You are on page 1of 5

Modern bilim ilk olarak Avrupa’da ortaya çıkmıştır. 500 yıl önce Avrupa, Hristiyan egemenliğindeydi.

Çoğu dinde olduğu gibi kilisenin “her şey nasıl başladı” sorusuna kendine özgü bir cevabı vardı: Tanrı
evreni binlerce yıl önce yarattı. Ama bu cevabı İskenderiye’de yaşamış Batlamyus’un yaklaşık 1900
sene önce geliştirdiği evren modeline dayandırdılar. Dünyanın evrenin merkezi olduğuna inanan
Batlamyus’a göre; eşmerkezli görünmez halkalar vardı ve bu halkalarda güneş, ay ve diğer
gökcisimleri hangi halkalarda olduklarına göre farklı şekillerde hareket ediyorlardı. Batlamyus’un
evren modeli çok iyi işliyordu. İnsanlar yalnızca kilise istediği için buna inanmadılar, ortada çokça
kanıt vardı: Batlamyus ve 16. Yydaki gökbilimciler dünyayı ve evreni çıplak gözle inceliyorlardı,
dolayısıyla çok çeşitli ve ciddi akıl yürütmelerle dünyanın evrenin merkezi olduğunu düşündüler.

İspanya’da Kastilyalı Alfonso X, Batlamyusçu sisteme göre hesapların kolaylaştırılabilmesi için


Batlamyusçu göksisteminin tablolarının yapılmasını istemiştir: Alfonsin Tabloları olarak geçerler.
Alfonsin Tabloları o kadar rağbet görür ki bilim insanları göğü incelemeyi, hesap kitap yapmayı bırakır.
Batlamyusçu sistem iyice benimsenir, sorgulanması bırakılır yani paradigma tam teşekkül etmiştir.
Almanya’da George Feuerbach ve Johannes Muller (Regiomonatus) bu tabloların doğruluğundan
kuşkuya düşerler ve bir proje başlatırlar. Yaptıkları çalışmalar sırasında Feuerbach’ın ölmesiyle işi
Regiomonatus devam ettirir. Regiomonatus, projenin çıktılarını matbaayı kullanarak halka dağıtmak
ister yani bir anlamda Batlamyusçuluk üzerindeki kuşkuları kamuya açmak ve kamuyu arkasına almak
gibi bir arzusu vardır. Regiomonatus’un tamamladığı proje Epitoma Almagestum Ptolemaio
(Batlamyus’un Almagesti Üzerine Bir Soruşturma) adında bir kitaptır ve Alfonsin Tablolarında verilen
sayıların yanlış olduklarını ortaya koyar. Ayrıca Batlamyusçu sistemde kullanılan çember ve dış
çember sayısını 80’den 40’a indirerek, çok daha az sayıda çemberle sistemin çok daha iyi
işleyebileceğini kanıtlar. Bu noktada Batlamyusçu sistem çok savsak hale gelmiştir. Regiomonatus’a
göre Batlamyusçuluk esasları itibariyle hatalı olmayıp, bilim insanlarının elinde yeterince yetkin
kullanılmamaktadır. Bu anlamda Batlamyusçu sisteme sadık kaldığını ilan etse de, araştırmacıların
aklına kuşkuyu düşürmüştür. Epitoma Almagestum Ptolemaio’nun yazılmasından yaklaşık 35 sene
sonra Kopernik doğacaktır.

Kopernik 1506 yılında Frombork Katedralinde papaz olarak görevlendirildiği sırda gökyüzüne ilgili ve
evrenin yapısına ilişkin sorgulamalarıyla göksel nesneleri incelemeye yönelmiş ve bunların yapılışını,
zamanın gökyüzüne ilişkin tek egemen açıklaması olan Batlamyus evren modeli üzerinden anlamaya
çalışmıştır. Kopernik’e göre Batlamyus modeli yanlış bir biçimde evrenin merkezini dünya olarak almış
ve yine yanlış bir biçimde Merkür’ü dünyaya en yakın gezegen olarak göstermiştir. Kopernik,
Batlamyus evren modeline göre düşüncelerini anlamlandırma uğraşıyla çalışmalar yapmıştır. Bu
çalışmaları derlediği “De Revolitionibus orbium coelestim “ (göksel kürelerin devinimi üzerine) adlı
kitabında güneş merkezli evrenin temel ilkelerini matematiksel ve kavramsal nitelik taşıyan kanıtlarla
sunmuştur. Kitapta Regiomonatus-Feuerbach programının ilerisine giderek Batlamyusçu çemberlerşn
sayısını 34e kadar düşürür. Kitaba göre evrenin merkezinin güneş olduğu kati suretle
ispatlanmaktadır. Ayın bir gezegen olmadığı, dünyanın uydusu olduğu ve dünyanın etrafında döndüğü
gösterilmektedir. Kitabın yüzde 5’i savların ortaya konması olup, geriye kalan 95’i yalnızca birkaç
araştırmacının kafasını gömüp uzun süre çalışmasıyla içinden çıkabileceği hesaplamalarla doludur.

Kopernik, yeni bir sistem ortaya koymayıp Batlamyusçu sistemi kullanmaktadır ama ona göre hata
dünyayı bu sistemin merkezine koymaktır. Bunun yanı sıra güneşin merkezde olduğunu söylemesi bir
yenilik değildir, Antikçağ’da Aristakhos tarafından evrenin merkezinin güneş olduğu söylenmiştir.
Bununla birlikte ortaya koyduğu hesaplarda evrenin merkezi güneşe değil, boşluğa denk gelmektedir.
Bunun sebebi Kopernik’in gökcisimlerini maddesel olarak değil, salt geometrik cisimler olarak ele
almasıdır. Dolayısıyla astronomiyi sadece geometrik olarak ele aldığından merkezin boşluğa denk
gelmemesi bir sorun oluşturmamaktadır. Güneşi geometrik bir evrenin merkezi olarak düşünmekle
fiziksel bir sistemin merkezi olarak düşünmek arasında fark vardır: şayet fiziksel bir merkez olarak
düşünülürse çok belirgin biçimde güneş evrenin merkezinde olmalıdır, ama Kopernik’in ortaya
koydğu hesaplarda merkez boşluğa denk geldiğinden anlamalıyız ki Kopernik işin fiziksel derinliğini
göz önünde bulundurmamıştır. Nitekim yalnızca yeryüzü olaylarının fiziksel olaylar olduğunu,
gökyüzüdekilerinse tanrısal, geometrik olduğunu düşünen geleneksel yaklaşıma göre hareket
etmektedir Kopernik.

Dünyanın yörüngesinin Batlamyus dizgesindeki gibi dairesel değil, elips olduğunu ortaya koyan
Kepler’in gezegen yasalarını bulmasına yol açan şey güneşin aynı zamanda fiziki bir evrenin merkezi
olabileceğini hesaba katmasıdır. Ona göre evrenin merkezi güneşse, diğer gezegenlerle maddi bir
etkileşimde bulunması gerekir aksi takdirde muazzam olan gökküreler güneşi ciddiye alıp onun
etrafında dönmezler. Böylece Kepler, ilk kez astronomi olaylarının da yeryüzündekiler gibi fiziksel
ilişkilerle gerçekleştiği yönünde bir sezgi edinmiştir.

Galileo, zamanın en iyi bilimsel gelişmesi olan teleskobu kullanmaya başlar. Teleskopla gökcisimlerini
inceleyen ilk gökbilimcidir. Gördüğü şey, gökcisimlerinin Batlamyus’un öne sürdüğü gibi kusursuz
olmadığıdır. Sözgelimi, güneşe baktığında onun üzerindeki lekeleri görür. Bu bir anlamda güneşin
üzerindeki pis lekelerdir. Jüpiter’e baktığında, onun yalnız olmayıp etrafındaki küçük uyduları
olduğunu fark eder... Bunun yanı sıra Galileo düşen gökcisimlerini araştırmış, bizim bugün fiziksel
büyüklükler dediğmiz uzunluk, zaman ve hareketi matematiksel biçimde ele almaya başlamıştır. Fiziği
matematikselleştirmeye çalıştığı için ortaya kodyğu bapıntılardan yola çıkarak zaman, mesafe,
hareket gibi byüklükleri önceden kestirme imkanı bulabilecektir, bu da ileriye yönelik öngörü
demektir. Böylece klasik fizik başlamış olur.

1687’de Newton Principia eserini yayımlar. Oldukça güçlü bir eser olan Principia, birçok kaynakta
Kopernik’in başlattığı bilimsel devrimi bitirme projesi olarak geçer. Principia, evrenin bilimsel
kanunlarını açıklamayı hedefler. Newton’a göre evren son derece basit ilkeler ve matematikle
açıklanabilirdir. Bu anlamda Galileo’nun hareket edden cisimler üzerindeki araştırmalarını daha da
geliştirerek Hareket Yasaları adında 3 ilkeyi ortaya koyar. Bu ilkelere göre ortaya ögeleri alıp hareketin
kaynağının ne şiddette olacağını, şiddeti yakalamak için içinde ne gibi bir düzeneğin olacağını yani
tıpkı makineyi çalıştıran motorun başka bir makine olması gibi her şeyin başka bir şeyden güç aldığı,
sadece karşılıklı bir yönlendirmeyle gücü aralarında paylaştıkları bir disiplin ortaya koyar. Tüm bunlar
makine devrimi için çok büyük bir adım olacaktır. Principia’^da yeryüzündeki ve gökyüzündeki tüm
cisimlerin kütleleri ile doğru orantılı olarak, aralarındaki mefadeyle de ters orantılı olarak birbirlerini
karşılıklı olarak çektiklerini söyler. 2 cisim arasındaki toplam çekim gücü, kütlelerin çarpımıyla doğru,
aralarında mesafenin karesiyle ters orantılıdır demiştir. Bu sözler önemlidir çünkü bu bir evren
yasasıdır. Bu yasa, diğer tüm yasaları belirlemektedir ve diğer tüm yasalar anlamlarını bu yasada
bulmaktadırlar. Böylece Newton, tüm gökcisimlerini bir arada tutan ve yeryüzünde de geçerli olan
yerçekimi kanunu ırtaya atar. Newton’ın yaptığı en büyük dönüşüm kendi yasasının başına evrensel
nitelemesini koymasıdır zira hiyerarşik bir varlık anlayışına dayanan, sonlu bir yapıya sahip, yer ve gök
arasında özce bir ayrım gören Batlmayus dizgesindeki niteliksel açıklamalar yerini niceliksel
açıklamalara bırakır, fizik matematikle açıklanmaya başlanır, yerle hök arasında özce aynılık olduğu
fikri öne sürülür ve evrenin sonsuz olduğu fikri kabul görür.

İnsanlar her zaman yaşadıkları dünyada aktif varlıklardır: onların hayatlarını etkileyen her olaya dahil
olmak zorundadırlar, sadece toplumsal olaylarda değil aynı zamanda doğa olaylarında, evreni
anlamada ve gerektiğinde müdahil oluğ değiştirme çabasında aktif rol oynarlar. Bu bağlamda bir şeyi
anlamak ne demektir? Olayların bazıları tarihseldir ve değişime tabiidir. Bazılarıysa evrensel ve tarih
dışıdırlar, tarihsel olayları belirlerler ve hakikat anlamında anlamak budur. Tarih boyunca tüm
kültürler bu değişmez hakikati aramaya çalışmışlardır. 17. Yydan önceki kültürlerde tarihi belirleyen
ve tarihin ilkesi olan şeyler, mekanda temsil edilmekteydi. Genelde yeraltı, yeryüzü ve gökten oluşan
3 parçalı evren anlayışında, yeraltı ve gök tarih dışı olanların mekanda temsil edilmesini sağlıyordu;
göğe tanrısal unsurlar yerleştiriliyordu ve tanrısal unsurlar bizim etrafımızı anlarken koyduğumuzun
ilkelerin kendisiydi. Örneğin şamanlıkta, gök, yeraltı ve yeryüzünden oluşan 3 parçalı bir evren anlayışı
vardı. Şamanın eğitiminin bir kısmı yeryüzünden kopan gök ve yeraltına yolcuuluklardan
oluşmaktaydı. Böylece Şaman, olup bitenleri belirleyen Tanrısal unsurlarla birleşme imkanı
buluyordu. Şaman ayinine baktığımızda büyük bir çadır kurulur, çadırın tam ortasına bir direk
yerleştirilirdi. Aslında direk, Şaman’ın yolculuk yapacağı yerleri temsil etmekteydi. 3 parçadan oluşan
evrenin her parçasında farklı tanrısal unsurlar vardı. Şaman, direği tırmanırken 3 parçayı tırmanırdı ve
her parçasında başka bir tanrısal unsurla birleşirdi. Genelde direğin kendisi de çadırdan dışarı taşardı.
Böylece görüyoruz ki Şaman’ın kendisi, tarihin ilkesi olan değişmeyen hakikatle birleşiyordu...
Tapınağı olan dinlerde yeraltı ve gökle irtibat kuran yerin kendisi tapınaktı. Tapınak, yeryüzünü
belirleyen tarih dışı unsurlarla diyalog kurmanın yeriydi... İşte 17. Yydan önceki evren anlayışında,
tarihi belirleyen ilkenin kendisi, mekanda temsil edilme imkanı buluyordu. 17. Yy sonrası evren
anlayışındaysa aslında tüm uzayın tek bir yapıda olduğu ortaya konuldu, homojen bir evren anlayışı
yerleşti. Böylece evrende, artık tarih dışı unsurlar temsil edilme imkanı bulamayacaklardı.

-500 yıl önce Avrupa, Hristiyan egemenliğindeydi. Çoğu dinde olduğu gibi kilisenin de “her şey nasıl
başladı” sorusuna bir cevabı vardı: Tanrı, evreni binlerce yıl önce yarattı. Ama bu cevabı
İskenderiye’de yaşamış olan Batlamyus’un 1900 yıl önce geliştrdiği evren modeline dayandırdılar.
Dünyanın evrenin merkezi olduğuna inanan Batlamyus’a göre; eşmerkezli görünmez halkalar vardı ve
bu halkalarda güneş, ay ve diğer gökcisimleri hangi halkada olduklarına göre farklı şekillerde hareket
ediyorlardı. Batlamyus’un evren modeli çok iyi işliyordu, insanlar sadece kilise istediği için buna
inanmadılar, ortada çokça kanıt vardı: Batlamyus ve 16. Yya kadarki gökbilimciler evreni çıplak gözle
inceliyorlardı, dolayısıyla çok ciddi akıl yürütmelerle evrenin dünya etrafında döndüğünü düşündüler.

İspanya’da Kastilyalı Alfonso X, Batlamyusçu sisteme göre hesapların kolaylaştırılabilmesi için


Batlamyus evren dizgesinin tablolarının yapılmasını ister ve bunlar Alfonsin Tabloları olarak geçerler.
Tablolar öyle rağbet görür ki; bilim insanları göğü incelemeyi bırakırlar, tablolardaki sayılar doğru
kabul edilir, sorgulanmaz yani paradigma tam teşekkül etmiştir. Almanya’da George Feuerbach ve
Johannes Muller (Regiomonatus) tabloların doğruluğundan kuşkuya düşerler ve bir çalışma
hazırlarlar. Çalışmalar sırasında Feuerbach öldüğü için Regiomonatus işi devralır. Matbaayı kullanarak
kuşkuları kamuya açmak ve kamuyu arkasına almak ister. Regiomonatus’un tamamladığı proje
Epitoma Almagestum Ptolemaio (Batlamyus’un Almagesti Üzerine Bir Soruşturma) adlı bir kitaptır ve
Alfonsin tablolarında verilen sayıların tamamen yanlış olduğunu öne sürer. Bu noktada Batlamyusçu
sistem büyük bir darbe almıştır; projede Batlamyusçu sistemde kullanılan çemberlerin ve dış
çemberlerin sayısı 80’den 40’a kadar düşürülmüştür. Nitekim Regiomonatus’a göre Batlamyusçu
sistem esasları itibariyle hatalı değildir fakat uzmanların elinde yeterince yetkin kullanılmamaktadır.
Böylece Batlamyusçu sisteme sadık kaldığını ilan etse de araştırmacıların aklına kuşku düşürmüş olur.
Epitoma Almagestum Ptolemaio’nun yazılmasından yaklaşık 35 sene sonra Kopernik doğacaktır.

Kopernik 1506 yılında Frombork katedralinde papaz olarak görevlendirildiği sırada gökyüzüne ilgisi ve
evrenin yapısına ilişkin sorgulamalarıyla göksel nesneleri incelemeye yönelmiş ve bunların yapılışını,
zamanın gökyüzüne ilişkin egemen tek modeli olan Batlamyus modeli üzerinden anlamaya çalışmıştır.
Kopernik’e göre Batlamyus evren modeli yanlış biçimde evrenin merkezini dünya olarak almış ve yine
yanlış biçimde Merkür’ü dünyaya en yakın gezegen olarak göstermiştir. Kopernik, Batlamyus
dizgesine göre düşüncelerini anlamlandrıma uğraşıyla çalışmalar yaparken, bu çalışmaları dedrlediği
De Revolitionibus Orbium Coelestum (göksel kürelerin devinimi üzerine) adlı kitabında güneş merkezli
evrenin temel ilkelerini matematiksel ve kavramsal nitelik taşıyan kanıtlamalarla sunmuştur.
Regiomonatus-Feuerbach programının ilerisine giderek Batlamyusçu çemberlerin sayısını 34e kadar
düşürmüştür. Kitaba göre evrenin merkezinin güneş olduğu kati suretle ispatlanmıştır. Ayın bir
gezegen olmadığı, dünyanın uydusu olduğu ve onun etrafında döndüğü gösterilmektedir. Kitabın çok
küçük bir bölümünün kitabın savlarının ortaya konması olup, geriye kalan büyük bşr çoğunluğu
yalnızca birkaç araştırmacının kafasını gömüp uzun süre çalışmasıyla içinden çıkabileceği
hesaplamardır.

Kopernik, yeni bir sistem ortaya koymayıp, Batlamyusçu sistemi kullanmaktadır ama ona göre hata,
dünyayı bu sistemin merkezine koymaktır. Bunun yanı sıra güneşin merkezde olduğunu söylemesi
yenilik değildir, Antikçağ’da Aristakhos tarafından bu söylenmiştir. Bununla birlikte ortaya koyduğu
hesaplarda evrenin merkezi güneşe değil, boşluğa denk gelmektedir. Bunun sebebi Kopernik’in
gökcisimlerini maddesel olarak değil, salt geometrik cisimler olarak ele almasıdır. Dolayısıyla
astronomiyi salt geometrik olarak ele aldığından, merkezin boşluğa ddenk gelmesi bir sorun
oluşturmamaktadır. Güneşi geometrik bir evrenin merkezi olarak düşünmekle, fiziksel bir evrenin
merkezi olarak düşünmek arasında fark vardır: şayet fiziksel bir merkez olarak düşünülürse güneş, çok
belirgin biçimde evrenin merkezinde bulunmalıdır. Ama Kopernik’in ortaya kodyğu hesaplarda
merkez boşluğa denk geldiğinden anlamalıyız ki Kopernik, işin fiziksel derinliğini göz önünde
bulundurmamıştır. Nitekim yalnızca yeryüzü olaylarının fiziksel olduğunu, gökyüzündekilerin tanrısal,
geometrik olaylar olduğunu düşünen geleneksel yaklaşımla hareket etmektedir.

Dünyanın yörüngesinin Batlamyus dizgesindeki gibi daire değil, elips olduğunu ortaya koyan Kepler’in
gezegen yasalarını bulmasına yol açan şey güneşin aynı zamanda bir fizik merkezi olabileceğini hesaba
katmasıdır. Ona göre evrenin merkezi güneşse mutlaka diğer cisimlerle maddi bir etkileşim içinde
bulunması gerekir aksi takdirde muazzam olan gökküreler güneşi ciddiye alıp etrafında dönmezler.
Böylece Kepler, ilk kez astronomi olaylarının da yeryüzündekiler gibi fiziksel ilişkilerle gerçekleştiği
yolunda bir sezgi edinmiştir.

Galileo, zamanın en iyi bilimsel gelişmesi teleskobu kullanmaya başlar, teleskopla gökcisimlerini
inceleyen ilk gökbilimcidir. Gördüğü şey, gökcisimlerinin Batlamyus’un öne sürdüğü kadar kusursuz
olmadığı olur; sözgelimi güneşe baktığında güneşin üzerindeki lekeleri görür, bunlar bir anlamda
güneşin üzerindeki pis lekelerdir. Jüpiter’e baktığında çevresindeki küçük uyduları fark eder... Bunun
yanı sıra düşen cisimlerin hareketlerini araştırmış, bizim bugün fiziksel büyüklükler deidğimiz uzunluk,
zaman ve hareketi matematiksel biçimde ele almaya başlamıştır. Fiziği matematikselleştirmeye
çalıştığı için ırtaya koyduğu bağıntılardan yola çıkarak zaman, mesafe, hareket gibi büyüklükleri
önceden kestirme imkanı bulabileccektir, bu ileriye dönük öngörü demektir. Böylece klasik fizik
dediğimiz fizik başlamış olur.

1687’de Newton, Principia adlı eserini yayımlar. Oldukça güçlü bir eser olan Principia, birçok kaynakta
Kopernik’in başlattığı bilimsel devrimi bitirme projesi olarak geçer. Principia, evrenin bilimsel
kanunlarını açıklamayı hedefler. Newton’a göre evren son derece basit ilkeler ve matematikle
açıklanabilirdir. Bu anlamda Galileo’nun hareket eden cisimler üzerindeki araştırmalarını daha da
geliştirerek Hareket yasaları adında 3 ilkeyi ortaya koyar. Bu ilkelere göre ortaya ögeleri alıp hareketin
kaynağının ne şiddette olacağını, şiddeti yakalamak için içinde ne gibi bir düzeneğin olacağını yani
tıpkı makineyi çalıştıran motorun başka bir makine olması gibi her şeyin başka bir şeyden güç aldığı,
sadece karşılıklı bir yönlendirmeyle gücü aralarında paylaştıkları bir disiplin ortaya koyar. Tüm bunlar
makine devrimi için çok büyük bir adım olacaktır. Principia’da yeryüzündeki ve gökyüzündeki
cisimlerin kütleleriyle doğru orantılı ve aralarındaki mesafeyle de ters orantılı olarak birbirlerini
karşılıklı olarak çektiklerini söyler. 2 cisim arasındaki toplam çekim gücü kütlelerin çarpımıyla doğru,
aralarındaki mesafenin karesiyle de ters orantılıdır. Bu sözler önemlidir çünkü bu bir evren yasasıdır.
Bu yasa, diğer tüm yasaları belirlemektedir ve diğer tüm yasalar anlamlarını bu yasada bulmaktadır.
Böylece Newton, tüm gökcisimlerini bir arada tutan ve yeryüzünde de geçerli olan yerçekimi kanunu
ortaya atar. Newton’ın yaptığı en büyük dönüşüm kendi yasasının başına evrensel nitelemesini
koymasıdır zira hiyerarşik bir varlık anlayışına dayanan, sonlu bir yapıya sahip, yer ve gök arasında
özce bir ayrım gören Batlamyus dizgesindeki niteliksel açıklamalar yerini niceliksel açıklamalara
bırakır, fizik matematikle açıklanmaya başlanır, yerle gök arasında özce bir aynılık olduğu ortaya
konur ve evrenin sonsuz olduğu fikri kabul görür.

Bir şeyi anlamak nedir? Olayların bazıları tarihseldir ve değişime tabiidir. Bazılarıysa evrensel ve tarih
dışıdırlar, tarihsel olayları belirlerler ve hakikat anlamında anlamak budur. Tarih boyunca tüm
kültürler bu değişmez hakikati anlamaya çalışmışlardır. 17. Yydan önceki kültürlerde tarihi belirleyen
ve tarihin ilkesi olan şeyler, mekanda temsil edilmekteydi. Göğe tanrısal unsurlar yerleştiriliyordu ve
tanrısal unsurlar vizim etrafımızı anlarken koyduğumuz ilkelerin kendisiydi. Örneğin Şamanlık’ta gök,
yeraltı ve yeryüzünden oluşan 3 parçalı bir evren anlayışı vardı. Şaman’ın eğitiminin bir kısmı
yeryüzünden kopan gök ve yeraltına yolculuklardan oluşmaktaydı. Şaman ayinine baktığımızda büyük
bir çadır kurulur, çadırın tam ortasına bir direk yerleştirilirdi. Aslında direk, Şaman’ın yolculuk
yapacağı yerleri temsil etmekteydi. 3 parçadan oluşan evrenin her parçasında farklı tanrısal unsurlar
vardı. Şaman, direği tırmanırken 3 parçayı tırmanırdı ve her parçasında başka bir tanrısal unsurla
birleşirdi. Genelde direğin kendisi de çadırdan dışarı taşardı. Böylece görüyoruz ki, Şaman’ın kendisi
tarihin ilkesi olan değişmeyen hakikatle birleşiyordu. Tapınağı olan dinlerde yeraltı ve gökle irtibat
kuran yerin kendisi tapınaktı... İşte 17. Yydan önceki evren anlayışında tarihi belirleyen ilkenin kendisi,
mekanda temsil edilme imkanı buluyordu. 17. Yy sonrası evren anlayışındaysa aslında tüm uzayın tek
bir yapıda olduğu ortaya konuldu, homojen bir evren anlayışı yerleşti. Böylece evrende, artık tarih dışı
unsurlar temsil edilme imkanı bulamayacaklardı.

You might also like