeli bir bölümü olabileceği gibi, değer verilen bir özelliği de olabiliyor.
Anc a k, basit yanstmadan farklı olarak burada kişi, yansıtılan şeyi tümüyle
yadsımıyor. Kişi, kendi duygu ve dürtülerini fark ediyor; ancak bunları başkalarına
yönelik akla, mantığa uygun tepkilere bağlıyor. Başlangıçta başkalarında olduğuna
inandığı duyguları sıklıkla kamçılıyor; bu da ilk tepkinin kimden geldiğini
netleştirmeyi zorlaştırıyor.
yansıtma testleri Bkz. yansıtıcı test.
yansız hata Bkz. rastgele hata.
yansız kestirim (unbiased estimate) Temsil yeteneği bulunan (yansız bir örnekleme
dayalı olarak formüle edilen) bir kestirim; örneklem dağılımının ortalamasının,
popülasyon ortalamasına eşit olması; tarafsız tahmin. Bkz. yansız varyans
kestirimi.
yansız kestirim değeri (unbiased estimotor) Beklenen değeri, hesaplanan parametreye
eşit olan istatistik.
yansızlaşma Bkz. ruhsal-cinsel gelişim kuramı.
yansızlaştırılmış ve bağlanmış enerji Bkz. yüceltme.
yansızlık 1. (neutrality) Özellikle çeki şmeli toplumsal konularda yan tutmama tutum ve
durumu. Yansızlık nesnellik demek değildir. Nesnellik, mantıksal sonuçlara varmada
öznel yargılardan uzak kalmak için kanıt sağlama anlamını taşıyor. Oysa yansızlık,
yalnızca yan tutmamaktır. 2. (impartiality) Önceden verilmiş kararları göz önünde
tutmadan, gerekli bütün veriler hesaba katılıncaya dek bu konu ya da soruna ilişkin
yargısını sabırla erteleyen bir tutumu; tarafgir davranmama. Hem öğrenme hem de
öğretme tutumu olan bu tutum, köklü kanıların ya da bağlılıkların bırakılmasını
gerektirmiyor; ama bunların dürüstçe belirtilmesini ve yeniden gözden geçirilmesi
isteğini gerektiriyor.
yansızlık ve değersizlik duygusu Bkz. insanın sekiz çağı (6) Yalnız Kalmaya Karşı
Yakınlaşma Duygusunun Gelişimi).
yansız tahmin Bkz. yansız kestirim.
yansız varyans kestirimi (unbiased estimate of variance) Küçük bir örneklemde, aşırı
yüksek ya da düşük puanların pek bulunmadığı; bunun da varyansın, olduğundan küçük
çıkmasına neden olduğu varsayımı ile varyans hesabında denklemde N yerine N-I
kullanılarak yapılan düzeltme; tarafsız varyans tahmini. Bkz. varyans analizi.
yapan-gözlemleyen etkisi Bkz. yapan-gözlemleyen önyargısı.
yapan-gözlemleyen önyargısı (actor-observer bias) Gözlemcilerin, kendi
davranışlarını dış nedenlere (koşullara; başkalarının davranışlarını ise iç nedenlere
(kişiliğe)) bağlama eğilimi. Bkz. ruh sağlığı (Ruh Sağlığı Yerinde Bir Kişinin
Nitelikleri).
yapay (artifact) 1. Doğal olmayan, normalde vücutta bulunmayan. 2. Sıklıkla dışsal bir
etkenden kaynaklanan ve gerçekliği yansıtmayan rastlantıya bağlı bir sonuç. Bkz.
yapay ayıklama; yapaycılık; yapay sinir ağı; yapay yaşam; yapay zekâ.
yapay ayıklama (artificial selection) İstenen özellikleri taşıyan bitki ve hayvanların, bu
özellikleri gelecek kuşaklarda da geliştirmek üzere insanlarca seçilerek
çiftleştirilmesi ve üretilmesi; yapay seçme. Bkz. doğal ayıklama.
yapaycılık (artificialism) Piaget’nin işlemsellik öncesi evrede bulunan çocuklara özgü
benmerkezcil düşünme biçiminin tipik özelliği olarak değerlendirdiği dünyayı ve
olayları insanların yarattığını; buna bağlı olarak güneşin doğuşu, yağmur, rüzgâr gibi
doğal olayların insan yapımı olduğunu düşünme eğilimini karşılamak üzere kullandığı
terim.
yapay seçme Bkz. yapay ayıklama.
yapay sinir ağı (artificial neural network (ANN)) Aralarındaki ilişki nedeniyle
karmaşık şeyler yapabilen basit ağ birimleri. Öğrenme konusunda, geleneksel,
simgesel yaklaşımlardan daha beyinsel olan ve her biri farklı öğrenme kurallarını
içeren olası birçok modele sahip bulunan bir inceleme yaklaşımı. Bkz. bağlantıcılık;
sinir ağı.
yapay yaşam (artificial life) Biyolojik olguların dayandığı temel dinamik ilkeleri
soyutlamaya çalışarak ve bu dinamikleri, bilgisayarlar gibi başka fiziksel ortamlarda
yeniden üretip yeni deneysel manipülasyon ve deneme türleri için kullanarak yaşamı
anlamaya çalışan bir inceleme dalı.
yapay zekâ (TOTE) “Test-Operate-Test-Exit’in (Test et-İşlem yap-Test et-Çık’ın)
kısaltılmışı. Felsefe, psikoloji, nöroloji, bilgisayar mühendisliği, robot bilimi ve
linguistik gibi birçok alanı içine alan ve algı, öğrenme, kavrama, düşünme, akıl
yürütme, sezgi ve tasarlama gibi insan zekâsına özgü davranışlar gösteren
bilgisayar yazılımı, robot tasarımı gibi konuları inceleyen bilimsel alan; bu biçimde
ortaya çıkan ürün. Bilişsel algoritmaların çoğunda bulunduğuna inanılan tipik
düzenleme. Bu düzenlemede “Test et” bölümleri, iki farklı modalite yaşantısı
arasında bir test yaparken “İşlem yap” bölümü, ilk testin sonucuna dayanan işlemleri
yürütüyor; “Çık” bölümü ise gerekli koşulun sağlanması durumunda işlemleri
bitiriyor, başka bir işlem yapıyor ve test modundan çıkıyor. Örneğin, dünden kalan
çorbanın tadına bakan kişi (test), çorbanın soğuk olduğunu görüyor ve çorbayı yanan
ocağa koyuyor (işlem); arada bir ısınıp ısınmadığını denetliyor ve yeterince ısındığı
kanısına varınca (test) ocağı kapatıyor (Çıkış). Bu model, davranışın, geridenetim
yoluyla sonraki davranışları etkileyen bir davranış modeli olarak görülüyor. İlk yapay
zekâ araştırmalarında insanın bilişsel modellerinden kaçınılırken, beynin çalışmasına
ilişkin teoremlere dayanan bağlantıcılık geliştikten sonra bu yönelim de değişti. A.
M. Turing, kendisini oluşturan parçalardan çok daha karmaşık bir makine
tasarlanabileceğini kanıtladı. Günümüzdeki satranç programlarından kimileri, insan
satranççıların çoğundan daha iyi oynayabiliyor. Günümüzde bilgisayar mühendisleri
ile biliş psikologları, yakın bir işbirliği içinde çalışıyorlar. Yapay zekâ yaklaşımının
biliş psikolojisinde algı, bellek, düş gücü, düşünme ve sorun çözme gibi çok çeşitli
uygulama alanları vardır. Bu iki alandan birinde oluşturulan bir model ya da elde
edilen bulgular, öbüründe de rahatlıkla uygulanabiliyor. Kimi otoriteler, yapay
zekânın, insanın düşünme becerisiyle karşılartırılamayacağını savunarak yapay zekâ
modellerine karşı çıkıyorlar. Yapay zekâyı savunanlara yönelik eleştirilere, Çince
odası iyi bir örnektir. Bkz. biliş bilimi; bilişsel psikoloji; simgecilik; Turing testi;
zekâ.
yapı 1. (structure) a. Biyolojide, bir canlıda maddi parçaların bileşimi, karşılıklı yer
ilişkileri ve özelliği. b. Tümcenin, zihnin, vücudun, toplumun yapısı gibi genel,
karmaşık bir yığının, grubun parçalarının düzeni, sırası. Bkz. görev; işlev; süreç. c.
Gestalt psikolojisinde, parçaların yer olarak birbirine bağlılığı bakımından düzenli
bir bütünün ya da birimin özelliği; Gestalt’ta bütünlük. Sistemde akılsal düzen; örgütte
parçaların rol ve göreve göre düzenlenmesi gerekiyor. Bkz. aralarında işlevsel bir
ilişki olmayan birimler grubu; yığın. 2. (constitution) a. Canlının bedensel ve
yaşamsal güçlerinin toplamı sayılan vücut yapısı. b. Canlının zihinsel güçleri ile
özyapı özelliklerinin toplamı sayılan ruhsal yapısı; yaradılış. c. Canlının bedensel ve
ruhsal özelliklerinin, özellikle beden yapısı, boy, vücut biçimi, hastalıklara karşı
dayanıklılığı gibi kalıtımsal özelliklerinin tümü. Beden yapısı; kişilik ve mizaç ile
karıştırılmamalıdır. Bkz. geotip (gen tipi). ç. Bir nesneyi, kavramı ya da her türlü
veriyi tipik olarak oluşturan, birbiriyle ilişkili etkenler, parçalar, öğeler grubu. Bkz.
yapıcı düşünme; yapıcılık duygularının gelişimi; yapı çözümlemesi; yapı değişimi;
yapı geçerliği; yapılandırmacılık; yapım-yıkım; yapısal aile tedavisi; yapısal
bozukluk; yapısalcılık; yapısal gecikme; yapısal geçerlik; yapısal gerilim; yapısal
görüş; yapısal iletişim; yapısal kuram; yapısal model; yapısal psikolji.
yapı analizi Bkz. yapı çözümlemesi.
yapıcı düşünme (constructive conflict) Yeni vargı ya da yargılara yol açan düşünme
biçimi ve onun sağladığı buluşlar. Bkz. yaratıcı düşünme.
yapıcılık duygularının gelişimi Bkz. insanın sekiz çağı ((4) Yetersizlik Duygusuna
Karşı Çalışma ve Yapıcılık Duygularının Gelişimi).
yapı çözümlemesi (patter analysis) İstatistikte, örneğin, yetenek gibi ortak bir
değişkenin ölçümünde bir aşama olarak, ölçüme konu olan maddelerin gruplar halinde
bir araya getirilmesi için kullanılan bir teknik; yapı analizi.
yapı değişimi (mutation) Bir genin yapısında kendini başka bir biçimde yenileyen
değişimin birdenbire ortaya çıkması; mutasyon, değişinim.
yapı geçerliği Bkz. geçerlik.
yapılandırmacılık (costructivist learning) Yaşamın sürekli değiştiğini; bu nedenle her
şeyin her durumda yeniden yapılandırılması gerektiğini savunan, pragmatik felsefeyi
temel kabul eden düşünürlerin öğrenme - öğretme yaklaşımı. Sönmez’in vurguladığı
gibi “insan da sürekli olarak hem biyolojik hem de kültürel açıdan” değişiyor (1993).
Gerçek bu olunca insan, daha önce öğrendiklerini, aynı olay, olgu, nesne için bile
daha sonra kullanamıyor. Çünkü hem o olay, olgu, nesne hem de insan değişmiş
oluyor. O nedenle kişi, elde ettiği her bilgiyi yeniden yapılandırmak zorundadır.
Kişinin elde ettiği bilgi, çevresindeki yaşantılarına göre oluşuyor; bu bilginin
doğruluk özelliği de gittikçe güçleniyor. Buna göre, değişen bir gerçekte mutlak,
değişmez bir doğru da yoktur. Gerçek de onunla ilişkili yaşantılarla oluşuyor.
Gerçeğe anlam ve değeri insan yüklüyor. Anlam yüklemediğimiz bir gerçek, bizim için
yoktur. Öyleyse gerçeği ve bilgiyi insan oluşturuyor. Gerçeğe, edindiğimiz
yaşantılarla bakıyoruz; gerçeği onlarla anlıyor, yorumluyor ve kullanıyoruz. “Bilginin
yeterince kanıtlanmış olması, yaşayabilirlik kavramıyla” açıklanabiliyor. Bir
bilginin yaşıyor olması, yaşaması, ona ilişkin kuramların, ilkelerin, modellerin,
kavramların geçerli ve kullanışlı olmasına; belli sorunları çözmede işe yaramasına
bağlı bulunuyor. Oysa gerçek ve bilgi, objektivizmde insanın dışında ve ondan
bağımsızdır. Bilgi, bu dışsal gerçeklikten, insanın içsel gerçekliğine geçiş yapıyor.
Doğru bilgi, insanın, gerçeğin niceliğine ve niteliğine uygun olarak elde ettiği bilgidir.
Bu, doğrunun kişiye göre değil; gerçeğe göre olduğunu gösteriyor. İnsan, bilgiyi
gerçeğe empoze etmiyor; bilgiyi insana gerçek empoze ediyor. Sönmez’e göre
“yapısalcılık, Dewey’nin felsefesine ve eğitim anlayışına; Piaget ve Vygotsky’nin
insanın biyolojik, kültürel, toplumsal ve dilsel gelişimi ile ilgili ilkelerine; Bruner ve
Ausubel’in öğrenme konusundaki görüşlerine dayandırılabilir.” Öbür insanlardan
farklı olmaları nedeniyle her insan, yaşama farklı bakıyor. Bilgi edinmede, gerçeğe
ulaşmada herkes için genel geçer bir yöntem ve teknik de bulunmuyor. Herkes farklı
strateji, taktik, yöntem ve teknik kullanarak farklı bilgiler elde ediyor. Bu, gerçeği ve
doğruyu yok saymak değildir; gerçek ve doğru vardır ve herkes onlara edindiği
yaşantılarla bakıyor ve ulaşıyor; yeni yaşantılar edindikçe onları yeniden oluşturuyor.
Bu durum, yaşam boyu sürüyor. Onun için eğitim, yalnızca okulda gerçekleşmeyip
yaşam boyu sürüyor. Eğitimde bu nedenle önemli olan, çok bilgi edinmek değil;
bilgiyi elde etme yolunu öğrenmektir. Çünkü yöntem, bilgiye oranla daha yavaş
değişiyor. Bunun sonucu olarak kişiye bilgi aktarılacağına, bilgiyi elde etme yol ve
yöntemlerini öğrenebileceği zengin ortamlar hazırlamak gerekiyor. Kişi, yaşamda
sürekli olarak sorunlarla karşılaşıyor. Onlarla ilgili yaşantılarından geçerli ve
güvenilir olanları, benzer sorunların çözümünde kullanıyor. Bunlar, geçerli yaşantılar,
kuramlar, yöntemler ve şemalardır. Genel ve esnek olması gereken bu öğeler, öbür
yaşantı, kuram ve şemalarla birleşip bütünleşiyorlar; ancak bunların kullanımı, eninde
sonunda sorun yaratıyor ve denge bozuluyor. Kişi yine yeni yaşantılar ediniyor ve
geçerli yeni şemalar, kuramlar oluşturuyor. Bu süreç sonlanmaksızın sürüp gidiyor.
Denge bozulduğunda bireyin davranışları şunlar oluyor: (1) Yapılandırmayı
benimsemiş olan kişi, yaşantılarında, bilgi ve becerilerindeki eksik ve yanlışları
belirliyor ve onları giderip soruna yeniden bakıyor; bu işi, sorunu çözene dek
sürdürüyor. (2) Yapılandırmayı benimsemeyenler ise doğru yanıtı, başvurduğu
otoriteden bekliyor; onun dediklerini yapıyor ya da çaresizliğe düşüp hiçbir iş
yapmıyor. Ön öğrenmeler, hazırbulunuşluk düzeyi, içinde bulunduğu kültürel
(toplumsal, ruhsal, politik) ortam, kişinin gerçeğe bakışını, bilgi edinme sürecinde
etken oluyor. Bilgiler, her kültürde farklı biçimlerde elde ediliyor; gerçek, o kültürün
özelliklerine göre yorumlanıyor. Örneğin, bir kültürde doğru, ahlaklı, erdemli sayılan
bir değer, bilgi, şema, başka kültürde yanlış, ahlaksız, erdemsiz sayılabiliyor. Bu
nedenle kişi, kültürel ortamını değiştirdiğinde kuramlarını, şemalarını değiştirip olay,
olgu ve nesnelere bakışını yeniden yapılandırıyor. Böyle yapmadığında uyum
sağlayamıyor; başkasına bağımlı oluyor ya da öğrenilmiş çaresizlik yaşıyor. Bireysel
yapılandırmacılar bireyin karşılaştığı yeni durumları, bilgileri, sorunları kendisinin
var olan bilgi ve deneyimleriyle yeniden yapılandırdığını belirtiyorlar. Toplumsal-
kültürel yapılandırmacılar, bilginin bireyin yalnızca zihninde yapılandırılmadığını;
içinde yaşadığı toplumsal-kültürel ortamın da bunda çok önemli etkisinin olduğunu
savunuyorlar. Radikal yapılandırmacılar ise bilgiyi bir dışsal gerçekliğe bağlı
olmadan, bireyin yapılandırdığını savunuyorlar. Bu üç yapılandırmacılar arasında çok
önemli bir farkın olmadığı görülüyor. Yapılandırmacılık Temelli Eğitim Ortamına
Kazandırılması Gereken Özellikler: (1) Bilgisini yapılandırması için öğrenciye
zengin öğrenim ortamları sunulmalıdır. Bu ortamlar, özellikle yaşamdan alınmalı;
önemli ve karmaşık düşünceleri içermeli; soruna ve sürece dayalı, etkileşimci
olmalıdır. Çünkü yaşamın içinde olan insan, zihnini geliştirmek zorundadır. Bilgisini
yaşamda karşılaştıklarına (yaşantılarına) göre yeniden oluşturacaktır. Bilginin
kazanımından çok, yapılandırılması önemlidir. (2) Öğrenci odak yapılmalı; onun
sorun çözmesine olanak ve fırsat tanınmalıdır; çünkü öğrenecek olan odur. Sorunun
içeriği, bunu sağlayacak biçimde ona sunulmalıdır. Öğrenci, bu içeriği kendi
öğrenme stratejisine göre düzenleyebilmelidir. Öğrencinin ön deneyimleri göz
önünde bulundurularak konu belirlenmeli ve derse başlanmalıdır. Öğrencinin bir
başına değil; grupla çalışması, tartışması, gruptakilere sorular sorması, mantığını
kullanması sağlanmalıdır. (3) Öğretmen, öğrenciye yol göstermemeli; yalnızca
çözüm yollarını öğrencinin bulmasını sağlayacak ortamlar hazırlamalıdır; çünkü
öğrencinin öğrenmesi, yaşantı kazanmasına bağlıdır. Bu da yaparak, yaşayarak; öbür
kişilerle ve çevresiyle etkileşerek gerçekleşiyor. Bundan çıkarılacak sonuç şudur:
“Öğretmen bilgi, beceri duygu ve sezgiyi empoze edemez.” Eğitim ortamında,
öğrencinin olay, olgu ve nesnelere çok yönlü bakmasını sağlayacak etkinlikler
bulunmalıdır. (4) Öğrencilerin soru sormalarına; duygu ve düşüncelerini
söylemelerine; yanlışlarını düzeltip eksiklerini tamamlamalarına; işbirliği yaparak
çalışmalarına; yeni kuramlar, kavramlar, şemalar oluşturmalarına; bunları ve ön
öğrenmelerini geliştirmelerine ve karmaşık düşünmelerine fırsat verecek çok
boyutlu, zengin öğrenim ortamları hazırlanmalıdır. Ders planları, seçenekli ve
esnek olmalıdır. Bunları öğretmen, öğrencilerle birlikte hazırlamalı ve onlarla birlikte
düzeltip geliştirmelidir. Bunu yaparken kültürel yapıyı, öğrencinin hazırbulunuşluğunu,
gereksinimlerini ve ilgilerini göz önünde bulundurmalıdır. (5) Öğrenci, çok boyutlu
değerlendirilmelidir. Yalnızca ortaya çıkardığı ürüne değil; öğrenme-öğretme
sürecinde yapıp ettiklerine, performansına, gelişimine ve arkadaşlarıyla,
çevresiyle ilişkilerine de bakılarak onunla birlikte bir değerlendirme yapılmalıdır.
Bu, öğrenme sürecinde bir değerlendirme demektir. Bkz. öğrenme-öğretme
yaklaşımları.
yapısal açıklama Bkz. açıklama.
yapı psikolojisi Bkz. yapısal psikoloji.
yapısal aile tedavisi (constitutional family therapy) Toplumsal yapı ve aile değişimi b
ağlantılarının incelenmesine ağırlık veren bir tedavi biçimi; yapısal aile terapisi.
Tedavi uzmanı, ailenin günlük toplumsal ilişkilerinin ayrıntılarını ortaya çıkarmak
amacıyla, sorunlu kişinin sözel ve sözel olmayan iletişimini inceleyerek işlev
bozukluğu olan etkileşimi kesip olumluya yönlendiriyor. Sorunluya, olumsuz
davranışın altında yatan iyi niyeti göstermeye çalışıyor. Kuşaklar arasındaki sınırı
çizerek alt sistemleri anlatıyor ve sorumluluğu örgütlüyor. Bu tedavi biçimi, özellikle
yeme bozukluğu olan, suç işleyen çocuklarda, astımlılarda ve diyabetiklerde başarıyla
uygulanıyor. Bkz. aile tedavileri.
yapısal aile sağaltımı Bkz. yapısal aile tedavisi.
yapısal aile terapisi Bkz. yapısal aile tedavisi.
yapısal bozukluk (costitutional inferiority) Zekâ geriliği ve bedensel engeli olmadan,
ağır derecede sakatlayıcı farklılıklar gösterme durumu.
yapısalcılık (structuralism) Bilincin algılar, imgeler, duygusal durumlar gibi yapısal
bileşenlerinin içgözlem yöntemleriyle çözümlenmesine dayanan; bu indirgenemez
zihinsel içerikleri ne, nasıl ve niçin sorularıyla açıklamaya çalışan yaklaşım;
sütrüktüralizm. Bir başka anlatımla yapısal yaklaşım, psikolojide bilinç içeriklerinin
niteliğini, yoğunluğunu, netliğini, süresini, birbirleriyle ilişkilerini ve fizyolojik
karşılıklarını inceleyerek, bunların altında yatan zihinsel yapıyı ortaya çıkarmaya
çalışıyor. Bu yaklaşımda toplum, sanat, psikoloji, din gibi bütün sistem ya da
kurumların, temel, asal yapısal bileşenlerden oluştuğuna ve bu temel bileşenlerin
(derin yapıların) bilimsel yöntemlerle açıkça belirlenip anlaşılması durumunda,
evrenin kaotik görüntüsünün belli bir düzene sokulabileceğine; evrendeki her şeyin
özünde keşfedilebilir, sayılara, denklemlere ve biçimsel kuramlara indirgenebilir
olduğuna inanılıyor. Bkz. indirgemecilik; işlevselcilik. Psikanalistler, işlevselciler,
Gestaltçılar ve davranışçılar gibi sonradan gelenler, bu yaklaşıma ağır eleştiriler
yöneltmişlerse de bunların hemen tümü yapısalcılıktan değişik ölçülerde
etkilenmişlerdir. Örneğin, Freud’un yapısal kuramı (ilkelbenlik, benlik, üstbenlik);
Piaget’nin bilişsel gelişim kuramı, bu yaklaşımın izlerini taşıyor. Psikolojide bu
yaklaşım, 1800’lü yılların sonları ile 1900’lü yılların başlarında Wilhelm Wundt ile
E. B. Titchener’in öncülük ettiği egemen bir yaklaşım olmuştur. O günden bu yana
toplumsal bilimlerde, örneğin, Ferdinant de Saussure’un, Claude Levi-Strauss’un,
Emile Durkheim’ın, dahası J. Lacan’ın, M. Foucault’un postyapısalcı çalışmalarında
yapısalcılığa ilişkin çok şey bulmak olasıdır.
yapısal gecikme (structural lag) Bir toplumun yapısal özelliği, öbür özelliklerinden
daha yavaş değiştiğinde beliren uyumsuzluk. Yaşam koşullarının çok değişmiş
olmasına karşın bu koşulları düzenleyen yasaların bu değişime ayak uyduramaması
bunu örneklendiriyor.
yapısal geçerlik (construct validity) Bir testin içerdiği maddelerin, ölçülmesi istenen
nitelikleri ölçme derecesi.
yapısal gerilim (structural strain) Smelser’ i n kitlesel davranış kuramına göre,
insanların, toplumsal yaşamın gerçekliği ile değer yargıları arasında bir çelişki
gördüğü zaman yaşadığı gerilim.
yapısal görüş Bkz. yapısalcılık.
yapısal iletişim (structural communication) Programlanmış bir öğrenme türü. Bu tür
öğrenmede öğrenci, uzunca yazı parçaları dizisi içinde kendine sunulan birçok
seçenekten, birtakım yanıtlar seçme yoluyla tepkide bulunuyor ve seçtiği belli
yanıtlara göre bir bireysel geribildirim elde ediyor. Doğru yanıt vermeyi
gerektirmemekle birlikte, öğrenciye sunulan bir yığın bilgiye, ucu açık bir soruda
olduğu gibi, onu elden geldiğince yanıtlayabilecek biçimde hazırlanıyor. Öğrenci,
birtakım yapılar kurma bloklarından bir yanıt oluşturuyor. Yanıtın yapısı,
kendikendine öğrenmeye dayalı, yapımcı ile öğrenci arasında daha sonra kurulacak
diyaloğu denetliyor. Bu tür yapısal iletişim, tarih, edebiyat ve işletmecilik gibi karar
vermeyi gerektiren derslerde kullanılıyor. Bu yöntemi Althony Hodgson
oluşturmuştur.
yapısal kuram (structural theory) Psikanaliz kuramlarından biri. İnsan, içinde yaşadığı
ortama ve gerçeklere uymayan duygu, düşünce, istek ve dürtülerini kendinden ve
kendi dışındaki kişilerden gizleyebilmek uğruna kimi bencil, saldırgan; kimi de eli
açık, uysal, toplumsal gerçekçi olabiliyor. Ancak yine de özünü (biyolojik yapısını)
değiştiremiyor. Freud psikanalizine göre temelini insanın biyolojik yapısının
oluşturduğu ruhsal bütünlük üç yapıdan oluşuyor. Bunlar ilkelbenlik (id), benlik
(ego) ve üstbenliktir (superegodur). Burada “yapı” sözcüğü ile ruhsal örgütleniş
anlatılmıştır. Bu, beynin herhangi bir parçasını ya da bölgesini belirtmiyor. Bu
yapılar, belirli özellikleri ve işlevleri içeren bir sistemi dile getiriyor. Freud’un
bunlara ilişkin yaklaşımı, yapısal kuram olarak adlandırılmıştır. İlkelbenlik: Bu
ruhsal yapı, insanın özünü oluşturan ve ölünceye dek varlığını sürdüren biyolojik
yanıdır. İnsan, ilkelbenlikle doğuyor; benlik ve üstbenlik, çatışmalar sonucunda
ilkelbenlikten ayrılan ruhsal enerjiyle zaman içinde gelişiyor. Kişiliğin temelini
oluşturan ilkelbenlik, dinamik, ekonomik ve topografik özellikler gösteriyor.
İlkelbenlikte haz ve acı ilkelerine göre işleyen temel süreç geçerlidir. Örneğin, kızan
insanı ilkelbenlik, anında öldürmeye; öldüremediğinde bağırmaya ya da öldürdüğünü
düşlemeye yöneltiyor. Öldürmeyi isteyip düşündüğünde, öldürdüğünü varsayarak
duyguya ve ilkel düşünceye boşalım (enerjisini onlar için kullanma) yolunu açıyor.
Tükenmez bir enerjiye sahip olan ilkelbenlik; yazık, günah, ayıp, suç, yasak, yasa gibi
değer ve kavramlara yabancıdır. O, yalnızca istediği anda hazza ulaşmayı; kızdığı
anda da saldırmayı biliyor. Benlik ise, onun bu isteğinin duyulmasını, görülmesini,
karşıt enerji kullanımıyla engellemeye çalışıyor. İlkelbenlik, kimi kaypak, kimi de
yaygın olan süreçlerini, çocuksuluğunu, ilkel düşünceliliğini, simgeli dilini,
toplumsallaşmamış mantık yapısını engellendiğinde de olduğu gibi koruyor.
Gerçekle bağ kuramadığı, kendi dışında bir gerçek tanımadığı için, onun öznel yapısı
değiştirilemiyor. Bu derin, zengin, uçsuz bucaksız denizin kapıları ancak, alkol,
LSD, esrar gibi uyuşturucularla; nevroz, psikoz ve rüyalarla azıcık aralanabiliyor.
İlkelbenlik, hem cinsel içgüdünün (libidonun, Eros’un, yaşam enerjisinin) hem de en
önemli türevi saldırganlık olan ölüm içgüdüsünün (Thanatos’un) deposudur.
İlkelbenlik için cinsel istek, yalnızca karşı cinsten biriyle sevişme anlamını taşımıyor.
Görmek, görülmek; duymak, duyulmak; dokunmak, dokunulmak; koklamak, koklanmak
da sevişmenin yerine geçebiliyor. İlkelbenlik için canlı, cansız her şey; aynı cins,
karşı cins, anne baba, kendisi, sevgi nesnesidir. Bebek, yatağında annesine
sarılamayınca, kendine, yastığa sarılıyor. Çünkü bunların tümü yumuşacıktır. Her
ilkelbenlik isteğinin anında bilinçlenip doyuma kavuşturulması insan yaşamında
sakıncalı görüldüğü için bunlar, bilinçdışında tutulmalıdır. Benlik: Doğuşta
ilkelbenlikte vardır ve zamanla gelişiyor. İlkelbenliğin toplumsal-ruhsal gerçeklerle
çatışan, yaşamı aksatan istek ve eylemlerini denetleyip bilinçdışına bastırmakla
uğraşıyor. Hem kendi içinde hem de dışında uyum sağlamaya çalışıyor. İnsanı,
sevdikleri uğruna canını vermeye, inancı için darağacına gitmeye; bilimsel
araştırmalarla, yaratıcı çalışmalarla yaşamını anlamlı kılmaya; kişilik bütünlüğünü
koruyarak kendini yüceltmeye yöneltiyor. Gelişimini toplumsal etkileşimle sağlıyor.
Açlık, susuzluk, uyku, düşünme, sevgi, korku, öfke, kıskançlık gibi içimizden gelen
uyarıları ve beş duyu organımız aracılığı ile eşya, ses, koku, tat, sertlik, yumuşaklık
gibi dıştan gelen uyarıları, benliğimizle algılıyoruz. Algıladığımız ve sinir akımlarıyla
beynimize ulaşan duyuları birbiriyle karşılaştırıp bağdaştırma ve anlamlandırma; var
olanla algıladıklarımız arasındaki ilişkiyi değerlendirme işini de benliğimiz
gerçekleştiriyor. Var olana gerçek; bunun fiziksel, fizyolojik ya da sinirsel yollardan
beynimize ulaşıp anlam kazanmasına da algı diyoruz. Algıladıklarımızla gerçek
arasındaki uygunluğun derecesini, benliğimizin gerçeği değerlendirme gücü
belirliyor. Günlük yaşantımızda akıp giden olayları, uyanık olduğu sürece, çoğu kez
biz ayrımına bile varmadan benliğimiz izliyor, onlara ilişkin bilgi ediniyor ve
edindiği bu bilgileri değerlendiriyor. Sağlıklı kişiyi sağlıksız kişiden ayıran en
belirgin ayrım, sağlıklı kişinin benliğinin iç ve dış gerçekleri değerlendirmede
gösterdiği üstün yetenekti r. Ruh hastası, iç gerçekler ile dış gerçekleri birbirine
karıştırıyor. Örneğin, kişinin sanrılar görmesinin nedeni budur. Hasta, gerçekte var
olmayan varlık ve olayları görüyor; kendi iç gerçeklerini dış gerçeklermiş gibi
yaşıyor. Gerçek de tartışmalıdır. Örneğin, bir erkek bir kızı dünya güzeli gibi
algılarken başka erkek çirkin buluyor. Gerçek, bunlardan hangisidir? Benlik, iç ve dış
uyarılardan kendine uygun düşeni seçerek algılıyor. Seçimini kendi içgüdülerinin;
inanç, istek ve tutumlarının etkisinde yapıyor. Sevmediklerine, hoşlanmadıklarına
gözünü kapıyor, kulağını tıkıyor. Gerçekler onun için dayanılmaz olduğunda da
bilincinin kepengini tümüyle indirip bayılıveriyor. Benliğin ilk algıları, ilkelbenliğin
gereksinimlerine göre ve tümüyle özneldir; benlik, gerçeği zamanla kavrıyor. Kişinin
algıladığı ile gerçek arasında benzerlik ve eşteşlik varsa, benlik doğru algılamıştır.
Algılar nesnel olarak seçiliyorsa güçlü; öznel olarak seçiliyorsa zayıftır. Benlik,
duyulan gereksinimlerle ilgili uyarıları algılama eğilimindedir. Açsa, burnuna
ekmek, köfte kokuları geliyor. Bir erkek, cinsel istek duyuyorsa, birçok kadın, ona
güzel görünüyor. Aşırı seçici benlik ise, kişiyi yanlış yorumlara, gerçek dışı inançlara,
saplantılara itiyor. İnsanın özünün belirleyicisi haz ilkesidir. O nedenle benliğin
görevi, ilkelbenlik isteklerine kulak vermek, haz ilkesinin amaçlarını yerine
getirmektir. Ancak, benlik, ilkelbenliğin enerjisini dizginleyerek, onun istek ve
gereksinimlerini gerçeklik ilkesine uygun biçimde doyurmak zorunda kalıyor. Bu
durumda ilkelbenliğin gerçeklik ilkesine ters düşen haz arama girişimlerini benlik
bastırıyor ve önlediği bu istekleri, gerçeğe uygun olmak koşuluyla, doyurma görevini
de yüklenmiş oluyor. Öyleyse gerçeklik ilkesi, haz ilkesine boyun eğmek zorundadır.
Freud’un, yanlış bulunup eleştirilen görüşlerinden birisi de bu hazcı yaklaşımıdır.
Güçlü benlik, ilkelbenlik isteklerini doyururken, eyleminin içgüdüsel yönü
görülmeyecek biçimde davranıyor. Zayıf benlik ise, gerçeklik ilkesine yeterince
uyamıyor ve ilkelbenliğin kuklası oluyor. Bastırılmış olan içgüdüler, bu zayıflıktan
yararlananarak ortaya çıkıyor. Tanımadığı kadının ırzına geçenler; karısını, kocasını
yaralayanlar, öldürenler; erkeklik taslayan kabadayılar; biri yan baktı diye eteğinin,
bluzunun orasını burasını çekiştirenler; karısını, kocasını en yakınlarından bile
kıskananlar; dünyayı ellerine geçirseler bile açgözlülüğünü sürdürenler, benlikleri
zayıf kalmış olan kişilerdir. Bunlar, ilkelbenlikle benlik arasında sürekli bir çatışma
yaşıyorlar. Bebekte temel süreç, anında boşalım, anında doyumla haz elde etmek
iken, benlik geliştikçe bunun yerini, gerçeklik ilkesi alıyor. Ruhsal yapı, beklemeyi,
dolambaçlı yollarla doyumu başarmayı öğreniyor. Olgunlaşmamış ve ruhsal bozukluğu
olan kişiler ise çocuklar gibi ilkelbenlik isteklerini, haz ilkesine göre doyurmaya
yöneliyorlar. Örneğin, annesinden ayrılmamak amacıyla okula gitmek istemeyen
çocuk, bir mide bulantısıdır, tutturuyor. Bununla hem gerçeklik ilkesinin hem de haz
ilkesinin gereğini yerine getirmiş oluyor. Okul saati geçince mide bulantısı sona
eriyor. Bunu görüp bahaneyi fark eden kararlı ve tutarlı anne, aynı oyun yeniden
sahneye konulduğunda, bu kez, “Okulda geçer.” deyip, çocuğu okul kapısının önüne
bırakıyor. Annenin bu davranışı, çocuğun, gerçeklik ilkesini kavramasını sağlıyor ve
çocuk, söz konusu davranışından vazgeçiyor. Bu tür hastalıklara sığınarak sorunu
atlatmak isteyen çocuk kalmış yetişkinlere de rastlanılabiliyor. Kişinin ruhsal
yapısında kendisine yer edinen benlik, gerçekliği simgeliyor. Düşsel, ilkel, kısır
doyumların yerine düşünme gücünden yararlanarak bekliyor ya da dolambaçlı da olsa,
gerçeğe uygun doyum yollarını arıyor; daha az enerji tüketerek gerçeğe uyum
sağlıyor. Kimi toplumlarda aşılması gereken engeller çok olsa da çoğu toplumlarda
gereksinimleri doyurmanın meşru bir yolunun bulunduğu görülüyor. Ya gelenek ve
göreneklerle ya da yasalarla kişiye bu sağlanıyor. Beslenmek için yiyecek ve
içeceklerden yararlanma; cinsel gereksinim için evlenme; öfke boşaltımı için türlü iş
ve uğraş alanları, spor yapma ya da bunları izleme yolları açık tutuluyor. Bunlar,
insanın özüne yönelik doyumları yerine getirmeye yönelik gerçeklik kapılarıdır.
Benlik, ilkelbenlik isteklerini bilinçli ya da bilinçsiz, sürekli değerlendiriyor ve o
anda gerçekleştirilmesi sakıncalı olmayanlara izin veriyor. Gerçeklik ilkesine aykırı
düşenleri ise, bilinçdışına bastırıp yok biliyor. Bilinçaltının bilince yakın yerindeki
istek ya da düşüncelerle ilgili ruhsal süreci ise daha kolay değerlendiriyor. “Dilimin
ucuna geldi; ama sustum.”, “Defol git, diyecektim; sen bilirsin, dedim.” biçimindeki
düşünceler, bunun örnekleridir. Bilinçdışından gelen dürtülere karşı geliştirilen
savunmaları bilmek ise çok daha zor; kimi kez de olanaksızdır Bkz. benliğin
savunma mekanizmaları. Benlik, kendi içinde, karşıt enerjileri barındırmıyor.
Benliğin önemli görevlerinden biri, kendi bütünlük, tutarlılık, denge ve uyumunu
yaratmaktır. Bu amaca erişen kişilik, olgunlaşıp süreklilik kazanmış demektir. Tüm
savunmaların temel amacı, benliği korumaktır. Kişinin ne olduğunu, kendine biçtiği
değeri, gerçek benlik belirliyor. Kişinin bir de gerçekleştirmeyi düşlediği benliği
vardır. O da ülküsel benlik (ideal benlik) ya da benlik ülküsüdür. Örneğin, kişinin
ileride iyi bildiği bir konuyu sonuna dek savunan, insanlarla iyi ilişkiler kuran,
kimsenin karşısında kırılıp dökülmeyen, gereksiz yere utanç duymayan, insanlara eşit
davranan, hoşlanmadıklarına bunu duyumsatan, herkesi olduğu gibi kabul eden bir
insan olmayı dilediğini varsayalım. İşte bu diledikler, onun ülküsel benliğini
oluşturuyor. Kişi, her amaca ulaştıkça, kendine yeni bir amaç belirliyor. Olanak
buldukça bu amaçlar doğrultusunda kendini gerçekleştirmeyi ve benliğini
güçlendirmeyi sürdürüyor. Sağlıklı bir ülküsel benlik, kişinin sevmesini, kızmasını,
istemesini, başarmasını engellemeyen bir benlik düşüdür. Çok ve gereksiz yasaklar,
insan benliğinin hedeflediği noktalara erişmesini zorlaştırıyor. Üstbenlik: Ruhsal
yapının bu bölümü ise, bireyin özellikle anne baba aracılığı ile içselleştirdiği gelenek,
görenek ve toplum yasalarınca oluşturulan bir ilkel ruhsal yapıdır. Bebek, toplumu ve
kendi dışındaki gerçekleri henüz bilmediği için ilkelbenliğin yönetimindedir. Benlik
geliştikçe üç dört yaşında üstbenlik, ondan koparak ayrıca yapılanıyor ve benliğe yol
gösteren; ona, önlem alması gereken durumları bildiren; onu gerçekleri izlemeye
zorlayan bir yardımcı olarak görev yapmaya başlıyor. İlkelbenliğin içinden fışkıran
benlik, nasıl, ilkelbenliği yönetiyorsa, benlikten koparak oluşan üstbenlik de zamanla
benliğin yargılayıcısı oluyor. Benlik, hem ilkelbenliğin isteklerine karşı kendini
savunmak hem de üstbenliğin gerçekdışı buyruklarından kendini korumak zorunda
kalıyor. Üstbenlik oluşturan çocuk için artık, anne babanın gözdağı veren sözlerine,
öğretmenin kendini izleyen gözlerine gerek yoktur. Gelişimde atılan en önemli
adımlardan biri, anne babanın koyduğu engellerin, onlar yokken de çocuk üzerinde
etkili olmaya başlamasıdır. Üstbenlik oluşumunun ilk dönemlerinde çocuğun ruhsal
dünyasında, onu ilerideki tehlikelere (toplumsal yasaklara) karşı uyarmayı amaçlayan
bir bekçi var olmaya başlamıştır. Gerçeklere aykırı davranırsa bu bekçi, çocuğa
annesinin onayını kazanamayacağını; kendisinin cezalandırılabileceğini bildirecektir.
Bu görevli, benlikten ayrılıp, içteki anne ya da baba olan üstbenliktir. Çocuğun
ruhsal yapısına giren anne, bu kez onu orada uyarıyor, ona sevgisini yitirebileceğini
anımsatıyor. Çocuk, giderek baba ve başka yetişkinlerin türlü engelleyici kurallarını
da bu biçimde içselleştiriyor. İşte, bu dıştaki nesnelerin içe aktarılması, benlikte
önemli değişiklikler yaratarak üstbenliğin oluşmasını sağlıyor. Çocuk, duyduğu acıları
anne babasının yardımı olmadan gideremeyeceğini gördükçe, onların kendinden daha
güçlü olduğunu seziyor. Böylece çocuğun, anne babası gibi sonsuz güce sahip olma
isteği, onda ilk istek olarak ortaya çıkıyor. Çocukta üstbenliğin ilk tohumlarını
oluşturan, çocuğun anne babasının koyduğu yasaklar değil, onların aktardığı
davranışlar ve onlarla gerçekleştirilen özdeşimlerdir. Anne baba gibi olmanın
yarattığı güç ve bu gücün verdiği haz, anne baba tarafından beğenilme, onların
koyduğu kuralları, çocuğun içine aktarmasını kolaylaştırıyor. Çocuk, anne babasının
güçlü davranışlarıyla özdeşleşmenin yanı sıra, onların koyduğu toplumsal yasa ve
kurallarla da özdeşleşiyor. Böylece üstbenliğinin temelini atmış oluyor. Kendisinin,
anne babasına göre çok küçük ve güçsüz olduğunu algılayan çocuk, onların verdiği ya
da vereceği cezaları da abartıyor. Anne babasının her dediğini yapacağını; o anda
yapamazsa ilerde yapacağını düşünüyor. “Yemezsen, hepsini tıkarım ağzına.” diyen
annesinin bunu yaptığında boğulup öleceğini aklından geçiriyor. Çünkü anne
babasının, söylediklerini kimi kez gerçekten yaptığına tanık olmuştur. Çocukluk
dönemlerinde üstbenlik tam olarak yapılanmamıştır. O nedenle çocuk, anne babanın
istemediklerini onların yokluğunda yapmayı deniyor. “Bakayım, annem ne diyecek;
annem mi güçlü, ben mi?” dercesine, çişini donuna yapıyor. Bu tür eylemlere
dıştakilerin verdiği gözdağını, çocuğun ilkel durumdaki benliği, değerlendirmeye
girişiyor. “Ya suçsa?.. Ya sevmezlerse?..” O nedenle susuyor, büzülüyor, saklanıyor.
Dört, beş yaşlarında üretken döneme giren çocuğun benliği, kişiler arası ilişkileri
yetişkin düzeyinde yürütebilecek yeterliğe ulaşıyor; üstbenlik de Oedipal istekleri
bastırıyor. Artık, çocuğun içindeki anne baba, ilkelbenlik isteklerine karşı benliği
uyarmak için hazır bekliyor. Bundan sonra ilkelbenlik, sürekli denetim altında
bulunuyor. Zaman zaman çocuğun duyduğu “Söyleme; ayıptır; çeneni tut!”, “Ağzını
şapırdatma!” biçimindeki içsel sesler, onun üstbenliğinin, benliğine uyarılarıdır.
Benlik, buyrukları yerine getirdiğinde “Bugün toplantıda güzel konuştun; iyi
hazırlanmışsın. İyi bir dinlenmeyi hak ettin.” biçiminde de ödüllendiriliyor. Ne ki bu
iyi yürekli yargıç, zaman zaman sertleşip katılaşıyor ve benliği aşağılıyor. Onu
budala, şımarık, beceriksiz, tiksindirici olarak görüyor. Bu tür aşağılamalar sonucu
çocukta eksiklik karmaşası (inferiority feeling, aşağılık kompleksi) oluşuyor.
İlkelbenliğin etkisinde kalıyor diye, üstbenliğin suçladığı ve hırpaladığı benlik, bu
eziyetin yarattığı kaygıya karşı kendini savunmaya geçiyor. İlkelbenliğin isteklerini
bastırarak yok biliyor. Yeterince güçlü olmayan benlik, kimi zaman da üstbenliğin
kınamalarını duymazlıktan geliyor. Gerçeğe aykırı bu davranışlarla ortaya, korkak
kabadayılar, bilgisiz bilginler, acemi ustalar ve benzerleri ortaya çıkıyor. Bunlar,
insanları boşu boşuna kırıp döküyor; onlara yaşamı zehir ediyorlar. Anne baba, okul,
toplumun değerlerini, yasalarını, gelenek ve göreneklerini; kısacası kültürünü,
evrensel değerleri çocuklara aktaran öncüler olarak, toplumun sürekliliğini sağlıyor.
Bu değerler, üstbenlik aracılığı ile yeni kuşaklara aktarılmasaydı, toplumun sürekliliği
olamazdı. Aynı toplum bireylerinin benzer üstbenliklerinin oluşu, bireylerin
anlaşmalarını; toplumun da işlerliğini kolaylaştırıyor. İyi-kötü, doğru-yanlış, hak
hukuk, özgürlük, bağımsızlık konularındaki ortak görüş, bu yolla oluşuyor. Bu konuda
çağdaş nitelikli bir eğitimin ne denli önemli olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor.
Tutuculuk, katı bir üstbenliğin yani baskıcı, buyurgan aile ve okulun eseridir. Katı bir
üstbenlik oluşturanlar, hiçbir haksızlığa göz yummuyorlar. Yeniliklere karşı
çıkıyorlar. Onlara göre yenilik, yasalara aykırılık demektir. O nedenle yenilikçiler,
cezaların en ağırına çarptırılmalıdırlar. Öyleyse olması gereken, toplumda esnek
üstbenlikleri olan anlayışlı kişilerin sayısının artırılmasıdır. Benliğin gelişimini
amaçlayan; benliği, gerçeklere ve ilkelbenliğe karşı uyaran esnek bir üstbenliğe sahip
kişileri çoğaltmak, birey ve toplum açısından çok önemlidir. Değişime ve gelişime
açık olan bu insanların çoğunlukta olduğu toplumun kural ve yasaları da acımasız
olmayacak; esnek bir nitelik taşıyacaktır. Bu insanları ise, olan bitenin gerçek
nedenlerini çocuğa yaşına uygun bir dille anlatabilen; ılımlı, sevecen, demokratik bir
tutuma sahip anne baba ve öğretmenler yetiştiriyor. Sağlıklı kişide ilkelbenlik, benlik
ve üstbenlik, onun gereksinimlerini olumlu yollarla doyurmada çoğu kez bir anlaşmaya
varıyor ve içgüdüler, uygun yollarla doyuruluyor. Sağlıksız kişide ise, bu üç yapı
arasındaki denge, uyum, yerini sıklıkla ortaya çıkan çatışmalara, çelişmelere ve iç
savaşa bırakıyor. Üstbenliğin içerdiği bilinçli ya da bilinçlenebilecek kural ve yasalar
i s e vicdanı oluşturuyor. Sağlıklı bir üstbenliğin varlığı, sağlıklı bir vicdan
oluşumunun da habercisidir. Bkz. Oedipus karmaşası; psikanaliz; ruhsal-cinsel
gelişim kuramı; topografik kuram; yapısalcılık.
yapısal model (structural model) Psikanalize göre ruhsal aygıtın yapısal özelliği.
Freud’un topografik kuramından farklı olarak ortaya koyduğu yapısal kuram. Bkz.
yapısal kuram; topogratif kuram; yapısalcılık.
yapısal psikoloji (structural psychology) Zihinsel yapı ve süreçleri öncelikle içebakış
yoluyla ve deney yardımıyla temel öğelerine ayırarak incelemek gerektiğini savunan
psikoloji akımı. Bkz. psikoloji okulları.
yapısal ruhbilim Bkz. yapısal psikoloji.
yapışıklık (cohesion) Bir grubu oluşturan bireyleri birbirine çeken, bağlayan grup içi ve
grup dışı etkenler. Bkz. yapışıklık ilkesi; yapışıklık yasası; yapışkanlık.
yapışıklık ilkesi (adhesion principle) K. Lewin’in, bir olayın başka bir olayı
canlandırmasının nedeninin, bunların yapışık ya da bitişik olaylar olduğunu dile
getiren ilkesi.
yapışıklık yasası (law of cohesion) Eş zamanlı ya da kısa aralıklarla öğrenilenlerin
birbiri ile bağlanıp kaynaşarak yeni ve daha üst düzeyde bir birlik oluşturduğunu
anlatan yasa.
yapışkanlık (adhesivity) Bir düşünce, kişi ya da nesneden kopup kurtulamama eğilimi.
Bu eğilimdeki kişi, ağır düşünüyor, bir işe, etkinliğe kolayca girişemiyor. Uyum için
yeni uyarıcılara çabucak ayak uyduramıyor. Saralıların bir özelliği de budur. Bu
tutum, özellikle anne babalarınca terk edilmiş çocuklarda görülüyor. Bu çocuklar çok
kez, yakınlarındaki yetişkinlere yaşışıyor ve onlardan bir türlü ayrılmak istemiyorlar.
yapıt (work / product) 1. Sanatçının ürettiği yazın, sanat ürünü. 2. Bir kişinin emek
harcayarak ortaya koyduğu şey. Bkz. yaratıcılık.
yap-inan oyunu (pretend play) Piaget ve Sara Smilansky’nin tanımladığı bir çocuk
oyunu evresi. Bu evreye çocuklar 15. aydan sonra basit bebek besleme oyunları ile
başlıyor ve anne, baba, doktor gibi çok daha karmaşık roller üstlendikleri oyunlarla
sürdürüyorlar.
yapma-bozma Bkz. bozma.
yaptırım (sanction) Toplumsal normları, uygun davranış yapılarını, ilişki biçimlerini
özendirmek ya da uygun olmayanları caydırmak amacıyla bir insana ya da gruba
yönelik ödül ya da ceza uygulaması; müeyyide. Yaptırım, terfi ettirme ya da hapse
atma türünden maddesel olabileceği gibi, onaylamayan bir yüz ya da memnun bir
gülümseyiş biçiminde davranışsal da olabiliyor
yaradılış 1. (nature) Biyolojide, bir canlının ya da kişinin kalıtımdan gelen yapısı, yapı
özelliği; natura, tabiat. 2. (temperament) Mizaç. 3. Yaratma.
yaralanma Bkz. travma.
yararcılık (utilitarianism) En büyük hazzı ya da mutluluğu sağlayan şeyin ahlaksal
açıdan da doğru olduğunu savunan bir ahlak kuramı. Bu kurama göre, ekonomi ve
politika da içinde olmak üzere, toplumsal yaşamın tümü, olabildiğince çok sayıda
insana mutluluğu (en iyi koşulları sağlamayı) hedeflemelidir. J. Bentham ile J. S.
Mill’in aydınlanma döneminde geliştirdiği bu yaklaşıma göre, bir eylemin doğruluğu,
yalnızca bu eylemin sonuçlarının değerine bağlıdır. Bugün, ussal bencillik olarak
yorumlanan bu kuram, çıkarcılığı, kısa vadeli değerleri, maddeciliği; özetle
kapitalizmi haklı çıkarmayı amaçladığı gerekçesiyle eleştiriliyor. Bkz. eylem
yararcılığı.
yaratıcı (creative) Var edici, ortaya çıkarıcı. Bir hammadde kullanmadan ya da bir
şeyin aracılığına başvurmadan, mutlak anlamda yoktan var eden; mutlak yaratıcı.
Göreceli yaratıcı ise var olan araç gereci kullanarak ya da birtakım araç gereçlerden
yararlanarak yeni bir şey, bir yapıt ortaya koyuyor. Mutlak yaratıcı, mutlak varlık;
göreceli yaratıcı da insandır. Bilimsel, sanatsal ve teknik alanlar, yaratıcıların
çabalarıyla gelişip zenginleşiyorlar. Bkz. yaratıcılık.
yaratıcı anlar Bkz. MONTESSORİ, Maria.
yaratıcı anlatım (creative expression) Dil, plastik sanatlar, müzik ya da oyun gibi
algılamayı durultan ve anlatım dürtüsünü güçlendirip derinleştiren etkinliklerle yaşam
deneyimlerini, duygu ve düşüncelerini bağımsız olarak ve özgün biçimde ortaya
koyma.
yaratıcı benlik Bkz. bireysel psikoloji.
yaratıcı düşleme (creative fantasy) Sorunların çatışan, çelişen yanlarını uzlaştırarak
bulunan yapıcı çözüm yolları.
yaratıcı düşünme (creative thinking) Üreten ve yeni durumları araştıran ya da eski
sorunlara yeni çözüm yolları bulan, düşünene göre yeni olan düşüncelerle sona eren
düşünme. Bkz. imgeleme; yaratıcı eğitim; yaratıcı imgelem; yaratıcılık.
yaratıcı eğitim (creative education) Bireyin yaratıcı gücünü ortaya koymasına, yaratıcı
etkinlikler göstermesine ve sonuçta yaratıcılığını yapıtlarıyla kanıtlamasına olanak
veren eğitim.
yaratıcı etkinlik (creative activity) Yeni ilgilerin belirmesine ya da düşünme ve
öğrenmede yeni bağlantıların anlaşılıp kavranmasına yardım eden etkinlik.
yaratıcı güç Bkz. bilişsel öğrenme.
yaratıcı imgelem (creative imagination) Üstün nitelikli ürünler ortaya koymak için önb
hazırlığı gerçekleştiren imgelem.
yaratıcılık (creativity) Çağrışımsal ve düşünselleştirici anlatım düzgünlüğü, uyumlu ve
doğal esneklik, mantıklı değerlendirme yapabilme yeteneği gibi özelliklerle belirlenen
özgün düşünce ve davranış ortaya koyma. Bkz. aşkınlık gereksinimi; bilişsel
öğrenme; Bloom’un bilişsel öğrenme sınıflaması; imgelem; imgeleme; insanın
sekiz çağı ((7) Durağanlığa Karşı Üretkenliğin Gelişimi); yaratıcı anlatım;
yaratıcı benlik; yaratıcı düşleme; yaratıcı düşünme; yaratıcı eğitim; yaratıcı
etkinlik; yaratıcı güç; yaratıcı imgelem; yaratıcı öğrenme; yaratıcı yaşantı;
yaratıcı zekâ; yaratılmış kültür.
yaratıcı öğrenme Bkz. bilişsel öğrenme.
yaratıcı yaşantı (creative experience) Güzel sanat yapıtlarını gözden geçirme, inceleme
ve değerinin bilincine varma yerine ilgili teknikleri kullanarak özgün yapıtlar
yaratmanın kazandırdığı güzel sanat yaşantısı.
yaratıcı zekâ creative intelligence) Bilinenlerle bilinmeyenler arasında yeni, pratik
ilişkiler kurma ve bilinenleri yeni durumlara uygulama yetisi. Bkz. çözümsel zekâ;
pratik zekâ; zekâ.
yaratılmış kültür (evoked culture) Bilişsel uyum bağlamında, kültürel öğelerin, birer
çevresel değişken olan ve uyumun ana alanına ait özellikleri. Örneğin, anadil,
yaratılmış kültürün bir parçasıdır; çünkü öğrenme, dil edinim mekanizmasının ana
alanının bir parçasıdır. Bkz. evrensel metakültür.
yardımcı alet (assistive device) Gelişimsel bozukluğu olan bir insanın işlevsel
becerilerini artırmak, geliştirmek ya da bu becerilerinin sürmesini sağlamak amacıyla
tasarlanan aletler, donanımlar ya da sistemler. İşitsel engelliler için görsel uyarı
sistemleri ya da görme engelliler için görmeyenler alfabesi, bunları örneklendiriyor.
yardımcı belirtiler (accessory symptom) Bleuler’in sanrı, bellek bozuklukları, kuruntu
gibi şizofrenide temel olmayan ikincil belirtiler için kullandığı terim.
yardımcı benlik (auxiliary ego) 1. Benliği geliştirmek ya da gereksinimlerini
karşılamasına yardım sağlamak için başka bir kişiyi örnek alma, onun düşünce,
davranış ve ülkülerini benimseme. 2. Moreno’ya göre, güç vermek ve yardımcı
olmak için başkasının amaçları ile anlatım biçimlerini bile bile benimseyen kişi. Bu
yolla psikodramada (bireycil oyunda) baş oyuncunun bakış açısından onun rolünü
destekleyen ikinci bir oyuncu rolü oynama. Yardımcı benlik ya da benlik rolünü
oynayan kişinin, destekleme rolünü oynadığı kişiyi çok iyi anlaması gerekiyor.
yardımcı ders kitabı (supplementarytextbook) Ders kitabı olarak onanmış ve
duyurulmuş olmamakla birlikte belli bir dersin öğretiminde öğrencilerin
yararlanabileceği düşünülen kitap.
yardımcı figür (helpful figure) Çocuğun, yardım ya da sempati için sığınabileceği
kurgusal, düşlemsel kişi. Bkz. düşsel arkadaş.
yardımcı sağaltım Bkz. yardımcı tedavi.
yardımcı sinir (accessory nevre) On birinci kafa siniri. Bu sinirden kaynaklanan felç,
kafanın yana dönmesini engelliyor ve omzun düşmesine neden oluyor.
yardımcı tedavi 1. (adjunct tharapy) Temel tedavinin yanı sıra uygulanan destekleyici
tedavi. Kişi, psikoterapiye ek olarak örneğin, psikodrama, sanat tedavisi, dans
tedavisi, girişkenlik eğitimi gibi destekleyici tedavilere de katılıyor. 2. (adjuvant
therapy) Temel tedavinin etkisini artıran bir tedavi. Ruh hastalıklarının tedavisinde
psikoterapi tekniklerine ek olarak kullanılan ilaç, toplumsal etkinlikler, spor, hipnoz
gibi ikincil tedavi teknikleri.
yardımcı teknoloji (assistive technology) Teknolojinin, mühendisliğin ya da bilimsel
ilkelerin, engelli insanların işlevsel becerilerini artırmaya, geliştirmeye ve
sürdürmeye yönelik aletlerin ya da sistemlerin üretimi için kullanımı.
yardım davranışı (helping behavior) Tipik olarak kişisel bir risk taşımayan ve küçük
ricaları yerine getirmeyi içeren toplumsal davranış. Bkz. Özgecilik; seyirci etkisi.
yardım ilişkisi (helpingrelationship) C. Rogers’a göre, taraflardan en az birinin, öbür
tarafın gelişimine, olgunlaşmasına, yaşamla daha iyi başa çıkmasına yardım etme
niyetini taşıdığı bir ilişki.
yardım kuruntusu (delusion of assistance) Bir kişinin ya da bir kurum, güç, varlık ve
benzerlerinin ona yardım etmeye çalıştığı inancını belirten kuruntu. Referans
kuruntusu olarak dile getirilen yaşantılara bir açıklama olarak gelişebilen bu kuruntu,
başkalarının ona yardım ettiğine ya da meleklerin, tanrısal güçlerin, yazgının,
yaşamdaki her şeyi onun iyiliğine olacak biçimde denetlediğine inanma olarak ortaya
çıkabiliyor.
yardımlı intihar (assisted suicide) Hekim ya da bir başkasının, kişinin kendi yaşamına
son vermesine yardımcı olduğu bir intihar biçimi.
yardımsever otokrat (benevolent autocrat) Gerektiğinde yüksek iş ya da düşük ilişki
temelinde davranış gösteren; dolayısıyla daha etkili olan bir yönetici. Bu yönetici,
çevresindekilerce, ne istediğini ve insanlarda içerleme yaratmadan istediğini nasıl
alacağını bilen birisi olarak değerlendiriliyor.
yargı (judgment) Var olan verilere, kişisel deneylere, değer yargılarına, yeğlemelere ve
içgözlemlere dayanarak bir kanı oluşturma, karar verme yetisi ya da süreci; bu yolla
oluşturulan kanı ya da karar. Bkz. yargılama; yargılayıcı eleştiri; yargısal
kestirimler.
yargılama (To judge) 1. Bir karara varmak için davacı ile davalının yargıç tarafından
dinlenmesi. 2. Bir şey için, o şeyin şöyle ya da böyle olduğu yolunda görüş öne sürme,
yargı verme, yargısını söyleme.
yargılayıcı eleştiri Bkz. hümanist öğretmenlik (eşduyum).
yargısal kestirimler (judgemental heuristic) İnsanın hızlı ve etkili yargılara
varabilmesini olanaklı kılan zihinsel kestirimler.
yarı dairesel kanallar (semicircular canals) İçkulakta bulunan ve baş hareketlerine
bağlı olarak bu hareketlerin hızı ve yönü konusunda beyne bilgi gönderen sinir
hücrelerini uyaran, içi sıvı dolu tüpler.
yarık (fissure) Anatomide, beynin yüzeyindeki derin ya da yüzeysel çukurlardan her
biri. Bunların çok derin olmayanlarına çatlak ya da oluk (sulcus) deniyor.
yarı savsaklama (hemi-neglect) İçinde bulunulan yerin bir yanına dikkat etmeme. Bkz.
savsaklama sendromu.
yarışma Bkz. büyük, ortanca, küçük ve tek çocukta kişilik gelişimi; tam öğrenme.
yas (bereavement) Sevilen birisinin yitirilmesi nedeniyle duyulan üzüntü ve buna bağlı
uykusuzluk, iştahsızlık, kilo yitimi gibi belirtiler ve bu yitime uyum sağlama süreci. En
yoğun üzüntüye yo açan olayın yarattığı üzüntüden bile bir süre sonra kurtularak
yaşama yeniden tutunma bekleniyor. Bunu başaramayablara ruhsal yardım ve destek
sağlanarak onların yastan çıkması sağlanmalıdır. Bkz. yas tutma.
yasak aşk Bkz. yakın akraba ile sevişme yasağı.
yasak yargısı (judgment of condemnation) Psikanalize göre, bir isteğinin bilincinde
olmasına karşın ahlaksal kuralın ya da başka koşulların elverişsizliği nedeniyle bu
isteği gerçekleştirmeyi kendine yasaklama.
yasasızlık Bkz. anomi.
yas çalışması (mourning work) Freud’un, kişinin bir yandan ölen kişiye ilişkin anıları
anımsarken, öte yandan da kendini onun kimliğinden koparmaya çalıştığı evreyi
anlatmak için kullandığı terim. Bu evre, kişinin ölenle özdeşleştiği içe yansıtma
evresinden sonra ortaya çıkıyor.
yastan çıkma Bkz. yas.
yas tutma (mourning) Sevilen kişinin yitirilmesinden sonra ortaya çıkan mutsuzluk,
umutsuzluk duyguları, dış dünyaya ilginin yitirilmesi, etkinliklerin ve inisiyatifin
azalması. Bu tepkiler, depresyondaki tepkilere benziyor; ancak, onlardaki kadar
inatçılık göstermiyor ve hastalık olarak değerlendirilmiyor. Bkz. yas.
yaşam (life) 1. Canlılarda doğumdan ölüme dek etkinliği sağlayan olgular bütünü. 2.
Doğumdan ölüme dek geçen süre. 3. Canlıların ana özelliği, canlı olma durumu;
canlılık. 4. İnsanın ruhsal ve tarihsel eylemlerinin tümü. 5. İçinde yaşanılan
koşulların tümü, yaşam biçimi. 6. Kişisel durum ve meslek.
yaşama ereği (life goal) Adler’e göre, kişinin gerçek ya da nedensiz aşağılık
duygusunu ödünlemeye yarayan ve kişinin de bilinçsiz olduğu her davranışında
üstünlük elde etme uğraşısı. Bkz. bireysel psikoloji.
yaşama isteği (will to live) A. Schopenhauer’e göre, benliğin temelini oluşturan “kör
ve karşı durulmaz” isteklerin tümü. Yaşama isteği, bireyin var olmasının ve türün
sürüp gitmesinin kökenidir.
yaşam alanı (life space) K. Lewin’in kişilik kuramına göre, bir kişinin belli bir
zamandaki olası seçeneklerinin tümü ile bu seçenekleri içeren çevre. Yaşam alanı,
kişinin belli bir zamandaki eşsiz gerçekliğini tanımlayan çevresel, biyolojik,
toplumsal ve ruhsal etkenleri içeriyor. Lewin’in bu modeli, bireyi belli bir hedefe
yönlendiren ya da algılanan bir tehlikeden uzaklaştıran olumlu ve olumsuz
değerlikler, vektörler, yönler, güçler ve benzeri kavramları içinde değerlendirdiği
topografik modele dayalı matematiksel bir davranış biçimidir. Bkz. alan kuramı;
çevre.
yaşam alanı yapısı (structure of life spoce) Sınırlar, engeller, buyruklar, yasaklar
gibi yaşam alanını oluşturan öğeler arasındaki ilişki.
yaşama sevinci (joy of living) Belirli bir amaca yönelmeden yaşamaya karşı gösterilen
coşkusal tutum.
yaşam beklentisi (life expectanci) Popülasyonun ortalama ömrüne bağlı olarak bir
insanın istatistiksel olarak kestirilen yaşam süresi. Bu süreyi kişinin doğduğu bölge,
toplumsal-ekonomik durumu, tıpsal gelişmeler gibi etkenler, önemli ölçüde etkiliyor.
yaşam belirtileri (vital signs) Soluk alıp verme, kalp atışları, vücut ısısı, kan basıncı
gibi kişinin canlı olduğunu gösteren ölçülebilir, gözlemlenebilir belirtiler.
yaşam biçemi (style of life) 1. Toplumbilimde, bir kişinin ya da bir grubun alışkanlık
nedeniyle özellikle meslek yaşamı dışındaki etkinliklerinin tümü; hayat üslubu,
yaşam stili. Dinlenme, çocuk yetiştirme yolları, boş zaman uğraşları, kültürel ilgi
alanları gibi, bilerek ya da bilincinde olmadan yaşama yön veren amaçlar. 2. A.
Adler’in bireysel psikolojisine göre, herkesin davranışını etkilediği varsayılan bir
bi çem; yaşam üslûbu. Bu biçem, bireyin çocukluğunda kazandığı ve sonraki
yaşamında eksikliklerini gidererek üstünlük sağlamada kullandığı bir yöntem ya da
tekniktir. Bu yöntem ya da teknik, kişinin kendi çevresi, gereksinimleri ve özlemleri
ile başa çıkmada izlediği kendine özgü yol; yaşamı boyunca güdülerinin, amaçlarının
ve yaptığı davranışların tümünü içeren bir kavramdır.
yaşam biçimleri (life forms) Ed. Spranger’in tanımladığı 6 kişisel ya da ülküsel yapı
tipi. Bu yaşam biçimleri kuramsal, ekonomik, toplumsal, siyasal, estetik ve dinsel
tiplerle birtakım ikincil tiplerden oluşuyor. Bkz. tipoloji.
yaşambilim Bkz. biyoloji
yaşambilimsel gerekircilik Bkz. biyolojik belirlenimcilik.
yaşam boyu eğitim (permanent education) İnsanın okulda edindiklerini geliştirmeye ve
mesleğinin gerektirdiği üst düzeydeki bilimsel ve teknik bilgilerle yenilikleri
özümlemeyi sağlayan eğitim; sürekli eğitim. Bkz. halk eğitimi; yetişkin eğitimi;
yetişkin psikolojisi.
yaşam boyu gelişim Bkz. genel psikoloji; yetişkin psikolojisi.
yaşam döngüsü (lifecycle) Kişinin doğumdan ölüme dek geçen süre içinde yaşadığı
bebeklik, çocukluk, ergenlik, erişkinlik gibi normal biyolojik ve kültürel evreler.
yaşam enerjisi Bkz. analitik psikoloji; libido; yaşam içgüdüsü.
yaşam fırsatları (life chances) Max Weber’e göre , kişinin eğitim, evlilik, saygınlık,
mesleksel başarı gibi alanlarda belli bir yere gelme, belli kaynakları kullanabilme
olasılığı. Bu fırsatlar, kişinin ait olduğu sınıf, ırk, anne babasının toplumsal-
ekonomik statüsü, cinsellik gibi etkenlerle yakından ilişkilidir.
yaşam hedefi (life goal) Adler’in, kişinin yaşamda nelere ulaşabileceği ve gerçek ya
da düşsel temel eksikliklerini (aşağılık duygusunu) nasıl yenebileceği konusundaki
düşüncelerine dayalı olarak hedeflediği gizli arayışları. Bkz. bireysel psikoloji.
yaşamın amacı Bkz. bireysel psikoloji.
yaşam içgüdüsü (life instinct) Freud’a göre, ilkel benliğe bağlı iki temel içgüdüden
biri; libido (Eros), içgüdü ise ölüm içgüdüsüdür (Tanatos’tur). Bkz. hoşlanım-acı
ilkesi; içgüdü kuramı.
yaşam kalitesi (quality of life) Yaşamını sürdürebilmek için yeterli maddi olanaklara
sahip olmanın yanı sıra sağlık, güvenlik, eğitim gibi kamu hizmetlerine kolaylıkla
ulaşma, boş zaman kullanımı, eğlenceye zaman ve kaynak ayırabilme, saygı görme,
saygın olma gibi gereksinimlerin karşılanmasına göre ortaya çıkan yaşam niteliği.
yaşam korkusu (life fear) Otto Rank’a göre, doğum sırasında yaşanan ve güvenli
anne karnına geri dönmeye, bağımlı bir yaşam sürdürmeye yönelik kalıcı bir dürtü
yaratan derin korku. Bkz. RANK, Otto.
yaşam olayları (lifeevents) Kişinin yaşamında yer alan doğum, iş değişikliği, evlenme,
boşanma gibi ruhsal açıdan önemli olaylar.
yaşam öyküsü yöntemi (biographical method) 1. Çocuğun gelişimini inceleme yöntemi.
Gelişimi koşut olarak oluşan davranışlari düzenli olarak saptanıyor. 2. Öğretimde
tarihsel konular, ilgi odağı olarak tarihteki önemli kişilerden yararlanıp inceleme
ve düzene sokma yöntemi.
yaşam planı (life plan) Adler’e göre, kişinin üstünlük kazanma (yaşam hedefine
ulaşma) çabasında kendisine kılavuz edindiği temel yaşam biçimi; kendinde
bulunduğunu sandığı üstünlük inancının, gerçekler karşısında sarsılıp yıkılmaması için
aldığı bütün savunma önlemleri. Bkz. bireysel psikoloji.
yaşam psikolojisi Bkz. yazı psikolojisi.
yaşamsal-ruhsal-toplumsal model (biopsychosocial model) Sağlığın nasıl
korunacağını ve hastalıkların nasıl ortaya çıktığını açıklamak amacıyla bedensel,
ruhsal ve toplumsal etkenleri birlikte inceleyen bir sağlık modeli; biyopsikososyal
model.
yaşam savaşımı (struggle for life) Canlıların yaşamaları ve üremeleri için gösterdikleri
çaba; yaşam kavgası, yaşam savaşı. Bu savaşımda doğadan geçim ve barınak
sağlamak, öbür türlerin ya üstesinden gelmek ya da onlardan yararlanmak, aynı türün
üyeleriyle geçim, barınak ve üreme konularında yarışmak yer alıyor. İnsan
kavgalarının büyük bir bölümü, var olmaktan çok, daha iyi yaşama, ekonomik
güvenlik, iktidar ve saygınlık için veriliyor. İnsanın yaşam savaşımı, “ilk insanın doğa
ve öbür türlerle boğuşma ve savaşmaları ile değişik doğum hızından ileri gelen
bilinçdışı yarışmalar” olarak nitelendiriliyor.
yaşam senaryosu (life script) Erik Berne’ye göre, kişinin yaşamı boyunca rolünü ve
bireyler arası oyunlarını oynarken kullandığı senaryo. Yaşam senaryosunun, büyük
ölçüde eski yaşantılardan türetilen düşlemlere dayanan bilinçsiz bir plan olduğu
varsayılıyor. Bkz. senaryo çözümlemesi.
yaşam standardı (life standart) Bireylerin, içinde yaşadıkları toplumda tüketilen mal ve
hizmetlerden yararlanabilme, bireysel ve toplumsal gereksinimlerinin karşılanabilme
düzeyi.
yaşam yalanı (life lie) 1. Adler’e göre, kimi nevrotiklerin yaşam planlarının, kendi
denetimleri dışında başka insanlar ya da koşullarca mutlaka başarısızlığa uğratılacağı
yolundaki inancı. Bu inancı Adler, kişisel sorumluluk duygusundan kaçınma yolu
olarak yorumluyor. 2. Kişinin yaşamını temellendirdiği sahte inanç.
yaşantı (experience) Kişinin doğrudan katıldığı, algıladığı, etkilendiği, gözlemlediği
olay; bilincin o anki içeriği; bu olaydan edindiği bilgi, beceri ya da uygulama yetisi.
Farklı yaklaşımlar, terime farklı anlamlar yüklemiştir. Örneğin, davranışçılar, her
türlü bilginin yaşantıdan; yaşantının da sonuçta görsel-işitsel algılardan
kaynaklandığını savunmuş; dolayısıyla yalnızca dış gerçekliği, dışarıda yaşananı
yaşantı olarak değerlendirmişlerdir. Diğerleri ise, sezgi, öznel algılar, düşlem,
duygu gibi düşünsel ve duygusal süreçleri işe katarak biliş sisteminin çıkarsama ya da
genelleştirme yoluyla bilgi kazanımına aracılık ettiğini savunmuşlardır. Bir örnekle
karşılaştırmak gerekirse; şizofren kişinin doğaüstü güçlerle iletişim kurması, ilk
gruptakiler için bir yaşantı değildir; ikinci gruptakiler içinse gerçek bir yaşantıdır.
yaşantıların örgütlenmesi Bkz. bilişsel gelişim kuramı.
yaşantısal öğrenme (experiential learning) Kişinin kendi yaşantılarına dayanarak bilgi
ve beceri kazanması. Anlamlı yaşantılar, bu yaşantıların içeriği ve sonuçları
konusundaki ussal düşünme aracılığı ile gerçek yaşamda ediniliyor.
yaşantısal zekâ (experiential intelligence) Sternberg’e göre, yeni durumlarla etkili bir
biçimde başa çıkabilme ve daha önce rastlanan sorunları kendiliğinden çözebilme
yetisi.
yaşa uygun davranış (age-appropriate behavior) Belli bir yaşta normal kabul edilen
davranış.
yaşa uygun olgunluk age-appropriate maturity) Kişinin bulunduğu yaş düzeyinde
normal kabul edilen ruhsal olgunluk ya da içinde bulunduğu gelişim çağına uygun
biyolojik, bilişsel ve toplumsal sorunları çözebilme yetisi.
yaş ayrımcılığı Bkz. yaşçılık.
yaş bütünleştirmeli (age integrated) Öğrenme, çalışma gibi temel rollerin her yaştan
yetişkinlere açık olması ve yaşam süresine yayılabilmesi; yaş farklandırmalı.
yaşçılık (ageism) Yaşları nedeniyle insanlara yönelik önyargı, ayrımcılık ve
düşmanlıkla tanımlanan bir davranış, inanç ve algılar bütünü; yaş ayrımcılığı.
Yaşçılık, her yaş grubuna, dahası gençlere yönelik bile olabiliyor. Özellikle yaşlıları
yetersiz, kendine bakma becerisinden yoksun, zayıf görme; buna bağlı olarak, topluma
olumlu katkı yapma gizilgüçlerini ya da kendi sorunlarını çözme becerilerini görmeme
eğilimi. Bu önyargılı tutum, özellikle istihdam konularında orta yaşlı insanlara karşı
da gösteriliyor. Yaş önyargısı, her yaştan insanın çarpık, tekdüze bir bakış açısından
değerlendirme yapmasına yol açıyor.
yaş dönümü (mernopos, andropos) Kadınlar için aybaşı kesilimi ve üretkenliğin son
bulması; erkekler için de cinsel yaşamın bitmesi. Erkekler için gerçekte kadınlardaki
gibi üretkenliğin sona ermesi anlamında bir yaş dönümü söz konusu değildir.
Psikanalizci Wilhelm Stekel’in dediği gibi erkek cinsel organının sertleşme gücü,
doğumdan başlayıp ölüme dek sürüyor. Ancak birçok erkekte yaşlılıkla birlikte cinsel
etkinlik, göreceli olarak azalma gösteriyor. Bkz. aybaşı kesilimi.
yaş farklandırmalı (age-differentiated) Öğrenim, çalışma gibi temel rollerin yaşa
dayalı olması. Yaş farklandırmalılık, endüstri toplumlarında tipik bir durumdur. Bkz.
yaş bütünleştirmeli.
yaş grubu (age set) Yaklaşık aynı yaşta olan ve çeşitli yaş sınıflarını birlikte geçiren
bireyler grubu; yaş kümesi.
yaş katmanlaşması (age stratification) Yaş grupları arasındaki eşitsizlikler,
farklılaşmalar, kopma ve çatışmalar.
yaşla ilişkili bellek zayıflığı (age associated memory impairment) Bellekte, yaşla
birlikte beliren unutkanlık gibi hafif zayıflamalar.
yaşla ilişkili bilişsel zayıflama (age related cognitive decline) Yaşlanmanın sonucu
olarak, bellek ve akıl yürütme de içinde olmak üzere, bilişsel işleyişte görülen
zayıflama.
yaşlanma (aging) Bedensel yapıda, bilişsel işleyişte, duygusal ve toplumsal tepkilerde
giderek artan bir kötüleşme ve sonunda ölüme neden olan kesintisiz normal gelişim
süreci. Yaşlanmaya ilişkin çeşitli kuram ve yaklaşımlar vardır. Bkz. birincil
yaşlanma; programlı yaşlanma kuramı; yerinde yaşlanma.
yaşlanma çöküntüsü (involuntional melancholia) Genellikle aybaşı kesim döneminde
başlayan ve çökkünlük, uykusuzluk, kaygı, suçluluk duygusu, bunalım ve
sabuklamalar gibi belirtiler gösteren ruh hastalığı.
yaşlıların tedavisi (geriatrics) Hekimliğin bir bölümü olan yaşlı tedavisi bilim ve
uygulaması; yaşlılık hekimliği.
yaşlılık Bkz. birincil yaşlanma.
yaşlılık bilimi (gerontology) Yaşlılık döneminin (ihtiyarlığın) tutum ve davranışlarını
inceleyen bilim; gerontoloji.
yaşlılık bunaması (senile dementia) Sinir hücrelerinin şu ya da bu nedenle ölmesiyle
beyinde başlayan genel körelme ile ilişkili süreğen ilerlemeli bir bunama. Kısa süreli
bellek işlevlerinin zayıflaması, düşünme ve hareketlerde yavaşlama, zihin
karışıklığı, iletişim bozukluğu, depresyon gibi belirtilerle ortaya çıkan ve 65 yaş
üzerindeki kişilerde görülen bir hastalık. Yaşlılık bunaması, Alzheimer hastalığına
bağlı olarak da ortaya çıkabiliyor.
yaşlılık öncesi bunamalar Bkz. organsal beyin bozuklukları.
yaşlılık plakı (senile plaque) Beyin dokusundaki yaşlanmaya bağlı bozulmalar sonucu
oluşan plaklar. Alzheimer hastalığının tipik belirtileri, bu plaklarla ilişkilidir.
yaşlılık psikolojisi (psychology of aging) Yaşlılığın bilimsel incelenmesi; yaşlılık
ruhbilimi, yaşlılık bilimi. Bu bilim dalı, çalışmalarında antropoloji, psikoloji,
sosyoloji ve tıptan yararalanıyor.
yaşlılık psikozu (senile psychosis) Yaşlanma nedeniyle beyin dokularının çöküntüsü
sonucu yakın geçmişi unutma belirtileri ile ortaya çıkan ve iyileştirilemeyen psikoz.
Bkz. organsal psikozlar.
yaşlılık ruhbilimi Bkz. yaşlılık psikolojisi.
yaşlılık sosyolojisi Bkz. yaşlılık toplumbilimi.
yaşlılık toplumbilimi (sociology of aging) Emekli olan ya da yaşlananların toplumsal
sorunlarını inceleyen toplumbilim dalı; yaşlılık sosyolojisi.
yaş normu (age norm) Test puanlarına dayalı istatistiklerle belirlenen durumuyla,
belirli yaşlarda erişilmesi beklenen ortalama başarı düzeyi ve öbür gelişim
yönleriyle ilgili kronolojik yaş. Yaş normları, çok sayıda bireye uygulanan standart
testlerden elde edilen sonuçlara dayanıyor.
yaş önyargısı Bkz. yaşçılık
yaş puanı (age score) Kişinin yaş normu ya da yaş ortalaması terimleriyle anlatılan
bir test puanı.
yatağa işeme (enuresis) İnsanın, elinde olmadan sidik torbasının boşalması; altını
ıslatma; yatağı ıslatma, altına işeme. Bunlardan gündüz olana diumal; gece olana da
noctumal sıfatı ekleniyor. Çocuk, 2. yaş sonunda dışkısını; 3. yaş sonunda da çişini
tutabiliyor. 4.-5. yaşa dek, çocuğun ara sıra altına kaçırdığı görülebiliyor.
İlköğretimin birinci kademesindeki öğrencilerin yüzde 10-15 kadarı, uykuda yatağını
ıslatıyor. Çocuğun yatağını ıslatmayı sürdürmesinin nedeni, çoğunlukla yetersiz,
düzensiz tuvalet eğitimidir. Bunda, ailedeki yatkınlık da etkilidir. Sara gibi
bedensel nedenler yüzünden de çocuk, altını ıslatabiliyor. Altını ıslatmanın bir başka
önemli nedeni, uyku derinliğidir. Yatağı ıslatma olaylarının büyük çoğunluğu, ruhsal
nedenlerden kaynaklanıyor. Ruhsal nedenler, yapısal yatkınlığı olup uykusu derin
olanlarda daha etkili oluyor. Ruhsal nedenlerin başlıcalarını çocuk-anne gerginliği,
kardeş kıskançlığı, kalabalıkta annesini yitirme, çocuğun yaşından küçük kalma isteği
oluşturuyor. Yalnızca yatağı ıslatma, bir ruhsal uyumsuzluk sayılmıyor; sona
erdirilebilen bir sorun olarak görülüyor. Altını ıslatmanın uzayıp gitmesini önleyen en
etkili çare, çocuğa sert davranmamak, onu utandırmamaktır. Çocuğa karşı doğal
davranmak, anlayışlı ve sabırlı olmak gerekiyor. Ancak, uyku bozukluğu, tik, dışkı
kaçırma ile birlikte görülen altını ıslatma, önem taşıyor. Bu tür nevrotik belirtilerin
ortaya çıkması durumunda en doğru davranış, zaman geçirmeden hekime başvurmaktır.
Bkz. altını kirletme; çocuk ve ergende görülen uyumsuzluklar.
yatağı ıslatma Bkz. yatağa işeme.
yatay büyüme (horizontal growth) 1. Omuz ve kalça genişliğinde görülen yaşa bağlı
değişimler. Bu değişim, uzunlamasına artışın karşıtıdır. Yatay büyüme terimi daha çok
faktör analizi araştırmalarında kullanılıyor.
yatay dekalaj (horizontal décalage) Piaget’ye göre, çocuğun farklı korunumları farklı
yaşlarda öğrenmesi nedeniyle, bir korunum türüne ilişkin öğrendiklerini başka bir
korunum türüne aktarma yetisinden yoksun olması.
yatay eksen Bkz. tek biçimli dağılım.
yatay grup (horizontal group) Benzer toplumsal, kültürel, ekonomik, sınıfsal ve benzeri
özelliklere sahip olan kişilerin oluşturduğu grup.
yatay hareketlilik (horizontal mobility) Aynı toplumsal ya da mesleksel grup içinde
hareketlilik. İş değiştirme, bunu örneklendiriyor.
yatıklık (skewness) İstatistikte frekans dağılımında puanların yatay eksenin sol
(olumsuz) ya da sağ (olumlu) tarafında yoğunlaşmasıyla tanımlanan bir durum.
Görülen şekil, olumsuz yatıklık gösteren bir dağılım eğrisidir. Bkz. normal dağılım.
zaman (time) Sosyal bilimlerde genellikle nedensellik ilişkisi ile olayların geçmişten
bugüne; bugünden yarına birbirini izlemesi. Bu süreçte önce, neden (uyarıcı, etki);
ardından da sonuç (tepki, davranış) geliyor. Zaman kavramının psikolojideki
uygulamaları, çocukta zaman kavramının ortaya çıkışı, zaman kavramına ilişkin
sorunlar ve başka ayrıntıların kavranması için ilgili maddelerin incelenmesi
gerekiyor. Bkz. zaman algısı.
zaman algısı (time perception) Zaman aralıklarını hesaplama, güneşin konumuna
bakarak yaklaşık olarak zamanı söyleme, zamanın geçiş hızını değerlendirebilme ve
benzerleri de içinde olmak üzere, zamanın farkında olma. Bu terim çoğunlukla öznel
zaman yaşantısı için kullanılıyor. Örneğin, belli bir işle yoğun bir biçimde
uğraştığımız, eğlendiğimiz, sevdiğimiz bir kişiyle birlikte olduğumuz anlarda zaman
çabuk geçiyor; buna karşılık sıkıldığımız, boş olduğumuz zamanlar da çok yavaş
geçiyor. Bu nitelikteki zaman algısına psikolojik zaman deniyor.Bkz. algı.
zaman çizelgesi (time table) Öğrencinin zamanı iyi kullanması amacıyla günün
saatlerine bölünmüş bir sayfaya, gün içinde gösterdiği etkinliklerin tümünü, süreleriyle
birlikte yazdığı bir çizelge. Çizelgede her etkinliğin önünde, öğrencinin o etkinliğe
ilişkin duygu ve düşüncelerini belirteceği bir bölüm bulunuyor. Her sayfa bir gün için
kullanılıyor. Çizelgede her etkinliğe ayrılan zaman yüzdesine de yer veriliyor.
Öğrencinin zamanını iyi kullanmayı öğrenmesi için bu çizelgeyi en az iki hafta
içtenlikle doldurması gerekiyor. Bu çizelge, öğrencinin ilgi alanlarını, toplumsal
etkinlik eğilimlerini de yansıtabiliyor.
zaman duyusu Bkz. zaman algısı.
zaman eşiği (timethreshold) Salt zaman eşiği: İki uyarıcı arasındaki zaman aralığının,
bir izlenim biçiminde kaynaşmayıp birbirini izler biçimde algılanması. Salt zaman
eşiği, her duyu alanı için büyük farklar gösteriyor. Bu eşik, işitmede yaklaşık 0.002;
görmede ve tat almada 0.01 ile 0.04 saniye arasındadır.
zaman-hareket çözümlemesi (time and motion analysis) Endüstri psikolojisinde, iş
iyileştirme çalışmalarında belli bir iş ya da işlemin aldığı sürenin incelenmesi. Bu
inceleme ile aynı işi daha kısa sürede yapmanın ve birim zamandaki verimliliği
artırmanın, iş kazalarını önlemenin, yorgunluğu azaltmanın yöntemleri belirlenmeye
çalışılıyor.
zaman hatası (time error) Zamandaki oransal konumlarına bağlı uyarıcıları yanlış
değerlendirme eğilimi. Örneğin, birbiri ardı sıra çalınan ilk iki özdeş nota, daha
yüksek ses yoğunluğuna sahipmiş gibi daha şiddetli algılanma eğilimi gösteriyor.
zaman kazanma yöntemi (saving method) 1885’te Ebbinghaus’ın unutma konusuyla
ilgili ön çalışmalarında kullandığı yöntem. Bu yöntemden yararlanılarak belli bir
konuyu öğrenmek için harcanan zamanla aradan belli bir zaman geçtikten sonra aynı
konuyu öğrenmek için harcanan zaman karşılaştırılıyor; bunların birbirine olan yüzdesi
bulunuyor ve bu yolla, öğrenilenlerin bellekte tutulma derecesi belirleniyor.
zamanlama ipucu (Tining cue) Ses kaynağının yönünü belirleme konusunda temel bilgi
kaynaklarından biri. Zamanlama ipucu, sesin iki kulağa ulaşma zamanındaki farka
dayanıyor. Bkz. kulaklar arası gecikme; şiddet ipucu.
zaman örnekleme Bkz. veri toplama teknikleri.
zaman örneklemi (time sample) Gözlemlerin belli zamanlarda ya da belli zaman
aralıklarında yapıldığı bir örneklem biçimi.
zamansal duyarlık (temporal acuity) Duyu sisteminin, çok kısa zaman aralıklarıyla
birbirinden ayrılan olayları ayırt edebilme yetisi.
zararlı ceza Bkz. ceza.
zayıf akıllılık Bkz. zekâ geriliği.
zayıf benlik Bkz. güçlü benlik; yapısal kuram (Benlik).
zayıf eşdeğerlilik (weak equivalence) Karşılaştırılan iki sistem arasındaki ilişki. Bu
iki sistemin ancak zayıf bir eşdeğerlilik (benzerlik) taşıması durumunda, aynı dışsal
davranışı üretme işlevini yaptıkları; ancak, bunun için farklı yöntemler kullandıkları
belirtiliyor. Örneğin, ikiliden her ikisinin de satranç oynaması; ancak, oyunda bir
sonraki hamleye karar vermede farklı yöntemler uygulamaları anlamında, satranç
oynayan insanla bilgisayar, zayıf eşdeğerlidir. Biliş psikolojisinde zayıf eşdeğerlilik,
iki bakımdan önemlidir. Birincisi, Turing testinin sunduğu türden bir karşılaştırmadır.
Kimi zaman buna Turing eşdeğerliliği denmesinin nedeni de budur. İkincisi, biliş
bilimlerinde zayıf eşdeğerlilik, kuramlara geçerlik kazandırmak açısından gerekli olsa
da yeterli sayılmıyor. Çünkü biliş bilimlerindeki kuramlarda ya da simulasyonlarda
açıklanacak sistemle aynı işlevleri yerine getirmesi gereğinin yanı sıra, bu işlevleri
aynı yoldan yerine getirmeleri de belirleyici oluyor. Bu gerekliliğe güçlü eşdeğerlilik
deniyor.
zayıf işlev Bkz. analitik psikoloji.
zedelenme Bkz. travma.
zekâ (intelligence) İnsanın algılama, soyutlama, öğrenme, düşünme, uslamlama,
yargılama, çıkarsama ve yeni durumlara uyum yeteneklerinin bütünü; akıl, anlak,
biliş, düşünme yetisi. Zekâ, tanımı üzerinde anlaşma sağlanamamış bir terimdir. En
genel anlamıyla zekâ; öğrenme, soyut düşünme, usavurma, deneyimlerden edinilen
bilgileri kullanma, yeni durumlara uygulama, sorun çözme, bellek gibi zihinsel (ansal)
yeteneklerin bütünü olarak düşünülüyor. Değişik yaklaşımlara göre zekâ, değişik
biçimde tanımlanmıştır. Örneğin Thorndike’a göre zekâ, kişinin kazandığı uyarıcı-
tepki bağlantısının ölçüsüdür. İlk zekâ testlerini yapan Binet’ye göre zekâ,
yukarıdaki genel tanıma yakın bir anlam taşıyor ve geliştirdiği testlerle ölçülebiliyor.
Piaget’ye göre zekâ ise her türlü karmaşık usavurma sürecinin dayandığı ve doğuştan
gelen genel bilişsel yetidir. Kimileri de belli bir zekâ tanımı yapmaya yaklaşmayarak,
“Zekâ, zekâ testlerinin ölçtüğü şeydir.” biçimindeki açıklamayı yeğlemiştir.
Otoritelerin bir bölümü zekânın g etkeni gibi genel bir etken olduğunu düşünürken, bir
bölümü, zekâ türlerinden söz ediyor. R. B. Cattell, iki genel yetiyi belirlemek
amacıyla faktör analizini kullanarak kristalleşmiş zekâ ile akışkan zekâdan söz
etmiştir. Çağdaş öğrenme kuramlarında zekâ, çok boyutlu ve dinamik bir etken
olarak değerlendiriyor. Guliford, işlemin türüne, içeriğine ve istenen sonuca bağlı
olarak zekâyı 150 kadar özel yetiye ayırmıştır. Kimileri, bu konuda genetik
etkenleri öne çıkarırken, kimileri toplumsal-kültürel çevrenin (öğrenmenin)
belirleyici olduğunu savunmuştur. Bütün bu görüşlere karşın zekâ testleri ve zekâ
araştırmalarının önünde yanıt bekleyen sorular şunlardır: (1) Zekânın ne kadarı
kalıtsaldır, ne kadarı sonradan kazanılıyor? (2) Zekâ yaşla birlikte değişiyor mu;
değişiyorsa bu nasıl ve ne ölçüde gerçekleşiyor? (3) İnsan ve hayvan zekâsı
arasındaki fark nedir? (4) Zekânın kültürel bileşenleri nelerdir? Zekânın kalıtsal
yanına (zekâ gizilgücüne) şimdilik önemli düzeyde etki edemediğimize göre, kişi,
kendisi için hazırlanan çevrenin elverişliliği ölçüsünde iyi gelişecek ve yeteneklerini
gösterecek demektir. Zekânın ne olduğu, çok değişik anlatımlarla ortaya konulmaya
çalışılsa da zekâ en çok, geçmiş deneylerden yararlanarak sorunlara çözüm
getirebilme yeteneği olarak tanımlanıyor. Son zamanlarda özellikle çoklu zekâ
kavramı çok yandaş topluyor. Bkz. biliş; bilişsel gelişim; çoklu zekâ; kristalleşmiş
zekâ; kültürden bağımsız test; mekanik zekâ; somut zekâ; soyut zekâ; üstün
zekâlıların eğitimi; zekâ bölümü; zekâ bölümü değişmezliği; zekâca üstün; zekâ
dağılımı; zekâ düzeyi; zekâ etkeni: zekâ geriliği; zekâ geriliğinin yol açtığı
ruhsal bozukluklar; zekâ mekanikleri; zekânın derecelendirilişi; zekâ olgunluğu;
zekâ ölçeği; zekâ ölçümü; zekâ pragmatikleri; zekâ testi; zekâ yaşı.
zekâ bölümü (ZB) (intelligence gotient) Bkz. zekânın derecelendirilişi.
zekâ bölümü değişmezliği (constancy of intelligence) 1. Bir kişinin göreli genel
yetenek düzeyinin, gelişme döneminde ve yetişkinlikte, çökme dönemine kadar aynı
ya da hemen hemen aynı kalması. Aynı test ya da yaklaşık olarak aynı test bireye
yeniden verildiğinde zekâ yaşının takvim yaşına oranı, değişmeme eğilimi gösteriyor.
2. İnsanın, zekâ bölümü bakımından, ortalama başarısından yaklaşık 5 puan kadar
bir kayma gösterme olasılığı.
zekâca üstün Bkz. üstün zekâlı (zekânın derecelendirilişi).
zekâ dağılımı (intelligence distribution) Bir grup kişide görülen zihinsel dağılımdaki
değişiklik kapsamı ve bu kapsam içinde her basamakta görülen yineleme sayısı.
Zekâ dağılımı çoğu kez yineleme çizelgesi ile belirtiliyor ve her basamaktaki ya da
aralıktaki verilerin sayısı ile yüzdesini gösteriyor.
zekâ düzeyi (mental level) 1. Zekâyı ölçen soruları yanıtlayan bir kişinin başarı
derecesi; bir kişinin başkalarına göre zihinsel yeteneğinin ölçüsü; zekâ seviyesi;
anlak düzeyi. Genellikle bu ölçü, test puanları ile gösteriliyor. Bunu zekâ bölümü
ile aynı saymak, yanlıştır; bu, yaş ölçekli ve standart testlerde sözkonusu oluyor ve
Z.Y. olarak gösteriliyor. 2. Günlük yaşamda ortaya çıkan işlevsel zekâ düzeyi.
zekâ engeli Bkz. zekâ geriliği.
zekâ etkeni (intelligence factor) Zekâyı oluşturan etkenlerden biri. Thurstone’un temel
zihinsel yetenekler (PMA) testindeki grup, hız etkenlerinden biri gibi, Sperman’ın g
etkeni. Ayırt edilebilen birçok zihinsel yeteneklerden herhangi biri.
zekâ geriliği (mental quatient (IQ)) Genel zihinsel yeteneğin, ortalamanın önemli
ölçüde altında olması; oligofreni. Zihinsel yetenek alanları; iletişim, kendine bakım,
ev yaşamı, toplumsal ya da kişiler arası ilişki becerileri, toplumun sağladığı
olanakları kullanma, kendini yönetip yönlendirme, okulla ilgili işlevsel beceriler, iş,
boş zamanlar, sağlık ve güvenlik alanlarında kendi kültürüne ve yaşına uygun beklenen
ölçüleri kapsıyor. Bir kişide zekâ geriliği olduğu yargısına varmak için, o kişinin, bu
yetenek alanlarından en az ikisine uyumda belirgin sınırlılığının olması aranıyor. Bkz.
birincil zekâ geriliği; zekânın derecelendirilişi.
zekâ geriliğinin yol açtığı ruhsal bozukluklar ( psychological disorders çavsed by
mental retardedness) Yalnızca zekâ geriliğine bağlı hiçbir davranış biçimi ve kişilik
özelliği yoktur. Zekâ geriliği olanların bir kısmı saldırgan iken, bir kısmı sakindir.
Saldırgan davranışlara, bunların iletişim becerilerinin kısıtlılığı ve kendilerini
anlatamamaları yol açıyor. Zekâ Yönünden Engelli Çocuk ve Ergenlerin Uyum
Bozuklukları Gösterme Nedenleri: Bunlar şöyle sıralanıyor: (1) Davranışlarının
uygunsuz olduğunu ayrımsayamıyor ya da kötü dürtülerini denetleyemiyorlar. (2)
Çevrelerinden edindikleri bilgiyi gerekli süreçlerden geçirme yetersizliği
gösteriyorlar. (3) Çevrenin ilgisini çektiklerini fark ettikleri için uyumsuz davranışlara
yöneliyorlar. (4) Tıpsal hastalıklarının, öznel bir rahatsızlıklarının, öfkelerinin ya da
yaşadıkları bir kaybın sıkıntısını uyum bozukluğu ile yansıtıyorlar. (5) Bu tür
davranışı, ruhsal bozukluk yelpazesinde oluşturabiliyorlar. Zekâ geriliği olan
çocuklar, normal zekâlılardan çok farklı toplumsal-ruhsal ortamlarda yaşıyorlar.
Bunlar, türlü zorlanmalarla, olumsuz eğitim ve bakım biçimleriyle karşı karşıya
getiriliyorlar. Çocuklarının zekâ geriliğini öğrenen anne babaların büyük çoğunluğu,
yas tutuyor; kızgınlık, üzüntü yaşıyor ya da yadsıma yolunu seçiyor. Bu tutum,
normal bağlanma sürecinin gerektirdiği duygusal bağın zayıf kalmasına yol açıyor.
Birçok baba ise tüm yükü ve sorumluluğu annelere bırakıyorlar. Zekâ geriliği olan
çocukların ayrı sınıflarda okutulması, onları yetenekleri, davranışları normal
arkadaşlarla birlikte öğrenmekten alıkoyuyor; bu uygulama onlarda utanma, kaçınma,
farklılık duyguları yaratıyor. Yaşları ilerledikçe, türlü etkinliklerdeki yetersizlikleri,
özgüvenlerini azaltıyor. Okulların da bilgi ağırlıklı eğitim vermesi, bireysel ayrılıklar
gerçeğini yok sayması, topluma ve uygulamaya dönük beceriler öğretmemesi
yüzünden, ergenlik dönemine gelen bu çocuklar, kendilerini hem bilişsel hem de
deneyimsel yetersizlikler içinde buluyorlar. Bütün bu yetersizlikler, bu çocuklarda
duygusal iniş çıkışlarla ve patlamalarla dışavurumlara neden oluyor. Yukarıda
belirtilen sorunlarıyla birlikte bu çocukların cinsel kimlik kazanmaları, cinsellik
düzenleri ve cinsel özdeşimleri üzerinde de önemle durulması gerekiyor. Zekâ
geriliği olanlar, ruhsal bozuklukları nedeniyle en çok, okul öncesinden okula; okuldan
işe; çocukluktan ergenliğe geçişte psikoloğa ya da psikiyatriste getiriliyorlar. Oysa
bunların erken yaşlarda uzman yardımı almaya başlamaları; tedavilerinde anne
babalarla bakıcıların davranışlarının da düzeltilmesi, özellikle önem taşıyor. Zekâ
geriliği olan çocuklarda ruhsal bozukluklar, normal bireylerden 2-3 kat daha
fazladır. Zekâ geriliği derecesi arttıkça, sinir bozukluğu ile ilgili olarak davranış
bozukluğu ve ruhsal bozukluk miktarı da artıyor. Zekâ geriliği olan gençte, yoğun
toplumsal-ruhsal stresler yaşaması nedeniyle, kaygı bozukluğu görülüyor. Yaşanan
bu kaygının kaynağını, kırılgan özgüven, bakım vereni yitirme korkusu, yeni
durumlara uyum güçlüğü ve sorunla baş edememe korkusu oluşturuyor. Bunlarda
görülen iletişimsel zorluklar ve kendine zarar verme davranışları, yüzde 65-88’i
geri zekâlı olan otistiklerle çok kez benzerlik gösteriyor. Zekâ bölümü 40’ın üzerinde
olan kişilerdeki ruhsal belirti ve ruhsal bozukluklar, özde öbür kişilerle aynıdır. Bu
bozuklukların tedavisinde ilaç, dikkatli kullanılmak koşulu ile çok etkili oluyor. Bu
engelliler, ilaçların yanı sıra özel eğitim, toplumsal yetenek eğitimi; özgüveni
artıran, kızgınlığı değişik yollarla ortaya koyma yollarını içeren ruhsal tedavi
programlarından çok yararlanıyorlar. O nedenle bu çocukların izlenmesinde çocuk
psikiyatristlerinin, psikolog, eğitimci, dil terapisti ve sosyal hizmet uzmanıyla
birlikte çalışmaları gerekiyor.
zekâ katsayısı Bkz. zekâ bölümü.
zekâ mekanikleri (mechanics of intelligence) Baltes’in ikili işlem modeline göre,
bilgi işleme ve sorun çözme yetisi; bilişin, yaşla ilişkili olarak sıklıkla zayıfladığı bir
alanı. Bkz. zekâ pragmatikleri.
zekânın değişmezliği Bkz. zekâ bölümü değişmezliği
zekânın derecelendirilişi (assessment of intelligence) Zekânın standart zekâ
testlerinden elde edilen zekâ bölümü (ZB) ya da zekâ katsayısına (ZK’ye)
dayanarak aşamalandırılması. Zekâ bölümü, zekâ testleriyle belirlenen zekâ yaşı
(ZY), takvim yaşına (TY’ye) bölünüp çıkan sayı 100’le çarpılarak bulunuyor. Test
materyali değerlendirilirken, test uygulanan bireyin toplumsal-kültürel birikimi, ana
dili, iletişim ve duyusal sorunları göz önünde tutuluyor. Buna göre, zekânın
derecelendirilişi şöyle gerçekleştiriliyor: (1) İleri Derecede Ağır Zekâ Geriliği:
Zekâ bölümü 20’nin altında olanların zekâsı bu adla anılıyor. Genel grubun yüzde 1-
2’sini oluşturan ileri derecede ağır zekâ geriliği olanların, özel nörolojik
bozuklukları, belirgin yürüme ve konuşma kusurları bulunuyor. Bunlar, ancak
sürekli yardım ve destek ile yalnızca basit işleri yapabiliyorlar. İleri derecede ağır
zekâ geriliği olanların çocukluk dönemindeki ölüm oranları yüksektir. (2) Ağır Zekâ
Geriliği: Zekâ bölümü 20-35 arasında olan kişilerin zekâsı, ağır zekâ geriliği olarak
adlandırılıyor. Zekâ geriliklerinin yüzde 3-4’ünü oluşturan ağır zekâ geriliği olanlar,
temel bakım konularında eğitilebilir grup niteliğini taşıyorlar. Bunların ancak, bir
kısmı konuşmayı öğrenebiliyor. Bugünün eğitim koşullarında yalnızca okul öncesi
eğitimden yararlanabilen bu çocuklar, daha çok destek ve yakın denetimle yaşamlarını
sürdürüyorlar. (3) Orta Derecede Zekâ Geriliği: Orta derecede zekâ geriliği, zekâ
bölümü 35-50 arasında olanlardır. Bunlar, eğitilebilir grup diye nitelendiriliyor.
Zekâ geriliklerinin yaklaşık yüzde 10’unu oluşturan orta derecede zekâ geriliği
olanlar, bugün uygulanmakta olan ve bireysel ayrılıklar gerçeğini göz ardı eden eğitim
nedeniyle 2. sınıftan sonra normal sınıflarda okuyamıyorlar. Özel eğitimle ve uygun
aile tutumuyla desteklendiklerinde, ancak dördüncü sınıfa gelebiliyorlar. Ergenlik
döneminin kimi kurallarını uygulamada zorlandıkları oluyor. Bunlar, yeterli bir anne
baba desteği, yeterli bir eğitim ile toplumsal yaşamlarını bir ölçüde bağımsız olarak
sürdürebiliyor; fazla beceri istemeyen işlerde çalışabiliyorlar. (4) Hafif Zekâ
Geriliği: Zekâ bölümü 50-70 arasında olanlar, hafif zekâ geriliği gösterenlerdir. Tüm
zekâ geriliklerinin yüzde 85’i ile en geniş grubu bunlar oluşturuyor. Hafif zekâ
geriliği de eğitilebilir grup olarak nitelendiriliyor. Özel eğitimden yararlanabilen bu
gruptaki çocuklar, ilköğretimin birinci kademesini bitirebiliyorlar. Bu gruba
girenlerin zekâ gerilikleri, ileri yaşlara dek fark edilmiyor. Bunlar, konuşma ve
toplumsal yeteneklerini okul öncesi yıllarda kazanıyorlar. Bunların çok az duyusal
ve devimsel bozuklukları bulunuyor. Kendi başlarına toplumsal ve mesleksel
yetenekler edinmelerine karşın erişkin yaşlarda, alışmadıkları olağan bir sıkıntı ile
karşılaştıklarında, desteğe gereksinim duyuyorlar. Uygun bir destek ve denetimle
toplumda yaşayabiliyorlar. Zekâ geriliği, daha çok erkeklerde görülüyor. Nedenleri
arasında kromozom bozuklukları, gebelikte annenin geçirdiği kimi rahatsızlıklar, alkol
ve madde kullanımı, kötü bakım, erken doğum, doğum sırasında beynin örselenmesi,
ağır maden zehirlenmeleri, aşırı beslenme bozuklukları, toplumsal-kültürel ve
toplumsal-ekonomik yoksunluk yer alıyor. Bkz. zekâ geriliği (Zekâ geriliğinin yol
açtığı ruhsal bozukluklar). Normal ile Normal Üstü Zekâlılık: Bunlar ise şöyle
derecelendirilip nitelendiriliyor: (1) Öğrenme Güçlüğü Çekenler: Zekâ bölümü 70-
85 arasında olanlar, öğrenme güçlüğü çekenler diye adlandırılıyor. Bunlar,
desteklenerek sınıf geçmeyi başarıyorlar. (2) Normal (orta) Zekâlılar: Zekâ
bölümü 85-115 arasında olanlara normal zekâlı deniyor. (3) Zekiler (ortanın üzerinde
zekâya sahip olanlar): Zekâ bölümü 115-130 arasında olanlar, zeki olarak
adlandırılıyor. Bunlar, okullarda üstün başarılarıyla kendilerini belli ediyorlar. (4)
Çok Zekiler (dâhiler): Çok zekilerin zekâ bölümleri, 130 ve bunun üstündedir.
Değişik alanlarda birçok buluş gerçekleştirenler, yaratıcı etkinlik gösterenler
bunlardır.
zekâ olgunluğu (mental maturity) 1. Belli bir yaşta erişilmiş zekâ basamağı. 2. Zekâ
gelişiminin ulaştığı doruk noktası. Bu noktadan sonra zekâ gelişimi duruyor.
zekâ oranı Bkz. zekâ bölümü.
zekâ ölçeği (intelligence scale) Ölçek ilkelerine göre hazırlanmış bir zekâ ölçüsü; zekâ
testi. Genellikle zihinsel yetenek basamağına uygun ve gittikçe artan güçlükteki
ödevleri içeriyor. Zekâ testiyle gelişigüzel olarak eş anlamda kullanılıyor.
zekâ ölçümü (measuremaent of intelligence) Bireylerin zekâlarını standart bir ölçeğe
vurarak nicelik bakımından karşılaştırma.
zekâ pragmatikleri (pragmatics of intelligence) Baltes’in ikili işlem modeline göre,
zekânın yaşla birlikte gelişen ve pratik düşünme, bilgi ve beceri birikimini
uygulayabilme, uzmanlaşma, mesleksel üretkenlik ve bilgelik gibi özellikler içeren
boyutu. Bkz. zekâ mekanikleri.
zekâ puanı Bkz. zekâ bölümü.
zekâ testi (intelligence test) Zekâyı ölçtüğü ileri sürülen her türlü test; IQ testi, biliş
testi. Bu tür testlerin genellikle belli zorluk dereceleri ve her yaş grubu için büyük
örneklemler kullanılarak standartlaştırılmış puanlama sistemleri bulunuyor. Zekâ
testlerinin, zekâyı gerçekten ölçüp ölçmediği, bugün çok tartışılan bir konudur. Kimi
otoriteler, bu testlerin bir şeyleri ölçtüğünü; ancak, ölçülen şeyin zekâ olduğunun
söylenemeyeceğini savunuyorlar. Kimileri de bu testlerin, belli toplumsal-ekonomik
sınıfların; özellikle elit orta sınıfın öğrenme alışkanlıklarına göre düzenlendiğini, alt
tabakadan insanlara karşı olumsuz önyargılar içerdiğini ileri sürüyorlar. Bütün bu
farklı görüşlere karşın, zekâ testlerinin en azından genel bir öğrenme ve çevreye
uyum yetisini ölçtüğü ve bu nedenle daha çok eğitim ve iş dünyasında uygulama alanı
bulduğu da bir olgudur. Bkz. kültürden bağımsız test; yetenek testleri.
zekâ yaşı (mental age) Kişinin zekâ testinde aldığı puanın, aynı yaştaki başka kişilerin
aldıkları puanların ortalamasına bölünmesiyle elde edilen sayısal bir değer. Örneğin,
bir zekâ (IQ) testinde 150 puan alan 6 yaşındaki bir çocuğun zekâ yaşı, 9 olarak
hesaplanacak demektir: 150:100x6=9. Bunun, özellikle zekâ gelişiminin hızlı olduğu
erken yaşlarda kullanılması öneriliyor; 13-14 yaşlarından sonra anlamlı sonuç
vermiyor.
zemin (background) 1. Fon, arka cephe. 2. Bir sorunu ya da durumu anlamak için
gerekli olan ön bilgi. 3. Bir insanın yaşantılarının, bilgisinin ve eğitiminin tamamı. 4.
Her türlü temsilin gerçekleşmesini olanaklı kılan ve temsili olmayan bir dizi yeti.
Biyolojik ve kültürel yetiler, tutumlar, beceriler, varsayım ve önermeler de bunun
içindedir. Bkz. ön plan; niyetlilik; örtülü bellek; örtülü bilgi.
zemin ateşlenme oranı (background firing rate) Çoğu hareketli olan nöronların,
doğrudan uyarılmadıkları zaman bile bir zemine ya da tetiklenmeye gereksinim
duymadan eylem gizilgücü göstermeleri. Bkz. zemin.
zenginleştirilmiş algı (enriched perception) Simge, işaret ya da açık ve kesin olmayan
uyaranları, değer ve gereksinimlerin etkisiyle gerçekte olandan daha güçlü, renkli ve
ayrıntılı olarak algılama.
zenginleştirme etkinlikleri Bkz. zenginleştirme programları.
zenginleştirme programları (enrichment programs) Düzenli program etkinliklerinin
ötesine geçen öğrenme etkinlikleri. Planlı dersleri kısa sürede tamamlayabilen
yetenekli öğrencilerin bilgi düzeyini yükseltmek ya da derinleştirmek için özel
sınıflarda ya da özel okullarda uygulanıyor. Bu nitelikteki programların başarısı,
öğrencilerin yeni bilgiler arama istek ve özeni, önderlik fırsatları yakalayabilmesi,
kişisel ilgilerini izleyebilmesi, yaratıcı görevler üstlenebilmesi, girişim gücü ve
derinlemesine araştırma güdüsü gibi etkenlerle öğretmenin bunları yönetebilme
becerisine bağlıdır. Bkz. hızlandırma.
zevk prensibi Bkz. haz-acı ilkesi.
zırh (armor) Bireyin, duygu ve duyularını; özellikle de kaygı, öfke ve cinsel heyecanını
dışa vurmasına karşı geliştirdiği kas tutulmalarının (süreğen kas spazmlarının) bütünü.
zevk ilkesi Bkz. haz-acı ilkesi.
zigot (zygote) Yarısı anneden, yarısı da babadan gelen 23 çift kromozomdan oluşan
döllenmiş yumurta; tohum. Zigot, hücre bölünmesiyle tek bir hücreden, türünün, anne
babasının genetik (kalıtsal) özelliklerini taşıyan yetişkin bir üyesi durumuna geliyor.
zigotik etki geni (zygotic effect gene) Fenotipi annenin genotipine değil de zigotun
genotipine bağlı olan gen.
zihin (mind) 1. Anlayış, kavrayış, algılama yetisi. 2. Yaşantıları, öğrenilen konuları,
bunların geçmişle bağlantılarını bilinçli olarak beyinde saklama gücü, bellek. 3.
Düşünme, bilme yetisi, akıl, beyin, bilinç. 4. Canlının duygu ve davranışları
dışındaki ruhsal süreç ve etkinliklerinin örgütlü bütünlüğü. Bkz. imgeleme: zihin
aşıcılar; zihin karışıklığı; zihin karmaşası; zihin kuramı; zihinsel; zihin tutulması;
zihin yarılması; zihni bulanık-heyecanlı.
zihin açıcılar (psychedelics) Merkez sinir sistemini doğrudan etkileyerek algısal
çarpıtmalar, sanrılar, kuruntular, zihinsel içgörüler , yaratıcı yetide artış,
psikozlara özgü ruh hastalığı belirtilerine benzer belirtiler gibi bilinç değişiklikleri
yaratabilen maddelerin ortak adı; psikotojenik. Bununla birlikte terim daha çok, bu
özellikleri nedeniyle hekim önerisi dışında alınan LSD, esrar, meskalin gibi
uyuşturucular için kullanılıyor.
zihinde oluşturma Bkz. imgeleme.
zihin karışıklığı (mental confusion) Düşünme sırasında, düşünceler arasındaki ilişki ve
bağlantının yitmesi. Bkz. yaşlılık bunaması.
zihin karmaşası (mental complexity) Şaşkınlık, çevreden haberdar olma keskinliğinde
azalma, dikatin bozulması; zamana, yere, kişiye bozuk yönelim gösterme ile beliren
bilinç bozukluğu. Bkz. sabuklama.
zihin kuramı (theory of mind) Çocuğun, kendi zihninin ve başkalarının zihinlerinin nasıl
çalıştığına; duygu, istek ve inançların nasıl oluştuğuna ilişkin geliştirdiği kuram.
Çocukların 4-5 yaşlarına dek bu tür bir kuram geliştirdikleri varsayılıyor.
zihinsel (intellectual) Zihinle ilgili. Bkz. zihinsel büyüme; zihinsel çöküntü; zihinsel
düzey; zihinsel engelli; zihinsel gelişim; zihinsel geli,şim kuramı; zihinsel
gerçeklik; zihinsel gerilik; zihinsel harita; zihinsel imge; zihinsel işlev; zihinsel
körlük; zihinsel kurallar; zihinselleştirme; zihinsel model; zihinsel olgunluk;
zihinsel ölçek; zihinsel ölçüm; zihinsel örüntü; zihinsel sağlık; zihinsel sakatlık;
zihinsel set; zihinsel süreç; zihinsel şema; zihinsel temsil; zihinsel test; zihinsel
tutukluk; zihinsel ve dilsel gelişim; zihinsel yapı; zihinsel yeti.
zihinsel beceriler Bkz. öğrenme koşulları.
zihinsel bozukluk Bkz. ruhsal bozukluk.
zihinsel büyüme (mental growth) Takvim yaşına koşut olarak herhangi bir ruhsal
süreçte, özellikle zihinde gerçekleşen gelişme; ansal büyüme.
zihinsel çöküntü (mental deterioration) Ruh hastaları ile yaşlı kişilerde zihinsel
yapının, düzeltilemeyecek derecede bozulup çökmesi; ansal çöküntü.
zihinsel düzey (mental level) 1. Zekâ yaşı gibi ölçümlerle anlatılan zihinsel işleyiş
düzeyi. 2. Jung’a göre, zihinsel etkinliklerin bilinç, kişisel bilinçdışı ve ortak
bilinçdışı biçiminde sınıflandırılması. Bkz. analitik psikoloji.
zihinsel engelli (mentally handicapped) Ruhsal bir bozukluk ya da hafif düzeyde zekâ
geriliği nedeniyle yaşamını bağımsız olarak sürdürme yetisinden yoksunluk;
zihinsel özürlü. Bkz. zekâ geriliği.
zihinsel gelişim (mental development) Çocukluktan yetişkinliğe dek ya da yaşamın
başka bir dönemi içinde olgunlaşma, öğrenme, deneyim gibi etkenlere bağlı olarak
zihinsel yapıda ve yeteneklerde (bilişsel işlevlerde) görülen ilerlemeli değişimler;
ansal gelişim. Bkz. Çocuk ve ergenin gelişim dönemleri (Zihinsel ve Dilsel
Gelişim).
zihinsel gelişim evresi Bkz. bilişsel gelişim evresi.
zihinsel gelişim kuramı Bkz. bilişsel gelişim kuramı.
zihinsel gerçekçilik. (intellectual realism) Luquet ve Piaget’nin dile getirdiği zihinle
ilgili gerçekçilik; ansal gerçekçilik. Zihinsel (bilişsel) gerçekçilik dönemindeki
çocuklar, gözlerinin önündeki modelin sağladığı görsel bilgiyi tam olarak kullanmıyor;
o nesneye ilişkin kavramsal bilgilerine dayanarak çizim yapıyorlar. Örneğin,
karşılarında gördükleri sürahinin kulpunu ya çizmiyor (çıkarma hatası) ya da kulpu
görünmeyen sürahinin kulpunu çiziyorlar. Ancak, görgül araştırmacılar, bu duruma
yönerge, bağlam ve sunulan malzemenin niteliği gibi birçok nedenin yol açtığını
göstermişlerdir.
zihinsel gerilik (mental retardation, oligofrenia) Kalıtımsal ya da çevresel nedenlerle
zihinsel yeteneklerin normalin belirgin bir biçimde altında olma durumu; ansal
gerilik. Bu gerilik düzeyi genellikle 75 zekâ bölümünün altında olanları içeriyor.
Bkz. zekâ geriliği.
zihinsel harita Bkz. bilişsel harita.
zihinsel imaj Bkz. zihinsel imge.
zihinsel imge (mental image) Nesne, insan ve olayların zihindeki temsilleri ya da
resimleri. Özgün uyarıcının benzeri olan bu temsiller, belki de bütün duyu
modalitelerinde olabiliyor.
zihinsel işlev (mental function) Düşünme, akıl yürütme gibi bilişsel işlevler.
zihinsel körlük (mental blindnes) Gerçeklerle yüzleşmeye karşı gösterilen direnç;
ansal körlük.
zihinsel kurallar Bkz. bilişsel yapılar.
zihinselleştirme Bkz. düşünselleştirme.
zihinsel model (mental model) İnsanın dünyayı, olup bitenlerin işleyişini anlamakta,
eylemlerini yönlendirmekte kullandığı içselleştirilmiş genelleştirme, varsayım,
önerme ve kurgulardan; dahası, fiziksel gerçekliğe dayalı imgelerden oluşan bilişsel
çerçeve.
zihinsel olgunluk (intellectual maturity) Kişinin zihinsel gelişim yönünden yaşına uygun
ya da yetişkinlere özgü ulaştığı gelişim düzeyi; anlıksal olgunluk.
zihinsel ölçek (mental scale) Kişinin zihinsel işleyiş düzeyini (zekâsını) belirlemek
amacıyla kullanılan her türlü değerlendirme aracı ya da testi.
zihinsel ölçüm (mental measurement) Zekâ, kişilik eğilimleri gibi zihinsel, duygusal
işleyiş düzeyini ya da durumunu zekâ testi, kişilik testi gibi nicel ölçeklerle
belirleme işi; ansal ölçüm.
zihinsel örüntü (mental organization) Davranış eğilimleri arasındaki dayanıklı başatlık
ve uysallık ilişkilerinin oluşturduğu sistem; ansal örüntü. Davranış eğilimleri
arasındaki ilişkilerin sürekliliği söz konusudur.
zihinsel sağlık (mental health) Kişinin uyumlu olduğu, özlem ve dileklerini başarıyla
doyurabildiği sürekli, mutlu bir sağlık durumu; ansal sağlık.
zihinsel sakatlık. (mental defect) Zihinsel yetersizlik nedeniyle normal okul
öğreniminden yararlanamama, yaşama uyumda başarısızlık gösterme; ansal sakatlık.
zihinsel set (mental set) Belli bir sorunu uygun ya da en etkili biçimde çözmese de, eski
sorun çözme yöntemlerini kullanma eğilimi. Bu eğilim, kişinin yeni bir strateji
gerektiren bir sorunu çözmesini engelliyor. Bkz. set.
zihinsel süreç (mental process) Algı, düşünce, duygu, bellek, rüya gibi bilişsel ve
duygusal süreçler.
zihinsel şema (mental chema) Piaget ve başka kimi psikologlara göre, insanların
dünyayı temsil etmede ve dünya ile etkileşimlerini düzenlemede yararlandıkları
zihinsel program ya da formül; bilişsel şema. Bu kavram, zihinsel temsil
kavramından daha etkin bir denetim mekanizmasını dile getiriyor. Bkz. şema.
zihinsel temsil (mental representation) Algı, düşünce, inanç, imge, anı, varsayım gibi
zihinsel içeriği, zihinde bir şeyi karşılayan; ancak onunla eşdeğer olmayan simgeler.
Bu simgelerin ayrık olması gerekmiyor. Bkz. bilişsel yapılar; temsil.
zihinsel test (mental test) 1. Bireyin ruhsal özelliklerini (kişilik eğilimlerini, zihinsel
yetisini, performansını ve benzerlerini) ölçmek için kullanılan testlerin ortak adı. 2.
Zekâ testi.
zihinsel tutukluk (mental dullness) Zihinsel gelişimin donuk, sönük; zihinsel düzeyin
düşük olması; donuk zekâ, durgun zekâ. Bu terim, zekâ bölümleri yaklaşık 70-89
arasında bulunanlar için kullanılıyor.
zihinsel ve dilsel gelişim. Bkz. çocuk ve ergenin gelişim dönemleri.
zihinsel yapı. (mental structure) Kişilik öğelerinin, yapılardaki gibi, birbiriyle ve
bütünle kaynaşmış olduğu görüşü; ansal yapı.
zihinsel yetenek alanları Bkz. birincil zihin yetenekleri; zekâ geriliği.
zihinsel yetersizlik Bkz. zekâ geriliği.
zihinsel yeti 1. (mental ability) Algı hızı, anlama, görsel-sözel-sayısal kavrama, akıl
yürütme, karar verme, sorun çözme ve benzeri alanlarda genellikle testlerle ölçülen
yetenekler. 2. (mental faculty) Eski psikoloji öğretisinde zihnin birbirinden bağımsız
olarak çalıştığı ileri sürülen usavurma, imgeleme, algılama, bellek, istenç, duygu gibi
bölümleri; fakülte psikolojisi, ansal yetiler. Bu görüş, bilimsel geçerlilik
kazanamamıştır.
zihin teorisi Bkz. zihin kuramı.
zihin tutulması (mental eclipse) Şizofrenlerde yaygın olarak görülen ve kişinin,
başkalarının onun düşüncelerini çaldığına inandığı bir kuruntu.
zihin yarılması Bkz. şizofreni.
zihni bulanık-heyecanlı (confused, agitated) Bilişsel işleyiş düzeyi ölçeğinin, yakın
çevreyle ilişkisi bulunmayan ve tuhaf davranışlarla tanımlanan 4. düzeyi. Bu
düzeydeki kişi, nesne-insan ayırt edemiyor; işbirliği yapamıyor. Bu kişinin dikkat
yetisi en alt düzeydedir; kısa süreli bellek işlevleri bozuktur.
Zimbardo deneyi (Zimbardo experiment) Zimbardo’nun Stanford Üniversitesi’nde bir
grup zeki, olgun, duygusal açıdan dengeli erkek üzerinde yaptığı ve sonuçları
bakımından çok önemli olan bir sosyal psikoloji deneyi. Deneyde denekler, yazı-tura
atılarak ya “tutuklu” ya da “gardiyan” olarak atanıyorlar. “Tutuklular”, bir polisçe
aranıyor, evlerinde yakalanıyor, kelepçeleniyor, parmak izleri alınıyor, gözleri
bağlanıyor ve “cezaevi”ne konuluyorlar. “Gardiyanlar”a ise kendi kurallarını
koyabilecekleri söyleniyor. İki hafta süren deneyin daha başlarında kimi tutuklular
depresyona giriyor; zihin bulanıklığı ve histeri belirtileri geliştiriyor ve
bırakılıyorlar. Deney öncesinde iyi yürekli, nazik olan gardiyanlar ise acımasız,
kalpsiz birer insan olup çıkıyorlar. Bu gelişmeler üzerine Zimbardo, deneye
zamanından önce son vermek zorunda kalıyor. Bkz. Milgram deneyi.
Zimmerman okul öncesi dil ölçeği (Zimmerman Preschool Language Scale) Çocuğun
işitsel kavrama ve sözel anlatım yeteneğini ölçmek için kullanılan bir test.
zina (fornication) Evli olmayan iki kişi arasındaki yasalara, töreye aykırı cinsel ilişki.
zincirleme (chaining) Belli bir sıralamaya uyan karmaşık bir davranış zincirinin,
istenen davranışın tümü gerçekleşinceye dek teker teker pekiştirilmesini içeren bir
işlemsel koşullama yöntemi. Bu yolla öğrenilen her tepki, istenen bir sonraki tepki
için bir uyarı oluyor. Bkz. ileriye doğru zincirleme; geriye doğru zincirleme.
zincirleme davranış Bkz. davranış zinciri.
zincirleme travma (chain trauma) İçerik, zamanlama ya da başka bir etkenle birbiriyle
ilişkilenen iki ya da daha fazla örseleyici yaşantıdan kaynaklanan örselenme sonrası
stres bozukluğu. Yinelenen cinsel ya da bedensel saldırılar, art arda yaşanan yitikler
ya da görünürde ilgisiz olan ve sorumluluk, terk edilme gibi ruhsal temalarla birbirine
bağlanan örseleyici olaylar, zincirleme örselenmeleri örneklendiriyor.
z lensi (z lens) Roger Sperry ve arkadaşlarının, görsel uyarımların retina üzerine,
beynin yalnızca ya sol ya da sağ yarımküresince yorumlanacak (algılanacak) biçimde
verilmesini olanaklı kılan karmaşık bir düzenek. Bölünmüş beyin operasyonunun
öncüsü olan Sperry, bu düzeneği, bölünmüş beyinli hastalarının iki ayrı görsel iç
dünyaları olduğunu göstermek için kullanıyor. Bir nesnenin resmi sol yarımküreye
gösterildiğinde, yeniden aynı yarımküreye gösterilmesi durumunda, hasta, nesneyi
tanıyor; ancak, aynı nesne, görsel alanın öbür yarımküresine gösterildiğinde hasta, söz
konusu nesneyi daha önce gördüğünü anımsayamıyor.
ZİYA GÖKALP (1876-1924) Türkçülük düşüncesini sistemleştiren ve Cumhuriyet
döneminde düşün ve siyaset alanında önemli etkileri olan sosyolog ve düşünür.
Gökalp, Diyarbakır’da doğdu; İstanbul’da öldü. İşk ve orta öğrenimini Diyarbakır’da;
yüksek öğrenimini ise İstanbul’da Baytar Mektebi’nde yaptı. Daha orta öğrenimö
öğrencisi iken edebiyata, kültürel ve toplumsal sorunlara ilgi duydu. II. Abdülhamit
yönetimine muhalefet çalışmaları nedeniyle tutuklandı. On ay sonra sürüldüğü
Diyarbakır’da küçük memuriyetler üstlendi ve toplumsal ve ideolojik araştırmalara
yöneldi. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Diyarbakır
şubesini kurdu. Peyman gazetesini çıkardı. Bu gazetede ve Diyarbakır gazetesinde şiir
ve yazılarını yayımladı. 1909’da Selanik’te toplananİttihat ve Terakki Kongresi’ne
Diyarbakır delegesi olarak katıldı. Ertesi yıl, örgütün merkez yönetim kuruluna
getirilince Selanik’e gitti. Kuruluşunda etkili olduğu İttihat ve Terakki İdadisi’nde
sosyoloji dersleri verdi. Öte yandan da Genç Kalemler dergisinde yazdı. 1912’de
Ergani Maden’den mebus seçilerek İstanbul’a yerleşen Gökalp, Türk Ocağı’nın
kurucuları arasında yer aldı. Derneğin yayın organı olan Türk Yurdu’nda; Halka
Doğru, İslam Mecmuası, İçtimaiyat Mecmuası, Milli Tetebbular Mecmuası,İktisadiyat
Mecmuası ve Yeni Mecmua’da düşüncelerini ve araştırma sonuçlarını yazdı. Bunun
yanı sıra Darülfünun-ı Osmani’de sosyoloji dersleri verdi. I. Dünya Savaşı yıllarında
iktidar olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en etkin ideoloğu olan Ziya Gökalp,
savaşın yenilgiyle sonuçlanmasının ardından tüm görevlerinden alındı. 1919’da
İngilizlerce sürüldüğü Malta Adası’ndaki iki yıllık sürgün yaşamından
sonraDiyarbakır’a gitti ve orada 1922’ de Küçük Mecmua’yı çıkardı. 1923’te Maarif
Vekâleti Telif ve Tercüme Heyeti başkanlığına atandı ve Ankara’ya gitti. O yıl, İkinci
Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Diyarbakır mebusu olarak katıldı; ancak,
ertesi yıl, kısa bir hastalığın ardından öldü. Osmanlı Devleti’nin parçalanma sürecine
girişiyle birlikte yeni bir ulusal kimlik arayışına giren Ziya Gökalp, toplumsal ve
siyasal görüşünü bu doğrultuda biçimlendirdi. Düşüncesini, türk toplumunun kendine
özgü ahlaksal ve kültürel değerleriyle Batı’dan aldığı belli değerleri kaynaştırarak
belli bir senteze ulaşma temeline dayandırdı. Türkleşmek, İslamlaşmak olarak
özetlediği yaklaşımın kültürel öğesini Türkçülük; ahlaksal öğesini de İslam olarak
belirledi. Ulusal kültür (milli hars) ile Batı uygarlığını (medeniyeti) birbirinden
ayırarak uluslar arası kültürün yapıcı öğesinin ulusal kültürler olduğunu ileri sürdü.
Saray edebiyatına ve ve Batı öykünmeciliğine karşı halk kültürünü savundu. Batı’nın
teknolojik ve sanayideki gelişmesine temel oluşturan pozitif bilim anlayışını
benimsemek gerektiğini vurguladı. Özellikle toplumsal işlevi üzerinde durduğu dini
ise toplumda birlik ve dayanışmayı sağlamaya yardımcı bir etken olarak ele aldı.
Gökalp’in toplum modeli, Emile Durkheim’den etkilenerek benimsediği
dayanışmacılığa ( solidarizme) dayanıyordu. Çatışmacı toplum anlayışına karşı
meslek örgütlerini (korporasyonu) temel toplumsal birim olarak kabul eden
dayanışmacılıkta, uzlaşmacı dünya görüşüyle örtüşen toplumsal dengeyi sağlamaya
yönelik bir sistem görmüştü. Siyasal partileri reddetmemekle birlikte meslek
örgütlerinin temsiline dayanan bir siyasal sistemi savunuyor; bireysel özgürlüklerin
toplumsal dasyanışmaya ve kamu çıkarlarına ters düşmamasi gerektiğini belirtiyordu.
Bunlarla haktan çok görevi öne çıkarıyor ve b ir bütün olarak toplumsal bilince
(vicdana) önem vermiş oluyordu. Ziya Gökalp, kurduğu sisteme içtimai mefkürecilik
(toplumsal idealizm) adını vermişti. Bir düşünür olarak Gökalp’in düşüncelerindeki
değişim, İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet rejiminin siyasal çizgilerine uygun düşmüş;
Mustafa Kemal’in (Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin halkçılık ve
milliyetçilik ilkelerinin olgunlaştırılmasında ve kültürel atılımlarda da onun
düşüncelerinin payı büyük olmuştur. Başlıca yapıtları: Kızıl Elma, 1914; Yeni Hayat,
1918; Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, 1918; Türk Töresi, 1923; Doğru
Yol, 1923; Altın Işık, 1923;Türkçülüğün Esasları, 1923; Türk Medeniyet Tarihi,
1926.
zoofilya Bkz. hayvan sapıncı.
zoofobi Bkz. hayvan korkusu.
zorlanım (compulsion) Bilinç düzeyinde ters yönde istencine karşın, kişinin belli bir
biçimde davranmaya zorlanışı; kompulsiyon. Zorlanımlı belirtiler, takınak
nevrozlarının belirleyici özelliğidir. Bu belirtiler, ya Freud’un belirttiği gibi
dışavurumcudur (kişinin kendi imgesine uymadığını düşünerek reddettiği ve bastırdığı
düşünce ve duyguları karşılıyor) ya da bu tür yasak düşünceleri bilinçdışında tutmanın
bir yolu olarak ortaya çıkıyor. Kişi, zorlanımının bilincinde olsa bile, zorlanıma yol
açan neden, her zaman bilinçsizdir. O nedenle zorlanılan davranış ya da davranışlar
gerçekleşmediği ya da istençle engellendiği zaman, akut kaygı ortaya çıkıyor.
Örneğin, el yıkama zorlanımı olan bir insan, el yıkamanın gereksizliğinin de normal
olmadığının da bilincindedir; ancak, neden böyle davranmaya zorlandığını bilmiyor.
Bildiği tek şey, ellerini yıkamadığında, yoğun bir kaygı duyacağıdır. Buna bağlı olarak
kaygı beklentisi de bağımsızlaşıp zorlanımın sürmesini sağlıyor. Bkz. zorlanımlı
kişilik bozukluğu; zorlanımlı aşırı yeme; obsesif-kompulsif nevroz.
zorlanımlı aşırı yeme (compulsive overeating) Aşırı, karşı konulmaz bir yeme dürtüsü.
Aşırı yeme etkinliği çoğunlukla stres ya da üzüntü karşısında bir tür avuntu işlevi
görüyor. Kimi olaylarda da engellenme ya da düş kırıklığına karşı bir tepki,
reddedilen doyumların yerine koyma ya da annenin aynı anda hem yiyecek hem de
sevgi kaynağı olduğu bebeklik döneminde yaşanan sevgiyi ve benimsenmeyi bilinçsiz
olarak yeniden yakalama girişimi diye değerlendiriliyor. Bkz. yeme bozuklukları
zorlanımlı davranış Bkz. obsesif-kompulsif nevroz.
zorlanımlı kişilik bozukluğu (compulsive personality disorder) Yakınlık duygularını
anlatma güçlüğü, resmilik, cimrilik, kusursuzluk, ayrıntı ve dakiklik takıntısı; haz
duymayı, zevk almayı düşünmeyecek kadar kendini işe verme; düzene, kurallara katı
bir biçimde bağlılık, hata yapma korkusuyla bir şeye karar vermekten kaçınma gibi
özelliklerle ortaya çıkan bir kişilik bozukluğu. Takınaklı-zorlanımlı bozukluğu olan
kişilerden ayrı olarak bu kişiler, davranışlarını rahatsız edici bulmuyor; başkalarının
yaşamına engel olduklarını da düşünmüyorlar.
zorlanma Bkz. stres.
zorlantı Bkz. stres.
zorlayıcılık (compulsiveness, compulsivity) Birtakım davranışın, uygun düşmemesine
karşın art arda yinelenmesi ve bunun önüne geçilememesi; zoruntu, takınaklılık. Bu
terim ilk zamanlar yalnızca kassal davranışlar için kullanılırken daha sonra,
istenmeyen birtakım düşünceler ve çevrenin belirli yanlarına bağlanır durumlar için
de kullanılmaya başlandı. Bu tür davranışlar belli bir biçimde ve törenseldir. Kişi, bu
tür davranışını akıl dışı görüyor; ancak önleyemiyor. Bkz. obsesif-kompulsif nevroz.
zorunlu eğitim (compulsory education) 1. Bugün hemen her ülkede her çocuğun görmesi
yasalarla belirlenmiş ve zorunlu kılınmış olan eğitim. Kimi ülkelerde ise sorumluluk,
anne babalara yüklenmiştir. 2. Okula gitme zorunluluğu olmadan, belli bir yaşa;
genellikle 12. yaşa gelinceye dek her çocuğun okur yazar duruma getirilme
zorunluluğu. 3. Devletin okul çağı çocuklarına eğitim sağlama zorunluluğu.
zorunlu gereksinim (vital need) Tüm canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için onsuz
yapamayacakları beslenme, giyinme ve barınma gibi gereksinimler. Gidrildiğinde haz;
gidrilmediği zaman acı veren; ancak yaşamsal önem taşımayan gereksinimler de
zorunlu olmayan gereksinimler olarak adlandırılıyor.
Zöllner yanılsaması (Zöllner illusion) Aşağıdaki şekilde görüldüğü gibi birbirine koşut
çizgilerin, farklı açılardan kendilerini kesen çizgi nedeniyle koşut değilmiş gibi
algılanması. Bunun yönler arasındaki rekabetten ya da ketlemeden kaynaklandığına
inanılıyor. Bkz. kafe duvarı.
Zöllner Yanılsaması
Adler, Alfred. İnsan Tabiatını Tanıma. Çeviren: Ayda Yörükân. Tur Yayınları. Ankara,
1973
_____ Güç Çocuğun Eğitimi. Çeviren Nihal Önol. Varlık Yayınları. İstanbul, 1984
_____ Nevroz ve Sorunları. Çeviren: Ali Kılıçlıoğlu. Say Yayınları. İstanbul, 2004
Akarsu, Bedia. Felsefe Terimleri Sözlüğü. Türk Dil Kurumu Yayınları. Ankara, 1975
Akyüz, Yahya. Türk Eğitim Tarihi. 14. Baskı. Pegem A Yayıncılık. Ankara, 2009
Alkan, Cevat. Eğitim Ortamları. A. Ü. Eğitim Fakültesi Yayınları. Ankara, 1979
Alper, Yusuf vd. Herkes İçin Psikiyatri. Gendaş Yayınları. İstanbul, 2001
AnaBritanica. 22 cilt. Ana Yayıncılık. İstanbul, 1986
Arkonaç, Oğuz. Açıklamalı Psikiyatri Sözlüğü. Nobel Tıp Kitabevleri. İstanbul, 1999
Arnold, Arnold. Çocuğunuz ve Oyun. Türkçesi: Rezzan Mahmudoğlu. Ece Yayınları,
1979
Atatürk ve Eğitim. Türk Eğitim Derneği Yayınları. Ankara, 1981
Atkinson, Rita L. vd. Psikolojiye Giriş. Çeviren: Yavuz Alogan. Arkadaş Yayınları.
Ankara, 1999
Aydoğmuş, K. vd. Ana Baba Okulu. 2. Basım. Remzi Kitabevi. İstanbul, 1990
Ayer, A. J. vd. Algılama, Duyma ve Bilme. Derleme ve Çeviri: Vehbi Hacıkadiroğlu.
Metis Yayınları. İstanbul, 1984
Aytaç, Kemal. Avrupa Okul Sistemlerinin Demokratlaştırılması. Üçüncü Baskı. A. Ü.
Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınlar. Ankara, 1985
Bakırcıoğlu, Rasim. Ruh Sağlığı ve Rehberlik. Ankara, 1976
_____ Öğrenciyi Merkez Alan ve Almayan Öğretmen Tutumunun İlkokulda Öğrencinin
Bağımsızlık Kazanmasına Etkisi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi. A. Ü. Eğitim
Fakültesi. Ankara,1981
_____ Meslekler Kılavuzu. Bakırcıoğlu Yayınları. Ankara,1987
_____ Çocuk Ruh Sağlığı ve Uyum Bozuklukları. Anı Yayıncılık. Ankara, 2002
_____ Ansiklopedik Psikoloji Sözlüğü. Anı Yayıncılık. Ankara, 2006
_____ Çocuk ve Ergende Ruh Sağlığı. Geliştirilmiş 4. Baskı. Anı Yayıncılık. Ankara,
2011
_____ Rehberlik ve Psikolojik Danışma. Geliştirilmiş ve Gözden Geçirilmiş 7. Baskı.
Anı Yayıncılık. Ankara, 2005
_____ ”Türkiye’de Ruh Sağlığı” Türkiye’de Eğitim Bilimleri: Bir Blanço Denemesi.
Nobel Yayın Dağıtım. Ankara, 2006
_____ ”Çağdaş Öğretmeni Ne Zaman Yetiştireceğiz?” Öğretmenlik Mesleği-
Türkiye-Almanya ve Kıbrıs’ta Öğretmen Yetiştirme. CTB Yayınları. Ankara, 2000
Baltacıoğlu, Ismayıl Hakkı. Pedagojide İhtilal. İstanbul, 1964
Bauer, M. vd. Psikiyatri. 3. Yenilenmiş ve Genişletilmiş Baskı. Çeviren: Günsel
Koptagel-İlal. Arkadaş Tıp Kitapları. İstanbul, 1985
Bayraktaroğlu, Sinan. “Eğitim Öğretim Yanılgısı” Cumhuriyet. 10. 01. 2010
Benson, Nigel C. Psikoloji. Çeviren: Aysun Yavuz. NTV Yayınları. İstanbul, 2011
Bezmez, Serap; Richard Blakney; C. H. Brawn. Redhouse Yeni Elsözlüğü. SEV
Matbaacılık ve Yayıncılık. İstanbul, 2000
Binbaşıoğlu, Cavit. Özel Öğretim Yöntemleri. 6. Basım. Binbaşıoğlu Yayınevi. Ankara,
1988
_____ Türk Eğitim Düşüncesi Tarihi. Anı Yayıncılık. Ankara, 2005
Özel Eğitim Konseyi. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Ankara, 1991
Bloom, Benjamin. İnsan Nitelikleri ve Okulda Öğrenme. Çeviren: Durmuş Ali Özçelik.
Milli Eğitim Yayınları. Ankara, 1979
Brenner, Charles. Psikanalizin Temelleri. Çevirenler: Işık Savaşır-Yusuf Savaşır.
Ankara Sinir ve Ruh Sağlığı Derneği Yayınları. Ankara, 1977
Bruno, Frank J. Psikoloji Tarihine Giriş. Çeviren: Nesrin Hisli. Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yayınları. İzmir, 1982
Budak, Selçuk. Psikoloji Sözlüğü. Bilim ve Sanat Yayınları. Ankara, 2000
Butler, Gillian; Freda McManus. Psikolojinin ABC’si. Çeviren: Zeliha İyidoğan
Babayiğit. Kabalcı Yayınevi. İstanbul, 1998
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi. 24 cilt. Milliyet Yayınları. İstanbul, (?)
Cansever, Gökçe. İçimdeki Ben. 2. Basım. Der Yayınları. İstanbul, 1981
Cole, Luella; John J. B. Morgan. Çocukluk ve Gençlik Psikolojisi. İkinci Basılış.
Çeviren: Belkıs Halim Vassaf . Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Ankara, 1975
Corman, Louis. Psikanaliz Açısından Çocuk Eğitimi. Türkçesi: Hüseyin Portakal. Cem
Yayınevi. İstanbul, 1988
Cramer, J. F.; G. S. Browne. Çağdaş Eğitim. Çeviren: A. Ferhan Oğuzkan. Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları. Ankara, 1974
Cumhuriyet Dönemi Eğitimcileri. UNESCO Türkiye Milli Komisyonu. Ankara, 1987
Cüceloğlu, Doğan. İnsan ve Davranışı. Remzi Kitabevi. İstanbul, 1991
_____ Başarıya Götüren Aile. Remzi Kitabevi. İstanbul, 2006
Çağdaş Toplum Çağdaş Yaşam ve Özürlüler. Başbakanlık Özürlüler Dairesi Başkanlığı.
Ankara, 1999
Çağlar, Doğan. Geri Zekâlı Çocuklar ve Eğitimi. İkinci Basım. A. Ü. Eğitim Fakültesi
Yayınları Ankara, 1979
Çilenti, Kâmuran. Eğitim Teknolojisi. Geliştirilmiş Baskı. Ankara, 1988
Demirel, Özcan, Kâmile Ün. Eğitim Terimleri. Ankara, 1987
Demir, Ömer; Mustafa Acar. Sosyal Bilimler Sözlüğü. 6. Baskı. Adres Yayınları.
Ankara, 2005
Demirtaş, Hasan; Hasan Güneş. Eğitim Yönetimi ve Denetimi Sözlüğü. Anı
Yayıncılık. Ankara, 2002
Devrimci Eğitim Şurası. TÖS Yayınları. Ankara, 1969.
Dewey, John. Demokrasi ve Eğitim. Türkçesi: Salih Otaran. Başarı Kültür Yayınları.
İstanbul, 1996
Dinçmen, Kriton. Deskriptiv ve Dinamik Psikiyatri. Atlas Kitabevi. İstanbul, 1969
_____ Psikiyatri. Arion Yayınevi İstanbul, 2004
Doksat, Neslim Güvendeğer. Çocuk Ruh Sağlığı. Som Kitap. İstanbul, 2011
Dökmen, Üstün. İletişim Çatışmaları ve Empati. Sistem Yayıncılık. İstanbul, 1994
Drake, Raleigh M. Anormal Davranışlar Psikolojisi. Çeviren: Nezahat Arkun. İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları. İstanbul, 1970
Eğitim Ansiklopedisi. Ansiklopedi Yayınları. Ankara, 1966
Eğitimde Laiklik. Türk Eğitim Derneği Yayınları. Ankarai 1990
Eğitimde Psikolojik Hizmetler ve Sorunları. Türk Eğitim Derneği Yayınları. Ankara,
1987
Ekşi, Aysel. Çocuk, Genç, Ana Babalar. Bilgi Yayınevi. Ankara, 1990
Enç, Mithat. Ruhbilim Terimleri Sözlüğü. Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş İkinci
Baskı. Türk Dil Kurumu Yayınları. Ankara, 1980
_____ Üstün Beyin Gücü. Eğitim Fakültesi Yayınları. Ankara, 1979
Enç, Mithat vd. Özel Eğitime Giriş. A. Ü. Eğitim Fakültesi Yayınları. Ankara, 1975
Erdoğan, İrfan. Öğrenmenin Gücü. Alfa Yayınları. İstanbul, 2008
Ergin, Akif. Eğitimde Etkili İletişim. 4. Baskı. Anı Yayıncılık Ankara, 2008
Erikson, Erik H. İnsanın Sekiz Çağı. Çevirenler: T. Bedirhan Üstün-Vedat Şar. Birey ve
Toplum Yayınları. Ankara, 1984
Erkuş, Adnan. Psikolojik Terimler Sözlüğü. Doruk Yayınları. Ankara, 1994
Ertürk, Selahattin. Eğitimde “Program” Geliştirme. Dördüncü Baskı. Ankara, 1982
Evrim, Selmin. Psikoloji Açısından Şahsiyette Bir Buud Olarak İçedönüklük-
Dışadönüklük (İntroversion-Extraversion) Sorunu Üzerine Bir Araştırma. İ. Ü.
Edebiyat Fakültesi Yayınları. İstanbul, 1967
Fancher, Raymond E. Ruhbilimin Öncüleri. Çeviren: Aziz Yardımlı. İdea Yayınları.
İstanbul, 1979
Fichter, J. Sosyoloji Nedir? Yenilenmiş ve Değiştirilmiş Baskı. Anı Yayıncılık.
Ankara, 2002
Fidan, Nurettin. Okulda Öğrenme ve Öğretme. Ankara, 1986
Foulquié, Paul. Pedagoji Sözlüğü. Türkçesi: Cenap Karakaya. Sosyal Yayınlar.
İstanbul, 1994
Frankl, Viktor E. İnsanın Anlam Arayışı. Çeviren: Selçuk Budak. Edesos Yayınevi.
Ankara, 1991
Freire, Paulo. Ezilenlerin Pedagojisi. Çeviren: Dilek Hattatoğlu. Ayrıntı Yayınevi.
İstanbul, 1991
Freud, Anna. Ego ve Savunma Mekanizmaları. Türkçesi: Yeşim Erim. Bağlam
Yayınları. İstanbul, 1989
Freud, Sigmund. Psikanaliz Üzerine Yeni Konferanslar . Çeviren: Ali Avni Öneş.
İstanbul, 1962
_____ Rüyalar ve Yorumları. Çevirenler: Şizen Üstün-Galip Üstün. Varlık Yayınevi.
İstanbul, 1972
_ _ _ _ _ Psikanaliz Nedir ve Beş Konferans. Türkçesi: Kâmuran Şipal. Bozak
Yayınları. İstanbul, 1975
_____ Psikanaliz ve Uygulama. Türkçesi: Muammer Sencer. Say Yayınları. İstanbul,
1983
_____ Düşlerin Yorumu 1. Çeviren: Emre Kapkın. Payel Yayınları. İstanbul, 1991
Fromm, Erich. Çağımızın Özgürlük Sorunu. Çeviren: Bozkurt Güvenç. Özgür İnsan
Yayınları. Ankara, 1971
_____ Hürriyetten Kaçış. Çeviren Ayda Yörükân. Tur Yayınları. Ankara, 1972
_____ Sevgi ve Şiddetin Kaynağı. Çeviren: Yurdanur Salman Payel Yayınevi.
İstanbul, 1979
_____ Sahip Olmak ya da Olmak. Çeviren: Aydın Arıtan. Arıtan Yayınevi. İstanbul,
1982
_____ Kendini Savunan İnsan. Çeviren: Necla Arat. Say Kitap Pazarlama. İstanbul,
1982
_____ Sevme Sanatı 2. Baskı. Çeviren: Işıtan Gündüz. Say Kitap Pazarlama. İstanbul,
1982
Gasset, Jose Ortega Y. Sevgi Üstüne. 3. Baskı. Çeviren: Yardanur Salman. Yapı Kredi
Yayınları. İstanbul, 1999
Geçtan, Engin. Çağdaş İnsanda Normaldışı Davranışlar. MayaYayıncılık. Ankara, 1981
_____ Varoluş ve Psikiyatri. Remzi Kitabevi. İstanbul, 1990
_____ İnsan Olmak. 18. Basım. Remzi Kitabevi. İstanbul, 1997
_____ Psikanaliz ve Sonrası. 11. Basım. Metis Yayınları. İstanbul, 2002
Gellatly, Angus; Oscar Zarate. Zihin ve Beyin. 2. Baskı. NTV Yayınları. İstanbul, 2010
Gençliğin Eğitimi ve Sorunları. Türk Eğitim Derneği Yatınları. Ankara, 1985
Ginnott, Haim G. Siz ve Çocuğunuz. Çevirenler: Nuran İskit-Nurşin Günay. Redhouse
Yayınları. İstanbul, 1977
_____ Siz ve Gençler. Çevirenler: Çağlayan Şengöz-Nilüfer İskit. Redhouse Yayınları.
İstanbul, 1979
Aşk. Gogito Sayı 4 Bahar.Yapı Kredi Yayınları. İstanbul, 1995
Goleman, Daniel. Duygusal Zekâ. 8. Basım. Çeviren: Banu Seçkin Yüksel. Varlık
Yayınları. İstanbul,1998
Gordon, Thomas. Çocukta Dış Disiplin mi İç Disiplin mi? Üçüncü Basım. Çeviren:
Emel Aksay. SistemYayıncılık İstanbul, 2001
Göğüş, Beşir vd. Yazın Terimleri Sözlüğü. Dil Derneği Yayınları. Ankara, 1998
Gökçe, Birsen. Orta Öğretim Gençliğinin Beklenti ve Sorunları. Milli Eğitim
Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınları. Ankara, 1984
Gökman, Hülya vd. Yükseköğrenim Öğrencilerinin Serbest Zaman Etkinlikleri
Kendilerini Gerçekleştirme Düzeyleri. Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı
Yayınları. Anklara, 1985
Güleç, Cengiz. Psikiyatri ve Psikoterapilerin ABC’si. HYB Yayıncılık. Ankara, 2003
_____ Pozitif Ruh Sağlığı. Arkadaş Yayınları. Ankara, 2009
Hamilton, Edith. Mitologya. 6. Basım. Çeviren: Ülkü Tamer. Varlık Yayınevi. İstanbul,
1992
Hançerlioğlu, Orhan. Ruhbilim Sözlüğü. Remzi Kitabevi. İstanbul, 1988
Hesapçıoğlu, Muhsin. Öğretim İlke ve Yöntemleri. Genişletilmiş 5. Baskı. Beta
Yayınları. İstanbul,1998
Horney, Karen. Günümüzün Nevrotik İnsanı. Çeviri: A. Erdem Bagatur. Yaprak
Yayınları. İstanbul, 1986
İbşiroğlu, Nazan vd. Yaratıcı Toplum Yolunda Çağdaş Eğitim. Çağdaş Yaşamı
Destekleme Derneği Yayınları. Cem Yayınevi. İstanbul, 1990
İnanç, Banu Yazgan; Esef Ercüment Yerlikaya. Kişilik Kuramları. 2.Baskı. Pegem
Akademi Yayınları. Ankara, 2009
Jersild, Arthur T. Çocuk Psikolojisi. 3. Baskı. Çeviren: Gülseren Günçe. A. Ü. Eğitim
Fakültesi Yayınları. Ankara, 1979.
_____ Gençlik Psikolojisi. 2. Baskı. Çeviren: İbrahim N. Özgür. İstanbul, 1974
Kâğıtçıbaşı, Çiğdem. İnsan ve İnsanlar. İkinci Baskı. İstanbul, 1977
_____ Kültürel Psikoloji. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul, 1998
Karacadağ, Orhan. Ankara’da Gençliğin Cinsel Konulara İlişkin Bilgi vr Tutumları
Üzerine Bir Araştırma. Türkiye Aile Planlaması Derneği Yayınları. Ankara, 1976
Karan, Doğan vd. Ruh Sağlığı ve Hastalıkları. Türkiye Sinir ve Ruh Sağlığı Derneği
Yayınları. Ankara, 1981
Kasatura, İlkay. Kişilik ve Özgüven. Evrim Yayınevi. İstanbul, 1998
Kaya, Alim vd. Psikolojik Danışma ve Rehberlik. Anı Yayıncılık. Ankara, 2004
Kaya, Evrim. “Kaygı Boş İnanca İtiyor”, Cumhuriyet. 29.10.2003
Kaya, Nusret. Evrenin Sembol Diliyle Psikoestetik. Sistem Yayıncılık. İstanbul, 1999
Kılıççı, Yadigâr. Okulda Ruh Sağlığı. Anı Yayıncılık. Ankara, 2000
Korkut, Fidan. Okul Temelli Önleyici Rehberlik ve Psikolojik Danışma. Anı
Yayıncılık. Ankara, 2004
Korman, Abraham K. Endüstriyel ve Organizasyonel Psikolji. Çevirenler: İlhan
Akhun, Cevat Alkan. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Ankara, 1978
Köknel, Özcan. Kaygıdan Mutluluğa Kişilik. Altın Kitaplar Yayınevi. İstanbul, 1982
_____ Genel ve Klinik Psikiyatri. Nobel Tıp Kitabevi. İstanbul, 1989
_____ Günlük Hayatta Ruh Sağlığı. Alfa Yayınları. İstanbul, 1999
_____ Çatışan Değerlerimiz. Altın Kitaplar Yayınevi. İstanbul. 2007
Krech, David. Sosyal Psikoloji. Çevirenler: Erdoğan Güçbilmez, Oğuz Onaran. Türk
Siyasi İlimler Derneği Yayınları. Ankara, 1967
Kuzgun, Yıldız. Rehberlik ve Psikolojik Danışma. Dördüncü Baskı. ÖSYM Yayınları.
Ankara, 1986
_____ Meslek Danışmanlığı. Nobel Yayı Dağıtım. Ankara, 2000
Kuzgun, Yıldız vd. İlköğretimde Rehberlik. Nobel Yayınları. Ankara, 1999
Küpeli, Ahmet. Grup Dinamiğinde İnsan Davranışı. Bilim Yayınları. Ankara, 1986
Makarenko, A. Ailede ve Okulda Çocuk Eğitimi. Çevirenler: Hüseyin Aykol, Mehmet
Evren, Hüseyin Yavuz. Ser Yayınları. Ankara, 1979
Maslow, Abraham. İnsan Olmanın Psikolojisi. Kuraldışı Yayıncılık. İstanbul, 2001
McLaren, Peter. Okullarda Yaşam Eleştirel Pedagojiye Giriş. Çeviri
Editörleri:Mustafa Yunus Eryaman; Hasan Arslan. Anı Yayıncılık. Ankara, 2011
Meydan Larousse. 10 cilt. Yayımlayanlar: Safa Kılıçoğlu, Nezihe Araz, Hakkı
Devrim. Meydan Yayınevi. İstanbul, 1969
Miller, Alice. Başlangıçta Eğitim Vardı. Çeviren: Şirin Baykan. Arion Yayınevi.
İstanbul, 2003
Montessori, Maria. Çocuk Eğitimi “Montessori Metodu”. Sander Yayınları.
İstanbul,1975
Morgan, Clifford T. Psikolojiye Giriş Ders Kitabı. Çevirenler: HüsnArıcı vd. H. Ü.
Psikoloji Bölümü Yayınları. Ankara, 1981
Necatigil, Behçet. Mitologya. Gerçek Yayınevi. İstanbul, 1969
Neill, A. S. Bir Eğitim Mucizesi. Çeviiren: Güler Dikmen. Hürriyet Yayınları. İstanbul,
1978
Oğuzkan, A. Ferhan. Eğitim Terimleri Sözlüğü. Gözden geçirilmiş ve genişletilmiş
İkinci Baskı. Türk Dil Kurumu Yayınları. Ankara, 1981
______ Çocuk Edebiyatı. İkinci Basım. Ankara, 1979
Oktay, Ayla. Okul Olgunluğu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.
İstanbul, 1983
______ Yaşamın Sihirli Yılları. Epsilon Yayıncılık. İstanbul, 1999
Onur, Bekir. Gelişim Psikolojisi. 7. Baskı. İmge Kitabevi. Ankara, 2006
Öncül, Remzi. Eğitim ve Eğitim Bilimleri Sözlüğü. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
İstanbul, 2000
______ Özel Eğitim Sözlüğü. Karatepe Yayınları. Ankara, 1989
Öner, Necla. Türkiye’de Kullanılan Psikoljik Testler. 3. Basım. Boğaziçi Üniversitesi
Yayınları. İstanbul, 1997
Özdoğan, Berka. Çocuk ve Oyun. Genişletilmiş 3. Baskı. Anı Yayıncılık. Ankara, 2000
Özgen, Bekir. Çağdaş Eğitim ve Köy Enstitüleri. Dikili Belediyesi Kültür Yayınları.
İzmir, 1993
Özgüven, İbrahim Ethem. Ailede İletişim ve Yaşam. PDREM Yayınları. Ankara, 2001
Özön, Mustafa Nihat vd. Ansiklopedik Sözlük. 3 cilt. Milliyet Yayınları. İstanbul, 1967
Öztürk, Orhan. Psikanaliz ve Psikoterapi. Ankara, 1985
Öztük, Orhan vd. Hekimlik Terimleri Kılavuzu. Genişletilmiş ve Geliştirilmiş 2.
Baskı. Türk Dil Kurumu Yayınları. Ankara,1980
Pérusse, F. Cholette. Çocuklara Cinsiyet Konusunda Ne Söylemeli Nasıl Söylemeli.
Çeviren: Suat Yıldırım. Soyut Yayınları. İstanbul, 1974
Piaget, Jean. Çocukta Dil ve Düşünce. Çeviren: Sabri Esat Siyavuşgil. Günümüz
Türkçesine Uyarlayan: Yusuf Turan Gümaydın. Palme Yayıncılık. İstanbul, 2011
Püsküllüoğlu, Ali. Türkçe Sözlük. Güncellenmiş 4. Baskı. Doğan Kitap. İstanbul, 2002
Polvan, Özgür vd. Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Ders Kitabı. Nobel Tıp
Kitabevleri.İstanbul, 2000
Razon, Norma. Çalışan anne ve Çocuk. İ.Ü. Edebiyat Faültesi Yayınları. İstanbul, 1983
Robinson, Dave; Judy Groves. Felsefe. 3. Baskı. Çeviren: Barış Taşyakan. NTV
Yayınları. İstanbul, 2011
ROCHE Psikiyatrik Ansiklopedi. ROCHE Yayınları. İstanbul, (?)
Rouquette Michel-Luis. Yaratıcılık. Çeviren: İsmail Yerguz. Dost Kitabevi Yayınları.
Ankara, 2007
Rycfort, Charles. Psikanaliz Sözlüğü. Türkçesi: Sağman Kayatekin. Ara Yayıncılık.
İstanbul, 1989
Sakaoğlu, Necdet. Osmanlı Eğitim Tarihi. İletişim Yayınları. İstanbul, 1991
_____ Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi. İletişim Yayınları. İstanbul, 1992
Salk, Lee. Çocuğun Duygusal Sorunları. Çeviren: Erzen Onur. Remzi Kitabevi. İstanbul,
1974
Sankur, Bülent. Bilişim Sözlüğü. 3. Baskı. Pusula Yayıncılık. İstanbul, 2008
Schultz, Duane P.; Sdney Ellen Schutz. Modern Psikoloji Tarihi. 2. basım. Türkçesi:
Yasemin Aslay. Kaknüs Yayınları. İstanbul, 2002
Semerci, Z. Bengi.Ergen Ruh Sağlığı. Alfa Yayınları, 2007
_____ Duyguların Şifresi. 3. Baskı. Alfa Yayınları, 2011
Serter, Nur. 21. Yüzyıla Doğru İnsan Merkezli Eğitim. Sarmaal Yayınevi. İstanbul,
1997
Shomliski, Vasili. Eğitim Üzerine. Çeviren: Ali Özdoğu. Sorun Yayınları. İstanbul,
1986
Sönmez, Veysel. Program Geliştirmede Öğretmen El Kitabı. Öğretmen Yayınları.
Ankara, 1985
_____ Sevgi Eğitimi. Ankara, 1987
_____ Dizgeli Eğitim. Anı Yayıncılık. Ankara, 2004
_____ Gelecekteki Olası Eğitim Sistemleri. Genişletilmiş 3. Baskı. Anı Yayıncılık.
Ankara, 2008
_____ Eğitim Felsefesi. 10. Baskı. Anı Yayıncılık. Ankara, 2011. Altın Kitaplar
Yayınevi. İstanbul, 1982
Şemin, Refia. Gençlerimizin Psiko-Pedagojik Problemleri. İkinci Baskı. İ. Ü.
Edebiyat Fakültesi Yayınları. İstanbul, 1973
Tanilli, Server. Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz? 6. Baskı. Cumhuriyet Kitapları. İstanbul,
2009
Teber, Serol. Davranışlarımızın Kökeni. Sorun Yayınları. İstanbul, 1975
Titiz, Tınaz. Ezbersiz Eğitim “Yol Haritası”. Beyaz Yayınları. İstanbul, 1998
Tonguç, İsmail Hakkı. Eğitim Yoluyla Canlandırılacak Köy. Köy Enstitüleri ve Çağdaş
Eğitim Vakfı Yayınları. Ankara, 1998
Tuğrul, Ceylan; Mehmet Akif Sayılgan. Depresyonla Başa Çıkma Yolları. 3. Baskı.
Türk Psikologlar Derneği Yayınları. Ankara, 1997
Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 10 cilt. Anadolu Yayıncılık. İstanbul, 1983.
Varış, Fatma. Eğitimde Program Geliştirme. Üçüncü Baskı. Ankara, 1978
Vygotsky, L. S. Düşünce ve Dil. Çeviren: Semih Koray. Kaynak Yayınları. İstanbul,
1985
Yaratıcılık ve Eğitim. Türk Eğitim Derneği Yayınları. Ankara, 1993
Yavuz, Halide. Ergenlik Çağında Gelişmeyi Etkileyen Güçler. III. Basım. Boğaziçi
Üniversitesi Yayınları. İstanbul, 1994
Yavuzer, Haluk. Çocuk ve Suç. Altın Kitaplar Yayınevi. İstanb ul, 1982
_____ Okul Çağı Çocuğu. 4. Basım. Remzi Kitabevi. İstanbul, 2004
Yazgan, Yankı. Düşe Kalka Büyümek. 6. Baskı. Epsilon Yayıncılık. İstanbul, 2006
_____ Ergenlikten Gençliğe. İş Bankası Kültür Yayınları. İstanbul, 2007
Yeşilyaprak, Binnur. Eğitimde Rehberlik Hizmetleri. Gözden Geçirilmiş 4. Baskı.
Nobel Yayın Dağıtım. Ankara, 2002
Yıldırım, Adem. Eleştirel Pedagoji. 2. Baskı. Anı Yayıncılık. Ankara, 2011
Yıldırım, Cemal. Çağdaş Felsefe Sözlüğü. Bilgi Yayınevi. Ankara, 2000
Yörükoğlu, Atalay. Çocuk Ruh Sağlığı. İş Bankası Kültür Yayınları. Ankara, 1978
_____ Değişen Toplumda Aile ve Çocuk. Aydın Kitabevi Yayınları. Ankara, 1983
_____ Gençlik Çağı. İş Bankası Kültür Yayınları. Ankara, 1985
Zulliger, Hans. Çocukta Oyunla Tedavi. Türkçesi: Kâmuran Şipal. Bozak Yayınları.
İstanbul, 1974
_____ Çocuklarımızın Korkuları. Türkçesi: Kâmuran Şipal. Bozak Yayınları. İstanbul,
1975
_____ Suçlu Çocuklar ve Çocuk Mahkemeleri. Türkçesi: Kâmuran Şipal. Bozak
Yayınları İstanbul, 1979
_____ Çocukta Ruhsal Bozukluklar ve Tedavisi. Türkçesi: Kâmuran Şipal. Bozak
Yayınları. İstanbul, 1980