You are on page 1of 306

SABAHATTİN ALİ

Değirmen
Dağlar ve Rüzgâr

BİLGİ YAYIN EVİ


kapak düzeni fahri karagözoğlu

B İLG İ BASIM EVİ - A N K A R A


İÇİNDEKİLER
D EĞ İR M EN
Y azarın Ö nsözü 7
D eğirmen 9
K urtarılam ayan Şaheser 26
K ırlangıçlar ... 45
Viyolonsel 51
Birdenbire Sönen K andilin Hikâyesi 63
Bir D elikanlının Hikâyesi 81
Bir Gemici Hikâyesi 94
Bir O rm an Hikâyesi 102
K azlar 111
Bir F irar 118
K anal 123
C andarm a Bekir 130
Sarhoş 137
Bir C inayetin Sebebi 145
Bir Siyah Fanila İçin ... 153
K om ik-i Şehir 163

DAĞLAR V E RÜZGÂR
D ağlar 185
Servi 186
İstek 187
M elankoli 188
G ünüm üz 189
H apisane Şarkısı 1 190
» » II 191
» » III 192
» » IV 193
» » V 194
G urbet H apisanesi 195
K ızkaçıran 196
M ayıs 197
Hey 198
Yetmez m i? 199
A yırdılar 200
K ıyam adığım 201
U nutam adığım 202
Ağlayı Ağlayı 203
K ara Yazı 204
U zakta 205
Eskisi G ibi ... 206
Bir Doğum G ünü İçin 207
Ç ocuklar G ibi 208
K oşm a 210
Son M ektup 211

5
R üzgâr ............ >212
ö y le G ünler G ördüm ki 215

KURBAĞANIN SERENADI
K urbağanın S eren ad ı... 225
Beşik 226
K udurm ak 227
F irar 228
Bütün İnsanlara 229
Y at ve Uyu 230
Ebedî 232
K öprünün Çocukları 235
K öprünün Geceleri 237
K öprüde Sabah 239
Serserinin ö lü m ü 240
Buruşuklar 247
İlk Beyaz Saç 249
Babam İçin 251
Ç akır 253
Safo 255
Sevdasız 256
Nefes 261
H ayat (Kalender) 262
Hayak (M efkûreci) 263
H ayat (Bedbin) 264

ÖTEKİ ŞİİRLER
Aşk Başlangıcı 267
K ümeste Sabah 268
Acaba 270
Gecenin K em anı 271
M uallim 272
N e K azandık 273
Gazel Naziresi 274
ö k sü z K ız M asalı 275
D ere 279
K albim de Aşkınız 280
Bir M acera ... 281
Terkib-i Bend Risalesi 282
Mesnevi 295
Nefes (G ök A lp’a) 304
Benim Aşkım 305
R uhum un Dalgaları 306

6
Y A Z A R IN Ö N SÖ ZÜ

Şiir ve hikâyelerim arasında, yazmış olmak­


tan utanacağım kadar kötüleri olduğunu biliyorum.
Bunların bir kısmının çocuk denecek bir yaşta yazılmış
olmaları bence bir mazeret değildir; çünkü bu çeşit
yazıyı bugün herhangi bir imzanın üstünde görsem,
sahibini ıslah olmaz bir zevksizlik ve tam istidatsız-
lıkla suçlandırmakta tereddüt etmem. Bunların, benim
sanat hayatımın gelişmesini göstermesi bakımından,
sadece kendim için bir ehemmiyeti vardır ki, bu da
onları başkalarına okutmak için bir sebep olamaz.
Buna rağmen bu yeni baskıdan onları çıka­
ramadım. Çünkü bir kere okuyucu önüne sermiş
olduğum taraflarımı sonradan örtbas etmeğe hak­
kım olmadığı kanaatindeyim; ama böylece belki
de eski bir hatayı devam ettirmekten başka bir şey
yapmıyorum.
İyiyi kötüden ayırmak külfetini okuyucuya bı­
raktığım için özür dilerim.

S. A.

7
DEĞİRM EN
B İR İN C İ K IS IM
Birinci Basım 1935
İkinci Basım 1943
Üçüncü Basım 1965

DUrdUncU Ilımım
Haziran 1973
D E Ğ İR M E N

H iç sen bir su değirm eninin içini dolaştın mı


a d a şım ?...
G örü lecek şeydir o ... Y am u lm u ş du varlar, ta­
v a n a yak ın u facık pencereler ve kalın kalasların
üstünde sim siyah bir ç a tı... S on ra bir sürü çarklar,
kocam an taşlar, m iller, sıçraya sıçraya dönen toz­
lu k a y ışla r... V e b ir köşede birbiri üstüne yığılm ış
buğday, m ısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları.
K a rşıd a beyaz torb alara doldurulm uş u n la r...
T aşların yanında, dum an halinde, sıcak ve
ince zerreler uçuşur. H albuki döşem edeki küçük
kap ağı kaldırınca aşağıdan doğru sis halinde so­
ğu k su dam laları insanın yüzüne y a y ılır...
Y a o seslere ne dersin adaşım , her köşeden

11
a yrı ayrı m akam larda çıkıp da ku lağa hep birlikte
kocam an bir dalga halinde dolan seslere?... Y u k a ­
rıd aki tahta oluktan inen sular, k av ak ağaçların­
da esen kış rüzgârı gibi uğuldar, taşların k âh yü k­
selen, k âh alçalan ağlam aklı sesleri kayışların to­
kat gibi şaklayışm a k arışır... V e m ütem adiyen dö­
nen tahtadan çark lar gıcırdar, gıcırd ar...
B en ço k eskiden b öyle bir değirmen görm üş­
tüm adaşım , am a bir daha görm ek istemem.

Sen aşkın ne olduğunu b ilir m isin adaşım , sen


hiç sevdin m i? ...
Ç o o o k desene! Sevgilin güzel m iydi bari ? B el­
ki de seni seviyord u ... V e onu herhalde ço k ku ­
cak lad ın ... Geceleri buluşur ve öperdin değil m i?
B ir kadını öpm ek hoş şeydir, hele adam genç olur­
s a ...
Y ah u t sevgilin seni sevm iyordu ... O zam an
ne y ap tın ? Geceleri ağladın m ı? ... O na sararm
yüziiıüi gösterm ek için geçeceği yold a bekledin,
ona uzun ve acm dırıcı m ektuplar yazdın değil m i? ...
F ak at herhalde ikinci bir aşka atlam ak se­
nin için o kadar güç olm am ıştır. İnsan evvelâ ken­
di kendisinden utanır gibi olur am a, bilir misin,
bizim en büyük m aharetim iz nefsimizden beraet
kararı alm aktır. V icdan azab ı dedikleri şey ancak
bir h afta sürer. O ndan sonra en aşağılık katil bile
yaptığı iş için k â fi m azeretler tedarik etmiştir.
H a, sonra bir üçüncü, bir dördüncüyü sevdin,
ve bu böyle gidiyor.

12
Peki am a, b u sevm ek m idir be adaşım , bir ka­
dim öpm ek, onu istem ek sevm ek m id ir?...
Ç ırılçıp lak soyun arak şehrin sokaklarında k o ­
şab iliyor m u su n ?...
B ir b ıçak a la ra k kolundaki ve bacağındaki ada­
lelere saplam ak ve böylece bir nehre atılarak yüzm ek
elinden geliyor m u ?
B ir şehrin adam larını öldürm ek cesareti sen­
de va r m i? B ir m inareye çıkarak bütün dünyaya
işittirecek k ad ar kuvvetle b ağırabilir m isin?
A şk sana bun ları yap tırab ilir m i? işte o za­
m an sana seviyorsun derim ...
Sen sevgiline ne verebilirsin san k i? K alb in i
mi ? P ekâlâ, İkincisine ? G ene mi o ? Ü çüncü ve dör­
düncüye de mi o ? ... A tm a be adaşım , kaç tane
kalbin va r sen in ?... Hem biliyor m usun, bu aptal­
ca bir laftır: kalbin olduğu yerde duruyor ve sen
onu fila n a veya falan a veriyorsun ... G öğsü nü y a ­
rarak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atar­
san o zam an kalbini verm iş olursu n...
Siz sevemezsiniz adaşım , siz, şehirde y aşa ­
yan lar ve köyde yaşayan lar; siz, birisine itaat eden
ve birisine em redenler; siz, birisinden korkan ve
birisini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz. Sevm eyi
yalnız bizler biliriz... Bizler: batı rüzgârı kadar
serbest dolaşan ve kendimizden başka A lla h tanı­
m ayan biz Çingeneler.
D inle adaşım , sana bir Çingenenin aşkın ı an­
latayım ...

B ir gün — karların erimeğe başladığı m evsim ­

li
deydi— bütün çergi, — otuza yakın kadın, erkek ve
çocuk, dört beygir ve iki defa o k ad ar d a eşek—
Edrem it tarafın a d o ğ n ı göçüyorduk.
C an sıkan ve bize hiç u ym ayan bir kıştan son­
ra ısıtıcı güneş ve yeni belirm eğe b aşlayan yeşil­
likler hepimize tu h a f b ir oyn aklık vermişti. Sırtla­
rında beyaz ve kısa b ir göm lekten b aşka b ir şey­
leri olm ayan küçük çocu klar hiç durm adan koşu­
yorlar, b ağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki
hendeklerde yuvarlanıyorlardı.
D elikan lılar kem an ve klarnet ça larak yürü­
y o rlar, genç kızlar p a rlak sesleriyle su gibi türkü­
ler söylüyorlardı.
B e n d e etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik,
yanında kalabileceğim iz bir yer araştırıyordum .
İkindiye doğru siyah zeytin ııftııçlurmın ara­
sında yükselen açık renkli çınar ve kavaklar gö-
zilmc ilişti. K küçük bir değirmendi. Suyu bol
i i i i i n i

bil çay küçük söğüt ağaçlarının arasından geç­


tikten 1111111 a dııı ve lıış bir ıııecıaya giriyor, oradan
da d ö ıl İane tabla ulağa taksim oluyordu.
Ilıllvnı çıiimılaı çukura gömülen eski değir­
menin siyah k 11en1 1111 çalısını örtüyorlar, ve ön
tahılındaki geniş meydanı gölgeliyorlardı.
A ğaçlan ıl hışırtısını bastıran bir gürültüyle
ıleğlıinenin alım dan fıkırd ayıp çıkan köpüklü su-
laı İki sini lıı/e kavağın ortasından geçip ilerideki
««•/lıkla kayboluyordu.
Umuda vergilem ek hiç de fena değildi. Y ü k lü
eşeklerle sık sık gelip giden köylülerden değirmenin
işlek olduğu anlaşılıyordu. V e bir kurşun atım ı
öterle beyaz m inaresiyle b ir köy görünüyordu.

14
D aha çadırları kurm adan A tm aca klarnetini
alarak, kanatlarının biri açık duran kocam an k a­
p ıy a yan aştı, çalm ağa başladı.
içeride sesi duyan köylüler, oraya birikerek
dinliyorlardı. Değirm enci de bunların arasındaydı,
beyaz sakalım karıştırarak lâk ayt gözlerle b akı­
yordu.
B ilir m isin adaşım , bu köylüler tavuk ve oğ­
la k çaldığım ızı söyleyerek bizden şikâyet ettikleri
halde bizi gene severler.
A raların d a bir kileye yak ın buğday toplayarak
A tm aca’ ya verdiler. V e değirmenci buna iki çöm lek
de yoğurt ilâve etti.
B iz bu güzel kabulden cesaret a larak biraz
ötedeki zeytin ağaçlarının arasında çadirlanm ızı
kurduk.

İşler iyi gidiyordu. K a d ın la r taze söğütlerden


yap tıkları sepetleri yakın köylerde satm akta güç­
lü k çekm iyorlardı. Ç algıcılarım ız yarım gün uzak­
taki köylerden bile düğüne çağirılıyorlardı.
A tm aca tabiî en b aştayd ı...
Sen bu A tm aca gibisine daha rastlam am ışsın-
dır.
B ir kere heybetli delikanlıydı: yağız derisi,
yüzüne delice dökülen sim siyah saçları ve koyu
gözleri...
Sonra b u rn u ... U zun, sivri, ucu biraz aşağı
kıvrık burnu.
Bunun için biz ona A tm aca derd ik...

15
B aşı geniş om uzlarının üstünde bir A rap atın­
daki gibi dik dururdu ve bir A ra p atı ondan daha
çevik değild i...
Bütün çergilerde onun cesareti, onun güzelliği,
onun çalgısı söylenirdi.
B aşk a Çingeneler gibi çalm azdı o, adaşım : bir
kere nota bilirdi. Şehir mektebini okum uş, bitir­
m işti; sonra içliyd i... Sanırdın ki klârneti çalarken
h avayı ciğerlerinden değil doğrudan doğruya y ü ­
reğinden veriyor.
G eceleri tek başına bir ağacın dibine çekilirdi.
B iz de çadırların önüne çıkıp yüzükoyun yatar,
çenem izi toprağa d ayayarak onu dinlerdik.
H iç bir sevgilisi yoktu. N e geçtiğimiz T ü rk ­
men köylerindeki al yanaklı güzeller, ne de ince
dudaklı Çingene kızları onun bakışlarını bir andan
fazla üzerlerinde alıkoyabilirlerdi...
H albuki çalgı çalarken büyük gözlerle — ora­
daki kıvılcım ları söndürm ek ister gibi— bir nem
belirdiğini, esm er yanaklarında, — bir ateşe rasgel-
miş gibi derhal kuruyan— birkaç u fak dam lacığın
yu varlan m ak istediğini görm üştük.
Ç o k konuşm az, konuştuğu zam an da içinde-
kilerdcn bize bir şey sezdirmezdi. N eler hisseder,
neler düşünürdü? O nu bu dünyaya b ağlayan şey
neydi? H iç birimiz bilm ezdik. A ca b a birisini sev­
diği için mi, yoksa hiç kim seyi sevemediği için mi,
bu k ad ar yan ık, bu k ad ar derinden ça lıy o rd u ?...
A rasıra uzun müddet kayb olur, başka çergi­
lerde dolaştığı, şehirlere inip büyük beylerin mec­
lisine girdiği söylenirdi.
K asa b ad ak i efendiler ona akran m uam elesi

16
ederlerdi, fak a t o d avarlard an bizimle beraber ko­
yun uğrular, düğünlerde bizimle beraber çalgı ça­
lardı.

Hemen her akşam değirmenin önündeki m ey­


danlıkta toplanıp ahenk yapıyorduk. Şim dilik bir
şey anaforlam adığım ız için değirmenci de mem­
nundu. K ızıyle beraber b üyü k çınarın altına bir
h asır atıyor, bağdaş kurup otu rarak bizi dinliyor­
du.
Değirm encinin kızı tam bir köy güzeliydi.
Y u v a rla k bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına
k ad ar uzanan ince örgülü saçları vardı.
A m a yüzü hep soluktu. E trafın d aki şeylere,
kendisiyle alışverişi yokm uş gibi, düm düz bir ba­
kışı, ve dudaklarının kenarından dökülüyorm uş
gibi, isteksiz bir gülüşü vardı.
Bu kızcağız sakattı adaşım , küçükken sağ
kolunu değirmenin çarklarından birine kaptırm ıştı.
Şim di onun yerinde şalvarının beline iliştirilen
boş bir yen sallanıyordu.
V e bu onu insanlardan ayırıyordu.
D üşünebilir m isin, güzel bir kızın b ir kolu
olm azsa bu ne dem ektir? D erenin üstbaşında çıpıl
çıpıl yıkan an genç kızlara karışam ıyordu. Vücudunu
ve ondaki ayibı her zam an örtm eğe m ecburdu...
G eceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş
yap an kızlarla da birleşemezdi, çünkü ne te f çal­
m ak, ne de parm aklarının arasın a tahta kaşıklar
a la ra k oyn am ak elinden gelirdi...

17
Belli ki onun bütün çocukluğu bitmez tüken­
mez bir hasretle geçm iş; belli ki zeytin dallarına
sincap gibi tırm anan, birbiriyle alt alta üst üste
güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla su
fışkırtm aca oynayan akranlarına bir du vara y as­
lan arak istek dolu gözlerle bakm ıştı.
Şim di bütün bunlara alışm ış görünüyordu. B aşk a
insanların yaptığı b irçok şeyleri yap m ak hakkının
kendisinde olm adığını biliyor ve hiç bir şey istem iyordu.
Değirm enin kapısı yanındaki taş sedire saat­
lerce oturup m eydanda eşelenen ta \u k lara , yahut k o ­
cam an çınarın kıpırdayan yap rakların a yarı yum uk
gözlerle bir b akışı vard ı ki, adam ı ağlam aklı ederdi.
G eceleri babasıyle beraber gelir, onun yanında
diz çöküp otu rarak bize b a k a rd ı...

Sözü kısa keselim adaşım , bizim m ağrur ve


insafsız A tm acam ız değirm encinin bu sakat kızm a
vuruldu.
T avu slara, sülünlere b akm ağa tenezzül etme­
yen yab an î kuş, kan adı k ırık bir çulluğun şikârı
oldu.
E y v ah bana ki meselenin ço k geç farkın a va r­
dım. Ben anladığım zam an alev saçağa sarm ıştı...
Y o k sa çoktan çergiyi toplar, başk a yere göçer­
dim ...
A tm aca hiç kim seyle konuşm uyor, düğünlere
gilm iyor, zeytinlerin altında tek başına çalıyordu.
A m a geceleri çınarın altında adam akıllı coşar, göz­
lerini kıza diker, ü fle r, ü fle rd i...

18
V e biz titrediğim izi, bağırm ak, konuşm ak, ya ­
hut yerlere atılıp ağlam ak istediğim izi hissederdik...
Onun çalışında, bir ateş yığını etrafında h ay­
kıran ateşe tapanların, yahut batm akta olan bir
gemiye çarpan dalgaların feryadı ve inleyişi vardı.
A tm acanın k an a tlan düşmüştü adaşım . Sa­
rardıkça sararıyordu. D eğirm encinin köye indiği
günler kapının yanınd aki taş sedirde kızla beraber
oturduğunu ve tırnaklarını, parçalam ak ister gibi,
iki tarafın d aki sert k ayad a gezdirdiğini görünce
bu işin böyle gitm eyeceğini an ladım ...
B ir gece onu çağırdım , derenin altbaşına gittik,
k av ak fidan ların ın arasına oturduk.
Ç ak ıllard a acele acele seken sulardan ve uzak­
lardan gelen bir ku rb ağa sesinden başka hiç bir
şey duyulm uyordu.
A tm aca önüne b akıyor, niçin çağırdığım ı, ne
söyleyeceğim i sorm uyordu.
Elim i om uzuna koydum , gözlerini bana kaldırdı.
« S ev iy o rsu n !...» dedim.
« Ö yle...» dedi.
«N e yap acaksın ? ...»
B u sualin cevabım bulm ak ister gibi gözlerini
yu karıya, yıldızlı göğe çevirdi; uzun uzun baktı,
birdenbire:
«Sen bizim çeribaşım ızsın -d e d i-, gezdiğin yer­
ler benden çok , tecrübelerin fazla, aklın, dirayetin
bütün Çingenelerden üstündür. Sana açılm alıyım ...
-G ö zlerin i hiç indirmeden, sanki yıldızlara anla­
tıyorm uş gibi, söylemeğe b aşlad ı-: Onu seviyorum ,
ne yapacağım ı da hiç düşünmedim. Sen benim sev­
m emin nasıl olacağım b ilirsin ... B en ki arkam dan

19
uşaklarım koşturan k o n ak sahibi hanım lara başım ı
çevirm ezdim ; yedi köye hükmeden eşra f bana gelip,
“ K ızım senin için yataklara düştü, Çingene olduğunu
unutup seni evlât gibi sineme basacağım , yalnız
gel, gel de kızım ızı k u r ta r !...” diye yalvard ılar da
gene cevap vermeden yolum a gittim ; işte şimdi bu
bir kolu olm ayan kızı seviyorum .
Onu alam am , onu kaçıram am ... H albuki o- da
beni seviyor. Bunu bana evvelisi gün ağlayarak
söyledi. “ G el -d e d im -, beraber kaçalım .” A c ı acı
güldü, “ A ğam -d e d i-, ben senden noksanım , bana
sadaka m ı v e riy o rsu n ?...” Onu nasıl sevdiğim i an­
lattım : “ B an a kolunun yerine kalbini veriyorsun,
bir kalb bir koldan daha m ı az değerlidir?»
«T ekrar gözyaşları boşandı: «Olm az -d e d i-,
düşün ki, her karşına çıktığım da senden utanaca­
ğım , başım yerde olacak, beni böyle zelil etm ek is­
ter m isin? B ırak beni, ne olduğum u bilerek ihti­
y ar babam ın yanında kalayım , sen de bir daha bu­
ralara uğram a. Bana sakatlığım ı unutturarak deli
deli rüyalar gördürdün, seni öm rüm ün sonuna ka­
dar unutam am , am a olm ayacak şeylere beni inan­
dırm ağa kalkm a, eğer sahiden beni seviyorsan he­
men buralardan g it !...” »
A tm aca burada bir nefes aldı ve gözlerini yere
indirdi:
«D üşünüyorum , birleşirsek bu ikim iz için de
sahiden azap olacak. A ram ızd a anlaşılm az, boğu­
cu bir havanın dolaştığını hissedeceğiz. E ğer o
bana açılam az, bana naz edemez, bana içinden gel­
diği gibi sarılam azsa, gözleri her zam an: “ N e di­
ye gençliğini benim için nâra yaktın, sana yazık

20
değil m i? ” dem ek isterse ben ne yap arım ? H er sö­
zümden, her tavrım dan alınır; kızsam ona doku­
nur, düşünceli olsam ona dokunur, sevsem ona açı­
yorm uş gibi gelir, kucaklasam boş olan kolunun yerin­
de bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp gid er...
«N e yapacağım ı, bu halin beni nereye götü­
receğini sorm a, bende artık kuvvet yok , akıl yo k ,
düşünce yo k , yalnız aşk var. M avzer kurşunu gibi
çarptığını yere seren bir a şk ... Senin A tm acan artık
kanatlarını kım ıldatacak halde d e ğ il!...»
Sustu, son sözler öyle acın acak b ir tavırla ağ­
zından dökülm üştü ki, fazla bir şey sorm ağa, hattâ
teselli etmeğe kalkışm adım ; ona bu halde ne söz
söylenebilir, ne de o söyleneni duyardı.
K o lu n a girip çad ıra kad ar götürdüm .
İşler gittikçe sarpa sarm ıştı adaşım , A tm aca­
nın hali beni korkutuyordu. F a k a t yap ılacak hiç
bir şey yoktu. Şim dilik işi oluruna b ırakm ağa k a­
rar vererek yattım . Bütün gece, b üyü k çınarın al­
tında kolların ı açarak sabırsızca bekleyen A tm acayı,
ve dudaklarının kenarında geniş bir sevinç, soluk
yan aklarınd a görülm em iş bir pem belikle ona doğru
koşan değirmencinin kızını gördüm . F a k a t birbirinin
kucağına atılacakları zam an şekli belli olm ayan tu h af
bir cisim ikisinin arasına giriyor, bir ça rk gibi fırıl fırıl
dönerek ve gittikçe büyüyerek onları ayırıyordu.

G ünler, kuvvetli bir rüzgârın sürüklediği be­


yaz bulut küm ecikleri gibi birbiri arkasına geçip
gidiyorlardı. V e biz, bunların sonunda m uhakkak

21
bir fırtın a kopacağını seziyorduk. H erkes müthiş
bir şeyden k o rku yor gibiydi. Bütün çergiyi ağır
b ir durgunluk kaplam ıştı.
İh tiyar ve tecrübeli Çingene k a rıla n bildikleri
afsu n ları o ku yorlar, bütün iyi ve fena ruhları za­
v a llı A tm acanın im dadına çağırıyorlardı. O, git­
tikçe çöken yan a k lan , nereye baktığı belli olm a­
yan şaşkın gözleriyle geçerken delikanlılar başla­
rını yere eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi sararan benizleri
ve titreyen dudaklarıyle arkasından bakıyorlardı.
K a d ın , erkek, genç, ih tiyar hiç bir şeye k a ­
rar verem eyerek bekliyorduk. San ki serseri bir
rüzgâr kafalarım ızdan her düşünceyi silip süpürü­
yor, bizi şaşkın ve m eyus b uralarda bırakıyordu.

B ir gün A tm aca yanım a sokuldu.


«Bu akşam değirmende ahenk yapacağım , ben
ih tiyarla k o n u ştu m !...» dedi.
H a fif yağm ur çiseliyordu. A k şam a kuvvetli
b ir yaz sağanağı gelm esi ço k m üm kündü. Bunu
ona da söyledim .
«D eğirm enin içinde çalacağım !» dedi.
«D eğirm en geceleri de işliyor, o gürültüde mi ?»
T u h a f tu h a f güldü,
« K o rk m a ! -d e d i-, kılârneti o gürültüde de si­
ze duyururum . N efesim daha o k ad ar kuvvetten
düşm edi.»
Y a ğ m u r akşam a doğru sahiden arttı. K a rş ı
tepedeki palam ut örm anına birbiri arkasına yıl­
dırım lar düşüyor, iri dam lalar zeytin ağaçlarının

22
siyah y ap rak la n ın garip tıpırtılarla oynatıyordu.

H epim iz değirm enin içine dolduk. T avan d a


sallanan iki tane gaz lam bası etrafa yarım bir ay ­
dın lık serpiyordu ve çark lar, taşlar, tozlu kayışlar
dön ü yorlar, dönüyorlardı.
H epsinin birden çıkard ığı yırtıcı gürültü y ağ ­
m urun a lçak tavan d aki kesik hıçkırığına karışıyor,
birbirini k o valayan gö k gürültüleri bu korkunç
ahengi tam am lıyordu.
D eğirm enci ve kızı d u van n dibindeki sedire
oturm uşlardı. Sallanan lam b alar genç kızın yüzünde
acayip gölgeler oynatıyordu.
B ütü n gürültüleri bastıran ince b ir ses bir­
denbire yükseldi: kendisini değirm enin karan lık
b ir köşesine çeken A tm aca çalm ağa başlam ıştı.
A daşım , ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten
son ra bile unutam am .
D ışarıda fırtın a gittikçe artıyor ve rüzgâr ıslak
kam çısını kerpiç du varlarda gezdiriyordu. Y ü kselen
su lar tahta oluklardan taşıyor, h ayk ıra h ayk ıra yer­
lere dökülüyordu.
içeride taşlar nihayetsiz b ir coşkun lukla ho­
m urdanıyor; çılgın gibi dönen k ayışlar şaklıyor;
birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi
gıcırdıyordu. V e bunların hepsini bastıran deli bir
ses k âh yalvarıyor, k âh hiddetle kıvranıyor, su­
sacak gibi olduktan sonra tekrar yükseliyordu.
A la ca karan lıkta A tm acanın siyah ve parlak
gözleri hiç kıpırdam adan genç kıza bakıyorlardı,

23
genç kızın acın acak b ir perişanlıkla çırpınan bü­
yüm üş gözlerine...
V e öyle şeyler çalıyordu ki adaşım , onları anlatm a­
ğa bizim kullandığım ız kelimelerin takati y o k tu r...
Bazen okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi...
F a k a t derhal yüzüm üzü yırtan, gözümüzü kör eden,
içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir çöl
fırtın ası oluyor, yahut bağrım ıza işleyen bir b ıçak
haline geliyordu.
Son ve keskin bir çığlıktan sonra A tm acanın
ayağa kalktığını gördüm , ik i üç adım ilerledi ve
klarneti bir köşeye fırlattı.
H erkes doğrulm uştu. Ü züntülü gözlerle ona
b akıyorlardı. O, yüzüne büsbütün dökülen kara
saçlarını eliyle geriye attı. Birdenbire çukura gitmiş
gibi görünen gözlerle etrafm ı araştırdıktan sonra
onları değirmencinin kızm a dikti, uzun uzun b ak tı...
O d ak ikayı öm rüm de unutam am adaşım ; dı­
şarıda fırtın a arttıkça artm ıştı, du varlar sarsılıyor,
tepemizdeki kirem itler uçuyordu. V e değirmen, azgın
b ir hayvan, hom urduyor ve dönüyordu. V e o, lam ­
banın sönük ışığında, olduğundan daha b üyü k
âdeta bir gölge gibi duruyordu. G özleri genç kızın
üzerindeydi. Taham m ül edilmez b ir acı yüzünün
şeklini tanınm ayacak hallere sokm uştu. K â h esm er
derisini şişiren bir kan gözlerinin kenarına k ad ar
fırlıyo r, kâh dişlerinin arasında ezilen dudakları
bile bem beyaz oluyordu. O dudaklar ki, bir şey
söylem ek ister gibi kıp ırd ıyorlard ı ve kenarları
ağlayacak gibi aşağıya çekiliyordu.
B u bakış ancak bir an k ad ar sürdü. Sonra
gözk apak ları yavaşça düştüler ve o, yere y ık ılacak

24
gibi sallandı. F a k a t hemen kendisini topladı. B ir kere
daha etrafın a bakındı. San ki bir im dat bekliyor
gibiydi: kendisini bu kahredici, bu parçalayıcı ağ­
rılardan ku rtaracak bir im d at... N ih ayet kafasına
bir şey vurulm uş gibi inledi. G erisingeriye dönerek
değirmenin öbür başına, çarkların ve kayışların ku-
durm uşçasına döndükleri köşeye doğru atıldı.
B ir nefes alım ı k ad ar hepimiz olduğum uz yerde
kaldık, sonra delice b ağırarak arkasından k o ştu k...
H eyhat adaşım , ço k geçti. A tm aca yerinden
fırlayan ve «iş işten geçti» dem ek isteyen gözlerle
bize doğru geliyordu.
S ağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi
kan fışkırıyordu . B irk aç adım dan sonra sendeledi,
ayaklarım ızın dibine y ık ıld ı...

îşte adaşım , sana seven bir Çingenenin hikâyesi.


Çiçeklerin açtığı m evsimde, senin kolların a yas­
lanan ve çiçekler k ad ar güzel kok an bir vücutla
u zak su kenarlarında oturm ak, ve öpüşm ek, yo-
ruluncaya k ad ar öpüşm ek hoş şeyd ir...
Seni gördüğü zam an zalim ce b aşını çeviren m ağrur
bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında sabaha
k ad ar dolaşm ak, bunu candan a rkad aşlara a ğlaya­
ra k anlatm ak, — söz aram ızda— gene hoş şeydir.
F a k a t sevgili bir vücutta bulunm ayan b ir şe­
yi kendisinde taşım ağa taham m ül etm eyerek onu
koparıp atabilm ek, işte adaşım , yalnız bu sevm ektir.

1929

25
K U R T A R IL A M A Y A N ŞA H E SE R

G en ç şair siyah meşin ciltli u fa k kitabı ha­


va y a k ald ırarak bağırdı:
«B undan daha yükseğinin bulunduğunu söy­
leyemez, sevgilim benim eserimden daha güzelini
okuduğunu iddia edemez ya.»
Gözlerinde, erim iş bir m adenin o yn ak parlak ­
lığı ve yan ık yüzünde bir ekm ek kabuğunun k ır­
m ızım tırak donukluğu vardı.
Y e r ayakların ın altından itiyorm uş, yah ut gö k ­
yüzü kendisini çekiyorm uş gibi y u k arıya uzanıyor;
vücudunu insanlıktan ayıran bir buğu, hareketlerine
gökyüzündekilere m ahsus sarhoşluğu veriyordu.
Çim enler üzerinde uçuşan beyaz kâğıtlar ki bunlar
elindeki şaheserin m üsveddeleriydi, yüzüne sisten

26
yaratılm ış kü çü k ku şlar gibi dokunup geçiyorlar
ve sonra bahçedeki beyaz güllerin, kan rengi karan­
fillerin , b ıçak gibi keskin kokulu sardunyaların,
yaşm aklı bir kad ın a benzeyen zam bakların, ince
sap ları üzerinde alevli bir m eşaleyi hatırlatan lâ­
lelerin ve renkli m askeleriyle eski Y u n a n aktörlerini
andıran hercai menekşelerin üstüne konuyorlardı.
V e genç şair gülüyordu; yüzünün hiç bir çiz­
gisini değiştirm eyen fak a t bir nehir coşkunluğuyle
dökülen bir gülüş esm er yan aklarına yayılıyordu.
Ç ünkü o bugün şaheserini bitirmişti.
S iyah m eşin ciltli kitabın sahifelerine b ak arak
h aykırd ı:
« A rtık hiç kim se benden yü ksek değildir; H o-
m eros veya b aşk ası! Ben bunlara d a tepeden b a­
kıyorum . Ve sevgilim benden daha iyi yazanları
gösterem eyecek. A n ca k herkesten yü k sek şeyler
yaratırsam beni seveceğini söylem işti. İşte, ben­
den evvel gelenlerin ve benden son ra gelecek olan­
ların yetişemeyecekleri yüksekliğe çıktım . V e yal­
nız kendisi için yazdığım bu kitabı ona verdiğim
zam an o d a benim için sakladığı kalbini verecek ...»
K itab ın sahifelerinden gözlerini a yırm ayarak
yürüdü. Isla k çimenleri çiğneyerek ve ayağının
altında ezilen menekşelere dikkat etm eyerek, iki
ta ra fı m erm er direkli bir kap ıdan evine girdi.
V e şaheserini sevgilisine yolladı.

T am sekiz sene evveldi ve o zam an genç şairin


şakakların d a şim diki gibi beyaz teller, gözlerinin

27
kenarında yorgunluk çizgileri yoktu. Y ü zü nü n derisi
beyaz bir güle, du d akları kırm ızı bir güle benzerdi.
V e memleketin k ad ınları onun şiirlerini sonsuz
b ir baygın lık ve şehvetle okurlardı. B u esnada göz­
lerinin önüne m ısraları gibi tatlı ve ince endam ıyle
genç şair gelirdi.
F a k a t güzelliğinin derecesi insan güzelliği hu­
dutlarını aşan bir genç kız vardı ki bunlara istih fafla
dudaklarını bükm ek acayipliğinde bulunuyordu.
V e genç şair, yaz ıla n karşısında kendinden
geçmeyen bu fevkalâde kızı seviyord u ...
«Sevgilim -d e d i-, m ısralarını ki H indin ipek­
lileri k ad ar ince dokunm uş ve İran ’ın kıymetli ha­
lıları gibi hünerli renklerle süslenmiştir, niçin se­
nin kalbin i heyecana getirem iyorlar? G eceyi te­
rennüm eden şarkılarım sana kendi gözlerini; gün
doğuşunu anlatan şarkılarım sana dudaklarının ren­
gini hatırlatm ıyor m u ? D algalara ait şiirlerimde
dağınık saçlarının tellerine rasgelm iyor m usun?»
«Belki böyle olabilir -d iy e genç kız cevap
ve rird i-, belki böyle olabilir, genç şair, fakat be­
nim seni sevmem için daha b aşka şeyler yazabil­
men lâzım dır. B an a tanım adığım şeylerden, saklı
güzellikler ve hakikatlerden bahsedebilir m isin?
V e bunları herkesten daha güzel o larak yazaca^;
kudreti kendinde buluyor m usun?
«G üzel yazıyorsun ey şair, derin ve azametlisin,
fak a t Fuzu lî daha derin, G oeth e daha azametli
değil m iyd i?
«Söyle, ihtiras ve çılgınlıkta Shakespeare’i, is­
tihza ve ıstırapta D an te’yi geçebilir m isin?»
V e genç şair anlıyordu ki, bu büsbütün başka

28
bir m ahlûktur. K a d ın la n h ayran eden, çeken şeylerin
buna tesiri yok. Ç ü nkü bu kızın gözleri baktığı
şeyleri görüyordu ve sinirlerinde hissetmek, k afa ­
sında düşünm ek kabiliyeti v a rd ı...
V e genç şair cevap verirdi:
«İçim deki ateş, herkesin ısınm ak için bana
sokulm asına k âfiyd i. Ben de onu ü fleyip çoğalt­
m ak, o rad a bir yangın yap m ak ihtiyacını duym u­
y o rd u m ... L âk in , ey sevgilim, görüyorum ki bu,
kıvılcım larını senin kalbine sıçratam ayacak kadar
fersizmiş. Fakat bunu yan ard ağ yap acak kudret
bile bende var. San a söylediklerini aratm ayacak
eserleri getireceğim, sevgilim, ve o zam an kalbini
bana vereceksin ...»
«Ve o zam an kalbim i sen a la ca k sın !...»
V e genç şair bir ay şehrin etrafındaki orm an­
ları dolaştı, ki orad a yerlere kad ar uzanan dalların
pem be dudaklı çapkın gelinciklerden, sarışın ve
hayalci papatyalard an aldığı gürültüsüz öpücüklere
yalnız sinsi sinsi yürüyen yaban kedileriyle, daim a
koşan ürkek karacalar m âni oluyorlardı.
V e bir ay geniş nehirlerin üzerinde kayıkla
dolaştı ki, orada, b oyalı teknelerinde ağlarını temiz­
leyen ihtiyarlar, tatlı sesli su perilerinin to y b alık­
çıları b ataklık sazlarının içine nasıl çektiklerine dair
acıklı türküler sö ylü yorlar; ve geceleri küçük balıklar,
ayın nehre avuç avuç serptiği güm üş kırıntılarını top­
lam ak için, suyun üstünde sıçrıyorlardı.
V e Ijir ay, geceleri şehrin içinde gezerek, bir­
birinin göğsünde uyuyan çiftleri, sokaklarda bir
tek gölge halinde dolaşan sevdalıları gördü. K o ­
rulardaki sık ağaçların altını, ve alçak duvarlı bah­

29
çelerde ay ışığının giremediği karan lık köşeleri gö­
zetleyerek sonsuz veda m onologlarım veya kıskanç
âşıkların yeis dolu şikâyetlerini dinledi.
V e üç ay sonra, güm üş bir kalem le gümüş ciltli
bir deftere geçirdiği şiirleri sevgilisine yolladı.

F a k a t bu defter, zehirli dikenlerle yazılm ış gibi


acı satırları taşıyan bir cevapla geri geldi. G enç kız:
«H eyhat, zavallı şairim -d iy o rd u -, şiirlerin ih­
tiyar ve zengin çiftlik sahibinin kızım ağlatacak
ve valinin m ağrur yeğenine önünde diz çöktürecek
k ad ar güzeldir. S okak tan geçtiğin zam an kadınlar
pencerelerden eskisinden daha ço k sarkacaklar,
ihtim al minimini ipek m endillerini de — tabiî dal­
gınlıkla— ayakların ın dibine düşüreceklerdir. F a ­
kat bütün bunlar beni sana yaklaştırm ağa k â fi değil...
«G erçi gördüğün ve yazdığın şeyler fevkalâdedir.
L â k in ben de seninle beraber olsaydım onları aynı
şekilde görecek değil m iyd im ? H angi şey bana bil­
mediklerim den b ah setti? Belki şiirlerin bizzat hayat
kad ar tesirli ve tatlı yazılm ıştı, s a f ve iyilikle doluy­
du lar; fak a t söyle, H oratiu s senden kat kat tesirli
ve tatlı değil m iyd i? Vergilius, İlâhî V ergilius kad ar
tem iz ve h ayır isteyici olm ak elinden geliyor m u ?»
G en ç şair tükenmez h ıçkırıklarla minderlerin
üstüne atıldı. Y ü zü k o yu n k ap an arak ağlıyor, ağlı­
yordu. H ayatlarınd a hiç sevm emiş olanların ta­
hayyül edem eyecekleri bir acı onu b oğu yor; sanki
gür alevli bir m eş’ale göğsünün içerisinde d olaşarak
kaburgalarım yalıyorm uş gibi kıvranıyordu.

30
K endisini tutm ak isteyerek, beyaz dişlerini m or
kadife yastık lara geçird i... G öğsü nü sarsan bir
sesle kesik kesik: « Y azacağım sevgilim -d e d i-, sana
istediklerini y a z a ca ğ ım !...»

V e genç şair altı ay memleketin bütün büyük


filozofların ı, şairlerini dolaştı. Şehrin birinde, uzun
siyah sakallı, tepeleri çıplak filo z o fla r, eskim iş cüp­
pelerinin geniş kolların ı sallayarak ona A ristoteles’
ten, E p ik u r’dan veya îb n i R ü ş t’ten bahsettiler.
V e gözlerinde, b aşka bir âleme bakm aktan
doğan, hürm ete lây ık bir m ahm urlukla — ki genç
şair bunu evvelâ açlıktan zannetm işti— ruhun ö l­
m ezliğinden ve değişmelerinden, fani olan eşyanın
ebedî olan h ayata, ve fani olan h ayatın ebedî olan
eşyaya k arşı vaziyetlerinden ve — kendilerinin bul­
dukları— ebedî hakikate varm ak felsefesinden; ezelî
ve felsefî hayatın lezzet ve feragatiyle dünya h aya­
tının ve zevklerinin süflîliğinden — ta belediye re­
sinin verdiği m ükellef ziyafete geç kalm am ak için
bu asil konuşm ayı kesinceye kad ar— coşkunca bah ­
settiler.
V e diğer bir şehirde, gür beyaz kaşlı, dam arlı
elli meşhur biyoloji âlim leri genç şaire karıncaların
öğleden evvelki ve öğleden sonraki yaşayışları h ak ­
kında yeni nazariye ve tahm inleri ihtiva eden yirm i
m uazzam ciltlik kitaplarını hediye ettiler.
V e çalım sız bir evde, şatafatsız bir m asanın
başm da toplanan beyaz ve nazik elli, ince yüzlü,
p a rlak ve uzun saçlı, sihirli sözlü şairler, — mu-

31
ImvvlIi'Hin iM'iılvl«*ııırMiıc pek ziyade yardım eden—
İdi kıltlil ııvımııyle meşgul olurlarken şiirden, sa-
Mollıiıı ve tııllııiNMi eslclikten bahsettiler. V e ona
ılıılnı In/ 1n ıılıikıı gösterm ek isteyerek önlerindeki
Vit«,ilk pııııı kümesini bitiriveren bu kâm il ölmezler­
den luı/ılıııı, eve hülyalı bir loşluk veren sönük
kandilin ışığında, derin ve binbir renkli şiirlerini
okullular.
Ve keskin kokulu portakal bahçelerinde, er­
guvan renkli güller arasında, ay ışığının renklerini
aksettiren firuze yüzükler, O pal taşından küpe­
lerle dolaşan ve küçük bir kuşa benzeyen başlarını
şairin ipek harm anisinin arasına saklayan sevgi­
lileri veya büyük b ir gece şenliğinde L â h u r şalından
sarıkları, zebercet saplı asâlarıyle, gümüş bilezikli
zenci köleler arasınd a gelen ve F ird evsi’ yi imren­
direcek ilâh! cenk kasidelerini gülüm seyerek dinleyen
uzun bıyıklı, heybetli sultanları onun taze m uhay­
yilesinde yaşattılar.
V e genç şair altı ay memleketin velût ve bakir
san atkârları arasın d a seyahat etti. K ö y ü n birinde,
geniş y ap rak lı çınarların altında, rutubet kokan
h asırlara o tu rarak , tepelerindeki saçları kazınm ış
buruşuk yüzlü ih tiyar saz şairlerini dinledi. V e onlar
buna öyle kah ram anları terennüm ettiler ki, züra­
fala r gibi koşan beyaz atlarıyle bir akb ab a sürüsü
halinde şehre in iyorlar ve korku dan ovalara kaçan
ahali arasından ince vücutlu, pem be topuklu kızları
beygirlerinin üstüne a larak kaçırıyorlardı.
Ve öyle babayiğitlerden bahsettiler ki, o r­
m anlarda bir kaplan gibi hüküm sürüyorlar ve
kendilerine u yku d a baskın veren yirm i tane düş­

32
m ana, hiç bir silâhın işlemediği dev gibi vücutlarıyle
saldırarak onları sansarın önündeki civcivler gibi
dağıtıyorlardı.
V e başka bir köyde, deniz kenarındaki isli bir
kayıkçı kahvesinde küçük boylu, seyrek bıyıklı
bir âşık, elindeki minim ini kem ençeyle binbir tür­
lü korkunç ve hayret verici deniz m aceralarını h ay­
kırıyordu.
V e genç şairin gözünün önünde, tek yelkenli
bir tak a ile m uazzam kalyon lara hücum eden, sa­
hildeki k asab aları dehşet içinde bırak an iri palalı,
çıplak k ollu k ab ad ayılar; veya alçak küpeşteli ala-
m alar, aykırıseren cırnıklarla açık denizlere uzanarak
mücevher ve esir yü klü tüccar gemilerini soyan gözü
yılm az korsan lar geçit resmi yapıyorlardı.
V e o, bu basit çalgıların belki cırıltıdan fark
edilem eyecek olan nağm elerinde her halde derin
bir şeyler bulunm ası lâzım geldiğini hissediyordu.
V e genç şair altı ay memleketin bütün şehir­
lerini dolaştı, ve orad a ağlayanları ve gülenleri gördü.
B ü yü k b ir konağın geniş salonunda raks ve
kahkahadan yorulup terleyenler serin şerbetlere,
buzlu yem işlere koşarlarken, kristal pencerelerden
dışarı süzülen ışıkta, soğuktan donan ayaklarını
avuç avuç k arla oğm aya çalışan ihtiyarları gördü.
K u cağın d a taşıdığı aç çocuğu yaşatm ak için
sarhoşların arkasından koşan kad ınlar; ve kar­
nında taşıdığı günahsız çocuğu öldürm ek için he­
kim lerin cebine beyaz inci salkım ları k oyan k ad ın lan
gördü.
K a rd a n ve rüzgârdan koruyan bir dü kkân ke-
pengi altında, başım bir köpeğin sırtına d ayayarak

33
uyuyanları, ve güzel ısınm ış odalarda, Ç in ipeği
örtülü yataklard a, nakris ağrdarıyle kıvran arak uyu-
yam ayan ları gördü.
A ptalların tahakküm üne, günahsızların ceza­
lanm asına; faziletin susm asına ve ihtirasların gü­
rültüsüne, hikm et ehlinin tahkir edildiğine ve na­
danların alkışlandığına şahit oldu.
V e tam bir buçuk sene sonra, altın bir kalem ­
le altın ciltli bir deftere geçirdiği şiirleri sevgilisine
yolladı.

F a k a t bu defter, b ir A ra p hançeriyle yazılm ış


gibi keskin satırları taşıyan bir cevapla geri geldi.
G en ç kız:
«H ayret, ey genç şair! -d iy o rd u -, öyle güzel
şeyler yazıyorsun ki, yüz yıllardan beri sahipsiz
duran sanatkârlık tacı senin başını süslem ek için
herhalde acele edecektir. V e hüküm darlar, sana
bitip tükenmez şereflerin erguvan renkli m aşla­
hını giydirm ek için saraylarının geniş bahçelerinde
muhteşem ziyafetler hazırlayacaklardır.
«H albuki ben gene senden uzak k alacağım ...
«Felsefelerini, ey şair, en ele avuca sığm az
k afa la rı b ağlayacak k ad ar kuvvetli ve güzel la f­
larla dolu olan felsefelerini senden evvel E flâtu n
ve d ah a b irçok ları kan d ırıcı bir belâgatle ve faz-
lasıyle tekrar etm ediler m i?
« K a b a d a y ılık ve savaş destanların o kad ar
tesirlidir ki, Ç in ’in hiç durm adan uyuyan afyo n ­
keşleriyle, H indin yıllard an beri kım ıldam ayan fa ­

34
kirlerini, P riyam u s’un kahram an milleti veya R üs-
tem’in korkusuz ark ad aşları gibi azgın dövüşlere,
şanlı yiğitliklere sürükleyebilir.
«Fakat bu y o ld a H om eros’ un senden daba
coşkun, F ird e vs’in daha usta olduğunu in kâr ede­
bilir m isin ?
«G ezd iğin yab an cı yerlerin büyüleyici koku ­
sunu ruhlarım ıza benzersiz b ir u stalıkla ü flü yor-
sun, fa k a t şüphesiz B yron d a seyahatlerini an la­
tırken güzellik ve ustalıkça senden daha aşağı de­
ğildi.»
V e genç şair ipek m inderlere ateş gibi göz yaş­
ları dökerek düştü. O k ad ar ço k seviyordu, ve şim­
diki ıstırab ı o k ad ar büyüktü ki a rtık hiç b ir şey
onu yatıştıram az sanılırdı. E vvelâ ik i yum ruğunu
dişleriyle ısırarak ve ayakların ın ucuyle kad ife sediri
p arçalayarak hıçkırıyordu. F a k a t biraz sonra bir­
denbire ayağa fırla d ı; susm uştu. G özlerinde yaş yeri­
ne alelâcayip b ir parıltı vardı. Y a v a ş yav aş loş bir
karan lığa dalan od aya alnından, gerilen ve bir­
denbire daha genişlemiş görünen alnından, b eya­
zım tırak bir ışık yayılıyord u. O danın ayn ı koyu
lâcivert tülle örtülm eğe başlayan renkli eşyası or­
tasın da fildişinden bir B u d a heykeline benzeyen
vücudu gittikçe b ü yü yor ve u zu yor gibiydi.
G eriye atılm ış başınd an lülelerle saçlar çıp ­
lak om uzlarına d ökü lü yor, b ir şeyi ku caklam ak
ister gibi yu m u şak bir hareketle ileri ve b iraz y u ­
karı uzanan k o lla n bir m ayıs gecesindeki hilâli
andırıyordu. G ökyü zü n ü n en u zak yerindeki birer
yıldız gibi kırpışan gözlerinin önünde kap karan lık
bir saha u zanıyordu: siyah, gözleri kam aştıracak

35
kad ar siyah bir b o şlu k ... V e bunun ortasında ince
bir yol vardı, kendi gözlerinden çıkan ve uzak, gö­
rünmez yerleri dolaştıktan sonra yine oraya dönen
ince, âdeta bir b ıçakla çizilm iş gibi keskin ve beyaz
bir y o l, bir çizg i...
V e anladı ki, ihtişam ve büyüklüğe, gizli ha­
kikatlere ve ölm ez güzelliğe giden yol b u ...
O raya koşm ak ister gibi atılırken, üzerlerin­
deki gözyaşı hâlâ kurum ayan yastıklara düştü.

V e genç şair tam iki sene hiç bir insanın gi­


remediği hudutsuz kum çöllerinde dolaştı.
A yrı, her şeyden, herkesten ayri ve u zak k al­
m ak, yaln ız kendisini dinlem ek, yalnız kendi dü ­
şünebileceği gibi düşünm ek istiyordu. S ak ız gibi
çiğnenm iş güzelliklerden, bir dua k ad ar ço k tekrar
edilm iş yeni fikirlerd en eser bulunm ayan bu çö l­
de hiçlik v e ... güzellik hüküm sürüyordu: ne canlı
kum ları güneşin ve ayın bakışlarından saklayan
m ünasebetsiz bir ağaç, ne durm adan sızan bir y a ­
ra gibi etrafını kirleten bir su, ne de üzerinde şair­
lerin zevzeklik edebilecekleri bir çiçek görülüyordu.
V e işte burası güzeldi.
Ç ünkü burada yalnız güneş, ay ve kum va r­
d ı... B ir de rüzgâr.
Ve bunlar büyük, güzel ve sarihtiler.
Evet, büyüklüklerine rağm en sa rih ... N e bir
nebattaki k arm akarışık, anlaşılm az değişm eler, ne
bir hayvandaki içinden çıkılm az ve dehşetli y a ­
şayış hareketleri, ne bir dim ağdaki kökü bilinmez

36
hisler ve dü şü nceler... B u rad a insan ruhunun en
ço k susadığı ve m uhtaç olduğu bir vuzuh vardı ve
bunu şairin vücudundan başka hiç b ir şey bozam ı-
yordu.
B u vuzuh, korku nç b ir k arışıklığın görm ek
kudretinden m ahrum olan gözlerim izdeki tecellisi
de olabilirdi, buna rağm en herhangi çelim siz bir
m ahlûkun m ütecessir kafalarım ızd a sıraladığı mızmız
sorguları tekrar etm iyorlardı.
V e o, zihni hiç bir sorgu çengeline takılm adan
düşünebiliyordu, işte böylece bu m utlak güzelli­
ğin içinde yıkand ı, y ık an d ı... G eceleri ayın ışığı
altında insana kım ıldıyorm uş gibi gelen kum lara
yüzükoyun y ata ra k b aşım bu m inim ini zerrelere
göm ü yor, ve o nlar her nefes alışında ağzına, b u r­
nuna dolm ak isterlerken, o gözlerini içine çevire­
rek kendine b akıyord u . A n lıyo rd u ki yazılacak
şeyler, güzel ve h ak ik î şeyler o rad a v a r ...
F a k a t o burad a m addî elem lerin en acılarım
tattı. Ç ünkü gündüzün çöl bir m aden eritm e oca­
ğına dönerdi. B irer kıvılcım olan kum lar, derisini
yırtarlar, güneşten su halinde akan alevler sırtını
y ala r ve ensesini delerek beynine k ad ar dökülürlerdi.
A rasıra b ir hurm a ağacı aram ak ve su tulu­
m unu doldurm ak için çölün kim sesizliğinden ay­
rılırken — ki nihayet o da bir insandı ve yaşam ağa
m ecburdu— ayakların ın altında kım ıldayan, kayan
ve çöken bir zemin hissediyordu. V e bazen dizleri
derm ansızlıktan k ırılarak bu dikenli yatağa uza­
nır, ve midesinin dim ağına kalkıp ilerlem ek, uzuv­
larına böylece uzanıp kalm ak için verdiği birbirine
zıt em irlerin feci m ücadelesine şahit olurdu.

37
Fakat o bunların bağırm alarını susturduktan
sonra yine çöle, b üyü klü k ve tenh alık ülkesine
dönm ekte acele ederdi.
H iç b ir zam an susm ayı bilm eyen kalb i hemen
her gün sevgilisini, evini, bütün bıraktığı yerleri
y av aş fa k a t keskin b ir sesle fısıld ar, ve o, göğsünün
içinde birbirine m uvazi b irçok bıçakların hep be­
raber hareket ettiklerini hissederdi.
F a k a t iki sene sonra, sertleşen ve kararan bir
deri, gözlerinin kenarında derinleşen çizgilerle bu-
ra y ı terkettiği zam an, b üyü klü k ve güzelliği, acıyı
ve hasreti yüz yüze tanıyordu.
V e genç şair iki sene engin denizleri ve şim alin
buz sah raların ı dolaştı.
D en iz... İşte bu d a m uazzam ve nefis b ir şey­
d i... K endisini gezdiren gem inin güvertesine uza­
n arak u zaklara, ta u zaklara b ak ar ve kesik kesik
nefes alan sulardan başka hiç bir şey görm ez­
di.
Ç ö l ve deniz hemen hemen aynı şeylerdi: her
ikisinde de ayn ı b üyü klü k, ayn ı ağırbaşlı sessizlik
ve ya ayn ı heybetli ve derin b ağ ırm a lar... V e denizde
de, küçük, m inim ini, serinlendirici teferruat yoktur.
İnsan o rad a yalnız renkten renge giren su dam laları
ve devlere benzeyen b ir m ahlûkun y avru ları gibi
birbirleriyle oynaşan h oyrat dalgalar göreb ilird i...
S o n ra bitm ez tükenm ez bir genişlikle k aran lık ve
sık ı bir d erin lik... V e bütün bunlar onu m ânâsız
bir tecessüse değil, düşünm eğe sevk ederlerdi.
V e sonra buz sah ra la rı...
B eyaz, tem iz, günlerce uzanan bu yerlerde,
gösterişsiz bir k ib arlık ve incelik vardı. Sade, şa­

38
tafatsız, fa k a t güzel ve tatlı olm anın sırrını ancak
bu şekilsiz k ar tepeleri keşfedebilmişlerdi.
H er şeyi h ayattan uzaklaştıran, hiç bir zam an
yenilm eyen dehşetli bir kudretleri olduğu halde,
m ütevazı ve kibardılar. N e gururdan doğan bir
süs, ne kendini beğenm eyi gösteren b ir ses...
İşte genç şair fırtın alı denizlerden, soğuk buz
sahralarından ayrılırken, dünya hudutlarını aşan
bir genişlik ve derinliği, necip kalplere m ahsus olan
bir kibarlığı, ve esaslı kıym etlerin b ir tek elbisesi
olan tevazuu içinde taşıyo rd u ...
V e genç şair iki sene dünyayı rasgele dolaştı.
B u sefer gördüğü şeyler onu hayretten hayrete
düşürüyordu. H albuki değişen hiç bir şey değil
sadece kendi görüşüydü.
Evvelce fazilet diye baktığı şeylerin birer me­
rasim ve gösterişten ibaret olduğunu, ve asıl iyiliğe
yalm z ahlâk m ünakaşalarında veya akıllı nasihatlarda
rastlanabildiğim , nam uslu olabilm ek için başka­
larının nam usuna dil uzatm anın, kirlenm eden
yükselebilm ek için tem iz alınlara b asarak çıkm anın
yeter olduğunu ve daha buna benzer b irçok şeyleri
gördükçe şaşkınlığı büsbütün artıyordu. F a k a t o,
böylece ahm aklık ve aciz isimli m ahlûklarla, bunlann
çocukları, küstahlık ve riyâ adlı iki zavallıyı tanım ış
oldu.
V e ayrılırken kalbinde yalnız ufuksuz bir mer­
ham et, yeis veya hiddeti m anasız bulan bir rikkat
hissetti...
işte genç şair şaheserini bilinm eyen ve bulun­
m ayan kum aşlardan dokum ak için yaptığı bu se­
yahatten dönüşünde, içinde A llah la boy ölçüşen

39
bir kuvvet kım ıldıyordu. Ç ünkü şimdiye kadar
yazanların an cak va r olduğunu bildirdikleri şeye o
bizzat erişmişti.
Ü ç ay u ğraşarak derin m analı, renkli kelim e­
lerden bir elbise giydirdiği şaheserinin her sahi-
fesi onun çölde kavrulan ve kutuplarda gerilen
m uzdarip derisinin bir parçasıydı, ve bir sevinci
bağırm ak, bir elemi ağlam ak veya bulutlardan
yüksek bir fik re u laşm ak için durm adan kım ılda­
yan satırlar coşkun sinirlerinden örülmüştü. V e
o b u satırlardaki kelimeleri — vakit vakit bir sa­
bah yıldızının belirsiz ışığı gibi ince, felâketin göz­
leri kad ar keskin, yalanın dudakları kadar yum uşak
ve bir çocu k rüyası k ad ar tatlı sesler veren kelimeleri—
gözlerinin kenarındaki derin çizgilerden işledi.
Lâzım gelen yüksek ve temiz asilliği eserine
büsbütün verebilm ek için de, onu yazdığı müddet­
çe insanların arasına karışm adı. Ve siyah bir ka­
lemle, siyah meşin ciltli bir deftere yazdığı şiirleri,
sevgilisine y o lla d ı...

Bu sefer genç kız, gözlerinde gurur ve h ay­


retin parıltısı, hareketlerinde hasret ve isteğin acelesi
olduğu halde bizzat geldi. B oynuna atılarak onu.
öptükten sonra böyle haykırdı:
«G enç şair, genç şair, ey benim sevgilim ! A rtık
h iç... hiç kimse seni aşam ayacak; sen peygam berleri
gıptaya düşürecek şeyleri yarattın, sen insanları
yaşam ağa veya öldürmeğe sürükleyebilecek şeyleri
yazdın. G üneş senden daha sıcak, gökyüzü daha geniş,
ilkbahar rüzgârları daha canayakın değildir.

40
«V e sen bunları yalnız benim için yaptın.
« E y genç şair, ey benim sevgilim !
« A rtık hiç bir kadının benimle bir olm adığını
hissediyorum . A rtık L e y lâ benim yanım da mini­
mini, ve Jü lye t pek zavallıdır, ben Beatrice’ ye bile
gururla bakıyorum ve bundan sonra Süleym an’ ın
sevgilileri de benimle b o y ölçüşem eyeceklerdir. Ebe­
dîliğe senin kolların arasında süzüleceğim sevgilim,
ve yüksekte, en yüksekte uçacağız.
« E y sevgilim, yalnız benim sevgilim !
«Şim diye kad ar hep sana koşm ak için çırpın­
dığı halde yenilm ez bir gururun emirlerini dinle­
meğe m ecbur olan kalbim bak, içindekileri anlat­
m ak için acele ediyor. O gururum ki, fânilerden
birine meyli olduğu için gönlüm ü bir ısırgan de­
meti gibi dalam ıştı, şimdi sana bunları söylemekte
bir haz buluyor.
«M adem ki uzun senelerin hasreti içimizde ya ­
ram az bir çocuk gibi tepinm ektedir, gel, birbiri­
mizin olalım , ve sen bana aşkın da ebedîlik kadar
tatlı ve güzel olduğunu an lat... G el, beni kollarının
arasında s ık ...»
F ak a t genç şair onu kollarının arasında sık­
m adı.. Ç ünkü hiç bir şey işitmemişti.
Sevgilisinin, sedirlerden birinin üzerine bıraktığ 1
şaheseri parm aklarıyle karıştırırken sihirli satırlar
onun gözlerini, elinde olm ayarak, çekm işler, ve o>
derin bir hayret içinde kendinden geçerek, bunları
okum ağa başlam ıştı.
Y arattık la rı o kadar güzeldi ve şairi o kadar
kuvvetle çekiyorlardı ki, sevgilisinin: «Beni işit­
medin mi şair!» diye bağırdığını bile duym adı.

41
V e an cak genç kız onu om uzlarından yak a la ­
yınca kendine geldi. K ızın gözleri, kafasının için­
deki herhangi bir ateşten kaçarak dışarı fırlam ak
istiyorm uş gibi yanıyordu. D u d akları titreyerek tekrar
etti:
«N e söyledin sevgilim ? -d iy e cevap verd i-,
beni affet, biliyorum ki tam iri kab il olm ayan bir
şey yaptım . A m a bunun sebebi senin için yazdık­
larım ın yine sana benzeyen güzellikleriydi. A şk ın
sesinden uzak kalan kalpleri hasretin ne hallere
koyduğundan bahseden satırlarım , beni seslerin en
canayakınını dinlemekten alıkoydu. T ekrar et sev­
gilim , söylediklerini benim için tekrar e t...»
G en ç kız biraz düşündü. Y ü zü beyaz, bir ku ­
ğunun tüyleri k ad ar beyaz olm uştu. B aşım ağır
ağır k ald ırarak sordu:
«H iç, hiç bir şey duym adın m ı?»
«H iç bir şey sevgilim , fakat tekrar et!»
O zam an b oğuk ve yeisini örtm ek isteyen bir
sesle tekrar başlad ı:
« K itab ım okudum genç şair, yaln ız harikulâ-
deliklerle, yalnız insanı saran güzelliklerle doluydu.
V e senin herkes gibi olm adığını haykırıyordu.
«Senden daha fazla u zak kalm ak istemem ey
şair!..»
B u rad a dudaklarım yakıcı bir gülüşle ısırdı;
gözleri, donuk ve karanlık, şaire dikildiler, dim dik
baktılar. O bir kadın, baştan aşağı bir k ad ın d ı...
Dişlerini sıktı, onların arasından, keskin, ağır bir
sesle:
« Y aln ız -d e d i-, yalnız bu kitap dehânı ve
kudretini bana gösterdikten sonra aram ızda lüzum ­

42
suz olm ağa b a şlıy o r... V e görüyorum ki o seni hemeu
hemen benim k ad ar alâk ad ar edecek...
«H iç buna im kân v a r mı şa ir? Senin kafanda,
ruhunda, h atta en u fa k bir hüceyrende bile benden
başkasının yer alm asına taham m ül edebilir m iyim ?
«Şu halde büsbütün senin olm am için bu en­
gelin ortadan kalkm ası lâzım . V e sen benim için
yazdığın bu kitabı yine benim için y o k etmekte em i­
nim ki tereddüt etm eyeceksin, hatta bunu ben y a ­
pacağım .»
V e genç şairin elinden çekip aldığı şaheseri,
orada, m ercan alevlerle yan an ocağa fırlatttı.
V e bir feryat, duvarları sarsan, h avayı karış­
tıran, yüzyıllık ağaçların fırtın ada devrildikleri za­
m an yap tıkları gürültüye, orm ana bir yıldırım
düştüğü zam an vahşî h ayvan ların kopardıkları çığ­
lık lara, ateş saçan bir yan ard ağın geniş çatlakların­
dan fırlay a n b oğu k ve yırtıcı ıslıklara benzeyen
bir feryat genç şairin göğsünden fırla d ı...
V e o, kendisini o ra ya m inim ini alevlerin ki­
tabın meşin cildini ağlayışlı b ir çıtırtıyle büktükleri
ocağa doğru attı.
F a k a t genç kız dah a evvel ko şarak ocağın önü­
nü vücuduyle kapatm ıştı. V ah şî bir gülüşle: «Ç ek il!»
dedi.
E rkek, ki o zam ana k ad ar gözlerinde sonsuz
b ir tatlılık ve ilâhîlikten başka b ir şey bulunm azdı
ve hareketleri devam lı b ir çekingenliğin ağırlığı­
nı taşırdı, birdenbire buğulanan b akışlar, pençe
haline giren kollarla oraya hücum etti, ve iki ağız­
dan birden fırlad ı: « Ç ek il!..» ve hiç birisi çekilm edi...
O zam an araların da öyle korkunç bir m üca­

43
dele başladı ki, köpüren ağızlardan feci soluklar
ve hırıltılar çıkıyordu, d u varlara şiddetle çarpan k a ­
fala r orada kanlı saç demetleri bırakıyordu. B ir­
denbire erkek, genç kızı — gittikçe artan dermansız­
lığına ve erkeğin yüzünü parçalarken dökülen tır­
naklarına rağm en vücudunu ocağın önünden ayır­
m ayan genç kızı— boğazından y ak alad ı; kendinin-
kilere korkunç bir sebatla b akan büyük ve kanlı
gözler hareketsiz kalıncaya k ad ar sıktı.
Sonra, kollarının arasında yavaş yavaş gev­
şeyen, kanla b ulaşık olm ayan yerleri ezik bir sa­
n lık alan vücudu b ırakarak ocağa eğildi, gittikçe
h afifleyen alevlerin arasından meşin kap lı kitabı aldı.
K avru lan , şeklini kaybeden bu ateşten cildi
açtığı zam an yere an cak bir avuç m avim tırak kül
dö k ü ldü ... Ve bunu gören şair oraya, boylu boyun­
ca yatan ölünün üstüne — bir kadının elinden kurta­
ram adığı şaheseriyle beraber— cansız yıkılıverdi...

1929

44
K IR L A N G IÇ L A R

Şehrin kıyısında, ufacık bir derenin kenarın­


da, dalları suya sarkan ihtiyar bir söğüt ağacı vardır,
ilk b ah arın başlangıçlarında bu söğüdün dallarına
bir dişi kırlangıç gelip kondu; derenin bir başından
bir başına yıldırım gibi uçan, beyaz göğüslerini
suya doku n du rarak şe ffa f kanatlı küçük böcekle­
ri yak alayan diğer kırlangıçlara b akm ağa başladı.
B aşın ı h a fif h a fif sallıyordu. D erin düşüncelere
d ald ığı belliydi.
Söğüdün dalları hışırdadı. B ir erkek kırlangıç
geldi, dişinin karşısındaki d ala kondu.
K ırlan gıçlar arasında pek tek lif yoktur. Uzun
uzadıya takdim fila n edilmeden konuşm ağa başla­
dılar ve pek az sonra da ahbap oldular.

45
Evvelâ havadan, sudan bahsedildi. (İki kişi b ir­
birlerini yeni tanıdıkları zam an havadan sudan bah ­
setmek âdettir.) F a k a t biraz sonra erkek b ir iki dal
ileri geldi, dişi daha az çekingen b ir hal aldı.
M uhabbeti kaynattılar.
“ O lur y a ! ” demeyin, iki kırlangıcın ilkbaharda,
herkes dört ta rafa koşup çalışırken bir söğüt dalın­
da oturup yarenlik etmeleri gündelik işlerden değil­
dir.
Bizim kırlangıçların ikisi de antika m ahlûklar­
dı, yani öteki kırlangıçlara benzem iyorlardı. (B a ş­
kaların a benzemeyenlere antika derler.) E vvelâ dişi
kırlangıç la fı derin tarafın d an açtı:
“ Siz hiç çalışm ıyor m usun uz?”
B a şk a bir kırlangıç olsaydı hemen: “ Y a siz ne­
den b urad a oturuyorsun uz?” diye ikinci bir sorguya
kalkışırdı. F a k a t bizimki derin derin içini çekti ve
sustu.
V e dişi onun söylem ediği şeyleri anlıyorm uş gi­
bi başını salladı ve gözlerini aşağıd a şıpırtıyle akan
suya dikti.
B ir müddet d ah a sustular. E rk ek birdenbire
gözlerini dişiye dikerek söze başladı:
“ B a k ınız ş u n la ra ...” V e aşağıd a birbirini çap-
tazlayarak uçan ve dokum a tezgâhının m ekiklerine
benzeyen kırlangıçları gösterdi. “ Bakın ız şu n lara...
Sabah akşam demeden, yaz kış demeden çalışıyor­
lar. Ben bunlara ço k kere sordum : neden böyle dur­
m adan u ğraşıyorsunuz? dedim , cevap vermediler.
O m uzlarım silkip yanım dan uzaklaştılar.”
D iş i:
«Birbirim ize sen diye hitap etsek nasıl o lu r?»

46
dedi. E rk ek , o k k alı sözlerine cevap olm ayan bu la fı
beklememekle beraber, bu tekliften hoşlandı ve tek­
rar başladı:
«Â deta u tan ıyo ru m ... -d e d i-, bütün kuşları
sıraya dizseler biz her halde sonuncu gelmeyiz. K ı ­
lığımız, kıyafetim iz düzgündür. A k lım ız şu sabah­
tan akşam a k ad ar avaz avaz bağıran bülbülden her­
halde üstündür. K an ad ım ızı bir vu rsak en hızlı gü­
vercinden d ah a ç o k yol alırız. H albuki bütün kuşla­
rın en zavallısı bizm işiz gibi hiç durm adan didiniyo­
ruz. Şu bu d ala serçe bile üç günlük öm rünü keyifle
geçiriyor da, biz, arasından uçtuğum uz a ğ a çlan bile
fark etm iyoruz.”
B iraz durdu, dişiye doğru yandan bir göz attı:
« Y a rın öldüğüm üz zam an birisi bize sorsa: “ D ü n ­
yad a neler görd ü n ü z?” dese herhalde verecek cevap
bulam ayız. K o şm ak tan görm eğe vaktim iz olm uyor
k i...»
D işi gözlerinin içi buğulanarak:
« A h -d e d i-, tıpkı benim gibi düşünüyorsun.»
E rk ek cevap verdi:
«Zaten seni burad a tek başına görünce benim
gibi düşündüğünü anlam ıştım . D o ğru değil mi
a m a? Şu dünyayı adam akıllı görm eden, dünyanm
ne olduğunu adam akıllı anlam adan buradan gide­
cek olduktan sonra ne diye b u raya geldik san k i?
Yaşadığım ızın farkın a varm ayacak olduktan son­
ra ne diye yaşıyoru z?»
D işi tasd ik eder gibi başını salladı:
«Etrafım ıza göz gezdirince -d e d i-, ben de
senin gibi, dört tarafa koşan kırlangıçlardan baş­
ka bir şey görm üyordum . Ben de bunlardan m ıyım ,

47
diyorum , sonra da bunlardan değilim galiba, di­
yorum . O nlar da beni pek istem iyorlar. N e yapayım ,
burada oturup etrafa bakıyorum . Siz de, şey, sen de
gelmesen böyle yapayaln ız bu yazı geçirecek­
tim.»
A k şam a doğru lafları daha derinleştirdiler...
S onra ayrıldılar. V e her gün buluşm ağa başladılar.
A m an yarabbi, neler k o n u şm u yo rlard ı!... E ğer
kırlangıçlarda kitap yazm ak âdet olsaydı, bunların
yazacakları kitaplar m uh akkak ki üniversitelerde
okutulurdu.
G itgide birbirlerine daha çok alıştılar. Ç o k
kere dişi daha evvel gelir, gözlerini suya dikerek
erkeği beklerdi.
B ir gün çiçeklerden, bir gün yıldızlardan, bir
gün öteki kırlangıçlardan bahsederlerdi. H er dü­
şünceleri birbirine uygundu.
Y aln ız her ikisinin de içinde gizliden gizliye
büyüyen bir korku vard ı: bir gün gelip ayrılm ak
korkusu.
H iç birisi bu korkusunu ötekine söylemeğe
cesaret edem iyordu. K im bilir, belki öbürünün
yanlış anlayacağından çekiniyordu. (Ç ünkü içten
duyulan şeyler hep yanlış anlaşılır.)
İçlerinde bu ayrılık korkusu büyüdükçe bunu
m ünasip bir şekilde diğerine söylem ek için düşünmeğe
başladılar.
M eselâ:
«H iç ayrılm ayalım , olm az m ı?» dem ek vardı,
fakat bu pek geniş m ânalı ve müphemdi. N asıl
a yrılm ayalım ?...
«B ir yu va k u ralım !» deseler, bu da pek b ayağı

48
kaçacaktı. H em o zam an başk a kırlangıçlara benze­
yeceklerini sanıyorlardı.
D ünyanın geçiciliğinden, gökyüzünün sonsuz­
luğundan, sulardan ve diğer kuşların yaşayışların­
dan bahsederlerken, gözleri birbirine hasretle ba­
kar, ve, «Birbirim izden nasıl ayrılacağız?» demek
isterdi.
Tesadüfün pek m erham etli olm adığm ı ve bir­
birine böyle yak ın olanları b ir ikinci defa karşı
karşıya getirmediğini biliyorlardı. Fakat konuş­
tukları dil, diğer kırlangıçların diliydi, ve bu dilde
söylem ek istedikleri şeyleri söylem ekten utanıyor­
lardı. B u dil, onların içindeki şeylere uygun değildi.
Y a v a ş y av aş gözlerine ve bakışlarına bir gam ­
lılık çöktü. D ostlu ktan fila n bahsederken, sesleri
titriyor gibiydi; yah ut on lar böyle zannediyorlardı.
F a k a t böyle zam anlarda hemen birinden biri, bir
kah k ah a atar ve işi alaya bozardı: iç i burkulduğu
h ald e... N ih ayet günün birinde ikisi de bunun böyle
sürüp gidem eyeceğini anladılar, ik isi de birbirlerine
açılm ağa k arar verdiler.
Sabahleyin karşi karşıya gelince dişi söyle­
m ek istediği şeyleri gözleriyle anlatm ak istedi. T am
bu sırada, üzerinde oturdukları söğütten sarı bir
y a p ra k koptu, iki ta rafa sallan arak aralan n d an geçti
ve dişinin en m analı b aktığı zam anda gözlerinin önünü
kapattı.
E rk ek bu bakışı görem edi.
F a k a t her ikisi de sarı yap rağ ı gördüler.
E rk ek ağzını açtı:
«Senden hiç ayrılm ak istem iyorum ...» demek
üzereydi ki, b uvvv diye soğuk bir rüzgâr esti...

49
D işi, erkeğin sözlerini işitemedi.
F a k a t her ikisi soğuk rüzgârın sesini duydu­
lar.
B irbirlerinin gözlerine bak tılar; artık yu va kur­
m ak zam am nm geçtiğini, sonbaharın geldiğini, ay ­
rılacakların ı anladılar.
îk isi de içini çekti.
Tepelerinden b irçok kırlangıçlar geçti: Sicak
yerlere dönüyorlardı.
A y rıld ıla r... V e bir daha birbirlerini görm ediler.
F a k a t ikisi de kü çü k derenin kenarm daki sö­
ğüdü ve o rad a geçirdikleri güzel ilkbah arı ve yazı
unutm adılar.
V e ikisi de, böyle bir yaz geçirmemiş olan diğer
k ırlangıçlara tepeden b a k tıla r... (Ç ünkü azlıkta k a ­
lan lar ço k o lanlara nedense tepeden b akarlar.)

1933

50
V İY O L O N S E L

G üneş, yüzüne yeşil yelpaze tutan m ahcup


bir kadın gibi iri y ap rak lı ağaçların arkasın a sak ­
lanırken, m uhtelif milletlere m ensup b ir seyyah
kafilesi — sarı otlardan yapılm ış evleri arı kovam na
benzeyen— bir zenci köyüne girdiler.
K a b ile reisi, yirm i seneden beri A frika 'n ın
bu sapa köşesine uğram ayan beyazlan güzel k ar­
şılayabilm ek için bütün boncuklarım , fildişinden
yapılm ış ziynetlerini taktı, eline, üzeri işlemeli büyük
yayını a larak m aiyetiyle beraber köyün ortasındaki
m eydanda bekledi.
B irtakım şatafatlı merasim den sonra seyyahlar,
reisin kulübesinde istirahat etm ekteydiler ki, köyü
dolaşm ağa çıkm ış olan melez tercüm an k oşarak geldi,

51
elli adım k ad ar ötede b ir A vru p alı tarafm d an yapılm ış
olm ası pek muhtemel olan tahta bir kulübe gördü­
ğünü söyledi.
G o lf pantalonlarınm altına çoraplarını tek­
ra r giym eye vakit bulam ayarak hep birden o raya
koştular. Tercüm an doğru söylüyordu. B u, inti­
zam sız kerestelerden yapılm ış bir yerdi ve önünde
vahşî orm an çiçeklerinden vücuda getirilmiş bah-
çemsi b ir m eydanlık vardı.
Y a n la rın a gelen reis, binanın iki seneden beri
aralarm da yaşayan bir beyaza ait olduğunu söyledi.
Tercüm ana sordular:
«N eredeym iş kendisi ?»
«Belli olm az -d ed i reis-, o, buradan çalgısın ı
alır çık ar ve ne zam an isterse o zam an gelir!»
«N e çalgısı?»
« B ü y ü k ... âdeta bir tim sah yavrusuna benzeyen
bir ç a lg ı...»
Seyyah lar birbirlerine sordular:
«B elki bir h a rp ? ...»
R eis:
« B ir değneğe gerilen at kıllarıyle çalın ıyor!» dedi.
«Ö yleyse b ir ko n trb as...»
« Y ah u t bir viyo lo n sel...»
«E vet, evet... H erhalde bir viyolonsel.»
Seyyah lar, reise tekrar sordular:
«O, bu çalgıyı nerede çalıyo r?»
Elin i uzatarak gösterdi:
«O rm an d a!»
«Peki, bizi oraya götürür m üsünüz?»
«Olm az, o çalgısını çalarken hiç kim seyi is­
lem ez...»

52
Seyyah lar:
« B iz u zakta dururuz, kendisinin haberi olm az!»
dediler ve ısrar ettiler.
R eis razı oldu. A lacak aran lık ta köyden çı­
k arak orm ana doğru yürüdüler. Y a k la ştık la rı za­
man, ku laklarına to k bir viyolonsel sesi geldi. A l­
man seyyah biraz dinledikten sonra:
«So n b ah ar ş a rk ısı!...» dedi.
R u s ilâve etti:
« Ç ay k o vsk i’nin.»
O rm ana girince reis durdu ve on adım k ad ar
ileride, geniş gövdeli b aob ap ağaçlarm m altındaki
karaltıyı gösterdi: « İş te !...»
D ik k atle baktılar ve dinlediler. G ö lge hiç kı­
m ıldam adan, b ü yü k bir m aharetle ayn ı parçayı
çalıyordu.
Sesler, birbirine giren yap rak ları titreterek da­
ğılırken İngiliz seyyah:
«B u adam ın ne olm ası m üm kündür?» diye söy­
lendi.
F ran sız seyyah:
« B ir san a tk âr... -d e d i-, üm idi kırılm ış b ir sa­
natkâr... H ak ik i sanatın takdir edilmediğini görerek
insanlardan kaçan bir talihsiz.»
R u s:
«H ayır, bu belki cemiyetin haksızlıklarından
kurtulm ak için b u raya gelen birisi ki, sanatı kendi­
sine teselli vasıtası y ap m ış...» diye m ütalâasını yü ­
rüttü.
A lm an :
« B an a kalırsa -d iy e fik rin i sö yled i-, bu geniş
arazide rahat ve dertsiz yaşam ayı, bu basit refahı,

53
medeniyet dünyasm m didişmelerine tercih eden bir
akıllı.»
«Zannediyorum ki -d ed i İngiliz-, vahşîlerin
hüküm darlığını eline geçirm ek için kendisine göre
bir plan y ap an ve onu sabırla tatbik eden b ir açık­
gözdür bu, ve belki de tehlikelidir.»
G ece olm uş ve ay çıkm ıştı. A y ışığı orm anın
içindeki u fa k bir m eydanlığı aydınlatınca, etrafına
taşlar dizilen bir top rak yığınına dayadığı viyolonseli
gözlerini k ap ayarak çalan adam ı daha iyi görd ü ler...
Siyah , k ıvırcık sakallarının çerçevelediği yüzünde,
nerede başlayıp nerede bittiği belli olm ayan çizgiler
vardı. A ln ın a doğru dökülen dağınık saçları soluk
yan aklarını gölgeliyordu.
Seyyah lar sordular:
«H ep burad a m ı ça lar?»
«V e o top rak yığını nedir?»
« B u rad a çalar -d ed i reis-, karısının başu-
cu n d a...»
« K a rısı d a v a r m ıydı?»
« V a rd ı ve öldü.»
Sustular. «G id elim ! -d ed ile r-. K ö y e döndüğü
zam an a n larız...»
F a k a t ertesi sabah geri dönen adam , onlara
kendi hayatı hakkında hemen hemen hiç bir şey
söylem edi.
« B ir vapu r kazasm dan son ra b uraya düştüm,
karım da burada öldü... V e ben başka yere gitm ek
istem em ..» dedi.
Seyyah lar yolların a devam etm ek için bu ga­
rip m ünzeviyi terk ettiler. H er biri ju rn alın a başka

54
b aşk a şeyler yazdı, fak a t hiç birisi o adam ın asıl
hikâyesine tem as edemedi.

İşte o adam ın hikâyesi:


A kden iz’in y a lı şehirlerden birinde öyle bir
genç vard ı ki, kendisine rasgeldikleri zam an, m ah­
cubiyetle b aşlarını eğen kadınlar, onu ço k kere
rüyalarında görürlerdi.
V e zerdeva tüyleri gibi yum uşak olan kum ral
b ıyıkları genç kızların m inim ini kalplerini gıcık­
lam aktan geri kalm azdı.
F a k a t bu gencin, dalgalı saçlarından, lâcivert
gözlerinden, ve b ir şark kam çısı gibi kıvrılan vü­
cudundan daha kıym etli bir şeyi vardı.
G üzel n işan lısı...
B ir zam anlar bütün şehir delikanlılarının ha­
yalini dolduran bu genç kızın, daim a düşünüyor­
m uş gibi gergin duran alnı artık bir kardeş busesi
için en m ünasip yerdi. Ç ünkü o delikanlılar bili­
yorlard ı ki, doğunun donuk pem beliğini taşıyan
d udaklar b aşkasına nasip olm uştur. V e meneviş­
lerindeki m anayı kim senin okuyam adığı kahverengi
gözler yalnız bir kişinin önünde kıvılcım lanacaktır.
B u kız ayn ı zam anda şehrin en iyi viyolonsel
çalam ydı.
O turduğu iskem lede bir ayağını geri uzatıp
dolgun göğsünü çalgısına dayad ığı zam an, öyle
sesler çıkarırdı ki, memleketin ihtiyar ve üstat mu­
sikişin aslan bile başlarını a rk ay a çevirerek gözlerini
kurulam ağa m ecbur olurlardı.

55
G en ç kız, nişanlısıyle beraber olm adığı za­
m anlar yalnız viyolonseliyle konuşurdu; ve ona,
nişanlısından dinlem ek istediği şeyleri söyletirdi.
L â k in g a fil genç bunu bilm iyor, onun, çalgı­
sını kendisi k ad ar ç o k sevm esini kıskanıyordu.
V e b ir gün,
« E y sevgilim -d e d i-, ey narin vücudunun,
ipek saçlarının, donuk pem be dudaklarının değil,
bütün ihtiras ve iptilâlarının d a bana ait olm asını
istediğim sevgilim , artık viyolonseli bırak, yalnız
beni dinle, yalnız benim kalbim in tellerinde nağm eler
bulm ağa çalış.»
— A ş k ne kad ar h od bindir!—
G enç kız,
«M adem ki sen istem iyorsun, sevgilim - d e d i- ,
ben artık viyolonsel çalm ayacağım ... Nağm elerim i
yalnız senin sözlerinde arayacağım .»
G özlerinde, sahibi için, yaşadığı orm anı b ı­
rak an bir ceylânın garip m ahzunluğu vardı. Sa­
nat, İlâhî sanat aşka yenilmişti.
— V e aşk ne k ad ar kudretlidir! —
« L âk in sevgilim ! -d ed i genç kız ve hunu söy­
lerken elleri delikanlının avu çların d ayd ı- Elbet bir
gün ihtiyarlayacağız ve ölüm bizi alacak. E ğ er o,
ban a senden evvel gelirse, bil ki tek isteğim, gözlerim
h ayata kapanırken başucum da bir viyolonsel din­
lem ektir; bunu ban a vadediyor m usun?»
« E vet -d iy e cevap ve rd i-, senden sonra y a ­
şam ak gibi bir ceza bana m ukadderse, kahverengi
gözlerinin üstüne yem in ederim ki, başucunda en
yüksek sanatkâra, en güzel besteyi çaldıracağım .»
Bunun üzerine başlar geriye doğru uzandı.

56
Söylediklerini tekit etm ek isteyen du d aklar birleşti.
— V e aşk ne k ad a r ateşlidir! —

H eyhat, saadet dedikleri el insanları okşa­


m akta pek hasistir. Y a ln ız gülüm sem ek ve seviş­
m ek için yaratıld ıklarım sanan bu gençler de o elin
m ukadder tokadm ı yem ekte geç kalm adılar.
Evlenm işler, birbirlerinin olm uşlardı. B ah ti­
yardılar. B ah tiyarlıklarım bulundukları yerde hap­
setm ek istem ediler. Onu her ta rafa gösterebilm ek
için, bir gün, şehrin rıhtım ında duran gem ilerden
birine binerek seyahate çıktılar.
G ezdikleri yerde her gördükleri şeyin kendi­
lerini sevindirm ek için yaratıldığım sanıyorlardı.
D eniz on lara bir a şk m asalı, orm anlar b ir vefak ârlık
hikâyesi anlatıyordu.
B ilh assa engini ç o k seviyorlardı. B azı yerlerde
erkeğin gözleri gibi lâcivertleşen sular, bazı yerlerde
her ikisinin kalpleri k ad ar b errak ve şe ffa f o lu yord u ...
V e dalgaların kıvrım larındaki köpükler, sulara sü­
rünerek uçan beyaz ku şlar gibiydi.
L â k in bir gün, u fu k lar karardı. B ir fırtın a b aş­
ladı. Ö yle bir fırtın a ki, tasvirini an cak herkesin
kendi m uhayyilesi yapabilir.
G em inin kabu rgaları çatırdam ağa başladığı za­
m an, birbirlerine sarıldılar. G özlerini k ap ad ılar...

A n ca k ertesi gün, — kendilerini sahilin kum la­


rına uzanm ış b u larak yab an î otlarla tedaviye ça­
lışan zencilerin arasında— gözlerini açtılar.

57
V e u zak kayalard a parçalanan enkazdan başka
canlı bir şey görem ediler.
Zencilerin sahilden epey içeride olan köyle­
rinde b irkaç ay oturup, onların dillerini öğrenmeğe
başlayınca anladılar ki, burası A frik a 'n ın en kimsesiz
yerlerindendir ve on sekiz seneden beri hiç bir beyaz
adam uğram am ıştır.
A rasıra sahile b alık tutm ağa giden kafileler
tekrar söylediler ki, o denizde şimdiye k ad ar uzaktan
geçen b ir gemi bile gözlerine ilişmemiştir. V e artık
hissettiler ki, — fırtın a kendilerini baygın o larak
k ıyıya attığı zam an vahşîleri orada bulunduran—
tesadüfe m innettar olm aktan b aşk a yap ılacak şey
yoktur.
E rk ek : «M adem ki beraberiz -d e d i-, ve bir­
birimizi seviyoruz, yaşayışım ızın herhangi bir yerde
olm ası bizim saadetim izi b ozm am alı!»
F a k a t kadın h astayd ı...

E vet, kadın h astaydı. G ünden güne eriyor,


sararıyordu. N a sıl bazı ağaçlar yerleri değiştiril­
diği zam an, — usta b ir bahçıvanın elinde bile olsa­
lar— yaşayam azlarsa, genç kadın d a burad a y aşa ­
yam ayacaktı. E rk ek bütün kudretiyle çalıştığı, v a ­
sıtasızlık içinde bütün çarelere başvurduğu halde,
bunun önüne geçemeyeceğini anlıyordu.
Onu, sert k o ku lar dağıtan ağaçlar arasında,
berrak sulu nehirlerin kenarında gezdiriyor; ge­
celeri, yalnız A frik a ’y a m ahsus olan p a rlak a y ışi-
ğı altında onun, m avim tırak dam arlarıyle bir is­

58
tiridye kabuğuna benzeyen kulaklarına, yaşam ayı
tatlı gösterecek şarkılar söylüyordu. Fakat hepsi
neticesizdi ve kadinm bir sene daha öm rü olm adığı
m uhakkaktı.
O zam an, bu kısa müddette kadına saadet ve­
rebilm ek için çareler düşündü, aklına viyolonsel
geldi. B elki çalgısı olsaydı o, bu k ad ar üzülm eye­
cekti.
V e bir gün, m ahun ağacından h aftalarca uğ­
raşarak yaptığı viyolonselle geldi. «Sevgilim -d e d i-,
hayatim iz ço k yalnız geçiyor. B ak , sana bir arkadaş
daha getirdim. Seni bir zam anlar bunu çalm aktan
menettiğim için ne k ad ar bedbaht olduğum u b ilsen ...
-S o n ra sık ılarak ilâve e tti-: H em ban a da öğretmeni
rica edeceğim .»
G en ç kadının solu k yüzünde, batan güneşte
görülen bir kırm ızılık belirdi. Titreyen dudaklarıyle:
«Ben öleceğim -d e d i-, ve sen, başucum da vi­
yolonsel ça larak vadini yerine getireceksin...»

Öğrenmeğe başladıktan pek az sonra, u fak


parçaları çalabiliyordu. K a d ın , h ayvan derileri üze­
rine yazdığı notaları buna m eşk ettiriyor, bu da
on ları alarak yab an î orm anda saatlerce çalışıyordu.
Ö ğrendiği parçayı akşam üzerleri lâ tif üstadı­
na tekrar ederken onun ağzından çık acak bir tak ­
dir sayhası kendisine en büyük iç genişliğini verir­
di.
K a d ın d a arasıra çalıyordu. V e o zam an bu
şekilsiz âlet, bu at kıllarından yap ılan yay , başka

59
bir dünyanın seslerini genç erkeğin kulaklarına, o ra­
dan ruhuna götürürdü. B ir gün kadın,
« B ak , bu “ son bahar şarkısı” dır,» dedi.
Ve nağmeleri insam n içine görünm ez m ayi­
ler halinde akan bir besteyi bitirdikten sonra,
«işte -d e d i-, ölürken senden bunu isteyeceğim.»
E rk ek ,
«V er -d e d i-, ça lay ım ...»
«H ayır, bunu son günümün yaklaştığım his­
settiğim zam an vereceğim ...»
V e başk a bir notayı uzattı.
B azen üzüntülerin uzattığı, bazen yalan cı bir
sevincin kısalttığı günler ço k çab u k geçti. V e k a ­
dın artık ayak ta du ram ayacak k ad ar eridi. G ö z ­
lerinin esmerleşen kenarlarında, beyaz dudaklarında
ölüm ün ta y f halinde dolaştığım genç erkek görüyordu.
B elki, evet, belki iki üç günlük öm rü vardı.
F a k a t h âlâ «sonbahar şarkısı»m vermemişti.
B irk aç defa, üzerlerinde nota yazılı olan de­
rileri karıştırırken, eline geçen bu şarkıyı bir türlü
öğretm iyordu. Ö lüm ün bu k ad ar yakın ında dolaş­
tığından ihtim al ki haberi yoktu.
G en ç adam onun son isteğini yerine getire­
memekten korku yordu : Y a k ad m birdenbire ölü-
verirse ?
O zam an bu şarkıyı çalam ayacaktı.
V e göğsünün üst tarafın d a pürüzlü bir cismin
ağır ağır gezindiğini hissediyordu.
N o ta y ı istem ek im kânsızdı. B u, hastaya öm ­
rünün sonuna geldiğini belli etm ek olacaktı.
B ir tek isteği, onun son günlerinin müsterih
geçmesi olduğu halde, bu nasıl y ap ılab ilird i?

60
N ih ayet bir gün, gene başka bir besteyi uza­
tırken, kadının b aşı kucağına sessizce düşüverdi:
B ayılm ıştı... E rk ek etrafa koştu. B ir toprak ça­
naktan yüzüne sular serpti. O, gözlerini açar açm az
kuru otlardan ibaret olan yastığının altından «son­
bahar şarkısı»nı çekerek,
« A l -d e d i-, ve çab u k öğren. K o rk u yo ru m ki,
vakit az k ald ı!»
E rk ek yab an î orm ana koştu, deriyi bir b ao­
bap ağacının gövdesine iliştirerek çalışm ağa başladı.
Saatler geçti. A k şam oldu. Elinde viyolonsel
ve n ota ile kulübeye koşan erkek, ağlıyordu. İçinde
sönmez b ir acı vardı. Y a ölürse, diyordu, y a yeti-
şem ediysem !
K ulübeden içeri girince, yatakta, gözlerini k a ­
p ıya dikerek kendisini bekleyen genç kadının yü ­
zünde b ir gülüm sem e dolaştı, elini uzattı...
Elini uzattı ve erkek o eli y ak alayıp sakalla­
rından süzülen yaşlara sürerek öperken, kadının
gözleri tekrar kapandı.
K a d ın ölm üştü.
V e erkek bunu hissetti.
O zam an deli gibi viyolonsele sarılarak çal­
m ağa başladı. «Sonbahar şarkısı»nı on a duyur­
m ak istiyordu.
D ik k atle baktı, kadının gözleri açılacak mı,
diye baktı. H ayır, açılm ıyordu.
Sevgilisinin son isteğini yerine getirememekten
doğan bir yeisle yaym a daha şiddetle bastı ve p a r­
m akları daha içten oynadı. Onun kulübenin civarından
uzaklaşm adığını zannettiği ruhuna bu sesi yetiş­
tirebilm ek için hırsla çalıyordu.

61
G özleri, yatakta gülüm seyerek yatan ölüye di­
kilm işti. «İşitm iyor musun, b ak, ne k ad ar aşkla
çalıyorum , ne k ad ar güzel çalıyorum , işitm iyor
m usun?» dem ek istiyordu.
O zam ana k ad ar bu kulübede çalm an viyolon­
sel, vahşîleri alâkad ar etmezdi. Fakat şimdi bu
şarkı, genç adam ın kalbinden ıstırap ve hıçkırık
halinde viyolonselin tellerine dökülen bu beste
on ları da şaşırttı, donuk hassasiyetlerine kad ar
işledi, ve hepsi ko şarak kulübenin etrafına toplan­
dılar.
Şim di kapıda birbirinin üstüne çık a ra k ça l­
gıyı dinleyen zenciler, siyah bir üzüm salkım ını
andırıyordu. A nnelerinin yap raktan eteklerine sa­
rılan küçük çocu klar bile susm uşlardı. V e kulübe­
nin önü ağlayan zencilerle — evet, bu bir mucizeydi
ve hepsi birden ağlıyorlardı— bir arı kovanım n a ğ­
zına benziyordu.
G en ç adam , çalgısıyle beraber toprağın üstüne
baygın yu varlanıncaya k ad ar çaldı.
ik i gün sonra ayılınca, vahşîler, kendisini orm ana,
her zam an viyolonsel çaldığı bir ağacın altına götür­
düler.
B urad a taze bir m ezar vardı.

İşte bu genç adam , sağlığında dinletemediği


parçayı karisinin ruhuna duyurabilm ek için, bu
yabanî orm anda ve bu mezarın başında, senelerden
beri viyolonselini çalar.
1928

62
B İR D E N B İR E SÖ N EN K A N D İL İN
H İK Â Y E S İ

H asta sinirlerim için tavsiye ettikleri bu kim ­


sesiz ve gürültüsüz yerlerde, uzun bir akşam ge­
zintisinden dönüyordum .
Sıcak b ir sonbahar gününün sonuydu. G ece­
nin yaklaştığını gören tabiat, serin bir nefes alm ak
için kım ıldanıyordu.
Biçilm iş tarlaların ortasında ıslak bir halat
gibi p a rlay a rak uzanan p atik aya giderken, karşı

,
tepelerin birinde yü ksek bir taş bina gözüm e iliş-
ti.
Perdesiz pencerelerine vu ran güneş, ona kır­
mızı gözlü b ir can avar şekli veriyordu. V e yıkık
duvarlı bir bahçenin ortasında, h arap bir kaleyi

63
veya boş bırakılm ış bir konağı andıran hazin bir
ihtişam ı vardı.
V ak tin daha erken olduğunu düşünerek bu
b in ayı yakın d an görm ek isteğine kapıldım .
K u ru m u ş tarlaların üzerinde yürüdükten, ha­
f i f bir sırtı tırm andıktan sonra, yarısın a k ad ar açık
duran paslı bir dem ir kap ıyı geçtim, aralarından
otlar fışkıran çak ıl döşeli bir yold an yürüm eğe baş­
lad ım ... ik i tarafım d a vahşileşm iş ağaçlar ve artık
birer tüm sek halini alm ış eski çiçek tarhları v a rd ı...
K u ru bir havuzun kenarında devrilm iş mermer
saksılar duruyordu. V e onların arasında nasılsa
kalm ış olan beyaz bir kasım patı, b uraları örten
siyah perdenin üzerinde geçmişi görm ek için b ıra­
kılm ış bir delik gibiydi.
Y a n in a yaklaştıkça insana sebepsiz bir ü r­
kek lik veren binam n hiç b ir m im ariye uym ayan
acayip b ir tarzı vard ı: Ç ap ı on iki metreyi geçmeyen
b ir silindir şeklinde epeyce yükseldikten sonra bir­
denbire daralıyor, ve böylece kule gibi bir parça
daha u zan arak üzeri cam ekânlı bir kubbeyle biti­
yordu. A lt ta rafım kalın bir taş çem ber k u şak gibi
sarm aktaydı ve bütün bina bu haliyle eski bir yağ
kandilini an dınyordu. T am kapının üstündeki oda­
nın d ışarıya doğru cum ba şeklinde yaptığı b ir çıkıntı
d a bu kandilin kulpuydu.
Bin an ın niçin bu şekilde yapıldığını ve sonra
hangi cehennem nefesinin b uralarda estiğini kes­
tirm ek im kânsızdı. K esk in bir b ıçakla açılm ış his­
sini veren ince uzun pencereler korkutucu bir karan ­
lıktan başka hiç bir şeyi açığa vurm uyorlardı.
T a ş çem berin üzerinde oyulm uş b irkaç a yak

64
merdiveni çık a ra k paslı çivili, büyük kap ıya gel­
dim. Senelerden beri insan eli dokunm am ış gibi
duran çürüm eğe yüz tutm uş tah talara yaslandım .
Y a r ı yerine k ad ar batan güneşin sararm iş çayır­
lara, küçük bulut küm elerine, bir yılan dili gibi
kıvırarak uzattığı son kırm ızı ışıkları uzun uzun
seyrettim.
E trafım d a hiç b ir hareket yoktu. K ertenkele­
ler bile, yosunlu taşların üzerinde, akşam ın alaca­
karanlığına b akarak, yavaşça ilerliyorlardı. Y aln ız
ıslak tahtaların güneşte çıkard ıkları sese benzeyen
bazı çıtırdılar vakit vakit duyulm aktaydı.
G ittikçe k oyulaşan sessizliğin içinde, derin bir
kuyuya m untazam aralıklarla taşlar atılıyorm uş
gibi boğuk sesler işittim. E vvelâ istikam etini kesti-
remediğim bu gürültünün, biraz sonra, evin içinden
geldiğini anladım . Sesler, aynı m untazam aralıklarla
durm adan yaklaşm aktaydı. E n sonra büsbütün açı­
lara k taş m erdivenlerden ağır ağır inen adım lar
haline girdiler ve dayanm akta olduğum kapinın ar­
kasında durdular. D oğrulm uş, korku, m erak ve
hayretten ibaret bir halita halinde kaskatı kesilm iş­
tim. B aşım ı a rk aya çevirem iyordum , fak at — u fak
bir gıcırtı bile yapm adığı halde— kapının yavaşça
açıldığını ve soğuk, buz gibi bir nefesin ensemi y a ­
lay a ra k dağıldığını hissettim.
Şiddetle döndüm ; ve o zam an, akşam ın çabu ­
cak artan karanlığı arasında, bu taş kulenin esrarlı
adam ıyle karşılaştım :
B u, b üyü k bir baştan, — iskelet halinde bir vü ­
cudun üstüne konm uş— büyük ve kırm ızı bir k afa ­
dan ibaretti. B ir cehennem nebatının liflerine ben-
>

65
zeyen kıpkızıl saç ve sakallarının arasında beyaz, fakat
saçların renginde çillerle kaplı b ir deri görünüyordu.
V e bunların hepsini, çürüm üş bir m eyvanın donuk
rengi, bir toz tabakası halinde, örtm ekteydi,
V e sonra gözleri... K ırm ızı çilli k ap aklar ara­
sında, bir granit yosununa benzeyen soluk yeşil
gözleri vardı. D erin ve karan lık çukurların sonunda
birer mahzen kapağını hatırlatan bu gözler hiç,
am a hiç bir şey ifade etm iyorlardı.
Sırtında siyah, h arap olm uş bir elbise, a ya ­
ğında eskim iş rugan potinler vardı. İnsan onu, bir
cenaze dönüşünden sonra hiç soyunm ayarak sene­
lerce ayn ı halde kalm ış sanabilirdi. V e şimdi kuru
vücuduna bol gelen bu siyah elbiseler ona bir k o r­
ku lu k kılığı veriyorlardı.
E lin i ban a doğru uzattı — A h , bu, dünyada
gördüğüm şeylerin belki en korkuncudur— . Bu da
ayn ı kırm ızı çilli, çürük beyaz deriyle kaplıydı ve
b ir insanınkinden ziyade ince bir eldiven giydirilm iş
b ir iskeletin eline benziyordu. O kad ar zayıf, o kad ar
h ayattan uzaktı. Ve gecenin karanlığından pek
fa rk edilm eyen siyah bir ceketin kolundan fırlad ığı
için, üzerime b oşlukta asılıym ış gibi geliyordu.
O m uzum a bir gece kuşu gibi konduğu zam an
korku yla bağırdım ve silkindim :
« A h ... N e istiyorsunuz?»
F a k a t bu el, bu kem ik el o raya bir yengeç kıskacı
gibi yapışm ıştı. V e o, sükûnetle eğildi, göğsünden
değil, yalnız ağzının içinden gelen h a fif bir sesle
bana sordu:
«Siz birdenbire sönen kandilin hikâyesini b i­
liyor m usunuz?»

66
« H a y ır! -d e d im -. O h ... H a y ır...»
«Ö yleyse geliniz!»
D ediğini y ap m am ak m üm kün değildi, parm ak­
larını om zum a b atırarak çekiyor ve acıtıyor, acıtı­
y o rd u ...
A yak larım ızın altından k ay a n bir zemini geç­
tik, m inarelerin esrarlı m erdivenlerini andıran dar
ve taş b ir m erdivene tırm anm ağa başladık. K o r ­
kuyu şim diye k ad ar içim de böyle m adde halinde
hissetmemiştim. K a ra n lık , bir gecekuşu kan adı gibi
yüzüme sürünen, kokusu beynim e k ad ar işleyen
bir k aran lık vardı. E trafım ızd aki duvarlardan biz
yürüdükçe dökülen sıvaların gürültüsü, adım ları­
mızın b oğu k sesine karışıyordu.
V e ben, bütün korkum a rağm en, nerede ve
nasıl biteceğini bilm ediğim bu merdiveni kıvrıla
kıvrıla çıkıyordum . San ki onun parm akların dan
benim om uzum a geçen bir irade, beni yediyor, a ya k ­
larım ı d aracık basam aklar üzerinde, ona yetiştirm ek
için, çabu k çab u k hareket ettiriyordu.
H er kata yaklaştığım ızda, beni sürükleyen ada­
mın, evvelâ karışık saçlı başı belli oluyor, sonra
h a fif bir ayd ın lık y av aş yavaş bütün vücuduna y a ­
yılıyordu. E y v a h ... G ece bu merdivenlerden çok
aydınlıktı...
H er katta, yarısına k ad ar açılm ış oda k ap ı­
ları vardı. B om boş o d alara açılan k a p ıla r... V e
dar pencerelerden nur halinde giren gece bu k a ­
pılardan bize k ad ar uzanıyordu. Ve pencerelerin
dışında silûet halinde ağaçlar, karışık şekilli dağ­
lar, hayat ve ışık dünyası v a rd ı... Ben bu yarım
aydınlığın verdiği cesaretle ona soruyordum :

67
«N ereye gid iyoru z? N için gid iyoru z?
E ğiliyor, buz gibi nefesi yüzümde dolaşarak
yav aşça tekrar ediyordu,
«Siz, birdenbire sönen kaldilin hikâyesini o-
kudunuz m u ?»
«H ayır!»
«Pekâlâ, yürüsenize!»
Parm aklar etlerime büsbütün geçiyordu; bir
külçe halinde tekrar sürükleniyordum .
B u sefer de merdivende evvelâ b aşı k ayb olu ­
yor, önüm de, siyah ve geniş pantalonun içinde ku­
ru bir dal gibi duran ve basam akları çabuk çabuk
atlayan iki a ya k kalıyordu. S onra gene o m ayi ha­
lindeki karanlık, gene kopup düşen sıvaların h ayk ı­
rışı... A y a k seslerimiz ve hepsinin birden toprak
altından gelen bir bağırış halinde yaptıkları korkunç
u ğu ltu ...
Sonra ikinci ve üçüncü bir kat geliyor, k ap ı­
ları y arı açık boş odalar, bıçak yarası gibi ince uzun
pencereleri ve artık tepelerindeki birkaç yap rağı
farkedilen siyah ağaçları tekrar görüyordum . H er
katta, daha kuvvetsiz olarak, dudaklarım kım ıldardı:
«N ereye gidiyoruz, niçin gidiyoruz?»
F a k a t cevap hep aynıydı:
«Siz, birdenbire sönen kandilin ne olduğunu
biliyor m usunuz? O halde yürüyünüz!»
V e korkunç çıkış tekrar başlıyordu.
N ihayet, nerede olduğum u, ne k ad ar zam an­
dır bu yükselişin sürdüğünü, hatta kendim i bile
büsbütün unuttuğum bir zam anda birdenbire dur­
duk. Önüm deki adam eliyle bir kap ağı kaldırdı.
O radan girdik. K a p a ğ ı tekrar kap am ak için om u­

68
zumu bıraktığı zam an, derin bir rüyadan uyam -
yorm uş gibi oldum ve etrafım a baktım .
B u rası y u varla k b ir odaydı. K u len in en tepe­
sinde olduğum u tavan d aki cam ekânlı, küçük kub­
beden anlıyordum . O da, ötekilerin büsbütün aksine
olarak, ço k güzel döşenm işti. K a ra n lık du var ke­
narlarında muhteşem koltukların gölgeleri belli olu­
yordu.
T am cam ekânlı kubbenin altında, yani o d a­
nın ortasında, y u varla k bir m asa, ve üzerinde ha­
reket etmeyen bir alevle h a fif h a fif yanan bir yağ
kandili vard ı: A yn en içinde bulunduğum uz bina­
nın şeklinde bir k an d il...
U zak tak i köşede, içerisinde biri yatıyorm uş
gibi k ab arık duran bir y atak vardi, bana nazaran
eğri olduğu için, kim in yattığını görem iyordum .
D ayanılm az bir m erakın dürtm esiyle yaklaştım , ve
orada yatan ı gördüm . G ö rd ü m ... V e boğazına şişler
sokulan bir h ayvan gibi acı bir çığlık kopardım :
O rada bir iskelet yatıyordu. K u ru m u ş ve siyahlaşm ış
etleri y an a k kem iklerine yapışm ış ve şa n saçları çürük
bir yastığa küm e küm e yığılm ış bir kadın iskeleti...
B u anda, kırılan b ir cam ın şangırtısını andı­
ran bir k ah k ah a kulaklarım ın dibinde patladı, siyah
elbiseli adam ,
«P ek mi k o rktu n ? -d iy o rd u -. N için, niçin
k o rk u yo rsu n ? Senden, yani h ayattan büsbütün
a yrı b ir şey diye m i? F a k a t bu aptallıktır. Onun
bizden fark i, bizim ondan farkım ız nedir k i? H iç ...
B ak , eğil de b a k ... B u dişler y o k m u, bu m unta­
zam dişler, onların arasından, şimdi bizim konuş­
tuğum uz şeylere benzemeyen ne tatlı sözler çıkardı

69
b ilscn ... D üşünüyor musun ki, b akm ağa tiksindiğin
bu dişleri görebilm ek için onun tebessüm etmesi
nasıl sabırsızlıkla beklenirdi? Tahm in edebilir misin
ki, boğazına do lan arak seni boğacakm ış gibi k o rk ­
tuğun bu saçların güneş altında ne h ayat dolu p ar­
layışları vardı.
«H em bu kadın benimdi. Ş u ellerim , şu sana
la f söyleyen ağzım nasıl benimse, o da öyle benimdi.
F a k a t b iliyor m usun, kollarım ın arasından sıyrılı-
verm esi ne k o lay o ld u ... O nunla aram ızda hiç bir
m esafe yoktur. Bizim onun haline geçivermemiz
için b ir sebep bile lâzım değil; ve bu iskelet bize
o k ad ar yakın d ır ki, ondan k o rkm ak için ancak bir
insan k ad ar k ö r ve düşüncesiz olm alıdır.»
Şim di sesi pirinç b ir havan gibi ötüyordu. Sanki
bu adam ın boğazında bir perde vard ı ve bazen için­
den gelen şiddetli sesler bunu k ald ırarak ku lakları
çınlatıyor, sonra şiddet azalınca perde tekrar düşerek,
sesler, bir du var arkasından söyleniyorm uş gibi,
kısılıyordu.
V erecek cevap bulam am aktan doğan bir ü r­
keklikle sordum :
«Sizi bu k ad ar sarsan, fa k a t hakikate y ak ­
laştıran b u ölüm ün sebebi n eyd i? -d ed im -. N esi
vard ı ?»
« H iç! -d iy e cevap ve rd i-. H iç bir şeyi yoktu.
Senin k ad ar h ayata b ağlı, bu taş bina k ad ar sağ­
lam -e liy le cam ekân kubbeyi işaret etti-, ve şu
yıldızlar k ad ar nurlu ve zarifti.
«Saadeti aram ızda bir alev gibi hissediyor,
bu alevden ısınıyor ve ayd ın lan ıyord u m ... F a k a t...
-Ses yine uzaktan geliyorm uş gibi y a v a şla d ı-: F a k a t

70
b iliyor m usun, o kuvvet ki, hiç bir şeyi eksik olm ayan
yağ kandillerinin alevini gelip a la ra k onları birden­
bire k arartır! - N e dem ek istediğini an lam ayarak
yüzüne b ak tım -. - G e l -d e d i-, seninle birdenbire
sönen kandilin hikâyesini okuyalım . O zam an bu
kadını hangi ölüm ün götürdüğünü anlayacaksın.»
O rta yerdeki m asaya doğru yürüyerek orada»
kandilin önünde açık duran siyah kadife k ap lı ince
bir kitabı aldı. «Bunu, yanım ızdaki kadınm yüzlerce
sene evvelki cedlerinden biri yazm ış,» dedi.
G eniş bir kanepeyi m asanın kenarına sürük­
ledi. Üzerine yan yan a oturduk. V e ben, kurum uş
yap rak lar rengindeki sarı ve kalın sahifelerde eski,
fak a t keskin b ir elyazısım , gözlerim i arasıra uzak­
taki iskelete çevirerek ve yanım da, başına vuran
kırm ızı ışıkla, akşam ı seyreden bir sfenks gibi sessiz
duran adam a b ak a ra k m erak ve sonra hayretle
okudum :
«Yüzlerce eser yazdım . H er eserime kalbim in
veya dim ağım ın b ir parçasını koyuyordum . V e
bunlar, h akikate ço k yak ın şeylerdi. F a k a t hiç bir
yazım da bizzat h akikatin bulunm adığını biliyor­
dum. H er güzel yazan gibiydim : K onuştuğum şey­
ler benden evvel yüzlerce defa tekrar edilen lafların
değiştirilm iş şekliydi. H albuki ben, ku lak lara bil­
m edikleri şeyleri söylem ek, göz hudutlarının arkasına
geçm ek istiyordum . V e bunun için çenem i avuçlarım a
ve kollarım ı dizlerime d ayar, gözüm ü yere veya u fk a
çevirerek gördüklerim in daha ötesindeki şeyleri de
bilm ek isterdim. F a k a t toprağın alaycı bir susuşu
u fk u n lak ayt bir kaçışı vardı. B an a, «Senin gözlerin,
diyorlardı, açık bıraktığım ız şeyleri görm ek için bile

71
ço k küçük ve zayıftırlar. Sakladığım ız hakikatleri
nasıl bir cesaretle anlam ak istiy o rsu n ?...» F a k a t ben
arıyor, m ütem adiyen arıyordum .
« Y in e bir gün odam da, m asam ın başında çe­
nemi defterlerim e dayam ıştım , beyaz kâğıdın üze­
rine yayılan sakallarım ın kıvırcıklarına bakıyordum ,
istiyordu m ki, bu beyaz tellerin her biri ince bir
kalem olup bu y ap rak la rı bütün bilm ediğim şeylerle
doldursunlar, ve ben onları hiç durm adan okuyayım ,
o k u yayım ...
«Fakat birdenbire kâğıtlar ve sakallarım gö­
rünmez oldu. Odam ansızın karanverm işti. Başım ı
kaldırınca, önümde senelerden beri ayn ı intizam la
yan an kandilim in sönmüş olduğunu gördüm . H iç
bir rüzgâr veya hareket olm adığına göre, yağının
bitm iş olm ası lâzım dı. L â k in elime alıp b akın ca
yağının dolu, fitilinin kusursuz olduğunu gördüm ;
haznesinde bir delik, boğazında bir sakatlık yoktu.
«Benim fark ın a varam adığım b ir rüzgâra ham ­
lederek tekrar yak m ak isted im ... Fakat hayret:
Y an m ıyo rd u . Y aklaştırd ığım ateşler yalnız fitili kı­
zartıyor ve oradan hoş olm ayan kokular çıkarıyordu-
A lev, senelerden beri devam eden kırm ızım tırak alev
artık yoktu.
«H angi sebebin bu ih tiyar şam danı kararttı­
ğını düşünürken, kayb o lan aleve benzeyen b ir ışı­
ğın k afam ın içinde p arlam ağa başladığını hissettim,
Ve karşım daki kandilin arkasında, ona benzeyen
sayısı bellisiz kandiller sıralandığını gördüm . K im isi
benimki gibi sönm üştü ve kim isi hâlâ kırm ızı ve
değişmez bir alevle parlıyordu. F a k a t arasıra bun­
lardan biri, hiç bir rüzgâr, hiç bir ü fleyen olm adığı

72
halde, yavaşça kararıveriyord u . V e bu sönük k an ­
dillerin bir daha aydınlanm ası d a m üm kün değildi.
«Silkindim , bunu kendim e bir ih tar telakki
ettim. A rtık bulm ak istediğim hakikati burada
arayacaktım :
« Y a ğ la rı çok, fitilleri kusursuz ve her şeyleri
tam am o lan kandillerin sebepsiz yere niçin sön­
düklerini ve kayb olan alevlerin, nereye çekilip git­
tiklerini bulm alıydım .
«Bunun için, aynen kandilim in şeklinde bir
bina yap tırarak o ra y a yerleştim . E trafım d a do­
laştığını hissettiğim b üyü k hakikate b u rad a k a ­
vuşacağım ı biliyordum . Şim di, en yakın larım ı bile
sokm adığım bu od ad a, gözlerim i tepedeki cam ­
lard an geçirerek yu k arılara b akıyor, orada bir­
denbire sönen kandillerin alevlerini arıyo ru m ...»
K ita b ın intizam sız aralıklarla yazılan diğer kı­
sım ları, b ir kazana hapsedilen buhar gibi kenar­
ların ı sıkıştıran b ir kafanın , görünm eyen, işitilmeyen
ve dokunulm ayan bir hayaleti tak ip ediyorm uş gibi
etrafın a nasıl ham leler yaptığım gösteriyordu.
B ata k lık kenarlarındaki çürük sazların rutu­
betli ve ekşi kokusunu dağıtan kaim y ap rak la r
parm aklarım ın altından bahtiyar b ir günün saatleri
gibi çab u cak geçiyorlardı.
V e sebepsiz yere sönen y ağ kandillerinin ha­
zin hikâyelerini, bir İb ran î peygam ber gibi, içim
sarsilarak okuyordum :
«Beraber yan m ak için yapılm ış iki tane kandil
vardı. A levlerin i, birleşm ek istiyor gibi birbirlerine
eğerlerdi ve birisinin yetişem ediği yeri öteki aydın ­
latırdı. ..

73
«A raların da ipek kum aşlar gibi k ıvrılan ve
parlayan ışık huzmeleri gidip gelird i... O kad ar
benzer ışıklarla yan arlard ı ki, etrafa dağıttıkları
aydınlığın ayrı yerlerden geldiğine ihtim al verm ek
m üm kün değild i... F a k a t bir gün, yağ ı çok, fitili
yolunda, haznesi sağlam olan bu kandillerin biri,
en beklenm edik zam anda, yavaşça kararıverdi. T it­
rek bir ışıkla yas tutm ak isteyen diğeri ise, onun
arkasından gitm ekte gecikmedi.
«V ç ben, dört beş tanesi bir arad a b irçok k an ­
diller dah a gördüm . İçlerinde savaştan çıkm ış bir
kılıç gibi parlayan yenileri olduğu gibi, m ahzen­
lerdeki yosunlu küplere benzeyen eskileri de vardı.
V e b üyü k kandillerin yan ında civciv gibi duran
küçükler, o yn ak alevlerle kıpırdıyorlardı. V e bunlar,
âdeta ses çıkaran b ir şetaretle, beraberce yan arlarken
ayn ı hissedilm eyen rüzgâr, hiç bir benzerlik sırasına
b ak m ayarak , hepsini birer birer söndürüverdi.
« Y a ğ la rı daha bitmemişti Y a ra b b i, daha uzun
müddet yanabilirlerdi. Ben, artık anlam ak istiyorum ,
bu alevleri alıp götüren hangi sarsılm az kudret,
hangi dayanılm az sebep, hangi yaradılış m an tığıd ır?...
«V e ben, altından yapılm ış yeni ve ço k güzel
b ir kandil gördüm . U sta bir kuyum cu elinden çık­
tığı, kenarlarım süsleyen gözalıcı ziynetlerden bel­
liydi.
«O k ad ar tatlı b ir ışığı vardı ki, kandilin p ar­
la k m adenine su halinde ak an bu ışık, çıplak om uz­
lara dökülen kum ral saçları andırıyordu.
«Ve alevi o k ad ar beyaz, o k ad ar h ayat do­
luydu ki, yanacağı müddeti sonsuzlukla ifade et­
m ek, onun öm rünü kısaltm ak olurdu.

74
«Fakat bu da, gözkapakları açıldığı zaman
kayb olan bir rü ya gibi, kendisine iştiyakla b akan ­
ların önünden çekiliverdi.
« A h ... Y a n m a k isteyen kandilleri sebepsiz ye­
re ve birdenbire söndüren kuvvetin, bu alevi sakla­
yacak k ad ar güzel yerleri v a r m ıydı a c a b a ? ...»
A rtık sonlarına yaklaştığım kitabı avuçları­
mın arasında sıkıyor, isyandan ve kızm aktan vaz­
geçerek bir im an ve tevekkül ifade etmeğe başla­
yan satırları kandilin kızıl ışığına tu tarak o ku yor­
dum :
«İsteklerim e varab ilm ek için dış dünya ile
bağlarım ı azaltm ak lâzım geldiğini seziyordum . V ü ­
cudum daki her yıkılış, kafam da yeni bir p arlaklığa
y o l açıyor. Ellerim in titremesi arttı, fa k a t ben b ak ­
tığım şeyleri daha sebatlı ve intizam lı görm eğe baş­
ladım . A h , ey peşinde koştuğum hakikat, nihayet
seni yak alayacağım .»
D iğer sahifeler gittikçe karışan bir yazıyle
şöyle devam ediyordu:
« G ö rü y o ru m ... P arla k alevlerin üzerine uza­
narak o n ları alıp götüren siyah eli artık farketm eğe
başladım . Y az d ığım yazıları seçmekte güçlük çeken
gözlerim , bu alevleri ço k u zaklara k ad ar k o vala­
yabiliyor. B elki yakın d a onların nereye saklandık­
ların ı söyleyebileceğim . H iç bir şeyleri eksik olm adığı
halde, birdenbire sönüveren kandilleri hangi kuvvetin
kararttığını, ve alevlerin nereye gittiklerini öğrenm ek
üzereyim. E y her tarafım d an yav aş yav aş çekilen
hayat, yalnız kafam a ve gözlerim e b irik !»
Son sahifeye gelmiştim. B u rad a yazı artık okun­
m az bir şekil alıyordu. D eliliğe yakın bir m erakla

75
gözlerim i büsbütün yaklaştırdım ve devam ettim:
«G erçi ellerim kım ıldam akta güçlük çekiyor
ve gözlerim yazdıklarım ı görm üyor, fakat ne ehem­
m iyeti v a r? A rtık hakikatin pek yakınındayım .
« K o n aca ğ ı dalın etrafında uçan bir kuş gibi
başım ın üzerinde kanat çırpışlarını duyuyorum .
«Önüm de sıralanm ış birçok kandiller v a r...
P arla k ışık lan birdenbire y o k olan zavallı kandil­
le r...
«O nların üstüne doğru uzanan siyah ve bü­
yü k bir hayalet görüyorum . V e alevler titreşerek
hep bu istikam ete uçuyorlar. F a k a t nereye gidi­
yorlar, Y a r a b b i? V e o hayaletin aslı nedir?
«Bazen açılır gibi olduğu halde gözlerim in
üzerine tekrar düşen bu perde ne zam an büsbütün
k alk a ca k ?
«L â k in artık bir h akikat dünyasını görm ek
üzere olduğum m uh akkak. G ittikçe kuvveti artan
bir ışık, bana yak laşıyor, y ak la şıyo r... E trafım
gittikçe daha ayd ın lan d ı... A h ... İşte ... İşte o kan­
dilleri birdenbire söndüren ku vvet...»
E y v a h ... K ita p b urad a bitm işti. Okuduğum
müddetçe hiç ses çıkarm adan yan ım da oturan ada­
m a çılgın gibi sarıldım :
«Söyleyiniz -d e d im -, kitap niçin burada b i­
tiverdi? Söyleyiniz, kandilleri birdenbire söndüren
hangi k u v v e ttir?... Söyleyiniz, bu adam niçin yaz­
mamış, niçin devam etm em iş...»
Siyah elbiseli adam yavaşça ayağa kalktı, ha­
fiften gelen sesiyle:
«B ir gün -d e d i-, onu elinde kalem iyle bu
m asada ve bu kitabın başında ölü b ulm u şlar...

76
-B ird en b ire tepemizdeki cam ları sarsan bir kah kaha
a ttı-: F a k a t -d e d i-, yağları çok , fitilleri mükemmel,
hazneleri kusursuz olan kandilleri birdenbire ve
sebepsiz yere söndüren kuvvet, o adaletli ve şefkatli
kuvvet, bu adam ın em eklerine acıd ı; an cak son
dak ik ad a bulduğu, fak a t ifad e edemediği büyük
sırrın kayb olup gitmesini istem eyerek, bu hakikati
onun çocuklarında hiç şaşm adan devam ettirdi!
-K o lu m d a n tu tarak yatağa doğru yürüdü. O rad a?
yarım kalm ış bir şikâyete devam etm ek istiyorm uş
gibi, ağzı a ralık duran iskeleti gösterdi. Sonra, ku­
rumuş dalların rüzgârda çıkard ıkları iniltiye ben­
zeyen bir sesle-: İşte ... -d e d i-, o zam andan beri,
bu adam ın neslinden gelen herkes, hiç bir sebep ol­
m adan, en p a rlak zam anlarında, böylece sönüver­
d ile r...»
İskelet halindeki başının neresinden çıktığına
şaştığım iki dam la yaş, gözlerinin derin çukurla­
rından aşağıya doğru y u varlan ıyo rd u ... K em ik ­
ten ibaret kolunu onları silm ek için kaldırırken
oda birdenbire karardı.
M asanın üzerindeki kandilin kırm ızı alevi, hiç
küçülmeden ve titremeden, yavaşça yo k oluver­
mişti.

1929

77
DEĞİRMEN
İKİNCİ KISIM
B İR D E L İK A N L IN IN H İK Â Y E S İ

Ö yle zam anlarım olıır ki, beni sessizce bek­


leyen odam a giderken, bu her akşam ki yürüyüş
beni sıkar, b oğar, ve ben caddeyi örten kalın kar
tabakasının üstüne u zanarak orayı nefesim le erit­
m ek, ta to p rağa k ad ar bir delik açm ak isterim.
E v in kapısını her akşam ki gibi an ah tarla açm ak,
sonra kap am ak, karan lık korid orda yavaşça iler­
lem ek, m erdiven basam aklarını ayaklarım ın ucuyle
aram ak, — ki on ları saym ış ve ezberlem iştim ve
dönemeç yerlerinin kaçıncı ayaktan sonra geldiğini
gayet iyi bilirim — nihayet odam a girm ek... Bütün
bunlar beni deli eder. B ir kere de başk a şeyler y ap a ­
bilm ek için m eselâ b alkon a tırm anm ak, pencerenin
cam larım k ıra ra k içeri girm ek ihtirasım duyarım .

81
O dam da beni kitaplarım bekler. Bu yegâne
tesellidir. H er eşyasını ayrı ayrı ve gayet iyi tanıdığım
bu odada yalnız onlar her zam an için yeni bir koku
taşırlar. H er zam an söyleyecek b irçok la fla rı vardır.
M eselâ, m asanın kenarındaki ucu kırık merm er
tütün tablasını belki yüz defa üstten, alttan, sağdan,
soldan tetkik etmiş, elim e a la ra k saatlerce kırık
yerdeki ince dam arları ve pürüzleri seyretmişimdir.
O, bana artık kendi sesim k ad ar bildiktir. H albuki
en ço k okuduğum bir kitabın en ço k okuduğum bir
satırı bile bana bazen b aşk a şeyler söyleyebilir.
Y aln ız onların böyle en m ahrem tarafların ı bile gö­
rebilm ek için uzun bir beraberlik lâzım dır. K ita p la r
yeni tanıdıklarına karşı çok ketum olurlar. B ir
kere de onlarla lâübali oldunuz mu size m alik
oldukları her şeyi verirler, ve onlar bizim isteyebi­
leceğimiz her şeye fazlasıyle m aliktirler. K ita p ları
bir kadın gibi sevenler, yalnız bekâr odalarının aza­
bım daha az duyarlar. Ellerinde bir kitapla beraber
yattıkları, b aşu çlan ndaki lam bayı yak tık ları zam an,
bahtiyar bir evlilik hayatının daim a tekrar edilen
saadetini hissederler. K ita p la rla zifafa girmesini bilen
adam , beşeriliğinden kurtulm ağa başlam ıştır. V e
biz daim a, daim a beşeriz.
K a d ın ı hiç bir zam an in k âr etmedim. H atta
geceleri beni odam a o k ad ar karışık bir halde y o l­
layan, ekseriya bir kadın m uvaffakıyetsizliğidir. V e
ben, bilm iyorum neden, hiç b ir kadından aşk iltifatı
görm üş değilim dir. K a d ın la r benden hoşlanıyorlar,
fakat beni sevm iyorlar. B en onlarda herhalde y a
pek çocuk, ya pek u kalâ b ir tesir yapıyorum . G ayet
iyi bilirim ki, en m ünevver ve zeki kad ın bile, m eselâ

82
bir «B alzac rom anlarının kıym eti» bahsini ancak
yirm i d ak ik a dinleyebilir. H alb uki ben, en güzel
bir kadım bile bir «B alzac rom anlarının kıymeti»
m usahabesine fed a edebilirim . V e bende, onların asıl
b ayıldıkları gurur ve teenniden, ağırlıktan eser yoktur.
Bütün bunlara rağm en kadın gene benim en
z ay ıf tarafım dır. F en a bir zam anım da bana her
haltı ettirebilirler. K a d ın benim etimin, kem iği­
min, kanım ın ve m uhayyilem in müthiş bir ihtiya­
cıdır. B u n a m ağlûp olm ak bir h ayvanlık, bunu inkâr
etm ek daha b ü yü k bir hayvanlıktır. O nlarla beraber
olduğum zam an donuk, ihtirassız, âdeta cinsî iliş­
lerim den uzaklaşm ış b ir adam oluyorum . V e kadın
m uvaffakıyetsizliklerim in en b üyü k sebebi de, zan­
nediyorum ki, budur. Bilm em bunun sebebi bir
u tanm a veya bir korku m u ? F a k a t dim ağım ın, içim de
kab arm ak isteyen bu ihtiyacı bana âdi, pis ve gülünç
göstererek beni susturduğunu biliyorum . A m a yalnız
ve kadından uzak kaldığım z am an lar... O zam an
dim ağım da beni yalnız b ırakıyor: Y a h u t bana hük­
münü geçirem iyor, ve ben feci bir hırs ve im kân­
sızlık içinde çırpınıyorum . Öyle zam anlarım olur ki,
— bunun için de m eselâ b ir kitabın ço k m âsum bir
cümlesi veya sokaktan gelen bir kadın sesi kâfid ir—
o zam an benim için yalnız kadın vardır, iliklerim in
içinden bile « K a d ın !» diye bağıran sesler işitirim .
V e o zam an benim için yalnız bir tek kadın va r­
dır. Y a n i, bütün kad ınlar benim için birdir. O za­
m an genç, ihtiyar, güzel, çirkin, her halde bir kadına
m alik olm ak, benim için su içm ek gibi bir şeydir.
H atta bu ihtiyacın derece ve şiddetini anlam ak için
m uhayyilem de kabaran kadın hayallerini gittikçe

83
çirkinleştirir, kötüleştiririm . N ih ayet öyle bir an
olur k i, bu h ayal pis ve korku nç bir acuzeye kad ar
iner. V e ben, onu da isterim . B öyle zam anlarım da
k ad ın lan yalnız bir tek hissim le severim , hatta an a­
m ı b ile ... H er gelişinde boğm ağa m ecbur olduğum
bu hislere gitgide daha ço k esir oluyorum .
B ir gün h aftalık bir m ecm uadaki bir çorap
reklam ı şiddetle gözlerim i buğulandırdı ve dam ar­
larım da, kadın isteyen acayip bir kanın dörtnala
dolaştığını hissettim. K oltu ğu n kenarlarını y ak a ­
ladım . S o n ra ayağa kalk arak odanın bir başından
bir b aşına hızlı hızlı yürüm eğe başladım . N ih ayet
d ah a fazla du ram ayarak sokağa fırladım . C addeye
çikm ca bu kadın kalab alığı içinde şaşırdım . G e li­
yo rlar, gidiyorlar, gü lü yorlar ve konuşuyorlardı.
H epsinin yüzüne sanki bir tanıdığı arıyorm uş gibi
ısrarla bakıyordum . G özlerim i vücutlarında gezdi­
riy o r, kalçalarda uzun m üddet k alıyor, bacaklara
indiğim zam an tıkandığım ı, boğulur gibi olduğum u,
avaz avaz b ağırm ak istediğim i hissediyordum . V e
her şeyden evvel, kendilerini soyuyordum : Ç ırılçıp­
la k ... S o n ra bu çıp lak vücutları yakaliyo r, eziyor,
kıvırıyor, boyunlarını, enselerini ve kollarını öpü­
yordum . H iç bir zam an kendim i kaybetm iş değildim .
H atta yürüyüşüm deki, bakişım daki tabiîlik ve sükû­
netin, içim deki vu k u atla yap tığı tezada, kendime
bile hissettirm eden, kıs kıs gülüyordum . A k şam
üzeriydi ve kad ın lar daha ço k birbirlerine benzemeğe
başlam ışlardı. O k ad ar ki, b oyları ve vücutlarının
şekli bile gitgide aym oluyordu. V e ben onların b aş­
ka başka k ad ınlar olduğunu yalnız değişen k o ku ­
larından farked iyo rd u m ...

84
Sim siyah b ir şekle çarptım ve durdum . Başı
an cak göğsüm ün hizasına gelebilen bir kadındı.
B iraz öne doğru eğilerek özür diledim . Bu, onun
hom urtusunu ve başlam ış olduğu fena bir kelim eyi
yarım bıraktırdı. Y ü zü n e baktığım zam an, gözle­
rinin etrafm ın şiddetle karartılm ış olduğunu gördüm .
Siyah bir tülle sım sıkı sardığı başının iki kenarından
açık sarı saçlar fırlıyord u . Y a k a s ı ve k o lla n siyah
kadifeli düz bir m antosu vardı. V e h ayret! D u d ak ­
larının kenarlarındaki buruşuklara, pişkin gülüşüne
rağm en on altı yaşlarından hiç de fazla görünm üyordu.
Bulunduğum uz yer b ir köşebaşıydı ve sağım ızda loş
ve kim sesiz bir sok ak uzanıyordu. K o lu n d an tuttum,
o ta rafa doğru çektim . M ukavem et edecek oldu;
gözlerim i yum dum ve başım la gelm esini işaret et­
tim. Şaşırm ış gibiydi. «O lm az!» diye kolunu çe­
kiyor, fak a t sahiden vazgeçeceğim den korkarak ,
cesaret verm ek isteyen bir gülüşle yüzüm e b ak ı­
yordu. Bundan istifade etm ek için kolum u gevşet­
tim. O zam an biraz y ak laşarak sordu: «E vin u zak­
ta m ı? » - « H a y ır , şu ra d a !...» diye cevap verdim .
K endisini serbest bıraktım ve yan yan a yürüm eğe
başladık.
Y u k a rıd a n aşağı bir süzdüm : Y ü rü yü şü mun-
tazam dı, fa k a t küçük ve biraz şaşkın adım lar atı­
yordu. K a lç a la rı pek yoktu. G özüm yanınd a sal­
lanan eline ilişti. D uraklad ım . B u küçük, temiz ve
üm idim in üstünde güzel bir eldi. P arm aklarını biraz
içeri doğru kıvırm ıştı. Büzülm üş m inim ini bir kuşa
benziyordu. Hem en yakalayacaktım , fak a t kendi
kendim e: «H epsini o d aya sak layalım !» dedim . M e r­
divenleri çıkarken b acaklarına dikkat ettim. İnce,

85
gergin ve âhenktardılar. E ski ve siyah çorabın al­
tından bile pem be ve tatlı bir deri görünüyor gibiydi.
Sak in olm ak için bir elim le m erdiven trabzanlarına
sarıldım , öbürüyle de boyunbağım ı sım sıkı y ak a ­
ladım . N için , m eselâ ceketim in kenarını değil de,
boyunbağım ı yakaladım , bilm iyorum .
O da kapısını an ah tarla açm ağa uğraşırken içim ­
de sevince benzeyen b ir şey, sabırsızlık ve hırs vardı.
Ellerim titriyordu. V e bu küçük ân, bana bütün
geldiğim iz yold an uzun görünüyordu. F a k a t içeriye
girince hiç beklem ediğim , ço k tu h a f birtakım v a k ­
a la r cereyan etti. H atta o akşam dan sonra uzun
müddet kendim i toplayam adım , acayip bir h ava
içinde yaşadım , bütün bunlar sırasıyle aşağıdaki
şekilde oldu:
O dadan içeri girip kap ıyı kapayınca, hiç bir
şey söylem eden, hatta yüzyüze bile bakışm adan,
derhal kendisini yak alad ım ; y a n kucağım da ve
y a n sürükleyerek du var kenarındaki kanepeye g ö ­
türdüm . K ız bir kere, « A h !...» dedi ve galib a b aşk a
şeyler de söyledi. F a k a t ben aldırış etmedim. G ö z ­
lerim sım sıkı kap alı, onu rasgele öpm eye başladım .
D ud aklarım ın altında sıcak ve ince bir deri duyu­
yordum . Sonra kollarını yak a lay a rak yüzünü, çene­
sini ve dudaklarını öpm ek istedim. O, dudaklarını
içeriye doğru sıkm ıştı; çırpınıyor, tokatlıyor, kap alı
ağzından kesik iniltiler çıkarıyord u . A teş gibi yanan
yan aklarına ağzım ı götürdüğüm zam an ılık bir
yaşlık hissettim, gözlerim i açtım ve onun ağladığını
gördüm . Şaşkm , kararsız, doğrulm uştum . A n lam a­
yarak bakıyordum . O d a doğrulm uş, kanepenin k ö ­
şesine büzülmüş, yüzü ellerinin, titrediği uzaktan

86
bile farkedilen kü çü k ellerinin içinde, om uzlan
şiddetle sarsılarak ağlıyordu. B ir müddet öyle dur­
dum. İhtim al b irkaç d ak ika geçti, birdenbire büyük
bir hiddetin kafam a doğru çıktığını farkettim . Orta
yerdeki m asanın üstüne sıçrayarak oturdum . E l­
lerim le ik i yanım ı yakalad ım . B iraz da böyle bek­
ledikten sonra b ağırm ağa başladım :
«B u d a n e? Y e n i m oda m ı b u n lar? B an a b ak !
Sahiden anlam ıyorum ne dem ek istiy o rsu n ?... Sen
buraya neden geldin k ızım ? B aşk a şey mi bekli­
yo rd u n ? Y o k s a b öyle birdenbire başlayışım namu­
suna m ı d o k u n d u ? Y a n ın a oturm alı, evvelâ elini
yakalam alı, b akışıp gülüşm eli, yarım saat cilve-
leşm eliydi, değil m i? Y o k s a yavrum , ben iş güç
sahibi adam ım , şu kitapları görü yor m usun, oku ­
y acak adam b ekliyorlar. Ben her zam an en k ısa
yold an gid erim ... İşte bu k a d a r... -B ira z dur­
dum, aklım a bir şey gelmişti. Parm ağim i şak­
lattım ve devam ettim -: Y o k sa bunlar hep kom edi
m i? ... Ö yle ya, hep k o m ed i... Söyle, ne yap m ak
istiyorsun bir kom ediyle? A h h a, şimdi anlıyorum .
B ari bu usulü ço k tatbik ettin m i? Sen kârın yolunu
tutm uşsun be k ız ım !... B u dünyada m erham et ehli
çoktur, seni herhalde istediğinden ziyade, memnun
ederler. F a k a t bu iyi u su l... Sizin gibi kadınların
nam uslu rolüne çıkm ası, bu gayet iyi u su l... Sukut
etmiş m âsum e... A lla h A lla h ... A ltı yüz sahifelik
ro m a n ... B eybaban m iralayd ı... K om şu n u n o ğ lu ...
Sö ylesen e?... Y o k s a b aşk a türlü m ü: B a b a şehit,
anne a ç ... K ard eşler v a r ... Hem de m ektebe gidi­
yorlar. D erh al kendini fed a ediyorsun, değil m i?
N e müthiş şey b e! Söylesene, senin hikâyen han-

87
HİnİV Ilclki de sen adam ına göre başka şeyler an­
latıyorsun. Bu da senin zekânı gösterir. O k ad ar
güç bir şey de olm asa gerek, sen kitap oku r m u­
su n ? llıı? ö y le y se hiç k o rk m a ... B ir kişiye üç dört
hikâyeyi birleştirip anlatsan serm ayen gene tüken­
me/.... Bizim memleketin b üyü k m uharrirleri her
gıin yenisini yazıyorlar. F a k a t ne yam an usul b e ...
Bıım ı hepiniz y ap ıy o r m usunuz şim d i? V a y haline
cüm lem izin... B iraz gözyaşı, biraz çarpıntı, dinle­
yeni de söyleyen gibi ağlatan feci bir h ikâye: A h ,
hayat, hayat, lânet s a n a ... S onra d a burun kanam adan,
üç dört kişiden alam ayacağın bir p a ra ... İhtim al
daha fazla verenler de vardır. A rtık o sizin ustalı­
ğınıza, adam ın hassaslığına bağlı. V e sonra kalpsiz
herifin biri çıkıp da m uh akkak ısrar ederse kay­
bedilen b ir şey y o k y a ... B iz alışkınız değil m i?
-M a sa d a n indim . K a rşısın a geçip ellerim pan-
talonun cebinde biraz durdum . İnsafsız ve hain,
devam ettim -: F a k a t iki gözüm ün bebeği, bu sefer
yanlış kapı çaldın. Sen bu usulü daha ziyade kırkını
geçmiş m em urlarla, lise talebesine tatbik edecektin.
O nların yürekleri daha yu fkad ır. B an a vızgelir...
Şu kitapları görü yor m usun? Y arısın d an çoğu hep
seninkine benzeyen m asallarla dolu. V e sendçn yüz
kat ak ıllı ve usta adam lar anlattıkları halde, ge­
ne beni kan dıram ıyorlar. G ö rü yo rsu n y a, söktüre-
medin. A canım , ben de vak it bıraktım m ı y a ? K a ­
pıdan girer girm ez... H ah hah h a h ...»
G ü lüyord u m . Ellerini yüzünden çekti. Y a ş la r
gözlerinin kenarındaki siyahlığı, hatta bütün yü ­
zünü yıkam ışlardı. D udaklarının kenarında o, so­
kakta iken gördüğüm , pişkin çizgiler yoktu. Bu,

88
on beş yaşında, hatta d ah a küçük bir kız çehresiydi.
Şikâyet dolu bir sesle, du d akları titreyerek sordu:
«N için ban a böyle şeyler sö ylü yorsu n u z?...
N için siz ...»
Bu çocu k sesi, bu kalınlaşm am ış, bu yalvaran
çocu k sesi...
Y a n m a yaklaştım . Y ü zü n e dikkatle baktım :
« Y o k s a ... Y o k sa sen sahiden mi ağlad ın ?»
O danın bir başından bir başına iki üç kere gidip
geldim.
Pencerenin yanınd a durdum . K a ra n lık cad­
deye uzun uzun baktım . K a fa m ın içi bom boştu.
Topuğum un üzerinde hızla geriye döndüm . O, tek­
rar ellerini yüzüne kapam ış, ağlıyordu. B irk aç ke­
re daha gidip geldim. A rasıra durup ellerimle ha­
vad a işaretler yap ıyor ve onun sarsılan başına b a­
kıyordum . (Siyah tül düşm üştü, biraz uzunca olan
sarı saçları om uzlarına dökülüyordu.) Y a ...H ım m ...
Y a . .. diye karm akarışık ve m anasız heceler m ırıl­
danıyor, meseleyi k avram ağa çalışıyordum . F a k a t
galiba bundan biraz korkuyordum d a ... içim de
utanm aya benzer ağır bir şey vard ı ve bu sonra
nedamete benzer b ir şey oldu. B u çocuğu fen a y a ­
ralam ıştım . G özlerim e b ir yaşın çıkm ak istediğini his­
settim ve alt dudağım ı ısırarak bunları geri gönderdim .
«Peki am a, a çocuğum -d e d im -, niçin hemen
söylem edin? N için sahiden ağladığını hemen sö y­
lem edin? V a k it bıraktım m ı desene... D inleyecek
halde m iyd im ? A h h h ...»
Y a n ın a gittim , bir elim le çenesini tu tarak b a­
şını y u k arı kaldırdım . H iç m ukavem et etm eden
gözlerim in içine baktı.

89
«N e k ad ar ço k ağlam ışsın sen -d ed im -, ne
k ad ar ç o k ... -Y a n m a oturdum . E lim i om zuna k o y­
dum. H er şeyi tam ir etm ek istiyor, fak a t rabıtasız
b irçok la fla r söylem ekten başka bir şey yap am ıyoı-
du m -. A rtık sus a m a ... Susacaksın değil m i? V ah
yavrum , vah benim çocu ğu m ... Seni ne k ad ar ko r­
kuttum kim b ilir? Sen envai türlü adam ların keyif­
lerine uym uş, türlü sarhoşların türlü kepazelikleri­
ni görm üşsündür. Bu hayatta hepsi olur; buna rağ­
men, bu hiç beklenilm edik vaziyet senin hâlâ çocuk
olan kalbini kim bilir nasıl ürküttü. H er şeyi unuta­
ra k minim ini bir kızcağız gibi ağlam ağa başladın.
V a h sa n a ... Ben ne hayvandım Y a r a b b i... A m a a r­
tık su s... H â lâ k ızıyor m usun ? Benden çok nefret
ediyorsun, değil m i? B elki de hiç kızm adın d a y al­
nız şaşırd ın ... B ak san a b a n a ... A m an Y a ra b b i, ne
güzel gözlerin v a r senin ... M avi değil mi o n lar? F a ­
k at bebekleri odanın alaca karanlığında o k ad ar bü­
yü yo rlar ki, uzaktan siyah gibi görünüyorlar. Ben
hiç böyle göz görm em iştim : G ündüzün açık m avi,
geceleri siy a h ... H â lâ om uzların titriyor, korku yor­
sun ! Sen b ir yab an î ördek k ad ar ü rkeksin ... V e o
k ad ar da gü zel... N a sıl oldu d a sen bu yo llara düş­
tün be kızım ?»
Parm aklarım ı saçlarında gezdiriyordum , son­
ra m inim ini ellerini avucum a ald ım :
« B a k şu ellere... K ü ç ü k bir sultanın elleri gi­
b i... B un lar hiç de k ah ır çekm işe benzem iyor. Sen
daha pek yeni yuvarlandın galib a kızım ?.. O so kak­
taki halin de u fa k bir sarsıntıyla hemen kayboluver­
d i... Sen kendine dönm ek için bir işarete bakıyor-
muşsun. D ah a bu k ad ar acem isisin bu işlerin. B a ­

90
şını om uzum a d ayıyo rsu n ... A rtık barıştık değil
m i? Benden artık nefret etm iyorsun, korkm uyor­
su n ... Z aten sen kim seye kızam azsın k i... D ah a o
kad ar çocuksun. F a k a t söylesene kızım , nasıl oldu
b u ? N asıl oluyor da sen ... B u k ad ar ince, bu k ad ar
tem iz... A n latsan a b an a h epsini?.. K o y başını göğ­
süme, böylece ellerin avuçlarım ın içinde bana anlat.
İstersen ağlaya a ğlaya a n la t... Y a h u t dur, niçin an­
latacak sın ? Sen söylem eden de ben bilm iyor m uyum
san k i? Ben seni böyle de an lam ıyor m u yu m ? Hem
belki daha iyi anlıyorum . H iç bir şey söylem e, söyle­
yeceklerini baştan aşağı biliyorum . Seninki de bü­
tün diğerleri gibi değil m i? Bütün diğer hikâyeler
g ib i... H iç fark ı y o k ... V e işte bunun için güzel, bu­
nun için b ü y ü k ... K endisine benzeyen binlerce hi­
kâyeden hiç fa rk ı olm adığı için b ü y ü k ... Z aten bu
hikâyeler, bu birbirine ço k benziyen hikâyeler en
asil olanlarıdır.»
B aşın ı göğsüm e yatırm ıştı. İk i eli minim ini bir
yu m ak gibi avucum un içinde duruyordu. V e ben,
öne doğru eğilm iş, yüzüm onun sarı saçlarına karış­
mış, kulağına yav aş sesle b irçok şeyler söylüyordum :
B aşı ve sonu olm ayan ve neye dair olduğunu kendi­
min de bilm ediğim karm akarışık sözler. O, arasıra
başını büsbütün göğsüm e bastırıyor, bana doğru
sokuluyordu. Ben de avucum un içindeki yum ruk­
larını sıkıyor, elim i saçlarında usulca gezdiriyordum .
V e ikim iz de esrarlı bir m usikiye uyuyorm uşuz gibi
a ğır ağır sallan ıyord u k...
«B u oda karan lık -d iy o rd u m -, bu oda yalnız
bugün değil, her zam an böyle k a ra n lık ... B u rad a
kitaplarım la ben yaşarız, ve bize ayd ın lık getirecek

91
kim sem iz y o k ... Ben burad a yalnızlığı b ard ak b ar­
d ak içiyorum . V e ihtiyar kanepelerle konuşm ak is­
tediğim zam an, onlar artık bana anlatacak yeni b ir
şey b u lam ıyo rlar... Sen bu od aya hiç görülm em iş
b ir şey gibi geld in ... B u sarı du varlar, bu yıllanm ış
eşya seni bir daha unutam azlar. B an a her gün sen­
den bahsedeceklerdir. O nlar da benim le beraber seni
arayacak lar, b uraya her girişim de sorucu gözlerle
b ak arak : Nerede o ? ., diyeceklerdir. Tahm in etmi­
yorum ki senin bulunduğun yerler buradan daha ay­
dınlık olsun. B u ra y a gelm ek, tekrar başını göğsüm e
ko ym ak, ellerini böyle yum ruk yap ara k avucum a
verm ek istediğin ân lar olacaktır. O zam an hiç
düşünm eden gel; beni kitaplarim m temiz arkadaşlı­
ğından ayıracağından k o rk m a ... V e bu eve girerken
içinden hiç bir tereddüt geçmesin: B u odanın eşiği­
ne bilm em şim diye k ad ar senden daha temiz biri
a yak bastı m ı! -S o n ra elimi yanağında gezdirerek
so rd u m -: G eleceksin, değil m i?»
« Y a ... G eleceğim !» dedi. B aşın ı ban a doğru
çevirdi. A ğlam aktan kızaran gözleri gülüm süyor­
du. Onu tekrar göğsüm e bastım .
«Ben artık gideyim !» dedi. D oğruldu. Y a n ı­
m a oturdu; üstünü başım düzeltmeğe başladı, ara-
sıra yüzüm e b akıp tekrar gülüm süyordu.
H azırlanip ayağa kalktı, sordum :
«N için bu k ad ar erken ?»
Ç o k h a fif bir sesle cevap verdi:
«C addeler büsbütün ten h alaşm ad an ...»
Sustum . G özleri m ahzunlaşm ış, dudakların­
daki gülüm sem e siliniverm işti. K a d ife yakalı siyah
m antosunu giydirdim . B aşım h afifçe sağa bükerek,

92
« A lla h a ısm a rlad ık ...» dedi ve ellerini uzattı.
O nları a la ra k d u d aklarım a götürdüm , içim de m üt­
hiş b ir ağlam ak ih tiyacı vardı, kendim i tuttum.
Ellerini çekti ve a yakların ı sürüyerek ağır ağır
kap ıya k ad ar gitti. O rad a bir an durdu. A rk asın a
dönerek yüzüm e baktı. V e birdenbire bana doğru
koştu. K o lla rım b oynum a attı; yüzüm ü tekrar tek­
rar ve k ısa aralık larla delice öpm eğe başladı. D u ­
dakları ateş gibiydi ve vücudu titriyordu. Kendim i
toplayıp onu tutm ağa vakit kalm adan sıyrıldı, göz­
yaşlarını silmeğe çalışarak kap ıya koştu. B ir saniye
sonra m erdivenlerde kayboldu.
Bulunduğum yerden kım ıldayam ıyordum . T ah ­
ta merdivenleri k o şara k inen a y a k sesleri çabucak
uzaklaştılar, işitilmez oldular. B en d ah a uzun m üd­
det, belki yarım saat, belki daha fazla, aynı vaziyet­
te kaldım ve dinledim . K an ep eye gidip otu rarak
m asanın üstünden b ir kitap aldım.

1930

93
B İ R G E M İC İ H İ K Â Y E S İ

Şapdenizi’ nde dolaşan gemilerin ateşçilerine ka­


zanların önü güverteden daha serin gelir.
İşte bunun için başaltındaki kam aradan çıkarak
ocak vardiyasına giden genç bir ateşçi, gözlerini k a­
payıp öne doğru eğilerek koşuyor, gem iyi yalayıp
duran sıcak rüzgârdan kaçm ak istiyordu. F a k a t fır ­
tınanın önündeki gemi cezbeli bir derviş gibi kendini
dört ta rafa çarpıyor ve m akine dairesine doğru koş­
m ağa çalışan genç ateşçi düşm em ek için bazen kü­
peşteye, bazen kap tan kam arasının açık duran kap ı­
sına sarılıyordu. B iraz sonra u fa k kap ıya yetişti-
D aracık dem ir m erdivenleri k o şarak indi.
Bu genç ateşçi daha on dokuz yaşındaydı.
Tcrcüm eihali gayet kısad ır: B ab ası yüzbaşıydı. T e ­

94
kaüt olunca oğlunu okutam adı. Z aten çocuğun di­
lindeki kekem elik, okum asına engeldi. Onun için
mektebi dördüncü sınıfta bıraktı. On dört yaşından
on sekiz yaşına k ad a r yaln ız boş gezdi. Babasının
evinde yiyip içerek ve sokakta k av g a ederek geçen
bu günler, b ab ası k alp sektesinden ölünceye kad ar
devam etti. O ğlunun haylazlıklarının, oldukça gün
görm üş olan babam n ölüm ünde fazlaca tesiri oldu­
ğu da söylenebilir. Y a ln ız bu ölüm den sonra sert
b ir “ ekm ek kazan m ak” devresi başladı. B ab asın ­
dan k alan m aaş, anasıyle kü çü k kızkardeşine bile
yetm iyordu. İhtim al, deniz kenarı b ir şehirde olm a­
ları, gem ilere girm esine sebep oldu. B un d a k a t’iyen
bir tercih fila n yoktu. A y n ı ihtim alle şoför, b akkal
çırağı da olabilirdi. F a k a t şimdi bir senelik deniz
h ayatı onu b aşk a şey olm ak istem ekten vazgeçir-
mişti. E ski serseriliği de kalm am ıştı. U zun seyahat­
lerin ve karan lık bir istikbalin verdiği tabiî b ir filo ­
zoflu k, ve haddinden fazla çalışm anın verdiği lâkayt
bir dürüstlük ve ahlâklılık, onun hayatını idare edi­
yordu. D üşündüğü için değil, vakti olm adığı için
fen alık yapm ıyordu.
D ili onu biraz d a münzevi yapm ıştı. İn san la­
ra pek güç m eram anlatıyordu; yarım saat uğraşa­
ra k bir kelim e çıkarabiliyor, etrafındakileri güldür­
mese bile sıkıyor, daha fazla da kendisi sıkılıyordu.
D eniz ona oldukça mükem m el bir arkadaştı. B a ş­
altındaki kirli yatağında, gem inin burnuna çarpan
dalgaların uğultusunu dinler, onları uykusunda bile
duyardı. Zaten sıkm adan uzun uzun anlatm asını
bilen yegâne geveze, denizdir. Ö m ürlerinin dörtte
üçünü denizde geçiren ihtiyarların arasında bile,

95
suların sesini sıkıcı, yeknesak bulan, bu sesten bıkana
tesadüf edilmem iştir.
D iğer bütün ta yfa la r gibi kaçakçılık y ap ar,
R u sy a ’y a ruble, M ısır’a esrar götürerek kazandığı
paraların birazım anasına gönderir, üst tarafın ı İs­
kenderiye’de H abeş, İstanbu l’da R u m , Sivastopol’
d a R u s kadınlarına yedirirdi. İçki içm ediği ve geve­
ze olm adığı için, kadınların ona hususî bir teveccüh­
leri vardı. İri vücudu, kuvvetli k o llan , siyah, güzel
yüzü arkadaşlarım da kendisine bağlam ıştı. V e
hiç birisi okum ak yazm ak bilm eyen bu adam ların
arasında, dört senelik tahsil ve yatağının başucun-
daki b irkaç kitap, ona başka bir m evki veriyordu.
B u gem iye gireli daha bir ay olm am ıştı. H an­
gi şeytan onu bu A lla h belâsını veresice tekneye sok­
muştu Y a r a b b i? G em i değil, bir cehennemdi b u ...
A ltm ış sene evvel İtaly a ’ da yapılm ış, kocam an, dört
direkli, yelkenli ve tek kazanlı bir vapurdu. B ir E r­
memden daha ço k tebaa değiştirm iş, Y u n a n veli­
ahdına yatlık, D an im arka hüküm etine m ektep ge­
m iliği, bir R u s tüccarına posta vapurluğu yapm ıştı.
V e şim diki sahibi İstan bullu bir Y ah u d i, bu hurda­
y ı A d en ile İstanbul arasın d a şilep o lara k işletiyor­
du.
Y elk en ler artık kullanılm az bir haldeydi, di­
reklerden bile korkulurdu. V e tek kazan, bu tim sah
ölüsüne benzeyen yığıntıyı yürütebilm ek için, p at­
layacak derecelere geliyordu. Y a ln ız bu k ad a r da
değildi: İş ağır, yem ekler fena, kap tan sarhoş ve edep­
sizdi. Sabahtan akşam a k ad ar içer ve söverdi. İsm i
F ıçı K a p ta n ’dı. B u isim kendisine şöyle verilm iş:
Bu adam vak tiyle gene b öyle hem buharlı, hem

96
yelkenli bir gem ide süvariyken, kam arasında fitilli
bir barut fıçısı dururm uş. T ayfan ın y arı aylıklarını
iç ettiği, yah ut b aşk a bir m ünasebetsizlik yaptığı
zam an, m illet ayaklan ır, h erifi denize atm ak ister­
lerm iş. O zam an kaptan, dudağından hiç düşmeyen
cıgara ile fıçıy a yaklaşır. ’ ’E ğer yan ım a sokulursa­
nız, hep beraber u ça rız !” der, tabiî ta y fa da sokula-
maz, dağılırm ış, son ra açıkgöz bir miço, geceleyin
herifi gözetleyerek, fıçının a rk a tarafın d aki m usluk­
tan b ard ak b ard ak şarap doldurup içtiğini görm üş
ve iş m eydana çıkm ış. Kendisine o zam andan beri
F ıçı K a p tan d iyo rlarm ış... M a l sahiplerine yaran a­
cağım diye, bütün tayfam n canını çıkarıyordu. E lin ­
den gelse yem ek bile verm eyerek kum anyayı olduğu
gibi geri getirecekti. Z aten verdiği yem ek de sade su­
y a bak lad an ibaretti. Öğle ve akşam bakla.
İşte bizim on dokuz yaşındaki genç ateşçim i­
zin sıcak rüzgârdan boğulm am ak için eğilerek koştuğu
ve bu sırada düşm em ek için küpeşteye ve am b ar k ap a­
ğındaki kahve çu vallarına sarıldığı gün, bu sade suya
b ak la bütün tayfan ın canına ta k demişti, ve herkes
ilk iskelede vapu ru b ırakıp kaçm ayı düşünüyordu.
G en ç ateşçi söylediğim iz gibi, dem ir m erdiven­
leri k o şara k indi. İşine başladı. V ard iy a y ı kendisine
teslim eden arkad aşı dev gibi bir adam dı, yum ruk­
ları hemen hemen bir çocu k kafasından büyüktü.
Y e n i gelene sordu:
“ N e yed in iz?”
“ B a k la !”
îr i adam müthiş bir küfür savurdu. V ap u ra
girdi gireli bir kere bile karnı doym am ıştı. Söylene­
rek ve tehditler savu rarak y u karı çıktı.

97
G en ç ateşçi süngüyü a la ra k ocağı karıştırm ağa
başladı. K a p a k açılır açılm az insanın yüzüne rüzgâ­
ra benzeyen bir ateş çarpıyor, deri kavrulur gibi olu­
yordu. O cağın içi hayret edilecek k ad ar beyazdı.
İnsan bunu âdeta eritilmiş b ir m aden zannedecekti.
V e bir tenceredeki kayn ar su gibi fıkırd ıyor, aynen
onun gibi buhara benzeyen beyaz dum anlar saçıyor­
du.
G enç ateşçi beş d akik ad a bir sırsıklam olan
beyaz göm leğini çıkarıyor, sıkıyor, vücudunu ku ­
ruluyor, tekrar sıkıyor, ve sonra giyiyordu. Islak
saçları kıvrılm ış ve kordon k ord o n terli alm na düş­
müştü. K a b a rik ve kırm ızı pazılarından birbiri a r­
kasın a beyaz dam lalar yuvarlanıyordu. A teşin kes­
kin keskin parlattığı, cilâlandırdiğı bu ıslak vücut
insanda diz çökm ek ve gözleri kap am ak isteğini u yan­
dırıyordu.
G enç ateşçi, arasıra süngüsüne dayanıyor, bir
an için kapadığı siyah kap ağa gözlerini dikerek dü­
şünüyordu:
Ü ç dört sene sonra ne y ap ac ak tı? B u öyle bir
işti ki, en sağlam adam ı b irkaç senede tam am lar­
dı. O ndan sonra m akine yağcılığına, vinççiliğe, hat­
ta ham allığa geçm ek, y arı sakat ve çürük b ir vücu­
du b irkaç gün daha yaşatabilm ek için uğraşm ak icap
edecekti. V e daha so n ra? A lla h b ilir...
A lt dudağının sol tarafını dişlerinin arasına
alarak başıyle kısa b ir hareket yaptı. B ir şey düşün­
mek istemediği zam an böyle yap ard ı. V e bu sefer
bunları düşünm ek istem iyordu. Sonra düşünm ek is­
lemediği için birdenbire kendi kendine kızdı. G erçi,
bu ona bir yaranın üstünde p arm akla oynuyorm uş

98
gibi bir ıstırap veriyordu, fak a t m adem ki elinde olan
bir tek im kân b uyd u ; kendisinden her şeyi alm ışlar,
bir bunu alam am ışlardı, artık bundan da istifade
edemezse ayıptı.
Peki, kendisinden her şeyi niçin alm ışlardı?
B irçok yerlerde birçok adam ların konuşm alarına
k u lak verm iş, onlardan daha az akıllı olm adığına
kanaat getirm işti. K u vveti de yerindeydi; şu halde
sırf bir tesad ü f onu böyle, ötekileri öyle yapm ıştı
h a ? O zam an birdenbire fark ın a vardı ki, kendisini
ve arkadaşların ı, hatta bütün kendisine benzeyenleri
bir hareketten, bir kabarıştan meneden bu “ tesadü­
fe inanm a” dır. Ç ünkü öyle an lar olur ki, insan, çok
cüretli denebilecek şeylere bile kalkar, hiç akran ı o l­
m ayanlara bile hücum eder; fak a t hücum edeceği
şeyin yalnız bir fik ir, görünm ez bir kuvvet, bir “ te­
sad ü f” olm ası, onu yerinde oturm ağa m ecbur ed er...
H albuki, m adem ki eninde sonunda hep birdi ve hiç
bir zam an şimdi olduklarından daha fena olm aları
m üm kün değildi, niçin “ tesadü f” e de hücum et­
m ekten çekinm eliydi?
Evet, hep tesad ü f... Onun sırtına giyeceği y o k ­
tu ve m al sahibi seksen kat üstüste giyebilirdi. Bu
tesadü ftü ... F a k a t, eğer m al sahibi bunlara ayd a
yirm işer lira fazla verse, -b u n u yap m ak onu hiç de
sarsm azdı- o zam an bunların da birer kat, ikişer kat
elbiseleri, çam aşırları olur ve “ tesadü f” böyle ol­
m azd ı...
Tesadüfün bu kad ar kolay değişebileceği hiç
de aklın a gelmemişti.
Birdenbire karnında bir gurultu başladı. B iraz
evvel yediği yem ek boğazına k ad ar çıktı ve orayı

99
ateş gibi y a k a ra k tekrar geri döndü. N e berbat y a ğ ­
dı bu b e!..
G en ç ateşçinin başı dönm eğe başladı. H em ka­
zan başına vuruyor, hem de midesi bulantı y ap ıy o r­
du.
B iraz evvel b uraya doğru koşarken kaptanın
açık kapısından dışarı vuran et kokusu burnuna gel­
di. V e dim ağı bir anda şu konuşm ayı yaptı:
“ O neden et yiyor, o sarh o ş!”
“ Ç ünkü o, k ap tan !”
“ F a k a t o, b ir öküzden daha b u d alad ır!”
“ F a k a t o, senden ço k oku m u ştu r!”
“ Beni de okutsalar ben de o k u rd u m ...”
“ N e yapalım , senin baban çabu k öldü, senin
diline baktırılm adı ve sen ok u yam ad ın ... Tesadü­
fün cilvesi b u !..”
G en ç ateşçi birdenbire küreği ve süngüyü fır ­
lattı, dem ir merdivenlerden yu karı tırm anm ağa baş­
ladı.
B aşaltı kam arasında uyuklayan, türkü söyle­
yen ta yfalar vardiyasını bırakıp gelen ateşçiyi görün­
ce bir k aza filan oldu san arak korktu lar; fakat o
bağırdı:
“ H ad i be, ne duruyorsunuz, kaptana gidip et
isteyeceğiz. Verm ezse zorla alacağız... K u ru baklayla
ateş yakam ayız b iz !..”
O zam ana k ad ar böyle bir şey yapm ayı hiç birisi
aklına bile getirmemişti. F a k a t sanki her zam an ve
her vapurda yap tıkları bir şeymiş gibi bu sözler on­
lara gayet tabiî geldi. C ıgaralarım atıp ökçeleriyle
söndürerek arkasından yürüdüler. Iriyarı ateşçi hâ­
lâ hom urdanıyordu. B irtakım ı da ellerine silâh filan

100
alm ışlardı. Lostrom o ile aşçının, kaptanın adam ı
olduğunu düşünerek ihtiyatlı hareket ediyorlardı.
G em i müthiş sallanıyordu; o yakıcı rüzgâr tay­
fanın derilerini pul pul ediyordu. M am afih , iş kork­
tukları k ad ar uzun ve güç olm adı. K a p tan zaten te­
lâşla odasından fırlam ış, bunlara doğru geliyordu.
A şağıd a kim se olm adığı için, istim düşmüş, vapur
yavaşlam ış ve gittikçe dönm eğe, fırtın aya yanını
vermeğe başlam ıştı. V aziyet tehlikeliydi. K a p tan
aşçıya kilerdeki yarım koyunun derhal bunlara ve­
rilmesini söyledi. T ab an ca elinde, kaptanı m üdafa­
a ya hazırlanan lostrom o, onu söylenerek cebine k o y­
du; fak a t isyan eden tayfanın lom bar direğine çe­
kildiği eski günleri düşünerek içini çekti.
Y a r ım koyun bir işe yaram ad ı: A cele ile yap tık­
ları pirzolayı sıcaktan yiyem ediler ve denize attılar.
V e kaptan, genç ateşçiyi hemen P ort-Sait’te,
diğerlerini İstan b u l’da vapurdan attı.
F a k a t bunlar: “ K u ru b ak layla ateş y ak a m a y iz!”
demesini ve kaptanın yarım koyununu alm asını öğ­
renm iştiler...

1930

101
B İR O RM AN H İK Â Y E S İ

“ O rm an bizim her şeyim izdir delikanlı, ana­


mız, babam ız, e v im iz ...” diye, yanım da oturan ih­
tiyar anlatm ağa başladı. A la c a karan lık gittikçe ar­
tıyordu. G ü n eş, aşağilard a uzanan ovadan tam am en
çekilm işti. Y a ln ız arkam ızdaki b üyü k orm anda,
ağaçların üstüne atılm ış kırm ızı bir çuha gibi rüz­
gârla h a fif h a fif kıpırdıyordu. B iraz sonra büsbütün
kayboldu. V e o anda her şey değişiverdi. Şim diye
kad ar yaşayan, kım ıldayan, ses çıkaran o va artık ölüy­
dü, ve beyaz, ince bir sisle örtülm eğe başlam ıştı.
B una karşılık orm an canlanıyordu. Sabahtan beri
ancak m ırıltıları duyulabilen ağaçlar konuşuyorlar,
bağırıyorlar, sallanıyor ve ellerini birbirine uzatı­
yorlardı. Y a ln ız ağaçlar değil, yerdeki otlar, kuru

102
yap rak lar, çalılar, ağaçların gövdesine sarılan sar­
m aşık soyundan nebatlar, hatta kahverengi m an­
tarlarla ko yu yeşil yosunlar bile canlanm ıştı. G ü rü l­
tülü bir kım ıldam a, bir ses kargaşalığı orm anın ke­
narlarından dışarı dökülüyordu. A rk am ızd a büyük
b ir şehir gerinerek u yanıyor zannediyordum . Birden
bir işaret alm ışlar gibi bu âhenge h ayvanlar d a k arı­
şıverdiler. K u ş h aykırışları, ulum alar, acele koşan
ayak ların altında kırılan dalların sesi birbirini ko­
valıyordu. A ra sıra o va ya k ad ar u zanarak oradaki
m utlak sessizliği bile yırtan acı ve keskin bir feryat,
arkasın d an b ir boğuşm a gürültüsü ve uzun hırıltı­
lar, b u k aranlıkta beraber canlanan şehre korkunç
bir m ahiyet veriyordu.
B iraz ileride ön ayağiyle hırçın hırçın eşelenen
atım kişnedi ve başını bana doğru çevirerek inler gi­
bi sesler çıkardı. S o n ra tekrar otlam ağa başladı.
Y an ım d a k i ih tiyar, dirseklerini dizlerine d aya­
mış oturuyor ve cıgara içiyordu. B uru şu k dudakla­
rının bir kenarından aşağı doğru sallanan bu küçük
ateş, sak alların a tu h a f bir kırm ızılık veriyordu. S ı­
k arak ufalttığı gözlerini ayaklarının ucuna, yahut
yüzüm e dikerek kırpıştırıyordu.
“ H er şeyimiz, delikanlı, varım ız yoğum uz or­
m andır b izim ... -d iy e devam etti-. O rm anı
evimizden iyi tanırız, her ağaç bizim kahrım ızı ana­
m ızdan ço k çekm iştir. K ö yü m ü z bir orm anın orta-
sm daydı, etrafını ağaçlar bir duvar gibi sarmıştı-
B iz onun dışında da dünya olduğunu bilm ezdik bile.
Ç ocukken değneklerden yaptığım ız k ağn ılara kuru
y ap rak doldurur, arab acılık oynardık. D ah a sonra­
ları babalarım ıza yardım etmeğe özenir, kayb olan

103
ılcve lorıım larını aram ak için en sık yerlere dalardık.
O ııula kaybolm am ız m üm kün değildi. H iç bilm edi­
ğimiz yerlerde bile sıkıntı çekmeden yolum uzu bu­
lurduk. K ır, dallar, devrilm iş kütükler bize yol gös­
terirdi. Hem insan kendi evinde kayb olur m u ? B ü ­
yüdükçe orm anın, bizim için daha başka şeyler ol­
duğunu da an ladık: Sırtım ızı o giydiriyor, karnım ızı
o doyuruyor, evim izin kerestesini o veriyordu. Or­
mansız yaşam ak !.. B unu aklım ıza getirm iyorduk
b ile ...”
ih tiyar, kolum u tuttu. Elleri titriyordu. K e n ­
disine bir şey olm uş gibiydi. K ü çü k , dermansız göz­
leri yaş doluydu. B uru şu k yüzünde birçok çizgiler
d ah a belirmişti. B ir şey söylem ek istiyor, fak a t tı­
kan ır gibi oluyordu. Y üzünden, ağzının kenarların­
dan, gözlerinden, hatta vücudunun her sarsıntısın­
dan dökülen b ir acı beni sarıyor, kucaklıyordu. N i­
hayet, boğazm ı tıkayan b ir şey varm ış da onu fır­
latm ağa m u vaffak olm uş gibi birdenbire ve bir h ay­
kırışa benzeyen bir sesle:
“ D elikanlı, bizim elimizden orm anım ızı aldı­
lar, bizi orm ansız b ıra k tıla r... Bizi bir tek ağaçsız
b ıra k tıla r!..” diye bağırdı.
Sonra elini b aşm a götürdü. K asketin i geri ite­
rek seyrek beyaz saçlarını yakalad ı. Böylece bir m üd­
det kaldı. B en onun içerisindeki vu ku atı takip edi­
yo r ve kurulm ası biten bir du var saatinin rakk ası
gibi nasıl yavaş yav aş sükûnete geldiğini görüyor­
dum.
D udaklarını yakm aya başlayan cıgarayı attı.
Sakalından külleri silkti ve yüzüm e bakm adan, ol­
dukça sâkin bir sesle, şöyle anlattı:

104
“ B ab alarım ız dedelerimizden, biz de b ab ala­
rım ızdan ne gördükse onu yap ıyor, tıpkı onlar gibi
yaşıyorduk. B undan m em nunduk. Z aten yeryüzün­
de b aşk a bir şeyin de olabileceğini bilm iyordum ki
memnun olm ayalım . Bütün vazifem iz, bize verilen
em anetleri oğullarım ıza verm ek, on lara da böyle
yapm alarını söylem ek zannediyorduk. D ışarıdan ge­
lecek bir elin bunların hepsini altüst edeceğini dü­
şünm üyorduk b ile ...
“ B ir gün hüküm etin b ir şirkete orm anın öbür
başında işlem ek m üsaadesi verdiğini duyunca, ih­
tim al bunun ne dem ek olduğunu pek bilm ediğim iz­
den, hiç aldırış etm ed ik...
“ F a k a t ço k geçmeden orm anın öbür ucunda
birbiri arkasına devrilen ağaçları, gittikçe büyüyen
m eydan ları görünce nasıl bir tehlikenin yaklaştığını
farkeder gibi oldu k; bu tehlikeyi gücüm üzün yettiği
kad ar kendim izden u zak tutm ağa çabaladık. F a k a t
orm ana düşen bu yara, yavaş yav aş yayıld ı, kökleşti.
E n eski, en b üyü k ağaçlar, önünde bilm eden ürper­
diğimiz, ceddim izm iş gibi çekindiğim iz ih tiyar göv­
deler birbiri arkasına devriliyor, çıplak m eydanlar
gün günden artıyordu. Çocukluğum uzda güçbelâ
araların dan geçebildiğim iz, güneşin bile girem ediği
kuytu, sık ı yerlerde şimdi kel birer m eydan vardı.
Ü zerlerinde yaln ız ezilm iş otlar, u fa k yon galar gö­
rülen bir m eyd an ... S onra bu yara, işleyerek, büyü­
yerek bizim köyün b altalıklarına k ad ar dayandı.
B iz b u raya yab an cı bir baltanın girmemesi için hep
birden karşı koyduk. N e para, ne tehdit bizden ağaç­
larım ızı alam ayacaktı. F a k a t şirket öyle dalavereler,
dolaplar çevirdi ki, nihayet odunum uzu satam az

105
olduk. Kerestem iz elimizde kaldı, y o k pahasına ge­
ne şirkete verdik. H atta işsizlikten bazı gençler şir­
kete b altacı girecek oldular, hepimiz olm az dedik.
F a k a t nihayet orm anım ızı parça parça elimizden al­
m aların a razı geldik.
“ D elikanlı, biz köylü adam larız. A klım ız çok
ilerisine ermez. Şirket bize, bu orm anları son sistem
işleteceğim, dedi. O rm ancılığın usulü budur, dedi.
Siz becerem iyorsunuz, dedi. B elki doğru söylüyordu.
F a k a t bu işteki geriliğim izden istifade ederek bizi
eli böğründe b ırakm ak revayih ak m ıyd ı? O bizim
cahilliğim izi, zavallılığım ızı kesesini doldurm ak için
bahane yaptı. K end isiyle at yanştıram ayacağım ızı
biliyordu. H iç in sa f etmeden hepim izin canına ok u ­
du.
“ A rtık çocukluğum uzun, delikanlılığım ızın geç­
tiği yerlerde yüreğim iz sızlam adan dolaşam ıyorduk.
G ençliğim de kız kaçırdığım zam an ark asın a sığınıp
dört kişiyle dövüştüğüm bir ağaç vardı. G övdesinde
o zam andan kalm a kurşun yarala rı dururdu. Onu
devirirlerken uzakta durup baktım . B ir bacağım ı,
bir kolum u kesiyorlarm ış gibi oluyordum . N e gelir
elden delik an lı? G özüm ün yaşını silip ayaklarım ı
ku ru otlard a sürüyerek uzaklaştım .
“ H er şey, her şey bitmişti a rtık ... H içb irim izin
yüzünde gülm ek takati kalm am ıştı... K ö y bile a r­
tık eski k ö y değildi. B iz ihtiyarlar, onu tanım akta
güçlük çekiyorduk. E trafın ı ağaçtan duvarların çe­
virdiği, dünyadan u zak k ö y değildi b u ... Şim di k a ­
saba yolunun kenarında, bir kulübede, yabancı biri
şirketin amelesine yiyecek ve içecek satıyordu. B un ­
lar da köy sokakların da yık ılarak dolaşıyorlardı.

106
“ F a k a t beş altı yüz ağaçlık bir parça, bir koru
vard ı ki, bütün kö y, ölse burasını satm am ağa, kap ­
tırm am ağa k arar verdi. A rtık bununla geçinmeğe
çalışacaktık. Ç ocu k lar, babalarının anlattığı eski,
b üyü k ve esrarlı orm anı b urad a bulm ağa çalışacak­
lardı. B u , köye eski günlerinin bir yadigârıydı. H iç
birim iz, am a hiç birim iz buraya el sürdürm ek iste­
m iyorduk. Şirket de, galib a ileri gitm ekten korktuğu,
bizi darıltm ayı da m enfaatine uygun bulm adığı için,
burayı elde etmeğe pek hevesli görünm üyordu.
F a k a t bunun uzun sürm eyeceğinden korkuyorduk.
N itekim öyle oldu, onların ağaçların a son günlerde
kurt düştüğünü, b ü yü k ziyanlar verdiğini duym uş­
tuk. Şirket, bunun altından kalk m ak isteyecekti.
B ir sabah, bizim k o ru ya baltacıların girdiği haberi
kö yü dolaştı. H erkes evinden çıkıyor, gene giriyor,
kom şuya ko şuyor, sok ak lard a şaşkın, acele gidip
geliyordu. F a k a t bu şaşkınlık ço k az sürdü. H erkesi
b ir ağırlık, üm itsiz kararlar verdikleri zam an insan­
lara gelen bir ağırlık kaplayıverdi. H epim iz, bulun­
duğu siperde son kurşunu atacağını, sonra orada
m u h akkak öleceğini bilen bir nefer gibi sakindik.
T ıp k ı o nefer gibi dudaklarım ızın kenarında acı bir
istihza vardı. Sansarın ağzındaki bir pilicin, yahut
kesilm ek üzere olan b ir koyunun son çırpınışlarıydı
bunlar, d elik an lı... O nlar d a bunun fayd ası olm adı­
ğını belki çok iyi bilirler a m a ...”
İhtiyar biraz durdu. Sert bir rüzgâr çıkm ıştı.
O rm anın bütün d alları, bütün yap rak ları ötüyor,
haykırıyordu. B u sesler fırtın alı bir denizin gürültü­
süne benziyordu; ağaçlar büyük dalgalar gibi in i­
y o r ve çıkıyorlardı. O rm anın üzerimize devrileceğini

107
zannediyordum . Z am an zam an yükselip alçalan,
m ütem adiyen m akam ım değiştiren bu m uazzam uğul­
tu, ihtiyarın kelimelerini büyütüyor, k ıvırıyo r ve
kendisiyle karıştırıyordu. Onun sözlerini, orkestra
içindeki bir flü tü n diğer âletlerin sesinden ayırde-
dilm eyen sesi gibi k arışık duyuyordum , ih tiy ar de­
vam etti:
“ Ta ne zam anlardan beri sesimizi çıkarm ayıp
içimize attığım ız şeyler, hep birden uyandı; hepsinin
acısını birden duyduk. Bu acı, gençleri, ih tiyarlan ,
kadınları ve çocukları hep birden bir kurt sürüsü ha­
line koym ağa k â fi geldi. Elim izde baltalar, sopalarla
orm ana daldık. İşçiler daha yeni başlıyorlardı. B ir
tek ağaca el sürerlerse analarını belleyeceğimizi söy­
ledik; durdular. A zlıktılar ve böyle bir şey beklemi-
yordular. D erhal eşyalarını to p layarak orm anın ke­
narına çekildiler. B iz de ağaçlan n altına, onlara k ar­
şı oturduk. İçim izden birini kasab aya, hükümetin
bu işlere karışan m em uruna yo llayıp bekledik. B u
bekleyiş akşam a k ad ar sürdü. B iz akşam a k ad a r
ağzım ızı açıp konuşm adık. H üküm etin m emuru
geç vakit, yan ında şirketin bir m em unıyle beraber
geldi. Bizim yanım ızdan geçip gittiler, amelenin b a­
şındaki adam la konuştular.
“ S o n ra hüküm etin memuru yanındaki iki can-
darm aya bizi göstererek:
“ Sürün bunları orm andan d ışa rı!” dedi.
Şirketin m em uru, am eleye:
“ işinize b akın s iz !..” dedi.
“ O zam an kö ylü ; kadın, erkek bütün köylü,
hiç bir işaret alm adan, hiç kavilleşm eden, sanki bir
elden idare ediliyorm uş gibi, o anda yerlerinden fır ­

108
ladılar. G ö zleri k ap alı, karşılarında duranların hep­
sine saldırdılar. O dunlar, balta sapları inip kalkm a­
ğa başladı. O rm anın akşam la koyulaşan alaca karan ­
lığında gölge gibi cisim lerin birbirinin üstüne atıldı­
ğı görülüyordu. K a p a lı ağızlarda hapsedilen kısık
ve iniltiye benzeyen seslerden başka bir şey duym ak
m üm kün değildi. Ç o k sürmeden şirketin işçileri te­
ker teker kayboluverdiler. G eri kalanlar da selâmeti
kaçm akta buldular. F a k a t hüküm etin göbekli me­
m uru an cak köye k ad ar koşabildi, orada k ö y odası­
na sak lan arak k ap ıyı arkad an sürmeledi.
“ Biz de, artık her şeyin bittiğini, bunu bizim
yanım ıza bırakm ayacakların ı pekâlâ b iliyordu k; a r­
tık y ap acak bir şeyimiz yoktu. B iz işimizi bitirm iştik.
Şim di bekleyebilirdik.
“ H er şey beklediğim iz gibi oldu:
“ Ertesi gün im dat alıp gelen candarm alar, ço­
cu klar ve kocakarılard an başka, kadın, erkek bü­
tün k ö y halkını iplerle b ağ layarak k asab aya götür­
düler ve memuru kurtardılar.
“ Sonra duydum ki, delikanlılarla kad ınlar onun
bulunduğu odayı sabaha kad ar durm adan taşlam ış­
lar. B ir şey yapam am aktan, b ir şey yapam ayacağını
bilm ekten doğan bir şaşkınlıkla taşlam ışlar. T ıp kı
şeytanlar g ib i... İçlerindeki hırsı böylece söndürm e­
ğe çab alam ışlar... Z a v a llıla r.”
İhtiyar sustu. R ü zgâr durm uştu. O rm andan
h a fif sesler geliyordu. A ğaçların üzerinde, uzun ve
atlas bir etek dolaşıyorm uş gibi fışıltılar vardı. Y a p ­
raklar, içerisinde piyano bulunan bir odada bağı-
rıldığı zam an piyano tellerinin çıkardığı h afif, ince
uğultuya benzeyen karışık, birbirinden ayrılm az,

109
acayip m ırıltılarla kım ıldıyorlardı. O rm an dev bü­
yüklüğünde bir çocuk gibi m ışıl m ışıl uyuyordu ve
bu sesler onun nefesleriydi.
İh tiyar yeni bir cıgara y a k a ra k kalktı. Bilm e­
diğim bir ta rafa doğru ağır ağır yürüdü. Ben de atı­
m a binerek bu uyuyan orm anın zifirî karanlığina
doğru yavaşça süzüldüm.

1930

110
KAZLAR

D udu, elinde m ektupla hızlı hızlı öğretmenin


evine gitti:
“ Şunu oku r m usunuz? -d e d i-, Seyit’ ten geli­
y o r !”
K ö y d e bekârlıktan canı çıkan öğretmen, D u-
du ’ nun çenesinin altından doğru görünen göğsüne
yandan b ir göz attı. K ad ın ın esm er teninde elbise­
lerinin h afifçe gölgelediği bir yol, öğretmeni bir iki
kere yutkundurdu. S on ra elini u zatarak : “ V er b a­
kalım .” dedi.
D u d u ’nun kocası üç sene evvel düğün yerinde
birisini vurm uş, on sene yemişti. G erçi ölene ku r­
şun atan lar sekiz kişiydi ve rastlayan kurşunun kimin
silâhından çıktığı belli değildi, fak a t Seyit’le ark ad a­

111
şı D urm uş’ tan gayrisi kazadaki m üstantiğe p ara ye­
dirip m enim uhakem e k arari alm ışlardı. V ilâyet ağır-
cezası d a bu ikisine onar seneyi dayam ıştı. Öğret­
men m ektubu okudu:
E vvelâ selâm edip karısının hatırı şerifini sual
ettikten sonra, kendisinin pek o kad ar iyi olm adı­
ğından, koğuştaki yerinin pisliğinden ve bitten şi­
kâyet ediyor, D udu gelirken bir iki kaz getirirse baş
gardiyanla m üdüre vererek yerini değiştirteceğini,
koğuşun baş tarafların d a, biti az, temizce bir yere
geçeceğini söylüyordu.
D udu m ektubu öğretm enin elinden çekip aldı.
K o y n u n a iyice yerleştirdi. B u esnada öğretm en D u-
du’nun göğsündeki gölgeli yolu biraz daha aşağıla­
ra k ad ar takip etm ek im kânını buldu.
D udu okulun kenarındaki gübrelikte yu varla­
nan oğlu H üsnü’yü elinden tu tarak düşünceli düşün­
celi evine döndü; ne yap acağını bilm iyordu.
T o p u topu bir kazı vard ı; onun da yum urtala­
rını b akkal İlyas E fendiye bağlam ıştı. K a z her gün
yum urtlarsa, geçenlerde H üsnü’ye içlik yap m ak için
aldığı bezin parasım bir ayd a ödeyecekti. Şim di kazı
şehre iletirse İlyas E fen di evinde yorgan döşek k o y ­
maz, alır götürürdü.
H em sonra bir k a z ... H albuki Seyit iki tane is­
tiy o rd u ...
Eltisinin evine gitti; bu, Seyit’in ağasının k arı­
sıydı. K o ca sın ı daha on beş gün k ad ar evvel m aktu­
lün ak rab aları avda vurm uşlardı. D udu Seyit’e gö­
türm ek için bir k az isteyince yeni dul bağırdı:
“ G it şuradan, git! O Seyit o lacak gidinin yü ­
zünden kocam ı elim den aldılar. D am lard a sürünsün

112
sürünsün de çıkam asın in şallah... ” V e ağlam ağa başladı.
D ud u kap ıdan döndü ve korkusundan, başka
akrab aların a gidem edi... G ece gözünü kapayam adı.
E vde dört yaşındaki oğlundan başka kim sesi yoktu.
Bu gece korku yordu . Seyit’in düşm anları kocasına
yardım etm emesi için onu m ütem adiyen tehdit edi­
yorlardı. Seyit’in ağasını bile, kardeşine arasıra yardım
ettiği için vurm uşlardı. K ö y d e kim e gitse kovulacaktı.
H albuki Seyit iki tane kaz istiyordu. H em de
kendisi için değil.
Y a v a ş ç a yataktan kalktı, avlu ya indi. K ü m es­
ten kazı y ak a lay a rak ayaklarım bağladı. K a z b ağır­
m ağa başladı. K o m şu bahçedeki çitin arkasından
başk a kazlar cevap verdiler.
D ud u biraz düşündü. Sonra çitin bozuk yerine
doğru yürüdü. Ö teki bahçeye geçti. B irbirlerini itip
k ak alayarak köşeye sinmeğe çalışan kazlardan bir
tanesini yakalad ı.
K ö p e k , tam dığı için sesini çıkarm ıyordu.
D udu, H üsnü’ yü sırtına bağladı. K a z la rı a yak ­
larından tu tarak bir eline aldı. Öteki eline de bir to r­
ba bulgur yüklendi.
H ü sn ü ’ nün eline de u fa k bir çöm lekle pekm ez
verdi. A rasıra ayağı taşa çarpınca pekm ezler a rk a­
sına dökülüyordu.
Gecenin serinliğinde şehre doğru[yürümeğe başladı.
Şehirle köyün arası yayan dokuz saatti.

Seyit aşağı yu karı üç ayd an beri hastaydı, ha­


pishane doktoru hastanede yatm asına lüzum gösteri­

113
yor, birkaç gün yatıyor, daha ağır bir hasta gelince
taburcu ediliyordu.
E n nihayet hiç kabul etm eyiverdiler:
T edavisi kabil olm ayacak k ad ar ilerlemiş olan
veremleri hastaneler kabul etm iyorlardı. N izam na­
meleri böyleydi.
B öyle hastaların cezalarının tecili ve tahliyeleri
icap ederdi. F a k a t Seyit hastalığının ne olduğunu
bilm iyordu.
H apishanelerin bu gibi dalaverelerini bilen açık­
göz ve pişkin m ahpusların da onunla meşgul olduk­
ları yoktu. Ç ünkü ço k fakird i.
E v ra k ı ve rap orları m üddeium um îlik kalem in­
de duruyor, takip eden olm adığı için sıra bekliyor­
du.
K o ğu şu n en fena tarafın d a, aptesliğin yanında
yatıyordu. H em de y ari aç.
H asta olduğu için çalışam ıyor, kim seye hizmet
edem iyor, su fila n ' taşıyam ıyor ve bir tayınla kalı­
yordu.
B u bir tayını da üç günde yiyor, kalan ikisini
satarak k atık yap m ak istiyordu.
V e bütün gün, hiç kalkm adan yatardı.
B iraz ilerideki pencereden bir avuç k ad ar gö k ­
yüzü görünürdü: M asm avi...
G özlerini oraya diker, hiç konuşm adan bekler­
di.
K ö y e m ektup yazdırdıktan sonra uzun müddet
yollayam adı. Ç ift sürme zam anıdır, işler yarım kalır
diye tereddüt ediyordu.
D ah a fazla bekleyem eyeceğini anlayınca, iki
bükülü m ektubu kuşağının arasın d an aldı. G ö rü ş­

114
me gününde nizam iye kapısına giden bir m ahpusa,
«Şunu bizim gelip giden köylülerden birine v e r !»
dedi.
V e daha sabırsızlıkla beklem eğe başladı.
M ektubu götürecek olan köylünün bir sürü
mahkemeleri vardı, on gün k ad ar şehirde k ald ı; ve
Seyit hep bekledi.
G özleri, avuç içi k ad ar m avi göke dikilm iş,
yattı. Y a ln ız akşam üzerleri, yattığı yerde biraz ku ­
ru tayın la biraz pekm ez yiyor, sonra uyum ağa ça lı­
şıyordu.
D udu gelirse nasıl kalkıp kap ıya gideceğini dü­
şünüyor, «sürüne sürüne bile olsa gene giderim !»
diyordu.
Evlendikten b ir ay sonra askere gitm iş, tezkere
aldıktan yirm i gün son ra hapsedilm işti. V e D u d u ’ya
hiç doym am ış gibiydi. O da nedense h âlâ gelm iyor­
du.
A rtık bekleyem eyecekti galiba.

D ud u hapishaneye geldi. K a p ın ın önü tenhaydı.


Sokulduğu zam an candarm a itti ve «G eri git!» diye
bağırdı.
K a p ıd a duran gardiyan, kazları ve torb ayı gö­
rünce onu çağırm ak için elini kaldırdı. F a k a t tam
bu sırada b irkaç hapis bir sedye çıkard ıkları için o
tarafa gitti.
H apishane kâtibi: «M u sallaya götürün, ben k ay ­
dına işaret veririm !» diye bağırarak odasına giri­
yordu.

115
B aşgardiyan da elindeki bir kâğıdı gard iyanlara
ve bazı m ahkûm lara im zalatıyordu. B u, ölünün bir
yorganı, bir b akır kabı ve bir çift eski kundurası k al­
dığına dair m üzekkereydi.
Sedye kapıdan çıkarken gardiyan biraz ötede
duran D u d u ’ya sordu:
«K im i istedin?»
«O pruklu Seyidi.»
G a rd iy a n yüzünü buruşturdu. Eliyle, kapıdan
biraz evvel çıkan ve bir gardiyanla h a fif cezalı iki
m ahkûm tarafın d an m usalla cam iine götürülen sed­
yeyi gösterm ek üzereyken, gözleri tekrar kazlara ve
to rb aya ilişti. ı
Elini uzattı:
«içerde am a, bugün görüşm e günü değil. V er
onları da sen h aftaya gel!» dedi.
T o rb a yı, kazları, pekm ez çöm leğini aldı, du va­
rın kenarına koydu ; h âlâ daha kapının dibinde otu­
ran D u d u ’y a:
«H aftaya gel, dedik y a ... B iz bunları kendisine
veririz. H adi b akalım , beklem e!..» diye bağır­
dı.
D ud u şehirde bir h afta kalab ilir mi h iç?
H üsnü’yü kolundan tutup çekerek yürüm eğe
başladı.
Ç o cu k dönüp dönüp a rk ay a b ak ıyo r:
« H an iya b ab a m ?.. N erde y a b ab a m !..» diye
vızıldanıyordu.
D udu çocuğu hızla bir çekti:
«N e diye b ağırırsın ? -d e d i-, gösterm ediler iş­
te!»
S onra biraz yum uşadı:

116
«H arm anda geldiğim izde görürüz!..»
K ö y e döndüler.

K ö y e gelir gelm ez D u d u ’yıı candarm alar y ak a ­


ladı. K a z çaldığı için kasab ad a m uhakem e edildi
ve üç a y a m ahkûm oldu. Y aln ız , cezasını kaza hapis­
hanesinde yattığı için, harm an zam anına kad ar, Se-
yit’ in ölüm ünden haberi olm adı.

1933

117
B İR F İR A R

İk i candarm a İd ris’i araların a alm ış götürüyor­


lardı.
İdris ayakların a basam ayacak haldeydi. C an-
darm alar ço k dövm üşlerdi, fak a t seke seke yürüm e­
ğe çalışıyordu.
B ayram nam azında İm am köy cam iini bastığını
ve o rad a nam az kılan ları soyduğunu en nihayet iti­
r a f etmişti.
H alb u k i böyle bir şeyden haberi bile y o k tu ...
N e ça re ?.. D a y a k b u ... H er şeyi söyletir.
E n aşağı yedi sene yiyecekti.
Seke seke yü rü yor, arasıra ayağı, bir taşa tak ı­
lıp sendeledikçe candarm aların birisi koluna yapışı­
yordu.

118
B iraz yürüdükten sonra kendisine bir de cıga-
ra verd iler...
B u n lar da aslınd a fena adam lar d eğild i... F a ­
kat ne yap sınlar, v a z ife ... T ak ib e çıkarken «faili
bulm adan gelirseniz gözüme görünm eyin!» diye
yüzbaşı sıkı sıkı em irler verm işti. K ö y ü soyan
çoktan kirişi kırm ış olacağı için, ne yap ıp yapıp bir
fail bulm ak lâzım dı.
İd ris de zaten kaç senedir b uralarda serseri ser­
seri dolaşıyor, binbir türlü dalaverelere girip çıkı­
yordu.
B irk aç kere de cıgara kâğıdı ve çakm ak taşı sa­
tarken yakalanm ıştı.
A sıl m ühim m i, kö ylü kendisinden şikâyetçiy­
di. İlk zam an lard a rahm etli babasının — babası köyün
im am ıydı— hatırını sayan lar bile onun b u hallerim
görünce kaybolm asım istem eye başladılar.
İd ris köyde kald ıkça candarm anın ayağı kesil­
meyecekti.
Bunun için candarm alar İd ris’i yak alayın ca,
m uhtarla k ö y b ak k alı, İd ris’i vak ad an b ir gün evvel
İm am köy ta rafın a giderken gördüklerini söyledi­
le r...
B u k ad arı yeterdi. Ü st tarafın ı candarm alar
sö ylettiler...
İdris İm am köy cam iini b ayram nam azında nasıl
soyduğunu an lattı...
Şim di İm am köyü ’ne gidiyorlardı.
İdris düşünüyordu; adam akıllı dalm ıştı.
B u d ak ik ad a aklınd a, ne yediği d ayak ne de
yiyeceği yedi sene vardı. Onun zihnini büsbütün b aş­
k a bir şey, b aşk a bir düşünce dolduruyordu.

119
B u düşünce ona d ayaktan ve hapisten daha acı
geliyordu.
F az la işlemeğe alışm am ış olan kafası bir çare
arıyo r, bulam ıyor, sıkıntısını, d ışarıya fırlayan göz­
lerinde, yüzünün birbirine karışan sinirlerinde gös­
teriyordu.
D üşündüğü şey şuydu:
İdris d a y ak yerken, köyü soyduğunu söylem iş­
ti. Iş bu k ad arla bitm iyordu. D eliller de lâzım dı.
Bunun için p araları ve güm üş saatleri nereye koydu­
ğunu söylem ek icap ediyordu.
N e p a ra sı? N e güm üş sa a ti... H atta ne soygu­
n u ?.. F a k a t söylem ek lâzım d ı... Sopa, dipçik ve tek­
me dayan ılır gibi değildi. Beyni kafasından fırla y a ­
ca k gibi oluyordu: ne söylesin ?
“ İm am köyünü ben so yd u m !” dem ek k o la y ...
F a k a t paralarla güm üş saatleri m eydana çıkarm ak
z o r...
H em ço k z o r ...
D eğnekler, tekm eler, dipçikler kalkıp in iyo r­
du. B a y ıla c a k gibi oldu. G özleri karard ı. E lin i h a­
fifç e kald ırdı:
“ D iyivereceğim !” dedi.
C an d arm alar bıraktılar. Y ü zü n e su serptiler.
B ir cıgara verdiler. O zam an İdris ilk aklın a gelen is­
mi söyledi:
“ P arala r İm am kö yü ’nde kahveci Süleym an A ğ a ­
d a !” dedi.
D a y a k kesilm işti. İd ris’ in de o zam an düşündü­
ğü yalnız buydu. F a k a t İm am köyü ’ ne doğru y o la
çıkınca büsbütün başka şeyler düşünmeğe başladı.
“ Y a n d ı garip Süleym an A ğ a !” dedi.

120
Süleym an A ğ a , kendi köyünde olsun, îm am -
kö yü ’ nde olsun, ona h âlâ yardım eden b ir tek kişiydi.
K ahvesin de y ata ca k y er verir, ona nasihat fila n eder­
di.
N ereden aklın a evvelâ bu zavallının ismi gelm iş­
ti?..
Şim di can darm alar, hiç bir şeyden haberi olm a­
yan ih tiyarı y atıracak lar ve döveceklerdi. Gebertin-
ceye k ad ar döveceklerdi.
Süleym an A ğ a : “ B ilm iyo ru m !” diyecek, binbir
türlü yem in edecek, fak a t dayağı yiyecekti. T itrek
sesiyle y alvaracak , an latm ak isteyecek, kıvrım k ıv­
rım k ıvran acak, fa k a t dayağı yiyecekti.
A k sak allı ihtiyarın, sakallarından yaşlar a k a ­
ra k ağladığını görü r gibi oldu. İhtiyarın iki k at ol­
m uş beline tekm elerin, dipçiklerin indiğini görür
gibi oldu. B eyaz, gür kaşların altında, feri k açıp dı­
şarı fırlay a n iki gözün kendisine dikildiğini, «Beğen­
din mi ettiğini, Id ris!” dem ek isteyerek baktığını gö­
rü r gibi oldu.
B eline tekrar bir dipçik yem iş gibi inledi.
C an d arm alarm biri on a yand an b ir göz a ttı...
S o n ra bir cıgara daha çıkarıp v e rd i...
İdris cıgarayı göbeğinin üzerinde sallanan ke­
lepçeyi elleriyle y ak a lay a rak ağzına götürdü. S ık ı
sıkı bir iki nefes çekti.
Beş on adım daha gittiler...
C ıg a ra Id ris’in ağzından dü ştü ...
A -a h ... Bunu yap am a y aca ktı...
K a rşıd a n Im am kö y görünm üştü... E vvelâ bir
iki uyuz ağaç, sonra b irkaç kerpiç e v ... B eş on çıp­
lak ço cu k ...

121
Y ü z adım d a h a ... Sonra köye geleceklerdi...
V e Süleym an A ğ a ...
îd ris etrafın a bir b ak ın d ı... Şosenin sağ ta ra fı
fundalıktı. C an d arm alara b aktı: silâhları ellerinde
gidiyorlardı.
B ir sıçradı, hendeğin öbür ta rafın a atladı, düş­
tü, tek rar k alk a rak fu nd alıkta koşm aya başladı.
C an d arm alar “ şırrak” diye m akanizm aları açıp k a­
padılar, ondan sonra iki to k ses... H avad a kısa ve
keskin bir vınlam a oldu, İdris olduğu yere yıkıldı.
C an d arm alar yanm a koştular. A ğzından ince
b ir çizgi halinde kan geliyordu. G özlerini açtı: “ S ü ­
leym an A ğan ın bir şeyden haberi y o k ...” dedi. Başı
yan a düştü. A ğzından tekrar ve ço k kan geldi. T ek ­
rar gözlerini açarak : “ Benim d e ...” dedi.
G özlerini bir daha kapayam adan hafifçe gerildi.
O lduğu yerde dim dik kaldı.

1933

122
KANAL

Ç u m ra kanalının suları Beyşehir gölünden çı­


karken su rengindedir; K o n y a ovasında kan renginde...
Siz bana, ovanın kırm ızı toprağının rengidir di­
yeceksiniz; ben, D edem köylü M ehm et’le kardeşinin
kanlarının rengidir diyeceğim .
K onya ovasının u fu kları m avi değil, sarıdır,
sap sarıd ır...
Siz bunun, rüzgârın kaldırdığı tozlardan böyle ol­
duğunu söyleyeceksiniz; ben, K o n y a hapishanesinde y a ­
tan Z a ğ a r M ehm edin benzinin sarılığından diyeceğim.

Bozkırlardan m ahsul tırn akla kazıyarak alınır.

123
Sapan işlemez topraklar devedikeninden ve iki san­
tim lik otlardan başka bir şeyi üzerlerinde yaşatm ak
istemezler, susuzluktan yanan göğüslerini, çırçıplak
gökyüzüne açm ak isterler.
İnsan ellerinin açtığı kan al, bu ovaların yalnız
susuzluğunu arttırır. B ulan ık ve tembel, sanki bura­
y a geldiklerine kızıyorlarm ış gibi yüzlerini buruştu­
ra ra k ağır ağır akan sular, biraz ötede çatlaklarını
“ s u !” diye b ir karış açan toprakları doyurm ak değil,
buğuları ve serinlikleriyle olsun avutm azlar. B ir
zeytinyağı ırm ağı gibi koyu, sıkıntılı bir akışla salla-
na sallana geçip giderler.
B u ovadaki uyuz ağaçlı, kül yığınına benzeyen
köylerde insanlar parça parça elleri, yan ık derili
yüzleri, k en arlan ço k kırışık gözleriyle çalışarak
inatçı topraktan b ir lokm a ekm ek söküp alm ağa
uğraşırlar.
D edem köy, kanalın yakınındadır. Y a ln ız , su­
lar B eyşehir gölünden gelinceye k ad ar öyle azalır ki,
değil dönüm dönüm tarlaları, üç karışlık bir bosta-
nı bile doyuram azlar.
Y a ğ m u r yılların da gülen yüzler, p arlayan göz­
ler k u rak senelerde buruşur, kanalın sa n sularına
dikilir, fayd ası olm ayacağın ı bildiği halde bundan
medet u m ar; yağm ur yılları d a an cak beş senede b ir
kendini gösterir.

D edem köylü M ehm et’le Z a ğ a r M ehm et kapı-


bir kom şuydular. A raların d a yaş fark ı da yoktu.
K üçükken köyün harm an yerinde beraber em ekle-

124
inişler; sokağın gübreli tozlarında beraber yu var­
lanm ışlar; sıska inekleri, ellerinde boylarından büyük
bir değnekle, köyün kıyısından geçen sığırtm aca be­
raber götürm üşler; kanalda beraber ku rb ağa taşla-
m ışlard ı...
B iraz daha büyüyünce analarıyle beraber p a ­
zara y ağ ve yoğurt satm aya giderler, yedi saat öte­
deki dağdan eşekle odun getirirler, hatta bunları
beraber satarlar ve bazen acemi ve yabancı bir me­
m urdan beş on kuruş fazla koparırlarsa, bir örnek
m intanlık zifir alırlardı.
D elikan lılıkların da beraber düğünlere gitmişler,
a v ra t oynatm ışlar, kadın kaldırm ışlardı. Bütün orta
A n ad o lu insanlarında olduğu gibi bunlarda da lâ­
kırdı haline gelm eyen b ir dostluk vardı. B u dostluk
pek delikanlı zam anlarında, yan yan a giderken birbir­
lerinin elini tutup sallam ak şeklinde görünürdü. B i­
raz sonra topraktan ekm eği dişiyle sökenlere mahsus
ciddîlik onları da ağırlaştırdı. E v yü kü üstlerine çö ­
künce, daha az buluşur oldular. Z a ğ a r M ehm et ev­
lenm işti; D edem köylü M ehm et’in b ab ası öldüğü için
a n ası, bacısı, bir de on sekiz yaşında oğlan kardeşi
onun b aşına kalm ıştı.
İk i eski arkad aş bazen, akşam üzerleri cam iin
du varları dibinde yan yan a çöm elerek köye dönen
sığırlara bakarlar, yarım saat k ad ar konuşm adan
dururlar, sonra birbirlerine bakıp, yalnız ağızlarının
kenarında kalan bir gülüşle sırıtarak evlerine giderlerdi.
N ih ayet, evin içindeki çalışan elleri artırm ak
için D edem köylü M ehm et’ le kardeşi M u stafa aynı
günde evlendiler. Y a ş la n yirm iyi geçmeyen ik i tane
gelin kerpiç kulübenin birer köşesine yerleştiler.

125
H ayat, yüzyıllardan beri devam ettiği gibi, katı
topraktan bir lokm a b ir şey sökm ek için, sessiz bir
dövüş h alin de ilerlemeğe başladı.
D ostluklar, h ovardalıklar, kabadayılıklar, yal­
nız ekm ek düşünenlerde yav aş yav aş yokolm aya b aş­
layan bu hisler ve hareketler, bir hâtıra bile olam aya­
ca k k ad ar k afalard a sislendi.

B ir gün Z a ğ a r M ehm et tarlasını kanaldan su­


larken, arkın yavaş yavaş boşaldığını, m eydana sarı
b ir çam ur tabakası çıktığım gördü. B aşını kaldırıp
evvelâ kanala, sonra biraz yukarıdaki D edem köylü
M ehm et’in tarlasına baktı. Suyu o rada önledikleri­
ni ve kendi tarlalarını suladıklarını gördü.
A ltı yaşındaki oğlunu oraya yolladı. Ç ocu k
çıplak ayaklarıyle tezeklerin üstünden ko şarak D e­
dem köylü M ehm et’in tarlasına gitti ve: “ Babam
suyu koyuversinler d iy o r!” diye bağırdı.
M ehm et hiç cevap verm edi. Ç ocu k biraz daha
bekledikten sonra gene koşarakken d i tarlasına döndü.
O zam an iki M ehm et’ ler, aralarında yüz elli
adım m esafe olduğu halde, birbirlerine şöyle b akış­
tılar.
B u b akış b irçok şeyler, ve her şeyden evvel, o
günden itibaren aralarında barışm ası olm ayan bir
dövüş başladığını söylüyordu. B u bakışta kin yoktu,
çünkü aralarında kin doğuracak bir şey geçmemiş­
ti. Bu bakışta yalnız toprak ve su kavgasının gölge­
leri. insanların içini kap k aran lık yap an gölgeleri
vardı. H atta ihtimal biraz d a teessür vard ı: yaşa y a ­

126
bilm ek, şu bir karış kireçli, ço rak toprağa sarılıp
kalabilm ek, bu çatlak tarladan b ir avuç ekin çıkara­
bilm ek için birbirleriyle ölüm e kad ar dövüşm eleri
lâzım geldiğini bilm ekten doğan bir teessür.
Ç ünkü birbirlerine b aşkaca kinleri yoktu.
Z a ğ a r M ehm et iki erkek kardeşle b aşa çıka­
m azdı. Bunun için evvelâ sulh olm ak istedi. B öyle
bir şeyin m üm kün olam ayacağını, suyun iki adam ı
kan d ıracak kad ar ço k olm adığını biliyordu. N itekim
D edem köylü M ehm et onun gönderdiği habere ce­
vap bile vermedi.
Z a ğ a r M ehm et gene bekledi. T arlasın a gitti,
dibindeki çam urlar ku ru yu p çatlayan su yollarına,
sonra y u k arı taraftak i tarlad a dolaşan M ehm et’e
uzun uzun b ak tı ve bekledi. G ökyüzüne baktı, bir
bulut arad ı ve bekled i...
Ekinler, sıska ekinler, yavaş yavaş b ir karış k a ­
dar oldular.
O ndan sonra güneş bu bir karış yeşilliği kurut­
m ak için işini gücünü b ırakıp bozkırların bu köşeci-
ğine dökülm eye başladı. İnce yap rak lar güneşin al­
tında, sıcaktan soluyan bir köpeğin dili gibi titreşi­
yorlardı.
B ir karıştan fazla b üyü yem iyorlard ı... Z a vallı
ekin ler...
D edem köylü M ehm et’in tarlası dizboyu oldu.
Z a ğ a r M ehm et’inki h âlâ bir k a rış... V e güneş, gö ­
rünmeyen b ir borudan yalnız Z a ğ a r M ehm et’in ta r­
lasına akıyordu. Y a p ra k la r daha bir karışken sara­
rıyorlardı.
Ç u m ra’ da sulam a idaresi vardı, bu idarenin m ü­
dürü, muhasebecileri, m em urları vardı, fak a t kanal

127
D edem köylü M ehm et’in tarlasından öteye bir dam ­
la y aşlık bile geçirm iyordu.
Z a ğ a r M ehm et, bir karışken sararan ekinlerle
beraber karısının, akşam lara k ad ar elinde çapa ile
iki kat çalışan altm ışlık anasının ve altı yaşındaki
oğlunun da sarardıklarını görüyor, düşünüyor ve
bekliyordu. B ozk ır köylüsünün ne düşündüğünü ve
ne beklediğini kimse bilmez.

B ir gün sabahleyin erkenden, mavzerini alıp


tarlaya gitti. K u ru su yolunun içine yattı. D edem ­
köylü M ehm et’ le kardeşi tarlada göründükleri zam an
beş el ateş etti.
B u ölü toprakların üstünde hiç bir şey ölm ek ve
öldürm ek k ad ar kolay değildir.
Z a ğ a r M ehmet koşup gelen karısına, kanalı
açm asını, tarlayı sulam asını, bundan sonra kanalın
suyunu kim seye kestirm emelerini, çünkü y u karı tar­
lanın artık erkeği kalm adığını söyledi.
K a rıs ı k an alı açm ağa giderken arkasından ses­
lendi, oğlunu zebil etmemesini, arasıra hapishaneye
beraber getirm esini, k ocak arıya d a hakaret etm eme­
lerini tem bih etti.
Sonra tarlanın kenarına oturdu. K a n a lı açan
karısına baktı, baktı, ve uzaktan doğru gelen muh­
tarla candarm ayı bekledi.

D edem köy kanalının suları kıpkırm ızıdır: M eh-

128
met’Ie kardeşinin kan ları gibi. K o n y a ovasının u fu k­
ları sapsarıdır: Z a ğ a r M ehm et’in benzi g ib i... V e
hapishanede, ağasından yıllığını alm adan gitmediği
için d avar çaldı diye iftiraya u ğrayarak iki seneye m ah­
kûm olan D edem köylü bir çoban , etrafına toplanan
hapislere, gözlerini k ap ayıp başını biraz ark aya ata­
rak, D edem köylülerin şarkısını söyler:

Ecel gelir kapımızı dolaşır,


Kara haberimiz köye ulaşır,
Çifte gelin kuzu gibi meleşir.
Yuma hocam yuma, kanımız aksın,
Dostumuz ağlasın, düşmanlar baksın..

Z a ğ a r M ehm et’in bu şarkıyı dinlemeğe yüreği


dayanm adığı için, kendisi uzaktan görününce he­
men susar.

1934

129
CANDARMA BEKİR

Hapishanede Çallı Halil Efeye hep sorardım :


«Sana ne diye yüz bir sene verdiler? Ne halt­
lar karıştırdın?»
« A sm ad ıkların aşü kü r, efendi!» diye cevap verir
sinsi sinsi gülerdi. B irkaç kez, vukuatını öğrenmek
için, sıkı sıkı sordum , nihayet başından savar gibi,
«D evlet benden iki başıbozuk, bir candarm a, bir
mavzer, iki at soruyor,» dedi.
D evletin sorduklarını o kadar çabuk sayıver­
di ki, ağzım açık yüzüne bakakaldım :
«N e diye bunları senden soru yorlar?» dedim.
« K ayıp m ışlar da, gördün mü diye soruyor­
lar!» dedi. Tepeden bir gülüşle yüzüme baktı. Efendi
olduğum için hapishanede ilk önce bana pek itibar

130
etmezlerdi. Z am an geçtikçe ısındık; H alil Efeyle dc
ahbaplığı ilerlettik, o zam an yaptığı vukuatları kısım
kısım anlattı.
B unların her biri ayrı a yrı hikâyelere mevzu
olabilirler; ben şim dilik yalnız bir candarm a, bir
at ve bir m avzeri niçin H alil Efeden sorduklarını
anlatacağım .

« Ç a l’da Süleym an’ ı vurduktan sonra İzm ir’e


kaçtığım ı, oradan yak a y ı ele verince beni Denizli
hapishanesine gönderdiklerini sana anlatm ıştım . M ah ­
kememizi bekler dururken günün birinde beni ha­
pishane müdürünün odasına çağırdılar, «Ç al M üdde-
imumumîsi seni istedi, tahkikatı genişletecekmiş, Ç a l’a
gideceksin!» dediler. İzm ir’den gelirken tabanla­
rım dan açılan yarıklar yeni iyi olmuştu, yüreğim
cız dedi. Sen bilmezsin karakoldan k arak o la yayan
sevk olm ak ne demektir. Hele bu y akaların candar-
maları beni hep tanırlardı, dostum olan vardı, düş­
manım olan vardı. M üdüre yalvardım : «A m an et­
meyin, beni kaza müddeimumîsine gönderm eyin!»
dedim. «E m ir çıktı bir kere, gitmemenin yolu y o k !»
dedi. N e yapalım , devlet kuvvetine güç yetm ez ki.
Hapishanede birisini yaralayıp hakkım da tahkikat
açtırsam , iki üç ay daha kalırdım , am a asıl m ahke­
mem görülm em işti. R eis kötü tanırsa encam ım iyi
olm az diye düşündüm. Hemşeriler sağ olsunlar,
birkaç tayın topladılar, biraz keş peyniri, biraz
da kuru soğan verdiler, hepsini çıkın yaptım , postalları
ayağım a sicimle bağladım , nizam iye kapısının altın­

131
da merkezden gelecek candarm ayı bekledim. K ap ıcı
gardiyan Necip Efendi benden hiç hazzetmezdi.
Kem Efe hem fak ir olduğum a mı kızardı kim b ilir...
C andarm a gelince bir kenara çekti, biraz konuştular,
ondan sonra candarm a kelepçeyi ille arkad an vu­
racağım diye tutturdu. «A m an, ocağına düştüm,
uzun yol gideceğiz, in sa f et!» dedim. Dinlemedi
bile, kollarım ı ark aya ganırtıp kelepçeyi vurdu. D ü ­
züldük yola. D enizli’den Ç al az yol değildir. Temmuz
ortasıydı. Sıcakta yedi sekiz saat yol alıyorduk. O
yan larda karakollar birbirine yakındır, günde iki
candarm a değiştiği olurdu; uyuya uyuya fıstığa
dönm üş candarm aya üç beş saat yol koyar m ı? Ç a ­
bucak öbür karakola ulaştırıp geri döneyim diye
beni koşturur, «A m an, bir kıyıda biraz oturalım >
hiç dermanım kalm ad ı!» deyince dipçiği basardı.
E n kötüsü, güneş ortalığı kavurduğu zam anlar
yanından geçtiğimiz harm anlara uğrar, göğsüne
bağrına döke döke ayran bakracım başına diker,
köylüler verse bile bana bir yudum içirmezdi.
«Ü çüncü günü akşam a doğru Baklan ovasında
tren boyunda K a k lık köyüne geldik. A rtık Ç al
uzak değildir diye içim ferahlam ıştı. B ir de kara­
kolda kimi görsem : Bizim K a ra M uradın B ekir’ i.
C an d arm a olmuş. Beni görünce bir güldü. « Y a n ­
dın garip H alilim , yan d ın !» dedim. Bir m ahalle­
liydik am a, küçükten beri hiç aram ız barışm am ıştı.
Birbirim ize diyiverm esek bile, içten içe hasım gi­
biydik. Ben, şu bildiğin karı meselesinden Süleym an’ı
vurunca. B ekir büsbütün kanım a yü rü r oldu. S ü ­
leym an'la pek arkadaştılar. Bacısını da galiba rah­
metliye verm ek niyetindeydi. Ben eşkıya olup dağa

132
çıkınca köyde rahat oturam az oldu. İk i kere de
yataklarım ı ihbarladı. O zam an: «Eceline susama-
dıysa edebiyle otursun, Ç allı H alil’in gözüne gayrı
dünya görü n m ü yor!» diye haber saldım ... Sesi çık­
m az olduydu. Şim di karşım da nam lı şanlı candarm a
olm uş, yüzüm e b ak ıp bakıp sırıtıyordu. Sonra y a ­
nım a sokuldu, elini om zum a vurdu: «G el bakalım
hemşerim, geçm iş olsun, kasavet etme, zeybek kısm ı
dayanıklı o lu r!» dedi. « A llah A llah , oğlan halimize
acıd ı!» dedim ; am a o yıvışık sırıtm ası hiç durm uyor,
gitgide zihnimi karıştırıyordu. Beni aldı, kendi
yattığı o d aya bitişik olan köyün m isafir odasına
götürdü, kelepçeyi çözm eden içeri b ıraktı: «Y at
uyu b akalım da, yarın sabaha kuvvetli bulun!» dedi.
G ene öyle kötü kötü sırıttı. Ben top rak sedirdeki
hasırın üstüne uzandım . B ekir’in bu gülüşleri ne­
tameli am a, A lla h h ayır verir inşallah dedim, uyudum .
«Sabahleyin şafakla beraber uyandım . O da­
nın iki duvarındaki u fa k pencerelerin önünde ka­
lab alık vardı. N e oluyor ki diye doğrulacak oldum ,
B ek ir içeri girdi; hep akşam ki gibi gülüyordu. Y a ­
nım a sokuldu: « K a lk bakalım H alil E fe, seninle
eski hesapları tem izleyelim. B a k ne k ad ar dostun
varsa topladım geldim !» dedi. K en d i kendime bir
dah a: « Y an d ın garip H alil E fe, yan d ın !» dedim.
G özlerim i şöyle b ir pencerelere, kapının aralığına
doğru gezdirdim . A m am n ne göreyim ! Y e d i köyün
âyan ı, m uhtarı b u rad a... B ek ir gitmiş, bana düşm an
ne k ad ar k ö y varsa hepsinin ihtiyarlarını toplam ış
gelmiş. H iç renk verm edim . B ekir yanım a sokuldu.
Kelepçeye yapışıp b ir asıldı, hemen doğruldum .
Çeke çeke odanın ortalık yerindeki direğe götürdü.

133
bir ip çıkardı, beni oraya sım sıkı bağladı. Ondan
sonra bastı so p ay ı...
«M ahpuslukta adam d ayak yem ekten yılm az.
E ğer B ek ir yalnız d ayak atsa, bunu d a tenha bir
yerde yapsa, hiç ağrım a gitmezdi. C andarm a de­
ğil m i, elbet dövecek; am a böyle yedi köyün muh­
tarım başına toplayıp d a envai türlü hakaret et­
mesi bana pek dokundu. B eş on deynek vurduktan
son ra gidiyor, kapıdan y alak gibi ağzını açıp b a­
kan m uhtarlarla, o ra ya biriken köylülerle konu­
şuyor, sonra dönüp yanım a gelerek soyum a so-
pum a sövm eye, suratım a tükürm eye, ötemi berimi
tekm elemeye başlıyordu O tükürünce ben elimi
yüzüm e götürm ek istiyordum ,. O zam an b ağlar b i­
leğim i acıtıyo rd u ... Y üzüm ü acıdan buruşturunca,
bakanların hepsi katıla katıla gü lü yorlardı...
«Bizim B ekir bir saatten ziyade benimle eğ­
lendi; her yanım ı dayaktan çürüttü, uyuz ite ya­
pılm ayacak hakareti y a p tı... A m a ben de ağzım ı
açıp bir o f demedim. Onun m eram ı beni zebun edip
yalvartm aktı. O kad ar adam ın karşısında ölüm serilse
bunu yapam azdım ; yine de yapm adım .
«B ekir yorulunca yakam ı bıraktı, köylülerle
beraber yem ek yem eğe gitti. Ben içim den: «Ü len
B ekir, sen bir elime düşm eyesin!» dedim. Ben Ç allı
H alil E fe olduktan sonra kimsenin ettiğini yanm a
kom azdım .
«A z sonra B ekir göründü. H iç sesini çıkar­
m adan bağlarım ı çözdü, dışarı çıkardı, atına bin­
di, beni önüne kattı, Ç a l’a doğru yürüm eğe b aşla­
dık. D enizli’den beri hiç atlı candarm a ile yürüm e-
m iştim ; bu da kaderde yazılıym ış dedim.

134
«Şöyle böyle iki saat k ad ar yürüdük. Ovanın
ortasındaydık. B ekir atını ağır ağır sürüyordu,
ben de dizime k ad ar çıkan otların içinde bir yü ­
rüyüp bir k o şarak sol yanında gidiyordum . B ir ara­
lık baktım , kelepçenin ortasındaki vid a sallanıyor.
Ellerim i yavaşça ik i yan a çevirdim , kuvvetli kuvvetli
bastım , paslı kelepçenin vidası çıt dedi düştü. H iç
sesimi çıkarm adan d ah a bir yarım saat gittik. Ondan
sonra B ek ir’e döndüm , ellerimi uzattım : «B ekir
E fe ... -d e d im -, bu kelepçenin vidası düşm üş.»
B ekir aklın ca kab ad ayı adam dı. Elinde mavzeri,
altında atı olduktan sonra ben nereye kaçabilirdim
k i? H iç istifini bozm adı. « Ç ık ar kelepçeyi, koy
cebine!» d ed i... D ediğini yaptım ; biraz daha yürü­
dük, o zam an kuşağım dan gümüş tabakayı çıkardım ,
B ekir’e uzattım : «A l bakalım B ekir E fe, sar bir
cıgara! -d ed im -. Ben Ç allı H alil, sen Ç allı B ekir
olduktan sonra, biz daha ço k rak ılar içeriz, çok
kadehler toku ştu ru ru z...»
Y üzüm e b ir baktı. D urdu, durdu, ondan son­
ra elini uzatıp tabak ayı aldı. Elinde tuttuğu m av­
zeri dizlerinin üstüne yatırdı, dirseklerini onun
üstüne dayadı, tab ak ayı açıp cıgarayı sarm aya b aş­
lad ı... Şöyle yan dan bir göz attım. H em cıgarayı
sarıyor, hem de dirseklerini sıkı sıkı m avzere bası­
yordu. Silâhın nam lusu benden yan a olduğu için
hiç um ut yoktu. «Ü len Bekir, bunu da çaktın!»
diye içim den söylendim . Tam bu sırada B ekir cı-
garayı, ıslatıp yapıştırm ak için, dudaklarına götürdü.
D irsekleri m avzerin üstünden şöyle bir nefes alım ı
kalktı.
«O, daha ne olduğunu anlam adan ben m avze­

135
ri kapınca yirm i adım öteye fırlam ıştım . O radan
bağırdım :
«İn bakalım B ekir çavuş, şimdi de biz hesap
görelim ! -B e k ir hemen indi, gülerek yam m a sokul­
m ak istedi-. Olduğun yerde k a l!! -d iy e b ağırdım -.
Kelim ei şahadet getir, seni vu racağım !»
«Bey, B ekir’in bu sözleri dediğim zam anki h a­
lini bir görm eliydin. Y ü z ü sararıverdi, melil melil
yüzüm e bakm aya başladı:
«A m an H alil E fe ... -d e d i-, yavuklum var, bir
garip anam var, canım a kıym a da ne yaparsan y ap .»
«Y ü reğim acım adı değil, ne kad ar aram ız açık
olsa, yine hem şerilik vardı. B ir m ahalle delikanlı-
sıydık. A m a onun ettiği hakareti kandan başka bir
şey temizlemezdi. B ekir sağ kaldıkça insan içine
çıkam azdım : «Vuracağım seni Bekir, başka yolu y o k ;
bir vasiyetin varsa söyle!» dedim.
«Bunu dedim, mavzeri de doğrulttum . O za­
m an B ekir kurtuluş olm adığını anladı. G a rip ga­
rip bana baktı, sonra başını çevirdi, öte yand a yu ­
larını sürüyüp otlayan atını bir süzdü. Sonra başını
kaldırıp gökyüzüne de bir göz attı. T ekrar bana
döndü, ağzını açtı, tam bir şey söyleyecekti, tetiğe
dokundum .
«Bekirceğiz oraya yıkılıverdi.
«A m a sana bir şey söyleyeyim mi efendi, sen
istersen gene inanm a, benim tetiğe dokunm am la,
B ek ir’in yere düşmesi bir oldu. A lla h bilir ya, ga­
rip oğlan kurşundan değil, korkudan öldü. Benim
kurşun ona diriyken değil, ölüp yere yıkılırken değdi.»

1934-

136
SARH O Ş

K a n u n î K â m il bahçe sahibinden yevm iyesini al­


dıktan sonra bir saat kad ar daha o rad a kaldı. H anende
M uhsine adam akıllı sarhoştu, tam balta olacak sıraydı.
Zaten K â m il de burnunun ucunu görm üyordu.
G arso n lar yav aş yavaş radyom lam balarım sön­
dürüyorlardı. B ir bekçiyle iki polis, kenardaki sal-
kım söğüdün altına yıkılıp kalan b ir kunduracı çırağım
kaldırm ışlar, dışarı çıkarm ağa çalışıyorlardı. G azin o
sahibi o tarafa koşup hesap isteyince sarhoş çırak
bir daha yık ılır gibi oldu. A ğzım bir tarafa eğerek
anlaşılm az la fla r m ırıldandı. F a k a t gazinocu pek
dolm a yu tar soyundan değildi. Y a k a sın a yapışıp
başından kasketini alınca oğlan ayılır gibi oldu.
Pantolon cebinde bir hayli arandıktan sonra p arayı
verdi, polislerin kolunda, çıkıp gitti.

137
Gazinocu büfeye döndü. K â m il’le M uhsin’e bü­
feden vuran aydınlığa bir m asa çekm işler, karşı
karşıya oturuyorlardı. Önlerinde u fak bir şişe ra ­
kı vardı. K â m il önüne b akıyor, kız kendi kendine
h a fif şarkılar m ırıldanıyor ve sonra durup durur­
ken gülüyordu. Bu, daha ziyade yüz sinirlerinin
acayip b ir gerilmesine benzeyen bir gülüştü.
K â m il düşünüyordu:
Gazinocu, M uhsine’yi alıp otele kadar götür­
meden defolm uyor; ne yapm alı da bu akşam be­
raber gitm eli? Sonra asıl m ühim m i: Bizim kini ne
y a p m a lı? ... G eceyan sı sokaklara fırlar, karakolları
ayağa kaldırır. N e şirrettir o ... Sıska, sa n yüzüyle
karısı gözünün önüne geldi: şimdi otelde oturmuş,
pencereden sokağa bakıyo r, beni bekliyordur, diye
düşündü. Ü rktü ve elini yüzüne götürüp gezdirerek
şaşkın bir hareket yaptı.
B u sırada gazinocu geldi. M uhsine’ye: «H adi
b ak alım !» dedi. M uhsine kalktı. K â m il de bera­
b e r... Bahçede yürüdüler. Y o lla r kum luydu ve gıcır­
dıyordu. K â m il kolunun altında sıkı tutm aya çalıştığı
siyah k ılıflı kanununu b irkaç defa ağaca çarptı,
y ık ılacak gibi sallandı.
Y o ld a beş on adım gittikten sonra bir arab a
geçti. G azin ocu eliyle işaret etti, arab a durdu; ev­
velâ M uhsine bindi, gazinocu, kızın arkasından
binm ek isteyen K â m il’i eliyle iterek içeri atladı ve
arab a yürüdü.
K â m il yolun ortasında b ir m üddet sallanıp
du rarak düşündü. Hem en hemen her akşam bu
böyle olduğu için kızdığı fila n yoktu. Y aln ız , her
akşam böyle arab aya ayağını atarken itilip so­

138
kakta yalnız kalınca bir müddet düşünm ek âde­
tiydi. Sonra sallanarak kendi oteline doğru yürüdü.
D ö rt katlı otelin en üst penceresinden beyaz
bir gölge sarkıyordu.
K â m il ürperdi.
Y u k arıd an kısık bir ses bağırdı,
« Ç in gen e!... A lç a k Ç ingene... B ahçe dağılalı
bir saat oluyor. G ene o M uhsine dedikleri kaltağın
peşindeydin değil m i?»
K â m il başını yu karı kaldırdı, muvazenesini
kaybederek yere yuvarlanıyordu, kanunu destek
gibi kullandı ve ayak ta kaldı. «N e bağırıyorsun
geceyarısı b e ... H esap g ö rü yo rd u k ...»
«H esap mı ? A rab an ın peşinde köpek gibi dolaştın,
görm edim mi san ıyorsu n ? D insiz, im ansız Ç inge­
n e !...»
Y u k a rıd a n doğru ağlayan b ir çocu k sesi du­
yuldu. K â m il ok k alı b ir küfür savurdu. F a k a t ken­
dini tutam adı, yere yuvarlandı. S iyah torbalı k a­
nunu yerden kaldırıp koltuğunun altına sıkıştırır­
ken yu karıd a bütün sokağ ı çınlatan b ir feryat k o p ­
tu : «G elm e b u ralara a lç a k ... Sokm am seni içeri...
G e lm e !...»
B eyaz baş içeri çekilm ek istedi, fa k a t hızla
değnek düştü. A ğ ır çerçeve bütün yüküyle kadının
başına indi. K â m il yaln ız bir cam şangırtısı işitti.
M erdivenleri hızlı hızlı çıktı, otel hizmetçisi,
alışkın olduğu için, fazla ehemmiyet verm edi. D on
göm lekle yatağından k alk ıp kap ıyı açm ıştı, tekrar
yerine koştu.
K â m il söylene söylene o d aya geldi. K an u n u
b ir duvar kenarına dayadı.

139
O rtada, karyolanın a ya k ucundaki demirle pen­
cere arasında, bir salıncak sallanıyordu.
İk i yaşlarında k ad ar bir çocuk salıncakta otur­
m uş katılırcasına ağlıyordu.
K â m il cam şangırtısını unuttu. Çocuğun yanına
gitti. «Sus ik i gözüm , sus anam bab am !»
Salıncağın yam na diz çökerek çocuğu salla­
m ağa başladı, bu sırada yayvan yayvan ninni söy­
lü yor, k arm akarışık şeyler m ırıldanıyordu:
« A h o anan o lacak k a rı... A h ... N ereden başı­
m a sardım b u sıska k a lta ğ ı... Senin de başının derdi,
benim d e ... E eee... U yu b ak a y ım ... H adi u yu şan a...
N in n i... N in n i...» Sonra m akam la söylemeğe b aş­
lad ı:

«Bir gün İstanbul'a gitsek, ninni...


Şu karıyı başımızdan savsak, niiiinni,
O zaman sen de kurtulursun ben de, niiinni.»

Birdenbire durdu; odadaki sessizlik onu şa­


şırttı. K a rıs ı bağırm ıyor, gelip saçım başını yol­
m u yo rd u ... G a rip bir korku yla yerinden doğrul­
d u ... O dada gözlerini gezdirdi. Ç ocu k da susm uş­
tu ... K a rıs ı hâlâ pencereden dışarı bakıyordu. K â ­
mil bunu görünce kısık kısık bir kah kaha attı:
«N e bakıyorsun b e ? ... -d e d i-. N e var dışar-
d a ? ... M ahalleyi nasıl ayağa kaldırdığım mı seyre­
d iyorsu n ?» Y a r ı kap alı gözlerini açm ağa çalışarak
b ir k ah kaha daha attı. F a k a t bunu yarıda kesti.
G ö zleri büsbütün açıldı. B ir adım kad ar ilerledi.
K a rıs ı pencerenin önünde diz çökm üş, başı
dışarıda, duruyordu. K â m il kın lan ve aşağı düşen

140
cam ın fark ın a varm adı. F a k a t yerde biriken kanları
gördü. B u k an lar pencerenin kenarından başlıyor
ve duvarda bir nehir gibi kıvrıntılar yap arak iniyordu.
K âm il hiç sesini çıkarm ad ı; yavaş yavaş geri çekildi,
içinde kirli çam aşırlar bulunan bir sepetin üstüne
otu rarak o tarafa doğru uzun uzun b ak tı... Sabaha
kad ar öyle oturdu ve b ak tı...

1933

141
DEĞİRMEN
Ü ÇÜ NC Ü KISIM
B İR C İ N A Y E T İ N S E B E B İ

Ağırceza muhakeme salonunun önü hıncahınç


kalabalıktı.
Efendi kılıklı adam lar, külhanbeyler, H ukuk
Fakültesi m üdavim leri, lise talebesi hanım lar, kah ­
vede tavla oynam aktansa burada m uhakem e seyret­
meyi ekonom iye daha m u vafık bulan geçkin işsizler
koridorlarda geziniyorlardı. Salon dolm uştu, iğne
atacak yer yoktu. Zaten dışarıda dolaşan lar da içe­
ride yer bulam ıyorlardı. H iç olm azsa girerken,
çıkarken suçluyu görürüz, neticeyi de öğreniriz diye
bekliyorlardı.
K ızının nafaka davası için ikinci hukuka ge­
len ihtiyarca bir kadın bir ortam ektep talebesine
sordu:

145
«E vlâd ım , burası neden k alab alık?»
«H üsam eddin’in m uhakem esi de o n d a n !...»
«N e yapm ış bu H üsam eddin?»
Ç ocu k, kadının cahilliğine güldü:
«A dam öldürm üş, a d a m !... -V e izah etti-:
B u sene m uallim çıkm ış, A n ad o lu ’ya tayin etmişler,
harcirahını şurada burada yem iş, sonra da, yol
parası için, tanıdığı bir kom isyoncuyu tabancayla
öldü rm ü ş...»
«G en ç desene!»
«Öyle, daha çocuk b ile... D ört defadır da bir
bahaneyle muhakemesini talik ettiriyor, bakalım
bu sefer...»
S ö z ü y a rım k ald ı. H a lk h arekete gelm işti. B aşla r
b irb irin in o m u zu n d an m erak la u zan ıyo rd u .
« G eliyo r!»
« G eliyo r!»
«H ani yah u ?»
« K ö r m üsü n be! E lleri kelepçeli, başını önü­
ne e ğ m iş ...»
Siyah şapkasının altında sararm ış yüzü bir
kat daha z a y if görünen ince, orta boylu bir genç
iki candarm anın arasında hızla, dolaşık adım larla
geçti. Üzerine dikilen gözlerin tesirinden kurtul­
m ak için etrafına bakm ıyordu.
Salonun yanındaki u fa k aralıkta ellerinden ke­
lepçeyi çıkardılar. K end isin i pencerenin yan m a attı.
A y a s o fy a ’nın önündeki ağaçlara, aşağıdaki ayran,
kuru poğaça, sim it satan adam lara baktı. G özünü
etrafta b ir gezdirdi. B u açık göklere, bu gri kaldı­
rım lara hasret çektiği besbelliydi.
Pos bıyıklı m übaşir çağırınca şapkasını eline

146
a larak içeri girdi. Y erin e oturılncaya k ad ar dinleyici
sıralarını süzdü. K endisine b akan gözlerden azap
duyduğu görülüyordu. N efsini zorlayarak yukarı
locaları, sıraları fila n bir daha gözden geçirdi, ara­
dığını bulam adığı anlaşılıyordu. Y u m ru k la rı sıkıldı,
yüzü buruştu, çenesi titredi. A z daha ağlayacaktı.
Sonra b üyü k bir gayret sarfederek başını çevirdi ve
yerine oturdu.

«R eis bey, m üsaade ederseniz artık her şeyi,


bütün hakikati söyleyeceğim ! Ben, reis bey, ko­
m isyoncu N u ri Efendiyi sizin bildiğiniz, şimdiye
kad ar d a benim söylediğim gibi, p ara için öldür­
medim. B en onu, kendisiyle münasebeti bile ol­
m ayan bir mesele yüzünden, bir aşk, bir gönül me­
selesi yüzünden öldürdüm . Bunu size başlangıcından
anlatayım :
« B ir gün, arkadaşlarım , İstanbul liselerinden
birinden bu sene mezun olan bir hanımın benimle
tanışm ak istediğini söylediler. Peki dedim, fakat
pek o kad ar da alâk ad ar olm adım . Çünkü bilirsiniz
ki erkekle kadın arasında daim î bir arz ve talep
vardır: birincisi kadın, İkincisi erkek tarafınd an;
eğer talep kadın tarafın dan olursa o kad ar hoş o l­
m uyor.
«N eyse, tan ıştık... G örünüşte alelade bir kızdı.
Beni bizim mektebin mtisamerelerinde görm üş, rol­
lerimi beğenmiş, onun için konuşm ak istiyorm uş.
« ilk günlerde o beni arıyor, ben çekingen dur­
dukça üstüme düşüyordu. Elim de olm ayarak alâka

147
gösterdim . Uzun uzun her mevzudan konuştuk.
O zaman anladım ki bu kız göründüğü gibi dfeğil:
ço k zeki, her şeyi kavrıyor, her şeye aklı eriyor..
«Zeki kimseler çok hoşuma gider. Ben de onu
aram aya başladım . V e bu sefer de gördüm ki reis
bey. bu kız bana çok benziyor: h uylan, düşünce­
leri, hayata karşı telâkkileri, itiyatları... H atta yüzü
bile... G örenler bizi kardeş sanıyorlardı.
«Bu defa da ben onun üstüne düştüm ... Ve
münasebetimizi arkadaşlık hududunun dışına çı­
karm ak istedim ... O zam an aram ızda birbirimize
hissettirmeden bir mücadele başlad ı... Bu m üca­
delede ikimiz de bütün zekâm izı kullanıyorduk.
Ben bu gibi şeylerde pek acem iydim reis bey, onun
için her m übahaseden yenilerek çıkıyordum . O
serseri ruhluydu, birleşmeyi, bir bağla — velev m â­
nevi olsun— bağlanm ayı havsalası alm ıyordu. Ben
kapalı olarak onu ne kadar iknaa çalıştım sa olmadı.
Ne cepheden hücum etm ek istesem daha evvel an­
lıyor, cevabını veriyordu. O çok zekiydi: insanın
söyleyeceği şeyler değil, söylem ek isteyebileceği şey­
leri bile hissediyordu. Bir gün dedim ki:
«İki kişi mücadele ederken birisi mağlûbiyeti
kabul ederek diğerine dehalet etmek istese ötekisi
ne yap ar?»
«M uhtariyet verir!» dedi.
«Benim dehaletimi bile kabul etm iyordu.
«D üşündüm efendim, bu kadar alıştıktan, onu
bu kadar tanıdıktan, kendime bu kadar yakın bul­
duktan sonra ondan nasıl ayrılab ilirdim ? Bunun
imkânı yoktu reis bey. Ben de artık her şeyi b ıra­
karak yalnız ona sahip olm ak gayesine kendimi

148
verdim ... O yavaş yav aş kendini çekti. Benimle
konuşm am ak için bahaneler buluyor, bana elinden
geldiği k ad ar az rastlam ağa çalışıyordu. Şim di başka
arkadaşları, başka ah b ap ları vardı.

«A h, reis bey, sevm ek, hele benim gibi sev­


mek berbat bir şeydir. H ayatım da yalnız o vardı.
G özüm ü kapadığım zam an onu, açtığım zam an onu,
uyuduğum zam an onu, uyandığım zam an onu gö ­
rüyordum .
«H albuki ben onun için bir hiçtim ; gelm iş ve
geçmiş b irisi... N asıl anlatayım efendim , çorabının
yırtığı, şapkasının kordelâsı kad ar benimle alâkad ar
olm uyor, evlerindeki kedi kad ar bile beni sevm i­
yordu.»
(D inleyiciler arasında iki üç kişi güldü. O,
m üfrit jestler yap arak, ellerini göğsüne vu rarak
devam etti.)
«N e yaptım sa, reis bey, fayd a etmedi. Ü stü ­
ne düştükçe benden kaçtı. H er şeyi açıkça söyle­
m ek istiyor, fakat cesaret edem iyordum .
«H atta bir akşam , arkadaşların tertip ettiği
bir vapu r gezintisinde, ona bir kelime, «Seni se­
viyo ru m !» kelimesini söyleyebilm ek için, içtim, yı-
kılıncaya k ad ar içtim.
«Beni dinlemedi b ile... Y an ın a gittiğim za­
m an kaçtı, en sonra da, «Sarhoş olduğun zam an
ço k müzip o lu yorsu n !» dedi. A rtık birbirim ize karşı
son derece soğuk ve resm îydik...

«G elelim asıl va k ay a reis bey:


«B ir gün buna b irkaç arkadaşıyle beraber yo l­

149
d a tesadüf ettim. «A dliyeye gid iyoru z... -d ed ile r-,
N ecm i’nin m uhakem esine. H aydi bize yer b u l!...»
«D öndüm ; ona hizm et etm ek bile tatlıydı.
İçeride yer bulam adık. Fevkalâd e üzüldüler. Â d e­
ta büyük bir fırsatı kaçırm ış gibi telâş ediyorlar,
«N e diye az daha erken g elm ed ik !...» diyorlardı.
« B ir han bekçisini p ara için keserle parçalayan
bir katilin m uhakem esine b u kad ar a lâk a gösterm ek
b an a garip geldi; bu alelâde bir m erak filan değil,
b ir hırstı.
«U ğraşa uğraşa onları yerleştirdim , kendim
de aşağıd a katili beklemeğe başladım . Ben de elim ­
de o lm ayarak m erak ediyordum . B iraz sonra h a­
sır şapkasıyle göründü. Y irm i beşlik, çilli yüzlü,
basit, hatta b ayağı tavırlı; aşağılık bir tenasübü
olan birisiydi.
«O da tıpkı demin benim geldiğim gibi elleri
kelepçeli, iki tarafı candarm alı o larak geçti. B ir
sirk gibi b u raya toplanan halk onu görm ek için
de birbirinin om uzuna çıkıyordu.
«M uhakem e bittikten sonra kızların yanına
gittim . N ecm i’nin m übahasesiydi. Şaşırdım : am an
yarabbi, sokakta görseler başlarını bile çevirm e­
yecekleri bu adam katil olunca gözlerinde bir ehem­
m iyet alm ıştı. B ir kahram an gibi ondan bahsediyor­
lar, ağzım açışında, söz söyleyişinde, elini kald ırı­
şında, her hareketinde bir güzellik, bir kib arlık
buluyorlardı.
«B un lar lisede okum uş, liseyi bitirm iş kızlardı.
B ilhassa o en baştaydı.
« A h -d e d i-, hiç adam öldürecek kıyafet var
mı o n da! Y a z ık v a lla h i...»

150
«Y ah u -d e d im -, katil olacak surat olm asa
katil olm azdı.»
«O zam an hepsi birden itiraz ettiler. E rk ek ­
lerin zaten birbirlerini beğenem ediklerini, birbir­
lerini kıskandıklarını söylediler.
«K endim i araştırınca N ecm i’yi sahiden kıs-
kandığım i hissettim : güzelliğini, tavırların ı değil
katilliğin i...
«Ç ünkü onun bu k ad ar beğenilmesine sebep,
yalm z katil olm asıydı. A d am öldürünce bunların
gözünde yükselm işti.
«D üşündüm : o bana bu kad ar alâka gösterse
ben neler yap m az d ım ?.,.
« A caba -d e d im -, birisini öldürsem benimle bu
k ad ar meşgul olurlar m ı?
«D üşündükçe bu fik ir beynim i sarm ağa başladı.
«G özüm ün önüne, bu salonda m uhakem e olu­
nurken onun a lâk a ile beni dinlemesi geldi. K a ş la ­
rını kaldırm ış, zeki, afacan gözlerini açm ış, bana
b akıyor, şim diye k ad ar görm ediği güzellikler keş­
fediyordu.
«A dam öldürm ek ve m ahkem eye düşm ek ben­
de değişmez bir fik ir oldu.
«H albuki hoca olm uş, harcirahım ı alm ıştım.
D üşündüm , aklim a bir fik ir geldi: bu p arayı b ar­
lard a filan yer, yol parası için de birisini öldürür­
düm.
«Öyle yaptım .
« K u m a r filan bilm iyordum . Elim deki yüz li­
rayı iki gecede yem ek için çekm ediğim kalm adı.
Onu bitirir bitirmez, bir gece, eskiden tanıdığım
kom isyoncu N uri Beyin evine gittim.

151
«H iç bir şeyden haberi olm ayan zavallı ada­
mı üç dört kurşunda yere serdim ...
«H apishanede, reis bey, m uhakem e gününün
heyecam yle yaşadım . Seyirciler arasında onun in­
ce uzun yüzünü görüyordum . H albuki ilk m uha­
kem ede gelmedi. Belki haberi yoktu, dedim , yahut
işi çıkm ıştır. İkincide gene yoktu. G özlerim i bü­
tün lo calar ve sıralarda gezdirdimse de onu bu­
lam adım . Bilseniz reis bey, üzerinize garip bir h ay­
van a b ak ar gibi m erakla dikilen yüzlerce göze bakm ak
ne zor şe y ... Ben üçüncü muhakem ede, dördüncü m u­
hakem ede hep baktım , gelmemişti. H er bulam ayı­
şım da, m uhakkak gelecek sefere gelir, diyordum .
Onun nazarında bu kad ar hiç olacağım ı tahayyül
edem iyordum .
«H ele bu sefer, evvelden gelen bir his onu her­
halde içeride bulacağım ı söyledi. D ışarıda da birkaç
arkad aşı gözüme ilişince, m uhakkak, dedim, gelm iş­
tir.
«A m an A llahım , reis b e y !... Ben onun için,
yalnız onun için adam öldürm üşken, bu sefer de
gelmedi reis bey, bu sefer de gelm edi...»

1927

152
B İR S İ Y A H F A N İ L A İÇ İN

K a d ık ö y vapuru bir lodos dalgası gibi şid­


detle çarp arak köprüye yanaştı. E vvelâ bir iki ce­
saretli kendini iskeleye fırlattı. A rk asın d an sar-
sıntıyle çözülüp içindekiler dağılan bir kırpıntı
bohçası gibi alacalı bulacalı bir kalab alık söküldü.
K ısa lâcivert etek, beyaz bere giym iş, uzun
burunlu, gözlüklü, elindeki çantasından mektepli,
hatta darülfünunlu olduğu anlaşılan bir hanım kız
İstanbul tarafın a yürüdü. Tam A d a iskelesinin y a ­
nından geçerken kulağının dibinde birisi bağırdı:
« B o y y a lıııım !... A yn a g ib i... K ü çü k hanım to ­
zunu a la lım !...»
M ektepli kız tozdan beyazlaşan iskarpinlerine
baktı, o tarafa yürüdü, sildirdi.

153
Sandığın üstüne bir yüzlük atıp giderken b o­
yacı arkasından seslendi:
«G ü zin H a n ım !... Beni tanım adınız m ı? ...»
G ü zin H anım hayretle döndü. B u eski püskü
elbiseli, siyah fanilâlı, ince kum ral b ıyıklı külhan-
beyini süzdü. E vet, gözleri yabancı değildi, am a
ne m ünasebet! Şiddetle başını salladı:
« H a y ır!...
Öteki g ü ld ü :
«A zıcık gelir m isin iz ?...» dedi.
G ü zin H anım istem eyerek yaklaştı:
«Tanıyam adım dedim y a !»
«D üşünün b a k a lım !... O k ad ar uzak değil
cam m ... Şö yle bir sene ev vel... Ö m er... M ülkiyeli
Ö m er!...»
« Ö m er!... Sahi sen m isin ?...»
« H a bileydin şu n u !...»
« F a k a t b u ne h a l!...»
«İşte böyle G ü zin abla, b oyacılık y a p ıy o ru z !...»
Öteki h âlâ inanam ıyor gibiydi.
«H ani seni bir yere kaym akam yapm ışlardı
y a ? ... N eydi oranın is m i? ... T u h a f b ir şey can ım ...
A d a n a m ıy d ı?...»
« A d an a kaym akam lık d e ğ ild ir!...»
«Peki, nasıl oldu b u ? A n la ts a n a !...»
«Tuhafsın be G ü z in !... B u rad a olur m u ? ...
D u r yahut, gel şu raya g ire lim !...»
B eraber yürüdüler, A d a iskelesinin ikinci m evki
bekleme salonuna gird iler... T ah ta kanepelerden
birine yan yan a oturdular. A ra sıra kapıdan uzanıp
bakan lar, sandığını yanına koym uş genç b ir b o­
yacıyla gözlüklü b ir m ektepli kızın hararetle konuş­

154
tuğunu görü yorlar, acayip acayip başlarını sallayarak
çekiliyorlardı.

E ren k ö y’üne gidiyorm uş k ad ar basit ve üzün­


tüsüz, İstan bul’dan ayrıldım . Ö yle Pendiği geçince
içim e bir gariplik fila n d a çökm edi; gittiğim ka­
zayı, staj gördüğüm vilâyetin u fak bir numunesi
gibi tahayyül ediyor, «iki sene oturm aktan ne çı­
k a r ? ... -d iy o rd u m -, insan pişkinleşir, hayatı an lar!»
K a sa b a , istasyona üç saat uzaktaydı. A n cak
geceyan sı gelebilen köhne F o rd a binerken şoför:
« Y o lla r bozukçadır beyim -d e d i-, b irkaç yerde
ineceğiz!»
B u la f biraz zihnimi bulandırdı.
Y a r ım saat an cak gitm iştik, birden durduk.
« Y o lu k a y b e ttik !...» dediler.
«Şose y o k m u ? ...»
« V ar am a tam ir ediliyor, otom obil geçm ez!...»
«N e y a p a c a ğ ız ?...»
« Y o lu a ra y a c a ğ ız !...»
G ece zindan gibiydi. O tom obil karanlık bir
o d aya kapatılm ış bir kedi gibi alevden gözleriyle
dört ta rafa atılıyor, duruyor, geriye dönerek tek­
ra r koşuyordu. O va düzdü. Zulm et göz alabildiği
kad ar uzuyordu. T am iki saat böyle kâh otom obille,
kâh inerek fenerle dolaştık. N ih ayet yol dedikleri
b irkaç arab a izini bulabildik.
Sallan a sallana yarım saat daha gitm iştik,
arabam ız gene durdu:
«İneceksiniz b e y im !...»

155
İndik, önümüzde yay a çıkılm ası bile güç bir
yokuş vardı. K ıs a fak a t dik bir yokuş. O tom obil
evvelâ geriledi. Sonra avına atılan bir tazı gibi şid­
detle fırlad ı. Bu hız onu ancak y arıya kadar çıkara­
bildi. A rtık canlı bir m ahlûk gibi soluyor, hom ur­
danıyor, lâkin bir adım ileri gidem iyordu. D öndü,
yo k uşa arkasını verdi; böyle çıkm ak istedi... A m a
yalnız iki adım fazla yürüdü. Ş o fö r kan ter içinde
in iyor, artık isyan eden m otorun kolunu çeviriyor,
arkad an dayan ıyor, bu esnada küfürlerin de binini
bir p a ray a savuruyordu. N ihayet bizim de yardım ı­
m ızla m akine yokuşun başını buldu.
Bu şekilde birkaç kere daha inip bindikten
sonra hızlı hızlı sarsılm am ızdan kasabanın kaldı­
rım larına geldiğimizi anladım .
Güneş uzaktaki dağların arkasından kollarını
gererek uyanırken ben belediye reisinin evinde yu ­
m uşak bir yer yatağında uykuya sarılıyord u m ...

B irk aç hafta zarfınd a şehri ve civarını gezdim.


A halisini gözden geçirdim.
H ayatım da bu k ad ar inkisara uğrayacağım ı
tasavvu r edemezdim.
M em leketin bende bıraktığı yegâne intiba ba­
sitlik oldu. B urad a tabiat basit, muhit basit, halk
basit, hulâsa her şey b asitti...
Benim gibi karm akarışık ruhlu bir adam ın
böyle yerlerde ne hale gireceğini tasavvu r et.
A h ali m ânâsız ve fesattı.
B ilir misin G üzin, bam bo bastonlar olur, ben

156
onları çok severim ; çünkü bünyelerinde değişiklik
vardır, düz değild irler...
Bir de hezaren bastonları vardır. B unlar düz
olm akla beraber ağaçları asildir, temizdir, onun
için iyidirler.
Bazen kavak ağacından da baston y ap arla r...
Düşün ne berbat şeydir b u n la r!... D üz, basit, sonra
da nevileri âdi.
Hadi bunlara da s a f oldukları için tahammül
edilebileceğini fa rz e t!... Y a içleri de kurtlu o lu rsa ?...
İşte burada halk âdi, alelâde ve çürük ruhluydu.
A n ad o lu ’da işsizliğin doğurduğu yegâne iş olan
dedikodu, alm ış yürüm üştü. M ektep m uallim i hu­
susî muhasebe m emurunu, tapucu m üddeium um iyi,
malm üdürü şube reisini çekiştirir, on d akika sonra
da kahvede beraberce tavla oyn ayıp garson kızlara
sarkıntılık etmekten sıkılm azdı.
İlkm ektep müdürü müfettiş olm ak içiıı çalı­
şırdı, çünkü alacağı lıarcirahlarla çalgılı kahve kızları
uğruna girdiği borçları ödeyecekti...
Belediye reisi mebus olm ak için faaliyet gös­
terirdi, çünkü şimdi diş geçiremediklerinin o za­
man tepesine binecek, ahbaplarına caka satacak­
tı...

T ab iatta da hiç değişiklik y o k tu ... O h ... O bir­


biri arkasında uzanan nihayetsiz sıra d a ğ la r!...
Gerçi kasabanın karşısında — herkesin ilk vesilede
methini yaptığı— bir çam lık vardı, güzeldi, am a
buraya yakışm ıyordu. Bu esmer dağların ortasında,

157
kirli b ir b akkal önlüğüne yam anm ış yeşil kadifeyi
andırıyordu.
D ağların üstünde ne bir ağaç, ne iri bir k aya
vardı. Y a ln ız u fa k u fa k ça k ıllar... H ani şose yolların a
dökerler, en büyüğü yum ruk kad ar taşlar olur ya,
sanki onları alm ışlar, avuç avuç serpm işler... N eye
benziyordu biliyor m u su n ?... Z ım p ara kâğıdına;
ömrümüzü, zevklerim izi törpüleyecek bir zım para
k âğ ıd ın a...
K ö y le r, bilmem neden, dağ köşelerine, çukur
vâdilere yapılm ıştı. K ireçli, beyaz dağların dibine
sığm an bu m am ureler insana cibinlik köşelerindeki
tahtakurusu yuvalarını hatırlatıyordu.

«K o n u şacak, dert yanacak bir a d a m !...» diye


kendi kendime h aykırd ım ...
Y o k tu ... M alûm at sahibi, derin, m uğlâk bir
kim seye rasgelm ek m üm kün değildi.
M üthiş surette yalnız kaldığım ı hissettim. A h ...
B ilhassa bu kad ar kalabalığın içinde yalnızlık ne
acı olu yo r y a ra b b i!...
İstanbul hasreti beni fena halde sardı. Evleri,
sokakları, denizleri, insanları gözümden gitm iyordu.
A k sa ra y ’da karpuz satan bir külhanbeyi, bana bu
orta A n ad o lu kazasının en yüksek mem urundan
daha cana yakın , daha tabiî, daha konuşulur geliyordu.
B ir gün İstanbu l’a gönderilen bir tahriratı,
im zalatm ağa geldikleri zam an,
« A h ... -d ed im -, şu m übarek yerin ism ini yaz­
m ak bile ta tlı!...»

158
Y erli kâtibin yanında yaptığım bu h afifliğe
sonra kendim de kızdım .
H er şeyi b ırak arak buraya gelm ek isteyince,
karşım a istikbal hülyalarım , mektepte m uhayyilem in
süsleyip püsleyerek kafam a yerleştirdiği tasav­
vurlarım çıkıyordu. A m a öyle bir hale geldim ki,
çıldıracaktım . D üşünüyordum : gidersem istikbalim i
kaybedecektim , fa k a t durursam ak lım ı... Y aln ız
kaldığım günlerde benim yegâne dostum olan a k ­
lım ı... H er şeyden fazla sevip beğendiğim akılca-
ğız ım ı!
N e kuvvetliym işim ki, bir siyah fan ilâ bana
oradan ayrılm ak çılgınlığını yap tıracak tahassüsleri
verinceye k ad ar taham m ül ettim.

K ış gelm iş; kar, yerli tabirle, güdük devenin


kuyruğuna çıkm ıştı. İstanbul’unki onun yam nda
konfetidir. O rada k ar her yerdeki gibi yum uşak,
tatlı değil; dolu gibi iri, yerleri tekm eler gibi sert
yağar, biraz sonra da rüzgâr onları a larak çöl kum ­
ları gibi yüzünüze fırlatırd ı... G üneşi bulutlarm
arasından alay eder gibi dilini çıkardığı zam an gö­
rebilird ik...
B ir sabah uyanınca gene kar yağm akta ol­
duğunu gördüm . H ava bazen önüm üzdeki cam ii
gösterm eyecek k ad ar bulanıyor, bazen de ta uzak­
lardaki dağlar bile görünüyordu. Sanki tabiat bü­
yü k bir sinem a m akinesini net yap m ak tayd ı... K a r ­
şım ızdaki çam lığa yağan k arlar, aktörlerin beyazlatm ak
için saçlarına serptikleri p u d ralan andırıyordu.

159
Titreye titreye kalktım . Ceketi om uzum a ata­
rak yüzümü yıkam ağa gittim ...
G elip aynanın karşısına geçince, tanım adığım
birisi bana b ak tı... Şaşırdım . A yn ad a ince bıyıklı,
siyah fanilâlı, ceketi om uzunda bir külhanbeyi
duruyordu. B u ... B u ... Bendim , yeni bırakm ağa
başladığım bıyıklarım , dağınık saçlarım , aba ce­
ketim le bendim ... Ama sırtım daki siyah fa n ili?
Nereden gelmişti b u ? ... Bu bıçkın fanilâsım ne za­
man g iym iştim ?...
Zihnim de bir şimşek çaktı: dün bir kutu fa ­
n ili alarak eve yollam ıştım , demek içlerinde bir
tane de siyah varm ış, ben de gece çam aşır değiş­
tirirken farkında olm adan g iym işim !...
Birden değiştiğimi hissettim ... O kad ar süratle
değişmiştim ki, eski benliğimle yeni benliğim ara­
sındaki ayırıcı çizgiyi elimle tutabileceğimi zannedi­
yo rd u m ...
A yn adaki adam gözleriyle bana şöyle diyor­
du:
« G a fil!... Burada seni sıkan, halk, muhit değil
kendi m evkiindir; sen efendi olm ak kabiliyetinde
değilsin... Sen nizam, kanun gibi kayıtlara tâbi
olam ayacak kad ar serserisin... M uayyen bir daire,
m uayyen bir ikam etgâh seni sıkar, sana her gün
değişen bir iş, her gece değişen bir yatak lazım dır...
N e yazık ki bunları daha şimdi anlayab iliyorsu n...
A rtık yapacağın, mukadderin olan yaşayışa avdettir.
Bunun için de evvelâ başından melon şapkayı, sır­
tından kolalı gömleği çıkarm alı, siyah fanilânla tam
bir uçarı olm alısın ... Göreceksin ki hayatın zevki
değişikliktedir... A m a öyle elbise değiştirir kadar

160
basit olanlarında değil, hayatın a yeni bir istikam et
verecek k ad ar b üyü k tenevvülerde...
«Bundan son ra aç kalm ayı spor, d a y ak yemeyi
eğlence bilecek, kendinden kuvvetli olanlara aktör,
kendinden z a y ıf olanlara hâkim , enayilere karşı
insafsız o lacaksın ... Bilm elisin ki, yaptıkların zekâ­
nın ham akate galebesinden ib arettir... A rtık hayatının
sahifelerinden yeisi, bedbinliği, kederi sil, çünkü
kuvvetli bir kafan ın sevince çevirem eyeceği ıstırap
y o k tu r... H a d i... D üşü n m e... İstanbul’a d ö n ... K en d i
hayatın a d ö n !...»
A yn ad ak i adam sustu. D ik k at ettim, eski k ay­
m akam a hiç benzem iyordu. Vücudunda bir kıv­
rak lık, gözlerinde hayatı an layan b ir parıltı va r­
d ı...
B u adam saçlarını tarar, kollarını gerdiği za­
m an fanilâsının altında şişkin memeleri belirirse
ço k güzel o lac ak tı... S iyah elbiselerine a y k ın düşen
b ıy ık la n bile, şimdi dudaklarını tatlı tatlı gölge-
lendirmeğe başlam ıştı.
ik i gün sonra İstan bu l’daydım . T asavvu r etti­
ğim h ayata kavuştum . B an a vatanperverlikten, ora-
la n n tenvire ihtiyacından bahsetm e! Söyleyeceklerin
doğrudur, lâ k in — b urad a sesini alçalttı— lâk in bizim
için, yani benim içinde yetiştiğim gençlik için, mem­
leket m uhabbeti bir fantazi, feragat lûgattan silinen
bir kelim e, hodbinlik en m akul seciyedir.
Benim başkalarından farkım , sam im iyetim , dü­
şüncelerimi açıkça söyleyip yapm am dır.
A d aaam sen de, işte aç kaldığım yok. A rasıra
ah b ap lara d a rastlıyorum , beni davet ediyorlar,
gülüp eğleniyoruz. Ama bazıları yol göstermeğe,

161
nasihat etmeğe kalk ıyo rlar ki, geceyarısı evlerini
b ırakıp kaçtığım oluyor.
Y avaşça elini uzatarak sandığın kayışını y a ­
kaladı.
«U zu n konuştuk, G ü zin ! -d e d i-. C am m sık­
tım. A ra sıra geçerken uğrarsan hem boyarız, hem
de bir iki la f atarız... B an a m ü saad e...»
K utusun u a fili bir tavırla om zuna vu rarak
yürüdü. G ü zin H anım arkasından baktı, baktı,
sonra dudaklarını bükerek o da yürüm eğe başladı.
Ve bir p arça uzaklaştıktan sonra yavaşça m ınndandı:
« K a ç ık !»

1927

162
K O M İ K -1 Ş E H İR

«Y en i bir tiyatro kum panyası gelm iş!»...


B u haber kasab aya seferberlik havadisleri kad ar
çabuk yayıldı.
A k şam üzeri bir elinde çıngırak, öteki elinde
kocam an bir levha ile eşeğe binerek sokakları do­
laşan b o yalı cüce, arkasında şalvarlı çocuklardan,
kahveci çırakların dan bir kuyruk sürükledi.
Ç ın arlı çeşmede su dolduran kadınlar, testi­
lerin üstüne otu rarak, biri gitmeden biri gelen bu
tiyatro lara beddua ettiler.
M üddeium um i, m ugayir-i â r ve h ayâ dansla­
ra , oyunlara karşı ne gibi tedbirler alınacağını dü­
şün dü...
K o p u k lar, kör V eysel’ in meyhanesinde kafa

163
kafaya vererek daha yüzlerini görm edikleri kız­
ların güzellikleri h akkında id dialar yap tıla r...
M ünevver gençler, m eydan yerindeki eczane­
nin önüne iskem le atıp bu heyetin «kıym eti sanat-
kâranesine» dair m ünakaşada bulundular.
K ırtasiyeci, dekor yap m ak için m u kavva alıp
parasın ı vermeden giden öteki kum panyayı düşü­
nerek b irkaç kü fü r savu rd u ...
H erkes boştu, herkese iş lâzımdı, herkes az
çok alâk ad ar oldu.

C an darm a kaym akam lığından m ütekait bele­


diye m im arının eseri olan taş tiyatro binası daha
tam am lanm am ıştı. F a k a t içinde oyun verilebili-
yordu. M em leket büyükleri erkenden locaları dol­
durm uşlardı.
Birinci loca kaym akam ın ...
B u, m ülkiyeden yeni çıkm ış, İşkod ralı bir gen çtir...
Em salinde bulunan her şey kendisinde de va r: u kalâ,
kendini beğenmiş, kö tü cü l...
S o k ak ta başım ileri uzatarak, bastonunu kal­
dırım lara sert sert vu rarak b ir yürüyüşü va r k i...
A k ıl itibariyle herkesten üstün olduğuna k a­
naat etm iştir... K a za n ın doktorlarıyle bile, ders
anlatan bir m üderris tavn yle kon u şu r...
H ayatta nam uslu adam tasavvu r edemez, ona
göre bütün kad ın lar orospu, bütün erkekler buna
benzer illetlerle m âlûl, yah ut h ırsızd ır...
Y an ın d a oturan d a candarm a kum andanı. K a y ­
m akam ın hem şerisi... Bilseniz ne h ab istir... M em ­

164
lekete yeni gelen m em urlara her türlü kolaylığı gös­
terir... S ır f o n larla ahbap o lara k gece toplanm aları
yapm ak, böylece aile k ad ın lan yle çeşm -i çerez geçin­
m ek için ...
B ü yü k b ir hırsı d a — iki kelim eyi bir aray a
getiremediği halde— içtim alarda nutuk söylem ek­
tir... H er m illî bayram d a hüküm et m eydam nda
m asanın üstüne çıkar:
«E vet ark ad aşlar... E v e t... B u m emleket, ev et...»
diye saatlerce ö ter...
N edense kaym akam la d a pek anlaştılar.
Öteki loca m üddeium um inin...
B u da M an astır’ ın Ohri kazasından bir A rn a ­
vu t’tur. D om u z itlafın d aki hizm etinden dolayı na­
sıl takdirnam e aldığını anlatan ziraat m üdürünü
dinliyor, arasıra,
«D il m i fe n d im ? ... Ş ayan ı ayret!» diye k afa ­
sını sallıy o r...
D iğer lo calar d a boş değil.
H ususî m uhasebe mem uru, harcirahları ek­
sik tah akkuk ettirm ekteki m aharetiyle m eşhurdur.
Şişm an göbeğini locanm kenarına d a y ayarak aşağıya,
iki p o lis . refakatinde um um haneden gelen serm aye­
lere bakıyor.
G azete m üdürü, yanındakilere, devlet ricaliyle
nasıl içli dışlı olduğunu, m ebusların çoğunu nasıl
isim leriyle çağırdığını anlatm akla meşgul.
Belediye a za lan arasıra korid ora çıkıyor, b i­
raz sonra bıyıklarını silip ağızlarına leblebi atarak
g iriy o rla r... B u kasabam n k açak ra k ıla n pek en­
festir.
E ş ra f kızlan n a süzgün süzgün b akan genç

165
zabitler, arkadaşlarının ensesine vu rarak k ib ar şa­
k alar yap an m uallim ler de bu localardadır.
A şa ğ ıd a ise herkes sarhoş, k a fa y ı çeken gel­
m iş... K im isi b ol keseden k ab ak çekirdeği ısm arlı­
y o r, kim isi yanındakinin yakasından tutmuş, dili
dolaşarak,
« S ö y le ... Y a k a rız değil m i... H a ? ... H a ? ... S ö y­
lesene, y a k a rız ... D eğil m i? ...» diye b ağ ırıyo r...
ö te k i onu dışarı çıkararak h ava aldırm ağa çalı­
şıyor.

Perde açıld ı...


A lâ k ad a rla rı b irkaç kişiden ibaret olan kan ­
to lar oynandı.
Son açılışta herkes karşısında çarlistoncu Su-
zan ’ı buldu.
B ir alkış koptu. K lâ m e t, ud, tram petten iba­
ret olan cazbantla beraber dans başladı. Belli ki
ço k oynam ış, fa k a t üstünden çiftetelli edasını ata­
mamıştı. A y a k la rı yum urta çalk alam ak için kullan­
d ıkları teller gibi birbirine dolaşıyor, gözlerine inen
oksijenli saçlar, kib ar bir el vuruşuyle geriye atılı­
yordu.
E l şakırtıları, tekm eler, ıslıkların gayretiyle bu
num ara b irk aç kez tekrar edildi.
Perde kapandığı zam an herkes coşkundu, m üd­
deium um i ziraat m üdürüne eğildi,
« A k ik i zen atkâr... D il m i fe n d im ?...» dedi,
m utadı üzere başını bir daha sallad ı...
B ir sürü düettolar, kuvarettolar oynandı, y ır­

166
tık sesli kız, karşısındaki pazen şalvarlı cücenin
karnına vu rarak,

«tnandın mı hey budala hah hah ha...


Turp sıkayım aklına hah hah ha...»
dedikçe, hususî m uhasebe m em urunun karnı,
gülm ekten locam n kenarını yık aca k gibi sarsılı­
yo rd u ...
B un lar da b itti...
On beş d ak ik a istirahatten sonra feci dram lar,
kah kahalı kom ediler b aşlayacak tı...

K o m ik -i Şehir R ah m i sahnenin a rk a kapısından


dışarı b ak a ra k söylendi,
« O f... be, ne k ar b u ? ...»
S o n ra arkasınd a duran aktris V ik to r’a döndü:
«A m m a berbat m em leket h a l... -d e d i- Üç
gü n evvelki h ava neydi, şim diki h ava n e !...»
Y a v a ş yavaş kap ıları kapad ı, etrafın a bakın­
d ı... K im se y o k tu ... V ik to r’ u elinden tu tarak ken­
dine çekti, k u cak lad ı...
D ö rt seneden beri b erab erd iler... R ah m i b ir
m ızıka binbaşısının harbiyeyi yarıd a b ırak arak
tulûatçılığa heves eden oğlu, V ik to r İzm irli bir
Y ah u d i zengininin k ızıyd ı...
B ab ası galib a b ir p ara meselesi yüzünden in­
tih ar edince — herkesin kolayca tasavvu r edebile­
ceği birtakım safh alardan sonra— bu seyyar tiyat­
ro kum panyalarına girm iş, garbî A n ad o lu ’ yu sene­
lerce dolaşm ıştı.

167
B ir gün, Edrem it’te, yarım yam alak bir he­
yetle oyunlar veren R a h m i’ye tesadü f etti...
B u kızıl saçlı, yeşil gözlü, güzel ve biraz da
delişmen k om ik kendisini yam na ald ı...
Seviştiler, fak a t bu aşkları nedense kum panya de­
ğiştikçe değişen aktris sevdalanndan biri olm a­
d ı... R ah m i artık onu k an to ya filan çıkarm adı, pi­
yeslerde, kom edilerde u fa k tefek roller verdi.
B öyle olduğu halde V iktor, b oyalı aktrislerin
yanında ço k göze çarpıyordu. H atta b irkaç akşam
evvel birisi altın saatini,
«V aro l b e !...» diye b ağırarak dram ın en heye­
canlı yerinde sahneye fırlatm ıştı...
R ahm i onu bir d akika yanından ayırm ıyor­
d u ... Öteki aktörlerle konuşm asına bile razı de­
ğ ild i... K endisinden başkasının onun sarı saçlarına,
güzel yüzüne bakm asına d ayanam azd ı...
D olgun vücudunu kucakladığı zam an, m avi
dam arları belli o lacak kad ar şe ffa f yüzüne b ak ı­
yor, sevincinden ağlam ak istiyordu. Biliyordu ki,
yaşadıkları yaşam ak d eğild ir... F ak a t bu tulûat­
çılık öyle bir şeydir ki, bir kere yakalan an y ak a ­
sını ko lay kolay sıyıram az... K u m a r gibi, cıgara
gibi bir şeydir. A ç kalır, soğuk han odalarında ge­
celer, herkesten istih faf ve tahkir görür, lâkin onu
gene b ırak am azlar...
En iyi sanatlar, en kazançlı işler onun bir nük­
tesine, bir sahne irticaline feda ed ilir...

R ahm i sahneye girdi:

168
« E ... -d e d i-, hazırlandınız m ı b a k a lım ?...»
T iran rollerini yap an M ü n ir yan m a sokuldu:
« H a z ırız !... -S o n ra kulağına eğ ilerek -: B iliyor
m usun R a h m i? -d e d i-, b irkaç akşam dan beri ön
ta rafa oturup m ariz çıkaran , patırdı yap an külhan-
beyler y o k m u ...»
«B u akşam yo k la r değil m i? ... Ben görem edim ...»
«Tabiî görem ezsin... İk i tanesi dışarıda do­
laşıyor, ötekiler de içeride kuytu köşelere sinmiş­
le r... B ir gidip gelm eler fila n va r a m a ... H ani bi­
raz tetik o lsak fena o lm az...»
« D ağ başında m ıyız y a v ru m ? ...»
A yrıld ılar, R ahm i ku şku lan d ı... F a k a t ehem­
m iyet vermem eğe ça lıştı... A ld ırm ad ı...
«E vham lı ço c u k ...» diye güldü.
O yun b aşlad ı...
O yun epeyce ilerledi...
R ahm i sahnedeydi...
V iktor R a h m i’ nin boynuna sarılm ıştı...
Piyes N am ık K e m a l’in «Z avallı Ç ocu k»u yd u ...
V ik to r söylüyordu:
«M uhabbet, A tâcığ ım ... M u h ab b et...»
Birden ortalık k arıştı...
Birbiri arkasına tabancalar p atlad ı... Salon ­
daki ve sahnedeki lüks lam baları söndü, korkan­
lar, üzerlerine lam baların sıcak gazları dökülenler
b ağırışıyorlard ı...
Herkes birbirini çiğneyerek kaçıştı...
Rahm i paltosunun cebinde elektrik fenerini
ararken bir tabanca kabzası yed i...
A k lı başına geldiği zaman sahne, polisler, candar-
m alarla dolm uştu... A ya ğ a kalk ar kalkm az bağırdı:

169
« V ik to r... N erede V ik to r? ...»
M üddeium um i ifadesini alm ak için susturdu:
«A nlatm anız lâzım dır nasıl oldu m esele... D i­
m i fe n d im ?...»

O gece sabaha k ad ar u yu yam ad ı... O rtadan


kayb o lan lar V ik to r’la Suzan’d ı...
H albuki Suzan biraz sonra geld i... Ç o k çaba-
landığı için herifler bırakm ışlardı: «Tırnaklarım la
yüzlerini p arçalad ım ...» d iyo rd u ... V ik to r’ un b ay­
gın ve Ç öm lekçizâde’nin kucağında olduğunu söy­
led i...
R ah m i sabahı zor y a p tı... Ş a fa k la beraber
candarm a kum andanının dairesine g itti... O rtalığı
süpüren bir neferden başk a kim se y o k tu ...
D ışarıda, k ar altında d o laştı... K ah velere girdi
ç ık tı... V a k it geçm iyordu.
M eydan yerindeki b üyü k saat dokuzu vu rd u ...
R ah m i topuklarına k ad ar k ara göm ülerek do­
laştı...
S aa t buçuğu ça ld ı...
Saat onu ça ld ı...
C an d arm a kum andanı gocuğuna bürünm üş, çiz­
m elerini çekm iş, elinde dikenli bastonuyle göründü.
R ah m i koştu. F a k a t öteki bunu görür gö r­
m ez: «G ördünüz mü akşam yap tığın ız ı?... Başım ıza
iş açtınız!» diye azarladı.
«B iz mi b e y im ?...»
«Elbet siz ... Hep kendi ihtiyatsızlığınız!»
«N için efen d im ?... N e yap abilird ik k i? ...»

170
C evap verm ed i... R ah m i sordu:
« Y a ln ız ... B ir takip filan çıkm adi m ı d a h a ? ...»
Y ü rü y e yürüye o d aya gelm işlerdi. D ik dik baktı:
«N e ta k ib i? ... B u h avad a m ı? ...»
Şaşırdı: « N a sıl... O nları b ırakacak m ısın ız?...»
« G e tirirle r!...»
« N e z a m a n ? ... İstediklerini yap tıktan sonra,
değil m i? ... N eye y a r a r...»
Ö teki, çizm elerini sobada k urutarak, cevap verdi:
«Pencereden dışarı b ak b ak alım ... B u havada
sen gider m isin ?...»
«G id erim ... Y a n ım a iki candarm a verin, gi­
d e rim !...»
R ah m i co ştu ... Ç ıld ıra ca k tı... B ağırd ı:
«Peki am a, siz bu memleketin inzibatını te­
mine m em ur değil m isin iz ?... H erkes cam m ve
nam usunu size em anet etmedi m i? ... M esul olaca­
ğınızı düşünmez m isin iz?... B u yaptığınızın kork ak lık
olduğunu düşünm ez m isiniz?»
« P o s ta !... - B ir nefer gird i-. A t şunu d ış a n !...»
«Başüstüne beyim ! -R a h m i’ye d ö n d ü -: B uyu ru n !»
O zam an: «Y ap m ay ın yüzbaşım ! -d iy e yal­
va rd ı-, A llah aşk m a y ap m ayın ... B ir tek candar­
m a ... Ben yayan yü rü yeyim ... Y a ln ız bir tek süvari
candarm a verin. B eraber gidelim .»
« A t d ışarı!»
N efer kolundan tuttu.
O, sallana sahana çıktı.

R ü y a d a gib iy d i... N e y a p a c a k tı?... K im e gi­


debilirdi bu yaban cı y e rd e ?...

171
H üküm et y o k m u y d u ?... B aşların da kendile­
rinin hür, nam uslarının em niyette olduğunu söy­
leyen bir hüküm et y o k m u y d u ?...
«O h! -d e d i-, sah i... kaym akam a çıkm adım .
O na söylerim , yalvarırım , hatta tehdit ederim ...
Y ü rü d ü ... H üküm et konağına g ird i-:
«B eyim ... A k şam siz de vard ın ız... K a d ın la rı­
m ızdan birisini k açırd ılar... B ir takip çıkarsanız.»
« H ay h a y ... Şim di candarm a kum andam na
yazarım .»
«Efendim , ben ona gittim. Beni dışarı attı.
B u h avada takip olm az, dedi. Y a lv a rd ım ... B ağır­
d ım ... D in lem edi...»
« Y a ...
D ü şü n d ü ... H erhalde kum andanın istem eyişinde
b ir sebep v a rd ı... Pencereden b a k tı... H akikaten kar
çılgın gibi savruluyordu.
« P e k i... Siz gidin, ben çaresine bakarım .»
« Ç o k teşekkür ederim beyim .»
R ah m i çıktı. Söz alm ış dem ekti... H anda bi­
raz o tu rd u ... Öğleden sonra hükümete uğradı.
K ay m ak a m ın yanına girdi:
« B eyim ... T ak ip çıktı m ı? ...»
« H a a a ... B a k unutm uştum !»
« O h ... Beyim , nasıl olur y a ? ...»
«H em b iliyor m u su n ... B oşu na kü lfet... N a s ıl
olsa b irkaç güne kad ar getirirler.»
« F a k a t bu b irkaç gü n d e... B un a nasıl taham ­
m ül e d ilir? ...»
«C anım herhalde kadının da gönlü vardı. B a k ...
Ö teki nasıl kurtulup gelm iş...»
«Baygınm ış efend im ...»

172
« L a f!...»
«B eyefend i... B o ş şeyler kon u şu yoru z... V ak it
geçe ce k !...»
Öteki k ız d ı... Kendisine, kazanın kaym akam ına
bu la f söylenir m iy d i?...
«B oş şeyler m î k o n u şu yo ru z?... B iliyor musun
ne d ed iğ in i?... B ir orospu için başım ıza iş mi aça­
caksın ?»
B u sefer R ah m i kızdı:
«O ro spu ... O rospu h a ... K aym ak am b e y ... O,
sizin nam uslu geçinenlerinizden bile n am u slu d u r!...»
B u la fa da kızm ak lazım geldiğini hissetti:
«E depsiz... T a k ip çıkarm ıyo ru m !...»
N a s ıl? ... T a k ip çıkarm ıyor m u y d u ?...
N için kendisine hâkim olam am ıştı, niçin b ö y­
le münasebetsiz la fla r söylem işti?... Bunu tam ir
etm eliydi:
« B eyim ... -d e d i-, beyciğim ... K u surum a bak­
m ayın ... P ek perişan oldu m ... A k lım başım da de­
ğ il... O benim için her şeydir b eyim ... Ben onsuz
yap am am ... Siz de gençsiniz; siz de sevm ek nedir
b ilirsin iz... Şim di onun ne halde olduğunu düşün­
m ek bile beni çıld ırtıyo r... Y alva rırım kaym akam
b ey ... Em redin de iki candarm a olsun çıkarsın lar...»
«H avalar açılsın da o zam ana kad ar gelmezse
k arak o lla ra so rd u ru ru z...»
«Bekleyem em ... O k ad ar bekleyem em ... M u ­
h ak k ak deli olu ru m ... -E lle rin i u zatarak y a lv a rd ı-:
Oh b eyim ... O nu buldurunuz, onu buldurursam z
size ne k ad a r dua edeceğiz... Sizi ne kad ar seve­
ceğiz... İnsanlardan büsbütün yüksek b ir kimse
olarak tanıyacağız -sözlerine bir dram edası verd i-,

173
siz bizim aşkım ızın yegâne m abudu olacaksınız...
Siz b izim ...»
«A m m a yap ışkan şeysin b e !... -d iy e bağırd ı-.
O dacıyı çağıracağım şim d i...»
Bu adam ı rikkate getirmeğe çalışm ak netice­
sizdi... G ö zyaşların ı avuçlarına silerek çıktı...
K a y m ak a m koltuğunun arkasın a yaslan arak de­
rin bir oh çekti:
« îy i ki candarm a kum andanına sordu m ... Çöm -
lekçizâdelerle uğraşıp dertsiz başım a dert mi aça­
c a k tım ? ...» diye söylendi.

R a hmi akşam a kad ar dolaştı ve bedelinin y a ­


rısını vererek b irkaç gün için bir at kira lad ı... T ek
b aşına V ik to r’ u aram ağa gidecekti... A tı alır alm az
sabahı fila n beklem eden yo la çık tı...
Şehirden uzaklaşınca gece olm uştu. H ayvanını
onların gittiği söylenen Türkm en köylerine doğru
sürdü. K a r kesilm iş, bulutlar h afiflem işti, ay bunların
arkasın da kurşunî abaju rlu b ir elektrik am pulü
gibi h a fif h a fif p arlıyo rd u ... Y a ln ız soğuk bir rüz­
gâr vardı. N ihayetsiz ovaların karlarını yalayıp
gelen bu rüzgâr sanki her m esamesine kızdırılm ış
bir iğne so k u yo rd u ... M uşam basın a daha iyi sarındı,
fak a t a y a k la n fena halde üşüdüğü için attan indi, diz­
ginleri kolun a geçirerek hızlı hızlı yürüm eğe başla­
d ı...
K a rla r ayaklarının altında, ağızda kauçuk çiğ-
neniyorm uş gibi sesler çıkarıyo rd u ... E n u fa k bir
hareket bile y o k tu ... A rasıra du rarak etrafı dinle­

174
diği zam an, cebindeki saatin tıkırtısından başka
şey d u yu lm u yordu ...
K a ğ n ı tekerleklerinin siyah izlerini taşıyan yol­
lar, beyaz k ar sahralarının ortasında, bir ölü elinin
m or dam arları gibi k ıvrın tılar y a p ara k u zu yord u...
«N e bitmez y o llar y a r a b b i!...» diye söylendi...
Ü ç gün, tam üç gün y ü rü d ü ... H astalıklı köylülerden
ekm ek istedi. Tezek alevinde ısınan çocu klara bir
kerpicin üstüne otu rarak ders anlatm ağa çalışan
k ö y m uallim lerinden yol ve haber so rd u ...
Üçüncü gündü. Ö ğleye doğru b üyü k b ir çam
orm anından eli tabancasında, kurt sesleri dinleyerek
geçerken, uzaklarda at nallarının sesini du yd u...
B iraz sonra tepeden dört beş süvari göründü.
O , kenara çekilerek bekledi, yak laştıkları zam an
gördü ki bun lar arad ıklarıd ır ve birisinin kucağında
V ik to r yatıyor. Hem en önlerine çik tı... O nlar bunu
görü r görm ez filintaların ı doğrultarak:
« D ep re şm e!...» diye b ağ ırd ılar...
Y a k la şın ca kendi araların da m üzakereler oldu.
Sonra birisi inerek R a h m i’ nin üstünden silâhlarını aldı,
tekrar atm a atladı. K u cak ların d a baygın duran
kadım karların üstüne b ırakarak gerisin geriye
dörtnala u zaklaştılar...
S iyah yam çılarının eteklerini savu rarak beyaz
çam dalları arkasında gözden kayb oldu kları vakit
R ah m i ne yap acağm ı düşündü...
« D ö n m e li!...» d ed i...
V ik to r’ u kucağına a larak h ayvan a a tla d ı... A ğ ır
ağır y ü rü d ü ... S oğu k y o k tu ... H ele orm andan çık­
tıkları zam an güneş bile görünm eğe başlam ıştı.
K ış günlerinin bu tatlı öğle güneşi bulutların arasından

175
o vaya, karların üstüne uzandıkça insan kendisini
altın sütunlu bir kubbenin altında ve b ir merm er
sarayda zannediyordu.

D ö rt gün sonra, bir gece y a n sı k asab aya gir­


d iler... Zayıflam ışlar, sararm ışlar, boğazlarına ka­
dar çam ura batm ışlardı... K a rla r eridikçe balçık­
laşan yo llar, zam klı kâğıtlara yapışan sinekler gibi
onları çabalandırm ıştı...
H anda, R ahm i V ik to r’u kendi eliyle soydu,
yatağa y atırd ı... Onun rutubetten sızlayan ayaklarım
avuçlarıyle o ğarak ısıttı...
S ac sobalı u fak od aya bütün kum panya efradı
birikm iş,
«A şkolsu n be -d iy o rla rd ı-, biz seni gürültüye
gitti san m ıştık...»
O an lattı... H eriflerin V iktor’u şehre k ad ar
getirm ek zahmetine bile katlanm ayarak karlan n
ortasında nasıl bıraktıklarını; dönüşte kalm ak is­
tedikleri köylerin kendilerini nasıl istem eyerek kabul
ettiklerini an lattı... K ay m ak a m la candarm a ku­
m andanının kendisine neler yaptığını anlattı:
«Hemen gid elim !... -d e d i-, bu berbat yerde
durm ağa gelm ez...»

İki gün sonrayd ı; öğle üzeri R ah m i yol teda­


rikleri yap m ak için çarşıya gitm işti. B ir candarm a
geld i:

176
«V ik to r H anım ı kaym akam bey istiyor, bazı
şeyler so racakm ış!..» dedi.
Başım cam a d a y ay a ra k uzak dağlara b akan V ik ­
tor, duygusuz bir m akine gibi hazırlandı. Ç ünkü
kom iserlerin, candarm a kum andanlarının, kaym a­
kam ların çağırm asına a lışk ın d ı... B u vu ku atı eksik
olm ayan hayatta kaç kere istintaklar geçirmiş, kaç
kere toprak zeminli tevkifhanelerde yatm ıştı...

K a y m ak am odada yaln ızd ı... V ik to r girince,


«G eçm iş olsun -d e d i-, inşallah hepsi cezalarını
b u la ca k la r...»
Evvelce b ir takip bile çikarm ayan adam şimdi
alâk ad ar oluyor, ince ince sualler soruyordu. Bunun
tek sebebi işgüzarlıktı. B azı kötü niyetlilerin, «M e­
seleyi örtbas etti!» demelerine m eydan verm em ek için,
hazır kadın da bulunm uşken, bir faaliyet gösterm e­
liydi. N asıl olsa işin gürültülü patırtılı kısm ı geçmiş­
ti...
Y a ln ız konuşm a ilerledikçe tu h a f tu h a f bir şey­
ler olduğunu h issetti... G özlerini V ik to r’un beyaz,
solgun yüzünden, koyu m avi gözlerinden ayıram ı­
yordu. İçinden, «A m m a enfes şey b u !..» diye söy­
lendi.
B u kadına karşı zaptedilemez b ir hırs du yu yor­
d u ...
K oltuğu n dan kalk arak kızın yanındaki iskem ­
leye oturdu. Elleri iradesini dinlemeyerek, onun aşa­
ğıya doğru mecalsizlikle sallanan uzun kollarım y a ­
kalam ak istiyordu.

177
N için çekiniyordu san k i?.. Bu sapa kazanın
kralı demek değil m iydi o ? .. K im hesap sorabilirdi
kendisinden?.. B ilhassa böyle bir tiyatrocu kız için!..
Y ü zü kıpkırm ızı olmuştu. D am arların da dola­
şan kan değil, yan ard ağ lâvlarıydı sanki. H er uzvu
geriliyor, titriyor, dudakları, farkınd a olm adan, diş­
leri arasında parçalanıyordu. N e söylediğini şaşır­
m ıştı:
«Senin bu kad ar güzel olduğunu bilseydim ta­
kibe kendim çıkard ım !» diyor, m üfrit hareketlerden
menetmeğe çalıştığı elleriyle onun om uzlarına doku­
nuyordu.
N ih ayet kaynayan bir çaydanlık gibi taştı...
V ik to r’ un kollarım sım sıkı yakalad ı:
« G el -d e d i-, gel!.. Bitirdin beni!..»
G en ç âzalarının kuvvetiyle onu k u caklad ı...
Bazen solan, bazen kırm ızılaşan titrek dudaklarını
kadının gerdanına yap ıştırd ı...
V ik to r serbest kalan bir eliyle onun başını it­
meğe çalışıyor:
«N e yapıyorsunuz?.. Ç ıldırdınız m ı?.. N e ya ­
pıyorsu n u z?..» diye bağırıyordu.
O danın öteki başındaki kanepeye götürm ek için
kucakladığı esnada kadın silkindi. K o lların ı kur­
tardı, o zam an kaym akam ın aklına bile getirmediği
bir şey oldu:
Beyaz, z a y ıf bir kol k a lk tı... K aym ak am ın su­
ratına şiddetle indi.
K a y m ak am ince p arm akların tom bul yanağın­
da bıraktığı izleri oğu ştu rarak m asanın yanına sıç­
radı.
A ç bir köpek iştahla sarıldığı b ir et parçası ağ-

178
zindan kapıldığı zam an, nasıl kızar ve vahşileşirse,
kaym akam da öylece kızdı, vahşileşti ve ku du rd u...
Ö yle adam lar vard ir ki, haysiyet, şeref gibi k a ­
yıtlara aşina olm ad ıkları halde, gurur ve nahvetleri-
ne dokunulur, acizleri yüzlerine çarpılırsa, kendile­
rini kaybedecek k ad ar hiddetlenirler.
Bu da, her ne kad ar sakin olm ağa, itidalini m u­
h afazaya çalışıyorsa da, gözleri bir noktaya dikilm iş,
bu tokad a mükem m el bir m ukabelede bulunabilm ek
için düşünüyordu.
M asan ın üstündeki kalem i şiddetle a ld ı... T it­
reyen elleriyle beş, altı satır yazdı.
K ap ın ın önündeki hadem eye karak ol kum andanını
acele çağırm asını söyledi, o gelince kâğıdı uzatarak,
«B u kadını a l... -d e d i-, fahişelik yapıyorm uş;
Ç öm lekçizadelerle dağa filan kaçm ış, evvelâ hükümet
doktoruna, sonra da um um haneye götürürsünüz...»
B irbiri arkasın a gelen bu vakaların aptallaştır­
mış olduğu V ik to r’u kolundan tu tarak götüren k ara­
kol kum andanına,
«D ik k at edin h a ... M esul ederim !» diye bağırdı.
B iraz sonra od aya gelen candarm a kum anda­
nına va k ay ı anlattı ve hiddetle m ırıldandı:
«G örsü n kaym akam tok atlam ayı!..»
D işlerini çıkararak sırıttı... Islık gibi bir sesle,
«Hem ne zam an olsa elimizde dem ektir -d e d i-,
yalnız arası biraz soğusun!..»

B u son v a k a R a h m i’yi fena halde sarstı, m uva­


zenesi bozuldu. B ir meczup gibi sokaklarda dolaşı­

179
yor, her gördüğü adam ın yanına sokularak derdini
anlatıyor, muavenet, m erham et dileniyordu.
K a ç gece kaym akam ın kapısı önünde bir köpek
gibi u lu yarak ağlad ı... K a ç kere jan d arm a kum an­
danının yolunu bekleyerek onun eteklerine sarıld ı...
K a ç gece um um haneye girm ek isteyerek nöbetçi
jan darm adan azar ve tekm e yedi.
K u m p an ya efradı da artık dağılm aya başlam ış­
lardı. Y a ln ız eski patronlarını bu halde b ırakıp git­
meğe gönülleri razı olm ayan dört beş kişi, onu kan ­
dırm ağa, buradan götürm eğe çalışıyordu ...
G ene bir akşam dı, alaca karanlıkta evine giden
kaym akam yold a R a h m i’ye tesadü f etti:
«G ene mi sen?..»
« V ik to r’u bana ve r! -d e d i-. V ik to r’u bana ver,
bir saat bile beklemeden buradan gideceğim.»
Beklenm edik bir cesaretle kaym akam ın yakasın ­
dan tuttu:
«E ğer verm ezsen... O zam an ... B iliyor m usun...
O zam an seni öldü rü rü m ... B u elim le... B oğazını
sık arım ... Seni zevkle... K a h k a h a y la öldürürüm ...
Bilsen seni öldürm ek ne tatlı o lu r... Y a rın dairene
geleceğim ... Onu o rad a bulurum değil m i?.. Y o k s a !..»
Ellerini u zatarak korkunç işaretler y ap tı... Hızlı
adım larla dolaşık sokaklarda kayb o ld u ...
K a ym ak am şaşırm ıştı, bu gözlerin sahibi dedi­
ğini yap acağa b en ziyordu ... B u adam bir d eliydi...
Ö yle y a ... A d am akıllı deli.
S onra bu vaziyet, h alk arasında u fak tefek m ı­
rıltılar çıkm asına da sebep o lu yord u ...
B ir ç a re ... Bütün bunları toptan tem izleyecek
bir çare lâzım d ı...

180
G ü ld ü ... B ir fab rik a gibi şeytanî fikirler yapan
kafası, bu çareyi de bulm uştu:
Ertesi gün, kom ik-i şehir R ah m i' B ey kum pan­
yası, b irço k vu ku ata, mem leket inzibatım ihlâl ede­
cek ahvale sebebiyet verdiklerinden, b ir y aylıya dol­
durularak, idareten k aza hududu haricine, — iki ja n ­
darm a refakatiyle— çıkarılıyo rd u ...

Y a y lı, çum urlu y o llard a acı, boğuk sesler çıka­


rarak ilerliyord u ... H a va kap an ık ve sıkıntılıydı.
Üzerinde yer yer su birikintileri duran ova, kirli bir
so fra m uşam basını an d ırıyord u ... A lç a k bir tavan gibi,
ıslak yerlere yak laşan bulutlarla, u fk u n m anzarası
m ünasebetsiz ve çirkindi. Tepelerinde beyaz k ar y ı­
ğınları duran kırm ızı topraklı dağlar, R ah m i’ nin
gözüne, iltihaplı k an çıbanları gibi görü nü yordu ...
Öğleye doğru Ü züm cü deresinin çağıltısı işitil­
d i... A rab acı,
« Ç ay taşm ış d iyo rlard ı... G a lib a köprü korku ­
luklarını d a sel götü rm ü ş... Su ço k sa geçemeyiz,»
dedi. G eld ikleri zam an suyun epeyce alçalm ış o l­
duğunu gö rd ü ler... A ra b a , tekerlekler dokundukça
yerinde o yn ayan kalasların üzerinde sarsılarak yü rü ­
dü. D ere, aşağıda, çağlayan şiddetiyle akıyordu. Ç a ­
m urlu, asabî sular bazı büyük taşlara çarp arak k ö ­
pürüyorlar, sonra beyaz bir sakal gibi u zayarak k ay ­
b o lu yo rlard ı... K ö prü n ü n ortasına gelm işlerdi... B ir­
denbire atlar şaha k alk tı... B aşlarını kaldırıyorlar,
tepine tepine köprünün kenarına yaklaşıyorlardı.
İçeride feryatlar k o p tu ... N asıl oldu bilinemez, ara­

181
ba — birbiriyle konuşarak yanm dan giden iki ja n d a r­
m ayı da sürükleyerek— aşağıya u çtu ... K ahverengi
sulara göm üldü...

B ir gün odasında:
«Teverrüm ettiği m elfu f tabip raponıyle de te-
eyyüt eden um um hane serm ayelerinden V ik to r’un
hastaneye şev k i...» hakkındaki evrakı okuyan kay-
m akam in yam na topal birisi girdi ki bu, m ahut vak­
adan — sakat o larak — kurtulabilen yegâne adam , ja n ­
darm alardan biriyd i...
H astaneden yeni çıktığı için derm ansızdı, bir
kanapenin ucuna ilişti:
«B eyefendi!.. İçim e dert o lacak d a ...» diye baş­
lay a ra k birçok şeyler söyledi.
B ilhassa, o vakanın, söylendiği gibi kaza olm a­
dığını, çünkü köprünün üstünde giderken arabanın
içindekilerden kızıl saçlı bir adam ın atılıp dizginleri
yakaladığını, şiddetle asılarak arabacının ve h ayvan ­
ların m ukavem etine rağm en dereye sürüklendiklerini
a n la ttı...
F a k a t kaym akam kendisine, herhalde korku y­
la hayalet görm üş olduğunu, b öyle zırva la fla rı b ı­
rakm asını, sonra elâlem in alay edeceğini, hatta mes­
uliyeti bile olduğunu, hülâsa çenesini kapatm asını
sö yled i...

1928

182
D AĞ LA R VE RÜ ZG Â R
Birinci Basım 1934
İkinci Basım 1943
Üçüncü Basım 1965

Dördüncü Basım
H aziran 1973
D AĞLAR

Başım dağ, saçlarım kardır,


D eli rüzgârlarım vardır,
O valar b an a ço k dardır,
Benim meskenim dağlardır.

Şehirler ban a bir tu zak;


İnsan sohbetleri y a sa k ;
U zak olun benden, uzak,
Benim m eskenim dağlardır.

K alb im e benzer taşları,


H eybetli öter kuşları,
G ö ğ e yakın d ır b aşları;
Benim m eskenim dağlardır.

Y â rim i ellere verin;


Sevdam ı yellere verin;
Y elleri bana gönderin:
Benim meskenim dağlardır.

B ir gün kadrim bilinirse,


İsm im ağza alınırsa,
Y erim soran bulunursa:
Benim meskenim dağlardır.

1931

185
SERVİ

B ir servi dedi ki ban a:


« R ah at benim akım dadır.
B aşın ı vurm a dört yana,
R a h a t benim akım dadır.

Ç o k koşup çok yorulm uşsun,


Y o lla rd a yalnız kalm ışsın,
G ü ven ip b an a gelmişsin,
R a h a t benim akım dadır.

S an a köküm de yer versem,


G ölgem i üstüne gersem ...
H ey rahat isteyen sersem !
R a h a t benim a k ım dadır.

Serin serin uzanırsın,


Çiçeklerle bezenirsin,
Y a t burada, kazanırsın,
R a h a t benim akım dadır.

Y â r in de gezer dolaşır,
B ir gün b u raya u laşır;
H asretler burda buluşur,
R a h a t benim akım dadır.»

1933

186
İSTEK

Y a n ıy o r beynim in kanı,
Bilm em nerelere gitsem ?
İçim e sığm ayan canı
H angi rüzgâra eş etsem ?

A k şam sular k arard ı mı,


B ir dağa versem ardım ı,
İçim i yak an derdimi
Sağır göklere an latsam ...

İçiliversem dem gibi,


K ın lıversem cam gibi,
Şam danda yan an mum gibi,
Sabahı görm eden b itsem ...

B ir yüce orm ana dalıp,


Y a bir dağ başına gelip,
Beni yarad an ı bulup
M alın ı b aşına atsam ...

Görünm ez kollar boynum da,


Y â rin hayali koynum da,
Sıcak bir kurşun beynim de,
B ir ağaç dibinde yatsa m ...

1933

187
M ELÂN KO Lİ

Beni en güzel günümde


Sebepsiz bir keder alır.
Bütün öm rüm ün beynimde
A c ı bir tortusu kalır.

A n layam am kederim i,
B ir ateş y a k a r derimi,
İçim d ar bulu r yerimi,
G ön lüm dağlarda bunalır.

N e kış, ne yazı isterim,


N e bir dost yüzü isterim ,
H a fif bir sızı isterim,
A ğrılar, sancılar gelir.

Y an ım a düşer kollarım ,
G örünm ez olu r yollarım ,
E n sevgili em ellerim
Önüm e ölü serilir...

N e b ir dost, ne bir sevgili,


D ün yadan u zak bir d eli...
Beni sarar m elankoli:
K a fa m ın içersi ölür.

1932

188
GÜNÜMÜZ

A k lı kafam ızdan sürsek,


İlm in içine tükürsek,
D ü n yaya çevirip dirsek
G ünüm üzü hoş geçirsek...

G ö k ten ve yerden uzakta,


N eşe, kederden uzakta,
D üşüncelerden uzakta,
Günüm üzü hoş geçirsek...

N e dost yüzünü yalasak,


N e dü şm an lan d alasak,
K endim izi oyalasak,
Günüm üzü hoş geçirsek...

V ücut cevhersiz bir kalıp,


Hiçe gider hiçten gelip.
B ir tenhaca köşe bulup,
Günüm üzü hoş geçirsek...

T o p rağa girinceye dek,


E srârı görünceye dek,
Y a n i, geberinceye dek,
G ünüm üzü hoş geçirsek.

1932

189
HAPİSHANE ŞARKISI

G ök lerd e kartal gibiydim ,


K an atlarım d an vuruldum ;
M o r çiçekli dal gibiydim ,
B ah ar vaktinde kırıldım .

Y â r olm adı bana devir,


H er günüm bir başka zehir;
Hapishanelerde demir
P arm aklıklara sarıldım .

Coşkundum p ın arlar gibi,


Sarhoştum rüzgârlar gibi;
İh tiyar çınarlar gibi
B ir gün içinde devrildim .

Ekm eğim bahtım dan katı,


Bahtım düşm anım dan kötü;
B öyle kepaze hayatı
Sürüklem ekten yoruldum .

K im seye soram adığım ,


D oyu n ca saram adığım ,
G örm esem duram adığım
N azlı yârim dan ayrıldım .

1932

190
HAPİSHANE ŞARKISI

II

E y gönül, kuşa benzerdin,


K afesler sana d ar gelir;
B ir yerde durm az gezerdin,
H apislik sana zor gelir.

E y gönül, acayip huyun,


Boğazından geçmez tayın,
A cır testindeki suyun;
A k lın a nazlı y â r gelir.

G özlerin uzağa b akar,


K im d en ne beklediğin v a r?
Y â r sem tinden gelen rüzgâr:
«Seni u n u ttu!..» der gelir.

B akm azsa senin yüzüne


Ç o k görm e elin kızına;
D ışard a serbest gezene
H apiste yatan hor gelir.

A yağın d a gezen itler,


Başının üstünden atlar;
H apise düşen yiğitler
Y â r i dışarda k o r gelir.

1933

191
HAPİSHANE ŞARKISI

II I

B u rd a çiçekler açm ıyor,


.K u şlar süzülüp uçm uyor,
Y ıld ız lar ışık saçm ıyor,
G eçm iyo r günler, geçm iyor.

A vlu d a volta vururum ;


K â h düşünür, otururum ,
T ü rlü hayaller görürüm ;
G eçm iyo r günler, geçm iyor.

G ön ü ld e eski sevdalar,
G özüm de dereler, bağlar,
A yn a d a h ayalim ağlar,
G eçm iyo r günler, geçm iyor.

D ışard a mevsim baharm ış,


G ezip d olaşan lar varm ış,
G ü n ler su gibi akarm ış...
G eçm iyo r günler, geçm iyor.

Y a n ım d a yatan yabancı,
H er söz zehir gibi acı,
Bütün dertlerin en gücü;
G eçm iyor günler, geçm iyor.

1933

192
HAPİSHANE ŞARKISI

IV

E y yâr, bu acı demlerde


Sen ko ru benim aklım ı...
K a rard ım kald ım dam larda,
A yd ın lat benim y o lu m u ...

N efesin esen rüzgârda,


Saçların savrulan karda,
Y erd e, gökte, bulutlarda,
A rarım nazlı gü lü m ü ...

K a ra n lık göklerde aysın,


K u r a k o valard a çaysın,
B ir tek inandığım şeysin,
U zattım sana elim i........

D üşm anlar gülüp sevinsin,


D o stlar arkasını dönsü n...
Benim güvendiğim sensin,
K ırm azsın benim gön lü m ü ...

B ir gün şu dam lardan çıksam ,


G elip önüne diz çöksem ,
A ğ lay ıp içim i döksem ...
A n latsam sana h alim i...

1933

193
HAPİSHANE şa r k isi

Başın öne eğilmesin,


A ld ırm a gönül, aldırm a;
A ğlad ığın duyulm asın,
A ld ırm a gönül, a ld ırm a...

D ışard a deli dalgalar


G e lip d u varları y alar;
Seni bu sesler oyalar,
A ld ırm a gönül, a ld ırm a...

G örm esen bile denizi,


Y u k a rıy a çevir gözü:
D eniz gibidir gökyüzü;
A ld ırm a gönül, ald ırm a...

D ertlerin kalkınca şaha


B ir küfür yo lla A lla h a ...
G ö recek günler v a r dah a;
A ld ırm a gönül, a ld ırm a...

K u rşu n a ta ata biter;


Y o lla r gide gide biter;
C eza yata y ata biter;
A ld ırm a gönül, a ld ırm a...

1933

194
GURBET HAPİSHANESİ

D üşünm e, gününü doldur


G u rb et hapishanesinde;
G ü n ler yıllara bedeldir
G u rb et hapishanesinde.

Bahtım d ağları aşırdı,


Y âd eld e dam a düşürdü.
Y in e gözlerim yaşardı
G u rb et hapishanesinde.

A k şam gökler bulutlanır,


D em ir k ap ılar kitlenir,
G ö n ü l her derde katlanır
G u rb et hapishanesinde.

H âlini bilen bulunm az,


Y ü zü n e gülen bulunm az,
K a p ıy a gelen bulunm az
G u rb et hapishanesinde.

G eniş ol, göklere bakın,


Ç ıkacağın günler y a k ın ...
Y â r , beni unutm a sakın
G u rb et hapishanesinde.

1933

195
K IZ K A Ç IR A N

D ağ la r dik, çeşm eler kuru,


Y ârim in benzi ço k sarı;
Ölüm var, dönülm ez geri;
Y ü rü yağız atım , y ü rü ...

D ağ la r geçilm iyor kardan ;


A m an y o k candarm alardan.
A yn lam ad ım bu yârd an ;
Y ü rü yağız atım , y ü rü ...

Y â r im bu gece yoruldu,
K a çırd ığım a darıldı;
B ak , d ah a sıkı sarıldı;
Y ü rü yağız atım , y ü rü ...

N a sıl titriyor korku dan :


K ald ırd ım onu u ykud an;
Sesler geliyor doğudan;
Y ü rü yağız atım , y ü rü ...

Peşim e düştü takipler,


Boynum u bekliyor ipler;
Z eyb ekler seni a yıp lar;
Y ü rü yağız atım , y ü rü ...

1932

196
M A Y IS

M ay ıs, ayların gülüdür,


T aze b ir çiçek dalıdır,
içerim ateş dolu du r;
M a y ıs’ta gönlüm delidir.

Y e şil dağlara göçülür,


K ız ıl şarap lar içilir;
Y â r im dökülüp saçılır,
M a y ıs’ ta gönlüm delidir.

G ö k lere karşı yatılır,


Dertlerim iz unutulur;
E ski sevgiler atılır;
M a y ıs’ta gönlüm delidir.

U zak ta ku şlar seslenir;


G ön lüm genişler, b eslen ir;,
Y a şa m a ğ a heveslenir,
M a y ıs’ta gönlüm delidir.

Y u m u şa k rü zgârlar eser;
Çim enlerde yârim gezer,
Y a n ılır, bana gülüm ser;
M a y ıs’ ta gönlüm delidir.

1932

197
H EY

K aygu su z, deli bir kuştum ,


Senin dalına kondum h ey!
Y ü k se k yerlerde uçmuştum,
A y a k ucuna indim hey!

D enizler gibi derindim,


G özlerine sığ göründüm .
K a rlı dağlardan serindim,
S an a sokuldum , yandım h ey!

Tükenm ez mihnetler çektim ,


K a n lı gözyaşları döktüm ,
A k ıllıla ra örnektim ,
D ivânelere döndüm hey!

 şık la r sana ne yap sın ?


D u d a k la r nereni öpsün ?
Sen b ir acayip şarapsın,
D ah a içmeden kandım h e y !

Y â d ın ı düşürm ez dilim ,
S an a ulaşır her yolum ;
K irli, günahkâr bir kulum ,
Y ü zü n e b ak ıp yundum h ey!

1932

198
Y E T M E Z M İ?

A ş k seni h arab etm ez mi ?


T ak atim tüketm ez m i?
Şendeki ateş bitm ez mi ?
Yetm ez mi gönül, yetm ez m i?

A şk ın a yo k tu r endaze,
A k lın ı ald ı o taze,
 lem e oldun kepaze,
Y etm ez m i gönül, yetm ez m i?

Y â r yo lu n a baktırdığın,
U yku su z bıraktırdığın,
A ş k yüzünden çektirdiğin,
Yetm ez mi gönül, yetm ez m i?

H an gi derdim i sayayım ?
A şk a nasıl d ayan ayım ?
Y an d ım , daha m ı yan ayım ?
Yetm ez mi gönül, yetm ez m i?

G öğsüm de tıkanır sesim,


Y o k yaşam ağa hevesim ;
Ben b ir derm ansız bîkesim,
Y etm ez mi gönül, yetm ez m i?

1932

199
A Y IR D IL A R

E ller a raya girdiler,


T ü rlü fesatlar kurdular,
Sevdam ızı ço k gördüler,
Seni benden ayırdılar.

Eridim , tükendim gam da;


İn s a f y o k beni âdem de,
E n fazla sevdiğim demde
Seni benden ayırdılar.

G ezilm ez diyarlar gezdim,


Y a z ılm a z koşm alar yazdım ;
B en sensiz yaşayam azdım ,
Seni benden ayırdılar.

Şaşırdım aşk a düştükçe,


Y e re vuruldum coştukça;
D oğru lup sana koştukça
Seni benden ayırdılar.

K u rb a n ı oldum b ir hiçin,
G örm em yüzünü sevin cin ...
N için güzel yârim , niçin
Seni benden a yırd ıla r?

1932

200
K IY A M A D IĞ IM

H ey b ir zam an b ak ıp bakıp
Seyrine doyam adığım !
Şim di gurbette b ırakıp
Sesini duyam adığım !

E vde kapam p kaldın m ı?


Seyran a çıkıp güldün m ü ?
B aşk aların ın oldun m u ?
«B en im sin !» diyem ediğim !

A k ıtıp gözüm yaşın ı


H atırlarım gülüşünü;
K ıv ırc ık saçlı başını
G öğsüm e k oyam ad ığım !

D ik yam açların selisin,


Sen benden d ah a delisin,
Şim di kim lerin ku lu su n?
B aşın ı eğem ediğim !

N asıl vurgunum bilirdin,


N için benden yüz çevird in ?
K im lerin koyn un a girdin ?
Öpmeğe kıyam adığım !

1932

201
U N U T A M A D IM

G ön lüm ü avutam adım ,


Seni söküp atam adım ,
Ben ahtım ı tutam adım ,
Y â r , seni unutam adım .

Bah tın lûtfuna ermişim,


Gönlüm ü sana verm işim .
M eğer ne ço k severm işim ,
Y â r , seni unutam adım .

G ö n ü l bir acayip deli,


Y â rin azâdolm az kulu.
Bilem edim neylem eli ?
Y â r , seni unutam adım .

K a lk sa m gönlüm ü azada
E ski günler gelir yâd a;
B u nisyan dolu dünyada
Y â r , seni unutam adım .

K en dim i aldırdım gam a,


Y erleştin kaldın kafam a;
U n u tm ak istedim am a
Y â r , seni unutam adım .

1932

202
A Ğ LA YI AĞLAYI

Y â r , senden uzak ellerde


K a ld ım ağlayı ağlay ı;
B itip tükenm ez yollard a
Ö ldüm ağlayı ağlayı.

Bilm em sihir m i, büyü mü ?


Çözülm ez aşkın düğüm ü;
Ben sende istediğim i
Buldum ağlayı ağlayı.

G üzel gördüm yığın yığın,


Bel ince, gözleri b ay g ın ...
Hepsinden güzel olduğun
Bildim ağlayı a ğ la y ı...

G e l gaflet etme beni bul,


K u ş gibi sineme sokul.
B a k , ben senin kapm a kul
O ldum ağlayı ağlayı.

Y â r , neden gözlerin süzgün?


Sak ın sen de mi üzüldün?
Ben senden ayrıldığım gün
G üldüm ağlayı ağlayı.

1932

203
KARA YAZI

G eçm edi yâre sözümüz,


Y o lla rd a kald ı gözüm üz,
Y e re çalındı yüzüm üz,
B öyleym iş k ara yazım ız.

Ç içekler açılm az oldu,


P ın arlar içilm ez oldu,
Y â r bize bir gülmez oldu,
B öyleym iş k ara yazım ız.

B u bahtım ızın işidir;


Bu her işlerin başıd ır:
Y â r başkasının eşidir,
B öyleym iş k ara yazım ız.

Y a ln ız ona y â r dem iştik,


O nda bir şey v a r dem iştik,
O bizi an lar dem iştik,
B öyleym iş k ara yazım ız.

H ey gönül gene bu gece


K ed erin geceden yüce;
G el susalım beraberce:
B öyleym iş k ara yazım ız.

1931

204
UZAKTA

H er gün seni arıyorum ,


N için benden uzaktasın ?
D ağ a, taşa soruyorum :
N için benden u zaktasın ?

Y a n ık bir bülbül ötüyor,


Sesini h atırlatıyor;
Y ü zü n gözüm de tütüyor,
N için benden uzaktasın?..

Çim enler sararıp yanm ış,


Ç içekler yere kapanm ış,
Y eryü zü çöllere dönm üş,
N için benden u zaktasın ?..

Şu köşede otururdun,
Şurda ayak ta dururdun,
Şurda salınır yürürdün;
N için benden u zaktasın ?..

Y ü zü m gülmeğe üşenir,
G özüm den yaşlar boşanır,
Sen yokken nasıl y aşa n ır?
N için benden u zaktasın?..

1932

205
ESKİSİ GİBİ

Seneler sürer her günüm,


Y a lm z gitm ekten yorgunum ;
Zannetm e sana dargınım ,
Ben gene sana vurgunum .

B aşk aların a gülsem de,


Senden uzak kalsam da,
Sevm ediğini bilsem de
Ben gene sana vurgunum .

D ağ ları aşınca başım ,


G e ri kaldı her yoldaşım ,
G el sevgilim , gel kardaşım ,
Ben gene sana vurgunum .

G ö n lü m seninkine yârdı,
A y n ı şeyleri duyardı;
A yak larım ız u y ard ı...
Ben gene sana vurgunum .

İtilm iş, tekm elenmişim ,


D oğduğum günde yanm ışım ,
Y a ln ız sana güvenm işim ;
B en gene sana vurgunum .

1931

206
B İR DOĞUM GÜNÜ İ Ç İN

G öklerin yüzü güldü mü


D ü n yaya geldiğin zam an ?
A zgın sular duruldu mu
D ü n yaya geldiğin zam an ?

G üneşler gibi tek m iydin ?


A y ışığından ak m iyd in ?
B öyle nazlı çiçek m iydin
D ü n yaya geldiğin zam an ?

Y ıld ızlar halin sordu m u ?


B ulu tlar selâm durdu m u ?
Y erlerin kalbi vurdu mu
D ü n yaya geldiğin zam an ?

A şkını candan duym uşum ,


C an ım yoluna koym uşum .
Tam dokuz yaşındaym ışım
D ü n yaya geldiğin zam an.

K im b ilir nasıl güzeldin,


G öklerd en yere süzüldün...
Benim alnım a yazıldın
D ün yaya geldiğin zaman.

1933

207
ÇOCUKLAR GİBİ

Bende hiç tükenmez bir h ayat vardı,


K ırla ra y ayılan ilk b ah ar gibi.
K a lb im her d ak ik a hızla çarpard ı,
G öğsü m ü n içinde ateş va r gibi.

B azı nur içinde, bazı sisteydim ,


B azı beni seven b ir göğüsteydim ,
K â h el üstündeydim , kâh hapisteydim ,
H er yere sokulan b ir rü zgâr gibi.

A şk ım iki günlük iptilâlardı,


H ayatım tükenm ez m aceralardı,
İçim de binlerce istekler vardı,
B ir şair, yahut bir hüküm dar gibi.

H issedince sana vurulduğum u,


A n ladım ne k ad ar yorulduğum u,
Sâkinleştiğim i, durulduğum u
D enize dökülen bir p ın ar gibi.

Şim di şiir bence senin yüzündür,


Şim di benim tahtım senin dizindir,
Sevgilim , saadet ikim izindir,
G ö klerd en gelen b ir yad igâr gibi.

208
Sözün şiirlerin m ükem m elidir,
Senden başkasını seven delidir,
Y ü zü n çiçeklerin en güzelidir,
G özlerin bilinm ez b ir d iyar gibi.

B aşın ı göğsüm e sakla sevgilim ,


G üzel saçlarında dolaşsın elim.
B ir gü n jağlayalım , bir gün gülelim,
Sevişen yaram az çocu klar gibi.

1931

209
K O ŞM A

Sevip sevip yâri ele kaptırm ak


K a r a bahtın bana eski işidir.
Ö m rüm deki yıllar kad ar y â r sevdim
H er biri bir başkasım n eşidir.

C an lar verdim her birinin yoluna,


H epsi girdi bir yiğidin koluna,
B ülbül bile kondu bir gül dalına,
B oşta gezen bizim gönül kuşudur.

B aktığım y o k üzüntüye, sevince,


F ery a t etmem y â r başından savınca,
Benim gibi sevm elidir sevince:
N e göz görür, ne kulağım işitir.

K a r a saçım dik başım da k ar oldu,


A k saçım la y âr sevmesi âr oldu,
B an a vu ran eller değil, yâr oldu,
Bu dert benim dertlerim in başıdır.

K im i âşık dileğine ulaşır,


Sevdiğiyle cüm büş eder, gülüşür,
K im i benim gibi garip dolaşır,
A sıl âşık kâm alm ayan kişidir.

1932

210
SO N M E K T U P

E y yâr, b u m ektubu aldığın demde


K a r a to p rak lara verdim kendim i...
H er şey bana engel oldu âlem de,
B ir coşkun nehirdim , yıktım bendimi.

Benim gönlüm doğuşundan deliydi;


B aşk a dünyaların şaşkın seliydi...
Bunun böyle olacağı b elliyd i...
H er şey biter sel yerine döndü m ü ...

D ün ya durm az, b ah ar olur, kış olur,


Belki senin gözün biraz yaş olur,
B en garibim , benim gönlüm hoş olur,
Sevdiklerim ayd a yılda andı m ı...

Y ıld ız olur sana ışık tutarım ,


B ülbül olur pencerende öterim.
Y e r altında belki rahat yatarım
Y e r üstünde çektiklerim dindi m i...

Şim di yaşam ayı tatlı bulursun,


K o şarsın , gülersin, tez yorulursun,
B ir gün olur yine bana gelirsin
Deli gönlün yaşam ağa kandı m ı...

1934

211
RÜ ZGÂR

A rzularım m uayyen bir haddi aşm ca


V e ku laklar sözlerime sağırlaşınca
B ir ihtiras duyup vahşî m aceralara
Ç ik ıyo n ım bulutları aşan dağlara.
T an rıların başı gibi b a şla n diktir,
Bu dağları saran sonsuz b ir genişliktir,
Ben de katıp vücudum u b u genişliğe,
B ak ıyo ru m aşağlarda kalan hiçliğe.
B u dağların bir rakibi varsa rüzgârdır.
R ü zgâr burda tek başına bir hüküm dardır.
B u rd a insan dum an gibi genişler, büyür,
B u dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür.
B u ralard a her düşünce sona yakındır,
B u rd a her şey bizden uzak, « 0 » n a yakındır.
B u rd a yoktur insanların düşündükleri,
R ü z gâ r siler kafalard an küçüklükleri.
Y an a ğ ım a çarpar geniş kanatlannı,
V e anlatır m âbutların hayatlarını.
A rasıra kulağını bana verdi mi,
Ben de ona anlatırım kendi derdimi.

« E y dağların dertlerini dinleyen rüzgâr!


Benim artık yalnız san a itim adım var.
G elm iş gibi uzaktaki bir seyyareden
Y ab an cıyım bu gürültü dünyasına ben.

212
Etrafım ın sözlerine aklım ermedi,
E trafım da b an a asla k u lak vermedi.
Senelerden beri h âlâ anlaşam adık,
B en de kestim anlaşm aktan üm idi artık.
G özlerim de h akikati sezen bir nurla
E trafım ı süzüyorum biraz gururla.
B ir dürbünün ters ta ra fı gibi b u dünya
E n b ü yü k şey, en asîl şey küçülür burda.
B u rd a yalan p a ra eden biricik iştir,
B u rd a her şey b ir yapm acık, bir gösteriştir.
K im i co şar din uğruna geberir, yalan !
K im i gider vatan için can verir, yalan !
B ir filo z o f yetm iş eser yazar, yalan dır;
B ir kahram an istibdadı ezer, yalandır.
Şairlerin b üyü k aşkı fan i bir kızdır,
B u dünyada herkes sinsi, herkes cılızdır.
N e h ak ikî aşktan b urda bir çakan vardır,
N e de onu görse dönüp bir b akan vardır,
H er büyüklük cüzzam gibi dökülür burda,
E n m uazzam ölüm bile küçülür burda.

Benim kafam acayip bir dim ağ taşıyor,


H er d ak ika insanlardan uzaklaşıyor.
Z am an zam an m ağlûp olsam bile etime,
İnsan olm ak dokunuyor haysiyetim e.

213
B üyü k, temiz bir arkad aş arıyor ruhum ,
İşte rüzgâr, şimdi sana sığm ıyorum !
A saletin yeri yoktur gerçi hayatta,
E n asîl seni buldum bu kâinatta,
G ü n eş gibi ne b in türlü ışığın vardir,
N e de süse, gösterişe baktığın vardır.
D eniz gibi m uam m a y o k derinliğinde,
B ir ferahlık, bir sa flık va r serinliğinde.
B ir dev gibi küçük, mızmiz sesleri yersin,
A lla h gibi görünm eden hüküm sürersin.
D üşm anıyım ben de cılız güzelliklerin,
R ü z g â r! B u dağ başlarında çırpınan serin
K an atların gökyüzünden akan bir seldir,
B an a kudret ve cesaret veren bir eldir.
Beşerlikten uzaktayım senin ülkende,
Senin gibi azam ete âşıkım ben de.
İşte rü zgâr! Senin gibi ben de deliyim .

Islık lan m senin gibi inlem elidir,


H erkes beni ürpererek dinlemelidir.
R ü z g â r! San a, yalnız sana benzemeliyim.»

1931

214
Ö YLE GÜ N LER GÖRDÜM K İ.

Öyle günler gördüm ki, aydın gökler k ararip


B ahtım bir bulut gibi üstüm e çöker oldu,
H er gözüm ü yum unca tanıdık yüzler görüp,
H ayaller alev alev beynim i y a k a r oldu.
Ü m itsizlik, gariplik dört tarafım ı sarıp;
Y ü zü m sın tsa bile, içim yaş döker oldu.

H er sabah ilk ışık lar gözlerim i oyardı,


U yan an taş du varlar iniltim i duyardı.

Ö yle günler gördüm k i, d u varlar gelir dile,


G özüm de canlanırdı eşkıya m asalları.
V arlığım ı sarardı, hain bir isteyişle
G örm ediğim yu m u şak bir düşm anın elleri.
K a fa d a çelik gibi fik irler dursa bile
K alp lerin eksik olm az böyle z a y ıf halleri:

B azen kendi kendim in elinden kurtulurdum ,


K a lb im i bir çam urda çırpınırken bulurdum .

Ö yle günler gördüm ki, dost dediğim insanlar


B en yan ına varın ca dudağını kıvırdı.
B ir zam anlar yanım da ağız açam ayanlar
Sırtım ı sıvazladı, bana öğüt savurdu.

215
Silâhsız gördüğüne saldıran kahram anlar
E n alçak tekm elerle beni yere devirdi.

R u h um b ir heykel gibi düşüp parçalanırdı.


B u sesleri duyanlar gülüyorum sanırdı.

Ö yle günler gördüm ki, tabanca şakağım da


T asarladım ayd ın lık dünyayı bırakm ayı.
G ön lüm acıklı buldu, en ateşli çağım da
S ö n ü k bir yıldız gibi b oşlu klara akm ayı.
Taban can ın nam lusu ısındı yanağım da,
Parm ağım istemedi tetiğini çekm eyi...

B ir sonbahar yağm uru gibi içim ağlardı


B ir şeyler fak a t beni yaşam ağa bağlardı.

E y b ir tane sevgilim , ben bugün yaşıyorsam


San m a ki h ayat tatlı, insanlar hoş olm uştur,
D ağ başında bir k aya gibiyim şöyle dursam
E trafım eskisinden daha bom boş olm uştur...
Y a ln ız sana borçluyum bugün dünyada va rsam :
Seni her andığım da gözlerim yaş olmuştur.

Y a ş la r ki bir ırm aktır, dertleri sürür gider,


G ö zyaşları içinde seneler yürür gider.

216
Y o k olm ak isteğiyle kalbim attığı zam an,
B an a Y a ş a der gibi gülen senin yüzündü.
D izlerim bir b atak ta yorgu n yattığı zam an
B acaklarım a kuvvet veren senin hızındı.
Y a şa ra n gözlerim de, güneş battığı zam an
S ıcak b ir yu va gibi tüten senin dizindi.

Sen aklım a gelince her şeyler gülüm serdi.


A ğ a ç la r şarkı söyler, rüzgâr tatlı eserdi.

E y sevgilim , bilirsin benim ne çektiğim i:


G a rip başım ın derdi bir yürek taşıyorum .
A n larsın niçin u zak yerlere baktığım ı:
İçinde yaşanm az bir dünyada yaşıyorum .
G örü n ce gülm e sakın çırpınıp aktığım ı:
Ilık ve aydınlık bir denize koşuyorum .

Sen benim sevgilim sin sevsen de, sevmesen de,


A rad ığım yerlere benzeyiş buldum sende.

1934

217
SABAHATTİN ALİ’NİN ŞİİRLERİ

Sait Faik gibi — hatta ondan çok — Sabahattin Ali


de hikâyelerin, romanların yanı sıra şiirler de yazm ıştır.
Bunların sayısı 65'i bulmaktadır. Bu, azımsanamayacak
bir rakamdır. Yazık ki, S. A li şiirlerinden ancak küçük
bir bölüğünü kitap haline getirmiştir. Geri kalanını
y a hiç yayımlam am ış y a da dergilerde bırakmıştır. Gerçi,
bunları beğenmediği için kitabına almadığı düşünülebi­
lir. Fakat, kendisi öldüğüne göre, onların tarihsel birer
belge niteliği kazandığı da inkâr edilemez. Çünkü, bu
belgeler S. Ali'nin hem kişiliğini, hem de sanatının evri­
mini tanımada bize yardım edeceklerdir.
Kaldı ki, bunlar arasında kitabının çıkışından sonra
yayımlananlar bulunduğu gibi, güzel denebilecek ör­
nekler de bulunmaktadır.
Bu bakımdan, D ağ la r ve R ü z g â rV a yer alanların
yanında, şimdiye değin gün ışığına kavuşamamış yahut
dergilerin tozlu yaprakları arasında unutulmuş şiirle­
rin de bir araya toplanması gerekmektedir.
S. Ali'nin basılmış, basılmamış bütün şiirleri üç
bölüme ayrılabilir:
1 — «.Dağlar ve Rüzgâr»,
2 — «Kurbağanın Serenadı»,
3 — Ö teki Şiirler.

218
«D A Ğ LA R VE R Ü ZG ÂR »

Bunlardan birinci bölüme girenler 1931 -1 9 3 4 y ıl­


ları arasında yazılm ışlardır. Bazıları, D ağ la r ve R ü z ­
gâr kitabına alınmazdan önce, dergilerde çıkmıştır.
Bunların sayısı 5'tir. Adları ve yayım yerleri şöyledir:
Dağlar (A tsız M ecm ua, 1 5 . 1 1 .1 9 3 1 ) , Rüzgâr
(A tsız M ecm ua, 15 .6 .19 3 1) , Karayazı (A tsız M ecm ua,
15 .4 .19 3 2 ), M a yıs (A tsız M ecm ua, 15 .5 .19 3 2 ), Unu­
tamadım (A tsız M ecm ua, 25.9 .19 32).
S. A li bunları yayımlanmamış şiirlerle birlikte
D ağ la r ve R ü z gâ r adlı kitapta toplamıştır.
Kitap 1934 tarihinde basılmıştır. Çevresinde olumlu
yankılar yaratm ıştır. Sözgelimi, Yaşar N abi kitabı
övgüyle karşılamıştır:
«Müellifin son yazılarını bir araya toplayan bu
kitabın m üm eyyiz vasfı halk edebiyatı tarzında bir de­
neme teşkil etmesidir. (...) Sabahattin Ali'nin tecrübe­
leri de muvaffak neticeler vermiş. Ve bize, şiirleri doğ­
rudan doğruya bir halk şairi elinden çıkmamış oldukla­
rını hissettirmekle beraber, o tanıdığımız ve sevdiğimiz
sam im î edayı tattırabiliyor. (...) Komplike imajlardan
k a stî olarak kaçınılmış olması, bu şiirlere büyük bir
sadelik vermiş. (...) Sabahattin Ali'de iç cevheri vardır
Yapmacığa ve gülünce düşmeden halk tarzında şiirler
yazabilm esi onun hesabına kaydedilecek büyük bir
m uvaffakiyettir.» (H akim iyeti M illîye, 2.4.19 34).

«K U R B A Ğ A N IN SERENADI»

K u rb ağ an ın Serenadı 1926 -1 9 2 9 yıllarında ya zıl­


mış ilk şiirleri kucaklar. S. A li Almanya'da bulunduğu

219
dönemde bu şiirleri eski yazıyla bir deftere geçirmiştir.
K itap biçiminde düzenlediği bu defteri «Kurbağanm
Serenadı», «Köprünün Çocukları», « Buruşuklar» ve
« Oyuncak » başlıklı dört bölüme ayırmıştır. Sonra,
1929'da defteri İstanbul'daki arkadaşlarından birine
göndermiştir.
K u rb ağan ın Serenadı’nda 21 şiir var. Bunlardan
8'i şimdiye değin hiç bir yerde yayımlanmamıştır. Geri
13'ü —bölümlerdeki sırayla — şu dergilerde basılmıştır:
Kurbağanın Serenadı (Servetifünun, 30.8.1928), Beşik.
(H ayat, 25. 5. 1928), Köprünün Çocukları (Servetifü­
nun, 2 5 .11.19 2 6 ) , Köprünün Geceleri (Servetifünun,
6 .1.19 2 7 ), Köprüde Sabah (M eşale, 1.8 .19 28 ), Serseri­
nin Ölümü (H ayat, 4.6.19 27), Buruşuklar (Servetifünun,
9 .12 .19 2 6 ), ilk Beyaz Saç (Ç ağlayan, 1.3 .19 2 6 ), Babam
İçin (G üneş, 15 .1.19 2 7 ) , Çakır (G üneş, 1.9 .19 2 7 ),
Sevdasız (Servetifünun, 19 3 1, sayı 326), Hayat-Bedbin-
(Servetifünun, 19 .4.19 28), H ayat -M efkûreci- (Irm ak,
1.4 .19 28 ).
Bu şiirleri dergilerde yayımlarken S. A li bazıla­
rında ufak değişmeler yapmıştır. Buna karşılık, bazı
şiirler de dizgi yanlışlarıyle çıkmıştır. Bundan ötürü,
ben buraya defterdeki asıl örnekleri almağı yeğ gör­
düm. Şairin defterindeki düzeni ve yazılışı bozma
dım.

«ÖTEKÎ ŞİİRLER»

Öteki Şiirler’/zı hepsi dergilerde yayımlanmıştır. Bu


sebeple, şiirler dergilerden olduğu gibi aktarılm ış ve
altlarına yayım yeri ve tarihi yazılm ıştır.
S. Ali'nin adı geçen iki kitabına da girmeyen ve

220
dergilerde unutulup kalan bu şiirleri 15 tanedir. Yayım-
lanış sırasına göre adları şöyledir:
A şk Başlangıcı, Kümeste Sabah, Acaba, Gecenin
Kemanı, Muallim, N e Kazandık, Gazel Naziresi, Ö k­
süz K ız M asalı, Dere, Kalbimde Aşkınız, Bir M acera,
Nefes, Benim Aşkım , Ruhumun Dalgaları, Terkib-i
Bend Risalesi, Mesnevi.
Bunlardan son ikisini üç y ıl önce şair - yazar Haşim
N ezihi O kay verdi bana, Yeni A dergisinde (M art 19 73)
Yayımladım. Ona da 1932'de S. A li vermiş, saklamasını
dilemiş. O sıra H. N. O kay Sinop'ta edebiyat öğretmeni
imiş. S. A li ise bir taşlama şiirinden ötürü Sinop Cezae­
vi'nde yatıyormuş...
S. Ali'nin divan edebiyatını ne kadar iyi bildiğini
gösteren bu şiirler, sandığıma göre, 1929'da Potsdam'da
yazılmış. Yani şairin Almanya'da öğrenci olarak bu­
lunduğu dönemde. Şiirlerden birincisi arkadaşı Pertev
N aili'ye (Boratav ), İkincisi M ustafa'ya (Seyit Sütüven )
gönderilmiş. «Mesnevimde şair daha çok kendinden,
« Terkib-i Bend»de ise kendisinden olduğu kadar arka­
daşlarından da söz açıyor. Fakat o tarihlerde henüz soya­
dı kanunu çıkmadığı için, arkadaşlarının yalnızca ad­
larını bildiriyor. Oysa, şiirin yeterince anlaşılabilmesi,
bu arkadaşların da tanıtılmasını gerektiriyor. Şairin
eski dostlarından sorup öğrendiğime göre, şiirde adı
anılan kişiler şanlarmış:
Hüseyin N ih a l: Nihal Atsız. Türkçü yazar.
Mehpare Hatun : Mehpare Taşduman. Nihal At-
sız'ın eski eşi. Şim di felsefe öğretmeni.
Nahit Hatun Nahit Hanım, edebiyat öğretmeni.
Şimdi emekli.

221
Sadiye Hatun : Dr. Suphi Artunkal'ın eşi. Felse­
f e öğretmeni.
Belkıs Hatun: Eczacı Haşan Derman'ın eşi. Şii-
rin yazıldığı dönemde eczacılık öğrencisi.
Münevver Hanım: O zamanlar öğrenci, sonradan
f iz ik öğretmeni olmuş.
Ekrem R eşit: Kütüphane memuru.
Tahsin M irza: Tahsin Banguoğlu, Dilci, yazar. Eski
M illî Eğitim Bakanı.
Hayrullah: Hayrullah Örs. Çevirmen, yazar.
Orhan Şaik: Orhan Şaik G ökyay. Şair, öğretmen.
N eşvet: N eşvet Hun. Felsefe öğretmeni, oyuncu
Ediz HurCun annesi.
Münir: Münir Karacık. O sırada kütüphane me­
muru. Hukuku bitirmiştir.
M ustafa: M ustafa S eyit Sütüven, Şair. 1969'daöldü.

A S IM B E Z İ R C İ

222
K U R B A Ğ A N IN SEREN AD I
Birinci Basım
H aziran 1973
K U R B A Ğ A N IN S E R E N A D I

B ir p açavra yırtıldı kam ışlar arasında,


B a k sevg ilim ; haddini bilm eyen b ir kurbağa,
B aşladı yosunlarda serenatlar çalm ağa...

Istırap, ses haline gelm iş yaygarasında:


Senelerce tozlu b ir rafta uyuyan kem an,
B öyle şikâyet eder reçinesiz bir yaydan.

F a k a t senin karşın da bu ne k ad ar küstahlık,


B ir kere kendisine b akm ıyor m u bu a h k ?
N asıl açıyo r sana gönlünün yarasım ?

A ca b a ne um uyor b öyle gevezelikte?


Şim di, ayak larım la öpüşen bu eşikte,
B ilm iyor mu k aç âşık kırd ı gitarasım ?

O d a bilir bunların neticesizliğini,


O d a senin karşın da duydu acizliğini,
O d a nâdim dir gönül verdiğine sevgilim !

M adem a ya k ucunda bir ku rb ağa vak lıyor,


K a ra n lık şim di bütün cürüm leri sakh yor;
Onu çiğne sevgilim ! Onu çiğne sevgilim !

1928

225
B E Ş İK

E n iyi ağaçlardan güzel b ir beşik yap ın !


Ben o raya gürbüz b ir çocuk yatıracağım .
Y o k ! İstemez... O k ad ar süslü olm asın sakın:
B en o raya öksüz bir çocuk yatıracağım ...

Z avallı... D o ğ ar doğm az anası kaçtı gitti;


F elek kü çü k kalbine bir y a ra açtı gitti,
Y a v ru c u k benden b aşk a kim lere güvensin k i?

B eşik çok güzel olsun, her gören beğensin ki,


Y a v ru m m elekler gibi bu beşikte yatacak ;
V efasız anasını b an a h atırlatacak...

O f!. H adi, baltanızı, testerenizi kap ın !


Y o k s a ben ağaçları dişlerim le oyacağım ...
Siyah abanozlardan bana bir beşik yapın:
B u beşiğe ben öksüz aşkım ı koyacağım ...

1927

226
KUDURM AK

G öğsüm de gözlerinin sapladığı bir bıçak,


Beynim de h ayaliyle alevlenen b ir ocak...
İçerim bu haldeyken herkes garip b ulacak:
Başım ı sükûnetle taşlara vurduğum u...

B u sükût çiğnenen bir m uhabbetin yasıdır.


B u sükût bir köm ürün içerden yanm asıdır.
B u sükût beynim deki cinnetin potasıdır;
G ö rü p aldanm ayınız sessizce durduğum u...

B en de nihayet bütün bağları kıracağım ;


Onu ıssız dağlara ahp kaçıracağım ,
Etini bir can avar gibi ısıracağım
V e, herkes seyredecek nasıl kudurduğum u.

1928

227
F İR A R

M eğer ben ne k ad ar b oş şeylere ağlam ışım ;


K a lb im h akikat diye b ir ihtim ale tapm ış.
N e m anasız şeylere m eğer bel bağlam ışım ;
M eğer benim peşinde koştuklarım serapm ış...

K im sede bulam adım m enfaatsiz b ir yü rek;


K a d ın la r b an a yalnız soğu k b ir deri verdi.
B ir kardeş sevgisini uzattığım her erkek,
Ç am urladıktan sonra kalbim i geri verdi...

A n ladım insanlardan geldiğini kederin;


U zak , herkesten u zak bir h ayat süreceğim.
B enim bu inzivam a taarruz edenlerin,
Y ü zü n e hakaretle, kinle tüküreceğim !...

1928

228
B Ü T Ü N İN S A N L A R A

D illerde gezen adım :


B ir seciyesiz, b ir it.
Nedense olam adım ,
Sizin gibi bir yiğit...

N e gaye taşıyorum ,
N e b ir dağ aşıyoru m ;
D elice yaşıyorum ,
N e ihtiras, ne üm it...

Y u h ... E ğer h ayat buysa,


B u ahm akça u ykuysa...
B an a kim sokulduysa:
H ad i dedim h adi g it!...

Bende ço k şey v a r am a,
A k ıl fila n aram a...
C iddiyetle aram a
K o y d u m dikenli bir çit.

229
Saçım a düşen aklar,
N e bir m acera saklar;
Ç ıkarm az bu dudaklar,
N e bir kü fü r ne tevhit...

K o rk u tm az beni ölüm ,
B ir şeytan k ad ar hürüm .
Sürem ez bende hüküm
N e A llah , ne de N ah it

1928

230
Y A T V E U Y U !..

B u k aran lık b u uzun k ış gecelerinde...


Soğu k, buzdan bir perdeyle süslerken cam ı,
D olaşırken b irço k siyah gölge odam ı,
D am arım da kurşunlaşıp donarken kan ım ;
Y in e seni düşünm ekle geçer zam anım ...
B u kim sesiz... B u m ahzun kış gecelerinde...

Serpilirken pencereme avu ç avuç k ar...


İçerim de hicranlardan b ir nehir ak ar...
K a rla rın d a lam bam gib i rengi sarıdır...
O nlar yırtık b ir m ektubun parçalarıdır:
R ü zgâr, sana yazdığım ı geri getirdi...

Pencereden dondurucu b ir nefes girdi...


R ü z gâ r yaptı her çatıda ayrı bir m akam ...

Y in e'sen in hayalini gördüm bu akşam ...


Hançerem den alev gibi çıktı bu çığhk:
— G it istem em !... G it istem em !... Ç ık odam dan çık !...
A h !. N e dedim ? H ayır gitme.. H ayır gitm e.. G e l!.
B en git dedim , dedim am a sen işitm e... G e l!...

Şensin beni en onulm az yerim den vuran,


F a k a t sensin yine bu boş öm rü dolduran...
B u çılgının senden b aşk a m uini va r m ı?...

231
G itm e... B en i senden b aşk a kim se an lar m ı?...
G özlerim i sen k i başka bir u fk a açtın...
N erdesin y a ? ... N erdesin y a ? ... A h neden k açtın ?...

Y ap yaln ızım ... E trafım d a y o k senden bir iz...


O dam sessiz... D ışarlard a yağ an k ar sessiz...

B u geceler dayan ılır gibi değil ki...


E y şim di bu satırları okuyan bil ki:
Istıraplar yü z katlı kış gecelerinde...

F a k a t kızgın yan ard ağlar çıksa bağrım da,


Senin için ben her derde katlanırım da
D erim k i: « B u gecelerin ıstırabıyle,
B en ağlasam , h arap olsam , çıldırsam bile;
Sen ateşli vücudunla ısınan rahat,
Y ata ğ ın d a b ir rahibe saffetiyle yat...
Y a t ve u y u !... B u tâth kış gecelerinde...»

1928

232
EBED Î

G erçi, k afam ı vurdum d u varlara yeisle;


G erçi, benden kaçtığın zam an yanlış b ir hisle,
«N için an laşılm adım ?» diye ço k inledimdi.

Şim di kalbim rahattır, şim di başım serindir...


K a lb im k i senin en son sığınacak yerindir
V e tekrar geleceğin günü bekliyor şim di...

Ç ü nkü insanlar yarın isteyince etini,


A rad ığın lekesiz kardeş m uhabbetini,
Y a ln ız benim serseri kalbim de bulacaksın...

M ask esi çabuk düşer temiz olm ayanların;


N ih ayet içyüzünü görerek insanların,
G öğsü m e kü çü k b ir kuş gibi sokulacaksm ...

Ben k i her şeye dudak büken bir derbederim ,


N e kim seye y a r olur, ne bah tiyar ederim,
F a k a t sana her zam an hürm etle tapacağım ...

T aşlar bile sarsıhr duyduklarım ı yazsam


A h kardeşim !. Ben seni hiç bir şey yap am azsam
E bedî yap acağım !. E bedî yap acağım !...

1928

233
KÖ PRÜNÜN ÇO CU KLARI
KÖPRÜNÜN ÇOCUKLARI

G ü n eş k arşı dağlardan çıkarken y av aş yavaş


K ö p rü d e görü lü yor hararetli bir telâş...
Kem erlerden geçerken zerzevat k ayık ları
Sislere göm ülüyor M arm ara açıkları...

Y e n i gelen bir vap u r çalıyo r tiz bir düdük


Y a n a şa ra k köprü ye a lıyo r b ir öpücük
K ö p rü yangınlığıyle bu h oyratça busenin
İn liyo r tatlı tatlı... İn liyo r derin derin...

U fa cık b ir istim bot ötü yo r canavarca,


B u sesle sarsılıyor k öp rü dakikalarca...
A rtık o d a uykunun zincirini kırıyor...

B u ih tiyar haliyle köprü barındırıyor


N ice sefil m uhitin, sefil çocuklarım ...
— A k ın tı sürüklerken karpu z kabuklarını,
M av n alarla dolarken boş kem erlerin altı—
D u b aların üstünde yığın yığın karaltı
G ö rü lü yo r ki, bunlar köprünün çocu kları;

B un lar işte hayatın, bugünün çocukları...


B ak ın !... B irisi y an a eğerek kasketini,
G üneşe yalatıyo r k ab u k tutan etini...

237
K im bilir ki bu çocuk ne işler işleyecek?...
B elki üç kuruş için birini şişleyecek,
Y a h u t bir m ağazanın delecek kasasım ,
B u vak a artıracak m ücrim piyasasım :
Hem en kolundan tutup atacak lar hapse...

F a k a t ya onun cürm ü tam am en bizdeyse?...


Ç ünkü o, cemiyetin, bizim m ağdurum uzdur,
O nu bu hale k o yan bizim kusurum uzdur...
B iz şüphelenm iyoruz mesuliyetimizden,
F a k a t böyle sürünen b u çocu klar da bizden...
B u zavallıların da kan ı ve eti bizim,
B u çocukların bütün mesuliyeti bizim ...

B ir parça düşünelim biz de vazifem izi...


Ç ünkü bu nesil yarın tel’ in edecek bizi...
B u biçare sürüyü geliniz k u rtaralım !
B iz onları bir öz kardeş gibi saralım ...
O nlar kendilerine açılan bir aguşa
N asıl atılacaklar bilseniz k o şa koşa...
A h ! O nlar tutunacak birer el arıyorlar,
B ize yalv a rıy o rlar!.. B ize yalvarıyorlar...
S ırayla oturm uşlar dubanın kenarına
G üneş hayat veriyor köprü çocuklarına...

1926

238
KÖPRÜNÜN GECELERİ

B ir saat, ta u zaklard a ikiyi çaldı...


Şehir artık kâbuslu b ir u yk u ya daldı...
S arın arak ben de eski b ir pardesüye,
Sağa, sola yıkılarak indim köprüye...

N e dizim de kuvvet, ne de cebim de para..


Bilm iyorum niçin geldim ben b u ralara!
H ava berbat... D eniz ulur, gökyüzü ulur
B u soğukta iliğim e işledi yağm ur...
B ak m ayarak fırtınanın b oğu k sesine
Ç öküverdim köprünün bir kanepesine...

D eniz bazan susup bazan hom urdanıyor;


Ü sk ü d ar’d a b irkaç ışık sönüp yan ıyor:
Eşelenen kıvılcım lı b ir m angal gibi...

G ece sarm ış etrafı bir siyah şal gibi...


K ırb a cım dalgaların vurup sırtına;
O nları d a kudurtuyor şim di fırtın a...
İşte böyle yerler, gökler saçarken ölüm ,
B en b u raya nasıl geldim , onu düşündüm :

B ir bardayım , eğlencesi, zevki yerinde;


Bütün gözler sahnedeki R u s dilberinde...
Büküldükçe ihtirasla onun k o llan ,

239
Sarhoşların a lk ışlan sarsıyor barı...
C üzdanlardan birer birer çıkıp liralar,
K a fa la n dum anlıyor buzlu biralar.
Ellerinde çalgıları, perişan, harap,
D eli gibi çırpm ıyor b ir sürü A rap .
H um m alı bir hararetle başladıkça dans,
K u d u ru y o r vü cu tlan saran ihtiras...

B u coşkunluk azalıyor geçen vakitle;


D ağ ılıyo r sonra yav aş y av aş bu kitle.
Sallan arak fırlıyorum ben de dışan.
Vücudum u k avrıyo r b ir k ış rüzgârı...
V eriyorum saçlân m ı vahşî b oraya,
D üşüyorum bir serseri gib i buraya

U fu k lard a pembe pem be belirdi şafak...


A h y arab b i!. B iraz sonra sabah olacak...
B en h albuki dün geceden beri uykusuz,
B üzülüyor üşüyorum , her tarafım buz...
H iç bir şeyi artık k avram ıyor dim ağım ,
P ek bitkinim , bilm iyorum ne yapacağım ...
A h ... G ittikçe çoğalıyor kafam d aki sis
B ir köşede uyusaydım görm eden polis...

1927

240
KÖPRÜDE SABAH

G ece, yavaşça siyah m antosunu sürükler


V apu rlar, şim di suya bırakılm ış kütükler,
U fu k , banyo edilen b ir fo to ğ ra f cam ıdır...

D ağ lar dudaklarını b o yar pembe bir tüyle


K ö p rü d e fersiz gözler açılır üzüntüyle:
Sab ah, ıstırap çeken kalplerin akşam ıdır...

K o lla rın ı gererken iş bekleyen bir sandal,


ilk ışıklar açılır esm er sularda dal dal;
R ü y a görü r kıyılar bir u yan ık uykuda...

Gecenin b ir m ehtabı andırırken sonları,


G em i fenerlerinin ziyadan bastonları
K a y b o lu r ağır ağır kurşunileşen suda...

P aslı m ızraklar gibi uyuklayan direkler


B ir gün yap acakları m uhayyel cengi bekler,
U çuşur beyaz deniz kuşları alay alay...

B uruşuk bir deriyi andırır titreyen su,


İner merdivenlerden ilk vapurun yolcusu,
U yan dırır ihtiyar köprüyü bir tram vay...

1928

241
S E R S E R İN İN Ö LÜ M Ü

İk i üç gece kuşu ötüşürken derinde,


H ayaletler uçuştu bu yangın yerlerinde.
G ö lg e gibi yo klu ğa karıştı yan ık evler
B acalar gökyüzüne uzanan iri devler
G ib i yum ruklarını karan lıklara sıktı...
G ece ümitsizlerin kalbinden karanlıktı.

B ir silâhın alevi yırttı bu karanlığı,


G örü ldü bir vücudun yerinde sallandığı...
U zak ta kaybolurken hızla koşan adım lar,
K u cak lad ı kanlı bir vücudu kaldırım lar...

B ir kurşunla yerlere yıkılan bu serseri


K a z ıy o r tekm eliyor ayak larıyla yeri...
G em i halatı gibi kolları geriliyor;
V ücudu yılan gibi kıvrılıp seriliyor...
Ö lüm ün korkusudur şim di beynini yakan.
B ir ıstırap nehridir ağzından dökülen kan.
G ö zleri deli gibi fırlam ış çanağından;
Y a ş la r yu varlan ıyor ateşli yanağından...
D a lg a dalga kan olm uş m or çiçekli m intanı,
G ö ğsü n ü parçalayıp çıkm ak istiyor canı...
Istırap k o rku hüzün gözlerinde birikm iş,
Sönük nazarlarını sabit bir yere dikm iş.
O gözler bazan her şey bazan d a buzlu bir cam ...

242
R enksiz dudaklarını aralad ı:

— A h an am !...
A c ı bir hırıltıyla parçaland ı gırtlağı;
E cel çözdü h ayatla arasındaki bağı.
Çenesi yan a düştü gözünün feri söndü,
V ücudundaki en son h ayat eseri söndü...

H albuki bir zam anlar bu da kab ad ayı im iş,


B u da adam öldürm üş bu d a canlara k ıy m ış;
G ün ah ın ın tokadı onu d a yere serdi:
K u d u z bir köp ek gibi sokaklarda geberdi...

1927

243
BU RU ŞU K LA R
B U RU ŞU K LA R

H astayım , hasta... Ö lgün...


G ö rd ü m yüzüm de bugün:
B ir sürü buruşuklar...

D ah a yirm i yaşım da
B eliriyor karşım da,
Siyah laşan u fu klar...

N e k ad ar boşm uş hayat.
İşte, b an a b irkaç hat
İhtiyarlad ın ! diyor...

247
B u çizgiler bir nehrin,
Y ata ğın d a ki derin
Ç u ku rlara benziyor:

B ir sel gibi öm rüm üz,


A k a ra k gece, gündüz
K azm ış bu çukurları...

B iz ki sönm üş bir koruz;


Bilm em ne bekliyoruz
B öyle benzimiz sarı

1927

248
İL K B E Y A Z SAÇ

İnm iş sırtım a öm rün,


İnsafsız bir kırbacı.
G örd üm başım da bugün:
Beyazlaşan ilk saçı.

Şim di ban a hoş gelen


B ürüm üş gibi aklar
Y a r ın öb ü r gün birden
Bire çoğalacaklar

Beni okşa, sar diye


B an a yalvaran çiçek,
O gün ih tiyar diye
Başını çevirecek

249
F a k a t bu bir teamül
K â in a t k ad a r eski...
B o ş yere üzül
D ü n ya buna değmez ki...

B iraz kalender olm ak:


İşte hayatın ilmi.
 lem d e heder olm ak
P ek tabiî değil m i?...

E lb et ihtiyarlayıp
T o p rağa döneceğiz
Biz bir günde parlayıp
B ir günde söneceğiz.
1926

250
B A B A M Î Ç İN

A llah ım !... İşte bugün,


Şu zavallı öm rüm ün
E n matem li b ir günü

Elim böğrüm de kaldım ,


Ben bugün h aber aldım :
B ab am ın öldüğünü.

Bitti hayatın tadı,


B u h aber bırakm adı,
D udağım da tebessüm.

K a lb im oyuldu yer yer,


A m an Y a ra b b i, m eğer
N e acıklı imiş ölüm .

D ah a b irkaç gün evvel,


Y üzüm ü ok şayan el,
Şim di to p ra k oluyor.

251
K en d i vücudum k ad a r
B an a yakın olanlar,
Birden, uzak oluyor.

A h b ab a!... D ah a düne
K a d a r senin göğsüne
Saklıyordum başımı.

İnan babacığım , inan,


B u ateş, mem bam dan
K u ru ttu gözyaşım ı...

1927

252
ÇAKIR

A ltm saçlarını sıkıca tarar,


Sonra iki örgü y an a bırakır;
A yağınd a pembe dallı m or şalvar,
Taze gelin gibi süzülür Ç akır...

Beyaz ellerine kına yaraşır,


M avi gözleriyle bir içim sudur.
Efeler onu el üstünde taşır;
K ö y ü n bir tanecik orospusudur.

Ç ak ır’ sız olam az hiç bir eğlence


Herkesin gönlünü kap lar çünkü sis...
Bazan m al olsa da iki üç gence,
Y in e Ç ak ır’ım ister her meclis...

G eniş m eydanlarda yakılır çıra,


Ç ak ır nazlı nazlı dokunur «def»e...
Süt gibi rakıyı sunar Ç a k ır’a
G ü r bıyıklı, ateş gözlü bir efe...

253
G itgide açılır sırm a cepkenler;
K ıllı göğüslerinden süzülür rakı.
B azan birisinin bağrına girer,
E lm a soym ak için alm an çakı...

Ç ak ır yılan gibi döner, kıvrılır


— Sırm a saçlarında fild işi tarak—
T aban ca çekilir, bıçak sıyrılır,
O döner elini şıkırdatarak...

Y aln ız bazı kere taze gelinler,


«Bize kocam ızı ve r!...» diye inler...
O zam an Ç a k ır’ın gözü doludur...

O zam an gözünün önüne gelen,


Cepheden şehitlik alıp yükselen
İncecik bıyıklı bir yavukludur...

1927

254
SAFO

B ir abanoz şam danı andırırken zeytinler,


Y ü rü ye n cariyelerle oynaştı güvercinler;
M erm er basam aklardan bahçeye indi S afo ...

A k şam düştü havuza b ir kuru yap rak gibi,


B ir genç kız yanağın da dolaşan du d ak gibi,
Y u m u şak çimenlerde bir an gezindi S afo ...

N em li yap raklarıyle m andarin ağaçları,


B ir kadının güneşte kuruttuğu saçları...
M eyveler, tütsü gibi dağıttı kokusunu...

Bahçenin granitten d u varları bir surdu


B irçok üm itsiz adam orda dolaştı durdu...
D uvarların dibine defnetti uykusunu...

V e onlar ağlarken tunç kapıların dışında,


S a fo ’ nun ihtiraslar p arlard ı bakışında,
Cariyelerin ince bellerine el attı:

İlâhların verdiği kusursuz güzellikle,


E rkekler ellerini uzatm asınlar diye;
Safo âşıklarını kad ınlarla aldattı...
1928

255
S E V D A S IZ

D erlerdi ki:
«D ün yada sevdasız yaşanm am ış
«B ir kalp gösterir misin bu ateşle yanm am ış?»
«A şk öyle bir şeydir ki kim ini sevindirir,»
«O kşar, bah tiyar eder, gözyaşını dindirir...»
«Tabiatı tıpkı talih gibidir, y â r olm az kim ine de»
«E n sam im î ateşle çırpınan bir sinede»

«K ıyam etler koparır, fırtın alar yaratır,»


«Bazen bir demet güldür, bazen kanlı bir satır.»
«L âk in sevişm eyerek geçen öm ür hederdir;»
«D ün yada âşık olm ak herkese m ukadderdir...»

Ben kulağım daki bu sözlerin tesiriyle,


A teşli gençliğim in en derin tesiriyle
Y u v am ı bir kuş gibi süsledim, çiçekledim ,
H aftalarca kendime bir sevgili bekledim ...

B u haftalar ay oldu, bu aylar sene oldu,


F a k a t bilm iyorum bu kadınlara ne o ld u ?...
K im sesiz günlerim de hiç birisi gelmedi,
B ir bülbülün şen sesi odam da yükselm edi...

256
B en de kendi kendim e: «Beklem e gönü l!» dedim ...
«B ir kadım n yolu n a b ak m ak tenezzül!...» dedim ...
Zaten nazlanıyordu hangi kadına baksam ,
« A şk a y u f olsun dedim eğer yalvaracaksam .»

A tm ayı göze aldım hayatım ı b ir yasa


K ırm ad ım gururum u önlerinde... H ülâsa
N e onlar bana geldi, ne ben onlara gittim
Sahipsiz bir m um gibi gençliğim i erittim...

Şim di aşk a bir heves duym uyorum kendim de...


E n ateşli demim i böyle boş geçirdim de
Y in e bir kad ın için gururum baş eğmedi,
D ud aklarım bir kadın dudağına değmedi...

1927

257
O YUNCAK
N EFES

-Abdülkadir Geylâni Hazretlerine-

K alp lere serptiği kıvılcım lardan


B ir ışık yan ıyo r y a A b d ü lk ad ir...
G ö n ü ller zatını bize aşk sunan
B ir ilâh tanıyor y a A bd ü lkad ir

B ilirsin gönlüm ün ne duyduğunu


K arşın d a tekrara hacet y o k bunu
Benliğim önünde ululuğunu
D aim a an ıyor y a A bd ü lkadir...

Başım ız önünde geliyor yere


Işık lar dağıttın sen gönüllere
P ak tarikatına giren bir kere
Seni nur sanıyor y a A bd ü lkadir,

U lviyet nuruyle bizleri besle


U ğru n da ölelim biz de hevesle;
«Sabah»ın kalb i bu taze «nefes»le
B eraber k an ıyor y a A bd ü lk adir...

1926

261
HAYAT

-Kalender-

G a fil!... Sen k i bilinmez b ir kuvvete esirsin.


Çelim siz varlığınla neyine güvenirsin?...
H içiz... Sadece hiçiz... K u lak ların a girsin:
Y u larım ızı tutan m ukadderin elidir.

H ayat ki akıp gider bulanık b ir su gibi,


K o rk u lu rü yalarla geçen bir uyku gibi...
Ç ab alam a... K a b u l et bunu olduğu gibi!
H ayattan fazla bir şey bekleyenler delidir...
H akikat, sanat, ilim m asaldan ibarettir,
A şk iki cins beyninde tutkaldan ibarettir.
İnsan lar ki bir sürü aptaldan ibarettir;
G ülm eli, kah kahayla bunlara gülm elidir...

1928

262
HAYAT

-Mefkûreci-

H ayat ne fazla gülm ek, ne de yasa girm ektir,


M evzuatı çiğnem ek, talihi devirm ektir...
D ün yayı parm ağının ucunda çevirm ektir...
Y aşa m a k , yatağından seller gibi taşm aktır.

İnsan ki gelip geçer dünyadan nefes gibi;


N e büyük ıstıraptır yaşam ak herkes g ib i?...
«Y ü k sek sin !» T atlı bir ses olam az bu ses gibi
Y a şa m a k ; kartal gibi göklerde dolaşm aktır.

H alik ki her m ahlûktan b aşka yarattı bizi


Z am an bir avuç toprak yap sa da cismimizi
K â in a t hayretlerle anm alı ismim izi
Y aşa m a k , asırları bir ham lede aşm aktır...

1928

263
HAYAT

-Bedbin-

Ö lü bir külçesiyim şimdi kem ikle etin,


D im ağım pençesinde sonsuz b ir rehavetin.
Beyhudedir ey gönül, beyhudedir gayretin!
K ıvılcım bile yokken ocak körüklenir m i?...

Zaten ne bulm uşum ki yaşam akta tad diye


G önlüm e ço k söyledim can yükünü a t!... diye
Sorarım sana g a fü hiç insan h ayat diye
O m uzları çökerten bu yü kü yüklenir m i?...

K im se baş çevirip de b akm ayacak gebersem ,


Bilm em gönül ne cevap verecek şöyle dersem :
G ayen ne bu m anasız yaşayışta a sersem,
B öyle p açavra gibi öm ür sürüklenir m i ?

1928

264
Ö T E K İ Ş İİR L E R
A Ş K B A Ş L A N G IC I

-Sıtkı Şükrü’ye-

G ö n lü m eş arasın da
Sîzlerin arasında
B ir tane eş bulm asın ?

K alb im d e sizin için


Parlayan için için
Sakın bir aşk olm asın ?

Tutulduysam bir aşka


B u sevda hiç bir başka
G önülden bilinmesin.

Y alm z sizin gönlünüz


A ğlayan gece gündüz
B ir zavallı va r demesin

(Çağlayan, 15.1.1926)

267
KÜMESTE SABAH

-V âlâ Nureddin Beğe-

G ü n , parlayıp derinden,
K üm esin üzerinden
G ökyü zü n ü n daldığı
B oğucu karan lığı
D ağıttı nefes, nefes...

Önce uyandı kümes.


Öttü kızıl bir horoz,
Ç ırpındılar toprak, toz
D ağ ıtarak tavuklar...

Şu tarafta u yuklar
B ir ik i tem bel hindi;
B eri yan d a gerindi
Bizim çoban köpeği...
İk i ü ç su ördeği,
K o şu ştu lar ileri;
Su birikintileri
B u hücum la bulandı...
K aran lığ ın yasından
K u rtu ld u küm es artık.

268
H a fif bir k argaşalık
B u tarafta belirdi:
Elinde yem ler girdi
Ç iftçi kadın bahçeye,
B ağırdı: G e h ! G e h ! diye..

D üşük ve kirli beyaz


K an ad ıyle birkaç kaz
Y erleri süpürüyor...
N e s a f h ayat sürüyor,
B urad a yaşayan lar;
Bu kaygısız h ayvan lar...

(Servetifünun, 28.10.1926)

269
ACABA

E lâ gözünden akan
A teşli nazarların.
A ca b a acım adan
K im i y ak a ca k y arın ?

D ud akların acaba
K im lerle öpüşecek?
K im ler yarın acaba,
Tuzağına düşecek?

A n lıyorum , bizlerden
İntikam alıyorsun.
L â k in ey kadın bilsen,
N asıl alçalıyorsun.
(Servetifünun, 11.11.1926)

270
GECENİN KEMANI

Y ü zü parlad ı ayın,
B ir ses geldi uzaktan:
H asta, yorgun bir kadın
Şim di çalıyor kem an...

E riyo r, bükülüyor,
A yın altında evler...
K em an d an dökülüyor,
Sem ailer, peşrevler...

K em an hırçın ve mariz,
A sab ım geriyor;
D algalan an b irkaç iz,
K aran lık ta eriyor...

B azan hazin bir beste,


G önüllerde yan ıyor;
G eceden deste deste
N ağm eler toplanıyor...

Sen, ey k aran lıklara


H icran dağıtan kad ın!
G it başk a bir d iyara!
K alb im i parçaladın...

(Servetifünun, 18 .11.19 26 )

271
M U A L L İM

K arşım ızda heykel gibi başı dik duran,


Yüzüm üze gururunun ışığı vuran,
B ir m uallim , insanlığın itilâsıdır...

B ir m uallim , fak a t öyle bir m uallim k i:


— Bunu yazm ak öyle acı, öyle elim k i...—
G iry e bugün onun zevki, gam gıdasıdır.

B ir feragat içersinde geçer h ayatı,


Bu İlâhî yaşayışın tek m ükâfatı:
Sefaletin kendisini boğan yasıdır.

M uallim e dudak büken ey g a fil u yan !...


P ara değil bu mesleğe onu b ağlayan,
H ocalığın sihirli bir iptilâsıdır...

Ö lecekler bırakm adan belki hiç bir iz;


F a k a t dünkü talebeler, bunu biliniz:
M uallim ler asrım ızın evliyâsıdır...

(Servetifünun, 23.12.1926)

272
NE KAZANDIK?

Siz daha sedefinde


B a k ir bir incisiniz;
Belki birincisiniz
 şık la r hedefinde!

Siz bir bülbülsünüz ki


Sesine doyulm uyor.
Öyle b ir gülsünüz ki
Sararm ıyor, solm uyor.

B iz âşık olduk size,


Bilm em ki ne dersiniz ?
Sanırım gülersiniz
Bu deliliğim ize!...

R e d göreceğiz belki
A rzu en güzelinden:
B iz bu sevda selinden
N asıl kurtulalım k i!...

D aim a sizi sandık


İlâhe, güzellikte!
A ca b a ne kazandık
G önlüm üzü verdik te?...

(Servetifünun, 3.2.1927)

273
GAZEL NAZİRESİ

K a rın doyurm ak için ihtikâredek gideriz


Bugün bir ekm ek için terk-i yâredek gideriz

İn at edip bu sefalet devam ederse yine


G ıd âsı bol bulunan bir diyâredek gideriz.

B u hâl-i cu ’ kuruttu sirişk-i çeşmimizi


B ü k âyı terkederek ah ü zâredek gideriz

B ak ın k i fakrile düştük b u hal-i küfre fak a t


D erûn-ı duzeh-i ateş-nisâderek gideriz

Pelâspare-i sü fli bedûş nâle begam


G ıd a gıda diye k a ’ r-ı m ezâredek gideriz

(Çağlayan, 15.3.1927)

274
« Ö K SÜ Z K IZ » M A S A L I *

-Hocam Ali Canip Değe­

l i fuklarda yaralı bir g ö ğ ü s kanıyor,


O valarda kızıl kum lar dalgalanıyor;
R ü zgârlara haykırırken yalçın k ayalar;
U ğu ld u yor nihayetsiz, engin yaylalar...

B u kış günü bir öksüz kız elde bakracı,


M erham etsiz rüzgârlarla dağılm ış saçı,
Su alm ağa gidiyordu... Sırtı çıplaktı;
K aran lık ta artan soğuk sırtını yaktı...
Şişirm işti k arlar küçük ayaklarını,
Esen rüzgâr doldurm uştu kulaklarını.
Zavallın ın k am ı açtı, gözü yaşlıydı.
D üşe k alk a gidiyordu, ço k telâşlıydı.
B ir kasırga koptu birden, kızı ağlattı,
Güzel, narin vücudunu yerlere attı...
Y u k ard ak i saraydan gördü bunu ay,
G özlerine zindan oldu birden bu saray...
— Soğuk kızın gül yüzünü kavuruyordu—
«A y», bir anne gibi tatlı sesiyle so rd u :

* Eski Tiirklerdeki aşk üsturelerinden biridir.

275
Ç ıldırdın mı k ız ?
N için yapyalnız
Ç ıktın dışarı?

G örm edin mi sen


D ışard a esen
D eli rü zgârı?

Öksüz kız bu tatlı sesle önce ürperdi


L â k in sonra sakinleşti ve cevap verdi:

A y , sorm a benden,
B ilm iyorum ben
Bu nasıl şeydir...

Y a ln ız derdim çok,
B ir sevincim yo k,
A n am üveydir...

H ıçk ırıklar kesti kızın ince sesini,


Zaten «A y» da anlam ıştı neticesini,
O nun için İsrar edip sorm adı fazla;
V e titredi k alb i acı bir ihtizazla,
Gözlerinden yere billûr yaşları indi...

276
B ir çalının içerisine girdi kız şimdi.
L â k in birden «A y»ın sesi sarstı kum salı:
«— K u cağın d a bir inci var, ben ona, ça lı!....»
«H azırladım atlas çadır, ipekli sedir,»
«H adi çalı, öksüz kızı al bana getir!....»

Birdenbire bir silkindi, çalı at oldu,


D ikenleri ona ipek b ir kan at oldu;
Y a v a ş y av aş yükseldi, gökler alçaldı,
« A y » , bu kızı bakracıyle yan m a aldı...

işte o günden beridir


« A y»m çehresi değişir,
K ız ın değişen haliyle....
A y bu kızın hayaliyle
B azan parlar, bazan söner,
 d eta şaşkına döner:

K ız bazan girer otağa;


B aşlar hah dokum ağa,
« A y» ın yüzünü o zam an
H asretle sarar b ir dum an,
B ir hilâl olur yeisle;
G ittikçe artan b ir sesle
Beyaz çehresi kirlenir...

277
B azan kızın k eyfi coşar:
B ak raçla göle ko şar
V e A y ın çektiği çile
B iter... C oşku n bir sevinçle
G ü len yüzü bedirlenir....

G ö k te b üyü k bir «D ev» vardır,


H er zam an «A y»ı kıskanır:
G ü zel kız ondadır diye;
K a v g a eder bir düziye
Ö ksüz kızı k ap m ak için,
V e kendisi için için
K ız ın aşkına taliptir.

Y irm i beş gün A y galiptir,


Y ü z ü p arlar süzgün süzgün
L â k in heyhat, ayd a üç gün
B u «D ev» galip gelir «A y»a,
A y da başlar ağlam aya,
H ıçkırıklarla boğulur,
Y ü zü yaşlarla sararır,
Sonra k ararır, kararır,
T am üç gün görünm ez olur...

(Hayat, 24.3.1927)

278
D ERE

N için bu derenin suları kara,


N için böyle hırçın a k ıyo r dere?....
N için deli gibi koşup kenara,
B illûrdan kan calar tak ıyo r dere?...

A rzu n tutunm aksa eğer sahile,


E y dere, bu coşkun gayret n afile!
B u sahil ki savm ış nice k afile
Seni tutar m ı, ey suyu m or dere?...

A ğlam a ey dere!... G ürültüsüz ak...


K a d e r b u: N e yapsan suyun a k a cak !
Ç o k zordur çırpınıp tutunam am ak:
F a k a t bir kere de bize sor dere!...

(Servetifünun, 12.5.1927)

279
K A L B İM D E A Ş K IN IZ

Saçlarınız bir sabah güneşinin ışığı,


Elleriniz beyaz bir yasem in dem etidir;
İnsafsız taliim in önünüze attığı
Benim çılgın gönlüm ün çılgın m uhabbetidir....

G özünüzün rengi nasıldır bilm iyorum ,


Ç ünkü ne zam an baksam gözlerim kam aşıyor.
G ön lüm şimdi u fak bir sevinçten bile m ahrum ,
Y aln ız sizi kazanm ak em eliyle yaşıyor....

Bilm ezsiniz kalbim in ne türlü çarptığını!


İşte, benim öm rüm ün m usikisi bu sestir...
K ız ıl dudaklarınız birer ateş yığını,
Benliğim de onlara âşık ateşperesttir!...

(Servetifünun, 15.9.1927)

280
B İR M A C E R A

Önce kalbim u fa k bir kıvılcım la tutuştu...


B ir yığın sam an gibi şöyle parladım gitti...
F a k a t şim di saçlarım beyaz, yüzüm buruştu;
D ah a yirm i yaşınd a ihtiyarladım gitti!...

N eticesiz bir aşk a verdim gençliğim i,


N e u fak bir tem ayül, ne bir iltifat gördüm ...
Önünde yalva ra rak söylerken sevdiğim i,
G özlerinde yüzüm e inen bir tokat gördüm ...

B u bir ta raflı aşkta hiç durm adan, A llahım ,


Ü m itsizlik sararken beynim i b ir a ğ gibi;
B en yine seviyorum onu... A m an A lla h ım !...
B ir m acera görm edim ben bu m acera gibi...

(Servetifünun, 2.2.1928)

281
T E R K İB -I B E N D R İS A L E S İ

V A K F İY Y E

K ıdvet-ül eshâb, hubbet-ül m erak, umdet-ül er-


bab-ı illet-i ihtinab, âşık-ı şuride-dil-i bed-avâz, gurâb-ı
şum -ı bî-pervaz.

BEYİT

M est-i mey-i şâir-i pür-velvele


Cesr-aşiyân-ı handek m ekarr-i hergele

N âzım -ı terkib-i bend-i latif, fakir-i bî-resen ü lif,


halîyen diyar-ı A lm an ya’ da Potsdam kariyesinde m u­
kim Sabahattin A li revş-î sakim , ahiren nazmeylediği do­
kuz adet bend-i pür-m ana, bir adet rubai-i pür-ahenkve
bir adet beyt-i bergüzide ve kıt’a-i duaiyeden ki cem ’an
yüz otuz altı m ısra ve altm ış sekiz beytten m ürekkep
işbu terkib-i bend risalesini m ahzar-ı şuhudda vakf-ı
sarih-i müebbed ve heps-i sarih-i muhallet ile vakfeyle-
yip şurutunu şöylece beyan eyledi ki :
M ezkûr risalenin tevliyyeti haliyen İslam b ol’da
B ozdoğan K em eri civarında Zeynep H atun M edresesi
nâm m anastırhânede m ukim edebiyat-ı atıka-i islâ-
m iye ve efrenciye tullabindan Pertev N a ili dam e izze
hazretlerine m ahsus olup m üşariin ileyh ircii em riyle
lebbeykzen-i icabet oldukta tevliyet-i mezkûre m um ai­
leyhin evlâdına ve evlâd-i evlâdına ve evlâd-ı evlâd-ı

282
evlâdına batnen b a’ de batm n m eşruta olup onlar
dahi bil-külliye m ünkariz oldukta vak f-ı mezkûrun
sahabet ve tevliyyeti Bayezid M edresesi hâfız-ı küt-
bi M ü n ir Efendi hazretlerinin ahfâd-ı berbadm a in­
tik al eyleye.
M ezkû r terkib-i bend-i latifin harabiden vikayesi
m aksadıyla şurutunu şöylece beyan ederim k i: ol
risale zinhâr bir kim se yedinde heft n ızdan ziyade
bulundurulm ayıp şart-ı mezkûre riayet etm eyenler ases
başı N ih al Efendi yediyle tecziye oluna ve am m a se-
beb-i nazm olduğu evvelki rubaide zikredilen hatun
ile hemşire-i mane'ciyem M ehpare H atun bu şarttan
ve işbu zecirden m u a f tutula.
Z in h ar ve zinhar işbu terkib-i bend ukala-i zemane
ile napuhteler yedine tevdi edilmeye ve bilhassa İb ­
rahim M üteferrika icadı tab ’ itlak olunur b id ’ate
sapılm ayarak ilâyevm -il kıyâm e şekl-i evveli ile m uha­
faza olunup istinsahında dahi huruf-ı latini zinhar ve
zinhar istim al edilmeye.
V e beher sene m uharrem -ül haram ın onuncu gü­
nü ezani saat on ikide balâda zikri geçen hâfız-ı kü-
tüb mütebahhirin-i dehrden M ü n ir Efendi tarafından
işbu terkib, avaz-ı bülend ve savt-ı bed ile usul ve
m akam ata riayet olunarak teganni oluna. Şöyle ki :
Ser-levha-ı rubai m akam -ı dil-keş-i haverandan,
zirdeki beyit, m akam -ı nev-eserden; m ukaddim em iz
peşrev şeklinde yegâh m akam ından, ablam ız M ehpare
H atun ’un bendi rahat-ül ervâh m akam ından, N ahit
H atun ’un bendi çem ber usulünde suzinak m akam ından,
Sadiye-i zerdi H atun’un bendi zincir usulünde ırak
m akam ından, Belkis H atun’iın bendi m ahur m akam ın­
dan, M ünevver ve U lviye hatunlar sirto şeklinde

283
ferahfeza m akam ından, Pertev N aili M o lla kısm ı gazel
şeklinde m akam -i rasttan, H üseyin N ih al B ey cur­
cuna usulünde hüseyniden, O rhan Ş a ik Efendi şev-
kefzadan, E krem Reşit Efendi neva üzerinde uşşak
m akam ından, M ünir Efendi ağır semai usulünde tahir
buselik m akam ından, Tahsin M irza A yd ın usulünde
şehnaz buselik m akam ından, fahriye-i şairan en iz ise
aksak sem ai usulünde sabadan teganni olunup k it’a-ı
duaiye dahi savt-ı m uhrik ile m akam -ı hüzzam dan
okuna.
V e badel kırae hazıruna bükâlarım teshil m aksa-
diyle birer adet usare-i basal ile teskiye olunm uş
dest-i m al tevzi olunup işbu destmal ile sair levazım
m esarifi m ürüvvetm endan-ı biraderan tarafınd an de-
ruhde edile.
V e rüfekadan hüsn-i hatta m âlik birer zat tara­
fın d an her bend istinsah olunup halen mahm iye-i
K o n stan tin iye’de bulunm ayan rü fek aya ve bilhassa
Frençe d iyân n d a tahsil-i ülum -ı şetta eyliyen Sadiye-i
zerdi H atun ’ a tatar-ı m ahsus ile irsal oluna.
V e eğer tahsildar-ı ervâh canibinden n ıh -ı pür-
istirabım kabzolunduğu takdirde ser-i kabrim e ser-
nam e-i bend olan rübai hakkoluna. i

İşbu vakfıye-i şeriye m a’ m ulünbiha m ucibiyle


amel olunup hilafından begayet hazer oluna. V e bu
şurut-ı hasene ve kuyud-ı müstahsene m inbad tebdil
ve tağyir olunm aya.

Tahriren fi senet-il efrenciye :


T is’ a uşreyn tis’a mietün ve elf.
Şahidan-ı haziran elkazi kariye-i Potsdam H ay-
[rullah

284
Der vasf-ı yâran-ı terkib-i bend

D erdin beni am ade-i nûş eyler yâr


Destimde kalem böyle hûrûş eyler yâr
Y â râ n ı bahanedir vasfetm ek
Y âd ın la gönül b ak yine cûş eyler y âr

Bendim in rencide olm an aşikâr im asına


Ben neler koydum anın her beyt-i pür-m anasına

Mukaddime

E y hâme senin âdet-i dirinen elemdir


Ç ü n baht-ı siyahın sana bahşası sitemdir.

B ir hayli zam andan beri terkettin aruzu


B ir hayli ki hemdem sana peym ane-i cem dir

M ihnetzede-i dehre tehekküm y araşır mı


Sen mi bizi handan edeceksin bu ne dem dir

Ham em diyor hiddetle dönüp ey koca gafil


U sturpa değil dest-i sakilinde kalem dir

285
H asm ın bu şekil bendini gördükte susulm az
Susm ak reh-i manide gezen tab ’ım a gem dir

Ben vasfedeyim zümre-i yârâm da âlem


G ö rsü n sipihr-i nazm a kim in bendi alem dir

L âk in yeter ey hâme tefâhür işe başla


H asm m gibi bir kuş vuram azsın iki taşla

Mehpare Hatun Bendi

N azm ım sana ilk önce hitâb eyledi âyâ


Zanm m ca kalem bunda sevâb eyledi âyâ

M ihnet-geh-î dünyâ ki bir âlûde sedeftir


Y a ln ız seni h âlik dürünab eyledi âyâ

A killere cevretmesi âdettir amnçün


Bahtın sana d a hayli azâb eyledi âyâ

H a k sordu bütün hilkati m analı yüzünde


Sad ıklarına kendi cevab eyledi âyâ

Hissetti ki âlem de am n gayrisi yoktur


E zvakın d a vasf-ı kitab eyledi âyâ

286
Belki yanılıp âdem olur zannına düştü
Ben âcize de hayli itâb eyledi âyâ

Sen kendine devretm e lâfı hatm-ı kelâm et


M ehparesidir felsefenin zatı d a elbet

Nahid Hatun Bendi

B ir kâre şuru’ eyledi kim şimdi dil-i zâr


Terketm esi güç başlam ası haylice düşvâr

M ü şkil o lacak zâtım vasfetm esi gerçek


Ol m üşkili yap m akta bile başkaca tad var

M irrih mesel duhter-i hurşid sıfat kim


Rahm etm esi yo k âşıka lütfetmesi azâr

E y v âh onun istem eyin vasfım benden


Ben anlatam am aczimi de eylem em inkâr

Y a ln ız onu bir gün görerek şöylece tenhâ


A çsam ona kalbim de duran ukdeyi tekrâr

M adem ki mey-i aşkı kabul etmeyecektin


N eyçin kadeh-i kalbi şikest eyledin ey yâr

287
Sus böyle dıraz eyleme avazım pest ol
Sus kâm il isen vade-i hicran ile mest ol

Sadiye-i Zerdî ve Belkis Hatunlar Bendi

B ir demdi ki yaran ile sohbetler ederdi


Bilm em ne y ap ar şimdi, Sadiye-i zerdi

M en haste dilin dahi b ir ablâsı da oydu


L û t f u kereminden bana bu payeyi verdi

H alletm ek için felsefe-i bud u nebudu


Terketti bizi postunu gurbetlere serdi

Ben olm uş idim vü s’at-i irfanına hayrân


H ulkundaki ev sâ f ise bir bahs-i diğerdi

Bendim de nasıl anm ıyayım B elkis’i ben ki


B in sabrile cuş etti derûnum daki derdi

C ân ân ile sohbetler ederken o d a vardı


E y v âh o ne günlerdi ne demlerdi nelerdi

Şim di b u cefâ-gehte o L e y la ise ben K a y s


Z eyd oldu bu nev kıssa-ı M ecnun’d a da Belkıs

288
Münevver ve Ulviye Hatunlar Bendi

Ham deyleyerek bir dahi rabb-ı müteale


H am em edeyim vasf-ı M ünevver’de icâle

G ip ta y la b akar ilmine irfanına Sokrat


K uvvetçe de m eydan o ku yo r Rüstem -i Z âle

B ilhassa riyâzıyyedeki kudret-i ilm i


G irm ez kalem -i âcize sığm az bu m akale

B ir duhter-i U lviye gelir mektebe dâim


Şöyle bürünüp haşm et ile bir k ara şale

Leblerde füsun u edeb ü şi’r nüm ayan


G özler takılıp kalm ış ekalim -i hayale

Ekrem R e şid ’e sorm alı m abadını lâkin


Terkeyliyorum ben bu işi mir-i N ih â l’e

L â y ık m u b u sevdâ ile hep kendini telh et


E y nazlı N ih al gel de bize derdini şerh et

289
Pertev Naili Molla ve Hüseyin Nihal Bey Bendi

Pertev H o ca ki eviye-i âleme cândır


İlm iyle kem aliyle de m alûm -ı cihandır

H ayran olurum ondaki safiyet-i kalbe


M asum tebessümleri baştan b aşa cândır

Pertev H o ca ’m n vasfım m üm kün m ü beyân hiç


M aksû d hemen zatına b ir kom plim andır

M ektepte aceb kim tanım az m ir-i N ih al’i


Bazusu kavi türkçülüğü hayli yam andır

A lm ıştır Oğuz Beyliği ferm âm nı lâkin


Öz kendini farzetti H ülâgû-yı zam andır

 şık lığ ı reddeyledi âşıklara güldü


H ey yavrucuğum gel de benim şapkam ı kandır

B ir kere nazar kılsa tanır esn afı esnâf


 şık değilim ben diyerek eylem e hiç lâ f

290
Orhan Şaik Ve Ekrem Reşit Efendiler Bendi

O rhan bırakıp şehri b ir um m âna girişti


 lim o lacak ilme de mestâne girişti

B ir m üşkili var tab ’ı firengâne-yi aşkta


Halletm eye K am u s ile B urh an ’ a girişti

H er sevdiğini lezzet alıp hırpalam aktı


K o rk u m bu ki zen kısm ını bühtana girişti

B ir sayha-yi bitâb gelip gûşum a eyvâh


Ekrem yine duhterleri talan a girişti

G özden geçirip felsefe-i bud u nebudu


O n beş kız için ah ile efgana girişti

H ilkat şu Sabahattin’i pek boşboğaz etmiş


Ü ç tanesinin ismini ilân a girişti

M im vard ır ayin vard ır efendim pe de vardır.


C iddisi de v a r hoppası v a r züppesi vardır

291
Münir ve Tahsin Mirza Efendiler Bendi

T ebrik ederek nükte saçan hâme-i tire


B ir gayret ile başlıyalım vasf-ı M ü nir’e

Ekser ediyor halet-i etvârını tehzil


K ıym et vererek nâzım-ı tahrir-i fakire

Bilm em nedir üzmekte beni m aksadı bilmem


Bilm em ne gelir bir kediden koskoca şire

Etvârım ızı pest görüp eylem eyin hâr


M eyd an okuruz bazı Felatun-ı kebire

K a d d in daha genç yaşta düta eyledi tahsin


D oğrultm alıdır şükrederek hazret-i pire

A n k a-yı dili âlem-i neşvette hüküm rân


Verm ez metelik şimdi o sultan ü emire

N eşvet ola her yerde onun y ar ü nedimi


N eşvet ile tayyeyleye vadi-i kadim i

292
Vasf-ı Şâir-i Dua
(Fahriye)

E y hâme biraz fazla yoruldun am a gel de


M etheyliyelim kendim izi biz bu gazelde

B ir böyle hüner gayret ü ikdâm ile olm az


C am -ı hüneri içm elidir bezm-i ezelde

Biz şimdi küçük bir çocuğuz âciziz am m a


Ç o k mertebe v a r kîse-i m em lû-yı emelde

H ayran o lacak haşmet-i elfazım a N e f’i


M o lyer öpecek destimi vadi-i hezelde

Epsem duracak aşk nevasında Fuzuli


Y âd ım k alacak levha-i ezhân-ı milelde

Eşkâlim i bilm ek dileyen şöylece bilsin


C ânânesi aklınd a ve m ey kâsesi elde

İn şair-i gevher sühan-ı âşık-ı lâl est


Y e k derbeder-i dehri ki m üştâk-ı visal est

293
Dua

Bütün günahlarım ız kalsa affedilm eyerek


Sem â hâzinesi alm azdı şerr-i şûrum uzu
S ab a h ! sen hemen damen-i du aya sığın
H ûda m ürüvvet edip affeder kusûrum uzu

Süphane rabbike rabbil izzeti am m a yesufun ve sela-


mün alel m ürselin velham dülillahi rabbül âlem in sa-
dakallahül azim amin.

(Yeni A dergisi, Mart 1973)

294
M ESN EV İ

Bu izkâr-ı iğbirar ve bir nebze ahvâl-i şâir-i itibârdır

E y yâr-ı kadim -i bîm ürüvvet


Senden edeyim biraz şikâyet

Reddetm ek için aratm a hiç lâ f


Y o k sende birazcık olsun in sâ f

Sen bizden utanm a m ektubun kes


B iz bekler iken garib ü bîkes

Y a z son ra d a b ir buçuk sahife


E n vâ-ı bahane vü lâtife

Benden yan a bakm a hiç kusura


Ben burda yaban cıyım şuura

Ü n siyyet edince A vru p a ’yla


Sarh oşluğa başladım birayla

D erya gibi rak sa rağbet ettim


K ız larla tem asa rağbet ettim

B ir b ar köşesinde postum uz var


B irk aç sarı saçlı dostum uz var

295
Bu tahattur-ı hayât-ı pür-ahenk ve tezekkür-i
çegâne-i çerıktir

D aldıksa da böyle nev-hayâta


Sed çekm edik eski hatırata

G itm ez gözümüzden eski dem ler


Sazıyla sözüyle bezm-i cem ler

B ir yanda şerâb ü m ey dururdu


B ir yanda kem ân ü ney vururdu

C an lar bu tarafta nûş ederdi


Sazlar o tarafta cûş ederdi

B in şem’ a yakard ı neşveden cev


 teş gibi başlayınca peşrev

E n neşeli çeşmi kan kılardı


H ey hey o ne dertli şarkılardı

G ö zler dikilip kalırdı hâke


B aşlarsa kem ençe suzinâke

B îsud idi zapt-ı eşke ikdâm


Sel gibi hurûş edince hüzzam

296
G ird ikte teraneler hicâze
B aşlard ı gönüller ihtizâze

B ir kâm idi b îvefa hayattan


N ısfıye fig a n ederdi şattan

B ir haz yayılırd ı kalb-i zâre


Sazlar koyulunca karcığâre

Y ü kseldi mi nağme-i ferahnâk


Şevkinden olurdu sineler çâk

A şk ile ederken âlem efgân


B ir bahse zemin olurdu cânân

Bu galeyan-ı aşk ü sevda ve bir yanık nevâdır

C ân ân yine düştü kalb ü hûşe


T âb kalm adı başka nâme gûşe

B ahset bana şimdi M u stafa sen


Y alm z o nigâr-ı zulm-eserden

D üşm üş o civâna semt-i râhın


D uydun mu rivâyetin o mâhın

297
G ezdinse civâr-ı Ü skü d arı
Hisseylem edin mi bûy-i yârı

Ol şuh-ı lâ tif ü bîbedelde


H ışm ı nigehinde tigi elde

H er baktığım helâk eden bir


K eşti-i derûnu çâ k eden bir

U m m ana tesâd ü f eyledin mi


C ân ân a tesadü f eyledin mi

G ö rd ü n mü o m ehlikayı ey dost
A n m az m ı bu bînevâyı ey dost

M ecnununa iğ b irâ n ço k mu
« Y â rin bize bir selâm ı y o k mu»

G e r gördü isen o nevnihâli


Şerh et on a bendeki bu hâli

Sevdâ-zede oldu kalb-i zân m


Şerh et ona hal-i bîkararım

Şerh et ona iptilâ-yı ruhu


Şerh et ona mesti-i sabuhu

298
G önlüm ki bir aşka m üptelâdır
Şerh et ona aşk bir belâdır

Şerh et ona çoktu r istirâbı


Şerh et sitem olm asın cevâbı

Bu bir tarikle istida-i divân-ı Galip


ve bilhassa rıazar-ı dikkati câlibdir

G önlüm yine zübde-i sebûdur


L â k in sebebi o m ah-rûdur

B ir gün bile geçm iyor elemsiz


Bilm em yaşan ır m ı burda demsiz

H er dem m ütekarrib-i fenâyım


M ihnet-keş-i günc-i inzivâyım

Y aln ız burada benimle hemhâl


M e y bir de Fuzuli-i elem-hâl

G a m ceyşi ban a edende savlet


B irkaç gazel eylenir kıraet

299
A ğ lar bana gâh hayal-i Leyli
M ecnun beni gâh eder teselli

B ir demdi ki G alib -i sühenkâr


Olmuştu dahi benimle hem bâr

Ç ü n şimdi o yâr-ı gare dûrum


Bîşüphe melûl ü bîhuzûrum

D üştüm yine hüsne iştiyâke


Y o k takatim aşktan m ezâke

E y M u stafa etm eyip hiç ihm âl


D erh al bana bir haber et isal

Bu bir fah riye-i bâlâ-pervaz ve huda-yı


lemyezele dua vü niyâzdır

D estim de kalem bir ejderhâdır


Ç ü n sahibi sahib-i dehâdır

M azi ile azken iştigali


Nazm etti bu şi’r-i hoş m ealî

Ç o k görm eyin andaki hatâm ı


Başlandığı gündedir hitâm ı

300
K ü ffâ r ile şebb ü ruzum
L â k in yine zindedir aruzum

Tenzilim e etm eyip tenezzül


İn sâ f ile eyleyin tahayyül

H urşid-i cedid-i haverim ben


M ağrib ile de beraberim ben

 sâ rı da zaptedince nurum
B ir bir sönecek meşâil-i R u m

Encüm çekilip birer kenâre


Benden edecekler istinâre

H ürm etle nigâh edin uzaktan


B ir m evhibedir bu zat-ı halktan

Bahşetti bana feza-i dûru


B ir kıldı tevazuu gururu

Y o k şükrüne çünkü bende takat


Elham d o hüdaya hamd-i bihad

301
Bu hatime-i kelâm ve ahibbaya
kısaca selâmdır.

U mmân-ı hayale daldı hâmem


B ir hayli m utavvel oldu nâmem

K estim hele burda ben kelâm ı


A h b ap lara bolca tut selâmı

E y M u stafacık senin de mahsûs


Çeşm ân-ı lâtifin eylerim bûs

M ektubu unutm a gâh ü bîgâh


H er işte muinin olsun A lla h

(Yeni A dergisi. Mart 1973)

302
N EFES

-G ö k A]p’a ithaf-

K alp lere serptiğin kıvılcım lardan


B ir ışık yan ıyor ey b üyü k nebî...
Gönüllerin, zatını bize aşk sunan
B ir mürşit tanıyor ey büyük nebi.

B ilirsin göynüm ün ne duyduğunu.


K arşın d a tekrara hacet y o k bunu,
Benliğim önünde, ululuğunu
D aim a an ıyor ey b üyü k nebi.

Başım ız önünde geliyor yere,


Işıklar dağıttın sen gönüllere.
M illiyet aşkını duyan bir kere,
Seni nur sanıyor ey büyük nebi.

M efk û re nuruyle bizleri besle,


U ğru n da ölelim biz de hevesle;
G ençliğin kalbi b u taze nefesle
Beraber k am yor ey büyük nebi.

(Atsız Mecmua, 15.7.1931)

303
B E N İM A Ş K I M

B ir kalem in ucundan hislerimiz akınca


B ir ince yo l onları sıkıyor, d araltıyor;
Beni anlayam azsan gözlerim e bakınca
G öğsüm ü parçala b ak kalbim nasıl atıyor.

D ah a pek doym am ışken yaşam anın tadına


G ö n ü l bağlanm az oldu ne kıza, ne kadına..
G ö n lü m yüz sürm ek ister yaln ız senin katına.
Senden b aşk a her şeyi bir m angıra satıyor.

Şensin, kalbim değildir, böyle göğsüm de vuran,


Şensin «Ü lkü» adıyla beynim de dim dik duran.
Şensin çeyrek asırlık günlerim i dolduran;
Seni çıkarsam , öm rüm başlam adan bitiyor.

Hem bunları ne çıkar anlatsam bir diziye?


H isler kam bur oluyor dökülünce yazıya.
K ısa ca sı gönlüm ü verdim U lu G a z i’ye.
G öğsüm de şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.

(Varlık, 15 Ocak 1934)

304
RUHUMUN DALGALARI

R uhum un d algaları, koşup kabarm ayınız.


H er dam lanız tutuşan göğsüm e birer bıçak.
K a lb im bir kayad ır k i, nerdeyse yıkılacak,
H ayalden köpüklerle kalbim i sarm ayınız.

D üm düz olsam diyorum , ve kum lu b ir sahili


Y a la y a n sular gibi siz de yavaşlasanız.
Bilm ediğim yeni bir m asala başlasanız,
Çekilse kulağım dan hatıraların dili.

E y eski günler artık ban a yaklaşm ayınız,


E y hayaller, vurm ayın kalbim in sert taşm a.
Bütün bir h ayat bile değmez b ir göz yaşm a,
Ruhum un dalgaları, köpürüp taşm ayınız.

(Varlık, 15.4.1935)

305
SABAHATTİN
ALİ bütün .
esen/em
® 1| S a b a h a t t i n A li ( d o ğ . 1 2 Ş u -
9 b a t 1 9 0 6 G ü m ü l c i n c - ö lm .
"\ 2 N is a n 1948 K ırk la re -
| li), i l k ö ğ r e n i m i n i İ s t a n b u l .
■M Ç a n a k k a le , İ z m ir ve E d re -
j m i t ’t e , o r t a ö ğ r e n i m i n i B a -
i lık e s ir ve İs ta n b u l m u a l­
lim m e k te p le rin d e y a p tı
(1 9 2 6 ), Y ozgat O r ta o k u ­
l u n d a ö ğ r e tm e n li ğ i s ı r a s ı n ­
d a ( 1 9 2 8 ) d e v le t h e s a b ı n a
I A l m a n y a ’y a g ö n d e r il d i , d ö -
n ü ş ü n d e ( 1 9 3 0 - 1 9 3 2 ) A y d ın

I ve K onya
A lm a n c a
o rta o k u lla r ın d a
ö ğ r e tm e n li ğ i n d e
b ıı!u ııd u . B a s ı l m a m ış b i r ş i ­
ir i n d e n d o l a y ı b i r y ıl lıü k iim y e d i ve b ıııııı ( 1 9 3 2 - 3 3 ) K o n y a v e S in o p c e z a e v l e r i n d e ç e k t i.
T a h l i y e s i n d e n s o n r a A n k a r a O r t a o k u l u v e D e v le t K o n s e r v a t u v a r m a a t a n d ı ( 1 9 3 4 - 4 4 ) . S o n
g ö r e v in d e b a k a n l ı k e m r i n e a l ı n ı n c a s e r b e s t h a y a t a a t ı l d ı . A z iz N e s i n ’le b i r l i k t e M a r -
k o p a ş a d e r g is i n i y a y ı n l a d ı . D e r g i d e k i b i r y a z ı s ı n d a n 3 ay c e z a y e d i. Ö lü m ü n e k a d a r
n a k liy e c ilik y a p tı.
S a n a t h a y a t ı n a ş i i r l e ( I r m a k d e r g i s i : 1 9 2 5 - 2 6 ) b a ş l a y a n S a b a h a t t i n A li a s ı l ü n ü n ü h i k â y e
ve ro m a n la rıy le y a p tı. Y edi M e ş a l e , V a r l ı k . A y d a b ir , Y e d ig ü n , R e s i m li H e r ş e y , Y u r t
ve D ü n y a , A d ım la r d e r g ile rin d e y a z d ı. E s e r le ri s ır a s ıy le ş u n la r d ır : D a ğ la r v e R ü z g â r
(ş iirle r 1 9 3 4 ), D e ğ ir m e n ( h i k â y e l e r 1 9 3 5 ), K a ğ n ı ( H i k â y e l e r 1 9 3 6 ), K u y u c a k l ı Y u s u f
(ro m a n 1 9 3 7 ), S e s ( h i k â y e l e r 1 9 3 7 ), İ ç im iz d e k i Ş e y ta n (r o m a n 1 9 4 0 ), Y eni D ünya
( h i k â y e l e r 1 9 4 3 ) , K ü r k M a n t o l u M a d o n n a ( r o m a n 1 9 4 3 ), S ı r ç a K ö ş k ( h i k â y e l e r 1 9 4 7 ) ,
S A B A H A T T İN A L İ ’N İ N B Ü T Ü N E S E R L E R İN İN Y E N İ B A S IM L A R IN I Ü Z E R İ­
Nİ«. A L M I Ş OLAN Y A Y IN E V İ M İZ D İZ İN İN İL E R İK İ C İL T L E R İN D E G E N İŞ
B İB L İY O G R A F Y A V E B İY O G R A F İ D E V E R E C E K T İR .

Ulusal e d eb i y a t ı mı z ı n en b ü y ü k d e ğ e r l e r i n d e n biri o l a n
S a b a h a t t i n Ali, A n a d o l u t o p r a ğ ı n ı ve A n a d o l u ' n u n i nsanını
en iyi dil e g e t i r e n bir y a z a r ı mi z d ı r . « S a b a h a t t i n Ali B ü t ü n
Eserl eri » dizi mi zin ü ç ü n c ü s ü o l a n « D e ğ i r m e n / D a ğ l a r ve
R ü z g â r » d a , ya z a r ı n k ü ç ü k h i k â y e d a l ı n d a e n güze! o n altı
hikâyesi ile bil inen yirmi seki z şiiri d ı ş ı n d a hiç bir y e r d e
y a y ı n l a n m a m ı ş 36 şiiri t o p l a n m ı ş t ı r .

İlildi H A S I M I Vİ - A N K A R A 15 LİRA

You might also like